Mevlâna’ya göre; DİN, İMAN VE KÜFÜR
| |
Bilindiği gibi, milyarlarca insanı barındıran şu dünyada
çeşitli dinler, çeşitli mezhepler vardır. Bütün dünyada şu gök kubbesi altında
camiler kiliseler, havralar, pagodlar bulunmaktadır. Gerçekten de Hz. Adem'den
başlayarak tarihin en eski devirlerinden günümüze kadar gelen çeşit çeşit
renkte insanlar, çeşitli milletler, sayısız mabetlerde ibadet etmişler, sayısız
tapınaklarda kendi yaptıkları putlara tapmışlardır. Bu bir hakikattir ki,
insanların yaradılışlarında inanmak ihtiyacı vardır. İnanmayan insan, içinde
bir boşluk duyacaktir. Tevfik Fikret, dini inancını kaybettikten sonra, inanmak
ihtiyacını çok iyi hissetmiş de:
"Bütün boşluk, zemin boş, asuman boş, kalbi vicdan
boş.
Tutunmak isterim bir nokta yok pîş-i nigâhimda" diye sızlanmıştı. Mehmet Akif merhum da:
"İmansız olan paslı yürek sine de yüktür"
demişti.
Günümüzde insanlar ne kadar maddeye yönelmiş olursa
olsunlar, dini inançlardan kendilerini kurtaramamışlardır. Bunun en canlı
misalini Rusya bütün dünyaya gösterdi. Seksen yıla yakın bir zamandan beri
koministlerin yasakladıkları din, öldürülemedi.
"Din insanları uyutan bir afyondur" görüşü
bütün gayretlere ragmen çürük çıktı. İnsanlar için kaçınılmaz ruhi bir ihtiyaç
olan din, duygusuna Mevlâna Hz. nasıl bakıyordu?
Mevlâna, insanı, ilahi emaneti taşıyan üstün bir varlık
olarak gördüğü için, hangi din ve mezhepte olursa olsun insanı sevmiştir. Ve
dolayısıyla bütün dinlere saygı göstermiştir. Bu yüzdendir ki, O büyük velinin
tabutu arkasında yalnız müslümanlar değil, o sırada Konya'da bulunan
hristiyanlar, museviler de gözyaşı dökmüşlerdir.
Mevlâna"nın bütün dinlere saygı göstermesi onun bütün
dinleri bir, bütün dinleri eşit gördüğü anlamına gelmemelidir. Burada İslamiyetde
dahil bütün dinleri bir görmek değil, bütün dinlerin hakikatini bir görmek
bahis konusudur. Nitekim Hz. Mevlâna “Mesnevi-i Şerifin” birinci
cildinin 500 üncü beyiti başlığında aynen şöyle buyurmaktadır:
“dinler arasındaki ihtilâf, ayrılık gidiş tarzında, ibadet
ediş şekillerindedir. Yoksa yolun hakikâtında değildir.”
Gerçekten de dünyada görülen maddi, manevi herşeyde olduğu
gibi çeşitli dinlerde ve mezheplerde Allah"ın güzel isimleri ve
sıfatlarının tecellilerinden meydana gelmiştir.
Şöyle ki: Cenabı Hal (hâdi) (doğru yola sevkeden) ismiyle
olduğu gibi bu ismin zıttı olan (mûdil) ismi ile de mütecellidir.
“De ki: İmân edenler de, etmeyenler de kendilerine uygun
düşen yolda hareket ederler.” (17/84) Ayeti kerimesi gereğince herkes kendi
yaratılışına göre iş işlemekte, amel etmektedir.
Herkes kendi hal ve mizacına uygun olan yoldadır. Herkes
kendi mizacına göre hareket ederek kendine uygun gelen yolu tutmakla doğru yolu
tutmuş olmaz. Yani bir din ve mezhep, herhangi bir ferdin veya kavmin mizaç ve
hissiyatına uygun gelmekte doğru yol oluvermez. En son Hak din, Allah’ın kitap
ve elçisiyle bildirdiği dindir. Ne mutlu o kimseye ki, mizacına, karakterine
uygun olan yol, Hak yoluna uygun ola, uygun düşe . . .
Gerçek olan şu ki: Herşey, bütün varlıklar ilâhi sıfatların
ve isimlerin mazharı olduklarından birbirine zıt gibi görünen haller, aklımızın
ermediği bir hikmete dayanır. Herşey, Hakkın tasarrufundadır. Ver herşey
Haktandır. Her din ve mezhep erbabı da O'nun emrini yerine getirmekte, O'nun
çizdiği kader çizgisinde yürümektedir.
Bu hususta kimseye birşey söylemeye hakkımız
yoktur. Her mezhep sahibi kendi inancını başkalarının inancına nispetle hatalı
olduğu halde doğru bilmiş ve bildiği yolda yürümüştür. Mevlâna bu hususu su
Mesnevi beyitleriyle açıklamıştır:
(Cihanda, basamak basamak ta göklere kadar yükselen
gizli merdivenler vardır.
Her topluluğun ayrı bir merdiveni vardır. Her gidişin başka
bir göğü bulunmaktadır.
Herbiri öbürünün halinden habersizdir.
Gökler geniş, çok geniş bir ülkedir. Öyle
geniş, öyle sonsuz ki, ne başı vardır ne de sonu.)
Bu beyitlerden şu netice çıkmaktadır ki: Cenabı Hak her
hususta etkili olan sıfatının gerektirdiği görüşte, kendisine kulluk edilsin
diye müslümanlara nispetle hatalı olan inancı, başka dinlerde olan kişilere
doğru olarak göstermiştir. Böylece, hangi dinde olursa olsun insan, yalnız
kendi dininin doğru olduğuna inanmakta, başka dinde olanları sapık yolda
saymaktadır. Halbuki Hz. Mevlâna bu görüşe uymamakta, hangi dinde olursa olsun,
insanın Hak yolunda bulunduğunu yani, Cenabı Hakkın ona takdir ve tensip ettiği
yolda yürüdüğüne inanmaktadır. Bu sebeple O, İslamın dışında olan hiç kimseyi
hor görmemekte, hiç kimseyi kafirlikle suçlamamaktadır.
İslamın dışında olan dinler, Hak Din değildir ama, Hak'kın
irade ve takdir ettiği dinlerdir.
İnsanların inançlarında ve ibadetlerinde Hak'kın ezeli
takdiri ve iradesi tecelli ettiğinden (hidayet yolu) nun dışında kalmış
insanlar da, Allah'ın emir ve takdiriyle (dalalet yolu) yani sapıklık yolunda
yürüyen kullarıdır. Onun için bizim Kur’ân'ımız (Rabbül müslüminin=
Müslümanların Rabbi) diye başlamıyor da ... (Rabbul Alemin= Alemlerin Rabbi,
her varlığın, herkesin, bütün alemlerin Allah'tan başka herkesin Rabbi) diye
başlıyor.
Şunu iyi bilmeliyiz ki . . . Hidayeti de, dalâleti de ancak
Allah yaratır. Herşey onun emrine ve ezeli takdirine bağlıdır. Dalâlette kalmış
kişiye de Allah takdir buyurursa Hidayete erişir. Hidayet yolunda yürüyeni de
dilerse dalâlete saptırır. Bu Hakk'ın akıl almaz takdiridir.
Şu da bir hakikattir ki: Doğru yolu bulmakta yahut doğru
yoldan sapmakta ezeli takdirin gereği olduğu gibi yine Allah'ın izniyle bizim
gayretimizin çalışmamızın da rolü vardır. Bu sebeple arifler (takdiri ezel
gayrete aşıktır.) demişlerdir.
Dikkat edilirse görülür ve sezilir ki Allah herkesi iradesini
sarfettigi yönde başarıya ulaştırmaktadır. Eğer insanın nefsi şerle, kötülükle
mayalanmış ise ondan kötü haller, uygunsuz işler zuhur eder. Eğer insanın özü
temizse ondan iyi işler, makbul hareketler meydana gelir. Yani işlerin iyiliği,
kötülüğü mayanın, özün iyiliğine ve kötülüğüne tabidir.
Tekrar arzetmek isterim ki bu görüş yanlış anlaşılmasın. Hz
.Mevlâna bütün dinleri bir saymıştır. Elbette Hz. Muhammed Efendimiz son
Peygamber ve tebliğ ettiği din de en son din olduğu için İslamiyet, kendisinden
evvel gelen bütün dinleri hükümsüz bırakmıştır. Bu yüzdendir ki tarafsız olarak
ilim aşkı ile hareket eden, çeşitli dinleri tetkik eden ve dinlerin hakikatini
anlayan bazı batılı bilginler, müslümanlığı seçmektedirler.
Bu yüzdendir ki, meşhur İngiliz yazarı (Bernard Shaw)
"Müslümanlık, insanlığın en son dini olacaktır." demiştir.
Bütün dinlerin hakikatini bir gören Mevlâna imanı da küfrü
de başka türlü görmüş, başka türlü anlatmıştır.
( Sır gözüyle, gönül gözüyle mümine de bak, kâfire de
bak, bunların herbirinde, kendi inançlarına göre Yâ Rabbi! . . . sesinden, Ya
hay! . . . feryadından başka birşey yoktur.)
Gerçekten de şu gökyüzünü, büyük bir mabedin kubbesi olarak
görürsek o kubbenin altında camiler, minareler, kiliseler, havralar, pagodlar
yükselmektedir. Çeşitli şekillerde, o sayısız çeşitli mabetlerde, türlü türlü
renklerde insanlar, türlü türlü dillerde, kelimelerle hepsi de tek olan eşsiz
olan Allah'a yalvarıyorlar, ondan yardım istiyorlar. O, şanı ne büyük , ne yüce
, ne kudretli bir Allahtır ki . . . O'nun mübarek ismi çeşitli lügatlarla,
dillerle söyleniyor, O'da her dili biliyor, herkesin ne dediğini anlıyor.
Dünyanın neresinde, hangi mabette olursa olsun, kendine el açıp yalvaran her
kulun yakarışlarını, yalvarışlarını dinlemektedir, hatta gönüllerinden
geçenleri bilmektedir. Mevlâna bir mesnevi beyitinde acıyan, esirgeyen Allah'ın
kullarını nasıl gözettigini ifade buyurur da der ki . . .
(Canlar padişahının kulağı, gözü pencerededir. Erkek olsun
kadın olsun, kimin canı ne istiyor? neye çalışıyor? onu gözetleyip durmaktadır.)
Gerçekten de Hz. Mevlâna'nın ifade buyurdugu gibi camide el
açıp yalvaran müslüman da, kilisede istavroz çıkaran hristiyan da, havra da dua
eden musevi de Allah'ı düşünmektedir. Biz, şekilde kalır görünüşe kapılırsak
insanları, inançları ve gittikleri mabetlere göre müslüman, hristiyan, musevi
insanları, inançları ve gittikleri mabetlere göre müslüman, hristiyan, muşevi
budist diye ayırırız. Halbuki Allah'ın nazarında hangi dinde, hangi mezhepte
olursa olsun, hepsi onun kulları olup ezeli takdiriyle O'nun çizdiği yollarda
yürümektedirler. Bu sebepledir ki Ziya Paşa "Birdir nazarı Hakta Mecus
ile Müselman", (Allah'ın nazarında ateşe tapan Mecusi de Müslüman da
birdir.) yani her ikisi de onun kuludur, demiştir.
Görmez misiniz pervaneler camide yanan muma da, kilise ve
havrada yanan muma da ayırt etmeden kendilerini atarlar.
Cenabı Hak yalnız müslümanlara değil, müslüman olmayanlara,
hatta kendini inkar edenlere bile, sofrasını açmış cömertçe beslemektedir.
Mümin kafir diye onları ayırmamaktadır.
Mevlâna başka bir şiirinde de şöyle buyurmaktadir:
(Şunu iyi bil ki, küfürle iman, bir yumurtanın akıyla
sarısına benzer. Onların aralarını ayıran bir berzah vardır. Bu sebeple
birbirlerine karışmazlar. Allah'ın lütfu ile, keremi ile anaç tavuk onu
kanatları altına alınca, küfürle iman yok olur da (vahdet civcivi) yumurtayı
deler çıkar.)
Dinin şeklini dış yüzünü değil, hakikâtini gören Mevlâna
bir Rubaisinde diyor ki:
(Şunu iyi bil ki, aşık müslüman olamaz. Aşk mezhebinde
küfürle iman yoktur. Aşkta ne ten vardır, ne akıl, ne can, ne gönül, kim böyle
değilse aşık değildir.)
Bu fikirler yanlış yorumlanmamalı: (Aşık müslüman olmaz,
aşk mezhebinde küfürle iman yoktur.) diye buyurmakla Mevlâna Hak aşıkı tevhit
görüşüne varmazsa yani camilerde, kiliselerde, ve başka mabetlerde çeşitli
şekillerde ibadet eden bütün insanların Allah'a yöneldiklerine, çeşitli
dillerde O'na yalvardıklarına ve bütün dinlerin hakikâtlarının bir olduğuna
inanmazsa o kişi gerçek müslüman olamaz. Böyle bir müslümanın müslümanlığı
taklitte kalmıştır, tahkika çıkmamıştır. Yani tam manasıyla müslüman
olamamıştır, demek istemektedir.
Yine bir rubaisinde Hz. Mevlâna
(Kafir de sensin küfür de sensin, sen ikisinden de
betersin. İnanan da sensin, Imân da sensin, Sen her ikisinin de başısın.)
buyurdugu zaman aynı inancın başka türlü bir ifadesi olduğunu bilmeliyiz.
Çiftçiye, tohumu toprak içinde gizledigi için "kafir" denildigi gibi.
Kendinde bulunanı bilmeyen, kendinde bulunan ilahi emanetten haberi olmayan
kafirdir. Kendinde bulunanı bilen de iman sahibidir yani mümindir.
Hz. Mevlâna'nin ve diğer mutasavvıf şairlerin şiirlerinde
iman ve küfür kelimelerinin bu şekilde kullanıldıklarını okuduğumuz zaman
şaşırıp da ters manalar çıkartmıyalım. Hz. Mevlâna'nın şu beyitine dikkat
edelim.
(Benim küfrüm, kafirligim, sendeki imânın aynasıdır.
Oğlum; sen, küfrü de, imânı da bende seyret.) bu beyitte (mümin müminin
aynasıdır.) hadisine işaret edilmektedir. (Sen neye inanıyorsan bende onu
görürsün, çünkü ben senin aynanım, küfrü de imânı da sen bende gör, bende
(seyret) demek istemektedir.
Hz. Mevlâna, gösteriş için ibadet edenlerin ham sofuların,
ruhtan ziyade şekle önem verenlerin imânlarını imân saymaz. Bir rubaisinde
şöyle buyurur.
(Medreseyle minare yıkılmadıkça, gösterişsiz olarak,
hakikat yollarında yürüyen Hak aşıklarının halleri düzene girmez. Menfaat için
yapılan ibadet ve taklite dayanan imân küfür sayılmadıkça: gerçeği idrak
edemeyenlerce küfür telakki edilen, hakikati arayan kişinin imânı da hakiki
imân olarak kabul edilmedikçe, Allah'ın hiçbir kulu müslüman olamaz.)
Bu rübaide Hak sevgisine dayanmayanların imânlarını
taklitten tahkika götürmeyenlerin inancı bahis konusudur. Bu inanç Mevlâna'ya
göre küfürdür. Herhangibir kişinin dış yüzüne bakarak ona kafir demenin hatalı
olacağını Mevlâna sık sık hatırlatır.
Yine bir rubaisinde şöyle buyurur:
(Görmeyerek yol yürürsen, bu aynı hatadır. Eğer herşeyi
görüyorum sanarak gözüne güvenirsen, bu hal bela okudur. Kilisede ve medresede
bulunanların hakikatlerini bilmeden mecaz yolundan görünüşlerine bakarak
onların gerçek yerlerini, nerede bulunduklarını sen ne bilirsin?)
(Birçok hacıların koltuklarının altından hacları çıktı)
diyen Ziya Paşa da aynı hakikati ifade etmiştir.
Yukarıdakı örneklerde görüldüğü gibi Hz. Mevlâna herhangi
bir kimseye kafir demek şöyle dursun, O, kafirliğinde, müslümanlığın da ötesine
geçmiştir. Aşka ve tevhide ulaşmıştır. Hakkı ve hakikati bulmuştur.
Bu hususu aşağıdaki rubailerde çok güzel bir şekilde ifade
buyurmuştur.
(Kafirlik ve imân cihanından dışarıda bir yer vardır,
orası . . . her genç, her toy kişinin, her güzelin yeri değildir. Öyle eşsiz
bir yere, eşsiz bir makama ulaşmak isteyen kişinin, can şükranesi olarak can
vermesi, gönül bağışlaması lazımdır.)
Gerçekten de bu görüş, bu manevi makam her kula nasip olacak
bir makam değildir. Hz. Mevlâna bir başka rubaisinde o makama varan arifi
anlatır.
(Kafirlikten ve müslümanlıktan da ötede bir ova vardır. O
ovanın ortasında bizim aşkımız sevdamız bulunmaktadır. Arif olan kişi, oraya
varınca başını yere kor secdeye varır çünkü orada ne kafirlik vardır, ne de
müslümanlık.)
Büyük veli Mevlâna ilahi aşk ile, küfür, iman, yakın şüphe
engellerini nasıl aştığını ve Hakkı, hakikati nasıl bulduğunu aşağıdaki mesnevi
beyitinde ne güzel anlatır.
(Aşık, küfürden, kafirlikten bahsetse sözünden din ve
imân kokusu duyulur. Onun şüpheye ait görüşlerinde ise yakın manası, tam inanç
vardır.)
(Ben sefa denizinde, ruhani zevk denizinde tuz gibi
eridim. Bende artık ne küfür kaldı, ne iman, ne tam inanç ne de şüphe.)
(Gönlümün içinde bir yıldız peyda oldu. Öyle bir yıldız ki,
o yıldızda yedi kat gök ve herşey kayboldu gitti.)
Hz. Mevlâna"nın (Din, îman ve Küfür) hakkındaki
düşüncelerini duyunca onun, din, imân babında yeni görüşler getirdiğini, yani
(reform) yaptığını sanmayınız. Bu görüş sadece Mevlâna"ya ait değildir. Şu
var ki Hz. Mevlâna büyük bir veli olduğu gibi, büyük ve kudretli bir şair de
olduğu için anlatılması ve anlaşılması zor olan bu konuyu çok güzel ve açık
olarak beyan buyurmuşlardır. Başka şairler de bu konu ile ilgilenmişlerdir.
Mesela Şirazlı Hafız Hz. leri:
(Kâbe ile puthane arasında hiç fark yoktur. Sen, ne
tarafa yönelirsen Allah ile berabersin. Her neye bakarsan O"nun sanatını,
kudretini görürsün) demektedir.
Başka bir şair de:
(Bazen kilisede kapanıp kalıyorum, bazen de mescitte
oturuyorum. Allah"ım, ev ev seni arıyorum.)
diye yazmaktadır.
Başka bir şair de:
(Allah'ım beni sana ulaştırmayan bu dini, bu inancı ben,
ateşe atar da yakarım. Mezhep yerine senin aşkını rehber edinirim. Senin aşkını
ne zamana kadar gizli tutabilirim. Benim maksadım sensin. Ben seni istiyorum.
Benim dinle, mezheple bir ilgim yok.) dediği zaman bu şairi dinsiz,
mezhepsiz sanmayınız, "Allah'ım ben senin aşkını ön plana aldım. Beni
sana götürmeyen dini ve mezhebi ben ateşe atar da yakarım." demek
istiyor.
Bizim Yunus Emre'miz de:
dediği zaman, ben dinsiz miyim? demek istemişti.
Yine Yunus Hz.leri ilahî aşkı ön plana alarak, cenneti bile
istemediğini çok samimi bir dille Cenabi Hakka arz etmemiş miydi?
Cennet cennet dedikleri
Birkaç evle, birkaç huri
İsteyene ver anları
Bana seni, gerek seni
Tevhidi ve ilahî aşkı terennüm eden bu görüşler yalnız
Mevlâna"nın, Yunus'un ve başka İslam şairlerinin görüşleri değil, İslamın
görüşüdür.
İslam görüşündeki bu müsamaha yüzündendir ki . . .
Müslümanlar zaptettikleri memleketteki insanların dinlerine saygı ile
bakmışlar, mabetlerine dokunmamışlardır. Bu inanç yüzündendir ki . . . Yirmiüç
yaşında bir delikanlı olan Fatih Sultan Mehmet Hz. leri Bizans Patrikine saygı
gösterdi. O'nu yine patrik olarak yerine oturttu. Bu müsamaha yüzündendir ki
Hilalin (İslamın) girdiği yerde salip (Hristiyanlık) yaşamış fakat,
Hristiyanlarin zaptettikleri İslam memleketlerinde, müslümanlığı
yaşatmamışlardır. İşte Balkanlar ve Yunanistan, işte Endülüs, bu inanışın, bu
görüşün canlı birer örnekleridir.
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder