MEVLÂNÂ Ebu’l-Hasan En-NEDVÎ
| |
Önsöz Yerine
KELÂM VE AKILCILIK BUHRÂNI
Gönül
Ehli Bir Kelâmcıya İhtiyaç Duyulması
MEVLÂNÂ’NIN HAYATI
Babası ve
Ailesi
Mevlânâ’nın
Doğumu ve İlk Öğrenimi
Babasının
Belh’den Göçü [2]
Mevlânâ
Konya’da
Mevlânâ’nın
Tahsil Yolculuğu ve Meşguliyetleri
Hayatında
İnkilab Olması, Halinin Değişmesi
Şems-i
Tebrîzî
Mevlânâ
İle Buluşması ve Büyük Değişme
Şems’in
Ortadan Kayboluşu
Mevlânâ’nın
Izdırabı ve Şems’in Dönüşü
Şems’in
İkinci Kayboluşu
Şam
Yolculuğu ve Sükûnete Kavuşması
Şeyh
Selahaddin Zerkûb
Hüsameddin
Çelebi
Mesnevî
Yazmaya Teşvik
Arkadaşlarını
Özellikle Seçmesinin Sebebi
Mevlânâ’nın
Vefâtı
Ahlâk ve
Özellikleri
Namaz
Kılış Şekli
Zühdü ve
Gözü Tokluğu
Cömertliği
ve Fedakârlığı
MESNEVÎ VE MESAJ
Akılcılığı
ve Zâhirciliği Reddedişi
Aşk ve
Muhabbete Çağrısı
Gönül
Dünyası
İnsanlık
Makamı
İşe,
Çalışmaya, Harekete Davet Etmesi
MESNEVÎ’DE AKAİD VE KELÂM
Allah’ın
Varlığı
Peygamberlik
ve Peygamberler
Ahiret
İrade ve
Zorlama
İllet ve
Malûl (Sebep ve Sebebe Dayalı Olmak)
Mesnevî’nin
Tesiri
HATİME
LAHİKA
Uyan
Çeviri
Yusuf
KARACA
Genel Yayın Yönetmeni: Adem KUŞKULU
Yazar : Ebu’l-Hasan En-NEDVÎ
Çeviri : Yusuf KARACA
Batı senin aklını başından almış,
Beyni büyülenmiş bir hastasın sen.
Seni ancak Mevlânâ’nın sıcacık Allah aşkı tedavi eder.
Muhammed İKBAL
Önsöz Yerine
Mevlana Celaleddin Rûmî, İslam ihsanının
(Tasavvufunun) yetiştirdiği, Kur’an gerçeklerinin geliştirdiği, Sünneti
Muhammedînin sözlerini süslediği, gönlünü genişlettiği, ufkunu durulaştırdığı
bir velî kuldur. Celaleddin olarak gerçekten dinin özüne ulaşmış bir İslam
yiğidi, Mevlana olarak da Müslümanların derin sevgisini kazanmış seçkin gönül
sultanı biridir o.
Hayatı anlatılırken, çocuk yaşta bir takım
olağanüstü olaylardan ve onun ulu bir kişi olacağı müjdelerinden bahsedilir. Bu
tür söylemler, şöhrete ulaşmış her kişi için genel halkın ağzında yaygın olarak
dolaşır ve o kimsenin önemine ve büyüklüğüne bir delil olarak gösterilir. Fakat
bütün bunlar, öyle kişilerin sonuçları (büyüklükleri) belli olunca ortaya
çıkar, başlangıçları sonuçlarına göre düzenlenir.
Mevlana Celaleddin Rumi’nin ve benzerlerinin
normal üstü geçmişlerinin olması kuvvetle muhtemeldir. Ama biz, onun, elimizde
olan eserlerindeki düşünce ve görüşlerini, doğrudan öğrenince artık onu tanımak
için geçmişlerindeki normal üstü olaylarla uğraşmaya ihtiyacımız kalmaz. Olgun
bir ağacın dallarını, budaklarını, çiçeklerini, yapraklarını gördükten ve her
zaman yararlandığımız meyvelerini tattıktan sonra o ağacın fidanken nasıl
olduğunu araştırmaya artık ihtiyacımız olmadığı gibi.
Aslında Mevlananın hayatını iki önemli safhada
incelemek gerekir:
·
Şems’le
görüşme öncesi hayatı.
·
Şems’le
tanıştıktan sonraki hayatı.
Birinci safhada o, iyi bir İslam bilgini, milletle ve devletle münasebetlerde iyi bir
yardımcı ve uyarıcıdır. Samimi her İslam bilgini gibi o, İslamın inanç, ibadet
ve hukuk sistemini anlatmaya ve uygulatmaya çalışmış, toplumla iç içe yaşayan
bir öğretici görevi yapmıştır.
İkinci safhada ise o, çok değişik ve farklı bir insandır. Bir kıvılcım onun ruh
dünyasında yangınlar çıkartmış, tufanlar koparmıştır. Şems (güneş) adında
meçhullerden gelen biri, uzaydan süzülüp gelen bir ışık halesi gibi Mevlana
Celaleddin Rumi’de buluşmuş ve onun gönlünde, hatta hücrelerinde İlahi aşk
olarak kendini göstermiştir. Artık Celaleddin Rumi, Mevlana olmuş, gecesi
gündüzüne, gündüzü gecesine karışmış, herkes içinde yalnız (büyüklükleri) iken
de herkesle iç içe yaşayan biri haline gelmiştir. Bu halini o bir gazelinde
şöyle anlatır:
Postuna oturmuş herkesin gözünde onurlu, vakar
sahibi biri idim ben,
İlahi aşk ateşine vererek sen, büyüklerin-küçüklerin oyuncağı yaptın beni.
Mevlanayı, Mevlana yapan, onu diğer
bilginlerden, bilgelereden üstün kılan bu ikinci safhasıdır. Allah aşkı ve
ilahi cezbesi onun düşünce dünyasını değiştirmemiştir ama onun ufkunu öyle
genişletmiş, kavrayışını öyle derinleştirmiştir ki daha önce ruhunda biriken
özlemler, gözlemleri inci dizisi gibi şiirlerinde dizelenmeye başlamış, şuurunda
biriken anlatılamaz duygular; vücudunu kendi ekseni etrafında döndürmeye
(kendinden geçip semah yapmaya) salmıştır. Cezbe halinde iken çevresini unutan,
kendi iç dünyasına dalan biridir. İradesi kendinde değildir. Ruhunda akıp giden
cezbe ırmağına kapılıp gitmiştir. Bir yerde kıyıya vuran, oradan karaya çıkan
aşk ırmağında yunmuş yıkanmış bir gül yumağı gibi çevresine güzel kokular
neşretmiştir. Onun cezbe dışında iken söylediği sözler, yazdığı dizeler
güllerden derlenmiş bir demete benzer. Anlattıkları akılları durduran ifadeler
ise insanı mest eden güzel kokular gibidir.
Mevlanayı bize asıl yönüyle tanıtan eserler her
nedense unutulmaya terk edilmiş, onun ruh yapısına hiç uymayan yapmacık,
artistik dönmeler Mevlananın kendisi olarak takdim edilmiştir. Bu güne kadar
Mevlanayı Mevlana yapan İslamın özünden bahsedilmemiş, onun ruh dünyasını bize
aksettiren eserleri, sözleri, fikirleri hiç dile getirilmemiş, fakat turist bir
Mevlana, uçuşan figürlerle gösteri yapan bir ekip bütün dünyayı gezdirilmiştir.
Halbuki Mevlanayı asıl yapısıyla anlatan; bir İslam bilgesi, çok derin bir
gönül adamı, İslamı kalplere en tatlı ve hikmetli sözlerle yerleştiren bir
davetçi olarak anlatan nice eserler vardır. Bunlar hala o şovcular tarafından
göz ardı edilmektedir.
Elinizdeki bu küçük eser, bir nebzecik de olsa
Mevlananın dizelerinden örnekler sunarak onun iç dünyasını tanıtmaya, gerçek
mana dünyasını anlatmaya çalışmıştır.
Mevlananın özü İslam ınancıyla nurlanmış ve
pırıl pırıl ışıklarla aydınlanmıştır. İslam, onun kalp yuvasına yerleşmiş
beyninin hücrelerine işlemiştir. Onun ruhuna Allah aşkı hakimdir. Zaman zaman
bu aşkın cezbesiyle kabına sığmamıştır. Bir tenceredeki su kaynama noktasına
ulaşınca sıkışan buharın kapağı fırlattğı gibi, içine sığmayan cezbesi onu
vecde getirmiş, dar mekanından geniş ufuklara uçmak istemiştir. Cezbe anındaki
hareketleri onun kanatlanıp uçmak isteyen davranışlarıdır. Ama bütün bunlar
derin imanı, İslam coşkusu, Kur’an neşvesidir. Hz Peygamber efendimize,
efendiler efendisi Muhammed (a.s.)’a o kadar bağlı, o kadar hayran, o kadar
aşıktır ki onun isminin anılması bile cezbelenmesine yetmektedir. Bu iman, bu
sevgi ve ilahi aşk onun canı olmuştur. Cansız beden hiçtir. Hiç’i herşey yapan
ise candır, ilahi aşktır.
“Ey insan!
Ecel rüzgarının söndürdüğü mum ışığı gibi olan insan aşkından vaz geç.
Allah aşkına ulaş ki; onun sonu yoktur, o sonsuz mutluluktur.”
Muhammed İKBAL
Mevlana Celaleddinin tefekkürünün kaynağı olan
İslamdan ve Kur’andan uzak olanlar Mevlanayı başka boyutlarda anlatmaya
teşebbüs ettiler, onu özünden soyutlamak istediler. Ama Mevlana onlara gayet
açık ve net şu sözleriyle cevap verdi:
Canım tenimde oldukça Kur’anın kölesiyim ben.
Efendimiz Muhammedin (a.s.) bastığı toprağın tozuyum ben.
… … …
Ben iki ayaklı bir pergel gibiyim.
Bir ayağım İslam şeriati üzerinde sapmadan durur.
Diğer ayağım her yeri gezer ve hep dolaşır.
Yetmişiki milletin halini inceler.
Yetmişiki milletin halini incelemesi demek, her
milletin, düşüncenin, anlayışın, idrakin incelemesini yapar. Dünya olaylarını
inceler, beşeri duyguları yorumlar demektir.
Mevlana doğduğu andan beri ülkeleri, bölgeleri,
beldeleri dolaşmış, her dereceden, seviyeden insanlarla karşılaşmış, büyük mana
ehli kişilerle dertleşmiş, onlarla gece-gündüz önemli meselelerin müzakeresini
yapmıştır. Böylece her çiçekten bal toplamıştır. Son dönemdeki Konya hayatı, bu
biriktirdiği balı (bilgiyi) peteklerine (kitaplarına) aktardığı safhasıdır. Bu
dönemde Mevlana tefekkür etmekte, mana aleminde ruhu Cebrailin kanadına
yapışmış gibi uçmakta ve ulaştığı gerçekleri şiirleriyle bize aktarmaktadır.
Celaleddin Rumi neyi aramakta, neye ulaşmak istemekte, gönlü ne ile sükun
bulmak istemektedir, bunu bir dizesinde şöyle anlatmaktadır:
Birde ne göreyim, yaşlı biri kapkaranlık bir
gecede elinde lamba köşe bucak dolaşıp durmakta.
Gözleri, kaybolmuş bir mücevheri arar gibi her tarafı dikkatle taramaktadır.
Ey efendi! Hayrola bu ne haldir, bu telaş bu arayış neyin nesidir, bu heyecan,
bu endişeli durum nedir dedim?
Dedi ki! bu yırtıcı hayvanların, beyinsiz varlıkların arasında yaşamaktan
bıktım, usandım artık.
Şu koca dünyada bir insan bulayım diye yollara düştüm, hep dolaşıyor ve onu
arıyorum.
Ruhuma huzur verecek, beni anlayıp sıkıntılarımı giderecek bir gerçek insan,
mert bir adam arıyorum.
Dedim ki! Ey gün görmüş adam kendini boşa yoruyorsun, var olmayan anka kuşunu
arıyorsun.
Boş yere kendini yoruyor, neden böyle bulunmaz şeylerle uğraşıyor, böyle
perişan oluyorsun.
Ben onu bulmak için varmadığım ülke, uğramadığım bölge, dolaşmadığım yer
kalmadı.
Sahraları, ovaları aştım, ayak basmadığım yer kalmadı. Ama onun izine hiçbir
yerde rastlamadım.
Yaşlı adam dedi ki! İşte ben o izine rastlanmayanı arıyor, bir gün ona ulaşırım
özlemini taşıyorum.
Bulunması güç, eşine çok az rastlanan o insanı bir gün bulacağımı umuyorum
Bu örnek insanı, bu model ve ideal mübarek
varlığa duyduğu yanış-yakılış dolu özlemi arapça yazdığı bir şiirde şöyle
yansıtmaktadır.
Ey kalp ve gönlümdeki nur, gel.
Cezbemin, dileğimin hedefi, gel.
Ey sevgi ve muhabbetin kendisini aştığı
Eşi bulunmaz sevgi yarışcısı, gel
Gelirsen eğer ne büyük bir mutluluk olur,
Gelmezsen eğer, her şey berbat olur, gel
Sen doğup yükselen bir güneş gibisin
Uzakta olsanda ey bana yakın olan sen, gel
Mevlananın aradığı insan diğer bir ifede ile
insanlarda aradığı üstün fıtrat, yüce kişilik, paha biçilemeyen mücevher ancak
hikmete sahip olan, ruhuna ilahi aşk hakim olan insandır. Çevresinde bu
güzelliklere sahip olanları kendine en yakın dost, sırdaş olduğu bir yoldaş
eylemiştir.
Muhammed İkbal son çağlarda Mevlanadan en çok
esinlenen, duygu ve görüşlerinden en çok etkilenen yüzyıllar sonra gelmiş bir
mürididir. Batı kültürünün, modern eğitimin çıkmazlara soktuğu durumlarda
Mevlanadan aldığı çözümlerle derdine çare bulmuş, çıkmazlarını açan kapılara
ulaşmıştır. Bir şiirinde buna işaretle:
Senin akıl ve mantığını batılıların büyüsü
hasta etmiştir.
Bunun şifası ve tedavisi Mevlananın aşk
ateşinde, gönül dünyasındadır.
İslam dünyası yeni bir Mevlana çıkaramadığından
böyle gönül ehli kimseler yetiştiremediğinden dolayı İkbal üzülmekte fakat tamamen
de ümitsiz olmamaktadır.
Ne yazık ki; acemin gül bahçelerinde bir
Mevlana daha çıkmadı.
Halbuki su ve toprak aynı İran suyu ve toprağı Tebriz şehri de aynı şehir.
Yine de İkbal İslam topraklarından ümitsiz değildir. Birazcık suya kavuşsun
hele bu topraklar bak ne münbittir.
Bu topraklara akan diriliş ırmaklarının suları
başka yönlere çevrilmiş, bir millete dinamizm verecek duygular çiğnenmiş, ne
varsa batıda var ondan sonrasının varlığı yokluğu birdir barbarlığı ile inancı,
kültürü, ruhu eritilmiş İslam toplumundan bir Mevlana değil bir Mevlana
çömezinin bile çıkması hayal dahi edilemez. İkbal bu durumu şöyle dile getirir:
Batı dünyası eşeğe altın ve mücevherlerle semer
vurarak onu dünyanın en üstün varlığı diye gösterir.
Ama bizim milletlerimiz kendi en değerli insanına semer vurarak onu eşek diye
gösterir.
Görüş ve düşüncelerine hayran olan batı
toplumuna karşı mistik bir danscı gibi takdim edilen Mevlanaya reva görülen bu
zavallılık daha başka nedir sanki. Mevlana için hangi araştırıcı bir akademi
kurulmuş, onu bu milletin evladına tanıtacak onun duygu ve cezbesine
ısındıracak hangi enstitüler harekete geçirilmiştir. Halbuki Mevlananın
öğrencisi durumundaki adamlarını, batı açtığı araştırıcı kuruluşları ile
dünyanın birer harikası olarak takdim etmektedir.
Mevlananın ancak adını bilebilen üniversite
eğitimi almış gençlerimiz,Tolstoyun, Göthenin, Şekspirin… daha bilmem kimlerin
hatta seçiminin karşılığı, hainliğinin bedeli olan bir nobelcinin hücrelerini
tanımaktadır. Kendinden utandıran, batıya taptıran hain bir zihniyetin eğitimi
bundan başka ne gibi bir sonuç verebilirdi.
Yine Muhammed İkbal’in ‘Darb-ı
Kelîm’ isimli eserinde Mevlana Celaleddin Rumi için söyledikleri ile
kendimizi bilelim, ne hallere düşürüldüğümüzü görelim.
-Senin yarı açık gözlerin hala gerçekleri
göremedi, hatta kendi varlığın bile kendine bir bilmece haline geldi.
-Senin namazın, Allaha yakarışların, Allaha
nazlanma sırrını hala tanımamakta, hala namazların (kıyamdan) ayağa kalkmadan
mahrumdur.
-Mevlana Ruminin duygu ve düşüncelerini
bilmediğin için elindeki sazın telleri kopuktur, hala kendi benliğinden
habersizsin.
Bu dizeler kendi ölçüleri içinde o kadar derin
anlamlar yüklü o kadar hoş hikmetlerle süslü ki, o güzellikleri aktarmak bizim
haddimizde değil ama benim diyen herkesin başarabileceği bir şeyde değil.
Gelecek zamanlar nelere yüklüdür hiç kimse
bilemez. Dünyada hayal edilmedik şeyler oluyor.Rejimler yıkılıyor, zalimler
devriliyor, içten ve dıştan payandalarla zorla ayakta tutulmak istenen tiranlar
teker teker gidiyor. Ancak bir tek şey hep ayakta dimdik duruyor. Gerçek…
gözler onu görmeyi beklemekte, bakışlarımız o hakikat güneşinin doğuşu ile her
şeyi tanımaya odaklanmaktadır.
Hz Hüseyin’in şehit edilmesi aslında Yezid’in
ebediyen gebermesidir.
Nice Kerbela faciaları gelip geçmiş ama İslam dipdiri ayaktadır.
Bu beyit bize pek çok şeyi anlatmaktadır.
Mevlananın gerçek yapısını bu küçük eserden öğrenerek ruhumuzu canlandıralım,
geleceğimize şevkle, umutla bakalım
Yusuf KARACA
Kasım 2006
Erenköy İSTANBUL
KELÂM VE AKILCILIK BUHRÂNI
Yedinci asırda bütün İslâm
dünyası ilmi kelâm konuları ve ilmi kelâm meseleleri ile çalkalanıyordu. Kelâm
ilminin tabirlerini, Mutezile ve Eş’arîlerin, sonra da Eş’arîlerle Hanbelîlerin
uyuşamadıkları ve aralarında çekiştikleri meseleleri bilmeyen kimse, okuma
yazma bilen (aydın) kişi kabul edilmiyordu. Bu yüzyılın başında (606 H.) İmam
Râzî vefat etmişti. O, ilmi kelâm borusunu öyle yüksekten, öyle tiz perdeden
öttürmüştü ki, onun yankısının dışında başka bir ses duyulmuyordu. İslâm
âleminin ilim ve fikir (bilgi ve düşünce) ortamı her meseleyi delile
dayandırmaya ve başka bir örnekle kıyaslamaya alışıktı. İlmî ve fikrî faaliyet
bu iki önemli müspet bilgi metodunu uzun süredir kullanıyordu. Bir şeyin gerçek
olup olmadığı ve dinin inançlarının herhangi bir maddesi; akıl delilleri,
mantık prensipleri ve felsefe metodları ile isbat edilmezse benimsenip kabul
edilmiyordu.
Eş’arî kelâmcıları, genel
hayatta her ne kadar Mutezile ve felsefecilere üstün gelmiş idiyseler de ve
kelâm ilmi karşısında onları susturmuş idiyseler de, Mutezile (itizâl) ruhu ve
azgınlığı bizzat kendi galiplerini mağlup etmişti. Eş’arîlerin kelâm ilmine
Mutezile’nin akılcılık ruhu sirâyet etmişti. Sonunda Eş’arîler de Allah’ın zâtı
(asıl varlığı) ve sıfatlarının, ince ve akıl ötesi (akla aykırı değil)
meselelerde ve açıklamalarda serbestçe tartışabilmeleri için akla çok geniş yer
vermişlerdi. Onlar da, dış görüntüleri ve duyuları, büyük ölçüde kesin sonuca
götüren bilgi kaynakları kabul etmişlerdi. Dinî meseleleri ispat etmeyi ve eşyanın
gerçekten var oluşlarını kabul etmeyi, delillendirmeye ve kıyasa dayamışlardı.
İşte bunun sonucu olarak
bütün İslâm âleminde bir, söze (kelimelere) ve delile dayanma modası hâkimiyeti
vardı. Kelâm ilmi, ondan ona nakletmekten (şu şöyle dedi bu böyle dedi
demekten) ibaret kalmış, nakledilen meseleler incelenmiyor, doğru veya
yanlışlıkları tartışılmıyor, üzerinde düşünülmüyor, ancak daha önceden
söylenmiş sözler aynı şekli ile nakledilip geliyordu. Bu yüzden bir süredir
ilm-i kelâmda herhangi bir yenilik, bir gelişme görülmüyordu. O zümre içinde
uzun zamandan beri Ebu’l-Hasan Eş’arî veya İmam Gazâlî gibi müctehid, zeki ve
derin kavrayışlı biri ortaya çıkmamıştı. Kıyas ve delil göstermedeki çok
aşırıcılık kafanın çalışmasını, beynin faaliyet gücünü artırmıştı ama
gönüllerin sıcaklığına, kalbin faaliyetine ve kesin imana da zarar vermişti.
Kelâm âlimleri delile
dayandırma yetenekleri, önermeleriyle ve sonuçlarının uyumlu oluşu ile
kendilerine karşı çıkanları susturmuşlardı, ama kalplere huzur, sükun ve iman
aşılamada, şüpheci ve tereddüt içinde olanlara kesin inanç ve kavrayış vermede
başarısız olmuşlardı. Onların bu delile dayandırma ve isbatlama metodları, kalp
ve kafalarda ilm-i kelâmın çözmeye gücünün yetmeyeceği yüzlerce kördüğüm
meydana getirdi. İlm-i kelâmın sürekli ilgisizliğinden, değer vermemesinden
hatta küçümsemesinden dolayı kesin inancın ve bilginin ana kaynağı olan vicdan;
tamamen geçersiz ve işe yaramaz bir hale dönüşüp gidiyordu. Dışta görünen beş
duyunun dışında bir de iç duyunun (sezgi) varlığı kabul edilmez hale geliyordu.
Bu bakımdan iç duyu (sezgi) olmadan duyulamayan, bilinemeyen, algılanamayan
meseleler ve gerçekler reddediliyor, itiraz noktası yapılıyordu. Onları inkâr
etme ve varlığını kabul etmeme eğilimi ortaya çıkıyordu. Kısacası bütün dünya
bir kelâm bilgisi buhrânına (çıkmazına) yakalanmıştı. Hepsine bir “akla dayanan
dış maddî görünüşe bağlılık” hâkim olmuştu. Ümmet-i Muhammed’in (a.s.) iş yapma
(aksiyon) gücü, bundan daha ötesi bu ümmetin ana malı (sermayesi) ve onun
enerjisinin kaynağı olan ve peygamberliğin nabzı gibi olan “aşk harâreti=gönlün
tâ derinliklerinden kopup gelen inanma ve iş yapma aktivitesi, canlılığı” sönüp
gidiyordu. Kalp yanıştan uzaklaşıyor, (aşk harâretinden) soğuyup gidiyordu.
Felsefe konuları ile ilm-i kelâmın kendi aralarında savaşmaları, çatışmaları;
İslâm dünyasını, içinde kîl ü kâlinin (dedim-dedi) çok olduğu ama, hayatın,
sevginin, marifetin ve basiretin olmadığı bir okula çevirmişti. Elbette gönül
ehli kimselerin toplandığı maneviyat adalarında aşk huzuru ve kesin iman nuru
bulunuyordu. Bunun dışında her taraf kelime tılsımlarına yakalanmış, dışta
görünenlere ve duyulara bağlanmıştı.
Gönül Ehli Bir Kelâmcıya
İhtiyaç Duyulması
Böyle bir durumda İslâm
dünyasının öyle yüce ve güçlü bir büyük insana ihtiyacı vardı ki, bu insanın
gönlü dertli (aşkla yüklü), beyni güçlü, mantığı büyüleyici, kalbi dağlayıcı
olmalıydı. Yani kalp ve akıl gibi her iki yönde de güçlü biri olmalıydı. Hem de
o, akıl bilgileri denizinin dibine ulaşmış olmalıydı. (Akılcılık denizinin
dibini keşfetmiş olmalıydı.) Kendi aşk harâretiyle ve iç yanışıyla, buz tutmuş
(donmuş) İslâm dünyasını yeniden ısıtmalı ve onun önünde kelimelerin ve dıştan
görünüşlerin büyüsü çözülmüş olmalıydı (Maddeci pozitivizme darbe indirmiş
olmalıydı.) Aklın bu “şekiller, nakışlar yurdu” olan dünyasında, gönüllere aşk
sûr’unu (borusunu) üfleyen biri olmalıydı. Güç denemesi, güreş yapması ve
muhaliflerini yenerek susturma yerine aklın şüphelerini gideren, kalbin
düğümlerini çözen ve akla, kalbe huzur, iman ve kesin kanaat ve tatmin dolduran
bir kelâm ilminin temellerini atan biri olmalıydı.
İşte bu insan Mesnevî isimli
kitabı ile kelâm ilminin aşırılıklarına ve aklın (kuruntuları)na karşı sesini
yükseltip karşı çıkan, hatta savaş açan ve değişen İslâm dünyasının şiddetle
ihtiyaç duyduğu yeni ilm-i kelâmın temelini atan Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (ö.
672 H.) idi.
MEVLÂNÂ’NIN HAYATI
“Mir’âtü’l-Mesnevî” kitabının
yazarı, basılmamış el yazması eseri olan “Sâhibü’l-Mesnevî” isimli kitabında,
Mevlânâ’nın hayat safhalarını çok geniş bir şekilde ve inceleyerek yazmıştır.
Biz burada onun özetini veriyoruz:
Babası ve Ailesi
Adı: Muhammed. Lâkabı:
Celâleddin’dir. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî olarak anılmaktadır. Soyu; babası
tarafından 9 kuşak geriye gittikten sonra Hz. Ebu Bekir Sıddîk’a ulaşır. Annesi
tarafından da Hz. Ali’ye ulaşır.
Mevlânâ’nın değerli ecdadı
Horasan’da[1] bulunan Belh’de yaşarlardı. Mevlânâ da orada doğdu. Mevlânâ’nın ana ve
baba kütüğünde büyük âlimler ve o dönemin sultanları vardır. Mevlânâ’nın ninesi
Melike-i Cihan, Harzemşah sultanlarının hanedanındandı.
Mevlânâ’nın babasının adı;
Muhammed. Lâkabı: Bahâeddin Veled idi. Tahminen 543 H. yılında doğmuştu.
Bahâeddin Veled Hazretleri; genç yaşında bütün ilimlerde yetişmiş ve üstün
dereceye ulaşmıştı. Onun ilmi o dereceye ulaşmıştı ki, Horasan’ın çok
uzaklarından çözümlenmek üzere zor fetvâlar ona gelirdi. Toplantı biçimi
sultanlar tarzında idi. Zaten kendisine, “âlimler sultanı” unvanı da
verilmişti. Âdeti; sabahtan öğleye kadar genel ders vermek, öğleden sonra özel
dostları ile hakikatler ve marifetler üzerinde sohbet etmekti. Pazartesi ve
Cuma günleri genel vaaz yapardı. Heybeti çok yüceydi. Daima düşünen kişi olduğu
görülürdü.
Mevlânâ’nın Doğumu ve İlk
Öğrenimi
Bahaeddin Veled’in oğlu Mevlânâ
Celâleddin-i Rûmî, 6 Rebiulevvel 604’de doğdu. Âlimler sultanı Bahâeddin’in en
samimi dostları arasında yüksek değerde bir büyük kişi olan, Tirmizî hadis
kitabının otorite âlimi Seyyid Burhaneddin vardı. Bahâeddin Veled onu oğluna
atalık (yetiştirici, eğitici, öğretici) tayin etti. Mevlânâ, 4-5 yaşına kadar
onun terbiyesi altında büyüdü. Babasının vefatından sonra da onun idaresi
altında manevî menziller katetti.
Babasının Belh’den Göçü[2]
Mevlânâ’nın değerli babasının
etkisi fazlaca artınca, davet ve nasihatleri herkes tarafından son derece
benimsenince, müridlerinin sayısı da çok çok artınca dönemin bazı âlimlerinin
hasedi kabarmaya başladı.
Bahâeddin Veled, vaaz ve
nasihatlarında; bazı kimseler semâvî kitapları, ilâhî emirleri arkalarına
attılar da felsefecilerin değerini kaybetmiş sözlerini kendilerine rehber kabul
ettiler, bunlar ne yüzle kurtuluş ve necât ümid ederler? diyerek Yunan
felsefesini ve filozoflarını tenkid ediyordu. Bu açık tenkid ve kötülemeden
dolayı zâhir ulemasının gönlünde ona karşı hoşnutsuzluk meydana geldi. Ama
Harzemşah kendisine çok değer verdiğinden bu kimseler, şikâyet ve gammazlama
fırsatı bulamıyorlardı.
Tesadüf bu ya, bir gün sultan
onu ziyarete geldi. Baktı ki etrafında muazzam bir kalabalık var. Saray
elemanları arasında olan bir âlime: “Bu ne kadar kalabalık böyle?” dedi. O
mübareğe de fırsat düştü ve: “Eğer bunun önü alınmazsa devlet düzenine bir
zarar gelme ihtimali vardır. O zaman önüne geçilmesi de imkânsız olur.” dedi.
Bu söz, Harzemşah’ın içine işledi. “Nasıl bir tedbir alınır da bunun önüne
geçilebilir?” diye sordu. Bunun üzerine o âlim şöyle bir yol gösterdi:
“Efendim, şehrin kalesinin ve hazinenin anahtarlarını kendisine göndererek;
bütün itibar size gösteriliyor, herkes sizin çevrenizde toplanıyor, bizde ise
sadece anahtarlar kalmış, alın onu da size gönderiyorum deyin.” dedi.
Bahâeddin Veled böyle bir
haberi alır almaz: “İslâm sultanına benden selâm söyleyin ve deyin ki: Bu iki
günlük fâni dünyanın bütün define ve hazineleri, ülke ve orduları padişahlara
lâyıktır. Bizim gibi dervişlerin böyle şeylerle ne ilgisi vardır? Sultan ve
ahbabı burada rahat ve huzur içinde yaşasınlar diye ben buradan memnuniyetle
çekip gidiyorum. Cuma günü vaazımı vererek çıkıp gideceğim”buyurdu.
Belh halkı bu durumu
öğrenince, şehirde büyük bir gerginlik başgösterdi. Harzemşah dehşetli bir
şekilde korktu. Adam gönderdi, sonra da geceleyin veziri ile bizzat kendisi
gelerek bu yolculuktan vazgeçirmeye çalıştı, ama o kabul etmedi. Sonunda ricâda
bulunarak, halkın haberi olmadan şehirden çıkmasını, yoksa büyük bir fitne
kopacağını söyledi. Bahâeddin bunu kabul etti. Cuma günü vaaz etti ve pazar
günü Belh’den Bağdat’a doğru yola çıktı. Bu vaazında, benden sonra Moğol ordusu
gelecek diye de Harzemşah’ı uyarmıştı.
Sultânu’l-Ulemâ Bahâeddin
Veled, öyle bir saygı görerek yolculuğunu sürdürüyordu ki, hangi şehrin
yakınından geçse oranın âlimleri ve ileri gelenleri şehrin dışına çıkarak
onları karşılıyor, büyük bir saygı, hürmet ve ikrâmla onu şehre getiriyorlardı.
Bağdat, Mekke-i Muazzama, Şam güzergâhında bu şehirleri ve daha başka yerleri
ziyaret ederek Malatya’ya ulaştı. Akşehir’de dört sene oturdu, ders okutmakla,
ilim öğretmekle meşgul oldu. Akşehir’den, o zaman Konya’ya bağlı olan
Lârende’ye geçti.
Mevlânâ Konya’da
Anadolu sultanı Alâaddin
Keykubad’ın isteği üzerine 626 H. yılında Konya’ya şeref verdiler. Sultanın
bizzat kendisi karşılayanlar arasında bulunuyordu. Karşılama sırasında atından
indi. Büyük bir alçakgönüllülük gösterdi. Konya medresesinde ikâmet etti. Sultan
ve pek çok devlet erkânı kendisine mürîd oldu.
Bahâeddin Veled hazretleri
Konya’da iki sene ikâmet ettikten sonra 628 H. de vefat etti.
Bütün bu süre içinde Mevlânâ
daima babası ile birlikte yolculuk yaptı. Bâtınî ve zâhirî (sözlerle, eşyaya
âit şekillerle, akıl yolu ile anlatılan zâhirî bilgileri ve insanın iç
dünyasının, sezgisinin, maneviyatının ortaya koyduğu manevî, bâtınî) bilgileri
ondan aldı. 22 yaşında iken Konya şehrine geldi. İleride artık bu şehir onun
hem yaşadığı, hem de toprağa verildiği yer olacaktır.
Sultanın lalası Emir
Bedreddin Gühertaş, onun derin ilmine ve keskin zekâsına hayran kalarak
Konya’da onun için Hüdâvendigâr Medresesi’ni yaptırdı ve bu medreseye bağlı çok
büyük vakıflar kurdu. Sultan Alâaddin Keykubad ona çok saygı gösteriyor, çok
değer veriyordu. Sultan, Konya kalesini tamamlayınca bir gün gezip görmesini
istedi. Bunun üzerine Mevlânâ şöyle dedi:
“Sel sularının ve düşman
atlarının girmemesi için iyi bir engel ama zulme uğrayanların dua oklarına
nasıl engel olunur? Hiç düşündünüz mü bu yüz binlerce burçları aşıp gelen, her
tarafı yakıp yıkan beddua oklarını? Adalet ve eşitlik kalesi inşâ ediniz ki
orada dünya güveni ve huzurun hayırlısı vardır.” Bu nasihatin sultan üzerinde
çok büyük tesiri oldu.
Bahâeddin Veled’in vefat etmesi
üzerine, âlimlerin, şeyhlerin ve dönemin sultanının görüş birliği etmesiyle
Mevlânâ Celâleddin onun yerine geçti ve öğretim, eğitim, irşâd ve telkin
görevini yürütmeye devam etti. Mevlânâ’ya mürebbîlik yapmış olan ve Tirmizî
hadis kitabının araştırıcı uzman bilgini olan Seyyid Burhâneddin, Belh’-den
Tirmiz’e gitmişti. Mevlânâ Bahâeddin Veled’in vefatından sonra Konya’ya geldi.
Mevlânâ kendisine mürid oldu, ondan tarikat ve sülûk dersleri aldı, büyük
manevî merhaleleri böylece katetti. Dokuz sene Mevlânâ ile sohbeti devam etti.
637 H. yılında vefat etti.
Mevlânâ’nın Tahsil Yolculuğu
ve Meşguliyetleri
Mevlânâ 630 H. de daha fazla
bilgi edinmek, ilim öğrenmek, manevî feyiz almak için Şam yolculuğuna çıktı.
Önce Haleb’e vardı.
Sultan Selahaddin Eyyubî’nin oğlu
el-Melik el-Zâhir, büyük âlimlerden olan Kadı İbn Şeddâd’ın ısrarlı teşviki ile
591 H. yılında çok büyük medreseler kurmuştu. Bu yüzden Haleb şehri de Şam gibi
ilimler şehri, bilgiler yuvası haline gelmişti. Mevlânâ Hâleb’de Halâviyye
Medresesinde kaldı. Kemaleddin İbn el-Adîm’den faydalandı. Mevlânâ, her ne
kadar ilim tahsili ile uğraşıyor idiyse de onun ergin kişiliğinin hâli o
noktada idi ki Sipehsâlâr’ın ifadesi ile hiç kimsenin çözemediği meseleleri o
derhal çözüyor, hiçbir kitapta olmayan sebepler ve deliller gösteriyordu.
Mevlânâ Haleb’den Şam’a
geçti. Burada o zamanlar âlimler meclisi olan Makdisiye Medresesinde kaldı.
Sipehsâlâr’ın yazdığına göre: Şam’da Şeyh Muhyiddin İbn Arabî, Şeyh Sadeddin
Hamevî, Şeyh Osman Rûmî, Şeyh Evhadüddin Kirmânî, Şeyh Sadreddin Konevî ile
sohbetleri sürüyordu ve birlikte başka hakikatler ve marifetler anlatıyordu.
634 veya 635 H. de Şam’dan
dönerek Konya’ya geldi ve artık sürekli orada kaldı. Seyyid Burhâneddin’in
637’de vefatından sonra beş sene boyunca zâhir bilgileri âlimlerinin kılığında
yaşadı. İlmî çalışmalar ve öğretim gayretleri içine gömüldü kaldı.
638’de, ilim meclislerinin
kendi çevresinde toplandığı Şeyh Muhyiddin İbn Arabî öldüğünden dolayı, ona
bağlı çevresindeki insanların çoğu Konya’ya geldiler. Onlar arasında Şeyh
Sadreddin de bulunuyordu. Doğu ülkelerinin harab edilmesinden dolayı âlimler ve
değerli kişiler Anadolu’ya yöneliyorlardı. Genellikle onlar Konya’yı
kendilerine sığınak ve yerleşme yeri seçiyorlardı. Bu bakımdan Konya âlimler
şehri haline geldi.
Bu âlimler içinde Mevlânâ’nın
değeri hepsinden üstündü. O günlerde Mevlânâ’nın meşguliyetleri; zâhirî
bilgilerle uğraşan âlimlerin uğraşı idi. Yani ders okutuyor, vaaz veriyor,
fetvâ yazıyordu. Mevlânâ, vakitlerinin pek çoğunu okutmakla geçiriyordu. Kendi
medresesinde 400 den fazla talebe vardı. Okutup öğretmesinin dışında
Mevlânâ’nın ikinci bir işi veya görevi de vaaz vermekti. Fetvâ yazması da ayrı
bir işi idi. Mevlânâ’ya bir dinâr aylık bağlanmıştı, bunu işte bu fetvâ
yazmasının karşılığı diye tahmin ediyordu. Bu konuda o kadar sert ve kesin
tavırlı idi ki, dervişlik ruhu üstün gelip de mecliste istiğrak hali (cezbeye
girip kendinden geçme hali) başlayınca bile bir fetvâ isteği geldiğinde derhal
haber verilmesini emretmişti. Kalem ve hokka daima yanında hazır dururdu.
Hayatında İnkilab Olması,
Halinin Değişmesi
Bu durumu 642 H.’ye kadar
devam etti. Bundan sonra Mevlânâ’nın hayatında en büyük inkılabı meydana
getiren olay ortaya Çıktı. Bu olay onu Mevlânâ Celâleddin Konevî (Konyalı)
olmaktan çıkarıp zamanın nadir yetiştirdiği meşhur Mevlânâ Rûmî yaptı. Bu olay,
Mevlânâ’nın Şems-i Tebrîzî ile buluşması ve onun varlığında kendini
kaybetmesidir. İşte onun şu sözü, bu olayı kısaca anlatmaktadır:
“Küçük molla Celâleddin,
Şems-i Tebrîzî’nin kölesi olana dek asla Rûm’un mevlâsı (efendisi) olmamıştı.”
Şems-i Tebrîzî
(Asıl adı Muhammed b. Ali b.
Melikdâd olan) Şems-i Tebrîzî’nin soyu sopu ne idi? Memleketi neresiydi
bilinmemektedir? Ona karşı olanlar, yaptıkları suçlamalara bir suçlama daha
katarak, onun soyunun ne olduğu da belli değil dediler. (Anası babası, hangi
aileden geldiği belli değil.)
Mevlânâ: “O, neredendir,
nerelidir, biz onu bilmiyoruz.” diyor. Çocukluğundan beri üstün kabiliyet ve
aşk cezbesi, muhabbet meşalesi taşıyordu. Kendi ağzından Menâkıbü’l-Ârifîn
isimli kitabında nakledildiğine göre; henüz erginlik çağına gelmemişken Hz.
Peygamber’in aşkı ile otuzar gün kırkar gün boyunca yemek arzusu duymadığı
olurdu. Zâhirî ilimleri okuduktan sonra Şeyh Ebu Bekir Sellebâfın (seleci)
mürîdi oldu. Bazı rivâyetlerden de anlaşıldığına göre Şeyh Zeyneddin
Sincâsî’nin mürîdi idi. Daha başka rivâyetlerde başka şeyhler denilmiştir.
Olabilir ki hepsinden de feyiz almıştır.
Böyle bir şekilde rûhu
doymayınca Allahın has kullarını aramaya çıktı, diyar diyar dolaşmaya başladı.
Öyle bir yolculuk yapıyordu ki gittiği yerleri ne memleketinden bir kimse
biliyordu ne de gittiği yörelerde kendini iyice tanıtıyordu. Siyah yün elbise
giyerdi. Her gittiği yerde kervansarayda yatardı. Büyük bir tüccar zannetsinler
diye kapıya kıymetli, sağlam bir kilit takardı. Ama içerde hasırdan başka
hiçbir şey yoktu.
Çok yolculuk yaptığından
insanlar ona “Kuş Şems” demeye başlamıştı. Tebriz, Bağdat, Ürdün, Anadolu,
Kayseri ve Şam’a seyahat etti. Geçimini kuşak örüp satarak sağlardı. Gıdasına gelince
o kadar az yerdi ki; bir sene Şam’da kaldı, haftada bir defa yemek yerdi. O da
bir tas çorba. Aynı zamanda onu da yağsız olmak üzere içerdi. Kimseyi sohbetine
dayanacak ölçüde bulmazdı da hep: “Ya Rabbi, bana sohbetime katlanacak bir
arkadaş nasib et” diye dua ederdi.
Mevlânâ İle Buluşması ve
Büyük Değişme
Şeyhi ona: “Anadolu’ya git.
Orada ciğeri yanık, kalbi susamış biri var, onu aydınlat gel” dedi. 26
Cemaziyelâhir 642 H.’de Pazartesi günü Konya’ya geldi. Şekerciler mahallesinde
ikâmet etti.
Bir gün Mevlânâ’nın ata
binmiş olarak geldiğini, etrafında insanların kendisinden faydalanmak için bir
şeyler sorup öğrendiklerini gördü. Şems ilerleyerek Mevlânâ’nın önüne gelip
durdu ve:
- Riyâzat ve ilmin amacı
nedir? diye sordu.
Mevlânâ da:
- Şeriat ve edebi bilmektir,
dedi.
Şems:
- Hayır, amaç; bilinene
ulaşmaktır, dedi ve Hakîm Senâî’nin şu şiirini okudu:
“İlim seni senden korumuyorsa,
Cahillik o ilimden çok daha iyidir.”
Mevlânâ’nın bu sözden rengi
sarardı, şaştı kaldı ve hayran kaldı. Ok hedefine saplanmıştı.
Mevlânâ, Şemsi yanına alarak
yerine geldi. Eflâkî’nin anlattığına göre; kırk gün boyunca Şems Hazretleri ile
bir odada kaldı. Oraya kimse giremiyordu. Sipehsâlâr; altı ay boyunca
Selahaddin Zerkûb’un odasında iki ulu kişi uzlette kaldılar, diyor. Şeyh
Selahaddin’in dışında kimsenin içeri girme yetkisi yoktu.
Şems’in gelişi, Mevlânâ’ya
yeni ruh ve hakikatler, yeni manevî hazlar dünyası bağışladı. Bizzat kendisi
şöyle diyor:
“Şems-i Tebrîzî bize hakikat yolunu gösterdi.
Onun gelişinin feyiz ve bereketi ile biz imân taşıyoruz.”
Bu ânâ kadar Mevlânâ zamanın
hocası idi. Kendisi postta (ders koltuğunda) oturandı. Âlimler, talebeler,
tasavvuf erbabı hepsi ondan faydalanıyorlardı. Şimdi Mevlânâ’nın kendisi
faydalanan biri ve bir talebe idi artık, Şems-i Tebrîzî ise feyiz veren, irşâd
eden, öğreten hocası olmuştu. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled diyor ki:
“Şeyh üstad; yeni öğrenen bir talebeye döndü,
Her gün onun huzurunda ders okuyordu.
Gerçi ilimde ve zâhidlikte en yetişkin biri idi ama
Güzel koku gösteren yeni bir ilim bulmuştu o.”
Mevlânâ’nın kendisi de şöyle
diyor:
“Dünyadan el etek çekmiş biri idim, sen şarkı
söyleyen biri yaptın beni,
Meclisin başına dert açan ve içki peşinde koşan biri yaptın beni.
Postuna oturmuş onurlu, vakar sahibi biri idim ben,
Çoluk çocuğun oyuncağı, küçüklerin eğlencesi yaptın beni.”
Sonunda Mevlânâ, Şems’in
gelmesiyle ve Şemsle buluşmasıyla ders verme, öğretme, vaaz ve nasihat etme
v.s. gibi uğraşlarının hepsini birden terketti.
Mevlânâ, her meselede Şems
hazretlerinin emrine tabi olup bütün diğer ilişkilerini kesmeye başlayınca, bu
iş Mevlânâ’nın diğer öğrencilerine, mürîdlerine çok ağır gelmeye başladı. Bir
huzursuzluk, bir homurtu yükseldi. Öfke ile birlikte bir çeşit şaşkınlık da
vardı.
Şems’in durumunu halk
bilmiyordu. Müridlerin kafasında şu vardı: Biz ömrümüzü Mevlânâ’ya hizmetle
geçiriyoruz. Mevlânâ’nın kerametlerini gördük. Her tarafa onun şöhretinin
yayılmasına biz vasıta olduk. Şimdi ortaya soyu sopu, nereden geldiği belli
olmayan meçhul bir adam çıktı, Mevlânâ’yı herkesten kopardı. Yüzünü bile
göremez olduk. Ders, vaaz, nasihat, her şeyi terketti. Mutlaka bir büyücü
olmalı bu adam, yoksa nasıl olur da böyle bir dağı bir çöp gibi çeker peşinde
sürükler götürür?
Kısacası; herkes Şems’e
düşman oldu. Mevlânâ’nın yanında hiçbir şey diyemiyorlar, ama köşeye bucağa
çekilerek ileri geri her şeyi konuşuyorlar; gece gündüz koşuşuyorlar, eskisi
gibi Mevlânâ’nın sohbetinden faydalanmak için, ondan feyz alabilmek için Şems’i
nasıl uzaklaştırabileceklerini düşünüyorlardı.
Şems’in Ortadan Kayboluşu
Şemseddin hazretleri, bu
insanların yersiz ve kaba davranışlarına sabretti. Mevlânâ’ya aşırı
bağlılıklarından dolayı bunların incinmiş olduğunu kabul ediyor, normal
görüyordu. Fakat iş çığırından çıkınca sonucun bir fitne ve fesada varacağını
gördü ve bir gece sessizce Konya’dan çıkıp gitti. Ahmed Eflâkî, bu birinci
gidişin tarihini 643 H. yılının Şevvâl ayının birinci günü olan Perşembe olarak
belirtmektedir. Buna göre birinci gelişte Konya’da bir sene üç ay kalmış
oluyor.
Şems’in ayrılışı Mevlânâ’ya
çok dokundu. Müridler kendi isteklerine uygun bir takım iyi şeyler düşünmüştü,
ama iş tam tersi oldu. Şems’in gidişinden sonra Mevlânâ’nın kendilerine
yöneleceği yerde, zaten az bir ilgisi vardı, o da tükenmeye, yok olmaya yüz
tuttu. Bazı anlayışsız kişilerin yanlış hareketinden ötürü samimi ve vefâkâr
insanlar da Mevlânâ’nın sohbetinden mahrum kaldılar.
Mevlânâ’nın Izdırabı ve
Şems’in Dönüşü
Sipehsâlâr’ın anlattığına
göre: Bu uzaklaşma, Şam’dan Mevlânâ’ya Şems’in mektubu gelinceye kadar sürdü.
Bu mektubu aldıktan sonra Mevlânâ’nın durumu değişti. Şems’in aşk ve muhabbeti
ile semâ yapmaya başladı. Şems hazretlerine karşı kötü davranışta bulunmayan
insanlara eskisi gibi ilgi göstermeye başladı.
Bu süre içinde Mevlânâ Şems’e
şiirle yazılmış dört mektup gönderdi. Bu mektuplarda kendi durumunu, hasretinin
dayanılmaz olduğunu anlatır. İlk hasret mektubunda şöyle yazar:
“Ey kalb ve gönlümdeki nûr, gel,
Cezbemin, dileğimin hedefi, gel.
Ey sevgi ve muhabbetin kendisini aştığı
Eşi bulunmaz sevgi yarışçısı, gel.
Eğer gelirsen ne büyük bir mutluluk olur,
Gelmezsen eğer, her şey berbad olur, gel.
Sen doğup yükselen bir güneş gibisin.
Uzakta olsan da ey bana yakın olan sen, gel.”
Bu sırada halkın gürültüsü
azalmış, huzursuzluk dinmişti. Şems’e karşı muhalefetleri son buldu diye güven
gelince, Mevlânâ Şems’i tekrar geri getirme yolları aradı.
Oğlu Sultan Veled’e; git
benim tarafımdan o değerli zâta selâm söyle de gelsin, şu hediyemi de
ayaklarının dibine ser, dedi; Benim tarafımdan şunu da söyle ki; kabalık yapan
müridlerin hepsi samimiyetle tevbe ettiler ve yaptıkları hataların
bağışlanmasını istiyorlar. Lütfen bu tarafa teşrif edip gelsin, dedi.
Oğlunun eline verdiği
mektupta, bu ayrılığın kendinde bıraktığı tesiri anlatır. Baş tarafı şöyledir:
“Senin bizi terkedip gittiğin günden beri
Huzurumuz, tadımız kalmadı, muma döndük.
Bütün gece boyu mum gibi yanıyoruz.
Onun ateşinden uzak, baldan da mahrumuz.
Ey Şam, Ermenistan ve Rûm’un kendisi ile övündüğü sen,
Akşamım, senden dolayı sabah gibi aydınlandı.”
Sultan Veled, Şems hazretlerini büyük bir saygı
ve muhteşem bir manzara ile Konya’ya getirdi.
Şems’in İkinci Kayboluşu
Şems hazretlerinin Konya’ya
gelmesiyle Mevlânâ’nın sevincine diyecek yoktu. Kabalık yapan herkes gelip özür
diledi. Bir süre sohbetler devam etti. Ortalıkta bir huzursuzluk yoktu. Bu süre
içinde Mevlânâ’nın Şems’e bağlılığı, ondan aldığı feyz eskisinden daha fazla
arttı. Fakat bu huzurlu günler fazla sürmedi, yeniden incinme sebepleri ortaya
çıktı.
Şems’in kaldığı yer,
Mevlânâ’nın kaldığı yere kadar uzanan salon odanın yanında idi. Şems Konya’da
evlendiği hanımı ile orada oturuyordu. Mevlânâ’nın ortanca oğlu (Çelebi
Alâaddin) babası Mevlânâ’nın yanına giderken oradan geçiyordu. Bu hareket
Şemseddin hazretlerinin gücüne gidiyordu. Birkaç kere şefkat dolu ifadelerle
anlattı ise de, bu sözler Alâaddin’e ağır geldi. Zaten Alâaddin; Şems
hazretlerinin, ağabeyi Sultan Veled’e daha çok değer vermesinden ötürü içinde
öfke besliyordu. Bundan dolayı meseleyi dallandırıp budaklandırdı. Fırsat
bekleyen insanlar bunu daha da dallandırarak; ne âlâ, dışarıdan bir meçhul adam
gelsin, Mevlânâ’nın evine elkoysun, oğlunu da eve koymasın! dediler.
Şems hazretleri sadece hilim
ve şefkatinden dolayı Mevlânâ’ya bu konuda bir şey söylememişti. Ama iş
çığırından çıktı. Bunun üzerine Sultan Veled’e derdini döken bir ifade ile dedi
ki: “Bu adamların hareketlerinden dolayı bir daha kimsenin göremeyeceği,
bulamayacağı bir yere çekip gideceğim.”
Mevlânâ’nın bazı
gazellerinden, bu olaydan tamamen habersiz olmadığı, hatta bundan endişe duyduğu
da seziliyor ve şiirlerinde tekrar gitmekten vazgeçmesini ricâ eden ifâdeler
görülüyor.
Her şeye rağmen, insanlar
arasında Şems aleyhine düşünceler yeniden kabardı. Bundan dolayı o da çok
üzüldü, kırıldı. Sonunda birden, kimse farkına varmadan ortadan kaybolup gitti.[3]
“Ansızın herkesin arasından kaybolup gitti;
Herkesin gönlündeki karanlıklar gitsin diye.”
Mevlânâ, sabahleyin medreseye
gelip de Şems’i evinde göremeyince bir nâra attı ve Sultan Veled’in
halvethânesine giderek: “Ey Bahâeddin, ne uyuyorsun? Kalk da şeyhimi ara,
ruhumu onun güzel kokusundan uzak buluyorum.” diye kapıdan seslendi. İki üç gün
boyunca her tarafı aradılar, ama Şems’in izine rastlayamadılar.
Bu kere Mevlânâ’nın durumu,
Şems’in birinci kayboluşundan daha çok değişti.
“Şeyh Celâleddîn, onun ayrılığından dolayı
mecnuna döndü.
Onun aşkından dolayı yersiz yurtsuz kalmış Yunus Peygamber gibi oldu.”
Bu şiiri onun duygusunu gayet
iyi açıklar. Yunus (a.s.)’ın, yerini yurdunu terkedip ayrıldıktan sonra Yunus
balığının karnında yedi gün kalmasına ve çektiği sıkıntılara telmih vardır.
Mevlânâ; Şems-i Tebrîzî’yi
üzen kimler varsa hepsini sohbetinden ve çevresinden kesinlikle uzaklaştırdı.
Fakat öncekinin aksine bu sefer vaktini gazeller yazmaya ve semâ yapmaya devam ederek
geçirdi. Bu, 645 H. yılının olayıdır.
Şems hazretlerinin
kaybolmasından sonra Mevlânâ iki gün boyunca onu aradı. Fakat hiçbir şekilde
izine rastlayamadı.
Bunun üzerine Mevlânâ’nın
durumu değişmeye başladı. Önceleri sadece benimsediği semâ yapmaya bu sefer
iyice sarıldı ve bir an olsun semâsız vakit geçiremez oldu. Medresede gezinip
duruyordu. Gizli, açık feryad eder, bağırırdı. Bütün şehirde bir hengâme
başladı.
İşte bu sıralarda Mevlânâ,
Şems’in hasretiyle dolu pek çok gönül yakan, ciğer parçalayan gazeller yazdı.
Onun en dokunaklı, elemli gazelleri bu devreye ait olanlarıdır.
Bütün bu acılarına,
huzursuzluklarına ve elemlerine rağmen; Anadolu’da Müslümanlar arasındaki
kardeş kavgası, Mısırlıların hücûmu, Moğolların baskınları, yağmalamaları ve
her tarafı yakıp yıkmaları ve İslâm dünyasının bir baştan bir başa dağınıklık
ve perişanlık içinde olması Mevlânâ’nın içinden çıkmıyor, daima kafasında ana
düşünce olarak yer ediyordu. Böyle bir ortamda Şems’in başına ne gelir diye de
endişe ediyordu,
Şems-i Tebrîzî’nin kaybolması
ona öyle dokunmuştu ki, biri yalan olarak Şems’i gördüğünü söylese hemen ona
sırtındaki elbisesini ikrâm ediyor, ona teşekkürler ediyordu.
Şam Yolculuğu ve Sükûnete
Kavuşması
Bu taşkın ye coşkun durumunda
Mevlânâ seyahate çıkacağını bildirdi ve Şam’a doğru yolculuğa başladı. Dostları
da onunla beraber yolculuğa katılmakta ısrar ettiler, bu şekilde Şam’a
geldiler. Mevlânâ orada da insanların gönlünde aşk ateşini tutuşturdu. Böyle
derin bir âlimin, bu kadar yüce bir zâtın nasıl olup da deli divâne hâle
geldiğine; böyle emsalsiz bir adamın; peşine takılıp diyar diyar aradığı
Şems’in kim olduğuna herkes şaşıp kalıyor, bu sırrı kimse anlamıyordu.
Şam’da Şems’in izine
rastlanmayınca Mevlânâ dedi ki: “Ben ve Şems iki ayrı varlık değiliz. O bir
güneşse ben bir zerreyim, o bir denizse ben bir damlayım. Zerrenin varlığı
güneştendir, damlanın ıslaklığı denizdendir. Öyle ise aramızda ne fark vardır?”
Birkaç gün sonra Şam’dan tekrar geri Anadolu’ya doğru yola revan oldu.
Birkaç sene Konya’da durdu.
Tekrar cezbesi üstün geldi, aşkı coştu. Birkaç kişiyi yanına alarak yine Şam’a
geldi. Bu sefer, ben kendim Şems’in aynıyım düşüncesiyle geldi. Şems’i aramak
ne demekti, artık kendini arıyordu. Bu sefer Konya’ya, Şems’de olan herşey
bende de vardır düşüncesiyle döndü.
Şam’dan döndükten sonra
Mevlânâ, Şems’i görmeden ümidini tamamen kesmişti. Ama Şems’de gördüğü hâli,
ondaki keyfiyeti, artık kendinde görmeye başladı. Sultan Veled de bu gerçeği
anlatan ifadelerde bulunmuş ve: “Her ne kadar Mevlânâ
Hazretleri Şems-i Tebrîzî’yi asıl şekliyle Şam’da göremedi ise de manevi hali
içinde onu kendinde hissetti.” demiştir.
Şeyh Selahaddin Zerkûb
Şam’dan ikinci kez döndükten
sonra birkaç gününü sükûnet içinde geçirdi. Ondan sonra Şeyh Selahaddin
Zerkûb’u kendine halîfe ve sırdaş yaptı. 647 H. yılında onu kendine has arkadaş
yaptı. Şems hazretleri yerine onu kendine yardımcı ve huzur dostu yaptı.
Şeyh Selahaddin, Konya’nın
yakınındaki bir köydendi. Balıkçılıkla uğraşan fakir bir ana babadan doğma
biridir. Selehaddin’in kendisi kuyumculuk mesleğini seçmişti. Önceden beri
dürüstlük ve güvenilirlikle ün salmıştı. Seyyid Burhaneddin Konya’ya geldiğinde
Salâhaddin ona mürid oldu. Onun idare ve murakabesi altında özel ihtisas elde
etti. Seyyid Burhaneddin vefat ettikten sonra Mevlânâ’ya tâbi oldu. Ölümünden
on sene önce Mevlânâ’ya yakınlık elde etti. Bu on sene içinde Mevlânâ’nın has
halifesi oldu. Şeyh, 657 H. yılında vefat etti.
Bu yakınlıktan sonra insanlar
yine hengâme meydana getirmeye, huzursuzluk çıkarmaya başladılar. Şimdi de
diyorlardı ki: “Şems bundan daha iyi idi. Hiç olmazsa o ilim sahibi idi. Bu
adam yerlidir, herkes bilir ki cahilin biridir. Ömrü boyunca kâğıt yırtmıştır.
Şimdi de kalkmış Mevlânâ’nın has kimsesi olmuştur. Mevlânâ gibi bir ilim
deryasının, bu makam ve seviyenin insanının böyle bir insana saygı göstermesi,
ikrâm izzet etmesi şaşılacak bir şey.”
Şeyh Selahaddin bunu duyunca
şöyle dedi: “İnsanların üzüntü ve sıkıntısı, bu kadar insan içinden beni,
Mevlânâ’nın neden yakın dostluğuna seçtiğinden dolayıdır. Fakat asıl meseleyi
onlar bilmiyor. Mevlânâ kendisine âşıktır, ben sadece bir aldatmacayım.”
On senelik bir hizmet ve
sohbetten sonra Şeyh Selâhaddin ansızın hastalandı ve muharrem ayının birinci
günü son derece kalb huzuru içinde bu yalancı dünyadan huzur ve sürûr dünyasına
göçtü.
Hüsameddin Çelebi
Şeyh Salahaddin’in vefatı
üzerine Mevlânâ, Hüsameddin Çelebi’yi kendine vekil ve halîfe yaptı. Zaten
Hüsameddin, Mevlânâ’nın has müridlerindendi. Mevlânâ’nın ölümünden sonra onbir
sene süre ile Mevlânâ’nın halifesi olarak görevini yürüttü. Türk asıllı idi.
Anadolu’nun meşhur ve etkili Ahi âilesine mensubtu. Şems-i Tebrîzî’ye ve Şeyh
Salahaddin’e bağlı, onlardan feyiz almış ve oldukça bol miktarda onlardan
istifade etmişti.
Hüsameddin Çelebi hazretleri
bütün hizmetçilerine, kendi başlarına istedikleri işi tutup yapmalarına izin
verdi. Ağır ağır bütün malını mülkünü Mevlânâ’nın hizmetinde harcadı. Sonunda
hizmetçilerine, kölelerine de yol verip, onları serbest bıraktı. Mevlânâ’ya o
derece saygılı davranır, edep gösterirdi ki Mevlânâ’nın tuvâletinde asla abdest
almaz, en soğuk günlerde bile her taraf buz kaplı iken evine gider abdestini
alıp gelirdi. Mevlânâ da ona öyle davranırdı ki; görenler, Mevlânâ onun mürîdi
mi, diye şüphe ederlerdi.
Mesnevî Yazmaya Teşvik
Mesnevî şaheseri;
yazılmasında Çelebi Hüsameddin’in teşvik ve özendirmelerinin, fazla payının
olduğu bir üründür. Hatta denilebilir ki; Mesnevî-i Şerif in ortaya çıkmasına o
sebep olmuştur.
Arkadaşlarını Özellikle
Seçmesinin Sebebi
Mevlânâ arkadaşsız huzur
bulamıyordu. Şemseddin Tebrîzî’den sonra Selahaddin, ondan sonra Hüsameddin
onun sırdaşı, gönüldaşı olmuştu. Hatta düşünce ve tahmin çizgimizi daha ileriye
doğru götürürsek açıkça görürüz ki, Seyyid Burhaneddin Tirmizî de bu gruba
dâhildi. Her ne kadar onun durumu hocası, babası mevkiinde olsa da, ondan da
büyük feyiz almıştır. Seyyid Burhaneddin’in ölümü ile Şems’in gelişi arasındaki
beş seneyi Mevlânâ, sanki bu süre içinde bir şeyin boşluğunu, yokluğunu
hissediyormuş gibi geçirdi. Bundan da şöyle bir sonuca varılıyor; Mevlânâ’nın
maneviyatında (ruhunda) gizli olan meziyet ve üstünlükleri dışarı çıkarmak için
bir etkene, bir harekete, bir iticiye ihtiyaç vardı. İşte Mevlânâ’nın Divan ve
Mesnevi’ si bu zâtların manevî teşviklerinin gözler önünde duran şahidleridir.
(Bâtınî teşviklerinin zâhirî şahidleridir.) Hüsameddin, başına gelen bir işten
dolayı sadece iki sene Mevlânâ’nın yanında bulunamamış, bu süre boyunca
Mesnevi’nin yazılması askıda kalmış, kalemi yürümemiştir.
Mevlânâ’nın arkadaşlarını
kendine dost seçmesi bir keşif ve kerâmete dayanmıyordu. Onun sözüne ve
anlayışına göre; sevgi ve muhabbetin sebebi cinsiyet olagelmiştir. Sultan
Veled’in sorusu üzerine bizzat Mevlânâ şöyle demişti: “Ben cinsî ilgiden dolayı
onları özellikle dost edindim.” Bir sözünde şöyle der: “İlgi ve görüşmelerden
doğan sevginin sonunda pişmanlık olmaz. Gerçek sevgi ve ilgilerden ve
görüşmelerden dolayı dünyada da, âhirette de pişmanlık olmaz. Nitekim bir amaç
ve menfaatten dolayı dost olanlar, şu âyette bildirildiği gibi âhirette ‘Keşke
ne olaydı da falanı kendime can ciğer dost edinmeseydim’ diyecekler. Samimi ve
hiçbir menfaat gözetmeden dost olan takvâ sahiplerinin hali de şu âyette
belirtildiği gibi olacak: ‘O gün can ciğer dost olanların bir kısmı bir kısmına
düşman olacaklar. Ancak takvâ sahibi olup menfaat karşılığı olmadan birbirini
sevenler bunun dışındadır’.”
Bizzat Mevlânâ’nın kendisi
şöyle der:
“İman etmeye zorlayan mûcizeler değil,
Fakat sıfatları kendine çeken cinsiyettir.”
Mevlânâ’nın Vefâtı
Sipehsâlâr diyor ki: Mevlânâ
ölmeden önce Konya’da kırk gün süre ile depremler sürdü. Eflâkî de şöyle
naklediyor: Mevlânâ henüz hasta yatağında yatarken yedi gün boyunca sürekli
deprem oldu. Bütün insanlar usandı da Mevlânâ’dan imdad istedi. Mevlânâ onlara
şöyle dedi: “Herhalde yer acıkmış yağlı lokma istiyor olmalıdır, derhal
isteğine erişecek, arzuladığını ele geçirecektir. Siz de bu sıkıntıdan
kurtulacaksınız”.
Hüsameddin Çelebi’nin
anlattığına göre; bir gün Şeyh Sadreddin, dervişlerin ileri gelenleri ile hasta
yatağında yatan Mevlânâ’yı ziyarete geldiler. Mevlânâ’nın halini görerek
üzüldüler. Sadreddin: “Allah âcil şifâlar versin, tamamen sıhhate
kavuşacağınızı umuyorum.” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ: “Artık şifâ size mübarek
olsun. Âşık ile mâşuk arasında kıl payı kadar mesafe kaldı. Onun da kalkmasını
ve nûrun nûra katılmasını istemiyor musun?” dedi.
Hastalığı sırasında şu gazele
başladı: Mevlânâ söylüyor Hüsameddin Çelebi yazıyordu. Hem yazıyordu, hem de
bir taraftan ağlıyordu.
“Git, başını yastığa koy ve beni yalnız bırak
Geceleri hep dolaşan ve perişan olan beni terk et.
Akşamdan sabaha kadar sevda dalgasıyız ve yapayalnızız.
İstersen gel bağışla, istersen git cefa et.
Belâya düşmemek için benden uzak dur.
Selâmet yolunu seç, belâ yolunu terk et.
Gam köşesinde biz ve gözyaşı,
Gözyaşımızın üzerinde yüzlerce değirmen kur.
Bizi öldüren, katı yürekli bir zalim vardır,
Kimse ona: ‘Döktüğün kanın bedelini öde’ demez.
Güzeller şahının vefalı olması gerekmez.
Ey yüzü solgun olan âşık, sen kendin sabret ve vefalı ol.
Ölümden başka çaresi olmayan bir derdim var,
O halde ben nasıl ‘Bu derdime deva ol’ derim?
Dün gece rüyamda aşk mahallesinde bir yaşlı gördüm;
Eliyle ‘Bize doğru gel’ diye işaret etti.”
Mevlânâ ölmesine çok yakın
şöyle dedi:
“Eğer mü’minsen ve doğruysan, ölümün de mü’min
gibi olur.
Yok kâfir ve kötüysen, ölümün de kâfir gibi olur.”
5 Cemaziyelâhir 672 H. de,
güneş batarken, hakikatleri ve marifetleri (ilâhî gerçekleri, herkes tarafından
bilinmeyen manevî bilgileri) anlata anlata vefat etti. Vefat ettiğinde Mevlânâ
68 yaşından 3 ay almıştı.
Cenaze dışarı çıkarıldığında
sanki kıyamet kopmuş gibiydi. Her millet ve ırktan insanlar bir araya gelmiş,
hepsi de ağlıyordu. Yahudi ve hristiyanlar, Tevrat ve İncil okuyorlardı.
Müslümanlar onları iteliyor, fakat onlar yine geri geliyordu. Arbede çıkar diye
endişe edildi de Konya valisi Muînüddin Pervâne’ye haber verildi. Pervâne;
hahamlara, rahiblere ve papazlara: Sizin bu işle ne ilginiz var? diye
sorduğunda dediler ki: “Biz geçmiş peygamberlerin asıl davalarını, anlatmaya
çalıştıkları gerçekleri onun sözlerinde bulduk. Büyük velîlerin hareket
tarzını, onun hareket tarzında gördük.”
Bunun üzerine o kimselere de
cenazeye refâkat etmelerine izin verildi. Kalabalık o kadar müthiş, izdiham o
kadar fazlaydı ki; cenaze sabahleyin erkenden medreseden alındı, akşama yakın
kabristana gelinebildi. Sonunda bu tasavvuf ve irşâd güneşi dış gözlerden
kaybolup gitti.
Ahlâk ve Özellikleri
Merhum Mevlânâ Şiblî, yazdığı
Mevlânâ Rûmî’nin Hayatı isimli eserinde şöyle yazıyor:
“Tasavvuf çemberi içine girmeden
önce Mevlânâ’nın hayatı, âlimlere özgü bir debdebe ve şatafatlı bir şekil
gösteriyordu. O atına binip de dışarı çıktığı zaman sadece âlimler, talebeler
değil hatta bir kısım yüksek seviyede devlet memuru da iki yanında yer alırdı.
Devlet erkânıyla ve sultanın sarayı ile de yakın alâkası vardı. Fakat tasavvufa
intisab edince bu durum değişti. Okutma, öğretme, ders verme, fetvâ yazma işi
devam ediyordu ama bu, daha önceki yaşayış tarzının hatırası idi. Yoksa artık
o, daha fazla sevgi ve marifet (ilâhî gerçekleri bilme) neşesi içinde mest
olmuştu.”
Haddinden fazla riyâzat ve
mücâhedeye (bir kenara çekilip ibâdet ve tefekkür haline) dalmıştı. Sipehsâlâr,
senelerdir yanında kalmış biri olarak diyor ki: “Ben onu hiç bir zaman gece
elbisesi (uyku kıyafeti) ile görmedim. Yaygı ve yastık asla bulundurmazdı.
İsteyerek yatıp uyumazdı. Uyku bastırıp da gözleri kapanırsa oturduğu yerde
uyurdu.”
Bir gazelinde şöyle diyor:
“Hangi yana doğru yatarsa yatsın, yastığı
dikenli olan biri rahat eder mi?”
Semâ toplantılarında
müridlerinin fazla uykusu gelirse onları düşünerek, serbestçe uyusunlar diye
sırtını duvara dayayıp başını dizlerine koyarak dururdu. Diğerleri rahata erip
uykuya dalınca kendisi kalkar, zikirle ve ibâdetle meşgul olurdu. Bir gazelinde
buna işaret vardır:
“Herkes uyudu ve gönül haline gelen beni uyku
tutmadı,
Bütün gece boyunca gözüm gökyüzündeki yıldızları saydı.
Gözümden uyku öyle kaçtı ki, bir daha asla geri gelmez.
Senin hasretinin zehirini içti de öldü uykum, artık geri dönmez.”
Namaz Kılış Şekli
Namaz vakti gelir gelmez
hemen yüzünü kıbleye çevirir, rengi uçar ve namazda son derece cezbe halinde
olurdu. Sipehsâlâr diyor ki: “Pek çok zaman kendi gözlerimle görmüşümdür ki;
yatsıdan sonra el bağlar ve namaza dururdu. İki rekât namaz kılıncaya kadar da
sabah olurdu.”
Mevlânâ bir gazelinde diyor
ki:
“Akşam namazı olunca herkes lambasını yakar,
sofrasını kurar
Benim uğraşım ise sevgilinin hayalîdir, üzüntüdür, inlemedir, ağlamadır.
Gözyaşıyla abdest alınca namazım ateş gibi hararetli olur,
Ezan sesi kulağıma gelince dertlerim mescitte beni yakar,
Sarhoşların namazı ne acayiptir. Sen söyle, acaba o sahih midir?
Çünkü aşk sarhoşu; ne zaman bilir, ne mekân tanır.
Acaba bu iki rekât mıdır, dört rekât mıdır? [4]
Zamanım olmadığı için hangi sûreyi okuduğumu
bilmiyorum.
Hakkın kapısını nasıl çalayım? Çünkü ne elim kaldı, ne gönlüm.
Vallahi; ne namaz kıldığımdan, ne rekâtın bittiğinden haberdarım,
Ne de filan kişinin imam olduğunun farkındayım.”
Bir keresinde kış mevsiminin
en soğuk günleriydi. Mevlânâ namaz kılıyor ve namazda o kadar ağlıyordu ki
yüzü, sakalı, gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Soğuğun şiddetinden gözyaşları sakal
tellerinin uçlarında donarak boncuk boncuk buz haline geldi. Ama yine de o
namazını bırakmadı. Kılmaya devam etti.
Zühdü ve Gözü Tokluğu
Tabiatında, son derece dünya
malına ilgisizlik ve gözü tokluk vardı. Bütün devlet erkânı çeşit çeşit
hediyeler, paralar gönderirdi de, Mevlânâ hiçbirini kendi yanında bırakmaz, ne
gelirse hemen Selâhaddin Zerkûb’a aktarır veya fakirlere dağıtılması için
Hüsameddin Çelebi’ye verirdi.
Bazen evinde büyük bir yokluk
sıkıntısı olduğu anlar olurdu. Oğlu Sultan Veled, dağıtılmak üzere gelenlerden
bir miktar eve bırakmasını babasından isterdi de o zaman eve az bir şey
bırakırdı. Evde yiyecek bir şey olmadığı gün çok sevinir ve “Bugün bizim evden
dervişlik kokusu geliyor.” derdi.
Cömertliği ve Fedakârlığı
Cömertliği ve fedakârlığı o
noktaya varmıştı ki, bir dilenci bir şey istediğinde yanında birşey yoksa
sırtındaki hırkasını veya bir elbisesini çıkarıp verirdi. Bu bakımdan elbisesi
de abası gibi, çıkarması kolay olsun diye önden açık olurdu.
Bir keresinde müridleriyle
yolda gidiyordu. Dar bir sokağın ortasında bir köpek uyuduğundan yol kapanmış,
geçilemiyordu. Mevlânâ orada durdu, bir süre öyle bekledi. Bir adam gelerek
köpeği kovaladı. Mevlânâ çok üzülerek; haksız yere ona eziyet verdin, dedi.
Bir gün iki kişi yolun
ortasında kavga ediyordu. Biri diğerine; “Ey melûn, bir dersen on duyarsın.”
dedi. Tesadüfen Mevlânâ oradan geçiyordu. Duydu da o adama dedi ki: “Ey
kardeşim, söyleyecek birşeyin varsa bana söyle. Çünkü bana eğer bin söylersen
ben bir bile söylemeyeceğim.” İkisi de Mevlânâ’nın ayaklarına kapandılar ve
birbirleriyle barıştılar.
Geçim tarzı ve geçim aracı
ise, ayda aldığı onbeş dinarlık maaşdı. Mevlânâ, bedavadan geçinmeyi hiç
sevmediğinden, aldığı bu aylık karşılığında vazife olarak fetvâ yazma görevi
yapıyordu. Müridlerine ısrarla: “Eğer bir fetvâ gelirse, ben ne durumda olursam
olayım bana haber verin. Görevimi yapayım ki bu maaşım bana helâl olsun.”
derdi.
Bir keresinde kendisine; Şeyh
Sadreddin’e binlerce lira aylık veriliyor, size ise sadece onbeş dinâr aylık
veriliyor dediklerinde Mevlânâ onlara: “Ama şeyhin masrafları daha çok, hatta
bana verilen bu onbeş dinar bile ona verilmeli.” dedi.
Mevlânâ, mizaç ve tabiat
olarak devlet erkânından, şatafatlı mevki sahibi olanlardan pek hoşlanmazdı.
Onlarla ancak güzel ahlâkından dolayı görüşürdü. Yoksa onlarla konuşmaktan çok
çekinir, uzak kalmaya dikkat ederdi.
Bir keresinde yüksek mevkiden
bir kişi; meşguliyetinden dolayı vakit bulup her zaman gelemediğini, bu
bakımdan seyrek gelebileceğini söyleyerek özür dileyince Mevlânâ ona: “Özür
dilemeye gerek yok, ben gelmenizdense, gelmemenize sevinirim” dedi.
MESNEVÎ VE MESAJ
Mevlânâ’nın yaşayış tarzından,
hallerinden ve görüntülerinden, onun coşkun ve cezbe dolu bir karaktere sahip
olduğu anlaşılıyor. Aşk onun fıtrat ve yaratılışında en yüklü biçimde yer
almıştı. Önceleri zâhir ilimleri, akıl ve mantık bilgileri ile uğraşması bu aşk
ateşinin üstünü kapatmıştı. Şems-i Tebrîzî’nin ateşli sohbeti onun fıtratını
harekete geçirdi. Yetişme tarzı ve çevresinin, fıtratı üzerine örttüğü perde
birden kalktı ve o, baştanbaşa yanış yakılış haline geldi.
“Sonunda her kılımdan alevler saçıldı,
Düşünce damarlarımdan kan yerine ateş çaktı.”[5]
Bu makama ulaşınca arif ve
velî kişinin aşk ateşi ile kavrulan her tüyünden şu ses gelir:
“Ya Rabbi, dünyada benim dostum, sırdaşım,
arkadaşım nerededir?
Sinâ çölündeki hurma ağacıyım ben, Mûsa’m nerededir?”[6]
İşte bu sebepten ötürü idi
ki, onun sırdaşsız, arkadaşsız yaşaması imkânsız olmuştu. Şems-i Tebrîzî’den
sonra eğer bir Selahaddin Zerkûb ve ondan sonra da Hüsameddin Çelebi olmasaydı,
onun sessiz ve sakin olamayan tabiatı huzura kavuşamazdı.
“Mumun kendi kendine yanışa geçmesi
imkânsızdır.”
Onu çeke çeke semâ yaptırmaya
alıp götüren, işte bu yakıcı ateşti. O bundan gıda alıyor, bu enerji ile
yaşayabiliyordu. Bir şiirinde şöyle der:
“Kendisinden dolayı bir araya gelme düşüncesi
doğduğundan,
Semâ; âşıkların gıdası haline geldi.
İç âlemimizin duygu ve düşünceleri ondan güç kazanır;
Hatta nây sesinden, semâ şekil haline geldi.”[7]
“O küçük cevizlerin ateşlenmesi gibi,
Aşk ateşi nağme ve feryadlardan dolayı güçlendi.”[8]
Bu yanış yakılış o sazı
harekete geçirdi ve artık sessiz ve sakin kalması imkânsız oldu. Bu bakımdan
onun kendi ifadesi ile
“Gönülden söyleme coşarsa bu bir sevginin,
dostluğun işaretidir.
Dilin tutulması, konuşamamak; bağdaşamamaktandır.
Sevgiliyi gören gönül nasıl ekşi (neşesiz) durur.
Gülü gören bülbül nasıl sessiz kalır.”
Bu sazdan, bu neyden çıkan
nağmenin hepsi birleşerek Mesnevi adını aldı. Bu eser, onun düşüncelerinin,
ahvâlinin, isteklerinin, etkilenmelerinin, görüşlerinin ve tecrübelerinin bir
aynasıdır. Bu eserde; sözleri söyleyenin, o kitabı yazanın elemi, yanışı,
heyecanları, cezbesi ve en güçlü kesin imanı parlamaktadır. İşte bu ise onun
evrensel değerinin, herkes tarafından benimsenişinin ve insanlar üzerinde
benzersiz etkisinin asıl sebebidir.
“Nâyın damarında nâyı üfleyenin kanı
dolaşmaktadır.”[9]
Akılcılığı ve Zâhirciliği
Reddedişi
Mevlânâ’nın yetişmesi tamamen
Eş’arî ilmi kelâmcıları çevresinde gelişti. Kendisi zaten başarılı bir
öğretici, mantık ve akla dayanan bir âlimdi. Allah’ın lütfu ve keremi onu
marifet ve basiret mevkiine eriştirince; sözden yaşamaya (kâlden hâle) bilgiden
görgüye, kelimelerden manalara ve deyimlerin, tanımların kelime sihrinden
yücelerek gerçeğe ve öze ulaşınca felsefe ve ilmi kelâmın yetersizliklerini ve
delillerle ispatlamanın, kıyasla göstermenin yanlışlıklarını anladı ve gördü.
Felsefecilerin, kelâmcıların ve mantıkla hareket eden delilcilerin dağarcığında
hiçbir şey bulunmadığı, bilgi kaynaklarının yetersizliği, onun gözlerinin
önünde belirdi. İşte bu yüzden açık ve net ifadelerle kelâm ilmini tenkid etti.
Çünkü o, her noktasına varıncaya kadar o geçidi tanıyordu. Bu bakımdan ne
söylediyse onun şahsî tecrübesi ve görgüsüydü ve bunun gerçek olduğunu hiç
kimse inkâr edemezdi.
O çağın felsefesi ve
akılcılığının en çok yüklendiği ve dayandığı şey dış algılar, maddî duyulardı.
Bu beş duyu, bilgi edinmenin ve kesin kanaat elde etmenin en sağlam ve
güvenilir aracı kabul ediliyordu. O beş duyunun algısına girmeyen, onlar
aracılığı ile ispatı yapılamayan bir şeyi reddetmeye ve onu inkâr etmeye doğru
bir eğilim gittikçe hız kazanıyordu. Mutezile bu duyuların en büyük meddahı ve
taraftarı idi. Bu beş duyu ile bilgi edinme, onun dışındakine değer vermeme,
gayba iman etmeye (gözle görülmeyene inanmaya) çok zarar vermişti. Şeriatın ve
vahyin öne koyduğu gerçeklere bir çeşit güvensizlik doğurmuştu. Mevlânâ bu
maddî duyulardan başka bir yol kabul etmeyenlere, onun heyecanlı savunucularına
çatarak buyuruyor ki:
“Beş duyu ile gerçeği görme, Mutezile
mezhebinin tuttuğu bir yoldur.
Gerçeğe ulaşmada sünnî olanın yolu ise, akıl gözüdür.
Mutezile’den olanlar duyularla büyülenmişlerdir.
Hak yoldan çıktıklarından kendilerini sünnî gösterirler.
Duyu (his) çemberinin dışına çıkamayan herkes Mutezile mezhebindendir.
Her ne kadar sünnîyim derse de inanma, kaypaklığındandır.
Duyu çemberinden kurtulan herkes sünnîdir.
Doğruyu görenler, akıllı olanlar, kendini görenlerdir.”[10]
O, yer yer, zâhirî (maddî)
duyuların dışında, insana bâtınî (manevî) duyuların da verildiğine işaret
etmektedir. Bu bâtınî duyular zâhirî duyular karşısında çok çok daha fazla
geniş çaplı ve gerçekçidir. Şöyle buyurur:
“Bu beş maddî duyunun dışında beş duyu daha
vardır.
O manevî olan beş duyu kırmızı altın gibidir, diğeri bakır değerindedir.
Pazarda avanaklar, topluluk içinde bulunurlar da,
Görme duyuları yanılır, bakırı altın sanıp satın alır.
Bedenin duyuları karanlık gıdayı yer.
Can ve gönül duyusu güneşten otlanır.”[11]
Ona göre; bir şeyi inkâr ve
red için, o görülmüyor demek veya duyular onu almıyor demek yeterli değildir.
Ona göre; bâtın (iç âlem), zâhirin (dış âlem) arkasında gizlidir. Bâtını inkâr
edenleri anlatarak şöyle diyor:
“İnkârcının delili de şöyle; diyor ki o, ben;
Bu zâhir (maddî görünüş) dışında bir tutanak görmüyorum.
Hiç düşünmez ki o, her taraf zâhir (maddî, dış görünüş)tür.
O gizli hikmetlerden dolayı fecir (aydınlık) gizlidir.
İlacın içinde şifâ gizli olduğu gibi,
Dış görünüşün arkasında manevî gerçekler gizlidir.”[12]
Demek istiyor ki; inkârcılar
kısa görüşlülükleri ve zâhir görüşlülükleri âdet edinmeleri yüzünden bâtınî
hakîkatleri görememişler ve asıl amaca ve hedefe ulaşmaktan mahrum
kalmışlardır.
“Ahmak kişiler, dış görüntüleri (duyguları) ele
aldıklarından,
Asıl gerçekler, onların gözüne görünmedi.
Şüphesiz asıl gaye ve hedefe ulaşamadılar.
Tahminler ve varsayımlarla zamanlarını harcadılar.”[13]
Beş duyudan (havâs-ı hamse)
ileri giderek (aşarak) aklı bile tenkid eder ve şöyle der: Gayb âleminin
gerçekleri ve peygamberlerin getirdikleri bilgiler konusunda akıl da
yeteneksizdir ve ona erişecek ölçüde değildir. Aklın, o konuda bir mukayese
yapacak yardımcı unsuru yoktur. Bir tecrübesi de bulunmamaktadır. Tuz denizinde
yaşayan tatlı suyu nasıl anlayabilir?
“Ey tuzlu su içinde yaşayan sen,
Ne bilirsin Ceyhan ve Fırat nehirlerini?”[14]
Sadece duyular ve önermelerle
hareket edip ona bağlı kalan, onun dışına çıkamayan aklı Mevlânâ, basit akıl ve
aklın bir parçası kabul etmektedir. Ona göre, şüphe ve vehimler basit aklın
eseridir. Karanlıklar dünyası onun yurdudur. O, akıl için başarısızlıktır, yüz
karasıdır, insan-oğlunun hüsranıdır. Böyle bir basit akıldan, böyle bir parça
akıldan divânelik (akılsızlık) daha iyidir.
“Basit akıl; vehim ve tahmin onun felâketidir.
Çünkü onun vatanı karanlıklar içindedir.”[15]
“Basit akıl, aklın yüz karasıdır.
Dünya işi ve uğraşı; insanı işsiz, uğraşsız yapar.”[16]
“Bu basit akıldan dolayı cahil kişi bile
Elini divâneliğe çarpması gerekir.”[17]
O şöyle demektedir: Ben bu
çok uzakları düşünen aklı denedim ve şu sonuca ulaştım:
“Çok uzakları düşünen, kollarını uzaklara salan
aklı denedim ben.
İşte bundan sonradır ki kendimi divâne yerine koydum.”[18]
Sonra o, gayet doğru ve
herkesin anhyacağı bir dille şöyle demektedir: Eğer akıl, tek başına dinî
bilgileri ve gerçekleri kavramakta yeterli olsaydı o zaman mantıkçılar,
delilciler ve kelâmcılar herkesten daha bilgili ve dinin sırlarını bilen
kimseler olmalıydı.
“Bu konuda eğer akılla yol tam görülebilseydi;
Fahreddin Râzî dinin sırlarını eksiksiz bilmeliydi.”[19]
Ona göre, insanların süsleyip
püsleyip ortaya koydukları bilgiler; gerçek bilgi için bir perdedir. Bunlar,
tasavvuf yolunu tutanlar için çözülme ve huzursuzluk kaynağıdır. Bu bakımdan
gerçek iman ve kesin bilgi için onları artırma yerine azaltmaya gitmeli ve
insan, boynunu ondan kurtarmalıdır. Buyuruyor ki:
“Eğer isyan ve günahın az olmasını istiyorsan,
Senden hikmet azalsın diye gayret et. Çünkü
Kişinin kendi mizacından ve düşüncesinden doğan hikmet,
Allah’ın nurundan feyz almayan hikmettir. Ve o,
Dünya hikmetidir; şüpheyi ve tereddüdü artırır.
Dinî hikmet ise; insanı fezanın üstüne çıkarır.”[20]
Onun düşüncesine göre;
deliller, sebep göstermeler, önermeler sıralayarak bir sonuca ulaşma, sun’î bir
yoldur. Bu yolla çok sınırlı ve eksik sonuçlar elde edilebilir. Bu yolla dinî
gerçekleri ispat etmek, takma tahta bacakla çok rahat yürüyüp dünya seyahatine
çıkmak gibi imkânsızdır. Onun bu örneği ve getirdiği temsil, atasözü değeri
taşır ve herkesin dilinden düşmeyen bir tâbirdir.
“Delil ve sebeplerle hareket edenlerin ayağı
tahta bacak gibidir.
Tahta bacaklar ise hiç güvenilmez, tamamen dayanıksızdır.”[21]
Ona göre; Kelâm ilmi ve
kelâmcılar gibi incelemeler ve delil getirmelerle kesin bir bilgiye, kat’î bir
imana ulaşma zordur. İmanın kendine has özelliğini ve iman huzurunu vermez. Bu
bakımdan kelâmcılann taklid olarak daha öncekilerin delil ve kanıtlarını
nakletmeleri ve öğretilmiş (papağan) gibi anlatmaları ruhsuz, özsüzdür. Kesin
iman zevkinden ve huzurundan mahrumdur.
“O mukallid yüz delil gösterir, yüz açıklama
yapar.
Ancak bunların bir özü yoktur.
Çünkü söyleyenin, ne canı var, ne gücü.
O halde onun yaprağı ve meyvesi olur mu?”[22]
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî;
duyulara, deneyimlere ve bilgilere bağlı olan ve bu dünya ile sınırlı olan o
yarım akıl yerine, aklın kendisine yol gösteren, yolunun ışığı olan iman aklına
inanmaktadır. İman aklının bilinen akılla ilgisi, bilinen aklın bedenle ilgisi
gibidir ve iman aklı olmayan bir akla, akıl demek doğru değildir. O bakımdan
ancak bu iman aklına, aklın aklı denilebilir. İman nûrunu elde etmiş ve kesin
bilgi ve inanca ulaşmış, hakkı ve hakikati bulmuş kişiler, aklın aklına sahip
olanlardır.
“Felsefecilerin akıl ve mantık sistemleri bir
yerde durdu (işe yaramadı).
Kahraman aklın aklının, en sağlam, lekesiz dost olduğu anlaşıldı.”[23]
Yarım akılla insanoğlu nice
defterleri boş yere karalamış durmuş, ne manasız, isabetsiz sözlerle kitaplar
doldurmuştur. Aklın aklı ile dünyanın ufku aydınlıktır.
“Akıl bir tomar defteri baştanbaşa karalar,
Aklın aklının aylarla dolu ufukları vardır.
Siyahlıktan beyazlıktan uzaktır o.
Onun ayının ışığı can ve gönle doğmuştur.”[24]
İman aklı şehrin bekçisi
gibidir, yarım akıl ise korku, endişe ve dünyada tereddüt doğurur. İman aklının
gereği huzurdur, doyumdur, itminandır ve nefsin isteklerinden korunmadır.
“İman aklı, zabıta âmiri gibi adaletlidir.
Gönül şehrinin hâkimi ve muhafızıdır.
Akıl, vücutta imanın muhafızı olduğu için,
Onun korkusundan dolayı nefis zindandadır.”[25]
Onun nazarında; nasıl duyular
akla bağlı ve aklın emrinde ise aynı şekilde akla göre ruh üstündür ve ruh akla
hükmeder. Ruh bir işaretle binlerce düğümü çözer, bir parmak şıkırdatması ile aklın
zorluklan kolaylaşır.
“Ey filan! His (duyu), aklın esîridir
Akıl da ruhun esiridir, bunu bil.
Aklın bağlı elini çözen ruhtur.
Çözülmeyen işleri de çözen odur.”[26]
Felsefeci basit mantık
kaidelerinden ve başlangıç bilgilerinden ileri gidemez. Onun aklı henüz kapıdan
dışarı başını çıkarmamıştır.
“Felsefeci en basit mantık kaidelerinden söz
eder.
O; aklı ininden dışarı çıkartıp baktıramaz.”[27]
Felsefeci; bizzat kendi akıl
ve mantığının darbesini yemiş, felsefenin katlettiği bir kimsedir. O öyle
şanssız bir yolcudur ki arkasını hedefine çevirmiş yönünü de çöle çevirmiştir.
Bu bakımdan o ne kadar hızlı adımlarla yürürse o kadar çok hızla hedefinden
uzaklaşmaktadır.
“Felsefecinin kendisini, aklı ve düşüncesi
öldürmüştür.
O hedefine sırtını çevirmiş, yüzünü ise aksi istikamete çevirmiştir.
O ne kadar hızla ilerler, tez mesafe alırsa,
O kadar gitmek istediği yerden uzaklaşır gider.”[28]
Felsefeci dünya ile ilgili
bilgilerden haberdardır, çok geniş görüşü vardır. Yüzlerce şey bilir, ama
kendini bilmez, kendini tanımaz. Hâlbuki en büyük bilgi kendini bilmektir:
“Yüzbinlerce defa daha üstündür bütün
ilimlerden.
Kendi canını (varlığını) tanımazlar bu karanlık kimseler.
O, her maddenin özelliğini, niteliğini bilir, tanır.
Kendi cevherini anlatmaya (tanımaya) gelince, bir eşek gibidir o.
Her âletin ne işe yaradığını biliyor, ne olduğunu tanıyorsun.
Kendi değerini bilmemen ahmaklığındandır.
Bütün ilimlerin ruhu, özü şudur, şu.
Kıyamet günü kendinin kim olduğunu bilmendir.”[29]
O kendi döneminin
bilginlerinin ve kelâmcılarının, eski Yunan hikmet ve felsefesinden imana doğru
göç etmelerini istiyor. Hakiki ilim ve hikmet olan imana doğru gelmeye dâvet
ediyor.
“Yunan felsefesinden çekil gel artık.
İman felsefesini (hikmetini) de biraz oku artık.”[30]
O diyor ki; nefsi tezkiye
edip günahtan arındırmak suretiyle sağlam bir nefis tanımasına ulaşılır. Gönül
levhası ne kadar lekesiz ve temiz olursa iman hikmetinin nakışları o kadar
parlak ve aydınlık olur. İşte o zaman hoca olmadan, kitap olmadan
peygamberlerin getirdiği bilgiler ve marifetler insanın içine doğar da hikmetin
ağzı açılır, iman, kalbe akmaya başlar.
“Kendi kendini (kötü) niteliklerinden temizle,
kurtar.
O zaman kendinin tertemiz, pırıl pırıl asıl varlığını görürsün.
Kitap olmadan, yardımcı olmadan, yol gösterenin olmadan.
Kalbin içine doğduğunu, peygamberlerin getirdiği bilgileri görürsün.”[31]
Başka bir yerde de şöyle der:
“Kalp aynası tozdan kirden arınmış ve tertemiz
olursa,
Su ve toprağın dışındaki nakışları o zaman görürsün.
Gönül penceresi geniş ve camları da tertemizse,
Hiç bir vasıta olmadan Allah’ın nûru kalbe ulaşır.”
Aşk ve Muhabbete Çağrısı
Yedinci H. asırda esen
akılcılık ve soğuk ilm-i kelâm rüzgârı İslâm dünyasının doğusundan batısına
kadar ulaşmıştı. Bu soğuk rüzgârlardan dolayı kalp tencereleri soğumuştu. Bir
yerde aşk kıvılcımları varsa da küller altında gömülüp kalmıştı. Bir baştan bir
başa İslâm âlemini pörsümüş yürekler, hatta ölmüş gönüller kaplamıştı. Daha
sonraları bunu tasvir eden biri şöyle demiştir:
“Aşk ateşi sönmüş her taraf kapkaranlıktır.
Ortada Müslüman yok sanki bir kül yığını var.”[32]
Bu soğuk ve uyku veren
uyuşturucu hava içinde ve böyle bir ortamda Mevlânâ aşk sesini, muhabbet
nağmesini, sevgi nârasını yükseltti. Bu ses, bu aşk nağmesi İslâm âleminin
bedeninde şimşek gibi çaktı, gök gibi gürledi. Mevlânâ bütün gücü ile aşka
çağırdı. Muhabbetin büyüklüğünü ve aşkın hârikulâde başarılarını açıkladı.
“Aşktan acılar tatlı olur, aşktan bakırlar
altın olur.
Aşktan kirler tertemiz olur, aşktan hastalıklar şifa bulur.
Aşktan hapishane gülistan olur, aşksız olursa bahçe küllük olur.
Aşktan taş, yağ (gibi) olur (erir), aşksız olursa mum, demir (gibi katı) olur.
Aşktan hastalık iyi olur, aşktan kötülük iyi olur.
Aşktan ölü, canlı olur (dirilir), aşktan sultan, köle (gibi) olur.”[33]
O, aşkın güçlü ve diriltici
nimetini anlatırken şöyle der:
“Bu toprak vücûd aşkdan dolayı fezaları aşıp
kâinat üstüne çıktı.
Dağ harekete gelip raksetmeye başladı, baştan çıktı.
Ey âşık, Tûr dağının canı aşktan coştu, cezbeye geldi.
Aşktan Tûr dağı mest (sarhoş) oldu. Hz. Mûsa da kendinden geçip yere yığıldı.”[34]
O buyuruyor ki: Aşk son
derece gayretli ve benlikçidir. O yedi iklimin saltanatını aklına bile
getirmez. Kim bir kere onun tadını tadarsa bir daha o, hiç bir kimseye doğru
gözünü kaldırıp bakmaz.
“Aşk, İki âlemden de ilgisiz kılar gönlü.
Gerçeği bulup, hakîkata ulaşma tadı bambaşka şeydir.”[35]
O iki âleme de ilgisizdir.
Dünyanın en büyük mesti, sarhoşu ve divânesidir:
“Aşkın her iki dünya ile de ilgisi yoktur.
Aşk divânelik ve mestanelik içinde olmaktır.”[36]
O, sultanlar sultanı,
arzulananların arzuladığıdır. Sultanların tacı tahtı onun ayaklarının
altındadır.
“Aşk son derece gizlidir ve açığa çıkması
insanı hayrete düşürür.
Canlar sultanının cânı onun hasretini çekmektedir.
Onun mezhebi yetmiş iki milletin haricindedir.
Sultanların tahtı onun yanında tahta iskele gibidir.”[37]
O, bu gayretli aşkı ve bu
cesur fakirliği anlatmaya başlarken kendinden geçmekte ve cezbeye kapılıp mest
bir hal almakta ve şöyle demektedir:
“Dünya mülkü, keyfini düşünen eyyamcılara helâl
olsun.
Biz aşk mülkünün (ülkesinin) ölümsüz kölesiyiz.”[38]
O diyor ki; aşkın hastalığı
öyle bir şeydir ki ona yakalanan hasta, aslâ şifâ bulmayı istemez, hatta daha
artması, yükselmesi için dua eder.
“Bütün hastalar şifâ arar, bu aşk hastası
Mevlana ise daha da fazla derd arar.
Bu zehirden daha da tatlı bir şerbet görmedim, hiçbir sağlık bu hastalıktan
daha iyi değil”[39]
“Fakat o öyle bir hastalık ki, ondan sonra
başka bir hastalık olmaz.”[40]
Bu hastalık öyle bir
hastalıktır ki binlerce sağlık ve sıhhat ona kurban olsun. Onun verdiği dert ve
sıkıntı, öyle bir dert ve sıkıntıdır ki binlerce rahat ve huzur onun uğruna fedâ
olsun.
“Aşk makamı öyle ki; sağlık ve sıhhatin
canıdır.
Onun verdiği elem ve sıkıntılar her rahat ve huzurun arzusudur.”[41]
Bu tertemiz aşk eğer günah
ise, böyle bir günahın önünde sevaplar hiç kalır. Bununla bir saat içinde elde
edilen ilerleme, riyâzatla senelerce elde edilemez.
“Hiçbir sevap bu aşk günahından daha iyi
olmadı.
Aşkla bir saatte alınan, seneler içinde ancak kazanılır.”[42]
Aşk yolunda akan kan herhangi
bir sudan daha az temiz değil. Bizim onu yıkamamıza aşk şehidinin ihtiyacı
yoktur.
“Şehidlerin kanı, temiz bir sudan daha
üstündür.
Bu günah, yüzlerce sevabdan daha üstündür.”[43]
Âşık öyle bir ciğeri yanık ve
gönlü yıkık kimsedir ki, diğer genel insanların kanun ve ölçüleri buna
uygulanamaz. Baştan sona harap olmuş bir köyden nasıl haraç (vergi) alınabilir
“Âşıkların her nefesi yanış yakılıştır.
Viran ve harap olmuş yerden öşür ve haraç nasıl alınır?”[44]
Aşk, Hz. Âdem’in bıraktığı
mirastır. Zekâ ve akıl, şeytanın sermayesidir.
“Onu, bahtı açık olanlar bilir ve mahremdir
(gizlidir).
Akıl şeytandan, aşk ise Âdem’dendir.”[45]
Akıllılık ve zekilikte kendi
beden gücüne, kuvvetine güven vardır. Aşkta ise, birinin eteğine yapışıp ona
bağlanma, kendini ona teslim etme vardır. Akıllılık ve zekilik, yüzücülük
sanatıdır. Aşk ise, Nuh’un gemisidir. Nuh tufanı gibi bir tufanda akıllı ve
zeki kimsenin kurtulup da sahile ulaştığı nerede görülmüş, aşk ehlinin ise
orada boğulduğu nerede duyulmuştur?
“Akıllılık okyanusta yüzmeyi bilmektir,
Bir süre yüzse de sonunda boğulması kesindir.
Aşk, âşık olanlar için bir gemi gibidir.
Batma ihtimali azdır, çoğunlukla hedefe varılır.”[46]
Aklın zekâ ve kıvraklığını,
aşkın şaşkınlığına, hayranlığına kurban etmelidir. O akıllılık sadece tahmin ve
kıyastır. Bu hayranlık ise görgü ve bilgidir.
“Zekîliği sat, hayranlığı satın al.
Zekîlik bir tahmindir, hayranlık ise temâşâdır.” [47]
Mevlânâ, aşkı telkin ve
teşvik ederek der ki; sevgili olmak herkesin haddinde değil. Lakin seven (âşık)
olmak mümkündür. Eğer Allah seni sevgili (mahbûb mâşuk) kılmadı ise, sen âşık
ol da hayattan zevk al.
“Sen Yusuf olamadıysan bari Yakub ol,
Onun gibi ağlayan inleyen ol,
Sen Şîrin olamadıysan bâri Ferhâd ol.
Leylâ olamadıysan bari Mecnun ol.”[48]
O bir adım daha ileri atarak
diyor ki; âşık olmakta bulunan zevk, lezzet ve yükseliş, mâşuk, mahbûb
(sevgili) olmakta nerede vardır? Eğer bütün dünyanın mahbûbları (sevgilileri)
bu ebedî serveti, bu büyük zenginliği tanısalardı sevgililer (mâşuklar) zümresi
içinden çıkarak âşıklar (sevenler) zümresi arasına girerlerdi.
“Mâşuk (sevgili) olmayı bırak, âşık (seven) ol.
Ey şüpheci, bunun hangisi iyi ve daha üstündür.”[49]
Fakat bu aşkın uyanık ve
canlı serveti, devamlı olmayan ölümlü bir sevgiliye lâyık değil. Aşkın kendisi
canlıdır. Ona canlı ve devamlı bir sevgili gerekir.
“Aşk ölümlü bir varlığa olursa sürekli olmaz,
bir gün söner.
Aşk, cana can katan ebedi canlıya olmalıdır.”[50]
İşte o diri, ebedî, hayy ve
kayyûm olan sevgiliye (Allah’a); bitmeyen, sonu gelmeyen bir aşkla bağlanmak
ancak isteneni verir. Gönle şifâ ve huzur sağlar. O sevgiliden bu aşka canlılık,
tazelik gelir.
“Aşk, canda ve gözde canlıdır, diridir.
Her an tomurcuktan daha taze, daha berraktır.
O canlı, diri aşkı tercih et ki, o devamlıdır.
Ve ey sâkî! O, senin cana can katan şarabındandır.
O aşkı tercih et ki bütün peygamberler,
Onun aşkından güç ve kuvvet bulup iş yaptılar.”[51]
Bu aşk, görünüşte kalbin
kırılmasından meydana gelen bir hastalıktır. Bu hastalık çok can alıcıdır ama
bir adam buna sabrederse karşılığı, gerçek bilgi (hakiki marifet)e ulaşmak ve
ebedî hayata ulaşmaktır.
“Âşıklık kalbin çırpınışından meydana gelir,
O kalb hastalığı gibi bir hastalık değildir.
Âşığın hastalığı diğer hastalıklardan ayrıdır.
Pusulanın (kalbin) aşkı, Allah’ın sırlarındandır.”[52]
Bu hastalık bütün hastalıkların
devasıdır, her çeşit rûhî ve ahlâkî rahatsızlıkların şifâsıdır. Doktorların
tedâvî etmekten âciz kaldığı, iyi edenlerin, tedâvî edicilerin, hekimlerin
başarısız kalıp tedâvîden ellerini çektikleri, hiç bir tedbirin kâr etmediği
ruhî ve manevî hastalıkları aşk, bir bakışı ile iyi edebilir. Senelerin
hastası, aşkın eli ile eski rûhî hastalığından şifâ bulunca neşesinden ve
kendinden geçerek şöyle bağırır:
“Yaşa sen ey hoş sevda olan aşkımız bizim.
Ey tabibi olan bütün hastalıklarımızın bizim.
Ey şeref ve namusumuzun devâsı olan aşkımız bizim.
Ey sen! Aristo ve Eflâtunumuz olan aşkımız bizim.”[53]
Aşk, çörçöpü yakıp kül eden
bir alevdir. Sevgiliden başka kimse ona yanaşamaz. O çok gayretli ve çok
muvahhiddir. (Yani tekcidir, ikinci bir sevgiliyi kabul etmez. Allah iki
olmadığı gibi aşk da ikinci bir sevgili kabul etmez.)
“Aşk, parıl parıl parlayan bir alev gibidir.
Sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar.
Hakdan başkasını öldürmekde (Lâ) kılıcıdır.
İllallah (ancak Allah var) kaldı, gerisi hep gitti.
Yaşa ey aşk, yanış yakılıştaki ortağın gitti.”[54]
Bu ilâhî aşk, sâhili olmayan
bir denizdir. Aşkın destanı bitecek cinsten değildir. Zamanın geniş olması bile
onun için dardır. Dünya hayatının (ömrünün) hepsi onun destanını anlatmaya
yetmez. Bu ezelî güzelliğin bir hikâyesidir ki onun ne önü vardır, ne de sonu.
Bu bakımdan susmak daha iyi, acizliği kabul etmek daha uygundur.
“Eğer devamlı aşkı anlatmaya kalkarsam,
Yüz kıyamet kopar da aşk bitmez.
Kıyametin belirli bir zamanı, sınırı, tarihi vardır.
Aşkta sınır nerede; Allah’ın vasfında, şükründe sınır olur mu?” [55]
Gönül Dünyası
Mevlânâ’nın coşku ve
heyecanla kendisine çağırdığı bu aşk; kalbin canlılığı, uyanıklığı ve gönlün
sıcaklığı olmadan gerçekleşemez.
Her devirde olduğu gibi
Mevlânâ’nın devrinde de gönül yeteneklerine ve kalp genişliklerine karşı gaflet
ve ilgisizlik başını almış gidiyordu. Aklın üstünlüğü, heybeti ve hâkimiyeti
kalp üzerine çöktükçe çöküyordu. Akıl, canlı ve aydınlık, gönül cansız ve soğuk
olmaya yüz tutmuştu. Mide, hayatta merkez ve ana konu olmaya doğru gidiyordu.
Mevlânâ; kalbin genişliğine,
gönlün büyüklüğüne dikkat çekti. Gönlün hârikulâdeliklerini, onun gerçeklere
açılan kapı olduğunu anlattı ve insanın bu topraktan yaratılmış vücûdunda
taşıdığı gönlünde nasıl sürekli bir bahar taşıdığını, o vücudun içinde
ülkelerin kaybolduğu bir dünyanın olduğunu, o dünyaya saldıracak bir düşman
tehlikesinin, onu soyacak bir eşkıya riskinin bulunmadığını hatırlattı.
“Ey insanlar, gönül dünyası içinizde
bulunmaktadır.
Sağlam bir kaledir o, güven ve esenlik yeridir o.
Dostların işi ile rengârenk bir gülistandır o.
Gülistan içinde gülistandır ve gözlerdir o.”[56]
Dünyanın bağ ve bahçeleri bir
kaç günlük misafirhanedir. Fakat gönül hurması baştanbaşa taze ve kalp bahçesi,
sonbaharı olmayan bir bahardır. Maddî olan bağ ve bahçeler seneler içinde ancak
yetiştirilebilir ama bir anda da kül olup gidebilir. Gönül bağ ve bahçeleri
yetiştirmeye gelince; o öyle çok zaman almaz. Bununla birlikte onun
güzelliğinde, yeşillik ve tazeliğinde hiç bir zaman bir fark olmaz.
“Nakil yolu ile yetiştirilen gülistan bir
anlıktır.
Akıl yolu ile yetişen gülistan canlı ve süreklidir.
Ten (madde)den olan gülistan bir süre sonra kurur, yok olur.
Gönül (aşk)den meydana gelen gülistan, sürekli ve taptazedir.”
O, insanlara şunu telkin
etmeye çalışmaktadır: Vücûdu boş yere genç yapmaya çalışmak boşunadır. İskender
gibi hayat çeşmesini (ölümsüzlük suyunu-âb-ı hayatı) arama yerine, can ve gönlü
devamlı diri tutmak için aşk âb-ı hayatından (aşkın ölümsüzlük suyundan) bir
yudum içmelisin. Ta ki böylece gerçek mânâda diri gönüllülük ve canlı ruhluluk
elde edilir ve her devirdeki hayatta güçlülük ve güzellik hissedilir.
“Gönlü ara, ta ki daima genç kalasın.
Tecellîden dolayı yüzün, kırmızı erguvan çiçeği gibi olsun.
Gönlü arzu et onu iste, ta ki şarap gibi olasın.
Ta ki gül gibi neşeli, güleç, huzurlu olasın.”[57]
Fakat gönül kelimesi
aldatmasın. Gönül, göğüste çarpan, nefsânî isteklerin ve hırsların hedefi olup
sevgi ve aşk lezzetinden mahrum olan, kesin iman servetini tanımayan, zevk ve
şevkden uzak, sevgi tomurcuğu hiç açmayan, kısmeti hiç parlamayan gönül
değildir. Öyle gönül, bu gönül değildir, öyle bir gönül bir taş parçasıdır.
“(Hırslı ve maddi kalb) Yahudi kalbi (canı)
gibi dar ve karanlıktır.
Çok seven yüce Mevlâ’nın aşk ve şevkinden nasipsizdir o.
O kalbde ne güneşin nurunun parıltısı vardır,
Ne duygu genişliği var onda, ne de (hakikatlere) bir kapı açılışı vardır.”[58]
Bu türden bir kalp (gönül);
maddi yapısı, şekli, biçimi, cesâmeti açısından bakıldığında gönül ehli birinin
sahip olduğu kararsız, sükûnsuz ve uyanık olan kalbi gibi bir kalbdir
(gönüldür). Fakat gerçek yönden bakarsanız ikisi arasında telaffuz birliğinden,
söz beraberliğinden, maddî benzerlikten başka hiçbir benzerlik yoktur. O da,
temiz bir suda yüzen saf bir su gibidir. Bu da; herhangi bir çamurun içinde
olan su gibidir. Fakat birinci su temiz bir sudur, onunla hem susuzluk
giderilebilir, hem de el yıkanabilir. Diğer su ise, içine o kadar toprak
maddesi katılmış ki ne içilebilir, ne de onunla el yüz yıkanabilir. Bir su
olarak ondan faydalanmak imkânsızdır. İşte iki gönül (kalb) arasındaki fark
budur.
Bir gönül (kalb) var;
maddeci, menfaatçidir, duygusuz Ölü bir insan kalbidir. Bir de peygamberlerin,
ermişlerin (evliyâ ve enbiyânın) kalbi vardır ki onun yüceliğinin önünde feza
bile alçak kalır. Onun genişliğinin yanında bütün dünyanın genişliği hiç kalır.
Bu bakımdan bizim içimizde de bir kalp var derken bir düşünüp taşınmalıyız.
“Sen: bende de kalp var diyorsun. Kalp, arş’ın
yanındadır, altında değil.
Siyah çamur içinde de su bulunmaktadır; fakat onunla abdest alınmaz.
Çünkü her ne kadar su varsa da çamur içindedir. Öyleyse kendi kalbine, bu bir
kalptir deme.
Kalp (gönül) odur ki, fezalardan da üstündür. O, ya bir peygamber veya ermiş
birinin kalbidir.”[59]
Sonra da kalp, her şeye
rağmen bir kalptir diyerek teselli etmektedir. Allah katında hiçbir kalp geri
çevrilmemekte, o her kalbi kabul etmektedir. Çünkü kabul edişinden dolayı
Allah’ın hiçbir fayda elde etme amacı yoktur, demektedir.
“Yaratıkların hiç itibar etmediği o tahta
kâseyi (bedeni),
Halife oluşundan dolayı o cömert kişi (insanoğlu) satın aldı.
Hiçbir kalb onun (Allahın) huzurundan kovulmamıştır.
Çünkü onun hiçbir fayda ve kâr amacı yoktur.”[60]
Sonra o şöyle buyurur:
Midenin altın kafesi içinde kalmayı bırak da gönül ve kalbin hür ülkesini
dolaşarak seyreyle ve Allah’ın kudretini temâşa et. Seninle yaratanın arasında
en büyük perde (engel) işte bu mide ve mideciliktir. Bu perdeden (engelden) çık
ki o yüce Mevlâ’nın katından sana selâm gelsin.
“Mideyi terket, salına salına gönül tarafına
gel.
Ta ki perdesiz olarak sana Haktan selâm gelsin. “[61]
İnsanlık Makamı
Baskıcı, tek kişiye dayanan
saltanat idarelerinin baskılarının ve sürekli zulümlerin, bitmeyen savaşların
sonucunda genel olarak insanlarda hayattan usanma, gelecekten ümitsiz olma ve
beceriksizlik, başarısızlık duygusu meydana gelmişti.
Acem tasavvufu; fâni oluşu,
kendi varlığına değer vermemeyi ve kendini âciz görmeyi aşılarken ve insanlara
bunu anlatırken o kadar büyük bir coşku ile kuvvetle bunu yapmıştı ki, azmin,
gayretin, teşebbüs ve hareketin (aksiyonun) bağlı olduğu kendini tanıyıp,
kendine güvenme; sanki ahlâkî bir suç ve manevî terakkiye bir engel kabul
edilmeye başlanmıştı. İnsanların önüne, meleklik sıfatlarının elde edilip
insanlık icaplarından sıyrılmanın öyle bir konuş şekli vardı ki, buna göre
insan, insanlığından utanmaya başlamıştı, ilerlemesini insanlıkta değil, aksine
insanlığı terk etmekte kabul etmeye başlamıştı. Genellikle; insanlık makamını
tanımamak, insanın şerefini, yüksekliğini bilmemek gibi kötü bir durum ortaya
çıkmıştı.
O devrin edebiyatına,
şairliğine ve şiirlerine insanlığı hakir ve âdi görme ruhu girmişti. Bu da
genel olarak insanlarda; kendine güvensizlik, ümitsizlik, eziklik, kırgın
gönüllülük, isteksizlik psikolojisi meydana getirdi. İnsanlar ara sıra
hayvanlara, cansız varlıklara imrenmeye başladı.
İnsanlık cevherini tanımayan,
kendi yeteneklerinden ve üstünlüklerinden habersiz olan bu kitleyi, Mevlânâ
kendine özgü bir tarzla bu tarafa yöneltti ve insanın büyüklüğü, üstünlüğü
şarkısını o kadar tiz bir sesle haykırdı ki, insanın uyumuş benliği uyandı ve
kendi makam ve mevkiini tanıdı. Mevlânâ’nın bu insanlığa övgü dolu olan
şiirleri, bütün İslâm edebiyatına etki yaptı ve şiirde, şâirlikte ve tasavvufta
yeni bir çığır ortaya çıkardı.
Mevlânâ insanı, kendisinin
insan oluşuna, insan fıtratı ile yaratılışına yöneltiyordu. Bu insan fıtratı
üzere yaratılmayı, Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de yer yer; “En güzel bir biçim”
diye ifade buyurmuştur. Bu “ahsen-i takvîm-en güzel biçim” denen insanın
yapısına tıpa tıp oturan elbise özellikle onun için kesilmiştir ve onun boyuna
tam olarak gelmektedir.
“Vettîni sûresindeki ahsen-i takvîm’i oku.
Ki ey dostum, büyüklük bir cevherdir.
Ahsen-i takvim (en güzel biçimde yaratılma), idrâkin üstündedir.
Ahsen-i takvim, Allah’ın arşından ileri taşmıştır.”[62]
Mevlânâ diyor ki; insandan
başka kimin başına keramet tacı konulmuştur ve “kerramnâ-Seni üstün seviyeli
kıldık” “a’taynâke-Biz sana verdik” hitabıyla kim şereflendirilmiştir?
“Bu gökyüzü, hiç “kerramnâ” (Biz seni keremli
kıldık) buyruğunu işitti mi?
Ama bu buyruğu, bu ızdırap dolu insan işitti.”[63]
“Kerramnâ tacı, senin başının tam üzerindedir.
A’taynâke gerdanlığı boynunda asılıdır.”[64]
O buyuruyor ki, insan;
kâinatın özü, bütün âlemin sıfatlarının toplamıdır. İnsan nedir? Bir küp için
bir deniz doldurulmuştur. Küçük bir kalp içinde bütün bir âlem gizlenmiştir.
“Bir küçük zerre içinde bir güneş gizlenmiştir.
Ansızın o zerre ağzını açtı ve
Parça parça etti yeri ve felekleri,
Onun önünde güneş takla attı.”[65]
“Bir ilim denizi, bir damlada gizlenmiştir.
Üç karış uzunluktaki vücutta bir kâinat gizlenmiştir.”[66]
İnsanın yaratılışı; bütün
âlemin amacı, arzusudur. Ve insan, kâinatın hased ettiği varlıktır. Onun
sayesinde bu âlemin rengi, kokusu var, hayatın değeri, haysiyeti var. Bütün
yaratıkların ona itaat etmesi farzdır.
“Bütün sarhoşlar seni kıskanır.
Gül renkli şaraba hiç muhtaç değilsin.
Gülün rengini bırak, sen gül rengisin.
İnsan cevherdir, felek onun emrine verilmiştir.
Herkes dal ve gölgedir, hedef sensin,
Faydasız kitaplardan ilim ararsın.
Senin coşku’nun zevki arpa kabuğu helvasındandır.
Sana hizmet etmek tüm varlıklara farzdır.
Gösterilmesi uygun olmayan bir cevher gibisin.” [67]
Sadece bundan ibaret de değil
hatta insan, bütün ilâhî sıfatlara da mazhar olmuş bir varlıktır. O öyle bir
aynadır ki onda ilahi tecellilerin ve Allahın azametinin görüntüsü göze çarpar.
“İnsan; üstün sıfatların bir pusulasıdır.
İnsanın şekli, O’nun âyetlerinin (Allah’ın kudret işaretlerinin) görüntüsüdür.
İnsanda görünen her şey, onun (Allah’ın) aksetmesidir.
Bir suyun içinde ayın aksedip görünmesi gibidir.
İnsan saf, tertemiz akan bir suya benzer.
Zülcelâl olan Allah’ın sıfatları onun içinde tecelli eder.
Onun bilgisi, adaleti ve iyilikleri,
Akıp giden su içinde dönüp dolaşan yıldız gibidir.[68]
Bütün bunları söyledikten
sonra o, insanın hâlâ değerinin tam anlatılamadığına, onun tam tarif
edilmediğine inanır. Tam söylemek gerekirse hiç kimsede bunu duyma gücü yoktur.
“Eğer söylenmesi yasak olan o değer ve kıymeti
bir söylersem,
Ben de yanarım, duyanlar da yanar kül olur.”[69]
Bu kadar değerli ve üstün
olduktan sonra, o kadar kıymetli bir insan varlığını Allah’tan başka kim satın
alabilir? Ona kim değer biçebilir? Ne yazık ki insan kendi değerini
bilmediğinden ne verilirse verilsin birinin eline satılmaya hazır olmasına o,
bütün yanış yakılışı ile feryad etmektedir.
“Ey akıl, tedbir ve mantığın kölesi olan sen!
Kendini neden ucuza satıyorsun.”[70]
Sonra da şöyle buyurmaktadır:
İnsanın alış verişi yapılmıştır, ona değer biçip satın alan Allah’tır. Çünkü
onun değerini en iyi bilen odur.
“Bizim müşterimiz Allah’tır, o bizi satın
aldı.”[71]
Fakat bütün bu anlatılanlar;
insanlık cevheri ve insan olma ruhu ile bezenmiş ve insanlığın gerçek yüzünü
tanıyan insanlar içindir, insan şeklinde görünenler için değil. Onlar sadece
şekil ve biçimde anlatılan gerçek insanlara benzer. Ama aslında onlar nefisleri
tarafından öldürülenlerden, nefislerinin arzularının maktulüdür. Bunlar adam
değil adamların cansız resimleridirler.
“Bunlar insan değiller, bunlar insan şekillilerdir.
Ekmek tarafından öldürülen, şehvet tarafından katledilenlerdir.”[72]
Her devirde olduğu gibi,
Mevlânâ’nın devrinde de bu tür insan, az bulunan Ankâ kuşu gibi yeri meçhul
olan varlıktı. Genellikle dört ayaklı ve yırtıcı hayvanlar gibi olan insanlar
bulunmaktaydı. Mevlânâ bu hayvan nitelikli, canavar özellikli insanlardan
bıkmış, usanmıştı. O, insan arıyordu. Bu insan arama işini tatlı bir konuşma
şeklinde anlatırken şöyle der:
“Dün elinde lamba, şehrin etrafında dolaşan bir
ihtiyar gördüm.
Karga ve tilkilerden baktım, insan arıyorum, dedi.
Bu tembel yoldaşlardan, düzenbazlardan bıktım.
Allah’ın aslanını, Rüstem’i, onların bulunduğu yeri arıyorum, dedi.
Aradığınızı bulmak zordur, onlar bulunmaz dedim.
Bulunmayanı arıyor, onu arzu ediyorum, dedi.”[73]
İşe, Çalışmaya, Harekete
Davet Etmesi
Mevlânâ’da tasavvuf anlayışı
ve onun insanlara sunduğu mesaj, tembellik, işsizlik, ruhbanlık değildir. O;
aksiyon, gayret, kazanma, çalışma ve sosyal hayatta aktif rol almayı önermekte,
ruhbanlığı ve dünyayı terketmeyi, İslâm’ın ruhuna aykırı kabul etmektedir. Ona
göre; eğer İslâm sosyal hayat istemeseydi, cuma namazı, cemaatla namaz, emir
bilmaruf ve nehiy anilmünkeri neden ısrarla istesindi? Bir şiirinde şöyle der:
“Kuş ona dedi ki: Ey efendi, bir kenara
çekilmek iş değildir.
Ahmed’in (Hz. Muhammed’in) dininde râhiblik (dünyadan el etek çekme) yoktur.
O yüce Peygamber Efendimiz, rahipliği
yasaklamıştır.
Boş yere bir kenara çekilmek bid’at (sakat)dır.
Cuma namazı şarttır, cemaatle namaz farzdır.
İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak da farzdır.
Mübârek ümmetin içinde, arasında ol.
Hz. Muhammed’in sünnetini ihmal etme, ona sımsıkı sarıl.”[74]
Mevlânâ’nın devrinde
tevekkül; tam bir tembellik, uyuşukluk haline gelmişti. Herhangi tedbir veya
düzenleme tevekküle aykırı kabul edilir, kötü nazarla bakılırdı. Mevlânâ
tevekkülün, şer’î manasını açıklamış, onun faziletini anlatmıştır. “Önce deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et.” hadisinin ne
demek olduğunu anlatırken şöyle demektedir:
“Peygamber, yüksek sesle şöyle dedi:
Tevekkül etmekle birlikte devenin ayaklarını bağla.
‘Helâlinden kazanan, Allah’ın sevgilisidir’ hadîsinin özünü anla.
Tevekkülden dolayı rızkı kazanmada tembel olma.
Yüzünü tevekküle dön, kendin de kazanç için iş yapmaya git, ey amca.
Gayret göster, kılı kılına hakkın olanı kazan.”[75]
Mevlânâ, güçsüz hayvanların
ağzından tevekkül ve âtıllığın (tembelliğin) bütün bahanelerini nakletmiştir
ki, genellikle azmi ve gayreti olmayan pasif insanlar bunları ileri sürerler.
Tembellerin ileri sürdükleri bu deliller ve bahaneler insana, çok yerinde ve
mantıklı gelmektedir. Ama arkasından bunların iddialarına cevap vermektedir.
Arslanın cevabı aslında Mevlânâ’nın bu konudaki temel düşüncesidir.
Arslanın ağzından o şöyle
demektedir: İnsana verilen organlar, yetenekler ve güçlerden açıkça anlaşılan
şu ki; bunlardan hedeflenen, bunların insana bahşedilmesinden amaçlanan şey;
insanın çalışması, didinmesi, gayret göstermesidir. Eğer bir insan,
hizmetçisinin eline kazma kürek vermişse bunun açık manası onlarla toprağı
kazmasını veya taşları sökmesini, kayayı kırmasını istiyor demektir. Bunlarla
şöyle şöyle yap, diye ağzı ile söylemesine gerek yoktur. Mademki bize el, ayak,
güç, kuvvet verilmiştir, o halde bize bunun verilmesinin maksadı; elimiz
kolumuzla, gücümüz kuvvetimizle hareket etmemiz, onlarla iş yapmamızdır.
İçimizde taşıdığımız istek ve arzularımızı o organlarla gerçekleştirmemizdir.
Bundan dolayı gayret ve hareket, iş ve çalışma, kazanma, Allah’ın bizden
istediği şeylerin ta kendisine işarettir. Tembellik ve işi terketme ise
Allah’ın bizden beklediği amaca ters ve nimetlerini inkârdır. Gerçek tevekkül,
gayret ve çalışmada kusur yapmamak ve işi hakkıyla yaptıktan sonra sonucu
hakkında Allah’a tevekkül etmektir. Zira başarı Allah’ın elindedir, der ve
şöyle yazar:
“Arslan, evet dedi, ama kulların Rabbi
Ayağımızın önüne bir merdiven koydu.
Terasa basamak basamak çık diye.
Zorlayıcı olmak burada ham tamahkârlıktır.
Ayağın var, neden kendini topal yaparsın.
Elin var, neden pençeni gizlersin.
Efendi, kölesinin eline beli verince,
Ne demek istediğini ona bir şey söylemeden anlatmış olur.
Bel gibi olan insan eli de, Allah’ın kudret işaretidir.
Allah’ın nimetine şükretmen, senin onun değerini bilmendir.
Senin tembelliğin ise o nimete nankörlüktür.
Allah’ın nimetine şükretmen, senin rızkını arttırır.
Nankörlük yapman ise elinden onların çıkıp gitmesi demektir.
Evet, ey değersiz zorlayıcı, o meyveli ağacın altından başka yerde uyuma.
Tâ ki rüzgâr her an dalını sallayıp meyvesini döksün.
Uyuyan başının üstüne çerez ve azık indirsin.
Tevekkül ediyorsan, işi yap da tevekkül et. Çalış da sonra Allah’a bel bağla.”[76]
Daha sonra arslanın ağzından;
çalışıp çabalamanın, iş yapmanın, peygamberlerin işi, velilerin yolu olduğu
gerçeğini ortaya koyar. Sonra da şeriatta kötülenenler, dünya malı ve evlat
değildir. Allah’ın rahmetinden uzak olan, gafletle geçirilen dünya hayatı ve
fırsatlardır dedikten sonra o, bir yerde şöyle der:
“Arslan, evet dedi; fakat bir de peygamberlerin
çalışma ve gayretlerine bak,
Allah, onların çalışmalarını boşa çıkarmadı.
Ne elde ettilerse, eziyet ve çile çekerek çalışmakla elde ettiler.
Peygamberlerin, velilerin gittiği yolda, yaptığı tarzda.
Gücün yettiği kadar gayret et ey insan.
Dünya nedir, Allah’dan gafil olmaktır.
Kumaş, kadın, para ve çoluk çocuk değildir.
Eğer malı din uğruna biriktiriyorsan
‘Ne güzel temiz mal’ demiştir ona Hz. Rasûl.
Çalışmak şarttır, şifa aramak şarttır, hastalık da kaçınılmazdır.
İnkârcı kişi çalışmamakta ayak direr.”[77]
Mevlânâ, sadece kendi
döneminin halk tabakasını tenkid etmez, sadece dinî ve ilmî çevrelerin
hatalarına çatmaz, aksine bütün gücü ve hıncı ile devlet idaresini elinde
bulunduranları da tenkid eder. Devlet idaresinin, yeteneksiz kişilerin, ehli
olmayan kimselerin eline geçtiğini ve çocuk oyuncağı haline getirildiğini
çekinmeden söyler.
Tek kişinin irade ve arzusuna
göre idare edilen, yaptığı yaptık, kestiği kestik olan bir idârî sistemde bunu
söylemek herkesin harcı değildir. Bu tenkidler, kendisi için çok kötü sonuçlar
doğurabilirdi. Lâkin Mevlânâ’nın doğruyu söylemeden çekinmeyen ağzını kim
susturabilirdi. O, şöyle söyler:
“Karar ve hüküm rind kişilerin elinden gittiği
için,
Şüphesiz Yunus Peygamber zindana (balığın karnına) düştü.
Kalem (yetki) bir gaddarın elinde olduğu için,
Şüphesiz (Hallâc) Mansur ölüme mahkûm edilmişti.
İş ve yetki beyinsizlerin eline geçince,
Mutlaka yaptıkları (peygamberlerini öldürmek) olur.”[78]
Devlet idaresinin yanlış
ellerde olmasının sonucunu anlatırken de kendi devrinin durumundan şikâyet
ederek şöyle der:
“Emir ve hüküm, yoldan çıkmış birinin elinde
olunca,
Kuyuyu, makam-mevki zanneder de ta dibine düşüverir.
Devrin ahmakları başlarını eğip emir eri olup ayakta durdular,
Akıllılar da bizi görmesin diye korkudan başlarını kilime sardılar.”[79]
MESNEVÎ’DE AKAİD VE KELÂM
Mevlânâ, akıl ve duyuların
güçlerinin gerçeklere ulaşma da yetersiz kaldıkları üzerinde tenkid yapmakla
kalmadı ve kendi döneminin kelâm ilminin dengesizliklerini, zâhirciliği ve
kelime oyunları ile aralarında cedelleşmelerini yermekle de kalmadı insanları,
sadece iç duyulardan (sezgilerden), vicdan ve ruhtan faydalanmaya çağırmakla da
yetinmedi. Aksine kelâm meselelerini ve onun anlaşılması zor olan taraflarını
kendine özgü bir üslûp ve tarzla çözmeye ve kendine özgü kalıplar içinde
sunmaya, kafalara onları daha rahat bir şekilde yerleştirmeye de çalıştı.
Bir bakıma Mevlânâ’nın çağrısı
ve onun felsefesi, sadece olumsuz ve tenkidçi değil, aksine olumlu ve öğretici
tarzdadır. İlmi kelâmın; bileklerini çözmekte yorulduğu ve düğümlerini çözmeye
çabalarken sayısız düğümler meydana getirdiği meseleleri Mevlânâ öyle bir
üslupla anlatır ki, sanki o konularda en ufak bir çetrefillik, dolambaçlık
yoktur. Sanki o konular çok zor anlaşılırlığını kaybetmiş de herkesin rahat
anlayacağı sade, basit konulara dönüşmüştür. Onlar sanki apaçık gerçeklerdir,
her gün hayatta karşılaşılan basit meseleler ve olaylardır.
Mevlânâ’nın kendine özgü
metodu, insan beynini âciz bırakmak ve karşısındakini anlayamaz duruma düşürmek
değil, sözü allayıp pullayarak karşısındakini kendi sözünün büyüsü ile zavallı
hâle düşürmek de değildir. Aksine, anlattığı şeyleri rahatlıkla onun kafasına
sokmaktır. Ve o kişinin zevkine göre seve seve o sözü kabul edip
benimsemesidir. Karşısındaki insan, sanki o sözün daha önceden kafasında,
hafızasında olduğunu sanmaktadır da Mevlânâ sadece ona hatırlatma görevi
yapmaktadır.
Böyle bir metod ve üslupla
söz etmenin sonucudur ki, Mesnevî ile dinin temelleri,
inançlar ve kelâm konuları üzerinde öyle doyurucu, kafaları tatmin edici,
gönülleri teskin edici, düşüncelerdeki şüphe ve tereddütleri giderici bir hava
doğmuştur ki, bu sonuç kütüphaneler dolusu ilm-i kelâm kitapları ile elde
edilemezdi. Bununla beraber aşk, ihlâs ve kesin iman sahibi birinin sözlerinden
doğabilecek bir huzur ve tat da elde edilebilmektedir.
Mevlânâ her ne kadar eski bir
Eş’arî düşünce ekolünün yetkili ve çok derin bir bilgini ise de, kendi kişisel
tecrübeleri ile ve ilahî bir vergi olarak, akaid ve kelâm konularında müctehid
değeri taşıyan biridir ve yeni bir ilm-i kelâmın kurucusudur. Onun tarzı; bütün
kelâmcıların, akâid bilginlerinin tarzından tamamen ayrıdır. Nisbeten de
Kur’ân-ı Kerim’in izah ve ispat tarzına ve selim fıtrata daha yakındır.
Allah’ın Varlığı
Allah’ın varlığı meselesi,
ilm-i kelâmın ve bütün mezheplerin ana konusu, temel meselesidir. Eski ilm-i
kelâmın bu konuda ileri sürdüğü deliller sadece mantığa dayanmaktadır. Bu
mantık delilleri ile bu konuda kesin bir kavrama, kesin bir iman elde
edilememektedir. Olsa olsa bu deliller karşısında insan çaresiz kalıp
susmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in tarzı ise; insanın temiz ruh yapısını
(fıtratını) tahrik ve teşvik edici bir üslup sergilemektedir. Ve insanın ruh
yapısına güven göstererek uyuyan duyguyu uyandırmaktadır. Kur’an-ı Kerim
peygamberin ağzından yapmacıksız şöyle buyurmaktadır:
“Yeri ve gökleri yaratan Allah hakkında şüphe
olabilir mi?”
Bu asla yapmacık olmayan,
açık ve hayret belirten ifade karşısında insan fıtratı hemen hareketlenmekte ve
kendi sağlam görevini yapmaya başlamaktadır. Sonra yeryüzünün ve göğün
yaratılışı ile onları yaratana, yapılanlarla yapana, ortada duran eşyalarla,
onları ortaya koyana doğru ani bir çevrilmeye önderlik yapılmaktadır. Birazcık
dikkat edilirse bütün Kur’an-ı Kerim’de işte bu ispat tarzı görülecek ve
Allah’ın işaret ve alâmetlerine bakın ve yaratılanlardan yaratana ulaşın diye
bir ölçü göz önüne çıkacaktır. Kur’an-ı Kerim’e göre Allah’ı tanımanın, en
kesin, en kısa ve en tehlikesiz yolu işte budur.
“Biz dünyada (ufuklarda) ve nefislerinde hak
(doğru ve iyi)nin ne olduğunu anlasınlar diye âyetlerimizi (işaret ve
alâmetlerimizi) göstereceğiz. Senin Rabbin herşeye şâhid olmaya yeterli değil
midir?”[80]79/1
Mevlânâ da Mesnevi’ de aynı
isbat ve delil gösterme metodunu tercih etmiştir. O, yer yer kâinattan,
kâinâtın yaratıcısının varlığına deliller göstermektedir.
O diyor ki; dünyada pek çok
şeyin olduğu, olageldiği göze çarpmaktadır. Fakat o; olanları olduran, yapan,
eden; bu beden gözü ile gözükmemektedir. Fakat olan ne varsa hepsi de, o
perdenin arkasında bir yapanın olduğuna delildirler. İş açıktadır, ama işi
yapan gizlidir.
“Kalemin çizdiği çizgi (yazı) görülüyor,
(yazan) el görülmüyor.
At ortada dolaşıp duruyor, ata binen görülmüyor.
Ok meydanda bak, ama oku atan yay görülmüyor.
Canlar meydanda, canları yaratan görülmüyor.”[81]
Fakat her hareket, bir
hareket ettirenin var olduğuna delildir. Eğer bir yerde havanın fısıltı ve
hışırtısı varsa bil ki onu estiren, onu harekete geçiren de vardır.
“Hareket eden, esen bir hava görüyorsan bil ki,
Ortada onu bir estiren var mutlaka.
O halde her aklı erenin aklında kesin olarak şu vardır.
Ki esen havayı bir estiren de vardır.”[82]
Eğer senin gözlerinde etken
(işi yapan) görünmüyorsa da yapılan işler görünüyor. Bu yapılan, ortada duran
iş ve eserlerden, mutlaka onu bir yapanın olacağını kabul et. Vücuttaki
hareket, hayat ve canlılık; o vücut da ruhun varlığından dolayıdır. Ruh her ne
kadar görünmüyorsa da vücudun hareket edişi onun varlığının ispatı ve
delilidir.
“Sen onu (Allah’ı) her ne kadar gözlerinle
görmüyorsan da,
İşinin ve eserinin ortaya çıkmasından varlığını anla.
Vücûd, can (ruh) ile hareket eder, ama sen canı görmüyorsun.
Lâkin vücudun hareketinden canın var olduğunu anla.”[83]
Bir etkenin, bir yapanın
varlığına inanmak için ve onu ispat etmek için, onun yaptıklarından daha güçlü
delil ne olabilir. Bir yaratıcının varlığına delil için onun yarattıklarından
daha üstün delil ne olabilir? Güneşin varlığına delil için onun ışığından daha
güçlü delil ne olabilir?
“Güneşin kendisine delil ve varlığına işaret
olarak,
Dimdik gelen ışıklarından daha güçlü delil ne olabilir?”[84]
Hem sonra kâinat sadece var
değil, hatta düzenli, sistemli ve uyumludur da. Her şey kendi çerçevesine
yerleştirilmiş, her resim kendi levhasına konmuştur. Gezegenlerin dönüşünün bir
düzeni, ölçüsü vardır. Ay ve güneşin de bir düzeni, sistemi, kanunu vardır.
Rüzgârlar ve bulutlar da prangasız, gemsiz fil değil ki istedikleri yere çeksin
gitsin. Biraz azgınlık yaparlarsa hemen kulakları çekilsin diye onlar için dahi
bir kırbaç (yönetici) vardır. Bu düzen ve tertip, bu intizam ve bu ahenk
gösteriyor ki, kâinatın üstünde, bu kâinatın bir yaratıcısı ve yöneticisi
vardır ve o, hikmet ve bilgi sahibidir. Kâinat, hiçbir an onun irade ve
düzenlemesinin dışında değildir.
“Eğer Takdir-i İlahinin, gökteki cisimleri
nasıl düzene koyduğunu göremiyorsan,
Onların gökyüzünde dönüp dolaşmasına dikkatle bir bak.”[85]
Daha sonra o şöyle
buyurmaktadır: Bu kâinatı yaratan onu kendi menfaati için yaratmadı. Aksine
insanın menfaati ve onun gelişmesi, ilerlemesi için yarattı. Aynı şekilde,
felsefecilerin ve kelâmcıların şaşkın oldukları bu âlemin yaratılmasındaki
hikmet ve menfaati çok büyük bir anlaşılırlık içinde sunmuş ve çok rahat
kavranır bir üslûp ve tarzda anlatmıştır. Buradaki anlatımda onun
harikulâdeliği ve neşesi, cezbesi vardır.
“Peygamber dedi ki: Hak şöyle buyurmuştur:
Benim yaratmaktan amacım iyiliktir.
Benden faydalansınlar diye yaratıkları yarattım.
Benim balımdan parmaklasınlar diye yarattım.
Ben kendim onlardan faydalanayım diye yaratmadım.
Ben yaratıkları onlardan faydalanayım diye değil;
Aksine kullarıma cömertlik yapayım diye yarattım.”[86]
Peygamberlik ve Peygamberler
Peygamberleri, bizzat yine
peygamberlerin ağzıyla, onların dili ile tarif etmekte ve onlara şöyle
dedirtmektedir: Onlar, ilâhî (Allah tarafından gönderilmiş) doktorlar,
tabiplerdir ve kalbleri tedavi eden hekimlerdir. Doktor nabız muayenesi yaparak
kalbin durumunu öğrenir, nabızdan kalbe ulaşır. Peygamberler ise doğrudan kalbe
ulaşan kişilerdir. Doktorlar vücudun sağlık ve sıhhatinin devamına çalışırlar.
Peygamberler ise kalplerin şifâsına, ahlâk ve amellerin düzeltilmesine ve
normalleştirilmesine çalışırlar.
“Biz hak ve hakikatin talebeleri olan
doktorlarız.
Bizi Kulzüm denizi (Kızıldeniz) gördü de ortadan yarıldı.
Onlar, tabiat ve mizaçların doktorlarıdır. Bizden başkadır.
Onlar kalbe nabız yolu ile ulaşırlar (anlarlar).
Biz vasıtasız ve aracısız kalbe ulaşırız.
Çünkü biz ferasetimizle yükseklere bakarız.
O doktorlar yemek ve meyve yerler.
Onları hayvani can sürekli kılar.
Bizler ise hareketli, faâl olan tabipleriz.
Bize ilham olunup bildirilenler, celâl sahibi Allah’ın nûrudur.
İşte bu şekilde bir iş, sana faydalı olur.
Ve işte öyle bir iş ancak zırh delen olur.
İyi ve kötülerden o şöyle böylelerini (düzgün ve eğikleri),
Senin önüne koyuyoruz ve doğru olanı gösteriyoruz.
O doktorların elinde delil olan, kokudur.
Ve yüce Allah’ın vahyi, ilhamı da bizim delîlimizdir.”[87]
Peygamberlik delillerinde de;
Mevlânâ, akıl ve mantık önermeleri ve delilleri ile ispatlama yerine,
genellikle vicdan, mizaç ve meşrebe dayanan delillerle ispat etmeyi tercih eder
ve der ki: Peygamberlerin her tavrı ve hareket tarzı kendilerinin peygamber
olduğunu bildirir. Onlar baştan başa i’câz olan (karşısındakini susturan, âciz
bırakan, verilecek cevap bulamayıp kabul etmekten başka çıkar yol bırakmayan)
kimselerdir. Kendilerini görenler için, (inat ve büyüklerime olmamak şartıyla)
kendileri bizzat peygamber olduklarına delildirler. İşte bu yüzdendir ki,
Abdullah b. Selâm (r.a.) cihânın süsü olan Peygamber Efendimizi gördüğü zaman
düşünmeden şöyle demişti:
“Allah’a and olsun ki bu (mübârek) yüz, yalan
söyleyen bir çehre olamaz.”
“Bilgi zevkini tatmış olan herkesin kalbine
Ulaşan peygamber sesi, mûcizedir.”
O şöyle buyuruyor: Peygamber
ile ümmetin vicdanında öyle bir ilişki vardır ki, Peygamber ne buyurursa
ümmetinin vicdanı derhal (âmennâ ve saddaknâ- inandık ve tasdik ettik) diye
haykırır. Ümmetin vicdanı Peygamberin her sesine coşarak karşılık verir. Çünkü
o ses ve davet ile başka bir ses ve davet arasında hiçbir ilgi ve benzerlik
bulunmayacak kadar masum, lekesiz, gönül çekici ve hayret verici bir fark
vardır.
Bu konuda Mevlânâ şöyle
buyurur:
“Peygamber dışarıya seslendiği zaman,
Ümmetin canı içerden secde eder.
Onun sesinin türü, bütün dünyada can kulağı ile
Başka bir kimseden duyulmadığından dolayı;
İnsanı hayrete düşüren sesin zevkinden,
Hakkın dilinden: ‘Ey kulum! Ben sana yakınım’ buyruğunu işitir.”[88]
O der ki: Peygamberin
doğruluğu için onu dinleyenlerin, dışarıdan başka bir delile ihtiyacı yoktur.
Çünkü o peygamberlerin sözü hem iddiadır, hem delildir. Dünya düzeni ise o
iddia ve delil üzerine kuruludur. Susuz kimse (gerçekten susuz olması şartıyla)
su içmeye çağrıldığında, onun nasıl bir madde olduğunun anlatılmasını talep
etmez. Anne, çocuğuna süt emzirmek istediğinde, çocuk o sütün süt olduğunun
ispat edilmesini, sütün kendisine gösterilmesini beklemez. İstek ve arzu;
güvenmek ve adım atmak (teşebbüs) için yeterlidir.
“Susuz kimseye buyur şunu iç dediğin zaman,
Bardakta su var, çabuk suya gel dediğin an,
Hiçbir zaman susuz kimse bu teklifi reddetmez;
Ey bardakta su olduğunu iddia eden! Karşımdan çekil git, demez.
Veya anne bebeğine seslenerek çağırsa,
Ey çocuk, ben senin annenim, gel (emzireyim) dese,
Bebek anneye; bana sütünü ispat et göreyim mi der?
Senin sütünle beslenip doyacağımı ispat et mi der?”
Ona göre, mûcize imanı
gerektirmez, yani mûcizeyi gören kimsenin hemen iman etmesi gerekmez. Gerçek şu
ki, Peygamberimizin hayat tarihinde (siyerde) mucizeyi görerek iman edenlerin
isimlerine çok az rastlanır. Sahabenin en ünlüleri, en ileri gelenleri, Hz.
Peygamberi görünce imân edenlerdir. Asıl iman da onlarınkidir.
Mevlânâ diyor ki; mûcizeler,
karşısındakini yenmek ve onu âciz bırakmak içindir. Yenildiği ve cevap veremez
hale getirildiği için baş eğen kimsenin de canını fedâ edercesine iman etmesi,
hayatını peygambere adayarak mağarada arkadaş (olan gibi) olması çok zordur.
Asıl insanı cezbeden, büyüleyen, bağlayan, ayrılmaz bir parça haline getiren
şey cinsiyeti (şahsına, cemâline, huyuna suyuna, tümden bağlandığı
kişiliği)dir, ilişki ve ilgisidir.
“İmanı gerektiren şey mûcizeler değildir:
Cinsiyet kokusu güzel sıfatları cezbeder.
Mûcizeler düşmanı alt etmek içindir.
Cinsiyet kokusu insanı kalbe doğru götürür.
Düşman kahrolur ama dost kahrolmaz.”
Peygamberleri anlatırken,
onların çok hamiyetli, gayretli ve benliklerine sahip kişiler olduklarını
söyler. Onlardan faydalanmak için edepli ve istekli olmak şarttır. Onlar sultan
tabiatlıdır. Onların mevkii, makamı ve rütbesi; kendilerinin buyurmasını,
başkalarının da onları dinlemesini gerektirir. Onlara karşı gelmek, mücadele
etmek; gerçeğe ulaşmaktan mahrum kalmaya sebep olur. Ona en büyük engel olur.
“İster binlerce istekli olsun, birileri de
usanmış olsun,
Peygamber, peygamberlikten vazgeçer mi?
İnsanın iç dünyasının sırlarını okuyan bu peygamberler,
Kendilerini dinleyen isterler, İsrafil karakterlidir onlar.
Heybetlidirler ve sultanlar gibi azamet taşırlar.
Dünya insanlarından saygı ve edep beklerler.”[89]
Sözlerine devamla; neden öyle
olmasın, onların bir kere nereden geldiklerine bak, kimden haber getirdiklerine
bak, demektedir.
“Onlara saygı göstermeyi herkes seve seve yapmalıdır.
Çünkü onlar çok yüksek ilâhî makamdan gelmişlerdir.”[90]
Ahiret
Mevlânâ nazarında ölüm;
gerçek hayatı tanımanın ve insanın ileri adım atmasının, terakki edip
yükselmesinin üzengisidir, ilk eşiğidir. İmar, yıkım yapılmadan olamaz,
yapılamaz. Defineyi ancak toprağı kazınca bulabildiğin gibi, yepyeni yapılmış
bir bina yıkılıyorsa bil ki, yeniden mamur hale getirmeye, yeniden yapmaya
hazırlık yapılıyor demektir.
“Bu canı yaratan, vücûdu mahveder (öldürür,
çürütür).
Mahvedip çürüttükten sonra tekrar onu onarır (canlandırır).
Altın ve define uğruna evi yıkıyorlarsa, (bil ki)
Yıkımdan sonra ele geçen define onu hemen tamir eder.”[91]
Bu topraktan yaratılmış olan
vücûdun yıkılışı (ölümü), büyük bir tamirin olacağının alâmetidir. Ağacın
tomurcuğunu açmasından anlamalısın ki, meyve gelmek üzeredir.
“Çiçek dökülünce meyve baş gösterip ortaya
çıkar;
Vücud yıkılınca da can içerden dışarı çıkar.”[92]
O kesin ve mutlak cömert
olan, o hak üzere tam eli açık olan, herkese bol veren Allah; can gibi bir
devleti, serveti verdikten sonra nasıl olur da çeker alır? Bu bakımdan kabul
etmeli ki, dünya çileleri ile yıpranmış, çelimsiz, pörsümüş bir canı alarak ona
yeniden ebedi bir hayat bahşetmek istiyor. O, onu bu toprak kalıptan çıkararak
hayale, tahmine dahi gelmeyen lütuf ve ikrâmlarda bulunmak istiyor. Hiçbir
gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir insanoğlunun aklına,
hatırına gelmeyen nimetleri lütfetmek istiyor.
“Bir kişiyi böyle bir sultan öldürürse, onu
güzel bahta eriştirir.
Ona en güzel makam ve mevkiler, mükâfatlar verir.
Yarım can alır, yüz tane can verir ona.
Aklına hayâline gelmeyen nice nimetler, lütuflar verir.”[93]
Yükselişin, ilerlemenin merdiven
basamaklarının mutlaka bir bitiş ve sonu olacaktır. Hiçbir zaman birinin, yazı
tahtasına önceden yazılmış yazıları temizlemeden, eskiden yazılanları silmeden
tahtaya yeni bir yazı yazdığı görülmüş müdür? Toprağı kazıp çıkarmadan (kuyu
kazmadan) yer üstüne su çıkarılmış mıdır? İnsan yazmak için temiz kâğıt, ekip
dikmek için boş toprak parçası arar.
“Ey aptal, yazmadan önce tahtayı yıkayıp
silerler.
Ondan sonra onun üzerine yazı yazmaya başlarlar.
Temizlenirken tahtayı tanımak gerekir.
Onu önce bir deftere çekmek gerekir.
Ne zaman evini (yapmak için) yıksalar,
Her şeyden önce onu temelinden yapmaya başlarlar.
Önce kuyu kazıp yeryüzünün altından toprak çıkarırlar.
Ondan sonra yukarıya tertemiz su çekmeye başlarlar.”[94]
Yokluk, varlığa hak
kazandırmaktadır. Yaratanın rahmetini coşturmaktadır. Nimet dağıtan daima
fakirlere cömertlik yapmaktadır.
“İlahi Kudret, varlığı, yokluk içinde
gösterebilir.
Varlıklı olanlar yoksullara cömertlik gösterir.”
Sen bizzat kendi durumun
üzerinde bir düşün. Sürekli yükselme, ilerleme kademelerini aşarak geldin.
Düşme-kalkma, arka arkaya dizildi geldi. Yani düşme kalkma, birbirini kovaladı.
Bir var oluş elbisesini çıkardın diğerini giydin. Bir yok oluştan sen
devamlılık (bekâ) elde ettin. Eğer sen ilk durumunda kalsaydın o zaman bu
terakkiyi, bu gelişmeyi nasıl elde ederdin? Ve sen toprak ile su (kalıbı)
içinde hapsedilmiş durumdasın, (ruh beden kalıbı içinde hapsedilmiştir).
Öyleyse şimdi sen son yükselişten neden korkuyorsun? Ve senin ruh kuşun beden
kafesinden çıkıp kurtulurken neden korkmaktasın?
“Sen varlık âlemine geldiğin günden beri,
Bir ateş veya toprak ya da bir rüzgârdın.
Eğer senin durumun aynı şekilde devam etseydi,
Senin bu gelişmen nasıl mümkün olabilirdi?
Önce varlık bir değişikliğe uğrayacak,
Onun yerine başka varlık yerleşecek.”[95]
“Bu devamlılıkları sen yok oluşlardan elde
ettin.
Yok olmandan neden yüzünü öbür tarafa çeviriyorsun.”[96]
Bu bakımdan aslında ölüm,
ölüm değil ölümsüz hayatın başlangıcıdır. Ölüm günü mümin için matem akşamı
değil, bayram sabahıdır.
“Benim hayatımın, ölümümde olduğunu gördüm.
Bana engel olan bu hayattan nasıl kurtulayım?”[97]
Âriflerin (ilim ve ruhaniyet
sahibi kişilerin) ölümünü, genel avâm insanlarının ölümüne benzetmemelidir.
Onlar bu fâni (geçici) âlemden kopup gitmeye üzülmezler. Ölüm onlar için cana
can katan bir müjdedir. Ölüm esintisi ona bahar yeli gibi gelir. Âd kavmini
yerle bir eden kasırga Hz. Hûd (a.s.)’a ve arkadaşlarına sabâ rüzgarı, bahar
yeli gibi gelmişti.
“Hûd (a.s.) müminlerin etrafına bir çizgi çekti
de,
Oraya gelen (ölüm) yeli tatlı bahar esintisine döndü.
Ecel rüzgârı, ârif kişilere gelirken böyle tatlı gelir.
Bahar yeli gibi tatlı ve yumuşak biçimde gelir.”[98]
İrade ve Zorlama
İrâde ve cebir (yani kişinin
herşeyi irâdesi ile yapması veya irâdesi olmadan o işi zorla yapmak zorunda
olması), ilm-i kelâmın en zor konularındandır. Bir fırka irâdeyi reddedip kabul
etmemekte, kesin ve zorunlu oluşa (cebre) inanmaktadır. Mezhepler ve itikadlar
tarihinde Cebriyye diye meşhurdur.
Mevlânâ diyor ki: Eğer insan
kesin olarak bir şeyi yapmaya zorunlu tutulmuş (mecbur kılınmış) olsaydı o
zaman o kimse nasıl olur da Allah Teâlâ’nın emir ve nehyine (yap ve yapma
buyruğuna) muhatap tutulabilirdi? O nasıl olurdu da şeriatın emrine uymaya
teşvik edilirdi? Birinin taşa (irâdesi olmayan bir varlığa) emir verdiğini
gören olmuş mudur?
“Cebriyeciler diyor ki; ‘Emir ve nehiy
doğrudur;
Dileme (serbestlik) yoktur.’ Bu söz (ifade) yanlıştır.
Kur’an baştanbaşa emir, nehiy ve günah işleyenlere tehdittir.
Mermer taşına emir verildiğini kim görmüştür?”[99]
Mevlânâ şöyle buyurmaktadır:
İrâdeyi kullanma ve tercih yapma (yapıp yapmama serbestliği) insanın
yaratılışında (mayasında) vardır. O her günkü hayatında bu inancı, bu akideyi
tasdik etmekte ve cebri (zorunlu oluşu) reddetmektedir. Bir kimsenin tepesine
çatıdan bir tahta düşerse o kimse çatıya kızmaz. Sel gelir de eşyayı alıp götürürse
sele kızıldığı görülmemiştir. Rüzgâr, birinin kafasındaki sarığı uçurup
götürürse kimse rüzgârla kavga etmez. Herkes bilir ki, onlar buna mecbur
(zorunlu)dur ve hiçbir hata ve kusurları yoktur. (Bunların isteyerek,
irâdelerini kullanarak o hareketleri yaptığı iddiâ edilemez. Çünkü cansız
varlıklardır, cansız varlıkta irâde olmaz.) Ama şüphesiz ki insan meselesi
böyle değil. Bir bakıma sadece o insan iradeye (dileme ve yapıp yapmama
serbestliğine) sahiptir.
“Eğer evin çatısından bir ağaç kırılsa da
Senin üzerine düşse, seni ağır yaralasa,
Çatının ağacına sen hiç kızar mısın?
Hiç içinde ona karşı kin besler misin?
Neden benim üzerime düştü de elimi kırdı (yaraladı),
Neden benim üzerime düştü de beni yere yıktı der misin?
Bir sel gelir de bütün eşyanı alıp götürse sele kızar mısın?
Sarığını rüzgâr başından savurup götürse
Vay gidi rüzgâr diye ona düşmanlık yapar mısın?”100
Mevlânâ bir adım daha ileri
giderek; hayvanlar bile yaratılıştan gelen bir iç güdü ile zorunluluğu ve irade
dışını bilmekte, alet ve vasıtaların bir rolü olmadığını tanımaktadır. Eğer
köpeğe bir taş atsan, köpek taşa hücum etmemekte, onu ısırmamakta aksine o taşı
atan insanın peşine koşmakta, ona saldırmaktadır. Deveci, deveye değnekle
vurduğunda deve değneğe kızmamakta, aksine deveciden intikam almaya
çalışmaktadır. Hayvan bile bu gerçeği bilirse, insanoğlunun cebriyeci olmaktan
(insan iradesi dışında, robot gibi kendi elinde olmadan programlanan şeyi
yapmak zorundadır demekten) utanması lâzım.
“Nitekim sen bir köpeğe taş atsan (vursan),
Senin peşinden koşar, (taşa değil) sana saldırır.
Eğer deveci bir deveyi değnekle dövse,
Devenin kini o değneğe değil.
O deve kendine vurana saldırır.
Ancak iradeden dolayı deve kimin yaptığını anlar.
Hayvanın aklı bile yapanın kim olduğunu (irâdeyi) bilirse,
Artık insanoğlu, sen utan da (zorunluluk) deme.
Bu açık bir gerçek ama sahur yemeğinden dolayı,
O yiyen göz, nûr ve ışıktan mahrum kalmıştır.” [100]
İllet ve Malûl (Sebep ve
Sebebe Dayalı Olmak)
Sebepler ve illetler (nedenler
ve araçlar) konusunda İslâm fırkalarının görüşleri arasında ifrat ve tefrit
(birbirinden çok farklı aşırılıklar) vardır. Bilge kişilere göre kâinatta illet
ve malûl (sebep ve sebebe bağlı oluş) zincirlemesi vardır. Malûl hiçbir zaman
illetsiz, sebepli olan bir şey hiçbir zaman sebebe aykırı olmaz.
Mutezile de büyük ölçüde bu
görüşten etkilenmiştir. Onların eğilimi şöyle: Bir şeyin sebebi kabul edilen
şeyde değişme, aykırılaşma olabilmesi azdır. İşte bu görüş sonucu onlar
harikulâde hallerin (mucize, keramet v.s. gibi) varlığını zorlukla kabul
etmektedirler. Bir şeyin kendi özelliğinin tersine olarak ortaya çıkmasını ve
bir hâdise olmadan sebebin ortaya çıkmasını çok uzak görmekteler.
Eş’arîler diğer kanattalar.
Onlara göre; hiçbir şey diğer bir şeyin sebebi değildir. Hiçbir şeyde de hiçbir
yetki ve etki yoktur. Bu aşırılıktan ve dengesizlikten de zarar geldi ve
herkesin her şeyi söylemeye ve sebepleri reddedip terketmesine bir bahane
doğmuş oldu. Bundan dolayı da bir düzensizlik ve tembellik ortaya çıkmış oldu.
Meylânâ’nın anlayışı bu
ikisinin ortasındadır. O, sebeplerin gerçek oluşunu itiraf eder. İlletlerle
malûllerin, sebeplerle sebepli olanların zincirleme ilişkisi olduğunu, bunun
inkâr edilmesinin imkânsız olduğunu ve de illetle malûlün yani her şeyin bir
sebebi olduğunun makul olduğunu itiraf eder. Genel olarak Allah’ın sünneti
(âdeti); sebepli olan şeylerin sebeplere bağlı olduğu ve eşyadan onların
özelliklerinin elde edileceği tarzındadır. Şüphesiz ki harikulâdelik (mucize ve
keramet), mümkündür. Bunların ara sıra gerçekleştiği de olmaktadır. Şöyle
buyuruyor:
“Olayların çoğu geleneğe (sisteme) göre cereyan
eder;
Bazen kudret, geleneği (sistemi) bozar.
Gelenek ve görenek(sistem), beğeniye göre oluşmuştur.
Mucizeler ise geleneği bozmuştur.
Eğer yücelik bize sebepsizce ulaşmıyorsa,
İlahi Kudret, sebebi ortadan kaldırmaktan aciz değildir.”[101]
Genel insanlar bu sebeplere
bakarlar ve hiçbir şey göremedikleri için de mazeretlidirler.
“Kısacası sen sebebe bağlı kalmışsın,
Ancak ve sadece sadece bunu gördüğün için özürlü sayılırsın.”[102]
O demektedir ki; şüphesiz
sebepleri terketmek doğru değildir. Sebepler bir gerçektir. Fakat sebepleri
sebep kılan (müsebbibül esbâb) da o sebeblerden daha üstün bir gerçektir. O
sebepleri sebep kılan, sebeplerin Rabbi olan kadir-i mutlaktır. Öyle her şeyi
bir sebebe dayamaya başlama ki; kâdir-i mutlakı (her şeye gücü yeten kesin
gücü) tamamen işsiz güçsüz, hiçbir şey yapmayan biri zannetmeye başlarsın.
“Ey sebebe bağlı olan, dışarıya uçma,(başka
yerlerde arama)
Sebepleri ortaya çıkaranı azledeceğini sanma.
Sebepleri ortaya çıkaran kişi, istediği şeyi yapar.
Mutlak kudret ise sebepleri yırtar.”[103]
Şu da bilinmeli ki, sebepler
sadece bizim görebildiğimiz, bilebildiğimiz şeylerden ibaret değildir. Aksine,
o dıştan görünen sebeplerin üstünde gözlerimizin göremediği daha başka sebepler
vardır. Bu manevî (görünmeyen) sebepler, görülebilen zâhirî sebepler için şöyle
bir tarzla sebep ve etkendir: Nasıl ki bu zâhirî sebepler, sebepler ve sonuçlar
için hakiki sebep olup, zâhirî sebepleri bazen hareketli ve işler hale
getirirse; manevî sebepler de zâhirî sebepleri öyle harekete getirir, bazen de
hareketsiz ve durgun hale getirir. Hepsinden daha büyük ve asıl olan sebep ise,
ilâhî irade, ilâhî arzu ve emirdir.
“Taşı demire vurursan ateş çıkarır.
Hem de hakkın emri ile ayağı dışarı koydu.
Taş ve demir, ateş çıkmasına sebep oldu, fakat.
Ey mümin kişi, sen daha yükseklere bak.
Çünkü bu sebebi o büyük sebep (Allah) yarattı.
Sebepsiz olarak nasıl sebep kendiliğinden ortaya çıkar?
Bu sebebi o büyük sebep harekete geçirdi, etken yaptı.
Başka bir zaman o, bu sebebi iş görmez de yapar.”
Bizim bu zâhir sebepleri
bilip tanıdığımız gibi, peygamberler de o hakiki sebepleri görürler ve duyarlar
(hissederler).
“O yüce sebeplere peygamberler önderlik yapar
(tanıtır).
O yüce sebepler bu sebeplerden daha üstündür.
Bu sebepleri bizim aklımız tanır, kavrar.
O sebepleri ise ancak peygamberler bilir, kavrar.”[104]
O hakikî sebepler, zâhirî
sebeplere hem hâkimdirler, hem de onlara galiptirler.
“Bu sebeplerin üzerinde olan başka sebepler
vardır.
Bu sebebe bakma, asıl bakışını o sebebe çevir.”[105]
Bu zâhirî sebepler, hakiki
sebepler karşısında çok basit ve zayıf kalırlar. Olaylar ve durumlar hakikî
sebeplere bağlıdır.
“Bu zâhiri sebep, hasta olduğu gibi topal ve
sakattır da.
Öteki bâtinî sebep ise hem lambadır hem de fitil.
Gece lambanın fitilini yak da etrafı aydınlat.
Güneş lambasını bundan daha temiz ve sağlam bil.”[106]
Peygamberler (a.s.) döneminde
bütün bir dünya zâhirî sebepler içinde sarmaş dolaş olduğundan sebeplere
bağlanmak, her şeyi sebeplere bağlamak, en aşırı noktasına ulaşmıştı. Sebepleri
yaratan ve onun kesin ve mutlak kudreti tamamen gözlerden kaybolmuş, kafalardan
silinmişti. Yeryüzünün her tarafı şirke ve her şeyi zâhirî sebeplere bağlamaya
yönelmişti. Bu bakımdan peygamberler sebeplere darbe indirdiler ve insanları
sebepler yerine, sebepleri ortaya koyan kâdir-i mutlak (Allah)’a yönelttiler.
Allah da onların eli ile sebepler zincirinin tamamen aksine olaylar ortaya
çıkararak, yani mucizeler göstererek sebeplerin yeri geldiğinde geçersiz
olduğunu, zayıflığını açığa çıkarttı.
“Peygamberler sebepleri koparmak (ortadan
kaldırmak) için geldiler.
Kendi mucizelerini yedi kat göğe ilettiler.
Sebepsiz (vasıtasız) olarak denizde yarık açtılar.
Ziraatsız (ekmeden); yiyecekleri ve buğdayı elde ettiler.
Onların çalışma ve gayreti ile çakıllar toz oldu.
Onların isteği ile yün ipek haline geldi.
Bütün Kur’an-ı Kerim sebebin kaldırılıp koparılması içindir.
Derviş yüceldi, değer kazandı. Ebû Leheb ise helâk oldu.”[107]
Fakat Allah Teâlâ’nın geçerli
olan genel âdet ve ‘sünneti; her sebeplinin, sebeplerden var olmasıdır. Bundan
da kullara, gayret, hareket ve yaptırım kastedilmiştir.
“Bir işi yapmak isteyen kişi ne aradığını
bilsin diye,
Çoğunlukla her şey ve her olay bir
sebebe bağlıdır.”
İşte bu minval ve üslup üzere
Mevlânâ bütün o kelâm meselelerini ve dinin temellerini, akidelerini (İslâm’ın
usul ve akâidini) anlatır, izâh eder gider. Kelâmcılar ve Eş’arîlerin
tartışmacı ispat tarzları ve felsefecilerin sihirli ifadeleri bunları,
anlaşılması imkânsız, kavranması zor, son derece zevksiz, sınırlı, kuru şeyler
haline getirmişti. Mevlânâ bu konuları ve gerçekleri ilm-i kelâmın ve
felsefenin dar geçitlerinden çıkararak genel anlayışa ve aklı selimin geniş
ufuklarına getirip anlatmış, kafa ve gönüllere iyice yerleştiren misallerle,
herkesin anlayacağı ifadelerle, sade ve etkili bir anlatış tarzı ile hayatın
her gün karşılaşılan gerçeği ve bir olayı haline koymuştur.
Mesnevî’nin Tesiri
Mesnevî, İslâm âleminin düşünce ve edebiyatına derin etki yapmış, uzun süre
devam eden bir tesir bırakmıştır. Büyük İslâm dünyasının bu kadar geniş bir
ortamını bu kadar uzun süreli etkileyen böyle eserler İslâm edebiyatında çok az
bulunur. Altı asırdan beri İslâm dünyasının aklî, ilmî, edebî ortamları devamlı
onun nağmeleri ile çınlamış ve kafalara yeni ışık, gönüllere yeni hararet
bahşetmiştir. Her devirde şâirler ondan yeni konular, yeni üsluplar, yeni
tabirler almışlar, Mesnevi onların düşünce güçlerini ve edebî yeteneklerini
geliştirmiştir. Kelâmcılar, öğreticiler kendi dönemlerine ait sorunları ve
şüpheleri çözmek için ondan yeni yeni deliller, kafalara yerleşen misaller,
gönüllere hoş gelen hikâyeler ve taze taze yollar bulmuşlardır. Onlar Mesnevî sayesinde kendi dönemlerindeki huzursuz gönülleri ve
zekî gençleri huzura kavuşturmuşlar, tatmin etmişlerdir. Tarikat erbâbı ve
intisaplı, hâl ehli, marifet sahibi kişiler de Mesnevi’ den, hikmetli konular,
ince ve derin bilgiler, daha önemlisi, aşk mesajı, yanış yakılış, cezbe ve
kendinden geçme malzemesi elde etmişlerdir. Onların halvetlerini,
toplantılarını asırlarca o Mesnevî coşturmuş ve
titretmiştir. Bu bakımdan her devrin aşk ve muhabbet erbabı ve marifet ehli
kimseleri onu, meclislerinin mumu, gönüllerinin tercümanı yapmışlardır.
Bununla birlikte Mesnevî’nin bütün konuları ve anlattıkları, baştanbaşa
tenkit üstü ve her çeşit hata ve kusurlardan arınmış değildir. Pek çok bozuk
düşünceli, sapık inançlı kişiler, sakat anlayışlı tasavvufçular ve uçarı nefsaniyetçiler
ara sıra ondan yanlış yolda faydalanmışlar, bazı noktalarını ele alarak
istismar etmişlerdir. Hâlâ vahdet-i vücutçular onda kendi görüş ve kanaatlerini
destekleyen deliller ve ispatlar bulurlar.
Her şeye rağmen o Mesnevî; hatasız ve kusursuz olmayan bir insan sözüdür ve
içindekiler arasında onun kendi gönül duyguları olduğu gibi, dışardan aldığı
etkiler de vardır.
Bütün bunlarla birlikte şu
inkâr edilemez bir gerçektir ki, Mesnevî kendi
döneminin en büyük bir şaheseri ve İslâm düşüncesinin üstünlüğünün, ebedi
diriliğinin ispatıdır. O, İslâm dünyasının düşünce durgunluğuna, ilmî ve edebî
donukluğuna ve taklitçi edebiyat ile ilm-i kelâma öldürücü bir darbe vurmuştur.
Hicrî yedinci asırda ayağa kalkmaya hazır ve dinlenmeye çekilmiş olan İslâm düşünce
ve fikir kervanını yeniden harekete geçirerek daha hevesli ve zinde bir şekilde
yol almaya azmettirmiştir.
Mesnevî’nin en önemli hizmetlerinden biri de yeniden İslâm dünyasına;
materyalizmin ve duyu organlarının verdiği bilgilere sarılmanın hâkim olduğu,
Avrupa’nın yeni felsefesinin ve tekniğinin kalplere şüpheler ve tereddütler
tohumu ektiği, imanla ilgili meselelere ve gayb âlemine ait gerçeklere genel
bir güvensizliğin doğduğu, bu yüz yıldaki akıma büyük bir darbe indirmesidir.
Aynı zamanda sentez ve analizi yapılamayan, deney ve görüntüsü olmayan ve duyu
organlarının elde edemediği (yakalayamadığı) her şeyin mevcut olmadığı
kanaatinin arttığı, bir döneme de ışık tutmuştur. Eski akâid kitaplarının ve
ispatlama usûlü ile kelâm ilminin bu sapmalara karşı koyup mücadele yapamadığı
şu milâdî yirminci yüzyılda, bu azgın ve durmadan artan (Avrupa’nın maddî ve
siyasî istilâsından, sömürgeciliğinden daha az tehlikeli olmayan) tufana karşı
başarılı bir mücadele vermiş olmasıdır.
Mesnevî; dinin ve görünmeyen gayb âleminin gerçeklerinin azametini,
peygamberlerin getirdiği bilgilerin üstünlüğünü, gayb âleminin genişliğini ve
kalp ile ruhun, iman ile vicdanın önemini yeniden kalplere kazımıştır. Felsefe
ile materyalizmin yaraladığı ve irtidad (dinden çıkış) kapısının önüne getirip
diktiği insanları veya İslâm ve iman sınırını aşıp giden binlerce genci ve
değerli kafaları, yeniden iman ve İslâm’a kazandırmıştır. Hindistan’da, böyle
ilim adamlarından büyük bir miktar vardır. Onlar samimiyetle itiraf ederek,
Mesnevi sayesinde yeniden İslâm’ın nimet ve servetine sahip olduklarını, onun
feyiz ve cazibesi ile Müslüman ve iman ehli olduklarını belirtirler.
Yirminci yüzyılın en büyük
Müslüman felsefecisi ve düşünürü Dr. Sir Muhammed İkbâl, Celâleddin-i Rûmî’nin
feyiz ve irşâdı sayesinde çıkmazlarını aştığını problemlerini çözdüğünü söyler.
Kendisini Mevlananın talebesi ve onu kendisini doğru yola getiren hocası kabul
ettiğinden eserlerinde yer yer bahsetmiş, Mesnevî’nin kendisine yeni bir ruh,
yeni bir heyecan verdiğini açıkça belirtmiştir. Bir yerde şöyle der:
“İçi (ruhu) aydın mürşid (yol gösterici) pîr
Rûmî,
Aşk ve cezbe kervanının lideridir o.
Onun makam ve mevkii ay ve güneşten daha yüksektir.
Çadırını ve çadırının ipini kehkeşândan yapar.
Kur’an’ın nuru onun sinesinin ortasındadır.
Onun aynasından Cem’in kadehi (şarap bardağı) utanır.”[108]
Bir diğer yerde şöyle der:
“O, aşk ve muhabbet önderi Celâleddîn Rûmînin
sözleri,
Susuz olanlara selsebîldir, cennet çeşmesi (gibi)dir.”[109]
Fakat bununla birlikte o,
bazı kimselerin bakışlarını onun sözlerinin sadece zâhirî manasına bakarak
sınırlandırdıklarından asıl anlatmak istediğine inatla yönelmediklerinden
şikâyet eder.
Onun cana can katan, gönül
yakan özü ve ruhu yerine, raks (dans) ve vecde âlet etmişlerdir diye öfkelenir.
“Onun sözlerini, kimsenin edemeyeceği şekilde
açıklamışlar,
Onun gerçek manasını ceylan gibi bizden kaçırmışlar.
Onun sözünden vücudun raksını (dansını) çıkarmışlar,
Ruhun şevk ve cezbesini gözlerden gizlemişlerdir.[110]
Ama bu kusur Mesnevi’nin
değil, bizimdir. Mesnevi bu değişim (inkılâp) döneminde bile bize yoldaş
olabilir, yol gösterebilir. Bu maddeci devrin, materyalist çağın en çok mahrum
olduğu şey, yanıp yakılış ve iffetli aşktır.
“Gönüller yanış yakılıştan mahrum, gözler
iffetli değil.
O halde senin korkusuz olmayışına şaşılacak ne var.
Frenk sürmesi ile (batı kültürü ile) aydınlanmış o göz,
Beceriklidir, lâf üretendir, ama ıslak (manevî aşka sahip) değildir.”[111]
Bu uyanık ve canlı servet,
Mesnevi’ den elde edilebilir. Bu asrın, içinde bulunduğumuz bu çağın gençlerine
vasiyet ve tavsiye ederek şöyle buyuruyor İkbâl:
“Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’yi kendine yol
arkadaşı (yol gösteren) yap.
Tâ ki Allah sana yanış yakılış (manevî yücelik) nasip etsin.
Mevlânâ özü kabuktan ayırdığı (dıştaki kabuk ile içteki gerçeği bildiği) için,
Dostun (sevgilinin) yanına giderken ayağını sağlam basar (yolda perişan
bırakmaz).”[112]
NOT: Gerçek Müslüman;
kafasını ilimle, gönlünü ilahi aşkla ve Hz. Muhammed (s.a.v.) sevgisi ile
dolduran ve İslâm’ı yaşayan kimsedir. Bu ölçüde olana ne mutlu ve böylelerine
canlar feda…
Yusuf KARACA
HATİME
Yusuf KARACA
Bu kitaba ek olarak Muhammed
İkbal’in ‘Mürşid ile Müridi’ başlığını verdiği bir manevi irtibat görüntüsü
veren şiirini buraya alıyoruz. Bu dizelerde İkbal her bilgili ve ilgili
Müslüman’ın, bir düşünce kanaat problemi olarak karşısına çıkacağı sorunları ve
soruları Mevlânâ’ya danışmaktadır. (Çünkü Muhammed İkbal kendini Mevlânâ’nın
Müridi kabul etmekte bunu pek çok şiirinde de dile getirmektedir.) Mevlânâ da
bu sorulara cevap vermekte ve çözüm getirmektedir. Aslında Mevlânâ’nın asırlar
önce yazdığı Mesnevisinde dile getirdiği bu cevaplara İkbal sorular sormuş ve
bu günkü bir konuşma diyalogu şeklinde insanlara sunmuştur.
Hindli Mürid derken
kendisini, Mürşid Rumi derken kendisine rehber kabul ettiği şeyhi, Mürşidi
Mevlânâ’yı kastetmektedir. Aşağıda görüleceği gibi bazı çok önemli yaratılış
gerçeklerine öyle güzel yorumlar getirmektedir ki bu derin hikmetler normal
düşüncede bir hakikat şimşeği olarak parlayıvermez.
Şimdi biz bu ilim ve manâ
yiğidi Mürşid ile müridinin insanı düşündüren ve bazen sarsan görüşlerine göz
atalım.
Hindli
Mürid;
Yirminci asrın medeniyeti dini geri plana attı diye
hakikati gören gözlerden yaş yerine kan akmaktadır. (Mürşidim bu felaketten
kurtulmanın çaresi nedir söyle?)
Mürşid
Rûmî;
Eğer bilimi materyalizmde kullanırsan yalan olur,
yılan olur. İlmi, manevi (faydalı) yönde kullanırsan dost olur, rehber olur.
Hindli
Mürid;
Ey dertli âşıkların önderi!
Senin derin manalı şu sözünü biliyorum,
Saz kuru, tel kuru, derisi kuru (ruhsuz) olursa;
Dostun (Allahın) sevgisini terennüm eden ses nereden çıkacak?
Yirminci asır, sazın sesinden sarhoş fakat ilahi zevkten mahrumdur.
Gönlü huzursuz, fikri sebatsız, kalbi imansızdır.
İlahi hikmet ve sır nedir? O ne bilsin.
Dost kimdir, dostun sesi hangisidir? Ne bilsin
Ah Avrupa! İlim ve teknikte ilerlemesine rağmen
Hayvani zevklerin peşinde durmadan zillete düşüyor.
Mürşid
Rûmî;
Herkesin kulağı, nağmelerde ilahi zevki bulamaz
Nitekim İncir gibi güzel bir meyveyi her kuş yiyemez.
Hindli
Mürid;
Ben doğunun ve batının bütün ilmini okudum,
inceledim.
Fakat beni doyurmadı, hala ruhumda sıkıntı ve keder vardır.
Mürşid
Rûmî;
Ehil olmayan herkesin eli seni hasta yapar
Anne tarafına (ana yapına) gel ki o seni tedâvî eder.
Hindli
Mürid;
Ey basireti (ince görüşü) benim düşüncelerimi
aydınlatan Mürşid Rûmî!
Cihad emrinin hikmet ve derinliğini bana izah et.
Mürşid
Rûmî;
Hakkın(Allahın) inşa ettiğini, yine onun emri ile
yıkmaktır.
Dostun kâsesine dostun taşını vurmaktır.
Hindli
Mürid;
Doğuluların (Müslümanların) gözünü Avrupa büyülemiş
Avrupa’nın kadınları onlara, cennetin hûrilerinden daha hoş geliyor.
Mürşid
Rûmî;
Her ne kadar gümüş, görünüşte göze parlak gönülse
de,
Elbisene ve eline sürtersen aynı gümüş onları kapkara eder.
Hindli
Mürid;
Ah! Mekteplerin sıcakkanlı Müslüman gençleri
Onlar sihirbaz Avrupa’nın zavallı avıdırlar
Mürşid
Rûmî;
Henüz yavru olan kuş, uçma hevesine kapılırsa,
Yere düşende yırtıcı kedilerin lokması olur.
Hindli
Mürid;
Din ve milliyet çatışması daha ne kadar sürecek,
Beden, candan daha mı önemlidir sanki.
Mürşid
Rûmî;
Sahte para geceleyin altın para gibi görünmüş.
Altını, kalp paradan ayırmak için gündüzü beklemek gerekir.
Hindli
Mürid;
Ey Mürşidim! Bana Âdemoğlunun sırrını ifşa et
Toprak parçası olan beni, böylece güneş ve ay gibi yücelt.
Mürşid
Rûmî;
Kalıbı ile insanoğlu sivrisineğe bile yenilebilir
Fakat özel (manevi) yapısında yedi kat göğe ulaşma yeteneği vardır.
Hindli
Mürid;
Ey Mürşidim! Allah senin toprak vücuduna gerçekleri
görme gücü vermiş.
Söyle, insanoğlunun hedefi hakikati görmekmidir. Yoksa başkasından öğrenmek
midir?
Mürşid
Rûmî;
İnsanoğlunun hedefi özü görmektir, gerisi posadır.
Görmek odur ki dostun (Allah) kudretini göresin.
Hindli
Mürid;
Ey Mürşidim! İslam âlemi senin nasihatlerinle
ayakta duruyor.
Söyle, milletler hangi hastalıktan ölüp gidiyor.
Mürşid
Rûmî;
Eskiden milletlerin ölüp gitmesinin sebebi şuydu;
Onlar, güzel kokulu od ağacını taş parçası zannetmişlerdi.
Hindli
Mürid;
Bu gün Müslümanların o eski azametleri neden yok.
Onların kanları neden donuk, bedenleri neden tembeldir?
Mürşid
Rûmî;
Milletler, manevi büyüklerinin kalplerini incitmedikçe
Allah hiçbir milleti zelil ve rüsva etmez.
Hindli
Mürid;
Gerçi dünya malları gelip geçicidir ama yine de
Allah ehli kişilerin menfaati hangi şeydedir?
Mürşid
Rûmî;
Aklın peşinden gitmeyi bırakıp kalbin sesine uymak
lazım
Aklın yolu zan ve tahmindir, kalbin yolu ise temaşa ve hayranlıktır.
Hindli
Mürid;
Mürşidim! Benim akranlarım sultanlara yakın
mevkiler elde etti,
Ben ise evsiz barksız, sırtı çıplak bir yoksulum.
Mürşid
Rûmî;
Gönlü parlak bir mürşide bağlanmak gerekir.
Bu sultanlarla dost olmaktan daha iyidir.
Hindli
Mürid;
Ey Bedrin ulularının sırrına eren mürşidim!
Kaza ve kaderin sırrını bilmiyorum. Ne olur öğret bana.
Mürşid
Rûmî;
Şahinlerin kanadı onları sultanlara götürür.
Kargaların kanadı ise onları leşlere götürür.
Hindli
Mürid;
Ey Mürşidim! Son peygamberin dininin özü, amacı
nedir?
Dünya saltanatı mı? Yoksa her şeyden el, etek çekmemidir?
Mürşid
Rûmî;
Dinimizin gayesi cihaddır ve ilahi adâleti
kurmaktır.
Hıristiyanlarda ise insanlardan uzak olup mağaralara kapanmaktır.
Hindli
Mürid;
Toprak ve sudan yaratılan bedenin arzularına nasıl
üstün gelinir?
Sinedeki kalp nasıl uyanık tutulur?
Mürşid
Rûmî;
İlahi emre uyan bir kul ol, yeryüzünde yağız at
gibi yürü,
Cenaze gibi başkalarının sırtına yük olma.
Hindli
Mürid;
Dinin hikmetini ve inceliklerini anlamayan insan,
Kıyamet gününe ve hesaba çekilmeye nasıl inanır?
Mürşid
Rûmî;
Sen kendin kıyamet ol ve kıyameti işte o zaman gör,
Her şeyin hakikatini görmenin şartıdır bu.
Hindli
Mürid;
Göklere doğru yol alıyor benlik
Ay ve güneşi avlamaya gidiyor benlik
Fakat benlik kemale eremez, huzuru bulamazsa,
Kendi, avının pençeleri arasında paramparça olur benlik.
Mürşid
Rûmî;
Avlanmaya değer bir şey varsa, o da ilahi aşktır,
Fakat bu aşk kim tarafından, nasıl avlanır.
Hindli
Mürid;
Mürşidim! Allah sana bütün sırları bildirmiştir,
Bana öğret; milletlerin hayatı ve kaderi nasıl sağlamlaşır?
Mürşid
Rûmî;
Tane olursan kuşlar yer seni,
Tomurcuk olursan çocuklar yolar seni,
O halde baştanbaşa tuzak olan tane ol,
Tomurcuğu sakla, saray bahçesinde ot ol.
Hindli
Mürid;
Mürşidim! Buyuruyorsun ki gönlü araştır.
Gönlü iste ve o yolda zorluklarla karşılaşmaya hazır ol.
Benim gönlüm, benim sinemin içindedir,
Benim cevherim, benim aynamda parlamaktadır.
Mürşid
Rûmî;
Hala sen diyorsun ki; sinemde gönlüm (kalbim) vardır,
Gönül, arşın üstünde olandır, aşağıda olan değil.
(Kalp Allaha giden aşkın ana kaynağıdır, bir et parçasından ibaret değildir.)
Sen kendi gönlünü, kastettiğim kalp zannediyorsun,
Hâlbuki ben, sana; gönül ehlini (Allah ehlini) ara diyorum.
Hindli
Mürid;
Benim yüce düşüncem gökler üstündedir (Allaha
doğrudur.)
Lakin bedenim yeryüzünde zelil, perişan ve dertlidir.
Dünya işinde gezi ve uzak kalmışım ben,
Bu yolda çok eziyetlerle karşılaşıyorum ben,
Dünya işinden (fen ve müsbet ilimlerden) Allah ehli haberdar değildir.
Din bilgini neden dünya ilminde cahil ve geridir?
Mürşid
Rûmî;
Feleklere (Allaha doğru) yükselip giden kimse,
Yeryüzünde yürümede zorluk çekmemelidir.
(Manevi bilgilerle donanmış olan Allah yolunun yolcusu, yaşadığı bu dünya
hakkında cahil olmamalı, aksine herkesten daha fazla geniş ve derin bilgi
sahibi olmalıdır.)
Hindli
Mürid;
İlim ve hikmet öğrenmenin yolu nedir bana söyle?
Aşkın vasfı olan yanış yakılış nasıl elde edilir söyle?
Mürşid
Rûmî;
İlim ve hikmet helal rızıktan artar.
İlahi aşk ve yanış helal rızıktan doğar.
Hindli
Mürid;
Devir, insanlarla ilgilenmeyi, onlarla iç içe
yaşamayı gerektiriyor.
Fakat halvette (yalnız başına) olmadan şiirde yakıcılık olmuyor.
Mürşid
Rûmî;
Uzak durmak, Allah ehlinden değil, diğer
gafillerdendir.
Aba kış mevsiminde giyilir, yoksa yazın değil.
Hindli
Mürid;
Bu gün Hindistan’da (İslam âleminde) ne gönül ehli,
nede ilim ehli kaldı.
Bu ülkede Allah ehli olanlar ah, ne musibetler içinde kaldı.
Mürşid
Rûmî;
Hak ehlinin görevi ışık ve hararet (her şeye rağmen
çalışmak)tır.
Alçak kişilerin işi ise elbette hile, hayâsızlık ve zulümdür.
LAHİKA
Yusuf Karaca
Aşağıda okuyacağınız şiir
Muhammed İkbal’e aittir. Mevlânâ hakkında yazılan bir kitabın sonuna bu şiirin
eklenmesi bir güzel niyete ve yoruma matuftur.
Öncelikle Muhammed İkbal,
kendini Mevlânâ Celâleddîn Rumî’den ayrı kabul etmeyecek kadar ona bağlı ve
hayran kimsedir. Türkiye ve Pakistan devletleri bu beraberliği, Konya’dan,
Mevlânâ’nın kabrinden aldığı bir avuç toprağı, Pakistan’ın en güzel şehri Lahordaki
dünyanın en muhteşem camilerinden olan “Padişahî” camiinin minaresinin
gölgesinde yatan İkbalin mezarına koyarak merasimleştirmiştir. İkbal hayatında
bu arzusunu hep belirtmiş ve pek çok şiirinde hasretle dile getirmiştir.
Bir kere bu şiir elinizdeki
eserin içine gizlenen bir ruhtur, bir dilektir, aşılamak istediği amaçtır.
İslam ümmetine bir haykırışıdır. Onu buraya koymakla eserin okuyucuya verdiği
cezbe ve heyecanın kemali, cemali ve devamı arzu edilmiştir.
“Zebur-u Acem” adlı Muhammed
İkbalin Farsça yazdığı kitabından alınan bu dizeleri, merhum hocam Ord. Prof.
Dr. Ali Nihat Tarlan beyefendi, aslını aratmayacak kadar güzel ve heyecanla
tercüme etmiştir. Onun ruhunun da şad olmasını istedik. O gerçekten Mevlânâ ve
İkbal aşığı bir kimse idi. Böylece birbirine çok bağlı bu üç büyük insan aynı
amaçta birleştikleri gibi bu naçiz tercüme eserimizin sonunda da birleşmiş
oldular.
Muhammed İkbal’in İslam Âlemine Hitabı
Uyan
Derin uykuya dalan gonca, uyan, uyan kalk:
Nergis gibi gözünü açıp etrafına bak:
Safa sarayımızı keder, talan etti bak;
Kuşlar ötüyor, uyan!
Bu ateşli feryatlar
Her tarafı kavurdu;
Her tarafta bir figan…
Uyan derin uykudan,
Derin uykudan uyan!
Derin uykudan uyan!
Bak bütün şark ne halde,
Külü göğe savrulmuş…
Boğulmuş bir inilti susuyor…
Eseri yok… Bu kaybolmuş bir feryat
Bu toprakta her zerre mustarip nazardır.
Hindistan’dan isyan et; Semerkant’dan
Irak’tan. Hemedan’dan tuğyan et;
Bir hayat göster, canlan
Uyan derin uykudan,
Derin uykudan uyan!
Derin uykudan uyan!
Seher vaktidir, güneş ufukta yükseldi bak!
Seherin kulağına kanlı bir küpe taktı.
Sahralardan, dağlardan, kafileler, kervanlar
Yola koyuldu uyan!...
Ey dünyayı gören göz, anlayan göz!
Uyan da gör ne haldedir cihan!
Uyan derin uykudan,
Derin uykudan uyan!
Derin uykudan uyan!
Sen ne biçim ummansın? Ovalar sakin!
Böyle deniz olur mu? Artmıyor, eksilmiyor!
Kabaran dalgalar yok, timsahlar kaynaşmıyor,
Böyle deniz olur mu? Bu denizin yarılmış göğsünden
Başı göğe eren bir dalga ol da ufuklara kanatlan!
Uyan derin uykudan,
Derin uykudan uyan!
Derin uykudan uyan!
Hakkın ezeli kanunu sana, sana emanet
edilmiştir.
Allah’ın varsa eğer, sağı sen, solu sensin!
O’nun serveti sen O’nun kudreti sensin!
Topraktan yaratılan bir kulsun sen! Ey insan.
Lakin zemin de sensin, evet zaman da sensin
Hakk’a ermek sırrının şarabını iç ve kan!
Şüphe uçurumundan fırla; kendini kurtar!...
Ne duruyorsun davran!
Uyan derin uykudan,
Derin uykudan uyan!
Derin uykudan uyan!
[1] Şu anda Afganistan toprakları içinde
bulunuyor.
[2]Bu bilgileri en güzel şekilde
aktaran, merhum Kadı Hüseyin Gevrekhpûrî, bu son devirde Mesnevî’nin ve
Mesnevinin yazarının (Mevlananın) en büyük âşıkı ve araştırıcı âlimi idi. Onun
kitabı Mir’âtü’l-Mesnevî’nin, konu ile ilgili kitaplar içinde bir benzeri
yoktur. Mir’âtü’l-Mesnevî’nin dışında şu ana kadar basılmamış olan iki tane
daha araştırmaya dayanan eseri vardır. Biri: Sâhibü’l-Mesnevî, diğeri de;
Nakdü’l-Mesnevî’dir. Bu iki kitabın yayınlanması, Rûmi’nin edebiyatı üzerinde kıymetli
bilgiler verecek, bu bilgilere çok katkıda bulunacak bir hizmet olacaktır.
Sâhibü’l-Mesnevî, Hindistan’daki Âzamgarh şehrindeki Dârül Musannifin İslâm
yayınevinin yayın programı içindedir. Biz bu kitaptan, onun değerli oğlu
Tevekkül Hüseyin’in büyük lütfu ile faydalandık. Bu çok kıymetli eserden
alıntılarda bulunmak fırsatı elde ettik. Allah ondan razı olsun ve hayırlı
mükâfatlar versin.
[3] Bazıları; Konya’da Şemsi gizlice
öldürdüler, demiştir. Mevlânâ ise “Allah istediğini yapar ve istediğine karar
verir” âyetini okumuştur. Araştırmalar gösteriyor ki öldürme iddiası tamamen
yanlıştır. Öyle olsaydı Mevlânâ onu aramazdı.
[4]Kendini ilahi aşk kapladığı için
namazda sadece Allahın huzurunda olduğunu hisseder. O kadar kendinden geçer ki
kaç rekât kıldığının farkına bile varmaz. Y. Karaca
[5] İkbâlin Mesnevî-i Hôdî (Benlik
Mesnevîsi) kitabından.
[6] İkbâl’in Mesnevî-i Hôdî (Benlik
Mesnevîsi) kitabından.
[7] Mesnevî, s.316, Nevelkişor baskısı,
Hindistan.
[8] Mesnevî, s.316, Nevelkişor baskısı,
Hindistan.
[9] Bâli Cibril, İkbal. Türkçe Terc:
Yusuf Karaca, Beyan Kitabevi, 1971 İstanbul.
[10] Mesnevi, s. 101.
[11] Mesnevi, s.101.
[12] Mesnevî, s. 368.
[13] A.g.e, s.422.
[14] A.g.e.,s.96.
[15] A.g.e, s. 224
[16] A.g.e., s. 402.
[17] A.g.e., s. 152.
[18] A.g.e., s. 489.
[19] A.g.e, s. 489.
[20] A.g.e, s. 171.
[21] A.g.e., s. 55.
[22] A.g.e., s. 449.
[23] A.g.e., s. 246.
[24] A.g.e.,s. 246.
[25] A.g.e., s. 347.
[26] A.g.e., s. 230.
[27] A.g.e., s. 82.
[28] A.g.e., s.544.
[29] A.g.e., s. 449.
[30] A.g.e., s. 86.
[31] A.g.e., s. 86.
[32] Bâli Cibril, İkbâl, Tercüme: Yusuf
Karaca, Furkan Kitabevi
[33] A.g.e., s. 135.
[34] A.g.e., s. 5.
[35] Bâli Cibril, İkbâl. Tercüme: Yusuf
Karaca.
[36] Mesnevî, s. 247.
[37] A.g.e., s.247.
[38] A.g.e., s. 591.
[39] A.g.e., s. 595.
[40] A.g.e., s. 595.
[41] A.g.e., s. 595.
[42] A.g.e., s. 595.
[43] A.g.e., s, 139.
[44] A.g.e., s, 5.
[45] A.g.e., s, 334.
[46] A.g.e, s. 334.
[47] A.g.e., s. 49.
[48] A.g.e., s. 334.
[49] A.g.e., s. 334.
[50] A.g.e., s. 49.
[51] A.g.e., s. 7.
[52] A.g.e., s. 5.
[53] A.g.e., s. 405.
[54] A.g.e., s. 442.
[55] A.g.e., s. 199.
[56] A.g.e., s. 596.
[57] A.g.e., s. 154.
[58] A.g.e., s. 170.
[59] A.g.e., s. 239.
[60] A.g.e., s. 239.
[61] A.g.e., s. 521.
[62] A.g.e., s. 515.
[63] A.g.e., s. 552.
[64] A.g.e., s. 472.
[65] A.g.e., s. 594.
[66] A.g.e., s. 594.
[67] A.g.e., s. 475.
[68] A.g.e., s. 561.
[69] A.g.e., s. 515.
[70] A.g.e., s. 475.
[71] A.g.e., s. 426.
[72] A.g.e., s. 959.
[73] Divan’ından
[74] A.g.e., s. 503.
[75] A.g.e., s. 26.
[76] A.g.e., s. 27.
[77] A.g.e., s. 28.
[78] A.g.e., s. 131.
[79] A.g.e., s. 335.
[80]79/1 Fussilet, 41/53.
[81] Mesnevi, s. 305.
[82] A.g.e., s. 305.
[83] A.g.e., s. 305.
[84] A.g.e., s. 305.
[85] A.g.e., s. 513.
[86] A.g.e., s. 159.
[87] Mesnevî, s. 250.
[88] A.g.e., s. 180.
[89] A.g.e., s. 271.
[90] A.g.e., s. 271.
[91] A.g.e., s. 12.
[92] A.g.e., s. 24.
[93] A.g.e., s. 10.
[94] A.g.e., s. 141.
[95] A.g.e., s. 410.
[96] A.g.e., s. 410.
[97] A.g.e., s. 276.
[98] A.g.e., s. 25.
[99] A.g.e., s. 461-462.
[100] A.g.e., s. 427.
[101] A.g.e., s. 261.
[102] A.g.e., s. 427.
[103] A.g.e., s. 25.
[104] A.g.e., s. 25.
[105] A.g.e., s. 246.
[106] A.g.e., s. 141.
[107] A.g.e., s. 246.
[108] M. İkbâl, Ey Şark Milleti, Ne
Yapmalı, s. 1.
[109] M. İkbâl, Câvidnâme, s. 24.
[110] M. İkbâl, Câvidnâme, s. 224.
[111] Bâli Cibril, Tercüme: Yusuf
Karaca, Furkan Kitabevi.
[112] Câvidnâme, s. 224.
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder