Anadolu’nun Sönmeyen Işıkları Yunus Ve Mevlana
| |
Mustafa Özçelik
1954 yılında
Eskişehir’in Günyüzü ilçesinde doğdu. Türk Dili ve Edebiyatı alanında yüksek
öğrenim gördü. Nevşehir, Eskişehir ve Kütahya’da çeşitli okullarda öğretmenlik
yaptı. Dumlupınar üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalıştı.
Edebî hayatı
Mavera dergisinde yayımladığı şiirleriyle başladı. Başta Mavera, Yedi İklim ve
Yönelişler olmak üzere, Dergâh, Düş Çınarı, Kırağı, Kardelen, Ay Vakti, Bir
Nokta, Kültür Dünyası, Kültür, Somuncu Baba, Berceste gibi pek çok dergide şiir
ve yazıları yayımlandı. Yurt içi ve yurt dışında çeşitli kültür-sanat
etkinliklerine katıldı. Çalışmaları muhtelif kurumlarca ödüllendirildi. Şiir,
öykü, deneme, makale, masal, biyografi ve antoloji türlerinde yayımlanmış
kitapları bulunmaktadır.
Yayımlanmış
eserlerinden bazıları:
İfşa, Serenat,
Dünyanın Tenhasında, Güneş ve Ayna, Gül ve Hançer, Nasreddin Hoca, Şehitler
Tepesi, Son Günün Sevinci, Şiir İklimi, Gece Işıltısı, Nûn ve Kalem, Eylül
Irmakları, Mehmet Âkif ve İstiklal Marşı, Mehmet Akif ve Çanakkale, Bizim
Yunus, Dünyanın Bütün Çiçekleri, Ben Öğretmenim Çocuklar, Eğitime Adanmış
Hayatlar.
YUNUS VE MEVLANA
Mustafa Özçelik
İçindekiler
Önsöz
İki büyük ruh
kahramanı
Menkıbelerde
Yunus Emre ve Mevlana
Şiirlerindeki
benzerlikler
“Mevlevî Yunus”
Sarıköylü Yunus
Emre
Yunus Emre’yi
yeniden keşfetmek
Yunus’u
anlamanın imkânları
Menkıbeleri
Bizim Yunus
Sevgi kahramanı
Yunus’un dili
Yunus Emre’de
birlik fikri
Beyân-ı Hâl-i
Hazreti Mevlana
Yaşadığı çağ
Şiir ve musiki
Mevlana’nın
eserleri
Hangi Mevlana
Horasan
illerinden gelen yolcu
Şiirin ve
musikinin diriltici gücü
Mevlana’ya
adanmış şiirler
111 117 123 127 128 |
Mevlana’dan
günümüze mesajlar Sûfî bir muallim olarak Mevlana İlim adamının vasıfları Sonuç yerine Kaynakça |
Önsöz
Yunus Emre ve
Mevlana, 13. asırda Anadolu semasında parlayan ve parıltısı hiç sönmeyen iki
mana, iki kutup yıldızı… Malumdur, kutup yıldızı, yol gösterici nitelik taşır
ve hep aynı yönü gösterir. Böylece, karanlık gecede, uçsuz bucaksız tabiat
ortamında yol ve yönlerini bulmak isteyenler ona bakarlar.
Toplumların da
karanlık çağları vardır. Savaş, tefrika, kin ve nefretin siyasî, sosyal ve
ekonomik düzeni bozmasıyla başlayan bu karanlık, sadece bu anlamdaki
tedbirlerle düzelmez. Çünkü böylesi bir ortamda ruhlar, gönüller ve zihinler
yara alır. Ferdin ve toplumun ayağa kalkması, önce bu yaraların sarılmasıyla
mümkündür.
İşte bu iki
mana kahramanı da bunu yaptı o yüzyılda. Ayrılık yerine birlik, düşmanlık
yerine dostluk dediler. Onların bu çağrıları, Selçuklu’nun Bizans sınırında
küçücük bir uç beyliği olan Osmanlı’da yankı buldu. Anadolu birlik ve
düzenliğine yeniden kavuştu.
Bu iki büyük
gönül mimarı, aynı kaynaktan beslendi. Aynı hassasiyetleri taşıdı. Sadece hitap
ettikleri kesimler itibariyle sanki aralarında sözleşip farklı dil ve üslup
kullandı. Böylece çağrıları, köylüden şehirliye, yerliden yabancıya, fakirden
zengine her kesime ulaştı. Çünkü hangi dil ve üslup kullanılırsa kullanılsın
aşkın lisanı birdi.
Bugün dünya,
13. asrın şartlarını yaşıyor. Gerek ülkemizde gerekse Batı’da, Amerika’da çok
ciddi problemler var. Bunları aşmak için siyasî, ekonomik tedbirler alınmaya
çalışılıyor. Fakat problemlere bütüncül olarak yaklaşmak isteyenler
Mevlana’nın, Yunus Emre’nin kapısını çalıyor. Bu, şüphesiz önemli bir
gelişmedir. Şimdilik el yordamıyla yapılan bu arayışlar, dileriz ki her
ikisinin de gerçek muhteva ve misyonlarıyla anlaşılmasına vesile olur.
Bu kitap, aynı
asırda yaşamış, aynı sıkıntılarla karşılaşmış, aynı çözüm yollarını göstermiş
iki büyük mana erini birlikte ele alıp onları bu şekilde sunma niyetinden
doğdu.
Burada bir
açıklamaya ihtiyaç var. Bu kitaptaki metinlerin büyük bir kısmı, ilmî
toplantılarda tebliğ olarak sunuldu. Kimi zaman konuların müşterekliği
dolayısıyla kimi tekrarlar yapıldı. Bunu özellikle tercih ettik çünkü yazıların
yapısını bozmak istemedik. Bir de yazıları dipnota boğmak istemediğimiz için
kaynakları kitabın sonunda belirttik.
Mevlana ve
Yunus Emre muhiplerine selam olsun.
Mustafa Özçelik
“On üçüncü asır
sonlarına doğru, biri Konya’da, diğeri Eskişehir civarında iki büyük ruh
kahramanı yükselir. Mevlana ve Yunus Emre... Bunlardan birincisi yüksek tabaka,
ötekisi halk tabakası üzerinde asırlarca devam eden bir saltanat kurar.”
Mehmet Kaplan
İki büyük ruh
kahramanı
13. asır,
kültür ve düşünce tarihimizde çok özel bir za
manın adıdır.
Çünkü 11. asırdan itibaren Orta Asya’dan gelen Türk dalgası, yeni yurt
edindikleri Anadolu’ya her sahada ve her anlamda kendi damgalarını vurma
gayreti içerisindedir. Bütün gaye, bu toprakları kalıcı bir yurt yapmak, maddî
ve manevî anlamda gelişmiş bir medeniyeti inşa etmektir.
Anadolu’da
bütün bunlar olurken önce Haçlı Seferleri ardından Moğol saldırıları bu
coğrafyayı pek çok ekonomik, sosyal ve kültürel buhranla yüz yüze getirmiştir. Anadolu
bu buhranların ortaya çıkardığı meseleleri kendi iç dinamiklerinden gelen güç
ve imkânlarla çözmeye, Türk-İslâm medeniyetinin aslî değerleriyle bu karanlık
dönemi aşmaya çalışmıştır.
İşte böyle bir
süreçte Anadolu’da dirilişin, tecdidin manevî mimarları sayabileceğimiz pek çok
isimle karşılaşırız. Bu kadro içerisinde elbette Muhiddin Arabî (1165-1240),
Şeyh Edebali (1206-1326); Sadreddin Konevî (1207-1274) Hacı Bektaş
(1209?-1271?); Nasreddin Hoca (1208-1284) Gülşehrî (1250?-1335?) gibi pek çok
isim bulunmaktadır. Bu isimler, Anadolu’nun dil, edebiyat ve fikir planında
mimarları sayılırlar. Anadolu, onların çalışmalarıyla ve eserleriyle Haçlı ve
Moğol saldırılarının ve kaos ortamında ortaya çıkan fikrî ve akidevî
sıkıntıların açtığı
metafizik
yaraları sararak yeni bir kültür ve medeniyetin coğrafyası haline gelmiştir.
Metafizik
yaralardan da söz ediyoruz çünkü bu üç hadisenin ortaya çıkardığı savaş, kavga,
tefrika gibi olaylar hem somut hem de metafizik anlamlarıyla zuhur etmişti.
Yıkılan sadece şehirler değil aynı zamanda gönüllerdi. Dolayısıyla her üç
olayın da insanların fikir ve gönül yapısı üzerinde olumsuz tezahürleri
olmuştu. Dolayısıyla bu ermişler kafilesinde bulunan her isim birer manevî
kurucu yahut önder hüviyetindedirler. Her biri kendi tarzı, üslubu içerisinde
gayret göstermişler ve yaşadıkları çağda insanlar için birer manevî tabip
olmuşlar; hatta bununla da kalmayarak tesirlerini günümüze kadar devam
ettirmişlerdir.
Bu seçkin
kafile içerisinde iki isim vardır ki onları daha özel bir konumda düşünmek
gerekmektedir. Bu iki isim hemen tahmin edileceği gibi Mevlana ve Yunus
Emre’dir. Çağdaş bir Mevlana ve Yunus yorumcusu sayabileceğimiz Mehmet
Kaplan’ın ifadesiyle: “On üçüncü asır sonlarına doğru, biri Konya’da, diğeri
Eskişehir civarında iki büyük ruh kahramanı yükselir. Mevlana ve Yunus Emre...
Bunlardan birincisi yüksek tabaka, ötekisi halk tabakası üzerinde asırlarca
devam eden bir saltanat kurar.”
Kaplan Hoca, bu
tespitinde son derece haklıdır. Ger-
çekten de
mukayeseli bir çalışmayla incelediğimizde aynı |
||
çağda yaşamış
b düşünmek imkân Ortak nokta |
İki büyük ruh |
”nı
birbirinden ayrı |
1- Bu iki isi
larıdır. Mevlana rihleri arasında y Yunus 33 yaşında |
kahramanı |
nokta çağdaş
oluş-mre (1240-1320) ta-vlana’nın vefatında amanda ise Mevlana |
33 yaşındadır.
İlginç bir tevafuk oluşturan bu durum, onla- |
rı aynı çağın
insanları olarak görmemizi gerektirmektedir.
2-
Diğer bir ortak noktaları ise her ikisinin de mutasavvıf ve
şair olmaları, diğer mutasavvıf şairlerde olduğu gibi şiiri duygu ve düşüncelerini
halka aktarmada bir vasıta, bir form olarak görmeleri fakat bunu çok
sanatkârane yapmış olmalarıdır. Tek fark birinin Türkçe, diğerinin diğeri
Farsça ile söylemiş olmasıdır ama bu farklılık bu müşterekliği elbette ortadan
kaldırmaz.
3-
İkisi de vahdet-i vücut anlayışına bağlı birer sûfidir.
Bilindiği gibi 12. ve 13. asır, Anadolu’da tarikatlar asrıdır. Bu süreç
içerisinde tarikatlar üzerinde en çok etkili olan isim Muhyiddin Arabî’dir
(1165-1240). 1204 yılında Konya’ya gelen Arabî, Anadolu’da vahdet-i vücut
anlayışının yayılmasına vesile olmuştur.
Bu anlayışın
ondan sonraki en önemli ismi elbette ki Mevlana’dır. Dolayısıyla bu anlayış
yankısını önce Mevlana’da bulur. Böylece Moğolların kasıp kavurduğu Anadolu’nun
Konya şehrinde Muhyiddin Arabî’den sonra bir Mevlana rüzgârı esmeye başlar.
Böylece Konya, bir ilim ve irfan şehri olarak onun nefesiyle yeni bir cazibe
merkezi olur. Burada inancın, sevginin, barışın, kardeşliğin sesi yükselir.
Üstelik oldukça evrensel bir söyleme dönüşerek, coğrafya, ırk, dil, din farkı
gözetmeyen bir sestir bu.
Bu sesin daha
sonraki terennümcüsü ise Yunus Emre’dir. Arabî’nin vefatından bir yıl sonra
doğan Yunus Emre’nin bütün fikirleri de vahdet-i vücut anlayışına dayalıdır.
Zaten Mustafa Kara’nın çok ilginç bir tespitiyle bu üç isim, o çağda Moğol,
Haçlı ve Babailerle zuhur eden Celali tecellinin cemali karşılığıdır.
4-
Bu iki gönül insanı bu benzerliklerden ötürü görüşüp tanışmış
olabilir mi? Bu kimi araştırmacılara mümkün görünmektedir. Çünkü halk, Yunus’u
ne kadar ümmi bir şair olarak görmek istese de onun belli bir tahsil süreci
geçirdiğini şiirlerinden çıkarmaktayız. O, irfan yolundan
önce ilim
yolunda yürümüştür. Üstelik bu durum, yani ilimden irfana geçiş de bu yoldaki
her isimde görebileceğimiz bir durumdur.
Yunus,
tahsilini muhtemelen Konya’da yapmıştır. Çünkü Konya’nın o çağda Kayseri ile
birlikte böyle bir ilim merkezi olma hüviyeti vardır. Konya medreseleriyle,
dar’ül-huffazlarıyla, dar’ül-hadisleriyle, hankâh ve zaviyeleriyle ünlü bir
yerdir. Bu durum, Yunus’un tahsilini Konya’da yapmış olma ihtimalini
güçlendirmektedir. Durum böyle olunca da Yunus’un Konya medreselerindeki
öğrenimi sırasında aynı şehirde bululan Mevlana’dan; Mevlana’nın da meclisine
gelen Yunus’tan habersiz olması düşünülemez. Dolayısıyla Yunus, ilim
tahsilinden sonra irfan sularına kulaç attığında en yakınında bulunan isim
olarak Mevlana’yı bulmuştur.
Bunu nerden mi
biliyoruz? Şüphesiz, bu konuda elimizde somut belgeler yok. Ama doğrusu bu
anlamda bir belgeye de fazlaca ihtiyaç olduğunu düşünmüyoruz. Çünkü şairin
eserinden daha büyük belge olmaz. Öyleyse Yunus’un şiirleri bu anlamda bir
belge olarak pekâlâ görülebilir. Buna göre Yunus, şiirlerinde Mevlana
meclisinde bulunduğunu bizzat kendisi söylemektedir: “Mevlana sohbetinde saz
ile işret oldu / Ârif manaya daldı çün biledir ferişte(h).”
Yunus’un
Mevlana’ya duyduğu muhabbeti; Mevla-na da Yunus’a karşı duymuş “görklü
nazar”ıyla Yunus’u mana âlemlerinin derinliklerine indirmiştir: “Mevlana
Hüdavendigâr bize nazar kılalı / Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır.” beyti
ancak böyle hususi bir yakınlığın söyletebileceği bir beyit olsa gerektir.
Nitekim bu
beyitlerden hareketle Abdülbaki Gölpınar-lı, Tuncer Gülensoy, Mehmet Önder,
Beşir Ayvazoğlu gibi pek çok araştırmacı Yunus’un Mevlana ile görüşmüş
olabileceğinden söz etmektedirler.
Menkıbelerde
Yunus Emre ve Mevlana
Mevlana-Yunus
birlikteliği ve yakınlığı Mevlevî menkıbelerine de konu olmuştur. Bunlardan
birisi şöyle-dir:
a- “Yunus’un
Konya’da bulunduğu günlerde bir gün yine uzun uzun Mesnevi sohbeti yapılmış.
Ardından da ona Mesnevi’yi nasıl bulduğu sorulmuş. Yunus cevaben: “Uzun
yazılmış. Ben olsaydım: ‘Ete kemiğe büründüm / Yunus diye göründüm” yahut “Ete
kemiğe büründüm / Âdem oldum göründüm’ derdim, olur biterdi.” demiş.
Yahya Kemal, bu
beyit için: “Yunus’un ne anlayışta, ne kadar yontulmuş, ne ince bir ruha sahip
ne güzide bir insan olduğunu gösteren, misilsiz denecek kadar toplu ve güzel
bir beyit.” der.
Bir başka
yorumcu Turan Oflazoğlu bu menkıbeden şöyle bir yorumun çıkabileceğini düşünmektedir.
“Halk, gerçek şiirin az ve öz söylenişini sevmekte, hikâyenin masalın yani
öyküleştirmenin şiire zarar vereceğini söylemektedir.” Yunus’un söyleyiş tarzı
dikkate alındığında bu olay pekâlâ gerçekleşmiştir denebilir. Yani bu beyit
Yunus - Mevlana münasebetinin bir belgesi sayılabilir.
Bu beyit
konusunda farklı düşünenler de vardır. Göl-pınarlı, bunu Yunus’un terbiyesine
ve yapısına yakıştırmaz
ve böyle bir
şeyin olamayacağını söyler. Üstelik ona göre bu beyit Yunus’un değil Said
Emre’nindir. Mehmet Önder ve Muhittin Celal Doru ve Raif Yelkenci de bu sözün
Mevlana’yı Yunus’un yanında küçülten bir uydurmaca olduğu kanaatini taşırlar.
Onlara göre bu söz Yunus’un irfanına yakışmaz.
b- Şu menkıbe
de Mevlana’nın Yunus’a verdiği değeri göstermesi açısından önemlidir: “Genç
Yunus, Konya günlerinde sık sık Mevlana’nın yanına gider, bir zaman kalır imiş,
geri döneceği zaman Mevlana, onu kale kapısına kadar giderek uğurlarmış.
Mevlana’nın müritleri, bu duruma şaşıp kalırmış. Bir gün sükûtu bozarak bunun
sebebini sormuşlar. O da; “İlahi menzillerin hangisine çıktımsa, bir Türkmen
kocasının izini önümde buldum. Onu geçemedim.” demiş.
Bahrü’l-velaye’de
işte bu Türkmen kocasının Yunus Emre olduğu söylenmektedir. Eğer bu malumatı
doğru kabul edecek olursak yine bu menkıbenin ilk bakışta Yunus’u Mevlana’dan
üstün göstermek şeklinde anlaşılması söz konu olabilir. Fakat dikkatli bir
bakış, yine Oflazoğlu’nun yorumuyla söyleyecek olursak halkın Mevlana’yı da
büyük gördüğünü ama dili üslubu ve yaşantısıyla Yunus’u kendine daha yakın
hissettiğini göstermektedir.
c- Bir başka
menkıbe ise şöyledir: “Yunus, Hz. Mev-lana’nın büyük oğlu Sultan Veled ile
arkadaşlık etmiş, her ikisi de Mevlana’dan ders almıştır. Mevlana vefat edince
Yunus pek perişan olmuş, ardından içli göz yaşları dökmüş, tesellisiz, ışıksız
bir ömür sürmeğe başlamış. O günlerde Mevlana’nın mübarek merkadi üzerine bir
türbe yapılıyormuş. Yunus, inşaatın gönüllü ırgadı olmuş, sabahtan akşama kadar
omzunda taş, tuğla taşıyarak vecd içinde çalışıyormuş. Bir seher vakti,
erkenden baş mimar inşaatı kontrole gelmiş, birde ne görsün, bir işçi yerden
bir tuğla alıyor ve (Allah - Hak) diyerek yukarı fırlatıyor. Tuğla
havada birkaç
devir yaptıktan sonra kubbede yerini buluyormuş. Mimar hayretler içinde kalıp
biraz daha yaklaşarak: “Kimsin sen?” diye sormuş. Bu sırada o işçi yerden
aldığı tuğlayı yukarıya fırlatmış bulunuyormuş. Fakat her ne hikmetse bu tuğla
yerine varmamış düşüp parçalanmış. Yunus’un kerameti meydana çıkınca Konya’yı
terk etmeye karar vermiş. Sultan Veled’i ziyaret edip elini öpüp ayrılacağını
bildirmiş. Sultan Veled de onu: “Git Yunus Git... Sen artık türbe değil gönül
binaları yap.” diyerek uğurlamış.
Bu menkıbe, bir
yandan Yunus’un Mevlana ile yakınlığını göstermesi, bir yandan da Sultan
Veled’in, Yunus’un tarihî misyonunun farkında olan biri olarak ona: “Sen bina
değil gönüller bünyâd et! Haydi, yolun açık olsun.” diyerek onu irşat görevi
için Konya’dan uğurlaması açısından oldukça manidardır. Öyle ki bu söylencedeki
uğurlama cümlesiyle Yunus’un ebedî hayat felsefesini özetleyen: “Ben gelmedim
dava için, benim işim sevi için / Gönüller dost evi için, gönüller yapmaya
geldim.” söyleyişiyle birlikte düşününce işin sır perdesi aralanmış olur.
d- Mehmet
Önder’in verdiği bilgilere göre 25 yaşından 33 yaşına kadar yaklaşık 8 yıl
Konya’da kalan Yunus Emre, Tabduk yoluna bundan sonra düşer. Bektaşî menkıbesi
onu Hacı Bektaş yurdundan Tabduk yurduna gönderse bile, Mevlevî söylencesine
göre Tabduk’un yanına Konya’dan sonra gider. Yunus, bu gidişte bile Konya
günlerini ve Mevlana sohbetlerini unutmaz ve daha sonra Mevlana’nın vefatı
üzerine duyduğu elemi onun çevresindeki uluların da isimlerini zikrederek bir
dörtlüğünde şöyle dile getirir: “Fakih Ahmet Kutbeddin / Sultan Seyyid
Necmeddin / Mevlana Celaleddin / Ol Kutb-ı Cihân kanı”
e- Biz, bütün
bunların Yunus’la Mevlana arasındaki münasebetin birer belgesi olarak
görülebileceğini düşünmekteyiz. Tabi, aksi düşünceler de vardır ve bunlara da
kısaca değinmek gerekir. Mesela Vecihi Timuroğlu, bu
tür beyitlerin
Yunus’un Mevlana ile görüştüğünü göstermez diyerek “nazar kılma”nın bir
tasavvuf terimi olarak ele alınması gerektiğini bunun da Yunus’un kendisine
Mevlana’nın değer verdiğini gösterdiğini ama görüştüklerine bir delil
olamayacağını söylemektedir.
Bizim bu yoruma
itirazımız şöyledir: Nazar kavramının sûfilikte somut olarak gerçekleşmesi daha
doğru bir bakış tarzıdır. Çünkü bu yolla şeyhin müride bakışı onun ruhuna tesir
eder, ona yeni bir şekil verir. Yani nazarın eğitici bir özelliği vardır.
Dolayısıyla sûfilerin sohbeti gibi nazarları da onlar için bir feyiz
kaynağıdır. Yunus’un dediği gibi: “Erenlerin nazarı toprağı guher eyler.”
Şiirlerindeki
benzerlikler
Her iki ismin
de vahdet-i vücut anlayışının terennüm-cüsü olmaları aralarında kişisel
farklılıklar bulunmasına rağmen söyleyişlerinde büyük benzerlikler ortaya
çıkarmıştır. Her ikisi de ağırlıklı olarak Allah ve insan sevgisini, barışı,
hoşgörüyü terennüm etmişlerdir. Aşka, hayata, ölüme, gurbete... bakış tarzları
birbirinin aynısıdır. Bu durumu örneklendirmesi açısından şu beyitlere bakalım:
Mevlana-Yunus
Yetmiş iki
millet sırrını bizden işitir
Mezhep ve
millet derdi yoktur âşıkların
(Mevlana)
Yetmiş iki
millete kurban ol âşık isen
Tâ âşıklar
safında imam olasın sadık
(Yunus)
***
Aşktır bizim
Medresemiz, Ulu Tanrı müderrisimiz
Biz bu
medresenin talebeleriyiz, dersimizi her dem tekrar ederiz
(Mevlana)
Biz talib-i
ilmlerüz, aşk kitabın okuruz
Çalab müderris
bize aşk hod medresedür
(Yunus)
***
Gönül buğday
tanesine benziyor, bizse değirmene Değirmen nerden bilecek ki bu dönüşün
hikmeti ne?
(Mevlana)
Bu dünyanın
misali, benzer bir değirmene
Gaflet anın
sepeti, halkı anda üğüne
(Yunus)
***
Ey âşıklar, ey
âşıklar bizim dinimiz mezhebimiz aşktır.
Biz aşkın
çocuklarıyız.
(Mevlana)
Ey âşıklar ey âşıklar
Aşk mezheb-ü
dindir bana
(Yunus)
***
İlmin bütün
ahkâmını nefsinde bulursun
Bir lahza eğer
nefsine hâkim olabilsen
Esrar aramak
tozlu kitaplarda haşivdir
Kendini
bilirsin ilmi ancak bilebilsen
(Mevlana)
İlim ilim
bilmektir
İlim kendin
bilmektir
Sen kendini
bilmezsin
Ya nice
okumaktır
(Yunus)
***
Dün, dünle
beraber gitti cancağızım
Şimdi dünya
yeni, yeniden doğmak,
Yeni şeyler
söylemek lazım
(Mevlana)
Her dem yeni
doğarız
Bizden kim
usanası
(Yunus)
***
Tevazu ve alçak
gönüllülükte toprak gibi ol.
Hoşgörüde deniz
gibi ol.
Şefkat ve
merhamette güneş gibi ol.
(Mevlana)
Halimize haldaş
ol, sırrımıza sırdaş ol
Müşkülüm ayan
olsun, baş indir yolumuza.
(Yunus)
***
Sen, sev ki
sevilsin sevenler.
Şu toprağa
sevgiden başka bir tohum ekmeyiniz.
Şu tertemiz
tarlaya başka bir tohum ekmeyiz biz.
(Mevlana)
Gelin biz tanış
olalım, işin kolay kılalım.
Sevelim
sevilelim, dünyada kimse kalmaz.
(Yunus)
Bu
benzerliklerden yola çıkarak Yunus’u Mevlana’nın bir taklitçisi saymak tabi ki
yanlış olur.
Bu benzerliği
sağlayan en önemli sebep, bağlı oldukları sûfilik anlayışının aynı oluşudur.
Yani hamur ve maya aynıdır. Bir de Yunus’un Mevlana’yı üstat, mürşit kabul
etmesidir. Dolayısıyla Yunus, bu anlamda Mevlana’nın adeta Türkçe söyleyeni
olmuştur. Ama bu söyleyiş tekrar söyleyelim ki elbette kendine özgüdür.
“Mevlevî Yunus”
Yunus Emre,
şair olmaktan öte ve önce bir sûfidir.
Menkıbeye göre
Hacı Bektaş dergâhına buğday istemek için gitmiş, orada kendisine nefes yani
manevî yol teklif edilmiş, o da önce buğdayı seçmiş, ardından dönüş yolunda
yaptığı hatayı anlayarak dönmüştür. Fakat Hacı Bektaş, onu kendisi eğitmek
yerine Tabduk Emre’ye ıs-marlamıştır. Dolayısıyla her sûfi gibi Yunus’un da bir
şeyhi vardır ve bu araştırmacıların ortak kabulüne ve Yunus’un kendi
ifadelerine göre Tabduk Emre’dir.
Fakat burada
tartışılan konu Yunus Emre’nin hangi tarikatın mensubu olduğudur. Biliyoruz ki
ona başta Bektaşilik olmak üzere, Halvetilik, Nakşibendîlik, Kadirîlik gibi pek
çok tarikat, kendi yollarının bir mensubu olarak göstermişlerdir. Buna Mevlevîlik
de dâhildir. Türk klasiklerinde böyle bir mensubiyetin olabileceği: “Elimizdeki
şiirler Yunus’un tarikat zincirinin Mevlana’ya ulaştığını göstermektedir.
‘Mevlana Hüdavendigar bize nazar kılalı / Anun görklü nazarı gönlümüz
aynasudur.’ beyti de bunu ispatlamaktadır.” cümlesiyle daha kesin bir yargıya
bağlanmaktadır.
Mevlana ve
Yunus’un görüştükleri ve aralarında duygu, fikir hatta söyleyiş benzerlikleri
olmasına rağmen iki önemli sebep bu iddiaları boşlukta bırakmaktadır. Bunlardan
ilki bu tarikatların o çağda henüz kurumlaşmamış
olmalarıdır.
İkincisi ise Yunus’un tarikatlar konusundaki özel tutumudur. O, kurumlaşma
sürecine girenlerden istifade etmiş, bu tür oluşumların hepsine sıcak ve samimi
bakmış, ancak hiç birine tam anlamıyla müntesip olmamıştır. Yani o bir bakıma
tarikatsız bir tarik ehlidir. Sezai Karakoç’un yorumuyla söyleyecek olursak:
“O, şair olduğunu bir an bile unutmaz, şiirinin ödev ve sınırını bir an bile
aklından çıkarmaz. Yeni bir tarikat kurmaya bile kalkışmaz.” Onun geniş bir benimsemeye
konu olmasında bu tutumu bir sebep olarak görülmelidir.
Peki,
Mevlevîlik açısından durum nedir? Yunus Emre Mevlevîliğin ilk iki önemli ismi
olan Mevlana ve oğlu sultan Veled’i tanımış olsa bile yine bu kurumlaşma
sürecine daha sonra giren bu tarikata da mensup olmayacağı tarikatlar
konusundaki o özel tavrı nedeniyle de mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla Yunus
Emre, Mevlana ile birlikte düşünülmesi gereken bir isimdir lakin onu bir
Mevlevî tarikatı müntesibi olarak görmek mümkün değildir. Ama bu durum Mevlana
ve Yunus Emre münasebetinin gerçek oluşunu ortadan kaldırmaz. Çünkü her ikisi
de yaşadıkları asrın iki büyük ışığı, söz mülkünün iki büyük sultanıdır.
Anadolu tasavvufunun fikri mimarlarıdır. Bu öylesine ince bir kader sırrıyla
gerçekleşir ki, tasavvuf öğretisi bu iki coşkulu âşıkta derinlikli yorumunu ve
estetik anlatımını bulur.
Birlik çağrısı
birinde Farsça ile diğerinde Türkçe ile yapılır. Mevlana, irşat görevini ilmin
ve irfanın da başkenti durumundaki Konya’da yapmaktadır. Bu durum onu Farsça
söyletir. Yunus ise şehir insanı değildir. Halkın içinden fakir bir rençper
olarak çıkıp geldiği bu ilim ve irfan noktasında içinden çıktığı sosyal çevreye
göre başka bir lisanı tercih eder. Özbeöz Türkçe söyler. Bu sadece bir tercihle
de ilgili değildir. Türkçe, şehir dili olarak çok işlenmiş bir dil durumunda
değildir. Ama Oğuz boyları içinde konuşulan
Türkçe, Dede
Korkut’tan beri ilmik ilmik işlenerek yüksek bir edebiyat dili haline gelmeyi
başarmıştır. Yani durumu hem seslenilen kitlenin özellikleri hem de Türkçenin
kullanılış alanlarıyla ilgili bir tercih belki de zaruret olarak düşünmek
durumundayız.
Farsça yahut
Türkçe… Aşkın lisanı kendincedir. Beden kulağına değil gönül kulağına
seslendiği için hangi dilde söylendiği de çok önemli değildir zaten ve aşkın
diriltici sesi yeniden söylenmeye başlar. Sağımızda Mevlana, solumuzda Yunus…
Biz, hangisine kulak kesilirsek kesilelim lisan farklı bile olsa gönül özde
aynı şeyi duyar. Duyulan aşk çağrısı, birlik (tevhid) sesidir. Aralarında mana
olarak hiçbir fark yoktur. Mevlana’nın: “Ne olursan ol, gel.” demesiyle
Yunus’un: “Gelin, tanışık olalım.” demesi aynı şeydir.
Bugün bu iki
büyük isim o asırda olduğu gibi yine misyonlarıyla bu asırda da bütün
canlılığıyla insanlığın gündemindedir. Yani kader şartları bugün de onları
inanç temelli yeni bir medeniyetin inşasında insanlığın önüne birer ışık olarak
tekrar çıkarmıştır. Bu durumda uluslar arası, çağdaş birer isim olmaları,
onların başka bir benzeşme noktası olarak ortaya çıkmaktadır.
Şimdi bütün
mesele, bütün hakikat erlerinin dilleri, üslupları farklı da olsa özde aynı
şeyi söylediklerini bilerek onları anlama çabasının içerisinde olmaktır. Dün,
onlar nasıl Allah ve insan merkezli bir sevgi medeniyetinin manevî mimarları
olmuşlarsa bugün de aynı misyonlarıyla çağın umut kapılarıdır. Bunun için “Gel”
çağrılarını duyacak kulak, bu sözün gerçek anlamını kavrayacak yüreklere
ihtiyaç vardır.
Birinci Bölüm
Sarıköylü Yunus
Emre
Sarıköylü Yunus
Emre
1.
Çağa bakmak
Yunus’un
yaşadığı çağda Anadolu üç büyük tehlikeyle karşı karşıya geldi. Bunlardan ilki
Batı’dan gelen Haçlı saldırıları, ikincisi Doğu’dan gelen Moğol akınları,
üçüncüsü ise Babailer isyanıdır.
Bu üç olay,
Anadolu’yu tam bir felaketler yurdu haline çevirdi. Savaşlar, isyanlar, iç
kargaşalıklar, açlık, kıtlık gibi olaylar karşısında Anadolu insanı tam
anlamıyla bir kaos ortamına girdi. Babailer isyanı ise inançlar konusunda aynı
kargaşayı doğurdu. Zaten Haçlı ve Moğol saldırılarının da bir boyutu bu idi.
Her iki emperyalist güç de bir yandan siyasî ve ekonomik beklentiler adına
Anadolu’ya saldırırken bir yandan da Anadolu’da yeşermeye başlayan Türk-İslâm
medeniyetine bir meydan okuma ve onu yok etme tavrı içinde idi.
İşte böylesi
bir zamanda Anadolu bozkırından bir ses yükseldi. Bu ses, Yunus’un, Sarıköylü
Yunus’un, Yunus Emre’nin sevgi, barış ve hoşgörüyü dillendiren evrensel
sesiydi:
Ben gelmedüm
da’vîy içün Benüm işüm sevi içün Dostun evi gönüllerdür Gönüller yapmaya
geldüm.
Bu ses, sade
bir dervişin nefsini olgunlaştırmak adına yüreğinden yükselttiği çığlığın
ötesinde bir içeriğe sahipti. Bu ses, aynı zamanda toplum adınaydı, insanlık
adınaydı. Bu ses, çağının sorunlarını kavramış, onların hangi yol ve yöntemle
çözülebileceğinin farkında olan bir münevverin, öncü bir mütefekkirin sesiydi.
Anadolu bu sesle
dirildi, derlenip toparlandı. Birlik ve dirliğine yeniden kavuştu. Osmanlı
sadece gaza erlerinin gayretleriyle değil onlarla birlikte Yunus Emre gibi
gönül erlerinin çabalarıyla sadece cihangir devletin değil bir kültür ve
medeniyetin adı oldu.
2.
Derviş Yunus
Yunus Emre,
öncelikle derviş bir insandı. Bu kelimenin “fakir, yoksul, dilenci” şeklindeki
sözlük manası bizi yanıltmasın. Sûfilik yolundakiler kendilerine sıfat olarak
bu kelimeyi seçerken asıl soyutlandıkları şey, maddî zenginlikleri değil, benliklerinin
kendilerini insanî olandan uzaklaştıran kibir, kıskançlık, kötülük gibi manevî
hastalıklarıydı çünkü toplumsal mücadelelere aday insanlar, bu zaafları
taşıdıkları sürece başarılı olamazlar. Bu yolun çetin sınavları ancak olgun bir
kişilikle, arınmış bir gönülle sağlanabilir. Yunus da öyle yaptı. Medresede
öğrendiği zahiri ilimlerin hakikat kapısından girmesine imkân vermediğini
anladığı anda irfan yolunun yolcusu oldu. Hacıbektaş dergâhında yüreğine düşen
aşk ateşiyle yollara düştü ve Tabduk Emre dergâhına kapılandı. Yunus, buradaki
aşk mektebinde efsanevî kırk yıllık çilesini (eğitimini) tamamladıktan sonra
dili çözülür ve her bir mısraı çağının problemlerine çözüm adına ışık tutan
şiirlerini söylemeye başlar.
3.
Şair Yunus
Yunus’un
şiirleri bir dervişin şiirleridir. O bakımdan onun derdi sadece şiir söylemek
değil bu yolla topluma bir
mesaj
iletmektir. Çünkü dervişlik, bir anlamıyla da insanlara faydalı olmaktır:
Her kime
dervişlik bağışlana
Kalbi pak ola
gümüşlene
Nefesinden misk
ü anber tüte
Budağından il
il şar yemişlene
Yaprağı derdlü
için derman ola
Gölgesinde çok
kademler işlene
Bu didaktik ve
faydacı tutum, onun şiirini zayıflatan bir unsur değildir. Tam aksine bu
anlayış onu zenginleş-tirmiştir. Zaten lirizmin dehası bir şair olması nedeniyle
o duyguyla fikri potasında öylesine eritmiştir ki onun şiirlerinde estetik
güzellikle faydacılık iç içe geçmiştir. Bu altın terkibi başaran Yunus,
Türkçede bütün zamanların en büyük şairi olmuştur. Çünkü onda ne halk
şairlerinin çoğunda görülen ve söylediklerini şiirden çok manzume olarak
görmemizi gerektiren kolaycılık ne de divan şairlerindeki halktan ve hayattan
kopuş, yabancı dillerin tesirindeki kapalı söyleyiş özelliklerini görürüz. Onun
şiiri bu yüzden kendisiyle başlayan ve bütün zamanlarda hemen bütün şairleri
etkileyen kendine özgü bir şiirdir. Hem kendi iç dünyasının yankısıdır hem
topluma tutulan bir ayna hem de sorunlara ilişkin çözüm önerilerini içeren bir
şiirdir. Bilgelikle sanatkârlık; fertle (kendiyle) toplum iç içedir.
4.
Münevver Yunus
Münevverlik,
aydınlanmış olmayı gerektiriyordu. Yunus, bu aydınlanmayı Tabduk’un dergâhında
gerçekleştirdi. Dağdan toplayıp dergâha getirdiği odunların düzgün olması,
aralarında eğri bir tek bile odun bulunmaması sadece maddî perspektifle
anlaşılacak bir durum değildir. Düzgün odun ifadesi bir sembol olarak düzgün
insan demektir.
Düzgün odunlar
toplamı da düzgün toplum anlamına gelmektedir. Yunus’un dağda bulduğu odunların
hepsi elbette düz değildi. Ama Yunus, baltasıyla onları düzgün hale getirdi. Yani
bir emek harcadı, bir gayret sarf etti. Çilesi bitip topluma açılma vakti
geldiğinde şeyhi onu gezilere gönderdi. Bu gönderişi de yine mecazıyla
düşündüğümüzde aynı gerçekle karşılaşırız. Toplumu tanıma, sorunlarını tespit
etme, olumluluk adına yapılabilecekleri planlama ve bunları gerçekleştirme…
Bütün bunlar,
bir münevver tavrıdır. Kendi yüreğinin karanlığını aydınlatan insan, aynı ışığı
başka yüreklere de taşımayı onurlu bir görev bilir. Bu yolun zahmetlerine
aldırmadan “gönüller yapmak” için yollara düşer. Yunus da öyle yaptı. Bütün bir
Anadolu’yu dolaştı. Azerbaycan’a, Suriye’ye gitti. Bu yerler, Haçlı ve Moğol
fırtınalarından en çok yara almış yerlerdi. Sorunları bizzat yerinde gördü. Ama
dağdaki gibi elinde baltası değil artık dilinde sözü vardı. Sözle iyileştirdi
gönül yaralarını… Kılıç yaralayandı, öldürendi. Arınmış ve aydınlanmış bir
gönülden çıkan sözler ise şifa idi… Yunus’un sözü onca yüceltmesi onun bu
gücündendir:
Keleci bilen
kişinün yüzünü ağ ide bir söz
Sözü pişürüp
diyenün işüni sağ ide bir söz
Söz ola kese
savaşı söz ola kestire başı
Söz ola ağulu
aşı yağ ile bal ide bir söz
Yunus’un sözünü
söylerken kullandığı dil ve üslûp da dikkat çekicidir. O, devrinin genel edebî
anlayışına uymadı ve Türkçe söyledi. Halkın anlayacağı mecaz ve sembollerle
kurdu şiir dilini. Bu tavır iki önemli sonuç doğurdu. İlki, halka kendi diliyle
hitap edilince Yunus’un fikirlerinin anlaşılması kolay oldu. Diğeri ise en az
bunun kadar önemli bir sonuçtur. Bu yolla Türkçe, bir edebiyat dili haline
geldi. Anadolu’daki Türk Edebiyatı’nın kuruluşunda bu yüzden en büyük pay
sahibi Yunus Emre’dir. Dolayısıyla onu
dilimizin “ses
bayrağı” edebiyatımızın “mimarı” olarak da görmek gerekir.
5.
Mütefekkir Yunus
Mütefekkirlik
derin ve ince düşünmeyi gerektiren bir sıfattır. Bu sıfatın bir anlamı da
“makul fikirler” ortaya koymak demektir. Yunus’a mütefekkir dememizin asıl
sebebi de budur. Zira kargaşa ortamlarında herkes kendi doğru bildiği şeyin
peşindedir. Başkalarını anlama ihtiyacını bile duymaz. Bu durumsa kavga ve kargaşa,
modern terimlerle söyleyecek olursak ben, sen ve öteki demek, kendini merkeze
alarak diğerini ötekileştirmek.
Yunus, böylesi
bir ortamda makul fikirlerin insanı olarak karşımıza çıkar. Bu fikir, insanları
dil, din, kadın, erkek… ayrımı yapmadan Allah’ın sıfatlarının kendilerinde
tecelli ettiği, ilahî aşk cevherini özünde bulunduran varlıklar olarak görmek
ve onları sevmek esasına dayanan tasavvuf düşüncesidir. Hatta bu sevgi sadece
insanla da sınırlandırılmaz. Bütün varlıklara ve nesnelere yönelir. Çünkü
bunların hepsi yaratılmış şeylerdir. Öyleyse bir dervişin tavrı “Yaradılanı
sevmek Yaradan’dan ötürü” olabilir.
Yunus, burada
böyle bir bilinçle kuru nazariyelerle uğraşmak yerine bağlısı olduğu sûfilik
düşüncesini bir “aşk felsefesi”ne dönüştürdü. Bununla da yetinmedi. Bu
felsefenin hayatta yaşanabilir bir anlayış olması için uğraş verdi.
Bir hastaya
vardın ise bir yudum su verdin ise
Yarın anda
karşı gele Hak şarabın içmiş gibi
Bir kez gönül
yıkdunısa bu kılduğun namâz değül
Yitmiş iki
millet dahı elin yüzin yumaz değül
şeklindeki
söyleyişlerini basit manada bir ahlakî öğüt olarak görmemek gerekir. Bu ve
benzeri mısralarda amaçlanan aşk felsefesini hayatta yaşanır kılmak ve pratik
davranışlara
dönüştürmek
niyetidir. Çünkü insan fert olarak düzelince toplum da düzelecek demektir.
Burada şu
soruyu sormanın tam zamanıdır. Sûfilikte fakirleri gözetme, kollama, insanları
sevme, hoş görme, kalp kırmama şeklindeki bu tür öğütler sadece ferdî anlamda
insanların kurtuluşu için midir? Başka bir deyişle bir dervişin derdi sadece
kendi nefsi midir? Mücadelesinin merkezinde sadece kendisi mi vardır?
Meseleye böyle
bakmak Yunus’u anlamamak olur. Burada bu tür öğütlerle sağlanmak istenen tek
tek düzgün insanlar oluşturmak ve düzgün bir topluma ulaşma çabasıdır. Yunus,
dergâh günlerinde dağdaki odunları düzgün hale getirerek onları dergâh ocağının
ateşinde işe yarar hale getirme şeklindeki sembolik tutumunu ahlakî öğütleriyle
diğer insanlar için de düşünmektedir. Çünkü düzgün insanların oluşturduğu
topluluk da ilahî aşk ateşinde yanarak birbirini seven, koruyan kollayan,
birbirine karşı anlayışla davranan, birbirini hor görmeyen ve bu oluşumdan
sonra da üreten, çoğaltan, toplumsal kurtuluş adına gayret eden, dünyayı
yaşanabilir bir yer haline getirmek, bir barış yurduna çevirmek isteyen bir
topluluk olabilecektir.
Dolayısıyla
Yunus’taki çaba bir “toplumsal değişim ve toplumda menfi olanı müsbete
dönüştürme” çabasıdır. Bu yüzden Yunus ve benzeri kişileri, hayatlarını
nefislerini ıslah için geçiren insanlar olarak görmenin ötesinde “toplumsal
ıslah projesinin öncüleri” olarak görmek gerekir. İşte tam bu noktada vahdet-i
vücut fikrine temas etmenin de zamanı gelmiş demektir.
6.
Bir’de bir olmak
Yunus Emre’yi
mütefekkir katına yükselten esas fikir aslında budur. Muhyiddin Arabî’nin
sistemleştirdiği, daha sonra Mevlana tarafından dillendirilen bu fikrin sade
bir
Türkçe ile
geniş halk kitlelerine bir proje olarak sunumu Yunus’la gerçekleşir. Bu anlayış
şüphesiz, insanın nefes aldığı sürece Allah’la bir ve beraber olma bilincini
ifade eder. Zıttı ise kesrettir. Çokluk ise dağılmak anlamına gelir. Burada bir
tespih örneği düşünülebilir. Aynı ipe dizilen tespih tanelerini bir arada tutan
“imâme”dir, o koptuğunda taneler de dağılır. Dağılan her tane artık diğer
tanelerle olan ortak paydasından, bağından ve imâmeye bağlılığından
uzaklaşmıştır. İşte insan da Allah’la birlik içinde olma bilinciyle hareket
ettiği sürece diğer insanlarla da birlik içinde yaşar. Ayrılık-gayrılık, ben ve
öteki gibi tutumlardan uzak kalır. Hayatında kaos olmaz. O’ndan koptuğunda ise
kaosu yaşar. Bu sadece Allah’tan uzak kalmakla sonuçlanmaz; aynı zamanda diğer
varlıklardan da uzaklaşmayı ifade eder. Hz. Peygamber (s.a.s.) diliyle
söyleyecek olursak: “Toplulukta rahmet, ayrılıkta ise azap vardır.” yahut “Rahmet,
topluluğun üzerindedir.”
Yunus’ta
Tevhid-i birliktelik, bu yüzden sosyal birlikteliği de ifade eder. Bu
birliktelik niyetinde önşart yoktur. Tek ortak payda insan, geniş anlamıyla
“Yaradılmış” olmaktır. Yaradılmış Yaradan’ın eseridir. Yunus’un şu ifadesi
böylesi bir toplumsal genişlik anlamıyla ele alınmalıdır:
Gelin tanışık
olalım iş kolayın tutalım
Sevelim
sevilelim dünya kimseye kalmaz
Tanışmak,
bilişmek, sevmek, sevilmek… Yunus felsefesinin anahtar kavramları işte
bunlardır. Ancak bu kavramlar içselleştirilir ve somut davranışlarla hayata
geçirilirse dünya yaşanabilir bir yer olabilir. Bu içselleştirmede tanışmanın,
bilişmenin, sevmek ve sevilmenin kişinin öncelikle kendi varlığında
gerçekleşmesi gerekir. Bu sağlandığında içerdeki zenginlik ve güzellik dışarı
yansıyacaktır. Bu öylesi bir bilinçtir ki, bırakın bir insana zarar vermek için
ona taş atmayı, yoldaki taşı bile birine zarar vermesin
diye kaldırmayı
gerektirir. Yapılan her şey sevgiyle yapıldığı için insana zahmet vermez. Güzel
olan her söz ve davranışı onu mutlu eder.
Yunus’u bugüne
getiren ve bu çağın insanını Yunus’a götüren öz işte budur. Çünkü Yunus’un
yaşadığı çağın şartları ile yaşadığımız çağın şartları arasında çok da büyük
farklar yoktur. Çağdaş Haçlılar ve Moğollar bugün de vardır. Tıpkı onlar gibi
bunlar da dünyayı yakıp yıkıyorlar. İnsanları öldürüyorlar, tabiatı tahrip
ediyorlar. Pek çok felsefî anlayış bu emperyalist niyetlere alet olarak tıpkı
Babailer gibi insan zihninde ve gönlünde onulmaz yaralar açıyor. Üstelik bu
eylemlerini çağdaş bilim ve teknolojinin imkânlarını kullanarak yaptıkları için
tahribatları daha büyük oluyor.
Bütün bunların
farkında olanlar ise hangi dinden, hangi ırktan, hangi coğrafyadan olurlarsa
olsunlar Yunus ve onun gibi sözü, fiili olan isimlere koşuyorlar. Çünkü bu söz
ve eylemdeki en önemli nitelik evrenselliktir. Tanrı fikrini mesela
Yahudilik’te olduğu gibi bir kavme indirgemek yerine “Âlemlerin Rabbi” şeklinde
algılayış bu evrenselliğin özündeki en önemli etkendir. Dolayısıyla Yunus ve
Yunuslar, böylesi evrensel bir bilinç ve duyarlığın sesi olarak kendi
çağlarında olduğu gibi bu çağda da insanlığın önünde ışık oluyorlar.
7.
Meseleyi içten tespit etmek
Sûfilikte
görünene takılıp kalma yoktur. Her sûfi Hz. Peygamberin “Ya Rabbî, bana eşyanın
hakikatini göster” duasını ilke edinerek çiçeğe çiçek, böceğe böcek, insana da
sadece et, kemik ve sinirden mürekkep bir varlık olarak bakmaz. Arka planıyla
ilgilenir. Çünkü hakikat özdedir. İşte Yaradılmış’tan Yaradan’a gitmek fikrinin
özünde bu anlayış vardır. Vahdet-i vücut’un felsefi anlamda kişinin Allah’la
olan birlikteliği şeklindeki bu temel ilkesi diğer
varlıklar ve
her türlü toplumsal olay ve durum için de ge-çerlidir. Bugün çağdaş
sosyolojinin gelişmişliğinin bir göstergesi olan, görünene takılıp kalmadan
onun arkasındaki asıl sebep ve etkenleri görmeye yönelme şeklindeki yöntemi
sûfizmin daha o zamanlar uyguladığı bir yöntemdir.
Bu açıklamadan
gelmek istediğimiz nokta şudur: Yunus Emre, neden somut anlamda savaştan,
beylerin kavgalarından, yani görünür meselelerden doğrudan söz etmek yerine bir
ahlak adamı olarak ahlakî ilkeleri öğütleyen biri olarak karşımızdadır? Çünkü o
çağdaki bütün sorunların sonuçları yani savaş, kargaşa, ayrılık… olup
bitenlerin görünen yüzüdür. Birer sonuçtur. Önemli olan bu sonucu doğuran
sebepleri bulmaktır. Çünkü bu sebepler bulunmadan o sonuçları değiştirmenin
imkânı yoktur.
Tasavvuf ve
onun yorumcuları bu yüzden merkeze insan nefsini koyarlar. Çünkü toplum
dediğimiz de sonuçta insanların oluşturduğu bir yapıdır. Bu yapı içerisinde her
biri bu yapıyı oluşturan birer taş mahiyetindeki fertler, iyilik ve kötülük
adına ne varsa hepsinin müsebbibi durumundadırlar. Onların yürekleri ve
zihinleri iyi ise onlardan doğacak sonuçlar yani davranış ve hareketler de iyi
olacaktır.
Tabiatı tahrip
eden insan egosu, kargaşayı doğuran insanın içindeki kargaşadır. Öyleyse önce
bunların ıslahı gereklidir. Sûfiler: “Cesedin içinde bir et parçası vardır ki,
iyi olur olursa bütün ceset iyi olur. Bozuk olursa bütün ceset bozuk olur. İşte
o (et parçası) kalptir.” hadisinin bilincine varmış kişilerdir. Bir sûfinin
sevgiyi öncelemesi bundandır. O duygu içerdeki ışığı dışarı yansıtacaktır. Başa
dönecek olursak düzgün odun imajı; düzgün insan gerçeğine dönüşecektir.
Yunus’u çağdaş
bir öncü haline getiren bu tutumu onu, sevgisizliğin, hoşgörüsüzlüğün cehenneme
çevirdiği
dünyamızda bir
ışığa dönüştürüyor. Dolayısıyla Yunus Emre; modern dünyanın sorularına cevap
verebilecek bir zenginliği içinde taşıyor. Önemli olan onu aslî gerçeğiyle
kavramak ve anlamak olmalıdır. Çünkü böylesi kritik zamanlarda yanlış
anlama/anlatma, sorunları daha da karmaşık hale getirecektir. Yunus’u anlamada
ise aslında zorluk yoktur. O, bu coğrafyanın, Türk-İslâm kültürünün
yetiştirdiği bir derviş-şair, bir bilge, bir iman ve aksiyon insanı bir aşk
ahlakçısıdır. Batılı yaklaşımlarla onu bir panteist, hümanist yahut devrimci
olarak ele almak ondan gelecek ışığa gözlerimizi kapamak olacaktır.
Yunus Emre’yi
yeniden keşfetmek
Yaşadıkları
çağları etkileyen tarihî şahsiyetler, sadece yaşadıkları zaman için değil
sonraki çağlar için de önemli isimlerdir. Bir toplum, bu tür isimleri yaşadığı
zamana ve geleceğe taşıyarak onları büyük ve önemli kılan özelliklerinden
yararlanma imkânı bulur ve bu imkânla bugününü ve yarınını daha sağlıklı olarak
inşa eder. Fakat bunu yaparken son derece hassas olunması gereken bir husus
vardır. Bu isimler, doğru anlaşılmalı ve yine aynı şekilde doğru
anlatılmalıdır. Bu durum, onların bizi, bugünümüzü ve yarınımızı
zenginleştirmeleri için neredeyse tek yoldur.
Meseleye bizim
toplumumuz açısından baktığımızdaysa bu tek yolun yolcusu olmadığımız,
olamadığımız ortadadır. Zira bir medeniyet kriziyle karşı karşıya kaldığımız
Tanzimat’tan bu yana, ortak değerler, ortak dünya görüşü gibi temel meselelerde
çok farklı düşünce ve yaklaşımlara sahibiz. Batı’dan ithal pek çok düşünce,
fikir hayatımızda büyük bir çalkantı oluşturmuş, ortaya çok farklı ideolojik
tavırlar, anlayışlar çıkmıştır. Başka bir ifadeyle: “Türk aydınının müşterek
değerleri yoktur.” Durum böyle olunca da bu tür konularda bir “mutabakat”
sağlanması, “ortak” anlayışların benimsenmesi epeyce zorlaşmış, ortaya farklı
algılamalar çıkmıştır.
Biyografik
tartışmalar
Yunus Emre de
bu tür farklı algılamalara konu olan isimlerin başında gelmektedir. Son asırda
Yunus Emre’ye eğilen ve bu konuda eserler veren kişilere baktığımızda çok
farklı Yunuslarla karşılaşmaktayız. Tartışmaların bir boyutu onun nereli
olduğu, mezarının nerede bulunduğu gibi biyografik meselelerle ilgilidir. Bu
konulardaki tartışmalar, bir dönem çok hararetli bir şekilde devam etmiş, onu
sahiplenen her şehir, her bölge Yunus’un kendi topraklarında doğduğu yahut
mezarının bulunduğu konusunda iddialar ileri sürmüş, kendilerini haklı
çıkaracak belgeler ortaya koymuştur. Bu durumun tek faydası o yöre halkının
gündeminde Yunus’un hep var olmasını sağlaması ve aktüalitesini devam
ettirmesidir. Fakat bu çabaların Yunus’u anlama konusunda çok da faydalı
olduğunu söylenemez. Dahası, etrafında bir kült oluşturularak onun “canlı”
tarafının üstü örtülmektedir.
Tartışmaların
bir başka boyutu ise kimliğine ilişkindir. Geçmişte tekke çevrelerinde bir
sûfi, halk nezdinde derviş olarak bilinen Yunus Emre, Fuat Köprülü’den itibaren
ise “akademik”, “mistik” ve “hümanist” değerlendirmelerin konusu oldu. Bu
farklılık, şüphesiz ki ideolojik yaklaşımların bir sonucu olarak ortaya çıktı.
“Bir şair, bir halk düşünürü, bir dilci, çağını aşan bir hümanist, bir Türk
milliyetçisi vb. olarak ele alındı.” Böylece onun asıl kimliği olan sûfilik
yönü bilerek yahut bilmeyerek göz ardı edilince bütün bu farklı tanımlamalar
onu çok bilinmeyenli bir denkleme dönüştürdü. Bu da onu doğru tanımamızı ve
anlamamızı zorlaştıran bir sonuç doğurdu. Şimdi bu değerlendirmelerin kısa
tarihine bir göz atalım.
Geçmişteki
Yunus Emre algısı
Yunus Emre ile
ilgili algılamaların tarihine baktığımızda özetle şunları görmekteyiz. Yunus
Emre’yi kimilerinin
söylediği gibi
Cumhuriyet devrinde öğrenmedik. Yunus Emre, yaşadığı asırda da sonraki
dönemlerde de bilinen bir şahsiyetti. Bilhassa sûfi çevreler ve halk arasında
tanınıyor ve seviliyordu. Tekke çevreleri onu çok önemli bir sûfi olarak
değerlendirdiler. Şiirleri, tasavvufî eğitimin en önemli vasıtalarından biri
kabul edildi, bestelenerek icra edildi. Hakkında Niyazi Mısrî, Bursalı İsmail
Hakkı gibi sûfilerce şerhler yazıldı. Yine sûfi şiir, onun açtığı yolda gelişti
ve her mutasavvıf şair onu kendine rehber, usta kabul etti.
Yunus, bu
anlamda kimi kitaplarda da adı geçen bir isim oldu. Mesela Âşık Paşa,
Garipnamesinde ondan çok saygılı bir dille bahseder. Hacı Bektaş
Velayetnamesin-de saygıyla anılır ve hakkındaki menkıbelere yer verilir.
Mevlevî kaynaklarında da ona ilişkin bahislere sıkça rastlanır. Ahmet Dede,
Hacı Bayram Veli, Otman Baba, Üfta-de, Lamii Çelebi, Evliya Çelebi, Katip
Çelebi… Yunus’tan bahseden isimler arasındadır. Bütün bu kaynaklarda Yunus Emre
bir sûfi olarak ele alınır. Ortak algı bu şekildedir.
Halk arasında
da durum aynıdır. Halk, onu kendi diliyle kendine hitap eden bir derviş olarak
görmüş, şiirleriyle manevî dünyasını aydınlatmış, ona sevgi ve saygısını
göstermek için Anadolu’nun pek çok yerinde makamlar ihdas etmiş, dahası onu
tarihin cansız sayfalarına emanet etmek yerine sımsıcak menkıbeler oluşturarak
hem yaşamasını hem de geleceğe ulaşmasını sağlamıştır. Üstelik bu menkıbeler,
onun hayatının kuru bir biyografisi değil, seyr-ü suluk yolundaki serüvenini
anlatan metinlerdir. Dolayısıyla Yunus, halk için de kuru bir biyografik
malumatla değil şiirleri ve dervişliği ile önem taşımıştır.
Millî
edebiyattan sonra
Bu devir hem
hakkında yazılan ilk incelemelerle birden bire ilim ve kültür muhitlerinde bir
keşif çabasına konu olduğu tarihtir. Bu tarih aynı zamanda Yunus Emre
ile ilgili algı
yanlışlarının da ortaya çıkmaya başladığı tarihtir. Bilindiği üzere bu dönemde
iki önemli isim, Yunus’u gündeme getirir. Bunlar, Rıza Tevfik ve Fuat
Köprülü’dür. Her iki isim de onun asıl kimliği olan sûfiliğine vurgu yapmakla
birlikte, kimi yanlış yorumların da kaynağını oluştururlar. Rıza Tevfik,
Yunus’a felsefe ve edebiyat perspektifinden bakar. Durum böyle olunca onu
“Panteist”, yahut “nev-Eflatuni mezhebinden bir sûfi”; Melamî, Hurufî, Hint
sûfizminden itikatça farklı olmayan bir mistik ve “en iyi Türkçe yazan şuarayı
sûfiyemizden biri” olarak görür.
Köprülü’de de
durum çok farklı değildir. O da Yunus’a akademik ve millî bir anlayışla
yaklaşır ve onun sûfilik anlayışını İslam ve tasavvuf anlayışına bağlı görmekle
birlikte “panteist” bir anlayışın temsilcisi olarak görür ve onda “Yunan ahlak
sistemlerinin tesirinin bulunduğunu belirtir. Rıza Tevfik gibi o da Yunus’un
diline, Türkçesine, halk şiirine yaptığı katkıyı ve Anadolu’da Türkçe şiir
çığırını açmasına dikkat çeker, hatta bu yönünü daha da öne çıkarır. Bu durumun
Millî edebiyat akımına geçmişten bir kök bulma arzusuyla ilgili olduğu
aşikardır. Nitekim Yunus Emre, muhafazakar çevrelerde yıllar boyunca bu iki
ismin daha çok da Köprülü’nün bakış tarzıyla yorumlanmıştır. Zaman zaman bu
yorumlarla onun ahlakî görüşleri de eklenerek Yunus bir “ahlakçı” isim olarak
kabul edilmiştir.
Cumhuriyet’in
ilk yıllarındaysa Yunus Emre’nin -bilhassa sanat çevrelerinde- Bergson’un
sezgicilik anlayışından etkilenerek fakat “yerli kaynaklarla da beslenme
ihtiyacı” duyarak onu bir “mistik” olarak değerlendirildiğini görmekteyiz.
Burhan Toprak, Peyami Safa gibi isimler, onu pozitivist anlayışın darmadağın
ettiği fikir ve sanat hayatımızda bu yönüyle öne çıkarırlar. Bu bakış tarzı da
Batı’dan kazanılmış bir anlayıştır.
Yunus Emre,
kendilerini solcu, aydınlanmacı olarak vasıflandıran çevrelerin de ilgi alanına
girer. Bu çevrelerin
ortak algısı
ise onu “hümanist” bir şair-düşünür olarak görmektir. Üstelik bu anlayış,
Tanrısız felsefeden kaynaklanan felsefî bir hümanizm şeklindedir. Israrla onu
hakim kültür olması itibariyle zaman zaman din ve tasavvuf düşüncesinden
etkilenmiş biri olarak görmekle birlikte hayatı zahitlik-dervişlik gibi suni
ayrımlara tabi tutarak din ve tasavvuf dışı bir zemine kaydırmak isterler.
Bütün bu
tartışmaların, farklı yaklaşımların ışığı altında çizilen Yunus tablosunda
elbette ona ait renkler görmekteyiz. Fakat tablo, bu tanımlamaların hepsinde de
eksik olduğu için Yunus’u bir bütün olarak göremediğimizden dolayı onu sahih
kimliğiyle tanımakta güçlük çekiyoruz. Sonuç itibariyle böyle bir kimlik
tanımlamasına sahip olu-namadığı için de Yunus, hakkında yazılan her kitapta
yeni bir tartışmanın öznesi haline getirilmektedir. Gerçi, son yıllarda Yunus’a
daha dikkatli bakışlar da söz konusudur. Mesela Sezai Karakoç, onu tarih ve
düşünce olarak olması gereken misyonu ve anlayışı itibariyle ele alarak
Mevlana, Hacı Bektaş ve Hacı Bayram Veli gibi “Yeni Anadolu’nun o çağdaki önder
kurucularından bir sûfi.” olarak görür. Dr. Mustafa Tatçı ise ömrünü Yunus Emre
araştırmalarına hasreden bir bilim adamı olarak Yunus’u hem akademik anlamda
hem de sûfilik bağlamında olması gereken yere oturtarak inceleyen bir isimdir.
Fakat Yunus’un çağdaşımız olması ve ondan nasiplenmemiz açısından bu tür
çabaların çoğalması gerekmektedir. Ortada çok ciddi engeller olsa bile aslında
bunun için ne yapılacağı bellidir. Sadece konu ile bilgilenmek ve niyetlerimizi
sahih tutmak yeterli olacaktır. Çünkü düşülen yanlışlıklarda ya bilgisizlik ya
da kasıt söz konusudur.
Yunus’u
anlamanın imkânları
“ unus Emre her
şeyden önce bir mutasavvıftır.” Bu Y yüzden Yunus’u doğru anlamanın yolu asıl
kimliği olan sûfilik vasfıyla ele almak, ondaki bu kimliği oluşturan din ve
tasavvuf düşüncesi zemininde değerlendirmek ve yaşadığı çağın şartları içinde
yorumlamak ve şiirine özgü hususları iyi bilmek gerekir.
Bunu yapabilmek
için elimizdeki imkânlara bakalım:
1-
Ortada çok kesin bilgi ve belgelere dayalı detaylı bir Yunus
biyografisi yoktur. Olması da zor görünmektedir. Fakat ortadaki biyografilerden
en azından onun hangi yüzyılda, nerede yaşadığı, tahsil durumu, tarikatı,
gezileri, bağlı olduğu tasavvufî düşünce hakkında sınırlı hatta bir-birleriyle
zaman zaman çelişen bilgiler edinmek mümkündür. Bu bilgiler bizim, Yunus’u,
çağı içinde ve sûfi gelenek bağlamında ele almamızı sağlayabilir. Fakat bunun
tam bir sonuç vermesi mümkün görünmemektedir. Öyleyse biz daha çok onun
aydınlık dünyasına girebilmenin başka yollarını bulmalıyız. Bu konuda bana göre
önümüzde imkânlar Yunus’un şiirleridir. Şiirlerin bu konuda önemli bir imkân
olduğu herkesçe kabul görecek bir husustur. Fakat ortada bazı zorluklar vardır.
a- Yunus’un kendi
şiir söyleme seyrinde belli bir düzen olsa bile bu şiirler, sonradan başkaları
tarafından belli bir sıra gözetilmeden toplanarak bir divan haline
getirilmiştir.
Bu şiirlerin
içsel düzeni bilinmeden doğru sonuçlar çıkarmak çok zordur. Zaten bu yüzden eskiden
dergahlarda Yunus Emre divanını ancak müntehiler ve eğitimini ikmal edenler
okuyabilir, diğerleri onların şerhlerine göre bunlardan istifade ederlerdi.
Demek ki şimdi de bu tür bir geleneğin oluşturulması, Yunus uzmanlarının
yetiştirilmesi ve yeni şerh çalışmalarının yapılması gerekmektedir. Bu arada
yine Dr. Mustafa Tatçı’nın yapmaya başladığı yeni şerh çalışmalarının bu
anlamda yeni bir gelenek başlatabilecek özellikte olduğunu da belirtmiş olalım.
Dolayısıyla Yunus’u anlamak sadece bir ilim meselesi değil aynı zamanda bir
irfan meselesidir. Bu da ona onu sûfilik bağlamında ele alacak çalışmalarla
yapılabilecek bir iştir.
b- Yunus Emre,
pek çok mutasavvıfın aksine başından beri şair tabiatlıdır. Böyle bir imkan ve
yeteneğe sahip olduğu için seyr-i sülukunun başından itibaren, her safhasında
şiirler söylemiştir. Bu açıdan şiirlerinde temkin yerine telvin yani renklilik,
çeşitlilik, oturmamışlık, değişkenlik vardır. Bazı şiirleri cem halinde,
bazıları cem’ul cem halinde yazılmıştır. O, hal diliyle bulunduğu makamlara
göre konuşmuştur. Onda kendi anlayışına göre bir şeyler bulmak adına rast gele
okumak yerine onu bir bütün olarak okumak gerekir. Bunu yaparken de tasavvufun
temel kavramları ve onun şeriat-tarikat-marifet-hakikat gibi süreçleri dikkate alınmalı
ve tasavvufî kavramların anlamları iyi bilinmelidir.
c- Yunus’un
şiirlerinin temel nitelikleri dikkate alınmalıdır. Bilindiği gibi şiirinin en
belirgin özelliği yoğunluktur. O, bir “sehl-i mümteni” ustasıdır. “O, kolay
şeyleri kolayca anlatan biri değildir. Tam tersine eskilerin irfan dedikleri
coşkulu bir düşünce düzeyine erişenlerin sezebilecekleri bir anlam zenginliği
ve derinliği vardır.” Dahası Yunus Emre, Arif Nihat Asya’nın da dediği gibi bir
“mana” şairidir. Lafız her ne kadar manayla münasebetli ise de ne
yaparsak
yapalım yine de manayı lafızla sınırlandırmanın imkânı yoktur. Yunus Emre, oluş
hikâyesini anlattığı şiirinin birinde: “Ballar balını buldum. Kovanım yağma
olsun.” demektedir. Necip Fazıl’ın şiir poetikasını açıkladığı yazısında belirttiği
gibi “Arı bal, yapar fakat izah edemez.” İşte bu yüzden kelimeler de Yunus’un o
engin ve zengin iç dünyası hakkında bize yeterli bilgiyi vermekten aciz
kalacaklardır. Bu anlam derinliği ve zenginliği sadece şiirlerindeki
kelimelerin sözlük manalarını bilerek anlaşıla-mayacağı için kavramsal
çalışmalara ihtiyaç vardır. Onun şiirlerine halk diliyle yazmıştır diye bir
Karacaoğlan, bir Dadaloğlu şiirine yaklaşır gibi yaklaşamayız.
d- Yine onun
şiirinde işlediği sevgi, kardeşlik, dervişlik, millet gibi kavramlara bugünün
perspektifinden ziyade o çağın koşulları ve anlayışı içinde anlam yüklemek
lazımdır. Mesela “yetmiş iki millete bir gözle bakmak” ifadesi, dini ne olursa
olsun herkesi aynı gözle görmek olarak mı anlaşılmalıdır yoksa Hz. Peygamber’in
(s.a.s.): “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, içlerinden yalnız birisi
kurtuluşa erecektir, öbürleri cehennemliktir.” hadisiyle ilgili olarak mı
anlaşılmalıdır? Zira o dönemde millet, din ve mezhep anlamında
kullanılmaktadır. Tabi ki bu durum, Yunus Emre’nin bütün insanları kucaklayan
biri olmasına mani değildir. Fakat günümüzün düşünce ve akımlarının
kavramlarıyla onu açıklamak yedi asır önce yaşamış Yunus’un gerçek kimliğini
anlamada yararlı olamaz.
e- Yunus’un
şiirleri 13. asır Anadolu Türkçesi ürünleridir. Bu yüzden o dönem Türkçesinin
söyleyiş özelliklerini iyi bilmek doğru anlamlandırma konusunda önemlidir.
Nitekim divan nüshalarına bakıldığında bu tür okuma ve anlama yanlışlarına
sıkça düşüldüğü görülmekte ve bu durum şiirlerin anlaşılmasında bir engel olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Fikri dünyası
Her eser, ne
kadar üstün bir sanatkârın kaleminden çıkıp tamamen bir söz hünerine dönüşse
bile bir dünya görüşünün ürünüdür. Bu, Yunus için de böyledir. O, bir İslam
sûfisidir. Nasıl, Tolstoy, Hıristiyanlıktan soyutlanarak anlaşılamazsa Yunus ta
İslam’dan ve tasavvuftan soyutlanarak anlaşılamaz. Dolayısıyla tasavvufu
bilmeden Yunus’u anlamak mümkün değildir. Bu yüzden tasavvuf iyi bilinmeli,
daha da önemlisi onunla ilgili olarak meseleye dıştan bakışı yansıtan müsteşrik
bakış açıları terk edilmelidir. Zira bu bakış açısı tasavvufu “Orta Asya ve
kısmen Hind ve İran karışımı inançların, Yunan ve Hıristiyan etkilerinin İslami
unsurlarla yoğruluşundan vücut bulmuş bir akım” olarak görmektedir. Meseleye
böyle bakıldığında Yunus’un İslamiyet’le münasebeti de tartışmalı hale gelir,
onu ancak başka düşünce disiplinleri içinde anlamlı olabilecek mistik,
hümanist, panteist gibi tanımlamaları yapmak kolaylaşır.
Sûfilik ise
temel anlayışı itibariyle Kur’an ve sünnete bağlı, ilk uygulamalarını bizatihi
Hz. Peygamberin hayatında görebildiğimiz bir anlayıştır. İslam’a özgü bir irfan
yolu olarak bu dinin deruni bir yorumudur. Öte yandan, bazı yönleriyle diğer
evrensel görüş ve düşünce mektepleriyle benzerliklere sahiptir. Bu benzeşme
evrensel tavırdadır. Bu durumu bir intihal olarak görmemek gerekir. Bu yüzden
Yunus Emre’yi “Felsefi manada panteist, mistik yahut hümanist kabul etmek doğru
değildir.” Şiirleri incelenirken Yunus’un sûfilik anlayışı bu çerçevede ele
alınmalıdır. Dolayısıyla onu felsefi yaklaşımlarla anlayamayız. O bir filozof
değil bir sûfidir.
Yunus Emre bir
sûfidir ama onu bu yönüyle ele alırken tasavvuf çerçevesi içinde ama özel bir
bağlamda ele almak gerekir. O, Anadolulu bir sûfi olarak bu coğrafyaya özgü bir
anlayışın temsilcisi olarak kendi tarzında bağımsız bir
sûfi tavrı
gösterir. Bu yüzden Yunus Emre’de Tasavvuf, genel manada; “Allah’ın niteliğini
ve kâinatın oluşumunu vahdet-i vücut anlayışıyla açıklayan dinî ve felsefî
akım, kâinatı bir tek vücudun tecellilerinden ibaret addeden bir disiplin
olmakla birlikte sadece bireysel bir yol değildir.” Başlangıçta insandan
hareketle gelişmiş olmakla beraber, özellikle Anadolu ve Balkanlar üzerindeki
gelişmesi toplumsal ağırlıklı olmuş ve Anadolu’da daha özel bir yoruma kavuşmuştur.
Bu tür bir yorumun en önemli ismi ise Yunus Emre’dir.
Bu yüzden
Anadolu öncesi tasavvuf anlayışı özünde “Hak ile Hak olma”ya ulaşma maksadını
taşır, insan-ı Kâmil’i gaye edinirken Yunus’la en önemli temsilcisine kavuşur.
İslam metafiziğinin zirve anlayışı olan vahdet-i vücut anlayışı, sadece ilahî
birliği değil sosyal birliği de amaçlamaktadır. Zira bu anlayışın en temel
vasfı “bütünün her bir parçasının birbiri ile organik bir irtibat” içinde
olmasıdır. Meseleye böyle bakan biri sadece kendini değil, diğer insanları
hatta sadece insanları değil, bütün varlıkları birlikte düşünecek, kendi
saadetinin ancak onların da saadetiyle olabileceği anlayışına göre hareket
edecektir.
Yunus’un
şiirindeki pek çok ahlakî öğüt de aynı şekilde değerlendirilmelidir. Bunlar
sadece kişisel olgunluk için yapılmamakta, toplumsal olgunluk da
gözetilmektedir. Mesela üzerinde sıkça durduğu gıybet, dedikodu, kıskançlık
gibi kavramlar sosyal münasebetlerle ilgilidir. Yani karşımızda bir “sosyal
düzen” fikrine sahip, aksiyoner bir ahlaka, tutuma sahip bir sûfi vardır.
Bu bağlamda
şunu da eklemek gerekir. Tasavvuf’un çeşitli bölgelerde ve bu düşünceye bağlı
olduğunu söyleyen kimi kişilerde farklı tezahürleri, uygulamaları görülebilir.
Zaten tasavvufla ilgili olumsuz yorumların kaynağı da aslında bu tür örnek
olaylar ve kişilerdir. Öte yandan mesela İran bölgesinde tasavvuf, bir lokma
bir hırka anlayışına
bağlı pasif bir
sistemin adı iken Anadolu’da aktif bir sistemin adıdır. Öyle ki onlar arasında
gazi derviş tipler, sadece ellerinde tespih olan değil kılıç olan savaşçılar
olarak gerek Anadolu’da gerekse sınır boylarında savaşarak Osmanlı Devleti’nin
kuruluşunda önemli roller oynamışlardır.
Çağını dikkate
almak
Hiçbir kimse
yaşadığı çağdan bağımsız olamayacağına göre Yunus’u da kendi çağının şartları
içinde ele almak gerekir. Köprülü’nün de dediği gibi “her büyük adam bir
içtimai muhitin mahsulüdür” ve çağının yansıtıcısıdır. Yaşadığı çağın sosyal,
siyasal, ekonomik ve fikrî şartları iyi bilinmelidir. Bu yapılmadığı takdirde anlamak
meselesi yine bir probleme dönüşecektir.
Bu yüzden onun
şiirleri o çağın bir karmaşa çağı olduğu, insanların barış ve birlik içinde
yaşayacakları sosyal bir düzene ihtiyaç duydukları ve tasavvufun bu çağda
insanlar için bir sığınak, bir umut kapısı olduğu bilgisi dikkate alınarak
okunmalıdır. Şayet böyle bir okuma yaparsak ondaki vahdet-i vücut fikrinin aynı
zamanda sosyal bir birlik fikri olduğu da görülecektir.
Menkıbeleri
Yunus Emre
konusunda ikinci önemli kaynağımız menkıbelerdir. Doğrusu bunların bilhassa
Yunus’un biyografisi ve süluk serüveni hakkında açıklayıcı metinler olduğunu
düşünüyorum. Bilimsel yaklaşım menkıbelerin çok da dikkate alınacak metinler
olduğunu düşünmüyor olabilir, bunu anlar, kendi bağlamı içinde bu tavrı kabul
edebilirim ama maddî kültüre ait bilgileri öğrenmede nasıl çanak, çömlek vs.
unsurlar birer veri hükmündeyse, manevî kültür için de hikâyeler, masallar,
atasözleri gibi menkıbeler de birer veri dolayısıyla kaynak hükmünde
görülmedir. Zira bunlar her ne kadar söze dönüşmüşlerse de hal’in, ruhun,
gönlün, aklın mahsulleridir.
Menkıbelerin
değişik şekillerinin olması ayrı bir zenginliktir. Çünkü bunlar her devirde
yeniden üretilir, menkıbeye konu olan kişi evrensel örneklere göre
biçimlendirilir, yeni yorumlarla zenginleştirilir. Böylece o kişi yeniden
hayatın içine sokulur. Menkıbeler böylece, ilgili kişiyi unutulmaktan korurlar.
Biz, burada
Anadolu halkının ferasetini görüyoruz. “Anadolu insanı, manevî bir dünyaya
tarihten daha çok inanır. Bu yüzden Yunus’u da tarihe emanet etmek, onu müze
unsuru haline getirip ölüme mahkûm etmek yerine, gönül hanesine, o mukaddes
makama almış, gönülden dile aktarmış, tekrar dilden gönle taşımış,
destanlaştırarak, masallaştırarak
tarihe karşı
korumuş, ölümsüzleştirmiştir.” Bu yüzden akarsular gibi Yunus ırmağının da
asırlardır ne rengi ne tadı ne de kokusu kaybolmuştur, Yunus Emre her dem taze
ve canlı kalmıştır. Bu durum tıpkı onun: “Her dem yeniden doğarız / Bizden kim
usanası” mısralarında belirttiği durum gibidir. Yeniden doğmak, yeniliği hep
korumak, eskimemenin ölüp gitmemenin bir çaresi olarak görülmüştür.
Menkıbeler,
tarihî bir şahsiyete onun benimsenme şekline göre bir elbise giydirerek onu
sürekli yorumlayarak tazeliği, canlılığı sağlamışlar, nesnel bilgiler gibi
bayatlamasına, eskimesine engel olmuşlardır. Böylece bu menkıbeler, kuru
bilgilere canlılık getirmiş ve karşımıza daha sıcak bir Yunus portresi
çıkarmıştır. Bu yol aracılığıyla hiçbir boşluk bırakılmadan Yunus’un hayatı
nakış nakış işlenmiş, her safhası bilinir olmuştur. Böylece ortaya halkın
efsane yoluyla çizdiği bir Yunus portresi çıkmıştır. Sonuç olarak tarihî
bilginin ve metodolojinin hakkını yememek adına Yahya Kemal’in şu cümlesini de
burada zikretmek yerinde olacaktır: “Tarihte zahirî hakikat, masalda ledünnî
hakikat gizlidir.” Yunus, bir ledün sultanı olduğuna göre onu tarihin derin
dehlizlerinde değil, gönlülerin sonsuz denizinde aramak lazımdır. Bu da suya
girmekle olacaktır. Denizin zahir güzelliği, onun hakikatini göstermeye yetmez
çünkü… Hakikat, suyun içindedir. İşte Yunus Emre hakkında-ki menkıbelere bir de
bu gözle bakmak yerinde olacaktır.
Menkıbe
yorumları
Tabi, şiirler
konusunda olduğu gibi menkıbeler konusunda da bir sıkıntı var. Menkıbeler de
Yunus Emre’nin şiirleri gibi sembolik metinlerdir. “Menkıbelerde bir vak’a,
çoğu zaman sembol, metafor, remiz ve alogri gibi çeşitli anlatım teknikleriyle,
görünüşte maddî hayattan uzak, farklı ve insan üstü öğelerle nakledilir. Bu
yüzden onları zahiriyle ele almak, anlatılan olayları somut zaman mekân ve kişi
kavramına bağlayarak
anlatmak böylece ondan sosyolojik ve biyografik metinler elde etmek mümkün
değildir. Dahası bu bize çok da fazla bir fayda sağlamaz. Halk, Yunus Emre’yi
nasıl müşahhas bir şahıs olmaktan çıkardıysa bu durumu menkıbeler için de
söyleyebiliriz. Bunlar, somut bir hikayeye dayalı olsalar bile soyut
metinlerdir. Çünkü sembolik tarz, gerçeğin geleceğe canlı olarak aktarılmasında
hemen hemen tek yoldur. Öyleyse menkıbelerin dilini de çözmek için hakikatten
mecaza bir yolculuk gerekiyor. Bunun için o remizleri, sembolleri çözmek
gerekiyor.
Bu da şiirlerde
olduğu gibi menkıbelerde de ilmî olmanın yanı sıra kalbî yaklaşıma ihtiyaç
gerektiriyor. Mesela böyle bir yöntem uygulandığında menkıbedeki buğday
motifini dünyevî değerleri ifade eden bir sembol olarak düşünebiliriz ki bu da
Yunus’un macerasına uyar. Bu sembolik dili çözen hakikatle karşılaşabilir.
Peki, bu noktada yani bu dili çözsek bile ilgili kişinin tam olarak bilinip
anlaşılması mümkün müdür?
Burada
söylenecek olan ancak şu olabilir. Menkıbede çizilen portre, halkın gönül
gözüyle çizdiği portredir ama buna tümüyle gerçek dışı demek de mümkün
değildir. Gerçeği olmayanın hayali de olmaz... Evet, menkıbede söylenen
hakikatin ta kendisi olmayabilir ve gören gözün, hisseden kalbin hakikatidir.
Eğer Yunus Emre, asırlardır halkın gönlünde yaşıyorsa o zaman menkıbeye, onunla
çizilen bu portreye itibar etmek durumundayız. Yunus’u anlamada tam olarak bir
imkâna dönüşmese bile halkın Yunus’u nasıl anladığı konusunda tam bir imkândır
menkıbeler. Öyleyse onlara, bir tür “sivil biyografi” olarak bakmak ve
özelliklerine göre bir sonuç çıkarmak gerekecektir.
Bütün bu
söylediğimiz hususların ışığında ortaya çıkan sonuç şudur. Yunus Emre’yi
dilinin yalınlığı dolayısıyla hemen anlayabileceğimizi sanmak bir yanılgıdır. O
bir şairdir ama kendine mahsus bir şiir dünyası ve anlayışı
vardır. Üstelik
asıl kimliği sûfiliktir. Bir düşünce ve anlayış sistemine bağlıdır. Öte yandan
belli şartları olan bir çağda yaşamıştır. Onu anlamak bütün bu hususları
dikkate alarak çok yönlü çalışmaları gerekli kılmaktadır.
Bu çabayı
göstermek hem kendi toplumumuz için hem de bütün bir dünya insanlığı için
önemlidir. Zira biz nasıl doğu ile batı arasına sıkışmış ve bir türlü
istikametini bulamamış bir toplum isek, çağımız da kutsal olanla, manevî olanla
bağını koparmış, insanı yüceltelim derken onu ilahî olandan koparıp iyice
yalnızlaştırmış, bu yüzden de tamamen seküler bir hayata mahkum etmiştir.
İşte Yunus
Emre’yi doğru anlama çabaları, dünya insanlığı için de bir yol haritası olacak,
Yunus Emre izinde yürümeyi başarabilen insanlık, 13. asırda olduğu gibi
ikilikten, ayrılıktan, kavgadan uzaklaşarak birliğe, beraberliğe, sevgi ve
anlayışa ulaşarak kendine emanet edilen bu dünyada mutlu olmanın yollarını
bulabilecek demektir.
Bizim Yunus
Yunus Emre’nin
takipçisi ve çağdaş bir yorumcusu sayabileceğimiz Necip Fazıl Kısakürek, ona
duyduğu ilgi ve muhabbettin birer tezahürü sayabileceğimiz iki şiir yazar.
Bunlardan ilki Yunus Emre başlığını taşıyan şiiridir:
Yunus Emre
Kaç mevsim
bekleyim daha kapında
Ayağımda
zincir, boynumda kement.
Beni de
piştiğin bela kabında
Kaynata kaynata
buhara benzet!
Bekletme
Yunus’um bozuldu bağlar,
Düşüyor
yapraklar, geçiyor çağlar,
Veriyor ayrılık
dolu semalar
İçime bayıltan
acı bir lezzet!
Rüzgâra bir
koku ver ki hırkandan, Geleyim izine doğru arkandan.
Bırakmam
tutmuşum artık yakandan, Medet ey şairim, Yunus’um medet!
Bu şiirin
yazılış tarihi 1926’dır. Yani Necip Fazıl’ın sanat ve düşünce hayatında yeni
bir sürece girdiği yıllar… Şairin böyle bir döneminde önüne örnek bir şahsiyet
olarak Yunus Emre’yi koyması oldukça manidar bir durumdur.
Gerçi Yunus, o
yıllarda dili ve yerli şiir duyarlılığıyla pek çok şairi etkilemiş bir isimdir.
Ama bu şiire baktığımızda Necip Fazıl için Yunus’un önemli kılan sadece bu yönü
değildir. Zira Necip Fazıl bu şiirinde: “Yunus gibi olmak, ona benzemek, onun
geçtiği vadilerden geçmek” hedeflerini koymuştur kendisine ve Yunus’u derviş
kimliğiyle, sûfi kimliğiyle örnek almaktadır. Demek ki Yunus Emre bir sûfi
yahut başka bir ifadeyle bir derviş şairdir. Peki, kimdir derviş? Nasıl bir
insandır? Hangi özellikleriyle insanlar için bir örnek şahsiyettir? Bu sorunun
cevabına geçmeden önce Necip Fazıl’ın Yunus’la ilgili ikinci şiirine bakmak
gerekir:
Bizim Yunus
Bir zaman
dünyaya bir adam gelmiş: Okunu kör nefsin, kılıçla çelmiş...
Bizim Yunus,
Bizim Yunus...
Bir zaman
dünyaya bir adam gelmiş;
Ölüm dedikleri
perdeyi delmiş...
Bizim Yunus,
Bizim Yunus...
Bir zaman
dünyaya bir adam gelmiş;
Eli katile de
kalkamaz elmiş...
Bizim Yunus,
Bizim Yunus...
Bir zaman
dünyaya bir adam gelmiş;
Zaman, onun
kement attığı selmiş...
Bizim Yunus,
Bizim Yunus...
Bir zaman
dünyaya bir adam gelmiş;
Toprakta
devrilmiş, göğe çömelmiş...
Bizim Yunus,
Bizim Yunus...
Bir zaman
dünyaya bir adam gelmiş;
Sayıları silmiş
Bir’e yönelmiş...
Bizim Yunus,
Bizim Yunus...
Bu şiirin
yazılış tarihi 1972’dir, diğerinden yaklaşık yarım asır sonra. Yunus Emre,
Necip Fazıl için örnek ve önderliğini, sûfi terimle ifade edecek olursak
mürşitliğini yine devam ettirmektedir. Bu şiirde dikkati çeken ilk nokta “Bizim
Yunus” ifadesidir. Yunus için “Âşık, Garip, Miskin…” gibi pek çok sıfattan söz
edebiliriz ama “ Bizim Yunus” ifadesi onun Necip Fazıl’da ve genel olarak
asırlar boyunca bütün toplum nezdinde ne denli bir benimseyişle
sahiplenildiğini göstermektedir.
Burada konuyla
ilgili bir menkıbeyi de hatırlamak gerekir: “Yunus, Tabduk’a otuz yıl hizmet
etti. Fakat can gözünün açılıp ilahî sırlara mazhar olamadığına dair bir
kanaate kapıldı. Tekkeyi terk edip dağlara, kırlara düştü. Bir gün bir mağarada
iki dervişe rastladı, onlarla arkadaş oldu. Her gün onlardan biri dua etti, dua
sebebiyle her akşam bir sofra indi. Nöbet Yunus’a geldi. O da dua etti: “Ya
Rabbi, benim yüzümü kara çıkarma. Onlar kimin hürmetine dua ediyorlarsa, Onun
hürmetine beni utandırma.” dedi. O gece iki sofra yemek geldi. “Kimin yüzü suyu
hürmetine dua ettin?” diye sordular. “Önce siz söyleyin.” dedi. Onlar: “Biz
Tabduk Emre kapısında otuz sene hizmet eden Yunus dervişin hürmetine dua
ederiz.” dediler.
Yunus bunu
duyunca hemen geri döndü ve gelip Ana Bacı’ya sığındı: “Aman!” dedi. Ana Bacı
dedi ki: “Evladım, Tapduk Hazretlerinin gözü eskisi gibi görmüyor, eşiğe yakın
bir yere otur, birazdan dışarı çıktıklarında ayakları
sana takılıp
“Kim bu?” diye soracaktır. Ben: “Yunus.” derim. Tapduk Hazretleri: “Hangi
Yunus?” derse bil ki seni gönlünden çıkarmıştır. “Bizim Yunus mu?” derse bil ki
gönlündesin.”
Yunus, başıyla
birlikte gönlünü de eşiğe koydu.
Tapduk Emre
Hazretleri, bir müddet sonra dışarı çıktılar. Gözleri dünyaya kapalı, ama kalbi
ötelere açık Pir’in ayakları Yunus’a takıldı. “Kim bu?” diye sordu. Hanımı:
“Yunus, efendim.” dedi. Pir’in ağzından, Yunus’a dünyalar bağışlayan şu söz
çıktı: “Bizim Yunus mu?”
Menkıbeler,
halkın o kişiye bakış tarzını yansıtan metinlerdir. Bu yüzden buradaki “Bizim
Yunus” ifadesi de asırlar boyunca Yunus’un, “halkın maşeri vicdanındaki
müstesna yerini” göstermektedir.
Buradan Derviş
Yunus’un, Bizim Yunus’un kimliğine geçebiliriz. Çünkü bu şiir, onun dervişlik
sürecini öz olarak anlatmaktadır. Bugün bilmekteyiz ki Yunus, Mevlana gibi
isimler bir tekkede sırtlarında cübbe, ellerinde tespih sadece kendi
nefslerinin terbiyesiyle meşgul olan münzevi kişiler değillerdir. Böyle
olanları da elbette vardır ama Yunus ve Mevlana gibi olanlar da aynı zamanda
bir toplumun hakikat namına değişim ve dönüşümünü sağlamak için mücadele eden
kişilerdir. Birer öncü, birer örnek, birer yol gösterici, birer ruh kahramanı,
birer manevî tabiptirler. Zaten bugün de bu yönleriyle anılmakta, bilinmekte ve
sevilmektedirler.
Sevgi kahramanı
Burada Yunus’un
mücadele yöntemi olarak niçin sözü, şiiri seçtiği sorusu akla gelebilir. Onun
yaşadığı çağda insanlar hep ölümler ve zulümler gördüler. Dolayısıyla hep
kılıcın hükmü işledi. Kan döküldü. Böyle bir ortamda “kanı kanla yumak” elbette
söz konusu olamazdı. Ayrıca peygamberî metot da bu değildir. Tıpkı onun yaptığı
gibi hakikati bilmeyenlere bildirmek, uyuyanları uyandırmak gerekiyordu. Bunun
da yolu sözden, şiirden geçiyordu çünkü söz, hele de şiir çok etkileyici bir
özelliğe sahipti.
Yunus da öyle
yaptı. Şiirler söyledi. Bu şiirlerle önce insanların ruhunu diriltmeyi
amaçladı. Çünkü insan olarak insan değişmezse toplum da değişmezdi. Bu yüzden
onun kalp kırmamak, yalan söylememek, insanları sevmek, kusurlarını hoş görmek…
Şeklindeki ahlakî öğütlerini kişisel öğütler olarak değil aynı zamanda
toplumsal ıslah projesinin birer parçası olarak görmek gerekir. Çünkü her şey,
hayır olan da şer olan da insanın kendi içindedir. Kendine yalan söyleyen
başkasına da söyler. Kendiyle barışık olmayan başkalarıyla da barışık olmaz.
İçinde hakla beraber olmanın bilincine ermeyen dışında yani söz ve
hareketlerinde de O’ndan uzak olur.
Yunus’ta en çok
vurgulanan ve öne çıkan kavram “sevgi”dir. Yunus’un bu kavramı öncelemesi,
elbette sûfilik yolunun bir gereğidir. Çünkü bu anlayışa göre insan
ve kâinatta
olan her şey aşk, sevgi üzerine yaratılmışlardır. O yüzden insanı ve diğer
varlıkları sevmek, bu yolun aslî şartıdır. Tabi burada Yunus’un sevgi
anlayışının zaman içerisinde ve özellikle günümüzde istismar edilmek
istendiğini, yanlış yorumlandığını da söylemek gerekiyor. Yunus’un insana ve
diğer varlıklara sevgisi, soyut, bir aşkın değere bağlı olamayan bir sevgi
değildir. O, yaratılmışları Yaradan’dan ötürü sever.
Yaradılmışı
severiz
Yaradandan
ötürü…
Var olan her
şey, Allah’ın yarattığı şeylerdir. O’ndandır. O’nun kendi ruhunu üflediği
varlıklardır. Dolayısıyla Yunus’u ilahî bir muhtevadan yoksun hümanist
kelimesiyle sıfatlandırmak, ona yapılabilecek ön büyük kötülük olur. Batı’da
doğan hümanizm akımı, “insanı sevmek” manasında değil “insanı Allah’tan
koparmak” şeklinde bir anlayışın adıdır. Ama yine de bir yanlış algıyı düzetmek
adına söyleyelim ki; eğer hümanizm insanı sevmek manasında ise bütün
Müslümanlar hümanisttir. Çünkü onlar barış ve esenlik değerlerini öne alan bir
dine inanmaktadırlar. Dolayısıyla onların bu tavırlarını açıklamak için batılı
kavramlara hiç ama hiç ihtiyacımız yoktur.
Yunus’ta öne
çıkan bir kavram da hoşgörüdür. Bu da sevgi kavramı gibi istismara açık bir
kavramdır. Hoşgörü, insanın her kötülüğünü kabullenmek değil, onu yanlışları
var diye bir kenara itmemek, bu yanlışlarını düzetmek adına ona yakın olmak,
müsamaha göstermektir. Bu, “Rahman ve Rahim” kavramlarının zatına sıfat olduğu
bir Allah inancının gereğidir.
Onun mücadelesi
kötü olan insanla değil, insanı kötü yapan huylarladır. Kınadığı,
düzeltilmesini istediği bunlardır. Zaten bunları eleştirirken sadece
eleştiriyle yetinmemekte
ve doğru olan
alternatif çözüm yollarını da göstermektedir. Bu yolun temelinde yine sevgiye
dönecek olursak Allah aşkı ve vahdet-i vücut anlayışı vardır. Yüreğini böylesi
bir aşkla dolduran kişi, çevresine de böyle bakacak, böylesi arınmış bir
gönülden ne kötü bir söz ne kötü bir davranış sadır olacaktır. Yani Yunus’ta
“aşk” kavramını “samimi iman” anlamında anlamak gerekir. Bu yüzden onun “aşk
eri” şeklindeki ifadelerini de “Müslüman”, “Mümin” anlamında düşünmek gerekir.
Bu çerçevede
vahdet-i vücut, anlayışına da temas etmek gerekir. Bu anlayışın tasavvuftaki
karşılığını sadece felsefî mülahazayla ele almak yanlış olur. Burada
yaratılanla bir olma fikrini; yüreği asıl sahibine yani Allah’ teslim etmek, bu
yüce makamı ona teslim etmek şeklinde anlamak gerekir. Bu, işin ferdî
boyutudur. Bu kavramı aynı zamanda sosyal birlik fikri olarak da yorumlamak
gerekir yani Allah’la bir olan, onun yarattığı her şeyle de birlik olma şuurunu
taşıyacaktır. Burada bütün bunları Yunus diliyle de ifade etmek gerek:
Bir kez gönül
yıkdunısa bu kılduğun namâz değül
Yitmiş iki
millet dahı elin yüzin yumaz değül
Erenler gelüp
geçdiler dünyâyı koyup göçdiler
Havâya ağup
uçdılar bular hümâdur kaz değül
Cân odur kim
Hak’a ire ayak odur yola gire
Er oldur
alçakda tura yüksekden bakan göz değül
Münkir ile
müdde’îyi sayma buçuğa koyanı
Git ahûra tak
buları her kim (ki) âşıkbâz değül
Toğrı yola
gitdünise er eteğin tutdunısa
Bir hayır da
itdünise birine bindür az değül
Yunus bu
sözleri çatar sanki balı yağa katar
Halka metâların
satar yüki güherdür tuz değül
Bir kez gönül
yıkanın namazı neden namaz olmaz, abdesti sadece el yüz yıkamaktan mı ibaret
kalır? Bunu anlamlandırmak zor değildir. Eğer ibadet kişiye bir olumlu davranış
öğretememişse gerçek anlamından uzaklaşmış demektir. Özetle mesele ihlâslı bir
mümin olma, kendi içine taşıdığı güzelikleri dışarıda yaşanır kılma, İslamî
terminoloji ile söyleyecek olursak “iyiliği emir, kötülükten nehyetme”
anlayışıdır.
Yunus’un dili
Bilindiği üzere
her büyük şair, şiiri bir söz ustalığı olarak görmekten öte ona bir anlam
yükler ve bir poetika oluşturur. Çünkü sözün tek başına güzel olmasının bir
değeri yoktur. Söz, taşıdığı anlamla önemlidir. Bu anlayış da yine dinî bir
temele dayanır. Çünkü söz dince kutsal sayılır. “Ya hayır söyle ya sus” yahut
“Söylediğini güzel söyle” ilkesi sözün hangi değerlerle yüklü olması ve nasıl
söylenmesi gerektiğinin özlü bir ifadesi olarak görülmelidir.
Yunus bu
düşüncede olan bir şairdir. Onda da “öz, biçimden önce gelmektedir” yani nasıl
söylediğinden önce ne söylediği önemlidir. O da bir değerler dünyasına bağlı
her büyük şair gibi şiiri kutsal bir bağlamda ele almış, şiirini bu anlam
çerçevesinde kurmuş, söze bir anlam ve misyon yüklemiştir. Bu durum onun
söyleyiş gücünde asla bir olumsuzluğa yol açmamıştır. Çünkü güzel olanın güzel
söylenmesi halinde güzel sonuçlar doğuracağının farkındadır.
Keleci bilen
kişinün yüzünü ağ ide bir söz
Sözü pişürüp
diyenün işüni sağ ide bir söz
demesi
bundandır. Çünkü şiir, bir söz sanatıdır. Yunus, bu yüzden şiire öncelikli
olarak bu dikkatle bakar ve sözün şiir olabilmesinin şartını “sözü pişirmek”
şeklinde
ifadelendirir.
Son derece ilginç sayılması gereken bu ifade tarzı sözün şairin zihin ve gönül
dünyasında bir işlemden geçmesi, çiğ yiyeceklerin pişirme işlemiyle nasıl
lezzetli ve faydalı hale geliyorlarsa sözün de benzer bir işleme tabi
tutulmasını belirtmektedir:
Yunus Emre’nin
şiiri bir önceki yazıda belirttiğimiz gibi estetik düzeyi çok yüksek bir
şiirdir. Sözün manasına uygun şekilde anlaşılması, ondan beklenen etkinin
oluşması için “sözü çatmak” yani üzerinde emek sarf etmek, onu sanatın
kurallarına göre söylemek gerekir. Bunu yaparken de maksat sadece güzel
söylemek değil asıl maksat “balı yağa katmak” şeklinde bir “faydacılık”
anlayışıdır. Çünkü Yunus’un şiir söylemede bir gayesi vardır. Bu gaye, İslâm
iman ve idealini geniş halk topluluklarına duyurmaktır. Yunus’un şiirlerine
dikkatli bir gözle bakıldığında onların lirizm değerinin yüksekliği yanında
aynı zamanda didaktik bir taraf da görmemiz bu yüzdendir. Fakat Yunus, didaktik
şiirlerine bile lirizm katmış, başka bir deyişle söze verdiği bu değerle
“didaktik mısralarını bile şiir gücüne yükseltmiş, fikirle lirizmi
kaynaştırarak kendisini Türkçe-nin Mevlanası doruğuna çıkarmıştır.”
Yunus’a göre
söz, son derece etkili bir vasıtadır: “Söz ola kese savaşı söz ola kestire başı
/ Söz ola ağulu aşı yağ ile bal ide bir söz” ifadesi sözün bu büyük tesirini
gösteren ilginç bir örnektir. Söz, Yunus’a göre insanın yüzünü ak etmeli,
faydalı sonuçlara yol açmalıdır. Bunun için sözün hem gönül hem akıl
süzgecinden geçirilerek söylenmesi esastır. Eğer böyle yapılırsa kişi ne zaman,
neyi, nasıl söyleyeceğini iyi bilir. Sözün iyi ve güzel olanını, iyi ve güzel
biçimde söyler. Böylece söz: “Bu cihan cehennemini sekiz uçmak” edecek bir
kudret kazanır.
Kişi bile söz
demini dimeye sözün kemini
Bu cihân
Cehennem’ini sekiz uçmağ ide bir söz
Yunus, bu
söyleyişle bir tefekkür şairi olduğunun, yaptığı işin şuurunu hep taşıdığının
ve bu yoldaki başarısının da farkındadır: “Yunus ne hoş demişsin bal u şeker
yemişsin / Ballar balını buldum kovanım yağma olsun.” ifadesi bu durumun bir
göstergesidir. Buradan tekrar başa dönecek olursak Yunus’un derdinin şairlik
değil şiiriyle insanlara faydalı olma düşüncesi olduğu görülür. Tabi ki bu
durum onun şairliğinde bir noksanlık meydana getirmemiştir. Çünkü neyi nasıl
söyleme konusunda ortak değer olarak güzellik ve faydayı benimsemiş, her iki
kavramı da ince söyleyişleriyle kaynaştırıp birleştirerek hem bir “deha” hem
bir gönül şiiri ortaya koymuştur.
Yine sözün
“cihan cehennemini cennete çevirmesi” ifadesi de bu anlamla birlikte Yunus’un
çağına özgü, onun sorunlarını bilen bir insan sıfatıyla nasıl bir şiir
söylenmesi gerektiği konusundaki yaklaşımını da izah etmektedir. Çünkü çağ,
acıların, zulümlerin ve kötülüklerin çağıdır. Böyle bir çağda söze öyle kutlu
bir misyon verilmelidir ki bütün bu olumsuzlukları olumlu bir şekle dönüştürsün.
Yaralara merhem, dertlere derman olsun. Yunus, şiirini böyle bir bilinçle
kurmuş, muhatabı olan insanlarda böyle bir etki meydana getirmek istemiş ve
bunu başarmıştır.
Bize düşen bu
sözleri anlamaktır. Ne var ki sözü pişirip söyleyen Yunus’un sözleri üstü
örtülü sözlerdir. Mana hemen kendini ele vermez. Yunus Emre, sade diliyle
şöhret bulmuş bir şair olmakla beraber onun bir sehl-i mümteni ustası olduğunu
bilmekteyiz. Dolayısıyla onda sadelik içinde çok zengin, derin bir anlam
katmanları görülür. Üstelik o, kendine özgü bir şiir dili kurmuştur. Bu aşk’ın
dilidir. Aşk ise kelimelere sığmaz. Ancak yaşayanın bilip anlayabileceği bir
haldir. O yüzden bu dil, onun kendi ifadesiyle bir “kuş dilidir.” Bu dilin
anlattığı öyle bir haberdir ki: “Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi / Dilsiz
kulaksız sözünü can gerek anlayası”dır.
Yunus, Bizim
Yunus, işte böyle bir Yunus’tur. Onun dervişlik yolunda çektiği çile, verdiği
mücadele bugün için de erdemli insan, erdemli toplum olma meselesinde bize
büyük imkanlar sunmaktadır. Yani Yunus, bu çağda da içi-mizdedir, bizimledir,
Bizim Yunus’tur.
Yunus Emre’de
birlik fikri
Tasavvuf
şiirimizin müstesna şairi Yunus Emre’nin şiiri öncelikle ferdî bir şiirdir. Bu
şiir, adına insan dediğimiz fani varlığın dünya gurbetinde yaşadığı serencamı
ifade eder. Yalnızlığı, acıları, sevinçleri, korkuları, ümitleri ile insan,
Yunus Emre şiirinin en temel unsurudur. Aslında Yunus’u, kendimize bu kadar
yakın bulmamızın, sevmemizin sebebi de budur yani bizi anlatıyor olmasıdır.
Onun anlattığı serencam bizim hikayemizdir.
Biz, Yunus
Emre’nin şiirinde bu serencamı okurken aslında onu sadece kalbî yolculuğuyla
değil, devrinin şartları içinde de düşünmek durumundayız. O, insanların
olgunlaşması, kendisiyle, çevresiyle ve toplumla barış içinde yaşaması için
mücadele etmiştir. Dolayısıyla bu olgunlaşma, boyutunu genişleterek toplumun
bütün fertlerinin olgunlaşması, onların da yine hem kendileriyle hem
birbirleriyle hem de Yaradan ile barış içinde yaşamalarının mücadelesine dönüşür.
Hatta giderek bu boyut daha da genişler ve içine bütün bir insanlığı alır.
Dahası, Yunus Emre’nin bu çok boyutlu mücadelesi sadece çağının şartları içinde
de ele alınabilecek, onunla sınırlandırılabilecek bir mücadele değildir.
Evrensel tavır ve duyuşuyla onu yaşadığı çağın sınırları içinde hapsedemeyiz.
O, bu sınırlamayı şiiriyle aşar, etkinliğini, canlılığını, içtenliğini,
sıcaklığını bütün çağlara ulaştırır. Dolayısıyla Yunus, bu manada bizim
çağdaşımız bir şair hüviyeti kazanır.
Yunus’un bu
tavrını anlamak için önce yaşadığı çağın şartlarına bakmak gerekir. Yunus Emre,
göçebelikten yerleşik hayata geçmekte olan bir toplumun insanıdır. İstikrarını
yeni yeni bulmaya çalışan Türk topluluklarının haçlı seferleri, göçler,
yenilgiler, Moğol istilaları gibi olaylarla hem maddî hem de manevî çok büyük
sıkıntılar yaşamak zorunda kalmış, birlik ve dirliği bozulmuş, değer hükümleri
alt üst olmuş bir toplumun insanıdır.
Selçuklu sonu
Osmanlı kuruluşu arası bir döneme tekabül eden bu yıllarda tablo böylesine
olumsuzdur; ama öte taraftan başka bir gelişme yaşanır bu coğrafyada. Bütün bu
sıkıntılara karşı Anadolu’da bir tasavvuf çağı başlar. Moğol istilasından
kaçmak zorunda kalarak Anadolu’ya akan horasan dervişlerinin faaliyetleriyle
had safhaya ulaşan bu canlılıkla Anadolu, yaralarını tamir etme sürecine girer.
Dahası, bu tasavvufî anlayış İran sahasında “bir lokma bir hırka” anlayışı
şeklinde ifadesini bulurken Anadolu’da tam aksine savaşçı, mücadeleci bir ruhla
kendini ifade eder. Bu savaş, insanın hem kendi nefsiyle olan mücadelesini hem
de devrin olumsuzluklarıyla olan mücadelesinin adıdır. Hatta gazi derviş
tipiyle bu savaş, sınır boylarında Bizanslılarla sıcak çatışmayı da ifade
etmektedir.
Yunus Emre,
işte böylesi bir ortamın, böylesi bir tasavvuf anlayışının egemen olduğu bir
çağın insanıdır. O da her mutasavvıf gibi vahdet-i vücut olarak isimlendirilen
bir anlayışa mensuptur. Dervişlik yoluna girdiğinde bu anlayış doğrultusunda
eğitim görür. Bu anlayışın ilkeleri doğrultusunda nefsini eğitir. İşte bu
süreçte hepimiz gibi bir insandır. Sonsuz bir yola girmiştir ama henüz hamlığı
üzerinden atamamış biri olarak ölümden korkar, yalnızlık duygusu çeker.
Kötülüklere isyan eder. Olup bitenleri anlamlandırmakta zorlanır. Bütün bunlar,
Yunus Peygamberin balığın karnında geçirdiği ya da ipekböceğinin tırtıl, koza
ve kelebek safhalarını yaşamasına benzer imtihan
zamanlarıdır.
Tapduk Emre’nin ocağında aldığı eğitimle, dört kapı ve kırk makamdan geçerek
olgunlaşır.
Onun, günü
gelip “Yunus miskin çiğ idik, piştik elhamdülillah” dediği süreç, bu
olgunlaşmanın başarıyla tamamlandığının ifadesidir. İşte bu noktadan sonra
Yunus’u irşad gezilerinde görürüz. İşte bu andan itibaren Yunus Emre, hayatın
ve insanların içinde bir sûfidir. Kendi, kişisel olgunlaşma sürecinin diğer
insanlarda da gerçekleşmesi arzusuyla hareket eder ve sonuçta bu arzusu
gerçekleştirir. Yunus, bu mücadelesinde elbette yalnız değildir. Kendinden önce
aynı anlayışı Anadolu’da seslendiren Mevlana vardır. Sonra diğerleri; Şeyh
Edebali, Nasreddin Hoca... Böylece hepsi birden Anadolu’nun yıkıntılarından
insanı dirilterek yeni bir toplumsal yapının kurulmasına ortam hazırlarlar.
Osmanlı, böyle bir ortamda kurulur. Beylerin ayrılıkları biter. Birlik çağı
başlar.
İşte Yunus
Emre, Anadolu’daki bu manevî mimarlardan biridir. Halk planındaki tesir sahası
itibariyle de en başta gelenidir. Onu böylesi başarılı kılan sebep ise;
tasavvuf anlayışına getirdiği yorumdur. Yunus Emre’de tasavvuf, nazarî ve
kitabî bir anlayış değildir. Bu felsefeyi bir iman ve aksiyon haline getirerek
pratik hayata mal eder. Tesirli olmasının bir başka önemli sebebi de bunu
şiirle, üstelik Türkçeyle yapmış olması keyfiyetidir. Bu yüzden vahdet-i vücut
anlayışına bağlı pek çok sûfi unutulup giderken, bu anlayışı sanat imkânlarıyla
anlattığı için Yunus, unutulmamış, Peyami Safa’nın ifadesiyle üç zamanın hem
geçmişin hem bugünün hem de geleceğin şairi olmuştur.
Yunus,
tebliğinde, uyarıcılık görevini yaparken şiirinde aşk, birlik ve barış
kavramlarını öne çıkarır. Bu tavır, vahdet-i vücut anlayışının bir gereğidir.
Yaratıcı ile bir olma ancak aşkla, sevgiyle mümkün olabilecek bir hadisedir.
Birlik ise barış demektir. Allah’ı seven, O’nunla birlik olan nefsiyle savaşı
kazanıp barışa ulaşmış insandır. Bu noktaya gelen kişi
artık ölümden
korkmaz. Var olan her şeyi Allah’ın bir tecellisi olarak görür. Dünyadaki
iyilik-kötülük, hayat-ölüm, zalim-mazlum gibi zıtlıkların sırrına erer.
Bunların mahiyetini kavrar. Her şey O’ndandır. Öyleyse her varlığa saygı
duymak, sevmek, barışı yaşanabilir bir anlayışa çevirmek gerekir. İşte bu
noktada Yunus’un Allah sevgisini mücerret ve mistik bir inanış olmaktan
çıkararak hayatı ve insanları kuşatıcı müşahhas bir anlayışa çevirdiği görülür.
Yunus Emre,
güçlü bir şairdir ama tek derdi şiir söylemek değildir. O, şairden çok bir ahlakçı
tavrıyla hareket eder. Çağının problemlerinin farkındadır. Dert belli olduğu
gibi derman da bellidir. Savaş varsa bunun panzehiri barış, kin varsa yerine
sevgi, düşmanlık varsa yerine kardeşlik ikame edilmelidir. Bu da ne inzibat
tedbiriyle ne ekonomik politikalarla sağlanır çünkü sorun, insanın içinde,
kalbindedir. İnsan, bunu anladığı anda önce içini kulluk terbiyesiyle tamir
edecek, sonra bu aydınlanmış gönülle hayata çıktığında aynı aydınlığı hayata da
yansıtacaktır. Böylece sevgi, barış, birlik, dirlik çağları maksadına
ulaşacaktır. Nitekim de öyle olmuştur.
Burada bir
sûfiye böylesi toplumsal misyon yüklemek zorlama bir yorum olarak
görülmemelidir. Zira bu durum, Yunus’un fertçilikten toplumsallığa uzanan
anlayışına ve onun tasavvuf anlayışının ilkelerine son derece uygundur çünkü o
hak ve halk kavramlarını birleştirme yoluna gitmiştir. Tasavvufta bu iki
idrakin ayrılması söz konusu olamaz. Zira bu durum Tevhit anlayışının da
gereğidir. Tevhit birlik demek olduğuna göre bu anlayış hem kişinin yaratıcı
ile hem de diğer varlıklarla olması gereken münasebetini ifade eder. Bu yüzden
Yunus’taki vahdet-i vücut anlayışını aynı zamanda sosyal birlik fikri olarak da
görmek ve böyle anlamak gerekir.
Yunus’un
nefsiyle ve toplumsal bozukluklarla verdiği mücadelede şu tavrı da son derece
dikkat çekicidir. O,
Tabduk Emre
dergahında da sade, gösterişsiz, iç yangınlarını dışarı vurmayan, kendisine
imtihan olarak dağdan odun getirme görevi verildiği için, böylesi bir inziva ve
murakabe yerinde hep kendi nefsiyle meşgul olan, onun eğirliklerini düzetmeye
çalışan bir derviştir. Bu samimiyet, kendi kozasında oluş süreci, manevî kemal
noktasında nerelere geldiğinin bile farkına varmayan bir saflık ve sadelik
içinde olmuştur. Oluş sürecini yine bir dağda karşılaştığı dervişlerden
öğrenmiş, şeyhinin de bu durumu belirtmesi üzerine topluma açıldığında da aynı
sadeliği, içtenliği sürdürmüştür. Onun bütün sözleri kendi nefsine söylenmiş
sözler olarak karşımıza çıkar. Bu yüzden “Dün ü gün bütün endişem” dediği Allah
fikriyle varlığı dopdolu konuşmuş ve yaşamıştır. Tarikatım olsun, müritlerim
olsun diye bir tavrın içinde olmamıştır ki bu özelliği de onun o çağın şartları
içindeki tarihi misyonuna son derece uygun bir tavırdır. Böyle yaptığı için şu
veya bu topluluğa, şu veya bu tarikata değil yetmiş iki millete seslenmiş,
onları aynı gözle görmüştür.
Yunus, bütün
bunları yaparken bir kez daha söyleyelim ki, İslam ve tasavvuf gerçekleri
çerçevesinde hareket etmiştir. Savunduğu ahlak, İslamiyet’in sevgi, barış ve
müsamaha ahlakıdır. Aşk, ahlakıdır. Bu ahlak çerçevesinde insanın önce kendi
benliğinin kabuklarını kırması, kendini gelişip olgunlaştırması ardından da
bütün insanlığı ve kainatı aynı anlayışla kucaklamasıdır. Verdiği savaş,
İslam’da cihad-ı ekber olarak nitelendirilen nefis mücadelesidir. Çünkü dünyada
yalan, gıybet, dedikodu, kin, düşmanlık, kıskançlık şeklinde kendini gösteren
eylemlerin kaynağı nefistir. İnsanın nefsinin kölesi olmaktan kurtulur,
özgürlüğüne kavuşursa, işte bu özgür gönülle Yaratıcı’yla ve onun yarattıklarıyla
bir huzur, sükûn ve barış iklimini kurabilir.
Dünya, 13.
asırda olduğu gibi yine kan ve ateş denizi… Bu denizden insanları kurtarmak
adına bir yığın bunalım
felsefesi icat
ediliyor. Sosyal, ekonomik tedbirler uygulama safhasına sokulmak isteniyor. Ama
hiç biri çare olamıyor dertlerimize çünkü sorunun kaynağına inmiyoruz. Sorunun
kaynağı insanın bencilliği, ihtirasları, maddeye düşkünlüğü,
dünyaperestliğidir. Bu sıkıntılar, nefsin hastalıkları olduğuna göre, şifa
sebepleri de bellidir. Önce insan, sonra toplum olarak hepimizin Yunus’un
olgunlaşma serüvenini kendi hususi gerçeğimiz haline getirerek birer Yunus olup
“Yunus, miskin çiğ idik, piştik elhamdulillah” diyebilecek noktaya gelmemizde
saklıdır.
Yunus’a sadece
bir ozan yahut şair gözüyle bakmak tek başına bir mistik olarak değerlendirmek,
sadece dili ile önemli görmek, kendine mahsus bir felsefenin kurucu olarak
değerlendirmek, hümanizmle özdeşleştirmek, onda Batınî eğilimler bulmak,
hayatını zahitlik-dervişlik gibi dönemlere ayırmak, sınıfsal mücadele veren bir
devrimci gibi takdim etmek yahut da en azından nerede doğdu, nerede öldü,
nerelidir gibi hiçbir sonuç getirmeyecek tartışmaların öznesi yaparak, onun
aydınlık dünyasının üzerini örtmek şeklinde özetleyebileceğimiz yanlışlardan
kurtulmamız gerekiyor. Bilelim ki Yunus’u ne çağının şartları içine hapsetmek
ne de bu tür tartışmalarla etrafında bir kült oluşturmak bize fayda
sağlamayacaktır. Bu zaten mümkün de değildir. Eseri ortadadır. Bu esere
dikkatimizi çevirmek, onun neden hâlâ bütün canlılığıyla yaşayan biri olduğunu
düşünmek, onu gönlümüzden içeri bir dost gibi davet etmek gerekiyor.
İkinci Bölüm
Beyân-ı Hâl-i
Hazreti Mevlana
Beyân-ı Hâl-i
Hazreti Mevlana
Adı ve
sıfatları
Mevlana’nın
asıl adı “Muhammed Celâleddin”dir.
“Mevlana”
sıfatı ona henüz genç bir medrese hocası iken Konya’da verilmiştir.
“Efendimiz”, yahut “hazret” manalarına gelmekte olup ilim adamlarına verilen
bir sıfattır. “Rûmî” sıfatı Horasan’dan Anadolu’ya gelişi ve buraya yerleşmesi
ile ilgilidir. “Hüdavendigâr” sıfatı ise babası tarafından kendisine verilmiş
olup “Zahirî ve Batınî ilimlerdeki yüksek derecesi”ni belirtmektedir.
Bütün bu
söyleyişler karşımıza “ilim ve irfan ehli” bir insan portresi çıkarmaktadır.
Tabi ki zaman içerisinde onu ve misyonun anlatmak için bilhassa şairler
tarafından “aşk sultanı”, “tabib-i manevî”, “erenler serveri”, “molla-yı rûm”,
“molla hünkar” gibi pek çok sıfatla anılmıştır ki bunların her biri yine onun
farklı bir yönünü ifade etmektedir.
Ailesi ve
yetiştiği çevre
Mevlana, 30
Eylül 1207’de Afganistan’ın Belh şehrinde doğdu. Yaradılıştan gelen
kabiliyetlerini bir yana bırakacak olursak asıl talihi “Beldelerin annesi”
olarak vasıflandırılan bir ilim ve irfan şehrinde “bilginler sultanı” olarak
bilinen soylu bir babanın oğlu olarak doğmasıdır. Babası “Bahaeddin Veled”,
annesi ise Belh emiri Rükneddin’in kızı “Mümine Hatun”dur. Mevlana’nın dedesi
de devrinde
“din
ilimlerinin üstadı” kabul edilen “Hüseyin Hatibî”, babaannesi ise prenses
“Melike-i Cihan”dır. Dolayısıyla Mevlana’nın doğduğunda gözünü açtığı aile ve
sosyal çevre böylesi yüksek nitelikli bir çevredir. Aile ve çevre şartlarının
kişilerin yetişmesi üzerindeki tesiri düşünecek olursak Mevlana’yı anlamak
adına bu iki hususu özellikle belirtmek gerekmektedir.
Belh’den
Konya’ya
Mevlana Belh’te
beş altı yaşlarına kadar kalabilmiştir. Bundan sonrası ise tümüyle bir yolculuk
serüvenidir. 12121213 yıllarında Belh’ten başlayan yolculuk Bağdat, Küfe,
Mekke, Şam, Halep, Malatya, Erzincan, Akşehir yoluyla Larende’ye (Karaman)
kadar devam etmiş, ilk evliliğini henüz on sekiz yaşında iken burada Gevher
Bânû Hatun ile yapmıştır. Bu evlilikten oğulları Sultan Veled ve Alâeddin
dünyaya gelmiştir. Mevlana’nın ikinci evliliği ise daha sonraları Konya’da
Gevher Hatun’un vefatı üzerine Kerrâ (Kira) Hatun’la olmuş bu evlilikten de
oğulları Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi ve kızı Melike Hatun doğmuştur.
Mevlana ve
ailesi için son durak Konya olmuştur. Bu hicretin görünüşteki sebebi babasının
filozof “Fahreddin Razi” ile aralarının açılması yahut muhtemel bir Moğol tehlikesini
sezmiş olmalarıdır ama sonraki gelişmeler dikkate alındığında onları Konya’ya
getiren asıl sebep daha kolay anlaşılacaktır. Bu sebep Anadolu’nun yeniden
hayat bulması meselesidir. Mevlana, burada öylesine bir güneş olmuştur ki
zamanında bütün bir Anadolu’yu daha sonra ise bütün bir dünyayı aydınlatmıştır.
İlimden irfana
yahut “hamdım, piştim, yandım”
Mevlana, daha
küçük yaşlardan itibaren kendini ciddi bir ilim ortamında buldu, ilk
bilgilerini babasından aldı.
Onu
kaybettikten sonra eğitimiyle “Seyyid Burhaneddin” ilgilendi. Halep’te
konakladıkları sırada “Kemaleddin bin Adim” ona hocalık etti. Şam günlerinde de
onu “İbn-i Arabî”, “Sadeddin EI-Hamevî”, “Evhaddüddin Kirmanî” ve “Sadrettin
Konevî” gibi devrin önemli bilgin ve ariflerinin meclislerinde görürüz.
Mevlana, bütün
bu eğitim ve daha sonraki öğretim sürecinde sadece maddî ilimlerle
ilgilenmemiş, aynı zamanda irfan bilgileriyle de kendini mücehhez kılmıştır,
ilim yolunda ilk hocası olan babası, onun irfan yolunda da ilk şeyhidir. Bu
husus onu ilimden irfana götürecek hadisenin de başlangıcını teşkil etmektedir.
Dolayısıyla o, manevî gerçeklere de aşina bir gönül adamıdır fakat bu yolun
nihayetine henüz gelmiş değildir. Ondaki irfanî kabiliyeti coşturacak, harekete
geçirecek bir kıvılcım gerekmektedir. Çok geçmeden bu kıvılcım Mevlana’yı bulur
ve onu manevî iklimin derin sularına çeker. Bu isim kısaca “Şems” olarak
bilinen “Şemseddin Tebrizî”dir.
İki denizin
birleşmesi
Mevlana ile
Şems’in buluşması daha sonra bu ifadeyle anlatılır olmuştur. Zira nasıl Mevlana
ilahî aşk ateşiyle tutuşacağı anın özlemini taşıyorsa Şems de aynı özlemle
yanıp tutuşmaktadır. Ulaştığı manevî dereceler onu tatmin etmemiştir. Kendisini
ihya ve irşad edecek bir mürşid; aynı zamanda kendisinin aydınlatacağı bir
mürid arayışı içindedir, işte tam bu noktada Beyazıd-ı Bestami’ye atfedilen:
“Aramakla bulunmaz ancak bulanlar arayanlardır.” sözünün hikmeti gerçekleşir.
Diyar diyar maksudunu arayan Şems ona Konya’da kavuşur. Arayış sona ermiş ve
iki deniz, iki ruh, iki kabiliyet birleşmiştir.
Bu tarihte
Mevlana otuz sekiz, Şems ise altmış yaşındadır, ikisinin hayatında bundan sonra
yeni bir dönem başlar, iki sevgili, iki dost bir hücreye kapanarak ilahî
sohbetlerine
başlarlar.
Allah, kâinat, dinler, insan sevgisi ve tabiat konularının şekillendirdiği
tartışma, konuşma ve dertleşmelerle geçen bu halvet zamanı tam kırk gün
bazılarına göre ise üç ay sürmüştür. Mevlana, bu halvetle birlikte büyük bir
değişim sürecine girmiş, medresedeki derslerini bırakmış, halkla ilgisini
kesmiş kendisini tamamen Şems’in sohbetine adamıştır. Ali Nihat Tarlan bu
durumu şöyle ifade eder: “Şems, Mevlana’yı ateşledi; ama karşısında öyle bir
volkan tutuştu ki, alevlerinde kendi de yandı.”
Zahir gözüyle
bu durumu anlamayan halk hemen dedikodulara başlar ve Şems’in aleyhinde bir
fitne ateşi yakılır. Hadise artık çekilmez bir noktaya geldiğinde Şems, 1246
yılı Mart ayında Konya’dan gizlice ayrılır. Mevlana, bu ayrılığa katlanamaz,
tamamen içine kapanır, işte Mevlana’yı bu noktadan sonra şiir söyleyen ve sema
eden bir Mevlana olarak görmeye başlarız. Çünkü bu ayrılık, Mevlana’nın içinde
fırtınalar koparmaktadır. Daha sonra iki dost, yeniden bir araya gelir, yeniden
aynı durumlar yaşanır ve Şems 5 Aralık 1247’de yine aniden ortadan kaybolur.
Mevlana, bu ikinci sır oluşu da bir türlü kabullenemez. Onu aramak için iki kez
Şam’a gider. Fakat bulamaz. Suret bakımından birlikteliklerinin artık sona
erdiğini kendisine kabul ettirir; çünkü suret kaybolmuştur ama mana yönünde
Şems’i kendinde, içinde bulmuştur. Onun “Ey arayan kişi, ister onu gör, ister
beni. Ben o’yum, o da ben.” ifadesi bunu gösterir. Mevlana da artık bu birlik
duygusuyla aşk denizinde yaşamakta ve dilinden şiir namıyla inci ve cevahirler
saçılmaktadır.
Tabi bu arada
onun coşkusunu kanatlandıran ve sema etmesine vesile olan “Şeyh Selahaddin”den
ve “Çelebi Hüsameddin”den de söz edilmelidir. Zira Şems sonrası Mevlana’yı
manevî coşkular âleminde yaşarken ona bu isimler yarenlik etmişlerdir. Mevlana,
artık serapa aşk, serapa şiirdir. “Divan-ı Kebir”, “Mesnevi” ve diğer eserleri
işte bu süreçte
söylenir/yazılır ve topluma bir zamanlar ilim adamı olarak yaptığı hizmeti
artık gönül adamı olarak yapmaya başlar. Bu durum 17 Aralık 1273 yılına yani bu
âlemden göçmesine kadar devam eder. Mevlana ölüm olayını da kendine özgü bir
biçimde algılamış ve ölümünden bir süre önce şu anda Konya müzesinde bulunan
sandukası üzerine oyulan şu şiiri söylemiştir.
Ölüm günü
tabutum yürüyünce
Şu dünyanın
dertleriyle dertlendiğimi sanma
Yazık gitti
deme bana, sakın ağlama
Cenazemi
görünce ayrılık deme
Çünkü buluşma,
görüşme vaktimdir o vakit benim
Ölümü bu
şekilde sevinçle karşıladığı için onun ölüm gecesine “ayrılık gecesi” yerine
“şeb-i arûs” (düğün gecesi) denmesi bundandır.
Yaşadığı çağ
Mevlana,
Anadolu’nun zor bir döneminde yaşadı.
Onun idrak
ettiği 13. asır önce doğudan gelen Haçlı seferlerinin ardından batıdan gelen
Moğol saldırılarının ve bunları takiben başlayan Selçuklu çözülmesinin, siyasî
ve ekonomik buhranların yaşandığı ve insanların yaşamaktan bezdiği, bütün
umutlarını yitirdikleri bir çağdı. Savaşın, şiddetin, yokluğun, sefaletin en
acı sonuçlarıyla karşılaşan Anadolu insanı ne siyasî ne de ekonomik hiçbir
maddî proje ile ayağa kalkamayacak kadar yılgın bir duruma düşmüştü. Çünkü
yıkılan sadece şehirler, ölen sadece bedenler değildi. Asıl yara metafizik bir
yaraydı.
İşte
Mevlana’nın da benimsediği “vahdet-i vücut” anlayışına sadece felsefi bir
nazariye olarak değil çağın şartları açısından da bakmak gerekmektedir. Bu
anlayış bir terim olarak “varlığın birliği” şeklindeki özet tanımıyla yeterince
anlaşılmayacaktır. Belki pek çok sûfi, bu terimi böyle anlamış ve kişisel
olgunlaşma süreçlerini bu terimle ifade etmiş ama bu durum Mevlana’da aynı
zamanda “sosyal bir muhteva” kazanmıştır. O, iç âleminde gerçekleştirdiği
birliği, sosyal boyuta da taşımış ve Anadolu coğrafyasında birlik ve dirliğin
manevî mimarı olmuş, bu değerlerin pratikte de uygulayıcısı olarak insanlara
önderlik etmiştir.
Mevlana,
inandığı değerleri içselleştiren ve hayatında bizzat uygulayan bir önderdi.
Mevlana bu özelliğiyle
en temel mesele
olarak insanı ele aldı. O, insanı sadece maddî varlığıyla algılamadı, Allah’ın
ruhundan ruh üflediği kutlu bir varlık olarak gördü ve bu bakış açısıyla
küçük-büyük, kadın-erkek, Müslüman-Hıristiyan her insana değer verdi. Onları
Hak nurundan bir parça bildi. Kusurlarına değil meziyetlerine baktı. Böylece şu
veya bu sebeple ezilen horlanan insanlar onun bu bakış açısıyla kendi
varlıklarındaki cevheri görerek aslî kimliklerine büründüler. Kimlik ve
kişiliklerini kazandılar, insanın müspet yeteneklerini ortaya çıkaracak tutum
ve davranışlar içerisinde oldular.
Mevlana için
hakikat, kalbin saf aynasındadır. Çünkü kalp, ruhun duygularımıza açılan
kapısıdır. Allah’ın tecelli mekânıdır. Öyleyse hiçbir insan hatası dolayısıyla
kınanamaz, incitilemez, kalbi kırılamaz. Küçük düşürülemez. Hiçbir insan gurur
ve kibri bir elbise gibi üstüne giyemez. Bu menfi özellikler ancak şeytanda
bulunur. Öyleyse insanı insan yapan haslet tevazudur. Böyle bir anlayışa sahip
olan ne bir cüzamlıdan çekinir ne bir meczuptan. Her varlık Allah’ın kuludur.
Sadece insanlar değil yaratılmış olanların hepsi saygıya layıktır. Ve insan
kötü huylarıyla ruhunu arındıramaz. Cömert olmalı, kendinden çok başkalarını
düşünmeli, üstelik bu saygıyı eşyaya bile göstermelidir.
Mevlana’nın bir
hamamda yaşadığı şu olay ondaki bu özelliklerin çok çarpıcı bir göstergesidir:
“Mevlana, bir gün hamama gideceği esnada dostları ondan önce giderek hamamı
temizlerler. Diğer müşterileri çıkarıp Mevlana’yı karşılamaya hazırlanırlar. Bu
arada cüzzamlılar hamama girer. Gelince durumu fark eden dostları, onları
inciterek oradan uzaklaştırmak isterler. Mevlana bu duruma çok üzülür,
arkadaşlarına engel olur ve hastaların yanına giderek onların yıkandığı sudan
kendi üzerine döker, hepsinin gönlünü alır.”
İnsanın bu
düzeye gelmesi ancak aşkla mümkündür. Mevlana bu yüzden olgunlaşma yolu olarak
aşkı görür. Zira aşk, yaratılışın asıl sebebidir. Varlığın asıl mayasıdır.
Şüphesiz ki bu yaklaşım İslam sûfiliğinin en temel argümanıdır. Buna göre akıl
ve ilim ancak maddî sırların keşfinde işe yarar. Metafizik gerçekleri
kavrayabilmek ise ancak aşkla mümkündür. Nasıl Hz. Peygamber, miraç gecesindeki
kutlu yolculuğunda Allah’la görüşme katına aşkla yükselmişse insan da
yüreğindeki aşkla ulaşabilir. Yüreğini böylesine tezyin eden bir insanın artık
kötü söz söylemesi, kötü iş yapması, kötü davranışlarda bulunması söz konusu
olmaz. Çünkü o her şeye aşkla bakmakta ve mutlak güzelliği temaşa etmektedir.
Böyle bakan biri için ayrılık değil birlik, çirkinlik değil güzellik, savaş
değil barış, ahenksizlik değil uyum vardır. Bütün bunların Mevla-na dilindeki
ifadesi şöyledir: “Peygamberimizin yolu aşktır / Aşk oğullarıyız biz, anamız
aşktır.”
Şiir ve musiki
Mevlana,
öncelikle âlim bir kişidir. “Sipehsalar”a göre lügat, arabiyat, hadis, fıkıh,
tefsir gibi devrinin bütün önemli ilimlerini tahsil etmiş ve bu özelliğiyle
“doğunun ve batının müftüsü” olarak bilinmiş, bilhassa fıkıh ve hadis sahasında
bir otorite kabul edilmiştir. Yine eserlerine bakıldığında onun matematik, fizik
ve astronomiyle de ilgili derin bir malumata sahip olduğunu görürler. Ayrıca
öğrendiği, Arapça, Yunanca ve İbranice ile farklı kültürlere de açılmayı
başarmıştır. Güzel sanatlardaki bilhassa musikideki bilgisi herkesi hayran
bırakacak derecededir.
Tasavvufa
yöneldikten sonra ise onun irfanî anlamda bir eğitimci olarak hizmet verdiğini
görmekteyiz. O, devrinin tasavvufî anlayışlarından etkilenmekle birlikte
kendine mahsus bir anlayışı sistemleştirdi. Buna kısacası “aşk felsefesi”
diyebiliriz. O, böyle bir anlayışla tasavvufu ahlakî belli ilkeler ve kaideler
bütünü olmaktan öte duyulan, yaşanılan bir hale dönüştürdü. Bu yolda önem
verdiği en mühim esas ilham ve aşktı. Bu durum onu doğal olarak ilham ve
coşkunun esas olduğu şiir ve musikiye yöneltti.
Mevlana, şiiri
hiçbir zaman asıl maksat olarak görmedi, kendisini hedefe götürecek bir vasıta
olarak gördü. Fakat öyle güzel şiirler söyledi ki bunlarla dünyanın büyük
şairleri arasına girdi. Onun bu seçiminde Anadolu halkının o devirde
şiire
gösterdiği itibar da etkili oldu. Çünkü maksat halka hizmetti ve bu hizmet en
iyi bu yolla yapılabilirdi. Ama onun şiiri seçmesinde şiirin etkileyici gücünün
de payını unutmamak gerekir. Çünkü şiir, basit bir söz hadisesi olmayıp derin
duyuşlara tefekkürlere yol açan bir türdür. Ondaki seziş kuvveti hakikatin
kavranmasında çok önemli bir imkâna dönüşmektedir. Mevlana için bu şiir
tutkusu, beraberinde musikiyi ve semaı getirdi. Müzik şiirin ayrılmaz parçası
olarak insanı coşku âlemine sürüklerken beraberinde bu coşkuyla harekete geçer
insan. Sema işte bu hareket arzusunun sonucudur. Böylece şiir, musiki ve raks
iç içe girer. Bu sadece gönül okşayıcı bir ritüel olmakla kalmaz ve üçü
birlikte insanı maddî âlemden koparıp metafizik alemin iklimine taşır. Zira
semanın sembolik diline baktığımızda onda tam anlamıyla bir yaratılış
nazariyesi görürüz. Çünkü Mevlevî anlayışında sema, musiki seslerinin Elest
meclisinde Cenab-ı Hakk’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Kitabındaki zevki
andıran hatırasıyla gönülde coşan aşk heyecanlarının verdiği bir harekettir.
Böylece sema kendinden geçerek mutlak yoklukla zevalsiz, devamlı varlık tadını
tatmaktır. Beden kafesinden dışarı çıkmak, rahatlamak, genişlemek, farklı bir
âlemi teneffüs etmektir. Tecellilerle karşı karşıya gelmektir. Allah aşkını
artırmak, ahirete inanış sevgisini çoğaltmak ve dünyaya gönüllerini yabancı
kılmaktır. Böylece insan, insan olmanın, yaratılışın ve sırlarına erer ve
olgunlaşma yolunda mesafeler kat eder.
Mevlana’nın
eserleri
Mevlana’nın en
büyük eseri hayatı, şahsiyeti ve örnek ahlakıdır. O, ilim ve irfan yolunda
yaptıkları ile en büyük eserini ortaya koymuştur ama yazılı alanda eserler
ortaya koymaktan da geri durmamıştır.
Mevlana’nın beş
eseri bulunmaktadır. Bunlar arasında en çok tanınanı “Mesnevi”sidir. Mesnevi,
Mevlana’nın bir eğitimci olarak düşünce dünyasını en iyi şekilde veren ve
insan-ı kamil hale getirecek aşk, olgunluk, sabır, kanaat, alçak gönüllük,
çalışkanlık... gibi ahlakî öğütleri konu olarak işleyen didaktik bir eserdir.
Mevlana’nın bir
diğer manzum eseri “Divan-ı Kebir”idir. Mevlana’nın, aşk ve vecd yönü en çok bu
eserde görülür. “Fihi Mafih” ise onun çeşitli topluluklardaki sohbetlerinin yer
aldığı bir eserdir. Bu eserin en bariz tarafı Mevlana’nın sûfilikle ilgili
fikirlerinin işlenmiş olmasıdır. Yani bu kitap, Mevlana felsefesinin çağın
diğer fikir akımlarına karşı bir manifestosu niteliğindedir. “Mecalis-i Saba”
ise onun yedi vaazından oluşmaktadır. Mevlana’nın hadisçiliği ve hadislere
getirdiği yorum açısından dikkat çeken bir özelliktedir. Mevlana’nın son eseri
ise mektuplarından oluşan “Mektubat”ıdır. Bu kitapta Mevlana’nın çeşitli
kimselere yazdığı yüz elli mektup yer almaktadır.
Hangi Mevlana
Hayat seyrini
bu şekilde kısaca özetlemeye çalıştığımız Mevlana, şüphesiz ki eserleriyle,
misyonuyla yaşamaya devam ediyor. Mevlana’yı hangi dinden hangi mezhepten,
hangi ırktan olursa olsun bütün insanlar sevip saymışlardır. Nitekim cenazesi
kaldırılırken farklı dinlere mensup insanların da büyük bir üzüntüyle cenaze
merasimine katılmaları ondaki evrensel damarın daha o zamanlar keşfedildiğini
ve bugün de ona bu yönüyle değer ve önem verildiğini göstermektedir. Burada şu
soruyu sormanın vaktidir. Nedir Mevlana’da olan farklılık. Mevlana kimdir? Bir
şair mi, filozof mu, mutasavvıf mı? Yeni olarak ne sunmuştur ve bu yeni olanı
nasıl anlatmıştır ki bütün insanlık onu bu denli benimsemiştir. Bu noktada
söylenmesi gereken ilk söz, şudur: Mevlana, Türk-İslam kültünün yetiştirdiği
bir ilim ve irfan ehlidir.
Onu anlamak
için İslam kültürünün aslî dinamikleri ve yaşadığı çağın özellikleri iyi
bilinmeli ve bu kültüre Mevlana’nın getirdiği yorum iyi anlaşılmalıdır. Duruma
bu şekilde baktığımızda onu sadece bir şair olarak göremeyiz. Zira bizzat
kendisi, şiiri bir vasıta olarak kullandığını ve asıl gayesinin şiir söylemek olmadığını
eserlerinde sık sık belirtir. Onu insanî yönü dolayısıyla batılı anlamda bir
hümanist felsefeci olarak görmek de yanlış olur. Zira Batı, insan kavramını
Mevlana’dan asırlar sonra öne çıkarabilmiştir.
Üstelik Batı
hümanizmi ile Mevlana insaniyetçiliği arasında çok temel farklılıklar vardır.
Batı hümanizmi insanı Allah’tan kopuk ele alırken Mevlana ve onun gibi olan
insaniyetçi sûfiler insanı Hak gerçeği ile birlikte alırlar. Dolayısıyla
Mevlana, tamamen Kur’an ve sünnete bağlı bu temel kaynakları iyi özümsemiş ama
bilginin maddî boyutunda kalmayarak irfan boyutuna geçmiş, dahası geliştirdiği
aşk felsefesini bir yaşama üslubuna, evrensel olarak kabul görülebilecek bir
anlayışa dönüştürmüştür.
Bu yüzden
çağımızda da eğer Mevlana’dan insanlığın bugününe ve geleceğine ait bir
aydınlanma ümit ediyorsak onu aslî kimliğiyle anlamak ve anlatmak zorundayız.
“Hangi Mevlana?” sorusunu doğru şekilde cevaplandırmalıyız. Çünkü bugün için
ortada çok vahim bir durum vardır. Mevlana, hiç ilgisi olmadığı halde dinler ve
inançlar üstü bir insan olarak gösterilmek istenmekte, ticarî ve turistik bir
kazanç vasıtasına dönüştürülmeye cüret edilmekte, Konya’daki türbesi de
kimileri için bir günah çıkarma yeri olarak görülmektedir. Mesela Mevlevîlik’te
bir ibadet ve zikir olarak görülen sema, renkli iftar salonlarında, lüks otel
salonlarında bu niteliğinden soyutlanarak tamamen bir “show”a dönüştürülmüştür.
Bu durum karşısında çok duyarlı olunmalıdır.
Horasan
illerinden gelen yolcu
Aba var, post
var, meydanda er yok; Horasan erlerinden bir haber yok. Uzun yollarda durdum
hiç eser yok Diyar-ı Rum’a gelmiş evliyadan
Yahya Kemal
Beyatlı
Yahya Kemal
Beyatlı, yukarıya bir bölümünü aldığımız “İthaf” isimli şiirinin başlangıcında
bu şiirin anlaşılmasına bir vesile olsun diye “Abdülhak Hamid’den sonra ledünnî
şiirin menbaları kurudu.” der. Bu söz, aynı zamanda bir “hayıflanma”yı da
hissettirir, hatta bir tenkidi... Çünkü bu hayıflanma tasavvufî düşüncenin
hayatımızdan çekilmesiyle ilgilidir. Tenkid de muhtemelen tasavvufî kurumların kapanması/kapatılmasıyla
ilgilidir. Çünkü şiirin devamında tasavvufsuz bir hayatın nasıl çoraklaştığı,
karardığı üzerinde durulur. Artık “semadan nur inmemesinden”, “destur” diyecek
pirlerin ve erlerin ortada olmayışından söz edilir. Konuyla ilgili vurucu dörtlük
ise yukarıya aldığımız kısımdır.
Yahya Kemal, bu
kanaatinde elbette haklıdır. Üstelik kuruyan sadece “ledünnî şiirin menbaları”
değil bütün bir hayatımızdır. Tanzimat’la yönümüz Batı’ya çevrilince, bu tercih
bir yandan kadim devletimizin yıkılmasına yol açarken bir yandan da bu
yıkılışla birlikte bu medeniyeti kuran, yaşatan, ayakta tutan her türlü
değerler manzumesi de
-buna tasavvuf
da dahil-ortadan çekilmiştir. Bu durumda karşılaştığımız manzara ise tam
anlamıyla bir “boşluk”tur. Ve bu boşluk, hiçbir felsefî düşünce yahut akım
tarafından doldurulamamıştır. Ortaya çıkan sonuç ise insanın yeniden gaflet
perdesine bürünmesi, benlik elbisesini giymesi, Yaradıcı’dan uzaklaşması, O’nu
ve kendini unutmasıdır. Böyle bir durumun insanlık için doğuracağı menfi
sonuçlar ise hepimizin, bütün insanlığın yaşadığı/yaşamakta olduğu ve bu
hatadan dönmezse yaşayacağı olumsuzluklardır.
Gönül erlerinin
ortadan çekilmesiyle ortaya çıkan bu manzara karşısında Yahya Kemal’in bu
şiirinde söyledikleri bir feryat olarak da görülebilir. Hatta aynı zamanda o
muhteşem çağlara bir hasret... Çünkü o Anadolu ki, Horasan erenlerinin bu
toprakları kutlu bir yurt yapmalarından asırlar sonra böyle bir kaderi ve
kederi de yaşamak zorunda kalmıştır. Ama bir toprak “ana” ise onun hamuruna nice
bin evliyanın nefesi katılmışsa elbette gün gelecek hayat-ı asliyesinin bu
canlı damarına kavuşacaktır. Çünkü varlığını, canlılığını asırlarca bu
düşünceyle devam ettirmiş, bağrında binlerce güzellik bu düşünceyle oluşmuştur.
Gün gelecek, Horasan erenleri çekildikleri, çekilmek durumunda kaldıkları bu
topraklarda yeniden İsa nefesi üfleyecek, ya yeni erler yetişecek ya da
öncekiler yeniden konuşacaklardır.
Nitekim öyle de
olmuştur. O yıllarda hayattan kovulan bu anlayış, Yahya Kemal’in
şiirinde/şiirlerinde olduğu gibi kimi zaman bir şairin mısraları arasına
gizlenmiş, kimi zaman ebruda, minyatürde kendini muhafaza altına aldırmıştır.
Düşünce hayattan çekilmek zorunda bırakılsa bile sanat eserlerinde varlığını
sürdürmeye devam etmiştir. Ya da mukim olduğu gönüllerde, aşk-ı ilahînin
tecelligâhı bu kutlu yerde toprağın altına gizlenmiş bir tohum gibi uygun
mevsimin gelmesini beklemiştir. Nitekim Yahya Kemal’in son demlerine
yetişebildiği “sohbet halkaları” yeniden
kurulmuş ve
tasavvuf modern çağın önüne yeniden bir diriltici ışık olarak gelmiştir.
Bu ışığın
çağlar boyunca en parlağı şüphesiz ki Mev-lana olmuştur. Dolayısıyla biz şimdi
bugünü bırakarak geçmişe dönelim ve Horasan ellerinden gelen bu yolcunun
öyküsünü hatırlayalım bir kez daha... Çünkü onu hatırlamak, anlamak, onu ve
düşüncesini yeniden hayata katmak manasına gelecektir. Bu, mevcut izmihlalle
semamızı kara bulutların kapladığı vehminin nasıl yanıltıcı bir zan olduğunu da
anlamak demek olacaktır aynı zamanda... Çünkü Mevlana’nın yaktığı kutlu ışık
hiç sönmedi. Sadece insanlık ona uzak kaldı... Üstelik bugün Mevlana ateşi nice
yürekleri tutuşturacak; Mevlana rüzgârı sadece, neşet ettiği Anadolu
topraklarını değil bütün arzı diriltecek bir nefes hükmündedir.
“Mevlana, yedi
yüz yıl evvel dünyayı büyük bir kargaşadan kurtarmıştır. Günümüzde Avrupa’yı
kurtaracak tek şey de onun eserleridir, fikirleridir.” Prof. Dr. Artur J.
Arberry’nin bu sözleri şahsî bir kanaatin eseri değil bütün bir insanlığın
ortak sesidir. Bunun farkında olsak da olmasak da bu böyledir. Zira yedi yüz
yıl öncesinin şartlarını hatırlayacak olursak bunun böyle olduğu bu nefesin
diriltici soluklarının bugüne de bir Rahman şifası ulaştıracağı/ ulaştırdığı
muhakkaktır.
Erenler
kervanında bir çocuk
Mevlana,
Anadolu’ya çocuk yaşta iken geldi. Babası, bilginler sultanı Bahaeddin Veled,
ailesinin diğer fertleri ve yakın dostlarıyla görünüşte Moğol zulmünden göç
ediyorlardı. Oysa kaderin kudret eli onları Mevlana düşüncesinin
bereketleneceği uygun bir toprağa getiriyordu. Burası Anadolu’ydu... Konya
idi... Üstelik bu gelişin hususi bir sebebi de vardı. Mevlana bu durumu kendisi
şöyle açıklamaktadır: “En iyi ülke Anadolu ülkesidir. Fakat bu
ülke insanları
mülk sahibi Allah’ın aşk âleminden ve deru-ni zevkten -o dönem itibarı ile- çok
habersizdiler. Sebeplerin yaratıcısı Allah, hoş bir lütufta bulundu,
sebepsizlik âleminden bir sebep yaratarak bizi Horasan ülkesinden bu Anadolu
vilayetine çekip getirdi.”
Bu geliş birden
bire olmadı. Değişik yerlere gidildi. Irak, İran Suriye ve Anadolu’da Erzincan
taraflarına... Ardından Darende ve nihayet Konya... Çağın yeni güneşi Konya’da
doğup parlayacaktı. Zaten yol boyunca da görüştükleri devrin ünlü sûfîleri bu
müjdeyi Mevlana’nın babasına vermişlerdi. Mesela Nişabur’da karşılaştıkları
Feridüddin Attar, Mevlana’nın alnındaki kemali görerek: “Çok geçmeyecek, bu
senin oğlun âlemin yüreği yanıklarının yüreklerine ateş salacaktır.” demiştir.
Yine Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabî’nin, babasının ardından yürüyen Mevlana’ya
bakarak söylediği şu söz aynı manadadır: “Sübhanallah… Bir okyanus, bir denizin
arkasından gidiyor.”
Pek çok Horasan
ereninin bir misyonla gelip görev yaptığı Anadolu’da Mevlana ailesi farklı bir
misyonla yüklenmişti... İlim, irfan ve aşk dersinin hocalığıydı onları bekleyen
bu görev... Kılıçların açtığı maddî yara zamanla kapanırken bu kargaşanın
ruhlarda açtığı yaranın doktoruydu beklenen... Üstelik Haçlı saldırıların
yaraları böylece iyileştirilirken ikinci bir kader olarak Anadolu’ya gelecek
Moğollara karşı da bir direnç oluşturulmalıydı. Bu direnci önce direnişe sonra
arınmış bir gönülle aşk cihadına çevirecek olan ise çocuk yaşta geldiği
Anadolu’da din eğitimini tamamlamış, gönül eğitiminde bir hayli yol almış ve
Şems-i Tebrizî’nin estirdiği güçlü rüzgârla içindeki ateşi alevlenmiş Mevlana
idi...
Mevlana’yı
farklı kılan şüphesiz ki tasavvufu, babası gibi kişisel olgunlaşma disiplini
olmanın ötesinde toplumsal bir boyutta ele alması, tebliğ, irşad ve
mücadelesini buna göre yürütmesiydi. Şüphesiz ki her mutasavvıfta bu çizgi
vardır ama bu
durum, onda bir toplumsal kurtuluş projesine dönüşmüştür. Durmadan talebe
yetiştirmesi, bunları Moğol istilası altındaki bölgelere bir kurtuluş eri
olarak göndermesi, onun toplumsal görevinin bu yönünü teşkil ediyordu. Bu
manevî güçlendirmede seçtiği bir başka yol ise tebliğ ve irşadının o güne kadar
bu çapta denenmemiş yeni yöntemleriydi. Bu yöntemler, şiir, musiki ve sema idi.
Bunların
aslında her üçü de insanı içinden diriltmenin, şevklendirip ayağa kaldırmanın
vasıtalarıydı. Bu yüzden kalbe yönelerek onun yeniden atmaya başlamasının
tesirli vasıtalarıydı. Zira kalp dirilirse beden de zihin de dirilecekti.
Böylece Mevlana, klasik irşad metotlarından farklı olarak şiir ve musiki
sanatını bu mücadelede bir araç olarak seçti. Çünkü içinde yaşadığı devrin
şartlarının şuurun-daydı Mevlana...
Şiirin ve
musikinin diriltici gücü
Manevî coşkuyla
dolu olan gönül sahibinin dili de elbette en uygun vasıta olarak şiiri
seçecekti. Ama şiir, onda tabi bir söyleyiş şekli ve bir “eğitim aracı” idi.
Nitekim kendisi de ben şiir söylemiyorum. Benim konuşmam böyledir, demekteydi.
Yani onun için şiir, günlük konuşma diliydi. Mesnevi böyle yazıldı, Divan-ı
Kebir, Fîh-i Mâ Fîh, Mektubat, Mecalis-i Seb’a böyle oluştu.
Mevlana, şiirle
girmeyi başardı insan gönlüne. Gönüllerdeki kıvılcımı yanardağlara çevirdi.
Ardından o gönülleri musiki ile kanatlandırdı. Çünkü ona göre musiki “Elest
bezminin avazesi”ydi. Mevlana bu durumu şöyle açıklar. Allah, ruhlar âlemde:
“Ben Sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sordu. Yaratıcının sesindeki güzellik
ruhları öylesine etkiledi ki bu güzel ses karşısında bir an cevap veremediler.
Daha sonra ise ancak “Evet...” diyebildiler. Ruhlar, bu tasdikten sonra
bedenlerine bürünüp dünyaya geldiklerinde o ilk duydukları sesteki letafeti
aramaya başladılar.
“Elest bezminin
avazesi”yle hedeflenen, çirkinlikten güzelliğe, çokluktan tekliğe, yalandan
hakikate ulaşmaktı. Böyle bir manevî oluşum için önce ruhî kirlerden arınmak
gerekiyordu. Mevlana sözün ve nağmelerin tesir gücünü biliyordu. Mesela ney,
ayrılığın yanık sesiydi. Bu sesi duymadan bu acıyı anlamak ve kavuşmayı
özlemek mümkün
değildi. Böylece ney, ötelerin, az önce belirttiğimiz gibi geldiğimiz âlemin
seslerini, o âlemin konuşmalarını hatırlatıyordu. Nitekim öyle oldu. Neyin
nağmeleriyle bu dünyanın örtüsünü üzerimizden atıp kulaklarını hakikate açmanın
sırrını öğrendi insanlık. Neyle sıcak nefes üfledi gönüllerine... Çünkü onun
nağmeleri Mevlana’ya göre Hz. Peygamber’in Hz. Ali’ye söylediği sırrın
şerhiydi... Bu sır ise her şey demekti. Varlığın, yokluğun, kudretin, acziyetin
anlaşılabilmesi bu sırrın bilinmesiyle mümkündü.
Sadece ney
değil rebap da tanbur da aynı şey içindi. Rebap da tıpkı ney gibi Allah’tan
ayrılıp şu fani dünyaya gelişimizin feryadını dile getirmekteydi. Rebab
dinlemekten maksat, yana yakıla hasret çekenler gibi Allah hitabını hayal
etmekti. Kalp düğümlerini çözendi, kilitlenmiş kalp şehrinin kapılarını açandı.
Zincirleri kırandı. Beden kaydından kurtulup aşk ülkesine yol almak
isteyenlerin yol kılavuzuydu. Kapkaranlık bir geceyi onun sesi aydınlatıyordu.
Onun sesi o ülkedendi, O’ndandı. O’nun yayıyla okuyla vurulmanın biricik
silahıydı rebap...
Ağıt sesine,
inleyişlere alışmak durumunda kalan gönülleri bir düğün evine taşıyacak olan da
def sesiydi. Çünkü bir olanla birlik içinde olmanın hali bir düğün havası
içinde olmaktı. Oydu her kederi bir şarab-ı ilâhî tadıyla sevince dönüştüren.
Gamları gideren... Öyle bir sesti ki defin sesi, Hz. Mevlana onun sırrını ifade
için şöyle demekteydi: “Kardeş, mezarıma defsiz gelme çünkü Allah meclisinde
gamla oturmak yaraşmaz.” Mevlana çağının bin manevî tabibi olarak sesle, sözle
iyileştirdi insanların gönül yaralarını çünkü âşıklara gıda olan güzel ses ve
söz, onunla yüce manaların, derin sırların taşıyıcısı oldu. Böylece kalpler
huzura kavuştu, Allah’la beraber olmanın zevkini tattı.
Ve sema
Sözün ve
nağmenin kanatlandırdığı gönül elbet beden zincirlerini kırıp sonsuzluk
semasında dönmeyi de arzu edecekti. Çünkü sema, musiki nağmelerini, güzel sesi
duymak, dinlemekti ve Mevlana’ya göre güzel sesi dinlemek âşıklara gıdadır.
Çünkü güzel sesi dinlemekte kalp huzuru ve Allah’a vuslat zevki vardır. Öte
yandan yine ona göre biz, hepimiz Âdem Aleyhisselam’ın cüzleriydik. Cennette o
nağmeleri duyduk ve dinledik. Gerçi su ile toprak bize şüphe verdi ama yine o
nağmeleri birazcık hatırlıyoruz.
Sema böyle
doğdu. Can gözüyle cananı görmek, kâmil imana ulaşmak, Hakk’tan gelen fermana
itaat etmek yani kulluğun şuuruna varmak hedefinden dolayı sema törenleri bir
aşk meclisi idi. Böylece sema, gökler ötesi âlemin hatırlatıcısı idi. Sema
yaparak işte böyle bir âlemin kapılarını çaldı gönüller... Dünya bağlarından
kurtulup özgür olmanın en emin yoluydu sema... Uykudan uyanma, benlikten
kurtulma, böylece iç âlemi aydınlatma. Ama bunlar yapılırken tabi ki temel gaye
hiç değişmedi. Temel gaye İslam ahlakı idi. Bu ahlakı önce kişilere sonra
topluma ve hayata aşılamaktı. Bunun için bir miraç provası gerekliydi ve bu da
ancak sema olabilirdi. Öte yandan derviş, gaflete düşebilirdi. Bu yüzden onlar
Allah’a özleyişleri artsın, ahirete inanış sevgileri çoğalsın, dünyaya
gönülleri yabancı olsun diye sema ederlerdi.
Sema, kemale
doğru manevî bir yolculuğun hikâye-siydi... Bütün varlıklar için var olmanın
temel şartı nasıl dönmekse bu insan için de böyleydi. Her şey döndüğü gibi
insanoğlu da bünyeyi teşkil eden atomlardaki mevcut dönmelerle, vücudundaki
kanın dönmesiyle topraktan gelip toprağa dönmesiyle, dünya ile beraber
dönüyordu. Dünya dönüyordu, ay ve güneş dönüyordu bütün varlıklar dönüyordu.
Mevlana bütün bir kâinatın bu dönüşüne sadece kuru bir dalın katılmadığını
söyler divanında...
Dünyadaki
raksların hepsi
Sadece semavî
raksın bir koludur
Hayattaki
raksların hepsi de
Ruhun raksının
bir dalıdır.
Bu dönüşte
rehber hem akıl hem de aşktır. Çünkü kulun hakikate yönelmesi ancak böyle
gerçekleşebilir. Akılla aşkla yücelip nefsi terk ederek hakta yok olma ve
olgunluğa ulaşma... Nitekim sema ritüellerinin her birinin sembolik manaları
bununla ilgilidir. Mesela semazenin hırkasını çıkarması, dünya bağlarından ve
benlikten sıyrılmayı ifade eder.
Ölüm fikrini
içselleştirmek burada önemlidir. Bu yüzden semazenin sikkesi, nefsinin mezar
taşını, üstündeki beyaz tennuresi de nefsinin kefenidir. Çünkü nefsi öldürmeden
dirilmenin imkânı yoktur. Öte yandan semazenin kollarını çapraz bağlaması
Bir’in varlığını tasdik mana-sındadır. Yine dönerken kolları açık sağ eli dua
edercesine göklere, Hak gözüyle baktığı sol eli yere dönüktür. Bu Hak’tan
alınan ihsanın halka saçılmasıdır. Dönüşün sağdan sola kalbin etrafında oluşu
ise bütün yaratılmışları, bütün kalbiyle sevgi ve aşkla kucaklayıştır.
Yine sema,
yaratılış öyküsünün bir temsilidir... Semaın birinci bölümde söze naatla
başlanması yani peygamberi övmek onun ilâhî aşkın temsilcisi olmasındandır. O
Hz. Muhammed’tir ki erenlerin diliyle muhabbetten hâsıl olmuştur. Tabi ki asıl
övgü aşkı yaratan, aşkla yaratanadır. Bu övgünün yapıldığı birinci bölümden
sonra duyduğumuz kudüm darbesi kâinatın yaradılışındaki “ol” emrini temsil
eder. Bizzat Mevlana’nın kendi ifadesiyle sema: “Beli (evet) sesini işitmek,
kendinden kopmak ve O’na kavuşmaktır. Dost’un halini görüp bilmek ve lâhut
(ilâhî âlem) perdelerinden Allah’ın sırlarını işitmektir.”
Kudüm
darbesinden sonra duyulan ney sesiyse ilahî nefesin bedenlerimize liflenmesinin
remzidir. Sonraki
bölümdeki
semazenlerin selamlaşması ruhlar âleminde ruhun ruha selamını ifade eder.
Sema, asıl bu
selamdan sonra başlar. Bundan sonra se-mazen üstündeki siyah hırkayı çıkarır.
Bu terk-i dünya ile hakikate doğmak, kollarını bağlaması Bir’e yönelmek,
kulluğu idrak ediş, diğer selamlar ise sırasıyla kudret önünde duyulan
hayranlığı dile getirme, bu hayranlığın doğurduğu minnet ve şükür duygusuyla
aşka dönüşme ve aklı işte bu noktada aşka kurban etmedir. Vuslat demidir bu
dem... Kemal kulluk mertebesi... Bu idrak edişten sonra insan yeniden kulluğa
döner...
Sonunda okunan
Fatiha ile görünüşte biten ama insan ruhunda devamlı gerçekleşen sema töreni
biter ve semazen hücresine çekilir. Vakit şimdi tefekkür vaktidir ve sükût
gerekir.
Son olarak şunu
da eklemek gerekir, sema dinin neresindedir, var mıdır yok mudur? Bu
tartışmalar asırlar boyunca hep sürdü... Bunun cevabını da yüz yıllar önce yine
Mevlana verdi: “Müzik cennet kapılarının gıcırtısıdır.” Orada bulunanlardan
biri: “Kapıların gıcırtısı hoşuma gitmiyor.” der. Bunun üzerine Mevlana şöyle
buyurur: “Ben kapıların açılmasını, sen de onların kapanmasını duyuyorsun.”
Mevlana’ya
adanmış şiirler
“Mesnevi
şevkini eflake çıkarmış nâyız
Haşre dek
hem-nefes-i Hazret-i Mevlana’yız
Yahya Kemal
Beyatlı
Tasavvuf
büyüklerinin kurucusu oldukları ya da adlarına izafeten kurulan tarikatların
toplum hayatımızı çok yönlü etkiledikleri bilinen bir durumdur. Ne var ki
hiçbir sûfinin etkisi Mevlana’nınki, hiçbir tarikatın etkisi de Mevlevîlik
kadar yaygın ve etkili olmamıştır. Mevlana ve Mevlevîlik etkisini; siyasî hayatımızdan
günlük hayata, musikiden mimariye, edebiyata kadar her alanda yoğun bir şekilde
görmek mümkündür. Üstelik bu etki belli bir dönemle sınırlı kalmamış, sürekli
olmuştur.
Mevlana ve
Mevlevîlik, etkisini en çok da şiir ve musiki alanında göstermiştir. Çünkü
Mevlana hem sûfi hem de şairdir. Dillendirdiği hakikatler şiir ve aynı zamanda
musikinin etkileyici tesir gücüyle insanların gönlünde çabuk karşılık bulmuş,
böylece zaman içerisinde çok sayıda Mevlevî müntesibi şair yetişmiş, ya da
ondan feyz ve ilham almak suretiyle yine Mevlana hakkında çok sayıda şiir
söy-lenmiş/yazılmıştır. Dolayısıyla Mevlana da tıpkı çağdaşı Yunus Emre gibi
sadece şiir söyleyen değil şiirleri aynen yahut kısmen iktibas edilen,
tercümesi ve şerhi yapılan ve hakkında şiir söylenen/yazılan bir isim olmuştur.
Mevlana’nın bu
anlamdaki etkisi daha yaşadığı yüzyılda başlar. 13. asırda Ahmet Fakih, Şeyyad
Hamza, oğlu Sultan Veled ve hatta yer yer Yunus Emre üzerinde çok açık görülür.
“Mevlana Hüdavendigâr bize nazar kılalı / Onun görklü nazarı gönlümüz
aynasıdır.” diyen Yunus Emre’nin kimi şiirleri adeta Mevlana şiirinin Türkçe
söylenmiş şeklidir.
Mevlana ve
şiirinden etkilenme bazen kendisini Mev-lana övgüsünü konu alan şiirler
biçiminde gerçekleşmiştir. 14. asırda ise bu etki daha da artmış, Klasik
edebiyatımız neredeyse bir “mesnevi edebiyatı” görünümüne bürünmüş, mesnevi
nazım şekliyle yazılmış pek çok eser ortaya konmuştur. Gülşehri, Âşık Paşa
burada hemen hatırlamamız gereken isimlerdir.
Sonraki
asırlarda da Mevlana ilgisi artarak devam etmiştir. 15. asırda Muînî tarafından
Mesnevi’nin ilk manzum tercüme ve şerhi yapılmış, Dede Ömer Ruşenî, hemen her
şiirini Mevlana ilhamlı olarak yahut ona methiye şeklinde kaleme almıştır. 16.
asırda ise şair tezkirelerinde Mevlana’ya çok özel yer ayrılmış, yine bu çağda,
Şahidî İbrahim Dede, Yusuf Sineçâk gibi büyük Mevlevî şairleri yetişmiştir. Bu
listeye sonraki yüzyıldan Neşatî’yi, 17. asırdan Nef’iyi, Nabi’yi ve 18. asırda
Mevlevîliğin en büyük şairi sayabileceğimiz Şeyh Galib’i eklemeliyiz. Şeyh
Ga-lib ki: “Esrarımı Mesnevi’den aldım / Çaldımsa mîri malım çaldım.” diyecek
kadar kendini yok sayarak tamamen Mevlana etkisinde şiir yazdığını söylemiş bir
isimdir. Bu arada Esrar Dede de unutulmamalıdır. Zira o, şu şiirinde de
görüleceği üzere serâpa bir Mevlana âşığıdır:
Efendimsin
cihânda itibarım varsa sendendir
Miyân-ı
âşıkânda iştihârım varsa sendendir Benim feyz-i hayatım hâsılı ruh-ı revânımsın
Eğer sermâye-i ömrümde kârım varsa sendendir
Bizi burada
özellikle Mevlana muhabbetinin ve tesirinin 19. ve 20. yüzyıldaki etkisi
üzerinde duracağız. Çünkü önceki asırlarda devlet ve toplumun değerleriyle
Mevlana’nın söylediği fikirler arasında bir problem yoktur. Ama son iki
yüzyılın durumu farklıdır. Zira yönümüz 19. asırda Batı’ya dönmüştür. Bu benimsenen
değerler açısından önemlidir. Bu değişen değerler çerçevesinde Batı kültürü
ağırlığını hissettirmeye, dolayısıyla benimsenen isimler ve eserler de
değişmeye başlamıştır. Ama bu durum Mevlana ilgisini, tesirini asla yok
edememiş, Batıcılığın henüz bir heyecan halinde ele alındığı bu çağda bile
Şem’i, Yenişehirli Avni ve iki büyük hanım şair Şeref ve Leyla Hanım karşımıza
önemli örnekler olarak çıkarlar. Mevlana ve Mevlevîlik bu iki hanım şairin
divanlarında da ağırlıklı temadır. Bu isimlerin Mevlana muhabbetine örnek
olması açısından Leyla Hanım’dan kısa birer örnek verelim:
Genc-i esrâr-ı
nihândır Hazret-i Monlâ-yı Rûm
Cism-i
dervişâna cândır Hazret-i Monlâ-yı Rûm Şem-i bezm-i âşıkandır Hazret-i Monlâ-yı
Rûm Rehnümâ-yı sâlikandır Hazret-i Monlâ-yı Rûm
20.
yüzyılda da durum aynıdır. Cumhuriyet’le birlikte tekke ve
zaviyeler kapatılmış, kurumsal anlamda tarikatlar sona erdirilmiş, tasavvufa
karşı bir tepki oluşmuştur. Bütün bunlara rağmen Mevlana Türk şiirinde yine pek
çok şairimize ilham kaynağı olmuş, Mevlana muhabbetiyle pek çok şairimiz
şiirler yazmaya devam etmişlerdir. Hatta bu durum bununla da kalmamış, Kenan
Rifai, Veled Çelebi, Ahmed Avni Konuk, Mithat Bahari Beytur, Abdülbaki
Gölpınarlı, Şefik Can gibi isimlerle Mevlana ve Mevlevîlik ilmî anlamda çok
önemli araştırmalara konu olmuştur. Fakat bizim asıl maksadımız Mevlana ve şiir
bahsi olduğu için sözü yeniden şiire getirecek olursak bu dönemde de Hz.
Mevlana’dan mülhem şiir yazan yahut
onun övgüsünü
şiirlerinde dile getiren çok sayıda şairimiz bulunmaktadır.
Bu isimler
arasında kimler yok ki… Yazımızın başına Mevlana ile ilgili bir beytini
aldığımız Yahya Kemal en başta hatırlanması gereken isimdir. İlgi çekecek bir
isim ise Nazım Hikmet’tir. Sonradan sosyalist dünya görüşünü benimseyen Nazım
Hikmet, ilk gençliğinde tam bir Mevlevî muhibbi idi. Bu muhabbette elbette bir
Mevlevî olan şair dedesinin tesiri vardır. Nazım Hikmet, Mevlana sevgisini
hayatı boyunca sürdürmüş hatta ondan rubailer bile çevirmiştir. Nazım’ın
Dergâh’ın Kuyusu, Ağa Cami gibi mistik ve dini şiirlerinin yanında bizzat
Mevlana adına yazdığı şu şiirini hatırlamadan geçemiyoruz:
Sararken alnımı
yokluğun tacı
Gönülden
silindi neş’eyle acı
Kalbe
Muhabbette buldum ilacı
Ben de
mürîdinim işte Mevlana
Ebede set
çektim zulmeti deldim
Aşkı içten
duydum arşa yükseldim
Kalpten
temizlendim huzura geldim
Ben de
mürîdinim işte Mevlana
Cumhuriyet
döneminde Millî Eğitim Bakanlığı yapan Doğu ve Batı klasiklerinin Türkçeye
kazandırılmasında büyük emeği olan Hasan Ali Yücel de bir başka isimdir. Onun
babası da Nazım’ın babası gibi Mevlevî dervişidir. Dolayısıyla ilk çocukluk
yıllarında Mevlevî kültürünün hâkim olduğu bir çevrede yetişir. Bu durum onun
şiirlerine de yansıyacaktır:
Sönmeyen aşk,
dinmeyen heyecan;
Yıpranan tende
berk uran bir can
Onu örter bu
Kubbe-i harda;
Söndürür Şems-i
orda Mevlana
Kubbe-i
Hadra’dan bahsetmişken bunu bir kitabına ad yapacak kadar Mevlana’ya bağlı bir
isimden, Arif Nihat Asya’dan da bahsetmek gerekecektir. 1933 yılında Fransızca
öğretmeni Hakkı Mahmut Soykal aracılığıyla son dönem Mevlevî büyüklerinden
Ahmet Remzi Akyürek’le tanışıp bu tanışma neticesinde Mevlevîliğe intisap eden,
tarikatın gerektirdiği dervişlik eğitiminden geçerek Mevlevîliğin son dönemdeki
önemli isimleri arasına katılan Arif Nihat Asya da şiirlerinde şu örnekte
görüleceği gibi Mevlana sevgisine çokça yer vermiş bir şairimizdir:
Her etek bir
tennuredir
Her satır bir
sûredir
Her edâ mânâ
demek
Konya Mevlana
demek
Gel ki yollar
boş değil
Her nefes ney,
her yeşil
Kubbe-i hadra
demek
Konya Mevlana
demek
(…)
Modern Türk
şiirinde mistik temayülün ilk önemli temsilcisi olan Asaf Halet Çelebi ise
babasıyla çocuk yaşlarda okumaya başladığı Mesnevi ile hayatı boyunca devam
edecek Mevlana muhabbeti kazanmış Mevlevî dedesi Ahmet Remzi Akyürek’le aldığı
musiki dersleri vesilesiyle kurduğu yakınlık bu muhabbeti daha da artırmış ve
şiirini büyük ölçüde Mevlana’ya hasretmiştir. Mevlana rubaileri konusunda
edebiyatımızda ilk ciddi incelemelerden birinin sahibi olan Çelebi, bu
rubaileri aynı zamanda Türkçeye de çevirmiştir. Bu ilginin bir örneği olarak
onun Sema-ı Mev-lana şiirine bakmak yeterlidir:
Sema-ı Mevlana
tennure giymiş
ağaçlar aşk niyaz eder mevlana
içimdeki nigar
başka bir
nigârdır
içimdeki sema’a
nice yıldızlar
akar
ben dönerim
gökler döner
benzimde güller
açar
güneşli
bahçelerde ağaçlar
halaka-s
semavâti-vel’ard
yılanlar ney
havalarını dinler
tennure giymiş
ağaçlarda
çemen çocukları
mahmur
caaan
seni
çağırıyorlar
yolunu kaybeden
güneşlere
bakıp
gülümserim
ben uçarım
gökler uçar
Cumhuriyet
döneminde şiirinden Mevlana feyzi ve ilhamı bulunan kadın şairimiz ise Halide
Nusret Zorlutuna’dır. Mevlana, Efendim, Çağırın Beni Işıklarla gibi şiirlerini
tümüyle Mevlana sevgisini hasreden Zorlutuna, son asrın Leyla Hanım’ı, Şeref
Hanım’ıdır. Onun Mevlana sevgisini dile getirdiği bir dörtlüğü şöyledir:
Gönlüme sultan
efendim
Derdime derman
efendim
Sana fedâ can
efendim
Mevlana! Aman
efendim.
Yine bu tarzda
Fazıl Hürsü Dağlarca’yı, Bekir Sıtkı Erdoğan’ı, hayatını Mevlana çalışmalarına
hasreden Feyzi Halıcı’yı, unutmamak gerekir.
Görüldüğü gibi
başlangıcından itibaren Mevlevîlik ve yaşadığı asırdan bu yana Mevlana,
hayatımızı olduğu gibi edebiyatımızı da büyük ölçüde etkilemiş bir sûfidir.
Onun ilhamıyla yazılmış ve ona adanmış şiirlerin sayısı ciltler tutacak
miktardadır. Böyle kapsamlı bir çalışmanın yapılması temennimizi dile
getirirken bu alanda yapılmış iki önemli çalışmayı da burada anmakta fayda var.
Bu çalışmalardan ilki Mehmet Önder, diğeri ise Feyzi Halıcı tarafından
gerçekleştirilmiştir. Bu eserler gerek Mevlevî şairler gerekse Mevlana konulu
şiirler söyleyen şairler bakımından önemli birer kaynak durumundadır.
Mevlana’dan
günümüze mesajlar
Mevlana,
Türk-İslam medeniyetinin en seçkin temsilcilerinden olan bir bilgin, bir şair,
bir gönül insanıdır. Yaşadığı sürece bütün gayesi olgun bir insan olmak ve
başkalarını da aynı şekilde olgunlaştırmak olmuştur. Çünkü insanın nefsî
tarafları, onu hep yanlışa ve kötüye çağırır. İnsan ancak iman, bilgi ve
bilinçle önce kendi nefsi üzerinde egemenlik kurar. Sonra sahip olduğu bu düzeye
çevresindekileri de getirmek ister. Bu, güzel olanı yaygınlaştırmak, kötü olanı
engellemek çabasıdır ki kişisel ve toplumsal gelişmeyi hızlandırır ve mutlu bir
hayat böyle gerçekleşebilir.
Mevlana, işte
böyle bir mücadelenin insanı olmuştur. Önce çok ciddi bir ilim tahsili yapmış,
ardından tasavvuf yoluna girerek gönle ait bilgilere de ulaşmıştır. Bu süreç
sonrasında bilgisiyle, görgüsüyle, ahlakıyla, yaşantısıyla insanlara örnek
olmuş; çevresini aydınlatmış, Moğol saldırılarıyla her anlamda güç duruma düşen
insanları inanç, düşünce, bilgi ve ahlak bakımından yetiştirmiştir. Bu yüzden
onu aynı zamanda bir öğretmen, bir bilge olarak da görebiliriz.
Bilgin, sadece
bilgi sahibidir. Bilge ise bu bilgileri davranışa dönüştüren ve hayata
geçirilmesini sağlayan kişilerdir. Mevlana da böylesi isimlerden biridir.
Dolayısıyla o Erich From’un dediği gibi: “Sadece büyük bir şair, eşsiz bir
mutasavvıf
değildir.” O aynı zamanda insan tabiatının derinliklerine inmiş, insanın
içyüzünü keşfetmiştir. Mevlana işte bu yönüyle insanın psikososyal yapısını çok
iyi bilen biri olarak kimi zaman şiirle, kimi zaman hikâyelerle, kimi zaman,
vaaz ve sohbetleriyle insanı kendiyle yüzleştirmiş, eksikliklerini,
üstünlüklerini göstermiş, nasıl bir halde bulunursa mutlu ve olgun hâle gelebileceğinin
derslerini vermiştir.
Mevlana bir
öğretme-kavratma yöntemi olarak kimi zaman da öğütlere başvurmuştur. Bugün
birer vecize değerinde kabul ettiğimiz ve derin fikirleri kısa ve özlü olarak
anlatan: “Her rüzgârda otlar gibi sallanırsan, dağlar kadar bile olsan bir ota
değmezsin.” “Ümitsizlik diyarına gitme, ümitler vardır, karanlığa varma,
güneşler vardır.” “Geveze birine sır söylemek, çatlak testiye su koymaya
benzer.” şeklindeki sözleri dün olduğu gibi bugün de insanlığa ışık tutucu
niteliktedir.
Bilgelerin
öğütleri böyledir. Bir cümlesi bile bazen onlarca kitabın anlattığını özetler.
Çünkü onlar, üzerinde çokça düşünülmüş, gereksiz ifadelerden arındırılarak
damıtılmış sözlerdir. Mevlana’nın eserlerinde bu özellikte çok sayıda söz
vardır. Bunlar, bu eserlerden yola çıkarılarak “Mevlana’dan Özdeyişler”
şeklindeki kitaplarda bir araya getirilmişlerdir. Biz, burada bunlardan bir
seçme yapmak yerine “Mevlana’nın Yedi Öğüdü” olarak bilinen sözleri üzerinde
durmak istiyoruz. Zira bunlar Mevlana’nın bütün söylediklerini özetler
nitelikte olup gerçekten de hem kişinin hem de toplumun pek çok probleminin
çözümü için birer reçete özelliğindedir.
Cömertlik ve
yardım etmede akarsu gibi ol
Elindekini,
ihtiyaç sahipleriyle paylaşmak, insanda başkalarını düşünme, bencillikten
uzaklaşma gibi özelliklerini güçlendirir. Bu niteliğe sahip insanlar, erdemli
bir
toplumun temel
taşları olurlar. Herkes birbirini düşünür, elindekini diğeriyle paylaşırsa
toplumsal barış ve ortak mutlulukları paylaşma sevincini yaşarlar. Aksi
durumda, herkesin bir diğerinde olan şeylerde gözü kalır. Ona sahip olmak için
meşru olmayan yollara başvurulabilir. Bu da düşmanlığı ve kavgayı beraberinde
getirir. İnsan, cömertlik konusunda akarsu gibi olursa toplumdaki güven duygusu
da devamlılık arz eder.
Şefkat ve
merhamette güneş gibi ol
Şefkat ve
merhamet sevginin sonucudur. Sevgi ise kişinin ruhsal tatmini ve mutluluğu için
en temel duygudur. Toplumda bilhassa çocukların ve herhangi bir şekilde
zayıflığı, eksikliği, özrü bulunan insanların en temel ihtiyacı şefkat ve
merhamettir. Tabi ki, bu kişinin kendi içinde sadece hissettiği bir duygu
halinde olmamalıdır. Şefkat ve merhamet, söz ve davranışla dışarı
yansıtılmalıdır. Böyle yapıldığında o toplumda sevgi saygı, barış ve huzur
egemen olur. Dikkat edilirse, sorunlu ve bu yüzden yaşadığı ortamda da
sorunlara neden olan bireyler, sevgi şefkat gibi duygulardan yoksun olanlardır.
Öyleyse, yaşadığımız ortamda gülen yüzler görmek istiyorsak, güneşin dünyayı
aydınlattığı gibi biz de sevgi ve şefkatle karanlık gönülleri aydınlatmalıyız.
Başkalarının
kusurunu örtmede gece gibi ol
İnsan,
dikkatini kendi üzerinde toplamaz hep başkalarının hataları üzerinde
odaklanırsa önce kendine kötülük etmiş olur. Bu kötülük, insanın kendi
hatalarını görmemesidir. Bu kötülüğün diğer bir yanı da şudur. İnsanlar,
kusurlarından dolayı açıkça eleştirilmekten hoşlanmaz, böyle bir durumla karşı
karşıya kaldıklarında yaptıkları yanlışlara daha sıkı sarılırlar. İnsanların
kusurlarını ifşa ederek bu kötülüğün önüne geçemeyiz. Bize öğütlenen şudur. Bir
hatasından
dolayı insanın hatasını yüzüne vurma. Sana yapılanlar karşısında affedici ol.
Hiddet ve
asabiyette ölü gibi ol
İnsanın
kendisine ve başkasına verdiği bütün zararların en önemli sebebi öfkesine hâkim
olamamasıdır. Çünkü kişiye öfke hâkimse, akıl yani doğruyu eğriden ayırma gücü
iptal edilmiş, devre dışı bırakılmış dernektir. Psikologlar, öfkeyi geçici bir
delilik gibi niteler. Dolayısıyla içimizde öfke varsa peşinden gelecek davranış
saldırganlıktır. Saldırganın ise ne yapacağı bellidir. Kırar, döker ve zarar
verir. Bu olumsuzluğun önüne geçmek için ölü gibi olmalıdır. Bu, şüphesiz
mecazi bir ifadedir. Mevlana’nın söylemek istediği sabırlı davranmamız ve
öfkemize hâkim olmamızdır.
Tevazu ve alçak
gönüllükte toprak gibi ol
İnsan, nelere
sahip olursa olsun aslında aciz bir varlıktır. İnsanın bu özelliğini asla
unutmaması gerekir. Bugün güçlü olan yarın zayıflayabilir. Sağlıklı olan
hastalanabilir. Zengin olan fakirleşebilir. Bu yüzden bilgiye, zenginliğe, güce
sahipsek bunları başkalarını ezmede bir araç olarak kullanmamalıyız.
Büyüklenmek. Ruhî bir hastalıktır. Kendini başkalarından üstün gören, yaşadığı
toplum içerisinde kimseyle samimi bağlar kuramaz. Bir süre sonra yalnızlaşır.
Büyüklenme duygusu bu andan itibaren aşağılık duygusuna dönüşür. Toprak, nasıl
herkesin ayakları altında olduğu halde yüksünmeden herkesi üzerinde taşıyor,
bitkilerin, ağaçların yetişmesini sağlıyorsa insan da mütevazı olmalı, hep
insanlığın faydasına çalışmalıdır.
Hoşgörüde deniz
gibi ol
Hoşgörü,
yapılan bir yanlışı onaylama anlamına gelmez. Hoşgörü, yanlış yapanın bu
davranışı anlama ve bu anlayış çerçevesinde onu incitmeden bu davranıştan
uzaklaştırma eylemidir. Eğer, böyle birine bu anlayışla yaklaşırsak bizi
dinler. Aksi durumda yanlışında ısrarlı olur. İnsan, kendini ancak başkalarının
yerine koyarak hoşgörülü olabilir. Mevlana, bizzat hayatında da uyguladığı bu
ilkeyle başka inanışlardan olan insanların bile sevgisini kazanmış, onların
düzelmelerine sebep olmuştur. Öyleyse, ırkı, dini, ekonomik ve sosyal durumu,
cinsiyeti ne olursa olsun insan paydasını dikkate alarak farklılıkları hoş
görmeli ve bunları birer ayrılık ve kavga sebebi yapmamalıyız.
Ya olduğun gibi
görün, ya göründüğün gibi ol
Mevlana’nın
hemen herkes tarafından bilinen bu sözü insanların sağlıklı ve kişilikli
olmalarının en temel ölçüsü olarak görülmelidir. Zira çelişkili söz ve
davranışlar, birer ruhsal problemdir. Halk arasında yanardöner olarak tabir
edilen bu kişilerin en belirgin özeliliği sözleriyle özlerinin farklı
olmasıdır. Bu durumun doğuracağı en büyük olumsuzluk ise toplumda güven
bunalımına yol açmasıdır. Güvensizlik, kavga ve geçimsizlik demektir. Nasılsak
öyle olmalıyız. Hiçbir şey bizi inandığımızı söylemekten alıkoymamalı öte
yandan çıkarlarımız için inanmadığımız sözleri söylememeli, davranışları
yapmamalıyız.
Bu sözler
dikkatle okunduğunda Mevlana’nın bu sözlerle gayesinin ne olduğunu anlamakta
güçlük çekmeyeceğiz. O, bu sözlerle ideal, örnek ve olgun insanın fotoğrafını
sunmaktadır bize. Yaşadığımız çağda çevremize baktığımızda insanlar arası
sorunların temelinde Mevlana’nın bu uyarılarına göre hareket etmemenin yattığı
görülmektedir.
Tabi burada şu
söylenebilir. Aslında insanlar, bu doğruları bilmekte fakat hayatlarında
uygulamamaktalar. Bu tespit doğrudur. O zaman şu sorunun cevabı aranmalıdır.
İnsan bildiği bu doğruları hayatına nasıl geçirebilir. Bu, insanın kendi
üzerinde kontrol mekanizması kurmasıyla ilgili bir meseledir. İnanç, ahlak,
bilgi, sevgi gibi değerler bu kontrol için en önemli imkânlarımızdır. Mevlana
ve onun gibi insanların bu seviyeye nasıl geldiklerini, hayatlarını inceleyerek
öğrenmeli ve onları rol model insanlar olarak görmeliyiz ki biz de “iyi insan”
olabilelim.
Sûfî bir
muallim olarak Mevlana
“Alemden
maksat, insandır.” (Mecâlis-i Seb’a’dan)
Yetiştiği çevre
Mevlana
Celaleddin Rûmî; şair, mürşit, düşünür, dahi, sûfi... hangi sıfatla anılırsa
anılsın aynı zamanda bir âlim dolayısıyla bir mürebbi, bir eğitimci, bir
muallimdir. Hatta asıl adı olmamasına rağmen, zamanla onu ifade için kullanılan
ve nerdeyse onun tek ismine dönüşen Mevla-na kelimesi, onun bu yönüyle
ilgilidir. “Efendimiz” yahut “Hazret” manalarına gelen ve sadece ilim adamları
için söylenen bu kelime bir sıfat olup Mevlana’ya da Konya’da genç bir medrese
hocası iken verilmiştir. Yine babası tarafından verilen “Hüdavendigar” sıfatı
da onun ilim adamı yönünü gösteren, zahirî ve batinî ilimlerdeki yüksek
derecesini belirten bir sıfattır.
Mevlana’nın bir
eğitimci olarak yetişme süreci daha çocukluğunda başladı. Çünkü gözlerini
dünyaya açtığında kendisini çok ciddi bir ilim ve kültür ortamında bulmuştu.
Babası Bahaeddin Veled, devrinde “bilginler sultanı” olarak tanınan bir isimdi.
Annesi ise bir emir kızıydı ve saraya mensuptu. Dedesi, devrinde “din
ilimlerinin üstadı” kabul edilen “Hüseyin Hatîbî”, babaannesi ise prenses
Melike-i Cihan’dı. Beş-altı yaşına kadar kalabildiği Belh şehri “beldelerin
annesi” olarak bilinen bir ilim ve irfan şehriydi.
Dolayısıyla
Mevlana’nın doğduğunda gözünü açtığı aile ve sosyal çevre böyle yüksek
nitelikli bir ilim çevresiydi. Aile ve çevre şartlarının kişilerin
yetişmesindeki tesiri düşünülecek olursa Mevlana’nın diğer sıfatlarının yanında
aynı zamanda bir “muallim” olarak yetişmesinde sözünü ettiğimiz bu çevrenin
etkisi çok büyük olmuştur.
Tahsil hayatı
Mevlana, ilk
ilim ve irfan bilgilerini babasından almış, onun vefatından sonra Seyyid
Burhaneddin’in talebesi olmuştur. Yaklaşık dokuz yıl süren bu eğitimden sonra
ilim ve irfan bahsinde oldukça yüksek bir seviyeye gelmiştir. Fakat o, bununla
yetinmemiş, yüksek ilimlerde daha da derinleşmek için hocasının izniyle Halep’e
gitmiş, burada Halaviyye medresesinde ünlü bilgin Kemaleddin bin Adim’den ders
almıştır. Mevlana’yı Halep’ten sonra Şam’da görürüz. Mevlana, burada da ünlü
ilim adamlarıyla görüşmüş, onlarla sohbetler etmiştir. Yedi yıl süren Halep ve
Şam seyahatinden sonra Konya’ya dönmüş ve burada da medrese eğitimi almıştır.
Mevlana’nın
eğitimi sadece medrese bilgileriyle sınırlı kalmamış, irfan bilgileriyle de
ilgilenmiş ve bu anlamda bizzat görüşerek ya da eserlerini okuyarak pek çok
irfan ehlinden istifade etmiştir. Sadeddin El-Hamevi, Evhaddüddin Kirmanî ve
Sadrettin Konevî, İbn-i Arabî, Senaî, Feridüddin Attar, Sadi ve en önemlisi de
onu gerçekten Mevlana yapan Tebrizli Şems bu isimlerden bazılarıdır. Özellikle Şems,
Mevlana’yı Mevlana yapan asıl isimdir. Onu zahirî ilimlerin dünyasından batıni
âleme çekerek onun hakikatin bilgisine nüfuz etmesini sağlamıştır. Mevlana, bu
süreçten sonra bugün bizim bildiğimiz ve bütün dünyanın saygı duyduğu
eserlerini okuduğu, etkilendiği bir şahsiyete dönüşmüştür.
Mevlana,
aslında böyle bir değişimi daha Şems gelmeden yaşamaya başlamıştır çünkü
Konya’ya döndükten
sonra halvet
günleri başlamıştır zira öğrenilen bilgilerin insanın üzerinde bir gurur
elbisesi gibi durmaması gerekmektedir. Sûfi geleneğe göre hocası onu halvete
sokmuş ve Mevlana, yüz yirmi gün süren nefsini arıtma tecrübesi yaşamıştır.
Halvet sonrası talebesinin artık tam anlamıyla yetiştiğini gören hocası: “Bütün
ilimlerde eşi benzeri olmayan bir insan, nesillerin ve velilerin parmakla
gösterdiği bir kişi olmuşsun.” diyerek onu irşat ile görevlendirmiş ve kendisi
de Konya’dan ayrılarak Kayseri’ye gitmiştir. Böy-lece Mevlana’nın talebelik
dönemi bitmiş, muallimlik ve mürşitlik dönemi başlamıştır.
Alim ve Arif
Mevlana
Mevlana,
eğitim-öğretim sürecinden sonra zahirî ve batinî ilimlerde engin bir bilgiye
sahip biri sıfatıyla, ilim konusunda “doğunun ve batının müftüsü”, “bilginlerin
başı” olarak kabul edilmiştir. Sipehsalar, onun lügat, hadis, fıkıh, tefsir
gibi ilimlerde devrinin başta gelen âlimlerinden biri olduğunu söylemektedir. O
sadece bu ilimlerle de yetinmemiş Arapça, Farsça, Yunanca ve İbranice de
öğrenmiştir.
Yine
eserlerinden anlaşıldığı üzere bilgi dünyası sadece din ve dil ilimleriyle
sınırlı kalmamış, fizik, kimya, astronomi gibi fen ilimleriyle de
ilgilenmiştir. Çünkü Galile’den çok önce dünyanın yuvarlak oluşundan bahsetmiş,
Newton’dan önce manyetik alan hakkında sözler sarf etmiştir. Aynı şekilde “A
kardeş, sen şu an düşünceden ibaretsin. Geri kalan kısmın biraz et, biraz
kemik, biraz saç.” diyerek Descartes’e ilham kaynağı olmuştur.
Mevlana bu
birikimiyle önce Konya camilerinde halka vaazlar vererek, medreselerinde
öğrenciler yetiştirerek hocalık; hususi çevresinde ise irfanî eğitimle
dervişler yetiştirerek hocalık sûfilik görevini yerine getirmiştir. Mevlana,
ilimdeki derinliğini tasavvuf sahasında da göstermiş, daha önce de bilenen bu
anlayışa kişisel bir yorum getirerek, onu
zengin,
evrensel, yaşanabilir, kabul edilebilir bir sisteme dönüştürmüştür. Bu birikimiyle
ülkenin ihtiyaç duyduğu çok sayıda eğitimli insan onun öğretim halkasında
yetişmiş; Moğol karanlığının ardından Konya merkez olmak üzere Anadolu’da bir
aydınlanma çağı başlamıştır. Bu aydınlığı gerçekleştiren ise hem âlim hem de
arif olan Mev-lana olmuştur.
Eğitim anlayışı
Mevlana’nın bir
muallim olarak devrinin eğitimine yeni bir anlayış ve zenginlik getirmiştir.
Onun önemli taraflarından biri de eğitime yüklediği anlamdır. O, her şeyden
önce ilmi, bilgiyi zahirî boyutlarından ibaret görmemiş, duygu ve fikirle
birleştirmiş ve her şeyden önce insanın gerçeğe ulaşarak mutlu, kötü
hasletlerinden arınarak özgür olmasını esas mesele olarak görmüştür.
Böylece ilim,
sadece gözlem, inceleme, keşif ve nakilden ibaret kalmamış, kitapların dili
kadar hatta ondan fazla insan ve tabiatın metafizik gerçeği de bilgi alanı
içine alınmıştır. Bu anlayışla bilgi, öğrenenin hafızasında bir malumat toplamı
olarak kalmamış, insanı her anlamda yetiştiren, olgunlaştıran bir özelliğe
bürünmüştür. İlim, bu özelliğiyle ferde ve topluma faydalı bir işe, ardından
teoriden pratiğe geçirilerek davranışa ve ahlaka dönüştürülmüştür.
Akıl - gönül
birlikteliği
Mevlana’nın
eğitimi anlayışında başka önemli bir husus ise aklı çok önemsemekle birlikte
insanın gönül gerçeğini de eğitimde dikkate almış olmasıdır. Böylece o, insanın
hem aklına hem de gönlüne seslenerek bilginin içselleştirilmesini sağlamıştır.
Bu yolla insanın gerçeği kavramada salt duyuları değil sezgileri de harekete
geçirilmiş, kendisinin ifadesiyle “Bilgi canlı hale gelmiş sözde ve dilde
kalmamış, insan
içindeki ilmi de okur öğrenir hale gelmiştir.” Zaten böyle olmasaydı eğitimin
temel amacı olan iyi ve doğru olana yönelmek şeklindeki değişimi
gerçekleştirmek mümkün olmazdı.
İnsanı tanımak
İnsanı sosyal
ve psikolojik yapısıyla tanımanın eğitimde çok önemli olduğunu belirten
Mevlana, bu bütüncül bakış açısıyla eğitimi düşünmek, dinlemek, görmek,
kavramak ve uygulamak şeklinde anlamış ve bu tutumuyla çağı için çok farklı bir
eğitim anlayışını hayata geçirmiştir.
Bütün bu uygulamaların
temel hedefi ise insanı hamlıktan kurtarıp aşk ateşinde yakarak olgunlaştırmak
olmuştur. Zira ona göre bu seviyeye gelmeyen insana bilgi fayda vermez. Bu
durumu şu çarpıcı benzetmesiyle dile getirir: “Kötü yaratılışlı olan ve
bilgiyle huylarını, ahlakını düzeltmeyen kişiye ilim, fen öğretmek, yol kesen
eşkıyanın eline kılıç vermeye benzer.”
Farklılıkları
dikkate almak
Mevlana’nın
eğitimde uyguladığı bir yöntem de insanlar arasındaki seviye, algı, düşünce
farklılıklarını dikkate almasıdır. “Her kuşun yemi kendi miktarıncadır” ya da
“Çocuğa süt yerine ekmek verirsen, o çocuğu öldü say.” diyen Mevlana bilhassa
Mesnevi’sinde çok derin fikirleri hikâyelerle, fıkralarla, atasözleri ve
deyimlerle, halkın hayatından alınmış sembollerle, gelenek ve göreneklere
ilişkin örneklerle açıklayarak eserinden her seviyedeki insanın faydalanmasını
sağlamıştır.
Yine onun
“Hayvana çekebileceği kadar yük yükle.” sözü de bilgi öğretiminde farklılıklar
kadar insan kapasitesinin de dikkate alınması gerektiğinin bir ifadesi olarak
görülmelidir. Zira kapasite dikkate alınmayarak öğretilmek
istenenler
kişinin bedensel ve zihinsel gücünü aşarsa ortaya çıkacak sonuç başarısızlık
olur. En kötüsü de öğrenme sürecinde uğranılan başarısızlığın öğrenciyi
aşağılık duygusuna itmesi ve güven sorununa yol açmasıdır. Bu bakımdan ona göre
eğitime yönelik her türlü davranışın amaca uygunluğu esas alınmalıdır.
Eğitimin
vasıtaları
Öğretimde
vasıtalar da önemlidir. Mevlana bu yüzden muallimliğini sadece sözle yapmamış,
öğretimi kolaylaştıracak her vasıtaya başvurmuştur. Bunlardan en önemlisi ise
öğrenilmesini istediği bilgileri insanlara bir davranış kalıbı içinde
sunmasıdır. Kullandığı örnekleme, kıyas, delil, soru cevap metotları böyle bir
anlayışın gereği olarak ortaya çıkmıştır.
Yine kullandığı
tedrici eğitim metodu da bu anlayışını tamamlar niteliktedir. Zira ona göre
öğrenme yavaş yavaş, adım adım olmalıdır. “Dama merdivenle basamak basamak
çıkılır, ocaktaki tencere yavaş yavaş kaynar.” diyen Mevla-na, ayrıca bu süreç
içerisinde çok önemli birkaç ilkeyi daha söyler. Buna göre talibin önce teşvik
edilerek motivasyonu gerçekleştirmeli, övgüyle zayıf tarafları güçlendirilmeli,
bu süreçten sonra olumlu davranışlara yönlendirilmelidir.
İlim adamının
vasıfları
lmin, bilginin,
eğitimin ve öğretimin bu hedeflere ulaşması şüphesiz ki eğitici ve öğretici
kişinin anlayış, tutum ve yöntemleriyle doğrudan ilgilidir. Mevlana, muhtelif
eserlerinde eğitimin mahiyeti üzerine görüş belirtirken âlim ve ariflerin
vasıfları üzerinde de sıkça durmuştur. Bunları şöyle sıralayabiliriz.
Kendini bilmek
Mevlana’nın bu
konuda en çok önemsediği şey, ilim adamının başka bilgilerden önce kendisini
bilmesi gerçeğidir. Sûfîliğin en temel argümanı olan bu ilke benimsenmeden yani
kişi kendini bilmeden başkalarına da bir şey öğretemez. “Zamanımızda bazı
bilginler kılı kırk yarıyorlar, kendileriyle ilgili olmayan şeyleri iyi
biliyorlar da önemli olanı ve kendilerine her şeyden yakın bulunanı, yani
kendilerini bilmiyorlar.” diyerek bu hususun eğitimde ne kadar önemli olduğunu
belirten Mevlana’nın bu sözüyle eğitimdeki nihai amacını da öğrenmiş oluruz. O
da kişinin insanlığı idrak etmesi, yaradılış hikmetlerine vakıf olmasıdır. Bu
amaca hizmet etmeyen eğitimin pratikte hiçbir anlamı yoktur.
Mevlana, yine
kendini bilme meselesine bağlı olarak ilim adamının sadece beynindeki malumata
değil gönlünde-kine de bakmakta ve ilim-irfan ehlinin heva ve hevesten, gurur
ve kibirden uzak olması gerektiğini söylemektedir. Ona
göre, asıl
bilgi insanın içindedir. Zahiri ilimle yetinen kişi, heva ve heveslerine
kapılarak içindeki bu hazineyi göremez.
Gereksiz
konularla uğraşmamak
Mevlana, ilim
adamlarının vasıflarını sayarken çok önemli bir hususu daha vurgular. O da ilim
ehlinin kısır tartışmalardan uzak durması, bilgi sahibi olmadığı meselelerde
görüş beyan etmemeleri konusudur. Bu tür bir bilgi anlayışı gerileme
devirlerinde görülen bir olumsuzluktur. Öyle ki Mevlana’nın ifadesiyle; “Enseye
vurulan tokadın şaklama sesinin enseden mi yoksa elden mi çıktığı” “Nuh’un
gemisinin kaç direği olduğu” gibi hiçbir faydalı sonuç doğurmayacak meselelerde
ilim adına görüş belirtmek hem ilim adamının ciddiyetine gölge düşürür hem de
asla sonuç getirmeyeceği için tartışmanın gereksiz yere uzamamasına neden olur.
İlim adamları bu tür ilgiler içine girmemeli, ciddi ve ağırbaşlı olmalıdırlar.
Aksi durum, onların saygınlığına gölge düşürür.
Dil ve üslubun
önemi
Eğitimde dilin
ve üslubun önemi de çok büyüktür. Mevlana bu konuda da kendine özgü görüşlere
sahibidir. Ona göre, bilgi öğretmede hedefe ulaşmak için mutlaka anlaşılır bir
dil ve sade bir üslup kullanılmalıdır. O, eserlerinde ne kadar derinlikli
konulardan bahsederse bahsetsin söylediği bu ilkelere uygun bir dil ve üslup
kullanmıştır. Arapçası da Farsçası da halkın konuştuğu dildir. Konuştuğu gibi
söyler, söylediği gibi yazar.
Bu yüzden onun
eserlerini okuyanlar gerçekten de bir anlama zorluğu içerisine girmezler.
Mesela Mesnevi bugün de her seviyedeki insana hitap edici bir özelliğe
sahiptir. En azından kullanılan halk sözleri, örneklemeler, kıssalar okuyana
mutlaka bir şeyler verir. Tabi bilgi ve algı düzeyi
yüksek bir okur
ondan daha çok şey öğrenme imkânına sahiptir. Çünkü konuyu ele alış tarzı
aslında girifttir ve tahlile muhtaçtır. Ama genel ifade olarak basitliği ve
açıklığı tercih ettiğinden okuyucu ciddi bir anlama sorunu yaşamaz.
Yenilik…
değişim…
Mevlana, “Dün
dünde kaldı cancağızım/Bugün yeni şeyler söylemek lazım.” anlayışını eğitime de
uygulamış, öğreteceği bilgiyi, kavratacağı hakikati yeni bir dille ve teknikle
öğretme yoluna başvurmuştur. Mesela Mesnevi’yi okuyanlar, anlatımda tam bir
sinema dili ve tekniği uygulandığını görürler. Olay, kişi, yer akışı içerisinde
fikirlerin verilmesi öğrenmeyi oldukça cazip hale getirmektedir. Şiirlerindeki
coşku ve hareketlilik de yine okuru anlatılanın içine katmakta, okurla eser
bütünleşmesi, dolayısıyla anlatılanların içselleştirilmesi
kolaylaştırılmaktadır. Bu yenilik fikri, insanın kendini aşması, kişisel
gelişimin gerçeklemesi açısından da önem taşımaktadır. Çünkü eğitim, “eğmek”
fiilinde türeyen bir kelime olarak “değişme”yi ifade eder. Değişme ise bilinen
usullerden çok yeni yol ve yöntemlerle gerçekleşebilir.
Mevlana’nın bu
anlamda kullandığı yöntemlerden biri de “serbestlik”tir. Bu durum, o kadar
ileri bir düzeye varır ki bazen mantık sınırları bile zorlanır, okuyucu kendini
çok geniş bir dünyada bulur, burada daha önce görmediği, düşünemediği
ayrıntıları görür ve düşünür. Hatta kendisiyle yüzleşir. Başka hayatlar,
insanlar ve fikirler etrafında bir gezintiye çıkar. Bu zengin hayal ve tedai
imkanları okuru eserin zengin ve renkli dünyasına hemen çeker.
Sanat eğitimi
Mevlana, aynı
zamanda bir şairdir. Dolayısıyla sanat, onun eğitim anlayışında önemli bir yer
tutar. Hemen bütün
sûfîlerde
görülen bu durum, Mevlana’da zirveye çıkmıştır. Şiiri bir tebliğ vasıtası olarak
kullanmış, ama bunu yaparken de estetikten hiç taviz vermemiştir. Dolayısıyla
eğitimciyi bir sanatkâr, eğitimi de bir sanat faaliyeti gibi görmüştür. Sanatı
“insanla iyi arasında kurulan kutlu bir birliğin adı” olarak tanımlayan
Mevlana, eğiticilerin öğrencilerine mutlaka bir sanat ve hüner öğretmeleri
gerektiğini söyler.
Mevlana’nın
sanata yüklediği bir misyon da faydacılıktır. O nasıl şiiri sadece sanat için
söylememişse her türlü sanatın da asıl gayesinin insanlara faydalı olmak esası
taşıması gerektiğini vurgular. Çünkü sanat da insanın amellerinden biridir. Ona
göre: “Sanatlar, işler, huylar kıyamet günü çeyiz gibi kalkar, sahibine gelir.”
Sonuç yerine
Mevlana,
gerçekten de dünyanın gördüğü en büyük öğretmenlerdendir. Dolayısıyla onu
sûfîlik yolunda sadece kendi nefsinin problemleriyle uğraşmış ve böylece
kişisel olgunluğu yakalamış biri gözüyle görmek eksik bir bakış açısı olur.
Sûfîlerin çoğu ne yazık ki genellikle böyle anlaşılmışlardır. Oysa onlar,
bağlısı oldukları tasavvufun bir gereği ve gerçeği olarak insanı esas almışlar,
onun hakikate, bilgiye, güzel ahlaka ulaşmasına engel nefsi hastalıklardan
arındırarak özgürleştirmişlerdir. Çünkü özgür olunmadan öğrenme gerçekleşemez.
Özgür fertlerin olmadığı toplumda da gelişme olmaz.
Mevlana,
yaşadığı yüzyılın karanlığını aydınlatan bir meşaledir. Bilgiyi, sevgiyle
harmanlayarak hem çağının, yazdığı eserlerle de bütün çağların muallimi
olmuştur. Ona sosyolog, psikolog, hakim, hekim, şair, mutasavvıf, fakih,
muhaddis, müfessir, mütefekkir… hangi gözle bakarsak bakalım hepsi onun gerçeği
olmakla birlikte o bir muallimdir. Üstelik bugünün dünyasına ve insanına da
söyleyecek sözü olan bir muallim. Çünkü o bilgi ve eğitim anlayışıyla
devirlere, kişilere göre değişen gelip geçici yaklaşımların dışında kalmış, tıpkı
peygamberler gibi hakikatin tebliğcisi olmuştur. Âlimlerin peygamberlerin
varisleri olduklarını bildiren Hz. Peygamberin bu müjdesi Mevlana’da da
kendisini göstermiştir.
Kaynakça
Abdullah Uçman,
Rıza Tevfik, Rıza Tevfik’in Tekke ve Halk Edebiyatı ile İlgili Makaleleri,
İstanbul, 2001
Abdülbaki
Gölpınarlı, Yunus Emre Divanı, İstanbul, 1965
Ahmet Güzel,
Aşkın Simurgu, Konya, 2007
A. İnan, “Epope
ve Hurafe Motiflerinin Tarih Bakımından Önemi” Çığır, 1 Kasım
1938, sayı:
71-72
A. Yaşar Ocak,
Türk Sûfiliğine Bakışlar, İstanbul, 2005
Annamaria
Schmmel, Ben Rüzgârım Sen Ateş, İstanbul, 1999
Belkıs Temren,
“Tasavvuf Düşüncesinde Demokrasi” Ankara,1995
Emine
Yeniterzi, Mevlana, Ankara, 2001
F. Ziya
Ülgener, “Zihniyet ve Din, İslâm Tasavvuf ve Çözülme Devri Zihniyeti” İstanbul,
1981
Hasan Aktaş,
“Yunus Emre Okulu ve Misyonu” Edirne, 2002
Hikmet İlaydın,
“Yunus Şiirinden Günümüze Yaklaşımlar” Ankara, 1988
İbrahim Baştuğ,
“Yunus Emre Sempozyum Bildirileri” Ankara, 1995
İnci Şahin,
“Yunus Emre” İstanbul, 2003
Mahmut Erol
Kılıç, “Sûfi ve Şiir” İstanbul, 2006
Mehmet Demirci,
“Mevlana Kültürü ve Mevlevîlik” İstanbul, 2009
Mehmet Kaplan,
“Yunus Emre’nin İnsan ve Ahlak Görüşü, Yunus Emre Makalelerden
Seçmeler”
Ankara, 1994
Melahat Ürkmez,
“Mevlana’nın Gönül Bahçesinden” Konya, 2004
M. Fuat
Köprülü, “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” Ankara, 1966
Mustafa İsen,
“Yunus’un Çağdaş Yorumcuları” Yedi İklim, S.1 İstanbul 1992
Mustafa Tatcı,
“İşitin Ey Yârenler” İstanbul, 2008
Nurettin Topçu,
“Mevlana ve Tasavvuf” İstanbul, 1974
Sabahattin
Eyüboğlu, “Yunus Emre” İstanbul, 1985
Sabri F.
Ülgener, “Zihniyet ve Din” İstanbul, 2004
Sezai Karakoç,
“Yunus Emre” 8. baskı, İstanbul, 1999
Sezai Küçük,
“Mevlevîliğin Son Yüzyılı” İstanbul, 2003
Sezai Karakoç,
“Mevlana” İstanbul, 1996
Umay Günay,
Osman Horata, “Yunus Emre Risaletü’n-Nushiyye” Ankara 2004
Vecihi
Timuroğlu, “Yunus Emre Üzerine Bir Deneme” Eskişehir, 2004
Yahya Kemal,
“Tarih Musâhabeleri” İstanbul 1975.
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder