TARİH GELECEKTİR
| |
SUNUŞ
-1- ETNİK YAPI TARTIŞMALARI
TÜRK TARİHİNDE VE
KÜLTÜRÜNDE AVŞARLAR SEMPOZYUMU AÇIŞ KONUŞMASI
YUSUF HALAÇOĞLU
ve DİĞERLERİ
TÜRKLER’İN
SOYAĞACINI ÇIKARIYORUZ
BENİ AZLETTİRMEK
İÇİN LİNÇ KAMPANYASI DÜZENLEDİLER
BENİMKİ ÖZEL BİR
ÇALIŞMA, KONUŞMAYA VAR YAYIMLAMAYA YOK
HALAÇOĞLU’NUN
LİSTESİ 1934’TEKİ ‘GİZLİ’ NÜFUS SAYIMINDAN MI ÇIKTI?
ERMENİ LİSTESİ
ABD ARŞİVİNDEN
BİZİMKİLER NEDEN
RAHATSIZ OLDULAR ANLAYAMADIM
‘KÜRDOLOJİ
ENSTİTÜSÜ KURMAMIZ LAZIM’
TÜRKİYE’Yİ
BÖLMEYE ÇALIŞTILAR
‘NEO-İTTİHATÇI’
SUÇLAMASI HAKSIZLIK
-2- ERMENİ SOYKIRIMI MESELESİ
SÖZDE ERMENİ
SOYKIRIMI NEDİR, NE DEĞİLDİR?
ERMENİ MESELESİ
HUKUKİ DEĞİL, SİYASİDİR
HİÇ YAPMADIĞIMIZ
BİR ŞEYLE SUÇLANIYORUZ
1915’TE SOYKIRIM
OLMADIĞINI BELGELERİZ
“TARİHİ GEÇMİŞ
OLARAK DEĞİL, GELECEĞİMİZ OLARAK GÖRÜYORUM”
ERMENİ İDDİALARI:
TARİH Mİ, ŞARTLANMIŞLIK MI?
TEHCİR, İSYAN
EDİP DÜŞMANLA İŞBİRLİĞİ YAPANA UYGULANDI
ERMENİ SORUNU
ÜZERİNE CEVAPLAR
GERÇEKTEN DE
BELGE ZEHİRLİ BİR MEYVEDİR...
TARİH
GELECEKTİR
PROF. DR. YUSUF HALAÇOĞLU
TARİH
1949 yılında Adana’da doğdu. 1967’de
liseden, 1971 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümü’nden mezun oldu. 1974 yılında aynı üniversitede Yeniçağ Tarihi
Kürsüsü’nde asistan, 1978 yılında doktor oldu. 1982’de yardımcı doçentliğe,
Nisan 1983’te de doçentliğe yükseldi. 20 Mart 1989’da profesör oldu. Aynı
tarihlerde Türk Tarih Kurumu asil üyesi seçildi. 1989 yılında Başbakanlık
Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı’na tayin
edildi; 17 Aralık 1990’da da genel müdür yardımcılığına getirildi. 2 Mart
1992’de istifa etti ve Marmara Üniversitesi’ndeki görevine döndü. 26 Ağustos
1992 tarihinde rektör yardımcısı oldu. 21 Eylül 1993 - 23 Temmuz 2008 tarihleri
arasında Türk Tarih Kurumu Başkanlığı (TTK) yaptı. Halen Gazi Üniversitesi’nde
öğretim üyeliği görevini sürdürmektedir.
– Ma‘rûzât (Ahmed Cevdet Paşa)
– XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun
İskân Siyâseti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi
– Osmanlılarda Ulaşım ve Haberleşme (Menziller)
– Osmanlı Devlet Teşkilâtı ve Sosyal Yapı
– Ermeni Tehciri
– Sürgünden Soykırıma Ermeni İddiaları
– Başlangıçtan 1774’e Kadar Osmanlı Tarihi (Kolektif)
– 90 Numaralı Mühimme Defteri (Kolektif)
– Türk Tarihinde Ermeniler (Kolektif)
– Tarih Gelecektir
– Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar -6cilt
Öyle bir coğrafyada bulunuyoruz ki,
dünyanın hiçbir bölgesinde bu kadar çok medeniyet kurulmamıştır. Bu şu anlama
gelmektedir. Çok devlet kurulmuş ve çok devlet yıkılmıştır yaşadığımız
coğrafyada. Dolayısıyla bölgede ayakta kalabilmek için, tarihin engin tecrübesinden
faydalanabilmek, buna bağlı olarak hassas dengeleri gözetebilmek gerekir. Bunun
için geçmişi iyi bilmek lâzımdır. Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal
Atatürk’ün “Tarih ihtiyatsızlar için merhametsizdir” sözü, coğrafyamızın
gerçeklerine tam olarak uymaktadır.
Bunun için ne yapmak gerekir? Verilecek
cevap çok önemlidir. Ana fikir olarak cevabı şöyle verebiliriz: Tarihin her
dönemini objektif olarak araştırıp korkmadan ortaya koymak, hataları ve
doğruları tespit etmek. Bu bize birlikte yaşama sanatını öğretecektir. Tabii
birlikte yaşamak için kültür düzeyleri aynı olan, birbirini anlayabilecek
tartışma kültürüne sahip bireylerin bir araya gelmeleri gerekir. Böyle bir yapı
saygıyı doğurur, tartışma sonucu ortak paydalara ulaşılır. Bütün bunların
üstünde ise, dogmalardan arınmış bir anlayışa sahip olmak lâzımdır. Şartların
bu şekilde oluşması, muhatapların birbirinin söylediklerini önyargısız
değerlendirmeleri, tabii olarak insanların birbirlerini anlamaları anlamına
gelecektir. Aksi takdirde herkes birbirinin söylediklerini kendine göre
yorumlar, hatta çarpıtır ve ulaşmak istediği sonuca doğru sürükler. Böyle
toplumlarda tartışma kültürü gelişmemiş demektir. Kendi fikri dışındakini
beğenmeyen, bu gibi kimseleri “ötekileştiren” bir anlayış hakim olur. “Bilimsellik”
yerini ideolojiye bırakır. O zaman “söyledikleri bilinmeyen
şeyler değil, ama.... tarihçiliğini tartışmak gerekir”
denmeye başlar. Bu durumda karşı fikir ileri sürmek, ortaya atılan fikrin
çürütülmesi yerine seviyesizce saldırmak ve suçlamak ön plâna çıkar. Faşizan
bir anlayışla muhataplar yıldırılmaya, sindirilmeye çalışılır.
Böyle davranışlar çözüm olabilir mi? Tabii
ki hayır. Sorunları hasır altı etmek veya sorunları kendi ideolojisine göre
geriye atmak, daha büyük sorunları karşımıza çıkarır. Aslında bütün bu biçim
davranışlar çözümsüzlüğü getirir. Sorunlara kafalarımızı kuma sokarak ne kadar
duyarsız kalabiliriz? Ve böyle bir duruma ne kadar dayanabiliriz? Gerçekler er
ya da geç karşımıza çok daha acımasızca çıkıverecektir.
Bilim adamı, elde ettiği gerçekleri
korkmadan ifade edebilmelidir. Unutulmamalıdır ki, ölüm tehdidiyle Galileo’ya
dünyanın yuvarlak olmadığı, düz olduğu söyletilmesine rağmen sonuçta Galileo
haklı çıkmıştır. Bu gibiler, kendi fikirlerini tek doğru olarak kabul ettirme
çabası gösterirken, hem ırkçı, hem faşist, hem anti demokrat olup, çok ihtiyaç
duydukları insan haklarını ve hukuku ayakları altına almış olduklarını fark
edebiliyorlar mı acaba? Ama ben yaptım oldu diyorsanız ona sözüm yok.
Elinizdeki kitap, bu türden farklı yaklaşımları
sergileyen örneklerle dolu. Gazetelere yansıyan haberler, röportajlar ve
beyanlar, bir ibret perdesinin aralanmasına tanıklık ediyor. Söylenmeyenlerin
söylenmiş, söylenenlerin söylenmemiş olduğunu gözler önüne seriyor.
Kafamızı kumdan çıkaralım mı? Medeni
insanlar olarak kızmadan tartışalım mı? Hedef bilmek mi bilmemek mi olmalı? Her
hal ü kârda unutulmaması gereken bir soru soralım : “Hiç bilenlerle bilmeyenler
bir olur mu?”
Yusuf Halaçoğlu
-1-
ETNİK YAPI
TARTIŞMALARI
Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanı Prof. Dr.
Yusuf Halaçoğlu’nun çeşitli zamanlarda yaptığı açıklamalar ülke gündemine adeta
bomba gibi düştü, ortalığı kasıp kavurdu.
Türkiye, kendisini garip bir etnik
tartışmanın içinde buldu. Bu tartışma saman alevi gibi üç beş gün içinde sona
erecek bir tartışmaya da benzemiyor. Muhtemelen önümüzdeki dönemlerde yepyeni
tartışmaları da beraberinde getireceğinin sinyallerini şimdiden veriyor.
Yusuf Halaçoğlu’nun bir sempozyumda yaptığı konuşma, bu tartışmaları
başlatan bir kıvılcım oldu. Şimdiye kadar tabu sayılan ve kimsenin girmeyi göze
alamadığı konuları ilk kez dile getiren Halaçoğlu kısaca şunları söylemişti: “Müslümanlığı
kabul etmiş ve kendisini Türk olarak kabul etmiş insanlar gelip Anadolu’ya
yerleşmiştir. Dolayısıyla bunları bir mozaik olarak kabul etmek, farkına
varmadan ülke içerisinde de birtakım gruplaşmalara neden olmaktadır. Bu konuda
özellikle siyasetçilerin çok dikkatli olması gerekir. Araştırmalarımızda şunu
gördüm ki; pek çok Kürt dediğimiz insanlar Türkmen asıllı. Yapısal olarak
söylüyorum; ama bununla beraber bir şey daha ifade ediyorum. Bunlar fantezi
değil söyleyeceğim şey. Bugün Kürt olarak bilinen, hatta hatta şöyle söyleyeyim
Kürt-Alevi olarak bilinen birçok insan da maalesef Ermeni dönmeleri. Ve
TİKKO’nun içerisinde yer alan, PKK’nın içerisinde yer alan insanlardan birçoğu
bunlardan. Yani bizim zannettiğimiz gibi bir Kürt hareketi değil PKK veya TİKKO
hareketi.”
Bu konuşmadan sonra adeta bir linç
kampanyasına uğrayan Halaçoğlu’nun, belgelerle ifade ettiği gerçeklerin kimse
tarafından yalanlanamaması da ayrı bir gerçeklik.
İşte tartışmalara sebep olan konuşmanın
metni ile başlayan kitapta, Halaçoğlu’nun Türkiye’deki etnik yapı ve Ermeni
meselesi üzerine görüşlerini bulacaksınız.
TÜRK
TARİHİNDE VE KÜLTÜRÜNDE AVŞARLAR
SEMPOZYUMU
AÇIŞ KONUŞMASI
Sayın misafirler. Avşarelleri Dergisi’nin
tertip ettiği Avşarlarla ilgili ilk toplantıyı yapıyoruz. Genelde 1000 kişilik
500 kişilik aşiretler kendilerinin çok büyük aşiretler olduğunu, söz sahibi
olduklarını ifade ederler. Avşar boyunun, Türkiye’de yaşayan Avşarların
tahmini sayısı ise rakam olarak 16. yy. da 600 bin civarında tespit edilmiştir,
dolayısıyla şu an 5-6 milyon civarında olduğu söylenebilir.
Böyle bir organizasyonun yapılması ile
Türkiye’de çok büyük bir kesimin, kendi kimliğini kaybetmiş insanların
kimliklerine ulaşabilmeleri mümkün olacaktır diye düşünüyorum. Bir şeyi
hafızamıza iyi kazımamız lazım. Biliyorsunuz sürekli olarak bazı yabancı
ülkelerin Türkiye üzerindeki oyunlarından ve Türkiye aleyhine çalışmalarından
bahsediyoruz. Bu tabii bir şeydir ve tarihin her döneminde görülen bir
husustur. Kimse başkasının çıkarına çalışmaz, kendine çalışır. Burada önemli
olan şey, bizim kim olduğumuzu bilmemiz, kendi kültürümüzü muhafaza etmemiz,
kendi yönetimimizi kendimiz sağlayabilmemiz, oyunlara karşı tedbir
alabilmemizdir. Önemli olan budur. Bu şuura erdiğimiz zaman hem
ayakta kalmayı, hem de büyük devlet olmayı başarırız.
Bugün Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun
varisidir. Dolayısıyla bir imparatorluğun çöküşüyle birlikte kaybettiği
topraklardan içe doğru göçler olmuştur ve bu göç bugün Türk demografisini, Türk
nüfus yapısını ortaya çıkarmaktadır. Mesela Balkanlardan ve Kafkaslardan
Anadolu’ya göç edenlerin sayısı bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin yaklaşık % 40’ıdır.
Şimdi bir şeyi çok iyi değerlendirmemiz gerekir. Böylesine bir yapı ve
imparatorluk bakiyesi olmamız, dolayısıyla birçok farklı milletten olan insanı
da bünyemizde barındırıyor olmamız anlamına gelir. Burada siyasetçilerin
özellikle dikkat etmesi gereken bir konu vardır ki, bu da, böyle bir yapıyı,
böyle bir nüfus grubunu mozaik olarak nitelendirmemeleridir. Çünkü o insanlar o
bölgelerden çekilirken -zaten çok büyük bir bölümü Türk’tür, Türk asıllıdır-
Müslümanlığı kabul etmiş ve kendini Türk olarak hisseden insanlardır ve
Anadolu’ya geri dönmüştür. Dolayısıyla bunları ayırt etmek ve bir mozaik
şeklinde nitelendirmek aslında farkına varmadan ülke içinde birtakım
gruplaşmalara yol açma anlamına gelir. Dolayısıyla bu konularda siyasetçilerin
özellikle çok dikkat etmeleri gerekmektedir.
Nitekim zaman içerisinde, geçmiş
dönemlerde, Türkiye’de, özellikle Almanya’da yapılan bir araştırmada 47 etnik
gurup olduğu iddia ediliyordu. Şimdi burada Atilla Bey’in söylediği bir şey
vardı; “Avşarcılık mı yapıyorsunuz? Etnik bir çatışmaya meydan verecek bir
araştırma içerisinde misiniz, tavır içerisinde misiniz?” deniyor dedi. Evet
bazı kesimlerde böyle sözler söz konusu ediliyor. Benim biraz sonra size
sunacağım Anadolu’daki aşiretlerle ilgili çalışmalarımda da aynı sorulara muhatap
oldum. Siz ülkeyi bölmeyesiniz bu çalışmalarla dediler. Şimdi insanların
kimliğine sahip olması veya kimliklerini öğrenmeleri kadar güzel bir şey
yoktur. Kim olduğunuzu bileceksiniz. Bugün mesela Türkiye’de bir Kürt sorunu
vardır deniyor ve Kürtlerle ilgili birtakım sözler sarf ediliyor.
Araştırmalarımızda şunu gördüm ki; pek çok
Kürt dediğimiz insanlar Türkmen asıllı. Yapısal olarak söylüyorum; ama bununla
beraber bir şey daha ifade ediyorum. Bunlar fantezi değil söyleyeceğim şey.
Bugün Kürt olarak bilinen, hatta hatta şöyle söyleyeyim Kürt-Alevi olarak
bilinen birçok insan da maalesef Ermeni dönmeleri. Ve TİKKO’nun içerisinde yer
alan, PKK’nın içerisinde yer alan insanlardan birçoğu bunlardan. Yani bizim
zannettiğimiz gibi bir Kürt hareketi değil PKK veya TİKKO hareketi. Bütün
bunları yabancı arşiv belgeleri o tarihte yapılmış birtakım araştırmalardan
söylediğimi belirtmek isterim.
Şimdi dolayısıyla Avşarları araştırmak ve
kim olduğunu ortaya koymak bir ayırım veya bölücülük olarak görülmemelidir. Tam
aksine Türk milletinin kendi özüne dönüşünü ve kendisini tanımasını sağlayacak
bir araştırmadır. Biliyorsunuz Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Büyük Atatürk
aynen şöyle der: “Kültürünü kaybeden milletler başka
milletlerin şikarı/avı olur.”
Şimdi biz Türk Milleti olarak şöyle bir
baktığımızda; aile yapımız bana göre dünyanın en medeni aile yapısıdır ve
burada ne büyük bir yozlaşma olduğunu görebilirsiniz. Ben şahsen rahmetli babam
karşısında ayaklarımı uzatarak veya ayak ayak üzerine atarak oturduğumu, yüksek
sesle konuştuğumu hatırlamam. Günümüzde aile yapımızda nasıl büyük
değişiklikler meydana geldi. Ama bütün Anadolu içinde, bazı kesimler
haricinde çok büyük bir kültür yozlaşması var. Gençlerimiz geçmişi unutuyor.
Radyolara bakın Türk Sanat Musikisi neredeyse hiç kalmadı, Türk Halk
Musikisi çalınmaz hale geldi. Tabelalara bakın, ne kadarı Türkçe, ne kadarı
yabancı dilde? Bütün bunlar kültürümüzdeki yozlaşmayı çok açık ve net bir
şekilde ortaya koyuyor. Bunları dile getirmemiz lazım.
Geçenlerde Bitlis’ten bir arkadaş bana
geldi ve “Hocam biz Kürdüz bize Hasaniler derler, aşiretimi
öğrenmek istiyorum dedi. Bilgisayardan Hasanileri sorguladığımda karşıma Eski
İl’den (Konya) Döğer boyundan çıktılar. Kendisine de verdim, ama buna benzer
geçmişini öğrenmek isteyen o kadar çok insan çıkıyor ki…
Bu ne demektir? Türkiye’nin birliğini
bozmaya yönelik değil sağlamaya yönelik bir çalışmadır.
Avşarlar Sempozyumu başarılı geçecek bir
sempozyum olacak ve bütün Türk boylarını bir araya getirip büyük Türk Milletini
ortaya çıkaracaktır. Nasıl ki Mustafa Kemal Atatürk’ün her konuşmasında “Büyük
Türk Milleti” sözüne rastlarsınız. Bugün Kırgızlar, Kazaklar,
Özbekler, Azerbaycan Türkleri ve Türkmenler deniliyor; bakın biz
Türkmenleri kaldırdık. Ben de Türkmenim ve Avşarım. Türkmeni kaldırdık; Kırgız
Kıpçak grubundan olan Kazakları, Karapapakları kaldırdık; Yazırları,
Döğerleri, Yüreğirleri kaldırdık. Sibirya’dan Afrika’ya, Amerika’ya kadar
olan büyük bir ağacın gövdesini oluşturduk ve adına Türk dedik. Dolayısıyla
sonunda Türk devletleri birlik haline gelecekler. Bütün dünyanın korktuğu da
budur. Türk kelimesinin arkasında hiçbir zaman duramazlar. Cengiz Han’ın Avrupa
içlerine kadar ilerlediğini söyleyenler, Anadolu’daki mücadelesinde kimle
savaştığını söylemezler.
Avarların, Selçukluların Türk
olduğunu kimse söylemez. Osmanlılar için l’Empire Turc demişler ve
genelde Ottoman diyorlar. Biz hiç kimsenin propagandasına kanmayalım.
Ermeni konusunda çalışırken bize dediler
ki; “Türkün Türke propagandasını yapıyorsunuz boşverin.”
“Evet öyle yapıyoruz” dedim. Önce benim halkım inanmalı bana, bu konuyu bilmeli.
Yabancı toplumlarla kendi halkımızın desteğini almadan nasıl mücadele
edebiliriz? Öyleyse Türk olduğumuzu önce kendi halkımıza göstermeliyiz.
Bunu öğrettiğimiz zaman dünyayla baş edebiliriz.
Dolayısıyla bu Sempozyum çok isabetli bir
toplantıdır. Komiteyi kutluyor ve hepinize saygılar sunuyorum.
Prof.Dr.Yusuf HALAÇOĞLU
KAYSERİ, 18 Ağustos 2007
YUSUF
HALAÇOĞLU ve DİĞERLERİ
Tartışma yaratan Türk Tarih Kurumu Başkanı
Yusuf Halaçoğlu’nun yazdığı makale ve tebliğlerin bilimle ters düşen hiçbir
yanı yoktur; bilimsel dergilerin ve yayınların bu gibi konuları ele alması da
gerekir
Ülkemiz, Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof.
Yusuf Halaçoğlu’nun bazı beyanatıyla çalkalandı. Halaçoğlu’nun yakın geçmişte
bu konuda yazdıklarını hiç kimse okumuş ve tartışmış değil; aksi takdirde Kürt
ile Türk ve İslam dinine geçen Ermeniler gibi konular yüzünden Halaçoğlu’nun 56
yıldır gündemin başında oturması gerekir. Oysa tartışmalar, basın toplantıları
ve İsviçre’deki mahkemeler etrafında dönüyor.
Türk ve Kürt göçebeler arasında hayat
tarzı, hayvancılık ve mevsimlik göçü örgütleme açısından önemli farklılıklar
vardır. 11’inci yüzyıldan itibaren Anadolu’ya bugünkü Türkmenistan’dan
(Transoxiana veya Maveraünnehir) başlayıp İran üzerinden devam eden göç,
Anadolu’nun şehirlerinden çok, kırsal bölgelerini ve aşiret yapısını
değiştirmiştir.
Selçuklu devleti büyük aşiretleri
parçalayarak uzak coğrafyalara yerleştirirdi. Nitekim imparatorluk kuran
Söğüt’teki Karakeçililerin diğer parçası muhtelif yerlere yerleştirildi ve
Siverek’e yerleştirilen Karakeçililer Kürtçe konuşmaya bile başlamıştı. Bunun
gibi bazı Kürt aşiretleri de öbürleriyle olan temastan dolayı Türkçeyi tercih
etmiş olabilirler, sayım ve dökümü belli değildir.
Türklere has bir ritüel, bir yorum olan
Aleviliğin Kürtler arasında da yayıldığı bellidir. Kürtçe konuşan birtakım
Alevi gruplar Bektaşi nefeslerini Batı Anadolu halkı kadar güzel okuyup
seslendirir.
Fatih Sultan Mehmed ve Uzun Hasan arasındaki
Otlukbeli Savaşı’nı Fatih kazanınca, Doğu Anadolu’daki birçok Türkmen aşireti
İran’a geri göçtü. Bunlar tahmin değil, çok uzak olmayan tarihin kayıt ve
tespit ettiği olaylardır. Faruk Sümer’in “Oğuzlar” adlı ciddi tetkiki, bütün
Ortadoğu coğrafyasında okundu, oysa en az Türkiye’de okunur.
Kaçınılmaz bir değişim
Yusuf Halaçoğlu, Osmanlı döneminde
Türkiye’nin nüfus yapısı ve aşiretler konusundaki bildirilerinde; tahrir
defterlerine dayanarak Kürtmen Türkü gibi adlarla zikredilen aşiret
topluluklarından söz ediyor. 16’ncı yüzyılın Osmanlısının etnik ayrıntılarla hiç
uğraşmadığı; maliye teşkilatının bütün probleminin, bazı farklı vergiler
ödeyecek (haraç ve ispençe gibi) veya göçebelikleri dolayısıyla “geçit resmi”,
yaylak “kışlak resmi” gibi vergiler ödeyecek grupları tespit etmek olduğu
görülüyor.
Tahrir defterleri imparatorluk ahalisini
vergi mükellefi olarak değerlendirir. İşte Halaçoğlu buradaki ayrımları tespit
edip makalelerine taşımıştır; yani bazı Türkmen aşiretlerinin Kürtçe konuşmaya
başladıkları anlaşılıyor. Otlukbeli Savaşı’ndan sonra Türkmenlerin azaldığı
Doğu Anadolu coğrafyasında kalan Türkmen aşiretler için bu kaçınılmaz bir
değişimdi.
Diğer yandan gerek 1915 ve ekseriyetle daha
önce bazı Ermeni grupların kendilerini Müslüman diye açıkladıkları biliniyor.
Ülkemizde böyle gruplar vardı, hatta bunlardan bazıları Tanzimat döneminde asli
mezhep ve inançlarını açıklamakta sakınca görmediler. Balkanlar’da da böyle
oldu “Ahariyan” diye bilinen bu grupların Arnavutluk’taki kısmı için Arnavut
meslektaşımız Graceni ünlü bir makale yazmıştır.
Halaçoğlu’nun yazdığı bu makale ve
tebliğlerin bilimle ters düşen hiçbir yanı yoktur; bilimsel dergilerin ve
yayınların bu gibi konuları ele alması da gerekir. Çünkü adı üzerinde bilim
dünyasının faaliyetleri çoğu zaman sokaktaki vatandaşın ve politikanın dikkati
dışındadır. O sakin dünyanın getirdiği dokunulmazlık içerisinde birtakım
konuları ele almakta mahzur yoktur, hatta lazımdır.
Türkiye gibi üç tane Roma imparatorluğunu
yaşamış ve bir ülkenin nüfus ve son olarak etnik yapısını değiştiren, dünya
tarihinin en geç fütuhatının (11’inci asır sonrası) cereyan ettiği bir ülkede
bu farklılıklar çoktur. Evet, bu gerçek. Bizden daha sonra cereyan eden tek
fütuhat Güney Amerika ve İsrail’dir. Bu gibi gerçekleri Peter Alford Andrews’un
çok eksikli, fakat daha beteri yanlış tasnifli el kitabından değil; kendi
araştırmalarımızla öğrenmemiz gerekir. Hal böyle iken akademik kurumlarımızın
ve idaremizin böyle bir envanter yapmadığı açıktır.
Yanlış olan, bu gibi akademik çalışmaların
sokağa yanlış olarak götürülmesidir. Maalesef bazı gazeteci arkadaşlarımız
duyduklarını doğru kaydedecek durumda değil, bazı politikacılarımız da yanlış
yorumla gürültü çıkarmayı iş edinmiş.
Tabii Tarih Kurumu başkanımızın sık sık bu
gibi yorum ve bilgileri basın konferanslarında, kalabalık salon toplantılarında,
hatta açık havada, yaylalarda gürültüyle gündeme getirmesi yanlıştır. Nitekim
bu nedenle soğukkanlı bilimin tespitleri, sıcak etnik gerilimlere malzeme
yapılmaktadır. İnsanlar kimliklerini kendileri açıklarlar. Türkiye’de onların
yerine birilerinin kimliği açıklama eğilimi son derece yanlıştır.
Türk Tarih Kurumu başkanı böyle bir
neticeyi istese de istemese de, bu hale getirenler olur; politik istismarcı
çoktur, bu gibi tarihi tespitleri yapacak ve bu konuda konuşacak yeteneği
olmayanlar bile profesörlük unvanını kullanarak gazetelere demeç verir ve
amiyane bir üslupla politika yaptıklarını sanırlar.
Vakıa üyesi değilim ama hayatım orada
geçti, Tarih Kurumumuzun bu kalabalıkla çekişmeye girmesinde sadece bir taraf
değil, kurum yönetiminin medyada görünme isteği de etkilidir. Bilim kurumları
medyada hesap vermez, kendilerini tanıtma yeri de orası değildir. Bu gibi
kurumlar ortalıktaki tartışmaları aydınlatacak soğukkanlı araştırmaları
üretmekle yetinmelidirler. Televizyon ekranlarında çekişme çok yıpratıcı olur.
İlber Ortaylı / Milliyet
TÜRKLER’İN
SOYAĞACINI ÇIKARIYORUZ
Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Yusuf
Halaçoğlu’nun, “Araştırmalarımızda Kürt diye bildiğimiz insanların aslında
yapısal olarak Türkmen asıllı olduğunu, Kürt Alevi olarak bilinen vatandaşların
ise Ermeni kökenli olduğunu gördük” sözleri tartışma yarattı. Sözleri bazı
kesimlerin tepkisini çeken Halaçoğlu, belgelere dayalı konuştuğunu vurguladı ve
yıl sonunda yayımlanmasını hedeflediği 8 ciltlik araştırmada tüm verileri
ortaya koyacağını belirtti.
Benimki belgelere dayalı
Kayseri’de düzenlenen “Türk tarihi ve
kültüründe Avşarlar” konulu sempozyumdaki sözleri tepki çeken TTK Başkanı Prof.
Halaçoğlu, sözlerine yönelik eleştirileri “haksız” bulduğunu belirtti: “Dikkat
ederseniz ben (bütün Kürtler Türk’tür) demiyorum. Ben, bir bilim adamı olarak
belgelerle konuşuyorum. Yaptığım araştırmaların hepsi bilgilere, belgelere,
kayıtlara dayalıdır. “Böyle belge bilmiyorum” diyenler hiç araştırmışlar mı?
Elimizde 1500’lü yıllara ait defterler, kayıtlar var. Zamanı geldiğinde
bunların hepsi açıklanacaktır.
Demografisine bakıyoruz
Ülkede bir araştırma yapıyoruz. Demografik
yapı üzerine araştırma yapıyoruz. Bu çerçevede Ermeniler konusunda da
çalışıyoruz. Ermeniler’in bir kısmı sürgün edildi, bir kısmı da Türkiye’de
kaldı. Sürgünden kurtulan ve kendini Kürt Alevi olarak tanıtan pekçok Ermeni
kaldı Türkiye’de. Ben bunlardan bahsettim. Bu konunun bilimsel olmadığını
düşünenler iyi düşünsünler. Her söylediğimi belgelendirdiğimi bilsinler. Bu
konuda kimse çalışmıyor. Kimsenin bilgisi yok. ’Bilimsel değil’ demeleri zaten
onların bilimden uzak olduğunu gösterir.”
Kürtlerin aile
isimlerine bakıyoruz
Kayseri’de yaptığı konuşmada bu
defterlerden örnekler de verdiğini anlatan Prof. Halaçoğlu, “Bazıları (Kürtler)
merak edip geliyor, bakıyoruz. Defterlerde aile isimlerinden. Defterlerde yer
alan 24 Türk boyundan birine mensup çıkıyorlar” dedi. Prof. Halaçoğlu
kendilerine bu şekilde başvuranların kim olduğu sorumuz üzerine ise, “Bu
kişilerin isimlerini açıklamak durumunda değilim” diye konuştu.
Türklerin 500 yıllık
soyağacı çıkarıldı
Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Halaçoğlu
bu konuda 8 ciltlik bir yayın hazırlığında olduklarını da açıkladı. Çalışmayı
yıl sonuna kadar tamamlayıp, yayınlamayı hedeflediklerini söyleyen Prof.
Halaçoğlu, “Çalışmaya ’Anadolu Aşiretleri ve Aşiret Yerleşimleri’ ismi
verebiliriz” dedi. Kitapta 1500’lü yıllara ait nüfus kayıt ve defterlerinde yer
alan bilgiler yer alacak. Bu kayıtlar, Türk boylarını, aşiretleri ve Anadolu’da
yaşayan ailelerin hangi kökenlerden geldiğini ortaya koyacak. Cumhuriyet dönemi
öncesine dair nüfus ve köken araştırmaları, nüfus defterlerinin yanı sıra,
temettüat defterleri, tapu tahrir defterleri, sicill-i ahval kayıtları, vakıf
belgeleri ve askeri arşivler incelenerek gerçekleştiriliyor.
24 TÜRK BOYU
I. BOZ-OKLAR
A. Gün-Han Oğulları
1.Kayı, 2.Bayat, 3.Alka Evli, 4.Kara Evli
B. Ay-Han Oğulları
1.Yazır, 2.Döğer, 3.Dodurga, 4.Yaparlı
C. Yıldız-Han Oğulları
1.Avşar, 2.Kızık, 3.Beğdili, 4. Karkın
II. ÜÇ-OKLAR
A. Gök-Han Oğulları
1.Bayındır, 2.Peçenek, 3.Çavuldur, 4.Çepni
B. Dağ-Han Oğulları
1. Salur, 2.Eymür, 3.Ala Yuntlu, 4.Yüreğir
C. Deniz-Han Oğulları
1.İğdir, 2.Büğdüz, 3.Yıva, 4.Kınık
Vatan Gazetesi
BENİ
AZLETTİRMEK İÇİN LİNÇ KAMPANYASI
DÜZENLEDİLER
Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanı Prof. Dr.
Yusuf Halaçoğlu’nun Kayseri’de “Kürtler Türkmen, Kürt Aleviler Ermeni
kökenlidir” diye bir açıklama yaptığı gazetelere yansıdı. Ancak daha sonra
anlaşıldı ki Halaçoğlu’na ait olduğu öne sürülen bu sözler cımbızla seçilmişti.
TTK Başkanı’nın söyledikleri gerçekte şu şekildeydi: “Kürtlerin bir kısmı
Türkmen kökenlidir, Ermeniler ise tehcirden kurtulmak için kendilerini Kürt
Alevi olarak göstermiştir.” Tam linç kampanyasına dönüşmek üzereyken,
Halaçoğlu’nun yeni açıklamaları fırtınayı biraz dindirdi. Peki, bu kampanyanın
sebebi neydi?
TTK, Soykırım
İddialarına Karşı Kale
Bu çarpıtmanın ‘bilinçli’ olduğunu anlatan
Yusuf Halaçoğlu “Konu, benim görevden alınmam için çarpıtıldı.” diyor. “Basın
toplantısı düzenledim. Herkese açıklıkla söyledim. Bazı gazeteler benim oradaki
(Kayseri) konuşmamı deşifre ettiler. Onların yayımladığı gibi olmadığı ortaya
çıkmadı mı? Evet çıktı. Niye bazı köşe yazarları, bazı kesimler hâlâ aynı
şekilde yükleniyor? Bunları okumadılar mı?” diye soran Yusuf Halaçoğlu, “Kripto
Ermeniler mi bu linç kampanyasını sürükledi?” sorusuna ise şu cevabı veriyor:
“Kripto Ermeniler diyebilirsiniz, onların dışında birtakım gruplar
diyebilirsiniz. Gazetelerde kimler yazıyorsa onlar.”
Türk Tarih Kurumu son yıllarda Ermeni
soykırımı iddialarına karşı birçok somut tez geliştirdi. Özellikle kurum
bünyesindeki Ermeni Masası soykırım olmadığına dair birçok araştırmaya imza
attı. Halaçoğlu’nun deyimiyle TTK soykırım iddialarına karşı kale olarak
duruyordu. “Beni görevden aldırırlarsa çok önemli bir kale kaybedilmiş olur.
Çünkü bugün Ermeniler konusundaki en ciddi araştırmaları ben yaptım. Herkese
meydan okuduk. Bugün hiç kimse Türk Tarih Kurumu’nun çalışmalarına karşılık
veremiyor. Ermeni diasporasının bu propagandaları ile ileriye sürülen soykırımı
kabul etme raddesine gelmiş bir ülkenin artık kabul etme durumu/imkânı kalmadı.
Kamuoyu bu konuda tamamen bilinçli hale geldi. Bunun önündeki en önemli engel
kimdi: Yusuf Halaçoğlu.”
Başkan Halaçoğlu’nun tartışmalara neden
çalışmaları iki başlıkta toplanıyor. Birincisi 15 ve 16. yüzyılda Anadolu’da
yaşayan aşiretler. 1995 yılında başlayan çalışmada Osmanlı tahrir defterlerinin
incelenmesi sonucu Anadolu’da yaşayan 41 bin 297 aşiret tespit edildi. Bunların
37 bin 706’sı Türkmen, 2 bin 287’si Kürt, 166’sı Moğol, 90’ı Arap, 280’i
Kıpçak. O yıllarda Anadolu’da yaşayan Osmanlı nüfusunun 10 milyonun biraz
üzerinde olduğunu tahmin eden Halaçoğlu, bu 41 bin aşiretin 1 milyon 140 bin
çadıra sahip olduğunu anlatıyor. Bu çadırlarda 4-5 kişi yaşadığını hesaplayıp
aşiretlere mensup kişi sayısının 6 milyon civarında olduğunu ifade ediyor.
Osmanlı İmparatorluğu vergi aldığı herkesi
kayıt altında tutuyordu. Sadece kadınlar vergi vermedikleri için kayıtlarda
görünmüyordu. TTK Başkanı’nın demografik ve sosyal yapıyla ilgili bu çalışması
da Kürtlerin Türkmen asıllı olduğu şeklinde yansıdı. Halaçoğlu, böyle bir
açıklaması olmadığını, Kürtlerin ‘bir kısmının’ Türkmen olduğunu dile
getiriyor. Henüz çalışmasını tamamlamasa da “Yüzde 30’lara çıkabilir Kürtleşmiş
Türklerin sayısı” diyen Halaçoğlu, bunun tersinin de olduğunu belirtiyor.
Mesela Aydın ve Konya gibi illere gelen Kürtlerin bir kısmı Türkleşmiş.
Amacım Dönmeleri
Araştırmak Değil
Bu araştırmada birisi hangi köyden,
beldeden ya da hangi lakapla anıldığını söylediğinde hangi aşiretten ve hangi
boydan geldiği ortaya çıkıyor. “Günümüzde nasıl evlilikler varsa haliyle o
zaman da oluyor. Kürtleşme ya da Türkleşme gündemde. İç içe girmişler.
Türk-Kürt ayrımına gayret edenlere karşı çok önemli bir argümandır bu çalışma.”
Halaçoğlu’nun araştırmasının ikinci boyutu
ise Ermenilerle ilgiliydi. Talat Paşa tarafından 1915’te alınan tehcir kararı,
Anadolu’da yaşayan Ermenilere uygulandı. 1 milyonun üzerinde Ermeni vatandaşın
büyük kısmı güneye göçtü. Bir kısmı savaşlarda ölürken kimileri topraklarından
ayrılmamak için dinini değiştirdi. Bazıları ise Yusuf Halaçoğlu’nun deyimiyle
kendisini “Kürt Alevi” olarak gösterdi.
Yusuf Halaçoğlu, amacının Ermeni dönmeleri
araştırmak olmadığını söylüyor: “Dönmelerin listesi belli bir oranda var. Nerde
olduğunu söylemiyorum. Onların gereği yok. Benim amacım tehcirde ölmeyen
Ermenileri ortaya çıkarmak.” 1915 olaylarının soykırım olduğunu iddia edenler,
600 bin ile bir buçuk milyon arasında değişen rakamlarda Ermeni’nin
öldürüldüğünü savunuyor. Yusuf Halaçoğlu ise 300 bin Ermeni’nin savaşlarda
öldüğünü ortaya çıkardığını ifade ediyor. “Ben ne kadar Ermeni’nin hayatta
olduğunu araştırırken bunlara rastladım. Sünni Müslüman olan Ermeniler de var.
Tehcirden kurtulmak için Müslümanlığa geçenler var. Nereye gittiklerini
araştırmak zorundayız. Bunların içinde kendilerini sadece Kürt olarak gösteren,
Kürt Alevi olarak gösterenler var. Bunlar 1915-20 arasında kendini gizleyenler.
Elimizde bu çalışmalar yoktu.” diyor. Ermenilerin bir kısmının kendini Balkan
göçmeni olarak da gösterdiğini söylüyor.
Ermeni Dönmeleri
Açıklama Şartı
Talat Paşa, Müslümanlığa geçmiş olsalar
bile Ermenilerin tehcire tabi tutulması yönünde emir vermişti o yıllarda. Yani
Müslümanlığa bir teşvik yoktu. Ancak cephelerde mücadele eden Osmanlı
kuvvetleri Tunceli vilayetine hâkimiyet kuramıyordu, isyanlar baş göstermişti.
“Ermeniler saldırılara maruz kalmamak için kendilerini Kürt Alevi olarak
göstermiştir” diyen Halaçoğlu, Osmanlı kuvvetlerinin bu bölgelere giremedikleri
için Ermenilerin tehcirden kurtulduğunu ve tespit edilemediklerini söylüyor.
Son bir yıldır çalıştığı “Tehcirde ölmeyen
Ermeniler nerede?” çalışmasında ortaya çıkan dönmelerin rakamlarını, nerede
yaşadıklarını, kim olduklarını, kaynaklarını açıklamaya yanaşmıyor Halaçoğlu.
Araştırmasının bugünü kapsamadığını, gizli Ermenileri ve sayılarının ne
olduğunu bilmediğini belirtiyor. Ermeni dönmelere ait bu belgelerin başka hangi
kurumlarda olduğu ise bilinmiyor. “Benim bildiğim, sadece benim elimde var.
Herhangi bir yere vermedim” diyen Halaçoğlu, bu listeleri açıklama şartını
koyuyor: “Eğer yabancı ülkelerde nüfus meselesi ile ilgili bir tartışma meydana
gelirse ancak o zaman söylerim. Hâlâ karşımdaki insanlar bunu iddia eder ve
devlet de olumlu görürse bunu da sunarım. Ama insanları huzursuz etmek,
rahatsız etmek veya yaşadıkları ortamda birtakım baskılara maruz bırakacak
tavır takınılması hakkına sahip değilim.”
Ermeni dönmelerin fişlendiği, devlet
tarafından kara listelere konulduğu, etnik ayrımcılık yapıldığı öne sürüldü.
Yusuf Halaçoğlu, Ermeni dönmelerin listesinin elinde olduğunu, cımbızla çekilen
“Kürt Aleviler Ermenidir” sözünün ardından söylemiş: “Belgesi varsa söylesin
dediler. Niye elimde bir seneden fazla duruyor da açıklamadım?”
Bunlar, Devlet
Politikası Değil
İngilizler tarafından 1921 Kasım’ında
Milletler Cemiyeti’ne sunulan raporda Müslümanlığa geçen Ermenilerin sayısı 95
bin olarak zikrediliyor, dünyadaki Ermeni nüfusu ise 3 milyon. Bunun 817 bini
Anadolu’dan başka ülkelere göç etmiş. Ermeni Milli Delegasyon Başkan Yardımcısı
Thomas Mugerditchian’ın raporunda Ermeni aşiretlerinin, hangi Kürt aşiretleri
adını aldıkları ortaya konuluyor.
Peki, tüm bunlar devlet politikası mı yoksa
bilimsel çalışma mı? Yusuf Halaçoğlu bu araştırmaların devletle alakası
olmadığını söylüyor: “Dört buçuk yıl boyunca veya ondan önceki sekiz hükümet
döneminde -başbakan ya da bakanlar dâhil- hiç kimse telkinde bulunmadı, talimat
vermedi.” TTK’nın siyasi iradeyle yönetilmediğini anlatan Halaçoğlu “Siyasi
iradeye bağlı, bilimsel politikası ve özgürlüğü, mali özgürlüğü olan” diye
tanımlıyor kurumu: “Ben hiçbir zaman devlete politika üretmek için araştırma
yapmıyorum. Eğer devletin, yetkililerin, siyasi otoritenin hoşuna gidiyorsa
alıyor bunu, politika olarak uyguluyor.”
Tüm bu tartışmaların ardından Yusuf
Halaçoğlu Türk, Kürt, Ermeni tartışmalarına “Kişi kendini ne hissediyorsa
öyledir. Ben ırkçılık yapmıyorum” diye nokta koyuyor.
İşte Tunceli’deki
Ermenilerin ve Dönmelerin Sayısı
Ermeni dönmelerin genel nüfus içinde
sayılarının çok az olduğunu söyleyen Prof. Yusuf Halaçoğlu’nun elindeki mavi
kaplı ‘Ermeni dönmeler’ listesine göre 1915-20 tarihleri arasında Tunceli’nin
ilçelerinde yaşayan Ermenilerin ve Ermeni dönmelerin nüfusu şöyle:
İbrahim Doğan / Aksiyon Dergisi
BENİMKİ
ÖZEL BİR ÇALIŞMA,
KONUŞMAYA VAR
YAYIMLAMAYA YOK
Türk Tarih Kurumu Başkanı Profesör Doktor
Yusuf Halaçoğlu’nun çok tartışılan açıklamaları aslında şimdiye dek tabu
sayılan pek çok konuyu ortaya döktü. Birincisi, Anadolu’nun yerleşik
ahalisinden bir kısmının Cumhuriyet’in ilanı öncesi ve sonrasında kendi dini ve
etnik aidiyetlerini gizleyerek veya değiştirerek toplumda var olmayı
umduklarını ilk kez yetkili bir ağız söyledi. İkincisi, yine ilk kez yetkili
bir ağız, Anadolu’nun Türklerden önce de yerleşik olan ahalisinden,
Ermenilerden bir kısmının Müslümanlığı seçerek Türk kimliğinde yaşadığına dair
bir listenin elinde olduğunu söyledi.
İş bu listenin açıklanmasına gelince,
Profesör Halaçoğlu ‘Açıklamam’ diyor.
Sayın Halaçoğlu listeleri neden
açıklamayacağınızı söylediniz?
- Neden açıklayayım ki? Basın hangi
açıklamamı doğru verdi ki? Ben Kürtlerin Türk olduğunu söylemiş miyim? Hayır.
Bütün Alevileri mi suçlamışım? Hayır. Bazı Ermeniler Aleviliği seçti demişim,
bazıları diyorum. Ama hepsi demişim gibi çarpıtılıyor.
Neden ‘suçlama’ tanımını kullandınız?
-Basın öyle kullandığı için, yoksa ben
kökeni bir suç olarak görmüyorum, yalnızca saptıyorum. Bunları daha önce de
söyleyen oldu. Mesela Hrant Dink de söylemişti; bazı Kürt aşiretleri Ermeni
kökenlidir diye.
Ama o bir gazeteciydi, siz bilim
adamısınız. Deniyor ki, bilimsel açıklama, ya tebliğ olarak yapılır, ya da
yayın olarak. Açıklamanıza bilimsel nitelik kazandırmak için listeleri
açıklamayı düşünmez misiniz?
- Hayır, düşünmüyorum. Belki bunu
açıklayarak kendi halindeki insanları rahatsız edeceksiniz. Sonuç olarak
bilimsel bir toplantıda konuştum.
Ama bu listeden söz ederek Pandora’nın
kutusunu açmış olmadınız mı? Örneğin akıllara, acaba devlet yetkililerinin,
örneğin Azınlıklar Tali Komitesi, ya da Devlet Personel Dairesi gibi kurumlar
aracılığıyla, ellerinde böyle listelerle hangi kamu görevlilerinin terfi edip
etmeyeceğine karar verdiği kuşkusu düşmez mi? Ya da bu listeden söz etmeniz,
güncel siyasi gelişmeleri etkilemeye yönelik algılanmaz mı?
- Bana ne? Kim ne düşünürse düşünsün. Bana
ne kimin Türk, kimin Kürt olduğundan? Devletin elinde böyle bir belgenin,
listenin olup olmadığını da bilmiyorum. Bu özel bir çalışma. Elimde belgeler
var diyorum. Amerika’da yapılmış araştırmalar, oradan toplanmış belgeler var. Oraya
giden aileler, buradaki yakınları, adresler, yolcu listeleri var. Belgeyle
yapılmış çalışmayı çarpıtıyorlar.
Kaç kişilik bir listeden söz ediyorsunuz?
Listenize göre Ermeni kökenden gelip Müslüman olmuş kaç kişi var?
- Söyleyemem. Yüz bin kişilik diye yayın
yapıldı. Ben basın toplantısında yüz bin kişilik liste var dedim mi?
Toplantının video kaydını aldırdım. Alevi dernekleri dava açacakmış. Açarlarsa
mahkemede bu kayıtları gösteririm, ne deyip demediğim ortaya çıkar. Ben Türkiye
Cumhuriyeti, Osmanlı’nın bakiyesidir dedim, ‘Kafanızı kuma gömmeyin’ dedim,
bana ırkçı dendi. Ben ırkçı değilim, ırkçılıkla ne ilgisi var? Herkesin kendi
kimliğini öğrenme hakkı vardır.
O zaman niye açıklamıyorsunuz, herkes
öğrensin?
Açıklamamak hakkım var.
Bu bilimsel yönteme uygun mu?
Evet. Bazı insanlar da kimliklerinin
açıklanmamasını isteyebilir. Kişisel bilgidir. Atatürk ve Latife hanım
belgeleri tartışmasını hatırlayın. Kara çarşafla kaçma filan tartışmalarını.
Ben o zaman kişisel bilgilerin ayrı tutulup, öyle açıklanmasından yanaydım.
Denmedik laf bırakılmadı.
Siz 14 yıldır TTK Başkanısınız. Şimdi
istifanız isteniyor. Görevi bırakmayı düşünüyor musunuz?
- Niye bırakayım? Türk Tarih Kurumu Başkanı
olmanın bana fazladan sorumluluk dışında getirdiği bir şey yok. Bana bilimsel
olarak getirisi dışında, maddi olarak fazla bir getirisi yok, açıkladım, ayda
380 YTL. Kurumun 2001’den bu yana bir yasası yok, yasa çıkmadı. Bir Bilim
Kurulu yok, tek başıma çalışıyorum. İnsani olarak bakıyorum meselelere. Aslında
daha önce ayrılmayı düşünüyordum. Ama bu tartışmadan sonra düşünmüyorum.
Murat Yetkin / Radikal
HALAÇOĞLU’NUN
LİSTESİ 1934’TEKİ ‘GİZLİ’ NÜFUS SAYIMINDAN MI ÇIKTI?
Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanı Prof. Dr.
Yusuf Halaçoğlu’nun “Elimde Ermeni dönmelerinin listesi var” sözleri büyük
tartışma yarattı. Bu iddiayı kanıtlayan resmi bir belge ortaya çıkartılmış
değil. Buna rağmen TTK Başkanı hiçbir şekilde geri adım atmayarak ısrarla
devletin “kapı kapı dolaşıp bu kişileri tek tek tespit ettiğini” savunuyor.
Tartışmalar kamuoyunda ciddi bir kuşku yaratmadı değil. Hâlâ hükümetten de
diğer resmi kurumlardan da Halaçoğlu’nun bahsettiği listeyi yalanlayan veya
doğrulayan açıklama gelmemiş olması akıllardaki soru işaretlerini çoğaltıyor
kuşkusuz.
‘Nüfus istatistikleri tümüyle açıklanmalıydı’
Konuya dair Referans’a açıklama yapan
Halaçoğlu, “Elinizde bulunduğunu söylediğiniz belgeler devlet arşivine mi ait”
sorusuna net yanıt vermekten kaçındı. Ancak tezlerini kanıtlayabilecek bazı
olguların geçmişte yapılmış nüfus sayım sonuçlarından da çıkartılabileceğini
söyledi. Halaçoğlu’nun işaret ettiği şey, en son 1975 yılındaki nüfus sayımı
kâğıtlarında yer alan “Hangi anadili konuşuyorsunuz?” sorusuna verilen
yanıtlar. Bunların bir gösterge olabileceğini ileri sürüyor Halaçoğlu. “Peki bu
sayım sonuçları tam olarak açıklandı mı” sorusuna ise yanıtı net: “Açıklanması
gerekirdi.” Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) belgelerine göre 1980
yılındaki sayıma kadar bu soru anketlerde yer almasına rağmen sonuçların 1975
yılından sonra hiç açıklanmamış olması dikkat çekici.
Türkiye ilk nüfus sayımını 1927 yılında
yaşadı. “Anadili nedir” ve “Anadilinden başka hangi dili konuşmasını bilir?”
soruları ise ilk kez 1935’teki sayım kâğıdına konuldu. Ve bu yıldan itibaren
nüfus sayımının her 5 yılda bir düzenli olarak yapılacağı kanunla karara
bağlandı. Ancak Türkiye düzenli nüfus istatistiklerine geçtiği 1935 yılında
tuhaf bir sayıma daha tanık olmuştu. Resmi sayımın 1935 yılında yapılacağına
ilişkin 2465 No’lu Umumi Nüfus Sayımı Hakkında Kanun’un 29 Mayıs 1934’te
TBMM’de kabul edilmesinden bir ay sonra, 2576 No’lu Gizli Nüfusların Yazımı
Hakkında Kanun adlı özel bir düzenleme de Meclis’ten geçerek 15 Temmuz günü
yürürlüğe girdi. Böylece aynı yıl “umumi” ve “gizli” adıyla çifte nüfus sayımı
yapıldı. Nitekim “gizli” ibareli nüfus sayımı haziran 1935’e kadar devam
ederken, “umumi” nüfus sayımı ekim 1935’te gerçekleştirildi.
Bilgi verene ödül, sayılmayana ceza
Meclis tutanaklarında yer alan ve 12
maddeden oluşan gizli nüfus sayımı kanunundaki bazı düzenlemeler şöyleydi: Her
reis evindeki veya emri altındaki gizli nüfusu 1.5 ay içinde bildirecek (madde
1), muhtar ve belediyeler gizli nüfusları kaydederek kayıt defterlerini
düzenleyecek ve ilgili makama gönderecek (madde 2), bilgiyi doğru vermeyenler
1-10 lira cezalandırılacak (madde 4), mükerrer nüfus yazımında ceza iki misli
artırılacak (madde 5), idare heyetlerinin cezaları kati olup tahsil edilecek
(madde 6), gizli nüfus yazılacak ve defterler buna göre tanzim edilecek (madde
7), kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren 3 ay içinde gizli nüfus hakkında
bilgi veren mükafatlandırılacak (madde 8).
Başvekil İsmet İnönü imzasıyla 3 Temmuz
1934 günü TBMM Başkanlığı’na sunulan lahiyada kanun, “Nüfus kütüğüne
kaydolmamış, ölmüş ya da kaybolduğu halde kütükten silinmemiş olanların
belirlenmesi” gerekçelerine dayandırıldı. Oysa 1935 yılında yapılacak resmi
genel sayım da zaten nüfusun tam olarak tespit edilmesi ve kayıt altına
alınması amacını güdüyordu.
Sayım kanun çıkmadan 1 yıl önce başladı
Bunun yanında TBMM tutanaklarında dikkat
çekici bir başka nokta daha var. İnönü’nün sunduğu lahiyadan iki gün sonra, 5
Temmuz günü, TBMM Başkanlığı’na sunulan Dahiliye Encümeni Mazbatası’na ekli
listenin üzerinde yer alan tarihler ile kanunun resmen yürürlüğe girdiği tarih
arasında fark bulunuyor. Mazbatada 1933 kasım ile 1934 mayıs döneminde
kaydedilen yazılı ve gizli nüfus hakkında bilgilere yer verilmiş. Dolayısıyla
“gizli” nüfusun tespitine ilişkin sayım yapılması için kanun 1934’te
çıkartılmasına karşın, 1933’te de gizli sayım herhangi bir yasal dayanak
olmaksızın yapılmış. Kanunun yürürlük süresi ise 1 Haziran 1935 tarihine kadar
uzatılmış. Dolayısıyla 1933’ten başlayarak 1935’teki resmi nüfus sayımına kadar
süren “gizli bir nüfus istatistiğinin” devlet arşivlerinde yer alması
gerekiyor.
Prof. Dr. Halaçoğlu, elinde bulunduğunu
savunduğu “dönmeler listesi”nin kaynağının 1933-35 yılları arasında yapılmış bu
“gizli sayım” olup olmadığına dair soruyu kesin bir dille reddetti. Hatta
şimdiye kadar devletin arşivlerinden yararlandığını söylemesine rağmen, “Benim
kaynaklarım başka. Yerli yabancı uzmanlar ile kişisel araştırmalarımdan
oluşuyor” dedi. Ve “gizli sayımın” İsmet İnönü’nün lahiyasında söylenen
gerekçelerden dolayı yapıldığını anlattı. Ancak resmi bir nüfus sayımı yapılacakken
bir yılı kanunsuz biçimde olmak üzere neden iki yıl boyunca ayrı bir sayımın
yapıldığı sorusunu ise “Konunun ayrıntılarını bilmiyorum” diyerek yanıtladı.
Bu tuhaf sayımın istatistiki sonuçları
konusunda genel rakamlar dışında herhangi bir ayrıntı yok. Konuyu danıştığımız
Toplumsal Tarih dergisi yazarları ile yakın tarih üzerine çalışan Mehmet Ali
Kılıçbay, Rıfat Ballı, İsmail Beşikçi gibi tarihçiler ise çifte nüfus sayımı ve
ona dair kanun hakkında bir bilgilerinin olmadığını ifade ettiler.
Anadillere göre nüfus dağılımı artık
yapılmıyor
Türkiye’de 1935 yılından itibaren nüfus
sayımlarında kullanılan anketlerde etnik kökene dair bilgilerin yer aldığı
sorulara da yer verilmeye başlandı. Özellikle dil konusunda ayrıntılı
istatistikler tutuldu. Anadil, ikinci konuştuğu dil, başkaca bildiği diller,
dile ve dine göre dağılımlar gibi istatistikler 1975’e kadar da tamamen
açıklanıyordu. 1990 yılına kadar bu sorular sorulmasına rağmen, kamuoyuna
açıklanmadı. 1990’dan itibaren de nüfus anketlerinden sorular çıkartıldı.
Bahadır Özgür /
Referans Gazetesi
ERMENİ
LİSTESİ ABD ARŞİVİNDEN
Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanı Yusuf
Halaçoğlu, çalışmalarının kaynağının ABD arşivleri olduğunu açıkladı.
Türkiye’nin etnik yapısıyla ilgili çarpıcı açıklamalar yapan Halaçoğlu, “ABD
arşivlerindeki çeşitli Ermeni raporlarında, aşiret adlarıyla birlikte hangi
Ermeni aşiretinin hangi Kürt aşireti ismini aldığının kaydı var” dedi. “Tehdit
alıyor musunuz” sorusuna yanıt vermeyen Halaçoğlu’nun ilginç cevapları şöyle:
Neden hedefteki isim oldunuz?
- 1989’da Almanların yaptığı bir çalışma
var. Türkiye’deki etnik gruplarla ilgili liste vermişler. Kürt Aleviler,
Zazalar, Kürt Sünniler... Sayfalarca, koskoca Atlas çıkardılar, ‘Türkiye
Cumhuriyeti’nde etnik guruplar’ diye. Yazarı Peter Alford Andrews. Niye kimse
buna sesini çıkarmıyor? Biz oturacağız aptal aptal onların yaptıklarına mı
bakacağız? Sonra ‘bilim adamlarımız çalışmıyor’ diyorlar. Çalışırsanız ırkçı
diyorlar!
Ermeniler meselesi rahatsızlık yarattı?
- Nesi bunun ırkçılık? Araştırmalarımız
kaynaklara dayanıyor. ‘Kendisini Kürt Alevi olarak göstermiş Ermeniler vardır’
dedim. ‘Ermeniler Kürt Alevidir’ demedim. PKK’nın içinde de var dedim.
Öcalan mı?
- Ben kişilere göre ve bu zamana göre
araştırma yapmıyorum. Beni ilgilendirmiyor. Amacım şu: Ermeni diasporası 1.5
milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü iddia etti. Çıkıp, ‘Nerede bu Ermeniler’ diye
bas bas bağırdılar. Biz, bu insanlar nereye gitti diye araştırmayacak mıyız?
Benim yaptığım budur. Gittik Amerikan arşivlerine, Meclis, Dışişleri, misyoner
arşivlerine, ABD’ye giren gemilerin listelerine kadar tek tek inceledik.
Hepsini tek tek incelediniz mi?
- 10 yıl. Elimiz
bu kadar güçlü olmasa rasgele konuşur muyuz? Herkesle tartışırız diyebilir
miyiz.
ABD izin verdi mi?
- O konulara girmeyelim. Çünkü biz
araştırmayı yaptıktan sonra öğrendiler.
Kaç kişi tespit ettiniz?
- Tüm çalışmaların sonucu şudur: 1921’e
göre, 1 milyon 300 bin Ermeni hayattadır. Ermenilerin iddiası fostur. 300 bin
Ermeni kaybı var. Ama savaş ve hastalıktan ölenler dahil.
Peki yurt dışına çıkanlar?
- Tam sayı vereyim: 817 bin 873 Ermeni
Türkiye’den göç etmiştir. 281 bin kişi Ermeni kimliği altında Türkiye’de
yaşıyor. 150 bini İstanbul, 131 bini Anadolu’da. 95 bin Ermeni kadın ve çocuk,
Müslüman olmuştur.
Kürt Aleviyiz diyenler?
- Rakam vermiyorum. Bunun dışında kalanlar,
ABD arşivlerinde yer alan çeşitli Ermeni raporlarında, aşiret adlarıyla
birlikte hangi Kürt aşiretinin adını aldıklarının kayıtları var.
Bu bilgiler kötüye kullanılır mı?
- Hayır efendim, kötüye kullanılacak hiçbir
niteliği yok. Ben elimdekini yok ettim diyelim. Siz yabancı arşivlerdeki bu
bilgileri nasıl yok edeceksiniz?
İSTERLERSE AÇIKLARLAR
Listeyi açıklar mısınız?
- Büyük çoğunluğu biliyor zaten. Benim
açıklamam söz konusu değildir. Bazıları henüz tartışma kültürüne bile sahip
değil. Ancak tartışamayan halk değil. Halk açık, kaldırıyor. Ben neden
açıklayayım? Kişi kendi kimliğini isterse açıklar.
Peki bu bilgileri MİT’e verdiğiniz
iddiaları?
- Yahu ben bunları niye MİT’e,
Genelkurmay’a vereyim? Kimseyle alakamız yok bizim. Fantastik roman yazıyorlar.
Gülüyorum artık ne yapayım. Bunları aşiretler sempozyumunda konuştum.
Saptıranlar, özür dilemesin ama yanlışı düzeltsin.
Kürt aşiretleri kitabı ne zaman
yayınlanacak?
- Meşgul edilmesem bitmişti. Kitabı yayınladığımda
herkes bakabilir. Yabancı kaynaklarla, Osmanlı tapu tahrir defterlerine
dayanıyor çalışma. Osmanlı devleti vergi için hazırlamış bunları. Herkesi
kapsıyor.
Rıza Zelyut’un sözleri?
- Girmiyorum onlara. Benim konuşmalarım
bilimsel çalışmalardır.
ERMENİ KALSALARDI DAHA
İYİ OLURDU
Aleviler size sinirli?
- Sadece onlara değil Kürtlere de mesajım
var. Önce konuşmamın doğrusunu okurlarsa, yanlış olmadığını anlayacaklar. Tam
tersine, kendilerini kimin kullandığını, nasıl bir pozisyona düştüklerini
anlayacaklar. Beni arayan Ermeni, Alevi vatandaşlarımız, “sağolun” dediler
sonunda.
Yaşanan tedirginliğe hak vermek gerekmez
mi?
- Benim konuşmalarımı düz olarak okurlarsa
çarpıtıldığını görecekler. Bakın, mesela ben ‘Maalesef Ermeni asıllıdır’
diyorum ya, onu eleştiriyorlar. Evet maalesef, çünkü Ermeni olarak kalsalardı
daha iyi olacaktı. Kendilerini gizlemeden yaşama imkanı varsa neden
gizliyorlar?
“Kürtleri Avrupa mı araştırsın?”
- Türkiye’de büyük bir sıkıntı yaşanıyor.
Alevi, Sünni, Kürt ve Ermeni meselesi. Bu insanlar birbirine düşürülmeye
çalışılıyor. Bunu önlemenin tek yolu kafamızı kuma sokmamaktır. Ne olduğunu
rahatlıkla konuşabilmektir. Mesela nedir Kürt realitesi? Avrupalılar mı
araştırsın bunu?
Deniz Güçer / Akşam
Gazetesi
BİZİMKİLER
NEDEN RAHATSIZ OLDULAR
ANLAYAMADIM
TTK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu:
“Elimde güncel bir liste yok, kimsenin soyunu, sopunu, kütüğünü araştırmadım.
Ermeni diasporasına belgelerle cevap verdim, ayrıca çatışma unsuru olarak
tutulmak istenen etnik unsurların birbirleriyle iç içe geçtiğine vurgu yaptım.
Bu bölücülük değil, birleştiriciliktir.”
Zor bir durum, konuşsa da problem, sussa
da. Bir tercih zamanı; sonuç problemse, gerçekleri söyleyerek mi, susarak mı
problem olmak istersiniz?
Ya da gerçeği saklayıp mı problem olmak,
gerçeği söyleyip mi problem olmak?
Yoğun gündem arasında gündeme geldiniz,
“Elimde dönmelerin listesi var” dediniz, ırkçı mısınız, bölücü müsünüz, ne
yapmak istiyorsunuz?
- Kayseri’de düzenlenen “Türk Tarihinde
Avşarlar” konulu sempozyumda bir sunum yaptım. Dedim ki, Osmanlı arşivlerine
göre Türkiye’de 41297 aşiret tespit ettim, içlerinde 4455 adet Avşar aşireti
vardı.
Bunlarda sorun yok, sorun Alevi, Kürt ve
Ermenilerle ilgili sözlerinizden çıktı.
- Dadaloğlu Şenlikleri münasebetiyle
düzenlenen sempozyumda dedim ki; Araştırmamızda bugün kendini Kürt olarak bilen
bazı aşiretler aslında Türkmen olarak görünüyor… “Kürt yok, Kürtlerin hepsi
Türkmen” demedim.
Medya öyle algıladı…
- Dinleyenler öyle algılamadı, gazetelere
“Kürt yok” dediğim şeklinde yansıdı. Bir diğer konu da “Bazı Ermeni aşiretleri
ve bazı Ermeniler kendilerini Kürt Alevi olarak gösterdiler” dediğim husustur.
Bu da “Aleviler Ermeni dönmesi” dediğim şeklinde kasten çarpıtıldı.
DİASPORA BİZİ YIKMAK
İSTİYOR
Bilimsel bir toplantı niye bu kadar
saptırılsın ve bu kadar yanlış anlaşılsın ki?
- Büyük bir rahatsızlık var. Çünkü TTK
Ermeni diasporasına, onların iddialarına karşı bir kale. Onlara belgelerle
cevap verdiğimiz gibi diasporanın söylemini tekrar eden Türkiye’dekileri de
susturduk… Şimdi bana vurmak isteyenler, vaktinde “Ermeni soykırımı vardır”
diyenlerdir.
Ermeni kimliğini gizleme, kendini Kürt
olarak göstermenin arkasında güvenlik kaygısı mı vardı?
- Evet. Tehcirden kurtulmak için kendisini
Kürt ve Müslüman olarak göstermek isteyenler de vardı. Osmanlı “Müslüman olduk”
diyenleri de nakletti, “Biz Kürtüz” diyen aşiretleri ise nakletmedi. İçlerinde
Alevi gibi gösteren bir grup da vardı ve bunlar asıllarını unutmuş değillerdi.
Aleviler de bu sözlerinizden çok rahatsız
oldular.
- Alevilerle ilgili kötü bir şey
söylemedim. Neden rahatsız oldular, çünkü gazeteler, bütün Alevi Kürtlerin
Ermeni olduğunu söylediğimi yazdı. Böyle bir şey söylemedim.
Ne zamandır bu konu üzerine çalışıyorsunuz?
- Yaklaşık on yıldır devam ediyor.
Etnik yapı olarak karşınıza nasıl bir
fotoğraf çıktı?
- Ben etnik yapı, soy sop araştırmadım.
Doktora tezim Osmanlı’nın iskan siyaseti ve aşiretlerin yerleştirilmesiydi.
1989 yılında Avrupa’da “Türkiye Cumhuriyetinde Etnik Gruplar” başlığında bir
çalışma yapıldı ve yayınlandı. Kitapta köy köy listeler vardı. Ardından bir de
atlas yayınladılar ve bu verileri de harita üzerinde gösterdiler. Bizim
bunların doğru olup olmadığını araştırmamız gerekmez mi?
Tarihte kalmış bir konunun bugüne bakan
yüzü mü araştırmanız, bu güne ne söylüyor?
- İnsanlar arasında ayrım yapmak ya da
onları deşifre etmek gibi bir amacım yok. Bu çalışmayı şunun için yaptım: Biz
Ermenilerle ilgili araştırmalarda geç kaldık. Ermeni diasporası soykırım diye
bir iddia attı ortaya ve bütün parlamentolar birer birer kabul etmeye
başladılar. Diyorlar ki 1915’de 1,5 milyon Ermeni öldü. Biz şimdi 1915’ten
önceki Ermenileri araştırmak zorunda değil miyiz? 1915 tarihinden önceki
nüfuslarını ortaya çıkarmamız gerekmez mi?
Diasporanın soykırım iddialarına karşı
nasıl bir cevap çıkardınız?
- Rakamsal olarak şunu ortaya koyduk; 1
milyon 300 bin Ermeni yaşıyordu 1921’de. Ermeniler Anadolu’da yaşıyorlardı,
nereye gittiler sorusu hep soruldu. Yabancı arşivler dahil birçok yerde Ermenilerin
nereye gittiklerini araştırdım. Amerika’ya gidenlerin kayıtlarını buldum,
Fransa’ya, Kafkasya’ya, Avusturya’ya, Brezilya’ya gidenler olmuş. Bu bilgileri
topladım, Türkiye’de yaşayanları aldım. 1921’de Milletler Cemiyeti için
yapılmış araştırmaları buldum. Orada 1921’de ne kadar Ermeni’nin yaşadığı
belirlenmişti ve ayrıca Müslüman olmuş Ermenilerle ilgili rakamlar da
verilmişti. Bunlar kayıt altında alınmış rakamlardı, benim sözünü ettiklerim
ise tam kayıt altına girmeyenlerdi. Ermeni Milli Delegasyonu Başkanı Thomas
Mugerditchian, (Amerika’nın Diyarbakır konsolos yardımcısıydı) raporunda hangi
ad altındaki Ermeni aşiretinin, hangi adla kendini Kürt aşireti olarak
gösterdiğini yazmıştı. Ayrıca Prof. David Magie’nin “Osmanlı İmparatorluğu’nda
Kürtler” araştırmasında da önemli bilgiler vardı.
KÜRTLER PKK İLE
ÖZDEŞLEŞTİRİLMEK İSTENİYOR
Ermeni evlatlıklar, Kripto Hıristiyanlar
üzerine çok konuşuldu. Hatta gizli Ermenilerin PKK’nın destekçisi olduğu
söylendi.
- “Kendilerini Kürt Alevi gösteren bazı Ermeniler
var, bu gibi kişiler PKK ve TİKKO’nun içinde de var. Dolayısıyla PKK ve
TİKKO’yu sadece bir Kürt hareketi olarak görmemek lazım”. Böyle söylediğim
halde gazeteler : “Terör örgütü PKK ve TİKKO Ermeni kökenli kişilerden
oluşuyor” şeklinde yazdı. Irkçılık, bölücülük yapmadım, aksine Kürt
vatandaşlarımızın bunlarla birlikte olmadığını gösteren bir cümle söyledim.
Sağladığınız veriler DTP’ye karşı da
kullanılacak bir argüman olarak yorumlandı, DTP’yi suçlamak ya da PKK ile
“gönül ilişkisini” koparmaya teşvik etmek için…
- Hayır hiç alakası yok. Benim kastettiğim
Türk-Kürt çatışması çıkarılmaya çalışılıyor. Kürt kardeşlerimiz PKK’yla
özdeşleştirilmesin.
Öcalan’ın Ermeni olduğu iddia edilmişti. Bu
belgelense Kürt hareketini nasıl etkiler?
- Birtakım aldatılmış, ona destek veren
insanlarımız muhtemelen destek vermeyecektir.
Böyle bir bilgi belge var mı eliniz de?
- Olsaydı kamuoyuna açıklamazdım ama bilgi
verirdim.
Önümüzdeki dönemde yürürlüğe konacak bir
politikanın “meşruiyetini sağlama hazırlığı” içinde olduğunuz yorumları da
yapıldı…
- Konuşmalarımı böyle yorumlayanlar
fantastik bir roman yazıyorlar…
YABANCILAR ETNİK
UNSURLARI KAŞIYORLAR
Türkiye’nin etnik yapısı üzerine
yabancıların yoğun çalışmaları var.
- Bizden daha iyi çalışıyorlar diyebilirim.
Bu konuda Türkiye’de çok araştırma yapılıyor.
Nedir bu ilginin sebepleri?
- Türkiye Cumhuriyeti’nde etnik grupların
neden yayınlandığını, bunun bir harita üzerinde niçin detaylandırıldığını iyi
değerlendirmek lazım. O çalışmalar, bilimsellikten uzak etnik tasniflerle
Türkiye’de zihinleri bulandırıp kargaşa hedefliyor. Sevr’i uygulayamadılar.
Türkiye hâlâ büyük ve dışardan yıkmaları mümkün değil. Yugoslavya’yı nasıl
parçaladılar, Sovyetler nasıl çöktü, Irak ne hale geldi? Aynı oyun Türkiye’de
de oynanıyor. İnsanları birbirine düşürmek çok zor değil. Hem dinî hem ırkî
olarak düşürebilirsiniz. Ülkeler bunu kendi çıkarları için yapabilir, önemli
olan bizim ne tedbir aldığımızdır. Kendi aramızda tartışmazsak sorunları
çözemeyiz.
BÜYÜK TEPKİ İÇERİDEN
GELİYOR
Bu “içten çökertme planı” devam ediyor mu?
- Kargaşa ortamına doğru sürüklüyor
Türkiye’yi. Bu tezleri çürütmek, bu alanları dış kışkırtmalara kapatmak lazım.
İlginç ki en sert tepki bize içeriden geliyor. Türk-Kürt çatışmasının sun’i bir
çatışma olduğunu, birtakım güçlerin Alevi-Sünni çatışması da çıkarmaya
çalıştığını, buna karşın birlik ve beraberlik içinde olmamız gerektiğini hep
söyledim. Biz bir imparatorluk bakiyesiyiz. Çöküşle birlikte içe doğru bir
nüfus akımı olmuş. Türkiye’nin yüzde kırkı buralardan gelen nüfustur.
1920’lerde 13,5 milyonduk. Gelenlerin büyük bölümü Türk’tür, ama içlerinde
Boşnak, Arnavut, Dağıstanlı vardır, hatta Müslüman olan Gürcüler vardır.
Müslüman oldukları ve bu toprakları benimsedikleri için gelmişler. Bunları
mozaik olarak görmemek gerekir, siyasetçilerin de buna dikkat edip bunları
vatandaş olarak görmeleri gerekir.
Devletin bu konuda oturmuş bir politikası
var mı?
- Bu konuda çok fazla görüşmedim, ne yapmak
istiyor devlet çok bilmiyorum.
14 yıldır görevdesiniz, devlet bu konularda
sizden brifing istedi mi?
- Sadece Ermeni konusunda Bakanlar
Kurulu’nda ve Meclis’te konuşma yaptım...
Çalışmalarınızda nüfus kütükleriyle
oynandığına dair bir bilgiye ulaştınız mı?
- Onlara hiç girmedim. Beni ırkçılıkla
suçlayanlar, kişilerin soyunu mu çıkarıyor diyorlar. Benim hedefim ne kadar
Ermeni’nin ölmediğini ortaya çıkarmaktı.
Biz devletin ideolojik aygıtı değiliz
- Türk Tarih Kurumu devletin ideolojik
aygıtı mı? Eğer öyle olsaydı bunları konuşmazdım. Ben bilim adına konuşuyorum,
siyaset üstü bir insanım burada.
Hükümetten tepki geldi mi, istifanız
istendi mi?
- Hayır herhangi bir tepki gelmedi, istifam
da söz konusu değil. Bunun için benim gerçekten bilimselliğin dışına çıkmam
gerekir ki, ben arşiv belgeleriyle konuşuyorum.
Türklerden oluşan bir Türkiye, yeni bir
ulus hayali şeklinde algılandınız…
- Bu cümlelerden o sonuç hiç çıkar mı..
Siz devletin ideolojik beyninin içini mi
deşifre ettiniz, tartışmamız gereken başka bir gerçeği mi ortaya koydunuz?
- Biricisini hiç kabul etmiyorum. Bilim
adamları ulaştıkları her şeyi yayınlıyorlar, fakat bizde okuma alışkanlığı yok.
Çalışmayı ne zaman yayınlayacaksınız?
- Yıl sonuna kadar bitirmeyi planlıyorum.
Söylediğiniz ikinci konuda haklısınız, herkesin bildiğini ama bir türlü dile
getiremediklerini yüksek sesle söyleyemediklerini ben söyledim. Bunun
söylenmesi, tartışılıp çözümlenmesi gerekiyordu. Başkası gelip çözmez bizim
sorunumuzu. Türk aşiretlerinden Kürtleşenler var, Kürt aşiretlerinden
Türkleşenler var… Kız alıp vermişiz, bin yıldır beraber yaşıyoruz ve iç içe
girmiş durumdayız. Geldiğimiz noktada yok birbirimizden farkımız. Biz bin yıl
birlikte yaşadık birbirimizi kestik mi, Türklerin Türkleri kestiği kadar yoktur
böyle bir şey. İşte Atatürk’ün sözü; “Tarih ihtiyatsızlar için merhametsizdir”.
İhtiyat, konuşarak, araştırarak, bilerek sağlanır. Bu tartışmalarda gördüm ki
biz henüz kendimizi tartışacak olgunlukta değiliz.
ELİMDE GÜNCEL BİR LİSTE
YOK
Yanlış anlaşıldım, konuşmalarım çarpıtıldı
deseniz de elimde dönmelerin listesi var dediğinizde, sokaktaki insanın kafası
iyice karışıyor. İnsanlar “bildiğim Ermeni Ermeni değilmiş, Kürt Kürt değilmiş,
Alevi Alevi değilmiş” demeye başlarsa…
- İşte onun için bulanıklıkları ortadan
kaldıracak bir çözüm bulmak gerekmez mi?
Bir çözüm cümlesi söyleyin…
- İnsanların kimliğini öğrenme hakkına
sahip olduğunu düşünüyorum. Ermeni Alevi’yse öyleyim desin, Hıristiyan’sa onu
söylesin, niye gizlesin kendini. Bu eziyet değil mi insanlara?
Gerçek kimliklerini ortaya koyduklarında,
birtakım imkanlardan, makamlardan, görevlerden düşmezler mi, mahrumiyet olmaz
mı?
- O zaman açıklamasın kimliğini… Bakın ben
elimdeki listeyi açıklama taraftarı hiç olmadım. Zaten yaptığım güncel bir
araştırma değildi. 1921 öncesi Ermenilerle ilgili yaptığım araştırmada şu bölge
şu kadar kişi dedim mi, aşiret adlarını bile vermedim. Niye açıklamıyorsun
diyorlar. Niye açıklayayım ki, insanları niye rahatsız edeyim ki…
“Elimde dönmelerin listesi var” dediniz.
Nedir bu listenin özelliği?
- “Yüz bin dönmenin listesi” dediler ki,
ben hiç rakam vermedim.
Listedeki veriler sizi ürkütüyor mu?
- Hayır.
Listeyi yayınlasanız, yer yerinden
oynayacak, kimin ne olduğu ortaya çıkacak gibi algılandı…
- Hayır hiç alakası yok, bunlar 1915’lere
1920’lere ait bilgiler.
Devlete sızmış bir azınlık olgusunun
varlığına dair bir kaygı taşıyor musunuz?
- Hayır öyle bir araştırmam da, endişem de
olmadı. O benim alanım değil, onu Türkiye’nin güvenlik stratejilerini çizenler
yapar. Bu liste 1915’de tehcire gitmeyip orada kalan Ermenileri içeriyor.
Bugünü hiç mi ilgilendirmiyor?
- Ülkemin insanlarını niye huzursuz edeyim
ki!
Listenin açıklanması ne gibi huzursuzluk
oluşturur?
- Onun tahlilini yapma gereği duymuyorum.
İnsanlar kendi kimliklerini açıklama gereği duyuyorlarsa açıklasınlar.
Devletin elinde bu tür başka çalışmalar,
listeler var mı?
- Bilemem ben devletle birlikte
çalışmıyorum.
Devlet etnik açıdan bakar mı kendi
toplumuna?
- Bilemem ama demokratik bir sistemde
yaşıyorsak bakmaması gerekir.
KİMSENİN SOYUNU
ARAŞTIRMADIM
Yalçın Küçük’ün çalışmalarını nasıl
buluyorsunuz?
- Ona girmeyeyim, ben soy-sop, kütük
üzerine bir şey yapmıyorum.
Devletteki birçok insana dair de “dönme”
iddiaları ortaya atılıyor…
- Ben Osmanlı tarihçisiyim, Osmanlı’da
devşirmeler var. Bir Sokullu Mehmet Paşa’nın yaptığını hangi Türk yaptı. Önemli
olan ne hissettiğinizdir, ne yaptığınızdır.
Bir insanın kökeninin Türkmen, Ermeni, Kürt
ya da kripto olması önemli mi?
- Ben sadece kriptolara karşı çıkıyorum,
onun dışında herkes kendi kimlikleriyle yaşasın, niye saklıyorlar ki.
Bugün kripto, yani gizli Hıristiyanlar,
gizli Ermeniler yaygın mı?
- Çok fazla değil.
Mehmet Gündem / Yenişafak
‘KÜRDOLOJİ
ENSTİTÜSÜ KURMAMIZ LAZIM’
Düşünce dünyanızı kimler mayaladı?
- Düşünce dünyamı etkileyen dedemdir.
Okumayı çok seven bir insandı. Yazları Toroslarda yaylaya çıkardık. Dedem bize
hikayeler anlatırdı. Sonradan öğrendim ki o hikayelerin hepsi Taberi
tarihindenmiş. Biliyorsunuz Taberi tarihi on ciltlik bir İslam tarihidir.
İçindeki hikayeleri arkası yarın gibi anlatırdı. Radyo, televizyon, elektrik
yoktu o zaman. Yaylada oda haymesi dediğimiz çardakta bütün erkekler toplanır,
sohbetler edilirdi. Yani geçmiş ile ilgili çok şeyler işittim çocukken. Tarihi
belki o yüzden sevmişimdir.
Hangi yazarlardan etkilendiniz büyürken?
- Çok kitap okudum. Kafka’yı da, Balzac’ı
da, Stendhal’i de okudum. Nilah Atsız’ı da Sepetçioğlu’nu da, Ahmet Arvasi’yi
de okudum. Benim öyle birilerinin fikrine yönelik bağım yoktur. Okuduklarımdan
kendime bir sentez çıkarmışımdır. “Kıramayacağın zinciri hiç olmazsa kemir”
sözü hayat düsturum olmuştur. Hiç yılgınlık göstermem. Sonuna kadar direnirim.
Ben aslında makine mühendisi olmak istemiştim. Bir icatta bulunup insanlığın
hizmetine vermeyi düşünüyordum.
Şu anki işinizde de icatta bulunduğunuzu
düşünüyor musunuz?
- Kesinlikle düşünüyorum. Yepyeni şeyler
ortaya koyuyorsunuz. Hiç bilinmeyen şeyleri tozlu raflardan, depolardan
çıkarıyor, insanlığa sunuyorsunuz. Bu da toplum mühendisliği. İnsanları
birilerinin sürekli tahakkümünde bulunmasından kurtarmak istiyorum. İnsanlar
kullanılıyorlar çeşitli yerlerde. Doğrular öğretilmeden başka şeylere
yönlendiriliyorlar. Siz doğruları ortaya koymak zorundasınız.
Toplum mühendisliği yaptığınız için belki
de bazı tarih vakfı üyeleri istifaya davet ediyorlar sizi.
- Aslında bu açıklamayla bilim adamlığı
sıfatını yitiriyorlar. Eğer benim konuştuklarımla gazetede yazanlar arasındaki
farkı anlamaya çalışsalardı belki bilim adamı olabilirlerdi. Onların birçoğu
zaten tarihçi değil. O mektubu yazanlar arasında hiç Osmanlı arşivlerine
gitmemiş insanlar var. Zaten bunlar Ermeni soykırımının olduğunu söyleyen
insanlar. Dolayısıyla bu söyledikleri şey de gayet tabiidir. İnternet sitemizde
hem konuşma metnimin deşifresi var hem de videosu. Onları muhtemelen
görmüşlerdir. Ama hâlâ benim bütün Kürtlerin Türk, bütün Alevi Kürtlerinin
Ermeni olduğunu söylediğimi iddia etmelerinden amaçlarının ideolojik olduğu
anlaşılıyor. Bunlar zamanında Bilgi Üniversitesi’nde ve diğer yerlerde bizlerle
konuşmaya cesaret edemiyorlardı. Bugün istiyorlarsa gelsinler istedikleri
televizyonda bu konuları konuşabilirim onlarla. Keşke Türkiye’de bir Kürdoloji Enstitüsü kurulsa burada araştırma yapsak,
bölücülere bizi birbirimize düşürenlere karşı ciddi araştırmalarla birleşik
hale gelsek. Benim yasam çıkmış olsaydı ben Kürdoloji masası kuracaktım.
Bu görüşünüzü devletin üst kademesiyle
paylaştınız mı?
- 1988’de MGK’ya böyle bir teklifte
bulunmuştum. Bir Kürdoloji enstitüsü ile Ermeni araştırmaları Enstitüsü kuralım
demiştim. Bu konuda bir çalışma da başlatılmıştı. Teoman Koman, MGK Genel
Sekreterliği Toplumla İlişkiler Başkanı idi o zaman. Bir ay sonra MİT
müsteşarlığına geçti. Ve bu iş kaldı.
Teklif sizden geldi ve Koman da hadi
bakalım kur mu dedi?
- Ben Ermeni meselesi ile ilgili olarak
oraya davet edilmiştim. O konuları konuşurken bir Kürdoloji enstitüsü de kurup
bu mevzuları araştırırsak çok iyi olur dedim. Koman Paşa toplantıda yoktu ama
hemen bitiminde beni makamına davet ederek çalışmalara başlamamı istedi.
Çok ilginç… O yıllar Kürt realitesi tanınmamış,
kart kurt sesleri söylemiyle geçiştiriliyor mesele. Bir yandan da Kürdoloji
enstitüsü kurulmasına teşebbüs ediliyordu ha!
- Herkes kart kurt diyordu ama yani bu işin
kart kurtla çözülemeyeceğini herkes biliyordu. Ben araştırmalarımda Kürt
kelimesini kullanıyordum o zaman bile ki Kürt kelimesi tabuydu. Ben o
toplantıda bunu dile getirdiğimde herkes suratıma çok kötü şekilde baktı.
Teoman Koman’a daha sonra sormadınız mı
niye kaldı bu iş diye?
- Bazı şeylerin devamlılığı maalesef
kişilere bağlıdır bizde. Ben daha sonra cumhurbaşkanımıza da bir dosya verdim,
başbakanlara da verdim. Kanun çıksın, böyle masalar kuralım, uzmanlar
yetiştirelim dedim. Herkes destek verdiğini söylüyor fakat 7 yıldır kanun
çıkmıyor.
Kürdoloji enstitüsü bir üniversitenin
bünyesinde olamaz mıydı?
- Olabilirdi. 80 üniversitemiz var. Niye
kurmuyorlar? Ben herkesi yönlendirecek insan değilim ki.
MGK’ya neden tekrar götürmediniz bunu?
- MGK’ya götürsen ne yazar ki? Bunun kararı
siyasi iradeden çıkacak. YÖK’ten çıkacak. Geçen hükümet döneminde Sayın
Başbakan’la kaç kez görüştüm, kaç defa talimat verdi. Bir an önce hocanın
kanununu çıkarın dedi. Ama Türkiye gündeminde başka öncelikler olduğu için
çıkmadı. İnşallah bu dönemde çıkarsa Kafkasya, Karadeniz, Balkan, Ortadoğu,
İran, Asya masaları kurulacak. Buralarda uzmanlar istihdam edilecek ve bilimsel
araştırmalar yapılacak. Ve bunun dışında değişik üniversitelerle enstitülerle
ortak projeler yürütülecek.
Diyelim Kürt masasını kurdunuz...
DTP’lileri çağırıp katkıda bulunun der misiniz?
- Siyasetçilerle iletişim kurmak benim işim
değil. Bütün partilerle görüşmem lazım o zaman. Kararı siyasi irade verir. Ama
ben onların güdümünde çalışmam.
Türkiye’deki Kürt nüfusu ilgilenir mi bu
masayla, yoksa kuşkuyla mı bakar?
- Kuşkuyla bakılmaması için siyasi
konsensüs gerekiyor. Bilim adamlarını önyargılı olarak suçlamasın kimse. Benim
Kürt ve Alevi vatandaşlarımız için en küçük aşağılayıcı bir sözüm yok.
Önyargıyla bakıldığı için gördünüz nasıl büyük tartışmalar oldu. Eğer ben bu
masayı kuracak olursam, diyecekler ki bu milliyetçi, ırkçı adam Kürtleri
Türkleştirmek için bir masa kurdu. DPT’lilerin yerinde olsam, gelir benimle
konuşurdum.
Neden davet etmiyorsunuz?
- Ben niye davet edeyim? Ben bilim
adamıyım. Ben siyasetçilerin ayağına gitmem. Siyasetçiler gelip bana sormak
zorunda. Türkiye’de birçok Kürt kökenli olan bilim adamı var. Gelip bizimle
çalışabilirler isterlerse.
Kürt masasının araştırma konuları neler
olur?
- Arkeolojik ve sosyal antropolojik
araştırmalar olur, dil ve kültür araştırmaları yapılabilir. Etnografik
araştırma yapılabilir. Yani hem sahada hem arşivde çalışılabilir.
Sizin bütün Türk devletlerinin bir birlik
halinde toplanması ülkünüz var.
- Avrupa’da 30 Yıl harpleri, 100 Yıl
harpleri, Birinci Dünya, İkinci Dünya savaşları oldu mu? Bunlar birbirlerini
tamamen kırdılar mı? Kırdılar. Katolik, Ortodoks, Protestan, Lutherizm. Bunlar
birbirini ayrı bir din olarak görüyor mu? Görüyor. Nasıl birleştiler?
Tarihçiler mi birleştirdi onları?
- Hayır. Tespitte bulunuyorum.
Birleştirecek ben değilim, siyasetçilerdir. Niye Avrupa tek bir kimlik
kazandırmaya çalışıyor kendisine?
Türk devletleri birleşsin demek sizin
işiniz mi?
- Niye korkuyorsunuz bilim adamının böyle
konuşmasından? Yaptığınız araştırmalar okunmuyorsa ne yapacaksınız? Sizler her
şeyi söyleyeceksiniz. Ama bilim adamları söyleyemeyecek öyle mi?
Bu politik söylemle araştırmalarınızın
amacı ve güvenirliliği sorgulanır hale gelmiyor mu?
- Hayır. Politika değil bunlar gerçekler.
Bir bilim adamı toplumuyla bütünleşebilmeli. Yönetimle bilgilerini
paylaşabilmeli. Neden karşı çıkıyorsunuz buna? Türk birliğinin kurulmasını
istemediğiniz için mi?
Eğer düşmanlığa karşı bir mücadele
gerekiyorsa Türk birliği yerine adil olmak diye, demokratik olmak diye,
farklılıklara saygılı olmak diye bir ölçü koymaya ne dersiniz?
- Tabii ki sizin düşünceniz, saygı
gösteriyorum. Türk kelimesi gelince herkes bir hassasiyet içine giriyor. Bu
toplum bu konuyu bilmiyorsa kim açıklayacak? Bilim adamıyım ben. İstersem Türk
birliğine gidilmesini de önerebilirim.
Burası bir devlet kurumu olduğu için mi bu
kadar rahatsınız?
- Devlet memuru değilim. Kimseden emir
almıyorum. Dokuz hükümet değişti. Hiçbir Allah’ın kulu bana en küçük bir baskı
yapmadı. Hiçbir zaman benim çalışmamı yönlendirmediler.
Bir de Türk milleti kendi özüne dönmeli
diyorsunuz. Özün ne olduğuna kim karar verecek?
- Millet karar verecek. Japonya’ya
gittiğinizde hiçbir tabelada Japonca’nın dışında bir tabela gördünüz mü?
Fransa’da Fransızca’nın dışında bir tabela? Öze dönmek dilinize, kültürünüze
dönmektir. Bizim bir aile yapımız vardır. Dünyanın en modern aile yapısıdır.
Çünkü sevgi üzerine dayanır.
Acaba? Yoksa şiddet üzerine mi dayanır?
- Niye hep kötüleri dikkate alıyorsunuz?
Bir bebek doğduğu zaman bilirsiniz nasıl sevinilir. Hep komşular, tanıdık
tanımadık gelip bebeği kutlarlar. Akrabamız bile olmasa bir misafir geldiğinde
o çocuk kucağa oturur. Sokağa çıktığınızda başını okşar ah canım benim derler.
O çocuk herkese sevgi ile bakmak üzere büyür.
Ondan sonra da efendim gider Hrant Dink’i
öldürür!
- Her toplumda birtakım yanlış şeyler
çıkabilir. Bu ille aile yapımızdan kaynaklanmaz. Daha sonraki tarihlerde annesi
babası ayrılmıştır, çocuklar farklı psikolojik şeylere girebilirler. Çevreden
etkiler olabilir vs. Avrupa’da bir dokunun bakayım çocuğun kafasına şöyle bir
sokakta. Tacizden mahkemeye çıkıyor musunuz çıkmıyor musunuz?
Bizde de öğretmenden aileye kadar herkes
çocuğu ezmez mi, söz daima büyüğün değil midir, bireyselleşmeye izin verir mi
yapımız?
- O sonradan öyle oldu. Eski Türklerde
böyle değildi. Ben tarihçiyim siz sadece kendi hayatınızla ölçüyorsunuz bunu.
Bin yıl öncesini ölçüyorum ben. Yapmayın.
Hangi tarihi özümüzü kabul edeceğiz? Dokuz
yüz yıl öncesini mi? Bin dokuz yüz yıl öncesini mi?
- Öz birikimdir. Kitaplarda yazmaz.
Hissedilir ve yaşanır. Köye gidin. Tanrı misafiri olarak sizi kabul eder.
Karnınızı doyurur, yatırır. Bu kötü bir şey mi? Bizim özümüzde çocuk ön planda
tutulur. Şu anda yaşadığımız olumsuz örnekler özümüz değil. İran, Hindistan,
Arap kültürünün içimize girdiği şekildir bugün. Onlardan aldıklarımızla kendi
özümüzü kaybettik.
Kültürlerin etkileşiminden doğal ne
olabilir? Sizin istediğiniz öze dönmek bir ütopya olmuyor mu?
- Hayır. Niye Göktürk paralarında hatunla
hükümdarın resmi vardır? Dünyanın hiçbir yerinde göremezsiniz bunu. Bizim
özümüz budur. Bunu beğenmeyebilirsiniz. Beni çok hayalperest bulabilirsiniz.
Ama öyle değil. Bakın soykırım nasıl kabul edildi çeşitli ülkelerde. Hayal
değil miydi baştan? Ne oldu sonra? O bakımdan kültür yaşadıklarınızdır.
Öğretirseniz yaşarsınız. Ben araştırma ile bir şeyler ortaya koyuyorum ve
diyorum ki öze dönmelidir.
DÖNMELERİ POTANSİYEL
TEHLİKE GÖRMEK YANLIŞ
Konuşmanızın bant çözümünde canımı sıkan
bir kelime var. “Kürt Alevi olarak bilinen birçok insan da maalesef Ermeni
dönmeleridir” diyorsunuz. Bu maalesefin anlamı ne?
- Maalesefi keşke bu durum meydana gelmemiş
olsaydı yani döndüklerini saklamak zorunda kalmasalardı anlamında söyledim.
Konuşmamın başından sonuna kadar okuduğunuzda o kelimenin bu anlamda
söylendiğini anlarsınız. Sadece o cümleyi okursanız o kelimeyi farklı
anlayabilirsiniz. Yani birçok Müslüman olmuş Ermeni var. Bunlar kayıtlıdır.
Müslüman olarak kabul edilmiştir ve toplum içerisine girmiştir. Ama bunlar
girememiştir. Onun için maalesef.
Bu toplumda dönmelerin hep eski
kimliklerine uygun davranacakları, potansiyel tehlike olduklarını düşünenler
var. Sizdeki algı da bu mu?
- Kesinlikle değil. Kozan’da çok yakın
tanıdığım Ermeni’den dönme bir kişi vardı. Gavuroğlu da derlerdi ona. Adamcağız
hiç hoşlanmazdı bundan. Fakat beni çok severdi. Ben de onu çok severdim. Bizim
evde yaşadı, bizimkiler baktı ona ihtiyarlığı döneminde. Sonra ben gideceğim
dedi ve sonra vefat etti. Müslüman’dı bu adam. Kimse hor görmezdi. Herkes
severdi. Ben onunla beraber yaşadım. Niye hor göreyim onu? Benim nazarımda
Hıristiyan olması da bir şey ifade etmez. Kendi inancıdır. Kimin ne kadar iman
sahibi olduğunun tek takdirini yapacak olan Allah’tır. Kişiler takdirde
bulunuyorlarsa şirk koşuyorlardır.
Nuriye Akman / Zaman
TÜRKİYE’Yİ
BÖLMEYE ÇALIŞTILAR
Prof. Dr. Halaçoğlu 8 cilt halinde
yayımlanması plânlanan, Anadolu Aşiretleri çalışmasını anlattı: “Aşiretlerle
ilgili çalışmamızın asıl nedeni, 1989’da çıkan Tübingen Atlas. Bir de “Türkiye
Cumhuriyeti’nde Etnik Gruplar” adında Wiesbaden’de bir eser basıldı. Türkiye’de
yaşayan insanları öylesine bir ayrıma tabi tutmuşlardı ki, Türkler, Yörükler,
Türkmenler, Karapapaklar, Uygurlar, Avşarlar v.s. adı altında değişik
etnisitelere bölmüşlerdi. Bir de bunları ayrıca dini etnisitelere bölmüşlerdi.
Yörük Sünni, Yörük Alevi, Yörük Şii gibi... Türkmen’i de aynı şekilde... Farklı
milletten olmayan insanlar nasıl etnisitelere bölünebilir? Bu kasıtlıydı,
Türkiye’yi bölmeye, karıştırmaya çalıştılar.
Avrupalı yapınca başka...
Maalesef Avrupa yaparsa, hep bilimsel
çalışma yapılıyor zannediliyor. Ama olmadığını bu kitaplar gösteriyor. Biz de
dedik ki, bu konuyu ciddi şekilde araştıralım. Bunu özellikle ben yürüttüm.
Çünkü doktora tezim; ‘Osmanlı İmparatorluğu’nun İskan Siyaseti ve Aşiretlerin
Yerleştirilmesi’ydi. 18. yüzyılda aşiretler yerleştirilmeye başlanıyor.
‘Yerleştirilmeye başlanmadan önce, göçebe haldeyken öncelikli olarak
Anadolu’daki demografik yapıyı tespit edelim. Bunun için Türklerin Anadolu’ya
girişinden önceki demografik yapıyı bilelim dedik. Bununla da ilgili ayrıca
çalışma yapıldı, kitap çıktı.
İkinci olarak, “yerleşik halktan önce
göçebe halkın kimliğini ortaya çıkartalım” dedik. Bununla ilgili yapacağımız
çalışmada en temel kaynağımız Osmanlı Devleti’nin her fethettiği yerde yapmış
olduğu ve sonra ortalama 5 yılda bir tekrarladığı tahrir defterlerindeki
bilgiler... Bu defterlerde ne yazar? Yerleşik halk yazar, göçebe halk yazar.
Mahalleler, şehirler, köyler, müslim, gayrimüslim yazar... Çok yaşlılar muaf
tutulmak üzere, dul kadınlara varıncaya kadar, bekar, evli nüfus, sahip
oldukları topraklar ve büyüklükleri, oradaki vakıf, medreseler, tımar varsa
tımar gelirleri, sahip olunan tavuk veya ördekten tutun koyun ve büyükbaş
hayvanlara kadar bilgiler, vergiden muaf tutulmak için kaydedilen özürlüler...
Akıl almayacak kadar geniş bilgileri ihtiva eder ve vergi için hazırlanmıştır.
Herhangi bir kimlik sebebiyle hazırlanmamıştır.”
Halaçoğlu Kim?
Tarihçi olmamın verdiği avantajla Halaçoğlu
soyadını araştırdım. 1100’lerde var Halaç. Bunlar hangi boydandır onları
çıkardım. Hindistan’da Müslümanlığın yayılmasını sağlayan insan Alaaddin
Muhammed Halaci var. Gazneli devletinin kurucuları arasında benim ahfadım yer
alıyor. İran’da Afşariler kuruldu, zaten onlar kurdular. İran’da hâlâ
Halacistan var. Türkmenistan’da Halaç nahiyesi var. Türkiye’de 70 yerde Halaç
aşireti var. Ben şimdi bunu biliyorum diye ayrıcalıklı mıyım? Bölücülük mü
yapıyorum? Hepimiz bilsek farklı mı olacak zannediyorsunuz? İnanın ki maya gibi
birbirini tutacak. Bilmek kadar güzel birşey var mıdır? İngilizler 7 göbek
gerisini bilirler. Böyle bir araştırma insanların moralini yükseltir.
Vatan Gazetesi
‘NEO-İTTİHATÇI’
SUÇLAMASI HAKSIZLIK
Sayın Fuat Dündar’ın 5 ve 7 Eylül 2007
tarihli Radikal Gazetesi’nde yukarıdaki başlık altında şahsımı hedef alan ve
tamamen bilimsellikten uzak, yanlış bilgiler içeren yazısına karşı aşağıda
maddeler halinde cevabımı bilgilerinize sunuyorum. Radikal okuyucularının doğru
bilgilenmelerini sağlamak ve Sayın Dündar’ın yazılarındaki iddiaların ve
verdikleri bilgilerin, benim çalışmalarımla hiçbir bağlantısının bulunmadığını
ve asıl yazı sahibinin tarihi bilgilerden ne kadar yoksun olduğunu görmeleri
önem taşımaktadır.
Doğrudan şahsımı hedef alan, şahsımı ırkçı
(!) olarak nitelendiren yazılarına karşı cevabımın yayınlanmasını istirham
ederim.
1- Her şeyden önce Türk Tarih Kurumu,
içlerinde Kürt asıllı vatandaşlarımızın da bulunduğu kimselerin verdikleri
vergilerle çalışmalar yapan bir kuruluş değildir. TTK Cumhuriyetimizin kurucusu
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün İş Bankasındaki hisselerinin gelirleri,
kitap satışları ve matbaasından gelen gelirlerle çalışmalarını sürdüren özerk
bütçeli bir kurumdur. Memurların ve tüm çalışanların maaşı ile her türlü yayın
ve cari giderleri de bu bütçeden karşılanmakta ve devletten hiçbir ödenek
almamaktadır. Daha net söyleyecek olursak TTK devletin finanse ettiği bir kurum
değildir.
2- Yapılan çalışmalar tamamen objektif
kriterlere göre olup, hiçbir zaman Kürtlerin Türklüğü gibi bir iddia ile yola
çıkılarak araştırma yapılmamaktadır. Yaptığımız çalışmalarda Kürtleşmiş Türk
aşiretlerinden bahsedilmiştir. Konuşmamın deşifre edilmiş metnine bakılacak
olursa (ttk.org.tr), iddia edildiği gibi bütün Kürtlerin Türk olduklarından
bahsedilmediği görülebilir.
3- Türk aşiretlerinin nerelere hangi
sebeple iskan edildiklerine dair hem rahmetli Cengiz Orhonlu’nun (Osmanlı
İmparatorluğu’nda Aşiretleri İskân Teşebbüsü, İstanbul 1963), hem de bendenizin
kitabı (XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İskân Siyaseti ve Aşiretlerin
Yerleştirilmesi, Ankara 1997, 3.baskı) bulunmaktadır. Osmanlı arşivlerindeki
araştırmalarımıza göre, o zamana kadar göçebe hayat tarzında olan Türkmen
aşiretlerinin yerleştirilmesi Güney bölgesine 17. Yüzyılın sonlarından
başlamaktadır ve 19. Yüzyılın ortalarına kadar sürmektedir. Anadolu’ya
Türklerin gelişiyle beraber Doğu ve Güney-doğu Anadolu’da başta Zengiler,
Dulkadırlılar ve Artukoğulları olmak üzere kurulan Türk beylikleri herkesin
malumudur. Bunlarla ilgili olarak Osmanlı Arşivleri ile Fars ve Arap
kaynaklarında çok fazla bilgi bulmak mümkündür.
4- Diğer taraftan Sayın Dündar’ın çok
önemli bir yanılgısını söylemem gerekmektedir. Sayın Dündar Diyarbakır ve
Elazığ yörelerinin Yıldırım Bayezid zamanında iskan edildiğini söylüyor ki bu
büyük bir hatadır. Zira bu bölgeler Onun söylediğinden 100 sene sonra, yani
Yavuz Sultan Selim devrinde Osmanlı topraklarına katılmıştır. Dolayısıyla
bölgeye ait tahrirler Yıldırım değil Yavuz döneminden itibaren başlamaktadır.
Yani 1517 yılından itibaren. Sayın Dündar’ın ikinci önemli hatası ise, tahrir
defterlerinde sadece vergi veren nüfusun kaydedilmiş olduğunu iddia etmesidir.
Halbuki bu defterler üzerinde çalışan herkes bilir ki, vergi vermeyen devlet
görevlileri (imam, hatip, muhassıl), âmâ, dul, çok yaşlı kimseler, özürlü
insanlar , yerleşik ve yerleşik olmayanlar, tümüyle bu defterlerde
kaydedilmişlerdir. Bu sebeple Sayın Dündar beni eleştirirken bilmediği konulara
girmiştir ve bu defterler üzerinde hiçbir çalışma yapmadığını ortaya koymuştur.
Nitekim kendisi Osmanlı Arşivlerinde sadece İttihat Terakki dönemini ve 19.
yüzyılı araştırmıştır. Bu nedenle de bu defterlerde ne gibi kayıtların mevcut
olduğunu bilmemesi doğaldır. Zira bu defterlerde, yukarıdakilerden ayrı olarak
o beldede üretilen zirai mahsul, ne kadar hayvanları-koyunları bulunduğu ve
bunlardan ne miktarda vergi alındığı, her bir aşirette her çadırın kaç koyunu
bulunduğuna kadar pek çok şey kayıtlıdır. Dolayısıyla bu defterlerden bütün
göçer veya yerleşik guruplar çıkarılabilmektedir. Tabii bunun için de yüzlerce
defteri incelemeniz gerekmektedir. Nitekim aşiret çalışmalarımızda, her
aşiretle ilgili bilginin hangi defterden ve hangi sahifesinden alındığı da
kayıtlı olacaktır.
5- Bu defterlerde göçebe unsurlar ve tabii
olarak Kürt veya çoğunlukla Ekrad adı altında cemaatler de kaydedilmiştir. Bunu
anlayabilmek için tahrir defterleri üzerinde ihtisas derecesinde bilgi sahibi
olmak ve araştırma yapmak gereklidir. Tabii Osmanlıca olmasına karşılık siyakat
yazısını da okumak şarttır. Bu konuda benim araştırmalarıma bakılacak olursa bu
yazıyı okuyup okuyamadığım anlaşılır. Mesela 200 numaralı Diyarbakır Tahrir
Defterine bakacak olurlarsa bu söylediklerimi görme imkanı bulabilirler.
6- Evet Ekrad (Kürdler) veya Etrak
(Türkler) kelimeleri her zaman için etnik bir anlam taşımaz. Nitekim Osmanlılar
her iki kelimeyi etnik anlam dışında kullanmıştır. Bu konuda TTK Belleten
Dergisi’nin 227. Sayısında Türkçe ve İngilizce olarak yayımlamış olduğum
“Osmanlı Belgelerine Göre Türk-Etrâk, Kürd-Ekrad Kelimeleri Üzerine Bir
Değerlendirme” adlı makalemi okumaları yeterlidir (s. 139-154, 24 belge).
Anladığım kadarıyla Sayın Dündar bu makalemi de görmemiştir. Şurasını
belirtelim ki, Kanuni döneminden itibaren Osmanlı cemaat sistemi büyük
değişiklik göstermiş, küçük guruplara ayrılan aşiretlerin başına bey olarak
kethüdalar atanmış ve cemaatler onların adıyla anılır olmuştur. Bu nedenle
çalışmamız 16. yüzyıldan başlamıştır. Böylece incelenen tahrir defterinin
bilgisayara aktarılmasıyla aynı adı taşıyan veya aynı yaylak-kışlakta bulunan
cemaatler, istenildiği ölçüde bir araya getirilebilmiş ve yine birbiriyle
karşılaştırma imkanı ortaya çıkmıştır. Burada esas olan şey, bütün Anadolu’daki
tahrir kayıtlarının eksiksiz incelemesidir ve bu yapılmıştır. Bu nedenle de
çalışmalarımız 12 yıldır devam etmektedir.
7- Kayıtlarda “Ekrad-ı Türkman” ve “Türkman
Ekradı” tabirleri geçmektedir. Buna dayanarak Türkmenlerin Kürtlüğü veya
Kürtlerin Türkmenliği üzerinde herhangi bir sonuca varmak mümkün değildir. Bu
yukarıda adı geçen makalemizde de ifade edilmiştir. Bu bakımdan konu daha
farklı yöntemlerle araştırılmaktadır ve ulaştığımız sonuçlar bilimselliğin
dışında değildir.
8- Sanırım yazar benim Osmanlıca bilgimi
ölçmek istemektedir ki, “Köçer” veya “göçer” gibi kelimeleri okuyup
okuyamadığımı, kürtçe bilmediğimi var sayarak bu gibi kelimeleri yanlış
okuduğumu anlatmaya çalışmıştır. Çoğu kişi bilir ki Osmanlıca bilenler belli
ölçüde Arapça ve Farsça da bilmek durumundadır. “kaf” “vav”, “çim” ve “rı”
harfleriyle yazılan bir Osmanlıca kelime “Koçer” okunabildiği gibi “kuçer”
olarak da okunur. Şayet kelime “gef” harfiyle yazılmışsa o zaman “göçer”
okunur. Aynı şekilde “kürd”, “kef”, “rı” ve “dal” harfleriyle yazılır. Bazı
zaman “kef”, “vav”, “rı” ve “dal” harfleriyle de yazılır. Dolayısıyla bunları
bilmiyorsanız zaten Osmanlıca bildiğinizi söyleyemezsiniz. Özellikle bu
harfler, hele hele siyakat yazılarda kesinlikle özel yazılış biçimiyle
kaydedilmez. Zaten siyakat yazıları noktasız olmasının yanısıra imla ve yazım
kurallarına da uyulmadan yazılan özel bir yazıdır. Ayrıca bir de “kef” ve “gef”
harfleri vardır ki, aynı biçimde yazılmasına rağmen kişinin cümlenin gelişine
göre bunu okuması gerekir. 19. yüzyıl belgelerinin bazılarında “gef” özel
şekilde belirtilerek yazılmasına rağmen doğru şekilde okunması, ancak okuyan
kimsenin yeteneğine kalmıştır. Mesela “Geyik” kelimesi “gef” ile yazılır ama
bunu bilen kimseler “keyik” şeklinde okumaz. Kaldı ki, ilmi çalışmalarda
Osmanlıcanın zorluğundan kaynaklanan isimlerin ve yer adlarının okunmasında
şüpheye düşüldüğü vakit, kelimelerin yanına soru işareti konur. Bu usüldendir
ve bilimsel çalışmaların tabii bir kuralıdır.
9- Tehcirden dönenlerin tehcire gidenlerden
fazla çıktığı iddiasına gelince: Hiçbir yazımda ve beyanımda olmamasına rağmen
Sayın Dündar tehcirden dönenleri fazla çıkardığımı söylemektedir ve tabii bu
tamamiyle hayal mahsulüdür. Sanırım Sayın Dündar Ermenilerle ilgili yazdığım üç
kitabı ve yazdıklarımı okumak yerine, sadece bazı gazete haberlerinden aldığı
bilgileri kullandığı için bu hataya düşmektedir. Bir yazarın bunlara çok dikkat
etmesi gerekir; aksi takdirde kendisini gülüç duruma düşmesi kaçınılmazdır.
10- Her bir aşiretin 27 çadır olduğu gibi
bir sözüm olmamasına rağmen Sayın Dündar sanırım ortalama alarak böyle bir
hesaplama yapmaktadır. Halbuki her bir cemaat/aşiret farklı çadıra/haneye
sahiptir ve bu defterlerde kaydedilir. Öyle ki, herbir aile reisi babalarının
adıyla zikredilir ve ayrıca mücerred(bekar) nüfus da yazılır. Dolayısıyla
sanıyorum ki Sayın Dündar hiç mufassal tahrir defteri görmemiştir. Bu defterlerdeki
veriler günümüzde bile bulunmayan istatistiki bilgileri içermektedir. Yukarıda
belirttiğim gibi burada ailelerden başka, sakat, çok yaşlı kimseler, devlet
görevlileri, muaf ve müsellem halk, askeri kişiler de isimleriyle yazılmıştır.
Hatta vakıflar, zaviye, medrese gibi yapılar da yer alır. Bunu tahrir
defterleri üzerinde çalışan herkes bilir. Bu bakımdan tahrirler üzerinde
konuşmak için bu defterler üzerinde ciddi araştırma yapmış olmak gerekir.
11- Türkmenlik ve yörük kelimesi üzerinde
duran Sayın Dündar, bu konuda da bilgisizliğini ortaya koymaktadır. Zira ilk
Osmanlı askerî teşkilâtı içinde yaya ve müsellem teşkilâtları kurulmuştur.
Yörükler ise Rumeli fütühatında Balkanların iskânında kullanılmıştır. Bunlar
daha sonraları “Evlâd-ı Fatihan” olarak vasıflandırılmışlar ve bazı geri
hizmetlerine karşı vergiden muaf tutulmuşlardır. Bunlarla ilgili Osmanlı
arşivinde Yörük Defterleri bulunmaktadır. Bu konuda da merhum M. Tayyip
Gökbilgin tarafından “Rumeli’de Yörükler, Tatarlar ve Evlâd-ı
Fatihan” adıyla bir kitap neşredilmiştir (İstanbul 1957). Bu konuda daha
fazla bilgi edinmek istenirse, bendenizin Osmanlı Devlet
Teşkilatı ve Sosyal Yapı (Ankara 2007, 6. Baskı) adlı kitabıma
bakılabilir. Biz Anadolu’daki aşiretlerle ilgili bir çalışmadan söz ediyoruz.
Anadolu’daki Yörüklerin fonksiyonları Rumeli’den farklıdır. Burada Yeni İl
Türkmenleri, Halep Türkmenleri veya Esbkeşan (Atçeken yörükleri) gibileri bir
mukataaya bağlanmıştır. Bunlardan bazıları vergilerine mukabil bir devlet
hizmetiyle görevlendirilmişlerdir; bazıları da bir vakfa bağlanmışlardır.
Mesela Yeni il Türkmenleri Üsküdar’daki Atik Valide Sultan evkafına
bağlanmıştır. Atçekenler Osmanlı ordusuna at yetiştirmeleri karşılığında
vergiden muaf tutulmuşlardır. Keza Yaycı ve Okçu gibi adlar verilerek mukataaya
bağlananlar aşiretler vardır. Aslında 19. yüzyıla ait çalışma yapanların
bunları bilmesini beklemiyoruz; fakat bilmedikleri konularda eleştiri
yapmalarını yadırgıyoruz. Çünkü topluma bilgi vermekle mükellef olanların
verdikleri bilgiye karşılık büyük sorumlulukları olduğuna inanıyoruz.
12- Sayın Dündar ikinci yazısında Alevi
Kürd kimliğini alan Ermenilerin sayıları ile ilgili olarak, “elinde
kayıtlar vardır ama bunlar hiçbir şekilde 100 bin civarında değildir ve bununla
ilgili belge olmadığı için yayınlamamaktadır” diyor. Kimse kusura
bakmasın. Ben kendileri gibi ırkçı değilim. Kişilerin kimliği kendilerini
ilgilendirir ve açıklamak istiyorlarsa onlar açıklasınlar. Ancak bu sayıya
ulaştığını gösteren ABD arşivinden bir belge numarası vereceğim. Orada 95 bin
Ermeni kadın ve çocuğun müslüman olduğu belirtiliyor. Bu belge İngiliz
Büyelçiliği ve ABD Ortadoğu Yardım Kuruluşu Near Relief Society’nin 1921
yılında yaptığı bir araştırmanın sonucudur (US Archives, Nara 867.4016/816). Bu
belge Ermenilerle ilgili çıkan son kitabım “Sürgünden
Soykırıma Ermeni İddiaları”nda (Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul
2006) yer almaktadır.
13- Sayın Dündar Talat Paşa’nın defteri
olarak nitelediği ve inkâr edildiğini söylediği defterin Talat Paşa’nın kendi
el yazısı olmadığını ve kendi hatıra defteri olmadığını Sayın Murat
Bardakçı’dan öğrenebilir. Zira aynı yazı karakteriyle ATASE arşivinde, aynı
istatistik yayımlanmıştır ve Talat Paşa’nın kendi el yazısı olmadığı da Sayın
Bardakçı tarafından açıklanmıştır. Bunun için ATASE tarafından 2005 tarihinde
basılmış olan “Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri,
1914-1918, I. Cilt, s. 439-456” ya bakılabilir.
14- Bir diğer konu da Ermenilerin bir kısmının kendilerini
Kürt olarak göstermeleri meselesidir. Sanırım bu konuda sadece iki kaynak
göstereceğim ve o kaynak bütün bunların cevabını verecektir. Burada bu
kaynakları tümüyle açıklamam ve aktarmam maalesef mümkün değildir. Bunlardan
ilki Thomas K. Mugerditchian’ın raporu ki 1919’da Kahire’de hazırlamıştır. Bu
zat ABD’nin Diyarbakır Konsolos yardımcısıdır. İkincisi yine ABD’li Prof. David
Magie’dir (Eserinin Türkçe adı : “Osmanlı İmparatorluğu’nda
Kürtler”). Burada sadece Thomas Mugerditchian’ın raporundaki Kürt
aşireti ismini alan bir Ermeni aşiretinin adını vereceğim. Ruşdunik Ermeni
aşireti, Reşkota Kürt aşireti adını almıştır. Bütün bu çalışmalarımız yabancı
arşivlerdendir ve elimizde bunlarla ilgili binlerce belge bulunmaktadır.
15- Sanırım sadece yukarıda verdiğim
bilgiler bile Sayın Dündar’ın diğer iddiaların ne derecede tutarsız olduğunu
ortaya koymaya yeterlidir. Özellikle bizi “neo-ittihatçı” olarak nitelendirmesi
büyük haksızlıktır. Zira yaptığmız çalışmalar bir yere varmak için değil,
nerelere varabileceğimiz üzerine odaklanmıştır. Burada bir bilimsel araştırma
ve tesbit yapılmaktadır. Sayın Dündar’ın bu açıklamalardan sonra gazetelerde
çarpıtılmış olarak çıkan yazılara itibar etmeyeceği ve ön yargılardan
kurtularak bir değerlendirme yapacağını umut ediyorum.
Yusuf Halaçoğlu / Radikal
-2- ERMENİ SOYKIRIMI MESELESİ
SÖZDE
ERMENİ SOYKIRIMI NEDİR,
NE DEĞİLDİR?
Tarih bilimi, kaynak telakki edilen
belgeleri, çok yönlü tenkide tabi tutarak, hemen her belgeye şüpheli bir gözle
bakan ve bu anlayışla yapılan değerlendirmeler ışığında sonuca ulaşan bir bilim
dalıdır. Bu nedenle Lepsius, Morgenthau, Brıce ve Toynbee gibi tamamen o günün
şartlarında, ülkelerinin propaganda görevini yerine getirenlerin eserlerinin,
tarihin tenkid süzgecinden geçirildikten sonra dikkate alınması gerekir. Hal
böyle iken kimi bilim adamlarının, adı geçen şahısların kitaplarını, tarih
metodolojisini göz ardı ederek, duygularının etkisinde kalıp değerlendirmeleri,
bilim ve insanlık adına üzüntü vericidir. Tarih ve siyasi mülahazalarla
yapılmış bu gibi iftira ve haksız isnatlarla ve bu nedenlerle çıkmış dramatik
savaşlarla doludur… Bu gibilerin tarihin acımasız yargısından kurtulamadıkları
da bir gerçektir.
1890’lı yıllardan başlayan ve dünya siyaset
tarihinin en acımasız dönemi olan Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar devam eden
bir tarih kesitinin, objektif bir araştırmasının yapılması, elbetteki pek kolay
değildir. Özellikle, o dönemden kalan bazı politik değerlendirmelerin ve
cepheciliğin uzantılarını ortadan kaldırmak uzun ve meşakkatli bir çalışmayı
gerektirir. Hele hele, siyasi platforma çekilmiş ve istismar edilmiş bir konuyu
araştırıyorsanız.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen, yaptığımız
araştırmada, ilgili devletlerin resmi arşivlerinden, bilhassa çoğu gizli
hüviyette olanlarından elde ettiğimiz belgeler ve bu belgelerde yer alan
Ermenilerle ilgili nüfus istatistikleri, konunun farklı bir boyutu olduğunu
ortaya koymaktadır. Şurası unutulmamalıdır ki, 1915’te Osmanlı Devleti,
bilhassa Doğu ve İç Anadolu´da yaşayan Ermenileri, bazı istisnalar hariç, yine
kendi topraklarından olan Suriye ve Kuzey Irak bölgelerine sevk etmiştir. Yolda
hastalıktan ve göçün elverişsiz şartlarından Ermenilerin kayıpları olmuştur.
Ancak bu kayıp, hiç bir zaman 1,5 milyon Ermeni’nin ölümüyle neticelenmediği
gibi, bunun üçte birine de varmamıştır. Zira belgeler göstermektedir ki,
Anadolu’nun tümünde ancak bu kadar Ermeni yaşamaktadır. Sürgün edilenlerin
sayısı ise yaklaşık 500 bindir. Ayrıca bu sürgün edilenlerin büyük çoğunluğu
1918´den itibaren eski yerlerine geri dönmüştür. Bu arada önemli sayıda bir
Ermeni nüfusu da Osmanlı toprakları dışına, yani başka ülkelere göç etmiştir.
Bunlardan başka gerek Rusya Ermenilerinden, gerekse Osmanlı Ermenilerinden yine
önemli bir miktarı Askeri üniforma altında ölmüştür. Diğer uluslarda olduğu
gibi bir kısmı da grip, kolera ve tifüs gibi hastalıklardan kaybedilmiştir.
Bütün bunlar toplandığında Ermenilerin,
planlı olarak imha edilmek gibi bir harekete uğramadığı ortaya çıkmaktadır.
Nitekim başta Amerikan belgeleri olmak üzere, öteki taraf devlet arşivlerindeki
belgelerde, Ermenilerin tümüyle tehcir edilmediği, tehcir bölgelerindeki Ermeni
kamplarına yabancı yardım kuruluşlarının yardım yaptığı yer almaktadır. Bu
durumda, bugün bir Ermeni soykırımından bahsedenler aslında bilmektedir ki,
tehcir bölgesindeki pek çok Ermeninin yerlerinde bırakılması, kamplarda bulunan
Ermenilere çeşitli yardım kuruluşlarının yardım etmesi, soykırım iddialarını
tümüyle ortadan kaldırmaktadır.
Buna rağmen tıpkı Birinci Dünya Savaşı
sırasında olduğu gibi, bugün de tamamen siyasi nedenlerle ve özel amaçlarla bu
iddialar devam ettirilmektedir. Aksi halde bir devlet, yok etmek istediği bir
topluluğa yardım etmeleri için yabancı yardım kuruluşlarına kapılarını ve
kampları hangi nedenle açar ve yardım etmelerine izin verir?
Ermeni örgütleri Anadolu´da bağımsız bir
devlet kurmak için mücadele etmişlerdir. Bu nedenle de, hemen her dönemde
geçerli olan seslerini duyurma politikası gütmüşlerdir. Bunlara, Osmanlı
Devleti üzerinde farklı emelleri olan devletler de destek çıkmıştır. Bundan
cesaret alan Ermeni örgütleri, Osmanlı Devleti’yle resmen mücadeleye girmişler,
öldürmüşler ve ölmüşlerdir.
Sonuçta Osmanlı Devleti, meşru müdafaa
hakkını kullanarak, başta tehcir olmak üzere çeşitli güvenlik tedbirleri
almıştır. Birinci Dünya Savaşı gibi, bütün dünyada acıların yaşandığı bir
dönemde, Ermenilerin yer değiştirmesi, tabii ki, kusursuz değildir. Nakilde
çekilen sıkıntı, Dünya Savaşı dolayısıyla yeterince yiyecek bulunamaması,
eşkiya gruplarının kontrol edilememesi, bulaşıcı hastalıklarla mücadelede
yetersiz kalınması, bir kısım devlet görevlilerinin süistimalleri gibi sebepler,
Ermenilerin acılarla dolu bir dönem yaşamalarına sebep olmuştur.
Buna karşılık Ermeni tehciri, Osmanlı
toplumunda kendi halinde yaşayan bir topluluğa karşı alınmış bir karar olarak
da değerlendirilmemelidir. Yani Ermeniler bu konuda tümüyle masum değildir.
Öyle ki, tam Çanakkale´de ölüm-kalım mücadelesinin verildiği bir sırada
düşmanla işbirliği yapan ve planlı bir biçimde Van´dan Zeytun´a kadar bir çok
şehirde isyan çıkaran, insanları katleden, ordu mühimmat konvoylarına
saldırılar düzenleyen bir topluluğa karşı, her devletin alacağı yasal tedbirler
ne olabilir?
Neticede Ermenilerin bu hareketi, onların
Anadolu’yu terk etmeleriyle neticelenmiştir. Lozan görüşmelerinde de Ermeniler,
Birinci Dünya Savaşı ve Paris görüşmelerindeki tutumları nedeniyle artık
Türkler tarafından eski ayrıcalıklarını kaybetmiştir. Buna karşılık Lozan´da
Türkiye´nin karşısında ki devletler de Ermeni konusunda ısrarcı olmamıştır.
Sonuç olarak, Birinci Dünya Savaşı´nda
meydana gelen Ermenilerle bağlantılı olayların, batılı devletlerin ve Rusya´nın
takip ettiği Osmanlı politikalarının bir tezahürü olduğu ortaya çıkıyor.
Maalesef bu politikalar hem Müslümanlar, hem de Ermeniler açısından büyük
acılara yol açmış, her iki taraftan da önemli miktarda kayıplar meydana
gelmiştir. En önemlisi de Türk ve Müslümanların zihninde, 800 yıl birlikte
yaşadıkları, Osmanlı tarih literatüründe “millet-i sadıka”
olarak vasıflandırdıkları Ermenilerin ihanetine uğradıkları yer etmiştir.
Bunlara karşılık 1915 öncesi ve sonrasında gelişen Ermeni olayları, her ne
kadar bugün kimi ülke parlamentolarında, hiçbir hukuki dayanağı olmamasına
rağmen yeniden gündeme getirilmiş olsa bile, 1923´te Lozan´da Türkiye
Cumhuriyeti’nin varlığının kabul edildiği uluslararası antlaşmada kesin olarak
çözülmüştür.
Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu
ERMENİ
MESELESİ HUKUKİ DEĞİL, SİYASİDİR
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da dünya
kamuoyuna teklif ettiği Ermeni meselesinin tarihçiler tarafından araştırılması
için kurulması öngörülen ortak bir komisyon var. Görülen o ki Ermeniler böyle bir
komisyonu istemiyorlar. Sizce sıcak bakmamalarının sebebi ne olabilir?
- Öncelikle Ermeniler bulundukları
ülkelerde kendilerinin soykırıma uğradıkları iddialarını siyasi olarak kabul
ettirmiş durumdalar. Ermeniler böyle bir komisyona destek vermelerinin veya
katılmalarını kendilerinin de soykırım konusunda şüphelerinin olduğunu
belirtmeleri anlamına geleceğini düşünüyorlar. Bu konuyu tartışmaya açmak
istemiyorlar. Diğer taraftan tartışmaya açtıkları zaman bugüne kadar
kazandıkları bütün cepheleri kaybederler. Çünkü ellerinde herhangi bir
hukukçunun veya tarihçinin kabul edebileceği bir belge yok. Sadece belge değil,
ellerinde kanıt olarak gösterebilecekleri hiçbir şey yok. Haliyle böyle bir
komisyon teklifini kabul etmiyorlar.
Birinci dünya savaşı öncesinde ve savaşın
başladığı dönemde önemli sayıda Müslüman, Ermeniler tarafından katledilmişler.
Ama bu, dünya kamuoyunda hemen hemen hiç gündeme gelmiyor. Bu konunun daha
fazla gündeme gelmesi için neler yapılabilir?
- Sadece Ermeni tehcirinden yola çıkan
Avrupalıların veya ülkelerinde bu iddiayı kabul edenlerin samimi olmadıkları
zaten en baştan belli oluyor. Çünkü sadece Balkanlardan Türkiye’ye göç eden
Türklerin sayısı 5,5 milyondur. Kafkasya’dan göçenlerin sayısı 2,5 milyondur.
Şimdi bunlar kendiliklerinden göç edip gelmiş insanlar değil. Bunlar sürgün
edilerek kaçmışlar, baskıya uğrayarak, katledilerek, ölüm korkusuyla kaçmışlar.
Mesela Sovyetler Birliği’nden sürgün edilen Kırım Tatarları,
Ahıska Türkleri. Bunlar da hiçbir şekilde gündeme getirilmiyor. Buna
benzer pek çok örnek verebiliriz. Şimdi burada bu konu bilinmiyor mu
diyeceksiniz. Aslında batılı ülkeler tarafından çok iyi biliniyor. Ermeni
meselesi Türkiye’nin hem Avrupa Birliği’ne giriş süreci hem de yıllardır devam
eden sürecin önyargı mahsulü olduğu gibi, siyasi sebeple Türkiye’ye baskı
olarak kullanılan önemli bir unsur olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle tehcir
sırasında ve tehcirden sonra farklı nedenlerle Ermenilerin ölmüş olmaları
Batılı devletlerin de işine geliyor. Çünkü Türkiye bu sebeplerle birçok taviz
vermek zorunda bırakılıyor. Avrupa Birliği yolunda Türkiye’ye karşı bir koz
olarak kullanılıyor. Avrupa Parlamentosu’nun bunu kabul etmesi, Kopenhag
kriterlerinde olmamasına rağmen bu konunun raporlara yansıması, olayın ardında
yatan sebepleri açık ve net bir şekilde gösteriyor. Aynı şey Kıbrıs için
geçerli. Aslında Kopenhag kriterleri içerisinde Kıbrıs meselesi yok. Fakat o da
aynı şekilde Türkiye’ye karşı koz olarak sunulmuştur. Sebep nedir? Gerçek şu ki
kimse Türkiye’nin Kıbrıs’dan çekilmesini isteyemez.
Soykırım gibi adi bir suçu Türklerin
atalarına ve dedelerine yamamalarını kimse beklememelidir. Çünkü buna hem bizim
hakkımız yok, hem de atalarımızın olmayan birşeyle suçlanmasını hiçbir şekilde
araştırmalar ve bilim kabul etmiyor. Ama diğer taraftan mesela sadece
Ermeniler’in 1915–20 arasında katlettikleri Müslümanların sayısı 530 bindir.
İsim isim köy köy tesbit edebildiklerimiz bunlar. Hastalıktan vs. sebeplerle
ölenleri bunun içerisine dâhil etmiyorum. Fiilen öldürülenler bunlar. Mesela
1915 Nisan’ında Van, Rus askerlerine Ermeniler tarafından teslim edildiğinde
Van’dan kaçan 80 bin Müslüman’ın 30 bini Ermeniler tarafından öldürüldü.
Van yerle bir edildi. Bunun örneği hâlâ
duruyor. Eski Van şehrine, kale dibindeki şehre gidip baktığınızda hiçbir
binanın ayakta olmadığını görürsünüz, yıkılmış vaziyettedir. Aynı şey o
tarihlerde Erivan’dan, yani bugünkü Ermenistan’ın başkentinden sürülen
Müslümanlar için de geçerlidir. O sıralar Erivan’ın nüfusunun %80’i Müslüman
Türk’tür. Bu insanlar hiç kalmamacasına buradan sürülmüştür. Kafkasya’dan
1915’de sürülenlerin sayısı 1,5 milyona yakındır. Bunların ancak 702 bini
Anadolu’ya gelebilmiştir. Büyük Ermenistan hayali bu katliama sebep teşkil
etmiştir. Büyük Ermenistan hayalini kapsayan 6 doğu ilimizde ortalama %16 olan
Ermeni nüfusu oranını, devlet kurmak için %50’nin üzerinde tutmak istiyorlardı.
Savaş için cepheye giden askerlerimizin geride bıraktıkları eşleri, çocukları,
anne babalarını katlettiler, kadınlara tecavüz ettiler. Böyle ağır bir durumdan
geçti Anadolu.
Böylesi bir katliamın dünya kamuoyuna
duyurulması için neler yapılabilir?
- 530 bin insanın katledildiği bölgede
elbette toplu mezarlar var. Açılan toplu mezarlar var. 10’a yakın toplu mezar
açtık biz. Bu mezarların görüntüleri var. Bu görüntüler internet aracılığıyla
sivil toplum örgütleri tarafından dağıtılmak zorunda. Bu birincisi. İkinci
olarak da Ermeni politikası nedeniyle Türkiye’de Ermeni sorunu anlatılamadı. Bu
bilgilendirme Türk’ün Türk’e propagandası şeklinde adlandırıldı. Türkiye içinde
veya dışında Türklere bu meselenin anlatılması aşağılandı. Yabancılara
anlatılmayan bir meselenin Türklere anlatılmasının bir manası yoktur denildi.
Hâlbuki tam tersineydi durum. Önce kendi kamuoyumuz bilgilendirilmeliydi. Ondan
sonra başka kamuoylarını bilgilendirebilirdiniz. Son zamanlarda bu psikolojik
baskı ortadan kalktığı için önce Türk halkı kendi başına gelenleri öğrenmeye
başladı. Ama bunun çok daha detayına gidildiğinde çekilen zulmün, katliamın
bütün yönleri burada değerlendirilebilir. Fakat bu defa bir tehlike doğuyor. Şu
anda bizim ülkemiz vatandaşı olan Ermeniler var. Toplumlar arasında düşmanlığa
neden olacağı düşüncesiyle bu konuyu aslında çok fazla gündeme getirmek
istemiyoruz. Mesela Adana Kozan’da fırınlarda yakılan insanlar var. Ayrıca Doğu
illerimizde yaptığımız toplu mezar kazılarında daha kundağında bebeklerin
annelerinin kucağında katledildiğini görüyoruz. Bu tür katliamlar görüntülü
olarak kamuoyuna açıklansa gerçekten büyük bir infiale neden olur. Avrupa
Konseyi tarihin düşmanlıklar dışı tutulması ile ilgili bir program
başlatmıştır. Biz bu programa sonuna kadar katıldık Türkiye olarak. Fakat
Avrupa’dan bu çağrı yapılırken Avrupa’da okutulan ders kitaplarına baktığımızda
aksini görüyoruz. Türkler barbar olarak nitelendiriliyor. Burada bir çifte
standart var. Bu bize şunu gösteriyor: Aslında bu konularda gerek batı dünyası,
gerekse Amerika ve başka ülkelerin samimi olmadıkları sonucu ortaya çıkıyor.
Ermeniler 1,5 milyon Ermeni’nin
öldürüldüğünü iddia ediyorlar. Elimizdeki kaynaklara göre belli bir rakam var
mı Ermenilerin kayıpları hususunda?
- Osmanlı arşiv belgelerine, hatta yabancı
arşiv belgelerine baktığınızda abartılmış durumun ötesinde gerçek rakamlar
ortaya çıkıyor. Öncelikle 1,5 milyon üzerinde ciddi ciddi durmak lazım. 1,5
milyon veya 150 bin insanın öldürülmesi soykırım anlamı taşımaz. Soykırım
hukukuna göre 10 bin kişi de öldürseniz, bunu yok etmek kastıyla yaparsanız,
soykırım adını alır. Bizim üzerinde durduğumuz konu; Osmanlı’nın
o dönemde Ermenileri yok etme kastının olup olmadığı.
Önce bunun araştırılması gerekiyordu, biz
de araştırdık. 1,5 milyon Ermeni’nin öldürülüp öldürülmediği de bu bağlam
içinde ele alındı. Biz çatışmalardan önce ne kadar Ermeni nüfus olduğundan ve
savaş sonrası kalan Ermeni sayısından yola çıktık. Osmanlı nüfus sayımı
defterlerinden 1,3 Milyon Ermeni’nin yaşadığı ortaya çıkıyor savaş öncesi
Osmanlı topraklarında. Değişik kaynaklara göre bu rakam farklılık gösteriyor. O
dönem basılan Britanica’da, patrikhane kaynaklarında ve birkaç başka kaynakta
bu rakam 1 Milyon 570 Bin ile 1 Milyon 900 Bin arasında değişiyor. Ortalamayı
alsak 1 Milyon 600 bin civarında oluyor Ermeni nüfus sayısı. Yani en yüksek
rakamı da alsanız iddia edilen kadar Ermeni’nin ölmediği ortaya çıkıyor.
Yaptığımız araştırmaya göre düzenli birlikler olmayan eşkıya diye
adlandırabileceğimiz grupların bölgesel çatışmalarda 8000 kadar Ermeni’yi
öldürdüklerini ortaya çıkardık. Tehcir sırasında hayatını kaybeden Ermeni
sayısı da, hastalık vs. sebeplerden 37,500 civarında. Bütün bunları
topladığınızda sayılamayanları da hesaba katarsak 50,000 civarında bir rakam
çıkıyor. Ama asıl Ermenilerin kayıpları, Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden
sonra, Milli Mücadele dönemi içerisinde yer alıyor, Rusya tarafına göç etmiş
olan Ermenilerin bu bölgelerde -çoğunun açlıktan olmak üzere- hastalıktan
ölenlerin sayısı 230 bin civarında.
Yine Fransız ordusunda Türklere karşı
savaşan, Fransız ordusunun yarısını oluşturan Ermeniler var, Kafkasya’da
Ermenistan kurmak için çalışan Ermenilerden Türklerle çatışmalar sırasında
ölenler var. Bunların hepsini toplasanız 300–350 bin arasında Ermeni’nin
öldüğünü görürsünüz. Bunların tümünün Osmanlı ile alakası olmamasına rağmen,
tamamının abartılarak Türkler tarafından öldürüldüğünün iddia edildiğini görürsünüz.
Lozan Antlaşmasında, ülkeyi terk eden Ermenilerin geri dönmeleri ve geride
bıraktıkları malları için de maddeler vardır. Düşman olarak nitelendirilenler
dışındakilerden belli bir süre içinde mallarını talep edenlere malları teslim
edilecekti. Nitekim talep edenlerin malları verildi. Talep etmeyenlerin malları
da anlaşma gereği hazineye devredildi. Dolayısıyla bu bağlamda mal iddiasında
bulunmaları mümkün değil. Bu sebeple herhangi bir toprak talepleri geçerli
değildir. Bunca araştırmamızdan sonra Türkiye olarak soykırım gibi bir iddiayı
kabul etmemiz mümkün değil. Kaldı ki bizim bunu tanıma hakkımız ne kadar var.
Bir defa o dönemde yaşayan insanlar artık yaşamıyor. O dönemin durumunu,
yaşananları biz ancak tarih kaynaklarından öğreniyoruz. Dolayısıyla bunun nasıl
bir şekilde ne ölçüde gerçekleştiğini ortaya koyacak hukuki bir veri yok. Yani
bir mahkeme kararı yok o dönemde. Mahkeme kararı şu şekilde var: O dönem
Ermenilere haksız muamele yapanlar bizzat Talat Paşa’nın emriyle divan-ı harp
mahkemesinde yargılanıp cezalandırılmışlar. 67 kişi idam edilmiş, 524 kişi
hapis cezasına çarptırılmış, 68 kişi de kale zindanlarına atılmış veya kürek
cezasına çarptırılmıştır.
Haliyle zaten devlet o zaman suçluları
cezalandırmış. Dolayısıyla yok etme kastının olmadığının en
önemli delillerinden biri de suçluların cezalandırılmasıdır. Hukuki
olarak olayı bu bağlamda değerlendirdiğinizde soykırım olarak adlandırmak
kesinlikle yanlıştır. Buradan görüyoruz ki olay tamamen siyasidir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi ile
ilgili düşünceleriniz neler? Türkiye şu anda vaz mı geçti Avrupa Birliği’nden?
Türkiye açısından Avrupa Birliği’nin alternatifi ne olabilir?
- Türkiye Avrupa Birliği’ne girmek istiyor.
Çünkü Türkiye 1720’den itibaren Avrupalılaşmak, batılılaşmak istiyor. 28 Mehmet
Çelebi’nin Fransa’dan dönüşünden sonra Osmanlı’da yavaş yavaş yeni bir anlayış
yerleşmeye başlamıştır. İbrahim Müteferrika tarafından matbaanın kurulması,
yabancı ülkelere daimi elçilik açılması gibi gelişmeler olmuştur. Osmanlı
Devleti o tarihlerden itibaren kendini Avrupalılaşma sürecine kaptırmıştır.
Fakat bir türlü Avrupalılaşamamıştır. Sebebi ise Avrupa’yla arasındaki kültür
farkıdır. Çünkü kültür dediğiniz şey bir taraftan milletlerin kendi özlerinden
doğan gelenekleridir, hayat biçimidir, hayata bakış felsefesidir, bir taraftan
da inançlarının gereği olarak yaşama biçimleridir. Eğer Avrupa ile Türkler’i bu
ölçüde karşılaştırırsanız, kesinlikle birbirlerine uymadıklarını görürsünüz.
Teknolojiye sahip olmak veya giyim tarzınızı batılı yapmakla Avrupalı
olamazsınız. Ve Batılılar da bizim gibi olamazlar, doğu kültürüne sahip
olamazlar. Her milletin tartışılamayan biçimde kendi öz kültürü vardır. Ayrıca
hem ekonomik, hem devlet felsefesi olarak da doğu ve batı kültürü
uyuşmamaktadır. Mesela batı kültüründe sömürgecilik zihniyeti vardır. Yani
başkasının sırtından geçinme anlayışı vardır. Ama Türklerde böyle birşey
sözkonusu değildir. Hem devlet geleneğine uymaz, hem yaşayış biçimlerine uymaz,
hem de inanç biçimlerine uymaz. Hâlbuki Avrupa’ya baktığınızda Amerika’nın
keşfi ile başlayan büyük sömürgeleştirme ve bu arada Afrika zencilerinin
ticareti ön plana çıkmıştır. Ve sömürge olarak elinde bulundurduğu topraklarda
yaşayan insanları boğaz tokluğuna çalıştırıp büyük sermayeler elde etmeyi başarmışlardır.
Aslında bugünkü zenginliklerini bu sömürü düzenlerine borçludurlar. Teknolojik
gelişmelerini ve sanayideki sıçramalarını buna borçludurlar.
Mesela İspanya’ya 1550 ylında giren altın
ve gümüş miktarı 228 tondur. Ama Osmanlı’nın asırlar boyu hüküm sürdüğü
topraklara baktığınızda Avrupa’nın 100 yıl hüküm sürdüğü bölgelerde yaptığı
uygulamalardan çok farklı bir uygulama görürsünüz. Mesela Balkanlar’da bugün
Türkçe konuşulmaz. Balkanlar kendi dillerini muhafaza ederler. Afrika kendi
dilini muhafaza eder, Türkçe konuşmaz. Ama İngiltere Hindistan üzerinde sadece
50–60 yıl hüküm sürmüş olmasına rağmen Hindistan’da ve Pakistan’da İngilizce
konuşulur. Fransa Cezayir’de 130 sene kaldı, ama Cezayir tamamen Fransızca
konuşur, hatta neredeyse dinlerini dahi değiştirecek hale gelmişlerdir ve
Arapça’yı unutmuşlardır. Güney Amerika’da İspanyolca hâkimdir, çünkü İspanyol
sömürgesiydi. Avrupa’da, hakim oldukları bölgeyi her şeyiyle ele geçirme
anlayışı hâkimdir. Bu nedenledir ki Fransa tarihçilerine, tarih kitaplarına,
sömürgelerinde iyi şeyler yapıldığını yazmaları için baskı uygulamıştır. Dolayısıyla bizim hayat felsefemizle bu düzen kesinlikle
uyuşmamaktadır. Biz emperyalist olamayız.
Bugün Avrupa hala aynı emperyalist
düşüncelerini devam ettiriyor. Mesela Irak olayını ele alırsanız, Amerika’nın
ve İngiltere’nin petrolün %75’ine hâkim olmaları zaten her şeyi ortaya koyuyor.
Bütün bunların ışığında Avrupa Birliği ile bir bütünleşmenin her iki tarafta
büyük bir huzursuzluğa neden olacağını görürsünüz.
Bir de tarihi gerekçeleri var bunun. Avrupa
Türklere karşı sürekli olarak büyük bir korku içinde yaşadı. Türkleri barbar
olarak anlatarak gençlerini yetiştirdi. Böyle bir travmayla büyüyen Avrupa tabi
ki Türkiye’ye insani değerlerle yaklaşamaz. Bu çatışma Avrupa ile Türkler
arasında telafi edilemez bir uçurum meydana getirdi. Bugün Avrupa’da yaşayan
işçilerimize yapılan baskıların temelinde de bu tarihi olgular var. Daha açık
ifadesiyle 1683 Viyana kuşatmamız Batılılar tarafından hazmedilememiştir. Bunun
için Çanakkale savaşları olmuş, Türklerin Anadolu’dan atılması için büyük
gayret gösterilmiştir. Nitekim Avrupa ülkelerinin kendileri üniter devlet
yapılarını muhafaza ederken, Türkiye’de federatif bir sistemin yerleşmesi arzu
edilmektedir. Türkiye’de yaşayan bazı gruplar azınlık olmadıkları halde azınlık
statüsüne sokularak Türkiye bölünmeye çalışılmaktadır. Bu çerçevede bakarsak
Türklerin Avrupa Birliği’ne ne kadar ihtiyaçları olduğu sorusu ortaya çıkıyor.
Aslında Türkiye birçok açıdan çok zengin bir ülkedir. Nüfus olarak, potansiyel
altyapı olarak, bulunduğu konum olarak zengindir. Tarihe baktığınız zaman
birçok medeniyetin bu coğrafyada kurulmuş olduğunu görürsünüz. Devlet kurma
tecrübesi ve kültürel yapı olarak da Türkiye çok sağlamdır. Türkiye Avrupa
Birliği’ne girmeyi ancak kültürel yapısına zarar gelmemesi şartıyla kabul
edebilir, aksi durumda kesinlikle girmemelidir. Kültürel değerlerimizin yok
olacağı bir giriş Türkiye’nin yok olması anlamına gelir. Ayrıca Avrupa
Birliği’nin Türkiye ile işbirliğine girme konusunda samimi olduğunu
zannetmiyorum. Bütün göstergeler de bunu işaret ediyor. Kopenhag kriterlerinde
yer almamasına rağmen Kıbrıs meselesinin şart haline getirilerek Türkiye’den
yeni bir şeyler istenmesi, ayrıca şartların yerine getirilmesi halinde bile
bazı ülkelerin referandum düşünmesi samimiyetsizliği ortaya koyuyor. Peki,
Türkiye Avrupa Birliği’nden koparsa alternatif ne olabilir?
Türkiye’nin köklü kültürü ve bulunduğu
coğrafya alternatife oldukça açıktır. Mesela Türkiye uzakdoğuya uzanan ekonomik
bir işbirliği içine girebilir. Bütün doğu devletlerinin içinde olacağı bir
oluşumu Türkiye meydana getirebilir. Sadabad Paktı, Bağdat Paktı gibi
birliktelikler gibi oluşacak işbirliği Çin’e kadar uzanacak bir ortaklığı
beraberinde getirebilir. Baltık kıyılarından, Kızıldeniz’den Hint okyanusuna
kadar uzanan bölge aslında ekonomik bir ortaklığa gebedir. Türkiye böyle bir
oluşumda başı çekebilir. Türkiyesiz böyle bir oluşum pek tutarlı olmaz.
Türkiye’nin böyle bir oluşumda bulunması çok daha kolaydır. Bu Türkiye’nin
teknolojiyi kenara atması anlamına gelmez, demokrasiyi kenara bırakması
anlamına gelmez, insan haklarını kenara bırakması anlamına gelmez, bu hukukun
üstünlüğünün kenara bırakılması anlamına gelmez. Bunlar insani değerlerdir ve
hangi blokta olunursa olunsun, kabul edilecek değerlerdir. Ekonomik bir birlik
Türkiye’nin dünyaya açılmak için stratejik konumu açısından yerini daha da güçlendirecektir.
Türkiye’nin bulunduğu coğrafya hem askeri, hem ekonomik olarak çok önemli bir
stratejiye sahiptir. Bir taraftan Karadeniz, Ege ve Akdeniz’le batıya, diğer
taraftan İran ve aşağıda Basra körfezinden doğuya açılan bir kapıdır. Ayrıca
Rusya ile Baltık denizine açılan bir kapıdır. Böyle bir oluşum kendi içinde
çözülmeye başlamış Avrupa Birliği’ne alternatif bir birlik olabilir. Bunu
sadece Avrupa ile birlik anlamında ilişkileri bitirme anlamında söylüyorum.
Avrupa ile ekonomik veya siyasi alanda ilişkilerimiz devam edebilir. Sadece
ortak bir birlik bağlamında doğuya yönelebilir Türkiye.
Fransa meclisinde Ermeni soykırımını suç
sayan yasa tasarısı kabul edildi. Eğer senato tarafından onaylanırsa
kanunlaşacak. Bu konuda ne diyorsunuz? Ayrıca size karşı İsviçre’de bir dava
açılmıştı. Bu dava şu anda ne durumda?
- Fransa meclisinin tarihçilerin bu konuda
araştırma yapmasını engelleyerek meclisinde böyle bir karar alması aslında bir
skandaldır. Çünkü alınan karar hem insan hakları sözleşmesine, hem ifade
özgürlüğüne -ki bu ifade özgürlüğü konusu Türkiye’ye en fazla baskı yapılan
alanlardan bir tanesidir- hem hukukun üstünlüğüne aykırıdır. Bu eğer
kanunlaşırsa muhtemelen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinden dönecektir. Senatoya
gitmeden ortadan kalksa bile Fransa’nın böyle bir karar almış olması, insan
hakları konusunda birçok girişimin başlangıç ülkesi olan Fransa açısından
skandal olarak nitelendirilecek ve tarih bu olayı Fransa’nın alnında kara bir
leke olarak yazacaktır. Özellikle Fransa’nın Cezayir meselesinde konuyu
tarihçilere bırakma teklifine, özellikle Sarkozy’nin ‘babasının yaptıklarından
kendisinin sorumlu tutulamayacağını’ savunmasına karşılık, Ermeni konusunda
yine aynı zatın, tarihçilerin araştırma yapmasını ağzına bile almamasını izah
etmek mümkün değildir. İsviçre meselesi çok daha vahim bir hadisedir. İsviçre,
medeni hukukunu aldığımız bir ülkedir. Sözün özüdür medeni hukuk. Medeni
hukukunu aldığımız bir ülkede bir bilim adamının düşüncelerini ifade etmesine
karşılık İsviçre mahkemesinin soruşturma açmış olması vahim bir skandaldır. Ben
şu an bu nedenle İsviçre’ye gitmiyorum. Avrupa Birliği ülkelerinin birçoğunun
parlamentosu Ermeni olayı için soykırım diye karar aldı. Şimdi skandal burada
patlak veriyor. Mahkeme kararı olmaksızın bir parlamentonun böyle bir kararı
alması hukukun üstünlüğünü ortadan kaldıran bir husustur. Bu birincisi. Kendini
yargının yerine koyuyor. Hâlbuki demokrasilerde parlamento sadece yasa
çıkarıcıdır. İkincisi bir milleti, bir topluluğu mahkûm ederken o millete savunma
hakkı, söz hakkı bile tanımıyor. Tanımadan, önyargıyla mahkûm ediyor. Ve ders
kitaplarına o milletin vahşi, barbar olduğuna dair notlar ekletiyor. Bu ancak
ve ancak tek bir şekilde ifade edilebilir. Yapılanın tırnak içerisinde
söylüyorum ‘Engizisyon Mahkemeleri’nden’ bir farkı yoktur. Ayrıca suçlayan
taraf suçladığı konuyu kanıtlamak zorundadır. Diyor ki adam herkes bunu kabul
ediyor, kanıta ne gerek var. Böyle birşey olamaz. Ne hukukta, ne insani
değerlerde böyle bir şey yoktur. Bu durumda bir soru sormak gerekiyor.
Avrupa’da gerçekten demokrasi var mıdır?
Sizce Batılılar tarafından Ermenilerin
desteklenmesinin altında Ermenistan’ı Asya bölgesinde jandarma olarak görmeleri
yatıyor olabilir mi?
- Ermenistan bir defa jandarma görevi
görebilecek bir nüfusa sahip değil. Sadece Ermeniler en eski Hıristiyan unsur
olarak nitelendiriliyor. 1915’te de bu böyleydi. Oradaki Hıristiyanlığın kalesi
olarak görülüyor. Avrupa ve Amerika’da yaygın olan anlayış konuya ırkçılığın
ötesinde dini olarak bakılmasıdır. Dini açıdan destekleniyor Ermeniler. ABD’nin
1915 yılındaki büyükelçisi Morgenthau, Başkan Wilson’un da onayını alarak
yazdığı hatıratında, hazırladığı kitabının hedefinin şu olduğunu söylüyor : ‘Amerikan halkını savaşın zaferle sonuçlanması gereğine inandırmak
amacıyla Alman ve Türk aleyhtarı bir kitap yazma ve bununla Wilson’un savaş
politikasına daha çok destek sağlamaktı”. Diğer bir deyimle bu kitap bir
savaş dönemi propagandası olarak amaçlanmış ve İtilaf Devletlerinin savaş
çabalarına bir katkı olarak düşünülmüştü. Yani aslında katliamdan öte bir
propaganda savaşı yaşanmıştır 1915’de ve burada da Hıristiyanlık
kullanılmıştır.
Son günlerde Kerkük ve Musul çevresinde
sıcak gelişmeler yaşanıyor. Kuzey Irak’ta yeni gelişmeler olursa Türkiye’nin
Musul ve Kerkük üzerinde hakları nasıldır? Türkiye Musul ve Kerkük üzerinde hak
iddia edebilir mi?
- Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Musul
ve Kerkük Osmanlı ordularının elindeydi. İngilizlerle mücadele sonucu elde
kalan bölgeden Mondros Mütarekesi ile Türkler çekiliyorlar. İngilizlerin
bölgeyi işgal etmesi üzerine bir anlaşmazlık doğuyor ve anlaşmazlık 1920
yılında Milletler Cemiyeti’ne havale ediliyor. 1925 Milletler Cemiyeti kararı
ile bu bölgeler Irak’ın bütünlüğünü sağlamak amacıyla Irak’a bırakılıyor.
Dolayısıyla bugün eğer Irak üç parçaya bölünecek olursa ve birleşmiş Irak
ortadan kalkacak olursa Milletler Cemiyeti’nin birleşmiş Irak’a devredilmesine
dair kararı havada kalacaktır. Türkiye böyle bir durumda Milletler Cemiyeti’nin
bu kararı gereği bıraktığı bu bölgede tarihi olarak hak iddia etme hakkını
bulacaktır. Ve Irak parçalandığı takdirde bana göre Türkiye
hukuken bu bölgelerin sahibidir.
Ayrıca bölgede hâlâ petrolden doğan
haklarımız var. Bu konuya da biraz açıklık getirebilir misiniz?
- 1925 yılında Musul ve Kerkük Türkiye’den
alınıp Irak’a verilirken tazminat olarak da Irak petrollerinin 25 yıl süre ile
%10’unun Türklere verilmesi kararlaştırılmıştı. Bununla ilgili 13 yıllık bir
ödeme söz konusu oldu. Daha 12 yıllık bir süre Türkiye’nin alacağı vardır. Ama
daha önce söylediğim gibi Irak’ın bütünlüğünün bozulması bölgede Türkiye
açısından hukuki hak doğuracaktır. Bu petrolün de, orada bulunan Türkmenler’in
de ötesindedir.
Türkiye’de veya dünyanın değişik
ülkelerinde yaşayan Türk gençlerinde tarih bilinci ne durumda… Gençlerimizi
tarihimiz konusunda daha iyi şuurlandırmak için neler yapılabilir?
- Burada yaşayan veya Türkiye’de yaşayan
gençlerimizin en önemli meselelerinden birisi kültürümüzü öğrenecekleri bir
kaynak bulamamalarıdır. Veya televizyon programları olmamasıdır. Bu açıdan ben
gençlerimize şunu iletmek isterim. Gerek internet aracılığıyla gerekse Türk
kültürünü anlatan kitaplar aracılığıyla kültürümüzü öğrenmeleri gerekmektedir.
Belgeselleri izleyebilirler bu konuda hazırlanan. Ve en önemlisi gerek Türkiye’de
gerekse buradaki gençlerin muhakkak kendilerini çok iyi yetiştirmelerini
tavsiye ediyorum. Çünkü gelecek, gençlerin elinde olacağı için, her şeyin hızla
geliştiği dünyada, her konuya hâkim olarak yetişmeleri, kendi beyinlerinin beyi
olmaları, kendi fikirleri ile kendilerini yönetebilmeleri son derece önem
taşıyor. Bunu sağlayabilmek için de kültür ve bilgiye ihtiyaç vardır. Kültür,
geçmiş dönemlerde o ulusun veya kişilerin yaşayış tarzlarından tutun,
tarihlerine kadar her türlü zenginlikleridir. Bunu öğrenebilmek için kendi
dillerine sahip çıkmaları gerekir. Tarih bir yerde kültür demektir. Bu kültürün
öğrenilmesi ve yaşanması için kendi dillerinin unutulmaması gerekir. Tabii ki
yabancı dilleri de öğrenmek gerekiyor. Bunu öğrendikleri zaman tarihin nesnesi
olmaktan çıkarlar, tarihin öznesi olurlar. Yani tarihi yapan kendileri olur.
Tarih içinde bir piyon olmazlar. Türk devletine de bu konuda görev düşüyor
aslında. Devlet kültür merkezleri kursa, etkinlikler düzenlese, yarışmalar
açılsa gençler tarihlerini daha güzel öğrenirler.
Sizce gençlere tarih bilincini verebilecek
kaynak sıkıntısı yok mu? Önemli destanlarımızın filmi yapılamaz mı? Örneğin
tarihi konuları işleyen çizgi filmler yok denecek kadar az.
- Bu konuda maalesef dediğiniz gibi görsel
kaynak oldukça az, olanlar da kaliteli değiller. Filmler için çok büyük bütçe
gerekiyor. Türkiye’de o kültüre sahip yapımcı, yönetmen çok az. Ve o finansmanı
sağlayacak kuruluş da yok Türkiye’de. Çünkü bir destanı filmleştirmek için en
başta çok geniş bir mali imkâna ihtiyaç var. Ama ondan önce on beşer dakikalık
küçük belgesel filmler yapılıp dağıtılması çok daha etkili olabilir. Türk
medeniyetini, kültürünü anlatacak bu çalışmalar hem daha ucuza mal olur, hem
çoğaltılıp dağıtılarak daha fazla insana ulaşması sağlanabilir. Bizim şu anda
böyle bir çalışmamız var. 5–6 tane küçük belgesel yaptık. Milli Eğitim
Bakanlığı ile ortak bir çalışma ile bu filmleri okullarda tarih derslerinde
çocuklara izleterek konuyu daha iyi anlatmayı amaçlıyoruz. Ama değişik konularda
film projelerimiz de var. Şu anda altyapısını oluşturuyoruz.
Burada yaşayan gençlerimiz Türkiye’nin
sorunlarına, mesela Ermeni Meselesi, çok ilgisizler. Kendilerini Avusturyalı
olarak görüyorlar. Sizce buna karşı ne yapılabilir?
- Bir insanın annesi babası bir suç
işleyebilir mi? İşler. Bundan evlat ne kadar etkilenir. Hem psikolojik olarak
etkilenir, hem babası cani, katil olduğu için etkilenir. Peki, babası katil
olmadığı halde babası katil olduğu iddiasıyla suçlanmaya kalkışılan genç buna
itiraz eder mi? Eder. O zaman milletlerin durumu da kişiler gibidir. Suçlu
olmayan bir insanın suçlu olarak gösterilmesi sizi millet olarak etkiler mi?
Etkiler. Dolayısıyla Avrupa’da doğmuş olmak, Avrupa’da yaşıyor olmak bundan onu
kurtaramaz. Nitekim burada suçlayanlar Türkler bu işi yaptı diyor. Bu nedenle
etkilenmemesi mümkün değil. Ders kitaplarında Türkler’in cani olarak
gösterilmesi o gence çevresinden tepki getirmeyecek mi? Getirecek.
Türkiye’de bir grup var. Bunlar Osmanlı’yı
tarihleri olarak kabul etmiyorlar. Tarihlerini Cumhuriyet’ten sonra başlamış
gibi kabul ediyorlar.
- Bu şöyle bir düşünceden kaynaklanıyor :
Atatürk’ün bu konu ile ilgili bir görüşü var. Diyor ki: Türklerin tarihi
Selçuklu ve Osmanlılardan ibaret değildir. Ondan önce de Türkler büyük devletler,
imparatorluklar kurmuşlardır. Tarihte ne zaman bir Türk devleti yıkılmışsa,
yerine muhakkak yeni bir Türk devleti kurulmuştur. Şimdi de Osmanlı
İmparatorluğu çökmüştür, ama tarihi zincir kopmayacaktır. Yani Türklerin
tarihinin her bir parçası zincirin halkaları gibi birbirine bağlanmıştır. Hepsi
birbirine geçmiştir, birbirinden kopmazlar. Dolayısıyla devletleri kuranlar
insanlardır, milletlerdir. Milletler değişmediğine göre devletlerin sadece
rejim olarak farklılıkları vardır. O milletler o devletleri kurduklarına göre,
devletlerin sürekliliği vardır, devamı vardır. Çünkü hem kültür, hem dil, hem
de yapı olarak, devlet felsefesi olarak bunlar devam eder gider. Milletlerin
karakterleri değişmez. Bundan yola çıkarsanız Hunlar’dan bugüne kadar tüm Türk
devletlerini zincirin halkaları olarak görmek zorundasınız. Aksini söyleyenler
konuya biraz ideolojik olarak yaklaşan, biraz belki ırkçılık yapan insanlardır.
Bunun temelinde de şu vardır. Kültür dediğimiz olgu değişmez, milletlere
hastır. Her milletin kendi kültürü vardır. İngiliz kültürü, Fransız kültürü,
Türk kültürü vardır. Bu devam eder, gider. Bunları değiştiremezsiniz. Şimdi biz
Osmanlı tarihini reddedersek, o zaman Atatürk’ü reddetmemiz lazım, cumhuriyeti
kuranları reddetmemiz lazım. Çünkü cumhuriyeti kuran insanlar Osmanlı’da
yetişmiş, Osmanlı paşaları idiler. Anadolu halkını oluşturan insanlar Osmanlı
halkını oluşturan insanlardı. Cumhuriyetin temel kurumları Osmanlı zamanında
kurulmuştu. Sayıştay, Danıştay, zaptiye teşkilatı vs. Eğer koparırsak 150.
yılını kutladığımız bir kurumun kuruluşunu da kutlamamamız gerekir. Mesela
Türkiye’de ordunun 2500. yılı kutlandı. Şimdi bu Osmanlı’dan da geriye giden,
tarihin kopmayan halkalar olduğunu ortaya koyan bir anlayıştır. Aksini iddia
edenler bana göre ideolojik davrananlar veya ırkçılık yapanlardır.
Seyfullah İlyas / Yeni Hareket Gazetesi-Avusturya
HİÇ
YAPMADIĞIMIZ BİR ŞEYLE SUÇLANIYORUZ
Neden 24 Nisan? 24 Nisan’ın Ermeniler
tarafından soykırım tarihi olarak alınmasının sebebi nedir?
- Bilindiği gibi
Ermeniler, başta Rusya olmak üzere İngiltere ve Fansa gibi devletlerin
destekleriyle Hınçak ve Taşnaksutyun olmak üzere çeşitli partiler ve örgütler
kurmuşlardır. Osmanlı Devleti’nin topraklarında yaşayan Ermenilere sözde
özgürlük sağlamayı hedefleyen bu partiler, aslında sâdece Ermenilerin özgürlüğe
kavuşmasına değil, Rusya’nın Doğu Anadolu Bölgesi’nde bir Ermenistan kurdurmak
sûretiyle Bağdat Demiryolu’nu ele geçirme ve İskenderun’a kadar inen bir
Ermenistan ile sıcak denizlere çıkma politikalarına da hizmet etmişlerdir. Yine
aynı şeklide İngiltere’nin Uzakdoğu’daki sömürgelerinin ürettiği mamûl ve
tekstil ürünleri için bir güzergâh oluşturma düşüncesine, Fransızlar’ın ise
rekabet hâlinde bulunduğu devletlerin Osmanlı Devleti üzerinde kurmaya
çalıştığı bu hâkimiyetten pay almak şeklinde özetlenebilecek emellerine hizmet
etmiştir. Yâni bu devletler de kendi çıkarları için Ermenileri
desteklemişlerdir. Bu komiteler İstanbul ve diğer Anadolu şehirlerinde önemli
merkezler meydana getirmişler, kırsal alandaki eşkıya örgütlerini de buralardan
sevk ve idare etmişlerdir. Bu durum Osmanlı Devleti tarafından teşhis
edilmişti.
Bu yıllarda yine Rusya, İngiltere, Fransa
ve Almanya Osmanlı Devleti üstünde ıslahat yapması yolunda baskı kurmuşlardır.
Bu baskılar sonucunda Osmanlı Devleti 8 Şubat 1914’te Rusya ile Islahat
Anlaşması yapmak zorunda kalmıştır. Bu anlaşma uyarınca Doğu illerinden Van,
Erzurum, Bitlis, Trabzon, Elazığ, Diyarbakır ve Sivas gibi şehirlerde Ermenice
resmî dil olarak kabul edilecek, bu bölgeden askere alınacak Ermenilerin başka
bir bölgede askerlik yapmalarına müsaade edilmeyecek ve bu vilâyetlerin
yönetimi Batılı devletlerin, -tabiî Rusya’yı bunun içerisine katıyorum-, tespit
edecekleri üç gayrimüslim müfettişten birisi arasından seçilmek sûretiyle yapılacaktı.
Bu âdeta bağımsız Ermenistan’ın kuruluşu anlamına gelmektedir.
Tam bu sırada, I. Dünya Savaşı’nın
çıkmasıyla birlikte, Osmanlı Devleti zorla kabul ettiği bu anlaşmayı
uygulamamıştır. 18 Mart 1915’te başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Batılı
devletlerin donanmalarının Çanakkale’ye gelmesi ile başlayan savaştan çok önce,
Ermeniler de Anadolu’da isyanlara başlamışlardır. Nitekim 17 Nisan’da Van’da
başlayan isyan kademeli olarak bütün Anadolu’ya yayılmış, bunun üzerine Osmanlı
Devleti Ermeni ileri gelenlerini İstanbul’a davet ederek bir araya getirmiş ve
onlara bu hareketlerin devam etmesi hâlinde sert tedbirler uygulayacağını
bildirmiştir. Buna rağmen Ermeni isyanları durmayınca Osmanlı Devleti, 24
Nisan’da, yâni Ermenilerin soykırım günü olarak andıkları günde, bir gece
içerisinde bu parti ve örgütlerin ileri gelenlerinden 245 kişiyi tutuklamıştır.
Bu tutuklananlar Ankara ve Çankırı cezaevlerine gönderilmiştir. Hiçbir kimsenin
burnu bile kanamamıştır ve hatta bir kısmı sonra serbest kalmıştır. Ancak bu
hamle ile birlikte Ermeni hareketinin de beli kırılmıştır. İşte Ermenilerin bu
tarihi, soykırım günü olarak anmalarının asıl nedeni, Ermeni hareketinin bu
tarih ile birlikte etkinliğinin sona ermiş olmasıdır. Yâni 24 Nisan bağımsız
bir Ermenistan kurma hayâllerinin sona erdiği tarihtir. İşte bundan dolayı
Ermeniler bugünü farklı olarak nitelemişler ve soykırım günü olarak anmaya
başlamışlardır.
Hocam biraz da tehcir hâdisesinden bahseder
misiniz? O zamanki şartlarda 500 bin kişinin tehciri nasıl gerçekleştirilmiştir
ve Osmanlı yönetimi bu konuda art niyetli davranmış mıdır?
- Biliyorsunuz,
Ermeniler 500 bin kişinin tehcir edildiğini söylemiyorlar, onlar bu tehcir
sırasında 1,5 milyon Ermeni’nin öldüğünü iddia ediyorlar. 500 bin rakamını biz
yeni yaptığımız araştırmalarla ortaya koyduk, yâni tam 500 bin de değil, ancak
458 bin civarında insan tehcir edilmiştir. Dolayısıyla Ermenilerin en baştan
1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğü iddiası da bunun ile birlikte çürümektedir.
Osmanlı Devleti’nin tehcirdeki amacı iyi
anlaşılmalıdır, tehcir kararı ve kararnâmesinde de bu açıkça belirtilmiştir. Bu
kararnâmede; Ermenilerin bu bölgelerden alınıp Suriye bölgesindeki Osmanlı
topraklarına nakledilmesindeki temel sebep, Ermenilerin kurmayı hedefledikleri
Ermenistan Devleti’nin kurulmasını önlemeye mâtuf olup, kesinlikle bunların
imhâsı söz konusu değildir diye açık açık yazıyor. Dolayısıyla Osmanlı
Devleti’nin tehcirdeki temel gerekçesi; Kafkaslarda çarpışan Osmanlı
askerlerini arkadan vuran, isyan çıkaran, mâsum ve askerden arındırılmış
köylere baskın yapmak sûretiyle çoluk çocuk demeden katleden, orduya giden iaşe
yollarını vurup iaşeyi tahrip eden Ermeni çetelerine karşı tedbir almaktır.
Çünkü savaş sahasıdır Ermenilerin bulundukları yerler.
İkinci sebep olarak, biraz önce söylediğim
8 Şubat 1914’teki Rusya ile imzalanmış bir anlaşmayla kâğıt üzerinde kurulmuş
Ermenistan’ın fiilen kurulmasını engellemektir. Ermenilere özel haklar tanıyan
bu anlaşma uygulanmaya konsaydı, Ermenistan Devleti’nin Anadolu topraklarında kurulması
işten bile değildi. Neden? Çünkü Kars’tan Van’a kadar olan bütün bölgeler Rus
sınırıdır. Nitekim I. Dünya Savaşı’nın hemen başlangıcından itibaren Ruslar,
Ermenilerin öncülüğünde Kars ve Van’ı işgal etmişlerdir. Daha sonra da
Erzurum’a kadar gelmişlerdir. Dolayısıyla Osmanlı bu şüphesinde haklıdır, yâni
bir Ermenistan kurulması şüphesinde haklıdır. Bunun için de her devlet gibi
Osmanlı da tabiî hakkı olarak kendi birlik ve bütünlüğünü bozacak birtakım
oluşumlara karşı bir tedbir almıştır. Bu tedbir de, I. Dünya Savaşı’nda
olunmasına rağmen, büyük masraflar yaparak Ermenileri -ki 2,5 milyon altın gibi
büyük bir para o zaman- bu savaş sahası ve Rus sınırına yakın olan bölgelerden,
savaş sahasına uzak, stratejik önemi olmayan Kuzey Suriye’deki Şehir-i Zor
bölgesine nakletmek olmuştur. Bu karar, Ermenilerin tren yollarına 25 km
mesâfedeki yerlere, hiçbir zaman çoğunluk teşkil etmeyecekleri şekilde
yerleştirilmesi gibi birtakım hükümleri de taşımaktadır.
Tabiî kolay iş değildir 500 bine yakın
insanın nakledilmesi. Burada önemli bir konu var, o da bütün Ermeniler mi
mecburî iskâna tâbi tutulmuştur? Hayır, genelde Taşnaksutyun ve Hınçak gibi
komitelere dahil olan Ermeniler, Gregorian mezhebine bağlı Ermeniler tehcire
tâbi tutulmuşlardır. Protestan ve Katolik mezhebinde olanlar bunlara dahil
olmamıştır. Bunun için Osmanlı Devleti, Protestan ve Katolik mezhebinde olanlar
hariç ifâdesini sıklıkla kullanmıştır. Ayrıca kimsesiz çocuklar, yetimler, dul
kadınlar tehcire tâbi tutulmamıştır.
Tehcir uygulaması Enver Paşa’nın teklifi ve
27 Mayıs 1915 yılında alınan kararla, bölgede zararlı olan Ermenilerin Doğu
Anadolu’dan Suriye’ye gönderilmesi ile başlamıştır. Ve bütün Anadolu’da tehcire
uğrayan Ermenilerin net sayısı Osmanlı belgelerine göre 458.758’dir. Her bir vilâyete
ait rakamlar Osmanlı arşivlerinde yer almaktadır. Yine bu belgelerde 382.148
kişinin iskân bölgelerine vardığı belirtilmektedir. Arada 56.610 kişilik bir
fark vardır. Bunlardan 500’ü Erzurum-Erzincan arasında eşkıya grupları
tarafından öldürülmüştür. 2000 civarında kişi, Urfa’dan Halep’e giden yol
üzerinde, Meskene’de Urban eşkıyaları tarafından katledilmiştir. 2000 kişi de
Mardin’de eşkıya tarafından öldürülmüştür. Dersim bölgesinden geçen kafilelere
bölge halkının saldırıları sonucunda yaklaşık 3-4 bin kişi ölmüştür. Yine bu
ölüm olayları ile ilgili kesin rakamlar Osmanlı arşivlerinde yer almamaktadır.
Bu saldırılar neticesinde toplam 7-8 bin kişinin ölmüş olduğu tespit edilmiş, o
zaman Osmanlı Devleti saldırıların durdurulması için geçiş güzergâhındaki
vâlilere emirler göndermiş ve saldırganların yakalanarak cezalandırılmasını
istemiştir. Ayrıca vâliler yol emniyetini almaları noktasında defaaten
uyarılmışlardır. Hastalıklardan kaynaklanan ölümler de meydana gelmiştir.
Tehcir edilen 458 bin kişinin dışında
Kafkasya’ya, İran’a, ABD’ye, Fransa’ya giden Ermeniler var. Yine bu rakamlar da
Osmanlı arşivlerinde yer almaktadır ve toplam 750-800 bin civarında Ermeni’nin
göç ettiği ifâde edilmektedir. Osmanlı arşivlerindeki Ermenice mektuplarda
ABD’de 100 bin civarında Ermeni’nin olduğu söyleniyor. Ermeni Delegasyonu
Başkanı Boghos Nubar Paşa Fransız Dışişleri Bakanı’na gönderdiği mektupta
Kafkasya’ya 250 bin, Iran’a 40 bin Ermeni’nin sürgün edildiğini söylemektedir.
Bunlarla birlikte sürgünlerin toplam sayısını 600-700 bin olarak
göstermektedir. Nubar Paşa kurulacak muhtemel Ermenistan’ın da Cumhurbaşkanı
olacaktı. Onun verdiği rakamlarla Osmanlı arşivindeki rakamlar birbirini
tutmaktadır. Osmanlı tehcir sırasında yaşanan saldırılara karşı tedbirler
alınması için bölgedeki yetkililere sürekli emirler göndermiş, bu tür
hâdiselere karışanların yakalanıp cezalandırılmasını istemiştir.
Eğer Osmanlı Ermenileri öldürmek isteseydi,
şifre kalemi olarak adlandırılan telgraflarda bunu gizlemeden dile getirirdi.
Zirâ bu telgraflarda bildiğimiz yazılar yoktur, rakamlar vardır ve ancak bu
rakamların karşılığı bulunduğunda bunlar bir anlam ifâde eder. Yâni Osmanlı
Devleti bu gizli yazışmalarda niyetini açıkça belirtmiş, tehcire tâbi tutulan
Ermenilerin sağ salim yerlerine ulaşması için bir dizi tedbir almıştır.
Kamplarda yaşanan salgın hastalıklar neticesinde ölüm olayları başlayınca,
derhâl bu kampların boşaltılmasını emrederek gerekli sıhhî tedbirleri de
almıştır. Yâni kısaca Rusya’ya da göç ettirilen Ermenilerle birlikte toplam
sayı 750-800 bindir ve her birinin nereye yerleştiğine dair bilgiler Osmanlı
arşivlerinde vardır.
Peki hocam, bu bilgiler varken, Avrupa ve
Amerika’daki soykırım iddiaları neye dayanmaktadır? Bu iddiaları ileri sürenler
ve kabul edenler neyi hedeflemektedirler?
- Avrupa
Parlamentoları’nda soykırımı iddialarının kabul edilmesini değerlendirirken bu
soykırımı kabul eden devletlerin geçmişteki durumuna bakmak lâzımdır. Fransa
Parlamentosu’nda soykırımı iddiası kabul edildi. Fransa’nın 1914’ten önceki ve
sonraki durumuna baktığınız zaman, onun zâten Ermenileri kullanan, Osmanlı
Devleti topraklarında sömürge elde etmek isteyen bir devlet olduğunu
görürsünüz. Aslında 1918’de Adana’nın, Antep’in, Maraş’ın işgali sırasında
Fransa 6 tabur askerle buralara gelmiştir ve bu 6 tabur askerin 3 taburu
Ermenilerden teşekkül etmiştir. Hâliyle Fransa’nın Ermenilerin soykırıma tâbi
tutulduğunu bugün de iddia etmesi ve bunu kabul etmesi tamamen tarihîdir. O
zaman Fransızların bu bölgeleri nasıl terk ettiklerine baktığınızda, bugün
Fransızların, Ermenilerin yanında yer almasını anlayabilirsiniz.
Diğer taraftan Avrupa Parlamentolarında
olsun, Amerika’daki 24 eyâlete bağlı parlamentolarda olsun, kabul edilen Ermeni
soykırım iddialarının ardında da tarihî düşmanlıkları görmek mümkündür. Osmanlı
Devleti döneminde olduğu gibi, bugün de Türkiye, Ermeniler aracılığıyla baskı
altında tutulmak istenmektedir. Bu tür kararların alınması parlamentoların
görevi değildir aslında, parlamentolar kanun çıkarmakla mükelleftir. İşin aslı
tarih ve tarih ilmi ile ilgili çalışmalar yapan bilim adamlarına
bırakılmalıdır. Ermenilerin söylenti olarak iddia ettikleri konular
parlamentolarda dinlenirken, tabiî ki Ermeni lobilerinin bunda etkisi fazladır,
mahkûm edilmeye çalışılan Türkler hiçbir zaman dinlenmemiştir.
Demokrasiden dem vuran, iki tarafı da
dinlemek ve iki tarafın söylediklerine göre değerlendirme yapmak durumunda olan
parlamentoların, Türkleri birtakım sözlerle ve hiçbir belge gösterilmeden
mahkûm etmeleri, hem demokrasi hem de insanlık ayıbıdır. Bunların dayandıkları
temel kaynak Toynbee gibi, Morgenthau gibi kişilerin o dönem yazdığı
kitaplardır. İngiliz Intelligence Bureau’da görevli Arnold Toynbee “Ermeni
Trajedisi” kitabını İngiliz Parlamentosu Propaganda Dairesi’nin emri üzerine
yazmıştır. Toynbee’nin dayandığı kaynaklar Lord Briyce denilen, Lordlar
Kamarası’nın bir üyesinin raporlarıdır. Lord Briyce da bu raporları
Türkiye’deki Amerika Büyükelçisi olan Morgenthau’dan almıştır. Şimdi herkes
zannediyor ki Morgenthau bu raporlarını Türkiye’de gördüklerinden,
yaşadıklarından esinlenerek yazdı. Hâlbuki Morgenthau’nun raporları da bu
şekilde elde edilmiş değil. Çünkü Morgenthau bu raporları o zamanki ABD Başkanı
Wilson’la da yazışmalarından anlaşıldığı üzere, ABD halkını savaşın
kazanılacağına inandırmak için kaleme almıştır. Nitekim hayat öyküsü adıyla
yazmış olduğu hâtıratı, Morgenthau’n bizzat kendisi tarafından değil,
Amerika’nın Dışişleri Bakanı Robert Lansing, Burton J. Hendrick adlı gazeteci
ve Morgenthau’n danışmanı olan Türkiye kökenli bir Ermeni olan Arshag
Schmavonian tarafından kaleme alınmıştır.
Bu kitabın yazılmasındaki temel sebep de,
bu sıralarda çıkmış bulunan I. Dünya Savaşı’na Amerika’nın katılımını
kolaylaştıracak kamuoyunu oluşturmaktır. Yâni her iki kitap da bir propaganda kitabı
olarak çıkarılmıştır. Dolayısıyla propaganda kitaplarının bilimsel kitap olarak
değerlendirilmesi, kaynak olarak ele alınması, tarih metodolojisine ve ilmine
aykırıdır. Nitekim Morgenthau’nun bu raporlarına karşılık, bizzat tehcir
sırasında bölgede bulunan Amerikan Konsolosları’nın gönderdikleri raporlar
Morgenthau’un raporlarına tamamen aykırıdır. Meselâ Mersin Konsolosu Edward
Natan, Adana-Mersin hattıyla ilgili raporunda, -ki ana güzergâhlardan
birisidir- “Sevkiyatın gâyet güzel yürüdüğü, birtakım aksaklıklara rağmen
herkese tren bileti verildiği, sıhhiye memurları ile devamlı sağlık
kontrollerinin yapıldığı, herkesin iaşelerinin temin edildiği”ni
bildirmektedir.
Morgenthau’ya gönderilen bu raporlar
Osmanlı istihbaratı tarafından ele geçirilmiş, oradaki bilgiler alındıktan
sonra tekrar usûl-ü dairesince kapatılarak yerine ulaşması sağlanmıştır.
Dolayısıyla Morgenthau’nun raporları ile konsolosların raporları taban tabana
zıttır. Bu ise, tamamen propagandaya yönelik raporlar sunulduğunu göstermektedir.
İşte gerek Amerika’daki eyâletlerde, gerek Fransa’da, gerek AP’de soykırım
iddialarının kabulü, tamamen siyasî niteliklidir ve bunlar Osmanlı döneminde
olduğu gibi Türkiye’ye bir baskı unsuru olarak değerlendirilmekte ve
kullanılmaktadır.
Soykırım iddialarının kabul ettirilmesi
hâlinde ne gibi neticelerle karşılaşabiliriz?
- Bir defa
soykırım gibi bir kavramı Türklerin kabul etmesi asla mümkün değildir.
Edilmesini beklemek de mümkün değildir. Neden? Çünkü bunu kabul etmeye bizim ne
kadar hakkımız var? Olmamış veya olması ihtimali hiçbir belgeyle ispat
edilmeyen bir konunun bizim tarafımızdan kabulünü düşünmek bile mümkün değil.
Bunu ağzımıza bile almak mümkün değil, çünkü böyle bir yükümlülüğü kabul
etmemiz demek çocuklarımızın ve torunlarımızın alınlarına büyük bir kara sürmek
anlamına gelir. Buna hangi şekilde hakkımız vardır? Bunu kabul etmemiz asla
mümkün değil. Bununla beraber Avrupalıların buradaki hedefi veya Ermenilerin
buradaki hedefi, bunun kabul edilmesi hâlinde sürgün edilmiş olan Ermenilere topraklarının
geri verilmesi, en azından bunun tazmin ettirilmesidir. Türkiye her iki şartta
da büyük bir sıkıntı içerisine girecektir ve bölünme durumu ile karşı karşıya
gelecektir. Hâliyle bizim bunu kabul etmemizi hiç kimse bekleyemez. Ama
Türkiye’nin bölünmesi Avrupalılar için büyük bir kazançtır, hedeftir, Sevr’deki
hedeftir. Dolayısıyla bunu bizim kabul etmemiz hiçbir sûrette ve asla mümkün
değildir. Avrupalıların bunu bize kabul ettirecekleri bir dokümanları da
yoktur.
Bizim şu anda arşivlerimizin durumu nedir,
bütün araştırmacılara açık mıdır? Bugüne kadar araştırmacılar, özellikle de
yabancı araştırmacılar Osmanlı arşivleri ve Genelkurmay’ın elinde bulunan
arşivlerden ne kadar faydalandı?
- 1992 yılına kadar Devlet Arşivleri Genel
Müdür Yardımcısı olduğumdan konu hakkında yeterince bilgiye sahibim,
dolayısıyla arşivlerin iç yapısını biliyorum, bugüne kadarki gelişmeleri de
Tarih Kurumu Başkanı olarak biliyorum. Bugüne kadar aşağı yukarı 3.000 den
fazla yabancı bilim adamı Osmanlı arşivlerinden faydalanmıştır. Bunun içinde en
çok araştırma yapan Amerikalılardır ve bütün dünya devletlerinden bilim
adamları araştırma yapmıştır. Şu an arşivlerimiz dünyadaki bütün bilim
adamlarına açıktır. Hiçbir gizlisi saklısı olmamak üzere her şeyi ile açıktır.
Buna karşılık arşivlerimizin açık olmadığı iddiasında bulunan Ermenilerin
arşivleri kapalıdır. Bunların açılmasına da asla müsaade etmiyor Ermeniler. Biz
biliyoruz ki Ermeni arşivlerinde Anadolu’da ne kadar Türk ve Müslüman’ı
katlettikleri yazmaktadır. Onun için Ermeniler kendi arşivlerini açmamaktadır.
Bizim arşivlerimizin en gizli şifre kalemi evrakının bulunduğu bölümleri bile
açıktır. Herkese açıktır, Ermeniler dahil olmak üzere.
Nitekim daha 1991 yılında, Ara Sarafyan
adındaki bir Ermeni araştırmacı “Osmanlı Arşivleri’nde Soykırımı” adıyla
araştırma yapmak üzere bize başvurmuştu, biz de ona izin vermiştik. Ve bu şahıs
tam 3.000 adet mikrofilm, yâni fotokopi aldı Osmanlı arşivinden. Hilmar Kaiser
adında bir Alman araştırmacı da Ermeni meselesini araştırmak üzere Osmanlı
arşivine geldi -ki Ermenilerin finanse ettiği bir kişiydi- “Çukurova-Kilikya
Bölgesinde Ermeni Soykırımı” diye başvurdu, ihtimal ki izin vermeseydik “izin
verilmedi” diye propaganda yapacaktı, izin verildi ve kendisine ve 5972 adet
-bakın rakam bile hatırımda, çünkü izni o zaman ben verdim- fotokopi verildi.
Ama bunun her ikisi de, Osmanlı arşivlerinin kapalı olduğunu iddia ediyorlar
bugün. Onlara gelinceye kadar pek çok araştırmacı geldi araştırma yaptı.
Herkesin tanıdığı Standford Shaw, Bernard Lewis, McCarthy gibi bilim adamları
da Osmanlı arşivlerinde araştırma yaptılar bu konularda, bunlar da kitap
yayınladılar. Arşivler kapalı olsa bu kitapları yayınlayamazlardı. Dolayısıyla
Osmanlı arşivleri sonuna kadar açıktır herkese.
Genelkurmay arşivi şu sıralarda tasnif
edildiği için araştırıcılara, yâni sâdece Ermenilere veya yabancılara değil,
bize bile şu an tam açık değil. Tasnif edemediğiniz belgeyi açamazsınız, numara
vermediğiniz belgenin referansını gösteremeyeceğiniz için. Bütün dünyada böyledir.
Ama buna karşılık tekrar ediyorum: Ermeni arşivleri kapalıdır. Bizim aslında
yaygara koparmamız lâzım. “Ermeniler bu konuda arşivlerini niye açmıyorlar?”
diye. Hem Amerika’da Boston’daki Taşnak arşivi, hem Ermenistan’daki, hem diğer
ülkelerin Ermeni kiliselerindeki arşivler kapalı. İşte İstanbul’daki Ermeni
patrikhanesinin arşivleri açık mı? Kapalı. Niye açmıyorlar? Konu yine siyasî.
Türkiye’yi mahkûm etmek için çalışan ve çok iyi teşkilâtlanmış bir Ermeni
lobisi var, onlara destek veren ve eskiden beri hep onlardan yana tavır almış
bir devletler topluluğu var. Onların desteği ile bu propaganda gâyet iyi
yürümekte, çok iyi reklam yapılmaktadır. Biraz da Türkiye’nin işin bu kadar
ciddiye alınacağını düşünememesinden, yâni Türkiye’nin de ihmâli ile konu bu hâle
gelmiştir.
Shaw, McCarthy, Lewis gibi tarihçilerin
yanında Türk tezlerini savunan yeni araştırmacılar var mı? Bunlarla diyaloga
geçmek için neler yapılıyor? Ortak kongreler, Ermeni tezlerini de savunan
katılımcıların olduğu kongreler düzenleniyor mu?
- Tarih Kurumu
1990 yılındaki kongresinde Ermeni Seksyonu koyarak bu konuyu taştırmaya açtı ve
bütün dünyada bu konuda karşı iddiada bulunan Ermeniler de dahil aşağı yukarı
herkesi davet etti. Ama bir kişi hariç kimse gelmedi. Ama şunu söyleyeyim,
Bernard Lewis, Stanford Shaw olsun, McCarthy olsun, bunların hiçbiri
Türkiye’nin tezlerini savunan kimseler değil. Bunlar saygın, yazdıkları
kitaplarla bütün dünyada kabul görmüş bilim adamları. Bu adamlar bu kitapları
yazıyorlar diye Ermeniler tarafından tehdit ediliyor, hatta evleri
bombalanıyor. Şimdi düşünebiliyor musunuz, eğer haklıysanız niye
bombalıyorsunuz? Bu insanlar bizi soykırımı ile suçluyor, buna karşılık
tarafımızdan hiçbiri tehdit edilmedi. Çünkü biz kendimizden eminiz, böyle bir
suç işlenmediğini biliyoruz. Ermeniler yapmadığımızı bildikleri, fakat
yaptığımızı iddia ettikleri için de bu saygın bilim adamlarına tehdit
savuruyorlar.
Bunların ötesinde çalışan bir dolu insan da
var. İşte en son Nisan ayında kitabı yayınlanacağı söylenen Amerikalı bir savcı
var, Samuel Weems. Türkiye ile hiç alâkası yok, Türkiye’ye hiç gelmemiş, sâdece
bu haber alındıktan sonra bir konferansa çağrıldı. Ermenilerin ne kadar
çığırtkan olduklarını belirten bir kitap yazmış. Dolayısıyla pek çok insan var,
ama Türkiye bunlara fazla ilgi de göstermek istemiyor. Çünkü gösterdiğimiz
takdirde hemen damga yiyor adam. Sanki Türkiye’nin adamıymış gibi. Siz özgürce,
objektif bir biçimde Ermenilerin soykırıma tâbi tutulmadığını yazın, dünyanın
herhangi bir yerindeki bilim adamı olarak, hemen damga yiyorsunuz, Türkiye’nin
adamı gibi gösteriliyorsunuz. Dolayısıyla bunların tamamı siyasî konular.
Tabiî bütün bunlara karşılık bizim sâdece
konu gündeme geldiğinde harekete geçen değil, sürekli araştırmalar yapan
kurumlar kurumamız gerekliydi, bugün bu kurumlar hem sivil toplum örgütleri
içerisinde, hem devletin çeşitli kademelerinde, hem de Tarih Kurumu’nda
kuruldu. Konuyla ilgili araştırmalar çok ciddî bir şekilde sürdürülüyor. Biz
Tarih Kurumu olarak yakın bir zaman içerisinde hem dünya hem Türk kamuoyuna bu
iddiaların yanlış olduğunu gösterecek güzel projeleri ve onların neticelerini
sunacağız. Bu projeleri açıklamamız mümkün değil, engellenir düşüncesindeyim,
zirâ yabancı arşivleri incelememiz lâzım geliyor. O bakımdan çok yakın bir zamanda
çok açık ve berrak bir biçimde Ermenilerin yalanları ortaya çıkacak.
Şüphesiz bu önlemlerin yıllar öncesinden
alınması gerekiyordu, ama gene de bu gecikmenin biraz anlayışla karşılanması da
lâzım. Bir kişi kendine güveniyor ve yapmadığını biliyorsa, bunun üzerindeki
araştırmalara pek yönelmez. Kendimizden eminiz ve dünyaya sesleniyoruz. Diyoruz
ki; Ermeni bilim adamları dahil olmak üzere dünyanın her tarafından bilim
adamlarını toplayın, bir komite oluşturun. Türk bilim adamları ile bu konu
ortak araştırılsın. Bütün arşivlere bakalım, birlikte Türk, Fransız, İngiliz,
Amerikan, Alman, Avusturya, Rus arşivlerine bakalım, ama en önemlisi, Ermeni
arşivlerine de bakalım diyoruz. Bunu hiç kimse kabul etmiyor. Ve diyoruz ki 1,5
milyon insan öldürdüğümüzü söylüyorsunuz. Türkler tarihlerinde hiç böyle bir
harekette bulunmamışlardır. En kötü zamanlarında bile böyle bir harekette
bulunmamışlardır. İşte Çanakkale Savaşı’nda yaralanan İngiliz askere, Yeni
Zelandalı askere herkes durup kimse yardım edemezken, cepheden çıkıyor,
gidiyor, adama su veriyor askerimiz. Ona yardımcı oluyor, götürüyor, yabancı
siperlere teslim ediyor adamı. Ve geri dönüyor. Bunu hangi millette
görmüşsünüzdür?
Bizim tarihimizde soykırım yoktur. Ama
diyoruz ki 1,5 milyon insan öldürdüğümüzü iddia ediyorsunuz. “O zaman biz bu
1,5 milyon insanı nereye gömdük?” diyoruz. Hani toplu mezarlar, bunları nereye
koyduk? Gösterin bize açalım. Oradan çıkarıp “bunları yapmışlar!” diyelim. Ama
hiç kimse “şurada öldürdünüz, şu toplu mezara gömdünüz” diyemiyor. Çünkü yok
... Ama Türklere ait ne kadar çok toplu mezar çıkıyor, biliyorsunuz. Bunlar
muskaları ile çıkıyor, Müslüman oldukları belli. Bu katliamlar resimleri ile
birlikte müzelerde sergileniyor. İşte en açık ve berrağı eski Van şehri...
Yakılmış, yıkılmış biçimi ile hâlâ gözler önünde, biz açıp dünyaya
sergilemiyoruz. Çünkü ölüler üstüne propaganda yapmak istemiyoruz, ama yapmamız
gerekiyor galiba. Yıkılmış Van orada duruyor.
Hani nerede Ermeniler? İnsan hakları
savunucuları nerede? Nerede demokratik geçinen dünya? İşte bu dünya beni mahkûm
etme hakkını kendinde görebiliyor. Hiç yapmadığımız ve insanlığın yüzkarası bir
şeyle bizi suçluyor.
En son Karabağ’da yaşananlar bu anlamda iyi
bir örnek teşkil ediyor olsa gerek...
- Evet, o mesele
bütün herkesin gözü önünde olan bir olaydır. Orada insanlar sürülmüştür,
öldürülmüştür. Yerinden yurdundan edilmiştir, ama dünyanın sesi çıkmamaktadır.
Aslında bu, Türkiye üzerinde 1914 öncesi ve sonrasında oynadıkları oyunun yeni
bir görüntüsüdür. Şunu söylemeliyim: Avrupa’yı çok iyi tanımak gerekiyor.
Avrupa’daki devlet felsefesi, menfaat ve madde üzerine oturur. Avrupa’nın
devlet felsefesinin ve yapısının temelini ortaya koyan Machivelli’dir.
Machivelli’ye göre : “Bir hükümdar ne kadar söz verir ve sözünde durmazsa, o kadar
makbul bir hükümdardır. Halkını ezen, aşağılayan, onun sırtından geçinen
hükümdar en büyük hükümdardır.” Buna karşılık Türk devlet felsefesindeki
anlayış, Bilge Kağan’da da aynıdır, Şeyh Edebâli’nin Osman Gazi’ye verdiği
öğütte de aynıdır. O da insanı insan olarak düşünen, insan olarak değerlendiren
bir anlayışın devleti yücelteceği felsefesidir. Bilge Kağan “Açtınız doyurdum,
çıplaktınız giydirdim” diyor. Ama Türklere mi sesleniyor böyle derken? Hayır!
Diyor ki “Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldığında, ikisinin
arasında kişi oğlu oldu.” Türk demiyor, aksine “insan yaratıldı” diyor. Ya Şeyh
Edebâli ne diyor: “Ey oğul! İnsana değer ver ki devlet yücelsin.” Aslında bu
farklılık görüldüğünde bütün mesele rahatça anlaşılıyor.
Bizim mimarî tarzımıza baktığımız zaman,
orada Yaratıcı ile insanı birbirine rakip kılmayan bir anlayış sergilendiğini
görüyoruz. Yaratıcıya ait yapılan binâlarda, yâni cami ve hayır müesseselerinde
taşı kullanıyor Türkler. Çökmemesi, yıkılmaması için, çünkü Yaratıcı ebedîdir. Ama
insanla ilgili yerleri, yâni kendi oturdukları yerleri yaptıklarında ahşap
kullanıyorlar. Yâni rekabete girmiyorlar O’nunla, çünkü insan fânîdir,
ölümlüdür. O’nunla rekabete giremezsiniz. Kremlin Sarayı’na, Louvre Sarayı’na
baktığınızda, daha kapısından içeri girerken ezilirsiniz. Oysa Topkapı
Sarayı’na girerken büyürsünüz, yücelirsiniz, insanı ezmeyen bir yapısı vardır.
Orada halk ile hükümdar aynı seviyededir, bayramlaşırken halkla aynı seviyede
oturur. Kabul salonuna, arz salonuna baktığınızda küçücük bir oda olduğunu
görürsünüz. Ama Kremlin’e, Çar Sarayı’na gittiğiniz zaman, oradaki şaşaa ve
gösteriş hükümdarla konuşan insanı küçültür. İşte devlet felsefeleri arasındaki
fark budur.
Böyle bir ruha sahip insanların bir
topluluğu yok etmesini kimse bekleyemez, beklememelidir de. Türkler, Endülüs
Emevi Müslümanlarını, onları yok eden İspanyollardan kurtarırken, aynı zamanda
Yahudileri de alıp kurtarmıştır. Getirip İstanbul’a, Selânik’e, Edirne’ye
yerleştirmiştir. Aynı zihniyet Macaristan’da Avusturya ve Alman
İmparatorluğu’nun baskısı altındaki insanları da Osmanlı Devleti’ne kabul
etmiştir. Aynı zihniyet İsveç Kralı’nı kabul etmiştir. Polonyalıları kabul
etmiştir. Aynı zihniyet Almanya’dan kaçan Yahudileri kabul etmiştir. Nasıl olur
da aynı dönemde tutar ve başka ırkı, bin sene barış içinde yaşadığı bir
topluluğu yok edebilir? Böyle bir şey asla mümkün olamaz. Ruha baktığınız zaman
bunun niçin olamayacağını anlarsanız.
Buna karşılık Avrupalıların tarihinde
birçok soykırım vardır. Meselâ Avrupalı adam soykırımı Cezayir’de yapmıştır.
Amerika’ya gittiğinde İnka, Aztek topluluklarına bunu yapmıştır.
Kızılderilileri yok etmiştir ve bunu kabul de ederler. Avrupa’da Yahudileri yok
etmiştir. Sâdece Almanlar değil, Ruslar da yok etmiştir. Türkleri de yok
etmiştir. İngiltere de gidip aynı şeyi Hindistan’da yapmıştır. Afrika’da
yapmışlardır. Hatta hatta, “siyah abanoz ticareti” adı altında zenci ticareti
yapanlar, aslında Katolik Kiliseleri’dir. Aynı zihniyeti bu sefer insanların
ruhlarının alınıp satılması şeklinde devam ettirmektedirler. Değişen bir şey
yok ki Avrupa’da. Görüntü değişmiştir, şekil değişmiş, modernleştirilmiştir.
Kölelik de modernleştirilmiştir. Eski zamanlardaki kölelik insanları alıp
satmak, birisinin yanında karın tokluğuna çalıştırmaktır. Bugünkü kölelik ise
emperyalizmle ekonomik köle hâline getirmektir. Yâni aslında Batı cephesinde
değişen bir şey yoktur. O yüzden Türkleri soykırım yalanıyla itham edenler,
aslında bizi kendileriyle karıştırdıkları, bizim onlara benzediğimizi
düşündükleri için böyle bir şeyin olabileceğini sanmaktadırlar.
2023 Dergisi
1915’TE
SOYKIRIM OLMADIĞINI BELGELERİZ
TTK Başkanı Prof. Halaçoğlu, ‘Biz bu kadar
rahatız’ dedikten sonra önerisini getiriyor gündeme: ‘Ben diyorum ki, Türkiye,
Birleşmiş Milletler nezdinde bir uluslararası araştırma komisyonu kurulmasını
teklif etsin. Herkes gelsin ve orada bu mesele konuşulsun.’
1915’te ne oldu?
- Ermenilerle Osmanlı Devleti arasında
meydana gelen anlaşmazlık ve çatışmalar, 1915 yılında başlamadı. Ta 1881’lerde
başlayan ve İngiltere, Fransa, Rusya gibi ülkelerin müdahaleleriyle gelişen bir
süreçtir bu. Döneme ilişkin belgelere baktığınızda, Doğu Anadolu’daki altı
viláyette yaşayan Ermenilerin örgütlendiğini ve Rusların da desteğini alarak
Müslüman köylerine saldırdığını görürsünüz.
Rusya ve Batılı devletler mi kışkırtıyor
Ermenileri?
- Evet ama Ermeniler tarafından kurulan 21
ayrı örgüt de destekliyor bunu. Bu örgütlerin şubeleri Van’dan İstanbul’a kadar
her yere yayılmıştır. 18 Mart’ta Çanakkale Savaşları başladığı sırada,
Anadolu’da örgütlenen Ermeniler topyekûn bir isyan hareketine girişmişlerdir.
16 Nisan’da Van’da, 17 Nisan’da Çatak’ta, Bitlis’te, Elazığ’da, Zeytun’da,
Adana’da başlayan isyan hareketleri sebebiyle Osmanlı Devleti, Almanların ve
zamanın Genelkurmay Başkan Yardımcısı Enver Paşa’nın da isteği üzerine, bu
bölgede yaşayan Ermenileri savaş dışındaki bir bölgeye nakletme kararı
almıştır.
Tehcir kapsamı dışında bırakılan Ermeniler
var mı?
- İlk nakillerde Protestan ve Katolik
Ermeniler yoktur. Daha sonra, bunlardan isyanlara bulaşanlar da nakledilmiştir.
Ancak, mesela hastalar gönderilmemiş, hastaneye yatırılmış ve iyileştikten
sonra gönderilmiştir. Dul kadınlar ve çocuklar da gönderilmemiştir. İstanbul,
İzmir, Kastamonu gibi şehirler de tehcir kapsamı dışındadır. Amerikan
belgelerinden aldığımız bir örnek vereyim. Adana şehir merkezinde 25 bin Ermeni
yaşıyor. Bunlardan 17 bini sürgün edilmiştir, sekiz bini yerinde bırakılmıştır.
Sadece bu bile, tehcirin Ermenilerin iddia ettikleri gibi soykırım düşüncesiyle
yapılmadığını apaçık bir biçimde gösteriyor.
Soykırım değilse bile ‘etnik temizlik’
amacı yok mu?
- Kesinlikle etnik temizlik ifadesi
yanlıştır. Zira bu tabir, soykırımla eşdeğerdir. Ermenilerin zorunlu olarak
başka bir bölgeye gönderilmelerinden murad, verdikleri zararların önüne geçmek
olduğu için, bölgenin Ermenilerden arındırılması amaçlanmıştır.
Tehcir Kanunu ile birlikte ne kadar Ermeni
göç ettiriliyor?
- Bizim Osmanlı arşiv belgelerine göre, ki
burada yüzde 10 eksiğimiz olabilir, 455 bin Ermeni gönderildi. Hepsinin şehir
şehir kayıtları var. Bununla beraber, bu kayıtların dışında bir miktar daha
Ermeni gönderilmiş olabilir.
Peki tehcir döneminde Osmanlı
coğrafyasındaki toplam Ermeni nüfusu ne kadardı?
- Osmanlı istatistiklerine göre, 1 milyon
296 bin Ermeni var. Justin McCarthy, 1 milyon 698 bine çıkartıyor Ermeni
nüfusunu. Stanford Show ise Osmanlı sayımlarını esas alıyor. Patrikhane, 2
milyon 250 bin civarında bir nüfustan söz ediyor. Fakat Patrikhane’nin
rakamları İngilizler tarafından bile itibara alınmıyor. Patrikhane’nin 1914
kayıtlarında 1 milyon 915 rakamı yer alıyor. Biz şöyle düşünüyoruz: Osmanlı kaynakları
üçte bir oranında hata yapmaz. Yani 1 milyon 300 bin diyorsa, 450 binlik bir
hata yapıyor olamaz. Biz bunun için 1.5 milyon civarında bir Ermeni nüfusu
olabileceğine kanaat getiriyoruz.
Ermeni konvoylarına kimler saldırıyor?
- Bu gerçekten de çok önemli bir konu. Ne
oluyor Ermenilere? Diyelim ki 1.5 milyon Ermeni var, bu 1.5 milyon Ermeni’ye ne
oluyor? 1915’te Erzurum’dan Erzincan’a giden 500 kişilik bir Ermeni kafilesi,
Kürt eşkıyasının baskınına uğruyor ve tamamı öldürülüyor. Bunların belgeleri var.
Sadece Ermeni değil, İngiliz, Amerikan ve Rus belgelerinde de yazıyor. Ancak
‘Bu baskın ve katliamlar Kürtler tarafından yapılmıştır’ demek anlamına
gelmemeli. Zira onların dışında guruplar da saldırıda bulunmuşlar. Bunların
hepsi 1916’da mahkeme karşısına çıkarılmışlar.
Size göre ne kadar Ermeni öldü?
- Bana göre, hastalık, çatışmalar ve
katledilme hadiseleri, Kafkasya’daki hastalıktan ölümler dahil, 300 bin
civarında Ermeni öldü. Bunun 200 bini kesinlikle Kafkasya’daki hastalıklardan
öldü. Blue Book’ta (Mavi Kitap) zikredilen rakam da 450-850 bin arasındadır.
Bu rakamlar bile ortada büyük bir
trajedinin olduğunu göstermiyor mu?
- Hiç kuşkusuz ortada büyük bir trajedi
var. Bu trajedi, Ermenilerin öldürdüğü 519 bin Müslüman’ı da kapsıyor. Ancak
şurası açıklığa kavuşmalıdır ki, ölen Ermenilerin büyük çoğunluğu hastalıktan
ölüyor. Müslümanları öldürenler ise bizzat Ermeni çeteleri. Katledilenler, net
rakamlarla elde edebildiğimiz kadarıyla sekiz-on bin civarında. Bunun dışında
kalanların hemen hepsi hastalıktan veya açlıktan ölüyor.
Soykırıma veya etnik temizliğe kanıt
olarak, Talat Paşa’nın Diyarbakır Valisi’ne gönderdiği telgraf gösteriliyor.
Siz ne diyorsunuz bu telgrafa?
- Telgrafta,
hiçbir zaman ‘katledin’ diye ima bile yok. Sadece böyle bir katliam harinin
araştırılması ve bir daha meydan verilmemesi talimatı var. Bu telgrafı anlamak
için hem Osmanlıca’yı, hem de Osmanlı belgelerinin dilini iyi bilmek gerekir.
Telgrafta, ‘katledin’ diye bir ima yok
belki ama ‘katletmeyin’ diye bir netlik de yok.
- Ama o anlama getiriyor. Eğer devlet,
Ermenilerin katledilmesini istiyor olsaydı, o telgrafı çekmezdi zaten. Bütün
şifre telgraflar tam takım halinde Osmanlı arşivlerinde mevcut. Bırakın emri,
bir tanesinde bile böyle bir imada bulunulmuyor. Aksine pek çok belgede,
kafilelere zarar vereceklerin şiddetle cezalandırılacağı bildiriliyor. Katliam
yapmayı planlayan bir devlet bu kadar ketum olabilir mi?
KOMİSYON KURULSUN
‘Bu tarihi bir konudur, bırakalım
tarihçiler tartışsın’ aşamasına nasıl gelindi?
- Eskiden bu konu ile ilgili pek çok şey
bilinmiyordu ve bu nedenle kimse kendisine güvenemiyordu. Çünkü Osmanlı
arşivleri tasnif edilmemişti. Bu konuya ilişkin bölümler 1990’dan sonra tasnif
edildi. Diğer taraftan, biz yaklaşık üç-dört yıldır, dış arşivleri ciddi olarak
tarıyoruz. Amacımız da, böyle bir şeyin gerçekten olup olmadığını ortaya
çıkartmak. Biz şu an, ‘Fransızlar soykırımı mı kabul etmek istiyorlar, buyrun
gelin masaya, oturup konuşalım. Neye göre soykırım iddiasında bulunuyorsunuz’
diyebilecek duruma geldik. Çünkü artık elimizde belgeler var.
‘Tarihi tarihçilere bırakalım’ tezi üzerine
Prof. Şükrü Hanioğlu bir makale yazarak, hem meseleyi tarihçilere bırakmanın
doğru olmayacağını, hem de belge değiş-tokuşunun sorunu çözmeyeceğini söyledi.
Sizin fikriniz nedir?
- Ben Şükrü Hanioğlu’na katılıyorum. Ben de
aynı şeyi söylüyorum. Şimdi bakın, biz ‘Tarihçilere bırakalım’ derken şunu
kastediyoruz: Öncelikle bu konu araştırılmalı, bir alt zemin ortaya çıkmalı
diyoruz. Bir iddiada bulunuyorsunuz ve ‘Ermeniler soykırıma uğradı’ diyorsunuz.
Peki, bununla ilgili bir belge sunmanız gerekmez mi? Burada da birisi çıksın,
‘Osmanlı şu kararı aldı, şu emri verdi ve şöyle bir uygulama yaptı’ desin. Bir
toplumu yok etmek isteyen bir devlet, bütün yabancı yardım kuruluşlarına o kampları
açar mı? Sadece Suriye’de 486 bin Ermeni’ye yardım ediliyor. Ben diyorum ki,
Türkiye, Birleşmiş Milletler nezdinde bir uluslararası araştırma komisyonu
kurulmasını teklif etsin. Herkes gelsin ve orada bu mesele konuşulsun. Biz bu
kadar rahatız.
Sorunun çözümü için önerileriniz nedir?
- Belgelere dayalı olarak konuşmayı
öneriyorum. Belgeler dışında hiçbir şey konuşmayalım ve her şeyi belgeleyelim.
Ermeni soykırımını kabul eden Sayın Halil Berktay veya Sayın Taner Akçam hangi
belgelere göre konuşuyorlar? Osmanlı arşivlerine girmediklerini biliyorum.
Halbuki yapılması gereken, belgelerle söylediklerini ispat etmektir. Bir iddia
ortaya atıyorsanız, bunu kanıtlamak zorundasınız. Biz soykırım olmadığını
belgeleyebilecek durumdayız. Onların elinde de soykırım yapıldığına dair bir
belge varsa, bunu bugüne kadar ortaya koymaları gerekmez miydi?
Teşkilat-ı Mahsusa..?
- Ne yabancı arşiv belgelerinde, ne de Türk
arşiv belgelerinde Teşkilât-ı Mahsusa ile ilgili tek bir kelime bile yok.
Teşkilât-ı Mahsusa çok küçük bir grup ve farklı bir sebeple teşkil edilmiş.
Bunların görevi çok farklı ve özellikle dışardalar. Katliamla filan uğraşacak
ne vakitleri, ne de sayıları var.
Belgeleriniz nerede?
- Ermeni soykırımını kabul eden Sayın Halil
Berktay veya Sayın Taner Akçam hangi belgelere göre konuşuyorlar? Yapılması
gereken, söylediklerini belgelerle ispat etmektir. Bir iddiada bulunuyorsanız,
kanıtlamak zorundasınız.
Sefa Kaplan / Hürriyet
“TARİHİ
GEÇMİŞ OLARAK DEĞİL, GELECEĞİMİZ OLARAK GÖRÜYORUM”
Bu konuda çok konuşuluyor ve tartışılıyor
ama aslında soykırımı (genocide) kavramı Türkiye’de tam manasıyla algılanıyor
mu? Her etnik çatışma soykırım mıdır?
- Her şeyden önce henüz 1915 döneminde bir
genocide kavramı yoktur ve dolayısıyla Türklerle Ermeniler arasında meydana
gelen olayları o hukuk çerçevesinde ne kadar değerlendirebiliriz o ayrı bir
konu. Ancak genocide dediğimiz zaman uluslararası hukuka göre bir temel vardır.
Bu da bir ulusun diğer bir kavimi veya topluluğu tamamen tarihten silmeye
yönelik düşüncesi anlamına geliyor. Bunun için çok kişi öldürmenize de gerek
yoktur, bir kişi bile öldürseniz böyle bir kavram içerisinde hareket
ediyorsanız bu genocide’a girer.
Ermenilerle Türkler arasında meydana gelen
olayların bu çerçeve içerisinde değerlendirilmesi halinde böyle bir olay
kesinlikle görünmüyor. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu topraklarında yaşayan
yaklaşık bir buçuk milyon Ermeninin belli bir bölümünün bir bölgeye sürüldüğünü
görüyoruz ama bir kısmı olduğu gibi kalıyor ve her bölgenin Ermenisi de
sürülmüyor. Mesela İstanbul Ermenileri, Batı Ermenileri yerlerinde kalıyor.
Sadece bunların yerlerinde kalması bile genocide kavramının veya hukukunun bu
olayda ortadan kalkması anlamına gelir, yani böyle bir niteleme yapamayız.
Kaldı ki devletin doğrudan doğruya belli bir bölge Ermenilerini bile ortadan
kaldırma düşüncesi söz konusu değildir. Sadece Müslüman halkla Ermeniler
arasında meydana gelen çatışmalar itibariyle belli bir kayıp vardır, ama hem
Müslümanlardan hem de Ermenilerden insanlar ölmüştür. Dolayısıyla böyle bir
olay genocide kavramına girmez. Bu tamamen daha sonraki tarihlerde, 1960’lardan
sonra Ermeniler tarafından ortaya atılmış bir iddiadır. Çünkü ondan önceki
zamanlarda Ermenilerin katliamı şeklinde Batı kaynaklı
birtakım belgelerde geçiyor. Bu katliam iddiası belli bir zaman diliminden
sonra birden bire genocide dönüşmüştür. Çünkü, diaspora Ermenileri bunu kendi
çıkarlarına kullanmak, tazminat ve para elde etmek, belki Türkiye’den birtakım
mal ve mülklere sahip olmak gibi düşüncelerle kullanmak istiyorlar. Batı
dünyası da bu kavramı Türklere bir baskı unsuru olarak algıladığından, bu
onlara kendi stratejilerini uygulama fırsatı verdiğinden destek veriyorlar.
Bildiğiniz gibi birçok yabancı akademisyen
ve bilim adamı Ermeni sorunuyla ilgili olarak soykırım kavramını kullanmayı
reddettikleri için diğer ülkelerde tepki görüyorlar. Aslında bu
akademisyenlerin çalışmaları, Türkiye’nin Ermeni iddialarına cevap verebilmesi
için bir fırsat niteliği de taşıyor. Türkiye bu ve bunun gibi fırsatları
değerlendirebiliyor mu?
- Bu bilim
adamları gerçekten konuya objektif olarak bakabilen bilim adamları ve bunlar
çok fazla sayıda değiller. Herkes kendi mensup olduğu ülkenin çıkarlarını belli
bir ölçüde gözetir ve bu durum itibariyle objektif olarak konuya bakabilen
bilim adamları da pek fazla değildir. Sizin bahsettiğiniz bu bilim adamları
tabi ki Türkiye tarafından fazla destek göremedi. Belki bunun temel
sebeplerinden biri bu kişilere destek verildiği takdirde onların yazdıkları
objektif yazılar veya çıkardıkları kitaplar, Türkiye Cumhuriyeti tarafından
finanse edilmiş veya yönlendirilmiş gibi bir anlamda değerlendirilecekti dünya
üzerinde. Dolayısıyla Türkiye bu kişilere fazla yaklaşamadı, fazla destek
veremedi. Ama şöyle olabilirdi, Türk devleti değil de Türk toplumu, milleti bu
insanlara, bilim adamlarına reva görülen hareketleri büyük mitinglerle burada
protesto edebilirlerdi. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti de belki Avrupa nezdinde bu
bilim adamlarına reva görülen bu olayların demokratik ülkelere yakışmadığını
vurgulayabilir, hatta Birleşmiş Milletler’e bile götürebilirdi.
24 Nisan itibariyle Ermeniler sözde
soykırımı anma gününde dünyada lobicilik faaliyetlerini yine hızlandıracaklar.
Sizce Türkiye her yıl karşısına çıkarılan Ermeni sorunuyla ilgili istikrarlı ve
etkili bir dış politika izlemekte midir?
- Bu sorunuzun
başlangıcı ta 1877-78’e kadar gidiyor. Bunu o tarihten bu yana Batının
Türkiye’ye karşı yürüttüğü politikalar olarak niteleyebiliriz. Her şeyden önce
Ermenilerin ne yapmak istediklerini biliyoruz. Ermeniler Doğu Anadolu’da ve
Kilikya dediğimiz bugünkü Çukurova bölgesinde bir bağımsız Ermenistan kurma
düşüncesinde oldular. Onlar açısından bakarsanız bunu gayet tabii
karşılayabilirsiniz, her ulus bağımsızlık için mücadele edebilir. Ermeniler
Osmanlı İmparatorluğu’nda çok ayrıcalıklı olmasına rağmen böyle bir talepte
bulundular. Bu gayet tabiidir ve tarihte her zaman görülmüştür. Eğer isyan edip
devlet kurma arzusunda iseniz, bunun birtakım ödenmesi gereken bedelleri
olduğunu da kabul etmeniz gerekir. Nasıl Yunanlılar ayaklanmışlar, isyan
etmişler ve bir devlet kurmuşlar, Sırplar, Bulgarlar da aynı şeyi yapmışlar.
Ancak her isyanın bir bedeli de vardır. Nasıl biz Kurtuluş Savaşı’nda çeşitli
dünya devletlerine karşı bir mücadele vermiş ve mücadelenin bedelini ödemişsek,
ama bu mücadelenin bedelini öderken de ulaşmamız gereken noktaya da ulaşmışsak
ve bunu da kazanmışsak, Ermeniler de 1896’lardan başlayan bu ayaklanmalarında
bir hedefe ulaşmak istediler ama bu hedeflerine ulaşamadılar, başaramadılar ve
devlet kuramadılar. Bunun da bedelini belli ölçüde ödediler.
Öte yandan Batı ülkelerinin, hele de
demokratik olduklarını iddia eden Batı ülkelerinin bu yöndeki politikalarına
baktığınız zaman büyük bir anlayışsızlık içerisine giriyorsunuz. Hem demokratik
olacaksınız, hem de demokrasinin temel unsurlarından olan Parlamentoyu yargı
organı olarak kullanacaksınız; öte yandan bir demokratik ülke olarak
çıkardığınız kanunun tartışılamaz olduğunu söyleyeceksiniz. Bunlar demokrasiyle
taban tabana zıt olan konulardır.
Başta İngiltere, Fransa olmak üzere ve daha
sonra Amerika, Osmanlı devletini paylaşma politikaları çerçevesinde o zaman
Ermenilerle işbirliği yapmış ve bu politikaları yürütmüşlerdir. Ama aradan bu
kadar zaman geçtikten sonra artık bu politikalarını terk etmeleri gerekmez
miydi diye düşünebilirsiniz. Evet, öyle olması lazımdı, fakat bu konu bu
devletler için yine Türkiye’nin yumuşak karnı olarak görülmekte, Türkiye’ye
kabul ettirmek istedikleri çeşitli konularda siyasi baskı unsuru olarak
kullanılmaktadır. Yoksa onlar da çok iyi biliyorlar ki 1915-18 arasında
herhangi bir şekilde Ermeniler bir soykırıma uğramamıştır veya uluslararası
hukuktaki soykırımla ifade edilebilecek bir duruma uğramamışlardır. Bu ülkeler
de bunu çok iyi biliyor. Çünkü, kendi arşivlerinde bizim yaptığımız
araştırmalarda bu sonuç ortaya çıkıyor.
O zaman ne yapmak istiyorlar? Bir defa
Amerika’da mesela çok önemli bir Ermeni lobisi var, keza Fransa gibi diğer
ülkelerde de aynı lobiler mevcut. Bu lobiler siyasi olarak o ülkenin
yönetiminde etkili oluyorlar ve dolayısıyla bu ülkeler ister istemez belli
ölçülerde bunu kabul etmek zorunda kalıyorlar. Türkiye’nin bunlara karşı
yürüteceği politika ise ancak bunun gündeme geldiği dönemlerde söz konusu
olabiliyor. Türkiye’nin tabi ki böyle bir kısa zaman içerisinde bir lobicilik
faaliyeti yürütmesi mümkün değildir. Hem lobiyi organize edeceksiniz, hem başka
lobilerle işbirliği yapacaksınız bu tabii uzun bir süreci ve oldukça büyük bir
parayı gerektiriyor. Çünkü bizim tespit ettiğimize göre Ermenilerin bu konudaki
yıllık harcamaları 4-5 milyon dolar civarındadır. Türkiye’nin bu konuda bence
yapması gereken en önemli şey, uluslararası nitelikte araştırma yaptırmaya
gayret etmesidir ve bunu bir komisyon olarak yaptırtabilir.
Bir özeleştiri olarak söyleyeyim, bizde
yapılan araştırmalar genelde belli belgelere dayalı herkesin birbirinden aldığı
bilgiler çerçevesinde yürüyor. Bu sebeple bizim son yaptığımız çalışma daha
farklı oldu. Gerçekten Ermeni iddialarını nasıl karşılayabiliriz? Bir,
Ermeniler diyor ki; biz Osmanlı devleti zamanında masum olarak yaşıyorduk,
devlet durup dururken tamam çeteler vardı ama sivil halkı da beraber sürdü.
İşin boyutu gerçekten böyle midir, değil midir bunu araştırmamız gerekiyor.
Ermeniler tehcir edildikleri zaman çok
büyük bir kıyıma uğradıklarını iddia ediyorlar, tehcir sırasında gerçekten
böyle bir olayın olup olmadığını ortaya koymamız lazımdır. Üçüncüsü yine tehcir
sırasında bu öldürüldüğü iddia edilen Ermenilere karşı birtakım devlet
görevlilerinin mahkeme edildikleri söz konusu, bu mahkemelerin hangi sebeple
yapıldığını veyahut da idama mahkum edilen Osmanlı devlet görevlilerinin hangi
sebeple idama mahkum edildiğini ortaya koymamız gerekiyor. Bundan sonra da
1913’teki geri dönüş kararnamesiyle ne kadar Ermeni’nin geri döndüğüne,
kendilerine mal ve mülklerinin geri verilip verilmediğine yönelik bir araştırma
yapmamız lazım. Ermeni konusunun iki safhada olduğunu düşünerek ve birincisinin
Birinci Dünya Savaşı sırası ve öncesi, ikincisinin de Birinci Dünya Savaşı
sonrası bizim Kurtuluş Savaşı dönemimiz olması itibariyle, son olarak da ikinci
safhasında Ermenilerin bizimle nasıl çatışma içerisine girdikleri dış
devletlerle, diğer yabancı devletlerle diplomatik ilişkileri, anlaşmaları ve en
son olarak da Kurtuluş Savaşı sonrasında Ermenilerin hangi ülkelere göç
ettiklerine bakmalıyız.
Bunları ortaya koyduğunuzda zannediyorum
ki, Ermenilerle ilgili bütün problemleri veya iddiaları cevaplayabilirsiniz.
Halbuki bizde sadece mevzii olarak ele alınan birtakım çalışmalar var; hepsi
olmamakla beraber çoğu bu şekilde. Bu tür siyasi nitelikli konular bir bütün
halinde incelenmek zorundadır, bunu incelerseniz doğru cevap verebilirsiniz.
Türkiye, kendisine baskı yapan diğer devletlere böyle bir araştırmayı,
diplomatik yollarla sunduğu zaman, karşımızdaki devletlerin en azından siyaseten
bize karşı yaptırımları ortadan kalkacaktır ve her seferinde de ortaya
çıkarılmayacaktır.
Etkin bir lobicilik faaliyeti olmadan böyle
araştırmanın başarısı ne şekilde olur?
- Tabii aynı zamanda lobiciliği de
yapacaksınız. Mesela Avrupa’da bizim çok geniş bir topluluğumuz var, sadece
Almanya’da 2.5 milyon insanımız var. Avrupa’nın genelinde 5 milyona yakın Türk
var. Bu çok önemli çünkü Ermenilerden neredeyse iki kat fazla. Amerika’da
Ermeniler kadar çok olmamakla beraber önemli bir Türk nüfusu var. Öte yandan
Yahudiler soykırımın sadece Yahudilere uygulandığını iddia ediyorlar ve onlarla
işbirliği yapılabilir. Buna benzer topluluklarla işbirliği yapılabilir. Aynı
zamanda burada önemli olan karşınızdakileri ikna edecek verilere sahip olmanız,
ondan sonra lobicilikte etkin hale gelebilirsiniz. Sadece ekonomik alanda bir
birliktelik sağlayıp, insanların eline ötekini ikna edebilecek bir done
vermezseniz işe pek fazla yaramaz. Bu yüzden bu söylediğimiz türden yapılacak
çalışmaların çok değişik dillere, özellikle Batı dillerine çevrilmesi lazım.
Sadece İngilizce olarak değil, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Arapça ve Rusça
olarak çevrilmelidir. Böylece her tarafa cevap verecek duruma gelirsiniz.
Sizin ortaya koyduğunuz bir proje olarak
Türk Tarih Kurumu’nun yeniden yapılanması söz konusu. Bu yeniden yapılanma ile
biraz bilgi verebilir misiniz? TTK bahsettiğiniz şekilde kapsamlı çalışmalar
yürütecek mi?
- Bu anlamda şimdi yeniden bir kanun
düzenlenmesi konusu ön planda. Eğer bu kanun bir akademi şeklinde kurumlarımızı
teşkilatlandıracak şekilde çıkarsa, o zaman tabii ki Tarih Kurumu bu işin
üstesinden gelir, hem alt yapısı itibariyle hem de dış devletlerdeki etkinliği
çerçevesinde düşünecek olursanız. Şunu da ekleyeyim bu tür araştırmalar
muhakkak ki tek başınıza yapacağınız işler değil. Dış ülkelerden çeşitli bilim
adamları ile temasta bulunacaksınız, belki onlarla işbirliği yapacaksınız ve
öyle yürüteceksiniz. TTK bunu yapabilecek Türkiye’deki tek kuruluş; çünkü,
dünyanın hemen her köşesinde ya muhabir üyeleri ya da şeref üyeleri var. Ayrıca
kongreler dolayısıyla da çok geniş bir bilim adamı ağımız var diyebiliriz.
Dolayısıyla böyle herkesin itibar ettiği bir kurum haliyle bunun üstesinden
gelebilir.
Şu anda bile Türk Tarih Kurumu’nda şöyle
bir yapılanma var: Eskiden klasik dönemde Yeni Çağ, Orta Çağ gibi araştırma
bölümleri varken, şu an Balkan-Avrupa Araştırmaları Bölümü,
Kafkasya-Karadeniz’in Kuzeyi Araştırmaları Bölümü, Orta Doğu-Afrika Araştırma
Bölümü, Asya Araştırmaları ve Türkiye Araştırmaları Bölümleri olmak üzere beş
bölümümüz var. Çıkacak bu kanunla birlikte bu bölümlerin içerisinde masalar
teşkil edilmesi gerekecek ve uzmanlar alınacak. Bu uzmanlar sadece batı
dillerini bilen değil, çalıştıkları alanın dillerini bilen uzmanlar olacak ve o
konularında yüksek lisans, doktora yapmış olacaklar. Dolayısıyla bu yapılanma
içerisinde hele hele yabancı üniversitelerdeki bazı bilim adamlarını misafir
bilim adamı olarak Tarih Kurumunda istihdam edebilme imkanımız olacak. Böyle
bir yapıda düşünecek olursanız her konuyu objektif bir biçimde araştırma
imkanına sahip olacaksınız. Böylece dünya bilim aleminde de kabul görecek geniş
katılımlı araştırmalar ortaya konmuş olacak.
Şu anda kurduğumuz bir Ermeni masası var ve
kurulmakta olan iki masamız daha var, Süryani ve Pontus masaları (şu an
kurulmuş ve çalışmaya başlamıştır). Bunlar Haziran ayından itibaren işler hale
gelecek. Bu iki masa da devreye girdiği zaman bugün soykırım iddiasında
bulunulan üç konuda ciddi araştırmalar yapacak hale geliyoruz. Bu çalışmalar
yeterli mi diye sorarsanız, değil. Çünkü Türk tarihi belli bir coğrafyaya
sıkışıp kalmış bir tarih değil, çok geniş bir coğrafyaya yayılmış. Prof. İlber
Ortaylı’nın bir sözü var : “Osmanlı Devleti’nin son yüzyılı, en uzun yüzyıl”
diye. Aslında yüzyıl yüzyıldır ama çok farklı konularda Osmanlı Devleti’nin
politik arenada karşı karşıya kaldığı olayları değerlendirirseniz bu sözüne o
zaman hak verirsiniz. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin ihtiyaç duyacağı
tarihi, sadece geçmiş olayları ortaya çıkarmak olarak görmüyorum. Geçmiş
olayları inceleyip oradan ulaşacağınız bilgilerle ulaşacağınız tecrübenin
geleceğinize yön vereceği anlayışıyla değerlendiriyorum. Bu
çerçevede tarihi geçmiş olarak görmüyorum; gelecek olarak görüyorum. Böyle
baktığımızda Türkiye’nin gerek dış politikasında gerekse çizeceği stratejide
temel veri tabanını bu yaptığımız çalışmaların oluşturacağına inanıyorum. Bu
açıdan bakarsanız tabi ki 1915 yılı 24 Nisan’ını çok daha rahat tesbit
edebilirsiniz. Sadece Ermenileri değil, kuzeyinizde, güneyinizde, doğunuzda,
batınızda olan olayları daha iyi değerlendirme imkanını bulabilirsiniz ve
Türkiye’nin konumunu çok daha iyi belirleyebilirsiniz. Ayrıca sosyolojik
araştırmalar da yapmak gerekiyor, Türkiye’nin bazı iç konuları ile ilgili.
Bunların hepsi ciddi bir yapılanma ile ancak mümkün olabilir, bunu inşallah
gerçekleştirebiliriz diye düşünüyoruz.
Sizin 1998’de geliştirmiş olduğunuz
Balkanlar, Ortadoğu, Asya ve Kafkasları kapsayan bu bölgelerdeki Türk ve
Osmanlı tarihi eserlerinin envanterini çıkarmayı amaçlayan Tarihî Türk
Eserlerinin Tespiti Projesi mevcut. Bu projede gelinen son nokta hakkında biraz
bilgilendirir misiniz ve çalışmalarınızı yürütürken ne gibi zorluklarla
karşılaştığınızdan bahsedebilir misiniz?
- Aslında bu projeye başlarken sadece
Osmanlı coğrafyası olarak bakmaya karar vermiştik fakat, daha sonra mesela
Mısır’a gittiğiniz zaman veya Suriye’ye gittiğiniz zaman orada sadece Osmanlı
dönemine ait Türk mimari eserleri ile karşılaşmıyorsunuz; Selçukluları
görüyorsunuz, Zengileri, Tolunoğullarını ve diğerlerini de görüyorsunuz. Her
gittiğiniz yerde bütün Türk devletlerinin yapmış oldukları mimari eserleri
görüyorsunuz. O zaman düşündük ve dedik ki sadece Osmanlı coğrafyasına ait
Osmanlı mimari eserlerinin tespitini yapmayalım, madem o ülkelere gidiyoruz,
büyük zorluklarla, gittiğimiz her yerde bütün tarih boyunca kurulmuş Türk
devletlerinin mimari eserlerinin tümünü alalım dedik. Dolayısıyla projeyi
genişlettik ve şu an yaptığımız çalışmaları bu düşünceyle yapıyoruz.
Bütün Türk tarihine ait, birimlerine ait,
mimari eserlerinin kültür varlıklarının tespitini yapıyoruz ve bu ölçüde
envanter sayılabilecek planlarını, ölçekli planlarını çıkarıyoruz. Çeşitli
açılardan fotoğraflarını, dijital kamera ile görüntülerini çekiyoruz, kitabe
vesaire bunların tespitini yapıyoruz. Böylece dünya üzerinde mevcut bütün Türk
mimari eserlerinin bir envanteri çıkıyor. Şu an bu projemizde Balkanlar’da
Ukrayna, Kırım, Macaristan, Avusturya belli bir ölçüde var, Bosna Hersek,
Makedonya, Kosova, Bulgaristan, belli bir ölçüde Romanya da tamamlandı.
Ortadoğu’da, Suriye’de Halep ve Şam tamamlandı, Ürdün, Mısır, Tunus tamamlandı,
diğer bölgelere henüz giremedik daha ama iyi bir anlaşmamız var. İsrail ve
İran’la anlaşma yaptık, bu bölgelerde de çalışmalarımızı devam ettireceğiz.
Tabii, Irak’taki olaylar dolayısıyla oraya gidemiyoruz şu an için ve yine
İsrail’deki çatışmalar dolayısıyla anlaşmamıza rağmen gidemiyoruz.
Ayrıca, Balkanlarda özellikle Yunanistan’la
3 senedir temaslarımız devam ediyor ama bir türlü izin alamıyoruz. Diğer
ülkelerde ise pek problemimiz yok. Bu projenin en büyük sıkıntılarının başında
gelen yurtdışına göndereceğiniz o bölgeleri bilen, o konularda araştırma yapmış
olan ekip bulmak. Her şeyden önce bu büyük bir zorluk. İkincisi, bu ülkelerde
yapılar sadece şehirlerde toplanmamış, dağlarda, tepelerde yani kırsal
kesimlerde de var, haliyle bütün ülkeyi dolaşmak zorundasınız. Araç kiralamak
zorundasınız ve bütün ülkeyi, tıpkı seyyah gibi, baştan sona taramanız
gerekiyor. Biz gitmeden önce her bölgede bir ön tespit yapıyoruz ve önceki
literatürlerden hangi yerde hangi eserlerimiz var, bunların listesini çıkarıp
adreslerini belirliyoruz ve gittiğimiz zaman o adreslere doğrudan müracaat
ediyoruz. Bir de o bölgenin mahalli idarelerinden nerede eser vardır, mimari
eser vardır bunları soruşturuyoruz. Ayrıca, yine o ülkedeki Tarih Kurumu üyesi
bazı bilim adamlarıyla temas kuruyoruz ve giden ekibimizin içerisine onları da
dahil ederek bu çalışmayı daha rahat yapmaya çalışıyoruz. Tabii zorluklardan
bir diğeri de, gittiğimiz ülkede dağ tepe gezerken, oradaki güvenlik güçleriyle
çıkan problemler; Türkiye’de her isteyen istediği yerde gezebiliyor ama her
ülkede yapamıyorsunuz bunu. Pek çok ülkede bir şehirden bir şehre giderken izin
almanız lazım.
Başka bir zorluk da şu; şimdi, birtakım
mimari eserlerimiz halen o ülkeler tarafından resmi bina olarak kullanılıyor,
kimisi askeri amaçlı kullanılıyor, kimisi de resmi devlet dairesi olarak
kullanılıyor. Dolayısiyle bunların içerisine girmek ayrı bir sıkıntı
oluşturuyor; hele hele askeri tesislerin içerisine girmek neredeyse imkansız.
Haliyle bu eserleri sadece dışarıdan çekmek zorunda kalıyoruz, çünkü
çektirmiyorlar. Bu gibi zorluklarımız var, bunun ötesinde pek fazla bir
zorlukla karşılaşmıyoruz. Finans yönünden zaten Devlet Planlama Teşkilatı bize
finans sağlıyor bu konuda. Tabii çok önemli bir çalışma yapılıyor çünkü ilk
defa bütün dünya üzerindeki Türk kültür eserlerinin envanteri çıkarılmış
oluyor. Hangi eserin ne kadar restorasyona muhtaç olduğu ve aciliyetle restore
edilmesi gerektiği tespitini de yapıyoruz. Bunlar Kültür Bakanlığı’na ve
Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bildiriliyor, onlarla da koordineli çalışıyoruz.
Ayrıca bu çalışma ile, mevcut eserlerin bir
şekilde yıkılması halinde, binaları tekrar inşa edebilme imkanı doğuyor, bu da
önemli tabii. Fakat beni çok şaşırtan şeylerle de karşılaştık. Mesela
Bulgaristan’da 78 tane eser var derken, 500’den fazla eser çıktı, hiç
bilinmeyen eserler. Bu çalışma ile hedeflerimizi şu şekilde niteleyeyim, bir
defa her ülke için ayrı kitap çıkaracağız. İkincisi, Nisan’ın 15’inde kuruluş
yıldönümümüzde açılan TTK’nin e-mağaza sitesi. Orada bu çalışmayı internet
aracılığı ile bütün araştırmacıların hizmetine sunmayı planlıyoruz;
araştırmacılar cüzi bir ücret karşılığında oraya gitmeden 15-20 adet fotoğrafı,
planı kendi bilgisayarına indirebilme imkanı bulacak. Bu sayede öncelikle bilim
alemine önemli bir hizmet sunulacak. Ayrıca, bu eserleri bütün dünyaya tanıtmış
olacağız. Türk kültürünün bütün dünya tarafından tanınmasını sağlayacak ve
kullanılmasını sağlayacak bir ortam oluşturuyoruz. Ardından ileride bu
çalışmayı bütün kültürel varlıklar envanterimiz adı altında CD haline de
getirmeyi düşünüyoruz. Envanter çalışmamız Türkiye’de de sürdürülüyor ve
böylece bütün dünyada mevcut Türk kültür varlıkları envanterinin çıkarılması
gerçekleşecek.
Son olarak Türkiye hep tarihten gelen dış
politika sorunları ile mücadele etmek durumunda kalıyor. Türkiye tarihiyle,
Osmanlı mirasıyla barışık mı? Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Bence pek küs değil, tarihini pek fazla
bilmiyor gibi geliyor bana. Çünkü tarihi bilmek demek 1878’de Kıbrıs’ın İngilizler
tarafından işgal edildiğini bilmek veya Türkiye Cumhuriyeti’nin ne zaman
kurulduğunu bilmek değildir. Dünya konjonktürü içerisinde Türkiye’nin konumunu,
diğer ülkelerle olan ilişkilerini, nasıl bir ilişki çerçevesinde Türkiye
Cumhuriyeti’nin ortaya çıkabildiğini, Ortadoğu ilişkilerini, o bölgenin
elimizden çıkışını ve bölgeyle ilgili Batı dünyasının politikalarını veya
stratejilerini, bizim stratejilerimizin ne olması gerektiğini, Kafkasları,
Balkanları vs... bilmeniz demektir. Gerçek tarih bilgisi kronolojik tarih
bilgisi değildir, bunun arka planıdır.
Türkiye tarihi ile barışık mı, değil mi
diye çok soruyorlar. Bazı sivil toplum örgütlerinde de şöyle sözler ön plana
çıkarılabiliyor; mesela, “Türkiye resmi tarihin dışına çıkamıyor, resmi tarih
öğretiliyor” şeklinde ve özellikle lise ve ilköğretim okullarındaki tarih
kitapları kastediliyor. Aslında resmi tarih vs. gibi konular bana göre bir
söylemden ibarettir. Çünkü, bütün dünyada ders kitapları belli bir standartta
verilir, farklı verilmez. Fransa’daki tarih kitabına baktığınızda
Türkiye’dekinden fazla farkı yoktur. Herkes kendi milli hasletlerini,
özelliklerini kendi gençlerine öğretmek ister ve bunu hassas hale getirmeye
çalışır, bütün dünyada böyledir. Bunu söyleyenlerin, Batılı devletlerin tarih kitaplarına
bakmadıklarını düşünüyorum. Ben resmi tarihi o safhasıyla kabul etmiyorum
ancak, özellikle bazı kuruluşların yazdıkları tarih de çoğu zaman yanlı oluyor,
yani ideolojik tarih yazılıyor. Eğer ideolojiye saplanıyorsanız o bilim
olmaktan çıkıyor, biraz hikayeye dönüyor. Özellikle bunu popüler tarihte
fazlalıkla görebiliyorsunuz, bir de ideolojik tarihte görebiliyorsunuz. Eğer
siz ideolojinizi yazdığınız kitaba da yansıtıyorsanız, o artık bilimsel
olmaktan çıkıp objektif tarihçilikten ayrılıyor. Bütün mesele tarihte objektif
araştırma yapabilme yeteneğine sahip olmaktır.
Objektiflik nasıl olabilir? Önce %100
objektif olabilir misiniz? Hayır, bunu peşinen hiç kimse yapamaz. Ama %90
objektif iseniz çok önemli bir yüzdeye ulaştınız demektir ve tarihi çok güzel
ortaya koyabilirsiniz. Bu çerçevede konuyu değerlendirdiğimizde Türkiye’de
tarihin algılanışında büyük bir değişikliğe ihtiyaç var. İkincisi devlet
adamlarının, devleti yönetenlerin, -ki Atatürk’ten sonra bunu pek fazla
göremiyoruz- tarihçilerle yakın temas halinde olmaları gerekir. Herkesin tarih
bilmesi de gerekmez ve beklenemez. Diyelim ki bir başbakan tarihi bütünüyle
bilebilir mi? Hayır. Burada önemli olan nasıl teknik danışmanlara sahipse,
tarih ve uluslararası ilişkiler danışmanlarından meydana gelen bir ekibe de
sahip olmalıdır. Bu ne gibi bir avantaj kazandırır? Diyelim ki Kıbrıs meselesi
olur, Irak meselesi olur, Yunanistan, Ege Adaları, Kafkasya meselesi olur. Bu
durumda bu kişiler derhal geçmişe ait, sağlam verilere dayalı raporları kendisine
sunarlar ve buna göre değerlendirme yapılır.
Mesela ABD, Ortadoğu politikalarında
kesinlikle tarihe müracaat ediyor. Bunu nereden biliyoruz, Osmanlı arşivine
gittiğimiz zaman Amerikan bilim adamlarının hangi konularda ve kaç adet
araştırma yaptıklarını çıkarabiliyorsunuz. Çünkü bu bilgiler bilgisayara
kaydediliyor. Hangi bilgileri gördüler, fotokopilerini aldılar, bunların hepsi
Osmanlı arşivinde var. Bütün dünya ülkelerine göre kıyaslarsanız, Amerika’dan
sonra en fazla araştırma yapan Japonlardır. Japonlar bu yıla kadar 174 bilim
adamını araştırma yapmak üzere göndermiş. ABD’nin ise araştırmacı sayısı
600’den fazla. Bu çerçevede değerlendirirseniz Amerika’nın tarihe verdiği önemi
ve bu bölgeye karşı yürüttüğü strateji veya politikalarda bölgenin geçmişinin
araştırılmasını ve sosyolojik açıdan yaklaşımının ne kadar önemli yer tuttuğunu
görebilirsiniz.
Amerika’nın Irak işgali konusunda da
Osmanlı arşivinde birçok araştırmalar yaptıklarını görmek mümkündür. Osmanlı
arşivleri bölge açısından çok önemlidir ve aslında bölgede meydana gelecek
olayları önceden tesbit etmede son derece belirleyicidir. Mesela 1914’te
Birinci Dünya Savaşı yeni başlarken Ortadoğu ile ilgili çizilen haritaları
bugünkü durumla karşılaştırdığınızda, ne yapılmak istendiğini daha rahat anlayabilirsiniz.
İşte tarih budur, bunu araştırabilmek, bilmek bu şekilde olur. Uluslararası
ilişkiler dediğiniz şey de ancak bu birikimle doğru sonuca gider. İşte tarih bu
yüzden gelecek anlamında kullanılır.
Panorama Dergisi
ERMENİ
İDDİALARI:
TARİH Mİ,
ŞARTLANMIŞLIK MI?
Ermeni Sorunu nasıl ortaya çıkmıştır?
- Tarih insanların
hayal ettikleri midir? Yoksa, farklı pencerelerden, yani sağlam kaynaklardan
elde edilen bilgilerle varılan sonuç mu?
Ermeni soykırım iddiaları, ciddî anlamda bütün Türkleri rahatsız
etmektedir. Ancak bu konuda iddialarda bulunanlar, Ermenilerin toplu bir
katliama tâbi tutulduğunu açıkça belirten bir kaynağa dayanmadıkları gibi,
özellikle o dönemdeki hükûmetin böyle bir emir verdiğine, hatta imada
bulunduğuna dair de somut bir belge ortaya koyamamaktadırlar. Soykırımı
iddiasında bulunanların, o dönemde Fransa, İngiltere ve Rusya’nın tehcirle
(mecburî iskân) Osmanlı Devleti’ni paylaşma politikalarının önüne set çekilmiş
olduğunu ve bu nedenle böyle bir suçlama içine girerek, bunu bir baskı unsuru
olarak ele aldıklarını göz ardı ediyorlar. Bunu adı geçen ülkelerin,
Osmanlı Devleti ile ilgili politika raporlarında görmek mümkündür. Nitekim
Rusların Osmanlı nezdindeki büyükelçisi Zinovyev, 26 Kasım 1912’de Rusya’ya
gönderdiği raporunda (Rusya Dış Politika Arşivi, Siyasî Kısım nr. 117/293), Rusya’nın politikasını
açıkça ortaya koymaktadır. Zinovyev bu raporunda şunları söylemektedir: “Bu
anlatılanlar Ermeni halkının gittikçe Rusya tarafını tutmakta olduğunu
göstermektedir ve bu isteğin gerçekten de içten ve samimî olduğu ortadadır.
Rusya’ya olan sempati Ermeni burjuvası ve aydınları arasında da yaygındır.
İhtilalci partiler artık gittikçe itibarını kaybediyor ve yerine konservatif
(muhafazakâr, tutucu) programıyla yeni partiler kuruluyor. Van, Bâyezid,
Bitlis, Erzurum ve Trabzon konsoloslarımızın bildirdiklerine göre bu
vilâyetlerdeki Ermenilerin hepsi Rusya tarafındadırlar ve bizim ordularımızı
bekliyorlar veya Rusya’nın kontrolü altında reformlar yapılmasını istiyorlar.
21 Kasımda Bâyezid konsolosunun bildirdiğine göre, bütün Ermeniler Türkiye’ye
karşı düşmanca tavırda bulunuyorlar ve Rusya’nın protektörlüğünü (hamiliğini,
korumacılığını) Ermeni topraklarını işgal etmelerini bekliyorlar. Ermeni
Patriği Rusya’ya Türkiye’deki Ermeni halkını kurtarması için yalvarmaktadır.
Bana göre, biz bu koruyucu tavrımızı devam ettirmeliyiz. Şunu da unutmayalım
ki, Türkiye’nin Ermeni vilâyetlerinde durum çok istikrarsızdır. Her an
ayaklanmalar ve düzensizlik ortaya çıkabilir. Eğer bir katliam meydana gelirse,
bu halkın militanları bizden destek alabileceklerine güvenmezlerse ‘Üç Devlete’
başvuracaklardır. Bu durumda biz şansımızı kaybederiz; fırsat Avrupa
devletlerine geçecektir.”
Buna karşılık yine aynı büyükelçi 6 Mart 1909’da “Osmanlı
İmparatorluğu’nda Durum” adı altında geçtiği gizli raporda (Rusya
Dış Politika Arşivi, Siyasî
Kısım, nr. 37, s. 252) şunları yazmıştı: “Bitlis’teki Ermenilerin
ne Türklerden, ne de Kürtlerden şikâyetleri varken, Ermeni komitacı dernekleri
kurulmakta ve dernekler geniş faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Dernek üyeleri
her pazar günü Bitlis kilisesinde toplantılar ve konuşmalar yapmaktalar.
İhtilal fikrinde olan Ermenileri bir araya getirerek yönetime karşı mücadele
için kışkırtmaktalar. Toplantılar yasaklanınca Ermeniler, bu defa aynı
anlamdaki bildirileri her tarafa yapıştırmışlar. Şu sırada Ermeniler arasında
ihtilalin ihtiyacı için vergi toplanmaktadır. Çoğu Ermeni’nin, bu tür
eylemlerin Ermenilere zarardan başka bir şey getirmeyeceğini ve silâh için para
vermeyeceklerini söyledikleri, bunun üzerine Ermeni ihtilal komitelerinin
şiddet kullanma ve karşı çıkanları kılıçtan geçirme tehdidiyle bu tür grupları
sindirdikleri öğrenilmiştir.”
Esasen, Ermeni konusunda araştırma
yapanlar, Fransa, İngiltere ve Rusya’nın ne zamandan beri Osmanlı Ermenileriyle
ilgilenmeye başladıklarını ve hangi gayeleri olduğunu göz önüne alacak
olurlarsa, Ermenilerin asıl kimler tarafından kullanıldıklarını ve gerek
komitelerle Osmanlı güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmalarda ve gerekse iki
halk arasında çıkan mücadelelerde her iki taraftan ölenlerin, asıl katillerinin
kimler olduğunu anlamaları mümkün olacaktır.
Ermeni sorununa yaklaşımlar hakkında
düşünceleriniz nelerdir?
- Yüzlerce yıl
Türklerle ve Osmanlı ülkesinde büyük ölçüde huzur içinde yaşayan ve hatta
Müslüman unsurla bütünleşen Ermeniler, 800 yıl sonra neden ve nasıl oldu da
düşman addedilmek durumunda kaldı? Objektif bir tarih araştırıcısı, eğer
gerçekleri arıyorsa, bu bakış açısını göz ardı etmeyerek bir değerlendirme
yapmak durumundadır. Birtakım hayalî savlarla ve duygusal değerlendirmelerle,
olduğundan başka bir tarih yazan ve tarihi çarpıtan kişinin, sadece belli
çevreler adına hareket ettiği sonucu ortaya çıkar. Bu kimselerin kime veya neye
hizmet ettiklerini anlamak zor olmasa gerektir. Fransa parlâmentosunun aldığı
kararı (18 Ocak 2001) aslında Fransa’nın yeni bir politikası gibi algılamak
safdillik olur. Zira Fransa’nın Ermenilerle daha 1850’lerde ilgilendikleri
bütün kaynaklarda yer almaktadır. Osmanlıların Ruslarla yaptıkları Ayastefanos
Antlaşması (1878) sonrasında ise Rusların Osmanlı ülkelerine tümüyle sahip
olacakları korkusu, Fransa ve İngiltere’yi harekete geçirmiştir. Bu tarihlerden
sonra, Ruslar tarafından daha önce kurdurulan Taşnaksutyun ve Hınçak gibi
komitelerin, yaptıkları insanlık dışı faaliyetlere rağmen desteklenmesi de
bundandır. Keza Osmanlı şehirlerinde Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları Doğu
Anadolu’daki 6 vilâyette ıslahat yapılması ve burada Fransa, İngiltere ve
Rusya’nın (1914’te bu ittifaka Almanya da dahil olmuştur.) önerdiği üç gayrı
müslim adaydan birinin Osmanlı hükûmetince vali tayini isteği, yine Anadolu’nun
paylaşılması plânının bir parçasıdır. Böyle bir politikanın takip edildiği,
Sevr’le kanıtlanmış ve neticede Osmanlı toprakları paylaşılmıştır. Bu dönemde
Fransa’nın işgal ettiği Adana, Maraş ve Antep’teki askerî varlığının yarısının
Ermeni lejyonerlerinden oluşması da, Ermenilerin hangi gaye ile
desteklendiklerini ortaya koymaktadır (Halil Aytekin, Kıbrıs’ta
Monarga (Boğaztepe) Ermeni Lejyonu Kampı, TTK yayınları, Ankara 2000).
Yine aynı şekilde Rus ordusu içinde de çok sayıda Ermeninin yer alması, bunun
diğer bir kanıtıdır. Nitekim sınırdaki Osmanlı seyyar Jandarma komutanlığının
raporunda Rusların sınıra yakın Türk köylerini aradıkları, buldukları silâhları
Ermenilere dağıttıkları, Ermenilerden asker topladıkları ve Kars bölgesindeki
düşman askerinin çoğunun Ermenilerden oluştuğu rapor edilmiştir (Başbakanlık
Osmanlı Arşivi, Emniyet-i Umumiye, 2. Şube, Dosya 2F/9).
Soykırım iddialarıyla ilgili neler söyleyebilirsiniz?
- Aslında tarafsız
olarak düşünüldüğünde, bir soykırımın yaşanıp yaşanmadığı kolaylıkla
anlaşılabilir. Bunun için 1915’ten sonra, başta Fransa, Amerika, Rusya,
İngiltere, İran, Suriye vb. ülkelere ne kadar Ermeninin gittiğinin nüfus kayıtlarından
öğrenilmesi ve hâlen bu ülkelerde yaşayan Ermenilerin miktarlarının tespiti,
Ermenilerin iddia edildiği gibi öldürülüp öldürülmediklerini ortaya koyacaktır.
Zaten öldürüldüğü iddia edilen Ermenilerle ilgili verilen rakamların da
tutarsızlığı bunu ispat için kâfidir. Son zamanlarda, öldürülenlerle ilgili
verilen rakamın 1,5 milyonun üzerinde ifade edilmesi, işin nasıl çığırından
çıktığının göstergesidir. Kaldı ki öldürüldüğü iddia edilenler nereye
gömülmüştür? Toplu mezarlar nerededir? İddiada bulunanlar, bunları açıklamak,
Türklerin bu türden katliamları yaptıklarını kabul ettirmek için bu toplu
mezarları göstermek mecburiyetindedirler. Bunun cevabının nasıl verildiğini
görür gibiyim.
Ermeni delegasyonu başkanı Boghos Nubar
Paşa, Fransa Dışişleri Bakanlığına gönderdiği raporda (Archives des Affaires
Etrangères de France, Série Levant, 1918-1928, Sous série Arménie, Vol. 2,
folio 47), Osmanlı topraklarındaki Ermenilerin ne miktarda hangi ülkelere
sürüldüklerini bildirerek, tehcirin bir soykırım olmadığını bir yerde ispat
etmiştir. Öte yandan ABD Büyükelçisi Hanry Morgenthau’ın hatıralarında
(Ambassador Morgenthau’s Story, New York 1918) yer alan Ermeni protestanlarının
vekili Zenop Bezciyan’ın ifadeleri de Boghos Nubar’ı teyit etmektedir. Ama asıl
şaşırtıcı olanı, bu zatların ifade ettikleri rakamların Osmanlı Arşivindeki
tehcir edilenlerle ilgili şehir şehir verilen rakamlarla uyuşmasıdır (Bkz.
Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri ve Gerçekler, 1914-1918, TTK Yayını, Ankara 2001, s. 73-80). Öyleyse
Ermenilerin öldürüldükleri iddialarını ileriye sürenler neden böyle bir yola
başvurdular? Bunu da Prof.Dr.Heath W. Lowry’nin Büyükelçi
Morgbenthau’un Öyküsünün Perde Arkası, İstanbul 1991 adlı eserinden
öğrenebiliriz. Burada temel hedefin, “Amerikan halkını, savaşın zaferle
sonuçlanması gereğine inandırmak” olduğu açıkca belirtilmektedir.
Peki hiç Ermeni ölmemiş midir? Şurası
tarihî bir gerçektir ki Ermenilerin Osmanlı Devleti’ne karşı dış güçlerin
desteğiyle giriştikleri ayaklanma, her devletin tabiî olarak kendisini
savunması olarak değerlendirebileceğimiz bir nitelikte birtakım tedbirlerin
alınmasına yol açmıştır. Bu tedbirlerin başında Ermenilerin bulundukları
yerlerden, yine Osmanlı topraklarında, zararlarını ortadan kaldıracak bir
coğrafyaya nakledilmeleri gelmektedir. Ancak tehcir dediğimiz bu mecburî iskân,
doğal olarak meşakkatli geçmiş, pek çok masum sivil Ermeninin mağduriyetine
sebep olmuş ve yaklaşık 9-10 bin Ermeni eşkıya saldırısı; 30 bine yakın kişi de
hastalıktan ölmüştür. Buna rağmen bu büyük yer değiştirme olayının canlı
şahitleri, naklin büyük bir düzen içinde gerçekleştirildiğini yazmışlardır.
Bunların başında Amerika’nın Mersin konsolosu gelmektedir. Edward Natan, 30
Ağustos 1915’te büyükelçi Morgenthau’a gönderdiği raporunda şunları söylüyor: “Tarsus’tan Adana’ya kadar bütün hat güzergâhı Ermenilerle doludur.
Adana’dan itibaren bilet alarak trenle seyahat etmektedirler. Kalabalık
yüzünden sefalet ve çektikleri zahmete rağmen hükûmet bu işi son derece
intizamlı bir şekilde idare etmekte, şiddete ve intizamsızlığa yer vermemekte,
göçmenlere yeteri kadar bilet sağlanmakta ve muhtaç olanlara yardımda
bulunmaktadır” (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dahiliye, Emniyet-i Umumiye,
2. Şube, nr. 2D/13).
Ermenilerin tehcirinde başka hangi sebepler
yatmaktadır? Ermenilerle ilgili olarak tarih kitaplarımızda yeterli bilgiye
neden yer verilmemiştir?
- Ermenilerin
tehcir edilmelerinde şurası da gözden uzak tutulmamalıdır. I. Dünya Savaşı’nın
devam ettiği ve müttefik donanmalarının Çanakkale’ye saldırdıkları ve
dolayısıyla Türklerin ölüm kalım mücadelesi verdikleri bir sırada, yani Mart
1915’te Ermeniler Van’da Ruslara yardım için büyük hazırlıklara girişmişler, 15
Nisan’da Van vilâyetinde, 17 Nisan’da Çatak’ta, ertesi gün Bitlis’te ve nihayet
20 Nisan’da Van’ın merkezinde ayaklanmışlardır. Bu durumda bir devlet ne
yapabilirdi? Çanakkale savaşlarının cereyan ettiği bir sırada Ermenilerin
başlattıkları ayaklanma bir tesadüf müydü? Van’a giren Rusların en önünde
Ermenilerin bulunması yine olağan bir durum muydu? Yoksa, Sevr sonunda binlerce
kilometre öteden gelip Anadolu’yu parselleyenler Ermenileri mi kurtarmak
düşüncesindeydiler? Evet, bunların Türkiye’de “resmî okullarda” düşmanlıkların
sürmemesi düşüncesiyle okutulmaması ve öğretilmemesi bir ideoloji miydi? Eğer
birileri bir şekilde terör hareketlerine girişerek, yabancı kuvvetlere
destek vererek, içinde yaşadıkları ülkeye karşı savaşarak ihanet
etmişlerse, herhalde o ülkenin ihanet edenlere karşı hem hukukî hem de
güvenliği sağlamak düşüncesiyle harekete geçmesi meşru değil mi? Buna rağmen
Cumhuriyet dönemi, Türk gençliğine tarihi, düşmanlık yerine barışı hâkim kılmak
felsefesi üzerine inşa etmiştir. Yoksa geçmişle olan bağın kopması hiçbir zaman
düşünülmemiştir. Zaman zaman bazı kimseler tarafından “reddi miras” söz konusu
edilerek Osmanlı gerçeği bir tarafa itilmişse de, tarihle hiçbir şekilde bağlar
koparılmaya çalışılmamıştır. Nitekim bunun en somut örneği, Atatürk tarafından
1931 yılında Türk Tarih Kurumu’nun kurulması ve fakültelerde Osmanlıca
öğretiminin gerçekleştirilmesidir. Bugün buna bağlı olarak, yüzlerce-binlerce
kişi Osmanlıca dediğimiz yazıyı okuyabilmekte ve Osmanlı belgeleri üzerinde
araştırma yapabilmektedirler.
Ermeni soykırım iddiasında bulunanlar, bu
iddialarını neden belgelememektedirler?
- Osmanlı
Arşivinde Ermeni konusunu araştıran yerli ve yabancı bilim adamları,
Ermenilerin şu veya bu ad altında sistemli bir öldürme hareketine maruz
kaldıklarını söyleyememektedirler. Zira bugüne kadar böyle bir belge tespit
etmiş değiller. Bundan sonra da bulmaları mümkün değildir. Zira soykırımı
olarak adlandırılacak böyle bir hadise olmamıştır. Buna bağlı olarak Türklerin,
gerçek olmayan bir iddiayı kabul etmeleri ise hangi ad altında olursa olsun,
beklenmemelidir. Bazı kimselerin arzusunun yerine gelmesi için Ermenilerin
soykırıma uğradıklarını kabul etmek lüksünü göstermemiz de mümkün değildir. Çok
suçlanan İttihat ve Terakki yöneticileri ise Malta’da İngilizlerce tutsak
edilip, her türlü imkân ellerindeyken (Osmanlı arşivleri dahil), muhakeme
edilmek için, suçlanacak delillerin bulunmaması sebebiyle serbest kalmışlardır
(Bilal Şimşir, Malta Sürgünleri, Ankara 1985). Buna
rağmen, ne yazıktır ki, İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleri, Anadolu’daki
alışkanlıklarını devam ettiren bir kısım Ermeni militanı tarafından
öldürülmüştür.
Türk İstiklâl Savaşı’nda işgal
kuvvetleriyle Osmanlı topraklarına geri dönen Ermeniler -işgal kuvvetlerinin
Ermeni haklarını ve mallarını korumak düşüncesi bulunmamakla beraber- ne
gariptir ki, mallarını fazlasıyla elde etmelerine rağmen, çocuk-kadın ihtiyar
demeksizin binlerce Müslümanı katletmişlerdir. Ne garip tecelli! Bu hareket
onlara 31 Aralık 1918 tarihinde çıkarılan geri dönüş kararnamesiyle sahip
oldukları topraklarını ve mülklerini kaybettirmiş, yardım ettikleri işgal
kuvvetleriyle birlikte terk-i vatan etmelerine sebep olmuştur.
Sonuç olarak neler söylemek istersiniz?
- Eğer tarihî
olayları önyargıya kapılmadan, kendi beyninin beyi olarak zaman, mekân ve
siyasî yönleriyle değerlendirdiğiniz takdirde, haksız suçlamalardan ve haksız
suçlamaların doğurduğu küçülmekten kurtulmayı sağlayabilirsiniz. Tarih
acımasızdır. Tarihi yanlış yorumlayanlar ve yargılayanlar, bir gün kendilerinin
de aynı şekilde yargılanacaklarından ve hatta mahkûm edileceklerinden kuşku
duymamalıdırlar. Haçlı seferlerinin neden yapıldığını bilenler, masum
Ermenilerin kimler tarafından neye alet edildiklerini ve ne için
kandırıldıklarını da bileceklerdir. Dünyayı geçmişte sömüren, sömürgeler kuran
ve halen sömürenler, sömürgelerinde yüz binlerce, milyonlarca insanı
katledenler, “siyah abanoz ticareti” yapanlar, hayrettir ki bugün sözde
Ermenileri koruyanlardır. Ne garip?! Ne kadar inandırıcı!? Ne kadar insanî!…
Buna inanılmasını isteyenler ise ne kadar akıllı!…
K. Şule Erdem /
Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi
TEHCİR,
İSYAN EDİP DÜŞMANLA
İŞBİRLİĞİ
YAPANA UYGULANDI
Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf
Halaçoğlu, 1915 yılında Ermenilerin düşmanla işbirliği yapıp isyan etmeleri
nedeniyle tehcire tabi tutulduklarını söylüyor. Soykırımı yapıldığı yönündeki
tezleri reddeden Halaçoğlu’na göre tehcir sırasında öldürülen Ermenilerin
sayısı en fazla 8 bin 500, soğuktan ölen yok, açlık, yorgunluk ve hastalıktan
ölenler ise 50 bin civarında. Halaçoğlu, 1921’de 1 milyon 200 bin Ermeni’nin
yaşadığını savunuyor.
1915 yılında Osmanlı’da bir etnisite
probleminin varlığından söz edilebilir mi?
- Osmanlı Devleti bir imparatorluk. Üniter
yapıya sahip değil. 19. yüzyıla kadar böyle bir problem yoktur. 1863’ten
itibaren misyonerlik çalışmaları eğitim kurumları açmaya yönelmiştir. İlk
açılan Robert Kolej’dir. Bu, etnik grupları faaliyete geçirme örneğidir. Robert
Kolej’in 1868’de verdiği ilk mezunlar Bulgar isyanının elebaşlarıdır. Bunu
Anadolu’ya yayılan Amerikan okullarıyla değerlendirirseniz etnisite probleminin
nasıl çıkarıldığını görmüş olursunuz…
Ermeni tehcirinin sebebi neydi?
- Ermeniler 850 yıldır Türklerle birlikte
yaşıyorlar. En küçük bir çatışma yok. Ne oldu da çatışmalar çıktı? 1878’deki
hareketin başlangıçında Karahaç Cemiyeti kurulmuş. Amerika’da zencilere karşı
kurulan Kulu Klux Klan tarzında bir cemiyet. Ermenileri silahlandırıp Müslümanlar
üzerine sevk eden bir kuruluş. Rus Van Konsolosu Temren, “Aslında
Ermenilerle Müslümanlar arasında problem yaşanmamaktadır. Bütün problem
Ermenileri kiliselerde toplayıp propaganda yapan komitelerdedir. Onlar
kendilerinden olmayan Ermenileri bile kılıçla tehdit ediyor” diyor.
1914-15’e geldiğimizde Ermenilerden daha fazla Rum nüfus olduğu halde neden
bunlar değil de Ermeniler tehcir edildi? Osmanlı eğer etnik temizliği
hedeflemişse, Rumları da tehcir etmesi lazımdı.
Rumlar tehlikeli değil miydi?
- Rumların öyle bir hareketi yoktu. Dünya
savaşında Fransız arşivinde Ermenilerle ilişkilerini görüyorsunuz, tüfek, mermi
yardımı... Ermeni delegasyonu başkanı yazdığı 5 Kasım 1914 tarihli mektupta “İskenderun’a yapacağınız çıkarmada yardıma hazırız” diyor.
Fransız ordusunun yarıya yakını Ermeni gönüllülerden oluşuyor. İngiliz
ordusunda General Allenby’nin komutası altında 8 bin Ermeni askeri var. Rus
ordusunda 150 bin kişilik Ermeni’den ayrı olarak Antranik ve Nazarbekoff’un
idaresinde 40 bin Osmanlı Ermenisi Türklere karşı mücadele ediyor. Ayrıca
Zeytun bölgesinde oluşturulan 15 bin kişilik Ermeni kuvveti, sabotajlar
düzenliyor. Bunlar Fransız belgelerinde var. Bunları incelemeden birisinden
duyduğunuz acıklı sözlerle tarih yazamazsınız.
Tehciri getiren koşullar bunlar mı?
- Kesinlikle. İsyan hareketleri, düşmanla
işbirliği yapmaları... Van’da isyan çıkmış, oradan Fransız arşivine giden
belgelerde “Buradaki isyanımız başarıyla devam etmektedir, şu ana kadar 6 bin
kişiyi katlettik” deniyor. Ayrıca Bitlis, Muş ve Erzurum’daki isyan devam
ediyor. Antep’te, Harput’ta isyanlar var. Siz o zaman Suriye, Irak, Kafkasya ve
Çanakkale cephelerinde düşmanla savaşıyorsunuz.
Tehcir sırasında Ermeniler arasında bir
ayrım söz konusu mu?
- Tabii ki evet. Osmanlı arşivinde Protestan
ve Katoliklerin tehcir edilmemesine ilişkin talimatlar var. Fakat onların
içerisinde de olaylara karışanlar varsa tehciri emrediliyor. Osmanlı
Devleti’ndeki tüm Katolik ve Protestanların sayısı bu tarihte 90 bin civarında.
Ermenilerin toplam nüfusu ne kadar o
dönemde?
- Osmanlı istatistiklerine göre bir milyon
294 bin kişi. İngilizlere göre 1 milyon 602 bin, Fransızlara göre 1,5 milyon,
Patrikhane’ye göre bir milyon 915 bin kişi. Hepsinin ortalamasını alırsak, 1,5
milyon civarında denilebilir.
Tehcirde kaçı öldü?
- Emniyeti Umumiye Müdüriyeti belgelerinde
“500 kişi Erzurum ile Erzincan arasında, Kürt eşkıyası tarafından katledildi”
diyor. “Urfa’dan Halep’e giden 2 bin kişilik kafile Arap eşkıyasının saldırısı
sonucu katledilmiş”. Bir de Diyarbakır ve Mardin bölgesinde kamplarda üç gün
700’er kişi kaçırılarak katledilmiş, yani 2 bin kişi civarında. Bunların
toplamı 4 bin 500. Ayrıca Erzurum’dan gönderilen kafilenin Dersim bölgesinde
tamamen yok edildiği belirtiliyor. Rakam yok. Kafileler en fazla 2 bin kişidir.
İki kafile burada katledilmiş ise 8 bin 500 rakamı çıkıyor.
Diğer nedenler, soğuk, açlık hastalık
gibi..
- Soğuktan ölüm yok. Mayıs-haziran ayında
gönderilenlerin soğuktan öldüğü söylenemez. Açlık ve hastalık... 1. Dünya
Savaşı’ndayız. Orduya yiyecek gönderiyorsunuz, Ermenileri de sevk ediyorsunuz.
Ayrıca tamamı Suriye’ye sevk edilmiyor. Bir kısmı Kafkasya’ya göçüyor. Savaş
sırasında yeterli yiyecek verilmemesi, yolun meşakkati, salgın hastalık var.
Bunlardan kaynaklanan ölümler tespit edebildiğimiz kadarıyla 50 bin civarında.
Ölü sayıları arasındaki fark nereden
kaynaklanıyor, 50 binden 1 milyona..?
- Konsoloslar misyonerlerden aldıkları
bilgilerle 1 milyon insanın sürgün edildiğini yazabiliyor. Harput’taki bir
konsolos bunu yazıyor. Haber alma imkânının olmadığı bir dönemde bu rakam nasıl
güvenilir olabilir? Bu insanların yüzde 15’i Halep’e ulaştı deniliyor. Yani 850
bini ölmüş oluyor. Bu belgeyi, tarihçi olarak ciddiye alamayız.
Nitekim Amerika’nın Halep Konsolosu
gönderdiği raporda “486 bin Ermeni göçmeni” diye yazıyor. Erzurum Konsolosu
bütün Ermenilerin sürgün edildiğini ve öldürüldüğünü yazıyor. Halbuki Sivas
Konsolosu sağ salim geldiklerini yazıyor. Bunlar karşılaştırılmadığı için
farklı rakamlar ortaya çıkıyor. Halbuki imparatorluktaki genel Ermeni nüfusu
belli. En yükseği 1 milyon
900 bin. 1.5 milyon öldürülmüşse 400 bin
Ermeni kalması gerekirdi. Belgelerle bunun yalan olduğunu ortaya koyabiliyoruz.
Nitekim İngiliz belgelerine göre 1921’de 1 milyon 200 bin Ermeni yaşıyor. Biz
de bunu söylüyoruz.
İstanbul konferansından söz ediyoruz. Gelin
bunları tartışalım... Sadece bir kişiyi çıkarıp ağıt yakarak bu iş çözülmez.
Elimde Doğu Anadolu’daki insanlarımızın anlattıkları var. Bunları göstersem
kimsenin gözünde yaş kalmaz…
Bu dönemde devletin gizli emirleri var mı?
- Teşkilatı Mahsusa ve Talat Paşa’nın gizli
emirleri söyleniyor. Ama sadece söyleniyor, belge yok, sunmuyorlar. Buna karşın
benim elimde yüzlerce belge var. Askerlerin önünde Ermeniler kaçırılıyor, buna
karşılık hemen o bölgenin kaymakamına işten el çektiriliyor, Divanı Harbe
veriliyor, ‘Suçlular bulunup cezalandırılsın, güvenlik olmadan kafile yola
çıkarılmasın’ deniyor.
Peki bu suçlardan yargılanan oldu mu?
- 1915-1916 arasında 524 kişi hapis
cezasına çarptırılıyor. 68 kişi kürek cezasına ve ağır hapse mahkûm ediliyor;
67 kişi idam ediliyor. İstanbul’un işgali döneminde ise işgal kuvvetlerinin
kurdurduğu mahkemelerde, 1919 sonrasında da 1397 kişi yargılanıyor. Bunlardan
da 16 kişi cezalandırılıyor. Üçü idam ediliyor.
Soykırım yok da Kürt ve Arap milislerin
fesatçılığı ve katliamı mı var?
- Sadece Kürt ve Araplar değil. Türklerden
de saldırıda bulunanlar var. Komiteler sizin çocuğunuzu öldürmüşse onlar da
silahlanıp sizi öldürmeye kalkışırlar. 300 bin civarında Ermeni ölmüşse 500-600
bin Müslüman ölmüş. Hepsine üzülüyorum. (Halil) Berktay diyor ki, Anadolu
Ermenilerden temizlenmiştir. Külliyen yanlış. 1915-16’da Anadolu’da 300 ila 450
bin Ermeni yaşadığı yabancı kayıtlarda yer alıyor. 1921’de 281 bin Ermeni
İstanbul ve Anadolu’da var. Hepsi tehcir edilmedi ki. İstanbul, Aydın, İzmir,
Kastamonu, Edirne Ermenileri duruyordu. 1918’de geri dönüş kararı çıkarıldı.
Belgelere göre Sevr öncesinde Anadolu’da 644 bin 900 Ermeni yaşamaktadır.
Amerika’ya gidenler hariç çoğu geri döndü. Baltimor, New York limanlarında
yolcu listelerini araştırdık. Buna yalan diyemezler. Ne kadar Ermeninin nereye
göçtüğünü, Ermeni araştırmacıların 52 doktora teziyle birlikte ortaya
koyulabilecek durumda. Karadeniz İngiliz istihbarat biriminin savaş kabinesine
sunduğu belgeyi de gösteririm. Ermeniler de Türkler de trajedi yaşadı.
Ermeniler sürgün edildi, öldürdü, öldürüldü. Ermeniler de 1914’ten başlamak
üzere müslümanları öldürdü. Dolayısıyla bu soykırımı olarak adlandırılamaz.
91 yıl önce yaşanan olayların bugünü bloke
etmesi nasıl önlenebilir?
- Hrant Dink ya da Orhan Pamuk’a destek
verenler bizim konuşmamıza engel çıkarılmasına ses çıkarmıyor. O tarihte
meydana gelen olayların iyice araştırılmamasına rağmen, daha terim olarak bile
olmayan soykırımı kelimesiyle tanımlamamazın istenmesi, o dönemde yaşayanların
şartlarını bilmeden o insanların canavar ruhlu olduğunu kabule zorlanmamız ne
kadar insanîdir; bunu kabul hakkımız ne kadar vardır? Bugünkü nesillere, hiçbir
mahkeme hükmü olmadığı halde, atalarının böyle bir cinayeti işlediklerini
kabule zorlamamız ne kadar doğrudur? Hele hele araştırmayacaksak ve sadece
birilerinin duygularıyla hareket edeceksek tarih bilimi neden vardır;
yargılamayacaksak hukuk dediğimiz olgu, insan hakları, demokrasi niçin olmazsa
olmazlardan sayılmaktadır? Böyle bir ortamda, bunlar olmadan soykırımı kabul
etmemiz nasıl istenir? Asla kabul etmeyiz, mümkün değil.
İsmet Demirdöğen / Radikal
ERMENİ
SORUNU ÜZERİNE CEVAPLAR
01.09.2007 tarihli Radikal 2 Gazetesi’nde
Doç.Dr. Levent Yılmaz imzalı ve “YUSUF HALAÇOĞLU’NA AÇIK MEKTUP” başlıklı bir
yazı yayınlanmıştır. Bu yazıya cevabımın da AÇIK OLARAK YAYINLANMASINI arzu
etmekteyim. Şimdiden teşekkür ederim.
Sayın Yılmaz’ın bilimsel araştırmaları
incelendiğinde, Ermenilerle ilgili bir araştırma yapmamış olduğu
gözlenmektedir. Buna karşılık şahsıma yönelttiği sorulardan konuya duyarsız
olmadığı izlenimini edindim. Öte yandan pekçok kitapta yönelttiği soruların
cevaplarının bulunmasına rağmen, tarafıma AÇIK MEKTUP şeklinde sorular
sormasını, kamuoyunun da bu konularda bilgilenmesine yardımcı olmak istediği
şeklinde yorumluyorum. Nitekim Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün gayretli
çalışmaları sonucu araştırmacıların istifadesine sunduğu Ermeni sorunuyla
ilgili çoğu belgeleri ve çevirilerini görmüş olduğunu düşünüyorum. Zira kendisi
Osmanlı Arşivi’nde hiç araştırma yapmamasına rağmen (zira arşivde araştırma
yapanların, çalıştığı tarih ve konusu ile gördükleri veya fotokopisini
aldıkları belgeler bilgisayara kaydedilmektedir) sorularında bazı belgelerden
söz etmektedir. Aslında araştırıcıların tarihi belgeleri, orijinalinden
incelemeleri tarih metodolojisinin bir gereğidir. Tabii ki bunun için Osmanlıca
bilmek şarttır. Ayrıca Türkiye’de 1915 olaylarının bir şekilde farklı
düşünceler içinde olanlar tarafından korkusuzca tartışılmasında büyük yarar
görüyorum. Bu nedenle Sayın Yılmaz’ın sorularını, Radikal okuyucularının da
izlemesi açısından faydalı buluyorum. Şimdi Sayın Yılmaz’ın sorularının
cevaplarına gelelim:
1. 14 Mayıs 1331 (27 Mayıs 1915) tarihli
kanun bugün kısaca tehcir kanunu olarak bilinmektedir. Bu kanun iddia edildiği
gibi sadece Ermenileri ya da Hıristiyan Osmanlı vatandaşlarını sürgün etmek
için çıkarılmış bir kanun değildir. Aynı kanun çerçevesinde savaş bölgesi veya
stratejik noktalardan Fransız, İngiliz ve Ruslarla işbirliği yaptıkları için
yoğun olarak Ermeniler nakladilmekle birlikte, Rum, Suryani ve Müslüman Araplar
da nakledilmiştir. Buna bağlı olarak Sayın Yılmaz’ın tehcirin hangi illere
uygulandığı sorusu da bu bakımdan anlamını yitirmektedir. Bununla beraber
tehcirin uygulanmadığı iller olarak, İstanbul, Edirne (Trakya dahil),
Kastamonu, İzmir, Aydın, Antalya, Manisa sayılabilir. Kanunun içeriğinde de
belirtildiği gibi savaş esnasında askeri otoritelerin ülke savunması için
aldığı kararlara karşı silahlı eylemelere girişenler (etnik ve dini durumuna
bakılmaksızın) nerede olursa olsun zorunlu göçe tabi tutulmuş veya
hapsedilmiştir. Tıpkı İkinci Dünya Savaşında ABD tarafından Pasifik
kıyılarındaki Japonların iç kesimlere nakli gibi. Böyle bir nakletme hakkı,
tabii ki Osmanlı Devleti için de geçerliydi. Nitekim Ermenilerin Suriye’ye
nakilleri, Arnold J. Toynbee tarafından bile “yasal bir güvenlik önlemi” (a
legitimate security measure) olarak değerlendirilmiştir (Acquaintances, OUP,
New York-Toronto, 1967, s.242.). Sayın Yılmaz’ın bu soruyu sorması bir art
niyeti ortaya koymasına karşılık, kendisini de gülünç duruma düşürmektedir. Öte
yandan kanunun uygulanmasına dair muhtelif çalışmalar bulunmaktadır. Mesela
bununla ilgili olarak TTK tarafından yayınlanmış kitaplar bulunduğu gibi (Bkz.
Kemal Çiçek, Ermenilerin Zorunlu Göçü 1915-1917,
Ankara, 2005; H.Özdemir, Y.Halaçoğlu, K.Çiçek, Ö.Turan, R.Çalık, Ermeniler : Sürgün ve Göç, Ankara 2005), bendenizin de “Sürgünden Soykırıma Ermeni İddiaları” (İstanbul 2006), “Ermeni Tehciri ve Gerçekler” (Ankara 2001) isimli kitaplar
incelenebilir. Sayın Yılmaz adeta bunları görmediğini ispata çalışmıştır. Öte
yandan, Sayın Murat Bardakçı tarafından yayınlanan belgeler hakkında, sanki
Sayın Bardakçı’nın bunların Talat Paşa’nın hatıra defteri olmadığını
söylediğini ve yazdığını bilmiyormuş gibi soru sormaktadır. Bununla ilgili
açıklamalarında Sayın Bardakçı, yayınladığı belgelerin Talat Paşa’nın evrakı
arasında çıktığını, belgelerdeki yazıların da Talat Paşa’ya ait olmadığını
zaten açıklamıştı. Buna rağmen Sayın Yılmaz’ın bir akademisyen olarak hala bu
evrakı soruyor olması da anlaşılır şey değildir. Bu evrakta nakillerin sadece
Suriye’ye olmadığı, yakın şehir ve kasabalara da yer değiştirme şeklinde
uygulandığı ifade edilmiştir. Sayın Yılmaz şayet arzu ederlerse bunu Sayın
Bardakçı’ya sorabilir. Kaldı ki Talat Paşa’ya ait olduğu söylenen söz konusu
defterdeki yazıyla birebir aynı karakterde yazılmış tehcir olunacaklarla ilgili
bir cetvel de ATASE tarafından yayınlanmıştır (Arşiv
Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri, 1914-18, Ankara, 2005, C. I, s.
439-444).
2. 13 Eylül 1331 (26 Eylül 1915) tarihli
kanun, yine etnik bir ayrım gözetmeksizin zorunlu iskâna tabi tutulan kişilerin
mal ve borçlarının devlet tarafından koruma altına alınması ile alakalıdır.
Nitekim bakanlar kurulu mazbatasında “iskân edilenlerin memleketlerinde kalan
mal ve eşyalarının veyahut kıymetlerinin kendilerine uygun şekilde iadesi
yapılacaktır” denilmektedir. Savaş sonrasında malların iade edilmesiyle ilgili
kararlar da çıkmış, hatta zarara uğradığını söyleyenler tarafından mahkemelere
başvurulmuştur. Bunların örnekleri Devlet Arşivleri tarafından yayınlanmıştır.
3. Zamanımızda “tehcir kanunu” olarak
nitelendirilen “Sevk ve İskan Kanunu” elbette Takvim-i Vekayi’de
yayınlanmıştır. Bu arada Sayın Yılmaz’a, Takvim-i Vekayi’nin “Resmi Gazete”
olduğunu ve orada yayınlanmadan hiçbir kanunun yasalaşmadığını hatırlatmak
isterim.
4. Bu kanun gereğince, tehcir edilenlerin
malları, alacakları ve borçları, bu iş için kurulan komisyonlarca yapılmıştır.
Komisyonların kuruluş ve çalışma esasları ile ilgili arşivlerde sayısız belge
bulunmaktadır ve TTK tarafından yayınlanan eserlerde bu belgeler açıkça
değerlendirilmiştir. Komisyonların kurulduğu ve malların tasfiyesini en iyi
şekilde yaptığı yabancı konsolos raporları ile de sabittir (US Archives, NARA
867.4016/142. Diğer örnekler için bkz. Kemal Çiçek, Ermenilerin Zorunlu Göçü,
s.63-76). Sayın Yılmaz’ın tehcir edilenlerin geride bıraktıkları mallarının
tasfiyesinin kabulüyle nasıl bir sonuca ulaşmak istediği anlaşılamamaktadır.
Tehcir edilenler yükte hafif değerde ağır eşyalarını yanlarına aldıklarına
göre, geride kalan mallarının (hasadı gelen üzüm, satılacak şarap, değer
kaybına uğraması muhtemel eşya veya malın) devlet tarafından emniyet altına
alınması kararı, savaş sırasında hükümetin yaptığı en insani uygulamadır.
Tasfiyenin her ilde titiz bir şekilde yapıldığı elbette savunulamaz ama ülkede
savaş durumu yaşandığı da göz ardı edilmemelidir.
5. İlgili kanun çerçevesinde tehcir
uygulanan illerde Emlak-ı Metruke Komisyonlarının kurulmasının
kararlaştırıldığı bilinmekle birlikte kaç komisyon kurulduğuna dair bir bilgiye
rastlanmamıştır. Bununla beraber tasnif edilen belgelerden komisyonların
kurulduğu kesin olarak anlaşılmaktadır. Ne yazık ki savaş ortamı olması
dolayısıyla taşrada tutulan defterlerin merkeze yollanamadığı anlaşılmaktadır.
Taşra arşivleri ise büyük savaşın ardından Milli Mücadele döneminin yaşanması
dolayısıyla yokolmuş veya belki de işgalcilerin eline geçmiştir. Şayet bir
şekilde bu defterlere ulaşılacak olursa, diasporanın iddialarına en güzel yanıt
bu defterler olacaktır.
6. Terkedilmiş Mallar Komisyonunda kimlerin
bulunduğu sorusuna gelince: 10 Haziran 1915 tarihli yönetmelik, Terkedilmiş
Mallar Komisyonu’nda bir başkan ile iki resmi görevlinin bulunacağını, bunların
Dâhiliye ve Maliye bakanlıklarından olmasını öngörmüştür. Diğer görevlilerin
seçimi, komisyonun bu üyelerine bırakılmıştır. Trabzon’daki Amerikan konsolosu
Oscar S. Heizer, söz konusu komisyonun tehcir edilenlerin mallarını nasıl
defterlere kaydettiğini ve depoladığını yazmaktadır (US Archives, NARA867.4016/142).
Tehcir edilenlerin mallarına sahip çıkılması Osmanlı hükümetinin duyarlılığını
ve tehciri geçici bir uygulama olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Zira ne
Müslümanları Kafkasya’dan Anadolu’ya süren Rusya’nın, ne de diğer Balkan
devletlerinin Anadolu’ya göç ettirilen Türk/müslüman göçmenler hakkında benzeri
bir uygulaması söz konusudur.
7. Sayın Yılmaz’ın Emlak-ı Metruke
Komisyonları’nı ısrarla “Tasfiye Komisyonları” olarak adlandırmasına katılmak
mümkün değildir. Bu komisyonların resmi adı “Emlak-ı Metruke Komisyonu” olup,
tehcir edilenlerin geride kalan mallarının korunması veya değer kaybetmesinin
önüne geçilmesi amacıyla hizmet vermişlerdir. Bugünkü Türkçeye aktarırsak,
“Terkedilen Mallar Komisyonu” karşılığındadır. Tasfiye anlamı çok farklı bir
kelimedir. Yukarıda da ifade edildiği gibi bu komisyonlar tehcirin yoğun olarak
yapıldığı illerde kanun gereği kurulmuştur.
8. 13 Eylül 1331 (26 Eylül 1915) tarihli
kanunda ve önceki kanun ve yönetmeliklerde ifade edildiği gibi komisyon
tarafından kayıt altına alınan mallar sahiplerine iade ve dönüşlerinde teslim
edilecektir. Savaş sırasında ve sonrasında komisyonlardaki para ve eşyaların
Ermenilere teslim edildiğine dair arşivde sayısız belge bulunmaktadır. (www.devletarsivleri.gov.tr/kitap/) Ancak yazarın iddia
ettiğinin aksine, 10 Haziran 1915 tarihli yönergeye göre mal sandıklarında
emanete alınan menkul ve gayri menkulün değerlendirilmesi tamamen Dahiliye
(İçişleri) Bakanlığının yetkisine bırakılmıştır.
9. Tehcir edilen Ermenilerin malları
üzerindeki haklarını elde etmeleriyle ilgili o tarihte bir düzenleme söz konusu
değildir. Malların iadesi ile ilgili esas kanun 1 Kasım 1918 tarihinde
yayınlanmıştır. Bu kanunun 4. maddesinde ise açıkça Ermeni evlerinde oturan
muhacir ve mültecilerin çıkarılarak asıl sahiplerine verilmesi ve mülklerin
iadesinin yapılmasını emretmektedir. Nitekim bir belgeye göre kanunun
çıkmasından itibaren 30-40 gün içinde Ermenilerden 23.420 kişinin meskenlerine
yerleştirildiği, bu sayıya kendi imkanlarıyla yerleşenlerin eklenmesi durumunda
60.000 kişinin bu şekilde evlerine yerleştiği belirtilmiştir (BOA, BEO.,
341055; Tasvir-i Efkar, 22 Aralık 1918, nr. 2598). Öte yandan bir ABD belgesine
göre geriye dönenler ve Anadolu’da yaşayanların Sevr öncesinde, 644.900 kişi
olduğu bilgisi yer almaktadır (US Archives, NARA 860 J.584).
10. Borçlu Ermeniler istisna tutulmak
kaydıyla, incelediğimiz belgeler ışığında tehcir edilen Ermenilerin mallarına
haciz konmasının söz konusu olmadığı belirtilmelidir. Zira o tarihte Ermeni
mevduatlarının büyük kısmı Fransız ve İngiliz sermayeli Osmanlı Bankası’nda
bulunmakta idi.
11. Ermeni mallarının iadesi konusunda 1918
sonrasında iktidarda olan bütün hükümetler titizlikle hareket etmişlerdir.
Bunun için “Geri Dönüş Kararnamesi” çıkarılmıştır (Bkz. BOA, Bâb-ı Âlî Evrak
Odası, No. 341055; Ayrıca orijinali için bkz. Y.Halaçoğlu, Sürgünden Soykırıma
Ermeni İddiaları, İstanbul 2006). Ayrıca bu konuda Doç. Dr. İbrahim Ethem Atnur
ve Dr. Bülent Bakar başta olmak üzere bazı araştırmacıların eserleri vardır. Bu
eserlerde terkedilmiş malların iadesinin hangi şartlarda yapıldığı ve hükümetin
konuya titizlikle yaklaştığı belgelerle aydınlatılmaktadır. Sayın Yılmaz’ın
arşivde malların iadesi ile ilgili olarak BOA, BEO’da 340947 nolu belgeyi de
incelemesini öneririm. Bu belgeden sorusuna daha tatmin edici yanıt alabilecektir.
TBMM’nin 14 Eylül 1338 tarih ve 284
numaralı kararının gerekçesini Uluslararası bir anlaşma olan Lozan Barış
Antlaşması oluşturmuştur. Bu bakımdan kararın gerekçesini öğrenmek isteyenler
Lozan Barış Antlaşmasının ek protokollerini okudukları takdirde bilgi elde
edebilirler.
12. Sayın Yılmaz, Anayasa Mahkemesi’nin
31.07.1963 tarihli kararının, Resmi Gazete’nin tarih ve sayısını da vererek
yayımlandığını belirtmesine rağmen, tarafıma kararın yayımlanıp
yayımlanmadığını sorması anlaşılamamıştır. Bu kararda 6 Ağustos 1340 (1924)
tarihinde malının başında bulunmayanların, bu tarihten sonra Türkiye’ye
dönseler de, mallarının hazineye intikal edeceği belirtilmiştir. Evet bu karar
yukarıda söz konusu edilen Lozan Antlaşması’nın tartışılan hususlarından biridir.
Bu malların kime verildiği, bedeli, satılıp satılmadığı gibi konuları ayrı bir
çalışma konusudur ve Sayın Yılmaz bu konularda bir araştırma yapacak ve
kamuoyuna açıklayacak olursa, büyük memnuniyet duyacağımızı belirtmek isteriz.
Bununla beraber bu konuda bir açıklama
yapmak zarureti de görülmektedir:
Anayasa Mahkemesi kararı dayanağını Lozan
Antlaşması’ndan almaktadır. Bu bağlamda müttefik devletlerce görüşmeler
sırasında Ermeni mallarına ilişkin dile getirilen talepler Türkiye tarafından
reddedilmiştir. Bu durum müttefik devletlerce de kabul edilmiştir. Lozan
Antlaşması’nın 64. ve 65. maddeleri incelendiğinde Ermenilere ait malların
iadesi konusunda Türk devletinin bir devletler hukuku yükümlülüğü altına
girmediği görülecektir:
Lozan Antlaşması’nın 64.maddesi bu
antlaşmada mali bakımdan zarara uğrayanları müttefik devlet vatandaşı gerçek ve
tüzel kişiler veya bu devletlerin vatandaşı olmadığı halde müttefik
(Türkiye’nin karşısında düşman olarak yer alan) devletlerce “himaye” edildiği
için Osmanlı makamlarınca düşman muamelesine maruz kalanlar (himaye altında
olanlar) şeklinde belirlemiştir.
Osmanlı Devleti’nin özellikle parçalanma
döneminde Osmanlı vatandaşı olduğu halde “himaye altına” giren azınlıkların yol
açtığı sorunlar ve kötüye kullanmalara bolca tanıklık etmişti. Azınlıkların bir
kısmı Türk vatandaşı oldukları halde Türk kanunlarına karşı kendilerine
dokunulmazlıklar elde etmişlerdi. O kadar ki 1863’te çıkarılan bir yönetmelikle
azınlıkların bu tür hukuki hilelerinin önüne geçmeye çalışılmıştır. Osmanlı
Devleti’nin azınlıkların bu tür davranışlarına gösterdiği tepkinin bir sonucu
olarak İmparatorluğun son zamanlarında bu tür hukuki statü sahipleri son derece
seyrekleşmişti. Buna rağmen İsmet Paşa Lozan Görüşmeleri’nin sonuna doğru (22
Haziran 1923) “himaye altında olanlar”dan “müttefik devletlerin sömürge
vatandaşlarının, bu ülkeler hukukuna tabi tüzel kişilerin” anlaşılması
gerektiğini ifade etmiştir. İsmet Paşa bunun dışında özel bir statüden
yaralanabileceklerin “sadece 1863 tarihli Nizamnamede belirtilen imtiyazlı
tercümanlar, kavaslar gibi konsolosluk müstahdemleri” ve müttefik devletlerin
büyükelçilikleri ile Babıali arasında irtibat sağlayan ama genellikle müttefik
devletlerin çıkarlarına hizmet etmeyi görev sayan sınırlı sayıda şahısları
kapsadığını ifade etmiştir. Müttefik devletlerin görüşmecileri de bu durumu
tasdik etmişlerdir. Ancak söz konusu şahısların müttefik devlet vatandaşları
gibi hukuki himayeden yararlanabilmeleri bunların bir haklarının himaye altında
olmaları sıfatı nedeniyle zarara uğraması halinde söz konusu olacaktı. Yine de
söz konusu şahısların mallarına kamu yararı gerekçesiyle idari hizmetlere
tahsis amaçlı ve bedeli ödenerek kamulaştırılan malların iade edilmeyeceği
öngörülmüştür ( Bkz. Cemil Bilsel, Lozan, II. Cilt, Sosyal Yayınlar, s.
464-465). Bir başka ifade ile Lozan Andlaşmasının 64.maddesinde mali hakları
iade edilecekler arasında Ermeni asıllılara dönük özel bir koruyucu hükme yer
verilmemiştir.
Konuyu biraz daha açacak olursak, Lozan
Antlaşmasının 64.maddesi malları iade edilecek kimseler arasında özel olarak
Ermenileri saymamıştır. Bu durum Ermenilerin birlikte hareket ettikleri
müttefik devletlerin de kabulü sonucu ortaya çıkmıştır. Aslında Lozan
görüşmeleri sırasında müttefik devletler mal iadesinden Ermenilerin de
yararlandırılmalarını talep etmişlerdi. Müttefikler Ermeniler mallarının
iadesini bir yükümlülük olarak düzenlemeyi ve antlaşma metnine koydurmayı çok
istemiş olmalarına rağmen buna muvaffak olamamışlardır. Türk tarafı bu
talepleri görüşmeye bile gerek duymaksızın reddetmiştir. Çünkü bu dönemde bir
devletin kendi vatandaşları ile yaşayabileceği hukuki uyuşmazlıklar devletin
milli yetkisi alanında kabul edilmekte, yabancı devletlerin bu konuya müdahil
olmaları hukuka aykırı sayılmaktaydı. (Ayrıntı için bkz. İlyas Doğan,
“Devletler Hukukunda Özel Mülkiyetin II. Dünya Savaşı Öncesinde Korunması
Anlayışı”, Hukuki Perspektifler Dergisi, Sayı 7,
Temmuz 2006, s. 189-197)
Türk devletinin bu tutumu bu dönemde genel
kabul gören devletler hukuku anlayışına dayanmaktaydı. Türk tarafının bu tutumu
karşı devletlerce de kabul edildiği için Ermenilere mallarının iadesine ilişkin
herhangi bir hüküm Lozan Antlaşması’nda yer almamıştır. Bu nedenle Türkiye
Devleti bu konuda devletler hukuku anlamında herhangi bir yükümlülük altına
girmemiştir. Lozan Andlaşması’nda Ermenilere dönük bir düzenlemenin yer almamış
olması konunun milli egemenlik alanına dahil olmasından kaynaklanmaktaydı. Bu
nedenle Ermenilerin Lozan Antlaşması’nın III. Kısımdaki malların iadesi
sürecinden yararlanmaları söz konusu değildi. Fakat vatana ihanet etmeyen ve
Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında yurtta kalmaya devam eden Ermeniler
için bu tür olumsuz sonuçlar söz konusu olmamıştır.
Lozan Andlaşması’nın 65.maddesi andlaşmaya
taraf devlet vatandaşlarının yabancı ülke egemenliğinde kalan menkul ve gayrı
menkul mallarının belirli ilkeler çerçevesinde iadesini öngörmekteydi. Bu
haktan yararlanabilecekler yukarıda da işaret edildiği gibi 64.maddede
sayılmıştır. 65.madde Osmanlı Devleti’nin kendi vatandaşlarına ilişkin bir
yükümlülük doğurmaya dönük bir hüküm içermemektedir. Unutmayalım ki devletlerin
kendi vatandaşlarının mülkiyet hakkını devletler hukuku konusu yapan ilk örnek
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’dir. Bilindiği üzere bu Sözleşmenin tarihi
1950’dir. Dolayısıyla devletler hukuku açısından daha önce “milli yetki”
kullanılarak ortadan kaldırılmış mülkiyet haklarının kendiliğinden yeniden
tesisi hukuken de mümkün değildir.
13. Sayın Yılmaz’ın bildiğinin aksine
terkedilmiş malların iki ayrı defterde tutulması hükmü ilk olarak 28.10.1331
(10 Kasım 1915)’den önceki bir tarihte, “sevk ve iskân kanunu”nun
çıkarılmasından 13 gün sonra, yani 10 Haziran 1915 tarihli yönergenin 3.
maddesinde yer almaktadır. Burada tutulan defterlerin aslının yerel idareye,
kopyasının söz konusu komisyona teslim edilmesi istenmektedir.
14. Sayın Yılmaz birkaç defa ısrarla
komisyonlar tarafından tutulan defterlerin nerede olduğunu sormaktadır. Her ne
kadar yukarıda bununla ilgili bilgi verilmişse de, Sayın Yılmaz’ın bu soruyu
ısrarla yöneltmesini Osmanlı arşivlerinde hiç araştırma yapmamış olmasına
bağlıyorum. Bununla beraber konu hakkında daha geniş bilgi edinmek isterlerse,
Sultanahmet’te bulunan arşiv müdürlüğüne başvurmaları yerinde olacaktır.
15. Talat Paşa’nın söz konusu telgrafı elbette vardır ve 6 Ocak 1916
tarihinde belgenin başında da yer aldığı üzere pek çok vilayete gönderilmiştir.
Bu telgrafın Sayın Yılmaz tarafından neden konu edildiği anlaşılamamıştır.
Çünkü telgrafın sadeleştirilmesi halinde şu anlam ortaya çıkmaktadır: “Ermenilerin
terk etmiş oldukları taşınabilir mallarının uzun bir müddet korunması, kimsenin
sahip çıkmadığı bu tür malların kayba uğramaması için belirlenecek şartlarda
Müslümanlar tarafından kurulacak şirketlere verilmesi, şirket kurucularının ve
sahiplerinin namuslu kimseler olması, şirketlere ortak olmaları için yarım ve
bir liralık hisse senedi çıkarılarak halka arzları, senetlerin yabancıların
eline düşmemesi için isme yazılı olması, buna benzer şartların uygulanmasıyla
ticaret hayatının geliştirilmesine dikkat edilmesi ve bakanlığa da bilgi
verilmesi” denmektedir.
Görüldüğü gibi, taşınabilir Ermeni
mallarının (bunlar içerisinde zirai ürünler, diğer bozulabilecek yiyecek
nevinden mallar) uzun müddet korunması talimatı verilirken, bu malların uzun
müddet muhafazası sonrasında tamamen işe yaramaz hale gelmemesi ve ziyana
uğramaması için belirlenecek şartlarla Müslüman şirketlere verilmesi ve bunun
da halka yaygınlaştırılması söz konusu edilmiştir. Nitekim göçmenlerin
mallarıyla ilgili yayınlanan talimatnamede, durmakla bozulması muhtemel eşya
ile hayvanlar, emlak ve arazilerden elde edilecek mahsulün müzayede ile
satılması ve bedellerinin mal sandıklarında muhafa edilmesi hükümleri vardır.
Sanırım Sayın Yılmaz’ın söylemeye çalıştığı şey, Ermeni mallarına el
konulduğunun tarafımızdan itiraf edilmesidir. Evet bazı Ermeni mallarına el
konmuş olabilir. Bunu araştırmak herhalde merak eden kişi tarafından
yapılmalıdır. Kaldı ki, belgede de belirtildiği üzere mallara doğrudan el
konulmamış, zaman içerisinde taşınabilir malların ziyana uğramaması için belli
şartlarla Müslüman kimselere verilmesi kararı alınmıştır. Mallarla ilgili tüm
problemler ise İngiltere ve Fransa’nın da katıldığı Lozan Antlaşması’yla
çözümlenmiştir. Sanırım burada Sayın Yılmaz’ın aynı hassasiyeti 1914 yılında,
başta Erivan olmak üzere Kafkasya’dan Anadolu’ya göçe zorlanan ve göç ettirilen
1.5 milyon göçmen için de düşünmesi gerekir. Zira bunlardan ancak 702.000’i
gelebilmiştir ve bu göçmenlerin malları ile ilgili hiçbir işlem yürütülmemiştir.
Keza aynı şekilde Balkanlardan sürgün edilen yaklaşık 5 milyon göçmen için de
aynı şekilde mallarına ait sorunlar dile getirilmemiştir ve sorgulanmamıştır.
Sayın Yılmaz bu göçmenlerin de haklarını gözettiği takdirde daha inandırıcı
olacaktır. Aksi takdirde yukarıdaki soruları soykırımı ispatlamak için
yöneltmişse, soykırım çok farklı bir hukuki terimdir ve yukarıdaki sorularla
ispatlanması veya iddiada bulunulması abesle iştigalden öte bir şey değildir.
Yusuf Halaçoğlu / Radikal
GERÇEKTEN
DE BELGE ZEHİRLİ BİR MEYVEDİR...
Sayın Levent Yılmaz’ın 17.10.2007 tarihli
Radikal gazetesinde çıkan yazısına cevaptır.
Sayın Yılmaz,
“Belge Zehirli Bir Meyvedir” başlığı ile
bana cevap vermişsiniz. Tarih araştırmalarında herkes bilir ki belge, temel
kaynaktır. Tabii ki belgenin niteliğini, tahlilini iyi yapma becerisini
gösteremezseniz, başka kaynaklarla karşılaştırma yapamazsınız veya yapmazsanız,
gerçekten zehirli bir meyve gibi olabilir. Hele hele geniş tarihi araştırmalar
yapmamış, belgeyi tarih metodolojisinin kuralları doğrultusunda kullanmamış,
arşivlere sadece istediği bir konuyu ispat için gitmiş veya “belgelerin dilini“
bilmeyenler için daha da etkileyicidir. Bir akademisyenin bunları bilmemesi
mümkün değildir. Ama beni bunlardan çok, tarafıma yanıt olarak gazetede
verdiğiniz cevaplar hayretler içinde bırakmıştır ve bu yüzden aslında size
cevap verip vermemek ikilemi içinde kaldım. Neden mi? Yazınızın başında ve 10.
maddesinde öyle iddialar ve ifadeler kullanmışsınız ki, şaşırmamak elimde
değildi.
Sayın Yılmaz. Osmanlı Tapu Tahrir
defterlerinin en son geldiği tarih 1650 yıllarıdır. Yani Tapu Tahrir Defterleri
Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve genişleme dönemine ait vergi veren nüfusu tesbit
için tutulmuştur. Yani 15. yüzyıldan başlar, 17. yüzyılın ortalarına kadar
gelir. En yoğun olduğu dönem 16. yüzyıldır. Bu defterlerde bütün şehirlerdeki
mahalleler, köyler, mezraalar ve hatta aşiretler ile yaylak ve kışlakları dahil
tüm bölgenin insanlarının baba adlarıyla kayıtları, elde ettikleri ürünler ve
bunlardan alınan vergileri yer alır. Sizin düşündüğünüz gibi bu defterler tapu
kayıtlarını ihtiva etmez. Dolayısıyla ifade ettiğiniz TARBİS projesi 16. yüzyıl
kayıtlarıyla ilgilidir. Buna rağmen düşünün ki siz benden 1914 ve 1916
yıllarına ait Tapu Tahrir Defterlerinin Türkçeleştirerek TTK internet sitesine
konmasını istiyorsunuz ve bunu 20. yüzyıldaki, yani 300 yıl sonraki Ermeni
mülkleriyle ilişkilendiriyorsunuz. Ne büyük hataya düştüğünüzün farkında
mısınız? Kusura bakmayınız ama bu isteğiniz bile sizin bu konuda ne kadar
bilgisiz olduğunuzu ortaya koyuyor. Ayrıca 20. yüzyılda Tapu Tahrir Defteri
olmadığını bilmemenizin ötesinde, her tarih araştırıcısının haberdar olduğu
böylesine basit bir konudaki bilgisizliğiniz Ermeni konusunda söylediklerinize
de ne derece inanılıp inanılmayacağını sorgulamayı gerektiriyor.
İkincisi ise arşivde araştırma yapanların
isimlerinin ve kullandıkları belgelerin kayıt altına alınmasına şaşırmışsınız
ve hatta bu konuda dava bile açabileceğinizi yazmışsınız. Komik duruma
düşüyorsunuz. Arşivlerde araştırma yapanlar gayet iyi bilirler ki, aldıkları
her belge kendilerine zimmetlenir, fotokopisini aldıkları her belgenin kaydı
kendi dosyasına konulur; bundan bile haberiniz yok. Öyle ki bu durumda sizin
İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri gibi yabancı arşivlerde de araştırma
yapmadığınız ve buraları da bilmediğiniz ortaya çıkıyor. Zira İngiltere’de
arşive gittiğinizde size üç nüsha kopyalı belge imzalatılırdı ve aldığınız her
belgenin numarası da kaydedilirdi. Şimdi ise daha da ileri gidilmiş, tarafınıza
verilen manyetik okumalı bir kart ile tüm belgeleri alma veya teslim etme usulü
getirilmiştir. Hatta, kafeteryaya gittiğinizde bile bu kartla ancak giriş-çıkış
yapabilmektesiniz. Ayrıca araştırma salonları kameralarla kontrol altında
tutulmaktadır. Yani hangi saatte nerede olduğunuz sürekli takip altında
bulunmaktadır. Bilim adamlarının arşivlerde yaptığı araştırmaların gizliliği
yoktur ve bu bütün arşivlerde böyledir. Çünkü belgeler araştırmaya açılmışsa,
gizliliği kalkmış demektir. Belgelerin araştıranlara zimmetlenmesinin ve onun
dosyasına kaydedilmesinin iki sebebi vardır. Birincisi belgeyi alan kişinin o
belge üzerinde, konulmuş kurallara aykırı herhangi bir hareketi olup olmadığı
ve gerektiğinde takibi (belgenin çalınması, tahribi v.s.), ikincisi ise, bir
konuda araştırma yapacakların, kendilerinden önce herhangi bir kişinin o konuyu
araştırıp araştırmadıklarını öğrenmelerinin sağlanmasıdır. Bu arşivcilikte
normal bir uygulamadır. Galiba siz arşiv denince herşeyin
gizli olduğu gibi bir inanca sahipsiniz. Halbuki arşiv araştırmaları bütün
dünyada açık bilimsel çalışmalardır ve herkese serbesttir.
Bu girişten sonra size arşiv belgeleri
konusunda nasıl bir cevap vereceğimi de doğrusu bilemiyorum. Zira belgelere
tapan biri olmadığınızı söylemekle birlikte gerekliliğini de söylüyorsunuz;
buna karşılık ifadenizden, sanki bizim belgelere taptığımız gibi bir anlam
çıkıyor. Tarih tabii olarak belge ile yazılır. Bu belge yazılı materyal
olabilir, kültürel yapılar olabilir, arkeoloji olabilir, hatırat türünden
olabilir. Tarih metodolojisi dediğimiz ve tarihçiler için olmazsa olmazların
başında gelen şüphecilik, her bilim adamının uyması gereken bir husustur.
Belgeye tapmadığını söyleyen, buna karşılık İzmir’den tehcir yapıldığını ifade
eden birinden, nasıl belgenin zehrinin etkisinde kaldığını ve bilmeden yediği
bu meyvenin onu nasıl yanlışlara düşürdüğünü görmesini bekleyemeyiz. Anladığım
kadarıyla Ermeniler için kullanılan “tehcir”in ne demek olduğunu da
bilmediğiniz anlaşılıyor. Zira İzmir’den komite üyesi oldukları için nakledilen
256 kişi dışında kimse sevkedilmemiştir (Bkz. DH.EUM. 2. Şube, nr.68/260).
Atıfta bulunduğunuz belgeyi dikkatlice inceyecek olursanız, sevkedildiği
söylenenlerin, söz konusu edilen komite üyeleriyle ilgili olduğunu göreceksiniz
ve ayrıca buradaki nüfusun tehcirden kurtulduğunu belirten yabancı arşiv
kaynaklarıyla da teyid edebileceksiniz. Tabii olarak, bu gibi belgelerden
haberiniz olmadığı için İzmir’in de tehcir alanı olduğunu iddia etmektesiniz.
Keza aynı şekilde Manisa, İstanbul, Tekirdağ gibi yerlerden de İzmir gibi
sadece komitelere destek veren kimseler sevke tabi tutulmuştur. Öte yandan
şayet tehcir sizin söylediğiniz şekilde sadece Ermeniler için çıkarılmış olsa
bile, o zaman aklınıza şu sorunun gelmesi gerekmez mi? Osmanlı yönetimi neden
sadece Ermenilerden kurtulmak istedi de, onlardan daha fazla nüfusa sahip
Rumlardan kurtulmak istemedi ve onları bir başka bölgeye sürmedi? Bunu da bir
düşünseniz ya! Öte yandan İstanbul’daki 100 bin civarındaki Ermeniyi,
Kastamonu’daki 14 bin, Edirne’deki 19 bin Ermeni’yi neden sürmedi? Belki
diyeceksiniz ki onlar çok göz önündeydi. Pekâlâ, o sırada Anadolu’da ABD,
Almanya, Avusturya konsolosları ile misyonerler ve yabancı okul öğretmenleri
yok muydu? Özellikle bu saydıklarımızın “tehcir”
denilen sevk sırasında Ermeni kafileleri ile birlikte hareket ettikleri de göz
önüne alınacak olursa, Anadolu’daki Ermenilerin de aynı şekilde göz önünde
olmadığı söylenebilir mi? Öte yandan olaylara tek taraflı bakmadığınızı
söyleyebilir miyiz? Hele hele sadece 1914 başından 1915 Mayıs ayında “tehcir”
kararı alınıncaya kadar, Ermeni komiteleri tarafından katledilen Müslümanların
sayısının 122 binden fazla olduğunu düşünürseniz... Dünya
Savaşı başladıktan sonra Ruslarla, İngilizlerle ve Fransızlarla Ermeniler
işbirliği yaptılar mı yapmadılar mı? Bunlara da bir baksanız ya? Kaç
yerde aynı zamanda Ermeni isyanı çıktı, daha sevk ve iskan kanunu çıkmazdan
önce? Bir tarihçinin bunları da düşünmesi gerekmez mi daha objektif olabilmek
için? Ermenilerin yaşadığı trajediden veya katledilmelerinden bahsederken
tarihçi olarak, her iki tarafın da yaşadıklarını araştırmak gerekmez mi? Mesela
1914 ile 1922 yılları arasında Ermeniler tarafından katledilen Müslümanların
sayısının 530 bin kişi olduğunu biliyor musunuz? Bu katledilenlerle ilgili
olarak Rus generallerin raporlarından haberiniz var mı? Bizzat olayların içinde
olan ve katliamları bizzat gerçekleştiren Antranik’in hatıratını okudunuz mu?
Dolayısıyla olaylara ne İttihad Terakki Hükûmetini savunmak, ne Ermenilerin suçsuzluğunu
ispat için çalışılmamalıdır. Tarihçinin sorumluluğu, yaşadığı zamandan onlarca
yıl önce olmuş bir olayı en doğru şekilde ortaya koymak ve hiç kimsenin
vebalini sırtına almamak için tarafsız olmaktır. Bu sebeple bizim bir tarih
bilim adamı olarak, o tarihte nelerin yaşandığını araştırmamız ve olayların
sebep ve sonuçlarını, başta Osmanlı ve diğer o dönem taraf devletlerin arşiv
belgelerini kullanarak tesbit etmemizdir ve tarafımızdan da bu yapılmaktadır.
Herkesin bildiği gibi, 1915 yılında 1,5 milyon Ermeninin öldüğü iddia ediliyor.
Gerçekten bu iddia doğru mudur ve 1915’te neler olmuştur? Herkes bilir ki,
tarihte bir takım olaylar olduğunda bunun karşı yönü de vardır. İddiaların
doğruluğunu araştırırken, nedenleri de araştırılır. Doğruya en yakına ulaşmak
için her iki tarafın da belgelerine bakılır. Bu iddialara karşı başta Ermeni
Milli Delegasyonu Başkanı olan Boghos Nubar Paşa’nın Fransız arşivlerinde
bulunan ve Fransız Dışişleri Bakanı’na yazdığı mektuplar, ABD’nin Mersin, Halep
konsoloslarının raporları, Alman konsolos ve büyükelçisinin raporları, o sırada
yazılmış sürgündeki Ermenilerin mektupları, yardım kuruluşlarının raporları ve
tabii olarak Osmanlı Devleti’nin belgeleri karşılaştırmalı olarak
değerlendirilmek zorundadır. Keşke Boston’da araştırmaya açık olmayan Taşnak
arşivlerini de araştırmamız mümkün olsa. Herhalde tarihçi olarak çok şey
öğreniriz. Yoksa bir belgeyle, bundan 90 sene önce olmuş bir olayı,
gözlerimizle görmüş, yaşanmış gibi kabul etmemiz bilim adamlığıyla bağdaşmaz.
Şayet olaylara böyle bakacak olursanız, 1915’te neler olduğunu, mağdur
Ermeniler kadar mağdur müslümanları, emperyalist devletlerin Ermeniler üzerinde
oynadıkları oyunları, Osmanlı Devleti’nin Ermenilere karşı uygulamasını daha
tarafsız bir şekilde değerlendiremezsiniz. Halbuki objektif olduğunuzda,
1895’te başlayan Ermeni isyanlarını ve bu isyanların hangi örgütler tarafından
çıkarıldığını, bu örgütlerin kimler tarafından kurdurulduğunu, isyanların
sadece hak aramak için mi, yoksa başka hedeflere mi yönelik olduğunu, o
tarihlerden sonra tutuklanan Ermeni militanlarının neden sık sık affa
uğradığını ve serbest bırakıldığını da bütün yönleriyle ortaya koyabilirsiniz.
Tabii buna bağlı olarak bugün hukuktan, demokrasiden bahseden, ama düne kadar
sömürgelerindeki insanların sırtına basarak, ekonomik kaynaklarını kullanarak
kalkınan ve bugünkü refah toplumu haline gelen devletlerin, parlamentolarında
“soykırım” kararlarını almalarındaki hikmeti daha iyi kavrayabilirsiniz. Aksi
takdirde 18 Aralık 1918’de çıkarılan geri dönüş kararnamesine rağmen, bu defa
da işgal kuvvetleriyle işbirliği yapan Ermenilerin, ikinci defa, bu kere sürgün
edilmedikleri halde, yaşadıkları toprakları terketmelerini anlayamazsınız.
Osmanlı arşivlerinde “henüz bulunmadığı” için nerede diye sorguladığınız
emlâk-ı metruke defterlerine karşılık, Boston’da, Ermenistan’da Taşnak
arşivlerinde ne gibi bilgilerin ve belgelerin olduğunu da sormak aklınıza
gelmez. Aynı tarihlerde Erivan’dan ve Kafkasya’dan sürgün edilen Müslümanların
mallarını da sormayı düşünmezsiniz; onların da Ermeniler gibi mağdur olup
olmadıkları sizi hiç ilgilendirmez. Zira insanlık sadece Ermenilerin haklarını
aramaktır size göre. Bu anlayış sizi, 16. yüzyıla ait olmasına rağmen Tapu
Tahrir Defterleri’nin neden yayınlanmadığını sormak hatasına düşürür. Ben de
size, gerçekten hangi ölçüde tarafsız olduğunuzu sizin vicdanınıza havale
ediyorum. Biz insan olarak, etnisitesine bakmaksızın acı çeken herkesin
yanındayız, ama acı çektirenlerle ve yaşanmışları çarpıtanların yanında değil.
Yusuf HALAÇOĞLU
TTK Başkanı
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder