Kayıtlar

Artık Susmak İstiyor

  Ben ne uykusuz geceler isterim, ne gözyaşı, ne feryad.. bunlar hep varlık hastalığının sayıklama nöbetleridir, dedin. O da çaresiz sustu. Ama unutma ki yalağın taşması, çeşmenin kabahatidir.            Sorulursa, onun ne bir iddiası, ne şikâyeti ne de anlatacak bir hikâyesi vardır. Ama gene de köpüre köpüre akıp gitmek günahım işliyorsa, hesap görmek için, beraberce suyun başına gidelim. Bir tebessüm vardır ki sade sana gösterilir; bir ünsiyet ânı vardır ki yalnız seninle çift olunur; bir sır vardır ki sade sana söylenir. İşte o da senden başka mahremi olmayan bu gizlilikleri, gene seninle paylaşıyorsa, bu suç, hangi hâkimin yüreğini yumuşatmaz bilmem ki?      Bir çiçeğin bile açması için bünyesinde ne uzun ne hesaplı hazırlıklar ve ne içten içe kaynayan bir faaliyet devresi lâzımdır. Mademki diktiğin bir tohumun sürüp gelişmesi, çiçeklenip, kokusunu çeşnisini dökmesi hoşuna gitmeyecekti; ne demeğe, yeni sürmüş bir filizken ezip çiğnemedin? İnan ona, inan ki artık susma

Bir Damla Işık

Bir mevlût gecesiydi. Soluk yüzlü bir adam, elindeki küçük meşale ile camiin kandillerini birer birer yakıyordu. Yorgun, zaif fakat manalı eli, oradan oraya değdikçe mescidin karanlığı, yeni bir sır öğrenmiş çehrelerin ferahlığı ile yavaş yavaş açılıyor, aydınlanıyor, böylece, meşalenin vuslatına mukavemet edemeyen kandiller, tükenip bitecekleri âna kadar yanmak üzere bir bir uyanıyorlardı. Kandiller teker teker sırlarını ortaya dökerken, onları bir sütuna dayanarak seyreden genç bir adam, irkilerek yerinden kalktı. Korkmuştu. Onlar, nasıl bir tek elin işareti ile yanma emrine can koyuyorlarsa, kendisi de gönlü kandilini ateşleyecek, sırrını ortaya döktürecek bir gizli elden korkuyordu. Ona hak vermemek kabil mi hiç? Bu gizli elin ateşine değip te sırrını dökmeyeni, canını harcamayan bu cihan hiç görmüş müydü? Kandilin küçük sırrı, nihayet bir damla ışıktı. Amma onunki, işte genç adam da söylenmez sırrının meydana vurulmasından korkarak mescidin en karanlık, kendi gönlü

Beni Kaybetme

O gün delikanlı evden çıkarken, sevgilisini her zamankinden daha mahzun, daha içli bıraktığının farkında idi.. Kendisi de ondan daha az üzgün değildi. Sokağa çıkıp, düşünceli ve kararsız bir kaç adımdan sonra, içine çöken dayanılmaz bir ayrılık acısı, onu geri çevirdi. Artık neşeli idi. Çünkü geri dönüyordu. İçeri girdiği zaman kız hep bıraktığı yerde, bir gülibrişim ağacının çiçekleri gibi tel te] parlayan saçları, hep aynı yastığın üstünde idi. Yalnız az evvel kuru olan kirpiklerinin ucunda, soluk sabah yıldızları gibi. küçük damlalar parlıyordu. Delikanlının neşeli patırdısı, onu şaşkın bir teheyyücle [heyecanlanma, coşma. ] yerinden kaldırmıştı. Fakat genç adam, boynuna dolanan sıcak çemberi çözmüş, ona soruyordu:    —       Kayıp kayıp neyin kayıp?         Kız hep şaşkın, hep heyecanlı, hep tereddütlü idi. Zeki ve kavrayışlı başında kısa bir düşünce üzüntüsü dolaşarak saymaya başladı:  —       Yüksüğüm! —       Değil! —       Mendilim! —       Değil! —       Tarağım,

Aşk Ocağıyım

Senin karşına dua etmek için oturup ellerimi açtım. Ne garip ki, yüzünü görünce bütün isteklerim, sam vurmuş bir ağacın yaprakları gibi, kavrulup döküldü. Bilmem niçin evvelden bu mukadder neticeyi bana haber vermedin. «Ben dua mahalli değil, aşk ocağıyım!» demedin? Bunu da biliyorum. Eğer böyle söyleseydin inanmayacaktım. Çünkü biz insanlar, işittiklerimize ya dudak bükeriz, ya inanmış görünür yahut da inandığımızı sanırız. Ama bu inan, kaybolmak için güneşi bekleyen bir çiğ tanesi gibi, silinmek, yok olmak için bahane gözler. Acaba kulakla göz arasındaki kapıyı açmadan, kimin imanı sahih olabilmiş, kim duyduğunu, görmüşçesine tasdik edebilmiştir? Ama insanoğluna bu kapıyı açmak kadar müşkül ne vardır? Dünya, bu kapıya varılacak yola kazılmış tuzaklarla doludur. Onlara kimler düşmemiş, bu çukurlar kimlerin başını yememiştir?         Diyorlar ki onları sezmek ve sakınmak için lâzım olan asâ, yokluk pazarında satılıyormuş. Ne olur bir kimse çıksa da, o pazarın yolunu bize

Yalnız Senin Ayağının Tozu

Ben çoban olamam, çünkü sıcak yaz günleri, koyunları kan tutup hastalandıkları zaman, bıçağımla kulaklarını ikiye bölüp hacamat edemem. Ben arabacı olamam; çünkü atım inad edip yürümeyince karnına tekme vurup, kamçımla da derisini ateş gibi yakamam. Ben mahalle bekçisi olamam; çünkü kapı kurcalayan hırsızı görünce onu yakasından tutup ite dürte cezalandırmaya götüremem. Ben şu eliyle leblebisini havaya atıp ağzı ile yakalayan mahalle çocuğu bile olamam; çünkü behresizliğim, [Nasibsiz, paysız, hissesiz ] en basit hünerlerde bile yüzümü ağartacak müsaadeyi esirgemiştir. Ben cehennem olamam; çünkü bağrıma düşen dertlileri görünce ateşim söner, onları yakamam. Ben cennet te olamam; çünkü keyif ve mükâfat için kapıma sokulanları ağırlayacak güzelliklerden uzak ve boşumdur. Ben ne olurum öyle ise Rabbim? Yalnız, yalnız senin ayağının tozu! Yusufcuk /Sâmiha AYVERDİ

Su İçip Sarhoş Olanlar

Sarhoştum.   —        Ne içtin? dediler. —        Su! dedim. Bu cevabımı keyif halime vererek gülüştüler. Amma gene de, insanların zaif anlarından istifade etmesini bilen alaylı bir tecessüsle :       —        Su insanı sarhoş eder mi? dediler. —        Etmez! dedim.  Bu sefer de kendileriyle eğlendiğimi sanarak öfkelendiler. Ben ise şaşıyordum. Nerede bir an evvelki istihzalı gülüş, nerede bu hiddet? diye. Amma şaşmamalıydım; zira insanlar hep böyle idiler. Bir nefeste dost, bir nefeste düşman olmaları için, gururlarına küçük bir iğne değdirmek yeter de artardı bile. —        Öyle ise bizimle alay mı ediyorsun? dediler. Gücüm olsa belki., çünkü daha hâlâ her zerremle aşk iksirini yudum yudum içip te sarhoş olduğumu bilmiyorsunuz. Daha hâlâ her zerremin dudağından taşan bu içkiyi yadınıza getirmeyip, beni çanaklardan, kadehlerden içilen bir kaç acı yudumun mesti sanıyorsunuz., diyecek oldum; amma buyruğuna itaatsizlik edemeyeceğim bir el gelip ağzımı örttü.   Yusufcuk /S

Sensizlik

Devletlim, bugün sensizliğe tahammülüm yok; beni kendimden geçir sarhoş et! dedim. Ağaçlar, yerdeki otlar, taş ve toprak o anda birer kadeh olup bana senin aşkını sundular. Hem istemek hem de red etmek olur mu? İçtim. Evet seni kâinat zerrelerinden her zerreden içtim; fakat kanmadım. İçtikçe de haykırdım: Sevgilim, sensizliğe takatim yok! beni, sarhoş et kendimden geçir! O zaman bir ayak sesi duydum. Belki de bu divaneye kendi eliyle kendi kadehini getiriyordu. Ölesiye bir telâşla: —        Sen misin ? diye bağırdım. Ama bu perişan sesime hiç tanımadığım sitemli bir ses cevap verdi: —        Zavallı küçük dostum, ne de gafilmişsin, siz birbirinize ayaklarınızla mı gidip gelirsiniz? Hâlâ baştan ayaktan geçme dinse bu yanış, bu ibtilâ, bu ezel sergüzeşti nedir? Muhakkak insanoğlunun bir dalalet ânı oluyor ki ne duysa dudak büküyor, ne işitse omuz kaldırıyor,. Belki de bunun içindir ki, kendimi ayni perişan ısrarla aynı tesbihi, çeker buldum: —        Devletlim, sensizliğe t

Istırab

Istırab Küçük kız! Mektebe başladığın gün hocan ilk iş sana harfleri öğretmişti. Az sonra bu öğrendiğin harfleri birbirine çatma temrinleri (alıştırma) yaptın ve böylece kelimeler meydana çıktı. Sonra hamlan sıraladın ibare oldu. Böylece de okumayı söktün. Artık büyüdün; mektep bitti. Şimdi yeni bir dershaneden içeri giriyorsam. Ben de sana ilk iş,  bu kitapsız kalemsiz kazanılan ilmin baş harflerini öğreteyim : Gülümseme ve utanma. İşte yavrum, bunlar aşk kitabının ilk harfleridir. Amma harflerin kelime, kelimelerin ibare, ibarelerin sahifeler olması için, daha bir çoklarını bilmen gerektir. Sana burada onları teker teker öğretmeğe kalkarsam dava uzun düşer. Yalnız, ıstırap denen bir harf vardır ki bunu hepsinden evvel öğrenmeye çalış; zira onu ihtiva etmeden mâna kazanmış hiç bir kelime, hiç bir cümle yoktur. Eğer ıztıraba yer vermemiş bir ibareye rastlarsan,  korkma : «Bunun aşk kitabında yeri yok » diye haykır. Yusufcuk /Sâmiha AYVERDİ

Başka Toprak Yok mu?

“— Sahibimi secdede görmekten utanıyorum., ya başını yere koymasın, ya da bize, basacak bir başka toprak göstersin” Yusufcuk /Sâmiha AYVERDİ Sen günahkâr ol, yüzünü yerlere sürme, ben sana secde ederim… Bir ateş düşerse Hakk katından, yaksın beni ben senin için eririm. Hiç olmazsa benim içindi dersin… …

İnansaydın Çoktan Biz Olurduk

Güzel kız! Alnındaki perçem,  yağmur bulutları gibi karanlık. Yoksa sisli gecelerin nemi,  bu kara zülüflerden mi damlıyor? Güneş batmadan az evvel,  uyuklar gibi dallarını yapraklarını koyuvermiş ağaçların arasından bir kuş kafilesi geçti. Bu durgun ve mecalsiz dalları,  onların incecik rüzgârı ürpertti. Sen de pencerende ürktün,  ürperdin; besbelli dalgındın,  düşünceli idin. Acaba şu tabiatın sırlı sükûnu,  senin esrar dolu gönlünden koparılmış bir parça mıdır,  diye düşündüm. Lâkin sormadım. Sakın sen de söyleme, halini, derdini anlatmaya kalkma; inanmam. Çünkü yalanını tuttum. Yüzüme neden küserek bakıyorsun? Yalanını tuttum,  demekle sanki ben de mi yalan söylemiş oldum? Hayır, benimki doğru, belki acı; fakat dosdoğru : Sen bir yalancısın! Tatlı ot safra çıkarmaz; doğruyu bilmek için bu acılığa katlanman lazım. Sen bir yalancısın işte : Dün pencerenin altından geçiyordum. Sen de sevgilinle karşı karşıya idin. O sana soruyordu ;  —       Beni seviyor musun?

Ben Sade Sana Yenilmek İçin Gönderildim

  Herkes bu meydana bir zafer için gelir; ben ise sade sana yenilmek için geldim. Bu dünyada herkesin bir iddiası vardır; benim ise senin fermanından başka bir icazetim yok. Amma bunu kimsece anlatamıyorum; kimsede bunu bilmeye istek yok. Düşüncenin eteği, gözle görülür kıymetlere bağlı kaldıkça, insan oğlu, aşkın kudret ve tasarrufu fezalarında olup bitenleri nasıl tecessüs edebilir? Desem ki: Ben ortada bir sebepten başka şey değilim. Buna kimi, nasıl inandırabilirim? …  Amma şuna inanın, şunu bilin ki, herkesin bir zafer için geldiği bu meydana, ben sade ona yenilmek için gönderildim. Yusufcuk /Sâmiha AYVERDİ

Beni Kınama

  Yoldaşım! inan bana ki sana içimi göstermek istemiyorum. Eğer boş bulunup bazı bazı bu işi yapıyorsam, gene inan ki, tek penceresinde ışık olan bir ev gibi,  esrar karanlıklarının ortasındaki bu tek ışık damlası,  gönlüm çatısının ancak bir köşeciğini aydınlatır. Eğer gene boş bulunup sana bir selâm, bir söz armağanı gönderiyorsam, bu selâmın, bu haberin, suya aksini bırakmış bir  ağacın hikâyesinden hiç farkı yoktur. Nasıl o akiste ağacın her çizgisi mevcud, fakat ruhu gaibse, benim de sana gösterdiğim lafz ve haberde, içimin ancak bir gölgesinden, bir resminden başka şey yoktur. . Ama ağacı, gölgesini suya saldığı için nasıl ayıplamıyorsan, beni de, sana ister istemez, içimden haberler verdiğim için hoş gör; kınama! Yusufcuk /Sâmiha AYVERDİ

Beni Oku

Devletlim! evvelâ karşıma şu kâinat kitabını açtın ve : — Oku! dedin. Ben, acemi fakat çalışkan bir talebe gibi, onu kelime kelime hecelemeğe başladım. Dostlarım buna şahiddir. Bir kır çiçeğinde, bir çiğ tanesinde, bir incecik su şırıltısında, zevkte, tebessümde hep senin parmak izlerini görerek hızlı hızlı okuyor ve yanındakilere söylüyordum. Fakat bunlara, bu güzelliklere doymadan sahifeler karşımda dönüyor, bütün telâşıma rağmen, zahmette, meşakkatte, gözyaşında iztırabda gene senin dehâna ve hünerine şahid oluyordum. İşte böylece de gece demiyor, gündüz demiyor, önüme ne gelirse okuyor, okuyordum. Nihayet yorgunluğuma acımış miydin, neydi? karşıma gelip bana dedin ki: — Kâinat kitabını okumak uzun sürer; kendi kitabım oku!. Bu, o büyük kitabın hülâsası idi; onda da güzelliklerden çirkinliklerden, zevklerden ye acılardan izler, eserler, görünüşler vardı. Belki hakikaten bu, ötekinden küçüktü; ancak kâinat kitabına sığmayan büyüklükler buna sığmıştı. Şaşırmıştım Ben bunu, bu karmakar