Cemal ŞENER: Türkiye’de Yaşayan Etnik ve Dinsel Gruplar
| |
1951 Erzincan Merkez-Güllüce doğumlu. İlk, orta ve lise öğrenimini
Erzincan’da tamamladı. Daha sonra İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi
Sosyal Antropoloji Bölümü’nde “Erzincan’ın Demografik Yapısı” tezi ile lisans,
İktisat Fakültesi Siyaset Bilimi’nde “Çerkes Ethem Olayı” tezi ile yüksek
lisans yaptı. Alevilik Olayı’nı doktora çalışması olarak sürdürürken, Siyasal
Bilimler Fakültesi’ndeki görevinden YÖK nedeni ile 1983’te ayrıldı. Türkiye’nin
toplumsal yapısı ile ilgili çalışmalarını sürdürmektedir.
yayınlanmış yapıtları
1)
Çerkes Ethem Olayı (10. Baskı)
4)
Alevilik Üstüne Ne Dediler (5. Baskı)
5)
Atatürk ve Aleviler (10. Baskı)
6)
Topal Osman Olayı (10. Baskı)
7)
Yaşayan Alevilik (7. Baskı)
8)
Alevi Sorunu Üstüne Düşünceler (5. Baskı)
9)
Şeriat ve Alevilik (4. Baskı)
10)
Alisiz Alevilik Olur Mu? (3. Baskı)
11)
Bihatayık, Evladı Kerbelayık (3. Baskı)
12)
Anadolu’da Alevi-Bektaşi Dergâhları (2. Baskı)
13)
Şaha Doğru Giden Kervan (3. Baskı)
14)
Benim Kâbem İnsandır (15. Baskı)
15)
Aleviler Ne Yapmalı (3. Baskı)
17)
Anadilde İbadet (2. Baskı)
20)
Osmanlı Belgeleri’nde Aleviler Bektaşiler (1)
21)
Osmanlı Belgeleri’nde Aleviler Bektaşiler (2)
22)
İbni Haldun’un Hayatı ve Düşünceleri (2. Baskı)
23)
Aleviler’in Etnik Kimliği (2. Baskı)
24)
Türkler’de Çadır (2. Baskı)
25)
Osmanlı Belgeleri’nde Dersim Tarihi
26)
Osmanlı Belgeleri’nde Diyarbakır Tarihi
27)
Türkiye’de Yaşayan Etnik ve Dinsel Gruplar
SUNU 9
GİRİŞ 13
“TÜRKİYE’DE ETNİK GRUPLAR” 17
FRANSA’DA DURUM NEDİR? 26
“KAVİMLER KAPISI” 33
“TÜRKİYE’NİN ETNİK YAPISI” 34
TÜRKLER’İN KISA TARİHİ 36
OSMANLI MİRASI 49
2)
ALEVİ ARAPLAR (NUSAYRİLER) 71
1)
SÜNNİ (ŞAFİİ-HANEFİ) KÜRTLER 82
1)
SÜNNİ (ŞAFİİ-HANEFİ) ZAZALAR 91
1) PONTUSLULAR 108
1) SABETAYCILAR 128
1)
2000 GENEL NÜFUS SAYIM SONUÇLARI (TÜRKİYE) 231
2)
TÜRK CUMHURİYETLERİ’NİN KISA DEMOGRAFİK
ÖZELLİKLERİ 269
Anadolu’nun onbin yıllık yazılı tarihi var. Yüzlerce uygarlık
gelmiş geçmiş. Kimisinden belki de hiçbir tarihsel iz kalmamış. Kimisinin
izlerini ise Arkeologların ve sanat tarihçilerinin bulgularından görebiliyoruz.
Toplumlar, tarih boyunca o denli sık yer değiştirme gereksinmesi
duymuşlar ki; hiç kimse yerinde durmamış. Sürekli hareket halinde olunmuş. Hele
ülkemiz adeta; “KAVİMLERKAPISI” “AÇIK HAVA MÜZESİ” gibi.
Frigyalılar, Lidyalılar, Hititler, Hattuşaş, Sart, Etiler,
Hurriler, Urartular, Karyalılar, Sümerler, Akad, Babil, Asur, Roma, Helenistik
Çağ, Bizans, Selçuklular, Osmanlılar veTürkler...
Kim önce gelmiş, neden gelmiş, kim nereden gelmiş, neden gitmiş.
Neden gelmişler, neden gitmişler, nereye gitmişler? Kim kimin akrabası? Kim
kimin dostu? Kim kimin komşusu olmuş, Kim kiminle barış tutmuş, kim kiminle
kavga tutmuş?
İşte bu araştırmada bu topraklarda yaşamış ve tarihten bize miras
kalmış bu toplumsal renkleri tanıyacağız. Türkler; “Dört nala gelip Uzak
Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memlekete” gelmeden
önce... Burada kimler yaşardı? Türkler’in yeni komşuları kimler oldu? Türkler
belkıde... Arabı, Kürdü, Çerkesi, Gürcüyü böyle tanıdılar. Bunlara; Rumu,
Boşnakı, Bulgari böyle ilave ettiler.
Peki bu toplumsal renklerimizi tanıyormuyuz? Çerkes kim? Gürcü
kim? Laz kime deniyor? Ermenilerin inancı ne? Bahai neye inanır? Terekeme
kimdir? Alevi niye sazı sever? Torbeş kimdir? Süryaniler en çok neyi sever?
Kürtler kavgacımıdır, barışçı mı?
Bugün artık, apartman komşumuzda birisi, Arnavut, diğeri, Rum,
öbürü, Gürcü v.s. olmuş durumda. Okulda sıra arkadaşımız, işte mesai
arkadaşımız, mahallede komşumuz; Alevi, Sünni, Hıristiyan, Boşnak v.s.
olabiliyor. Peki bu komşularımızı tanıyormuyuz?
Bu toplumsal yapılanma hiç kimsenin tercihi olmayabilir. Dünyada
hiçbir devlet saf dinsel yada etnik birlikten oluşmamıştır. Bu sosyolojik
renklerimiz tarihte ve günümüzde bazı dönemlerde bazı güçler tarafından
siyasallaştırılarak zaaf olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Bu günde kullanılabilir.
Dil, din, mutfak, giysi farkı ayrılık nedeni olmamalıdır. Kavga
nedeni olmamalıdır. Büyüklerimizin dediği gibi; “Bir fincan kahvenin kırk
yıl hatırı vardır.” İnsanlar birbirine karşı nankör olmamalıdır.
Uluslaşma gökten zembille inmemiştir. İtalya uluslaşma sürecinde
320’yi aşkın toplumsal farklılığın bileşimi ile, İspanya 400’ü aşkın, Almanya,
500’ü aşkın, Fransa 600’ü aşkın sosyolojik farklılığın birleşmesi ile
oluşmuştur. Bu tarihsel bir süreçtir. Avrupa’da ulaslaşma toplumsal renklerin
bir çiçek bahçesindeki ahenkli bileşimi ile oluşmuştur. Bu zaaf değil
zenginliktir. İnsanlık tarihinde ne zamanki toplumsal renkler siyasallaşmışsa o
zaman toplumun huzuru ve barışı dinamitlenmiştir. Toplumsal renkler
siyasallaşmamalıdır. Bunların siyasallaşması en çok o renklerin kendilerine
tarihte zarar vermiştir.
Her toplumun özgül özellikleri vardır. Bu doğal bir durumdur.
Önemli olan ortak yapışkanların sağlamlığıdır. İnsan hakları, karşılıklı sevgi
ve saygı, barış, hoşgörü toplumlar için ortak yapışkandır.
Büyük güçler; dünyada egemenliklerinin yolu olarak toplumların bu
farklılıklarını siyasallaştırmakta bulurlar. Buna meydan vermemek gerekir. İşte
Kafkasya, işteBalkanlar, işte Ortadoğu, işte Kuzey Irak, işte Kıbrıs...
Büyük güçlerin toplumsal renklerimizi siyasette kullanmalarını
engellemenin yolu; toplumların kendi içindeki farklılıklara sevgi ile hoşgörü
ile bakılmasından geçer. Türkiye 1. Dünya Savaşı yıllarında Emperyalist işgale
karşı Kurtuluş Savaşı’nda bu mayayı tutturarak başarılı olmuştur. Arap-İslam
Coğrafyası’nda Laik-Cumhuriyeti kurmanın yoluda bu ortak paydadan geçmiştir.
Toplumumuzun barış içinde yaşamasının şartları bugün dünden daha çok vardır ve
gereklidir. Yeterki bu maya iyi mayalansın.
Cemal Şener
Ağustos 2004
“Türkiye’de Yaşayan Etnik ve Dinsel Gruplar” adlı araştırmada şu
anda Türkiye’de yaşayan tüm toplumsal renkler nesnel bir şekilde yer aldı. Ne
bazı anlayış sahipleri gibi bazı sosyolojik gerçekler yok sayıldı. Nede bazı
yaklaşım sahipleri gibi Türkiye’de bulunan etnik ve dinsel farklılıklar
abartılarak manipülasyon yapılmaya çalışıldı. Örneğin; herhangi bir toplumsal
grup çağrıldığı değişik adlarla suni olarak çoğaltılmadı. Bir etnik grup içinde
farklı din ve mezhepler varsa çoğaltılarak etnik grup sayısı artırılmaya
çalışılmadı. Türkler’den 20 etnik grup, Kürtler’den 8 etnik grup zoraki olarak
üretilmedi.
Türkler, Türkiye nüfusunun belkemiğini oluşturan ana unsurdur.
Türkler’in içinde sosyolojik bir özellik olarak farklı dinlerde; İslam,
Hıristiyan gibi, farklı mezhep ve dinsel yorumlarda; Alevi, Hanefi, Şii gibi
ayrımlar olabilir. Bu tür farklılıklar o grubun alt özellikleridir. Bu tüm
dünya ulusları için geçerlidir. Alman’ında, Fransız’ında farklı dinlerden
toplumsal kesimi olabilir. Veya aynı din içinde farklı mezhep, tarikat taraftarı
olabilir.
Araştırmada Türkler; A) Hanefi Türkler, B) Alevi Türkler, C) Şii
Türkler, D) Hıristiyan Türkler olarak incelendi. Ayrıca Alevi Türkler içindeki
sosyolojik farklılıklar olan; Tahtacılar, Çepniler, Abdallar, Amucalar v.s. de
o grup içinde bir özellik olarak işlendi.
Aynı yöntemle Araplar bir etnik grup olarak ele alındı. Araplar
içindeki dinsel farklar olan; Hanefi Araplar, Alevi Araplar ve Hıristiyan
Araplar v.s. birer sosyolojik renk olarak işlendi. Farklı dil ve dinsel
gruplardan oluşan Kürtler ve farklı dillerden, boylardan oluşan Çerkeslerde bu
anlayışla incelendi.
Bu şekilde ana başlıklar itibari ile araştırmada 24 grup yer aldı.
Bunlar:
Bu gruplar hakkında önce kısa tarihçeleri verildi. Ardından
Türkiye’deki ve Türkiye dışındaki nüfus dağılımı, sonra ise, dil ve din
özellikleri işlenmeye çalışıldı. Her grubun Türkler’le ilişkileri ve
çelişkileri açısından toplumsal bütünleşmeleri tesbit edilmeye çalışıldı.
Daha önce yapılmış bazı araştırmalarda konu olduğu için bazı
gruplar başlık olarak bu araştırmada da yer aldı. Ama bu grupların toplumsal
yerleri belirlenmeye çalışıldı. Örneğin; Göçmenler kategorisi çok tartışmalı
bir kategoridir. Göçmenler diye bir etnik grup olmaz. Türkiye’ye göçmen olarak
gelenlerin çoğu Türktür. Doğudan ya da batıdan gelen Türkler’den ayrı etnik
grup üretmek doğru bir yöntem kabul edilemez.
Birde çeşitli nedenlerle Türkiye’ye göçler nedeni ile gelmiş
nüfusları 50’yi 100’ü bulmamış misafir gruplar olmuş. Örneğin; Kars’a Ruslar’ın
yerleştirdiği, Molokanlar, Estonlar, Almanlar gibi. Bunları Türkiye’de yaşayan
etnik grup sayarsak işin ciddiyeti bozulur. 1800’lerde mülteci olarak
İstanbul-Polenezköy’e gelen Polonyalılar bugün 80-90 kişilik bir grup. Bunu biz
Türkiye’deki Etnik Gruplar içinde sayarsak ipin ucu kaçar. Bu şekilde mülteci
olarak Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de yüzlerce “etnik grup” var.
Sudanlılar ve Kuban Kazakları’da benzer şekilde Türkiye’de bulunmuş veya
bulunuyor.
Bu çalışmada bu durumlara özen gösterildi. Örneğin Çerkezler’i
konuştukları dillere göre etnik gruplara ayırsak yaklaşık 20 civarında etnik
grup üretilebilinir. Kürtler’den 5-6 etnik grup üretilebilir. Her dil ayrı bir
etnik grup değildir. Her dilsel ve dinsel fark kendi başına bir etnik grup
sayılamaz.
Uluslaşma öncesi dönemlerde dil farkları fazladır. Onların bazısı
elemine olur. Uluslaşma böyle oluşur. Bir veya birden fazla dille birlikte
ulus-devletler kurulur. Tarihte bir millet değişik tarihsel gel-gitler sonucu
farklı dilleri konuşur. Hatta bazısı asimile olur. Eski dili tamamen veya
kısmen yok olabilir. Bunun sayısız örneği vardır.
Araştırmanın sonuna iki ek konuldu. Bunlardan 1 .’si 2.000 yılı
Türkiye Genel Nüfus Sayımları İl ve İlçe ölçeğinde 81 ilin nüfusudur. Bu tablo
metin içindeki rakamsal bilgilerin kaynağına gitmek için konulmuştur. 2. ek
ise, Türkiye dışındaki 5 Türk Cumhuriyeti’nin demegrafik yapı ile ilgili
bilgileri yer alıyor, ilgililer için başvuru niteliğindedir.
Araştırma sözü edilen her grubun dil özelliklerinin yanında din
özelliklerinide vermeye çalıştı. Din derken bir dinbilim çalışması değildir.
Sadece sözü edilen grubun hangi din mensubu olduğu verilmeye çalışıldı. Tabii
bu çalışma içinde din ile dilin yani milliyetin örtüştüğü toplumsal durumlarda
var. Yahudiler, Musevilik ile örtüşmüş. Rumlar, Ermeniler, Ortadoks
Hıristiyanlıkla örtüşmüş. Süryaniler, Keldaniler, Nasturiler Doğu
Hıristiyanlığı ile örtüşmüş. Dinsel ayrımların daha fazla detayına girilmedi.
Dinler içindeki mezhep-tarikat ayrımları bu çalışmanın dışında tutuldu. Bu
çalışmada ilk defa “Bahailer” yer aldı. Okuyucu birazcık olsun
Türkiye’deki dinsel bir ayrım olan Bahailiği’de tanıyacaktır. Bahailik etnik
bir grup değildir ve çoğu Türktür. Ama farklı bir renktir.
Bu araştırma okunduğunda Türkiye’nin toplumsal yapısı, Türkiye’de
yaşayan dinsel ve dilsel farklılık taşıyan toplumsal yapılar daha iyi
tanınacaktır. Toplumsal bilimlerde mükemmel araştırma yoktur. En iyi
araştırmalar yapılacak olanlardır. Ama bu çalışmada; yazarının yaklaşık 20
yıllık birikiminin okuyucusu ile paylaşmak istemesinden başka bir şey değildir.
Türkiye toplumunu tanıma uğraşısının ilk adımı olarak kabul edilirse kendi
mutlu olacaktır.
Elinizdeki çalışma elinden geldiğince bu hassasiyetler düşünülerek
yapıldı. Ama mutlaka eksiği, olması gerekenler vardır. Bundan dolayı yazarı,
okuyucularının ve kitapta adı geçen toplumsal grupların mensuplarının
hoşgörüsüne sığınarak bu adımı atmıştır. Eksikler ve yanlış anlamalar için
peşinen özür dileyerek, tüm katkı sunanlara sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Darısı yeni çalışmaların başına...
Cemal ŞENER
Ağustos 2004
Avrupa’da örnek olarak Fransa’da devlet ile “etnik grup” ilişkisinin
nasıl olduğuna bakmak gerekir. Fransa’da 1980 istatistiklerine göre; 17 etnik
grubun varlığı sözkonusudur.Bu ayrımdaki sayılar, boylarına, soylarına, din ve
mezhebe göre değil, etnik kimliğe göre tasnif edilmiştir. 17 grubun nüfus içindeki
payı ise; %19’dur. Bu etnik gruplardan 16 tanesinin nüfusu 100 binin
üstündedir. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse bu oranlar Andrews’in
Türkiye’deki rakamlarına göre, Türkiye’de etnik grupların toplam nüfusu;
%11.9’dur. 100 binin üstündeki grup sayısı ise, 5-6’dır.
Tablo Fransa’da bu iken Fransa için, Fransa etnik bir mozaiktir
denmiyor. Fransa’da mozaik kavramıda milli azınlık kavramı da kullanılmaz.
Fransa, 1992 Anayasası’nın 2. maddesine; “Fransızca Cumhuriyetin
anadilidir.” ifadesini koymuştur.Bundan başkaFransa, Avrupa Konseyi
kapsamında 11 üye ülkenin imzaladığı; “Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı” kavramını
benimsememiştir.
Bundan başka, Fransa Anayasa Kurulu (yani bizdeki Anayasa
mahkemesi) 1991 deki kararında; “Fransa halkının unsuru Korsika halkı” ifadesini
anayasaya aykırı bularak iptal eder. Fransa 100 yılı aşkın zamandır ulusalcılık
konusunda taviz vermemiştir. 1925 yılında ulusal bütünlüğün sağlanması için
devrin Milli Eğitim Bakanı “etnik grup” dilleri ile ilgili olarak şöyle
demiştir. Bu anlayış aynen geçerlidir. A. De Monzie diyorki; “Fransa’nın
tarihsel ve ulusal birliği için, Brötanca’nın ortadan kalkması gerekir, Aksi
halde ulusal dil sağlanamaz.”
Sosyal bilimlerde etik olan çifte standarta başvurmamaktır.
Demokrasilerde ölçüler bellidir. Uluscu- lukta ölçüler bellidir. Amerika
yeniden keşfedilmeyecektir. Azınlıklar ve resmi dil konusunda Fransa için doğru
olan Türkiye içinde doğrudur. Bu tür ilkeler konusunda çifte standart ölçü
kullanmak güvenirliği yitirmek demektir.
Türkiye’de, “Etnik Gruplar” konusunda ısrarlı hassasiyet
göstermenin tercümesi Kürt meselesi ile özel ilişki sayılıyor. Çünkü,
Türkiye’de, 1500 Rum’un, 30 bin Musevi’nin 40 bin Ermeni’nin yeniden Bizans’ı
kurma şansı yoktur.Kürtler dışındaki çoğunluk etnik gruplar olan, Çerkesler’in,
Gürcüler’in, A- raplar’ın, Lazlar’ın TürkiyeCumhuriyeti ile başabaş mücadele
etmek diye bir gündemleri yoktur. Ne Çer- kesler ne Gürcüler ne Araplar nede
Lazlar Kürtler gibi merkezi otorite ile “şiddet” içeren bir mücadeleye
geçmişte girmediler bugünde girmezler. Bu nedenle de “Etnik Grup” tanımı
adeta ifade edilmesede Kürtlerle özdeşleşmiştir. Bu meseleyi Osmanlı’nın son
zamanlarından günümüze dek Türkiye’nin gündemine ya Rusya ya da Batılılar
getirmiştir. Sıradan yurttaş olarak Türkü’de, Kürdü’de bu gerilimden yorgun
düşmüştür. Ama projenin sahiplerinin ısrarı yorulmak bilmiyor.
Bu nedenle Kürt nüfusu önem arzediyor. 1927’de ve 1965 Genel Nüfus
sayımlarında Kürtçe konuşanların oranı şöyle bir seyir gösteriyor.
1927 — % 8,7 1950 — % 8,8
1935 — % 9,2 1955 — % 6,7
1945 — % 7,9 1965 — % 7,1
Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etüdleri Enstitüsü geçmiş veriler
ışığında 1992 yılı için anadili Kürtçe olanların toplam oranı % 6,2 dir.
Milliyet-Konda A.Ş de 1993 de bu oranı; % 7,6 olarak tesbit etmiştir.
Kürtler’le ilgili çalışmaları ile tanınan Hollanda’lı
araştırmacıM.M. Van Brunessen dünyadaki Kürt sayısı 15-16, Türkiye’de ise 7-8
milyondur diyor. Javel Ensari’de Kürtler’in nüfusu 15 milyon Türkiye’de bunun %
25’i yani; 3.375.000 dir diyor. M. Fanny Kürtler’in Türkiye nüfusu içindeki
oranının % 6-6 olduğunu doktara tezinde yazıyor. Almanya’da yayınlanan; “Der
Fisher Weltalmanach 95” Türkiye’deki Kürt nüfusun 6,2 milyon olduğunu yazıyor.
Bu rakamlar dışında Kürt nüfusu yüksek göstermek abartılı bir tesbittir.
Kürt nüfus’un dışında Zazalar’ın ise zaman zaman bu sayıların
içinde zaman zamanda dışında olduğu gözleniyor. Zazalar’ın nüfusu ise tahminlere
göre; 1 milyon civarındadır.
Fransa’da 17 etnik grup var. Bu gruplar dinlerine, mezheplerine,
oturdukları yörelere “etnik grup”olarak tanımlanırsa belki sayı 100’e çıkar.
Türkiye’de nüfusu 100 binin üstünde 6 toplumsal grup var. Fransa’da 100 binin
üstünde nüfusu olan 16 grup var. Belkide nüfusu 100 binin altında olan topluluklar
“etnik grup” tanımlaması içine sokulmamış. Ama buna karşın bazıları Fransa ile
ilgili olarak Türkiye için gösterdikleri heyecanlı yaklaşımı göstermiyorlar.
Sayın Andrews’in bir topluluğa “etnik grup” tanımını kullanma
ölçülerinide konuya yakın ilgisi olan birisi olarak anlamış değilim.
Ölçü nüfus ise;
toplam 21 kişiden oluşan bir grup “etnik grup” tanımlamasına girebilir
mi? Ya da 1600 Rus göçmeni toplu karar almış 1962 deTürkiye’yi terk etmiş.
Geride hiç kimse kalmamış. Siz bu göçten yaklaşık 15 yıl sonra araştırma
yapıyorsunuz ve bu grubu yani Türkiye’de bir ferdi bile olmayan grubu, “etnik
grup” sayıyorsunuz. Bu nasıl bir anlayıştır. Nüfus ölçü ise o zaman, bunun bir
alt sınırı olması gerekmiyor mu?
Ölçü dil ise; bu
açıdan araştırmaya bakıyoruz.Araştırmada bulunan 20 civarındaki grup Türkçe
konuşuyor. Ama geçmişten kalan boy, soy adlarına göre “etnik grup” üretilmiş.Azeri
Türkleri Şii diye adlandırılmış ardından AzeriTürk’e Karapapak denmiş.
Karapapak tanımı ne “dil” ile ilgili bir tanımdır ne de “din” ile
ilgili bir tanımdır. Karapapaklar; Türk veSünni olarak bilinirler. Karapapak
terimi bölgede Kafkas Türküne verilen addır. Karapapak, Terekeme aynı toplumu
adlandırmak için kullanılır. Mahalli bir addır.
Ölçü acaba din ise diye araştırmadaki “etnik grup” ölçüsüne
bakıyorsunuz. Oda isabetli değil. Türk olup Sünni olan 20 civarındaki grup bir
anda “etnik grup” olmuş. Türk, Türkmen, Azeri, Uygur, Kırgız, Kazak, Özbek
v.s. halbuki tümüTürk veSünni’dir. Buradaki alınan ölçüde de bir iç tutarlılık
yoktur. Ama birde bakıyorsunuz. Mesleki iki ayrım bile “etnik grup” olup
karşınıza çıkmış. Onlarda kim mi? Diyorsunuz. TahtacıTürkmenler ve
AbdalTürkmenler. TahtacıTürkmenler, orman köylüleridir. Hayatlarını ağaç,
tahta, orman işinde kazandıkları için tahtacı denir, Abdallar’da hayatlarını
müzik yaparak, bulundukları yörenin düğün, bayram, eğlencelerinde çalışarak
hayatlarını kazanırlar. Yani müzisyendirler. Abdallar Türkmen- dir. Abdal
ayrımı müzik yapan, hayatını müzik yaparak kazanan Türkmenlere denir.
Araştırmadaki; “etnik grup” kimdir ölçülerinin ne olduğunu
bulmakta okuyucu zorlanmaktadır. Ölçüler sosyolojinin, sosyal antropolojinin,
ya da sosyal bilimlerin ölçülerini zorlayınca işin rengi bilimsellikten ister
istemez uzaklaşıyor en iyi niyetle işin içine “duygusallık” karışıyor
hatta “duygusallık” yön veriyor denebilir.
P.A. Andrews’in kitabını ilk gördüğümde müthiş heyecanlandım.Bir
an önce okuyup konu ile ilgili bilgilenmek istedim. Ama çalışmadaki bilgilere
ulaşınca ortada masum bir bilimsel çalışmayı göremedim. Araştırmada bilimsel
kaygıların yerini başka kaygıların almış olduğunu gördüm.
Etnik kimlik tanımlarında kişilerin kendilerini tanımlamada dil,
köken gibi ölçütler büyük ölçüde bugün anlamını yitirmiştir. Buna karşın
Türkiye’de ölçüt genellikle “anadil” ve en “iyi konuşulan ikinci dil”
ile zaman zamanda “din”dir. Halbuki günümüzde artık etnik kimlik
göstergesi; “sen kendi kabulüne göre kimsin, duyumsadığın kimlik ne ya da
sen kendini nasıl tanımlıyorsun” gibi soruların cevabına bağlı genel bir
tesbite gitmek gerekiyor.
Anadil ve din etnik
kimlik tanımından çok köken açıklaması için önemli ölçüler olabilir. “Anadil”
ölçütü “etnik kimliği” belirlemede “din” gibi tek ölçüt
olamazlar. Bu tanımlar sosyolojik olarak aşınmışlar ya da farklılaşmış
toplumsal pozisyonlar ifade ediyorlar. Unesko Almanya’da Almanca-Türkçe
karışımı dil konuşan gençliğin dilini bağımsız bir dil olarak tanımlamış. Peki
bu dili konuşanlara biz ayrı bir “etnik grup” diyebilirmiyiz. Dil tek
ölçü olunca olur demek gerekir. Anadile gidilirse farklı bir “etnik kimlik” olabilir.
Ama çağdaş etnik kimliğin ölçüsü bir grubun kendini nasıl tanımladığı olması
gerekir.
Anadil ve din toplumun köken karışımları açısından önemli
verilerdir. Ancak gözetilmesi gereken diğer ölçülerde vardır. Çağdaş etnik
kimlik tanımı için köken tesbitleri yerine “benimsenen kimlik” gibi
tanımlar oluşmuştur.
Örneğin; 1993’de Türkiye’de Milliyet-Konda A.Ş. tarafından 15.683
kişi ile ilgili yapılan araştırma sonuçlarında verilen cevapların dökümü şöyle
çıkmıştır.
Türk - % 65
Türk-İslam - % 21
Müslüman - % 4
Türk (Kürt kökenli) - % 3,7
Arap - % 0.13
Çerkes - % 0.46
Kürt-Zaza - 3.90
Görüldüğü gibi; Türküm diyenlerin toplamı; % 89,7 dir. Müslümanım
diyen % 4 dür. Kürt-Zaza diyenler % 3.9 dur. Kürt kökenli olup kendini Türk
hissedenlerin oranı ise % 3,7 dir. Benimsenen kimlik köken kimliğin önüne
çıkmıştır. Çağdaş etnik kimlik algılaması bu olsa gerekir.
“Kavimler Kapısı-1” kitabı Türkiye’de Etnik Gruplar kitabından
sonra Kaynak yayınları arasında Hâle Soysü” adlı yazarın derleyip hazırladığı
bir kitaptır. Türkiye kamuoyunda “Aydınlık” ya da “DoğuPerinçek” grubunun
çıkardığı bir kitap. Aydınlık grubu 1991 yıllarının başında Türkiye’nin
toplumsal yapısı ile ilgili olarak Prof. Andrews’in kitabını göklere çıkardı.
Çıkardıkları dergide kapak konusu yaptı.Türkiye’nin etnik haritasını renkli
olarak dergi promosyonu olarak verdi.
Yani bu grup o yıllarda adeta “Türkiye’deki Etnik Gruplar” konusunda
P.A. Andrews’in kitabına ve düşüncelerine yerli destek veriyordu. İşte bu
kitapta bu konsepte bağlı olarak yayınlandı. Kitabın alt başlığında şu etnik
gruplar yer alıyordu: “Lazlar, Yahudiler, Sudanlılar, Asurlar, Ermeniler,
Hemşinliler, Çeçen-İnguşlar, Pomaklar, Gagauzlar, Karamanlılar ve Bulgaristan
Göçmenleri” yer alıyordu. Kitabın 1. ciltinde 11 grup yer alıyor. Kitap
Andvews’in kitabının adeta yerli kopyesidir. AyrıcaAndrews’e destekte var. Yeni
Türk gruplar “etnik gruplar” olarak araştırmaya destek sağlıyor. Pomaklar,
Gagauzlar, Karamanlar, Gacallar, Torbeşler, Amcalar ve başka Türk Göçmenler’in
Türk olduğuna dair en küçük kaygı olmadığı halde Türkler’den ayrı “etnik
gruplar”mış gibi Andrews’in mantığı ile Türk halkı bölük, pörçük gösterilmeye
çalışıyor.
“Kavimler Kapısı” kitabının
2. ve daha sonraki ciltlerini görmek nasip olmadı. Çünkü ne oldu ise Aydınlık
grubu Türkiye’nin etnik gruplardan oluşan “mozaik bir ülke” olduğu
tezinden sessiz sedasız hiç savunmamış gibi vazgeçti. Yani konseptini
değiştirdi. “Etnikçi” değil ulusçu olmaya karar verdi. Bu kitap projesi
ise yarım kaldı. Kitaba giriş yazısında HaleSoysü şöyle yazıyor: “Tarihin
bilinen çağlarından beri sürekli mozaik bir yapı sunan Anadolu’nun, bu
konumunu sergilemekten korkmak, toprak bütünlüğü ile ilgili bir kaygı ile
açıklanamaz. Resmi görüş, İnkârcı eritme politikası ile, etnik özellikleri
ve kültürü yok ediyor.”Sanırım Aydınlık şimdi bu satırları saklayacak yer
arıyordur.
“Türkiye’nin Etnik Yapısı” adlı kitap Dr. Ali Tayyar Önder’in konu
ile ilgili araştırmalarının yayınlandığı eser. Dr. Önder kitabında; Etnikliğin
tanımını, Etnik Grup tanımına hangi toplumsal grupların girmesi gerektiği
üstüne düşüncelerini okuyucuya ilettikten sonra P.A. Andrews’in kitabı üstüne
değerlendirmelerini yapıyor. Yazar’ın saptamaları ile ilgili çelişkilerini
gösteriyor. Nasıl olması gerektiği üstüne düşüncelerini belirtiyor. Kitapta;
Kürtler, Zazalar, Çerkezler, Lazlar, Gürcüler, Araplar, Nusayrilik Aleviler,
Şiilik, Bektaşilik hakkında bilgiler verdikten sonra Alevilik inancı içindeki
şaman izlere yer veriyor. Daha sonra ise milli kültür politikalarını
eleştirerek doğrusunun nasıl olması gerektiği üstünde duruyor. Kitap bu konuda
savunulan yanlışlara karşı adeta bir savunma özelliği taşıyor.
“Dört nala gelip uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim...
Bilekler kan içinde kollar kenetli
Ve ipek bir halıya benzeyen
Bu cennet bu cehennem bizim.
Gökoğuz Türkmeni Şair Nazım Hikmet Türkler’in Anadolu yolculuğunu
bu dizelerle ifade etmiş. Türkler’in bugünkü Anadolu’daki fotoğrafını vermeden
önce kendileri ile ilgili tarihe kısa bir yolculuk yapalım.
Tarihi veriler, en eski uluslar içinde Türkleri ön sıraya koyuyor.
M.Ö. 4.5. yüzyılda Türk boylarının ortaya çıkması ve ilk Türk devletlerinin
kurulması Türklerin 2500 yıldan beri yani 25 yüzyıldır tarih sahnesinde varolan
bir ulus olduğunu gösteriyor.İlk kurulan Türk devleti M.Ö. 4. yüzyılda ortaya
çıkan Saka İskit İmparatorluğu’dur.
Türk tarihinin kaynağına gitmek için 4 bin yıl öncesinin Orta
Asya’sına gitmek gerekir. Bu ırk sığırı ve deveyi evcilleştiren, avcı ve
savaşçı bir kavimdir. Sembolü olan kartal mezar taşlarına simge olarak
işlenmiştir.
Proto-Türk kültürünü temsil eden Anav, bugünkü Türkmenistan’ın
başkenti Aşkabat çevresinde ilk kültür tabakasına yaklaşık olarak 6 bin yıllık
bir geçmişi simgeliyor. Anav kültürünün 4. katı ise milat yıllarına rastlar.
Çinlilere göre Türkleri yabancı kavimlere egemen kılan, onların
ata iyi binmeleri yani süvarilikleridir. Atlı Türk Ordusu o dönemin en ileri
gelişmiş ordusudur. Buna demir, bakır ve altın madenleri işlemeyi de ekleyince
gücünü artırır. Atı ve madenleri iyi kullanmak bugünkü en ileri teknolojiye
sahip olmak anlamına geliyor.
“Türk” adı, Göktürk birliğini
göstermek için Çin kaynaklarında M.S. 542 yılında ilk olarak görülüyor. Daha
sonra 6. yüzyılın sonlarında Bizans ve Arap kaynaklarında “Türk” adı
görülüyor. İçinde “Türk” sözcüğünün bulunduğu ilk Türkçe metin Orhun
Abideleri’ndeki Tonyukuk yazıtıdır. Sözcük, Törük, Türük, Türk biçiminde
evrimleşmiştir.
Tarihte, İmparatorluk, devlet, atabeylik, beylik, hanlık gibi
değişik biçimlerde kurulan Türk devleti sayısı bir tasnife göre; 120 tanedir.
Bir başka tanıma göre ise 160 tanedir. Bu fark, kurulu devletin özelliklerinin
tarihçiler tarafından farklı tasnif etmesinden kaynaklanıyor.
Aşağıdaki listeler incelendiğinde tarihin her döneminde Türkler
hem devlet olarak hem de kavim olarak varolmuşlardır.
h) Çatlar
ı) Kengerlular
e) Gagauz Türkleri (Balkan Türkleri)
e) Fin Türkleri
Şimdi ise Türkler’in tarihte kurdukları İmparatorlukların adlarını
ve hangi yıllar arasında yaşadıklarına bakalım.
Bunlardan 1. İskit Saka İmparatorluğu’dur. Orta Asya’dan
Avrupa’ya gelip Avrupa’da ilk Türk devletini kuranlar İskit-Saka’lardır.
Saka-İskit, Hazar Denizi ve Karadeniz’i içine alan bir coğrafyada kuruluyor.
Tuna ve Volga arasında yaşayan M.Ö. 7. yüzyılda yaşamış bir Orta Asya kökenli
Türk İmparatorluğu’dur.
2.
Büyük Hun İmparatorluğu: M.Ö.
204-M.S. 216 yılları arasında yaşar. Büyük Hun İmparatorluğu’na Asya Hun
İmparatorluğuda denir. İlk hakanı Teoman (M.Ö. 220-209) Sonra Mete (209174)
O’nu ise, Lao Şang (174-160) izler. Toplam 23 hakan başa gelir. Son isimler
Çinli isimler almıştır.
3.
Avrupa Hun İmparatorluğu ya
da Batı Hun İmparatorluğu (374-469)Hun İmparatorluğu denilince akla
gelen efsane komutan Attila ilk akla gelen kişidir. Büyük Hun yani Asya
Hun İmparatorluğu’nun doğu sınırı Çin Seddi ve Pasifik Okyanusu’ndadır.
AvrupaHun İmparatorluğu’nun batı sınırı ise Atlas Okyanusu’dur. Kelimenin tam
anlamı ile, “Çin Seddinden Atlas Okyanusu’na At Koşturan Türkler” işte
böyle gerçekleşmiş.
4.
Ak-Hun İmparatorluğu (IV. yüzyıl - 557)
5-
Gök Türk İmparatorluğu (552-582)
6.
DoğuGöktürk İmparatorluğu (582-630)
7.
Batı Göktürk İmparatorluğu (582-743)
8.
II. Göktürk İmparatorluğu (681-744)
9.
Avar İmparatorluğu (563-803)
10.
Uygur İmparatorluğu (VI. yüzyıl-805)
11.
Hazar İmparatorluğu (VII. yüzyıl (650-985)
13.
Karahanlılar Devleti (940-1040)
14.
Gazneliler Devleti (963-1183)
15.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu (1040-1157)
16.
Anadolu Selçuklu Devleti (1077-1308)
17.
Harzemşahlar Devleti (1157-1231)
18.
Altınordu Devleti (1236-1502)
19.
Timur İmparatorluğu (1368-1501)
20.
Babür İmparatorluğu (1526-1858)
21.
Osmanlı İmparatorluğu (1299-1922)
Bunların ardından ise, kurulmuş Türk devletlerinin listesini,
beyliklerin listesini, atabeylikler ve hanlıkların listesini görelim.
1-
Kuzey Hun Devleti (m. 48-156)
2-
Güney Hun Devleti (m. 48-216)
3-
1. Chao Hun Devleti (304-329)
4-
2. Chao Hun Devleti (328-352)
6-
Kuzey Liang Hun Devleti (401-439)
7-
Lou-lan Hun Devleti (442-460)
9-
Doğu Tabgaç Devleti (534-557)
10-
Batı Tabgaç Devleti (534-557)
11-
Doğu Türkistan (Turfan) Uygur Devleti (911-1368)
12-
Leang Şa-t’o Türk Devleti (907-923)
13-
T’ang-Şa-t’o Türk Devleti (923-936)
14-
Tsin Şa-t’o Türk Devleti (937-946)
15-
Kan-Çou Uygur Devleti (905-1226)
19-
Sabar Devleti (V. asır-VII. asır)
20-
Onogur Devleti (V. asır-VI. asır)
21-
Tugurkur Devleti (V. asır-VI. asır)
22-
Uturgur Devleti (V. asır-VI. asır)
23-
Basaraba Türk Devleti (Romen devletinin başlangıcı 1330)
24-
Karahanlılar Devleti (840,1042)
25-
Doğu Karahanlı Devleti (1042-1211)
26-
Batı Karahanlı Devleti (1042-1212)
27-
Oğuz, Yabgu Devleti (X. asrın ilk yarısı-1000)
28-
Gazneliler Devleti (969-1187)
29-
Suriye Selçuklu Devleti (1092-1117)
30-
Kirman Selçuklu Devleti (1092-1187)
31-
Anadolu Selçuklu Devleti (1092-1307)
32-
Irak Selçuklu Devleti (1157-1194)
33-
Eyyubi Devleti (1171-1348)
34-
Hindistan Türk Devleti (Delhi Türk Sultanlığı) (1206-1413)
35-
Mısır Türk Devleti (1250-1383)
36-
Karakoyunlu Devleti (1380-1469)
37-
Akkoyunlu Devleti (1350-1502)
38-
Timurlular Devleti (1405-1507)
3-
Tolunlular Beyliği (868-1417)
4-
Akşidliler Beyliği (935-969)
5-
İzmirliler Beyliği (9. asır)
6-
Dilmaçoğulları Beyliği (1085-1192)
7-
Danişmentli Beyliği (1092-1178)
8-
Saltuklu Beyliği (1092-1202)
9-
Sökmenliler Beyliği (1110-1207)
10-
Artuklu Beyliği (1101-1409)
12-
Çobanoğulları Beyliği (1227-1309)
13-
Karaman Beyliği (1256-1483)
15-
Sahip Ata Beyliği (1275-1341)
16-
Pervane Beyliği (1277-1322)
17-
Menteşe Beyliği (1280-1424)
18-
Çandarlı Beyliği (1292-1462)
19-
Karesi Beyliği (1297-1360)
20-
Germiyan Beyliği (1300-1429)
22-
Saruhan Beyliği (1302-1410)
25-
Eratna Beyliği (1335-1381)
26-
Dulkadir Beyliği (1339-1521)
27-
Ramazan Beyliği (1352-1608)
28-
Dobruca Türk Beyliği (1354-1417)
29-
Kadı Burhanettin Beyliği (1381-1398)
32-
Yaruklular Beyliği (12. asır)
2-
Musul-Halep Atabeyliği (1127-1259)
3-
Azerbaycan Atabeyliği (1146-1225)
4-
Fars Atabeyliği (1147-1284)
HANLIKLAR
1-
Büyük Bulgar Hanlığı (630-665)
2-
Volga Bulgar Hanlığı (665-1391)
3-
Tuna Bulgar Hanlığı (681-864)
6-
Kuman-Kıpçak Hanlığı (9. asır-13. asır)
11-
Astrahan Hanlığı (1466-1554)
14-
Buhara Hanlığı (1599-1785)
15-
Kaşgar Hanlığı (XV. asır-1877)
16-
Hokand Hanlığı (1710-1867)
17-
Türmenistan Hanlığı (1860-1885)
1-
Azerbaycan Cumhuriyeti (1918-1920)(*)
2-
Batı Trakya Türk Cumhuriyeti (İlk kuruluş 31 Ağustos 1913 İkinci
kuruluş 1915-1917 Üçüncü
kuruluş 1920-1923)
3-
Türkiye Cumhuriyeti (1923-)
4-
Hatay Cumhuriyeti (1938-1939)
5-
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (1983-)
Not: 1990’dan
sonra SSCB’nin dağılması sonrası 5 Türk Cumhuriyeti daha yeniden bağımsız
devlet oldu.
Bu listelerde yaklaşık 112 devletin isimlerini hangi tarihlerde
kurulmuş oldukları takip edilebilir. Devletleri kimin kurduğu kaç yöneticinin
gelip geçtiği ve ülkenin sınırlarının yer alacağı bilgiler sunmaya kalkılsa
küçük boy bir kitap olur. Bu nedenle Türkler’in tarih boyunca kurdukları
devletlerin sadece listesi verilmekle yetinildi.
Bu 112 devletin yanısıra 2 grup devlettende sözetmek gerekiyor.
Bunlardan birinci grubu; Taşkent, Buhara, Fergane, Şuman, Toharistan
gibi Orta Asya’da kurulmuş Türk krallıklarıdır.Bunların Çin gibi komşularına
elçi göndermeleri gözönüne alınırsa bunlarında devlet sayılması gerektiğini
gösteriyor. Bunlar dışında ikinci grup devletler ise; Hindistan’da
kurulan Türk Sultanlıkları’dır. Bunların en önemlileri şunlardır:
Bu Türk devletleri deHindistan toprakları üstünde kurulmuştur.
Bunlar dışında kurulan devletlerin eksiksiz listesinin oluşması ise; Çin,
Hindistan, Rusya kaynaklarının birinci elden taranması sonucu oluşturulabilir.
Türkler’in kurmuş olduğu bu devletleri harita üstünde izleyince
Türkler’in yaşanan tarihin önemli bir kesitine damgasını vurmuş bir ulus
olduğunu görmemek olası değildir.
Bir dönem Avrupa ve Asya’da Türkler’in kurduğu Büyük Hun, Ak Hun
veBatı Hun yaniAvrupaHun İmparatorlukları var. Doğu sınırı Çin Seddi batı
sınırı Büyük Britanya olmuş. Ondan sonra kurulan Göktürk İmparatorluğunun’da
doğu sınırı Çin Seddi batı sınırı ise Karadeniz ve Urallar olmuş. Göktürkler
250 yıl bu coğrafyada at koşturmuş. Hunlar ise yaklaşık 500 yıl belirttiğim
Coğrafya’da atların nal seslerinden savaş orkestraları oluşturmuşlar. Avar
İmparatorluğu ise İsviçre Alpleri’nde kurulmuş. Harzemşahlar devletinin yerinde
ise bugün; İran, Irak, Azerbaycan, Mezopotamya, Basra Körfezi, Pakistan,
Afganistan yer alıyor. Babür Türk Devleti ise, Hindistan’ın tümü, güneyde Hint
Okyanusu’ndan Himayalar ve Altay Dağları’na kadar uzanan uçsuz bucaksız
topraklarda kurulmuş.
Bugün Türk devletleri, Türkiye, Azerbaycan, Kırgızistan,
Türkmenistan, Tacikistan, Özbekistan, Kazakistan veKKTCile birlikte 8 devletten
oluşuyorlar. Bunun dışında 8 bağımsız devlettede özerk bölgelerde yaşıyorlar.
Nüfus olarak ise yaklaşık 200 milyon nüfus ediyorlar. Türk dünyası demek 200
milyon nüfus demektir.
•
Doğan Avcıoğlu, Türkler’in Tarihi, Tekin Yayınevi İstanbul 1998 (5
Cilt)
•
Claude Chane, Türkler, 1979 İstanbul
•
Anıl Çeçen, Türk DevletleriTarihi, İnkilâpYayınevi 1984 İstanbul
•
MustafaAkdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi (2 Cilt)
İstanbul 1985
•
V.Z. Togan, Umumi Türk Tarihi’ne Giriş. 1946 İstanbul
•
İ.H. Uzunçarşılı, OsmanlıTarihi, 1980 Ankara 10 Cilt
•
Andeasyon, Urfalı Mateos Tarihi, 1982 Ankara
•
Faruk Sümer, Oğuzlar, İstanbul 2002.
•
Dr. Ali Tayyar Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı, 1995 Ankara
•
P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar 1992 İstanbul
•
Bozkurt Güvenç. Türk Kimliği 1993 Ankara
•
Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Etnik Sosyoloji, 1997 İstanbul
•
N. Brent Kennedy, Meluncanlar, 1996 İstanbul
•
Prof. Dr. Anıl Çeçen, Türk Devletleri Tarihi, 1988 İstanbul
•
Yılmaz Öztuna, Türkler’in Tarihi, 1995 İstanbul
•
Steve Fenton, Etnisite, 2001 İstanbul
Osmanlı İmparatorluğu, Türkler’in “İmparatorluk” şeklindeki
devlet örgütlenmelerinin sonuncusudur. Tarihi kayıtlara göre; Türkler Osmanlı
İmparatorluğu dışında 15 İmparatorluk daha kurmuşlardır. Bunların ilki Saka
İskit İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu’ndan önceki kurulan son imparatorluk
ise, Hindistan’da kurulan Türk Babür İmparatorluğu’dur. Osmanlı
İmparatorluğu’nun doğu sınırı Hazar Denizi, Pakistan, Basra Körfezi, Batı
sınırı Cebelitarık Boğazı, Viyana, Kuzey Sınırı, Kırım Hanlığı, Karadeniz iç
deniz olacak şekilde Finlandiya, Güney sınırı Kuzey Afrika’nın tümü, Mısır,
Süveyş Kanalı, Arabistan yarımadasının tümü en güney ucu Yemen olmuştur.
Bu coğrafyada bugün 50 devlet kurulmuş bulunuyor. Bunların 19’u
Arap devleti, 15’i Balkan ve Avrupa devleti, 5’i Kafkas, 7’si Orta AsyaTürk
devleti, 2’si Kıbrıs, İsrail ve Türkiye’dir. Yani Osmanlı İmparatorluğu’nun
dağıldığı coğrafyada bugün 50 devlet kurulmuş bulunuyor.
Bugün Türkiye’de birçok etnik ve dinsel grup işte bu cografyadan
kalan mirastır. Ya da kurulu devletlerin Türkiye içinde kalmış nüfus
parçalarıdır. Sırası ile bakıldığında; Çerkesler, Gürcüler, Ermeniler bu
adlarla kurulan devletlerin Türkiye’de kalan parçalarıdır. Çerkesler ve
Gürcüler göç yolu ile 1860’lardan sonra gelmiştir. Ermeniler’in bir kısmı
Ermenistan’ın şu ya da bu şekilde Türkiye içindeki nüfusudur.
Rumlar, Pontuslular, Bulgarlar, Pomaklar, Arnavutlar,
Bulgaristan’dan veya Balkanlardan gelen göçmenler Osmanlı’nın bu coğrafya ile
ilişkileri sonucu devam eden toplumsal bir durumdur. Yani bu kesimlerde
Balkanlar’ın Türkiye içindeki devamıdır.
Eston, Alman, Molokan, Kuban Kazakları ve Polonezler’de Rusya’nın
bizde kalan Osmanlı ilişkisi tarihsel misafirleridir.Museviler’de tabi başka
bir şekilde ama aynı.
Araplar, Kürtler, Süryaniler, Nasturiler, Sudanlılar, Keldaniler,
Yezidiler ise yine Osmanlı’nın Orta Doğu, Mezopotamya, Arap Yarımadası,Kuzey
Afrika nedeni ile Türkiye’de kalmış toplumsal misafirlerdir.
Bu adını saydığımız etnik ve dinsel grupları Türkiye’nin etnik
yapısı içinde gören anlayış acaba hemen hemen aynı toplumsal kesimlerin
Avrupa’ya işçi göçü nedeniyle başta Almanya olmak üzere, Fransa, İngiltere,
Hollanda, Belçika, Avusturya, İsveç ve Norveç’te gittiklerini hatırlatırsak bu
gruları adı geçen ülkelerin “etnik grup” haritasına dahil edecek mi?
Hatta bunlara; İran, Irak, Afganistan, Pakistan, Bengaldeş, Hindistan ve diğer
uzak doğu ülkeleri ile Mısır, Fas, Tunus, Cezayir, Sudan ve diğer Afrika
ülkelerinden gelip su anda Avrupa’da yaşayan toplumsal kesimler bulundukları
Avrupa ülkesinin “etnik grup” haritasına dahil edilecek mi? Ve hatta
bunlara sömürgeleri olan Avrupa devletlerinin sömürgelerden gelip Avrupa da
yaşamaya başlayan toplumsal kesimleri yaşadıkları Avrupa ülkesinin “etnik
grup” haritasında yer alacaklar mı?
Türkiye, 2004 itibariyle yaklaşık 70 milyon nüfusa sahip bir
ülkedir. Bu nüfusun en fazla yaklaşık %15’i “etnik grup” olarak ifade
edilen kesimlerden oluşmaktadır. Bunun yaklaşık %10’unu Kürtler oluşturuyor.
Geriye kalan %85 nüfus Türktür. Buda nüfusun yaklaşık 60 milyonu ediyor
demektir.
Andrews, Türkler’i, Türkmen diye, Azeri diye Tahtacı diye
sınıflandırıp ayrı “etnik gruplar” üretmiştir.Bu nafile bir çabadır. Andrews’in
bu konudaki bilgilerini artırmak istiyorum. Belki yeni “etnik grup”lar
üretir diye. İşte ilk akla gelen çeşitli yörelerde Türklere verilen yöresel isimler
şöyledir”
Türkmen boylarına verilen bu mahalli isim yada lakaplar
dışındaTürkiye’deki Türk nüfusu şöyle tasnif etmek gerekir.
4) HIRISTİYAN TÜRKLER
a)
Ortodoks
Hıristiyan Türkler
c)
Protestan Hıristiyan Türkler
Türkiye nüfusundan “etnik grup” olarak ifade edilen %15 nüfus
çıkarılırsa %85’i Türktür. Fakat bu %15’inde %14’ü İslam’dır. Bu nedenle genel
olarak ifade etmek gerekirse Türkiye nüfusunun %99’u İslam’dır. Ama İslam nüfus
içinde farklı yorumlar farklı yapılanmalar var. Örneğin; Kürtler’in %80’i Şafii
İslam’dır, % 20’si ise Hanefi İslam’dır. % 99 İslam nüfustan % 14 oran çıkarılırsa
İslam’a inanan Türk nüfus ortaya çıkar. Bu ise oran olarak %86 dır. Bu % 86
İslamiyet’e inananTürkler’dir. Fakat Türkler içinde farklı İslami yorumlar da
var. Örneğin Aleviler’de İslam’a inanıyorlar ama Sünni-Hanefi İslam’a
inanmıyorlar. Azeri Türkler’de İslam’a inanmıyorlar. İslam içinde tahmini bir
oran ifade etmek gerekirse İslamiyet’e inananTürkler’in %25’i Aleviliğe inanan
Türkler’dir. Azeri Türkler ise yaklaşık nüfus olarak bu oranın %2’si
civarındadır.
MuseviTürk Türkiye’de yok denecek kadar azdır. Türk coğrafyasında
Hazar Türkleri tarihte islamiyet ile Hıristiyanlık arasındaki rekabet sorucu
Museviliği kabul etmişler hatta süreç içinde asimile olup Yahudileşmişlerdir.
Türkler dışında Museviliğe inanan toplum dünya üstünde yoktur. Hazar Türkleri dışında
yine İslam’dan önce Kırım Tatarları içinde çok küçük bir grup Musevi’dir.Birde
Kalmuk veKıpçak
Türkleri arasında yine küçük bir grup Museviliğe inanmaktadır.
Türkiye’de şimdi Museviliğe inanan Türk yok denecek kadar azdır.Başka
ülkelerden olupta güç sonucu Türkiye’ye gelenler ise süreç içinde İslamiyet’e
inanıp geçmiş inancını bırakmışlardır.
Türkler, İslamiyet’le tanışmadan önce çok tanrılı ve tek tanrılı
dinlere inanıyordu. Bunlar arasında; Mani, Budist, Şamanizm bilinen çok tanrılı
inançlardır. Semavi dinler olarakta İslamiyet ile tanışmadan önce Musevilikle
ve Hıristiyanlıkla tanıştılar. İşte Museviliğe inananHazarTürkler’i ve
Hıristiyanlığa inanan Gagavuz Türklerin bu dinlerle tanışmaları bu sürece
rastlar.
İslamiyet, Arap yarımadası’nda 620 de Allah tarafından vahy oldu.
Türkler İslamiyet ile yaklaşık 300 yıl sonra tanıştılar. Bu nedenle İslam
içinde Hz. Muhammet dönemi, hilafet meselesi sırasında çıkan olaylar, dört
halife dönemi Kerbela olayı v.s. yaşanmıştı. Türkler İslam’la tanıştığında
başka inançlara mensuptular. Türkler’in İslamla tanışıp din olarak
kabullenmeleri; uzun, yorucu, döğüşlü- kavgalı, kanlı bir süreç yaşandıktan
sonra gerçekleşti.
O sırada Türkistan’da sufilik Türkler arasında yaygındı. En çok
sevilen sufi pir ise pirlerin piri Türkmen büyüğü Ahmet Yesevi idi. Türkler’in
İslamı kabulü Ahmet Yesevi’nin İslami yorumu ile oldu. Pir Ahmet Yesevi,
İslamla Türkmen geleneğini meczederek kendi İslami anlayışını oluşturdu. Bu ise
İslam’ın sûfi, derviş yorumu oldu.
Ahmet Yesevi İslam içinde Emeviler ile Ehlibeyt arasındaki ayrımda
haksızlığa uğramış taraftan yana oldu. Eşitlikten, özgürlükten, hakça bölüşümcü
kesimden yana oldu.Bu ise İslam içinde Ali yanlılığı, Ehlibeyt yanlılığı yani
daha sonra adına Alevilik denen İslamî yorum idi. Anadolu’ya bu düşüncelerini
dervişleri kanalı ile başta Hacı Bektaş Veli ile ulaştırdı. Bu maya Anadolu’da
tuttu ve dünyada eşine, emsaline rastlanmayacak derecede tadına doyulmaz bir
oluşum ortaya çıktı. İşte Türkmen’in İslami yorumu böyle mayalandı Anadolu
toprağına...
Bu oluşum Selçuklu dönemini yaşadı. 600 yıllık Osmanlı dönemini
yaşadı ve günümüze geldi. Şüphesiz herşey gibi o da değişti. İşte İslam’ın Türk
yorumu, Türkçe yorumu denecek İslami yorumun adı Alevilik oldu. Şüphesiz
İslam’da diğer dinler gibi gittiği coğrafyada bazı değişimlere uğradı. Nasılki;
Vehabilik İslamiyet’in Arap yorumu ise, Şiilik Farsça yorumu ise, Şafiilik
Kürtçe yorumu ise bu anlamda Alevilik’te İslam’ın Türkçe yorumu denebilir.
Aleviliğin, Türklerle ve İslamla birlikte Anadolu’da yaklaşık 1000
yıllık yani 10 yüzyıllık tarihi var. Alevilik Türkmen’in İslami anlayışıdır.
Şüphesizç bu 1000 yıldaTürkmen Sünni yorumla da, Şii yorumla da Şafii yorum ile
de karşılaştı. Anadolu’da Aleviliği kabul eden Araba’da Arnavut’a da rastlamak
olasıdır. Ama Aleviliği kabul eden Çerkes’e, Gürcü’ye, Laz’a rastlanmamıştır.
Bugün Kürtçe konuşan ama kendine Alevi diyen bir toplumsal kesim var. Bu
toplumsal kesim Aleviliği kabul eden Kürtler değildir. Bu toplumsal kesim,
Osmanlı döneminde Yavuz-Şah İsmail çatışması sonrası Kürt bölgesine zorunlu güç
edip Kürtçe öğrenen ve süreç içinde yaklaşık 400 yıl sonra Kürtleşen Türkmen
Aleviler’dir. Kürtler’in Aleviliği benimsemesinin tarihi-toplumsal şartları pek
oluşmadı.
Türkiye’de Aleviler; Sivas, Erzincan, Tunceli, Bingöl, Varto,
Malatya, Adıyaman, Antep, Tokat, Amasya, Yozgat, Kırşehir, Nevşehir, Kayseri
ileri ile dağınık olarak, Akdeniz, Ege ve Trakya’da yaşıyorlar. Son yıllardaki
göçler nedeni ile; İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Antalya, Adana, Mersin gibi
iller ve Almanya, Hollanda gibi bazıAvrupa ülkelerinde önemli bir Alevi nüfus
yer aldı. Türkiye’de yaklaşık 15 milyon Alevi nüfus bulunuyor. Bunun 1 milyonu
Avrupa’da bulunuyor. Bu sayıyı çeşitli kaynaklar daha çok ya da daha az
gösteriyor. Ama Alevi toplumunun kanaat önderleri ve araştırmacılar tarafından
il ve İlçeler Genel Nüfus sayımlarından yapılan çıkarsama sonucunda 2000
yılında yapılan sayımlar sonucu; 15 milyon Alevi nüfus bulunuyor.
Alevilik, Türkler içinde “etnik” bir ayrım değildir. Türkiye’de
Alevilik “etnik” bir ayrım değildir. Alevilik “dinsel” bir
ayrımdır. Kendisi dinsel bir oluşumdur. Daha doğrusu dinsel derken İslam’dan
ayrı bir dinsel ayrım değil, farklı bir “İslami yorum”dur.
Osmanlı bir ümmet devleti idi. Ümmetin ortak paydası din hatta
mezhep ortaklığıdır. Alevilik İslam’da mezheplere sıcak bakmayan bir
anlayıştır. Aleviler Osmanlı ile aynı dinsel yorumu paylaşmadıkları için ayrı
düştüler. Aleviler Osmanlı’dan sonra ilk defa laik Cumhuriyet’te nefes aldılar.
Ama bekledikleri özgürlükler gerçekleşmedi. Hanefi İslamı kendi resmi dinsel
anlayışı olarak kabul eden Osmanlı adeta yeniden ama başka bir biçimde
iktidarda yer aldı. Laik Cumhuriyet kuruldu. Ama devletin resmi dinsel anlayışı
değişmedi. Hanefi İslam laik Cumhuriyet’in resmi dini oldu. Alevilik yine
dışlandı. Laik Cumhuriyet Hanefi İslam’a sponsorluğa devam etti. Alevilere
yapılan haksızlık giderilmedi. Bugün Aleviler’den de alınan vergilerle oluşan
genel bütçeden oluşan Diyanet bütçesi Hanefi İslama ve içinden çıkan laik Cumhuriyet
karşıtı, demokrasi karşıtı, insan hakları karşıtı, kadın hakları karşıtı kesime
sponsorluk yapmaya devam ediyor.
•
Cemalettin Çelebi; Alevi Bektaşi Yolu, 1998 Ankara
•
Bedri Noyan; Bektaşilik (6 cilt) 2002 Ankara
•
Rıza Zelyut; Alevilik, 2001 İstanbul
•
Cemal Şener; Alevilik Olayı 2002 İstanbul
•
Baki Öz; Alevilik Nedir, 1998 İstanbul
a)
Tahtacılar,
Çepniler, Sıraçlar, Abdallar v.b.
Aleviler, Türkmen’dir. Bazı yörelerdeki Aleviler boy adları ile
soy adları ile isimlendirilir. Çepniler, Sıraçlar Türkmen boy adlarıdır.
Anadolu’da bu şekilde isimlendirilen yaklaşık 50 civarında toplumsal kesim
vardır. Çepniler, Karadeniz’e gelen ilk Türkmen boylarıdır. Ege ve Marmara’da
dağınık olarak yaşayan Alevilere Çepni adı verilir. Sıraçlar’da Tokat ve
yöresindeki Türkmen boylarından bir kesime verilen boy adıdır. Bunları ayrı “etnik
grup” olarak ifade etmek doğru olmaz.
Tahtacılar, ise, Toroslar’da,
Ege’de Kazdağı’nda, Muğla yöresinde orman köylerinde yaşayan Alevi
Türkmenler’dir. Onlar geçimlerini orman ürünleri ile karşılarlar. İçlerinde
Alevi’de vardır. Sünni de vardır. Tahtacılar, Alevidir. Yörükler Hanefidir.Bu
ayrım Türkmenler’in yaptığı işten kaynaklanmaktadır. Mesleki bir ayrımdır. Abdallar’da
Orta Anadolu Kırşehir yöresinde yaşayan bir Türkmen boyudur. Geçimlermi davul,
zurna çalarak, bağlama çalarak sağlardır. Düğünlere bu yörede bunlar müzik için
çağrılır. Tamemen bir mesleki isimdir. Abdalların inanç olarak çoğunluğu
Alevi’dir.
Tahtacılar’da, Abdallar’da Türkmendirler. Bu ayrımlar mesleki
ayrımlardır. Sosyolojik olarak, antropolojik olarak elbette inceleme konusu
olabilir.Ama, “Türkiye’de Etnik Gruplar” adlı bir kitapta bu meslekler, “etnik
grup” olarak geçerse bu o çalışmanın önemli bir zaafı olarak kabul edilir.
•
İsmail Engin, Tahtacılar, 1998 İstanbul
•
Veli Asan, Tahtaçlar, 2001 Ankara
•
Baha Sait, Anadolu’da Aleviler Bektaşiler 1994 İstanbul
•
Neşet Çağatay, Tahtacıar, İslam Ansiklopedisi
•
Mehmet Eröz, TaktacıKöyü, 1564 İstanbul
•
Murat Küçük, Cemaati Tahtacıyan 1995 İstanbul
•
P.A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar, 1992 İstanbul
•
A.T. Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı 1999 Ankara
•
Zihi Papakçı, Terekemeler (Karapaklar) 2002 İstanbul
Şiilik denilince hemen akla İran geliyor ve tüm Şiiler’in Fars
olduğu sanılıyor. Halbuki bu algılama hatalıdır. Şiilik, İslam içinde tıpkı
Alevilik, Hanefilik, Şafiilik, Mevlevilik gibi bir yorumdur. Esas olarak ise,
Farsların İslamı yorum yorum tarzıdır.
İran’da Farslar’ın dışında; Aleviler, Kürtler, Afganlar, Özbek
Türkleri, Azeri Türkler’de var. Kuzey İran ya da güney Azerbaycan daki nüfusun
%90, Azeri Türkmendir. İran’ın yaklaşık 35 milyon nüfusu var. Bunun yaklaşık 15
milyonu Türktür. Türkler’in 1 milyon kadarı Alevidir. Diğerleri ise Şii’dir.
İran ile Azerbeycan veTürkiye komşudur.Selçuklular ve Osmanlılar
döneminde bile İran, Selçuklu ve Osmanlı haritası içinde bulunuyordu. Bu
nedenle İran’da yoğun sayılabilecek bir Türk nüfus bulunuyor. İran’ın komşu
illeri olan; Kars’ta, Iğdır’da ve Ardahan’da yoğun bir Şii Türk nüfus
bulunuyor. Son yıllarda güçler nedeni ile, geçmişte ve yakın geçmişte İran’dan
gelen göçler kanalı ile İstanbul, Ankara ve İzmir gibi kentlerde hayli Şii Türk
nüfus var. Türkiye sınırları içinde yerleşik ve göçmen gelen Şii Türkler’in
sayısı yaklaşık 1 milyon civarında bulunuyor. Bu nüfus; Kars, Iğdır, Ardahan,
İstanbul, Ankara, İzmir gibi kentlerde bulunuyor.
•
Abdülbaki Gölpınarlı, Şiilik, 1986 İstanbul
•
P.A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar 1992 İstanbul
•
A.T. Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı, 1999 Ankara
•
Doğan Avcıoğlu Türklerin Tarihi (5 cilt) 1986 İstanbul
•
Fars’ın Türkleri Atlas Dergisi Ağustos 2004 İstanbul
(GAGAVUZ ve KARAMANTÜRKLERİ)
Gagavuz Türkleri ve Karaman Türkleri’ni ayrı birer “etnik grup”
olarak nitelemek Türkleri inandıkları din yada mezhebe göre etnik grup yaratma
düşüncesinin sonucudur. Gagavuz Türkler, İslamiyeti tanımadan önce
Hıristiyanlığa inanan Türkler’dir. Türkçe konuşurlar. Ortodoks Hıristiyanlığa
inanırlar. Moldavya, Ukrayna, Bulgaristan,Romanya gibi ülkelerde azınlık grup
olarak yaşıyorlar. Moldavya’da Özerk bir Cumhuriyetleri var. Balkanlar’dan
Türkiye’ye gelen göçlerde özellikle Bulgaristan veRomanya’dan gelen göçlerle
Türkiye’ye de gelenler olumştur. Bunlar; Edirne, Çanakkale-Biga, İstanbul,
Ankara, İzmir gibi yerlere yerleştirilmiştir. Bazıları Türkiye’ye 93 Harbi
sonucu gelmiştir. Dışardakiler ibadetlerini kilisede Türkçe yapıyor. Türkiye’ye
gelenler zaman içinde Hıristiyanlığı unutmuşlar.
Kendilerine Gökoğuz diyorlar. Gagavuz ötekiler tarafından
aşağılama olarak kullanılırmış. Moldavya’ya bağlı Gagavuz özerk Cumhuriyette 50
kişilik meclisleri var. Bayrakları; Gök mavisi renkli üstünde kurt başı var.
Kurt güç kaynağı anlamına geliyor. Başbakanları; Fodor Monolov,
Cumhurbaşkanları; Stefan Topal Mihailoğlu’dur. Moldav ya da 300 bin nüfusları
var.Türkiye’de misafir olarak gelen gruplar dışında Gökoğuz Türkü yok denecek
kadar azdır.
Karaman Türkleri, Osmanlı döneminde “Karaman Beyliği”nden kalan
Türkler’dir.Bir dönem Karamanoğlu Mehmet Bey’in “Bey” olduğu Türkmen
Beyliği’dir. Kaynaklardaki bilgiye göre; Türkçe konuşan Ortodoks Hıristiyan
olan Türkler’dir. Yazı dilleri Yunan Alfabesi ile ama yazılan dil Türkçe’dir.
Kökenlerine ait iki görüş var.
1)
İlk görüş: Karamanlılar,
Ortodoks Rum’dur. Dilleri Türkçe tarafından asimile edilmiştir.
2)
İkinci görüş; Karamanlılar
Türktür. Ama Ortodoks Hıristiyanlığa inanıyorlar. Doğan Avcıoğlu Karamanlılar
için; dilleri Türkçe, dinleri Hıristiyan diyor.Hamdullah Suphi; bu Ortodoks
kadınlardan yüzlerce eski Türkçe kelime öğrendim diyor. Evliya Çelebi;
Rumcabilmeyen Hıristiyanlar diyor. Avram Galanti; Rumlar, Yunanca bir tek harf
bilmezdi diyor.
Karaman Türkleri; Konya, Karaman, Niğde, Nevşehir, Kayseri,
Ankara, Kapadokya, Aksaray, Ihlara, Ürgüp, Göreme’de yaşarlar.
1923 Mübadalesinde; Hıristiyan oldukları için Yunanistan’a
gönderilirler. Kapadokya’dan yaklaşık 60 bin kişi bu zorunlu göç sonucu
Yunanistan’a gider. Balkanlar’da ise, İslamiyet’e inanıp Türkçe bilmeyen 100
bini aşkın insan 1923 mübadelesi ile Türkiye’ye gönderilir. Bu olayıBertnard
Levis şöyle değerlendiriyor: “Vatana kavuşma değil, gurbete sürgün” diyor.
Prof. Dr. Kemal Karpat ise; “Slav kökenli Türkçe bilmeyen Pomak, Bosnalı,
Hersekli, İslam olduğu için Türk kabul edilmiş, Hıristiyan fakat Türk kökenli
olduğu için Türkçe konuşan Gagavuzlar, Karamanlılar Anadolu HıristiyanlarıTürk
kabul edilmemiş Yunanistan’a gönderilmiş.”
Karamanlılar; kendilerini Anadolu Hıristiyanı olarak niteliyorlar.
Konuştukları dil ise, “sade Türkçe”, “Anadolu lisanı” diyorlar. “Karamanlıca”,
Karamanlı Türkçesi” adlarını veriyorlar.
Bugün İstanbul-Karaköy’de kapısında; “Bağımsız Türk Ortodoks
Patrikhanesi” yazılı olup altında ise; “İstanbul Baş Episkoposluğu-Anadolu
Ortodoks Kilisesi Kuruluş Tarihi 21.9.1922” yazan kilise ve minik cemaati
Karaman Türkleri’nden bugüne kalan bir miras sayılıyor.
Kurtuluş Savaşı’nda Karamanlılar’ın bir kısmıYunanlılar’ı bir
kısmı ise Türk tarafını desteklemiştir. Papa Eftim, 1922 yılında Fener Rum
Patrikhanesi’ne karşı çıkarak Türk Ortodoks Hıristiyanları Patrikhanesi’ni
kurar. Türk olmaları nedeni ile ayrı bir kilisede birarada olmaya karar verir.
Ama bu çaba olumlu sonuç vermez. Anadolu’daki tüm Ortodoks Hıristiyanlar
milliyetlerine bakılmaksızın mübadeleye dahil edilir.
Mustafa Kemal, ağırlığını koyarak Kurtuluş Savaşı sırasındaki
yararlılıkları nedeni ile Papa Eftim’i mübadeleye dahil etmez. Bunda; Lozan
Antlaşması’na göre Fener Patrikhanesi’nin ülke dışına çıkarılması sırasında
doğacak boşluğun Papa Eftim vasıtası ile giderme ya da en azından
Patrikhane’nin gücünün dengelenmesi düşünceside olabilir.
Papa Eftim, MustafaKemal’in desteğini arkasına alınca İstanbul’a
gelir. Türk Ortodoksları Patrikhanesi’ni kurar. O gün bugündür Türk Ortodoks
Patrikhanesinin çanı çalıyor. Kilisenin yurtsever çizgiside Papa Eftim’den
miras olarak devam ediyor.
Bu kilise dışında; Protestan Hıristiyan Türkler son
yıllarda oluşan bir yapılanmadır. Bu oluşumda son yıllardaki “misyoner” çalışmalarında
bunda payı olsa gerekir. Daha çok ev kiliseleri tercih eden bu kilise
taraftarlarının sayıca fazla olduğu sanılmıyor. Tahminen 100-200 kişilik bir
cemaat sayılır.
Son on yıldır, “Türk Katolik Cemaati” adı basında hiç duyulmadı.
Bir kiliselik cemaatinin olup olmadığıda tartışmalıdır. En son 21 Haziran 2004
tarihli Cumhuriyet gazetesinde kilisenin dini temsilcileri yanlarında Av.
Kezban Hatemi ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile çekilmiş bir fotoğrafı ve
alt yazıyı bilginize sunmak isterim. “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Assompsion
Rahipler Topluluğu’nun ardından dün Türk Katolik Cemaatleri RuhaniReisleri
Kurulu’nu kabul etti. Katolik rahipler, görüşmede Assompsion Rahipler Topluluğu
gibi İstanbul’daki kilise, okul ve huzurevlerinin bulunduğu arazilere ilişkin
kullanım hakkı istedi. Erdoğan, yapılması gereken ne ise yaparız taahhüdünde
bulundu.” Diye yazıyor.
Türkiye’de Türk halkı Hıristiyan dünyasına ve Türkiye’deki
Hıristiyanlara karşı genel olarak olumlu duygular taşıyor. Bunun dışındaki
davranış biçimi çok münferittir. Ve siyasi bir yaklaşım içerir. Hıristiyan biri
ile tanışmak, dost olmak, komşu olmak geleneksel Türk için adeta bir
ayrıcalıktır. Türk halkı genel olarak Batı yani yabancı hayranıdır.
Evliliklerde bile gerektiğinde, Alevi-Sünni, Türk-Kürt ayrımı nedeni ile
evlilikler gerçekleşmez. Ama aday kız ya da erkek yabancı olursa bu iş daha
kolay olur. Bazı sıra dışı olanlar sayılmazsa geleneksel Türk halkının
davranışı böyledir.Bu nedenle Türkler’de Hıristiyan düşmanlığı yoktur. Türkler
inançları gereği İslam kökenli türbe ve ziyaret yerleri gibi Hıristiyan kökenli
dinen kutsal kabul edilen yerleride ziyaret eder, kurban keser, dua eder, lokma
dağıtır, şefaat dilerler. Tıpkı; Meryem Ana gibi, AyaYorgi gibi, Sen Antuan
gibi v.s. Geleneksel Türk halkında Hıristiyan düşmanlığı yoktur. Tam tersine
Hıristiyan yaniBatı’lı hayranlığı vardır.
•
Yakup Aygil, Hıristiyan Türkler’inTarihi, Ant Yayınları, 1995
İstanbul
•
L. Ligeti, bilinmeyen İç Asya, 1986 Ankara
•
Dr. Harun Güngör, Gagauz Türkleri 1991 Ankara
•
Erol Güngör, Hıristiyanlaşan Türkler, 1983 Ankara
•
Hale Soysu, Kavimler Kapısı, 1992 İstanbul
•
Mustafa Ekincilikli, Türk Ortodoksları, 1998 Ankara
•
Harun Güngör, Gogauz Türkleri’nin Etnik Yapısı, 1998 İstanbul
Cumhuriyet tarihimizde bir ilk gerçekleşti. Hükümet AB’ne girme
koşullarına endeksli olarak Türkçe dışında konuşulan dillere radyo ve Tv’de
yayın yapmaya başladı. Bu alanda artık yeni bir dönemin başladığını
söyleyebiliriz. Tabi burada aslında amaç, Kürtçe’ye radyo ve televizyonda yayın
hakkı verilmesidir. Bu konuda gelebilecek tepkileri asgariye indirmek içinde
Kürtçe yayının yanına; Zazaca, Arapça, Boşnakça, Çerkesce’de arkadaş yapıldı.
Dünya Konjoktürü, OrtaDoğu’daki gelişmelerAKP ABD ilişkileri ve
AKP İslam ülkeleri ilişkileri düşünüldüğünde bu olayın düşünülüp taşınılarak
uygulamaya konduğunu söylemek biraz zor görünüyor.Kürtçe meselesi bir türlü
çözülmeli idi. Ama acaba bu çözüm olabilecek en iyi seçenekmiydi.
Peki Kürtçe’nin yanında bugüne dek en küçük talepleri olmayan
Boşnakça radyo veTv’de yayın hakkıda ne oluyordu? Nitekim bu konuda Boşnaklar,
tepki de geç kalmadılar. 11 Haziran 2004 günü 12 tane Boşnak Kültür ve
Yardımlaşma Derneği ve Vakfı gazetelere açıklamanın dışında birde “YüceTürk
Milletine” diye ilan vererek; “Bizim böyle bir yayına ihtiyacımız ve
talebimiz yoktur... Azınlık gibi algılanmamıza sebep olacak, talebimiz olmayan
bu uygulamanın muhtemel olumsuz sonuçlarından sorumlu olmayacağımızı
kamuoyuna duyururuz.” diyorlar.
Yine Çerkesler, Araplar içinde sürpriz sayılabilecek TRT’nin radyo
ve TVyayını için Çerkeslerin ve Araplar’ında önemli bir kısmının Boşnaklar gibi
düşündüğünü çok rahat yazabilirim. Zazaca yayın Zazalar için adeta piyangodan
çıkmışken Kürtler için ise Kürtçe yayın; “verilen silahlı mücadelenin siyasi
sonuçları” olarak yorumlanmaktadır.
Her şeye karşın bu uygulama ülkemizde yeni bir dönemi
başlatmıştır. Sürgit yasaklarla hiçbir toplumsal sorunun çözülmediğine tarih
tanıktır. Temennimiz; zamanlama bizim kaygı duyduğumuz gibi sonuçlanmaz ve
toplumsal barışa hizmet eder.
Şimdi gelelim başlıktaki konumuza; TÜRKİYE’DEKİARAPLAR’a...
Türkler, Araplar’la İslamiyet ile tanışınca tanışırlar. Yıl olarak
ise; 8.9. yüzyıl. O zamandan beride Araplar’la olumlu ya da olumsuz biçimde
iletişim halindeler...Türkler için İslam Arap Orduları demektir. Arap denilince
akla gelen ise İslamiyet’tir. Halbuki Araplar’ın tamamı İslam değildir.
Hıristiyan, Yezidi, Musevi Arap olduğu gibi Arapların tümü İslamiyet’in aynı
mezhebine de mensup değil. Araplar’ın Hanefisi var, Şafii’si var, Hambeli’si
var, Malikisi var, Vehabisi var, Şii’si var, Alevisi var.
Türkiye’deki Araplar bize Osmanlı’dan mirastır. Osmanlı’nın
yükseliş döneminde; Fas, Tunus, Cezayir, Suriye, Mısır, Hicaz, Yemen, Arap Yanmadası,Basra
Körfezi, Irak, Ürdün, Kudüs, Filistin, Kuveyt, Bileşik Arap Emirlikleri, Libya,
Mezopotamya, İran’ın bir kısmı Osmanlı mülkü idi. Osmanlı İmparatorluğu
coğrafyasında bugün yaklaşık 50 devlet kurulmuş bulunuyor. Türkiye’deki Araplar
Osmanlı İmparatorluğu dağılup Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra misak-i
milli sınırları içinde kalan Araplar’dır.
Araplar dinsel değil, etnik bir ayrımdır.Türkiye’de Arap denilince
tümü İslam kabul edilir. Hatta tümü “ehli sünnet vel cemaat” olarak
kabul edilir. Yani Sünni Müslüman sayılır. Hatta bazı kesimlerde İslam sevgi ve
saygısı Arap sevgisi ile özdeşleşmiştir. Araplara; “Kavmi-necip” (üstün
kavim) denilir. İyi İslam olmak için adeta Araplaşmak gerekir gibi bir anlayış
vardır. Arap olan Müslümanlar dışındaki Müslümanlar; “Mevali Müslüman” ikinci
sınıf Müslüman, köle Müslüman olarak görülür. Ama gerçek durum böyle değildir.
TÜRKİYE’deki Arapları 3 ana guruba ayırarak incelemek gerekir. 1)
Sünni Araplar, 2) Alevi Araplar (Nusayriler) 3) Hıristiyan Araplar.
Araplar ayrı bir millettir. Ama uluslaşmanın kendi iç dinemiği ile
gelişmemesi nedeni ile yabancı büyük devletler Ortadoğu’daki beklentilerine
bağlı olarak bir millet ama 20 civarında devletten oluşmuştur. Bu etki
ülkelerin haritalarına dek yansımıştır. Haritalarında girinti çıkıntı yok
gibidir. Adeta haritalar masa başında cetvelle çizilmiştir.
Türkiye’nin komşuları ve tarihsel ilişkilerinin çoğuAraplar’la
olmuştur. İşte bazı Arap devletleri; Suudi Arabistan, Birleşik Arap
Emirlikleri, Irak, Suriye, Mısır, Libya, Fas, Cezayir, Tunus, Sudan, Kuveyt,
Ürdün, Filistin, Yemen.
Türkiye’deki Araplar’da ülkemizin Arap coğrafyasına yakın coğrafi
bölgelerinde yaşamaktadırlar. Sünni Araplar daha çok Mardin, Siirt, Urta,
Bitlis, Urfa, Hatay ve son yıllarda göçler nedeni ile İstanbul, Ankara gibi
illerimizde yaşamaktadırlar. Mardin’in, Tur Abdin’in güney-batısında Midyat,
Nusaybin, Gercüş, Kızıltepe, Savur gibi ilçelerinde yaşarlar. Urfa’nın ise,
Harran ovasındaki köylerinde Akçakale, Viran Şehir, Hilvan, Silvan’da Hatay’ın
ise Amik Ovası’nda yaşamlarını sürdürürler.
Arapları tarihçilerin yazdıklarına göre; ilk defaSuriye’ye Neptun
kralları çağırır. Büyük İskender Suriye’ye geldiğinde burada Adnaniler
hakimdir. Halife Ömer zamanında, Muaviye Şam valisi iken sahil şeridi
Araplar’ca işkan edilir.
Bu yörelerdeki Araplar Sünni İslam’dır. Ama çevredeki Kürtler gibi
Şafii’dirler. Arap oluptaŞafii olan Türkiye dışında yok gibidir. Bu durum;
Şafii Arapların etnik kimliğini tartışma konusu yapmıştır. Acaba; Şafii Araplar
tercih olarak Şafiiliği seçmiş Araplar mıdır? Kürtleşmiş Araplar mıdır? Yoksa
Kürt olup tarihsel süreç içinde Araplaşmış Kürtler midir?
Cumhuriyet döneminde Araplar’ın ilişki ve çelişkileri daha çok
coğrafi yakınlık nedeni ile Türklerden çok Kürtlerle olmuştur. Kamuoyunda çoğu
kez Arap ve Kürt ayrımı yapılamadan doğulu herkes Kürt olarak algılanır.
Araplar’ın çoğu Arapça dışında Kürtçe’yi de çok yaygın ikinci dil olarak
konuşmaktadırlar.
Arapça, dilbilimcilere göre Sami dil gurubundadır. Türkiye’de yaşayan
Araplar arasında da birçok lehçe farkı vardır. Sadece Mardin’de 11 civarında
lehçe farkı olduğu dibilimciler tarafından tesbit edilmiştir. Hatta bölgede
Hıristiyan Araplar’ın konuştuğu Arapça ile Müslüman Araplar’ın konuştuğu Arapça
bile farklıdır. Hıristiyan veMusevi Araplar’ın konuştuğu bir başka Arapça
lehçeyi Müslüman Araplar anlayamazlar. Diyarbakır lehçesi, Sason lehçesi,
Bitlis lehçesi, İdil lehçesi, Hatay’da yaşayan Lübnan-Suriyelilerin lehçesi,
Urfa-Harran’da Bedu Suriyelilerin lehçesi Arapça lehçelerinin bazılarıdır.
Bu denli karmaşık lehçe ilişkileri AraplaşmışKürtlerden olduğu
gibi Kürtleşmiş Araplardan da sosyolojik olarak sözetmek gereğini ifade ediyor.
Yine aynı yörede Kürtleşmiş Türklerin veAraplaşmış Türklerinde varlığından söz
etmek olası görülüyor.
Nüfus olarak ise adı geçen bölgede 1965 sayımlarına göre; 365, 340
kişinin Arapça konuştuğu bunun 179.309 kişisi ise Sünni Araplar’dan oluştuğu
tesbit edilmiştir. İkinci dili Arapça olan nüfusun sayısı ise, 357.058 kişidir.
En çok Sünni Arap ise; Mardin, Urfa, Siirt gibi illerimizde yaşamaktadır.
Türkiye’deki toplumsal konumlarına baktığımızda Arapları ve
Arapçayı azınlık gibi görürsek biraz yanılırız. Zira azınlık olarak kabul etsek
bile (ki; nüfus olarak böyledir) oldukça ayrıcalıklı bir azınlık kesimi
oluştururlar. Osmanlı döneminde zaten alfabe Arap alfabesi idi. Dil olan
Osmanlıca ise Arapça- Türkçe karşımı bir dildi.Türkçe adeta ikinci dildi.
Cumhuriyet’ten sonra ise uluslaşma sürecinde Türkçe birinci plana çıktı. Ama
Arapça engeli bir türlü aşılamadı. Türkler bugün bile anadilleri ile
ibadetlerini yapamıyor. Türkler, İslamlaşmakla kalmadı bu süreç onları adeta
Araplaştırdı.Bu nedenle Arapça hala çok etkin bir azınlık dil olarak varlığını
sürdürüyor. Arapça; Kuran kurslarında, İmanHatip liselerinde, İlahiyat
Fakültelerinde, Camilerde v.s. etkin bir şekilde varlığını sürdürüyor.Bütün
bunlar yetmezmiş gibi birde Arapça TRT tarafından devlet televizyon ve radyosu
kanalı ile Arapça yayın yapmak Türkiye’nin önüne konmaya çalışılan “etnik
tuzak”ın bir parçası olmaz.
Halk arasında; “Fellah”, “Arap Uşağı” ya da “Nusayri” denen
topluluk Arap Aleviler’dir. Bazı kaynaklarda bu isim; “Alevi” diye de yazılır.
İslamiyet tıpkı daha önceki semavi dinler gibi tek yorumlu bir din
değil. İslamiyet içinde farklı yorumlar var. Bu yorumlar Türkler, Kürtler
arasında yaşandığı gibi Araplar arasında da yaşanmıştır. Araplar’ın tümü tek
İslamî mezhebe mensup değil. Örneğin Suudi Arabistanlı Araplar
İslamiyet’inHambeli Mezhebinin Vehabi tarikatına inanıyorlar. Irak, İran ve
Suriye’deki bazı Araplar İslamiyet’in Şii Mezhebine inanıyorlar. Kuzey
Afrika’daki bazı Araplar İslamiyet’in Hambeli Mezhebi’ne inanıyorlar.
Ülkemizdeki Araplar’ında bir kısmı İslamiyet’in Hanefi, bir kısmı Şafii bir
kısmı Şii yorumuna inanırken bir kısmıda İslamiyet’in Alevi yorumuna yani
Nusayriliğe inanıyorlar. İşte Türkiye’nin; Hatay, Adana, Mersin, İskenderun
yöresinde yaşayan Araplar Nusayriler’dir.
Nusayri adı, Muhammet bin Nusayri’den geliyor. Muhammet bin
Nusayri, Ehlibeyt müridi, İman Hasan Askeri’nin öğrencisidir. Doğumu kesin
olarak bilinmeyen Muhammet bin Nusayri 873 de Hakka yürümüştür. Nusayrilik;
nesreden, zafer kazandıran, Hz Ali’nin yanında zafer kazanmış askerler
anlamında kullanılıyor. Alevilik, bir anlamda; Hatay, Lübnan, Fırat Beyleri,
Suriye’de İslamî bir yorumun aldığı biçimdir.
Türkiye dışında; Suriye, Lübnan, Ürdün’de de Arapça konuşan
Aleviler vardır. Türkiye’deki Nusayriler’in Arap olduğunu yazan kaynaklar
olduğu gibi; “Hatay, Adana, Tarsus, Mersin’de kalabalık bir gurup olan
Nusayriler’in çoğunluğu Arapça konuşurlar ancak kendilerini Arap olarak
görmezler” diyen araştırmacılarda vardır. Bunlardan Dr. Ali Tayyar Önder;
“Kendi ifadelerine göre ataları HarunReşit’in yerine geçen oğlu Mutasım’ın Türk
annesinin Horasanlı kavimleridir. Tarihi veriler de grubun açıklamasını
doğrulamaktadır.” diyor. Yani iddiaya göre; Arap Aleviler olan Nusayriler etnik
olarak Arap değil, Abbasiler döneminde sarayla ilişkileri iyi olan Türkmenlerin
tarihsel süreç içinde Araplaşmışmalarıdır. Yani Araplaşmış Türkmenlerdir.
Anadilleri Arapça olduğu halde kendilerini Arap değilde Türk diye ifade
etmeleri bu tarihsel durumdan kaynaklanıyor olabilir.
Arap Aleviler’in nüfus sayısını ise; 1965 sayımlarına göre;
183.000 1972 yılına göre; 290.000 kişi olduğu belirtiliyor. Türkiye’de adı
geçen yörelerde Araplar’ın toplam nüfusunun 1 milyon civarında olduğu tahmin
edilmektedir. Araplar, Türkiye’de diğer toplumsal kesimler ile o denli
içli-dışlı olmuşturki birçok kimse bir zamanların dışişleri bakanı Vahit
Halefoğlu’nun, Jet Fadıl’ın, şimdiki başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi
Emine Erdoğan’ın Arap olduğunu nereden bilebilir. Bunlara benzer yüzlerce örnek
sayılabilinir. O zaman Arap olupta ayrımcılığa tabi olmaktan sözetmek oldukça zorlama
olur. TBMM’de yaklaşık; 30 Arap milletvekilinin olduğunu bilmem belirtmenin bir
anlamı var mı?
Arap Aleviler’de yoğun bir Hz. Ali sevgisi vardır. Bu duygu halini
Aşık Virani divanındaki nefeslerinde çok başarılı ifade etmiştir. Arap
Alevileri ile Türk Aleviler arasında Alevilik ile ilgili bazı farklar vardır.
Ama bunlar daha çok biçimsel farklılıklardır. Arap Aleviler’de Arap kültürünün
etkileri görülmektedir. Bu Arap coğrafyasının etkisidir. Örneğin Türkmen
Aleviler’de kadına hiçbir ayrımcılık yok iken Arap Aleviler’de kadın ikinci
plandadır. Kadın-erkek birlikte ibadet yapmıyor. Semah dönmüyor. Bağlama yok.
Dedelik yerine şeyhlik var. Musahiplik yerine Amca var. Talibi, genci Amca
yetiştiriyor. Arap Aleviler’de, asimile olanlar dışındakiler ibadet olarak Cem
yapıyorlar. İbadetlerini dergahlarda yapıyorlar.
Hatay, İskenderun, Adana ve Mersin’deki Arap Alevileri’nin
toplumsal yaşamları Siirt, Mardin ve Urfa yöresinden oldukça farklıdır. Buda
Alevi olmalarının dışavurumundan kaynaklanıyor. Örneğin bu yöredeki Arap
Aleviler baştan beri Laiklik ve Cumhuriyet’in yanında yer almışlardır. Mustafa
Kemal ve devrimlerinin yanında dünde bugünde yer almakta tereddüt
etmemişlerdir.
Hatay’dan sözederken, 1938’de Hatay’da kurulan 17. Türk Devleti HATAY
CUMHURİYETİ’’nden de sözetmek gerekir. Suriye o yıllarda Fransız
sömürgesidir. Hatay Türkiye’ye dahil olmak ister. Fakat bu engellenir. Bunun
üstüne 1938 yılının ağustos ayında Hatay’da Tayfur Sökmen’in
Cumhurbaşkanlığında HATAY CUMHURİYETİ kurulur.
1938 AğustosundaHatay’da milletvekili seçimi yapılır. 40
milletvekilli bir meclis oluşur. 2 Eylül 1938 de Hatay Cumhuriyeti faaliyete
geçer. Bir yıla yakın bir süre faaliyet gösteren HATAY CUMHURİYETİ Fransızlar’ın,
İngilizler’in ve Suriye’nin engellemelerine karşın 27 Haziran 1939’da HATAY
CUMHURİYET MECLİSİ’nin kararı ile TÜRKİYE’ye katılır. Bu olay diplomasi
tarihine Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün diplomasi zaferi olarak geçer.
Hatay, İskenderun, Adana, Mersin, Samandağ, Kırıkhan, Altınözü
yörelerindeki Arap’ların çoğunluğu Alevi’dir. Hatay’ın nüfusu yaklaşık 1.200
bin kişidir. Hatay’ın %80’i Alevi’dir. Hatay TBMM’e son seçimlerde 4
milletvekili vermiştir.
Musevilik ve Hıristiyanlık tarih olarak İslamiyet’ten daha
öncedir.Bu üç tek tanrılı dinde aynı coğrafyada Ortadoğu’da ortaya çıkmıştır.
Bu bölgede ise daha çok Araplar yaşıyor. Museviliği de, Hıristiyanlığı’da,
İslamiyet’i de benimseyen Araplar olmuştur. AyrıcaYahudiler ile Araplar’ın
akraba olduğunu da tarih kitapları yazıyor. Beni İsrail oğullarını kastediyorum.
Hatay ilk Hıristiyanlık merkezleri sayılır. Kilikya coğrafyası içindedir. Arap
Hıristiyanlara Nasrani adı verilir.
Hatay’ın Türkiye’ye 1938’de katılmasından sonraHıristiyan Araplar
Lübnan veSuriye’ye göç ederler. Oradan da Avrupa ve Avustralya’ya giderler.
Hatay Hıristiyanlıkta kutsal kenttir. Antakya Patrikliği daha sonra Şam’a
taşınmıştır. Dünyada Arap Hıristiyanlar’ının sayısının bir milyon kişi olduğu
ifade edilir. Türkiye’de ise Arap Hıristiyanların sayısının 10 bin kişi
civarında olduğu tahmin edilmektedir. 19. y.y.dan beri Arapça Ortodoks Arap
Kilisesinin ayin dili olarak kabul edilmiştir.Katolik Melkitlerinin Bizans
ayinlerinden miras aldıkları ayinlerin yapıldığı dilde Arapça’dır.
Arap Ortodoks Kilisesi’nin 1930 yıllarındaHatay’da 300 bin kişi
olduğunu bazı kaynaklar yazıyor. Daha önce; Erzurum, Diyarbakır, Mersin ve
Antakya’daki Piskoposluklar zamanla etkisini kaybederek kapanır. Son yıllarda
“inanç turizmi” ve benzer yöntemlerle bölge Hıristiyanlık açısından turistik
anlamda olsa da çekim merkezi yapılmaya çalışılmaktadır.
•
C, J. Edmands, Kürtler, Türkler, Araplar, 2003 İstanbul
•
İnan Keser, Nusayriler. 2002 İstanbul
•
Virani Hayatı ve Eserleri 2001 İstanbul
•
M. E. Galib et-Tavil, Nusayriler, 2000 İstanbul
•
P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar, 1992 İstanbul
•
O. Türkdoğan, Etnik Sosyoloji 1997 İstanbul
•
A. T. Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı, 1999 Ankara
•
Albert Hourani, Arap Halkları Tarihi, 1997 İstanbul
20. yüzyılda belkide hiçbir topluluk hakkındaKürtler kadar çok
yazı yazılmamıştır. Araştırma yapılmamıştır. Kürtler’in kökenleri, dili, dini,
diğer kültürel özellikleri bu denli didik, didik edilmemiştir.Bu yüzyılda
Kürtler hakkında binlerce eser yazılmıştır. Son 10 yıldaTürkiye’de sadece bu
satırların yazarının kütüphanesinde biriken kitap sayısı 1000’i bulmuştur.
Yayınlanan dergi sayısının çeşidi ve çıkan sayıları yüzlerce olmuştur.
Kürtlüğe ilk ilgi Rusya kaynaklıdır. V.Minorsky, B.Nikitin, Jaba
gibi Rus Kürdologlar konuyu iyi araştırmak için Urumiye ve Erzurum konsolosluklarında
bile görevlendirilmişlerdir. Ruslar, 1856 Paris Antlaşması ile sıcak denizlere
boğazlar yolu ile inme umudunu kaybedince hemen 1860’da St. Petersburg
Üniversitesi’nde bir Kürdoloji bölümü kurmuşlar Jaba, Nikitin, Bazinin ve
Minorsk’i Kürtlüğü İncelemek için görevlendirmişlerdir.
General Maslofsky Rus projesini şöyle anlatır. “Rusların bu
uğurdaki gerçek niyet ve ülküleri Fırat boylarında Rus-Kazakları ile
Mujiklerini yerleştirmek, yani buralarda Kırım ülkesi, Kuban boyları ve
Karadeniz’in doğusu gibi Ruslaştırarak, İskenderun ileBasra Körfezi’ne
çıkmaktı.”(1)
B.Nikitin Kürt
tarihi ile ilgili olarak; “Tarih ve dilbilim alanında yaptığımız bu gezi henüz
bir çok noktayı karanlıkta bırakıyor ve Kürtlerin kökenleri üzerinde ancak bazı
varsayımlar öne sürmemize imkan veriyorsa, antropolojide bize bu konuda
fazla yardımcı olamayacaktır”Diyor: Yani Kürtler’in kökeninin belirsiz olduğu,
tartışmalı olduğu vurgusunu yapıyor
Nikitin gibi Minorsky’ninde Kürtler hakkında yazdıkları
bazıKürtler tarafından bayrak gibi algılanır. Ama bakın Minersky; “Kürtlerin
menşei meselesinin hallini, Kürt, ananeleri ve İslam kaynakları
kolaylaştırmamaktadır.” diyerek Kürtlerin kökeni konusunda çok iddialı
konuşmamak gerektiğini yazıyor. “Kürtlerin Kökeni” kitabı ile Kürtler arasında
önemli bir ün edinen İhsan Nuri bile kitabında Kürtlerle, Kürtlerin
ataları kabul edilen Medler hakkında bir ilişki kurmanın tarihsel
zorluklarından bakın nasıl sözediyor: “Bugün Med diye bir aşiret de yoktur.
Medistan’ın merkezinde Kürt milletinin ortaya çıkması nasıl olmuştur?” Kemal
Burkay’da tıpkı İhsan Nuri gibi; Araplar’ın fethinden önce Kürt Tarihi, sanatı
ve diğer kültürel özellikleri hakkında yeterli bilginin mevcut olmadığını ifade
ediyor.
Kürtlere ısrarlı tarih oluşturma çabaları çok parlak sonuçlar
oluşturmamıştır. Çünkü bu konuda araştırma yapanların çabası Kürtlüğü binlerce
yıl öncesine götürmek ve Mezopotamya coğrafyasında Kürtlere bir tarih
bulmaktır. Halbuki, her etnik kimlik belirli bir dönemin ve belirli
şartların oluşturduğu bir olgudur. Tarihin belirli bir döneminde farklı bir
çok toplumsal yapı belirli şartlar altında toplumsal harman oluş surecinden
geçerek yepyeni bir etnik kimlik oluşturabilir. Tarihte Etiler, M.Ö 2000’li
yıllarda, Hunlar M.S. 4.5. yüzyılda oluşmuş etnik kimliklerdir. Bugün bunlar
toplumsal olarak tarihe mal olmuşlardır. Silinmiş gitmişlerdir.
Kürtlere ilgi, Ruslar’dan sonra tarihi olarak Batılı büyük güçler
tarafından olmuştur. Geleceğe yönelik planlarında tesadüflere yer bırakmak
istemeyen Batılılar hazırlıklı olmayı kendine ilke edinmişlerdir. Onlar işe,
dünyanın başlıca petrol yatakları olan Orta Doğu’nun etnik haritasını en ince
detaylarına kadar araştırmakla başlamışlardır.
Türk, Fars, Arap dışında kendi denetimlerine tabi yeni bir
toplumsal gücün Orta Doğu’da olması kendileri için gereklidir. Orta Doğu’da
oynanacak satrançta böyle bir taş hayati önemde olabilir. İşte bu yeni unsuru
keşfetmek için ilk masum, barışçı yol “bilim aşkı ile yanıp tutuşan” sosyologları,
antropologları yani araştırmacıları bölgeye yığmaktır. Kürt milliyetçileri ise,
“mal bulmuş mağribi” misali bu araştırmacıların ardından ütopyalarını
oluşturmaya başlamışlardır.
Sonuçta; bu maksatlı, dışarıdan belli bir amaç için yönlendirilen
duygusal çabalar sosyal bilimlerin şaşmaz, taviz vermez nesnel yaklaşım
ilkeleri karşısında yenik düştü. Ortada varsayımları aşmayan birbirleriyle ve
zaman zaman kendi ile çelişen çok farklı “tezler” ortaya çıktı. Ve hala
Kürtlerin kökeni aydınlatılmadı. Nikitin’in, Bazinin’in, Minorsky’nin,
Bruninessen’in v.s. tezlerinin hem Kürtçülüğü savunanlara hem Türkçülüğü
savunanlara, hem Zazalığı savunanlara hem karşı tezlere referans oluşturmasının
sırrı burada aranmalıdır. Bu yoğun çalışmalar, iyi ayıklanmak ve bilimsel
nitelik gözeterek yine de önemli veri birikimlerini sağlamayı
gerçekleştirmiştir. Doğru sonuç çıkarmak sağlıklı bakış açısına bağlıdır.
Kürtler’de, Osmanlı’dan bugüne kalan mirastır.Kürtler’in tarihini
bir kısım yazarlar Mezopotamya’da 5.000 yıllık geçmişe götürür. İlk Kürt ya
daKürdistan adının, Mısır Firavunları’nın yazılarında görüldüğü, Zebur’da,
Tevrat’ta görüldüğü, Babil’in çamur tabletlerinde okunduğu, Ksenefon’un
“Onbinler’in Dönüşü”nde “Karduhi” adına rastlandığı bilinenler arasındadır.
Kürtler’in tarihi konusunda 3 görüş vardır. Bunlardan birincisi;
Kürtler’in 5 bin yıldır Mezopotamya’da yaşayan bir halk olduğu, atalarının
da Medler olduğu savunulur. Bu düşünce bazı Batılı Kürdologlar tarafından ve
Kürt siyasileri tarafından savunulur. Bu konuda ikinci görüş; Kürt diye
bir halk yoktur. Kürtçe diye bir dilde yoktur.Kürtçe’nin varlığına dayanarak
Kürtler’in varlığı ispatlanmaya çalışılıyor. Kürtçe diye bir dil yoktur.
Kırmanci, Sorani, Gorani gibi bazı kabile dilleri var. Her dil illede etnik bir
kimlik olmadığına göre Kürt diye bir etnik kimlikte yoktur.Ya da dil sayısı
kadar etnik kimlik var ise Kürtçe diye bir dil yoktur.Kurmanciye, Garaniceye,
Soraniceye, Dimiliceye v.s. ayrı etnik toplum demek gerekir. Bu diller boy,
aşiret v.s. dilleridir. Kürtler daha milliyet, millet, ulus v.s. olmuş bir
toplum değildir.Millet, milliyet v.s. oluşumu öncesi toplumlardır. Kürtçe
denilen dil; Farsça ve Arapça’dan oluşmuş bir lisandır. Kürtler önce Rus daha
sonra da Batılı güçlerin manipüle ettikleri bir toplumdur. Alfabesi, sözlüğü,
yazım kuralları v.s. bile batılı Kürdoloji Enstitüleri tarafından oluşturulan
bir lisandır. Alfabesi, sözlüğü, yazılı edebiyatı, yazılı tarihi olmayan bir
dildir. Her şey Batılıların talebine göre oluşturulmaktadır.
Bu konuda üçüncü görüş ise; Kürt diye bir toplum yoktur.
Batılı araştırmacılar Kürt dedikleri Zağros kavmini Mezopotamya ülkesine
bağlama saplantısı vardır. Kürtlükle ilgili pek çok veri başka bir coğrafyayı
Asya Steplerini göstermektedir. Örneğin; Yenisey Elegeş anıt taşında Alp Urunga
“Ben Kürt İlhanıyım” diye dünyaya seslenmektedir. Prof. Dr. Aydın Taneri
bu düşünce tarzını yazdığı kitabın başlığına taşıyarak; “Türkistan’lı Bir
Türk Boyu Kürtler” demiştir.(l)
Bu tartışmalar basınımızda son 100 yıldır yapılıyor. Toplumumuzda
önemli tahribatlarda yapmıştır. Bu nedenle çok kan kaybıda olmuştur. Kürtler’in
Kürtlüğü-Türklüğü artık geçmişte kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa
Birliği üyeliği çerçevesinde oluşan konsept sonucu Kürtler’in “Kürt” olduğu
devleti temsil eden en yetkili ağızlardan da ifade edilmiştir. Süleyman Demirel
Başbakanlığı döneminde Diyarbakır ziyaretinde; “Kürt realitesini
tanıyoruz.Kürtler 1. sınıf vatandaştır” derken, Mesut Yılmaz’da başbakanlığı
sırasında AB görüşmeleri ardından bir Diyarbakır ziyareti sırasında; “Avrupa
Birliği”nin yolu Diyarbakır’dan geçer” diye ifade etmiştir.
Kürtçe, AB uyum yasaları Kopenhag kriterleri çerçevesinde
“anadilde yayın” kapsamında Kürtçe’nin Kırmançi lehçesinde ilk yayınını 9
Haziran 2004 de TRT’de yapmaya başladı. Aynı kapsamda; Çerkesçe, Arapça, Boşnakça
ve Zazaca yayında başlamış bulunuyor.
Kürtler’in dini yapısını incelerken 3’e ayırarak incelemek
gerekir. Bunlar;
1)
Sûnni (Şafii+HanefiKürtler)
Sûnni Kürtler’i, Şafii ve HanefiMezhebi diye bölmek gerekir. Sûnni
Kürtler toplam Kürtler’in %70’ini oluşturuyor. Şafii Kürtler ise Sünni
Kürtler’in %80’ini oluşturuyor. Alevi Kürtler denilen Kürtler toplam Kürt
nüfusun %30’unu oluşturuyor. Ama bu kesim Kürt olmaktan çok Kürtçe’yi 1. dil ya
da 2. dil olarak konuşan kesimdir.Sosyologların ve Alevi toplumunun kanaat
önderlerine göre, Kürtçe konuşan Aleviler Osmanlı’da Yavuz S. Selim-Şah İsmail
arasında olan Çaldıran Savaşı’ndan sonra can güvenliği nedeni ile Kürt
bölgelerine 1516 lardan sonra zorunlu göç eden Türkmen Aleviler’dir. Süreç
içinde Kürtleşen toplumsal kesimdir.
Bu durumu; P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar” kitabında; “Bugün
Kürtleşmiş gruplar arasında önceden bir Türk kimliğine sahip olduğunu
hatırlayan veya bir Türk kimliği atfedebilecek olanlarda vardır.” Dedikten
sonra, “Ayrıca Kürtler’in Türkleştiği durumlara dair 30
belgelerde mevcuttur.” Diyor. Tunceli ve Erzincan yaylalarında
hala konar-göçer bir aşiret olarak yaşayan Şavak Aşireti için ise; “Tunceli’de
yaşayan ve farklı bir kültüre sahip yarı göçebe bir grup olan Şavak bir çeşit
Kurmanca konuşur, fakat konuştukları dil Kurmanca konuşan diğer insanlar
tarafından anlaşılamaz, lehçeleri çok benzer olanlar bile aynı güçlüğü”
yaşarlar.” tesbitini yapmıştır.
Alevi Kürtler denilen kesimin son yüzyıldır Şafii Kürtler ile
hiçbir toplumsal ilişkisi nerede ise yoktur denilirse abartı sayılmaz. Şafii
İslam, İslam dininin en katı yorum tarzıdır. Şafii Kürtler; Ağalık, Şeyhlik
sisteminin en katı olarak yaşadığı yörelerdir. Tutucu feodal ilişkiler olan
Ağalık-Şeyhlik sistemi ile İslam’ın en katı yorumu olan Şafiilik birleşince
daha tutucu bir toplumsal yapı ortaya çıkmıştır. Alevilik ise, İslam’ın en
hümanist en liberal en özgürlükçü yorumudur. Bu iki yorumun birbiri ile barışık
yaşaması çok zordur.
Bu nedenle Aleviler ile Şafiiler’in diyalogu son yıllarda nerede
ise hiç yoktur. Evlilikler nerede ise asla olmuyor. Olanlar ise başarısız
oluyor.
HanefiKürtler, Hanefi İslam anlayışından kaynaklanan bir özellik
olması nedeni ile Şafiiliğe kıyasla daha liberal bir İslami anlayıştır. Hanefi
olan Kürtler’in daha çok Kürtleşen Hanefi Türkmenler olduğu savı var. Toplumsal
ilişkiler ve kültürlerin birbirini etkilemesi sonucu Kürtleşen Türkler’in direk
Şafiiliği benimsemeyip Hanefiliği muhafaza ettikleri söz konusu cemaat
tarafından savunulmaktadır.
Batı ve Türkiye kamuoyunda Kürtler denilince en çok nüfus sayıları
merak ve tartışma konusudur. Türkiye’deki diğer azınlık nüfusların yaptırım
gücü zayıfır. Türkiye’de Türkler’den sonra en büyük nüfusu Kürtler oluşturuyor.
Kendi aralarında ise Şafii Kürt nüfusun oranı en yüksek orandır. Şafii Kürtler
tüm Kürtler’in % 70’ini, Hanefi Kürtler tüm Kürt nüfusun % 10’unu, Alevi Nüfus
%20’sini oluşturur. Hıristiyan ve Yezidi Kürt sayısı orana giremeyecek kadar
küçüktür.
1965 Genel Nüfus sayımında Kürt Nüfus; 2.219.502 dir. 1982 de
Genel Nüfus sayımına göre; 3.800.000 dir. 1984 de; Genel Nüfus Sayımına göre;
6.200.000 dir. Bugün il ilçe köy düzeyinde HADEP, DEP, DEHAP’ın seçimlerde
aldığı oylara göre v.s tahminen, 9-10 milyon arasıKürt nüfus bulunuyor. Bu
oranın içinde 1 milyon civarında da Zaza nüfus bulunuyor.
İllere göre dağılım ise şöyledir: Şafii Kürtlerin veHanefi
Kürtler’in nüfusları; Van, Hakkari, Ağrı, Siirt, Bitlis, Batman, Şırnak, Muş,
Diyarbakır, Urfa illerinin nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyor. Bir kısmında bu
oran %70-80 civarındadır. Kars, Mardin, Bingöl, Erzurum, Elazığ, Malatya, Adıyaman,
Gaziantep, Maraş, Tunceli, Erzincan, Sivas’ta ise seyrek olarak bulunuyor.
Tunceli, Erzincan, Sivas’ta Şafii Kürt hiç yoktur. Osmanlı
dönemindeki sürgünler nedeni ile; Cihanbeyli, Haymana, Kulu, Tokat gibi
ilçelerde de vardır. Son yıllarda ki göçler nedeni ile ise; Ankara, İstanbul,
İzmir başta olmak üzere, Bursa, Adana, Antalya ve Mersin’de çok önemli bir Kürt
nüfus bulunmaktadır. Bu iller dışında seyrekte olsa bazı illerde de vardır.
Alevi olup Kürtçe ya da Zazaca konuşan nüfus ise; Tunceli, Erzincan,
Sivas, Elazığ, Malatya, Antep, Adıyaman, Maraş, Bingöl il merkezlerinde ve
Elbistan, Pazarcık, Kürecik, Akçadağ, Sarız,Çayırlı, Tercan gibi ilçelerde
bulunuyor.Kürtçe konuşan ya da Zazaca konuşan Alevi sayısı ise yaklaşık 1
milyon civarındadır.
Güneydoğu illerinden Batı illerine İstanbul, Ankara, İzmir hatta
Antalya, Adana, Mersin gibi illere gelen Kürt nüfus kısa zaman sonra göç
etteiği bölgede yaptığı seçimlerde gösterdiği siyasal davranışı göstermiyor.
Bölgede “Kürtçü” bilinen partiye oy verdiği halde Batıdaki kentlere
göçtükten sonraaynı davranış görülmüyor. Oylar başka partilere gidiyor.
Kürtler’de grup kimliğini oluşturan ortak koşul etnik kimlikten
ziyade dinsel hatta mezhepsel kimliktir. Etnik kimlik ikinci planda
kalır.Örneğin; seçimlerde geleneksel Şafii Kürt seçmen, önce dinimin partisi
diye ifade ettiği Refah-AKP çizgisi, sonra milliyetimin partisi diye ifade
ettiği etnik kimliğe öncelik vermektedir. Kürt bölgesinde feodalizm ağırlıklı
olarak kendini toplumsal hayatta hissettirmektedir. Bölgede merkezi otoriteden
çok mahalli otorite olarak ağanın otoritesi hakim olan otoritedir. Mahalli
otorite olarak “AğalıkSistemini” karşısına alan merkezi otorite
temsilcisinin adeta yönetim şansı yoktur. Tüm bölgedeki düzenleme adeta
bölgedeki bu “denge” üstüne oluşturulur.
Osmanlı döneminde bu durum “ağalık-şeyhlik” lehine daha hakimdi.
Cumhuriyetle birlikte kısmen bu otorite sarsıldı. Osmanlı’da tüm mülk Allah
adına padişahındı. Özel mülkiyet yoktu. Ama bu kural Güneydoğu bölgesi için bir
istisna teşkil ediyordu. Bu bölgede Aşiret reisi olan ağalara, şeyhlere
gerektiği zaman Osmanlı sarayı toprakları babadan oğula miras yolu ile geçmekte
dahil veriyordu. Bu bölgede tımar sistemi uygulanmıyordu. Osmanlı sarayı Kürt
feodallerine adeta rüşvet dağıtıyordu. Kürt feodalleride bölgede Osmanlı’nın
adeta ileri karakolu idiler.
Kürt feodalleri Osmanlı’dan elde ettiği bu ayrıcalıklar nedeni ile
Cumhuriyet’i benimsemedi. Cumhuriyete karşı Osmanlı’nın yanında yer aldı.
Osmanlı’da kurulan HamidiyeAlayları kurulacakKürt devleti için adeta ordu
oluşturuyordu.Kürtlere devlet yönetimini öğretiyordu. Bazı Kürt ağalarının
çocukları Londra’da okutuluyordu. Kürt Teali Cemiyeti İngilizler’in
desteklediği örgütlediği işbirlikçi bir örgüt idi.
Kürt feodalleri ile laiklikten demokrasiden, insan haklarından,
kadın-erkek eşitliğinden ve kanun önünde eşitlikten yana olan Cumhuriyet
yönetimi arasında kan uyuşmazlığı vardı. Başta Kürt Teali Cemiyeti kanalı ile
hilafeti saltanatı, şeriatı savunan Kürtler, Cumhuriyet kuruluncada yaptıkları
isyanlarla Cumhuriyet karşıtlıklarını sık sık gösterdiler.
Cumhuriyet yönetimine karşı, 1925’de Şeyh Sait önderliğinde
Bingöl’de ardından Raçkotan veRaman’da, Sason’da, Ağrı’da, Mutki’de, Bicar’da
ayaklandılar. Asi Resul, Tendürik, Savar, Zeylan, Oramar ayaklanmalarıda bu
ayaklanmaları izledi. Yaklaşık 20 ayrı ayaklanma ile Kürt feodalleri emperyalizme,
işbirlikçilerine ve Osmanlı sarayı artıklarına karşı mücadele eden Kuvay-i
Milliye ordusuna karşı ayaklandılar.
Cumhuriyet’e karşı gerçekleşen bu ayaklanmaları o günkü dünya
siyaset tablosundan ayrı düşünmemek gerekir. Sadece Şeyh Sait İsyanıTürkiye’ye “Musul-Kerkük
Petrollerini” kaybettirmiştir. Bu ayaklanmalar hala paylaşılamayan
Orta-Doğu petrol yataklarının hakimiyetini elde etme yarışından başka birşey
değildir. Bugünden düne bakıldığında aradan geçen 80 yıldan sonra yine başa
dönülmüş bulunuluyor.Değişen sadece hakimiyet mücadelesi veren güçler dengesi
oluyor.
Osmanlı döneminde Kürtler, Türkler’den daha intiyazlı bir
toplumsal kesimdi. Türkler “edraki bi idrak” iken Kürt feodallerinin
tapu hakkı vardı. Türkmenler’in tapu hakkı yoktu.
Cumhuriyet yönetimine karşı Kürt feodallerinin en büyük tepkisi
kanun önünde eşitliği kabul etmemeleridir. Onlar Osmanlı’daki imtiyazlarının
devamını istiyorlardı. Bu nedenle “Toprak Reformu”na, Doğu’ya
kadın-erkek eşitliğinin, eğitimin, yolun, suyun, okulun, seçme ve seçilme
hakkının özgürce kullanılmasına hep karşı oldular. Cumhuriyet vatandaşlarına
kanun önünde eşit olma ilkesini getirdi ve uyguladı.Kamuoyunun bildiği gibi
1.TBMM’nin üçte biri Kürt milletvekillerinden oluştu. Bu oran adeta
gelenekselleşti. Bugünkü TBMM’nin de üçte biri Kürt kökenli milletvekillerinden
oluşmuş bulunuyor. Şimdiye kadar kurulan 50’yi aşkın TBMM hükümetinde yüzlerce
Kürt kökenli milletvekili bakan olmuştur. Şu andaki Başbakan baş danışmanı
Cüneyt Zapsu 1925’te Cumhuriyete isyan eden Şeyh Sait’in torunudur. İçişleri
Bakanı Abdulkadir Aksu, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ve 10’a yakın bakan
Kürt kökenlidir.
Cumhurbaşkanı MustafaKemal Atatürk’ten sonraki Cumhurbaşkanı İsmet
İnönüMalatya’lı olup Kürt kökenlidir. Başbakan ve Cumhurbaşkanı olan Özal
Malatyalı ve Kürt kökenlidir. Bülent Ecevit’in Kürt kökenlidir. Türkiye’de
önemli bir sermayedar kesim Kürt kökenlidir. Halis Toprak, Ağa Ceylan, İçkale,
Tatlıcılar v.s. bunlardan sadece bir kaçıdır EskiDEP’li Ahmet Türk Güneydoğu’da
Mardin’de “Kanço Kale” denilen malikanesinde 5 bin özel koruması ile
korunan şatosunda yaşıyor. DYP eski milletvekili Sedat Bucak ve aşiretinin
15.000 silahlı adamı bulunuyor.
Tüm bunlara karşın Kürt eksenli siyaset ile seçimlere
katılan HADEP, DEP, DEHAP adları %10 Kürt nüfusun ancak %4’ünü alabilmektedir.
Özellikle kentlere göçen Kürtler, Kürt eksenli siyaset yapan partiye oy vermede
çok ekonomik davranıyorlar. Alınan oy; genel seçimlerde 1,5 milyonu %4’ü %5’i
geçmiyor. Bu sonuçlarda bu tür siyasallaşmaya halkın ilgisinin ölçüsü
sayılabilir. Toplam Kürt Nüfus 10 Milyon ise bu oran yaklaşık % 10’u sayılır.
Uzun yıllardır her uluslararası toplantıda Türkiye’den Kürtlerle
ilgili olarak; Kürtçe yayın ve Kürtçe’nin anadili olarak isteyenin
öğrenebilmesi için öğrenme hakkı isteniyordu. Mayıs 2004 de devlet televizyonu
ve radyosu ile Kürtçe yayın başladı. Yaklaşık bir yıldır da Kürtçe kursları
açıldı. Ama ne yazık ki, Ne Kürtçe öğretmek için açılan dershaneler yeteri
kadar öğrenci bulabildi. Ne de TRT’nin TV ve radyo kanalı ile başlattığıKürtçe
veZazaca yayını yeterli ilgiyi topladı.
Batman’da bile açılan Kürtçe kursuna 480 kişilik dersaneye 80
kişilik öğrenci kayıt yaptırdı. Bu durum bu talebin halktan kaynaklanmadığını,
halkın somut durumuna hitap etmediğini kabul edene etmeyene göstermiş oldu.
Demek ki talep önemli ölçüde siyasi bir talepmiş, ya da küçük bir azınlığın
talebi olduğunu gösteriyor.
•
Nikitkin, Kürtler 1995 İstanbul
•
Bazinin, Kürt Tarihi 1992 İstanbul
•
Minarsyk, Kürtleri 1978 İstanbul
•
İ. Beşikçi (Bütün Kitapları) 1995 Ankara
•
Kemal Burkay, Kürt Tarihi 1996 İstanbul
•
Yalçın Küçük, Kürtler Üstüne Tezler, 1988 Ankara
•
Kürt İsyanları (Genel Kurmay Belgeleri 3 Cilt) 1992 İstanbul
•
P.A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar 1992 İstanbul
•
M.Bayrak, Kürdoloji Belgeleri, 1997 Ankara
•
M. Bayrak, Alevilik ve Kürtler 1997 Ankara
•
Şeref Han, Şerefname, 1998 İstanbul
•
İsmail Göldaş (Bütün Kitapları) 1990-2004 İstanbul
•
Abdullah Öcalan (Bütün Kitapları) 1990-2004 İstanbul
Dil konusunda Unesko’nun yaptığı bir araştırmaya göre bugüne dek
dünyada konuşulmuş ve konuşulmakta olan 7 bini aşkın dil tesbit edilmiş
bunların 4 bin küsuru tarihe mal olmuş, halen konuşulan dil sayısı ise 3 bin
küsur kadardır. Bu arada yeni diller de oluşuyormuş, 18 tane yeni dil tesbit
edilmiş, bunlardan biriside Almanya’da bulunan Türk işçilerinin orada doğup
Alman toplumuna tam uyum sağlamamış gençlerin konuştuğu dilmiş. Bu dilde
Almanca ile Türkçe karışarak yeni bir dil oluşmuş. Bu ortaya çıkan durumu
Unesko ayrı bir dil olarak saptamış. Böyle şeyler geçmişte olduğu gibi bugün ve
gelecekte de olabilir demektir.
Dünyada halen konuşulan 3 bini aşkın dil var. Ama buna karşın 177
tane devlet var. Yani her dil sahibi, bir devlet kurmamış. Her devlette ise dünya
ortalamasına göre; yaklaşık 17 dil var. Bu ortalama tabi ülkeden ülkeye,
devletten devlete değişiyor. Çin, Hindistan gibi ülkelerde yüzlerce dil var.
Ama tek dilli devlet yok. Bu konuda en homejen devletler bile birden fazla
dilin konuşulduğu devletlerdir.
O halde farklı etnik ve dinsel yapılardan kaçınmak elimizde değil.
Bunun yolu en uyumlu şekilde ortak hukuk çerçevesinde yaşamı sağlamaktır.
Devlet yöneticilerine düşen görev bir orkestrayı en güzel şekilde yönetmektir.
Orkestradan çıkan akortsuz sesleri anında tesbit edip normal seyrine sokmaktır.
Akortsuz sesler var diye orkestradan da müziktende vazgeçilmez. Müzik tek nota
ile olursa monoton kalabilir. Müzik çok nota ile gelişir. Müziğin gelişmişlik
derecesi kullandığı müzikal çeşitlilikle ölçülür.
Türkiye’deki Zazalar’a gelince; Zazalık etnik bir ayrımdır.
Dinsel ayrım değildir. Ama Zazalar’ın etnik kimliği hayli tartışma konusudur.
Türkiye’deki Kürt milliyetçiliğini savunan siyasi akımlar Zazalar’ın Kürt
olduğunu Zazaca’nında Kürtçe’nin bir şivesi olduğunu savunuyorlar. Türkiye’deki
Türk Milliyetçiliğini savunan bazı siyasi akımlar ise Zazalar’ın Türk olduğunu,
Zazaca’nın da Türkçe’nin bir kolu olduğunu savunuyorlar. Her iki kesimde
tarihçilerden ve sosyologlardan bazı referanslar vererek iddialarını
güçlendirmeye çalışıyorlar.
Zazalar’ın Kürt mü? Türk mü? olduğu şeklindeki etnik yapı
tartışması sürerken 1988-89 yıllarında İsveç’te Türkiye’den siyasi nedenlerle
yurtdışına çıkan Ebubekir Pamukçu adlı yazar Zazalar’ın ne Türk nede
Kürt olmadıklarını onların ayrı bir etnik kimlik olduklarını Zaza oldukları
iddiasını çıkardığı dergi (Piya) vekitapta iddia etti. Bu düşüncenin yurt
dışında olduğu gibi yurt içinde de yansımaları oldu. O tarihe dek çoğunlukla
Zazalar’ı, Kürtlerin bir koluZazaca’yı da Kürtçe’nin şivesi sayan bazı eski
Kürtçü ve Sosyalist Zazalar Zazalığı savunmaya başladılar. Konu ile ilgili
referans olabilecek dergi ve kitaplar çıkardılar. Bu çalışmalar Zazalar, Kürt
değilse kimdir? Sorularını tartışma konusu edinceZazalar’a Kürtler’den ayrı bir
tarih arama gereksinmesi ortaya çıktı. Berhem Dergisi, Piya ve Ayre Dergisi ile
Ali Kaya’nın Dersim Tarihi ve Deylem’den Dersim’e kitapları bu arayışın
sonucu ortaya çıkan çalışmalar oldu.
Bu tartışmalar konusunda bazı bilgiler vermek gerekirse; Davit M.
Mac Kenzie; Zazalar’ın bugün yaşadıkları topraklara ne zaman göç ettiklerini
bilmediğini ve Medler ile Kürtler arasında bir bağ kurmanın yanlış olduğunu
ifade ettiği görülüyor. Polbius ise; Medler’in kuzey komşuları olan
Deylemliler’den sözederek, onların bugünkü Zaza’ların ataları olduğunu ifade
ediyor. Minorski; “Zaza bu insanlara ve konuştukları dile komşularınca verilen
addır. Onlar kendilerine Dimil derler. Şimdiki, dilbilimcilerin bu ismin
Deylem’den türediği üzerinde anlaştıkları açıktır,” Diyor. Oskar Man ise; 19061907
yıllarında bölgede yaptığı araştırmalar sonucu hazırladığı yazıdaZazaca’yı
Kürtçe’nin bir lehçesi olarak adlandırıyor.W. B. Loocwood veT.M. Jhonstone
ise; Dimilice’yi iyi bir dil olarak kabul ediyor. Terry Lynn Toodd;
Dimilice’den hareketleZazalar’ın ayrı bir halk olduğunu belirtir. İngvar
Sauberg; Zazalar’ın ayrı bir halk olduğunu belirtir. Mac Kenzie’de Zazaca’yı
ayrı bir dil olarak kabul eder. F. Müller; Zazaca’nın Kürtçe ve Farsça’dan
türeyen bir dildir diyor.
Hadank; Zazacayı ayrı bir dil olarak görüyor. Albert Socin
1898’de;(1) Zazalar, Kurmanci’den farklı diyalekt konuşan Kürtlerdir.Diyor.
V. Minorsky ise İslam Ansiklopedisi’nin İngilizce basınında; “20.
yüzyılda Kürtler arasında kesinlikle Kürt olmayan bir unsurun-Zaza-tesbit
edildiğini belirtir.” dedikten sonra; “Zazaların Kürtçe’den çok farklı bir
Kuzey-Batı lehçesi konuştuklarına” değinir. Zazalar için; “Gerçek Kürtler
olmayan İran’lı aşiretler” diyor.
O. Mann, M. Kenzie, Haddak, Bruinessen, Güran ve Hewrami Zazaları
Kürtler’den kararlılıkla ayırmaktadır. Prof. Kojima’da; Zazaca’yı ayrı
bir dil olarak sınıflandırmakta hatta bir Kürt dil grubunun bulunmadığını diğer
lehçelerinde ayrı bir dil hürriyeti taşıdığını ifade etmektedir.(2) Prof. Dr.
Yalçın Küçük ise; Zazaca çokça sanıldığının aksine Kürtçe’nin bir lehçesi
değildir. Zazaca Kürtçe dışı kalıyor.” diyor.
Değişik araştırmacıların tesbitlerinde de görüldüğü gibi Zazalar
farklı etnik kimliklerde ifede edilmektedir. Bu farklılık birazda Zazalar’ın
muğlak yapılarından kaynaklanıyor olabilir. Ayrıca; sosyal bilimlerde bir ilke
vardır. Ulusların kökenini etimoloji yolu ile tanımlamak her zaman sağlıklı
değildir. Etimolojiler, tarihi ve coğrafi olgulara özgül özelliklere
analizlerinde önemli yer vermek zorundadırlar.
Unesco Almanya’da Almanca-Türkçe karışımı oluşan dile ayrı bir
dildir diyor. Yani bu dil Almanca’dan ve Türkçe’den oluşsada Almanca’da
değildir. Türkçe’de değildir. Ayrı bir dildir. Peki bu dili konuşanlar ayrı bir
etnik kimliktendir denebilir mi? Denemez. Çünkü bu insanlar Türktür. Bu nedenle
Zazaca konuşan herkese de Zaza’dır veya Kürttür demek çok nesnel bir tanımlama
olmaz. Bu nedenle; Tunceli’li, Erzincan’lı, Sivas’lı bir çok yaşlı Zazaca bilen
kimse; “Horasan’dan gelen Türküz” demesi anlamlıdır. 1921 TBMM Dersim
MilletvekiliHasan HayriBey Meclisteki konuşmasında; Harezm’den gelen veTürkçe
konuşan atalarına Selçuklu hakanı Alaaddin Keykubat tarafından buralarda yer
verilmiş olduğunu açıklıyor. Yavuz Sultan Selim zamanında, Harezmli
AleviTürkler Dersim dağlarına çekilmek zorunda kalmış ve bu tecrit neticesinde
Kürtleşmişlerdir ya da Zazalaşmışlardır.Diyor.(3) Aynı düşünceleri yazar M.
ŞerifFırat’ta, ‘Yörenin Zazalarının 300 yıl öncesine kadar Türkçe
konuştuklarını süreç içinde Zazaca’yı yadaKürtçe’yi öğrenip Kürtleştiklerini
ifade ediyor.(4)
Zazalar’ın tarihi ve etnik kimliği ile ilgili ileri sürülen
görüşleri özetlemek gerekirse; Birinci görüş: Zazalar’ın Kürt olduğu,
Zazaca’nında tıpkı Goranca, Soranca gibi Kürtçe’nin bir lehçesi olduğudur. Bu
görüşü Kürt milliyetçisi bütün akımlar savunmaktadır. Zaza olup bu siyasi
oluşumlar içinde olan kişi ve gruplarda savunmuştur ve savunmaya devam
etmektedirler. Kürt milliyetçiliğini savunanlara göre Zazalar’ın Kürt
olmadığını savunmak “Bölücülüktür.” Kürtlere karşı düşmanca bir faaliyet
görmek ile aynı anlama gelmektedir.Bu nedenle Zaza olupta ben Kürt değilim
Zaza’yım diyenler bunların çok tepkisini çekmektedir.
Zazalar’ın Zaza olduğunu savunmanın tarihi yenidir. 1988’lerde
Ebubekir Pamukçu ile başlamıştır. Bu ise Zazalık ile ilgili ikinci görüştür.Bunlar
Zazalar’ın Kürt olmadığını ayrı bir dilleri olduğunuTürk’te olmadıklarını ayrı
bir etnik kimlik ya da milliyet olduğunu bununda adının Zaza halkı olduğu
şeklindedir. Kesinlikle Kürt olmadıklarını savunuyorlar. Zazalar’ın tarihi
konusunda ise; bir görüş tarihlerini Mezopotamya’da ararken diğer bir görüş
tarihlerini İran-Deylem’de aramaktadır. Deylem’den Anadolu’ya 1100-1200
yıllarında geldiklerini savunuyorlar.Zazalık ile ilgili, üçüncü görüş ise,
Zazalık diye ayrı bir etnik kimlik yoktur. Zazalar Kürt’de değildir. Zazalar
Türktür. Zazaca ise Orta Asya’daki Türk şivelerinden birisidir. Bu düşünceyi
ise Türk Milliyetçiliğini savunan bir grup kişi ve çevre savunmaktadır. Dördüncü
farkı düşünce ise; Kürtler ayrı bir etnik kimliktir. Ama 4-5 parçalıdır.
Zazalar Kürt değildir. Zazalar Türk’te değildir. Zazaca ise; Farksa, Arapça,
Kürtçe, kısmende Türkçe karışımı karma bir dildir. Bu tür olaylar toplumların
tarihinde olağan şeylerdir. Ama Türkiye’de Zazaca konuşan herkes Zaza değildir.
Özellikle Alevi-Türkmen Osmanlı döneminde Yavuz-Şah İsmail çatışmasında can
güvenliği nedeni ile Zazaca ve Kürtçe konuşulan bölgeye zorunlu ikamette
bulunmuş ve geçen 400-450 yıl içinde ana dili yerine Zazaca ve Kürtçe ikame
edilmiştir. Bu tarihsel toplumsal olayda AleviTürkmenler’in Zazalaşması ya da
Kürtleşmesi olgusu gerçekleşmiştir.
ZAZALAR’DA DİN
Zazalar’ı incelerken ikiye ayırarak incelemek
gerekir. Bu ayırım: 1) Alevi olup Zazaca konuşanlar 2) Sünni İslam’ı benimseyen
Zazalar.Bu grubu da kendi içinde 2’ye ayırmak gerekiyor: a) Hanefi Zazalar
b)
Şafii Zazalar. Zazalar arasındaki görünüşte basit gözüken bu İslam
içindeki dinsel farktan kaynaklanan ayrım ayırt edici bir öneme sahiptir.Bir
araştırmacının dediği gibi; “Alevi ve Şafii” Zazalar taban tabana zıt iki
toplumsal yapıyı gösteriyorlar.”(6) Bu taban tabana zıt denen tesbit o denli
isabetli görünüyorki Alevi Zazalar’ı Deylem’den 1100-1200 yıllarında Anadolu
(Dersim)ya getiren tarihten beri Alevi Zazalar ile Sünni (Şafii) Zazalar
birbirine hiç dost olmamışlardır. Bin yıllık bir toplumsal tepki vardır. Bu iki
yapı nasıl aynı milliyetin parçaları olabilirler.
Zazalar Türkiye’den başka yerde yoktur. Kürt’e, Türk’e, Ermeni’ye,
Süryani’ye, Yezidi’ye yakın coğrafya olan İran, Irak, Suriye v.s. de görmek
olası iken Zazalar bu yakın coğrafyalarda yoktur.
AleviZazalar ile Sünni (Şafii) Zazalar’daki sosoylojik farklılık
ister istemez Aleviler’in Zazaca’yı sonradan öğrenen ve hatta Zazalaşan Türkmen
Aleviler olduğu tezini güçlendiriyor.Tarihte AleviZazalar ile Şafii Zazaların
ortak bir toplumsal tepkisi, ortak tavrı v.s. olmamıştır. Toplumsal zıtlık bu
iki toplumsal grup arasında hep varolmuştur. AleviZazalar ile Şafii Zazalar
coğrafi olarakta biribirinden ayrı bölgelerde yaşıyorlar. Alevi Zazalar; Tunceli’de-Ovacık,
Hozat, Nazmiye, Mazgirt, Pülümür yerleşmelerinin hemen tümü Zazaca konuşan
nüfustur. Mazgirt, Pertek, Bingöl-Kığı, Karlıova gibi yerleşmelerdeKürtçe
konuşan Aleviler’le ortak yaşıyorlar. Bu bölgeler dışında Erzincan’da-Çayırlı,
Tercan, Kemah, Refahiye ilçeleri ve Merkez ilçe köylerinde nüfusun yaklaşık
%20’si kadar Zazaca konuşan Alevi nüfus bulunuyor. Sivas’ın ise, İmranlı, Zara,
Divriği ve Kangal’ın bazı köylerindeZazaca bilen Aleviler var. Ayrıca; Erzurum
Hınıs ve Muş-Varto’da Zazaca bilen Aleviler yaşıyor. Zaza Alevi denilen
toplumsal kesimin oturduğu klasik coğrafya burasıdır, son yıllarda göçler
nedeni ile, Avrupa ve İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Adana,Mersin, Antalya
gibi kentlerede Zaza Aleviler gelmiştir.
SünniZazalar ise;
çoğunluğuBingöl’de Genç, Solhan, olmak üzere Elazığ, Karakoçan, Palu, Muş
Varto’da, Diyarbakır-Kulp, Lice, Çermik, Siverek, Cüngüş, Adıyaman,
Urfa-Karacadağ veMardin-Derik sayılabilir.
Zazalar’ın nüfusu 1965 Genel Nüfus sayımlarında Kürtçe konuşan
nüfus ile sayıldığından doğru sonuçlardan çok uzaktır. Bu sayımlarda Zaza
nüfus; 150.644 olarak görülüyor. 1972 de ise; 300 bin kişi kabul edilmiştir.
BugünZazalar tarafından yapılan tahmine göre; 1 milyon ile 1.5 milyon arasında
Zazaca bilen nüfusun olduğu ifade ediliyor. Bunun ise %60’ı,Sünni-Şafii
Zazalar’dan %40 civarı ise Zazaca bilen Aleviler’den oluştuğu tahmin ediliyor.
Alevi Zazalar’ın kendi içinde ve diğer Aleviler ile, Şafii
Zazalar’ın da kendi içinde ve diğer Kürtlerle evlendiği görülüyor.Alevi Zaza,
Şafii Zaza evliliği mümkün olmayan bir olgu gibidir. Ortak payda oluşumunda
dinsel ayrım tayin edicidir. Küçük bir siyasallaşmış Zaza aydınlar dışında
Zazalık ortak payda değildir. AleviZazaları bir araya getiren ortak bileşken
Alevi olmalarıdır. Şafii Zazaları’da bir araya getiren ortak yapışkan Şafii
inancıdır.Zazalık her iki kesim için ortak payda olmamıştır. Alevi Zazalar,
Türk Alevileri, Şafii Zazalar’dan kendilerine daha yakın buluyorlar. Hatta
Alevi Zazalar, Türk Sünnileri bile Şafii Zazalar’dan kendilerine daha yakın
buluyorlar.
•
Ebubekir Pamukçu, Dersim Ayaklanması 1990 İstanbul
•
Ali Kaya, Dersim Tarihi, 1999 İstanbul
•
Ali Kaya, Deylem’den Dersime, 2001 İstanbul
•
A. T. Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı 1999 Ankara
•
N. Uluğ, Derebeyi veDersim, 2001 Ankara
•
Kızıl Yol (Dergi 4 sayı) 1983 Almanya
•
Muuzur Çem, Zazaca Gramer, 2003 İstanbul
•
H.R. TankutZazalar Üzerine Sosyolojik Tetkikler, 2000, Ankara
•
Dr. Suat Akgül, Dersim, 2000, Ankara
Rum sözcüğü, Romeos (Romalı) sözcüğünden türetilmiştir. Rum
sözcüğü başlangıçta Bizans (Doğu Roma) İmparatorluğu’nun halkı anlamında
kullanılmıştır. Daha sonraki yıllarda ise, Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebine
bağlı Yunanca konuşan kimseleri ifade etme anlamında kullanılmıştır.
Rumlar, Bizans döneminde Batı Anadolu özellikle İstanbul ve İzmir
halkının büyük bir çoğunluğunu oluşturmuşlardır. Anadolu, önce Türkmen
Beylikleri, ardından Selçuklu Türkler daha sonraki yıllarda da Osmanlı
Devleti’nin gelişme seyrine koşut olarak Türkler’in hakimiyetine geçmiştir. Bu
durum aynı zamanda Anadolu’nun Türkleşmesini ve Müslümanlaşmasını gerçekleştirmiştir.
İstanbul’un yerli halkının çoğunluğunu oluşturan Rumlar
İstanbul’un fethinden sonra da kentin nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturmaya
devam etmişlerdir. Ortodoks Hıristiyanlığın dinsel merkezi olan Fener
RumPatrikliği fetihten sonra da varlığını sürdürmüştür. İstanbul’un anahtarını
bizzat dönemin patriği Ayasofya’da yaptığı bir törenle Fatih Sultan Mehmed’e
vermiştir. Osmanlı ile Rum Patrikliği arasında kurulan olumlu diyalog uzun süre
devam etmiştir. 1839’da Tanzimat Fermanı ile ilan edilen Reformlar sonucunda
ise Osmanlı İmparatorluğu Rumlara “millet” statüsü vermiştir. Böylece
Rumlar Osmanlı İmparatorluğu içinde özerk bir statüye sahip olmuşlardır. Artık
Rumlar Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde içişlerinde bağımsız özerk idari bir
yapı statüsünde bulunuyorlar.
Osmanlı Sarayı ile Fener Rum Patrikliği arasındaki kurulan olumlu
ilişki nedeni ile olsa gerek Osmanlı Sarayı’nın yönetim erki süreç içerisinde
Rum kökenli yöneticilere kapılarını açmıştır. İstanbul’un Fethi sırasında
Vezira zam olan Türkmen Çandarlılar yönetim erkinden tasfiye olmuş yerine Rum
kökenli Zaganos Paşa getirilmiştir. Bunu yenileri izlemiştir. İstanbul’un
Fethi’nden sonra Osmanlı Sarayı’nın yönetim erkine vezirazam, kaptanı Derya ve
Başdefterdar olarak son 400 yıl içinde Türk kökenliden çok Rum, Ermeni, Hırvat,
Sırp v.s. kökenli yöneticiler görev yapmıştır.(1)
Hıristiyan azınlıkların Osmanlı Sarayı ile kurduğu bu ilişki; 1.
Dünya Savaşı sonucunda Anadolu’nun batısını işgal kuvvetleri ile birlikte
Yunanistan’ın da silahlı işgali ile son bulmuştur. Türk Kurtuluş Savaşı
sonucunda, Batı Anadolu’yu silahlı işgal eden Yunanistan’ın yenilgiye uğrayıp
çekilmesi ile birlikte Rum nüfusta önemli ölçüde Yunanistan’a zorunlu göç
yapmıştır.
1925 de Lozan Antlaşması uyarıncaYunanistan’daki Müslümanlarla,
Türkiye’deki Rum nüfusun yer değiştirmesi kararlaştırıldı. İmroz (Gökçeada) ve
Bozcaada Rum nüfusu bu yerdeğiştirmenin dışında tutuldu. Savaş sonrası
tamamlanan mübadele sonucu; Anadolu’dan Yunanistan’a 1,5 milyon Rum nüfus
gitti. Yunanistan’dan Türkiye’ye ise 600 bin Türk nüfus geldi. Bu mübadelede
Rumca bilip Türk olan Karaman Türkleri’de Rum sayılıp Yunanistan’a gönderildi.
Bu sonuç yıllarca tartışılmıştır. Çünkü nüfus 37
değiştirmede kıstas Hıristiyan olanın Anadolu’dan Yunanistan’a gönderilmesi
şeklinde uygulanmıştır. Orta ve Batı Anadolu’da Karaman Türkleri gibi
Hıristiyan Türkler’de Anavatanlarında Türk devleti eliyle Yunanistan’a sürgün
edilmişlerdir.
Türkiye ile Yunanistan devletleri arasında 1925’de yapılan nüfus
mübadelesi sonucu; Türkiye’de 100 binden fazlası İstanbul’da ikamet eden 10 bin
kadarı ise İmroz veBozcaada’da yaşayan 110 bin civarında Rum nüfus bulunuyor.
1935’de yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin yaptığı ilk sayımda ise
ülkenin nüfusu; 13.889.000. Bu sayımda Rum nüfus; 108 bin, Ermeni nüfus; 57
bin, Musevi nüfus ise; 42 bindir. Bu sayılar 1950 nüfus sayımlarında ise şöyle
olmuştur. Toplam nüfus; 20 milyon 947 bindir. Rum nüfusun toplamı; 89 bin,
Ermeni nüfus; 52 bin, Musevi nüfus ise; 35 bin olarak tesbit edilmiştir.
Nüfus genel olarak arttığı halde Rum, Ermeni ve Musevi nüfusun
azalış nedeni yurt dışına giden güçtür. Türk-Rum dış politikasına koşut olarak
oluşan gerginlik Rum nüfusun Yunanistan’a ya da Avrupa ülkeleri ve ABD’ye
göçünü gerçekleştirmiştir. Aynı yıllarda Batı Trakya’dan da önemli bir Türk
nüfus Türkiye’ye ve Avrupa ülkelerine göç etmek zorunda kalmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu sırada Lozan’da yapılan “Lozan
Antlaşması” gereğince ülkede bulunan Rumlar, Ermeniler, Museviler “azınlık”
kabul edildi ve “azınlık hakları” verildi. Yani “azınlık hakları”
denen haklardan bu toplumsal kesimler yararlanabilirler dendi. Bu kesimler
anadillerinde okul açabilirler, gazete, dergi, kitap yayınlayabilirler,
ibadetlerini ana dillerinde yapabilirler ve hatta isterlerse ayrı mezarlıkları
olabilirdi.
Museviler, kendilerine verilen azınlık haklarını istemediler.
Bundan feragat ettiler. Diğerleri ise kullanmaya başladılar.
Bazıları bu haklara karşın özellikle Rum ve Ermeniler’in göçünün
Cumhuriyet döneminde devam ettiğini ve nüfuslarının artış yerine azaldığını
ifade ediyorlar. Bunu anlamakta zorlanıyorlar. Aslında olayı anlamak çok zor
değil. Osmanlı ümmet esasına dayalı bir yönetimdi. Özellikle Rumlarla
ilişkileri iyiydi. Osmanlı’yı adeta Türkler değil Rum, Sırp, Hırvat, Arnavut
v.s. kökenli bürokratlar yönetiyordu. 1. Dünya Savaşı’nda bir toplumsal alt-üst
oluş gerçekleşti. Ümmet devletleri yerini ulus devletlerine bıraktı. 1. Dünya
Savaşı sırasında ülke işgal edildi. Bu işgale Ermeniler Doğu Anadolu’dan,
Rumlar Batı Anadolu’dan işgal kuvvetlerine eşlik ettiler. Sonunda işgale karşı
Türkler Ulusal Kurtuluş Savaşı verdiler. Çanakkale’de sadece Yunan işgaline
değil başta İngiltere olmak üzere yedi düvele karşı varolma mücadelesi verdi.
Bazı verilere göre, Türk ulusal Kurtuluş Savaşı’nda yaklaşak 3 milyon insan
öldü. Kazancın faturası Türk halkına çok ağır fatura edildi.
Bu savaşta; OsmanlıPadişahı, sarayın üst yönetiminin bir kısmı ve
Rumlar, Ermeniler önemli ölçüde işgal kuvvetlerinin yanında yeraldılar.
SavaşıTürkler kazandı. ÖncePadişah ailesi efradı, tacı, tahtı ile hilafeti ve
şeriatı ile Türkiye Cumhuriyeti tarafından sınır dışı edildi.
Padişahını dahi işgalcilerle işbirliği yaptığı için sınır dışı
eden yeniTürkiye Cumhuriyeti devleti, işgalci ile işbirliği yapan Rumları ve Ermenileri
ne yapabilirdi. Ödüllendirmesi mi bekleniyordu?
Ayrıca böyle bir toplumsal mücadelede aktif olarak taraf tutmuş
savaşta yer almış Rum ve Ermeni asıllı kişi de artık Türkiye’de kalmak
istemiyebilir. Bunda şaşırmamak gerekir. Bu toplumsal kesimlerin nüfuslarının
neden artmayıp azaldığını anlamakta zorluk çekmemek gerekir.
Batı’da feodal İmparatorluklar, krallıklar yıkıldı. Cumhuriyetler
kuruldu. Ama dikkat edilirse Krallar, Kraliçeler v.s. korunmuştur.
Korunmaktadır. Ama Türk Devrimi işgalci Emperyalistlerle işbirliği yapan
padişahını, tacı ile tahtı ile, hilafeti ve şeriatı ile sınır dışı etmiştir.
Peki bunlarla işbirliği yapan ya da onların tanıdığı imtiyazlardan yararlanarak
ülkeyi yöneten işbirlikçilerini ne yapmalıydı? Herhalde 38
ödüllendirecek değildi. Zaten olaylarda böyle gelişti. Böyle
olmasaydı durum eşyanın tabiatına aykırı olurdu.
Çeşitli kaynaklar; günümüzde Rum nüfusun 1.500-2000 kişiden ibaret
olduğunu, Ermeni nüfusun 60 bin, Museviler’in ise, 25 bin olduğunu belirtiyor.
Türk-Yunan gerginliği Kurtuluş Savaşı’nın bitmesi ile bitmedi.
Türkiye ile Yunanistan arasında; BatıTrakyasorunu, Egesorunu, Kıta sahanlığı
sorunu, Kıbrıs sorunu hala sıcaklığını sürdürüyor. Türkiye’de yaşayan Rum için
şartlar ne denli güvenli ise, Batı Trakya ya da Güney Kıbrıs’ta yaşayan Türk
içinde o denli güvenli. Bu durum iki ülkenin bölge ile ilgili siyasetlerine
koşut olarak değişiyor. Bu nedenle bu durumun faturasını sadeceTürkiye’ye
çıkarırsak durum saptamasında gerçekçi olamayız. Önce kendimizi sonradan kendi
etki alanımızı yanıltmış oluruz.
Türkiye’deki Rumlar’ın çoğunluğu İstanbul’da yaşamaktadır.
İstanbul’un ise, Beyoğlu, Galata, Nişantaşı ile Prens Adaları adı da verilen
Büyükada, Heybeli, Kınalı Burgazadaları semtleri öncelik taşır.
Rumlar’ın genç nüfusunun çoğunluğu sosyal ve ekonomik şartlar
nedeni ile Yunanistan ya da Avrupa’ya gitmeyi tercih ediyor. Son yıllardaRumca
eğitim veren okulların öğrenci sayısı oldukça azalmıştır.
İstanbul’da konuşulan dil modern Yunanca’nın bölgesel bir
versiyonu sayılıyor. Yunanca, ya daRumca dil grubu olarak; Hint-Avrupa dil
ailesinin Helen kolundan sayılıyor. İstanbul’da konuşulan Rumca’dan Türkçe
desteği de söz konusu oluyor.
İstanbul’daki Rumlar Hıristiyan’dır. Hıristiyanlığın ise Ortodoks
mezhebindedirler. Ortodoks Hıristiyan mezhebinin iseRum Ortodoks kilisesi ya da
Ortodoks Katolik Apostolik DoğuKilisesi’ne mensuplar. Örneğin; İstanbul’da
OrtodoksHıristiyan olupta Ermeni ya da Süryani olanların kiliseleri ayrılıyor.
Rum Ortodoks Kilisesi Fener’de ki Patrikliğe bağlıdır. İstanbul Fener’deki
Patriklik Ortodoks Hıristiyan dünyası açısından çok önemlidir. Katolik dünyası
için Papalık ne derece önemli ise, Ortodoks Hıristiyan dünyası için ise Fener
Patrikanesi o derece önemlidir. 1974 yılındaki bir tesbite göre; 100.000, 1975
verilerine göre; 80.000 kişinin bu kiliseye bağlı olduğu saptanmıştır. Ayrıca,
Bizans geleneklerine bağlı 82 Katolik Rum veRum Pretestan Kilisesine bağlı 200
Protestanın bu kilisenin üyesi olduğu belirtiliyor.
İstanbul, Fener’deki Patrikliğe; Türkiye, Girit, Aynaroz, 12
Adalar, Batı ve Orta Avrupa, Afrika, ABD veYunanistan’daki kiliseler bağlı
bulunuyor. Fener Patrikhanesine bağlı İstanbul’da 20 okul var. Fener Rum
Patrikliği 4. yüzyılda oluşmuş. Yani İstanbul şehrinin oluşumundan hemen sonra
kurulmuş. Kendisini kurum olarak; “Ekümenik Patrik” yani “Evrensel
Patrik” olarak ifade ediyor.
Türkiye’deki Rumlar’ın tümü Ortodoks Hıristiyan ve tümü Rumca
konuşuyor Etnik kimlikleri ile dinsel kimlikleri adeta örtüşmüş. Bunun dışında
tercih yok. Katolik Hıristiyan Rum olmadığı gibi. Ortodoksluğunda adeta Rumlara
özgübir özellik olduğu görülüyor. Rumlar’da yabancı ile evlilik yok denecek
kadar azdır. Türk ile ise hemen hemen hiç yoktur.
Rumlar, Türkiye’de Lozan’da verilen azınlık statüsü vasıtası ile
okullarını, dillerini, dinlerini, gelenek ve göreneklerini yaşatıyorlar.
Rumlar, İstanbul ticaret yaşamında yakın zamana kadar önemli bir gücü ellerinde
tutuyordu. Beyoğlu, Galata, Nişantaşı, Adalar’daki yerlerde birçok işletme ve
ikametgah Rumlara aittir.
Türkiye veYunanistan arasında dış politakada zaman zaman yaşanan
siyasi gelginliğe rağmen günlük hayatındaişinde gücünde olan Türk ve Rum halkı
arasındaki diyalog oldukça olumludur. Birçok Rum kendisini vatandaşı olması
nedeni ile ve anavatan olgusu nedeni ile Türk hissettiğini ifade ediyor.
Dış politikadaki yumuşama sağlanması durumunda bu iki komşu halkın
dost olmasının önündeki nedenler kalkmış olur.
Türkiye’de Rumlar’dan sözedince Pontuslular’dan da sözetmek gerekir.
Pontuslular adı, Osmanlı İmparatorluğu’nun Trabzon’u almadan önce Trabzon ve
çevresinde kuruluPontus Rum İmparatorluğu adından gelmektedir.P. Minas
Bıjışkyan, “Pontus Tarihi” adı ile yayınlanan kitabında; “Eski çağda
Grekler Karadeniz’e deniz manasında olan Pontus adını vermişlerdir. Bu
ad, denizin güney sahillerine de şamil olarak bu topraklar dahi aynı adı
taşımış ve sakinlerine “Pontuslu denmişti.” diyor. (s. 15)(2) Aynı
kitaptan, ilk Pontus kralının Sportakos 1. olduğunu ve Roma takviminin 309 yılından
itibaren 7 sene saltanat sürdüğünü son Pontus kralı David’inde (1458-1461)
Fatih Sultan Mehmet tarafından esir alınıp öldürüldüğünü öğreniyoruz. Yine aynı
kitaptan Trabzon Pontus İmparatorluğunda bu yıllar içinde yaklaşık 50 kral
tahta oturmuştur.
Fatih Sultan Mehmet’in Trabzon’u 1461’de almasından sonra Trabzon
ve çevresi süreç içinde Türk ve Müslüman nüfusunu etki alanına girer.
Pontusluların 1700’lerden itibaren İslamiyeti kabul ettiği söylenebilir.
Örneğin, 16. yüzyılda Osmanlı tarafından Trabzon’un ilçelerinden Of’ta yapılan
nüfus sayım sonuçları şöyledir” 1515 yılında Hıristiyan; 2352 kişi, Müslüman;
50 kişi, 1554 yılındaki sayımda; Hıristiyan nüfus 2729 kişi iken Müslüman nüfus
259 kişi oluyor. 1583 yılında ise; Hıristiyan nüfus; 3115 iken Müslüman nüfus;
976 kişi oluyor. Nüfustaki bu hareket Osmanlı’nın sonuna kadar devam eder.
Yunanlılar 1. Dünya savaşı yıllarında Batı Anadolu’yu işgal edinceTrabzon’dan
bir grup “Trabzon Rum Pontus İmparatorluğu” özlemcisi bazı eylemlere girişirler
ama bütün bu çabalar başarısız kalır. Topal Osman Ağa yönetimindeki
Kuvay-iMilliye güçleri Rumlar’ın bölgedeki bu tür eylemlerini bastırır.
İşte Trabzon ve çevresinde zaman zaman gündeme gelen Pontuslular
kısaca vermeye çalıştığım bu tarihsel geçmişin kalıntıları sayılır. Bazı
tarihçiler bunlara, Rumca konuşan Müslümanlar diyor. Pontuslular’ın 1. Dünya
Savaşı sonrası olaylar sonucu göçler yolu ile Yunanistan’ın Atina, Girit gibi
bölgelerine gittikleride ifade ediliyor. Bir kaynak 1970’de Trabzon/Tonya ve Of
ilçesinde yaklaşık 5,000 Pontuslu’nun bulunduğunu yazıyor. Aynı yıl Girit’te
ise Trabzon’dan giden 2600 kişilik nüfustan sözediliyor.
Bazı tarihçiler, Rumlar’ın vePontuslular’ın aynı olmadığını
Pontuslular’ın Rumlar’dan ayrı bir etnik grup olduğunu yazıyor. Günümüzde
kendini Pontuslu veHıristiyan diye tanıtan kimse yok. Tarihteki Pontuslular ise
süreç içinde Müslümanlaşmış kabul ediliyor. Bugün bu bölgede tüm nüfus
İslamiyeti kabul etmiş. Üstelik katı bir Sünni inanç taraftarı bulunuyorlar.
Yaşlılar evde kendi aralarında Rumca konuşsada gençlerden Rumca bilen yok.
Yaşlılar evde Rumca konuşuyor ama Camide Arapça dua ediyor.
Kendi aralarındaki dayanışma Pontuslu olmaktan çok büyük
şehirlerde hemşehrilik motifleri üstüne kurulmuş görünüyor. Pontuslular’ın ne
kadar Rumluktan dönüp İslamlaştığı ya daTürkleştiği veya ne dereceye kadar
asimile olmuş Türk olduğu sosyologlar ve antropologlar tarafından tartışma
konusudur. Tüm bunlara karşın sosyolojik olarak Pontusluklar’ın toplumsal
durumunu orjinal kılan durum Rumca konuşan Müslümanlar olmalarıdır.
•
Doğan Avcıoğlu, Türkler’in Tarihi (5 Cilt) 1998 İstanbul
•
Doğan Acıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi (5 Cilt) 2002 İstanbul
•
P.A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar 1992 İstanbul
•
Elçın Macar, Fener Rum Patrikhanesi, 1996 Ankara
•
P.M. Byışkyan, Pontus Tarihi. 1998 İstanbul
•
Ömer Asan, Pontus Kültürü, 1996 İstanbul
•
Faruk Sümer, Oğuzlar, 2002 İstanbul
•
T. Meecker, Karadeniz Türkleri
•
Birikim Dergisi S. 71-72 1995 İstanbul
•
Mahmut Gologlu, PONTUS, 1973 Ankara
•
Dido Sottiri, Benden Selam Söyle Anadolu’ya, 1982 İstanbul
•
Gerasimos Augustinos, Küçük Asya Rumları 1997 Ankara
•
Jean Ebersolt, Bizans İstanbul’u, 1996 İstanbul
•
Rıdvan Akar, Hülya Demir, İstanbul’un Son Sürgünleri, 1994
İstanbul
•
Süleyman Yeşilyurt, Ermeni, Rum, Yahudi Asıllı Milletvekilleri,
1997 Ankara
•
Haşim Albayrak, Pontus, 2003 İstanbul
ERMENİLER
“Bahçelerde mor meni
Verem ettin sen beni
Ya sen İslam ol Ahçik
Ya ben olam Ermeni”
Türkiye’de Hıristiyan azınlık meselesi denilince akla ilk gelen
toplumsal grupların başında Ermeniler gelir. Onlardan sonra ise Rumlar
veMuseviler sayılır. Türkler’in Ermeniler ile ilişkileri Rum veMuseviler’den
daha farklıdır. Örneğin şarkı sözünde belirtildiği gibi Türk-Ermeni sevgi
ilişkileri, evlilikler diğerlerine kıyasla daha yaygındır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun batı ucu Viyana kapılarında, doğu sınırı
Ermenistan’dadır.Bu coğrafyada bugün 50 civarında devlet kurulu bulunuyor. İşte
Ermeniler’de, İmparatorluk döneminin mirasıdır. Ermeniler, Ermenistan’ın
içimizde kalmış bölümüdür.
Ermeni ya da Armen adı ilk önce eski Yunan kaynaklarında
görülüyor. Bu konuda ilk bilgiye M.Ö. 401’de Ksenefon’da, M.Ö. 5. yüzyılda
Heredot’ta rastlanıyor. Bunun dışında; Ermeni sözcüğünün nordik ve alpin
ırkları karışımı bir toplum olduğunu Pers kaynaklarından öğreniyoruz. Bu adı
ilk defa Persler, Ermeniler için kullanmışlar. Ermeniler ise kendilerine “Hay”
yabancılara ise “Dacik” adını veriyorlar. Yaşadıkları bölge olan
bugünkü Ermenistan’a ise, “Hayastan” adı veriyorlar.
Bazı Çin tarihçiler ise, Ermeniler’in doğuya gelen Hint Avrupa
kökenli kavimler (Trako-Frig) olduğunu belirtiyor. BöyleceErmeniler’in
Kafkaslardan ve Batıdan Balkanlardan v.s. gelen bir topluluk olduğu sanılıyor.
Bu kanıda olanlar Ermenice’nin de Yunan ve İran dilleri arasında bir özellik
gösterdiğini iddia ediyorlar. Kitabı Mukaddes ise, Ermeniler’i Sincan’dan
gelmiş olan Yafes soyundan Kral Hayk’a bağlıyor. Buna göreHayk, Ermeniler’in
ilk kralı oluyor.
Armina ya da Ermenistan adına, tarihte ilk defa Ermeniler’in
Akamanişler’e karşı ilk ayaklanma tarihi olan 19 Nisan 521’de rastlanıyor.
Ermeniler’in de yer aldığı Asar İmparatorluğu ise, M.Ö. 7. yüzyıl sonlarında
Medler ve Kaldeliler saldırısı sonucu ortadan kalkıyor. Ermeniler, M.Ö. 590’a
kadar Medler’in, M.Ö. 521’e kadar ise, Pers İmparatorluğu egemenliğinde
kalıyorlar. Ermeniler M.Ö. 331 de Büyük İskender’in, M.Ö. 301 de de Selevkos
İmparatorluğu yönetimine giriyorlar.
Tarihi kaynaklara göre, Selevkos Ermenistan’ı 2’ye bölüyor.
Fırat’ın doğusuna Büyük Ermenistan’a bir vali, Fırat’ın batısına Küçük
Ermenistan’a ikinci bir vali atıyor. Büyük Ermenistan’ın başkenti Erivan
(Artaxata), Küçük Ermenistan’ın başkenti Harput (Karkathiokerta) oluyor.
Ermeniler daha sonraki tarihlerde, 387’de Pers egemenliğinde,
Bizans eğemenliğinde kalırlar. 325’de ise İznik’te toplanan Birinci Konsil’e
katılırlar. Daha sonra 2. Yezdgerd zamanında İranlılar’la büyük dini çatışmalar
olur. 640 yılında Ermeniler Araplarla karşılaşır. Abbasiler döneminde
muhtariyet verilerek yönetilir. (722) Bu dönemde 4 Ermeni krallığı kurulur.
Daha sonra bu krallıklar Bizanslılar ve Selçuklular tarafından yıkılır. Bizans;
Gregoryen Hıristiyan olan Ermeniler ile anlaşamıyordu. Bizans’a isyan eden
Ermeniler Kilikya’ya sığındı. Rupen’in Klikya’da kurduğu beylik (1080)
Haçlılarla işbirliği yaptı. Rupen’in halefi II. Levon’a 1198’de Haçlılar
tarafından krallık tacı verildi. Frank kültüründen oldukça etkilenen Klikya
Ermeni Krallığı 1375’de Memluk akınlarına dayanamayıp yıkıldı.
Ermeniler, Bizanslılar’la anlaşamıyorlardı. Her iki toplulukta
Ortodoks Hıristiyan olmasına karşın, Ortodoks Hıristiyanlığın farklı
kiliselerine yorumlarına inandıkları için anlaşamıyorlar. Osmanlı devleti
kurulup Anadolu’da yayılmaya başlayınca Ermeniler, Bizans’a karşı Osmanlılar’a
güvenerek yavaş yavaş DoğuAnadolu’dan, Batı Anadolu’ya doğru yayılmaya
başladılar. Osmanlı ile Bizans’ın karşı karşıya gelmesi aralarındaki dinsel
rekabet nedeni ile Ermeniler’in işine geliyordu.
1453’de İstanbul’un alınmasından sonra Fatih S. Mehmet
Bizanslılara dinlerini serbestce yürütülmelerini sağlayınca,Bursa’da da
Ermeniler’e bir jest yaparak Piskopos Ovokim’İ Ermeniler’in dinsel önderi
olarak tanıdı ve O’nu İstanbul’a bu Cemaatin başına Patrik olarak atadı. Bu
oluşum Ermeniler’i Anadolu’dan İstanbul’a doğru gelip yerleşmelerini sağladı.
1534’de Kanunu S. Süleyman Van ve çevresini fethedince birçok zanatçı ve usta
Ermeni’yi İstanbul’a getirdi. İstanbul’a Ermeni esnaf ve zanaatçı göçü 16. yüzyıla
dek devam etti. 1681 yılında İstanbul’da taşradan gelenler ile birlikte
İstanbul’daki Ermeni nüfusu 90 bin olmuştur.
16. yüzyıldan Ermeniler, Osmanlı ile İran’ın hakimiyet mücadelesi
verdiği alanda kaldılar. Bu durum 17. yüzyıl boyuncada devam etti. Ermeniler,
Osmanlı’da çok sayıda, tüccar, zanaatçı ve bürokrat yetiştirdiler. Avrupa ile
Osmanlı (Doğu) arasındaki ticarette önemli bir rol sahibi oldular. Osmanlı
yönetiminde önemli mevlkilere Ermeniler geldi. Sarayda nüfuz sahibi bir kesimi
oluşturdular. Saray ile Ermeniler’in ilişkisi o denli uyumlu olduki, Türkler
için; “edraki bi idrak” yani akılsız aptal Türkler diyen OsmanlıSarayı
Ermeniler için; “Milleti Sadıka” yani sadık millet, Osmanlı Sarayı’nın
dostu olan millet statüsü verdi.
Çarlık Rusyası’nın 19. yüzyıl başlarında Kafkasya’ya hakim olma
projesi bölgede yaşayan toplumların durumunu gündeme getirdi. Burada Çerkesler,
Gürcüler yanında Ermeniler’de vardı. Rusya’daki ve Avrupa’daki milliyetçi
akımlarda yavaş yavaş Ermeniler arasında boy vermeye başladı. Bu sorun; 1877-78
Osmanlı- Rus Savaşı ve ardından yapılan Ayestefanos Antlaşması sonucu adeta
Ermeni sorunu şeklinde ifade edilmeye başlandı. 1880’li yıllarda Rusya,
Osmanlı’ya karşı Ermeni milliyetçiliğini organize etmeye başladı. Giderek farklı
politik gruplar örgütlemeye başladı. Bazı Ermeni milliyetçiliği güden gruplar
Ruslar’ın desteği ve Osmanlı Sarayı’ndaki yandaşlarınında da yardımı ile
ayaklanma girişimlerine başladılar.
Bu sırada Osmanlı tahtında 2. Abdülhamit vardı. Ermeniler’in
hareketlenmelerine karşı Abdülhamit yöredeki Kürt aşiretlerinin Ermeniler’e
karşı besledikleri düşmanlık duygularına seslenerek onları örgütledi. Bu
örgütlenmeye “Hamidiye Alayları” adı verildi. 1894’de Sason’daki
Ermeniler Osmanlı’ya vergi ödemeyi reddederek ayaklandılar. Ayaklanma Hamidiye
Alayları kanalı ile bastırıldı. Çatışma aylarca sürdü iki taraftanda çok insan
öldü. Köyler ve mezralar günlerce yandı.
1915 de 1. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu itilaf
devletleri tarafından işgal edildi. İngilizler İstanbul’u, Fransızlar Adana,
Antalya, Gaziantep’i, Yunanlılar İzmir’i işgal ettiler. Çarlık Rusyası’da
doğudan işgale başladı. Kars, Erzurum, Erzincan işgal edildi. Daha önce
hazırlanıp örgütlenen Ermeniler’de Ege ve İstanbul’da Rumlar’ın yaptığı işgal
kuvvetleri ile birlikte işgale silahlı olarak katıldılar. Kafkasya’da yani
Ermenistan’daki Ermeniler Osmanlılara karşıRus işgal ordusuna yardım için
gönüllü Ermeni Taburları kurdular. Anadolu’da yaşayan Ermeniler’den asker
toplayarak yöredeki Müslüman nüfusa karşı eylemlere giriştiler. Osmanlı
Hükümeti cephe gerisindeki bu tehlikeyi önlemek için yani Anadolu’da yaşayan
Sivas, Kayseri, Malatya’da v.s. yaşayan Ermeniler’i işgalci Ruslar’ın yedek
askeri deposu olmaktan çıkarmak için çıkarılan bir kanun ile bu yöredeki
Ermeniler’i Rus Cephesi’nden Batı Anadoluya, İstanbul’a, o zaman Osmanlı
toprağı olan Suriye ve Filistin’e göndermeye çalıştı. Dünyanın hangi devleti
olursa olsun savaş koşullarında işgalci ile işbirliği yapanlar için benzer bir
uygulamayı yapar. Kendine göre tedbir alır. Ne yazıkki, savaş koşullarında
savaş kanunları geçerlidir.
Osmanlı yıkılıp Cumhuriyet kurulduğu halde yaklaşık 90 yıldır her
fırsatta dış politikada Türkiye Cumhuriyeti’nin önüne getirilen “ErmeniSoykırımı”,
“tehcir” iddiası bu olaydan kaynaklanmıştır.
Bu nüfus nakil işlemi savaş şartlarında çok sağlıklı yürümemiş
olabilir. Savaş şartlarında bölgede ölüm-kalım olaylarıda sıkça yaşanmış
olabilir. Her ülkenin tarihinde benzer hazin olaylar yaşanmıştır ve ne yazık ki
yaşanmaya devam ediyor. Irak’ı bomba yağmuruna tutan ve yaklaşık 2 yıldır
sistemli olarak adam öldüren ABD, İngiltere ve bu koalisyonda yer alan
ülkelerin savaş suçlusu olduğunu “Ermeni Soykırımı” iddiası sahipleri
neden yapmıyor. ABD ve Avrupa’daki Ermeni diasperasının neden gıkı çıkmıyor.
1860’da OsmanlıRus savaşında 1,5 milyon Çerkes’in öldüğü tesbit edilmiş. Ama
Rusya’yı “Çerkes Soykırımı” yapmakla suçlayan yok. Cezayir’de binlerce
insanı katleden Fransa’ya “Cezayir Soykırımcısı” diyen yok. 250 bin
Çingeneyi katleden Yahudi ve Çingene katliamcılarına Soykırımcı diyen yok.
Üstelik bu adını andığım ülkelerin parlementoları TürkiyeCumhuriyetini hemde
kendi yıktığı Osmanlı İmparatorluğu’nun işlediği suçtan dolayı “Ermeni
Soykırımcısı” ilan ediyorlar.
Ermeniler’in soykırımı adı verilen bu zorunlu göç olayında ölen
Ermeniler’in sayısı bugün de Türklerle-Ermeniler arasındaki önemli tartışma
konusudur. Bazı tesbitçiler, bu olayda 100 bin ile 600 bin kişinin öldüğünü
iddia ediyor. Halbuki bu olayda ölen Ermeni sayısı 10 bin civarındadır. Üstelik
savaş şartlarında her iki kesimin karşılıklı gerçekleştirdiği bir olay söz
konusudur. Bu olay Türkiye ile Ermeniler’in arasını açmak için sürekli ısıtılıp
siyasette kullanılıyor. Böyle oluncada en çok Türkiye’de yaşayan Ermeniler bu
durumdan huzursuz oluyor.
Ermeniler, 1918’de Gürcüler veAzeri Türkler’le birlikte
Transkafkasya Federal Cumhuriyetini kurarlar. Ama kısa zaman sonra bu oluşum
dağılır. 1918 Mayısında ise, Ermeni Cumhuriyeti kurulur. Buda kısa ömürlü olur.
1920 de ise Sovyet Ordusunun işgal ettiği Ermenistan, Azerbeycan ve Gürcistan
ile birleşir. 1936’daki yeni Sovyet Anayasası ile, Ermenistan’a Sovyetler
Birliği özerk bir Cumhuriyet statüsü verir.
Türkiye Cumhuriyet döneminde, Lozan Antlaşması statüsüne bağlı
olarak Ermeniler, Rumlar gibi azınlık haklarına sahipler. Bu antlaşma
çerçevesinde serbestçe faaliyetlerini sürdürüyorlar. Kendi dillerinde
okullarında eğitim yapıyorlar. Kendi dillerinde yayın yapabiliyorlar. Vakıf
malları kanunların güvencesindedir. Bu haklar politik gelişmeler ve politik
hesaplaşmalar dışında uygulanmaya çalışılıyor. Bu hakların sağlıklı
uygulanması; Türk-Ermeni ilişkilerinin dış politikadaki seyrine bağlı olarak
çalışıyor.
Ermeni nüfusu; 1935 Genel Nüfus Sayımları’nda; 57 bin, 1950 Genel
Nüfus Sayımları’nda; 52 bindir.Bugün ise yaklaşık; 60 bin Ermeni var. Nüfus
artışı olmayıp azalmasının sebebi ise, Türk- Ermeni dış politikasındaki
gel-gitlere bağlı gerçekleşen göçlerdir.
Türkiye’de Ermeniler daha çok İstanbul’da, -Kurtuluş, Samatya,
Adalar’da yaşıyorlar. İstanbul dışında; Kayseri, Kastamonu, Malatya, Mardin,
Diyarbakır, Amasya, Elazığ, Hatay, Sivas, Yozgat veTokat’ta yaşıyorlar.
Türkiye’den yurt dışına göç ise, Amerika, Kanada, Fransa’ya olmuştur.
Ermenilik etnik yani ırka dayalı bir ayrım. Ermeniler, Ermenice
konuşuyor. Ermenice, Hint- Avrupa dil gurubunun bir kolu. Ermenice’de, Yunanca,
Farsça, Arapça, Türkçe, Süryanice sözcükler olmasına karşın kökeni bilinmeyen
kelime yüzdesi %60’ın üstünde bulunuyor. Batı Ermeni lehçesi, Osmanlı Türkçesine,
Doğu Ermeni lehçesi ise Azeri Türkçesine sentaks bakımdan uyumlu kabul
ediliyor.
Ermeni alfabesi, 38 harften oluşuyor. 31’i sessiz 7’si ise sesli
harften ibarettir. Ermeni alfabesi, 406 yılında Aziz Mesrop Maştotz tarafından
türetilmiştir. Günümüze ulaşan en eski yazmalar 9. 10. yüzyıldan kalmıştır.
Alfabede kullanılan yazı dile özgü Mesopian yazısıdır.
Ermeniler’in, son yıllarda çeşitli nedenlerle din değiştirenlerini
saymazsak inançları Hıristiyanlık’tır. Ermeniler Ortodoks Hıristiyan inancına
mensuplar. Ermeniler’de 3 farklı Hıristiyanlık var. Ortodoks Hıristiyanlığın
değişik yorumları var. Ermeniler’in, bir kısmı Gregoryen Ortodoks
Hıristiyan’lar. Bu kiliseye Monofizit Ermeni Apostolik Kilisesi’de
deniyor. Ermeniler’in çoğunluğu Gregoryen Ortodoks Hıristiyan’dır. Bu kilisenin
merkezi İstanbul Kumkapı’da bulunuyor. Patriklik Kumkapı’dadır. Bu Patriklik
bağımsız Monofizit kilisedir. Buna bağlı; İskenderun, Diyarbakır veKayseri’de
kiliseler bulunuyor.
Ermeniler arasındaki diğer kilise ise; Roma Katolik Kilisesi’ne
bağlı Katolik Kilisesi’nin Ermeni koludur. 1830’dan beri bu kilise Roma’ya
bağlıdır. Bu iki kilise dışında bazı Ermeniler’de Protestan Hıristiyan’dır.
Gregoryan Ortodoks Kilisesi Ermeniler’in ulusal kilisesi
sayılıyor. Ermeni Kilisesi Kadıköy’de 451 yılında, Dvin Konsili’nde ise 506
yılında benimsenen Hz. İsa’nın kişiliğinde iki doğasının olduğu yolundaki
kararı kabul etmeyerek O’nun yalnız Tanrısal doğası olduğu görüşünü savunan
Monofizit anlayışa katıldı. O tarihten sonra Ermeni Ortodoks Kilisesi,
Gregoryen adını alır.
Ermenilerde en yüksek dini makam, “katağikos” makamıdır.
Erivan’daki Açmiadzin Manastırı günümüzde bütün dünya Ermenilerinin katağikosu
kabul ediliyor. Lübnan’daki ise, Katolik Ermeniler’in Patriği ya da “Klikya
Katağikosu” kabul ediliyor. Klikya, Erivan’a dinsel açıdan bağlı ama özerk bir
kilisedir. Bu ayrım tüm Ermeniler arasında görülüyor.
Ermeni Protestanların ise İstanbul’da iki kilisesi var. Beyoğlu ve
Gedikpaşa’da bulunuyor. Gedikpaşa ErmeniProtestan kilisesinin cemaatini;
Ermeni, Kürt, Türk, Süryani, Fars’lılar ve turistler oluşturuyor.
Ermeniler, bugün Türkler’le barış içinde yaşamak istiyor. Yurt
dışına giden Ermeniler’in bir kısmı tekrar Türkiye’ye dönüyor. P. A. Andrews,
Türkiye’de Etnik Gruplar kitabında Lozan Antlaşması ile ilgili olarak Ermeniler
için su tesbiti yapıyor, “Bugünkü konumlarının temelinde resmen tanınmış bir
azınlığa sağlanan imtiyazlar yatmaktadır. Bu imtiyazlar, Piskoposluğun sürmesi,
mal mülk güvenliği, özel okul açılabilmesi ve Ermenice konuşabilme ve yayın
yapma özgürlükleridir.”(1)
Ermeni cemaatinin İnsan Hakları Derneği Azınlık Raporunda; “33
kilisesi, 17 ilkokul, 9 ortaokul ve 5 lisede 5 bine yakın öğrencisi eğitim
görmektedir. 2 hastane, 2 yetimhane ve 16 mezarlığı olan cemaatin, ikisi günlük
gazete (Marmara ve Jamanak) biri haftalık (Agos) diğerleri daha uzun pariyodlu
(Kulis, Hobina, Surp Pirgiç, Şoğogat, Jbid, Nor San) olmak üzere 9 yayını
yayınlamaktadır.” diyor.
Türk ve Ermeni toplumu; Ermeni Patrikliğininde zaman zaman ifade
ettiği gibi; geçmişte yaşanan olumsuzlukların tarihe bırakma düşüncesindedir.
Ama bu niyet Ermeni diasparası tarafından zaman zaman engellenmeye
çalışılmaktadır. Ermeniler’in diaspora ile bağlarının sürmesi Türk toplumu ile
uzlaşmayı ve entegrasyonu zorlaştırmaktadır. Türk toplumunda da münferitte olsa
olay zaman, zaman tetiklenmektedir. İki toplum için barış içinde yaşamanın yolu
karşılıklı atılacak olumlu adımlarla gerçekleşebilir.
Bu anlayışın olumlu örnekleri geçmişte yaşanmıştır. Günümüzde de
yaşamaktadır. Tarihte birçok kişinin Türk mü? Ermeni mi? olduğu
bilinmemektedir. İşte Mimar Sinan, işte Agop Dilaçar, işte Balyan Ailesi, son
Osmanlı meclisinde 30 civarında Ermeni milletvekili bulunuyor. Cumhuriyet
döneminin ilk Hıristiyan milletvekili Berç Keresteciyan’dır. Kurtuluş Savaşında
Fransız vapur müdürü Kalçi Efendi Kuvayi Milliyecilere söyle demiştir. “Sizi
haklı buluyorum, mücadelenizin büyüklüğünü biliyorum. Bu toprağı severim. Ailem
burada yaşadı ve mutlu oldu. Son vapurda elimden çıkıncaya kadar sizinle
çalışacağım.”
•
Taner Akçam, Ermeni Sorunu, 1996 İstanbul
•
P.A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar 1992 İstanbul
•
Hale Soysü, Kavimler Kapısı, 1992 İstanbul
•
A. T. Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı 1999 Ankara
•
O. Türkdoğan, Etnik Sosyoloji 1997 Ankara
•
Birikim Dergisi S.71-72 1995 İstanbul
•
Cenani Gürbüz, Develi ve Ermeniler Ankara, 1996
•
Ergun Hiçyılmaz, İstanbul Azınlıkları, 1993 İstanbul
•
Prof. Dr. Nejat Göyünç, Osmanlı İdaresinde Ermeniler 1983 İstanbul
•
Ramazan Tosun, Kayseri’de Ermeni Olayları 1997 Kayseri
•
Elçin Macar, İstanbul’un Yok Olmuş İki Cemâati, 2003 İstanbul
•
Ayhan Aktar, Varlık Vergisi 2001 İstanbul
• Gerard Libaridian, Ermenilerin Devletleşme Sınavı 2003
İstanbul
Lozan Antlaşması’nın azınlık statüsü tanıdığı ama toplum
sözcülerinin kendilerini “azınlık” kabul etmediği bir toplumsal kesim.
Evet işte bunlar Yahudiler. Ya da Museviler. Yahudilik etnik bir tanım. Irka,
milliyete dayanan bir tanım. Musevilik ise dinsel bir tanım. Dünya üstünde
etnik ve dinsel tanımların örtüştüğü ender durumlardan biridir bu durum. Hazar
Türkleri’ni saymazsak MuseviliğeHz. Musa’nın dinine yeryüzünde sadeceYahudiler
inanıyorlar. Bu nedenle çoğu yazılı ve sözlü anlatımlarda Yahudilik veMusevilik
tanımları birbiri yerine rahatlıkla kullanılabiliyor.
Yahudiler’in Anadolu’daki tarihi oldukça eskidir. Yahudiler’in Anadolu’da
tarihte bilinen yerleşimleri M.Ö. 4. yüzyıla kadar gidiyor. Ege Bölgesi’nde
Manisa-Salihli’de Sardes, Sard harabelerinde Yahudiliğe ait bir dizi kalıntı
var. M.Ö. 220’de yapılmış Sinagog (ibadet yeri) bile yapılan kazılar sonucu
günışığına çıkmış.
İstanbul 1453’de Osmanlılar tarafından alınınca Yahudiler’de var.
IV. Haçlı Seferi İstanbul- Beyoğlu/Pera’da oturan Yahudileri kılıçtan
geçirmekte geç kalmadı. Haçlılar 1261’de kentten çekilinceYahudiler Pera’da
yine normal hayata döndüler.
11. yüzyılda Selçuklular Anadolu’da hakimiyet kurmaya başlayınca
Yahudiler devlet yönetiminde yer almaya başladılar. Karaman Beyliği’nde 1.
yüzyıldaYahudi topluluk yaşıyordu. Bursa’da tarihi eser olarak hâla ayakta olan
Ets ha Hayim Sinagogo Anadolu beylikler döneminden kalma bir eserdir.
1453’te İstanbul alınınca, Hamitoğulları, Çandaroğulları,
Aydınoğulları beyliklerinde yaşayan Yahudiler, İstanbul’a yerleşmeyi tercih
ettiler. Anadolu’da bulunan Yahudiler dışında bugün Türkiye’de yaşayan
Yahudiler’in önemli bir kısmı 1492’de İspanya’da engizisyondan (Hıristiyan
baskı ve zulmü) kaçarak Osmanlı topraklarına zorunlu göç ettiler. Bunlara
İspanyalı anlamında Sefaradlar deniliyor. Bu sayı yaklaşık 200 bin kişidir.
Sefaradlar (İbranice İspanyalı anlamına geliyor) birlikte Osmanlı’ya ayrı bir
kültür taşıdılar. Tıp, matbaacılık, ateşli silah üretimi, dokumacılık, tekstlik
boyamacılığı, dericilik, çeşitli el zanaatlarını Sefaradlar Osmanlı’ya
getirdiler.
Osmanlı Bizans’ı aldığında Bizans’ta yaşayan Yahudiler Rumca
konuşuyordu. Elazığ,Malatya, Hakkari, Van, Diyarbakır, Urfa gibi illerde
tarımla uğraşan Yahudiler Türkçe’nin yanında Kürtçe konuşuyorlardı. Antakya
yöresindeki Yahudi topluluğu ise Arapça konuşuyordu. Yahudiler Osmanlı
topraklarında, İbranice, Türkçe, Rumca, Kürtçe ve Arapça’yı değişik yörelerde
konuşuyorlardı.
Osmanlı’ya Yahudi göçü Sefaradlar ile bitmedi. Bunu yenileri
izledi. 16.yüzyılın sonunda Fransa’dan kovulan Yahudiler’in bir
kısmıdaOsmanlıya sığındı. Orta Avrupa’daki Aşkenaz Yahudiler’inden bazı
gruplarda II. Murat zamanında Osmanlı topraklarına göç etmiştir. 17. yüzyılda,
Polonya ve Ukrayna’da yapılan Yahudi katliamlarında sağ kalanlar soluğu yine
Anadolu’da aldı. Kırım savaşı sırasında Kerç’ten Sovyet Devrimi sonrası
Rusya’dan, Gürcistan’dan canını kurtaran Yahudiler’de Osmanlı’ya geldiler. Bu
göçleri 1. Dünya Savaşı ve 2. Dünya Savaşı yıllarındaki özellikle Hitler,
Musolini dönemindeki göçler izledi. Yani Anadolu toprakları yaklaşık 1000
yıldır Yahudiliğe adeta can simiti olmuş bir ülkedir. Zor günlerinde Yahudilere
bir yıldır kucak açan Anadolu topraklarına karşı peki, Yahudiler ne kadar
vefalı olmuştur. Bu biraz tartışmalı gibi gözüküyor.
YAHUDİLER’DE DİN
Yahudi sözcüğü, 12 İsrail
Kavmini “Yahudoğulları”nı ifade ediyor. Bu kavimler Hz. İbrahim’e vaat
edilen kavimlerdir. Daha sonra “Yahuda” krallığının mensuplarını ifade ediyor. Musevilik;
ilk tek tanrılı semavi dinin adı. İlk göksel dinin adı. Peygamberi Hz. Musa
kutsal kitabı Tevrat’tır. Yani “EskiAhit”tir.
Türkiye’deki Yahudileri araştırmacılar dinsel farklılık açısından
esas olarak 3’e ayırırlar. 1) Sefaradlar (Çoğunluklar nüfusun %95’i) 2)
Eşkanazi (Azınlık) 3) Karay’lar ve bunların dışında birde Sabetaycılar var.
Musevilik, Musa’ya inananlar anlamına geliyor. Babil sürgününden
sonra Musa’ya inananları bu isim veriliyor. Tevrat üç bölümden oluşuyor. 1)Tora
(Musa Töresi), 2) Nebiim (Peygamberler), 3Ketubim. Tora ve öbür kitaplar yazılı
töreyi oluşturuyor. Sözlü töre geleneğiMusa’ya dayanıyor. Bu öğretim sözle
kuşaktan kuşağa geçiyor. M. S. 200’e doğru Haham Yuda haNassi tarafından
yazılıyor ve “mişna” adını alıyor. Mişna’nın “Gemara” denen
yorumları Mişna ile birlikte “Talmud”u oluşturuyor. Talmud son halini 5.
yüzyılda Babil’de alıyor. Geleneksel Yahudilik; Tora’yı, Talmud’u ve Mişna’yı değişmez
kurallar olarak görüyor.
Karaylar, 8. yüzyılda ortaya çıkarak Tevrat sonrası sözlü hukuk
denen Talmud’u reddediyorlar. Onlar sadece yazılı yasayı Torayı kabul
ediyorlar. Geleneksel Musevilik ile çatışıyorlar. Geleneksel Museviler,
Karayları “Yahudi” saymıyorlar. Bu tartışma hala devam ediyor.
Türkiye’deki Museviler’in dinsel temsilcisi Hahambaşılık’tır.
İbadet yerleri Havra (Sinagog)’tur.Hahambaşına dini konularda 4 Hahamdan oluşan
bir dini kurul yardımcı oluyor. Din adamı olmayan 35 kişiden oluşan fahri
danışmanlar, toplumun din dışı sorunları ile ilgileniyorlar. 14 kişilik icra
kurulu ise günlük işleri yapıyor.
Bugün İstanbul’da 25 Sinagog Musevilere din hizmeti veriyor.
Yahudi cemaatinin İstanbul’da anaokul, İlköğretim okulu ve liseyi
kapsayan bir okul kompleksi bulunuyor. Yahudiler, Osmanlı’dan bugüne Türk
ekonomisinde önemli bir güçleri bulunuyor.
Yahudiler’den bahsedilirken “Sabetaycılar”dan sözetmezsek
eksiklik sayılır. Museviler tarih boyunca Hıristiyanların ve Müslümanların
dönem dönem artan baskıları ile sık sık karşılaşmalarından olsa gerek Museviler
arasında Mesih’e (Kurtarıcıya) duyulan özlem zaman zaman boy göstermiştir. İşte
Sabetay Sevi de bu “mesih”lerden bir tanesidir.Sabetay Seviİzmir’de 17.
yüzyılda yaşayan büyük etki uyandıran bir kişidir. Sabetaycılık, artan baskılar
sonucu kendisine inananlarla birlikte Musevilikten ayrılıp İslamiyet’e geçen
ama gizlice Sabetay Sevi’ye inanmaya devam eden “dönme”lere verilen
isim. Bunlar, Museviler’den ve Müslümanlardan çok iyi gizlenirler. Gizli dinlerini
devam ettirirler. Başta 200 aileden oluşan Sabetaycılar giderek taraftarlarını
artırırlar. 1924 nüfus mübadelesi sonucu Selanik merkezli cemaat İstanbul’a ve
diğer büyük şehirlere gelir. Zamanla aralarında; Yakubi, Karakaş ve Kapancı alt
gruplarına ayrılırlar. 19. yüzyıl başında Osmanlı siyaseti içinde çok başarılı
olurlar. İttihat Terakki döneminde Maliye Bakanlığı yapan Cavit Bey
(DanielRuso) ve bir dizi önemli görevler Sabetaycılar’ın eline geçer.
Cumhuriyet’in kuruluşa sırasında da aldıkları iyi eğitimin sonucu olarak
üstelik Müslüman kimlikleri ile birlikte dışişleri, maliye, içişleri ve eğitim
sahalarında önemli mevkilere gelirler.
Anadolu’ya 1492’de İspanya’dan Museviler gelmeden önce birde yerli
Museviler vardı. İspanya’dan 200 bin Musevi’nin geldiği belirtiliyor. Bu
nüfusun bir kısmı süreç içinde Osmanlılaşıyor, İslamiyeti kabul ederek
Türkleşiyor. Bir kısmı ise çeşitli nedenlerle başka ülkelere göç ediyor.
Osmanlı’da 1883 sayımlarında; 184.000 Musevi sayılıyor. Museviler 1492 de
İstanbul’a 200 bin kişi ile göç edip gelirken, Türkler İstanbul’u alınca
1453’de 30-40 bin Türk İstanbul’a yerleşiyor. Cumhuriyet dönemindeki ilk
sayımda 1927’de Yahudilerin sayısı; 81.872’dir 1965 Genel Nüfus sayımlarında ise
bu rakam; 38.276 ya 47
düşüyor. Bu düşüş daha sonraki yıllarda da devam ediyor. Bugün
cemaat çevrelerinin tahmin ettiği sayı; 25 bin civarında olduğudur. Nüfusun
azalmasının birinci sebebi göçtür. İki türlü göç olmuştur. 1) Avrupa, ABD gibi
ülkelere daha iyi yaşam koşulları elde etmek için yapılan göçtür. Bu kapsamda
zaman zaman dış politikada Rum ve Ermeni problemleri çerçevesinde Yahudiler’de
bu politikadan nasibini almışlardır. Ortamı güvensiz buldukları için göçe
katılmışlardır. 2)1948’deİsrail’in kurulması ile birlikte önemli bir nüfusun
Türkiye’den İsrail’e göç etmesidir.
YahudilerTürkiye’de; İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa, Çanakkale,
Edirne,Diyarbakır, Hakkari, Mardin,Tekirdağ, Urfa, Van olmak üzere bu illerde
ve ilçelerinde yaşamaktadırlar. İstanbul’da ise nüfusun 20 bini yaşamaktadır.
Bu nüfus ise ağırlıklı olarak; Adalar, Kadıköy, Beyoğlu, Nişantaşı, Levent ve
Şişli semtlerinde oturuyor.
Yahudiler; İbranice, Sefaratça (İspanyolca), Fransızca, İngilizce,
Arapça ve Türkçe konuşuyorlar. Bir tek etnik grubun nerede ise bir dizine dil
konuştuğu görülmektedir. Deme ki, her dil ayrı bir etnik kimliktir demek
oldukça zor. Bu yaşananlar karşısında dil eşittir etnik kimliktir diyebilmek
iddiası çok hafif kalıyor.
Yahudiler’in esas dili İbranice’dir. İbrani Alfabesi ile yazıp
çizerler. Ama konuştukları dil her ülkede değişiklik gösteriyor. Her
YahudiYahudice yani İbranice bilmeyebiliyor. Bir tesbite göre Türkiye’deki
Cemaatin bir kısmı Yahudice biliyor. Bu ise, klasik Yahudicede değil.
Judeao-Spanist ya da Ladino lisanıdır. Kastilya, Kuzey İspanya, Portekiz’de
konuşulan dile dayanan iki lehçeye ayrılmış arkaik bir dil. Cemaatin önemli bir
kesimi Fransızca biliyor. Ondan sonra ise Ashkenazi bilenler geliyor. İbranice
bilenler %8 gibi bir oran. Herkes Türkçe biliyor. Bu dilleri, İngilizce, Rumca
bilenler izliyor.
Kırım Krait’leri (Yahudileri) Kırım Tatarcası, Güneydoğu’dakiler
Urfa, Diyarbakır’dakiler gıltu Arapçası, Başkale veYüksekova’daki Yahudiler
Kürtçe konuşuyorlar.
Yahudiler, Türkiye’de Türk toplumu ile Ermeni ve Rumlara kıyasla
daha çok entegre olmuş bir toplumsal kesimdir. Merkezi otorite ile direk
problemi çıkmamış bir toplumsal gruptur. 1942’deki Varlık Vergisi dışında
merkezi ororite ile bir sorunu olmamıştır. Ekonomi ve siyaset dünyasında Yahudi
kökenli kişiler önemli görevlerde toplumsal mevkilerde yer almışlardır. Almaya
devam ediyorlar. Cemaat; kendi yayınevi kanalı ile yüzlerce kitap yayını
yapmıştır. Haftalık olarak; Şalom Dergisi, aylık Tiryaki Dergisi, üç aylık
Göztepe Kültür Derneği Dergisi yayınlıyor. Yahudi cemaati yaptıkları tüm
faaliyetlerinde yönetimler ile uyumlu olmaya özel önem vermektedir. Bu ihtiyat
karşılıklı olarak yıllardır devam etmektedir.
•
Çetin Yetkin, Yahudiler, 1992 İstanbul
•
Arthur Koestler, Onüçüncü Kabile, 1993 İstanbul
•
Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi (5 cilt) 1980 İstanbul
•
Hale Soysü, Kavimler Kapısı, 1992 İstanbul
•
A. Galanti, Türkler veYahudiler, 1932 İstanbul
•
B. Tolon, Tekirdağ Yahudileri, 1979 İstanbul
•
P.A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar 1992 İstanbul
•
Yakup Aygil, Hıristiyan Türkler, 1995 İstanbul
•
Orhan Türkdoğan, Etnik Sosyoloji 1997 İstanbul
•
Ilgaz Zorlu, Evet Ben Selanikliyim; 1958 İstanbul
•
Soner Yalçın, Efendi/Beyaz Türkler, 2004 İstanbul
•
Lizi Behmoaras, Türkiye’de Yahudiler, 1993 İstanbul
•
Naim Güleryüz, Türk Yahudi'leri Tarihi, 1993 İstanbul
•
Ayner Levi, TC Yahudiler, 1992 İstanbul
•
Aron Rodrigue, Türkiye Yahudileri’nin Batılılaşması, 1997 Ankara
•
Jak Deleon, Bir Tutam İstanbul, 1993 İstanbul
•
Moshe Sevilla-Sharon-Türkiye Yahudileri, 1992 İstanbul
•
İsmail Mutlu, Tarih Aynasında Yahudiler, 1992 İstanbul
•
Erol Haker, Bir Zamanlar Kırklareli’nde Yahudiler Yaşardı, 2004
İstanbul
•
Erol Haker, İstanbul’dan Kudüs’e Bir Kimlik Arayışı, 2004 İstanbul
•
Selahattin Galip, Türkiye’de Dönmeler ve Dönmelik 1977 İstanbul
Ülkemizde nasıl ki doğu bölgesinden sözedilince orada yaşayan
herkesin Kürt olduğu tarzında bir ön yargı var ise, Karadeniz’li de denilince o
bölgede yaşayan tüm toplumun Laz olduğu şeklinde bir anlayış var. Halbuki doğu
bölgemizde yaşayan herkes Kürt olmadığı gibi Karadeniz bölgesinde yaşayan
herkes de Laz değil. Lazlar DoğuKaradeniz bölgesinin küçük bir bölgesinde
yaşarlar. Bu bakımdan belki de Laz tanımlamasını ülkemize özgü olarak ikiye
ayırmak gerekir. Birinci tanım; Coğrafi tanım. Yani coğrafi Lazlar. Karadenizli
herkese Laz dendiği gibi. İkinci tanım ise; etnik Laz, sosyolojik olarak Laz
olan toplumsal bir rengimiz olan Lazlar’dır. İşte bu yazıda Laz denilince
kastedilen toplumsal kesim bu Lazlar’dır. Bu anlamda Karadeniz bölgesinde
oturan herkes Laz değildir. Bu bölgede baştaTürkler vardır. Onlardan sonra,
Gürcüler vardır. Birde yine Osmanlı döneminden kalan Rumlar, Ermeniler,
Hemşinliler v.s. vardır.
Durum böyle olunca Lazları tanıdığımızı da söyleyemeyiz. Laz
denilince; hamsi balığı, Karadenizli için söylenen fıkralar, kemençe müziği,
tepilen horon oyunu v.s. Halbuki etnik Lazlar ile bu özelliklerin direkt ilgisi
yoktur. Örneğin; Laz müziği denilince akla gelen kemençeyi etnik Lazlar
çalmazlar. Lazlar’ın esas çalgısı tulumdur. Hayvan derisinden yapılan nefes
üfleyerek çalınan tulumdur.
Bugün Türkiye’de Lazlar’ın yaşadığı en yoğun yöreler; Rize-Artvin
arasında; Pazar, Ardeşen, Fındıklı, Arhavi, Hopa ve Çamlıhemşin’dir. Bu yöreler
dışında ise; Bolu, Bartın, Bursa, Kocaeli, Adapazarı, ve son yıllarda
kırdan-kente göç nedeni ile İstanbul ve Ankara’da sayılabilir.
Lazlık, kavramı etnik kimliği ifade eden bir kavramdır. Yani
Lazlar ırksal etnik bir özellik ifade eden toplumdur. Kendilerine has farklı
tarihleri ve kültürel özellikleri vardır.
Tarihçiler Lazlar’ı Güney Kafkasya halkından sayarlar. Doğu ve
Kuzey DoğuKaradeniz bölgesinde yaşayan Lazlar’a araştırmacılar antik Kolhida
uygarlığının günümüzdeki izleri olduğunu yazıyorlar.
Kolhida adına ilk defa M.Ö. 8. yüzyılda Urartu yazıtlarında
rastlanmıştır. Tarih kitapları, Kolhida Krallığı’na Romalılar’ın son verdiğini
bildiriyor. Daha sonraBizans egemenliği başlıyor. Kolhida uygarlığı denilen
uygarlığı, Laz, Gürcü ve Abhazlar’ın oluşturduğu iddia edilir. M.S. 3. yüzyılda
LAİKA KRALLIĞI kurulur. Bir dizi iktidar değişimi olur. Bir dizi krallık
kurulur. Lazika Krallığı’nda yönetim Lazlar tarafından gerçekleşir.Lazika
toprakları 5.7. yüzyıl arasında Roma (Bizans) ile Pers (İran) gibi iki büyük
devlet arasında çekişme alanı olur.
Tarihi bilgilere göre; Haçlı Seferleri ve Bizans sarayındaki taht
kavgaları sonucu Gürcü kraliçe Tamara 1204 yılında Laz topraklarını yönetimi
altına alır. O dönemlerde Lazlar üstünde Gürcü etki artar. Lazlar’ın Bizans ile
mücadelesi 1453’de Osmanlı’nın İstanbul’u alması ile son bulur.
II. yüzyılda bölgeyi işgal eden Romalıların bu topluma Laz adını
verdiği bilinir.Lazlar’ın Hıristiyanlaşması da bu döneme rastlar. İranlılar ise
bu sırada Mazdeist inancına mensuptur. Onlar ise Lazlara Mazdeist inancını öğretmeye
çalışır. 643 yılında ise bu defa Araplar bölgeye gelirler. 730 yılında Emeviler
bölgeye yerleşirler.
Orta Asya’dan bölgeye gelen Türkleri saymazsak, Osmanlılar bölgeye
1341’de gelirler. Bu tarihte Trabzon yağmalanır. 1461’de ise Fatih Sultan
Mehmet Trabzon’a savaşsız girer. Bu sırada Oğuz/Çepni Türkmen boyları Trabzonu
çevreleyen Çepni Bağları’nı kendine yurt tutmuşlardır.
Lazlar’ın İslamlaşması Yavuz Sultan Selim (1512-1520) döneminde
daha yaygınlaşır. 1615’de bölgeyi ziyaret eten Luni Granazios adlı
seyyah yazdıklarında diyor ki; “Lazlar yetişkin kızlarını yeniçerilerle
evlendirmeye özen gösteriyorlar.” Bu, Lazların Osmanlı ile entegrasyonunu
göstermesi açısından önemli sayılacak bir tesbittir. 1873 yılına ait Osmanlı
kayıtlarında 9200 adet Lazlardan oluşan hane sayısından ve 55.350 kişilik
nüfustan sözediyor.
Osmanlı bu bölgede yönetimi kurunca bölgeye Lazistan adını veriyor
ve her biri ayrı ayrı derebeyleri tarafından yönetilen 11 idari bölge
oluşturuyor Laz derebeyleri padişaha asker ve vergi veriyor. Bu derebeyleri,
bitip tükenmek bilmeyen Osmanlı-Rus savaşlarında Osmanlı’nın yanında hep yer
almışlardır. 1877 savaşından sonra bölgenin bir kısmı Ruslar’ın bir kısmı ise
Osmanlılar’ın elinde kalır. Çorum Vadisi ile Trabzon arasında uzanan bölge 1925
yılına dek Türkiye haritalarında “Lazistan” olarak görülüyor.
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki TBMM’de “Lazistan milletvekilleri” bölgeyi
temsil ediyor.
Lazlar’da diğer Doğu Karadeniz bölgesi halkı gibi M.Ö. 3. yüzyıl
sonlarına dek çok tanrılı dinlere inanır. Hıristiyanlık’tan önce Pagan ve
Mazdek inancına inananlar olur. Trabzon’daki Sümele Manastırı Hıristiyan
inancının yaşadığı yılların bölgedeki en etkin ifadesi sayılır.
Hıristiyanlığı 4. yüzyılda kabul ederler. Müslümanlığı ise 1461 de
Osmanlı ile tanıyıp baskı ile benimserler. 1523’deki bir sayımda; Rize’de;
6.467Hıristiyan, 1561 Müslüman tesbit edilmiş. 1923’lere gelindiğinde nerede
ise bölgede Hıristiyan nüfus kalmaz. Bugün bölgedeki Lazlar’ın tamamı
İslâm’dır. Hıristiyan Lazlar Acara’da yaşıyor. Gürcistan/Acara bölgesinde
yaklaşık 5 bin civarında Laz yaşadığı tahmin ediliyor.
Lazlar’ın da bölgede yaşayan Gürcüler ve Abhazlar gibi Türkçe
dışında ayrı bir dilleri de var. Bu dil Türkçe’nin Karadeniz şivesi dediğimiz
biçimi ile konuşulan dil değil. Alfabesi olan kendine özgü dilbilim kuralları
olan bir dil. Lazca’nın diğer adı ise Mohtice. Bir Laz karşılaştığı ama
Laz olduğunu tahmin ettiği kişiyeMohdice bilip bilmediğini sorarak onun Laz
olup olmadığını öğrenebiliyor. Dilbilimciler; Lazca’nın Megrel ve Gürcüce ile
yakın olduğunu söylüyor. Lazca, kırsal kesimde çoğunlukla yaşlılar arasında
konuşuluyor. Yazı dili olarak kullanıldığı söylenemez. Türkçe’nin yardımı
olmadan ise konuşabilmek nerede ise olanaksız görülüyor.
Laz alfabesi, 35 harften oluşuyor; Lazca’ya “Lazuri Nena” da
deniyor. Karvelia veya Güney Kafkas dillerinden Zan ya da Kolkian kolunun
Mingreli gurubu ile birlikte sayılıyor. Lazca’nın 4 ayrı şivesi bulunuyor.
Bunlar; Hopa, Arhavi, Ardeşen, vePazar şivesi denilen şivelerdir. Bu dil,
dilbilimciDumezil tarafından Türkçe fonetik alfabeye veDumezil’in
transkripsiyon yöntemi ile alfabeleştirilmeye çalışılmıştır.
Türkiye’deki Lazlar iki dil bilirler. Türkçe’nin yardımı ile Lazca
konuşurlar. Gençler Lazca’yı bilmez. Lazlar kendilerini ayrı bir etnik kimlik
altında görmezler. Ya da böyle görenler son yıllarda oluşan küçük bir guruptur.
Lazistan Sancağı’nın nüfus yapısı hakkında 1892’de yazdığı eserde
bilgi veren V. Cuinet (“La Turquie d’Asie”) sancakta yaşayan 160 bin
kişinin 138.820’sinin Laz Müslüman olduğunu belirtmesine karşın bugün Lazca
bilen nüfus bu rakamın çok altında seyrediyor.
Bugün Türkiye’de Lazlar, Türk nüfusu ile önemli derecede
entegrasyonu sağlamış bir toplumsal kesimdir. Bazı kaynaklar; etnik kimlik
itibariyle 300 bin nüfuslu bir Laz nüfustan sözetsede Lazlar, Çerkesler ve
Gürcüler’den daha çok Türkler’le bütünleşmiş bir sosyal yapıyı oluşturmuştur
denebilir. Kısmi “etnik kimliğe sahip” demek bile Lazlar’ın durumunu
izahta nesnel ifade sayılmaz.
Prof. Dr. Dumezil veProf. Dr. NikoMarr, çeşitli etnik dillerle
olduğu gibi Lazca ile de dilbilimci olarak ilgilenmişlerdir. Son yıllarda yurt
dışında ve yurt içinde (İstanbul’da) bir grup Laz kökenli aydının kitap, dergi
çıkarması bu uğraşların sonucu olmuştur. Lazlar’ın Tarihi ile ilgili
kitaplar ve Ogni dergisi bu tür çalışmalarından bazılarıdır. Lazca şarkı
söyleyen müzik grupları ve internet sitelerindeki Lazlık’la ilgili yazılarında
bu tür çalışmalardan sayılır. Ayrıca; “Laz KültürünüDilini Araştırma Vakfi”
çalışmaları da bu amaca yönelik uğraşılardır.
•
A. Tandilava-M. VanilişiLazlar’ın Tarihi, Ant Yayınları (1992)
Istabul
•
Hale Soysü, Kavimler Kapısı Kaynak Yay. (1992) İstanbul
•
P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar (1992) İstanbul
•
Dr. Ali Tayyar Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı (199) Ankara
•
Ömer Asan, Pontus Kültürü. 1966 İstanbul
•
P.M. Bıjışkyan - Pontus Tarihi 198 İstanbul
•
O. Türkdoğan - Etnik Sosyolji - 1997 İstanbul
• A. İhsan Aksamaz-Lazlar
Birikim s.71-72, 1995 İstanbul Hayri Ersoy. (Çev.) Abhazlar, Lazlar, 1993
İstanbul
•
İsmail Avcı Bucaklişi, Lazca-Türkçe Sözlük, 1999 İstanbul
•
Prof. Michael T. Macker, Karadeniz Türkleri... 1977 İstanbul
•
M. Recai Özgün, Lazlar, 1996 İstanbul
•
Ali İhsan Aksamaz, Lazların Tarihsel Yolculuğu, 1997 Astanbul
Çamlıhemşin, Rize’ye bağlı bir ilçe. Ama Çamlıhemşinlilere; “nerelisiniz”
diye sorduğunuzda ısrarla kendilerinin Çamlıhemşinli olduklarını söylerler.
Rize’liyiz demezler. Bu ifade biçimi karşısındakine Rize’li olmanın dışında bir
özellikleri olduğunu ifade içindir. Rize ve Artvin nüfusunun yoğun bir kısmını
Türkler oluşturur.Türkler dışında Türkler’le birlikte yaşayan toplumsal
gruplarımızdan Gürcüler ve Lazlar vardır.
Hemşinliler kendilerini Türk kabul etmezler. İçlerinde önemli bir
yoğunlukta Türkte var ama yaşlı nüfustan bazıları Türkçe dışında bir dil de
konuşur. Kendilerini Gürcüve Laz’da kabul etmezler. Hatta Lazlar’la
diyaloglarının iyi olmadığını söylerler. O bölgede yaşayan geçmişte Ermenistan
ile ilişkisi olan Ermeniler olduğunu sanırsınız. Fakat Hemşinliler tam anlamı
ile Ermeni olduklarını da kabul etmezler. Israrla ama ısrarla “biz
Hemşinliyiz” derler.
Muhlama yemeğinin, tulum ile yapılan müziğin, her derde deva olan
ve çok kıymetli olan anzer balı ile tabanca sevgisinin anavatanı Çamlıhemşindir
denirse bu tanım abartılı sayılmaz. Hemşin ya da Çamlıhemşin Rize’nin sahilinde
değil yayla bölgesinde, dağlık bölgesinde bulunuyor.
Karadeniz’in çeşitli özelliklerini inceleyen araştırmacıların da
ilgisini çeken Hemşinlileri araştırmacılar iki guruba ayırarak inceliyor. 1)
Batı Grubu 2) Doğu Grubu. Batı Gurubu denilince Rize bölgesi anlaşılıyor.
Rize’ye bağlı; Çamlıhemşin, Büyükdere, Ortaköy, Fırtına, Piskale ve Abiçe
nehirleri boyunca yaşayan köyler. Buralara ayrıca, Fındıklı, Ardeşen, Pazar
ilçelerini de ilave edebiliriz.
Doğu Grubu denilince ise; Artvin iline bağlı Hopa, Borçka,
Kemalpaşa, Muratlı sayılıyor. Doğu sınırı Çoruh nehrine kadar uzuyor.
Son yıllardaki göçler nedeni ile İstanbul, Bolu, Adapazarı,
Kocaeli gibi illerede Hemşinliler gelip yerleşmişler.
Hamşinli olmak kimliği dine dayalı bir kimlik değil. Tarihsel
süreç içinde ve bölgenin tarihsel gelişim seyri içinde oluşmuş toplumsal bir
farklılık. Dinsel ayrımdan çok etnik bir ayrım özellik olarak görülmesi daha
nesnel görülüyor. Çünkü dinsel tercihler süreç içinde değişmiş ama Hemşinlilik
duygusu yaşıyor.
Hemşinliler’in kökenine ait çeşitli araştırmacılar tarafından
saptanmış bilgileri üç gruptan izleyebiliriz. Bunlardan birinci grup;
Hemşinliler’in köken olarak Ermeni olduklarını iddia ediyor. İkinci grup ise;
Hemşinliler’in Anadolu’ya Karadeniz bölgesi’ne yerleşen Oğuz Türkleri olduğunu
savunuyor. Dil din ilişkilerindeki belirsizliğin ise yaşanan tarihsel-toplumsal
süreç ile izah edilebilinir deniyor. Üçüncü ve farklı bir görüşte,
Hemşinliler’in tarihte o bölgede kurulan Arsaklı Part devletinin kalıntıları
olabileceğini iddia ediyor.
Toplumsal harman olma olayını tek gerekçeye dayanarak izah etmenin
sakıncalarını sosyal bilimciler sıkça yaşarlar. Bu nedenle bu olayda da tek
seçenek ile Hemşinliler’e reçete yazmak zor ve sakıncalıdır. Belirtilen
iddiaların tümünün şu veya bu oranda toplumsal oluşumun sonuçlarında payı
vardır. Belki burada sözü edilmeyen bazı nedenlerde olabilir.
Türkler’in ve Ermeniler’in tarihi ve coğrafi konumları bilindiği
için yapılan iddialarla ilişkilerini anlayabilmek olasıdır. O halde Hemşinliler
Partlar ilişkisine de kısaca bakalım.
Partlar, İlkçağlarda Doğu Anadolu ile Hazar Denizi’nin güneyini ve
batısını kapsayan bir devlet kurmuşlardır. M.Ö. 150’li yıllarda PartlarlaRomalılar
arasında büyük savaşlar olmuştur. O dönemde bölgede yaşayan Ermeniler bu
çatışmalardaPartlar’ın yanında yer alır. M.Ö. 224’de İran’da Part sülalesinin
iktidarına Sasaniler son verir. Ermeniler’in Partlar’la ilişkisini Arsaklı
Hanedanı sürdürür. Selçuklular bölgeye gelinceye kadar Ermeni egemenliği dönem
dönem bölgede yaşanır. 11. yüzyılda Selçuklu akınlarına dayanamayan yönetimler
İslamiyet’i kabul ederek yaşamlarını sürdürrürler.
Hemşinliler’in İslamiyeti kabul edip bu bölgede yaşayan Ermeniler
olabileceği savı bu tarihi olaylara dayanılarak ileri sürülüyor.
Nitekim Ermeni kökenli Müslümanların Bizans-Selçuklu savaşlarında
ardından Moğol saldırılarında kaçarak bu bölgeye yani Hemşin bölgesine
yerleşmiş olabilecekleri ifade edilmektedir. Bir başka kaynakta Hemşinliler’in
İslamiyeti 15. yüzyılda Osmanlı döneminde kabul ettikleri söyleniyor. Bölgede
bugüne dek yaşayan bir Ermenice etki gözönüne alınırsa, sonradan İslamiyeti
kabul etmiş olmaları daha yüksek olasılıkdır. Bu etki büyük olasılıkla 5. yüzyılda
Ermenice’nin Alfabe ile yayıldığı etkidir.
Hemşinliler’in dil durumu da bu minik coğrafyaya karşın oldukça
çeşitlilik gösteriyor. Dilbilimciler dil açısından da bölgeyi ikiye
ayırıyorlar. 1) Doğu Grubu, 2) Batı Grubu. Doğu Grubu’nda; Hemşince adı
verilen dili yaşlılar biliyor. Alfabesi yok. Önemli ölçüde Türkçe yardımı ile
konuşuluyor. Yazılı kaynağı yok. Yaşlılardan küçük bir azınlık yakın zamana
kadar Türkçe bilmiyormuş. Ama bugün Hemşince bilen nerede ise yok denecek kadar
az.
Bu konuşulan dile Ermenice diyenlerde var. Ama yaşayan
Ermenice’yle anlaşamıyorlar. Bu konuşulan dilin en az 2-3 şivesi ile
konuşuluyor. Bu dili konuşan bölge: Artvin’in Barçka (Muratlı), Hopa
(Kemalpaşa), Bolu (Akçakoca), Düzce (Gümüşova), Adapazarı, (Karasu)Kocaeli
(Ortaköy)dir. Batı Grubu; adı verilen bölgede ise şive farklı olmakla
birlikte Türkçe konuşuluyor. Bu bölgedeki yerleşmeler; Rize; Ardeşen,
Çamlıhemşin, Çayeli, Fındıklı, Pazar, Hemşın ile Adapazarı’nda Karasu,
Kocaeli’nde Ortaköy’dür.
Bugün Hemşinliler’in hemen hemen hepsi İslamiyeti benimsemiş
toplumsal kesimlerimizdendir. Ermeni yok denecek kadar azdır. Batılı aydınların
yaptıkları toplumsal kazılarla bile Ermenice konuşan bulunamaktadır. Çok az da
olsa Ermeni olup geleneğini yaşatan kişiler ve aileler söz konusudur. Ama
çoğunluk İslam-Hanefi’dir. Ermenice’yi, Hemşince’yi veya Hıristiyanlığı gündeme
getirmeye çalışıp yeniden üretimine geçmek oldukça zor gözüküyor. Bölgede
kendini Ermeni kabul eden yoktur. Sadece birbiri ile ihtilafta veya yöredeki
Lazlar’la kavga sırasında birbirine kızdıklarında “Pis Ermeni” veya “Ermeni
dölü” “kalın kaburgalı Ermeni” kavramları küfür olarak çok seyrekte olsa
kullanılıyor.
Hemşehrilik kimliği veya tanımlaması ise tıpkı Sivas’lı değilde “Divrikliyim”
veya Antalya değilde “Aksekiliyim” gibi güçlü hemşehrilik duygusunun
ifade için kullanılıyor. Büyük şehirlere gelen Hemşinliler çoğunlukla ata
mesleği fırıncılığı ve pastacılığı meslek olarak sürdürürler. Ortak
yapışkanları hemşehrilik duygusudur. Şehirlerde kurulan dernekleri var.
Geleneksel geceler yaparlar. Piknikler yaparlar. Dayanışma yemekleri yapılır.
Artvin’de yapılan Kafkasör Şenlikleri (Boğa güreşleri) ne katılmak ihmal
edilmemeğe çalışılır.
Hemşinliler, Türk toplumu ile uyum içinde olan bir toplumsal
kesimdir. Yüzyıllardır yaşanan ortak tarih, ortak ruhi şekillenmeyi
oluşturmuştur. Hemşinliler diye tanımlanan nüfus 20-30 bin kişi civarındadır.
İçlerinde tek tük Ermenice bilen yurttaş olabilir. Ama bu Hemşinliler’in
tümünün Ermeni olduğu sonucuna götüremez.
Hemşinliler, tarihte farklı toplumsal kökenden gelmiş olsa bile
toplumlar birbirini karşılıklı etkilemektedir. Türk toplumu ile Hemşinliler
arasında etnik ya da dinsel bir sorun yoktur. Hemşinli olup ülkemizde devlet
yönetimine gelmiş eski başbakanlarımızdan Mesut Yılmaz ve eski Dışişleri
bakanlarımızdan SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın buna en iyi örnektir.
Bir çoğunuz Mesut Yılmaz veMurat Karayalçın’ın Hemşinli olduklarını belki bu
sayfaları okuyunca öğrenmiş oldunuz.
Hemşin’in elbette kendine özgü kültürel özellikleri vardır. Keçi
yavrusunun gövde derisinden yapılan Tulumun sesi bu yöreden dört kıtaya
yayılıyor. En eski halk çalgısı olan Tulumun benzerlerinin eski Çin’de, eski
ABD’de, eskiROMA’da, Yunan’da ve İskoçlar’da olduğunu müzikologlar tesbit
etmişler.
Hemşin’e has yiyecekler, giyecekler ve eğlence türleri var. Tandır
yemekleri ve muhlaması enfestir. Hemşinli, makarna ve filavı şekerli, sütlacı
ise şekersiz yiyor. Bu da yine Çamlıhemşin’e özgü bir tat olsa gerektir.
Kadın erkek ilişkilerindeki değer yargılarıda Çamlıhemşin’e
özgüdür. Tarla, bahçedeki yük taşıma işlerini kadın yapar. Erkek ise evde,
kahvede v.s. oturur. “Kocasına yük taşıtan kadın şerefsiz sayılır.” Bunu
kadınlarda erkeklerde böyle kabul eder. Aynı erkek bakıyoruz şehirde tam tersi
bir davranış gösteriyor. Bu kez şehirde eşini çalıştırmıyor. Eşini çalıştırmayı
bu kez; “ahlaksızlık, şerefsizlik” kabul ediyor.
•
Erhan G. Ersoy, Hemşinli Etnik Kimliği... Birikim S. 71-72. 1995
İstanbul
•
P.A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar, 1992 İstanbul
•
Hale Soysü, Kavimler Kapısı, 1992 İstanbul
Çoğu kimse “Çerkes” denilince Çerkes tavuğu, Çerkes halk
oyunları, belki bir kısmıda Çerkes Ethem veŞeyh Şamil’i anımsayabilir. Ama
onların toplumsal özellikleri hakkında yeterli bilgi sahibi değildir.
Çerkesler bize Osmanlı’dan kalan bir toplumsal mirastır.
Çerkeslerin anavatanı Kafkasya’dır. Kafkasya, tarih boyunca hep çeşitli
devletlerin egemenlik kavgalarının verildiği bir coğrafi bölgenin adıdır.
Batıda Karadeniz, doğuda Hazar Denizi, güneydeTürkiye, İran, Azerbaycan,
Kuzeyde ise, Rusya yer alıyor.
Çerkesler 1860 larda bitip tükenmeyen Osmanlı-Rus savaşlarında
Osmanlı’dan yana tavır alırlar. Bu savaşta Osmanlılar yenilince onların
tarafını tutan Çerkesler, Kafkasya’dan zorunlu göçe başlarlar. Göç, Anadolu’ya,
Balkanlara ve Ürdün yönüne gider. Mısır ve Suriye’yi de kapsar.
Çerkesler, Grek mitolojisi kaynakları Sindo-Meot kavimlerinden
olduklarını, Çerkes adınında Kerket’ten türediğini yazarlar. Kendilerine
Adıgeler’de diyen Çerkesler, Adige kelimesinin, öbür taraf, Karadeniz tarafında
oturanlar, Adıgeliler, Karadenizliler anlamına geldiğini ifade ediyorlar.
1860’daki Osmanlı-Rus Savaşı ardından 1868’de Çerkes beylerini
dize getirmek için yapılan reformlarla sürüyor. Bu durumunda göçe katılımda
etkisinin olduğu gözleniyor. Kafkasya’daki Çerkes nüfusun %80’i bu zorunlu göçe
tabi olur. Kaynakların verdiği bilgilere göre; 500 bin ile 1.500 bin arası kişi
göçe katılır.
Çerkesya’da yaşanan bu göç olayı dünyada ender rastlanan bir göçtür.
Bugün bile anavatandan daha çok Çerkes anavatan dışında yaşamaktadır.
Türkiye’de yaşayan Çerkes sayısı bile anavatan Kafkasya’dan daha çoktur.
Çerkesleri; sosyolojik olarak bugün bile henüz millet ya da
milliyet olarak nitelemek zor gözüküyor. Çünkü Çerkes adeta bir üst kimliktir.
Bu üst kimlik, ya da şemsiye altında 50 civarında boy var. Bunlardan bazıları;
Abhaz, Oset, Ibıh, Kabartey Balkar, Şapsığ, Çeçen, Bjedug, Besleney, Cemguy,
Çeçen v.s. adlarını taşıyor. Çerkesce diye bir millet ya da milliyet yok. Bu
saydığım ve sayamadığım bütün boylar dışa karşı kendilerine Çerkes diyorlar.
Ama kendi aralarında boy adları öne çıkıyor.
Çerkesce diye konuşulan bir dilde yoktur. Adı geçen tüm boyların
kendi ana dili var. Kendi aralarında dil bilenleri birbiri ile anlaşıyorlar.
Ama ortak bir dilleri yok. Rusya’dakilerin ortak dili Rusça, Türkiye’dekilerin
ortak dili Türkçe, Suriye’dekilerin ortak dili Arapça veya Fransızca,
Ürdün’dekiler’in Arapça v.s.dir.
Çerkesce diye ortak bir dil henüz oluşmamış. Bu durum şöyle
olabilirdi veya olur. Ya bu boy dillerinden biri tüm Çerkes boylarının ortak
dili olabilirdi veya olabilir. Ya da boy dillerinin her biri ayrı ayrı dil
olur. Ayrı etnik yapılar oluşturur.
Kısa zamanda bu iki olasılıkta zor gözüküyor. Çerkeslerin tarihlerinde
alfabe çok değişmiş. Bir ara Arap alfabesi kullanılmış bir ara Latin alfabesi
denenmiş. Grek alfabesi denendiği de olmuş. S.S.C.B. döneminde Kiril alfabesi
uygulanmış. Kafkasya mitolojide diller ülkesi olarak tanıtılıyor. Kafkasya’da
ki Çerkesya bu durum için tipik bir örnek. Her boyun, kabilenin bir ayrı dili
var. Adeta her köyün ayrı bir dili var. Çoğunun adı literatürde bile yok.
Çerkesler, coğrafi olarak iki bölgede bulunuyor. ‘KuzeyKafkasya ve
Güney Kafkasya. Kuzey Kafkasya’da; Abhazlar, Adıgeler, Ubıhlar,
Kabarteyler, Çeçenler, Dağıstanlılar, Osetler, Karaçaylar v.s. Güney
Kafkasya’da ise; Gürcüler, Lazlar, Ermeniler ve bu bölgede yaşayan diğer
Çerkes boyları. Adıge etnik kökenli halklar olarak ise; Şapsığlar, Abhazlar,
Bjeduglar, Kaberteyler, Cemguylar veBesleneyler sayılıyor. Örneğin; Çerkes
Ethem Adıgelerin Şapsığ boyunun Dipsov ailesine mensuptur. Üç kuşak Çerkes,
Rusya’ya karşı özgürlük ve bağımsızlık için savaştı. Bu uzun ve kanlı savaşta
yaklaşık bir milyona yakın Çerkes öldü. Anadolu, Balkanlar, Suriye ve Ürdün’e
gidenlerinde bir kısmı yollarda öldü. Bugün Ürdün’de yaklaşık 60 bin, Suriye’de
40 bin, İsrail’de ise 5 bin civarında Çerkes yaşadığı tahmin edilmektedir.
Balkanlar’dakiler ise Avrupa devletlerinin istememesi üstüne tekrar Anadolu’ya
sürülmüştür. Bu sıradada onbinlerce Çerkes yollarda ölmüştür.
Ürdün’e, Suriye’ye giden Çerkesler gibi Osmanlı’ya gelenlerde kısa
zamanda Saray ile iyi ilişkiler kurmayı başarmış ve devlet erkinde
yeralmışlardır. Yaklaşık 500 yıldır Türkmenler’le didişmeyi kendine meslek
edinen Osmanlı yönetimi, Osmanlı-Rus Savaşı’nda kendi safında yeralan
Çerkeslere devletin kapılarını açmıştır. Kısa zamanda Çerkesler Osmanlı
Sarayı’nın yönetiminde yer almayı başarmışlardır.
Çerkesler ülkenin; Bolu, Adapazarı, Bilecik, Bursa, Balıkesir,
Eskişehir, Manisa ve bu saydığım illerin birçok ilçesine olduğu gibi Orta
Anadolu’da da başka Kayseri-Uzunyayla olmak üzere Adana, Sivas, Tokat, Sinop,
Amasya, Çorum, Yozgat, Maraş, Samsun gibi yerleşmelerine yerleştirilmişlerdir.
Bugün Türikye’de Çerkeslerin nüfusunun yaklaşık bir milyondan
başlamak üzere çeşitli rakamlar verildiğini görülüyor. 1970’li yıllarda
yapıldığı söylenen bir araştırmaya göre ülkemizde 900 civarında Çerkes köyü
bulunduğu ifade edilmektedir. Türkiye’de yaşayan bugünkü Çerkes nüfusununda
anavatanları Kafkasya’dan daha fazla olduğu biliniyor. Bu sayı ise tahminen 1
milyon nüfus civarındadır.
S.S.C.B. döneminde kurulan Çerkes-Adıgey Özerk Bölgesi 1924’e
kadar Kuban Eyaletine, 1934’e kadar Kuzey Kafkasya eyaletine, 1937’ye kadar
Azak Eyaletine, 1991’e kadar ise Krasnodar Eyaletine bağlı kalır. 1991’de ise
Rusya Federasyonu’na bağlanır. Karaçay Çerkes Cumhuriyeti, Kabartey Balkar
Cumhuriyeti, Abhazya Cumhuriyeti’nin kaderide benzer şekilde gelişmiştir.
Osmanlı ile iyi ilişkilerini feodal bağımlılık vefa yiğitlik
temaları ile açıklayan Çerkesler arasında; Soylular, Köylüler ve Köleler kadim
sınıflamasının bazı izlerinin bugün bile görüldüğü belirtilirse abartılmış
sayılmaz. Bugün bile, her Çerkes nerede ise çoğunlukla hangi soya boya ait
olduğunu bilir. Aynı soydan herkes birbirinin akrabası sayılır. Ama aralarında
evlenme yasağı uygulanır. Soylular, kölelerle v.s. evlenemez. Bu anlayaşın
bugün bile izleri görülmektedir.
Çerkeslerin İslamiyet ile ilişkileri Osmanlı ile ilişkilerle
birlikte olur. Buda yıl olarak yaklaşık 1600-1700 yıllarında olur. Çerkesler
önceleri çok tanrılı dinlere inanırlar. Bunu Hıristiyanlık izler. 1700’lerde
bazı bölgelerde Hıristiyanlık bazı bölgelerde ise yaşayan Animizin yerini
İslamiyet’e bırakır.
Çerkesler, İslamiyet ile Osmanlı’nın Hanefi İslami resmi mezhebi
olarak tanıdığı dönemde tanıştıkları için doğal olarak Hanefi İslamı
benimserler. Ama anavatandakilerin çoğunluğu Hıristiyan’dır. Son yıllarda
anavatanda da Çerkesler’in çoğunluğu İslamiyet’i kabul etmiştir.
CUMHURİYET DÖNEMİNDE ÇERKESLER
Çerkesler, Anadolu’nun 140 yıllık misafirleridir. 1860 yılından
önce anavatanları Kafkasya’da yaşıyorlar. Çerkesler kendilerini “Türk” olarak
kabul etmiyor. Yaşlı ve okuma-yazması olmayan Çerkesler Türkçe bilmiyorlar.
Kendilerini Türk ya da Rus olarak görmüyorlar. Biz “Çerkesiz” ya da “Adıgeyiz”
diyorlar. Bundan sonra ise hangi boya ya da soya bağlı ise o soy adı ile
kendilerini tanıtıyorlar. Osetim, Abhazım, Çeçenim, Kabarteyim v.s.
Çerkesler, Türkler ile olan 140 yılın yaklaşık 60 yılını Osmanlı
döneminde yaşamışlar 80 yılı aşkın bir zamandırda Cumhuriyet döneminde
yaşıyorlar. Çerkesler 140 yıldır esas olarak Osmanlı ve Cumhuriyet yönetimi ile
iyi ilişkiler içinde bulunuyorlar. Bu uyumlu ilişki Kurtuluş Savaşı şartlarında
“Anzavur Ahmet” ve “Çerkes Ethem Olayı” nedeni ile küçük bir
sarsıntı geçirsede fazla uzun sürmedi. Merkezi otorite ile ilişkiler düzeldi.
Bu yaşanan 140 yılda Çerkesler Osmanlı ile kurdukları iyi
ilişkileri Cumhuriyet döneminde de devam ettirdiler. Osmanlı ile kurulan iyi
ilişkiler sonucu Osmanlı’da hem asker hemde sivil bürokraside önemli mevkilere
geldiler. 1. Dünya Savaşı ve ardından Kurtuluş Savaşı şartları geldiğinde
MustafaKemal ve çevresinde hayli Çerkes kökenli asker-sivil bürokrat devlet
yönetiminde yer almıştı. Bu daha sonrada devam etti. Bunlardan bazılarını
saymak gerekirse; Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, General Cemil Cahit Poydemir,
Recep Peker, Bekir Sami Kunduk, İbrahim Sureyya Yiğit, Ömer Mümtaz Tanbiy,
Hakkı Behiç, Teşkilatı Mahsusa’nın kurucusu Kuşçubaşı Eşref, Mustafa Kemal ile
Amasya buluşmasını gerçekleştiren Karzeg Salih Paşa, Yusuf İzzet Paşa, Hakkı
Münse, Ali Sait Akbaytogan, Deli Halit Paşa, Salih Berzeg Paşa v.s.
Kurtuluş Savaşı tarihinde; İngilizler’in yönlendirmesi sonucu; “Şarkı
Garip Çerkesleri Temini Hukuk Cemiyeti’nin 19 yöreden 17 ayrı kabileden
temsilcinin 24 Ekim 1921’de İzmir’de yapılan, Yunan İşgali’ni öven ve İttihat
Terakki’yi eleştiren toplantı sayılmazsa Çerkesler Kuvay-i Milliye’nin
yanında yer almıştır.
Osmanlı’dan önemli ayrıcalıklar elde etmiş Çerkesler için
Osmanlı’ya, hilafete, saltanata karşı tavır almak kolay olmamıştır. Anzavur
Ahmet Olayı; Padişaha, hilafete, saltanata bağımsızlılığı ya da sedakati
gösteren bir davranış olsa gerektir.
Çerkesler, bugün bazı kaynakların yazdığına göre bir milyon nüfusu
olan Osmanlı ile kurulan iyi ilişkileri Cumhuriyet döneminde de sürdüren
merkezi otorite ile uyumlu kendi anavatanından çok ülkemizde yaşamayı tercih
etmiş bir toplumdur.
Çerkeslerin OsmanlI’da olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de devleti
sahiplenme konusunda, devletimizi ve ülkemizi sevme, sayma konusunda aynı
özelliklerini devam ettirdiklerini söyleyebiliriz.
Ülkemizde yaşayan Çerkeslerin 140 yılda Çerkes olmaktan çok Türkleştikleri’de
söylenebilir. Çünkü Çerkes nüfusun %80’inin Çerkesce yerine Türkçe’yi
kullandıkları ve anadili olan Çerkesce’yi konuşma işini %20’lik yaşlı kesime
bıraktıklarını yazarsak bu abartı sayılmaz. Bu nedenle son günlerde TRT
tarafından Radyo ve TV’de başlayan Çerkesce anadilde yapılan yayınlar
başlayınca bazı Çerkesler bile şaşırıp kalmışlardır. Yayınlara ilgi ise
beklenenin çok altında olmuştur.
Ülkemizin toplumsal renklerinden birini oluşturan Çerkezlerin
azınlık bir toplumsal kesim olduğunu söyleyebiliriz. Ama oldukça şanslı, adeta
ayrıcalıklı bir azınlık ya da toplumsal rengimiz olduğunuda ifade edebiliriz.
Bu toplumsal rengimizin kendi kültürel özelliklerini yaşamak istemesi kadar
doğal birşey olamaz. Ama bu hassas özellik asla bazı olumsuz amaçlar için
kullanılıp siyasallaşmamalıdır. Bu özelliğin siyasallaşması öncelikle
Çerkeslerin merkezi yönetim ile kurulmuş olan olumlu ilişkisini bozacağı
unutulmamalıdır. Bu örnek toplumsal ilişki bozulursa bunda en çok Çerkeslerin
rahatının kaçacağı ortadadır. Bu toplumsal “büyü”yü bozmaya çalışan
kesimlere meydan verilirse bu işin faturası ağır olabilir.
•
Sula Benet, Abhazlar, 1994 Ankara
•
Hayri Ersoy Çerkeslerin Tarihi 1996 İstanbul
•
P.A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar 1992 İstanbul
•
Hale Soysü, Kavimler Kapısı, 1992 İstanbul
•
A. T. Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı 1999 Ankara
•
Orhan Türkdoğan, Etnik Sosyoloji 1997 İstanbul
•
M. İzzet, Kafkas Tarihi, 1980 İstanbul
•
İslam Ansiklopedisi. Çerkesler Maddesi, 1960 Ankara
•
Murat Bujedug Sürgün Halk Çerkesler Birikim S. 71-72 1995 İstanbul
•
Özdemir Özbay, Kuzey Kafkasya, 1995 Ankara
•
Son Ubıh, Bağrad Shinkaba, 2000 İstanbul
•
Muhittin Ünal, Kurtuluş Savaşında Çerkeslerin Rolü, 2000 Ankara
•
Ali Kasuman, Çerkes Soykırımı, 1995 Ankara
•
Yaşar Bağ, Çerkeslerde Kültür Din Tanrı, 1997 İstanbul
Kim bu Gürcüler? Halk arasında söylenen bir mani var. Nakarat
kısmında; “dil bilmez Gürcümiyem” diye geçiyor. Burada Gürcü’nün dil
bilmediği için küçümsendiğini görüyoruz. Yani Türkçe bilmediği için
küçümsendiğini görüyoruz. Ama aynı zamanda kendi aralarında konuştukları bir
dillerininde olduğunu öğrenmiş oluyoruz.
Evet Gürcüce diye bir dil var. Gürcüce konuşan bir toplumsal
rengimiz de var. Bunlar Laz değil, Rum’da değiller. Çerkes’lere komşular ama
Çerkes’te değiller. O halde kim bu Gürcüler? Gürcü’lük etnik bir ayrım. Dinsel
ayrım değil. Etnik bir renk. Gürcüler Kafkasya’nın eski halklarından sayılıyor.
Karadeniz Kafkasya’ya komşu olduğu için Gürcüler’in bir kısmı Karadeniz’de
yaşıyor. Gürcü denilince Karadeniz ve Artvin ilk akla gelen coğrafi bölgedir.
Gürcüler ayrı bir halk olarak Kafkasya’nın eski halklarından
sayılıyor. Ayrı dilleri, ayrı alfabeleri kendilerine özgü bir tarihleri var.
Gürcüler kendilerine “Kartveli”de diyorlar. Kart, Svan-Megrel
boylarının ortak adı sayılıyor. Gürcüce, uluslaşma sürecinde bir dizi boyun
ortak dili olmuş. 4. yüzyılda Hıristiyanlık’la tanışmışlar. 5. yüzyılda Ortodoks
Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmişler. 13. yüzyılda Katoliklik
inancıda Gürcüler arasında yayılır. Bizans öncesi kurulan devletlerle İran’da
kurulan Sasani devleti ile yoğun tarihsel ilişkiler yaşarlar. Savaşlar barışlar
birbirini izler. Bir dizi tarihsel gelgitler olur.
Gürcüler, ülkemizde Artvin, Ordu, Samsun, Sinop, Sakarya, Bolu,
Kocaeli, Bursa, Balıkesir gibi yörelerimizde yaşarlar. Artvin’in, Ordu’nun,
Samsun veSinop’un; Şavşat, Hopa, Borçka, Fatsa, Gerze gibi ilçelerinde de
önemli oranda nüfusları vardır. Gürcistan ülkemizin Kuzey-Doğu kamşusudur.
Ülkemiz içinde bulunan Gürcü yerleşim yerleride adeta Gürcistan’ın ülkemizdeki
coğrafi ve toplumsal uzantılarıdır.
Gürcüler’le Osmanlılar’ın tanışması FatihSultan Mehmet dönemine
rastlar. Kafkasya hakimiyeti nedeni ile bitip tükenmeyen Osmanlı-Rus Savaşları
sırasında Gürcistan 16. yüzyılda Osmanlı’nın eline geçer.
Gürcistan’ın batısındaki Acarlar ve doğusundaki İngilolar 16. 17.
yüzyılda Osmanlı hakimiyetinde iken Hıristiyanlıktan, Müslümanlığa
geçmişlerdir. Osmanlı bölgede hakimiyet kurduktan sonra Çıldır Eyaleti adı
ile bir eyalet kurdu. Bu gelişmeler Gürcüler’in İslamiyet ile tanışmalarını
sağladı. Önce bey kesimi daha sonra süreç içinde halk kesimi İslamiyeti zorla
kabul etti. Ama yine de OrtodoksHıristiyan Gürcüler ile Müslümanlığı seçen
Gürcüler arasındaki dinsel rekabet uzun yıllar devam etti. 16. yüzyılda
İslamiyet ile tanışan Gürcüler’in İslamlaşması yaklaşık 2. yüzyıl devam etti.
Bölge halkı ancak 18. yüzyılda Müslümanlaştı.Böyle olunca Ortodoks Hıristiyan
kültürünü Gürcüler bir anda silip atamazdı. Bu halkın tarihi Ortodoks
Hıristiyan kültürüdür. 19. yüzyıla geldiğimizde İslamiyet bölgede “Dil
Gürcülüğü” dışındaki Gürcülüğü önemli ölçüde yok eder.
Kamuoyunda; “93 Harbi” olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı Rus
Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu yenilgiye uğradı. Bu olay üstüne savaşta
Osmanlı’nın yanında yer alan Gürcüler için büyük bir zorunlu göç başladı.
Müslüman ve Katolik Gürcüler’in Karadeniz kıyı şehirlerine yerleşmeleri böyle
başladı. Batum’dan Balıkesir’e dek; Artvin, Samsun, Ordu, Sinop, Bolu, Sakarya,
Kocaeli, Bursa ve yörelerinde ayrı ayrı Gürcü köyleri böyle oluştu.
Osmanlı Kafkasya hakimiyeti nedeni ile 1865’lerde Çerkesleri,
1977-78’de de Gürcüleri saraya misafir etti. Artık Balkanlar’dan gelen ve
Osmanlı sarayında önemli bir hakimiyet kuran Sırp, Hırvat, Boşnak paşalar ve
Valide Sultanlar Kafkasya’dan gelen Paşa ve Valide Sultanlara yerini bırakmaya
başladı. Osmanlı Kafkasya’dan gelen bu kaderdaşlarına kapılarını ardına dek açtı
dersek abartılı sayılmaz. Saraydaki kurulan bu iyi ilişkinin bir geleneğe
dönüşüp Cumhuriyet döneminde de devam ettiğini yazmak gerçeği yanlış ifade
sayılmaz.
Bu göçler nedeni ile yaklaşık 400 bin Gürcü göçmenin OsmanlI’ya
sığındığı yazılır. OsmanlI’nın 1915’de Batum’a yaptığı akınlarda Çoruh
vadisinde Ruslar 52 bin kişiden 45 bin kişiyi öldürür. Çoruh’ta 7 bin
kişi sağ kalır. Ruslar savaşın ardından büyük bir Gürcü katliamı
gerçekleştirir.
Türkiye’de son 30 yıldır yapılan nüfus sayımınında Türkçe dışında
konuşulan diler sayılmıyor.
Türkiye’de yaşayan Gürcüler’in konuştukları dil çoğunlukla
Türkçe’dir. Gürcüce bilenler nüfusun küçük bir azınlığını oluşturuyor. Gürcüce,
(Kartuli-ena) Güney Kafkas’yada İber Kafkas dil ailesinin dilidir. Öteki bileşenleri;
Lazca, Mingrelian veSvanetianca’dır. Türkiye’de; Gürcüce’nin Gurian lehçesi,
Acar lehçesi gibi farklı lehçeleri konuşanlar da var. 1965 Genel Nüfus
Sayımlarında 83.306 kişinin Gürcüce konuştuğu tesbit edilmiştir.
Gürcistan SSCB’nin dağılmasından sonra bağımsız devlet oldu.
Nüfusunun yaklaşık; 5,5-6 milyon olduğu kabul ediliyor. Türkiye’de ise Gürcü
nüfusun; 500 bin ile 600 bin arasında çeşitli tahminler yapılmaktadır.
Gürcüler’in en yoğun yaşadıkları iller; Artvin, Ordu, Adapazarı, Bursa, Samsun,
Giresun son yıllarda göçler nedeni ile belkide en çok Gürcü’nün yaşadığı yer,
İstanbul veAnkara’dır.
Gürcüler’in alfabesi farklıdır. Kiril Alfabesi’ne benzeyen bir
alfabeleri vardır. Gürcüler toplumsal olarak olduğu gibi dil olarakta Osmanlı’dan
beri merkezi otorite ile olumlu ilişkiler kurmuşlardır. Merkezi yapı, ile
Osmanlı döneminde olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de devlet ile önemli
problemleri olmamıştır.
Gürcü alfabesi ile okuma yazma bilen Gürcü sayısı çok azdır. Evde
kırsal yaşamda aile içinde Gürcüce öğrenenler okuma-yazma bilmediği için ömrü
kısa olmaktadır. Gürcüler’in Doğunluğu kendini Türk sayar, hatta kendilerini
“Türk-Gürcü” olarak tanımlarlar.
Gürcüler’in tarihi ile ilgili ilk Türkçe kitap 1960 yılında
Bursa’lı bir Gürcü olan Ahmet Özkan (Melaşvili) tarafından “Gürcistan” adı
ile hazırlanmıştır. Kitap hakkında Gürcü milliyetçiliği yapılıyor diye o
yıllarda dava açılmıştır. Yazarı ise Bursa’da öldürülmüştür. “Kafdağı Müzik
Topluluğu” adı ile bir müzik topluluğu kurup daha çok Gürcüce müzik yapan
topluluğun yöneticisi İberya Özkan, Ahmet Özkan’ın oğludur.
Gürcü, tarihini, kültürünü, dilini, inancını tanıtmaya çalışan
Çveneburi dergisi (Bizden,bizim gibi) 1977-79 yıllarında önce Stokolm’de yayına
başlar. 1993’den beri ise Osman Nuri Mercan’ın yönetiminde İstanbul’da
yayınlanmaktadır. Dergide Gürcü alfabesi ve grameride verilmeye
çalışılmaktadır.
Son yıllarda Gürcü Tarihi ve Gürcülerin çeşitli özellikleri ile
ilgili kitaplarda çıkmıştır. Bursa İnebolu Hayriye köyünden yetişmiş Hayri Hayrioğlu
ve yazar Fahrettin Çiloğlu bunlardan bazısıdır. Ayrıca, “DEDANENA” adında
Fahrettin Çiloğlu veRüya Özkan’ın hazırladığı Gürcüce alfabe kitabı bu konuda
bir ilk sayılır.
Bugün Türkiye’de yaşayan Gürcüler esas olarak İslamiyet’in Hanefi
inancındadırlar. Bunun dışında başka bir inançta kimse yok sayılır. Tabi
İstanbul-Şişli / Bomanti’deki Ortodoks Hıristiyan Gürcü Kilisesi’nin minik
cemaatini ve yıkık kiliselerini saymazsak.
Gürcüler; 4. yüzyıldaHıristiyanlık’la tanışırlar. V. yüzyılda
Kafkasya’nın tümü olduğu gibi Gürcüler’de Ortodoks Hıristiyanlığı kabul
ederler. 13. yüzyılda Katolik Hıristiyanlık’la da tanışırlar. 18. yüzyılda ise
Osmanlı kanalı ile İslamiyet’i kabul ederler. Yani Gürcüler 2 yüzyıldır
İslamiyet ile tanışmışlardır. İslamiyet onların 200 yıldır seçtikleri bir
dindir. Gürcüler genel olarak Osmanlı’dan sonra Cumhuriyeti benimseyen laikliği
benimseyen bir toplumdur.Bu durumu en bariz bir şekilde Artvin ve Fatsa’nın son
50 yıldır yapılan siyasi seçimlerdeki seçmen davranışında izlemek mümkündür.
Gürcüler arasında aşırı şeriatçı İslamcı kişi ve grupları görmekte olasıdır.
MustafaKemal Atatürk için; “Ben velati zina değilim” ben; “Selanikli
değilim. Benim atalarım Batum’ludur.”deyip şeriatı savunan ve laiklik karşıtı
tavrı nedeni ile TBMM’de dokunulmazlığı kaldırılan Refah Parti milletvekili
Hasan Mezarcı’nın bir süre sonra ise kendini “İsa Mesih” ilan etmesi;
kendi tarihi, Gürcüler’in dinsel tarihi açısından, din psikolojisi açısından,
incelenmeye değer bir örnek olaydır.
Diğer bir sıradışı olayda türban takması ve Fazilet Partisi
milletvekili olarak türban ile TBMM’de yemin etmeye kalkması ile olay haline
gelen milletvekili MerveKavakçı’dır. Merve KavakçıGürcü’dür. ABD’de
yaşamaktadır ve ABD vatandaşıdır. Babası ve yakın çevreside şeriatçı kesim
içinde sayılır. Kendi akrabalarının yarısı hala Gürcistan-Batum kentinde
yaşamaktadır ve Ortodoks Hıristiyan’dırlar.
Bugün Türkiye’de Gürcücülük şeklinde bir siyasi akım yoktur. Kendi
kültürünü tanıtma, kendi tarihlerini öğrenme şeklinde yapılan kitap ve dergi
çalışmaları var. Gürcücülük; siyasette hemşehricilik, hemşehri dernekleri, yöre
dernekleri tarzında yaşamaktadır. DYP-RP’nin kurduğu koalisyon görüşmeleri
sırasında görüşmeler tıkanınca DYP’den Hasan Ekici’ninRP’li görüşmecilerle
Gürcüce konuşmaya başladığı ve bozulacak koalisyonun Gürcüce kurulduğu basın
organları tarafından yazıldı.
Siyasi İslamcı akımların Türkiye’de Gürcüler arasında taraflar
bulmadığı söylenirse eksik ifade edilmiş olunur. Refah ve AKP’ye bu toplumsal
kesime ilgi bunun sonucudur.
Bugün Türkiye’de Ortodoks Hıristiyan Gürcü yok denecek kadar
azdır. Bu kesim 1970’li yıllara dek İstanbul Bomanti’de kendi kiliselerinde
ibadet yaparmış. Kilise bugünde açık ama cemaat çok küçülmüş. İbadet dili ise
Fransızca T.C. vatandaşı din adamı olmadığı için Gürcüce ibadet yapılamıyor.
Cemaatin sayısı ise toplam 100 kişiyi ya bulur ya bulmaz.
Türkiye’deki Gürcüler, Türk toplumu ile önemli ölçüde entegre
olmuş bir örnektir. SSCB’nin dağılmasından sonra kapılar açıldığı halde Gürcüler
Gürcistan’a yerleşme eğiliminde olmamışlardır. Türkiye’deki Gürcüler
anavatanları olarak Gürcistan’ı değil Türkiye’yi kabul etmektedirler.
Türkiye’deki Gürcüler anavatan olarak Gürcistan’a yerleşip-yerleşmemeyi
gündemlerine bile olmamışlardır. Türkiye’yi kendileri için diaspora kabul etme
eğilimlerine de karşı olmuşlardır. Bir tek aile bile Gürcistan’a
yerleşmemiştir.
Türkiye’deki Gürcüler, devletin her kademesinde görev çok rahat
görev almaktadırlar. Toplumda önemli yerlere hiçbir ayrıma tabi olmadan
gelmektedirler. Bir zamanların Emniyet Genel Müdürü- İçişleriBakanı Sadettin
Tantan’ın, Diyarbakır’ın efsane gibi anlatılan Emniyet Müdürü, Gaffar Okan’ın,
yazar Hayati Asılyazıcı’nın, Net Holding’in sahibi ve Liberal Parti’nin
BaşkanıBasim Tibuk’un, Türkülerin ustası Ümit Tokcan’ın, mafiya babası Dündar
Kılıç’ın, Necmettin Erbakan’ın Gürcü olduğunu bilebilmek entegrasyonun düzeyi
açısından önemli örneklerdir.
Gürcüler’in siyasal iktidarla, merkezi otorite ile Gürcü
olmalarından kaynaklanan bir sorunları olduğu gözlemlenmiyor. Ama kendi
kültürünü ifade biçimi açısından belki bazı eksiklikler olduğunu ifade etmek
gerekebilir. Bu nedenle olsa gerek, bazı sosyologlar Türkiye’deki Gürcü
meselesine etnik mesele yerine daha yumuşak bir tanım ile; “Kısmi etnik kimlik”
adını verdiklerini görüyoruz.
•
Fahrettin Çiloğlu, Gürcülerin Tarihi, 1996 İstanbul
•
A. Tandilava, M. Vanilisi Lazlar’ın Tarihi, 1992 İstanbul
•
P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar 1992 İstanbul
•
A. T. Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı, 1999 Ankara
•
HayriHayrioğlu (Çev.) Gürcüstan Tarihi, 1997 İstanbul
•
Davit Marshall Lang, Gürcüler, 1997 İstanbul
Süryaniler Osmanlı İmparatorluğu’nun 1882’de “millet” statüsü
verdiği, milleti sadıka (sadık millet) dediği özerklik verdiği buna
karşın 1924’de Lozan’da Türkiye ile görüşme masasında Rumlar, Ermeniler gibi
azınlık hakları “hakkını” alamadıkları bir toplumsal azınlığımızdır.
Batı Dünyası Hıristiyan’dır ama Roma İmparatorluğu’nun
Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra yaydığı Hıristiyanlıktandır.
Süryaniler,Keldaniler, Nasturiler ise ilk Hıristiyanlardır,
DoğuHıristiyanlardır, Otantik Hıristiyanlardır. Hz İsa ve Meryem Ana dönemi
Hıristiyanıdır. Roma’nın dinsel anlayışının, katletmek için aradığı “sapkın”
Hıristiyanlardır. Doğu Hıristiyanlığı, Roma’dan kaçıp canlarını kurtarmak
için Kapadokya’da v.s. yeraltı şehirleri kurup Hıristiyanlığı yaymak için
çalışan Hıristiyanlık anlayışındadır. Hıristiyanlığın Roma devlet dini değil,
halk dini iken savunulan inanılan Hıristiyanlardır.
Süryaniler Mezopotamya’nın otokran halklarındandır.
Mezopotamya’nın yerleşik topluluklarındandır. Süryanilik DoğuHıristiyanlığı ya
da ilk Hıristiyanlardır. Süryanilik etnik bir ayrım değil, dinsel bir ayrımdır.
Etnik, olarak; Asur mu? Akat mı? Aram mı? Babil mi? olduğu hala tartışma
konusudur. Tarihi kaynaklara göre Süryaniler’in bölgede 5 bin yıllık tarihleri
var.
Süryani adı, İsa’dan sonra İsa’ya inananlar, İseviler
Hıristiyanlığa inananlar anlamında kullanılıyor. Surin kelimeside aynı anlamda
kullanılıyor. Sur kentinde oturmalarından dolayıYunanlılar’ın Süryanilere
Suryani adı verdiği de yazılı kaynaklarda vardır. Ya da Süryani, Hıristiyanlığı
kabul eden yukarı Mezopotamyalılar’a verilen isimdir.
Süryani adıHıristiyanlıkta bir mezhep adı değildir. Süryanilik
içinde değişik Hıristiyan mezhepler var.
c)
Süryani Protestan Kilisesi.
Ayrıca Süryani adının Aramilerden ya da Asurlulardan
kaynaklandığını ifade eden görüşlerde var. Surin, Süryani, Suriyeli olarak
telafuz edilir.
Süryaniler tarafından kabul gören bir kaynak olanak XII. yüzyılda
Diyarbakır metropoliti olan Bar Salibi; “Antalya ve civarında yerleşim
birimlerini inşa eden Kral Suros’un ismine izafeten Süryani olarak
adlandırılmışız. Suriye adıda O’nun adından türemiştir.” Diyor.
SÜRYANİLER’İN COĞRAFİ DAĞILIMI
Süryaniler, Türkiye’de Güney DoğuAnadolu bölgesinde yaşarlar.
Komşuları esas olarak bölgede ikamet eden Kürtler’dir. İlişkileri çelişkileri
daha çok Kürtler’le olmuştur. Bölgedeki Süryani yerleşmelerinin merkezi
Mardin-Tur Abdin bölgesi sayılır. 1990’lı yıllarda bu bölgede 40’a yakın köyde
15.000 civarında nüfusları bulunuyor. Bu rakam; 1984 yılı tahminlerinde 30 bin,
1980’de; 40 bin, 1975 de 35 bin, 1968 de 50 bindir. Mardin dışında; Midyat,
Savur, Killit, İdil, Nusaybin Diyarbakır, Hakkari, eski Süryani
yerleşmeleridir. Son yıllarda bölgede yaşanan güvensiz ortam nedeni ile
İstanbul’a, Almanya’ya, İsveç, Hollanda, Belçika, Avusturya ve ABD’ye göçler
olmuştur. İstanbul’da son yıllarda tahminen 20 bin Süryani nüfus bulunuyor.
İstanbul’da daha çok; Kurtuluş, Beyoğlu, Kumkapı, Samatya semtlerine Süryaniler
gelmiştir. Mardin-Tur Abdin’de bugün tahminen 3-4 bin Süryani nüfus yaşıyor,
Türkiye’nin bazı yetkilileri ise Süryani nüfusun 50 bin civarında olduğunu
ifade ediyor.
Süryaniler, zanaatkar bir toplumdur. Çoğu ticaret, kuyumculuk,
altın ve gümüş işlemeciliği yapmaktadır. Kırsal kesimde az da olsa tarım ile
uğraşanlarda bulunuyor. 12 Eylül 1980 Askeri yönetimi sırasında Süryaniler
bölgedeki Kürtler tarafından; Kürt olmadıklarından dolayı, siyasi olarak onları
desteklemediklerinden dolayı, Hıristiyan olmalarından dolayı ve varsıl olmaları
nedeni ile çok hırpalanıyorlar. Kendiside bir Süryani gazeteci olan Yakup
Bilge “Süryaniler” üstüne yaptığı yüksek lisans tezinde; “Bölgede devlet
güçleri ile PKK arasında yaşanan çatışma,Süryanileri giderek sıkıştırıyor.
Sadece 1990-1995 yılları arasında bölgede 27 Süryani öldürüldü. Bunların bir
bölümünün PKK tarafından öldürüldüğünün ortaya çıkmasına karşılık, büyük
bölümünün katili bulunamadı ve faili meçhul olarak kaldı. Yine bu dönemde 20’ye
yakın Süryani köyü göç nedeni ile boşaldı. Üç Süryani köyü ise (Hassana,
Merbobo, Derkup) “güvenlik” nedeni ile boşaltıldı.” Diyor.(1)
Kürtlerle Süryaniler arasındaki ilişkilerin nasıl olduğunu tesbit
etmek için Türk kamuoyunun “Türkiye’de Etnik Gruplar” kitabı ile
tanıdığı P.A. Andrews ise kitabında şöyle yazıyor: “1980 askeri hükümetinin
yönetimi altında düzenin tekrar sağlanmasına kadar sürekli olarak çevredeki
Kürt Müslüman nüfustan gelen tehditkar tutum topluluğun bağımsızlık duygusunu
artırdı... göçe neden oldu. Kürtlerin sürdürdüğü düşmanlık yalnızca dini
farklılıklardan değil, aynı zamanda topluluğun görece refahındanda kaynaklanmış
gibi gözüküyor.”(2)
Osmanlı’nın son zamanlarında II. Abdülhamit tarafından kurulan
Hamidiye Alayları’nında Kürt- Ermeni çatışması ile birlikte Kürt-Süryani
çatışmaları yarattığı; “Süryani halkı üzerine de saldırtılıp “kitle
katliamları” yaptırıldığı ifade ediliyor.(3)
Süryaniler’in Güneydoğu’daki dini lideri Metropolit Timoteus
Samuel Aktaş kendisi ile yapılan bir söyleşide; “Cemaatin göçü ile boşalan
birçok kilise ve manastır var. Bugün Tur Abdin’de 5 aktif Manastırımız mevcut.
Ayrıca 21 yerleşim birimindeki 25 kilisede dönüşümlü ve aktif bir şekilde
ruhani hizmetlerimiz devam etmektedir. 90’a yakın kilise ve manastırımız
kaderine terkedilmiş.. .”(4) diyor.
Göç nedeni ile Süryaniler daha çok İstanbul’a yerleştiler.
İstanbul’da toplam 7 kilise var. Süryaniler’de 7 Mezhep var. Patrik Suriye’de
bulunuyor: Patriğe bağlı 17 metropolit var. 3 Metropolit Türkiye’de bulunuyor.
2ManastırMardin veMidyat’ta bulunuyor. 5 tane aktif Manastırdan ve 21
yerleşimde de kilise hizmeti verdiklerini ifade ediyorlar.
İstanbul, Tarlabaşı’nda Süryani Ortodoks Kilisesi, İstanbul
Gümüşsuyu’nda ise Roma’ya bağlı Süryani Katolik Kilisesi
bulunuyor.Süryaniler’de boşanma yok. Kilisenin aracılığı ile sorun çözülmezse
yani problemi Patrik’te çözemezse o zaman boşanma oluyor. Kentlerde yaşayan din
adamları evlenebiliyor amaManastırlardaki din adamlarına evlenme yok.
Hıristiyan dünyası için kutsal olan gelenekler Süryaniler içinde
geçerlidir. Noel, Paskalya v.s. Süryaniler İsa’nın dirildiği gün olan Kiyam
bayramında 50 gün oruç tutarlar. Güneşin doğuşundan batışına kadar hiç yemek
yemezler. 50 gün boyunca hayvansal besin yemezler. Sadece bitkisel gıdalar
tüketirler.
Süryani Ortodoks Kilisesi, Yakub Baradai’nin 578’de reform yaptığı
bir Menofizit kilisedir. BatıSüryani Kilisesi, Monofizit terimleri kullanmaz.
Antakya Patrikhanesi günümüzde Şam’da faaliyet gösteriyor.
Süryaniler, Süryanice konuşuyorlar. Süryanice özel bir dinsel dil
sayılıyor. Süryani Alfabesi var. Bunun dışında Kürtçe veSuriye Arapçası’da
konuşuluyor. Bu dile dilbilimciler, Türöyu diyor. Yani Sami dillerinin
Neo-Aramik kolunun DoğuSüryani grubundan sayılıyor. Dinsel dil ise, Süroyö yani
Suriyece ya da Suriye Arapçası’dır. Bunu arkaik, akademik dil olarakta
tanımlıyorlar. 1970’li yıllarda yaklaşık 25 bin kişinin Türöyo dili ile
konuştuğu tahmin ediliyor.
BatıTürk Abdin yöresindeki topluluklar ise Arapça’nın Qıltu
lehçesinde konuşuyor. Bazı köylerde ise Kürtçe konuşuluyor. Kerburan’daki
rahipler Suriye yazısı ile Kürtçe yazarlarmış. Ama son 50 yıldır özellikle
Cumhuriyet döneminde Türkçe Süryaniler arasında yaygınlaşmıştır.
Süryanice’nin farklı şiveleride var. Bunların bir kısmı yok olmuş.
Örneğin; Neo-Aramik dil olan Mlahsö şivesi ya da dili sadece Lice yakınlarında
Melahim adındaki bir köyde konuşulurmuş.Bu dili bile bilen bir kaç kişi kalmış.
Belkide artık konuşanı kalmamıştır. Dil ölmüştür.
Süryaniler yabancılar ile evlenmezler. Aralarındaki ortak yapışkan
esas olarak dindir. Süryani olmaktır. Süryaniler yakın tarihte 3 toplumsal
olayın kendi toplumlarını çok etkilediğini belirtirler: 1) Hamidiye
Alayları’nın toplumlarına çok büyük bir darbe vurduğunu söylerler. 2) 1. Dünya
savaşı’ndan sonra Lozan’da Avrupa Hıristiyan devletlerinin kendilerini azınlık
haklarından yararlandırmamaları toplumlarını yalnızlaştırdığını ve dağılma sürecine
soktuğunu ifade ediyorlar. 3)12 Eylül 1980 den sonra bölgede Kürtler tarafından
çok hırpalandıklarını ve 3 bin yıllık anayurtlarını Kürtler nedeni ile
terkettiklerini söylüyorlar.
Süryaniler,Türkiye dışında yakın coğrafya olan; İran’da, Irak’ta,
Suriye’de, Lübnan’da ve son yıllarda göçler nedeni ile Avrupa ve ABD’de
bulunuyorlar. Dünyada tahminen toplam; 150 bin kişilik nüfusa sahip oldukları
sanılmaktadır.
•
Stefan Andersson, Asurlar, 1992 İstanbul
•
Dr. Asahel Grant, Nasturiler ya da Kayıp Boylar, 1994 İsveç.
•
Yakup Bilge, Süryaniler, 1996İstanbul
•
Hacer Yıldırım Foggo, Kumru Püskül-NasturiKatliamı, 2002 İstanbul
•
P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar, 1992 İstanbul
•
Hale Soysü, Kavimler Kapısı, 1992 İstanbul
•
Orhan Türkdoğan, Etnik Sosyoloji 1997 İstanbul
•
A. T. Önder; Türkiye’nin Etnik Yapısı 1999. Ankara
•
Birikim Dergisi Özel Sayı, Mart-Nisan 1995 Sayı 71-72
•
Aziz Günel, Türk Süryaniler Tarihi 1970 Diyarbakır
•
Mehmet Çelik, Süryani Kilisesi Tarihi, 1987 İstanbul
•
B. Murat Öztemir, Yezidiler ve Süryaniler, 1998 Ankara
•
Mehmet Şimşek, Süryaniler, 2003 İstanbul
Mezopotamya’nın eski halklarından biridir. Lozan’dan sonra oluşan
sınırlar gözönünde tutulduğunda Keldaniler’in çoğunluğu Irak’ta yaşıyor.Ondan
sonra Suriye ve Türkiye geliyor, Lozan Antlaşması’nın azınlık saymadığı
DoğuHıristiyanlığı’ndandırlar.
Keldaniler’in Türkiye’de yaşayanları, Irak-Suriye sınırının
kuzeyindeki bölgede yaşıyorlar. Mardin- İdil’de, Silopi’de,
Hakkari-Beytuşşebap’ta, Siirt-Pervari, Uludere, ve Şırnak’ta, Midyat’ta,
Diyarbakır’da, Van’da, son yıllardaki göçler nedeni ile İstanbul’da ve
Avrupa’nın bazı ülkeleri olan İsveç, Norveç, Almanya ile ABDve Kanada’da da
bulunuyorlar.
Keldani, Kaldeli anlamına geliyor. Keldanileri Asurlular içinde
sayan tarihçiler olduğu gibi Urartu medeniyeti içinde görenlerde var.
DoğuHıristiyanlığı tanımı içinde kendilerini ifade ediyorlar. Bu bölgede 2 bin
yıllık tarihlerinden sözedilen Keldaniler İran, Irak, Türkiye, Suriye dışında
Lübnan ve Hindistan’da da bulunuyorlar.
Keldaniler, DoğuSuriye Kilisesi’ne kendilerini bağlı görüyorlar.
Üç aşamada, biri 1553 biri 1681 diğeri ise 1830’da olmak üzere Roma Kilisesi
ile birleşmişlerdir. Başpiskoposlukları İstanbul’dadır. Patriklikleri Musul’da
nüfuslarının çoğunluğu Irak’ta bulunuyor.
Botan vadisinde 12 köyde yaşayan 5.000 Keldani’nin ibadetleri
1925’li yıllarda yasaklanınca Suriye’deki ve Türkiye’deki Süryani Kilisesi’nin
himayesine girmişlerdir.
İstanbul’a göç edenler Tarlabaşı’nda eski bir Rum kilisesi’ni Keldani
Kilisesi olarak kullanıyorlar. Kilisenin papazı Aziz Yalap; şartların elverdiği
oranda geleneklerini ve ibadetlerini sürdürdüğünü ziyaretçilere ifade ediyor.
Kilise, İstanbul’daki hatta Türkiye’deki Keldaniler’in buluşma, sohbet ve
ibadet yeri. Paskalya törenlerini ise Sen Antuan Kilisesi’nin bodrum katında
kutsuyorlar. Şu andaTürkiye’de yaşayan Keldaniler, Katolik Hıristiyanlar ama
Roma’dan bağımsız bulunuyorlar. Doğu kökenli Katolik Hıristiyanlar.
İstanbul’da bile; uzun entarileri, özel düğmeleri, yemenileri, yün
çorapları, özgün kasket ve yelekleri ile diğer Güneydoğulu’lardan ayrı
özellikte bulunuyorlar. Ama çoğu insan onları Kürtler ile karıştırıyor.
Birçok tarihçi, dinbilimci, sosyolog ve antropolog; Keldaniler’in
tarihini, dinsel özelliklerini, dil ve alfabe özellikleri ile etnik
kimliklerini birlikte işliyor. Bu nedenle benimde Süryaniler ve Keldaniler ile
ilgili olarak yazdığım genel özellikler Keldanileri’de kapsadığı kabul
edilebilir.
Keldaniler, kapalı bir toplum yapısı içinde bulunuyorlar. Akraba
evliliği yok. Son yıllardaNasturiler veSüryaniler ile iki cinse de eşit
kolaylıklar getiren evlilikler görülüyor.
Keldaniler’in de ana dilleri Suritçe, ibadet dilleri
Süryanice’dir. Dilleri ve alfabeleri Sami dil grubundan sayılmaktadır. Bazı
şive farklılıkları Doğu veBatıdakiler arasında görülüyor. 1980 Genel Nüfus
Sayımlarında; yaklaşık; 10 bin Keldani nüfus olduğu tesbit ediliyor. Bu nüfus
daha sonraki yıllarda artmamış eksilmiştir. Bugün göçler sonucundaTürkiye’de
yaklaşık 4-5 bin Keldani nüfus bulunuyor.
Türkiye’deki azınlık olarak kabul edilen Rum, Ermeni ve Museviler
için özel hassasiyet gösteren BatıDünyası ne yazık ki, Süryani, Keldani
veNasturiler’e karşı; kör, sağır ve dilsiz davranıyor. Onları yok sayıyor.
Bunları İslamiyet’teki hakim zihniyetin hakim mezheplerin ya da
resmi kabul edilen 4 mezhebin kendi dışındakileri örneğin özellikle
Alevileri-Bektaşileri yok saymasına benzetmek çok mümkün gözüküyor.Kendilerini
İslam otoritesi yerine koyan bazı İslamcı Kişi ve Kurumlar’daAleviliği İslam içinde
görmezler. Onları yok sayarlar. BatıHıristiyan anlayışlarının da,
DoğuHıristiyanlığı yok sayması buna benzetilebilir.
KAYNAKLAR
•
Kadir Albayrak, Keldaniler ve Nasturiler, 1997 Ankara
•
Dr. Asahel Grant, Nasturiler ya da Kayıp Boylar, 1994 İsveç.
•
Yakup Bilge, Süryaniler, 1996İstanbul
•
Hacer Yıldırım Foggo, Kumru Püskül-NasturiKatliamı, 2002
İstanbul
•
P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar, 1992 İstanbul
•
Hale Soysü, Kavimler Kapısı, 1992 İstanbul
•
Orhan Türkdoğan, Etnik Sosyoloji 1997 İstanbul
•
A. T. Önder; Türkiye’nin Etnik Yapısı 1999. Ankara
•
Birikim Dergisi Özel Sayı, Mart-Nisan 1995 Sayı 71-72
•
Stefan Andersson, Asurlular, 1992 İstanbul
Nasturiler, Doğu Hıristiyanlığı denilen ilk Hıristiyanlardır.
Nasturilik dinsel bir ayrımdır. Nasturiler kendilerini Asuri kabul ediyorlar.
Yani etnik olarak Güneydoğu bölgesi’nde tarihte kurulmuş olan Asur 66
devletlerinin mirasçısı olarak görüyorlar. Önceleri olmasa bile
son yıllarda kendilerine etnik bir kimlik aramanın ifadesi olarak biz
asurluların devamıyız. Ya da Asurlular bizim dedelerimiz diyorlar.
Nasturiler yaşadıkları coğrafi bölge nedeni ile uzun yıllardır
esas olarak Kürtler’le birlikte yaşamaktadırlar. İlişkileri olumlu ya da
olumsuz anlamda daha çok Kürtlerle olmuştur. Hatta bugün bile Türkler,
Nasturiler’i, Yezidiler’i, Keldaniler’i gördüğünde Kürt sanıyor. Nasturiler’in
bugününü anlamak için Osmanlı döneminde Kürt-Nasturi ilişkileri konusunda
bilgilenmek için bir iki saptamayı sizlerle paylaşmak istiyorum. “Bedirhan Bey
ayağa kalktı, Malik’i ona doğru getirmelerini ima eden bir işaret yaparak Zap’a
doğru yürüdü. Onun emri ile Hıristiyan Şefi nehrin üzerine doğu getirdiler, bir
kılıç darbesi ile kopan başı düştüğü suları Kızıla boyayarak döne döne gitti.
Arkasından gövdeyi de suya attılar.”(1)
Zap’taki hayalete dönmüş Çonba köyünde bir Nasturi şefi’nin Kürt
Bey’i Bedirhan tarafından katledilmesi belgelerde böyle yazıyor. Bir başka
katliamda şöyle tarihe yazılmış. “Üç gün sonra susuzluk onları teslim almaya
zorladı. Bedirhan Bey’in yaptığı teklife ve Kuran üzerine edilen yemine göre
köylüler silahlarını ve tüm mallarını teslim edeceklerdi. Antlaşmadan sonra
Kürtlerin platforma girmesine izin verildi. Esirlerden silahlarını alır
almaz ayırt etmeksizin kılıçtan geçirmeye başladılar. Kılıçlarını kullanmaktan
yorulunca da sağ kalanların hepsini aşağıya (yani uçuruma) atmaya başladılar.
Burada toplandığı söylenen bin kişiden sadece bir kişi kurtuldu” (Aynı eser s. 55)
Kürt ağası Bedirhan’ın Nasturi’ye karşı adaleti bu. Üstelik
antlaşma yapıldığı halde, üstelik Kuran üstüne yemin edildiği halde... Herhalde
Kuran üstüne Hıristiyan Nasturiler yemin etmediler. Kürt Ağası Bedirhan
etmiştir.
Bir başka sahne ise aynı kitapta şöyle anlatılıyor:
“Kadınlar şefin önüne getirildi ve büyük bir soğuk kanlılıkla
öldürüldüler. Kaçmaya çalışanların kafaları uçuruldu. En güzel köyler,
bahçeleri ile birlikte yıkılıp yakıldı, kiliseleri yerle bir edildi. Hemen
hemen nüfusun yarısı bu çılgın Kürt beyinin öfkesinin kurbanı oldu.”
Hacer Yıldırım Foggo’nun “Kırmızı Püskül” kitabında 1843-1846 yılları arasında yapılanNasturi
Katliamı ile ilgili insanı ürperten belgeler var. Bir tanesini daha sizlerle
okuyup bu çığlığı duymanızı isterim. “Evlerimizi bahçelerimizi yaktılar,
ürünlerimizi yok ettiler, ibadet yerlerimizi yıktılar ve kocalarımız ile
oğullarımızı öldürdüler. Zap’ın suyuna suçsuz kurbanların kanı aktı.
Ülkemizdeki tepeler ile ovalar, köylerimizi yok eden ateşin kızgınlığından
ışıldıyordu. Feci mi? Ah, Chodih, feci kelimesi çok az gelir. Sana öyle şeyler
anlatabilirim ki kalbin parçalanır.” (aynı eser S.57)
İşte, bölgede yaşayan Nasturilere uygulanan Kürt Ağalarının
adaleti bu. Bu bölgede bu ilişkiler çerçevesindeNasturi, Keldani, Yezidi ve
SuryanilerKürtler’e ne kadar uzun ömürlü komşu olabilir di?
Nasturi adı, İstanbul ya da Kastantinopolis patriğiNastorios’tan
gelmektedir.Nasturiler bir anlamda Hıristiyanlık yorumu açısından patrik
Nastorios’u benimseyenlere verilen addır. İstanbul PatriğiNastorios’un
Hıristiyanlık ile ilgili yorumları önce 431’de Efes Konsilince daha sonra ise
451 yılında Kadıköy Konsilince mahkum edilince O’da bu Hıristiyanlık
yorumlarını Anadolu veSuriye’de yaymaya çalışır. İ.S. 451’den sonra oluşan bu
Hıristiyanlık yorumuna ya da mezhebine Nasturilik adı verilir. Bu görüş; Hz.
İsa’nın tanrısal ve insansal özelliklerinin birbirinden bağımsız olduğunu
savunan görüştür. BuHıristiyan yorumuna; diofizit Hıristiyanlıkta deniyor.
Nasturiler’in yani Asurluların tarihi bölgede 3.000 yıl kadar
eskiye dayanıyor. Asur, M.Ö. 2000 yıllarından 621 yılına dek devam etti. Önce
küçük bir kent devletidir. M.Ö. 1000’in ilk yarısında Mezopotamya, Elam, Suriye
veMısır’ı içine alan bir İmparatorluk kurdu. Asurları Hıristiyanlık hem
kaynaştırdı. Hemde ayrıştırdı. Bölge daha sonra Müslümanlar’ın eline geçti.
Asurların büyük çoğunluğu Araplar tarafından asimile edildi. Araplaştırıldı.
Asur dili Asurca yerini Arapça’ya bıraktı. 1200 yıllarında tüm Mezopotamya
Nasturi idi. Ama bunun yerini kısa zamanda Araplar aldılar. Araplar
Asurluları asimile etti. Araplar büyüdü Asurlular nüfus olarak küçüldü.
Selçuklular bölgeye gelince Asurluları korudu geliştirdiler. Bu
uzun sürmedi. Moğollar’ın kıyımı ve yağması yaşandı. Osmanlı hakimiyeti geçici
bir denge ortamı sağladı. Nüfus olarak Asurlular’ın yok olmasını engelledi.
1. DünyaSavaşı’nda ilk kez, Asurlular dinsel değil etnik ortak
kimlik ile biraraya geldiler. Ardından Batılı büyük devletlerin bölgedeki
siyasi satranç oyunu sonucu büyük katliamlara uğradılar. Tüm Ortodoğu’ya dağıldılar.
Süryaniler, Nasturiler ve Keldaniler dağıldılar. Güneye indiler.
Osmanlı 1882’de Asurlular’a yani Süryani, Keldani ve Nasturilere özerk
millet statüsü tanımıştı. Onları “milleti sadık” diye tanımlıyordu.
1928 affı Asurlulara uygulanmadı. Asurlular topraklarına dönemediler. Tur Abdin
bölgesinde kalan son Asurlular’da bir bir 2 bin yıllık anavatanlarını bin tutam
hüzün bırakarak gidiyorlar.
Nasturiler’in kendi alfabeleri var. Konuştukları ile Aramice
deniyor. Ya da kullandıkları alfabe Arami alfabesi. Arapça alfabeye benziyor.
Ama Arap alfabesi değil.Türkiye’deki konuşulan dile, Turoya deniyor. Bu semitik
dillerin yeni Aramik kolunun Doğu Aramice bölümünün Güneydoğu Anadolu’da
özellikle Urfa’da gelişmiş bir koludur. Bununda bazı lehçeleri vardır. 1970’li
yıllarda bölgede 20 bin kişinin Turoya konuştuğu saptanmış.
Süryaniler’de olduğu gibi Nasturiler’de de Kürtçe veTürkçe
konuşuluyor. Klasik Keldaniler’in konuştuğu dil Suritçe’dir.
Nasturileride BatıSüryaniler gibi ibadette Süryanice konuşuyorlar.
Asurlular, yani bu kavram içinde Süryaniler, Nasturiler ve
Keldaniler, resmi otoriteler ile ilişkilerindeTÜRKÇE konuşuyorlar. Ama bir
önemli orjinal özellikleri ise; Mardin’dekiler Arapça, Diyarbakır’dakiler
Kürtçe, Antakya’dakiler Rumca, İstanbul’dakiler Türkçe, Avrupa’dakiler,
bulundukları ülkeye göre; Almanca, Fransızca, İsveçce v.s. konuşuyorlar.
Demek ki bir etnik toplumsal grup değişik dilleri konuşabiliyor.
Konuştuğu dile göre etnik kimlik değiştirmiyor. Nasturi; Arapça konuşuyor diye
ona Arap, Kürtçe konuşuyor diye ona Kürt, Rumca konuşuyor diye ona Rum, Türkçe
konuşuyor diye onaTürk, Almanca ya da Fransızca konuşuyor diye ona Alman ya da
Fransız denmiyor. Böyle bir durumda her dil bir etnik kimlik adresi olmuyor.
Sosyolojide bir kuralda olduğu gibi; “Her milliyet farkı dil farkını
gerektirsede, her dil farkı milliyet farkını gerektirmiyor.” oluyor. Yani her
dil farkı milliyet, etnik kimlik farkı olmuyor. Bir etnik grup ya da milliyet
tarihsel toplumsal şartlara göre, farklı dilleri konuşabiliyor. Asurilerde de
olan budur.
Nasturiler, Doğu Apostolik Katolik Kilisesi’ne bağlıdırlar. Bu
kilise bir diofizit kilisedir. 16. yüzyılda üç kuşak süresinceRoma ile
birleşmişlerdir. Irak, İran, ABD ve Kanada’dakileri temsil eden kilise
patriklik San Francisco’dadır. Türkiye’dekilerin bazıları Suriye’deki kiliseye
bağlıdır. Nasturiler, Keldanileri ve Batı Suriye’lileri “heretik” olarak
nitelerler. Onlarda Nasturileri “heretik” olarak nitelerler.
Doğu Apostolik Katolik Kilisesi’ne DoğuSuriye Kilisesi’de denir.
Bazı kaynaklara göre bu kiliseye bağlı günümüzde 200 bin civarında Asuri olduğu
yazılıdır. Genel Nüfus sayımlarına (1970) göre; sadece Hakkaride nüfus
sayımında nüfus memuruna Keldani olduğunu söyleyen 2 bin kişi olmuştur. Bu sayı
1980 sayımlarında; 9 bindir. Nasturiler; Mardin’de İdil, Silopi, Hakkari’de
Uludere, Beytüşşebap,Siirt’te Pervari, Şırnak ile Midyat, Diyarbakır ve Van’da
yaşıyorlar. Türkiye dışında ise İran, Irak veSuriye’de yaşıyorlar. Son yıllarda
göçler kanalı ile, İsveç, Norveç, Almanya, ABD ve Kanada ile İstanbul’da bulunuyorlar.
Nasturiler’in kendilerine has bir takvimide var. Örneğin 2004
Asuri takvime göre; yıl 6754’tür. Nevruz Nasturiler’de de kutlanır. Yılbaşı
1Nisan’da törenlerle karşılanır. Nasturilerde kuzenler arasında evlilik olmaz.
5 kuşak geçmeden akrabalar arasında evlilik olmuyor. Dul kalan kadın kaynı ile,
dul kalan erkek baldızı ile evlenemez.
Nasturiler içe kapalı bir toplumdur. Ortak yapışkanları din, dil
ve diğer ortak değerlerdir. El sanatları, atölye, tezgah, altın, gümüş bakır
işlemeciliği, mermer, demir, deri, ipek işlemeciliği çok gelişmiştir.
Şarapçılık, pekmezcilik, sera ve bağcılık çok kaliteli yapılır.
Çeşitli tarihsel nedenlerle; yaklaşık 200 bin kişinin göç nedeni
ile ülkelerini terkettiği tahmin ediliyor. 1980’li yıllarda Asurilerin toplam 25
bin kişilik bir nüfus olduğunu bunun yarıya yakınını Nasturiler’in
oluşturduğunu ama bugün Türkiye’de 5-6 bin civarındaNasturi nüfusun
olduğuNasturilerce tahmin edilmektedir.
•
Kadir Albayrak, Keldaniler ve Nasturiler, 1997 Ankara.
•
Dr. Asahel Grant, Nasturiler ya da Kayıp Boylar, 1994 İsveç.
•
Yakup Bilge, Süryaniler, 1996İstanbul
•
Hacer Yıldırım Foggo, Kumru Püskül-NasturiKatliamı, 2002 İstanbul
•
P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar, 1992 İstanbul
•
Hale Soysü, Kavimler Kapısı, 1992 İstanbul
•
Orhan Türkdoğan, Etnik Sosyoloji 1997 İstanbul
•
A. T. Önder; Türkiye’nin Etnik Yapısı 1999. Ankara
•
Birikim Dergisi Özel Sayı, Mart-Nisan 1995 Sayı 71-72
Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesi’nde geçmişte yaşayan günümüzde az
bir nüfusu kalmış yok olmakta olan azınlık toplumlardan birisidir.
Yezidilik dinsel bir ayrımdır. Semavi dinlere inanmıyorlar.
Yezidilik kendine özgü bir din. Kendilerine; Yezidi, Ezidi, Azıdi, İzidi, İzdi,
Dasin, Rasni adları verilir. Yezidileri aşağılamak için ise, Şeytana tapanlar,
hatta, Kuyruklu Kürt, Sekiz Bıyıklı gibi tanımlar kullanılır.
Türkiye’de; Siirt, Beşiri, Kurtalan, Batman, Mardin, Urfa,
Nusaybin, Viranşehir, Ceylanpınar, Suruç, Diyarbakır, Bismil, Gaziantep, Kilis,
Kars ve Adıyaman yörelerinde yaşarlar. Bu yörelerden en çok bilinen Celka
vettatla Aşiretleri Midyat ve yöresinde yaşayan Yezidi aşiretleridir.
Türkiye dışında ise; İran, Irak, Suriye, Rusya ve son yıllarda
göçler sonucu Almanya’da bulunuyorlar.
Türkiye’deki Nüfus sayımlarında bölgede bulunan Süryani, Nasturi,
Keldaniler gibi Kürtlerden sayılmıştır. Yezidi derneğinin verdiği bilgilere
göre; yurt dışında en son tahmini nüfusun; 250 bin kişi olduğu bunun 10 bin
civarındaki göçler nedeniyle Almanya’da daha çoğu ise Hannover’de bulunuyor.
Türkiye’de ise yaklaşık bugün göçler nedeni ile İstanbul’a gelenlerde dahil
15-20 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir.
Erkeklerin uzun saçlı ve sakallı kadınların yüzlerinde bol
döğmelerin ve çok otontik giysileri olan Yezidileri TV ve gazetelerdeki
resimlerde çoğuKürt sanmaktadır.Halbuki bunlar Kürt değildir. Tam tersine P.A.
Andrews’in, Türkiye’de Etnik Gruplar kitabında yazdığına göre; “En büyük
eziyeti müslüman Kürtlerden özellikle de 1832’de Koyuncuk’ta (Niniveh)
görmüşlerdir. Bu nedenle Müslüman Kürtlerle aralarında birlik duygusu
yoktur,” diyor. Tarihte yine Şafii Kürtler tarafından hayli Yezidi’nin
katledildiği bazı romanlara konu bile olmuştur.
Yakın zamanda yapılan tesbitlere göre; 1980’lerde 52 Yezidi köyün
olduğunu, daha önce ise; 25 köyün Mardin’de, 24 köyün Urfa’da, 14 köyün
Siirt’te 14 köyün Diyarbakır’da, 2 köyün Adıyaman’da olmak üzere 79 köyün Köy
İşleri Bakanlığı verilerinde olduğu belirtiliyor. Son 20 yıldaki alt-üst
oluşlar sonucu 121 köyün bugün 48’e düştüğü saptanmış bulunuyor.
Yezidiliği ayrı bir din olarak gören dinbilimciler olduğu
gibi O’nu İslam içinde Haricilikten kaynaklanan bir oluşum olarak görenlerde
var. Yezidilik’te Zerdüşt veMani dinin etkileride var.Yezidiliği İslamiyet’ten
ve Hıristiyanlık’tan ayrı ama karma bir din olarak yorumlayan anlayışta
söz konusu.
Yezidiliğin kurucusu, ŞEYH ADİ Lübnanlı bir Arap Sufi. Yezidilik
dinsel bir ayrım. Yezidiler Kürtçe konuştuğu için Kürt diyenler var. İbadet
dilleri Arapça olduğu için Arap diyenler var. Kürt mü?, Arap mı?, Asur mu?
yoksa Azdey mi? henüz karar verilmiş sayılmıyor.
Yezidiliğin karma etnik kimliğine karşın karma dinsel kimliği de
onda bulunan; Mazdeist, Zerdüşt, Gnostik, Mani, Sabilik, Sufilik ile ilgili
etkilerin olmasından kaynaklanmasına bağlıyorlar. Yezidilik dini bir cemaat,
ulusal kimlikleri belirsiz, uluslaşma aşamasında oldukları söylenebilir.
Çeşitli kültürlerin içiçe olduğu Anadolu’da orjinal bir cemaat... Irak’ta
Mandiler, İran’da Parslar, Bahailer, Lübnan’da Dürziler, Maruniler gibi.
Yezidiliğin kurucusu ŞEYH ADİ ya da Adi Bin Musafi 1075-1162
yılları arasında yaşamış bir sufidir. Kabri, Musul Laliş’tedir. Türbesi
Yezidiler’in Hac yeridir. Lübnan’da doğan Şeyh Adi, Gazaliden dersler alır.
Daha sonra Bağdat’tan ayrılır. Hıristiyanlığın ilk yıllarında İran ile
Romalılar arasında sıkışır kalır. O sırada İran’da Zerdüşlükten Hıristiyanlığa
geçmenin cezası ölümdür.
Şeyh Adi’nin kerametleri olduğuna inanılır. Yazıları Arapçadır.
Yazdığı kitaplar; İnanç, Ruh Nasıl İyileşir, Nasihatler. Bu eserler daha sonra
Kürtçe’ye de çevrilmiştir. Oğlu Kürt Adi olarak anılır. Dinin sembolü “Tavus
kuşudur.” Yezidilik bir sır dinidir. Her Yezidi’nin bir ahiret kardeşi ve
bir ahiret bacısı vardır. Ayrıca bağlı oldukları bir Şeyh (Pir) vardır.
Araplar, Yezidileri İslam’a kazandırmak için çok kan dökerler, çok
Yezidi bu amaçla öldürülür. Osmanlı döneminde hayli bu amaçla baskı yapılır
adam öldürülür.
Melek Tavus tapınakları süsler. Adeta tapınaklarda put havası
olur. Yezidilik, hiçbir dinin devamı kabul edilmez. Yezidilik bir çok dinden
değişik özellikler almış karma bir dindir. Yezidiler’in peygamberi Şeyh
Adi’dir. Yezidiler kendilerini Adem ile Havva’nın gerçek soyundan gelen Şahit
Bin Cad’ın çocukları kabul ederler. Bir insanın Yezidi olması için Yezidi
anne babadan doğması şarttır.
Kitab-ı Cilve Melek
Tavus tarafından Şeyh Adi’ye aktarıldığı söylenen kitaptır. Giriş, 5 bölüm ve
150 sureden oluşur. Yezidiler’in kutsal kitabıdır. Mushaf-ı Reşt ise,
Yezidi mitolojisi ve kuralların yer aldığı Şeyh Adi’nin torunu Şeyh Hasan
tarafından yazılmış kitaptır.
Yezidi cemaati, Ruhaniler veMüritler diye ikiye
ayrılır. Mir, Şeyh adinin velisidirl. Mir dünyevi işlerden sorumludur.
Yabancı ile evlilik olmaz. Aile kurumu önemlidir. Eşlerden birisi
6 ay eve gelmezse eşler boşanmış sayılır.
Türkiye’deki Yezidiler, Musul yakınlarında Lales’te yaşayan
MiriSeyhan adlı bir şeyhe bağlıdırlar. Bu idare altında; 7 şeyhlik, çok sayıda
Pir, 50 kadar Kavval, Fukara, Kocuklar ve Mollalar bulunuyor. Dünyevi lider
Emir Mirza’dır. Din adamlığı babadan oğula geçer.
Yezidilikte toplu ibadet yoktur. İbadet tek, tek ve gizli yapılır.
İbadet yaptığınızı herhangi biri görürse ibadeti yarıda bırakırlar. İbadet
gizli yapılır. Günde 3 kez güneşe dönüp dua ederler.
Yezidiler’de; vaftiz var, sünnet var, kirvelik var, yol kardeşliği
var. Yezidiler’de ilk kutsal bayram Nisan ayının ilk çarşamba günü kutlanan
Yeni Yıl (serisal) bayramıdır. 6-13 Ekimde cemaat bayramı 18-21 Temmuzda Şeyh
Adi Bayramı yapılır. İki tür oruç tutarlar. Sadecedin adamlarının tuttuğu 80
günlükHususi Oruç kanun ayında 20, temmuzda 20, 8 Hazirandan başlayarak 40 gün
tutulur. İkinci Oruç; 3-5 Eylül arasında tutulan Umumi Oruç’tur.
Ezidiler toplu ibadeti 15-20 Eylül’de Laleş’te Şeyh Adi’in Türbesi’nde
yaparlar. Burada hacı olurlar. Çocukları burada Beyaz Çeşme’de vaftiz ederler.
En ilginç Yezidi geleneği “Daire” içinde kalmaktır. Şeyh
Adi’nin talebeleri ile trans geleneğinden kalan daire geleneğinde bir Yezidi’nin
etrafına bir daire çizerseniz o Yezidi ölene kadar o daire dışına çıkamaz.
Ancak dışardan birinin çizilen bu daireyi bozması gerekir.
Yezidiler hakkında son yıllarda dergilerde yazılar, Yezidilik ile
ilgili kitaplar, Yezidiler tarafından çıkarılan dergiler, kurulan dergi ve
vakıflar ile internetten bilgilenmek gerçekleştirilebilir.
•
Erol Sever, Yezidilik, 1993 İstanbul
•
Yezidlerin Tarihi John S. Guest 2001 İstanbul
•
P.A. Andrews. Türkiye’de Etnik Gruplar 1992 İstanbul
•
O. Türkdoğan, Etnik Sosyoloji 1997 İstanbul
•
Hale Soysü, Kavimler Kapısı 1992 İstanbul
•
T. Menzel, İslam Ansiklopedisi 1934 Ankara
•
Doger Lescot, Yezidileri 2001 İstanbul
•
B. Murat Öztemir, Yezidiler ve Suryaniler, 1988 Ankara
•
Anadolu Kültür Mozayiği, Halkevleri, 1992 Ankara
1992 yılında İstanbul’da Hacı Bektaş Veli Derneği’nin düzenlediği
bir sempozyuma katılmıştım. Sempozyum Sirkeci’de Sepetçiler Kasrı’nda
yapılıyordu. Konuşmacılar arasında Bedrettin Dalan’da vardı.
Kürsüdeki konuşmacılar sık sık Aleviler’e uygulanan ayrımcılıktan
ve verilmeyen özgürlüklerden sözedince söz sırası Bedrettin Dalan’a geldiğinde
İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemde yaşadığı bir olayı anlattı. Bu
anlatılanı sizlerle paylaşmak istiyorum. Dalan, konuşmasının başında Alevilere
seslenerek dediki siz 15-20 milyon v.s. olduğunuzu söylüyorsunuz ama
İstanbul’da yaşayan 3-5 Bahai kadar olamıyorsunuz. Tabi herkes şaşırdı.
Bahailiği ilk duyan dinleyici çoğunlukta idi. Neydi Bahailik? Kimdi bu
Bahailer? Sonra anlatmaya başladı. Dediki; İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı
iken makamımda oturduğum bir gün bir vatandaş elinde dilekçe ile bana gelmişti.
Dilekçeyi hiç bir birim kabul etmediği için uğraşa, uğraşa bana ulaşmıştı.
Dilekçesini okudum. Dilekçede kendisinin İslam, Hıristiyan, Musevi
v.s. olmadığını Bahai olduğunu, Bahailiğinde bu dinlerden ayrı bir din olduğunu
tıpkı bu dinlere olduğu gibi Bahailere de ayrı mezarlık verilmesi gerektiğini
savunuyordu. Bende kardeşim Bahailiğin ayrı bir din olup olmadığını nereden
bileyim. Git mahkeme kararı getir. Bahailik ayrı bir dindir diye... Bende o
zaman sana ayrı mezarlık yeri vereyim. Sözmü söz tamam...
Tabi ben bu dilekçeyi ve adamı unuttum. Bir iki yıl geçti. Bir
bakarımki aynı adam 2-3 yıl sonra çıkıp geldi. Elinde de mahkeme kararı var.
Aldım mahkeme kararını okudum. Sahiden mahkeme kendilerine sunulan belge ve
bilgilerden sonra Bahailiğin ayrı bir din olduğuna karar vermiş. Tabi bana da
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak düşen görev bu yurttaşlarımıza
Mezarlıklar Müdürlüğü’ne bağlı bir münhal yerde mezarlık vermekti. Ve gereği
yapıldı.
Bedrettin Dalan’ın anlattığı bu olaydan sonraBahailik çok ilgimi
çekti. Türkiye’de böyle bir toplumsal kesimin olduğunu böyle keşfetmiş oldum.
Bahailik bir din. Tek tanrılı bir din. Hıristiyanlık’tan,
Musevilik’ten, İslamiyet’ten ayrı bir din. İslamiyet kendini son tek tanrılı
din olarak ifade ettiği halde, Bahailik kendini tek tanrılı din olarak kabul
ediyor. Bahailer, bağımsız tek tanrılı bir din olarak çeşitli dinsel ve etnik
kökenlerdeki kişileri bir araya getiren; tüm ulusları, sınıfları, iş ve
meslekleri kapsayan bir din olduklarını ifade ediyorlar. Bahailiğin
belgelerinden; 220’yi aşkın ülke ve bölgeyi kapsayan 120.000 yerleşim yerini
aşkın yerde yaşadıklarını ve taraftarı olduğunu öğreniyoruz. Bahailikle ilgili
eserlerin ise, yaklaşık 900 ayrı dil ve lehçeye çevrilip okunduğunu ifade
ediyorlar.
Hz. Bab ya da diğer adı ile Seyit Ali Muhammed, 1819-1850 yılları
arasında İran’da yaşamıştır. Hz. Bab, bütün kutsal kitaplarda vaat edilen TanrıPeygamberi’nin
yakında gönderileceğini 1844 yılında Şiraz’da müjdelemiştir. Bahailik, Hz
Bab’ın kurduğu dinin adı olmuştur. Hz. Bab, iddialarından dolayı çok ağır
işkenceler görmüştür. Çeşitli zamanlarda hapsedilmiş, hakaretlere uğramış ve
1850 de işkence görmüş Tebriz’de kurşuna dizilerek şehit edilmiştir.
Hz. Bahaullah ise, 1817-1892 yılları arasında yine İran’da yaşayan
soylu bir aile mensubu olan Mirza Hüseyin Ali’dir. Hz. Bab’a inandığı için
yıllarca hapsedilen, çile çeken, hakarete uğrayan, işkence gören Hz. Bab
sonunda Bağdat’a sürgün edilmiştir.
Hz. Bab’ın müjdelediği kimse’nin kendisi olduğunu 1863
yılında Bağdat’ta açıklayan Hz. Bahaullah, İstanbul, Edirne, Akka’da sürgün
hayatı yaşamıştır. 1863 yılında İstanbul’da 4 ay, İstanbul’dan Edirne’ye 12
günde gelir ve 4,5 yıl sürgün kalır.
Bahailer, Hz. Bahaullah’tan nazil olmuş bir çok eserin olduğunu,
Bahai Dini’nin yasalarını oluşturan Akdes Kitabı’nında Akka’da vahiy olunduğuna
inanırlar. Hz. Bahaullah’ın yazılı vasiyetine göre ise, Bahai toplumunun
yönetimi ve kutsal öğretileri açıklama yetkisi oğlu Hz. Abdülbaha’ya
(1844-1921) verilmiştir. Abdülbaha’nın vaziyeti üstüne ise, en büyük torunu Hz.
Şevki Rabbani, Bahai Dini’nin Velisi kabul edilmiştir. Rabbani, 1957 yılına
dek, yani vefatına dek Bahai toplumunu yönetmiştir.
Bahailer, tüm dinlerin kutsal kitaplarını, Hz. Bahaullah’ın
yazdığı kitapları, tefsirleri ve levihleri kendilerine dinsel klavuz olarak
kabul ederler. Bahai Dini’nin temel öğretileri, TanrıBirliği, Dinlerin Birliği
ve İnsanlığın Birliği’dir. Bahailer’de Tanrı’ya inanır. Tanrı tektir, eşsizdir,
eş koşulamaz. Tanrı elçiliği gelenektir. Değişmez, değiştirilmez. Son peygamber
olmaz.
Bahailer’de bugün ruhani rehber kişiler değil 1963 yılında
seçilerek oluşan “Yüksek Adalet Evi”dir. Bahailer açısından en yüksek
makamdır. İsrail, Hayfa Kermil Dağı’ndaki, “Yüksek Adalet Evi” binası ABD’deki
Beyaz Saray’dan daha görkemli, bakımlı, çiçekler içinde bir mimariye sahip
görülüyor.
Sadece Kermil Dağı’ndaki Adalet Evi değil. ABD’deki Wilmette,
Illinois’teki mabet, Panama City’deki mabet, Hindistan Yeni Delhi’deki, Uganda
Kampala’daki, Almanya Frankfurt’taki, BatıSamua, Apia’daki, Avustralya
Sidney’deki mabetler muhteşem, görkemli mimarlık abideleri görünümündedirler.
Bırakalım bu yapıların kendilerini görmek fotografları bile muhteşemlikte
görenleri ürperterek güzellikteler.
Yerel Bahai toplumlarının faaliyetleri yılda bir kez seçilen ve
dokuz üyeden oluşan Mahalli RuhaniMahfiller tarafından düzenlenmektedir.
Ulusal düzeyde ise dokuz üyeden oluşan yerel Bahai toplumunun seçtiği delegeler
tarafından yılda bir kez seçilen MilliMahalli Mahfil tarafından
düzenleniyor. Bugün dünyada yaklaşık, 20 bin mahalli, 200 ise MilliRuhaniMahfil
seçilmiş bulunuyor.
En yüksek organ olan Adalet Evi ise, tüm Milli Ruhani Mahfil
üyelerinin katılımı ile toplanan uluslararası toplantıda her beş yılda bir
seçilir. Seçimler propagandasız olarak aday olunmadan gizli olarak yapılır.
Bahailik’te tek eşlilik esastır. Alkollü içki ve alkol
kullanılması yasaktır. Bahailer herhangi bir politik parti, örgüt v.s ye üye
olamazlar. Siyasete asla katılmazlar. Katılan Bahai toplumdan ayrılır. Bahailer
içinde yaşadıkları ülkenin yasalarına uymak zorundadırlar: Her tür gider
bağışlarla sağlanır.
Bahailikte, ırk, inanç, sınıf, milliyet, cinsiyet, kadın, erkek
ayrımı yapılmaz. Tanrı ve insan sevgisi ortak yapışkandır. İnsanlığa hizmet
ruhu ile yapılan her iş Tanrı’ya ibadetin bir parçasıdır. Hz. Bahaullah; bir
yazısında diyor ki “Hepiniz bir ağacın meyveleri, bir dalın yapraklarısınız.”
Bahailik; 19. yüzyılda ortaya çıkmış tek tanrılı bir dindir.
İslam’daki son din veya son peygamber inançlarına katılmıyorlar. İslam
coğrafyasında esas olarak İran’da ortaya çıkmış bir dindir. Allah’a
inanıyorlar, Allah’ın daha önce insanlığa gönderdiği kitaplara ve elçilere yani
peygamberlere inanıyorlar. Ama kendi peygamberleri olarak Hz. Bahaullah’ı kabul
ediyorlar. Hz. Bahaullah’ın yazdığı kitapları ve Leviler’i de kutsal kitap
olarak kabul ediyorlar.
İbadet için mekan şartı cami, kilise gibi aramıyorlar.
İbadetlerini yalnız yapıyorlar. İbadette amaçTanrı’yı anmaktır diye
düşünüyorlar. İbadeti bireysel yapıyorlar. İbadetlerini çağrı beklemeden (ezan
veya çan sesi gibi) yapıyorlar. Kimseye uymadan (yani imam ya da papaz gibi)
yapıyorlar. Abdest alıyorlar. Ama gönül abdestini esas alıyorlar. Şu ile
temizlenmek gerekir diyorlar ama kalbin temizliği, beynin temizliği daha
önemlidir diyorlar.
Bahailerin Kıblesi, Akka’da Hz Bahaullah’ın kabrinin olduğu kutsal
mekandır. 3 türlü namazları var:
1)
Büyük Namaz: Günde
bir defa istekli olunduğu zaman Allah ile başbaşa kalıp ibadet etmek.
2)
Orta Namaz: Günde
üç defa sabah, öğle, akşam tek başına Allah’a ibadet yapmak.
3)
Küçük Namaz: Günde
bir defa öğle ile akşam arasında ibadet yapmaktır. Namaz için mekan şartı
yoktur. Evde veya uygun bir mekan yeterlidir. Kilise, Cami, Havra şart
değildir.
Bahailerde Oruç: “Bahailer
oruç tutarlar. Oruçları 2 mart 20 mart arasında 19 gündür. 15 ile 70 yaş arasında
sağlıklı olanlar için bu oruç tutulur. Orucun kazası yoktur. 21 Mart ise Oruç
Bayramı ya da “Yılbaşı” yeni yıl olur. Hac; erkekler için zorunludur. Hac için
ziyaret edilecek mekan Hz. Bab’ın Şiraz’daki Evi ve Hz. Bahaullah’ın
Bağdat’taki Evi’dir.
Bahailer’deki Kutsal Günler Şunlardır:
21 Mart YeniYıl, Nevruz, Oruç Bayramı.
21 Nisan Hz.Bahaullah’ın emrini açıkladığı gün yani Rızvan Günü.
29 Nisan Rızvan Bayramı’nın 9. günü.
2 Mayıs Hz. Bab’ın emrini açıkladığı gün.
29Mayıs Hz. Bahaullah’ın vefatı (1892)
9 Temmuz Hz. Bab’ın şehadeti (1850)
20 Ekim Hz. Bab’ın doğum günü
12 Kasım Hz. Bahaullah’ın doğum günü.
Bahailer’in kutsal eserleri. Hz. Bab’ın ve Hz. Bahaullah’ın
eserlerinden oluşuyor. Hz. Bab’ın 23 eserinin tefsirlerinin ve Levihlerinin
kaynak dini kitaplar olduğu görülüyor. Hz. Bab; İran-Şiraz’da 1819’da 75
doğuyor. 1850de yani 31 yaşında iken düşüncelerinden rahatsız olan
İran yönetimi Hz. Bab’ı Tebriz’de kurşuna diziyor. İran yönetimi sadece Hz.
Bab’ı kurşuna dizmekle kalmıyor.Bahai belgelerine göre; 20 bin Bahai’de
katlediliyor. İşte bu olaydan sonra İran’da doğan bu dinsel akım kendine hayat
hakkını İran dışında arıyor ve oldukçada başarılı oluyor. 1844-1921 yılları
arasında yaşaya Bahai Velisi Abdal Baha’nın yazdığı mektuplar (3
cilt),Seyehatlar (2 cilt) ve sohbetlerinden oluşan kitapları Hz. Bahaullahın
yazdığı 158 kitabı ve Levih’ler Bahailiğin kaynak eserleri arasında yerini
alıyor.
Bahailik, Türkiye’de de mahfiller şeklinde örgütleniyor. Örneğin;
Ortaköy mahfili, Beşiktaş mahfili, Taksim mahfili gibi... Bahailiğin
Türkiye’deki tarihi Bahailiğin doğuşu ile yaşıttır. İran’dan Hz. Bahaullah ile
birlikte Türkiye’ye kaçan Bahailer 1850’lerden beri Türkiye’de yaşamaktadırlar.
Bu günkü bazıBahailer bu ailevi yakınlıktan dolayıBahailiği benimsiyorlar. Bir
kısmı ise sonradan Bahailiği inanç olarak seçmişler.
Türkiye’dekiBahailer’in önemli bir kısmını İran asıllı kişiler
oluşturuyor. Bunların bir kısmı İran’da iken Bahai olmuşlar ve çeşitli
tarihlerde baskı v.s. nedenlerle Türkiye’ye gelmişler. Bunlardan bir kısmı ise
Şiiliğin despotik yanına tepki temelinde Bahailiği seçmişler.
Türkiye’de Bahailiği seçenlerden her etnik grup insandan Bahai
var. Bahailiği seçenlerin bir kısmı, Sünni İslam’ın olumsuz uygulamalarına
tepki temelinde alternatif olarak Bahailiği seçmiş. Bir kısmı, ruhsal dinginlik
arama süreci içinde Bahailiğin mesajlarını kendine yakın bulup seçmiş. Bir
kısmıBahailiğin sevgi dolu, saygı dolu, dünya ile barışçıl, uyumlu
özelliklerini kendine yakın bulmuş. Bir kısmı ise; semavi dinler arasındaki
rekabetten rahatsız olup Bahailiğin bu dinleri birleştirici barışçı yönlerinden
etkilendiğini gözlemek olası.
Bahailik Türkiye’de bölgesel olarak; İstanbul, Ankara, İzmir,
Bursa, Adana gibi büyük şehirlerde ve Gaziantep, Mersin, Samsun, Eskişehir gibi
gelişmekte olan kentlerin insanlarının bir kısmının ruhsal arayışına hitap eden
mesajları içermesi ile kendine taraftar bulmuştur.
Türkiye’de yaklaşık, 2-3 bin Bahai’den bahsediliyor. Her çeşit
dinsel ve etnik kökenli insanındaBahailiği benimseyen kesimlerden sözetmek
olası. Ama İran kökenli kişiler ve belli bir arayış içindeki Aleviler’in,
çoğunluğu oluşturduğu söylenirse abartı sayılmaz.
KAYNAKÇALAR
•
Yeni Bir Yaşam Yolu (Bruşür) 1999 İstanbul
•
Bahai Tarihi, Dr. Neyir Özşuca, 1987 İstanbul
•
Bahai Dini, Dr. Neyir Özşuca, 1989 İstanbul
•
Hz. Bahaullah (Levihleri) Çev.: M. İnan 1990 İstanbul
•
Bahai Dini Hakkında Açıklamalar (Glon’a Faızı) 1994 İstanbul
•
Kur’an-ı Kerim (Yaşar Nuri Öztürk) 2004 İstanbul
•
Kitab-ı Mukaddes (Kitabı Mukaddes Yayınları) 2004 İstanbul
•
Dünya Barışı, Bahai Dünya Merkezi 1985 Hafta
•
Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Etnik Sosyoloji, 2001 İstanbul
Arnavutlar’da OsmanlI’nın Balkanlar’daki yayılma döneminde
Osmanlılaşan bir toplum. Arnavutlar ayrı bir millet. Arnavutlar’ın anavatanı
Arnavutluk. Osmanlı’nın yayılma döneminde Osmanlı ile ve İslamiyet ile tanışan
daha sonra önce kendini Osmanlı tebası gören süreç içinde İslamlaşan
veTürkleşen bir toplumsal kesim oluyor Arnavutlar. Osmanlı’nın yükselme döneminde
1500’lerde saray ile iyi ilişkiler kuran Arnavutlar Osmanlı bürokrasisi içinde
Yeniçeri Ocağı kanalı ile önemli görevlere gelmişlerdir. Bu kurulan iyi
ilişkiler bugüne dek yaşamaktadır.
Arnavutluk ise Osmanlı’nın önce gerileyip sonrada dağılma süreci
taşıdığı dönemde eski Osmanlı topraklarında kurulan bir devlettir. Coğrafi
olarak Yunanistan ve Bulgaristan’dan Osmanlıya uzak olmalarına karşın
Arnavutluğun Osmanlı İmparatorluğu ile ve daha sonra da Türkiye Cumhuriyeti ile
ilişkileri daha iyi olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin Arnavutluk ile ilişkileri
adeta Türkiye dışında kurulan Türk Cumhuriyetleri ile kurulan ilişkiler gibi
karşılıklı olarak algılanmıştır ve algılanmaya devam ediyor. Arnavutluk Osmanlı
İmparatorluğu toprakları üstünde kurulmuş yaklaşık 50 devletten biridir.
Arnavutlar ulus devlet kurma, uluslaşma sürecini 1878’de Türklerden önce
gerçekleştirdiler. Anadolu ve Balkanlar’daki Arnavutlar Osmanlı’dan bugüne
kalmış toplumsal bir mirastır.
Türkiye’deki Arnavutlar kendilerini Türkler’den ayrı olarak ifade
etmiyorlar. Adeta Türk devletinin doğal yurttaşı ve ayrı bir Türk boyu gibi
kendilerini kabul ediyorlar. Hatta; Yogoslavya, Bulgaristan, Makedonya gibi
ülkelerde bulunan Arnavutlar kendilerini Türk olarak ifade ediyorlar. Türkçe
konuşmayı yaygınlaştırıyorlar.Bu nedenlede bu ülkelerde Türklere uygulanan bazı
olumsuz politikalarında faturasını ödemek zorunda kaldıkları oluyor.
Türkiye’de bugün sokaktaki her hangi bir yurttaşa Arnavut
hakkındaki bilgisi sorulursa o Arnavut’u Bulgaristan’da kalmış Türk gibi ya da
Bosna-Hersek’te Yogoslavya’da, Romanya’da kalmış bir Türk gibi algılar.
Sokaktaki yurttaş Arnavut’un Türk olmadığını ayrı bir dil konuştuğunu, bir
devleti olduğunu fazla önemsemez.
Arnavutlar; Türkiye’de Türk toplumu ile bir problemi olmayan
kendini Türk toplumundan ayrı tutmayan bir toplumsal kesimdir. Yogoslavya’da
bile Türkçe konuşan azınlığın %70’ini Arnavutlar oluşturuyor. Arnavutlar
kendini Yogoslavya’ya karşı Türk olarak ifade ediyorlar.
Osmanlı Tarihi’nde Osmanlı ile Arnavutlar arasındaki tek olumsuz
toplumsal olay; “Vakai Hayriye” adı verilen 1826’da II. Mahmut’un
Yeniçeri Ocağı’nı tasfiyesi sırasında olayın Arnavut ve Bektaşi katliamına
dönüşmüş olan olaydır. Bu olayda İstanbul’da içinde Arnavut Bektaşileri’ninde
bulunduğu 20 civarındaki Bektaşi Dergahı yerle bir edilmiş, yakılmış, yıkılmış,
talan edilmiş. Onlarca Bektaşi babası katledilmiş, binlerce yeniçeri
katledilmiştir. İşte bu olayın ardından Arnavutluk Osmanlı ilişkileri
kopmuştur. Arnavutlar 1878 ulusal devletlerini kurmuşlardır.
Arnavut kökenli Tepedelenli Ali Paşa’nın 1878’den 1912’ye kadar
geçen zamanda Arnavut ulusal uyanışında önemli etkisi olmuştur. Prizren gerilla
cephesinin kuruluşundan 1912’de Osmanlı hakimiyetinin sona erip Arnavutluk
devletinin kuruluşuna dek olayda aktif rol almıştır.
Arnavutlar’ın kendi ana dilleri Arnavutça’dır. Dilbilimciler
Arnavutçayı, Hint-Avrupa dil grubundan sayarlar. Literatürde Geg veTosk adı
verilen iki lehçedende söz edilir. Arnavutlar Latin alfabesini kullanırlar.
Türkiye’deki Arnavutlar Türkçe’yi Arnavutça’dan daha iyi bilir
konuşur ve yazarlar. İstisnasız tümü Arnavutluğu değil Türkiye’yi anavatanı
sayarlar. Arnavutluk devleti kurulduğundan günümüze Türkiye’den Arnavutluğu
Arnavut göçü olmamıştır. Ama Arnavutluk’tan ve Yogoslavya, Romanya, Yunanistan
gibi ülkelerden Türkiye’ye Arnavutların göç olayı sıkça yaşanmıştır. Türkiye’ye
zaman zaman Balkan ülkelerinden Türk diye gelen göçün önemli bir kesimini
Arnavutlar oluşturmuştur.
1965 Nüfus sayımlarına göre; 55 bin civarında Arnavutça bilen
nüfus var. Bu Arnavutlar’ın nüfusunu ifade etmede yeterli sayı değildir.
Arnavutlar kendini Türk kabul ediyor. En çok Arnavut, İstanbul, Bursa, İzmir,
Eskişehir, Ankara, Samsun, Sakarya, Tokat gibi illerimizde yaşıyor.
Balkanlardan değişik dönemlerde Arnavutlar Türkiye’ye göçler ile
gelmiştir. Bunların bir kısmı; Müslüman olan Arnavutlardır. Diğerleri ise,
iskan için gönderilen Arnavutça bilen Müslüman Türkler’dir.
Arnavutluk’taki Arnavutların %40’ı, Hıristiyan %60’ı, Müslümandır.
Müslümanlar’ın ise yarısı Sünni İslamdır. Yarısı ise İslam ama Bektaşi’dir.
Bektaşilik Balkanlara Osmanlı kanalı ile 16. yüzyıldan sonra yayılmıştır.
Arnavutluk tarihinde Bektaşiliğin özel ve önemli bir yeri vardır. Ulusal
uyanışta, ulus devletin kuruluşunda, Latin Alfabesine geçişte, Mussolini
işgaline karşı direnişte önemli faydaları olmuştur.
Arnavutluk’ta siyasi elitin önemli bir kısmı Bektaşidir. 2. Dünya
Savaşında işgale karşı çete savaşını Bektaşiler yapmıştır. 1944 de ise Kominist
Parti iktidara gelinceBektaşilik diğer dinlerle birlikte yasaklanır.
Bektaşiliğin Arnavutluk’ta oynadığı misyon önemli ölçüde
Türkiye’de de yaşanmıştır. Büyük dilbilimci, sözlükçü KamusiTürki’nin yazarı
Şemsettin Sami Arnavut Bektaşi’dir. Ali Sami Yen Stadyumuna adını veren Ali
Sami Yen Arnavut Bektaşidir. Kurtuluş savaşı günlerinde Mustafa Kemal ve
arkadaşlarını Kırşehir’de Hacı Bektaş Dergahı’nda ağırlayan tüm desteğini veren
Dergah Babası Salih NiyaziBaba Arnavut Bektaşi’dir. Son yıllardaki popüler
simalarımızdan; Ali Şen, General Çevik Bir, Kemal Derviş Arnavut kökenlidir.
Cemaatin kaynaklarına göreTürkiye’deki Arnavut nüfus yaklaşık
olarak; 1965’de İstanbul, Ankara, Bursa ve İzmir’de 55-60 bin. 1970’li
yıllarda, toplam tahmin; 70 bin, 1980 yıllarında; 120 bin, 1990’da; 150 bin,
1995’de; 200 bin 2000 yılında ise tahminen; 250 bin Arnavut nüfus bulunuyor. Bu
nüfusun çoğunluğu; İstanbul, Bayrampaşa, Sefaköy, Zeytinburnu, Alibeyköy ile
Bursa’da ikamet ettiği söylenebilir.
Türkiye’de Arnavut ile Türk o denli toplumsal olarak
bütünleşmiştirki herhangi bir Arnavutu kendisi özel olarak açıklamazsa Türk’ten
ayırt edileyemeyecek kadar fark ortadan kalkmıştır. Bu entegrasyon önemli
ölçüde gönüllü karşılıklı kültür alış-verişi ve ortak kader birliği sonucu
şekillenmiş bir toplumsal ruhi şekillenme biçimidir.
Arnavutlar birbiri ile iletişimi kurdukları hemşehri dernekleri,
vakıfları, çıkardıkları dergi, gazete ve internet siteleri, vasıtası ile
sağlamaktadırlar.
•
P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar 1992 İstanbul
•
Hale Soysü, Kavimler Kapısı 1992 İstanbul
•
Ali Tayyar Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı 1999 Ankara
•
O. Türkdoğan, Etnik Sosyoloji 1997 İstanbul
Çingeneleri bulunduğu
her toplum genel olarak küçümser. Onlara; esmer vatandaş, arabacı, kıpti, poşa,
köçer, mutrip v.s. der. Daha çok Avrupa’da ve Asya’da bulunurlar. Tarihleri
hakkında çok bilgi yoktur. Anayurtlarının Hindistan olduğu kabul edilir.
Hindistan’ın ise Kuzey Batı’sı Pencap Sind bölgesi Çingenelerin esas vatanı
sayılıyor. Yedi iklim dört kıtayı buradan yayıldıkları ifade edilir.
Hindistan’dan İ.S. 800 yıllarında göç yolu ile çeşitli ülkelere
dağıldıkları yazılır. Anadolu’ya ise İ.S. 1300 lerde geldikleri çeşitli tarihi
kayıtlarda bulunuyor. Balkanlara Anadolu’dan geçtikleri varsayılır. Dünya
üstünde bugün en fazla nüfus yine Hindistan’da bulunuyor. Hindistan
parlementosunda çok güçlü bir parlamenter grupları bulunuyor. 1300-1400
yıllarında Anadolu’ya geldiklerinde Anadolu’da Beylikler dönemi yaşanıyor.
Osmanlı kuruluş ve genişleme sürecini yaşıyor. Ama bir zaman sonra Balkanlar’ın
Osmanlı hakimiyetine girdiği dönem Çingeneler, RumeliEyaletine bağlı Çingene
Sancağı kuruyorlar ve içişlerinde bağımsız bir sancak olarak yaşıyorlar.
16. yüzyılda kurulan Çingene sancağının beyi ise, “Miri Kıptiyan”dır.
Çingene sancak beyinin görevleri arasında sancağını en iyi şekilde yönetmek,
sancağın güvenliğini sağlamak, vergileri devlet adına toplamak, gerektiğinde
orduya asker toplamaktır. O sırada Çingene müselimleri 300 ocaktan
oluşuyordu.Her ocak 5 kişiydi. Toplam bu sayı 1500 ediyor.Balkanlardaki ve
İstanbul’daki Çingeneler bu sancağa bağlı idiler.
5 Eylül 1990 tarihinde Almanya’da çıkan “Der Spiegel” adlı
haftalık dengi Avrupa’da bulunan Çingenelerin nüfus dağılımını şöyle veriyor:
Avrupa’da 7.101.500 (Yedi milyon yüz bir bin beşyüz) Çingene nüfus bulunuyor.
Bu sayının %60, Balkanlarda yaşıyor. Ülkelere göze dağılımı.
Romanya : 800 bin
Bulgaristan |
: 800 |
bin |
Yogoslavya |
: 800 |
bin |
Çekoslavakya |
: 600 |
bin |
Macaristan |
: 500 |
bin |
Türkiye |
: 500 |
bin |
İspanya |
: 500 |
bin |
Eski SSCB |
: 260 |
bin |
Fransa |
: 250 |
bin |
Portekiz |
: 92 |
bin |
Yunanistan |
: 90 |
bin |
İtalya |
: 80 |
bin |
Almanya |
: 75 |
bin |
Arnavutluk: |
: 62 |
bin |
Polonya |
: 50 |
bin |
İngiltere |
: 50 |
bin |
Belçika-Hollanda - |
|
|
Danimarka-Lükenburg |
: 30 |
bin |
İsveç, Norveç, Finland : |
26 |
bin |
Avusturya |
: 16 |
bin |
İrlanda |
: 15 |
bin |
İsviçre |
: 5 |
bin |
Kanada, G. Afrika, Avustralya, Japonya’da bulunan Çingeneler
Avrupa ve Asya ile toplanırsa bu sayının yaklaşık 15 milyon olduğu ifade
ediliyor.Bu sayı çok ciddi bir rakam sayılır. Avrupa’daki ve Asya’daki birçok
ülke nüfusundan daha büyük bir Çingene nüfus sözkonusu oluyor. Yani Çingeneler
dünyanın her tarafına yayılmış bir halk.
Dünyada Çingeneler’in en rahat yaşadıkları yer Makedonya oluyor.
Bazıları bu ülkeye “Çingene Cenneti” diyor. Makedonya’da Çingeneler’in
televizyon yayınları, radyo yayınları, dergi ve gazete yayınları var.Birde
siyasi partileri var. Çingene Partisi’nin adı ise Rom Partisi başkanı ise, Faik
Abdi. Faik Abdi 1991’den beri Makedonya parlementosunda parlementer.
Türkiye’de Çingeneler’in coğrafi dağılımına baktığımızda İstanbul
ve çevresi 1. sırada gelir. İstanbul’da; Balat, Karagümrük, Kasımpaşa,
Sulukule, Küçükbakkalköy, Üsküdar-Selamsız. Trakya’da ise, Edirne, Kırklareli
sayılabilir. Bunu, Adapazarı ve Bursa izler. Adana’da; Aksu Ovası, Serik önde
gelir. Ayrıca; Zonguldak, Denizli, Uşak, Konya, Antalya, Eğridir, Burdur,
Hakkari, Mardin, Siirt, Van, Niğde dışında Doğu Anadolu’da dağınık göçer
guruplarda yaşamlarını sürdürüyor. Çingeneler’de aşiret sistemi devam ediyor.
Yerleşik çingeneler, göçer çingenelerle anlaşamıyorlar. Örneğin; Mıtrıp
Çingenesi ile Karaçi Çingenesi asla evlenmez. Evlilikler kendi içinde olur.
Yabancı ile evlilik olmaz.
Meslek olarak; falcılık, sepetçilik, kalaycılık, müzisyenlik,
elekçilik, demircilik, çiçekçilik, atçılık, bohçacılık, eskiden ayı
oynatıcılığı yaparlardı.
Çingeneler, Çingenece konuşurlar. Rumeli’de, İstanbul’da, Doğu ve
GüneyDoğuAnadolu’da Çingenece konuşulur. Bazı bölgesel farklılıklar var.
Anadolu’da Türkçe, Yunanistan’da Rumca, kelimeler var. Sadece Türkçe konuşanı
yok. Çingenece, Farsça, Kürtçe, Türkçe yardımı ile konuşuluyor. Doğu’da
Poşaların konuştuğu dil Ermenice’nin Çingence lehçesi sayılıyor. Samsun’da bir
Trakya şivesi Çingenece konuşuluyor.
Çingenece, Hint-Avrupa dil grubunun Hint-Ari (satem) koluna dahil
ediliyor. Üç ana lehçesi var. Asyalı, Avrupalı ve Ermeni. Doğuda müzisyen bir
grup olan Matrip Çingeneler Kürtler’le yakın ilişkiler içinde bulunuyorlar.
Kürtçe konuşuyorlar. Hakkari’deki bütün davulcuların, zurnacıların Mıtrup
olduğu sanılıyor. Mıtrıp Çingeneler ile Kürtler arasında sıkça evliliklerde
oluyor.
Yerleşik Çingeneler’in büyük çoğunluğu eskiden Hıristiyan’dır.
Göçebelerin ise çoğunluğu sözde de olsa İslamiyeti kabul etmiştir. Ama dinsel
inancın uygulamasında oldukça liberal oldukları gözleniyor. Din ile fazla
araları yok. Dini kurallardan haberleri yok. Buna karşın kendi gelenekleri daha
canlı yaşıyor. Bahar şenlikleri olan KakavaTörenleri, Kakava’nın kurban
edilmesi törenleri çok sıkı her yıl yapılıyor. 6Mayıs’dan sonraki pazar günü
kutlanan KakavaTörenleri olabildiğinde suya, denize girilerek yapılıyor.
Çılgınca eğleniliyor.
Van’daki Çingeneler’de, Müslüman, Tokat’takiler’de Hıristiyan,
Güneydoğu’daki Cuki inancında olanlarda, İsmaili ve Alevi inancı benzeri
semboller görülüyor. Doğu’daki Mıtrup Çingeneler de ise Şafiilik mezhebi etkisi
var. Eski dinleri’ne Romania, tanrılarına DELadı verilirmiş.
Kırklareli, Şeytan Deresi’nde her yıl 6 Mayıs’tan sonraki ilk
pazar günü yapılan tören 3 gün sürer. Sabah erkenden eskiden katılanların
çırılçıplak suya girdikleri de anlatılır. Töreni çeribaşı yönetir. Her şey bir
düzen dahilinde olur. Bir taşkınlık yapılmaz. Mitolojiye göre; bugün Mısır’da
zulüm görenlerin mucizevi şekilde kurtulmalarının yıldönümüdür. Firavun
askerlerinin ise suda boğulması anısına yapılır. Anadolu’da yapılan Hıdırellez
ile aynı tarihte yapılır.
Çingene olmak çok üzgün bir toplumsal yapılanmadır. Dünya’da
nerede ise Çingene’nin olmadığı ülke yok, her ülkenin kendi Çingenesi var.
Mısır Çingenesi, Polonya Çingenesi, Bulgar Çingenesi gibi. Çingeneler genelde
rahat bir toplum. Dünya umurunda olmayan bir toplum, Dünyaya, dünyadaki siyasi
ya da dinsel düzene ilişkin müdahale diye bir sorunu olmayan bir toplum. Ufak
tefek didişmeleri dışında dünya insanları ile bir sorunu yok Çingenelerin.
Birde kendileri dışındaki dünya onları rahat bıraksa daha sorunsuz olacak
yaşamları. Türkiye’de de 81 ilin 81’inde de ilin bir kenarında köşesinde az-çok
biraz Çingene mutlaka vardır. Her ilin kendi Çingenesi var yani. Türkiye’de
yaklaşık 500 bin dünyada 15 milyon Çingene nüfus var. Çingene nüfusunun bu
yapısı birlik olmayıp dağınık olmanın ne demek olduğunu anlatmak için
gösterilecek en çarpıcı örnek sayılır.
Çingeneler sosyolojik olarak etnik bir ayrım ifade ediyorlar.
Ortak paydaları Çingene olmak. Dinsel farklılıkları var. Dil farklılıkları da
var. Ama ortak kimlikleri Çingene olmaktır. Çingenelik ortak bir kültürün bir
kimliğin adı olmuş.
Çingeneler bir devlet kurmadıkları halde bu konuda mevcut oluşuma
müdahale diye birşey düşünmedikleri halde taraf olmadıkları halde birçok
savaşın acı faturasını ne yazık ki, ödemek zorunda da kalmışlar. İşte bunlardan
birisiHitler Almanya’sı sırasında başına gelenler. 11 Aralık 1942’de Ss
şefiHimmer’in çıkardığı yasa; “çingenelerin topyekün imhası” adını
almış. Almanya’da gaz odalarında 81
Faşistler tarafından 500 bin Çingene gaz odalarında yakılıyor.
Savaş bittiğinde Almanya dışında katledilen Çingeneler’in sayısı 240 bine
ulaşıyor. Fransa’da 15 bin, Polonya’da 35 bin Rusya’da 40 bin, Yogoslavya’da 28
bin Çingene katledilmiştir.
Çekoslovakya’da yaşayan 800 bin Çingenenin parlementodaki
temsilcisi Av. Emil Scula, ülkesindeki Çingene sevgisini şöyle anlatıyor.
“Çekler Slovaklara, Moravyalılar ise bu iki ulusa bir dakika bile tahammül
edemezler. Ama hepsinin ortak olduğu bir tek nokta var. Üç ulusda Çingenelerden
nefret ederler.”
Son yıllarda çeşitli ülkelerde Çingene örgütleri kuruluyor.
Macaristan, Çekoslovakya, Bulgaristan v.s. Türkiye’de de; Romanlar Kültür ve
Dayanışma Derneği, “Çingeneler Derneği” gibi dernekler kuruldu. Çingeneler
Türkiye’de yurttaş olarak geçmişte ve günümüzde devlete sorun çıkarmayan bir
toplumsal kesimdir. Ama buna karşın “Anti Çingene Yasa” ne yazık ki
Türkiye’de de yasalara da girmiş bir olgudur. 1930 Hitler Almanya’sının bu
icadı 1934’de çıkan 2510 sayılı İskan kanununda şöyle yer almış. “Türk
kültürüne bağlı olmayanlar, anarşistler, çingeneler, casuslar... göçmen olarak
Türkiye’ye kabul edilmezler.”
Bu yasanın ağa babası olan Alman faşistleri Almanya’da “soylarında
üç kuşak ötesi çingene kanı taşıyanlar” bulunarak imha edildi.
Ülkenin en lüks gazinolarında; Çingene kökenli Adnan Şenses,
Kibariye, Güllü, Sibel Can ağzı açık bir tarzda zevk içinde dinleniyor. Ama
Bulgar yönetiminin zulmünden Türk soydaşlarla birlikte trenlere dolup
Kapıkuleye gelen 360 Çingene Kenan Evren-Turgut Özal döneminde 1980’li yıllarda
sınırdışı edilebiliyor. Çingenler için bu yasak bugünde devam ediyor.
•
M. GÖKGİLGİN: İslam Ansiklopedisi 1945 Ankara
•
P. A. Andrews: Türkiye’de Etnik Gruplar 192 İstanbul
•
Nazım Alpman, Çingeneler, 1993 İstanbul
•
Osman Cemal Kaygılı, Çingeneler, 1997 İstanbul
•
Melih Duygulu, Çingenemüziği, Birikim S. 71-72
•
Zaharyan Stangu-Çingenem, 1968 İstanbul
•
Prof. Dr. Ali Arayıcı, Çingender, 1999 İstanbul
GÖÇMENLER (POMAKLAR, GACALLAR)
Türkiye, bulunduğu coğrafi ve Jeopolitik özelliklerden dolayı
tarih boyunca değişik toplumların uğrak yeri olmuştur. Bu anlamda değişik
toplumlar ve uygarlıklar için adeta “Kavimler Kapısı” olmuştur.
Bu göçleri yönlerine göre tasnif etmek gerekirse şöyle bir tablo
çıkar: 1) Batı’dan Balkanlardan, Bulgaristan’dan gelen göçler. 2)Doğu’dan gelen
göçler 3)Kuzey’den Kafkasya’dan gelen göçler
Bugün Türkiye’de göçler yolu ile gelenlere bakılırsa Batı’dan
yani; Bulgaristan, Yunanistan, Yogoslavya, Arnavutluk, Romanya, Makedonya ve
çevresinden gelen göçler önemlidir.
Trakya, M.Ö. 2000-3000 yıllarında yaşayan Traklar denilen
toplumun isminden kaynaklanmıştır. Trakya’da İslamiyet’ten önceHıristiyanlık
var. Batılı göçmenlere, Göçmen, Muhacir, Pomak, Torbeş, Gaca v.s. adları
veriliyor. Gelenlerin kendi adlandırmaları yapana göre değişiyor. Ama hepsi
Türkiye’yi vatanı kabul ediyor. Örneğin; Türk, Göçmen, Muhacir diyorlar: Bu
topluluklardan bazılarını tanıyalım.
Pomaklar, Balkanlar’da Pomakça konuşan Müslümanlara deniliyor.
Pomak sözcüğüne 1877-78’de Balkanlar’dan gelen göçlerle rastlanılıyor. Pomak’ı
dil, gelenek ve ırk bakımından Türkler’den çok Slavlara yakın bulanlar var.
Pomaklar’ın, Traklar olduğu savı da var.
Pomaklar’ın 11. yüzyılda Rodoplar’a yerleştirilmiş Kuman
Türkleri’nin torunları olabileceğide savlar arasında bulunuyor. Bulgar
yazarlardan bazıları ise, Pomaklar’ın Müslüman Bulgarlar ya da Bulgarca konuşan
Müslümanlar olabileceğini savunuyor.
Osmanlı 1385 de Anadolu’da çeşitli Yörük Türkmenlerini bu yörelere
gönderir. Bu göçlerle yerli halk birbirini kültürel olarak etkiler. 1877-1878
deki savaştan sonra Osmanlı’ya sığınan 700 bin göçmenin çoğunu Rodop Türkleri
ile Pomaklar oluşturur.Türkiye’ye gelen Pomaklar, Balıkesir-Gönen, Manyas,
Darıca, Şefketiye, Bursa-İnegöl’e, Çanakkale-Biga, Yenice ile Edirne-Merkez,
İpsala, Keşan, Uzunköprü, Çöpköy’e yerleşirler. İstanbul’da ise, Beykoz,
Çatalca, Silivri’ye gelirler. İzmir-Bayındır, Kemalpaşa, Kırklareli-Babaeski,
Demirköy, İğneada, Lüleburgaz, Pehlivanköy ile Tekirdağ-Merkez ve Malkara’ya
yerleşirler.
Pomaklar, Türkçe konuşuyor. Pomakça’yı tek tük yaşlılar biliyor. Pomakça’nın,
Türkçe ve Makedonca’nın karışımı ile oluşan Bulgarca bir şive olduğunu
söyleyenlerde var. Boşnakça ilede benzerliği varmış. 1950 yılında
Bulgaristan’dan göç ile Türkiye’ye; 683 bin Türk, 123 bin Pomak, 10 bin
iseTatar Türkü ile Gagavuz Türkü gelmiştir.
Göçlerle gelen Pomaklar’ın çoğu Türkçe bilmezmiş.Pomakların 17.
yüzyılda İslamiyeti seçmiş Bulgarlar olduğunu savunanlarda var. Yerli Türkler
aynı dinden oldukları halde Pomakları Türk kabul etmezler.
Pomakça’nın eski Grek diline benzediği, Bulgarca’nın bir şivesi
olduğu ve Slav dil grubu içinde görmek gerektiği ifade ediliyor. Göçmenlerin
çoğunluğu inanç olarak Sünni İslam’dır, içlerinde Hıristiyan olarak Gagavuzlar
ve Alevi-Bektaşi Müslümanlarda var.
Göçmenler’in dil dağılımına bakıldığında herkes Türkçe konuşuyor.
Türkçe dışında; Pomakça, Tatar Türkçesi, Boşnakça, Rumca,Bulgarca ve Gagavuz
Türkçesi (Slav etkili Osmanlıca) bilenlerde bulunuyor.
Osmanlı İmparatorluğu 16.17 yüzyıldaBalkanlar’da yayıldığı dönemde
fethedilen topraklara Orta Anadolu’dan Türk nüfus ikame ederdi. Giden Türk
nüfus bir süre sonra yerlilerle kültürel alış-verişte bulunurlardı. Karşılıklı
birbirini etkilerlerdi. Boşnaklar, Pomaklar bu şekilde oluşmuş toplumsal
kesimlerdir. İçlerinde İslamiyeti kabul eden Türkçe konuşan yerli halklarda
var. Rumca, Bulgarca, Boşnakça v.s. öğrenen MüslümanTürkler’de var. Öyle bir
dönem olmuşki adeta birbirini ayırt etmek imkansız hale gelmiş, kim Türk? kim
müslüman? Kim sonradan Müslüman veya Türk olmuş fazla belirgin değil.
İşte Gacallar’da bu toplumsal gelişmeler sonucu oluşmuş,
bir kimliktir.Şumnu ve Razgrad Bulgarları bütün Türk köylülerine Gacal” ya da
“Çitak” adı vermiş. Bu isim biraz küçültücü anlam, aşağılama anlamı taşıyormuş.
Deliorman Türkleri bazı durumlarda Dobruca Türklerini “Gacallar” diye
isimlendirmiş.
Dobruca ve Karadeniz boylarına yerleşen Oğuz Türkmenleri, İlk
Bulgarlar ve Gagavuzlar arasında Hıristiyanlık yayılmış. Deliorman’a yerleşen
Peçenekler süreç içinde Gacallar ve Çitaklar adı verilerek Müslüman
olarak kalmışlar. Bulgarlar, Türkler’e, Gacallar veya Çıtaklar diyor.
Evliya Çelebi 17. yüzyıldaBulgaristan’ı gezerken, Gacallar veya
Çitaklar denilen topluluğun, Tatar, Ulah, Moldavan ve Bulgarlar’ın
sentezinden oluşmuş olabileceğini yazıyor.
Balkanlar’dan belirlenen sayılara göre toplam, 1 milyon 204 bin
kişi çeşitli tarihlerde göçler nedeni ile Türkiye’ye gelmiştir. Bu nüfus
kitlesi ile Türkiye’de bulunan Türk toplumu arasında bir problem çıkmamıştır.
Bu iki kesim süreç içinde adeta bütünleşip tek ulus çatısı altında yer almıştır.
Doğudan gelen göçler ise;
çeşitli toplumsal nedenlerle yakın komşulardan gelen göçlerdir. Bunlar, Afganistan’dan,
İran’dan, Irak’tan, Pakistan’dan, Kuzey Irak’tan
gelen göçlerdir. Bu topluluklar genel olarak geçici dönemlerde Türkiye’de kalıp
gitmişlerdir. Kalanlar ise, topluma monte olup işine gücüne karışmıştır.
Kuzey’den Kafkasya’dan gelen göçler daha kalıcı olmuştur.Hatta; Çerkesya’dan gelen göç
anayurtlarından, nüfus olarak daha fazlası göç ile Anadolu’ya gelmiştir. Bugün
bile Türkiye’deki Çerkes topluluğunun nüfus sayısı Anayurtlarından daha
fazladır. Gürcüler içinde durum yaklaşık Çerkesler gibidir. Çerkesler ve
Gürcüler Türk toplumu ile veTürk Devleti ile o denli uyumlu bir ilişki
kurmuşlarki adeta yönetimde Türkten çok Çerkes ve Gürcü kökenli yurttaşlar yer
almıştır. Bunlar dışında zaman zaman Azerbeycan ve Dağıstan’dan da Türkiye’ye
çeşitli tarihsel dönemlerde göçler olmuştur.
Türk toplumu ile çeşitli tarihsel nedenlerle ayrı düşen ama
şartların değişmesi sonucu yine göç yolu ile birleşen bu toplumsal parçayı ayrı
bir etnik grup ya da ayrı etnik gruplar olarak ifade etmek doğru olamaz. Ama
farklı sosyolojik özellikleri elbette sosyolojik amaçlarla araştırılabilir.
•
Halil İnalcık, İslam Ansiklopedisi 1960 Ankara
•
C. O, Hanlu, Trakya Türkleri, 1964 İstanbul
•
Hale Soysü, Kavimler Kapısı, 1992 İstanbul
•
Yakup Aygil, Hıristiyan Türkler, 1995 İstanbul
•
P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar 1992 İstanbul
•
A.T. Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı, 1999Ankara
•
Orhan Türkdoğan, EtnikSosyoloji 1997 İstanbul
1863 yılında bir grup Ortodoks Hıristiyan Rus çıkan bir
ayaklanmadan sonra inançlarına uygun yaşayabilmek örneğin istedikleri biçimde
sakal bırakmak için Rusya’dan Anadolu’ya göç yapmaya karar verirler.
BunlaraHıristiyanlık’ta “Eski İnananlar” adı verilir.
Aslında bazı kaynaklar Kazaklar’ınRuslaşmış Türkler olduğunu
yazıyor. Taa... Altınordu Devleti zamanında bu Ruslaşma işi oluyor. O yıllarda
Ruslaşan Kazak Türkleri şimdi iseTürkiyede yeniden Türkleşme sürecini adeta
yaşıyor.
Kuban Kazakları’nda akraba evliliği yoktur. Dini inanışlarına
göre, iki kişinin evlenebilmesi için en az beşinci dereceden akraba
olunabilmesi gerekiyor. Topluluk en az beşinci derece sınır nedeni ile 1961
yılında evlenme yasağı konulan akrabalık sınırına ulaşıyor. Artık kimse kendi
toplumundan birisi ile
evlenemiyor. Yabancı ile de evlilik yapılamıyor. 1962 yılında
Türkiye’de bu sınır nedeni ile evlilik şansını kaçıran 1.100 kişi başlarında genç
papaz llya Bara ile birlikte anayurtlarına Rusya’ya dönüyorlar.
Tabi ülkelerine dönüş öncesi bu evlilik yasağı çok tartışılıyor
ama sonunda başka yol bulunamıyor. Tam, 99 yıl sonra Kuban Kazakları yine
dinsel inançlarının gerektiği gibi yaşamak için bu kez Rusya’ya geri göç
yapıyorlar. Arkalarında bir kişi bile kalmıyor.
Bu olay ilginç toplumsal bir olay. Ama kalkıp “Türkiye’de Etnik
Gruplar” adlı bir kitabın içine ayrı bir katagori olarak aynı bir “etnik
grup” olarak Kuban Kazakları’nı sayarsak artniyet değil ise komik bir durum
olur.Türkiye’de Kürtler gibi, Ermeniler, Araplar, Çerkesler gibi gruplar bu
başlık altında sayılabilir. Ama Türkiye’de bir tek kişinin kalmadığı bu grubu “etnik
grup” olarak sayarsak kendi çabamızın ciddiyeti tartışma konusu olabilir.
Yine aynı kitaptaki, Polonezler, Sudanlılar, Almanlar, Estonlar, Molokanlar’da
bu olaydan farklı olaylar değiller. Ama her nedense adı geçen kitapta
Türkiye’deki “etnik gruplar” arasında sayılıyorlar.
KAYNAKLAR
•
P.A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar, 1992 İstanbul
•
Yakup Aygil, Hıristiyan Türkler. 1995 İstanbul
•
Hale Soysü, Kavimler Kapısı, 1992 İstanbul
•
Mehmet Eröz, Türkiye’de Slavlar, 1962 Ankara
•
Zihni Papakçı, Terekemeler (Karapapalılar) 2002 İstanbul
Sudanlılar ya da Türkiye’de yaşayan Afrikalılar veya Zenciler.
Bunlar da Osmanlı’dan miras. Osmanlı İmparatorluğuna karşı ayaklanıp 1834
yılında Adana’yı işgal eden İbrahim Paşa’nın Sudan’dan getirdiği köleleri
olduğu sanılıyor. İbrahim Paşa 1834’de ayaklanmadan vazgeçince burada kalıyorlar.
Bunlardan 3 köy oluşuyor.
Sudanlılar, 1946’dan sonra ilçelere göçerler. Beyazlarla
evlilikler yaparak bilinçli olarak asimile olurlar. Benzer nedenlerle
İstanbul’da, İzmir’de, Adapazarı’nda, Menderes ve Gediz havzalarındada
zencilere rastlanır.
Bunların inançları İslam’dır. Dil olarak Türkçe konuşuyorlar.
Bunlara bilmeden Arap deniyor. Halbuki Araplık’la ilgileri yok. Ege’de Menderes
ve Gediz havzalarında yaşayanlar yabancı evlilikler yapmıyorlar. Bu durum
kendilerini korumayı sağlıyor.
Bu grubun sayısı bilinmiyor. Tahminen en fazla 150-200 kişi
olabilir.Bu grubu da adını daha önce verdiğim kitapta, “etnik grup” olarak
saymanın mantığını anlamakta insan biraz güçlük çekebilir.
KAYNAKÇA
•
Hale Soysü, Kavimler Kapısı 1992 İstanbul
•
P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar 1992 İstanbul
•
Yakup Aygil, Hıristiyan Türkler, 1995 İstanbul
•
Dr. Ali Tayyar Önder, Türkiye’nin Etnik yapısı 1999 Ankara
Estonlar, nasıl olmuş ise 1886’da KarslıRuslar’ın işgali sırasında
Karacaören’de bir köy 300 Eston tarafından kuruluyor. Sonradan çoğuRusya’ya
geri dönüyor. Bunlar Hıristiyanlığın Evangelikal Kilisesi’ne 85
bağlı bulunuyorlar. 1972’de kalanlardan bir kısmı ise Almanya’ya
işçi olarak gidiyor. Gruptan iki kişi Müslüman erkeklerle evleniyor.
Bu grubu da Türkiye’deki “etnik gruplar’a dahil etmek çok
zorlama olmaktadır. Gençler bozuk Estonca konuşuyor. Onlar ise Almanya’ya
gitmiş. Artık Kars’ta kimse kalmamış.
•
P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar 1992 İstanbul
•
Mehmet Eröz, Türkiye’de Slavlar, 1962 Ankara
•
Orhan Türkdoğan, Etnik Sosyoloji, 1997 İstanbul
Molakanlar’da tıpkı Kuban Kazakları gibi evlilik sınırları nedeni
ile evlenilecek kişi kalmayıncaRusya’ya 1962’de dönen topluluktur.
Kars, Rusya sınırındadır. Kars, bitip tükenmeyen Osmanlı-Rus
savaşlarında sınır şehridir. Estonlar’ın, Molokanlar’ın v.s. zaman zaman
yollarının Kars’a düşmesi orada kalıp küçük bir nüfusla yaşam kurmaları bu
durumdan kaynaklanıyor. Normal olmayan bu minik savaş arkası kalan nüfusları “etnik
kimlik” saymaktır.
Molokanlar, Rusça konuşuyorlar. 1960’da yaklaşık 1300 kişiymiş.
Bir kaç aile dışında diğerleri 1962’de Rusya’ya gitmiş. Türkiye’ye 1876-77
yıllarında gelip 35 köy kuran Rus kolonistler tarafından Kars’a
yerleştirilmiştir. Kendileri gibi Hıristiyan olan Eston ve Almanlarla evlilik
ilişkileri olmuştur.
KAYNAKLAR
•
P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar, 1992 İstanbul
•
Ali Tayyar Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı, 1999 Ankara
•
Hale Soysü, Kavimler Kapısı, 1992 İstanbul
•
Yakup Aygil, Hıristiyan Türkler, 1995 İstanbul
•
Orhan Türkdoğan, Etnik Sosyoloji, 1997 İstanbul
Ruslar, Alman ve İsviçre’li 100 aileyi 1876-1877 yıllarında Kars’a
yerleştirmiştir. Her iki grupta mandracılıkla işe başlamış ve mandracılıkta
uzmanlaşmış. Giderek peynir üreticiliğinde isim yapmışlardır. Kadınlar ise Kars
kültürü ile iletişim kurarak halı dokumacılığına başlamışlardır.
Almanlar evlilik konusunda çok katı davranmamışlar. Molokan ve
Estonlar’la uygun eş bulamadıkları zaman Türkler’lede evlilik yapmışlardır.
Almanca konuşan, Protestan Hıristiyan olan Almanlar işin ilginç yanı 1972’de
Kars’tan Almanya’ya Türk pasaportu ile işçi olarak gitmişlerdir. Bugün bu
gruptan Kars’ta kimse kalmamıştır. Zaman zaman ziyarete gelenler olmuştur.
KAYNAKLAR:
•
P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar, 1992 İstanbul
•
Ali Tayyar Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı, 1999 Ankara
•
Hale Soysü, Kavimler Kapısı, 1992 İstanbul
•
Yakup Aygil, Hıristiyan Türkler, 1995 İstanbul
•
Orhan Türkdoğan, Etnik Sosyoloji, 1997 İstanbul
Polonezler, İstanbul-Beykoz Polonezköy’de yaşayan Polonya asıllı
bir topluluktur. Prens Adam Czartoryski 1830-31 yılında Polonya’da bir devrim
yapmak ister. Başarısız olur. Böyle olunca sürülür. İstanbul’a gelir.
Polonezköy 1830 yılında böyle kurulur.
Başlangıçta topluluk 5 değişik çiftlikte yaşıyormuş. Toplam 12
göçmen varmış. Sonra başkalarıda katılır. Bu grup dönemin Polonya sultanının ve
Fransız Lazari’stlerinin koruması altındadır. Polonezköy bu prensin ve
adamlarının yaşaması için kurulur. Giderek başka Polonyalılar’da gelir ve köy
genişler.
1912-14 yıllarında ise köyde kilise kurulur. Dış dünya ile
ilişkiler devam eder. Polonyalılar’la evlilikler sürer. Polonez erkekler; Rum,
Ermeni ve Kars’taki Estonlarla evlilikler yaparlar. Türkler’le evlenen kız
sayısı yalnız 2 tanedir.
Prens, 1935 yılında Türk uyruğuna geçmiştir. Lehçe eğitim
yeriniTürkçe’ye bırakır. 1942’de yüksek vergi konur. 1968’de Prens Czartoryski
mülkiyet haklarını köylülere bırakır gider. Köylüler toprakları Türkler’e satmaya
başlar.
Polonezköy’de yaşayan Polonyalılar lehçe konuşur. Bu dil,
Hint-Avrupa dil grubundan Slav dillerindendir. Köydeki kilise Roma Katolik
Kilisesine bağlıdır.
Polonya’da Rus egemenliği bitince bir kısmı Polonya’ya gitmiş.
1965’de 500 kişi olmuşlar. SonraPolonya’ya Avrupa’ya gidenler olmuş, bugün
yaklaşık 90-100 kişi bulunuyor. Köyün kilisesi, okulu, karakolu ve muhtarlığı
var. Kendine özgü bir yaşam sürdürüyorlar. Bunlarıda “Türkiye’de Yaşayan
Etnik Gruplar” sınıflaması içine almak komik olur.
•
P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar, 1992 İstanbul
•
Ali Tayyar Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı, 1999 Ankara
•
Hale Soysa, Kavimler Kapısı, 1992 İstanbul
•
Yakup Aygil, Hıristiyan Türkler, 1995 İstanbul
•
Orhan Türkdoğan, Etnik Sosyoloji, 1997 İstanbul
UNESCO’nun dünyada konuşulan diller üstüne yaptığı bir araştırmaya
göre bugüne dek toplam 7200 çeşit dilin varlığı tesbit edilmiş. Bunun 4400
adeti dünya diller müzesine yani tarihteki yerine gitmiş. Tamamen yok olmuş.
400 civarındaki dil ise bir-iki yıl içinde yok olma sürecine girmiş. Bunun yanı
sıra 16 tane ise yeni dil tesbit edilmiş. Bunlardan birisi ise, Almanya’daki
Türk gençlerinin bir kısmının Almanca-Türkçe karışımı oluşturdukları dil imiş.
Buda UNESCO kriterlerine göre dil sayılmış.
Dünya’da olduğu gibi ülkemizde de birçok dil ile iletişim
sağlanıyor. Yine UNESCO tesbitine göre; Avustralya’da yaşayan Aborjin’lerin
konuştuğu 90 dilin 70 tanesi artık hiç konuşulmuyor. Hindistan’da; 387 dil
konuşuluyor. Çin’de bu sayı 840, Kamerun’da; 279 dil, Papua Yeni Gine’de; 832
çeşit dil, Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde dil sayısı 250’dir. Bu sayı
Avrupa’da örneğin; Fransa’da 20 civarında, İsviçre’de 3 resmi dil var. Almanya
ve İngiltere’de 10’u aşkın dil var. Rusya’da ve ABD’de bu sayı daha da yüksek olduğu
tahmin ediliyor.
Türkiye’de Türkçe dışında konuşulan dillere ve onların nüfus
yapısına bakılırsa şöyle bir tablo ortaya çıkıyor. Türkçe dışında konuşulan
nüfus açısından en büyük nüfus kitlesini Kürtler oluşturuyor. O’nu Araplar ve
Çerkesler izliyor. Sıralamayı şöyle yapabiliriz:
1) Kürtler |
9.000.000 |
kişi |
2) Zazalar |
1.000.000 |
kişi |
3) Araplar |
1.000.000 |
kişi |
4) Çerkesler |
1.000.000 |
kişi |
5) Gürcüler |
600.000 |
kişi |
6) Rumlar |
1.500 |
kişi |
7) Ermeniler |
60.000 |
kişi |
8) Yahudiler |
25.000 |
kişi |
9) Lazlar |
300.000 |
kişi |
10) Hemşinliler |
30.000 |
kişi |
11) Süryaniler |
35.000 |
kişi |
12) Keldaniler |
5.000 |
kişi |
13) Nasturiler |
6.000 |
kişi |
14) Yezidiler |
8.000 |
kişi |
15) Arnavutlar |
300.000 |
kişi |
16) Çingeneler |
600.000 |
kişi |
TOPLAM |
13.970.000 (On üç milyon dokuz |
|
|
yüz yetmiş kişi) |
|
|
70.000.000 (Yetmiş milyon) |
- 13.970.000 (Diğer Etnik Gruplar)
56.030.000 TÜRKLER
Araştırmada başlık olarak geçen “Göçmenler” ve “Bahailer”
Türk nüfusu içinde düşünülmüştür. Minik Etnik Gruplar denebilecek ya da
misafir gruplar denebilecek gruplar olan; Kuban Kazakları’nı, Sudanlılar’ı,
Estonları, 5-10 aileden ibaret Molokanları, Almanları, 80-90 nüfuslu
Polonezler’i bu araştırma “etnik grup” statüsünde düşünmemiştir. Türkler
dışında 11 etnik gruptan oluşan toplumsal kesimin nüfusu ise;
13.970.000-14.000.000 milyon arasındadır. Türkiye nüfusu 70 milyon kabul
edilirse bu sayı Türkiye nüfusunun %18-19 gibi bir oranını teşkil ediyor. Bu
sayı dışındaki 56.000.000 (Elli altı milyon) civarındaki nüfus ise
Türkler’in oluşturduğu nüfustur. Bu ise nüfusun yaklaşık; %80’ni demektir. Bu
oran küçümsenecek bir oran değildir.
Bu nüfusa dünya coğrafyasına yayılmış Türk nüfusta eklenince 200
milyon civarında bir sayıdan söz etmek gerekiyor. İşte Türkiye coğrafyası
dışındaki bazı ülkelerdeki Türkçe konuşan nüfus sayıları şunlardır:
Bulgaristan |
950.000 |
kişi |
Yunanistan |
200.000 |
kişi |
Kıbrıs |
200.000 |
kişi |
Makedonya |
110.000 |
kişi |
Irak |
700.000 |
kişi |
Almanya |
2.000.000 |
kişi |
Hollanda |
300.000 |
kişi |
Fransa |
290.000 |
kişi |
Belçika |
150.000 |
kişi |
İngiltere |
90.000 |
kişi |
Danimarka |
50.000 |
kişi |
İsveç-Norveç |
20.000 |
kişi |
Azerbaycan |
10.500.000 |
kişi |
İran Azerbeycanı |
21.000.000 |
kişi |
Gürcistan |
500.000 |
kişi |
Ermenistan |
200.000 |
kişi |
Kırım |
300.000 |
kişi |
Özbekistan |
21.000.000 |
kişi |
Afganistan |
3.500.000 |
kişi |
Tacikistan |
2.500.000 |
kişi |
Kazakistan |
14.500.000 |
kişi |
Türkmenistan |
5.500.000 |
kişi |
Tatarlar (Rusya) |
2.200.000 |
kişi |
Tatar (Özbek) |
1.800.000 |
kişi |
Kazakistan (Kırım Türkleri) |
300.000 |
kişi |
Başkurdistan |
2.600.000 |
kişi |
Karakalpak |
900.000 |
kişi |
Çuvaş Türkleri |
1.250.000 |
kişi |
Şor Türkleri |
25.000 |
kişi |
Altay Türkleri |
130.000 |
kişi |
Uygur Türkü |
24.000.000 |
kişi |
Gagavuz |
200.000 |
kişi |
Kumuk |
700.000 |
kişi |
Karaçay |
350.000 |
kişi |
Karaim |
15.000 |
kişi |
Hakas |
110.000 |
kişi |
Nogay |
100.000 |
kişi |
Tuva Türkleri |
300.000 |
kişi |
Yakut Türkleri |
50.000 |
kişi |
Kaykay Türkleri (G. İran) |
900.000 |
kişi |
Ahıska Türkleri |
300.000 |
kişi |
TOPLAM |
122.480.000 |
kişi |
Türkiye: |
70.000.000 |
kişi |
Yaklaşık TOPLAM 192.480.000
(Türk Nüfusu)
Dünyadaki yaklaşık Türk nüfusu Yüz doksan iki milyon dört yüz
seksen bindir. Yani yaklaşık 200 milyon kişi.
Dünya’da hiçbir ülke homejen değildir. Herhangi bir ülkede dinde
ya da dilde homojenliği aramak ötöpya gibi bir şey. Bu nedenle azınlık meselesi
tek, tek ülkelerin değil, tüm dünyanın sorunu olduğu apaçık görülüyor.
Türkiye’de 20 civarında farklı dilde konuşan nüfus var. Aynı zamanda dünyada
yaklaşık 40 civarında ülkede Türkler yaşıyor. Bunların yaklaşık 7-8 ülkesinde
Türkçe 1. dil olarak konuşuluyor. Bir o kadarı da özerk bölge sayılır.
Diğerlerinde ise 2. dil olarak konuşuluyor.
Bu sorun barış içinde bir arada yaşamanın ortak formülü bulunarak
sağlanabilir. Bunun yolu ise, etnik ve dinsel ayrımları siyasallaştırmadan
karşılıklı sevgi ve saygı temelinde sağlanabilir. Bu sosyolojik farklılıkların
siyasallaşması en çok taraflara zarar verir. İşin faturasını taraflar ödemek
zorunda kalır.
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder