Print Friendly and PDF

HİLAFETTEN DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞINA GEÇİŞ

|

 


SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

İSLAM TARİHİ ve SANATLARI ANADİLİM DALI

HİLAFETTEN DİYANET İŞLERİ
BAŞKANLIĞINA GEÇİŞ
(Doktora Tezi)

Hazırlayan: Ramazan BOYACIOĞLU

 

Ankara, 1992

ÖNSÖZ

"HİLAFETTEN DİYANET İŞLERİBAŞKANLIĞINA GEÇİŞ" isimli araş­tırmamızda, Hilafet'in iki temel karakteri olduğu gerçeğinin bilinciyle konuları ele alıp değerlendirdik.

Çünkü İslam'da Halife'nin, İslam kanunlarım uygulamakla, hak ve adaleti yerine getirmekle, düşmana karşı devleti korumak için gerekli önlemleri almakla so­rumlu; akıllı, zeki ve dirayetli birisi olması gerektiği gibi ilmi bilgilere sahip bir yönetici olması lazımdır.

Bununla birlikte Halife, ne dünyada Allah'ın gölgesidir ne de dokunul­mazlığı ve sorumsuzluğu olan  bir kişidir. Her insan gibi o da Allah'ın kuludur ve yaptığı işlerden sorumludur. Hatta görevleri gereği daha fazla sorumluluğu olan  bir kişidir. Zira idare ettiği İslam Devleti'nde yaşayan kişilerin insanca yaşamaları; ada­let, eşitlik, barış içinde varlıklarını sürdürmeleri ondan sorulmaktadır.

Hz. Peygamberin vefatı (632) üzerine müslümanlar, Hz. Ebû Bekr'i (Ö1.634) halife seçtiler. Ancak Hz. Ebû Bekr dönemi daha çok ayaklanmaların bastırıldığı ve bir toparlanma dönemi oldu. Müslümanların birliğinin sağlandığı bu dönemde Hali­fe Ebû Bekir müslümanların birlik ve bütünlüğünü sağlamayı başardı. Yükümlülüklerini en iyi şekilde yerine getirdi. Hz. Ebû Bekir'den sonra halife olan  Hz. Ömer (Ö1.644) uygulamalarıyla örnek bir yönetim sergilemiştir. Hilafeti döneminde en güçsüz bir kişi bile Hz. Ömer'den hesap sorma cesaretini gösterebilmiştir.

Ne var ki Hilâfet yönetimi zamanla bu ilk özelliğini yitirmiş; özellikle İslâm devletlerinin zayıfladıkları dönemlerde tamamen dinî özelliği olan  bir yönetim şeklinde gösterilmeye çalışılmıştır. Bazı insanlar da buna inanmış ya da inandırılmışlardır. Bu yüzden halifeleri yeryüzünde Allah'ın gölgeleri olarak görmeye başlamışlardır. Gerçekte ise böyle bir şey yoktur; müslümanlar için yap­ması gerekli olan  şey, yalnızca, yönetimin başmda bulunan bu kişilere, doğru yolda oldukları sürece, itaat etmektir.

Fakat devlet başkanmm veya halifenin din ve devlet adma hüküm verdiğini ve bu iki gücü birlikte temsil ettiğini de unutmamak lazımdır.

İslam tarihinde hilafetin çok önemli bir yeri vardır. Yaklaşık Ondört yüzyıllık bir ömrü olan  bu yönetim şekli Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurul­masıyla (1923) ortadan kalkmıştır. Bu yeni düzende laiklik kabul edilmiş ve Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.

Hilafet meselesi İslâm tarihinde en çok tartışıları  ve hakkında çok yönlü araştırmalar yapılıp çeşitli hükümler verilen konulardan birisidir. Politik, sosyal ve dinî bir vakıa olarak günümüze kadar varlığını sürdürebilmiştir. XIX. yüzyılın so­nunda uygulamadan kaldırılmışsa da, teori ve düşünce planında devamlı olarak gündemde kalabilmiştir.

Hilafet konusuyla ilgili inceleme ve araştırmalar, ya tamamen dinî veya fıkhî alanla sınırlıdır, ya da politik veya ideolojik kapsamlıdır. Ayrıca konuya peşin hüküm veya art niyetle yaklaşanlar olduğu gibi, hissî veya dinî hamasetle bakanlar da vardır. Bu durumun doğal sonucu olarak hilafet meselesi çok farklı yargılamalara hedef olmuştur.

Biz bu araştırmamızda, Hz. Peygamberi'in vefatı ile ortaya çıkan Hilafet me­selesini, Hz. Ebû Bekr'in 632 yılında halife seçilmesinden 3 Mart 1924 yılında Hilafet müessesesininjkaldırılışma kadar olan  sürede genel çerçevede ve tarihî yönden ele aldık; Olgun Halifeler dönemi ile Hilâfetten Diyanet İşleri Başkanlığına geçiş devrine daha geniş yer verdik.

Araştırmamızda Hilafetle ya da İmametle ilgili Kur'an ayetlerine ve hadisle­re işaret etmeyi unutmadık. Fakat Kur'an'da halife ile ya da İmamet ile ilgili olan  ay­etlerin, bizim konumuz olan  ve Hz. Peygamber'den sonra ortaya çıkan Hilafet meselesi ile ilgili olmadıklarını tesbit ettik.

İlk Dört Halife döneminde hilafet konusunu incelerken, gerek Hz. Osman'ın gerekse, Hz. Ali'nin öldürülmesi olayları ile daha sonra ortaya çıkan İslam mezheple­rinin hilâfet konusundaki değişik görüşlerini ortaya koyduk. İtikadî ve fıkhî mezhep­lerin tümünün "müslümanlar üzerine Halife tayin etmenin vacip olduğu" görüşü üzerinde birleştiklerini gördük. Hilafet konusunda ayrıldıkları konuların ise daha çok halifenin kimden olacağı hususu başta olmak üzere, halifenin seçimi, halife olmanın şartları, halifenin görevleri gibi konular olduğunu tesbit ettik. Bu konularda Müslüman âlimlerin savundukları fikirlere yer verdik; her birinin görüşünü delilleri­yle birlikte aktardık.

Araştırmamızda, Dört Halife döneminden sonra Hilafet'in Emevîlere, Abbasîlere ve Osmanlılara geçiş şeklini özetledik ve bu dönemlerde meydana gelen olayları kısaca ele aldık.

Hilâfetin Osmanlılara -Türkleregeçişi konusu ayrı bir bölümde inceledik. Türkler'de hilafet ve meşihat-ı İslamiye meselelerine tarihî perspektif içinde sosyal, politik ve dinî yönlerden ele alıp açıklamaya çalıştık. Duraklama ve yıkılış devirle­rinde Meşrutiyet ve Tanzimat dönemlerinde hilafet ve şeyhülislamlık kuramlarının durumlarım ayrıntılı biçimde ortaya koyduk. Ayrıca I. Dünya savaşı sırasında Halife sıfatıyla Osmanlı Padişahının bütün dünya müslümanlarına yaptığı cihat çağrısının niçin yeteri kadar etkili olmayışının sebeplerini inceleyip ortaya koyduk; yine bu savaş yıllarında Araplar'ın, Hindistanlı müslümanların, hatta Rusya'daki bazı Türklerini, Osmanlı ordularına karşı savaşmalarının nedenlerini araştırdık ve tesbit ettik.

Daha sonra Hindistanlı Müslümanların, özellikle Milli Mücadele döneminde ve Lozan Banşı görüşmeleri sırasında Türklere nasıl ve neden destek verdiklerini inceledik bunun asıl sebebinin hilâfetin ve halifenin kurtarılması olduğunu gördük. Yine bu Hindistanlı Müslümanların Halife konusunda bazı isteklerde bulunmaları üzerine, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin tutumunu ve verdiği cevabı;. HindPakistan kıtası müslümanlarının isteklerine karşı çıkış sebebini inceleyip ortaya koy­duk.

Mustafa Kemal'in, Anadolu'ya gönderiliş ve görevlendiriliş sebebi, o zaman­larda Anadolu'nun genel durumu; Milli Mücadeleye başlayanların, önce, "vatan ile birlikte, Padişah ve Halife'yi de kurtaracağız, Padişahsız ve Halifesiz yaşayamayız; saltanatı Hilafetten ayırmak isteyen düşmanlara fırsat vermeyeceğiz..." gibi düsturlarla yola çıktıkları halde, daha sonra neden bu düşüncelerinden vazgeçtikleri; neden önce Saltanatı Hilafetten ayırdıkları, daha sonra da Hilâfeti ortadan kaldıkdıkları ve benzeri konular araştırmamızın bir diğer bölümünün asıl problem­lerini oluşturmaktadır. Bu konuları mümkün olduğu kadar taraf tutmadan ve olay­ları çarpıtmadan ele aldık, sebeb-sonuç ilişkisi içinde inceleyip değerlendirdik. Ayrıca, bu konuları  incelerken değişik eğilimdeki âlimlerin ve yazarların görüşlerine yer verdik. Fakat, Hilâfet'ten Diyanet İşleri Başkanlığına geçiş döneminde, hilafetin lehinde yazılar yazılamadığmdan ve yerli basın bu konuda susturulmuş olduğundan , bu devir hakkında basında yer aları  çeşitli görüşlere işaret ettik ve onlara dayandık.

Hüafet makamı'nın kaldırılmasından sonra, Türkiye dışında Halife konusu­na bir çözüm bulmak için yapıları  teşebbüsleri, Mısır'da kuruları  "Mısır Hilafet-i İslâmiye Kongre-i Umumiyesi"nin bu konuda bütün dünya müslümanlarına yaptıkları çağrılan  ve daha sonra Lübnan Müftüsü'nün yine Hilafet konusundaki girişimleri de araştırmamızda yer almıştır.

Araştırmamızda, hilâfet makamı'nın kaldmldığı gün, yine kaldınlması kabul edilen Şer'iye ve Evkaf vekaleti ve yine aynı gün kabul edilerek yürürlüğe giren "Tevhid-i Tedrisât Kanunu" üzerinde de durduk; doğuda çıkan ayaklanmalardan sonra Tekke ve zaviyelerin kapatılmasını ve şeyhliklere son verilmesinin sebeplerini araştırdık.

Yine hilafet makamı'nın kaldırıldığı gün, kurulması kararlaştırılmış olan  Di­yanet İşleri Başkanlığının kuruluş nedenleri üzerinde durduk ve bu konuda T.B.M.M.'de yapıları  tartışmalara geniş yer verdik. Diyanet İşleri Başkanlığı'na kuru­luşu ile birlikte verilen bazı yetki ve görevlerin daha sonra Diyanet İşleri Başkanlığından alınarak, Evkaf Umum Müdürlüğü'ne verildiğini gördük ve bunun sebeplerini bulmaya çalşıtık. Aynca Diyanet İşleri Başkanlığı döneminde, Türkiye Cumhuriyeti'nde, dinî, kültürel ve sosyal sahalarda yapıları  inkılâpları, Diyanet sahasına nasıl yansıdığım araştırdık.

Giriş ve üç bölümden oluşan Araştırmamızı mümkün olduğu kadar arşiv ve­sikalarına, Devletin resmi belgelerine, gazete ve dergilere, ilk elden kaynaklara, ince­leme ve araştırmalara başvurmak suretiyle yaptık.

GİRİŞ

ÎSLAM TARİHÎNDE HİLAFET

A) Halife ve Hilafet

1) Halife ve Hilafet Kavramının Anlamı

Halife dilde, vekil, halef, birinin yerine geçen adam demektir. İslâm tarihin­de ise, Peygamberimizin vekili veya halefi olan  kişi ya da kişileri ifade eder. Müslümanlar bu kişiler için genel olarak Halife, Halifetü Rasulillah ve Emîru'lMu'ıninin adlarmı kullanmışlardır. Ayrıca halife anlamında "İmam", "îmamu'lMuslimîn", "Talibu’l-Hak", "İmâmu'l-Ahkam gibi adların da, Hariciler ve onların kol­ları  tarafından kullanıldığım görüyoruz. [1]   Şiiler de İmam adım kullanırlar. Halife sözcüğü, ayrıca, eskiden Bâbıâlî Kalemlerindeki katipler için de kullanılmıştır. Kâtip Çelebiye Hacı Halife veya yanlış olarak Hacı Kalfa denilmiştir.  Daha başka anlam­lar da kullanılmışsa da konu dışı olduğundan girmiyoruz.

Halife sözcüğü Kur'an'da birçok yerde ve değişik anlamlarda kullanılmışdır. Halife ile ilgili Kur'an'daki ayetleri sûre sırasına göre ele alacak olursak;

Adem'le ilgili olarak: "Rabbin meleklere, Ben, yeryüzünde bir halife yarata­cağım, demişti." (2 .  30) ayetinin ve insanlarla ilgili olarak: "Allah, sizi Nuh kavminden sonra halife yaptı ve yaratılış bakımından size onlardan fazla boy ve güç verdi." (7. 69); "Bir de düşünün ki Allah sizi Ad'dan sonra halifeler yaptı, yeryüzünde sizi yerleştirdi..." (7. 74); "Sonra onların (günahkar kavimlerin) arkasından sizi yeryüzünde halifeler yaptık ki, bakalım nasıl işler işleyeceksiniz?" (10. 14); "Yoksa sıkıntıya düşen kimse, dua ettiği zaman onun duasını kabul edip fenalığı gideren, sizi yeryüzünün halifeleri kıları  mı (hayırlı)?..."(27. 62); "Sizleri yeryüzünde halifeler yapan O'dur..." (35. 39); Hz. Davut ile ilgili olarak da: "Ey Davut biz seni yeryüzünde halife kıldık, o halde insanlar arasında adaletle hüküm ver ve keyfe tabi olma ki, bu seni Allah'ın yolundan sapıtır..." (38. 26) ayetlerinin bu kavramı kapsadıklarım görürüz.

Yukarıdaki ayetlerin hiç birinde halife sözcüğünün Peygamberin halefinin unvanı olduğuna herhangi bir işaret görünmemektedir. Müslüman tarihçilerin büyük çoğunluğu bu deyimin, ilk kez, Hz. Ebû Berk tarafından bu anlamda kul­lanılmış olduğunu yazarlarsa da bazıları buna katılmazlar.

Hilafet, İslam tarihinde, Hz.Peygamber salla'llâhü aleyhi ve sellemden sonra Müslüman Toplum'un yönetim düzeni olarak algılanmış ve kabul edilmiştir. Bazen, Emirlik ve İmamlık da bu anlamda kullanılmıştır. Örneğin el Maverdi'ye göre İmamet, Hz. Peygamberin halefi olarak, dini korumak ve dünyayı idare etmek için kurulmuş bir kurumdur; İmam Fahrettin Razî'ye göre de, hilafet, bir bireye din ve dünya işlerinde güven ve­rilmiş genel yoldur.[2] [3] [4] [5]; Kemâl ibn Hümam'a göre ise, İmamet, bütün müslümanlar üzerinde genel yönetim hakkım kazanmaktır.  Hilafetin kaldırılması ile ilgili olarak T.B.M.M.nde konuşma yapan zamanın Adliye Vekili Seyyit Bey’e göre ise, hilafet hükümet demektir. Doğrudan doğruya millet işidir. Zamanın icabına tabidir. Onun içindir ki Peygamberimiz, ashabına hilafet meselesini vasiyet etmemiştir.

x 2 Hilafet ve Hz. Ebû Bekr’in Halife Seçilişi

Hz. Muhammed(salla'llâhü aleyhi ve sellem)'ten önce yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü gibi, Hz. Adem (a.s.), yeryüzünde Allah'ın ilk halifesi olmuştu. O'ndan sonra gelen bütün peygamberler de kendi dönemlerinde Hz. İbrahim, Hz. Davut vs. gibi tek başına veya Hz. Musa ve Harun (a.s.) gibi birlikte Allah'ın halifesi olmuşlardı. Hz. Muhammed  (salla'llâhü aleyhi ve sellem) son peygamberdi   ve Medine'ye hicret (M. 622) ettikten sonra O da, Hicret'in ilk yılında, Medine Şehir Devleti'ni kurmuştu.  632 yılında ölümüne kadar on yıl devlet başkanlığını da yürütmüştü.

Hz. Muhammed  (salla'llâhü aleyhi ve sellem) 632 yılında hastalanıp da yatağa düşünce, bu arada namazı da kıldıramıyordu. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekr'i yerine görevlendirdi. Bu görevi Hz. Ebû Bekr Hz. Peygamber  (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ölünceye kadar sürdürdü. Hatta bir gün, Hz. Muhammet  (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kendisini daha iyi hissederek namaz kıldırmak üzere evin­den çıktı. Hz. Ebu Bekr namaza başlamıştı, fakat Peygamberi görerek, cemaata arasına karışmak üzere çekiliyordu ki Peygamber işaretle yerinden kıpırdamamasını belirtti ve gidip yanına oturdu; Hz. Ebû Bekr namazı bitirmek için ayakta kaldı.

Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'in 632 yılında ölümü Müslümanlar üzerinde beklen­medik bir etki yaptı. Herkes Hz. Peygamber'in evinin bitişiğindeki camii önüne gele­rek ağlayıp sızlıyorlardı. Hz. Ömer ise, Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'in ölümünden söz eden herkese kızarak, "Resulullah'ın öldüğü zanneden herkesin boynunu kopara­cağım. Vallahi O ölmedi, tıpkı Musa'nın gitmesi gibi, yeniden ümmeti arasına dönüp gelmek ve Kıyamet gününe kadar bu toplumun başında bulunmak üzere Allah'ın katına vardı" diyordu.

Hz. Muhammed  (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'in ölümü ile sarsılmş olan  müslüman toplumu bu durumdan kurtaran Hz. Ebû Bekr olmuştur. Hz. Ebû Bekr, Hz. Muhammed  (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'in yatak odasına girip onun ölü yüzünü hürmetle öpüp çıktı. Bu arada Hz. Ömer'i halka hitap eder ve kılıcıyla tehdit eder durumda bulunca ona, "Sakin ol Ömer!" diye uyardıysa da Hz. Ömer hala kendisine gelmemişti. Hz. Ebû Bekr toplu­ma doğru ilerleyerek onlara bir konuşma yaptı "Ey insanlar! Muhammed'e tapman kim ise bilsin ki gerçekten o ölmüştür. Allah'a kul olan  ve O'na ibadet eden kimse bilsin ki Allah vardır ve asla ölmez." Daha sonra Kur'an'daki ayetleri okudu: 'ınu-

7.    Hamidullah Muhammad; İslam Peygamberi, c. II. İstanbul 1969, s. 153

8.    Hamidullah, a. g. e. c. I, İstanbul 1966 s. 432

9.    Hamidullah, a. g. e. c. II, s. 310-311

hammed yalnızca bir rasüldür ondan önce diğer rasüller geldi geçti; o halde şimdi o ölecek veya öldürülecek olsa sırtınızı mı çevireceksiniz? Kim ardına dönerse, elbette Allah'a hiç bir şeyle zarar verecek değil, fakat şükredip sabredenleri Allah şüphesiz ödüllendirecektir.(3 .  144)." Neticede Müslüman toplum sakinleşti. [6] [7]*

Sıra halife seçimine gelmişti. Hiçbir devlet başsız olamazdı. Hz. Muham­medi defin töreni ile ilgili işler bitmeden önce, Ensar topluluğu arasından bazı kişiler bu konuyu düşündüler ve kendi aralarında birini halifeliğe uygun gördüler. Saide oğulları gölgeliğinde toplanarak içlerinden birini devlet başkanı tayin etmek istediler. Adayları, o sırada yaşlı ve hasta durumda olan  Übade oğlu Sa'd idi. 111 Hal­buki Hz. Muhammed öldüğü zaman Medine'de dört müslüman topluluk vardı: 1Muhacirler; Bunların o zaman altmış yedi aile oldukları sanılıyor. Muhacirlerin önemli bir kısmı da Mekke'nin alınmasından sonra Medine'ye gelen Kureyş ailelerin­den oluşuyordu. 2Ensar; Bunların çoğunluğunu Hazrecliler oluşturuyordu 3Ensardan Evs kabilesine mensup bulunanlar. 4Diğer yakın ve uzak kabilelerden Medi­ne'ye gelmiş olan  Bedeviler. [8]*

Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'in sadık dostu ve kayınpederi olan  Hz. Ebû Bekr yaptığı konuşmasıyla kendi çevresinde bütün halkı toplamayı başarmış ve kentte önemli ve ivedi her konu için kendisine danışılır bir kişi olmuştu.

Bu arada defin hazırlıkları yapılırken, kendilerini Hz. Ebû Bekr lehine hazırlayıp kararlarını vermiş olan  bazı Medineli müslümanlar, ona Saide oğulları gölgeliğindeki toplantıdan sözetmek üzere geldiler ve geç kalıpta bir oldu bittiye maruz kalmamak için bu konuya el atmasmı kendisinden istediler. [9]*

Ensar'ın Hazrec kolu, kendi kabilelerinden Ubade oğlu Sa'd'ı halife seçmek istiyordu. Orada Muhacirlerden de bazı kimseler bulunuyordu. Bu arada Ensardan Evs'li Hudeyr oğlu Useyd ayağa kalkarak: "Ey Ensar! Allah sizi Ensar (yardımcılar) olarak adlandırdı ve yanınızı bir sığmak yaparak ve Peygamberin ölümü aranızda takdir ederek sizi nimete boğdu. Bu halde bu emri (buyruk) Allah'ın takdirine bırakın. Bu emir sizden çok Kureyşlilere aittir. Bu durumda siz yalnızca onların seçeceği kimseyi tercih edin ve onların uzaklaşacakları kimseden uzaklaşın." dedi. Useyd'in yaptığı bu konuşmaya kimse kızmadı veya onu susturmaya çalışmadı. Yine Ensar'dan Hazredi Sa'd oğlu Beşir de: "Ey Ensar! Siz Kureyşlilere, Kureyşliler de size bağlı bulunmaktadır. Eğer siz bir şeyin doğru ve hakk olduğunu ortaya atsanız, kimse bunun aksini söylemez. Eğer siz (Peygambere) sığınma hakkı tanıdık ve yardım ettik diyecek olsanız gerçekte Allah Kureyşlilere daha iyisini bahşetmiş ve nasip etmiş bulunmaktadır. O halde siz Allah'ın nimetini nankörlükle değiştiren ve kavmine zarar veren kimselerden olmayın" dedi. Bundan sonra Evsli Saide oğlu Uveym ayağa kalkarak: "Ey Ensar! Siz İslamı savunan ilk kimseler olmuştunuz, şimdi inananlarla vuruşan ilk insanlar olmayın. Hilâfet ancak peygamberlik vazifesi kimler arasından gelmişse onlara aittir. O halde hilafeti Allah'ın peygamberlik görevi verdiği kimseler arasında bırakınız; zira bu İbrahim Peygamberin bir duasının hedef aldığı yerdir"*) diyerek sözlerini bitirdi. Daha sonra Adî oğlu Ma'n ayağa kalktı: "Ey Ensar! Eğer bu emir Kureyşliler bir tarafa size aitse, sizin tarafınızdan seçilecek kim­seye biat edebilmeleri için onlara bu durumu haber verin. Fakat bu emir Kureyşlilere aitse ve siz bunun dışındaysanız bu işi onlara bırakın. Zira yemin olsun Peygamber, Ebû Bekr'i cemaat namazlarını kıldırmak üzere imam tayin etmeden önce ölmedi; biz de bu hareketten, dinin direğini oluşturan namazda Peygamberin, onu bizim için seçtiğini öğrenmiş olduk. "[10] [11]

Ensar'ın devlet başkanı seçimi için toplandıklarını öğrenen Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Übade, yanlarında bir Muhacirler topluluğu ile birlikte Saide oğulları gölgeliğine gittiler. Orada bir yer bulup oturdular ve bir süre hiçbir şey söylemediler. İmamet (hilafet) ile ilgili konuşmalar çok uzuyor ve şiddetli tartışmalara neden oluyordu. Halifenin Ensardan mı Muhacirlerden mi olacağı tartışmaları değişik görüşleri ortaya koyduruyordu. Bir ara birisi Muhacirlerden öteki Medineli Müslümanlardan olmak üzere iki ayrı başkan seçilmesini önerildi J[12]) Bu arada Hazrec kabilesinden Kays oğlu Sabit ayağa kalkarak: "-Ey Muhacirûn! siz de bizim gibi biliyorsunuz ki Allah Muhammedi kendi Rasulü olarak göndermiştir; kendisi başlangıçta, inkar ve işkencelere rağmen Mekke'de, Allah ona bütün şiddet hareketlerinden sakınması emrini vermiş olduğu halde kaldı. Sonra onun hicret et­mesine ve mücadeleye başlamasına müsaade etti. Biz onun yardımcıları ve sığmağı olduk. Sonra siz geldiniz ve biz mallarımızı sizinle paylaştık. Bu durumda biz İslam'ın gerçek kudret ve kuvvetiyiz ve Kur'an'da Allah'ın, ismini zikrettiği zümre de bizleriz. Sonra Kur'an'dan şu ayeti okudu, "Onlardan önce Medine'yi yurt ve iman (evi) edinmiş olan  kimseler, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verdikleri şeyler üzerinde kalplerinde en ufak bir çekememezlik hissetmezler, kendi­leri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar..." (59. 9). Bu kimsenin inkar edemeyeceği diğer ayetler arasındadır. Ayrıca sizler, bizim şeref ve itibarımız için Peygamberin bütün iyi sözleri sarfettiğini biliyorsunuz, o bu dünyayı terketmiş ve açıkça kendisine halife olarak kimseyi atamamıştır. Fakat ümmetine, Allah'ın kitabına ve Peygamberin sünnetine sıkı sıkı sarılmalarım kesin şekilde em­retmiştir. Bunlara tutunulduğu sürece yanlış ve bâtıl üzerinde birleşüemiyecektir. Bizim Allah'ın yardımcıları olmamız dolayısıyla halkın yönetimi de ancak bize aittir. Ey Muhacirin bu konuda ne düşünüyorsunuz? Allah'ın selamı üzerinize olsun" diye­rek Sabit sözlerini bitirdi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekr söz alarak: "-Ey Sâbit! Senin halkın (Ensar) bütünüyle senin anlattığın gibidir. Kimse bunun tersini söyleyemez. Bize (Muhacirlere) gelince, bizim hakkımızda da Allah vahiy de bulunmuştur,

"Allah'ın verdiği bu ganimet malları özellikle; yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve Peygamberine yardım eden Muhacir fakirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır." (59 .  8) ve Allah size Kur'an'da "Ey inananlar! Allah'tan sakının ve doğrularla beraber olun" (9 .  119) der­ken "doğrulara uymanızı emretmektedir. Bundan başka bu emr (buyruk) işini Araplar, ancak kendi aralarında en ünlü ve şerefli kabile olarak benimsedikleri Kureyşliler için kabul edeceklerdir. Ve aynı zamanda İbrahim'in duasının hedef aldığı kimseler işte bunlardır. Bu duruma göre ben sizin için Ömer ve Ebû Ubeyde'nin ikisinden birisini seçtim. Onlardan hangisini isterseniz ona biat ediniz." 16) dedi.

Ebû Bekr'in bu konuşmasından sonra Ensar arasında büyük bir tartışma oldu. Bu arada Hz. Ömer onların tartışmalarına karşı Hz. Peygamberin son vasiyetle­rinde Ensarı Muhacirlere emanet ettiğini ve hastalığı sırasında da Hz. Ebû Bekr'i imamlığa tayin ettiğini söyledi. Ayrıca Ömer biri Ensardan öteki Muhacirlerden iki emir seçilmesine de karşı çıktı.

Daha sonra gerek Hz. Ömer ve gerekse Hz. Übeyde, Hz. Ebû Bekr'in kendile­rine yaptığı teklifi reddederek ikisi birden: "Hz. Peygamberin önüne geçirdiği zatin ilerini kim geçebilir" dediler. Hz. Ömer ileri atılarak: "Ya Ebû Bekr! Rasulullah seni hepimize imam yapti, elini uzat sana biat edeyim" deyince ondan önce davranan Sa'd oğlu Beşir Hz. Ebû Bekr'in elini tutarak ilk biat eden oldu. Ondan sonra Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde de biat edince orada bulunan bütün halk Ebû Bekr'e biat etti­ler. Bu arada halkın coşkulu hareketi ile hasta bulunan ve halifeliğe seçilmek isteyen Übade oğlu Sa'd  az kalsın ezilecekti. Daha sonra Mescid'e gidildi orada da hazır bekleyen ordu  [13] [14] [15]) biat etti. Ebû Bekr'e biat ertesi gün de Mescit'te devam etti. 17)

Kavmi arasında yumuşak huylu, sevimli, cana yakın ve hoş sohbet biri olan  Hz. Ebû Bekr’i kızı Hz. Aişe'nin deyimi ile sağlam dağlara yüklense onları pa­ramparça edecek olan  zorluklar karşılıyordu. [16] [17]) Şöyle ki, bazı Araplar Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'in ölümü ile dinden dönüyorlardı. Bir kısmı ise "namazı kılarız, zekatı ödemeyiz" diyerek recat ediyordu. Hz. Ebû Bekr ise onlara: "Eğer onlar deve ve koy­anlarının yıllık zekatlarını bana vermezlerse, kendileriyle elbette savaşacağım" veya "Eğer onlar bir oğlağı bana vermezlerse..." diyerek devletin hakkını savunuyordu. [18]) Aynı zamanda dinden dönenlerle savaşarak devletin birlik ve bütünlüğünü koruyor­du. Ayrıca Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'in ölümü üzerine yalana peygamberler ortaya çıkmıştı. Bu yalancı peygamberler mürted ve mürteci kabilelerden topladıkları güçlerle İslâm ordusuna karşı savaşıyorlardı. Bunlar arasında en tehlikelisi Yemen'deki Habib oğlu Müseyleme idi. Onunla, Yemâme’de yapıları  savaşta 70 kadar kurrâ hafız şehit oldu. [19]) Bu olay üzerine Hz. Ebû Bekr; Sâbit oğlu Zeyd'i çağırarak, Hz. Ömer'in de tavsiyesi üzerine, Kur'an'ı toplatıp bir kitap haline getir­mesi ile görevlendirdi. Böylece Kur'an toplanarak bir kitap haline getirildi. [20])

Hz. Ebû Bekr dinden dönenlerin işini bitirince, önce Irak sonra Şam'ın alınması için ordular gönderdi. Irak alındı, sonra Suriye'ye yönelindi ve Şam alındı. Fakat Hz. Ebû Bekr, Şam'ın almış haberini almadan, 22 Ağustos 634 tarihinde öldü. Halifeliği iki yıl üç ay on gün sürmüştür. Hz. Aişe'nin evinde Allah'ın Rasulünün yanma gömüldü. [21])

3 Hz. Ömer'in Halife Seçilmesi

Hz. Ebû Bekr hastalanınca, öleceğini anlamış olacak ki yerine bir halife bırakmak istiyordu. Gönlünden geçen Hz. Ömer idi. Bunun için önce, Avf oğlu Hz. Abdurrahman'ı çağırıp ona "Ne dersin bu hilafeti Ömer'e vereyim mi?" deyince, O da "gayet güzeldir. Fakat Ömer'in gönlü dar sözü serttir" diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekr, "Ömer'in gönlünün darlığı ve sözünün sertliği bu gündür. Görmezmisin ki ben halka nice yumuşaklık ederim. İş ona düşünce O da yumuşak olur, Bu görüşmemizi kimseye söyleme" demiştir. Hz. Ebû Bekr daha sonra Hz. Osman'ı çağırır ve ona da sorar. O da "gayet uygundur, iyidir ve Ömer he­pimizden yeğdir" diye cevap verir. Hz. Ebû Bekr yine ona da "Bu sözü kimseye söyleme" der.

Ertesi gün Muhacirleri ve Ensarı toplayan Hz. Ebû Bekr, "Ey seçkin dostlar! Siz ne dersiniz? Ben bugün hilafeti bir kişiye vermek istiyorum ki, benim akrabam değil kabul eder misiniz?" deyince, kabul ederiz dediler. O da: "Ömer b. Hattab'ı ha­life dilerim. Zira bu işe ondan uygun bir kişi görmedim" dedi. Hz. Ebû Bekr'in bu sözüne Ashab da: "İşittik ve itaat ettik" dediler Z[22])

Hz. Ebû Bekr (r.a.)'in burada uyguladığı metod, Kur'an'ın "O kimselerdir ki, Rablerine itaate icabet etmişler ve namazı gereği üzerine kılmışlardır. İşleri de hep aralarında danışıklıdır..." (42 .  38) ve yine Kur'an'ın Hz. Muhammed  (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'e "... İş konusunda onlara danış. Danıştıktan sonra da bir şeyi yapmağa karar verdin mi, artık Allah'a güven ve dayan..." (3. 159) emirleri doğrultusundadır. Hz. Ebû Bekr de danışmış ve kararını vermiştir.

Hz. Ömer de Hz. Ebû Bekr gibi ülkelerin fethine girişerek değişik yerlere or­dular göndermiştir.

Hz. Ebû Bekr döneminde Suriye sarılmış. Fakat almamadan Hz. Ebû Bekr ölmüş ve Suriye'nin alınışı Hz. Ömer döneminde olmuştu. Daha sonra İran'a seferler düzenlenmiş ve İran alınmıştır. Hz. Ömer döneminde, Irak, İran, Suriye, Filistin ve Mısır gibi ülkeler alınarak İslam devletinin sınırları Arabistan yarımadasını aşmıştır. Yine onun zamanında İslâm devletinin, İdarî, siyasî, askerî, İçtimaî, adlî ve malî ku­rumları  oluşturulmuş ve böylece Hz. Ömer, İslam devletinin yönetimini örgütleyen ilk kişi olarak kabul edilmiştir. [23]

4    Hz. Osman'ın Halife Seçilmesi

634 yılından 644 yılma kadar on yıl halife olan  Hz. Ömer, Ebû Lûlû künyesiyle anıları  Firuz adlı Hıristiyan bir köle tarafından iki başlı hançerle 6 yerin­den yaralanarak şehit edilmiştir. Bu olayda köle, Halife'nin maiyetinden bir kaç kişiyi daha öldürmüştür. Hz. Ömer yaralı durumdayken hilafete Avf oğlu Abdurrahman'ı teklif etmişse de o kabul etmemiştir. Bunun üzerine cennetle müjdelenen 10 kişiden hayatta kaları  altı kişiyi aralarında halife seçmek için görevlendirmiştir. Oğlu Abdullah, ölüm halindeki babasına, gönlünden geçen halifenin Ali olduğunu bildir­diğini, açıkça hilafeti Ali'ye bırakmasını söylemişse de Hz. Ömer, kabul etmeyip seçimle olmasmda direnmiştir. [24]  Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Ebû Vakkas oğlu Sa'd ve Avf oğlu Abdurrahman'dan oluşan 6 kişilik seçici kurulun başkanı Avf oğlu Abdurrahman'dı. Ayrıca Hz. Ömer'in oğlu Abdullah da, seçilme hakkı olmadan, gözlemci sıfatı ve seçme yetkisi ile bu kurulda bulunuyordu.

Başlangıçta, başkanlık konusunda Haşimîler ile Emevîler çekiştiler. Bunların her biri başkanlığı ele geçirmek için çabalıyorlardı. Eski politik rekabet yeniden su yüzüne çıkıyordu. Seçici Kurul başkanı Abdurrahman hilafete aday olan  Osman ve Ali ile hilafet görevini kabul etmeleriyle ilgili konularda ayrı ayrı görüştü. Bu arada kamuoyu araştırması yaparak her yerde insanların düşüncelerini aldı ve Müslümanlara halife olarak Osman'ı mı yoksa Ali'yi mi istediklerini sordu. Sonuç olarak genel istek ve seçici kurulun seçimi Hz. Osman lehine oldu. Böylece Hz.Osman 3 Kasım 644 yılında, Seçici Kurul'un oy birliğiyle halife seçildi ve üyelerin hepsi ona biat ettiler . [25] [26]

Gerek Seçici Kurul'un gerekse Medinelilerin onu seçmelerinin nedeni, onun ilk müslümanlardan olması, İslâm'a yaptığı hizmetleri, Hz. Muhammed  (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'in damadı olması, yumuşak huylu olması ve cömertliği, ayrıca hilafetin sürekli olarak Hâşim oğullarının elinde kalmasından korkma gibi nedenler etkili olmuştur.

Hz. Osman'ın on iki yıl süren hilafetinin ilk altı yıllık dönemi Hz. Ömer döneminin bir devamı olarak olaysız geçen dönemdir.(28

Halifeliği süresince Hz. Osman, devlet yönetimini genel ve düzenli kurallara dayandırma yolunda Hz. Ömer'in açtığı çığırı izlediyse de, bu alandaki çabalarına yapıları  tepkilere meydan vermemek için Hz. Ömer kadar güçlü değildi. Kızgınlıklar, kırgınlıklar, yakınmalar ve kışkırtmalar birbirine karışınca büyük bir düşmanlık havası ortaya çıktıJ[27] [28] Bu kırgınlıkların ve kızgınlıkların nedeni Hz. Osman'ın, kendine karşı olanlara, ister sahabi olsun ister olmasın herkesi araştırır ve yaptığı işler konusunda hesap tutardı. Onun bu davranışından zarar görenler ve ra­hatsız olanlar oluyordu. Ayrıca bazıları da arzularım gerçekleştiremedikleri için, Ebû Bekr'in oğlu Muhammed ve Ebû Huzeyfe'nin oğlu Muhammed gibi, Osman'ın yönetimine karşı tavır almışlardı ve ona zarar vermek için kişisel davranışlarda bulu­nuyorlardı. Bu arada Ashabın ileri gelenlerinden olan  Mesut oğlu Abdullah da Kur'an'ın nüshasının çoğaltılması konusunda kendisine başkanlık verilmediği için dargındı. Bu arada fetihlerin durması ile, Medine'de zararlı amaçlar peşinde koşan bir grup ortaya çıkmıştı.(30) Ayrıca bu dönemin yeni kuşağı eski dönemin kuşağı gibi takva sahibi değildiler. Ayrıca bu yeni kuşak Kureyş'in bütün öteki kabilelerden üstün olduğu görüşünü açıktan açığa savunuyorlardı. Kureyş kabilesi dışında kalan­lar bu anlayışa karşı çıkıyorlardı. Hz. Osman'ın yumuşak huylu olması ve akrabaları ile Emevî soyundan olanları valiliklere ve yüksek memurluklara ataması, bu arada Hz. Ömer'in atadığı valileri değiştirip yerlerine yalanlarından uygun olmayan kim­seleri ataması; Yasir oğlu Ammar gibi seçkin bir sahabinin mescitte bayıltmcaya kadar dövülmesi Muaviye'nin etkisinde kalarak Ebû Zer'i Rebeze’ye sürmesi; halkın özellikle sahabilerin sevmediği Mervan'ı kendisine yardıma yapması  32); Hz. Peygamberin mühürünü bir kuyuya düşürmesi $3) gibi nedenler halifeliğinin son altı yıllık döneminde olayları başlatıyordu.

Sonuçta, Hz. Osman'a karşı genel bir hoşnutsuzluk ortaya çıktı. Basra, Küfe ve Mısır'dan hareket eden isyanalar başkent Medine'yi muhasara ettiler. Medine'yi, Peygamber Mescidi'ni ve halifenin evini kuşatan isyancılar 17 Haziran 656'da Hz. Osman'ı hunharca öldürerek, İslam tarihinde ardı arkası kesilmeyen pek çok olaylar, karışıklıklar, çatışmalar, savaşlar ve fırkalara bölünmeler başlatmıştır. [29] [30] [31] [32]

5    -Hz. Ali’nin Halife Seçilmesi

Hz. Peygamberin yanında yetişen ve Peygamberin amcasının oğlu olan  Hz. Ali aynı zamanda Hz. Peygamberin kızı Fatıma'nın da eşiydi. Hz. Osman'ın şehit edilmesinden sonra hilafet görevini üzerine almayı alçak gönüllülükle reddetti. Ama beş gün sonra 25 Haziran 656 tarihinde Peygamber Mesddi'nde kendisine biat edil­di. Biat töreni için minbere ilk çıkan halife, Hz. Ali olmuştur. Onun halife olması çok doğal karşılandı. Çünkü Hz. Peygamberin soyundan idi; cennetle müjdelenmişti, Hz. Osman'ın evi kuşatıldığında imamlık görevini üzerine almış ve hac emiri atanmıştı. Yalnız bu arada kendisine biat etmekten çekinenler de olmuştu. Talha ve Zübeyr, bir söylentiye göre, baskı sonucu biat etmişlerdi. Her ikisi de Hz. Ali'den, Hz. Osman'ın katillerinin biran önce bulunmasını istiyorlardı. Dahası, İfk  olayından Hz. Ali'ye kızgın olan  Hz. Aişe de Hz. Osman'ın kanını dava etmeye koy­uldu.

Hz. Ömer'den sonra başlayan ve gittikçe artarak sürüp giden bu olaylar karşısında Hoca Rasim Efendi'nin 1339 (1923) yılında "İslâm'da Hakimiyet ve Tesisi Hükümet" adlı makalesinin bir bölümünde şöyle demektedir:

"... Hz. Ömer döneminin sonlarına doğru Suriye, Mısır, İran İslâm Devletine katıldı. Bu geniş bölgede işlerin önceden olduğu gibi yürütülemeyeceği anlaşılınca kamuoyunu düşündüryordu. Başta Hz. Ömer olduğu halde bütün müslümanlar, hükümet şeklini yeniden düzenleyip genişletilmesine gerek olduğunu anladılar. Bunun üzerine görev bölümü yapılıp 'Divanlar, Kalemler' oluşturuldu. Yalnız 'Şûrâ' (veya Kurultay, Meclis) genel oylara saygıdan bir şekil ile tesbit edilmedi. İşte bu Şûrâ'nın sürekli toplanan bir cemiyet halinde belirlenmiş olsaydı, Hz. Osman zamanındaki vilayetlerden ortaya çıkan yakınmaları göz önüne alır ve konuyu ince­lerdi. Sonunda ya yakınanları haklı görür ve başkan hakkında kesin kararım verirdi; veya başkanın görevini yaptığım görerek yakınanları aksız bulurdu. Böylece iç bölünmenin önüne geçerdi ve sonunda büyük olaylar da olmazdı. İslâm tarihinde bu olayı daha çok kanlı olaylar izledi. Hz. Ali ve Hüseyin dönemleri İslâm aleminde çok kanlar döküldü. İslâm tarihini inceleyen kişilerin görüşüne göre bu felaketin nedeni başka bir şey değildir. Eğer milletin seçtiklerinden oluşan bir şûrâ olsaydı, gerek Hz. Ali gerekse Muaviye tarafı Şûrâ'nın kararma uymak zorunda kalırdı. Sonunda mille­ti üzen kanlı olaylar olmazdı..." [33])

Hz. Ali döneminde Cemel ve Sıffîn savaşları ve öteki iç karışıklıklara sahne olmuştur. Sıffîn savaşından sonra alman hakem kararı ile yenen ve yenilen olmamıştır. Hz. Ali yine müslümanların halifesi olarak görevine devam etmiştir. Mu­aviye de Suriye valisi olarak kalmıştır. Ama uzun sürede kazanan Emevîler ola­caktır. Çünkü bu arada müslümanlar bölünüp parçalanmışlardır.

Hz. Ali'nin hakem kabul etmesine kızan ve "hüküm ancak Allah'ındır, oysa sen insanın hükmünü kabul ettin, dolayısıyla kafir oldun" diyen ve tarihte "hariciler" adını aları  bir topluluk Hz. Ali'den ayrılmışlardır. Hz. Ali bunları yola getirmek için çok çalıştıysa da başarılı olamamıştır. Bunlar Harura'da toplandıkları için Hariciye adıyla da anılırlar. Hz. Ali'nin halifeliğini kabul etmediklerinden kendileri için Vehb oğlu Abdullah'ı halife seçmişler ve bağımsız bir yönetim kurmaya çalışmışlardır. Hz. Ali bunlarla Nehrevan Savaşı yapmışsa da sonuç alamamıştır. Sonuçta Haricîler, 20 Ocak 661'de, Hz. Ali'yi, camide, Mülcem oğlu Abdurrahman adında bir anarşiste öldürtmüşlerdir.

6    Hilafet Hakkındaki Değerlendirmeler

Hilafet müessesesi ve halife seçimi Müslüman Toplum içinde değişik görüşler ortaya çıkardı. İslam inanç okullarının tamamı hilafetin zorululuğu konu­sunda görüş birliği içindedir. Ancak, halifenin soyu, kabilesi, vasıfları ve seçimi me­selelerinde farklı görüşleri savunurlar. Örnek Yöneticiler ve Temsilcilerin (hulefâ-ı râşidîn) hilafetlerinin meşruluğu -yasallığıhususu ile halife oluş sıraları  da değişik şekillerde ele alınıp değerlendirildi.

Bir kısım Müslüman topluluklar, Hz. Müslüman topululuklar, Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'in, ölmeden önce Hz. Ebû Bekr'i halefi tayin ettiğini söylerken, Şiîlik bunun karşıtı bir görüşü savunur; Hz. Ali'nin Kadir-i Hum'da Hz. Muhammed tarafından halife tayin edildiğini söyler. İmam ve halife tayininin nass ve vasiyetle olduğu iddiasında bulunur. Hz. Ali'nin müslümanların ilk halifesi olduğu inancını benimser ve birçok ayet ve hadisi bu düşüncelerine kaynak yaparlar. 'Kıstas olayı' veya' Vasiyetnâme' meselesi diye bilinen hadis onların bu delillerinden biridir.

 Müslümanların çoğunluğunun görüşü bu iki karşıt anlayışın ötesindedir. Bunlara göre, hilâfet meselesi dinden bir esas değildir, dolayısıyla nass ve vasiyete dayanmaz. Müslümanların seçimine bırakılmış bir iştir. Müslüman toplum hür ira­desiyle ve özgürce yöneticisini (halife) seçer. Halifenin tayini ve özellikleri ile ilgili herhangi bir ayet ve hadis yoktur.

'Ehl-i Sünnet ve Cemaat' adıyla tanınan bu topluluk dört halifenin hilafetleri­ni halife oluş sıralarına göre tanır ve yasal sayar.

Haricîler ise, Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer'in halifeliklerin tümüyle benimserler ve överler. Diğer iki halife Hz. Osman ve Ali'nin hilafetlerini -halife oluş sıralarına göremeşru sayarlarsa da, Hz. Osman'ın yönetimini ikinci altı yılını, Hz. Ali'nin hila­fetinin de tahkimden sonraki devresini kötülerler.

Siyasî ve itikadî İslam mezhepleri ve din bilginleri halifenin tayini, halifede aranıları  vasıflar, halifenin vazifesi ve benzeri konularda farklı anlayışları benimsedi­ler.

Müslümanların bir topluluğa göre, Yöneticiler-İmamlar Kureyş'tendir, başkalarından hilafe olmaz. Çünkü Hz. Peygamber Kureyş kabilesindendir. Ondan sonra Müslüman toplumu yönetme hakkı en yakınlarım, yani Kureyş-Hâşimî soyu­na aittir.

Hâricilere göre ise, hilafet herhangi bir aşiret ve kabilenin tekelinde değildir. Takva sahibi, ilim ve siyaset ehli her müslüman bu hakkı talebedilir. Halife, Araplardan olabileceği gibi, Arap olmayan milletlerden olabilir.

Şiîlik, hilafetin yalnızca Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'in hakkı olduğunu kabul eder. Ali ve onun soyundan gelenler, Peygamber'in en yakınları olmaları sebebiyle, Müslüman Toplumu yönetme hakkına sahiptiler, onlardan başkasından halife olmaz, dolayısıyla Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın halifelikleri meşru yasaldeğildir; onlar bu makamı zorbalıkla ele geçirmişlerdir.

Mu'tezile'ye göre, imamet-hilafet aklen vaciptir; Müslüman Toplum kesinlik­le bir devlet başkanma muhtaçtır, akıl bunu emreder. Mu'tezile bu konuda görüş birliği içinde olmakla birlikte, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin hilafetteki önceliği hususun­da ihtilaf ederler. Bağdat Mu'tezilesi Hz. Osman'ı, Hz. Ali'den faziletli sayarken, Basra Mu'tezilesi bunun tersini kabul eder.

Müslüman bilginlerden Sivas'lı ibn Hümam'a göre, imam (veya halife) tayini (seçimi), Mu'tezile'nin görüşünü aksine aklen değil, naklen (sem'an) vaciptir ve imam bütün müslümanlar üzerinde genel yönetim hakkına sahiptir. [34]  Dört halife döneminde de gördüğümüz gibi, ilk dört halife, o günün şartlarına göre, devlet ge­nelinde olmasa da, seçimle iş başına gelmişlerdir.

Reşit Rıza ise bu konuya bazı görüşler ekleyerek, İslam yönetim biçiminin ilk temel kuralının ve İslam'da yetkinin kaynağının toplum olduğunu belirttikten sonra bunun gerçekleşmesinin "şûrâ" yolu ile olduğunu söyler. Halife ili ilgili olarak da, İslam yönetiminin başkanı ve yasanın uygulayıcısı olduğunu belirtir. Ayrıca o, top­lumun halifeyi tayin etme ve görevden alma yetkisinin olduğunu açıklar. [35]

Henri Laoust Fransızca "Le Califat Dans la Doctrine De Raşid Rıda" adlı ese­rinde, toplumun (cemaat) başına İmam tayini ile ilgili olarak, müslümanlar için gerek Ehli Sünnetin ve gerekse öteki mezheplerin, toplumun başına imam tayin et­menin, bazı Mu'tezilenin desteklediği gibi yalnızca akılla değil yasal olarak da bir zorunluk olduğu konusunda birleştiklerini söyler. O, Sadettin el-Taftazanî'nin bu ko­nudaki görüşlerini aktarır.

El-Taftazanî, Makasidü't-Tabibîn adlı eserinde bu konuda şu delilleri ortaya koymaktadır:

1-îcma. Saadettin et-Taftazanî yaptığı yorumlarda Ashabın icmasını kabul etmek gerektiğini söyleyip, bizim esas delilimiz, Peygamber’in toprağa verilmesin­den önce ortaya konan icmadır, demektedir.

2-    Yasal yaptırımların uygulanması, sınırların savunulması ve özellikle düzenin devamı için şer'i yükümlülüklerin yerine getirilmesi ancak bir halifenin çatısı altında mümkün olur.

3-    îcma yoluyla kabul edilmiş bir esas olarak: Halife sayesinde düşmana üstünlük sağlanır ve sayısız sakıncalardan korunulur.

4-    Müslümanların halifeye itaat etmesi zorunludur. Kitap ve Sünnete uyma­ları da şarttır. Bütün müslümanlar için, halifeye, iyilikte itaat etmeleri şer'i bir zorun­luluktur. Halife de Kitap ve Sünnet'e uymak zorundadır. O halde sonuç olarak hali­feyi belirlemek şer'i bir zorunluluktur.(39)

Kelâm alimleri ile Mezhep tarihçileri ve usul ilminin kurucusu İmam Şafii, İcma'nın hüccet olduğunu ispat için bir bölüm ayırmışlardır. Çünkü imamet konu­sundan söz etmek için bu tabii olarak ilk adım sayılmaktadır.

Batılılardan doğu ilmiyle uğraşan Gibb ve Shacht da hilafetin icma üzerine kurulduğunu söylemişlerdir. Gibb: "Hilafet, bütünüyle icma esası üzerine kurul­muştur” der; Shacht da, "îslâm teşriinde, örnek olarak hilafet gibi, önemli bazı kısımların dayanağı icma olmuştur" demektedir.

Bu konuda icma eden halka çıkış noktası olarak Ebû Bekrin Sakife gününde söylediği; "Muhammed yoluna gitmiştir. Bu işi yürütecek birinin bulunması gereklidir" sözü üzerine halk bunu onaylamış ve hiçbiri de, ona "bu iş, biri olmadan da yürür" şeklinde itirazda bulunmamıştır. O günkü tartışmalar daha çok Ensar'dan bi­rine mi yoksa Muhacirlerden birine mi biat etmek gerektiği konusundaydı. İbnu Teymiye bu konu ile ilgili olarak şöyle demektedir:

"Farz edelim ki Ömer ve beraberindeki bir topluluk Ebû Bekr'e biat etseydi de Sahabe'nin geri kalanı biat etmekten kaçınsaydı, Ebû Bekr bununla İmam (halife) olabilir miydi? Elbette olamazdı. Onun halifeliği ancak güç ve şevket sahibi sahabe­nin biati ile gerçekleşmiştir. Nitekim ona, Allah Rasulü'nün yakın arkadaşları olan  ve İslâm’ın kuvvet ve yüceliğini sağlayan Ensar ve Muhacirler biat etmiştir. Peygambe­re biat eden toplumun kendisi Ebû Bekr'e de biat etmiştir..." ([36] [37]

Eş'ariyye Mezhebine göre de, Hz. Peygamberin ümmetini bir imam seçmesi vaciptir. İmam içtihad yoluyla, seçimle tayin edilir. [38]

Haricîler ise İmametin dayanağı konusuna biraz değişik gözle bakarlar. Onlar ilk ortaya çıktıkları sırada ileri sürdükleri ve sımsıkı sarıldıkları bir görüşleri olmuştu: "Hüküm ancak Allah'a aittir." Çıkışlarına temel teşkil eden bu söz gereğince: "Allah'tan başka hiç kimse hüküm veremez ve hükümet edemez, yani in­sanların hükümeti, emirlik yoktur" dedikleri rivayet edilmektedir. Buna örnek olarak da, "Hüküm yalnız Allah'ındır” diyen Haricîlere, Hz. Ali'nin verdiği "bunlar emirlik yoktur diyorlar, oysa insanların iyi ve kötü de olsa bir emire her zaman ihtiyaçları vardır" cevabı da onların bu sözünün emirlik yoktur tarzında anlaşıldığını göstermektedir. Yine bu konuda Haricîlerin bir kolu olan  İbadîlerle aynı zamanda Muhakkime grubundan ayrılan  Necdet b. Amir el-Hanefî de: "Eğer işlerini görüp, adaletle hükmedebiliyorlarsa, insanların bir imama ihtiyaçları yoktur" demesi, haricîlerin başlangıçta imamın şart olup olmadığı konusunda, kısa bir süre tereddüt geçirdiklerini gösterir.

Ama sonra bu görüşlerinden vazgeçerek Harûra'da toplanan Haricîler, işlerinin yürütülebilmesi için aralarından Abdullah b. Vehb er-Râsibî'yi imam (hali­fe) seçmişlerdir.

Daha sonra, İbadîye de kendi toplumunun işlerini yürütecek ve çevresinde toplanılabilecek bir imamın, seçim yolu ile belirlenmesi yani tayin edilip başa geçirilmesini kabul etmiştir. Ayrıca İmamlığın, Müslümanların görüşlerine bağlı bir iş olduğunu da savunan İbadîler, kendileri, düşmanların sahip oldukları insan, silah, at, erzak vs. sayısının yarışma sahip oldukları an imam seçmenin gerekli bir iş olduğunu da söylerler.

Sonuç; Ehl-i Sünnet İmam tayininin, Ehl-i Sünnete göre Sem'an (naklen) vacip olduğu; Mu'tezile aklen ve mantıken zorunlu olduğu; Şia ise, imametin aklen vacip olmayıp, Allah'ın kullarına bir lütfü olduğu inanandadırlar. [39]

Saadettin el-Taftazanî: "Hukuk kitaplarımıza göre Toplumda, dini canlı tutan, sünnetin uygulanmasını gözeten, ezilenlere adalet getiren ve herkese haklarını tanıtan bir imam (halife) şarttır" demektedir. [40]

7    Halife Seçilecek Kişide Aranan Şartlar

El-Taftazanî, halife (veya imam) olacak kişide aranan şartları  şöyle sıralar: "Sorumlu, Müslüman, âdil, hür, erkek müçtehit, cesur, kendisi için bir kamuoyu oluşturmaya yetenekli; duyma, görme, işitme özürü olmayan; ve de Kureyş kabile­sinden olan  bir kişidir; eğer bütün bu özellikleri olan  bir Kureyşli bulunamazsa, o zaman Kinane kabilesinden bir üye seçilir. Yoksa İsmail soyundan biri ve onun da yokluğunda Arap olmayan biri seçilir."

Abdurrezak Sanhoury ise, "Le Califat" adlı eserinde halifede aranan şartları; "gerçek şartlar", "önemli şartlar" ve "tartışmalı şartlar" olarak üçe ayınr ve gerçek şartlar olarak a) Erkek olması, b) Hür olması, c) Ergin olması, d) Sağlam ruhlu ve düşünceli olması, e) Müslüman olması şartlarını sayar. Önemli şartlar olarak halife­nin fiziksel ve ruhsal açıdan hiçbir özürünün bulunmaması gerektiğini söyler. Tartışmalı şartlar olarak da şunları sayar: a) Bilim: Bilginlerin çoğu halifenin müçtehit seviyesinde bilgin olması şartını koşarlar. Böylece İslâm konularını uygula­makta başarılı olmasını isterler, b) Akıllılık ve Bilgelik: Çünkü halife hem yönetici, hem politikacı ve hem de diplomat olduğu için İdarî, diplomatik ve politik yetenek­leri de olması gerekir, c) Yiğitlik ve Cesaret: Savaşta ordu komutanı olduğundan ha­lifenin bu şartları taşıması lazım, d) Soy: Halifenin Kureyş kabilesinden olması. [41] [42]

El-Maverdî ise hiçbir ayırım yapmadan halife olacak kişide yedi şartın olması gerektiğini söyler ve şunları sıralar: 1) Her şeyde adalet 2) İlahî hukukun genel prensipleri ve özel durumları içerisinde içtihat yapacak bilgide olmak. 3) Görme, işitme ve konuşma hastalığı olmamak ve eldeki verilerden doğrudan yarar­lanabilme yeteneğine sahip olmak. 4) Hareketine engel olacak vücut sakatlıkları ol­mamak. 5) Tebasının yönetimine sağlıklı bir karar vermek ve onların çıkarlarını ko­rumak. 6) Devleti korumak ve düşmanı yenmek için önemli olan  güç ve cesaret. 7) Soy zira halife Kureyş'ten olması gerekir. [43])

El-Gazalî ise imametin şartlarım, müslümanlık ve mükelleflik olduktan sonra şu beş maddede toplar: 1) Erkeklik, 2) Haramdan sakınma ve adaleti uygula­ma, 3) İlim, 4) Toplumun işlerini görme yeteneği, 5) Kureyş kabilesinden olmak. [44])

İmam-ı Azam Ebû Hanîfe'ye göre, halife Kureyş'ten olmalıdır. [45]) Ayrıca o, hilafet konusunda Hz. Ali taraftarıdır. Yani hilafet Hz. Ali'nin Hz. Fatıma'dan doğma çocuklarının hakkı olduğu inancındadır. [46])

Genellikle Ehl-i Sünnet halifenin Kureyş'ten olması konusunda birleşmişlerdir. Yalnız bu görüşü kabul etmeyen mezhepler de kişiler de vardır. Mu'tezile ve Haricîler bu görüşe karşı çıkmaktadırlar. Ayrıca İbni Haldun gibi bazı sünnîler de bu görüşü silmeğe çalışırlar. [47]) Haricîlerin karşı çıkmalarının nedeni ise genellikle çöl Araplarından olan  Haricîler içerisinde köyde ve kentte oturanların sayısı azdı. Bunlar İslamiyet'ten önce fakirdiler. İslamiyet'ten sonra da maddî du­rumlarında fazla bir iyileşme olmamıştır. İslâm sevgisi kalblerine girdi fakat, düşünceleri basit ve sade kaldı. Bu şartlar altında dar akıllı ve kuru dindar, alıngan bir insan topluluğu ortaya çıktı. Maddî yoksulluk içinde olan  Haricîler daha ziyade kuvvetli bir iman ile fanî dünyanın zevklerini önemsemediler ve ahiret nimetlerine değer verdiler. Gerek Hz. Ali ve gerekse ondan sonra Emevîler'e karşı duran Haricîlerin çoğunun inançlarında ihlas üzere oldukları hissedilmektedir.

Haricîlerin görüşüne göre halifelik, Arap kabilelerinden, soylarından hiçbir aileye mahsus değildir. Bunu Araplara mahsus edip Arap olmayanları bu haktan yoksun bırakmak olamaz. Müslümanların hepsi bu konuda eşit haklara sahiptir.

Hatta haktan ayrıldığı, doğruyu bıraktığı zaman düşürülmesi ve öldürülmesi kolay olsun diye halifenin Kureyş'ten başkasında olması tercih bile edilir. Çünkü onu koru­yacak güçlü bir kabile bulunmayınca indirilmesi de kolay olur, demektedirler. 511

Mu'tezile'nin bu konudaki görüşü ise: "...İmamete ümmetin seçmesiyle geli­nir. Çünkü Allah ve Resulü, ismen bir imam bildirmiş değildir. Müslümanlar da bir isim üzerinde icmâ etmiş değillerdir. İmamın seçimi Ümmete bırakılmıştır. Ara­larında birini seçerler. Allah'ın hükümlerini uygulayacak bu zât adalet ve iman sahi­bi müslümanlardan olmak şartıyla, ister Kureyşli, ister başkası olsun farketmez". İmametin Kureyş'e de, öteki müslümanlara da caiz olduğuna bütün Mu'tezile ve Zeydiye'den bir topluluk inanmaktadır. 521

Sayısız denecek kadar şube ve kollara ayrılmış olan  Şia'nın bu konudaki görüşüne gelince onlar Hz. Ali'nin ve zürriyetinin imamet haklarını inançlarına katmışlardır. 531 O halde onlar da Hz. Ali dolayısı ile Kureyş'i benimsemektedirler, diyebiliriz.

Ebû Hanîfe de dahil, Ehl-i Sünnetin ileri gelenlerinin de birleştiği "Halife Kureyş'ten olmalıdır" düşüncesi ile hilafeti şeriat gereğince, yalnız bir kabilenin kanunî hakkı olarak görmek yanlış olsa gerek. Bu düşüncenin gerçek nedenini tarihî açıdan inceleyecek olursak o döneme ait şartları göz önüne alarak bir sonuca varabi­liriz. O dönemde bütün müslümanları bir araya getirecek gücün iyi incelenirse Kureyş olduğu ortaya çıkar. O dönemde Medinelilerden seçilecek bir halife bütün müslümanları birleştirmekte çok zorlanır ve başarısız olurdu; böylece müslümanlar da bölünürdü. Bu gerçeği gören Ebû Bekr, Ömer, Abdurrahman bin Avf gibi Mekkeli müslümanlar, Medineli birinin halife seçilmesini sakıncalı görmüşlerdir. İslam öncesinde olduğu gibi, o dönemde de Kureyş'in bütün Araplar üzerinde büyük etki­leri vardı. Bu konuda İbn Haldim şöyle der: "O devirdeki İslâm Devletinin asıl savu­nucusu ve koruyucuları Araplardı. Bu bakımdan kendi aralarında birlik içinde bu­lunmaları gerekiyordu. Arapların o zaman ki düşüncelerine göre imamlık Kureyş'in  

elinde olduğu sürece birliği sağlamak çok kolay olurdu. Yani hilâfet Kureyş'in elinde olursa Araplar arasında ayrılık olmazdı.

"Halife Kureyş'ten olmalıdır" hadisi ile ilgili olarak W. Barthold'un ilginç bir açıklaması var: "Mekkeli Kureyşliler, Taifteki Sakifliler ve diğer şehir halkı başlangıçta Muhammed'e düşmanlık gösterdilerse de, müslüman topluluğu bir dev­let kurduktan sonra onun başına geçtiler. Muhammed'e "İmam, Kureyşliden olmalıdır" hadisini isnat ettiler. Zaptedilmiş yerlerde Kureyşliler ve Sakifliler, kentler yapma ve yönetme işlerinin başma geçtiler."(55)

Halifeler Kureyşten olmalıdır görüşüne karşı çıkan Haricîler ve Mu'tezile, her müslüman halife olur derken buna delil olarak da "Başkanınız Habeşli bir köle olsa bile onu dinleyiniz ve itaat ediniz" hadisini örnek gösterirler. Hatta Mu'tezile'den Dinar ibn Amr' al-Gatafanî, bir zenciyi bir Kureyş'e tercih ederek, böylece Zenci bir halife görevlerini kötüye kullanırsa onu düşürmek Kureyş'ten daha kolay olur görüşündedir. [48] [49] [50]

Hilâfetin Kureyş'e ait olduğunu ileri süren Ehl-i Sünnet fıkıh ve kelâm alim­lerinin görüşlerini dayandırdıkları olay şudur: Hz. Peygamber'in ölümü üzerine ye­rine geçecek kimseyi seçmek için Ensar'ın (Medineli Müslümanlar), kendi aralarında topnarak içlerinden birini Halife seçmek isterlerken, Muhacir Müslümanların top­lantı yerine gelerek, onlara, Hz. Peygamberden: "İmamlar Kureyş'ten olur" şeklindeki bir söz nakledince, Ensar, Peygamberin emrine uyarak isteklerinden vazgeçmişlerdir."

Bu açıklamayı inceleyen, tarihi açıdan eksik ve yanlış olabileceğini söyleyen Prof. Dr. Mehmet Said Hatipoğlu şu görüşü ortaya koyar:

"Pek çok Islâm alemini, ehliyette kavmiyet unsuruna değer vermeyen Islâm akidesine tamamen aykırı bu görüşe sürüklemiş bükmen mezkûr peygamberi emrin mahiyeti ve ilk hilâfet seçiminin gerçek yüzü ortaya konulacak olursa, varılacak netice başka türlü olmayacaktır. Meselenin hafifliğe tahammülü olma­ması, bizi ilk kaynaklara inmeye mecbur bırakmaktadır."(57)

Konuyu derinlemesine inceleyen Hatipoğlu, halifenin Ensar'dan değil de Kureyş'ten seçilmesini, bölgenin siyasi şartlarının gerekli kıldığını ve bunda asla Hz. Peygamber'den menkul bir hadisin rolü bulunmadığını belirtir. [51] [52] [53]

Kanaatimiz o dur ki, bütün inananları kardeş sayan ve üstünlüğü kişinin Allah'a olan  yakınlığına göre değerlendiren bir Kur'an ile, hilafet makamının Kureyş’ten olmayan bir kişiye verilemez görüşünü değerlendirecek olursak bu görüşü Kur'an'ın ruhuna ters düştüğünü söyleyebiliriz.

Bu konuda son olarak 1924 yılında Halifeliğin kaldırılması sonucunda Mısır'da toplanan "Mısır Ulemasının Büyük Heyeti İlmiye-i Diniye-i İslâmiyesi" hila­fet konusunda verdikleri kararda hiç Kureyş'ten bahsetmemektedirler. Hilafetle ilgili olarak şöyle demektedirler:

"Hilafet" (İmamet dahi denir): Din ve dünyaca riyaseti ammedir. Bunun kıvamı (direk) ve esası milletin mesalihini -yararlarınıgözetmek ve insanları iyi yönetmektir. İmam hazretleri, Şer'iyat Sahibi  (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Hazretlerinin dininin muhafa­zasında ve ahkamının tenfizinde ve ahalinin umuru dünyeviyesini müktezâyı şer'iyet üzere tedbirde onun naibidir.

İmam olan  zat, ehli hal ve akdin biati vasıtasıyla imam tayin olunur. Yahut kendisinden evvel olan  imamın halife tayin etmesiyle olur. Velâkin bununla beraber her halde kendisinin satvetinden ve şevketinden korkarak reayasının üzerinde hükmü nâfiz olmak şarttır..."

Bu konu ile ilgili olarak Mevdudî "İçtimaî Hilâfet"  adı altında ilginç bir görüş ortaya koyarak şöyle demektedir:

"Sahih, doğru ve caiz olan  seçim usulleriyle hilâfet müessesesini ellerinde bulunduran fertler veya gruplar, kendilerine tevdi edilen bu vazife dolayısıyla, diğer insanlardan farklı herhangi bir hususiyete veya üstünlüğe sahip olmamak­tadır. Esasen hilâfet ne bir ferdin, ne bir hanedanın, ne de herhangi bir ailenin in­hisarı altındadır. Belki böyle bir otorite ancak Cemaatın hakkıdır... "Elbetteki onları yeryüzünde halife kılanz..." hükmüne göre bütün müslümanlar fert fert, eşit şekilde ve aynı imkanlarla halife olmak hakkına haizdir. Herhangi bir ferdin veya zümrenin, mü'ıninlerin elinden bu hakkı almaya selahiyeti olmadığı gibi, hususî olarak hilafetin sadece kendilerine ait bulunduğunu iddia etmelerine de imkan yoktur, işte bu gibi sarih prensipler. İslâmî hilafet müessesesini saltanat­tan (mülkiyet), zümre hakimiyetinden, ruhban sınıfının otoritesine dayanan hükümet şekillerinden ayırmaktadır..."

8    Halife Tayini ve Biat

Yukarıda söz edilen Mısır alimlerinin aldıkları karara göre halife, ehli hal ve akdin biati ile tayin olunur veya kendisinden önce halife olanın tayin etmesiyle olur. Önemli olan, bu işe uygun kişinin seçilmesi ve halkının üzerinde etkili olmasıdır. Ayrıca halife tayini yenme, üstün gelme (taglib) yoluyla da olur. Bir kişi halifeyi yenip makamını ele geçirirse önceki halife düşürülür. Geçmiş dönemlerde halifelerin çoğu için bu durum görülmüştür. Bu hükümlerin çoğu Hanefiye seyyitlerinin açık delillerinden alınmıştır., demektedirler. 601

Ebû Hanîfe'nin bu konudaki görüşü ise, umumun halifeyi seçmesi, halifenin iktidar makamına geçip sultayı ele almasından önce olması gerekir. Yani önce seçim yapılır seçimden sonra makamına geçer. Yoksa makamına geçtikten sonra biat edil­mek suretiyle seçilmiş sayılmaz. 611

İbâdiye ise imametin, vasiyet veya tayinle değil, ancak toplumun icmaı, yani serbest seçimle gerçekleşeceği, konusunun kendilerine temel bir prensip edin[54] [55] inişlerdir. Onlara göre seçim için gerekli şart biattir. Biat iki adımda tamamlanır. İlk adımda imam ya Abdurrahman b. Rustem (784-5)'in Emîru'l-Mu'ıninin Ömer b. elHattab örneğini özleyerek oluşturduğu altı kişilik şûrâ tarafından, ya da uzun süre Basra'da, sonra da Uman'da mevcut İbâdî Meşayihi'nce seçilir. Oluşturuları  şûrâ veya fırkanın ileri gelenleri tarafından meydana getirilen bir meclisin liyakatini tesbit ettiği aday, kendi biatlari ile halka sunulur ve onların da biatları alınır. Bu orada Basra Meşayihinin, çeşitli bölgeler için doğrudan doğruya imam tayin ettiği de görülür. Biat'ın ikinci adımı, Şûrâ'nın kendi biatlarını vererek imamete aday teklif edildiğini bildirmeleri üzerine, orada bulunan topluluğun bu seçimi onayladıklarını bildiren biati vermeleridir. Bu ikinci adım çok önemlidir. Çünkü halk biatini isteye­rek vermemişse, seçilen aday imam unvanını meşru olarak almış olmaz. [56])

Halife tayini ve biat ile ilgili olarak, İslâm'ın ilk dört halifeleri olan  Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin halife seçilişlerini daha önce belirttik. Hz. Ebû Bekr, Saidoğulları  gölgeliğinde yapıları  tartışmalar sonucunda, önce, orada bu­lunan topluluk, sonra da Mescitte Medine'nin geri kaları  halkının biat etmeleri sonu­cu hilafet makamına gelmişti. Hz. Ömer ise, Hz. Ebû Bekr'in Medine halkı ile yaptığı istişare sonucunda yani Ebû Bekr'in vasiyeti üzerine halkın benimseyip biat etmesi ile halife olmuştu. Yalnız bu arada onun vasiyetle halife tayin edilişi tartışmalara da neden olmuştu. Tayinin meşveretsiz olduğu ve sünnete de uygun olmadığı ileri sürülmüştü. [57]) Ama, yine de kendisine biat edilmişti. Hz. Osman'ın halife seçilişi ise, Hz. Ömer'in oluşturduğu altı kişilik şûrâ tarafından yapıları  seçim sonucu olmuştu ve halkı da biat etmişti. Hz. Ali'nin halife seçilmesine gelince, Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra Medine halkının, kendisini halife seçmesiyle olmuştu.

Bu seçim şekilleri, bugünkü seçim şekilleriyle karşılaştırılacak olursa belki ilkel, biraz da anti-demokratik olarak görülebilir. Yalnız olayları günün şartları  içerisinde inceleyip değerlendirmek gerekir. Bu günün şartları ile o günün şarları  çok farklıdır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, o günün şartlarında yapıları  o seçimler, bu günün şartlarında yapılanlardan farksızdır. O günün imkanları ancak o tür seçim yapmağa uygundu. Belki bu günün şartlarında bugün, o tür bir seçim yapılsa antide­mokratik diyebiliriz. Ama araştırmacılar olayları değerlendirirken o günün şartlarım da göz önünde bulundurmaları lazımdır. O dönemde, İslâm devletinin başkenti olan  Medine'de Hz. Peygamber'in ashabı tarafından yapıları  bu seçimleri öteki müslümanlar tarafından da bazı istisnalar dışında genelde kabul görmüştü.

9    Halife'nin Yetki ve Sorumlulukları

Halife, bazı çevrelerce sanıldığı gibi, otokrat bir hükümdar değildir. Halife­nin yargılama ve yürütme yetkileri oldukça genişse de, yasama alanında asla sınırı aşamaz. Gerek halife gerekse hâkim, her ikisi de, kanun karşısında saygıyla eğilirler. (64) Ayrıca halife olan  kişi, kendisine verilen görev dolayısı ile, diğer insanlardan farklı herhangi bir özelliği ve üstünlüğü de yoktur. [58] [59]) Halife papalıkta olduğu gibi "ruhanî hükümdar" da değildir. [60]) Halife, kısaca İslâm'ın yeryüzünde bizzat temsil­cisi ve takipçisidir. [61]

İmam Ebu Yusuf'a göre halifenin görevleri şunlardır:

1.    Allah'ın tayin ettiği sınırları  korumak

2.    Hak sahiplerinin haklarım tam olarak araştırıp kendisine vermek

3.    Salih hükümdarların kural ve kanunlarım yenilemek (Geçmişteki zalim hükümdarların terk ettiği hususlar)

4.    Zulme manî olmak, halkın şikayetlerini araştırıp nedenlerini ortadan kaldırmak

5.    Halka, Allah'ın hükümlerine itaat etmesini telkin etmek ve kendilerini günah işlemekten korumak ve menetmek

6.    Allah'ın kanununu hem kendisi, hem de halkı için eşit bilmek, hükümlerini aynı şekilde uygulamak, kimseyi farklı şekilde gözetmemek ve ayırmamak

7.    Meşru şekilde halktan vergi almak ve toplanan vergileri meşru yerlerde kullanmak [62] [63] [64])

Buna göre hilafet yönetimi, kendine özgü üç özellikle öteki yönetimlerden ayrılmaktadır. 1. Halife dinî ve siyasî vergileri toplar 2. Hz. Peygamber’in yerine ve­killik ettiği için yönetiminde İslâm hukukunun esaslarının uygulanmasını sağlar 3. İslâm birliğini temin etmesi gerektiğinden, bütün müslümanlar üzerinde halifenin genel bir otoritesi vardırS&M Bunun dışında insan olarak halifenin öteki insanlardan bir üstünlüğü yoktur. İlk halife Hz. Ebû Bekr, yaptığı ilk konuşmasında: "Evet, ben en hayırlınız olmadığım halde size idareci oldum. Eğer doğru yol üzere olursam bana yardımcı olunuz, eğer saparsam beni düzeltiniz" sözü de bu hususa ışık tut­maktadır.(70)

10 Dört Halife Devrinden Sonra Hilâfet

a)    Emevîler Dönemi

Hz. Ali'nin öldürülmesinden sonra, yerine büyük oğlu Hz. Haşan, Küfe kenti ile ona bağlı olan  yerlerin halkı tarafından oy birliği üe halife seçildi. Ancak, güçlü Muaviye karşısında tutunamayacağım anlayınca, anlaşma yoluna gitti. Bu anlaşmaya göre Muaviye ölünceye kadar Halife kalacak, öldükten sonra da, Hz. Ali'nin küçük oğlu Hz. Hüseyin halife olacaktı. Böylece Muaviye bu anlaşma ile müslümanları yeniden bir bayrak altında toplamıştı. Bunun için bu yıla "Birlik Yılı" adı verilmişti. [65] [66] [67] [68] [69] [70]

Muaviye halife olduğu zaman İslâm toplumu üç gruba ayrılmış bulunmakta­ydı:

1.    Suriye ve öteki bölgelerdeki Umeyye Oğulları taraftarları

2.   Hz. Ali taraftarları  ki onun soyunun halifeliğe, Muaviye ve öteki halifeler­den daha layık olduklarına inanıyorlardı.

3.    Haricîler ki bunlar her iki gruba da karşı idiler. 721

Bu gruplardan ve görüşlerden yukarıda bahsetmiştik.

Muaviye, bazı rivâyetlere göre, kendi ölümünden sonra Hz. Hüseyin'in hali­fe olmasını kabu ettiyse de daha sonra bu fikrinden cayarak oğlu Yezid'i yerine veli­aht bırakmıştı. Böylece Muaviye ölünce Yezid babasının yerine geçti. O, bazı haberle­re bakılırsa, kendisi için tehlikeli gördüğü Hz. Hüseyin'i Kerbelâ denilen yerde öldürttü. 731

Muaviye ile 661 yılında başlayan Emevî saltanatı 750 yılma kadar sürdü. Bu süre içerisinde on dört Emevî halifesi iktidara geldi. 741 Bunlar içerisinde Ömer b. Abdulaziz gibi çok değerli halifeler de vardı. 751

Emevîlerin iktidarı ele geçirmeleri ile birlikte, artık, ilk dört halife döneminde uygulanan seçim usulu de ortadan kalkarak, halifelik babadan oğula veya Emevî soyundan olanlar arasında varlığını sürdüren bir saltanat, sultanlık ku­rumu durumuna geldi. 761

Bu arada Hicaz bölgesi içerisinde Abdullah ibni Zübeyr de halifeliğini ilan  etmiş ve Emevîler'e karşı cephe almıştı. Emevîler'i dokuz yıl uğraştıran Abdullah, Emevî kumandanı Taifli Haccâc bin Yusuf tarafından Mekke'nin kuşatılması ve mancınık yağmuruna tutulması sonucu 692'de öldürülerek Hicaz bölgesi tümüyle Emevî'lere kazandırılmıştır. [71]

Abdullah ibni Zübeyr'den sonra da Emevîlere karşı ayaklanmalar ve hak iddia etmeler durmadı. Haricîler, durmadan ayaklanıyorlar ve Emevî halifelerini tanımıyorlardı; Kûfe'de kendi halifelerini seçiyorlardı. [72]  Emevî devletinin sınırı Arap topraklarım aştıkça, teba durumuna düşen halk, yabana ırktan olan  istilacılara karşı köklü bir nefret besliyorlardı. Hz. Ali ve çocuklarına yapılanlar, giderek Emevîlere karşı kin oluştururken Hz. Ali ve çocuklarına karşı da büyük sevgi oluşturarak Şiilik'in doğmasını sağlıyordu. Bu arada bir kurtarıa veya Mesih beklen­tisi başlıyordu. [73] [74]

Buna rağmen, Emevî devleti 750 yılma kadar varlığını sürdürecektir. Emevî devletinin sınırları, doğuda Hindistan ve Türk ülkelerine; Kuzeyde Azerbeycan, Ermeniye ve Bizans ülkelerine; batıda Afrika ve Endülüse kadar genişlemiştir. 8

b)    Abbasîler Dönemi

750 yılma doğru, Emevî devletinin her tarafında düzene karşı ayaklanmalar başladı. Arapları savaşa şiddetli düşkünlük sarmıştı. Şiiler ve Haricîler yeniden baş kaldırmaya başlamıştı. Yalnızca Suriye garnizonları hanedana sadık kalıyorlardı. Bu arada kurtarıcı Mehdî'nin gelmesinin yaklaştığına inananlar vardı. Bunlar, Mehdi'ye yer hazırlayacak olan  bir yıkıanın olması gerektiğine inanıyorlardı ve Emevîlerin beyaz bayraklarına karşı olarak siyah bayrak açmışlardı; aynı zamanda bu siyah renk Ehl-i Beyt şehitlerine tutuları  yası da ifade ediyordu. 811

Haşim oğullarının bu siyah bayrağı altında toplananlar Emevîlere karşı hare­kete geçiyorlardı. Ayrıca bu sırada doğudan Horasanlı Ebû Müslim de ordusu ile Haşim oğullarını destekliyordu.

Emevîlerin son hükümdarı D. Mervan ( 744 749 ), Zab suyu kıyısında yaptığı savaşta yenildi ve Mısır'a kaçtı. Daha sonra Mısır'da yakalanarak öldürüldü. (750)(82)

Bundan sonra Abbasîler iktidara gelecektir. Abbas oğullarının ilk halifesi Ebû'l-Abbas el-Mehdî, Küfe camiinde okuduğu hutbe ile saltanata başladı.

Ne var ki, Abbasîler devrinde de ideal adâlet ve bütün teb'anın eşitliği gibi meseleler yine bir hayal olarak kalmıştır. Hatta öyle zulümler yapılmıştır ki bu zulümleri şair Ebû'l-Atâ:

"Keşke Benû Mervan'ın zulmü geri gelse

Keşke Benu'l Abbas'ın adaleti cehenneme girse"

diyerek dile getirmiştir. [75] [76] [77])

Abbasîler saltanatı, 749 yılından başlayarak 1258 yılında, Hülâgû tarafından Bağdat'ın alınması ve Moğolların başkenti yakıp yıkmaları ile son bulur. [78])

Beş yüzyılı aşkın bir süre Halifeliği ellerinde bulunduran Abbasîler döneminde de hilafet kavgaları eksik olmamıştır. İlk Abbasî halifesi Ebu'l Abbas'ın amcası Abdullah b. Ali, yeğeni Mansur halife olunca (754) ona karşı halifelik iddiası ile ayaklanmışsa da yakalanarak hapsedilmiştir. [79])

Abbasîlerin iktidara gelmelerinden önce Emevîlerin yıkarark yerine Haşimî soyundan bir halife geçirmek söz konusu olunca, Medine'de Mansur'un da içinde bulunduğu Haşimîler'den oluşan bir topluluk, Hz. Ali soyundan Muhammed Mehdî'ye biat etmişlerdi. Halifelik Abbasîlere geçince Mansur bu olayı hatırlayarak rahatı kaçıyordu. Bu arada Muhammed Mehdî'nin yakalanmasını emrettiyse de ya­kalatamadı. Basra ve Medine'de Mehdî'nin halifeliği tanındı ise de Mehdî, Abbasîlere karşı yaptığı savaşta yenildi ve başı hilafe Mansur'a gönderildi.

ba) Abbasîler Döneminde Fatımî Halifesi

Bundan sonra da Hz. Ali'nin soyundan gelenler hilafetin kendilerine ait olduğu iddiasıyla sık sık ayaklanacaklardır. Abbasîler bunlara karşı acımasızca mücadele edeceklerdir. Buna rağmen 969 yılında Hz. Fatıma soyundan geldiklerini iddia edenlerden bir kısmı önce Kuzey Afrika’da, daha sonra da Kahire’yi işgal ede­rek Mısırda Fatımîler Devletini kurmuşlardır ve Kahire’yi de kendilerine başkent yapmışlardır. Fatımîler, Abbasî hakimiyetini tanımadıkları gibi kendi halifeliklerini de ilan  etmişlerdi. Çok iyi yetiştirilmiş propagandacı ve taraftarları ile doğu bölgelerinde Abbasî hilafetine karşı mücadele veriyorlardı. [80]

bb) Abbasîler Döneminde Endülüs Emevî Halifesi

Daha önce Ispanya'da Endülüs Emevî devleti kurulmuştu. Bu devletin kuru­cusu Abdurrahman bin Muaviye bin Hişam bin Abdülmelik idi. Abbasîlerin katli­amından kaçan Abdurrahman, zorluklarla Endülüs'e ulaşarak oradaki emirlere karşı verdiği mücadele sonunda Emevi devletini kurmayı başarmıştı.(756) Ama kendisine Emirü'l-Mü'ıninin dedirtmeden, yalnızca emir ünvanı ile yetinmişti. [81]

Daha sonra 928 yılında ise m. Abdurrahman, siyasî hayatının en anlamlı haraketini yaparak, Halife ve Emiru'l-Mü'ıninîn Unvanını ile birlikte en-Nâsır Lidinillah (Allah'ın dinine yardım eden) Unvanını da kullandı. [82] [83] [84]

Böylece Abbasîler döneminde üç değişik bölgede üç ayrı halife çıkmıştır.

Aynca Abbasî ailesi içerisinde de hilafet konusunda çatışmalar eksik olmuy­ordu. Abbasî halifeleri, başta hanlılar ve Horasanlılar olmak üzere Arapların dışındaki güçlerin yardımlarıyla iktidara geliyorlar ve iktidarda kalıyorlardı. Örnek olarak Harûnu'r-Reşîd'in oğulları Emîn ile Me'ınûn arasında yapıları  hilafet mücadelesini hanlıların desteklediği Emîn'e karşı Türklerin destekleridği Me'ınun kazanmıştır. Daha önce hanlıların etkisinde olan  Abbasîler, bu olaydan sonra artık Abbasî Halifeliği'nde Arapların yönetimdeki ve siyasetteki ağırlıkları bütünüyle sarsılmış, eski Sâsânî kültürünün varisi olan  hanlılar yalnızca fikir, sanat ve yönetimde birinci mevkii alırken, askerî ve siyasî kuvvet bütünüyle büyük türk ku­mandanların eline geçmiştir. 8  Neticede halife seçiminde ve tayininde iç güçlerle birlikte dış güçlerde etkili olmaya başlamıştır.

bc) Abbasî Halifelerinin Özellikleri

Emevîler döneminde, bir Bedevî Arap Saltanatı olarak görülen hilafet; Abbasîler döneminde İslâm halifesi, Sasanî hükümdarlarına benzeyen bir durum almıştır. Bundan başka yine Bizans ve han kuramlarından bilinçsizce alman ve İslâm ruhuna bütünüyle yabana olan  bir diğer olay ise, Abbasîlerin hükümdarlarına yalnız cismanî değil ruhanî bir başkan mahiyeti vermeleri olmuştur. 9  İlâhî, kutsal bir kökten geldiğine inandıkları bir hanedana bağlılıkı hükümdarın mukaddes ve İlahî bir hüviyet taşıdığına inanmak, bütünüyle dinsel bir kimlik gösteren Sasanîler dönemi İran'ın özelliklerindendi. Abbasî halifeleri de bu dinsel görünümü, Hıristiyan dünyasındaki hem imparator hem de papa ve eski İran geleneklerinden olarak dinî ve siyasî başkan oluyorlardı. Yani İran geleneklerine İslamî bir şekil vere­rek İran etkisi altında kalıyorlardı. Oysa Emevî hükümdarları Bizanstan aldıkları egemenlik fikrini uygularken cismanî güçlerini (otorite) hukuken değilse de fiilen dinî esaslara dayandırmıyorlar ve böylece de, yavaş yavaş teokrasi yönetiminden ayrılıyorlardı. Arap kabilelerine ve kent aristokrasisine dayanan Emevîler bir Arap İmparatorluğu olduğu halde Abbasî devletine Arap sıfatım vermek tarihî açıdan mümkün değildir. Çok gösterişli, her şey inceden inceye hazırlanmış özel protokol kurallarına bağlı görkemli bir saray hayatı, halifenin mutlak vekili olarak bütün işleri yöneten bir büyük vezirin varlığı, Abbasî halifesini halktan ayrı, herkesin ve herşeyin üstünde, kutsal ve mutlak bir varlık haline getirerek, sanki cismanî ve ruhanî güçlere sahip bir Sasanî İmparatoru (Şahansah) durumuna getirmişti. 911

bd) Abbasîler ve Selçuklu Devleti

Müslümanlığın altın devri sayıları  Abbasîler zamanında yukarıda da bahse­dildiği gibi Endülüs Emevîlerinin ve Fatımîlerin kuruluşları ile siyasî birlik parçalanmış ve ayrıca Asya'da ve Avrupa'da önemli parçalanmalar olmuş, Abbasî halifeliğini yalnızca görünüşte tanıyan bazı bağımsız devletler de ortaya çıkmıştır. Büyük Selçuklu Devletinin kuruluşundan sonra ise, Abbasîlerin maddî önemi kal­mamıştır. Tuğrul Bey, Bağdat'a kadar gelerek Halifeyi, Şiî Büveyhilerin baskılarından kurtarmıştır. Halife bu iyiliğine karşı Tuğrul Bey'e tac giydirmiş, kılıç kuşatmış ve "Dünya (doğu ve batı) Sultanı" ilan  etmiştir. Ayrıca kendisine "Dinin te­meli" (Rüknü’d-din) ve "Halifenin ortağı" lakaplarını da vermiştir. Böylece Türklerin İslâmdan önce de inançlı bir şekilde taşıdıkları "dünya egemenliği fikri" İslâm döneminde de Tuğrul Bey ile yeniden tarih sahnesine çıkıyordu. Bundan sonra Tuğrul Bey ile İslâm dünyası egemenliği Türklerin eline geçiyor Selçuklulardan sonra da Osmanlılar ile devam ediyordu.  

Abbasî hilafeti, Moğolların 1258 yılında Bağdat'ı işgal ederek, çoluk çocuk, yaşlı, hasta demeden bütün kadın-erkek herkesi kılıçtan geçirmeleri ve halifeyi de idam etmeleri ile son buluyordu.

Bu tarihten sonra Abbasî hilafeti, 1250 yılında kuruları  Memlûk devleti Sul­tanlarından Baybars (1260-1277)'ın Mısır ve Suriye'deki egemenliğini güçlendirmek için bu hilafeti yeniden Mısır'da tesis etmesiyle devam edecektir. [85]) Yalnız hilafetin Mısır'da yeniden kuruluşunda Abbasîlerin hiç bir etkisi olmamıştır, ayrıca Mısır'daki Abbasî halifelerinin siyasî hiçbir güçleri de yoktu. [86])

I. BÖLÜM

OSMANLILARDA HİLAFET VE MEŞİHAT

A) HİLAFETİN TÜRKLERE GEÇİŞİ

1)    Mısır'ın Alınışı ve Hilafetin Osmanlı Sultanına İntikali

n. Mütevekkil'den (884-903. 1479-1497) sonra Mısır Abbasî halifesi olan  Müstemsik (903-914. 1497-1508) herhangi bir yetkiye sahip olmaksızın bu makama oturdu. Babasından devraldığı bu makamı, ihtiyarlığı ve gözlerinin zayıf görmesi se­bebiyle akdedilen bir mecliste oğlu Mütevekkil'e devrettiğini açıkladı.

Mısır Abbasî halifelerinin sonuncusu III. Mütevekkil (914-922. 1508-1516) Memluk Sultanı Kansuh el-Gavrî ile Mercidabık savaşma katılmış ve Yavuz Sultan Selim'e esir düştü (1516). Mısır'ın fethinden sonra Yavuz onu İstanbul'a gönderdi. Yavuz'un ölümünden sonra Mısır'a dönen n. Mütevekkil, 1543 yılında ölümüne kadar burada yaşadı.

Yavuz Sultan Selim, büyük itibar gösterdiği Mütevekkili beraberinde Ridâniye seferine götürdü ve Tubanbey'e karşı onun nüfusundan yararlanmak iste­di. Fakat, İstanbul'daki ikameti sırasında Yavuz'la Mütevekkilin arası açıldı; saygısız ve sorumsuz davranışları, müsrifliği ve hileleri sebebiyle Mütevekkil Yedikule'de tu­tuklandı. Mütevekkil ömrünün son yıllarım huzursuzluklar içinde geçirdi ve sıradan bir vatandaş gibi ölüp gitti.

Mısır'ın fethinden sonra Yavuz Sultan Selim halifelikle ilgili imtiyazları şahsında topladı ve Mütevekkil "halifelik hakkı"nı ona devretti, hilafet OsmanlIlara geçti. Böylece Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim Mısır Memlûk devletinin varlığına son verdi ve Mısır Abbasî halifeleri de onun Mütevekkil'den hilafeti devral­ması ile birlikte saltanattan düştüler. Yavuz halifenin akrabalarım, nüfuzlu âlim, şeyh ve beylerden tehlikeli olanları, mimar, mühendis vs. gibi sanatçıları deniz yolu ile İstanbul'a gönderdi. 11

Yavuz, Mısır'ı alınca, cuma namazım Melik Müeyyed camiinde kılmış ve hatip hutbede, Yavuz adına "Hadimü'l-Haremeyh'ş-Şerefeyn" diye hutbe okurken başındaki sarığını çıkarıp, seccadeleri kaldırıp verdiği bu büyük nimete karşı Allah'a şükretmek için toprak üzerine secdeye kapanmıştır. Hatip minberden ininceye kadar da ağlamıştır. Namazdan sonra hatibe ihsanlarda bulunmuştur. 21 Bu ihsanla ilgili olarak Hammer'in alaylı bir şekilde garip bir anlatış tarzı vardır. Güya hutbede hatip "Hadimü'l-Haremeyni'ş-Şerefeyn sıfatım Yavuz için ilave edince o zamana kadar Memlûk hükümdarlarına ait olan  bu sıfatın söylenişini; "Şu mahirâne dikkat Selim'in hırsına pek uygun geldi; aşırı şükran ile bin dukadan fazla değeri olan  kaftanmı çıkararak damarım okşayan hatibe verdi" derken, Hammer bir zafer sonunda doğuya özgü ihsanda bulunma adetini bilmediğini ortaya koymaktadır. 31

Mısır'ı fethinden sonra Hz. Hasan'ın soyundan Hicaz şerifi Şerifü'l-Bereket ibn Muhammed, Padişah'a Kâbe'nin ve Hz. Peygamberin türbesinin anahtarlarını, Mekke ve Medine'deki Kutsal Emanetleri(41, ayrıca uygun ve değerli armağanlar ile birlikte kendi oğlu Şerif Ebû Numey'i tebrik için göndermiştir. Yavuz da Ebû Nümey'e gerekli ilgiyi gösterip babasına da kıymetli hediyeler ile birlikte iki kutsal kent olan  Mekke ve Medine halkına dağıtılmak üzere eşya ve yiyecek göndermiştir.

Yavuz Mısır'da iken, Mısır'a komşu olan  ülkelerin hükümdarları da değerli hediyelerle elçilerini gönderip Selim Han'ı tebrik etmişler ve itaat ettiklerini bildir[87] [88] [89] [90] inişlerdir. Ayrıca Arap Şeyhleri ve kabile başkanları da huzura gelerek itaat ettikleri­ni bildirmişlerdir. [91])

Yavuz Sultan Selim, iki yıl iki ay süren ve Osmanlı tarihinde padişahların bulunduğu en uzun sefer olan  Mısır Seferinden 25 Temmuz 1518'de İstanbul'a dönmüştür.

İstanbul'da, Büyük Cihangiri karşılamak için kıyametler kopmaktadır. En büyük karşılama törenleri hazırlanmıştır. Yüzbinlerce halk en içten duygularıyla hükümdarlarına alkış tutmak için aylardan beri beklemektedir. Yavuz'un bütün gösterişi ise devlet işlerindedir. Özel hayatında ise utangaç, sade ve sakindir. Son de­rece sade giyinmektedir. İstanbul'daki durumu öğrenince utandığı için birkaç kişi ile kayığa binerek gizlice Topkapı Sarayına çıkmıştır. Böylece ertesi gün yapılması gere­ken tören de yapılmamıştır. [92])

Memlûk Sultanlığının ortadan kalkması ile Osmanlı devletine Asya kıtasında Suriye, Filistin, El-cezire ve Hicaz; Afrika'da ise Mısır gibi ülkeler katılmıştır. Mısır'ın güneyinde sınır Nayba'dan Sevakin'e kadar uzanmıştır. Yavuz bunlara ek olarak hilafeti de alarak İslâm dünyası üzerindeki etkisini artırmıştır. [93])

Bazı tarihçiler, Yavuz'un İstanbul'da Ayasofya'da yapıları  bir törenle hilafeti el-Mütevekkil'den devraldığını yazarlarsa da [94]), bazıları da bunun doğru olmadığını söylerler. [95])

O zaman kişi ve devlet olarak hilafeti üstlenecek, Çaldıranda Yavuz'a yenil­miş şii bir İran şahı ve ülkesi ile çoğunluğunu Hindûların oluşturduğu Hindistan'da birlik sağlamaya çalışan Babûr Han ve ülkesi, bir de Mısır ve Hicazı da ülkesine ka­tarak gücüne güç katmış-cihangir bir sultan olan  Yavuz ve ülkesi dışında hilafeti yürütecek bir ülke ve kişi bulunmamaktaydı.

Kuruluşundan yıkılışına kadar Osmanlı devleti İslâm gücünün ve inancının ilerlemesine veya savunmasına kendini adamış bir devlet idi. Osmanlılar, Avru­pa'nın geniş bir kısmında İslam egemenliğini kurma çabası ile sürekli Hıristiyan batı ile savaş halindeydiler. Osmanlı Türkü için bütün, Osmanlı toprakları "Memalik-i İslâm" hükümdarları "İslâm Padişahı", orduları "asâkir-i İslâm" olarak ad­landırılmıştı. Türk sözcüğü, hemen hemen Türkiye'de kullanılmaz iken, Batı'da Müslüman'ın eş anlamı haline gelmiş ve Müslüman olmuş bir batılıya, olay İsfahan'da veya Fas'ta olsa bile "Türk olmuş" denirdi. [96] [97]  O halde Osmanlı Padişahları bize göre, halifeliği birçok Emevî ve Abbasî halifelerden daha iyi temsil etmişler ve uygulamışlardır.

2)    Osmanlı Padişahlarının Halife Unvanmı Kullanmaları

Mısır'ın fethi Yavuz’un unvanlarım ve imtiyazlarını artıran bir olaydır. Os­manlI Sultanı'nın unvanlarına "halife", "hâdimu’l-harameyn" unvanları eklendi. Ancak bazı tarihçiler Yavuz'un Mısır fethinden önce de halife unvanım kullandığım, ayrıca bu unvanın H. Bayezid için de kullanıldığını kaydederler. Öyleyse Yavuz Sul­tan Selim'in halife unvanım kullandığı kesindir.

Solak-zade Tarihi'nde (s. 97) Yavuz Sultan Selimin ölümü ile ilgili olarak, "... Aynı yıl şevval ayımn dokuzuncu günü gecesi (23 Eylül 1520) Perşembe sabaha yakm, bu elem ocağından, selâmet diyarı olan  cennet bahçeleri tarafına hırâm eyledi. Hilafet tacım ve tahtini, hadimü'l-harameyn vasfı ile tekmil edip, saltanat namusuna müteallik başkanlığı, yegane vâris olan  tek evladı Sultan Süleyman Han hazretlerine ısmarladı..." 1)

Stanford Shaw da, "Osmanlılar Arap dünyasının fethinden sonra bir süre ha­life ünvanını kullanmışlardır. Ancak Müslüman hükümdarların önemli bir şey başardıktan sonra bu ünvanı kullanmaları eski bir gelenektir. Yavuz Sultan Selim ile halefleri sultan ve "Hadimü'l-Harameyni'ş-Şerefeyn" ünvanlarından daha başka şeylerle anılmak isterlerdi. Halife kavramı, yalnızca İslâm dünyasındaki önemlerini belirtmek ve Müslüman dinini ve yasaklarının yaymak ve savunmak hakkım göstermek için kullanılırdı" demektedir. 121

Sanhoury de, Bağdat'taki Abbasî hilafetinin düşüşü ile halife ünvanmm önemli şekilde değer yitirdiğinden, başlangıçta Türklerin, bu ünvana fazla önem ver­mediklerini söyler ve çok daha sonra XVIII. yüzyılda, Osmanlı devleti gerilemeğe başladığı dönemde Osmanlı Sultanlarının sahip olduğu bu halife ünvanını Türk dip­lomatlarının, Batıklara gözdağı vermek için, Osmanlı devletinin yeni bir gücü olarak ön plana çıkardıklarını açıklar. 131 Ancak, Halife ünvanı daha çok Kaynarca Antlaşması sonrası kullanılmıştır.

Gerçekten Osmanlı devleti, Rusya'ya 1774 yılında yenilince 17 Temmuz 1774 tarihinde Küçük Kaynarca'da antlaşma imzalamak zorunda kalmıştı. Bu antlaşmanın üçüncü maddesine göre Kırım, Bucak, Yedisan, Yediçikül gibi bölgelerde yaşayan Müslüman ve Tatar Müslümanlarının Osmanlı devletinden ayrılması üzerine "umûrı mülkiyelerine halel getirilmeyerek umûr-ı mezhebiyelerinin halife olan  Osmanlı Padişahı tarafından görülmesi"ne izin verilmişti. Yani halife oldukları için Osmanlı Padişahları bu kişilerin dinî işlerini yürüteceklerdi. 141 Bu tarihe kadar Osmanlı Sul­tanları halife ünvanma fazla önem vermiyorlardı. Yalnız bu dönemden sonra bu ünvanı kullanarak yitirdiği askeri gücünü, hilatef gücü ile gidermeye çalışacaktır.

Bu arada Rusya'ya da, Osmanlı devletinde istedikleri yerlerde konsolosluk açma yetkisi verilmişti ve Rusya, Osmanlı ülkesindeki Ortodoksların koruyucu­luğunu da üzerine almıştı. 151 [98] [99] [100] [101]

Kaynarca Antlaşmasından sonra Avrupa devletleri, Osmanlı devletine artık "hasta adam" gözüyle bakmaya başlayacaklardır. 19.yüzyıl içerisinde Osmanlı devle­tinin çeşitli bölgeleri bu devletler arasında sürtüşme konusu olacaktır. Boğazlar üzerinde İngiliz-Rus sürtüşmesi, Balkanlar üzerinde Avusturya-Rusya sürtüşmesi, Mısır üzerinde İngiliz-Fransız sürtüşmesi ve Osmanlı devletinin Orta Doğu toprak­ları üzerinde İngiliz-Alman sürtüşmesi başlayacaktır. 161 Bu devletlerden Rusya, 1815'te Viyana Kongresinde ortaya, "Şark Meselesi" adı altında, Osmanlı devletinde yaşayan Hıristiyan halkın davaları ile ilgilenilmesi konusunu getirdi. Bundan sonra Osmanlı devletinin iç ve dış siyasetinde buhranlı her olay Avrupalılarca "Şark Mese­lesi" başlığı altında incelerdi. 171

3)    XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Osmanlı Devletini Etkileyen Hareketler

Osmanlı devleti Avrupa gözünde Hasta Adam durumuna düştükten sonra Osmanlı devletinin iç politikasını üç değişik akım etkileyecektir. Bunlar milliyetçilik akımları, ırkçılık akımları  ve evrensel bir güç hareketi olarak İslamcılık. Şimdi bu üç akımı belirgin özellikleriyle tanıtmak istiyoruz. 181

Milliyetçilik akımları  önce Avrupa'da Fransız ihtilâli ile başlar ve Doğu'ya da yayılır. Osmanlı devletinde bu akımlar daha ziyade Hıristiyanlar arasında başgösterir. Bu Hıristiyanlar arasında ayaklanmalar sonucunda, 1829'da Yunanistan 1878'de Sırbistan, Karadağ ve Romanya, 1928'de Bulgaristan ve 1913'te de Arnavut­luk bağımsızlığım elde ederler. 191

Irkçılık hareketleri olarak Arapçılık (Panarabizm) ve Turancılık ortaya çıkmıştır. Arapçılık hareketi Osmanlı devleti içerisinde çıkmıştır. Önce Arabistan yarımadasında XVIII. yüzyılda, Muhammed ibni Abdulvahhap ile Vahhabîlik ortaya

16.    Armaoğlu, Fahir; 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi, Ankara 1986, s. 51

17.    Karal, Enver Ziya; Osmanlı Tarihi, c. V. Ankara 1983, s. 203-205

18.    Sanhoury; a. g. e. s. 453-454

19.    Armaoğlu; a. g. e. s. 10

çıkmıştır. Vahhabîler, Türklere baş kaldırarak Necid'de ayaklanmışlardır. Bundan sonra Yemen*de ve Hicaz'da da ayaklanmalar olmuştur. 201

Bu hareketleri Panarabizm hareketleri izleyecektir. Panarabizmin amaa fede­ratif bir organizasyon içerisinde Arap ırkının birleştirilmesi düşüncesi olarak özetlenebilir. Dinleri ne olursa olsun bütün Arapları birleştirmek. Özellikle Samî ırkından olan  ve İran'dan Akdenize, Toroslar'dan Hint Okyanusu'na kadar olan  yer­lerin halklarının birleştirmek. 211

Turancılık ise, Turan ırkından olanlar, arkalarında zafer, fetih ve egemenlik anılarıyla dolu bir tarih bırakmışlardır. Bunlar dil ve ırk yakınlığı ile birbirlerine bağlanmış; Atlas Okyanusu'ndan Baltık Denizi'ne, Akdeniz'den Kuzey Denizi'ne kadar olan  yerlerde yaşayan Osmanlı Türkleri, İran ve Orta Asya Türkmenleri, Güney Rusya ve Kafkasya'nın Tatarları, Sibirya'nın Yerli oymakları, Moğollar ve Mançurlar, Macarlar, Finliler ve Baltık bölgesinde yaşayan halkları içine alıyordu. Bunlara Ural-Altay ırkı da deniyorsa da daha çok Turan halkları olarak ad­landırılmışlardır. Bu Turancılık düşüncesi, Rusya Tatarları ile amcaoğulları olan  Orta Asya Türkmenleri arasmda doğru ve etkili de bir politika sergilendi. Başlangıçta Os­manlI Türkleri bunlara pek itibar göstermedilerse de zamanla slavcılık tehlikesi karşısında bu görüşü benimsediler. 221

Evrensel bir güç olarak ise İslâmcılık hareketi görülür. Bu hareket geniş an­lamda İslam'ın çıkışı kadar eskidir. Hz. Peygamber, uyrukları bütün müslümanlardan oluşan evrensel bir devlet kurmuştu. Bu devlet hilafet kurumu say­esinde varlığım sürdürmüştü. Fakat çok kısa bir süre müslümanlar birlik halinde kalmışlardı. Emevîlerin düşüşü ve İslam dünyasının bölünmesi ile hilafet, İslamcılığın simgesi olmaktan çıkmıştı.

Osmanlı devleti zayıflayıp da topraklarım yitirmeye başlayınca, AvrupalIlar tarafından Hasta Adam'ı paylaşma girişimlerine karşı müslümanları uyandırıp bu tehlike karşısında birleştirmek amacı ile İsslamcılık hareketi başlatıldı. Böylece İslam halifesi olarak Osmanlı Padişahı Abdülhamit, bütün yabana tehlikelere karşı İslam dayanışmasını başlattı ve İslam'ın her yerde tehlikede olduğunu hissettirdi.

Ne yazık ki, bütün müslümanların birleşmelerinden korkan Avrupa'nın sömürgeci ülkeleri özellikle İngiltere, Hindistan'ı yitirme korkusu ile İslamcılığa gönül vermiş olan  Cemalettin Afganî'yi tutuklanmıştır. Afganî aynı zamanda İran'da ve Mısır'da da İngilizlere karşı halkı uyandırıp ihtilale sevketmiştir, kendisine Mu­hammed Abduh da katılmıştır. İslamcılık hareketi, "Jön Türkler"in ihtilali ile, gerile­miştir. [102]  Jön Türkler ve ittihatçılık hareketine gelince, H. Abdülhamit'in düşürülmesi için, Avrupa'nın Jön Türkler olarak adlandırdığı, İttihat ve Terakkîcilerin ihtilalinden (1908) önce, İngilizlerin desteklediği iki komplo girişimi olmuştu. Bu iki başarısız komplo girişimini İngilizlerin desteklediği Masonlar gerçekleştirmişti.

İttihat ve Terakki Cemiyeti de, kurucuları Türk olmayan kişiler tarafından Mason localarından etkilenerek kurulmuştur. [103].

1908 yılında İttihatçıların baskıları sonucunda II. Meşrutiyet ilan  edilmişti. Daha sonra 1909 yılında 31 Mart olayı olarak adlandırılan  İstanbul ayaklanması üzerine İttihatçıların yardımına Selanik'ten Hareket Ordusu yardıma gelmişti. Padişah Abdülhamit Selanik'ten gelen bu orduya karşılık verilmemesi için önlem aldırmıştı. [104] [105]) Bu ayaklanmayı İttihatçılara karşı olan  Prens Sabahattin gibi kişiler düzenlediği halde(26), İttihatçılar tarafından Abdülhamit tahtadan indirilerek yerine V. Mehmet unvanıyla Sultan Reşat getirilmiştir. [106])

Artık bundan sonra Osmanlı devletini büyük belalar saracaktır. 1911 yılında Trablusgarb İtalyanlarca işgal edilecek, arkasından 1912 yılında OsmanlIların hezi­mete uğradığı Balkan Savaşları başlayacak ve 1914 yılında da Birinci Dünyâ Savaşı patlak verecektir.

B. ŞEYHÜLİSLAMLIK

1. OSMANLI DEVLET DÜZENİNDE ŞEYHÜLİSLAMLIK

Genel olarak, Osmanlı Devletini ayakta tutan temel "erkan-ı erbaa"nın seyfiye, ilmiye, mülkiye ve kalemiye sınıfları olduğu kabul edilir. [107]  Bunlardan ilmiye sınıfı en faal ve nüfuzlularından idi. Her ne kadar esas konumuz ilmiye sınıfının tari­hini ele almak değilse de daha sonra işleyeceğimiz konunun daha iyi anlaşılmasına yardıma olacağı ümidiyle bu sınıfı ana hatlanyla tanımak ve faaliyet alanlarım göstermek istiyoruz.

Osmanlı Devletinde ilmiye sınıfının teşkilatlandığı kuruma Şeyhülislamlık (Bab-ı Fetva veya Meşihat-ı İslamiye), başındaki şahsa da Şeyhülislam denirdi. Bu teşkilatta gerçek anlamda alimler bulunduğu gibi, medreseleri bitirerek herhangi bir dini görevle yükümlü müftü, kadı, müderris, vaiz, imam, hatip ve ders-i âmlar da bulunurdu. Hatta nakibu'l-eşraflık ve meşayihte bu teşkilatın çatısı altında top­lanmıştı. Şüphesiz ilmiye teşkilatının OsmanlIlardan önceki İslam devletlerinden in­tikal eden unsurları vardı. Diğer İslam devletlerindeki "kadı'l-kudât" ve ona bağlı kaza ve fetva örgütleri OsmanlIlardaki Şeyhülislamlığın prototipleridir.

Osmanlı uleması şeriatin yorumcuları ve uygulayıcıları olarak, kendisinin şer'i bir yönetim yapısına dayandığım ilan  eden Osmanlı Devletinde ve toplum hayatında çok önemli bir yer işgal ediyordu. Ulema, bir bakıma, imtiyazlı bir sınıftı. Zira vergilendimeden ve askerlikte muaftılar. Hatta, alim sıfatı ile idam bile edile­mezlerdi. Eğer idam edilecek olsalar, önce alimlik sıfatından sıyrılır, ulema kütük defterlerinden ismi silinir, sonra hüküm infaz edilirdi. Mülkleri devletçe müsadere de edilemezdi. Ülkenin vakıflarının hemen tamamını ellerinde tuttuklarından ule­manın ekonomik durumu da iyiydi. [108]

Osmanlı Devletinde "Şeyhülislam" ünvanmın ne zaman kullanılmaya başlandığı kesin olarak bilinmemekle beraber Fatih Kanunnamesinde "Ve Şeyhülislam ulemanın reisidir" ifadesi görülmektedir. [109]  İlk Şeyhülislam, bazı araştırmacılara göre Molla Fenarî (1424-1431)'dir. [110]  Osmanlı Devletinde, ilk dönemlerde, şeyhülislamlar, önem bakımından kazaskerlerden sonra geliyorlardı. Ancak, sonraları bu makama gelen büyük alimlerden Zenbilli Ali Cemali Efendi (ö. 1534), İbn Kemal (ö. 1534) ve Ebussuud Efendi (ö. 1574) gibi zevat şeyhülislamlığın itibarını ve önemini artırmışlardır.

îlk zamanlarda müftü ve müderrisler gibi ilmiye teşkilatı mensuplarının tayi­ni sadrazamın elinde iken, Ebussuud Efendi zamanında, 1574 tarihinde, sadrazam­ların cahil olmaları sebep gösterilerek bu iş şeyhülislamlara bırakıldı. Bu tarihten iti­baren kazaskerlerin, kadıların, müftülerin, imamların, hatiplerin ve bazı meşayihin (post-nişin) tayinleri, sadrazamca yapıları  haksızlıkları önlemek gerekçesiyle, şeyhülislamlığa verildi. [111]

Klasik dönem İslam toplumlarmda olduğu gibi Osmanlılarda da ilmiye sınıfının başlıca üç faaliyet alanı vardı: 1. İfta (fetva verme), 2. Kaza (yargı), 3. Tedri­sat (eğitim-öğretim). Şimdi bu üç görevi, ifa ettikleri kurumları  kısaca tarihi seyir içinde ele alalım:

a)    Yönetimin Danışma Kurullarında Şeyhülislam

Geleneksel Osmanlı sisteminde ulema, yönetimde karar mekanizmalarında söz sahibi idi.Şeyhülislamlık tam olarak şekillenmeden önce kadıaskerler, ulemanın başkam olarak devletin önemli işlerinin tartışıldığı istişarî ve karar meclisi olan  Divan-ı Hümayun da üye idiler. Divan'da ele alman konuların şer'i yönünü izah ederlerdi. Şeyhülislam XVHI. yüzyıla kadar bu toplantılara, ancak olağanüstü du­rumlarda çağrılırdı. Bu tarihte sonra ise düzenli olarak katılmaya başladı. [112]

Şeyhülislamlığın öneminin artmasına paralel olarak imtiyazları ve nüfuzu da artmıştır. Şeyhülislam, Sultanlarca sadrazamla eşit rütbede tutulmuştur. Bayram­laşma merasimlerinde Şeyhülislam huzura girdiğinde Padişah, onu bir iki adım iler­leyerek ayakta karşılardı. Bir veliaht Padişah olup tahta çıktığında Eyüp Sultan’da düzenlenen Kılıç Kuşanma merasiminde kılıcı Şeyhülislam kuşandırırdı. Ramazan’ın 26. günü Sadrazamm Şeyhülislamın iftar sofrasma gelmesi de onun nüfuzunun gücünü ve devlet protokolündeki yerini gösteren uygulamalardandır. [113]

Şeyhülislam, teoride Sultanı bile indirme yetkisine sahipti. Vereceği bir fetva ile Sultanın yöneticilik kabiliyet ve ehliyetini kaybettiğini veya taşımadığını ilan  ede­rek onu tahttan indirebilirdi. Zira Sultanın üzerinde şeriat vardı. Şeriatın yorumcu­ları Şeyhülislam ve onun teşkilatındaki ulema idi. Fakat pratikte, tabii ki, bulunduğu mevkie Sultan tarafından getirilen, dolayısıyla Sultanın bir memuru olan  Şeyhülislam, yine kendisini bu göreve getirenin, oturduğu makamdan azledebile­ceğin! düşünerek hareket etmek zorunda idi. Bu bakımdan dirayetli Sultanlar zamanında böyle bir uygulama görülmezken dirayetsizlerin başa geçtiğinde Şeyhülislamlar defalarca hal fetvaları vermişlerdir.

Sultanın, savaş ilanı dahil her türlü tasarrufunu şeriat adına denetleme ve tecviz etme yetkisine sahip olan  Şeyhülislam, fetvalarını siyasî olarak ta kullanabi­liyordu. Bir İslam devletinde meselelerin İslam kurallarına uygun olup olmadığının bir gelenek olması yanında, Sultanların, geleneğin ötesinde, politikalarının halkın gözünde meşrulaştırmak ve neticelerinin sorumluluğunu başkalarıyla paylaşma düşünceleri de olabilir. [114]  Sözgelimi, Yavuz Sultan Selim'in (1512 1520) Doğu Ana­dolu bölgesinde başgösteren İran Hükümdarı Şah İsmail ve Alevîlerle ilgili politika ve tasarrufları, zamanın Şeyhülislamı İbn-i Kemâl tarafından verilen fetvalarla meşrulaştırılmıştır. Bu fetvalar, araştırmacıların kanaatma göre dini olmaktan çok siyasî içeriklidir. [115]  XVII. ve XVIII. yüzyıllara gelindiğinde, genel manada, zaman zaman yönetimi tamamen kontrolünde tutan Şeyhülislamlara rastlıyoruz. Öyle ki, şeyhülislamların fetvası veya oluru alınmadan Sadrazam dahil devletin ileri gelen bürokratları bile tayin edilemiyordu. [116]

b)    Adlî Sistemde Şeyhülislamlığın Rolü

OsmanlIlarda adlî teşkilata mensupları kadıaskerler, kadılar ve onların em­rinde çalışanlardan oluşuyordu. İstanbul'da oturan Rumeli ve Anadolu Kadıaskerlerinden sonra teşkilata taşra teşkilatının baş sorumluları kadılardı. Os­manlI toplu ve yönetim yapısında kadıların geniş bir faaliyet ve yetki alanı vardı.

Yargı görevi olan  kadılığın yanında, noterlik, vakıfların, tüccar ve esnaf loncalarının ve İçtimaî ve ahlak ve mizamın korunmasından sorumlu ihtisab teşkilatının kontrolü de onda idi. Ayrıca görev yerinde vali veya kaymakamın istişare meclisinde de bulu­nurdu. Bütün ülke topraklarında yayıları  şer'i mahkemelerin baş sorumluları kadılardı.

Tanzimattan önce, hukuk, ceza, ticaret ve diğer davalar ile müslim ve gayr-i müslim arasındaki davalara tercüman vasıtasıyla Şeyhülislamın riyaseti alfandaki şer-i mahkemelerin kadılarınca bakılırdı. [117]  Bir çeşit temyiz mahkemesi niteliğinde olan  "huzur murafaası" 1838'e kadar Rumeli ve Anadolu Kazaskerleri ile İstanbul kadısı tarafından Sadrazamın huzurunda yapılırdı. Bu tarihte yapıları  bir düzenleme ile Şeyhülislamın huzurunda yapılması kanun haline geldi. [118])

c)    Eğitim Sisteminde Şeyhülislamlığın Yeri

Osmanlı Devletinin kuruluşundan XVIII. yüzyılın sonuna kadar eğitimin muhteviyatım tamamına yakım İslami idi. Mekteplerin esas hedefi çocuklara Kur'an okumayı ve ilmihal bilgilerini öğretmekti. Medreseler ise orta ve yüksek seviyede eğitim veren kuramlardı. Osmanlı Medreseleri, müfredatında zaman zaman aklî ilimlere de yer vermişse de ağırlık olarak şer’i ilimleri öğretiyordu. Müderrisler med­reselerde, kendilerince yorumlanmış islami öğrencilerine talim ettirirlerken camiler­de de imam, hatip ve vaizler, en az haftada bir kez Cuma günü, halka hitap etme imkanına sahiptiler.

Sistemin tamamım kontrolünü Şeyhülislamlığın elinde olduğu düşünülürse \ bu durumun halk üzerindeki etkinliğini anlamak da kolaylaşır. Bu günkü anlamda mediamn olmadığı o dönemlerde "sözlü basın" diyebileceğimiz bir fonksiyonla halkı yönlendirerek "kamuoyu" oluşturmada ve resmi politikaları kitlelere benimsetmede ulema tek mercii idi. Geliştirilen politikalar müftünün fetvasıyla meşrulaştırılıp din görevlileri tarafından halka sunulduğunda başarı şansı oldukça yüksekti.

1840 lardaki Şeyhülislamlık hakkında Mustafa Ruhi Paşa şunları yazıyordu: "Şeyhülislamlığın işi fetva vermektir. Bu makam Sadreynin, yani Rumeli ve Anadolu kazaskerlerinin üstünde olarak ilmiye sınıfının başkanı ve şer'i mahkemelerin nazırı sayılıp gitgide ilmiye sınıfına ait tevcihler onun tertibine ve tensibine bırakılmış ve sadrazamla aynı rütbede tutulmuştur."’'[119]

Kısaca özetlemek gerekirse, yenileşme hareketlerinin hızlı bir şekilde başlatıldığı XIX. yüzyıla girerken, Şeyhülislamlık, kuruluşunda hangi fonksiyonlara sahip olursa olsun Osmanlı Devletinde yönetimde, eğitim ve adliyede hissedilir bir etkinliği vardı. Hatta verdiğimiz ipuçlarından anlaşılacağı gibi, özellikle eğitimde ve adliyede tek söz sahibi Şeyhülislamlık çatısı altında teşkilatlanmış olan  ulema idi.

2.    ISLAHAT ÇAĞINDA ŞEYHÜLİSLAMLIK

XIX. yüzyıldaki ıslahat hareketleri çerçevesinde Osmanlı Devletinin kurum­lanılın laikleştirilmesi süresince Şeyhülislamlığın ve ulemanın devlet ve millet üzerindeki nüfuzu kademeli olarak azaltıldı, n. Mahmud (1808-1939) devrinden iti­baren ilmiye sınıf her alanda kan kaybetmeye başladı. Bu süreç 1923'te Osmanlı Dev­letinin arkasından doğan yeni Türkiye Cumhuriyeti dönemine kadar devam etti.

Tanzimat'ın hazırlık dönemi olarak kabul edilen bu dönemde ulemanın gücünün ve nüfuzunun kırılmasını dört maddede özetlemek mümkündür.

1-    Ulema, zaman zaman Yeniçerilerle işbirliği yaparak Sultanın veya idare­nin tasarruflarına karşı tavır koyabiliyordu. Bunun en yakın örneği 1807'de vuku buları  Kabakçı Mustafa isyanı veya ihtilali idi. Kabakçı, Şeyhülislam Ataullah Efendi (1807 1808) ile yakın işbirliğine girerek "hareket ve hatt-ı hümayunlarıyla Kur'an'ın takdis ettiği dinî hükümlere karşı çalışmış bir sultanın hükümdarlığa devam edeme­yeceği" yönündeki fetvasıyla "İslam'ın ve Devlet-i Aliyye'nin âli menfaatlerini" koru­duğunu söylüyordu. 1807'de verilen bu hal fetvasıyla III. Selim tahttan indirilmiş ve kısa bir süre sonra II. Mahmud tahta çıkmıştı. O ilk başta ulema ile iyi ilişkiler kura­rak onların büyük desteğiyle 1826'da Yeniçerileri ortadan kaldırdı. Fakat ulema bu yanlış siyasetiyle bastığı dalı kesmiş oluyordu. Artık, kendi yorumlarına göre yanlış görseler de askerî destekleri yoktu.

2-   Ulema sınıfı, sadrazam ve Bab-ı Ali ile karşılaştırırsak, daha çok İdarî muhtariyete sahipti. Bu durumda Sultan için zaman zaman problem doğuyordu. II. Mahmud, ulemanın Yeniçerilerin ortadan kaldırılmasına olan  yardımlarına bir şükran nişanesi olarak Yeniçeri Ağasının Süleymaniye Camii yanındaki sarayını Şeyhülislamlığa tahsis ederken bir taşla iki kuş vuruyordu. Artık bu tarihten sonra ulema devlet bürokrasisinin bir parçası haline geliyordu. Bundan böyle onlar da sıradan devlet memurları olmuşlardı.

3-   II. Mahmud'un paraya ihtiyacı vardı. Yapıları  savaşlar ve Mısır ve Yuna­nistan gibi iki büyük eyaletin kaybı ekonomiyi çok zor duruma sokmuştu. Buna karşılık yeni ıslahatı yapılabilmesi için ise daha çok paraya ihtiyaç vardı. Vergilerin artırılması kitlelerin daha çok memnuniyetsizliklerine sebep olacağından, H. Mah­mud için en makul ve problemsiz gelir kaynağı, çoğunluğu ulemanın kontrolünde olan  vakıflara el koymaktı. Nitekim bir Evkaf Nezareti kurularak vakıfların gelirleri­nin bir kısmına el konmakla ekonomik kaynaklarından en önemlisi ellerinden alınmış oluyordu.

4-    Bu dönemde ulemanın nüfuzunu ve gücünü kıran gelişmelerden biri de eğitim alanında oldu. Tamamen ulemanın tekelinde olan  eğitime alternatif kurumlar ortaya çıkmaya başladı. Başka askerî ve İdarî elemanlar yetiştirmek için medreseler dışında okullar açıldı. İlaveten 1833'te bir okul görevi üstlenen Tercüme Odası kurul­du. Bu okulların ulema için tehlikesi sadece eğitimde başkalarının da söz sahibi olmasıyla sınırlı kalmıyordu. Artık, ulemanın dizinin dibine oturmayan, onların rah­lesinden geçmeyen bir aydın sınıfı oluşuyordu. Ülkenin İdarî, askerî ve kültürel hayatında etkili olacak olan  bu sınıfın bir gün gelip ulemaya rakip olacağı da muhak­kak görünüyordu. [120]

3.    TANZİMAT DÖNEMİNDE (1839-1876) ŞEYHÜLİSLAMLIK

Bu dönemde de Şeyhülislamlığın faaliyet alanları ve fonksiyonlarım sınırlandırma politikasına devam edildi.

Tanzimat dönemi reformları geleneksel adlî sistemde ciddi değişikliklere yol açtı. Devletin sivil yönetiminin yeni yetiştirilen bürokratlara verilmesi veya onların daha fazla istihdam edilmeleri merkezde olduğu gibi taşrada da dengelerin değişmesine sebep oldu. Yeni getirilen İdarî yapıda illerde ve ilçelerde kadılar eskisi kadar söz sahibi değillerdi.

Daha önemlisi bu dönemde hukuk alanında yapıları  reformlar ve adliye teşkilatında meydana gelen değişiklikler ulemanın otoritesini ciddi şekilde sarsıyordu. Uzun bir zaman yapıları  bu gelişmelerden en önemlileri şunlardı: 1840 tarihli Ceza Kanunu, 1850 tarihli Ticaret Kanunu, 1863 tarihli Deniz Ticaret Kanunu ve 1869-1876 yılları arasında Mecelle. Buna paralel olarak II. Mahmud arasında kuru­ları  Meclis-i Vâlây-ı Adliyye 1868 de Divan-ı Ahkâm-ı Adliye ve Şuray-ı Devlet (Danıştay) adlarıyla iki ayrı daireye bölündü.

Şuray-ı Devlet'in kurulmasıyla şeyhülislamlık kazaî fonksiyonlarının bir kısmım kaybetti. Zira Şuray-ı Devletin başlıca yetkileri şunlardı:

1-    Her çeşit kanun ve nizâmnâme tasarılanm incelemek ve hazırlamak,

2-    Mülkî davalar hakkında yetkisi çerçevesinde kararlar vermek,

3-    Mülkî ve adlî makamlar arasındaki ihtilafların merdini tayin etmek,

4-    Memurlar hakkında soruşturma açmak ve yargılamak,

5-    Padişah ve Bab-ı Ali'ce soruları  meseleler hakkında görüş bildirmek,

Bu tür yetkileri haiz bir kurumun 41 üyesinden 13'ünün gayr-i müslim olması [121] [122] ulemanın teksisine sebep olmuşsa da kurumun faaliyetlerinin devamı önlenememiştir.

Bu dönemde Şeyhülislamlığın kazaî faaliyetlerini sınırlandıran gelişmelerden birisi de AvrupalIların davalarına bakmak için 1869 da kuruları  Niza­miye Mahkemeleri idi. Bu mahkemelerin görevleri ile ilgili irade-i Seniyye'ye daya­nan 24 C.Ahir 1305. 1887 tarihli tezkire-i sâmiye kadıların faaliyetlerinin ne kadar daraltıldığını açıkça ortaya koyar. Şöyle ki:

"Şer'an fasıl ve hasmî icab eden daaviden talak ve nikah ve nafaka ve hıdâne ve hürriyet ve rıkkıyet ve kısas ve diyet ve erş ve gurra ve hürmet-i adil ve kasame ve gaib ve merkut ve vaziyet ve miras davaları mehakim-i şer'iyyede ve ticaret ve ceza ve biladevir güzeşte ve nizamen lazım gelen zarar ve ziyan ve iltizam bedalâtı ile konturato (anlaşmaya dayalı) davaları dahi mehakim-i nizamiyede fasıl ve rü'yet ve bunlardan maadası tarafeyn razı oldukları halde mehakim-i şer'iyede ve olmadıkları surette mehakim-i nizamiyede rü'yet edilecektir." 3

Şuray-ı Devlet'in kuruluşunda olduğu gibi tamamen laik görünümlü ve şeriatm dışında kuruları  bu mahkemelerin kuruluşuda ulema tarafından itiraz ve tepkiyle karşılandı. Fakat bu tür tepkilere yine onların sınıfından bir alim olan  Ahmet Cevdet Paşa tarafından cevap verildi. O'na göre bu tür mahkemelerin kurul­ması şer'i bakımdan caizdi. Zira Celaleddin Devvani, Def-i Mezalim adlı eserinde meselenin caiz olduğunu asırlarca önce ortaya koymuştu. [123] [124]?

Tanzimatın sonlarına doğru Osmanlı adliye teşkilatı şu kurumlarca paylaşılıyordu.

1-    Şeyhülislamlık (Şer'i mahkemeler)

2-    Adliye Nazırlığı (Şuray-ı Devlet, Temyiz Mahkemeleri, Nizamiye Mahke­meleri)

3-    Ticaret Nazırlığı (Ticaret Mahkemeleri. [125]

Şeyhülislamlık, Tanzimat döneminde, eğitim alanındaki tekeli de bırakmak zorunda kaldı. Eskiden olduğu gibi medreseler bu kuruma bağlı olmasına rağmen, Batı usulü kuruları  devlet okulları ve azınlıkların eğitim kurumları  tamamen ule­manın kontrolü dışında idi.

Medrese eğitiminin belli bir düzen içerisinde gelşitirip yönetilmesi içni 27 Receb 1262. 1806 tarihinde daimi bir "Maarif Encümeni" kurulmuştu. Bu encümen daha sonra 1857 yılında Maarif Nezareti'ne dönüştü. 24 Cemaziyelevvel 1286. 1869 da yayınlanan "Maarif-i Umumiye Nimaznamesi" eğitim sistemini yeniden düzenledi. Bu nizamname ile ilk eğitim belli oranda mecburi tutuldu. [126]

Bir yandan yeni okullar açılırken, diğer yandan bu okullar için yapıları  müfredatlarda ulemanın oldukça yabancı olduğu bilimlere yer veriliyordu. Bu gelişmeler de ulemanın eğitimdeki hakimiyetine bir darbe idi.

Kısaca, Tanzimat döneminde, Neşihat-ı İslamiye'nin yetki ve sorumlulukları şunlardı:

1-    Eskiden olduğu gibi fetva makamı,

2-    Heyet-i Vükela üyesi olarak siyasî konularda söz sahibi,

3-    Mehakim-i Şer'iyenin kendisine bağlı olduğu kurum,

4-    Eğitim teşkilatından sadece medreselerden sorumlu.

 

4.1.     ve II. MEŞRUTİYET DÖNEMİNDE ŞEYHÜLİSLAMLIK

I. Meşrutiyet ve n. Abdülhamid döneminde (1876 -1907) de Şeyhülislamlık açısından yeni gelişmeler oldu. Her ne kadar Mithat Paşa'nın hazırladığı Kanun-ı Esasi tasarısında devletin resmi dini ve Meşihat-ı İslamiye'ye yer verilmek istenme­mişse de bu tasarı kabul görmemiştir. Sonuçta, 1876 Kanun-ı Esasisi devletin resmi dininin İslam olarak ifa ederken, şeyhülislamlığın da daha önceki nezaret statüsünü koruyarak kabinede yer vermiştir. Yine aynı Kanun-ı Esasî, Şeyhülislamın tayinini

doğrudan Sultana bırakıyordu. Bu dönemde Meşihat-ı İslamiye'nin teşkilat yapısında gelişmeler olmuşsa da üç temel fonksiyonu olan  ifta, kaza ve tedris'i etki­lememiştir. [127]

Bu dönemde Şeyhülislamlık açısından en önemli gelişmelerden birisi bu ku­rumun kısa bir süre için kabineden çıkarılmasıdır. Ahmed Vefik Paşa (1 Safer 1295 15 Rebi 1295. 14 Şubat 187818 Nisan 1878)sadareti döneminde şeyhülislamlığı vü­kela heyetinin başında saymasına rağmen şeyhülislam İryanizade Ahmed Es'ad Efendi'ye bir memur göndererek kabine toplantılarına gelmemesini söylemiştir. Fakat ondan sonra sadarete gelen Sadrazam Şeyhülislamı yine kabine toplantılarına çağırmıştır. [128]

1908'de II. Meşrutiyet'in ilanıyla Osmanlı Devletinde yenileşme veya batılılaşma hareketleri daha da hızlandı. -Kanun-ı Esasî'de yapıları  değişikliklerden şeyhülislamlık, başlangıçtı, statü ve faaliyetleri bakımından fazla etkilenmedi. Teori­de Osmanlı Devleti yine bir İslam devleti ve kanunları essata şeriata dayanıyordu. Dolayısıyla şeyhülislamlık şeriat adına idari tasarrufları, sınırlı da olsa denetleme hakkına sahipti.

n. Meşrutiyet bütün ülkeye, siyasî, fikrî, kültürel, sosyal her sahada bir hare­ketlilik getirmişti. Ancak, bir yandan bu başdöndürücü hızdaki gelişmelerden endişe duyan kişi ve kuruluşlar şeyhülislamlığı göreve çağırırken, diğer yandan gelişmelerin yavaş gittiğinden ve bunun sebebinin de Şeyhülislamlık ve ulema olduğunu söyleyen kişi ve kuruluşlar ise bunların gücünün kırılmasını istiyorlardı.

Şeyhülislamlığın bazı faaliyetleri Batıcılar tarafından müsamaha olunamaz görülüyordu. Meşihat'a bağlı Tetkikat-ı Müellefat Heyeti, Hollanda'h müsteşrik Dr. Dozy'nin Abdullah Cevdet tarafından Tarih-i İslamiyet adıyla Türkçeye çevrilen eseri ve bir Türkçe Kur'an tercümesini  50) yasaklamıştı. Bu tür tasarruflar ülkenin fikir hayatına müdahale olarak telakki ediliyordu. [129] [130] [131] Bu grubu rahatsız eden bir başka uygulama da şu idi: Şeyhülislam kabinenin bir üyesi olarak yürütme gücüne sahipti. Yürütme gücüne ilaveten şöyle bir yasama gücü kullanıyordu: Fakihlerce ihtilaf edilen bir meselede Şeyhülislamlığın tefsir ve tercihi mecliste hiç görüşülmeden doğrudan halifenin tasdik ile kanun hükmünü alıyordu. [132]

Buna karşılık muhafazakar matbuat Şeyhülislamlığı daha çok çağırıyordu. Bu dönemin etkili dergilerinden Sırat-ı Müstakim, Beyanü’l-Hak gibilerine bakmakla bu açıkça görülebilir. Söz gelimi biz Beyanü’l-Hak’ta Ahmed Şirani imzasıyla 1330.  1911 de çıkan makaleye bir göz atarsak bize bir fikir verebilir. "Şeyhülislamların Vezaifi Cümlesinde" adlı bu makalede "Şeyhülislam Efendi’nin birinci vazifesinin ahkam-ı şer’iyye ve edeb-i İslamiyeyi muhafaza etmek ve tedrisat-ı diniyeyi teftiş ve nezareti altında bulundurmak" olduğu vurgulanıyordu. [133]

Makale sahibi, okullarda dinî tedrisatın tahdit ve tahfif edilmesi girişimlerine karşı Meşihat Makamı’nın kayıtsız kalmasından şikayetle göreve çağırıyordu. [134]

H. Meşrutiyet dönemi hızlı Batılılaşma ve hürriyetinin getirdiği bir başıbozuklukta gözleniyordu. Muhafazakarların nokta-i nazarından toplum ahlakını ve hayatını tehdit eden hatt-ı hareketler vardı. Bu gelişmeler karşısında da kayıtsız kalmakla suçladığı Şeyhülislama Ahmed Şirani adı geçen makalesinde şöyle yakmıyordu:

"Hürriyet, başıboş ve yularsız olarak salıverilmiş beyahimin hürriyeti gibi te­lakki eden bir takım efkâr-ı faside ashabının ahkam-ı diniye ve adab-ı İslamîye'ye karşı livay-ı isyanı ret ettikleri görülmekle ve bu gibilerin adedi gün geçtikçe çoğalmaktadır. Efkar-ı şahsiyelerini ketm-i ihfa etselerdi ne kimse bir şey söylerdi, ne de ben bunu yazmaya mecbur olurdum. Halbuki iş böyle değil. Ze­hirlerini alenen her yerde saçıyorlar ve bir çok şaban-ı İslâmiye'nin efkar ve itikadlarını ifsad ediyorlar. Ifsad ve idlâl çok mukabilinde ikaz ve irşad yok. Bu ne haldir bilemem." [135])

Bu izahtan sonra bu tür hareketlerin Daru'l-Hilafe'de vuku bulmasının dışardaki Müslümanları da hayal kırıklığına uğrattığım söyleyerek Meşihat Makamı'ın göreve çağırıyordu.

"Şeyhülislam Efendiler, bu cihetleri nazar-ı dikkate alarak ona göre tedbir ittihaz eylemelidirler. Gerek dahilde gerek hariçteki Müslümanlar hasebu'l-vekâl Şeyhülislam Efendileri Din-i Celil-i İslâm'ın reisi ve hamisi addeylediklerinden onları muahaze ediyorlar ki pek doğrudur. Hele Ramazan-ı Şeriflerde bilâ haya ve bilâ perva naks-ı siyam edenler çoğaldı" [136])

11.  Meşrutiyet döneminde Şeyhülislamlığın denetimindeki medreselerle ilgili faaliyetler de vardı. Batıcılar medreselerin artık fonksyonel ömrünü ve zamanım ta­mamladı dolayısıyla kapatılması gerektiğim ileri sürüyorlardı. Bu tür tenkitler karşısında bir süredir devam eden medreselerin ıslahı çalışmalarına hız verildi.

Kısaca özetlemek gerekirse bu ıslah çalışmalarının hedefi medreseleri günün ihtiyaçlarına cevap verebilecek düzeye getirmekti. Ancak kaydedilmesi gereken şu ki bütün bu ıslah programları ile medreseler laik eğitim kurumları  haline sokulmak isteniyordu. [137]  Buna ilaveten özellikle din görevlisi yetiştirmek için açıları  medrese­ler de Şeyhülislamlığa değil, istihdam alanlarını elinde bulunduran Evkaf-ı Humayun Nezaretine bağlanmışlardı. 58  Böylesine bir eğilim Şeyhülislamlığın eğitim siste­mindeki nufuzunu oldukça büyük ölçüde kırıyordu.

Basında sık sık Şeyhülislamlığın statü ve forksiyonları ile ilgili yazılar çıkıyordu. Sözgelimi, Mizan gazetesinin 76. sayısında (1909) "Şeyhülislam Meclis-i Mebusana Gelmeli mi, Gelmemeli mi?" adıyla yayınlanan makalede, özetlersek, Şeyhülislamın kabine üyesi olamayacağı, dolayısıyla da Meclis-i Mebusan'a geleme­yeceği ileri sürülüyordu. Makale, şimdilik kaydıyla, sadece Halife'nin vekili ve İslam cemaatinin başkanı olarak geçici olarak kabinede bulunabileceği sınırlamasını getiri­yordu. Daha açıkçası umur-u kaza ve mahakim-i şer'iyenin tamamen Adliye Nezare­tine bağlanması ile Daire-i Meşihata hükümet işlerinden el çektirilecek ve o zaman da kabineye katılmasına ve Meclis-i Mebusan'a gelmesine luzum kalmayacaktı. 59

Bu görüşleri tenkit etmek için kaleme aldığı makalesinde Küçük Hamdi böyle bir teklifin zararlarını göstermeye çalışır. İlk olarak, İslamiyette ruhbaniyet olmadığım dolayısıyla kendini dünyevi işlerden tecrid etmiş dini bir sınıfın bulun­madığını, aklî ve naklî delilleriyle ortaya koyar. Makale sahibine göre Osmanlı dev­let teşkilatındaki Şeyhülislamlar Hulefa-i Raşidîn, Emevîler, Abbasîler ve Selçuklular devrindeki kadı'l-kudat ve müfti'l-enam'dan başkası değildirler. Küçük Hamdi son yarım yüzyılda Meşihat Makamı'nın yetki ve faaliyet alanlarının daraltılması konu­sunda ise şunları söyler: Medreselerde fen derslerinin kaldırılmasından dolayı bila­hare bu derslerin okutulduğu okullar açılmış ve bu okullar yeni kuruları  Maarif Ne­zaretine bağlanmıştı. Meşihata ise sadece medreseler ve mekteb-i nüvvab kalmıştı. Şeyhülislamlığın kazaî yetkilerinin bir kısmının alınması ile ilgili olarak gösterdiği sebep ise Nizamiye Mahkemelerinin kuruluşu idi. 61)

58.   Bu dönem tartışmaları ve medreselerde yapıları  ıslahat için bkz. Prof. Hüseyin Atay 1914 Medrese Düzeni, İslam İlimleri Enstitüsü Dergisi, V. 1982, s. 23-54

59.   Fazla bilgi için bkz. İbrahim Ateş, "Evkaf-ı Humayun Nezaretince Açıları  İlk Yüksek Vaiz Okulu: Medresetü'l-Vaizin "Diyanet Dergisi, c. 24, s. 4 (1988) s. 25-40. Doç. Dr. Nesim Yazıcı, "Os­manlIların Son Döneminde Din Görevlisi Yetiştirme Çabaları Üzerine Bazı Gözlemler", Diyanet Dergisi, c. 27, s. 4 (1991) s. 55-123

60.   Bu özet Küçük Hamdi’nin (Elmalılı) "İslamiyet ve Hilafet ve Meşihat-ı Islamiye", Beyanu'l-Hak, sayı. 22 (1327 .  1909) s. 511 adh makalesinden alınmıştır.

61.    Bkz. 60. dipnot

Öyle görünüyor ki, Meşihat-ı İslamiye'ye karşı yöneltilen bu tenkitlere karşı muhafazakar kanat bu kurumun ıslahına dair bir takım projeler üretiyordu. Dönemin İslamalarının önde gelen isimlerinden Mustafa Sabri Efendi'nin başkanlığında bir grup ulemanın kurduğu Cemiyet-i İlmiye-i Islamiye'nin yayın organı Beyanü’l-Hak'ta yine aynı cemiyetin Hükkam-ı Şer'i (Şeriat Mahkemeleri Ha­kimleri) grubu Meşihat Makamı'nın ıslah ile ilgili bir layiha yayınladı. Meclis-i Mebusan'a verildiği bildirilen bu layihada ülkede son yıllarda meydana gelen gelişmeler gözönünde bulundurularak Şeyhülislamlık ve onun fonksiyonları, eski yapısı çok ufak değişikliklerle korunarak daha fonksiyonel hale getirilmesi isteniyor­du. [138])

İstanbul basını, Şeyhülislamlık kurumunun ıslahı konusuyla uzun yıllar meşgul olmuş görünüyor. Tanin gazetesinin 31. Teşrin-i Evvel ve 1 Teşrin-i Sani 1916 tarihli sayılarında bu kurumun yeniden teşkilatlandırılması yönünde yazılar çıkıyordu. Bu yazılarda bir zamanlar Tanzimatçıların düşmüş oldukları hatalardan kurtulmak için Meşihat-ı İslamiye'nin sadece dini meselelerle meşgul bir daire haline getirilmesinin gerekliliği vurgulanıyordu. [139])

XIX. yüzyılın başından beri planlı ve programlı bir şekilde devlet politikası haline getirilerek yürütülen Batılılaşma çabaları  neredeyse bir yüzyılı doldurmasına rağmen kimilerin göre hala istenilen seviyeye gelinememişti. Bu girişimlerin tamamının yanlış veya doğru-iyi niyetle Osmanlı Devletinin yokolmaktan kurtar­mak ve tekrar hayatiyet vermek olduğu ileri sürülüyordu, n. Meşrutiyet döneminde, yine, Osmanlıyı bulunduğu kötü durumdan kurtarmak için fikirleriyle ortaya çıkan üç akım görülüyor: İslamcılık, Türkçülük (Milliyetçik) ve Batıalık.

Tabiidir ki bu üç akımın din konusu dahil farklı fikirleri vardı. Ancak biz bu­rada bunları detaylarına girecek değiliz. Ancak bu gruplar içinde Türkçüler, arka­larında iktidardaki İttihat ve Terakki Fırkası'nın desteğiyle fikirlerini uygulama sahasına koyma imkanı buldular. Bu grubun dini kurumların ıslahı ile ilgili genel ka­naati şu idi: Şeyhülislam kabinenin bir üyesi olarak bulunduğu, şer'i mahkemeleri elinde tuttuğu, eğitim kurumlarmın bir kısmı olan  medreseleri yönettiği ve dahası bazı alanlarda yasama gücünü kullandığı müddetçe dini kurumlar ve din sahasında ciddi bir ıslahattan ve bir adım ötesi laikleşmeden söz edilemezdi.

Milliyetçilerin ve İttihad ve Terakkî'nin en önemli ideologlarından Ziya Gökalp Meşihet-i İslamiye ile ilgili ıslahatların teoricisi durumundaydı.

5.    ZİYA GÖKALP'IN ŞEYHÜLİSLAMLIK TASARISI:

Ziya Gökalp'ın dini sahada ıslahat, bir başka deyimle laiklik konusundaki görüşlerinin tamamını incelemek bu çalışmanın alanının dışındadır. Ancak, dini ku­ramlarla ilgili görüşlerine açıklık getireceği düşüncesiyle bazı noktalara değineceğiz. [140] [141]  Gökalp, genelde din, özelde Şeyhülislamlık kurumunu ele alırken "Allah'a, Rasulüne ve aranızdaki ulu'l-emre (otoriteye) itaat ediniz" (Kur'an, IV, 59) ayetini esas destek olarak alır. "Devlet" adlı şiirinde;(65)

"Kur'an diyor: "Eyleyiniz itaat

Hakk'a son Peygamber'e, devlete..."

İbadetle itikadda daima

Kitab ile Sünnet benim rehberim.

Bu işlerde şüphem varsa mutlaka,

Müftülerin fetvasını dinlerim...

Lâkin hukuk dinden ayrı bir iştir,

Bırakılmış ulu'l-emre, devlete."

Şeyhülislamlığın hukukî yetkisi kaza'nın devlete devredilmesini savunan Gökalp, ifta yetkisinin ise sadece itikad ve ibadetle ilgili alanlarla sınırlandırılmasını istemektedir. Bu fikrini "Halife ve Müftü" adlı şiirinde şöyle dile getirir:

tf

Dinin dahi başında müftü var ki bildirir:

Haram ile helali, günah ile sevabı.

O ne şâri, ne hukuk müşaviri değildir.

Ona takva sorulur, mev'izedir cevabı.

Teşri işi tamamen Zıllullah'ın elinde

"Ulu'l-emre itaat" natıktır bu esası

Kanun yapmak müftüye sormaksızın elinde

Mercii örfle icma, mebusandır şurası"

Gökalp'in şiirlerinde formülleştirdiği dini kurumlar hakkındaki bu fikirleri­nin muhakkak ki bir açıklaması vardı. Bunları, topluca, İslam Mecmuası'nda [142] yayınladığı makalelerinde bulabiliyoruz. [143]  Ziya Gökalp, sonunda laikleşmeye giden projesinde, dini işleri, vicdan alanına mahsus "diyanî işleri" ve teşri (yasama) alanına giren "kazaî işler olarak ayırır. Bunlardan birincisinden Şeyhülislamlık veya Diyanet Nezareti, İkincisinden ise Adliye Nezareti sorumlu olacaktır. Bu ayırımda Diyanet İşleri müftülere veya daha genel ifade ile din adamlarına, kazaî işler ise hukukçulara bırakılacaktır.

Gökalp, bu önerisini desteklemek için siyasî ve dinî gerekçeler bulur ve bun­ları tartışır.

Dinin ve dinî kurumların modem bir devlette yeri ne olmalıdır? sorusuna cevap verebilmek için devletin ne olduğunu veya bu kavramdan ne anlaşıldığım açıklamak gerekir. "İslâmi bir devletin aynı zmanda asri bir devlet mahiyetini alabi­leceğini, yahut tabir-i aharla asri bir devletin aynı zamanda İslâmi bir devlet esâsâtma istinat edebileceğini kabul etmek mecburiyeti vardır" diyen Gökalp, Tanzi­matçıların devlet anlayışım tenkit ederken kendi anlayışım da açıklamış olur. O'na göre hilafet-i İslâmiye ile devlet-i islâmiye aynı şeydir. Halife devletin siyasî başkanı olup hilafet teşkilatı da devlet teşkilatının kendisidir. Tanzimatçılar, hilafet ile dev­let-i İslâmiyeyi ayrı şeyler olarak düşünmekle hataya düşmüşlerdir. [144]

Gökalp, burada Halifenin hükümranlık sıfatı ile Sultanınkinin aynı olduğunu vurgulamaya çakşır. Bu hükmün geçerliliğini ve doğruluğunu destekle­mek için klasik dönem İslâm hilafet teorisinin en geniş şekilde ele alınıp formüle edildiği el-Maverdi'nin (ö. 450. 1058) el-Ahkamu’l-Sultaniye'sine başvurur. Kitapta, Gökalp'ın anladığına göre, hilafet ve saltanat'ın aynı zatta birleşen aynı sıfatlar olduğu söylenmektedir. Ancak Gökalp'ın bu konudaki görüşlerinin zaman içerisinde değiştiğini göstermesi açısından 1922-23 yıllarında saltanatın ve hilafetin kaldırılması ile ilgili tartışmalarda serdettiği görüşlerine değinmek yerinde olacaktır kanaatindeyiz. 1915 lerde hilafet ve saltanat sıfatlarının aynı zatta ictimasından yana olan  Gökalp, bu yıllarda ise şunları söyler:

"Hilafet ve saltanat aynı zamanda içtima ettiği zaman mutlaka bu iki sıfattan birisi diğerini tabiatı altına alır. Hulefa-ı Raşidin devrinde diyanet her şeyden ikdam olduğu için hilafet sıfatı arıldı, saltanat sıfatı ona tabi idi. Emevîler, Abbasîler, Os­manlIlar devrinde ise hilafet makamı maddî kuvvete malik emirlerin kılıcıyla fethedildiği için saltanata tabî olmuştu. Binaenaleyh bu devrelerde hilafet müstakil değildi. Halbuki nefsu'l-emirde hilafetin de saltanatın da müstakil olması lazımdı."[145] [146]

Mademki hilafet ve saltanat aynı şahısta birleşiyor, öyleyse bunların hükümranlık ve yürütme yetkileri nasıl veya kimler eliyle icra ediliyordu? Gökalp buna da açıklık getirir. Bu yetkiler ötedenberi sadrazamlar tarafından kullanılmıştır. Şeyhülislamların böyle bir yetkileri yoktur ve olmamıştır da. Şeyhülislamlara böyle bir sıfat atfetmek hilafet makamını katoliklerin papalık makamına benzetmek olur ki bu da şer'i şerife aykırıdır. 7

Böyle bir izahın Gökalp'e kazandırdığı şu gibi görünüyor: Eğer İslâmî devlet­te bir otoritenin olduğu bunun da bir vekil (sadrazam) eliyle icra edildiği ispat edilir­se Şeyhülislamın İslâmî devlet geleneğinde dünyevi yetkilerinin olmadığı ortaya çıkacaktır.

Gökalp'e göre Tanzimatçılar hilafet ve saltanatı ayrı ayrı telakkî ederek her birine ayrı kaza hakkı vermekle de büyük hata yapmışlardır. Tanzimatçıların bu pro­jelerine göre saltanatın kaza hakkını sadrazam yürütürken, hilafetinkini de Meşihat-ı İslâmiye üstlenecekti. Bu anlayışın bir ürünü olarak ta 1852 tarihinde kazaskerler ve İstanbul kadısı Bab-ı Meşihat'a bağlandı. Ülkedeki bütün, kadılar da kazaskerlere bağlı olduğu için Bab-ı Meşihat kadıların resmî mercii durumuna geldi. Böylece ifta ile kaza sıfatları tek şahısta, Şeyhülsilamda birleşmiş oldu. Bu ise yanlış bir uygula­ma idi. [147])

Gökalp, Şehülislamlık tasarısının dinî gerekçelerini de bulmalıydı. Tamamen dinî kavramlardan ve tarihî uygulamalardan hareketle Şeyhülislamlık Makamı'nın faaliyetleri yeniden düzenlenebilir, biraz daha pasif bir statüye kavuşturulabilir miydi! Eğer bu başarılabilirse yani bu kurum siyasî, sosyal ve hukukî faaliyetlerinin bir kısmından alıkonabilir ve tamamen manevî alana kaydırılabilirse devletin asri­leşmesi yolundaki en büyük engel kalkacaktı.

Bu hedefe varabilmek için, muhafazakar kesimlerin de tepkisini önlemek düşüncesiyle olsa gerek, Gökalp "diyanet" ve "kaza" kavramlarından yararlanma yo­luna gitti. "Diyanet ve Kaza" adlı makalesinde konuyu genişçe ele aldı. Bu tartışmasında o dört kavramı ön plana çıkardı: Müftü, kadı, diyanet ve kaza.

Gökalp, önce, İslâm'da bir din adamları sınıfının olduğunu ortaya koyacak, sonra da bu sınıfın görevlerini ve teşkilatlanmasını izah edecekti. O'nun din adam­ları sınıfının varlığı ile ilgili aklî ve naklî deliller vardı.

"Taksim-i amal ve ihtisas"m modern toplumların ve belirgin özelliğini olduğunu söyleyen Gökalp, ihtisaslaşmış kadroların daha başarılı olabileceklerini vurguluyordu. Bu taksim-i amal ve ihtisas esası İslâm'da da vardı. Nitekim "Urefadan birisi" İhtilafu Ümmeti Rahmetün" hadisindeki ihtilaf-ı Ümmef'in tahsis-i amal ve ihtisasa işaret ettiğini söylemiştir ki çok güzel bir tevcihtir" diyordu, Gökalp. [148])

Herkesin din naşirliği yapamayacağım, bunun bir ihtisas işi olduğunu söyleyen Gökalp, İslamiyett bu işi yapanların teşkilatlandığı müftülük müessesini gündeme getiriyordu. Bu aklî delilin peşinden Gökalp, bir din adamları sınıfının varlığı için Kur'an'a başvuruyordu:

"Zaten neşr-i diyanet vazifesiyle mükellef bir sınıfın vücudunu bu ayet-i münife ifade buyurmuyor mu? "Bütün insanların toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Her topluluktan bir grubun toplanıp dini iyice öğrenmeleri ve kavimleri kendilerine döndüklerinde (Allah'ın yasak kıldığı şeylerden) kaçınmaları için onları uyarlamaları gerek­mez mi?"(Tevbe. 9 -122)(73)

Bu ayetin nüzul sebebi olarak İbn-i Kesir'in sıraladığı rivayetlerin önde gele­ni Tebük Seferi ile ilgil olanıdır. Bilindiği gibi 630 yılında Bizans üzerine düzenlenmesi planlanan bu sefere, başlangıçta ekonomik ve başka mazeretlerle çoğu kimse katılmak istemiyordu. Bunun üzerine "Medinelilere ve çevrelerinde bulunan bedevilere savaşta Rasulullah'tan geri durmak, kendilerine O'na tercih etmek yaraşmaz" (Tevbe.  9-20) ayeti inince, her taraftan mücahidler sefere katılmak için akmaya başladı. Neredeyse geride toplum hayatının normal devamım sağlayacak kimse kalmıyordu. Bunun üzerine yukarıda anıları  ayet indirilmişti. [149] [150])

Ötedenberi Müslümanlar, Batı'daki manada İslâm'da bir din adamları sınıfının olmadığını her fırsatta dile getirmişlerdir. Daha önce değindiğimiz makale­sinde Küçük Hamdi, özellikle bu konuyu enine-boyuna 1909'da tartışarak bu mana­da bir sınıfın olmadığını ispatlamaya çalışmıştı. Yine, Osmanlı Devleti'nin son vakanivuslarından Abdurrahman Şeref Efendi 1917'de Sabah Gazetesi'nde yayınlamaya başladığı "Tarihi Masahabeler" başlıklı sohbetlerinden "Tebdil-i Mehasıb: Meşihat-ı İslamiye" adım taşıyanında şu açıklamayı yapmak lüzumunu hisseder: "Malum olduğu üzere bizde tarik-i ilmiye, Fransızların "klerji” tabir ettikleri heyet-i ruhaniye değildir. [151])

Ziya Gökalp, Şeyhülislamlık Teşkilatı ile ilgili mülahazalarım bir rapor hali­ne getirerek 1916 yılı İttihat ve Terakki Kongresi'ne verdi. Bu rapora göre umur-u di­yanet için ayrı umur-u kaza için ayrı nezaretler olmalıydı. Kaza ile ilgili işler, başta Meclis-i Tetkikat-ı Şer'iye ve Kazaskerlik Teşkilatlerı olmak üzere bütün şer'i mahke­meler Adliye Nezaretine bağlanacaktı. Bunun yanında bütün diyanetle ilgili işler de Meşihat Makamı'na tevdi edilecekti. [152]

Esas görevi umur-u diyanet, itikad, ibadet, ahlak olan  Meşihat-ı İslamiye, ibadet yerleri olan  camilerin yönetiminden sorumlu olacaktı. İtikad ve ibadetin öğretilmesi için lazım olan  ilim ve hal bilgisi medreselerden ve zaviyelerden elde edilebileceğinden bu kurumlar da Meşihat’a bağlı olmalıydı. Evkaf Nezareti ise o güne kadar olduğu gibi bu iki kurumun mali ihtiyaçlarını karşılamalıydı. Gökalp, Meşihat-ı İslamiye için şunları da danışma kurulları olarak düşünüyordu [153] :

1-    Meclis-i Fetva: Fıkıh akademisi olarak,

2-    Meclis-i Meşayih: Tasavvuf akademisi olarak,

3-    Meclis-i Mütekellimin: Kelâm akademisi olarak,

4-    Daru'l-Hikmeti'l-îslamiye

Şimdiye kadar verilen dini eğitim ve öğretimin yetersiz kaldığını belirten Gökalp ilahiyatta akla, içtimaiyatta örfe dayanan İslamiyetin müsbet ilimlerle çatışmaya girmemesi gerektiğini vurgulayarak Meşihat’a lazım olan  din adamlarının -imam, vaiz, hatip, müezzin vs.mekteplerde ve medreselerde ortak yetiştirilebileceğine inanıyordu. Yine, Meşihat tarikatları aslî gayelerine uygun birer sosyal kurum haline getirip, tekkeleri hakiki birer eğitim yuvaları yapabilirdi. [154]

Gökalp, 1922 lerde bu teşkilatla ilgili fikirlerine daha da berraklık ve açıklık getirir. Ümmet Teşkilatı adım verdiği bu öneriye göre:

"Ümmet Teşkilatında esas "mescid-i hayy" yani "mahalle mescidi"dir. Mahal­le mescidleri "cami'lere, camiler de şehrin "cami-i kebir"ine merbut olmalıdır. Her cami-i kebirin başmda bir "müfti" bulunmalıdır. Her devletin müftüleri pay-ı taht müftüsüne, yani Şeyhülislama merbut bulunmalıydı. Medreseler ve tekkeler de dere­celeri itibarıyla bu teşkilata rapt edilmelidir." [155]

Hatırlanacağı gibi, bu yıllarda hilafetin tamamen diyanet işlerine münhasır kılarak saltanattan ayıran Gökalp, yeni sunduğu "Diyanet Teşkilaü"nın başına halife­yi oturtur. Onun altında sıra ile Şeyhülislam, müftü ve imam bulunur. Her İslam ülkesi için bir Meşihat teşkilatı, her kaza için "müftülük ve her nahiye için bir "cami teşkilatı" düşünen Gökalp, artık neredeyse tamamen bir ruhanî teşkilat sunmaktadır.

Gökalp'ın Ağustos 1916 da toplanan İttihat ve Terakkî Kongresi'ne verdiği rapor sonunda kongrede şu kararlar alındı[156] [157]:

1-    Meşihat-ı İslamiye Teşkilatının neşr-i diyanete ve ilay-ı İslamiyete bi tamamiha hadim olacak surette tevsi ve istikmaline ve medarisin bu maksat dahilinde ıslahına dair kanunname tanzimi teklif olunacaktır.

2-    Meşihat-ı Islamiye'nin vezaif-i diniyesine muktazi olup, doğrudan doğruya idaresini deruhte edeceği medaris muhassesatının Evkaf Nezareti tarafından Meşihat-ı İslamiye'ye itası ve muessesat-ı diniyede müstahdem memur­ların Meşihat-Müşarünilehce nasp ve azledilmesi zımmında kanunnameler tanzimi teklif olunacaktır.

3-    Kuvve-i kazaiye münhasıran Adliye Nezaretine mevdudur. Binaenaleyh, bilcümle Teşkilat-ı kazaiye'nin Adliye Nezareti'ne rapt ve ilhakı için kanunnameler tanzimi teklif olunacaktır."

Alman bu kararlar kanun haline getirilerek yürürlüğe kondu. 811 Öyle anlaşılıyor ki, gösterilen bu konuda muhalefete karşı ittihat ve Terakkî yönetimi oldukça sert davrandı. İzmirli’nin ifadesine göre; "kaleme kalemle mukabele lazım iken bu cihet unutuldu. Terakkiyat-ı medeniyenin temeli gösterdikleri, o metfun ol­dukları hürriyeti beyan ve esfakı bizlerden men olundu. Az kaldı ki muharriri de naşiri de cevaya çarptıracaklardı. "[158]

Meşihat-ı İslamiye'ye yapıları  bu değişikliklerin pek çok kimseyi memnun et­mediği açıktı. İttihat ve Terakki hükümeti I. Dünya Savaşını kaybedip te iktidardan düşünce, IV. Mehmed'in hükümeti Meşihat-ı eski haline getirdi. Zaten bu değişiklikten sonra göreve gelen Şeyhülislamların da en büyük emeli bu idi: Haydarzade İbrahim Efendi, Mustafa Sabri Efendi bu hususta çalıştı. Nihayet, Durrizade Abdullah Efendi zamanında karar geri alınarak şer'i mahkemeler Meşihat-ı İslamiyeye bağlandı. [159]

6) DEĞERLENDİRME

n. Meşturiyet döneminde ulemanın teşkilatlandığı Şeyhülislamlığın faaliyet alanları ve yetkilerinin daraltılması yönündeki gelişmeler hakkında şu görüşler ileri sürülebilir: Klasik dönemde Osmanlı Devleti'nde ulemanın en başta gelen görevleri devamlı devlet için dua etmenin ötesinde, siyasî tasarrufları meşrulaştırmak ve top­lum tabakalarını bu siyaset çevresinde toplayacak ideolojileri halka benimsetmekti. Fakat n. Meşrutiyet'ten sonra artık buna ihtiyaç kalmıyordu. Zira, her ne kadar Os­manlI Devleti resmen devlet-i islamiye ise de, siyasî otoriteler ciddi bir programla Batı'ya yönelmişlerdi. Yeni bir medeniyet çevresine girilecek ve yeni bir toplum oluşturulacaktı.

Bu medeniyetin ve toplumun temelleri tartışmasız Batı'nın değerleri ve uy­gulamaları olacaktı. Öyleyse, ulemadan meşruiyet için fetva ve destek beklemek, hem lüzumsuz hem de kendi kendini inkar anlamına gelirdi. Çünkü yeni medeniye­tin meşruiyet kaynakları farklı idi. Ve bu hizmeti verecek münevverler de artık, XIX. yüzyılın başlarından beri yetiştirilmişti. Öyle ise, kendilerine ayak bağı olan  eski me­deniyeti meşruiyet vasıtalarını, başka bir deyişle ulemayı susturmak lazımdı.

Bu susturma işi de uzun bir süreçte kademeli olarak gerçekleştirildi. XIX.yüzyılm başından beri daraltıla daraltıla gelinen nokta şu idi: Asrî (Avrupaî) bir devlet düzeninde dinin ve ulemanın yeri tamamen manevî dünya olmalıydı. Ne onlar devleti yöneten laiklerin işine karışacaklar, ne de laikler onlara danışacak ve karışacaktı. Ulema sadece devam-ı devlet için dua etse yeterdi.

Bu gelişmenin ikinci bir önemli yanı da şu idi: Ziya Gökalp'ın İttihat ve Te­rakki Fırkası tarafından uygulanan bu tasarısı, Cumhuriyet döneminde az farklarla din ve devlet işlerinin düzenlenmesinde esas alındı. Öyle ki, Cumhuriyet döneminde kuruları  dini kurumun adma, Gökalp'ın "Diyanet Nezareti" yerine "Diyanet Riyaseti" dendi. Böylece Anadolu Türklüğünün tarihinde laiklik, Ziya Gökalp'ın ileri sürdüğü delillere göre, dini geçerliliğini de kazanarak kurumsallaşmış oldu.

II. BÖLÜM

I. DÜNYA SAVAŞI VE MİLLÎ MÜCADELE YILLARINDA HİLAFET

A) HİLAFETİN KALDIRILIŞI

1-1. Dünya Savaşında Halifenin Durumu

Osmanlı Devletini parçalayıp yutmaya karar vermiş olan  İngiltere, Rusya, Fransa ve İtalya, Osmanlı Devletinin Almanların yanında savaşa girmesine iyiden iyiye kızarak, intikamları kat kat artmıştı. 1908'den sonra İttihatçıların yönetime gel­meleri ile Osmanlı Devleti tehlikeli bir gelişme göstermekteydi. Halifeliği de elinde bulunduran bağımsız bir Müslüman devletinin varlığı, Müslüman uyrukları olan  emperyalist ülkeler için rahatsız edici bir olaydı. [160] [161] [162]

Emperyalist güçlerin niyetlerini anlamak pek güç olmadığından Avrupa'da savaşın patlaması ile birlikte Osmanlı halifesi de gereken önlemleri almıştı. Dünya savaşmm ilanından iki gün sonra cihad ilan  edilmişti ; Ordu ve donanmaya da aşağıdaki beyanname yazılmıştı :

"Ordu ve Donanma!

Düvel-i muazzama arasında harp ilan  edilmesi üzerine her daim haksız tecavüzlere uğrayan devlet ve memleketimizin hukuk ve mevcudiyetini fırsatçı düşmanlara karşı icabında müdafaa edebümek üzere sizleri silah altına çağırmıştım. Bu suretle müsallah bir bitaraf içinde yaşamakta iken Karadeniz

Boğazına torpil koymak üzere yola çıkan Rus donanması talim ile meşgul olan  donanmamızın bir kısmı üzerine ansızın ateş açtı. Hukuk-u beynelmilele mugay­ir olan  bu haksız tecavüzün Rusya cânibinden tashihine intizar olunurken gerek mezkûr devlet ve gerek müttefikleri İngiltere ve Fransa devletleri sefirlerini geri çağırmak suretiyle, devletimizle münasebât-ı siyâsilerini kat' ettiler. Müteakiben Rusya Askeri, Şark hududumuza tecavüz etti. Fransa ve İngiltere donanmaları müştereken Çanakkale Boğazma, İngiltere gemileri Akabe'ye top attılar. Böyle yekdiğerini veli eden hainane düşmanlık âsân üzerine öteden beri arzu ettiğimiz sulhu terk ederek Almanya ve Avusturya ve Macaristan devletleriyle Müttefiken menafi-i meşruamızı müdafaa için sihala sarılmağa mecbur olduk. Rusya devleti üç asırdan beri Devlet-i Aliyemizi mülken pek çok zararlara uğratmış, şevket ve kudret-i milliyemizi artıracak intibah ve teceddüt âsânnı harp ile ve bin türlü hilü desâis ile her defasmda mahve çalışmıştır.

Rusya, İngiltere ve Fransa devletleri zalimane bir idare altında inlettikleri mi­lyonlarla ehli İslâmm diyaneten ve kalben merbut oldukları Hilafet-i Muazzamamıza karşı, hiçbir vakit sui fikir beslemekten vazgeçmemişler ve bize müteveccih olan  her müsibet ve felâkete müsebbib ve muharrik bulunmuşlardır, işte bu defa tevessül ettiğimiz Cihad-ı Ekber ile bir taraftan Şan-ı Hilafetimize, bir taraftan Hukuk Saltanatımıza karşı ika edilegelmekte olan  taarruzlara inşaallahütealâ ilelebet nihayet vereceğiz. Avn ve inayet bârî ve meded-i ruhaniyet-i Peygamberi ile donanmamızm Karadenizde ve cesur askerlerimin Çanakkale ve Akabe ile Kafkas hududunda düşmanlara vurdukları ilk darbeler hak yolundaki gazamızın zaferle tetevvüc edeceği hakkındaki kanaatimizi teyit eylemiştir.

Bugün düşmanlarımızın memleket ve ordularının müttefiklerimizin pay-ı celâdeti altında ezilmekte bulunması bu kanaatimizi teyid eden ahvaldendir. Kahraman askerlerim, dini mübinimiz ve vatanı azizemize kasdeden düşmanlara açtığımız bu mübarek gaza ve cihad yolunda bir an azim ve sebat ve fedakarlıktan ayrılmayınız. Düşmana aslanlar gibi savlet ediniz. Zira hem Devle­timizin, hem fetvay-ı şerife ile Cihad-ı Ekbere davet ettiğim üçyüz milyon ehl-i İslamın hayat ve bekası sizlerin muzafferiyetinize bağlıdır. Mescidlerde, camiler­de, Kâbetullah'ta huzur-u Rabbulâlemine kemâli vücut ve istiğrak ile müteveccih üçyüz milyon masum ve mazlum mü'ınin kalbinin dua ve temenniyeti sizinle be­raberdir.

Asker evlatlarım, bugün uhdenize terettüp eden vazife şimdiye kadar dünyada hiç bir orduya nasib olmamıştır. Bu vazifeyi ifa ederken bir vakitler dünyayı titretmiş olan  Osmanlı ordularının hayrulhalefleri olduğunuzu gösteriniz ki, düşman din-ü devlet bir daha topraklarımıza ayak atmaya, Kâbetullahı ve Mukaddes ve münevver nebeviyi ihtiva eden eraza-i mübarekei Hicaziyenin istirahatını ihlale cüret edemesin. Dini, vatanı, namusu, askeriyesini silahıyla müdafaa etmeği, Padişah uğrunda ölümü ishitkâr eylemeği bilir bir Os­manlI ordu vee donanması mevcut olduğunu düşmanlara müessir bir surette gösteriniz. Hak ve adalet bizde, zulüm ve udvân düşmanlarımızda olduğundan, düşmanlarımızı kahretmek için Cenab-ı Adl-i Mutlak'ın inayeti ve Peygamber zişanımızm imdât-ı maneviyesi bize yâr ve yâver olacağına şüphe yoktur. Bu Cihad'dan mazisinin zararlarını telâyi etmiş şanlı ve kâvî bir devlet olarak çıkacağımıza eminim. Bugünkü harbde birlikte hareket ettiğimiz dünyanın en cesur ve muhteşem iki ordusu ile silah arkadaşlığı ettiğimizi unutmayınız. Şehitleriniz şüheday-ı saliheye müjde-i zafer götürsün. Sağ kalanlarınızın gazası mübarek ve kılıcı keskin olsun."

21 Zilhicce 332,29 Teşrinievvel 330

Mehmet Reşat

Başkumandan Vekili Enver Paşa'nın orduya gönderdiği beyannamede şöyledir:

"Sevgili Başkumandanımız, Halife-i Zişan efendimiz hazretlerinin irade-i ruhaniyesi ve mübarek Padişahımızın hayır duası ile ordumuz düşmanları  kahredecektir. Bugüne kadar karada ve denizde zabit ve asker kardişlerimin gösterdikleri kahramanlıklar düşmanlanmızm perişan olacaklarına en büyük de­lildir. ancak her zabit, her asker unutmamalıdır ki harp meydanı fedakarlık mey­danıdır. Orada hangi asker daha ileri atılır, hangi asker düşmanın şarapnel ve kurşunlarından yılmayarak ayak direr, sonuna kadar sebat ederse o asker kazanır. Tarih şahittir ki, Osmanlı askerinden sebatlı, Osmanlı askerinden feda­kar hiçbir asker yoktur. Hepimiz düşünmeliyiz ki, başımızın ucunda Peygambe­rimizin ve Sahabe-i güzin efendilerimizin ruhları uçuyor. Şanh babalarımız başlarımızın ucunda bizim ne yaptığımıza bakıyor. Eğer onların hakiki evladı olduğumuzu göstermek, bizden sonra geleceklerin lanetlerinden kurtulmak is­tersek çalışalım.

Zincirleri altında inleyen üçyüz milyon Islâm ve eski vatandaşlarımız hep bizim muzafferiyetimize dua ediyor. Ölümden kimse kurtulmayacaktır, ne mutlu ileri gidenlere, ne mutlu din ve vatan yolunda şehit olanlara... ileri daima ileri ki, zafer, şan, şehadet, cennet hep ileride... ölüm ve zillet geridedir. Mübarek ve mukaddes şehitlerimizin ruhuna fatiha" diyerek orduya sunmaktadır. [163])

Gerek Padişahın yayınladığı beyanname ve gerekse Enver Paşanın yayınladığı beyannameden da anlaşıldığı gibi ittihatçıların amaa Balkan savaşlarında yitirdikleri toprakları geri almaktı. Yalnız savaşın uzun süreceğini hesaplamamışlardı. Ayrıca cihad ilanı ile de üçyüz milyon ehl-i İslam yardıma çağrılıyordu.

Hiçbir hazırlık yapılmadan, ittihatçıların ilan  ettikleri Cihad, ellerindeki çakı bile bulunmayan esir müslümanlar için isyan imkanı vermiyordu. Ayrıca hazırlıksız yapıları  cihad hilafet makamının da dünya nazarındaki mevkiini sarsmakta idi. [164])

Önce İngilizler, daha sonra da Fransızlar Osmanlı Devletine savaş ilan  etmişlerdi. Özellikle Ingiltere, içlerinde Hintli müslümanların da bulunduğu Hintlerden ve Ingilizlerden oluşan kuvvetlerle Şattülarap'ta karaya çıkarak 22 Kasım 1914'te Basra'yı ele geçirmişlerdi. Sonuçta Cihad ilanının bizim sınırlanınız dışındaki müslümanlar üzerinde fazla etkisi olmadığı gibi devletimiz içerisinde yaşayan Araplar üzerinde de etkisi olmamıştı. Yalnız bunun nedenleri vardı: Cihad ilan  eden Os­manlI devleti, müslüman olmayan, Alman, Avusturya ve Macar devletleri ile işbirliği yapmıştı. Bu yüzden hem ingilizler hem de Rusya Türklere karşı kendi ege­menlikleri altında bulunan müslümanları hatta Türkleri kullanmışlardır. [165]) Ayrıca yapıları  cihad çağrısına karşı ingilizler karşı propaganda ile Padişah-Halife'nin İttihatçılar elinde tutsak olduğunu ve zorla savaştırılan  Hilafet Ordularım yenerek İslam dünyasının Padişah'a yardıma olacağını bildiriyorlardı. 7  Bu arada İngiltere'nin Hindistan Genel Valisi, Türk yanlısı tavrı etkilemek üzere İttihatçıların aslmda Müslüman olmadıklarını, Masonlukla ilişkileri bulunduğunu Siyonistlerle işbirliği yaptıklarım ve İslam ülkesi olan  Filistin'i Museviler'e sattıklarını içeren bey­annameler ve broşürler dağıtıyordu; yerli işbirlikçilerini de bu konuda yerek gazete­lere yazı yazmağa zorluyordu. Ama bu İngiliz çabalarına, karşı propaganda ile Hind Müslümanları da "yalanlama" kampanyası başlatmışlardı. Zafer Ali Han gibi müslümanlar "Türklerin altıyüz senedir Avrupa ile temasta olduklarım, fakat hiçbir şekilde, söylendiği gibi, İslamî hüviyetlerini yitirmediklerini" dile getiriyordu. Yalnız bu arada I. Dünya Savaşı'nın başında Hind Müslümanları Osmanlı Devleti'nin savaşa katılmasını istememektedirler. Savaş Avrupa'da patlak verince, Osmanlı Dev­leti'nin "tarafsızlığını" açıklamasını iyi bulmuşlardı. Bu davranışını değiştirecek her­hangi bir hareketten kaçınmasını istemekteydiler. Onlara göre İttihatçılar, İstanbul'da, iktidara gelmiş en başarılı vatanperverlerdi. Kısacası Türkiye'nin ta­rafsızlığı, İngiltere'nin sömürgesi olan  Hindli Müslümanları memnun etmektedir.[166] [167] Fakat bu memnuniyetleri uzun sürmemiştir.

Osmanlı Devleti savaşa girip "cihad" ilan  edince yeterli desteği dış müslümanlardan elde edememelerinin nedeni olarak yukarıda da biraz belittiğimiz gibi, Osmanlı Devleti, o çağda İslam dünyasını bir mihrak etrafında savaş için orga­nize edemediği gibi, dahası, bizzat savaş çağrısını gereği gibi duyuracak haberleşme imkanlarından da yoksundu. Ayrıca İngiltere cihad'a karşı yoğun bir propagandaya girişmiş. Savaş sonunda Türkiye'ye karşı "anlayışlı" davranacağını, kutsal topraklar başta olmak üzere Osmanlı Devletini parçalayıp, paylaşmayacağım garanti etmişti, İngilizler bununla da yetinmeyerek, Mekke Emiri Şerif Hüseyin'i cihadı kırmak için isyana teşvik etmişti. Şerif Hüseyin isyanının Halifeye değil "Bozkurt'a ibadet eden Turana ve Hz. Peygambere küfreden tercümeleri kaleme aları  Abdullah Cevdet gibi Garpçı İttihatçılara karşı olduğunu" açıklamaktaydı. Gerek Hindistan'da gerekse Londra'da, Müslüman uyrukların yaptıkları açıklamalarda, İngilizler, "Savaşın dinî içeriği olan  bir savaş olmadığını, Osmanlı padişahı ve halifesine dokunulmaya­cağına" dair söz veriyorlardı. Bunun gibi çabalar sonucunda Çanakkale savaşlarında İngiliz saflarında çarpışan müslüman sömürge askerleri "dinsiz İttihatçıların Halifeyi hapsettiklerine ve İngilizler'in de onu kurtarmak için bu amfibik harekâtı düzenlediklerine" inandırılmalardı. Bu arada cephelerde İngiliz komutanlarına itaat etmeyip, silahlarını terk etmeyi deneyen Hind müslümanlan, domuz derisinden yapılmış iplerle derhal idam ediliyorlardı. Domuzun müslümanlarca haram oluşu bu ipte idam edilenleri cennete gidemeyecekleri düşüncesini taşımaları, isyanlar için manevî açıdan caydırıcı olmaktaydı. Yine de Hindli müslümanlar, kısıtlı da olsa ci­hada cevap vereceklerdir ve Enver Paşa'ya bağlı Teşkilât'ı Mahsusa ajanları tarafından faaliyetleri yönlendirilecektir.  

Osmanlı Devleti'nin 3 Kasım 1914 tarihinde resmen savaşa girmesinden sonra başlangıçta küçük başarılar ardından Kafkas cephesinde geri çekiliyordu ve Ruslar Trabzon'a kadar ilerliyorlardı. Çanakkale'nin mükemmel bir şekilde savunul­ması ise Rusya'nın askeri durumu açısından uğursuzluk oluyor ve önemli bir Türk başarısı olarak tarihe geçiyordu.(1915) 1915 1916 yılları Osmanlı kuvvetleri Irak cephesinde de önemli başarılar elde ettiler. 1914 yılının Kasım ayında Cemal Paşa komutasındaki Kanal harekatı, İngilizlerin direnmesi sonucu başarısız kalmış, daha sonra saldırıya geçen İngilizler 1918 yılında Suriye'ye kadar ilerlemişlerdir. 1  İngilizlerin bu başarılannda Şerif Hüseyin'in ayaklanmasının ve özellikle İngiliz ajanı Th. E. Lawrence'ın büyük desteği görülmüştür. Lawrence ve diğer İngiliz ajan­ları Türk kuvvetlerine karşı milliyetçi Arapları ayaklandırmışlar, Filistin ve Suriye'de İngiliz zaferini sağlamışlardır. 1

Dört yıl süren savaş sonunda 13 Ekim 1918'de İttihatçılar kabineden çekilmişler ve Talat Paşa istifa ederek, yerine politikaya bulaşmamış bir asker olan  Mareşal İzzet Paşa kabineyi kurmakla görevlendirilmişti. 1  Bütün cephelerde boz-

9.    a. g. e. s. 24-26

10.   Duda, W.Herbert; Hilafet'ten Cumhuriyete Geçiş, Tercüme Prof. Dr. Abdurrahman Güzel, Ankara 1989, s. 121-122

11.    Herbert; a. g. e. s. 125

12.    Akşin; İ.H.M.M., s. 20

guna uğradıktan sonra, artık Osmanlı devleti ateşkes kararını vermek zorunda kalmıştır. Sonunda Agamennon adlı İngiliz savaş gemisinde 30 Ekim 1918 tarihinde Limni adasının Mondoros koyunda Bâbıâli ile İngiltere arasında "Mondoros Ateşkesi" imzalandı. Bu ateşkesin şartları  çok ağırdı: "Bir polis karakolundan başka bütün ordu hemen terhis edilerek, donanma müttefiklere devredilecek; Müttefikler tarafından işgal edilen Arap toprakları Müttefiklerin işgali altında kalmaya devam edecek; Suriye ve Mezopotamya'da bulunan silahlı Türk askerleri derhal en yakın müttefik komutanına teslim olacaklar; Savaş anında 1917 rus ihtilalinden sonra Baküye kadar olan  yerleri ele geçirmiş olan  Türk askerleri İran ve Kafkasya'dan da geri çekilecekler; limanlar, demiryolları, telgraf ve telefonlar müttefiklerin denetimi­ne verilecektir." Ateşkes anlaşmasının en kötü maddesi ise 7. Madde olup, Müttefikler kendileri için tehlikeli gördükleri her stratejik noktayı işgal edebilecekle­ri kaydıdır. Bu maddeye göre daha sonra Müttefikler istedikleri yeri, bu arada İstanbul'u işgal etmelerinde hukukî dayanak yapacaklardır. [168]

Mondoros Ateşkesi'nden sonra artık İngiltere için Osmanlı ülke bütünlüğü değişmez kural niteliğini yitirmiştir. Zaten o döneme kadar Osmanlı Devletinin parçalanmamış olması daha çok mirasının nasıl paylaşılacağı konusunda anlaşmaya varılamamış olmasındandır. 141 13 Kasım 1918'de de Fransız Generali Franchet d'Esperey resmî olarak kente giriyordu. Bu arada 11 Kasım 1918'de Tevfik Paşa kabi­nesi istifa ediyor yerine Damat Ferit Paşa kabinesi kuruluyordu. Müttefik güçleri bundan sonra asıl Türkiye'ye yayılmaya başlayacaklardır. Sykes-Picot Anlaşması (916 Mart 1916)'na göre Urfa, Maraş ve Antep çevresi Fransızlara verilmişti. Fransızlar, Adana, Samsun, Merzifon vilayetlerini işgal ediyorlardı. İngilizler Musul'u, İtalyanlar da Antalya ve Konya'yı işgal ediyorlardı. 15 Mayıs 1919'da ise Yunanlılar, Müttefiklerin de rızasını alarak Türklerin ateşkes şartlarına uymayarak, açıktan açığa bir tecavüz olarak nitelenen barbarlıkları ile İzmir'e asker çıkarıyorlardı. Osmanlı Devleti'nin dıştan uğradığı bu tecavüzler yetmiyormuş gibi içten de ülkenin her tarafında var olan  azınlık Hıristiyanlar (Rum, Ermeni vs.) Osmanlı Devleti'nin çöküşünü hızlandırmak için ayaklandırılıyorlardı.

İstanbul'daki Rum Patrikhanesi özel bir tim şeklinde komitacı Rum çetelerini örgütlemek ve Yunan propagandası yapmak için "Mavri Mira" cemiyetini kurmuştu. Ermeni Patrikhanesi de benzeri çalışmalar yapıyordu. Anadolu'da bir Yunan Rum Hükümeti kurulması için Pontus Örgütü, Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz kıyılarında çalışıyordu. Bu civardaki Rum sakinleri silahlandırılıp, bir Rum Askerî birliği Trabzon'a doğru harekete geçiyordu. Bunlar 4 Mart 1919'da İstanbul'da bir de "Pontus" adlı gazete çıkarıyorlardı. Yabana güçler, yine kendi kontrolları altında olmak şartıyla Doğu Anadolu Vilayetlerinden Diyarbakır, Bitlis ve Elaziz... gibi yer­lerde Kürdistan Devleti kurdurmak istiyorlardı. Yine Doğu Anadolu'da bir de Erme­nistan Devleti kurulması kararlaştırılmıştı. 151

Mondoros Ateşkesi imzalanmadan önce 7. ordu komutam olan  Mustafa Kemal, ateşkesin imzalanması ve İttihatçıların iktidardan çekilmeleri ile birlikte ken­disi için iktidar yolunu açıldığım görerek, Talat Paşa kabinesinin istifası ile kurula­cak olan  İzzet Paşa kabinesinde kendisine de yer verilmesi için Saray Baş yaveri Naci Beye bir telgraf çekmiştir. Yine bu telgrafın da derhal banşa gidilmesini de işitmekte­dir. Mustafa Kemal'in İzzet Paşa kabinesinde istediği görev Harbiye Nezareti idi. Yeni kuruları  İzzet Paşa kabinesinde, İzzet Paşa'nın sağ kolu olan  Rauf (Orbay) Bey de, Harbiye ya da Başkumandanlık Kurmay Başkanlığının Mustafa Kemal'e verilme­sini önermişse de Mustafa Kemal'e bu kabinede yer verilmemiştir. O anda Mustafa Kemal Adana'da 7. Ordu komutam olarak bulunmaktadır. Bu arada Mustafa Kemal, ordusunda menzil müfettişi olan  K. Alb. Ömer Lütfi Bey'i İstanbul'a Rauf Bey'e gönderir: "Mahrem olarak, yurdun hayır ve selameti için Harbiye Nezaretine tayini­ni ve bir an önce İstanbul'a aldınimasını Rauf Bey'den istemektedir." 7 Kasım 1918'de Yıldırım Orduları Grubu ve 7. Ordu karargahı lağvedilir. Mustafa Kemal de Nezaret emrine verilir. 161

Mustafa Kemal 13 Kasım 1918'de İstanbul'a döndüğünde İzzet Paşanın kabi­neden istifa ettiğim öğrenir. Yalnız İzzet Paşa henüz kabineyi boşaltmamıştır. Musta­fa Kemal, Rauf Beyle birlikte İzzet Paşayı sadaret konağında ziyaret ederek, Tevfik Paşa'nın kabineyi kurmasına fırsat vermeyip, tekrar yeniden kendisinin kabineyi kurmasını isterse de sonuçta Tevfik Paşa kabinesi kurulacaktır. Hatta Mustafa Kemal ve arkadaşlarının aleyhte çabalarına rağmen Tevfik Paşa kabinesi Mebusan Meclisin­den de güven oyu alacaktır. [169]) Bu arada Mustafa Kemal, ateşkes döneminde Vahdettin'le de dört kez görüşmüştür. Bu görüşmelerin tarihleri 15 Kasım, 20 Aralık 1918 ve 15 Mayıs 1919'dur.

Vahdettin, Mondoros Ateşkesi'nden birkaç ay önce, şeker hastası olan  Sultan Reşat'ın ramazan ayının 24. gecesi ölümü (H. 1336) üzerine, Hicrî 1336 yılı ramazan ayının 25. Perşembe günü Altına Mehmet unvanı ile saltanat tahtına çıkmıştı. [170]) Mondoros Ateşkesi Vahdettin zamanında olduğundan, kendisi bu Ateşkesin sorum­lusu olarak görülüyordu.

Vahdettin, San Remo'da iken kendisine İtilaf Devletleri'ne karşı savaşla ilgili "Echo" gazetesinden Paul Gordeaux'un sorduğu soruya şu cevabı vermiştir:

"Türkiye'nin Büyük Savaşa katılmasına her zaman karşı idim. Bizim için savaşın sonucu kaçınılmaz bir felaket olarak göründüğü anda kardeşim Beşinci Meh­met'in yerine geçtim. Tek bir amacım vardı: Barış. Fakat 1908'den beri iktidarı elinde tutan Jön Türk (İttihatçılar) Hükümeti, bütün barışçı girişimlerimi engelledi ve avan­tajlar da elde etmeme engel oldu ki barıştan ayrı görüşmeler bekliyordum. Kemalistler Mondoros Ateşkesinden beni sorumlu tutmak istediler. Oysa ateşkes, Ankara'nın bir başkam olan  Rauf Bey tarafmdan imzalandı ve o anda ordu da, Tarsus'un doruğuna sığınmak için düşmana birliklerini bırakıp giden Mustafa Kemal'in komu­tası altındaydı. [171])

Vahdettin'in Mondoros Ateşkesi'ni imzalamaya gideceklerden isteği ise şunlar olmuştur:     '

"1-Hilafet-i Celile ve Saltanat-ı Seniyye ve Hanedan-ı Osmanî hukukunun temamî-i mahfuziyyetinin temini,

2Bazı eyalâta verilecek muhtariyet-i idarenin şekil ve mahiyeti temin oluna­rak muhtariyetin yalnız İdarî olup siyasî olmaması, şayet hiç bir çare ve imkan bu­lunmayıp ta siyasî olacak ise istiklâliyet daha ehven olacağı ve eğer siyasî muhtariye­ti kabul edecek olursak alem-i İslama ihanet etmiş olacağımız fikrindeyim. "(20)

Oysa yukarıda da sözettiğimiz gibi İngilizler bu konuda Türklere söz hakkı bile vermemiş ve kendi hazırladıkları maddeleri olduğu gibi kabul ettirmişlerdir.

Memleketin en kritik bir döneminde saltanat gelen Vahdettin'in amaa ülkesine hizmet etmektir. Yalnız yaşı da epeyce ilerlemiştir. İttihatçılar yönetimi bırakmışlardı. Fakat, İzzet Paşa'nın oluşturduğu kabinede bazı İttihatçı nazırlar bu­lunduğuna dair gazeteler ve muhalifler, kabine aleyhine dil uzatmaya devam ediyor­lardı. Bunun üzerine Vahdettin kabinede bazı değişiklik yapılmasını istemiştir. İzzet Paşa bu isteklerin bazısını kabul bazısını reddederek sonunda da istifa etmiştir. [172] [173] Bu olaylar üzerine üzülen Vahdettin:

"Ben devlet ve memleketime bir hizmet etmek ümidinde bulunmasaydım, Çengelköyünde rahat rahat otururken bu ağır yükü kabul etmezdim. Bu yaştan sonra mezarıma padişah diye yazdırmak hevesinde değilim" demiştir. [174]

Bu arada Vahdettin İstanbul'un işgalinden sonra Meclis-i Mebusanı feshet­miştir. İşin garibi o anda yeniden seçimlerin yapılması imkansızdır. Üstelik vilayetle­rin önemli bir bölümü de düşman işgali altında olduğundan aralarında seçim yapılması mümkün değil ve bu vilayetlerden mebus çıkarılmadığı takdirde ise biz­zat işgal olayını kabullenmiş ve sözkonusu vilayetlerin ayrılmasını benimsenmiş olu­nacağından dahası o andaki Meclis'te işgal altında bulunan vilayetlerin halkından da mebuslar bulunduğundan bunlar vasıtası ile o vilayetler ile temas sağlanmakta iken ve Padişahın da bu durumu bildiği halde "meclis ğörev yapmıyor, velinimetleri olan  ittihatçı başkanlarma karşı bir vefa eseri göstermek istiyorlar..." "Ecnebiler bu Meclisi mebusanı müntehab addetmiyorlar." Bize, "siz hakk-ı hayatınızı muhafaza için faa­liyet göstermelisiniz. Eğer lazım gelen faaliyeti gösteremezseniz hakk-ı hayatınızı da iskat etmiş olursunuz" diyorlar,... "Ecnebilerin zihniyeti bizimkine uymuyor, bir kere kafalarına koydukları şeyi bir daha çıkarmıyorlar: O katil heyetin müntehabı olan  Meclis-i Meb'usanı nasıl tutuyorsunuz? Siz neye istinad ediyorsunuz?"... [175] [176]  diyen düşmanların sözlerinin de etkisi altına kalarak Vahdettin'i Meclisi feshetmesi çok kötü olmuştur. Üstelik de dört ay sonra böyle bir meclisin seçilmesinini imkansız olduğunu bile bile.

Meclis-i Mebusanın feshi hakkındaki İrade-i Seniye sureti ise şu şekilde yazılmıştır:

"Esbâb-ı zaruriyye-i siyasiyyeden nâşî Meclis-i Mebusan'ın feshi iktiza etme­sine ve Kanûn-ı Esasimizin muaddel yedinci maddesinin fıkra-i mahsûsası mucibin­ce lede'l-iktiza Heyet-i meb'ûsanın feshi hukuk-ı şahanemiz cümlesinden bulun­masına binaen Meclis-i mezkûrun bu günden itibaren bermûcib-i kanun feshini irade eyledim. 24)

21 Kanunuevvel (Aralık) 1334 (1918) Mehmet Vahdettin

İstanbul işgal edildikten sonra işgal kuvvetleri istedikleri yere girmektedirler ve istedikleri binaya yerleşmektedirler. Bu arada saltanat makamına ait Beylerbeyi Sarayı gibi sarayları da istemektedirler. Bu durum karşısında Vahdettin: "Bence Al-i Osmanın mülküne girdikten sonra hudutta bir kulübeyegirmekle benim sarayıma girmek arasında fark yoktur", cevabım vermektedir ve birgün sonra da Beylerbeyi Sarayının işgali yüzünden ağlayarak "buna beşeriyyet kuvveti, hattâ nübüvvet kuv­veti bile kâfi gelmez. Ancak ulûhiyet kuvvetine muhtaç!" demektedir. [177]  Yine işgal kuvvetlerinin yaptıkları baskı karşısında Vahdettin:

"Ecnebiler pek bîaman... Gece gündüz ne çektiğimi bir Allah bilir, bir ben bi­lirim. Bizi tazyik ile Meclis-i mebusanı dağıttırdılar. Fikirlerini ihsas değil, adeta açıktan açığa izhar ediyorlar. Ben meşrutî bir hükümdar olduğum halde gûyâ mut­lak bir hükümdar imişim gibi muamelede bulunuyorlar ve doğrudan doğruya bana müracaat eyliyorlar. Meşrutiyetten bahsedince, Hangi meşrutiyet! diye mukabele ediyorlar. Karşımızda müracaat edecek kuvvet olarak yalnız sizi tanırız ve sizi pâk ederiz, diyorlar. Yani sözlerimizi yerine getirmezseniz sizi de tanımayız demek istiy­orlar. İstiklâlimizi kurtarmak için bizzârure bu hallere tahammül ediliyor. Diğer ta­raftan birşey için kendilerine müracaat edilince, henüz münasebât-ı siyasiyemiz iade olunmadı; buradaki memurlarımız askerî memurlardır, diye cevap veriyorlar. Ben milletin ateşli külü üzerine oturdum, taht-ı saltanatın kuş tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim. Bunlardan kimseye bahsedilemiyor; millete de malu­mat verilemiyor. Elbette bir gün tarih bu gerçekleri yazar... Eğer âkilâne, bîgarazane ve bîtarafâne idare-i umur edecek bir haletim olsaydı ömrümün devriâhirinde bu bâr-ı azîmi vallahî, billahî ve tallahî kabul etmezdim. Taht-ı saltanat ile teneşir arasında ne kadar mesafe olduğunu bilirim..." [178] [179])

Vahdettin'in ecnebi baskılarından yakınmalarına hak vermemek elde değil, yalnız elinde büyük bir koz olan  Meclis, işgal kuvvetlerinin baskısı ile, kapatması ile bütün baskıları üzerine çektiği de bir gerçektir. Eğer meclisi kapatmasaydı işte o zaman gerçekten meşrûtî bir hükümdar olduğunu daha kolay anlatabilirdi. Daha sonra İzmir'in de işgali ile meclisin eksikliğini hissetmiş olacak ki sarayda bir Şuray-ı Saltanat oluşturacaktır. Bu heyet 26 Mayıs 1331 tarihinde Yıldız sarayında toplana­caktır. Vahdettin beraberinde Veliahd Abdülmecid Efendi ile meclisi açış konuşmasında:

"Devletin düçar olduğu vazifet-i hâzıraya dair müşavere edilmek üzere vükelâ, âyan ve mütehayyizan-ı memleketi davçt ettim. Devlet-i Osmaniyemizin maruz kaldığı müşkilât hakkında âcilen lazım gelen tedâbiri ittihaz eylemeleri ve hüzzar-ı kiramın her birerlerinin lâyıh-ı hatırı olacak fikirlerini ve re'y-ü mütealalarını beyan etmeleri itibariyle bu içtima-ı müteyemmin ve mes'ud addede­rim..."

Vahdettin'in konuşmasından da anlaşılacağı gibi bu meclis yalnızca bir danışma meclisi olup hiçbir zaman seçimle gelmiş meclis-i meb'ûsanın yerini tutma­yacaktır.

Bu arada İstanbul'daki işgal kuvvetleri yalnızca saraylara yerleşmekle kal­mayıp, Hanedan-ı âl-i Osmana, şehzadelere kadar caniyane, şeniane, hainane tecavüzlerde de bulunmaktadırlar, doğrudan ve doğruya kapıları kırarak muhasara etmek ve onlara her türlü hakareti de yapmaktadırlar. Bu dehşet ve saldın yüzünden müteessir olan  Sultan Reşat merhumun aileleri ve mahdumlarının aileleri yani gelin­lerinden ikisi cinnet getirmişlerdir. [180])

İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali ve meydana gelen elim olaylar üzerine İstanbul'da ve vilayetlerin her tarafında büyük mitingler yapılarak olay şiddetle kınanmıştır. Bu millî girişimler sonunda daha sonra Kuvay-ı Milliye oluşturulmuştur. [181]

2-    Mustafa Kemal'in Görevlendirilip Anadoluya Gönderilişi

İstanbul'un işgal edildiği gün 13 Kasım 1918 tarihinde İstanbul'a gelen Mus­tafa Kemal, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, yeni kuruları  kabinede Harbiye Nazın olmak isterse de bu isteği gerçekleşmez. Bu arada İstanbul'da tutuklamalar başlar. Tutuklananlar yalnızca İttihatçıların ön safta görev yapanları değildir. Sorumlu mev­kilerde olmayanlar bile milliyetçi oldukları için tutuklanırlar. Mustafa Kemal'in en yakın arkadaşları olan  Fethi Bey gibi birçokları tutuklanması ile durum iyice kritik­leşir. Bu arada 14 Mart'ta Yeni Gazete, Mustafa Kemal'in de tutukladığım, asılsız olarak, yazmaktadır. Dahası 24 Mart günü çıkan Hukuk-u Beşer gazetesinde çıkan bir yazıda savaşta "...ordu kumandam demlen âli sefillere, daha doğrusu haydut başılara..." teslim olunan milyonlarca altın ve gümüş paranın ne olduğundan sözedilince, bu itham altında kalmak istemeyen Mustafa Kemal, derhal Hariye Neza­retine hitaben bir dilekçe yazarak iddiaları reddedip, yazarını da "sefil müfteri" ola­rak nitelendiriyor ve "Osmanlı ordularım ve onların namuslu kumandanlarım bu su­retle teşhir edebilmek kabiliyeti ancak vatan ve milletin mahv ve izmihlalini arzu eden bir alçakta bulunabilir." diyordu. İttihatçıların baş düşmanı bir gazete olan  Alemdar, o bulanık dönemde Mustafa Kemal'in aleyhine hakaret davası açmıştır. Mustafa Kemal kendisine karşı bir komplo ile karşı karşıya olduğu kanısına vararak telaşa kapılmaktadır. [182]) Herkesin tutuklanabileceği böyle bir dönemde, Anadoluya gönderilecek bir Paşa aranmaktadır. Zira 21 Nisan’da Calthorpe, D.Ferit'e bir mek­tup göndererek 9. Ordunun eski komitanı Yakup Şevki Paşa'ınn Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas'ta olşuturuları  "Şuralar"ca sözde ordudan ağımsız, fakat askerî de­netim altında asker topladığı ileri sürülüyor ve bu duruma son vermek üzere "der­hal" talimat verilmesini istiyordu. [183]) Daha soma İngilizler 9 Mart’ta Samsun'a 200 asker göndermişlerdi. İngilizler bölgedeki asayişsizlikten durmadan yakman rapor­lar veriyorlardı. Güya birçok Rum köyü her gün Türklerin saldırısına uğruyor ve resmî makamlar buna engel olamıyorlardı. Eğer bu saldırılar hükümetçe önlenemezse, kendilerinin duruma el koyacaklarını bildiriyorlardı. [184])

Bu İngiliz baskısı üzerine bölgeye etkili olabilecek bir komutan gönderilecketi. Bu kişi Mustafa Kemal de olabilirdi, başka biri de olabilirdi. Anado­lu'ya gitmek için tâlip olan  Mustafa Kemal olmamıştır. Öneri hükümetten gelmiştir. Mustafa Kemal de bu öneriyi kabul etmiştir. [185]) Belki bu görevi kabul edişinde İstanbul'da artık yapıyacak bir şey kalmadığını anlamış olmasının ve rastgele tutuk­lamaların başlamasının, özellikle Hukuk-u Beşer gazetesinin aleyhine açtığı davayı yitirme korkusunun etkisi veya Kazım Karabekir ve Ali Fuat Paşalar gibi kişilerin de kendisini Anadolu'ya çağırmış olmalarının rolü olmuş olabilir. Zira Mustafa Kemal'e göre kendisinin Anadolu'da görevlendirilmesini, kendi açısından "nefy-ü teb'id",

yani kendisinin İstanbul'dan uzaklaşmasını arzu edenlerin icadettikleri bir sebebtir.

Ama düşman işgali altında olan  İstanbul'da ve değişik mizaçta, bikalemun gibi değişen, bugün ak dediğine yarın kara diyen esas fikrinin ne olduğu bilinmeyen Damat Ferit gibi bir kişinin başkanlığındaki bir hükümetin bulunduğu bir yerde(35\ hiçbir yetkisi olmayan Mustafa Kemal, İstanbul'da kalsaydı acaba ne yapabilirdi?

Mustafa Kemal, daha önce Yakup Şevki Paşa'nın komutası altında bulunmuş olan  Doğu Anadolu'daki 9. Ordu Müfettişi oluyordu. Görevleri: a) Asayişin sağlanması ve asayişsizlik nedenlerinin saptanması b) Bölgede dağınık olarak varo­ları  silah ve cephanelerin bir an önce toplattırılarak depolara biriktirilmesi c) asker topladığı ve orduca korunduğu öne sürülen şuralar varsa, bunların faaliyetlerinin yasaklanması ve varlıklarına son verilmesi. Bunun için Sivas'taki 3. Kolordu ve Erzu­rum'daki 15. Kolordu harekât ve asayiş işleri için müfettişlik emrine veriliyor, müfettişlik bölgesi Trabzon, Erzurum, Sivas, Van vilayetlerini ve Erzincan, Canik bağımsız sancaklarını kapsıyordu. Ayrıca Diyarbakır, Bitlis, mamüretülaziz, Ankara, Kastamonu gibi smırdaş vilayet ve bağımsız sancaklar ve buralardaki kolordu ko­mutanlıkları da müfettişliğin doğrudan doğruya yapacağı başvuruları nazarı dikkate alacaklardı. Görüldüğü gibi müfettişliğin görev alanı anadolunun çok büyük bir bölümünü kapsamaktadır. [186] [187] [188]

"Bölgede dağınık olarak varolan  silah ve cephanelerin biran önce toplatılarak depolarına biriktirilmesi" doğrudan doğruya Rum ve belki de Ermenilerin elinde bu­lunan silahlar olduğu muhakkaktır, çünkü İngiliz askerinin 9 Mart'ta Samsun'a, 30 Mart'ta Merzifon'a gelmesi üzerine, Pontus çeteleri İngilizlere güvenerek faaliyetleri­ni artırmışlar ve Pontus devletinin temelini atmaya başlamışlardı. [189]

Vahdettin, Mustafa Kemal'i Anadolu’ya gitmeden önce kabul eder ve şunları söyler: "Paşa paşa,şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu ki­taba girmiştir...Tarihe geçmiştir... Bunları unutun... Asıl şimdi yapacağın hizmet hep­sinden mühim olabilir. Paşa devleti kurtarabilirsin."081 Vahdettin, Mustafa Kemal'e Boğaziçinde bulunan İngiliz zırhlılarının, saraya dönük olan  toplarını göstererek "görüyorsun, ben artık memleket ve milleti nasıl kurtarmak lazımgeleceğini tasav­vurda tereddüte düçar oluyorum, (ellerini havaya kaldırarak) İnşallah millet mütenebbih ve müteyakkız olur, bu vaziyet-i elîmeden gerek beni ve gerekse kendi­sini tahlis eder." 391

Büyük yetkilerle 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkan Mustafa Kemal yoğun bir çalışmaya girişir. Bölgede asayişi sağlamak için gerekli tedbirleri alır. Rumların Pontus devletini kurma çabalarına karşı İngilizleri uyarır ve eğer Rumlar siyasal emelle­rine son verirlerse asayişsizliğin kendiliğinden düzeleceğini bildirir. Bu arada azınlıkların güvenliği konusundaki sorumluluğu, İtilaf devletlerinin sırtına yükleyerek, İzmir bölgesinde görüldüğü gibi, milli bağımsızlık ve varlığı yoketmeye yönelen ve yaşamayı tehlikeye sokan davranışlar karşısında milletin heyecan ve üzüntüsünü ve buna dayanan milli gösterileri yasaklamak için kendisinde ve hiç kimsede güç göremeyeceğini ve bu yüzden çıkacak olaylar dolayısı ile sorumluluk üstlenecek ne bir kumandan, ne bir mülkiye memuru ne de bir hükümet düşünemiyeceğini bildirir. 4  Çünkü İzmir'in işgali üzerine İstanbul'da olduğu gibi Anadolu'da da mitingler yapılıyordu. İtilaf devletleri ise bu mitiglerin önlenmesini istiyorlardı. Zira azınlıklara karşı Türklerin harekete geçmelerinden korkuyorlardı.

Mustafa Kemal'in İstanbul'dan 9. Ordu Müfettişi olarak ayrılmasına bir şey demiyen İngilizler, daha sonra onun Samsun'a çıkması ile orada yaptığı davranışları İngilizleri harekete geçirmiştir. Samsun'daki İngiliz subaylarmdan Yüzbaşı L.H.Hurst, Mustafa Kemal'in Samsun'da yaptıklarım sürekli olarak İstanbul'daki İngiliz yetkililerine duyurmaktaydı. 411 Bunun üzerine Calthorpe ve Milne, İstanbul'da hükümete baskı yaparak, Mustafa Kemal'in İstanbul'a dönmesini istiyor[190] [191] [192] [193]

lardı. İngilizlerin bu baskıları  giderek artıyordu. Bu baskılar üzerine Harbiye Nazırı Ş. Turgut Paşa, gönülsüz olarak, 8 Haziran'da, Mustafa Kemal'i İstanbul'a "teşrif et­mesini istemiştir. Mustafa Kemal, hükümeti, İngiliz isteklerine boyun eğmeye hazır görünce, bir telgrafla Padişaha başvurmuştur. "Üçüncü Ordu Müfettişi ve Fahrî Ya­veri Hazreti Şehriyari" diye imzaladığı uzun telgraf, bir şikayetname gibidir. Bu telg­rafında saltanata bağlılığını sık sık dile getirirken, Anadolu'nun her yerinde milletin, kumandanların ve memurların düşünce ve emellerini öğrendiğini; milletin baştan aşağı uyanık olduğunu, devletin ve milletin bağımsızlığım, saltanat ve hilafet hak­larını doğrulamak için güçlü bir azim ve iman ile donanmış bulunduğunu..." bildiri­yordu. Ardından da "...Eğer icbar edilirsem, memuriyeti âcizanemden istifa ederek kemâkân Anadolu'da ve sinei millette kalacağım ve vezaifi vataniyeme bu kere daha sarih hatvelerle devam edeceğim. Ta ki millet mazharı istiklal ve saltanat ve hilafeti muazzamai hümayunları masunu indiras olsun...", diyordu. Eğer Mustafa Kemal İstanbul'a dönseydi başına nelerin geleceği çok iyi biliyordu. Ya Malta'ya sürülecekti veya mahkum edilecekti. [194]

Yukarıda sık sık bahsettiğimiz gibi İstanbul'daki işgal kuvvetleri, özellikle İngilizler gerek Padişah'a gerek se Hükümete, Mustafa Kemal ile ilgili baskıları iyice artmış olacak ki Padişah, Mustafa Kemal'e gönderdiği telgrafta, Paşanın istifa edip İstanbul'a gelmesini, belki yabancılar hükümete baskı ile kendisine onur kına bir işlem yaptırırlar korkusu ile, azledilmesini de uygun görmediği için, Harbiye'den iki ay hava değişiğimi istenilerek durum belli oluncaya kadar istediği kent ya da kasa­bada dinlenmesini en uygun çözüm olarak sunuyordu. Padişah, Mustafa Kemal'in davranışlarını anlayışla karşılamaktadır. [195]

Mustafa Kemal, İstanbul ile haberleşmesini sürdürürken bu arada da Anado­lu'daki çalışmalarına da devam etmektedir. Mustafa Kemal Havza'da iken bazı yer­lerdeki Müdafa-i fiukuk ve Redd-i ilhak Cemiyetleri, telgraflar çekerek, "milletin hu­kuku ve istiklalini müdafaa gayesiyle" kendisinin de girişimlerde bulunmasını istiyorlardı. Mustafa Kemal bunlara verdiği cevapta, "Bu emel-i mukaddes uğrunda milletle beraber nihayete kadar çalışacağıma dair mukaddesatım namına söz veri­rim" diyordu. [196]) Havza'daki çalışmalarını tamamlayan Mustafa Kemal, 13 Haziran'da Amasya'ya geçiyor ve çalışmalarım orada sürdürüyordu. Buradan ileri gelen kişilere de mektuplar yazıyordu. Irak Şeyhülmeşayihi Uceymi Paşa'ya bir mektup göndererek kendisine duyduğu saygıyı anlatıyor ve İslam dünyasının iki gözbebeği olan  Türk ve Arap milletlerinin ayrılık yüzünden ayrı ayrı zaafa uğradığım bildiriy­or; el ele vererek Hz. Muhammed'in ümmetinin bağımsızlığı uğrunda mücadele et­menin farz-ı aym olduğunu; milletlerin saflık ve geleneklerini koruyarak "kutsal hali­felik" çevresinde toplanıp, kafirlerin esaretinden kurtulmaları için vereceği mücadelede kendisiyle birlikte olduğunu; bu konuda görüş alışverişinde bulunmayı arzu ettiğini" söylüyordu. [197])

Amasya'da, Mustafa Kemal'in Paşalarla yaptığı toplantı sonunda herkesin bildiği 6 maddelik Amasya Tamimi yayınlanır. Biz bu tamimin yalnızca son maddesi üzerinde duracağız. Son madde gerçekten bir isyan maddesidir. Buna göre a) Askerî ve millî kuruluşlar hiçbir surette kaldırılmayacaktır. c) Silah ve cephane katiyen elden çıkarılmayacaktır, d) Vatanın herhangi bir yerinde düşman işgali olursa, bu bütün olduyu ilgilendirecek ve ortaya çıkan duruma göre ortak savunmaya gidile­cek, bunun için komutanlar derhal birbirlerini haberdar edeceklerdi. [198]) Maddeden de anlaşıldığı gibi bu Mondoros Ateşkesi'ne bir meydan okumadır ve Mondoros Ateşkesi'ni reddetmektir.

Mustafa Kemal'in bütün bu çalışmaları, girişimleri, yaptığı işler ve aldığı ka­rarlar, özellikle İngilizleri çileden çıkardığında hiç şüphe yoktur. Bu olaylar üzerin İngilizler, İstanbul'da, Padişah'a ve hükümete yaptığı baskıları  iyice artırmış olmaları gerekir ki, sonunda Vükela Meclisi, Mustafa Kemal'i azletmiştir. Yalnız Harbiye Ne­zareti azil işlemini yürürlüğe koymamıştır. Bu yüzden 26 Haziran günü Vükela Mec­lisinde Harbiye Nazırı Ş. Turgut Paşa ile Dahiliye Nazırı A. Kemal arasında çetin bir tartışma olmuştur ve Paşa bu yüzden istifa etmiştir. [199]) Sonunda 8 Temmuz'da Mus­tafa Kemal görevinden kesin olarak azledilecektir ve kendisi de askerlikten istifa edecek, sivil olarak göreve devam edecektir. Çünkü Mustafa Kemal, milletin baştan aşağı uyanık olduğunu, devletin ve milletin istiklalini, yüce saltanat ve hilafetin hu­kukunu teyit için kavi bir azim ve iman ile mücehhez bulunduğunu görmüştür. İstanbul'da iken milletin bu kadar kuvvetli ve az vakitle felaketlerden bu derece müteyakkız olduğunu tahayyül etmeyen Mustafa Kemal'i, ayrıca, ordularının başında bulunan Kazım Karabekir, Ali Fuat vs. gibi paşalar da desteklemektedirler.

Mustafa Kemal, Amasya'dan sonra,Erzurum'da yapılacak olan  kongre için Erzuruma geçer. 23 Temmuz'da toplanan Kongre, Mustafa Kemal'i Kongre başkam seçer. Kongre bu arada Padişaha da bir bağlılık telgrafı çeker. Bu kongre'de özellikle Anayurdun sınırları belirlenir. Buna göre 30 Ekim 1918 Mondoros Mütarekesinin im­zalandığı günün sınırları, yani işgal edilmeden önceki sınırlar milli sınırlar olarak kabul ediliyor. [200]  Saray ve İstanbul Hükümeti ise bu sınırdan çok daha geniş sınırları, yerleri istiyordu. 23 Haziran 1919'da Damat Ferit, Paris'te toplanan Barış konferansı'na verdiği muhtırada sınırları: "Trakya için 1914 sınırlarının ötesinde, 1878'de İngiltere ve Rusya murahhaslarının kabul ettiği, "Zoitun Burnu-Demir Halny-Mustafa Paşa-Kara Balkan-Keucheva-Karasu" sının etnik, İktisadî nedenlerle ve güvenlik açısından Osmanlı olması gerektiğini belirtiyordu. Ermenistan konusun­da, İtilaf Devletleri Erivan Cumhuriyetini tanıyacak olurlarsa, Osmanlı Heyeti, Hükümetçe onanması şartıyla, bu devletle olan  sının görüşmeye hazırdı. Bu ülkeye yerleşmek isteyen Ermenilere, Osmanlı hükümeti her türlü yardımı yapmaya da hazırdı. Kalmak isteyenler, başka azınlıklar gibi, serbest kültürel, manevî ve İktisadî gelişmeden yararlanabileceklerdi. Arap bölgelerine gelince, bunlar, Padişahın ege­menliği altında geniş ölçüde yönetim özgürlüğünden yararlanacaklar, her özerk vila­yetin (emaretin) valisi Padişahça atanacak, buralarda Osmanlı bayrağı asılacak ve parada Osmanlı tuğrası olacak, adalet padişah adına yürütülecek, vakıflar eskisi gibi yönetilecekti. Valisi Padişahça atanmayacak olan  Hicaz için, en ilgili devletle anlaşılarak, özel bir örgütlenme kararlaştırılabilecek, Mekke, Medine ve Kudüs’te Padişahın bir temsilcisi ve belirli sayıda bir şeref kıtası bulunacaktır. Mısır ve Kıbrıs konusunda Osmanlı Hükümeti, uygun bir zamanda İngiltere ile buraların siyasal durumunu, daha açık olarak tanımlamak üzere, görüşmelere girmeye hazırladı."

İstanbul hükümetinin bu muhtırası üzerine İstanbul'daki Times muhabiri, Osmanlı heyetinin savaşta yenilmiş gibi değil yenmiş olarak gittiığini, aslında Os­manlInın Müslüman ülkelerini karıştırmak için zaman kazanmak istediğini yazıyordu. 49) Gerçekten de Hindistan Müslümanları, İngilizin dalaveresinin daha iyi anlayarak Türklere yardım için İngiltere'ye baskı yapmaya başlamışlardı bile. Bu arada 22 Eylül 1919'da Hindistan'ın dört bir yanından gelen ve sayıları beşbini buları  Müslümanlar, Lucknow’da, "Bütün Hindistan Müslümanları Konferansı" adlı konfe­ransta Türkleri destekleyen çok önemli kararlar alırlar ve VI. Mehmet Vahdettin'e bir sadakat ve destek mesajı gönderirler. Ayrıca Times gazetesine yazılar göndererek "Muhteşem bir milletin (Türkler) lanetlendiği, zaferlerle dolu bir imparatorluğun (Osmanlı) yıkılmaya azmedildiği, muhteşem bir dinin de (îslam) hakarete uğradığı bir dönemde sessiz kalmamızı herhalde beklemiyorsunuz! Gururuna düşkün herkes bizim gibi davranmaz mı?" diyorlardı. Böylece Hindistan'da Müslümanların kendi seslerini duyurabilmeleri için kurduktan "Hilafet Komitesi" olsun ve yine Hindis­tan'da Müslümanlar tarafmdan kuruları  "Cemiyetü'l-Ulemaî'l-Hind” olsun Türklerin başarısı ve Halifenin kurtarılması için her desteği vermeye hazırdılar. Bu arada Gandi bile "Ben Türkler'in zayıf, kabiliyetsiz ve gaddar olmadıklarına inanıyorum. Müslüman kardeşlerimizi desteklemek bizim için de kutsal bir görevdir." diyor­du. [201] [202] [203])

Vahdettin de: "Bizim savaşa katılmamızla oluşan hıncı, zaman içerisinde, İtilaf Devletleri yanında dağılıncaya kadar ılımlı olmak ve sabırlı olmak istiyordum" (51) diyerek zaman kazanmak istediğini gösteriyordu.

Mustafa Kemal, Erzurum Kongresi'ni yaptıktan sonra Sivas Kongresi'ni yap­mak için Sivas'a geçecektir. Bu Kongre daha önemlidir. Çünkü Türkiye'nin her yerin­den temsilciler çağrılmıştır. Mustafa Kemal bu çağrışım Amasya'da iken yapmıştı. Amasya Tamimine göre her livadan 3 kadar kişinin murahhas seçilmesi gerekiyordu. 52) O dönemde Mondoros sınırları  içerisinde 15 tanesi bağımsız olmak üzere 61 liva vardı. 21 livanın Şarkî Anadolu Heyet-i Temsiliyesince temsil edildiği düşünülürse geriye 40 liva kalır ki bu livalardan 120 kişilik ve bir murahhas toplu­luğu gelmesi gerekirken, katıları  murahhasların sayısı yalnızca 38 kişi olmuştu. Oysa Erzurum Kongresine, bölgesel olduğu halde 56 kişi katılmıştı. [204] [205]  Buna rağmen Mus­tafa Kemal moralini bozmaz görevine devam eder. Çünkü arkasında milletin desteği olduğunu bilmektedir. Sivas Kongresi'nde de başkanlığa seçilir ve orada da görevini yaptıktan sonra Ankara'ya yönelir, 27 Aralık 1919'da Ankara'ya gelir. Bundan sonra görevini burada sürdürecektir. Zaten Sivas Kongresi'nde Anadolu ve Rumeli'de, ku­ruları  bütün cemiyetler "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adı altında birleştirilmişti ve bu Kongrede bir de Heyet-i Temsiliye oluşturulacak başkanlığına da Mustafa Kemal seçilmişti. [206]

3-    Türkiye Büyük Millet Meclisinin Açılışı ve Hilafetle İlgili Alman Ka­rarlar

Meclis-i Mebusan 21 Aralık 1918 tarihinde Padişah karan ile kapatılmıştı. Damat Ferit Paşa Hükümeti Mustafa Kemal'in de baskısı ile istifa edip, yerine Ali Rıza Paşa Hükümeti kurulunca, milli iradeye uygun olarak yeniden "Meclis-i Mebusan"ın toplanması kabul edilmişti. Mustafa Kemal Meclis'in İstanbul'da toplan­masına karşıydı. Kumandanlar ve sivil yöneticiler ise, Meclis İstanbul’da toplanmaz­sa İstanbul yitirilir korkusuyla, Meclis'in İstanbul'da toplanmasına karşıydı. Kumandanlar ve sivil yöneticiler ise, Meclis İstanbul'da toplanmazsa İstanbul yitirilir korkusuyla, Meclis'in İstanbul'da toplanmasını istiyorlardı.Sonunda 12 Ocak 1920'de İstanbul'da toplanan Meclis-i Mebusan'ın aldığı önemli karar, 28 Ocak'ta kabul ettiği "Misak-ı Milli" kararı olmuştur. Meclisin baskı altında olmasına ağmen böylesine bir karan alması İngilizleri etkilemiştir. Sonunda 16 Mart 1336 (1920) sabah İngiliz ve Fransız işgal kuvvetleri tarafindan İstanbul resmen işgal edilmiştir. Eski Vekillerden, ayan ve mebuslardan, askerî ve mülkî görevi olan  kişilerden çokları, hatta Şehzade İbrahim Tevfik Efendi bile uyandınlmıştı, Şehzade dışında hepsi vapura bindirilip Malta'ya sürülmüşlerdi.

Bu olay üzerine meb'uslar toplantıyı tatil etme kararı alarak birer birer Ana­dolu'ya geçmeye başlamışlardır. Bu arada Meclis-i Mebusan'ın feshi rivayetleri dolaşmaktadır. Bu olay üzerine Meclis-i Mebusan'ın ikinci başkanı Hüseyin Kazım Bey "...Meclis'in kendi kendisini tatil etmesiyle halen o yüzden hiçbir fenalık gelmesi melhuz olmadığmı ve şayet Meclis’in feshi cihetine gidilecek olursa meb'uslar birer birer Anadolu'ya geçerek orada akd-i içtima eyliyeceklerini ve bunun neticesinin vahim olacağını" Padişaha, Mabeyn Başkatibi Ali Fuad (Türkgeldi) aracılığı ile bildir­diği halde, o dönemde yeniden sadarete gelen Ferid Paşa'nın Padişah'ı etkilemesiyle, Meclis-i Meb'usan 11 Nisan 1920'de kapatılmıştır. 55)

Böyle büyük hataları bir insan belki bir kez yapabilir. Yalnız aynı hatayı aynı insan ikinci kez yaparsa ona ne denir bilmiyoruz. Gerçekten Ali Fuad Türkgeldi'nin de dediği gibi,daha aklı başında ve daha vukuflu olan  Vahdettin inat ve ısrarının, vehhamlık ve kararsızlığının kurbanı olup ahvâlin vehametinden nefsini kurtarmak şöyle dursun her türlü tehlikeyi kendi üzerine davet etmiştir. Cinci hoca gibi cinleri toplayıp da dağıtamamıştır. Öyle zamanda Ferid Paşa ile a'vânının önüne çıkmaları kendisi için felaket olmuştur. [207] [208]

İstanbul'un resmen düşman tarafından işgali ve Meclis-i Mebusan'ın da kapatılması ile İstanbul'dan birer birer ayrılan  mebuslar, Ankara'da toplanarak, 23 Nisan 1920'de, Osmanlı Devleti'nin karşısında bütün siyasî ve hukukî yetkileri ken­dinde toplayan T.B.M.M.ni açmışlardır.

T.B.M.M.'nin açılışında en yaşlı Millet vekili olarak başkanlığa getirilen Sinop Millet Vekili Şerif Bey, Meclis açış konuşmasında:

"...Bu Meclis-i âli'nin Reisi sinni sıfatiyle ve tevfik-i ilahi ile milletimizin dahi­li ve harici istiklâli tam dahilinde mukedderatmı bizzat deruhte ve idare etmeye başladığım bütün cihana ilan  ederek Büyük Millet Meclisi'ni küşad eyliyorum. ... bütün müslümanların halifesi ve OsmanlIların Padişahı Sultan Mehmet Han-ı Sâdis Hazretlerinin kuyudu ecnebiyeden tabiisine ve ebedî Payıtaht-ı Saltanat-ı Seniye olan  İstanbul'umuz ile işgal altında ve enud-i mezalim ve fecayi içinde maddeten ve manen bilâisnat imha edilmekte bulunan bilcümle vilayât-ı mazlumemizin istihlasına muvaffakiyet ihsan buyurmasını Cenabı Allah'tan niyaz eylerim" diyordu. [209]  Mustafa Kemal de henüz Meclis Başkanı seçilmesinden önce yaptığı konuşmasının bir bölümünde:

"... Ecnebi kuvvetlerinin işgali altında inleyen payitahtımızda kan ağlayan bi­lumum erbab-ı hamiyet, münevverân-ı millet ve din ve Devlete hizmetleri mesbuk zeval-ı âliye Makam-ı Hilafet ve Saltanatın, İstiklâl-i Millinin bu haternâk vaziyetten kurtarılması ancak vicdan-ı milliden doğan birliğin azim ve iradesini müftekâr bu­lunduğuna iman getirdiler. Fakat İstanbul'un taht-ı tazyik ve muhasarada bulunan muhitinde icabât-ı hamiyeti ifaya maddeten imkan kalmamıştır." diyordu. [210]

Mustafa Kemal 24 Nisan 1920'de Meclis başkanlığına seçildiği zaman yaptığı konuşmasını bir bölümünde ise söyle diyordu:

"...İçinde yaşadığımız nâdirü'l-emsal dakikaların vahametine rağmen bu ağır mesuliyet-i milliyenin altında ancak Heyet-i Muhteremenizin muavenet ve müzaheretinin daima ve daima hak yolundaki mücahedata rağmen avin ve inayet-i süphaniyeden ümitvar olarak çalışacağım. İnşaallah Padişah-ı Alempenah Hazretle­rinin sıhhat ve afiyetle ve her türlü kuyudât-ı ecnebiyeden azade olarak taht-ı hümayunlarında daim kalmasını eltaf-ı İlahiyeden tazarru eylerim.'' [211])

29 Nisan 1336 (1920)'de Meclis'te kabul edilen "Hiyanet-i Vataniye Kanunu­nun 1. Maddesi ise hilafetle ilgili olarak, aynen şu şekildedir:

-Makam-ı muallây-ı hilafet ve saltanatı ve memalik-i mahrusa-i şahaneyi yedi canipten tahlis ve taarruzatı def maksadına mâtuf olarak teşekkül eden Büyük Millet Meclisi'nin meşruiyetine isyanı mutazammm kavlen veya fiilen veya tahriren muhalefet veya ifsadatta bulunan kesan, hain-i vatan addolunur. [212] [213]

Dikkat edilirse gerek Şerif Bey'in konuşması, gerek Mustafa Kemal'in konuşmaları ve gerekse Hiyanet-i Vataniye Kanununun 1. Maddesinde görüldüğü gibi Ankara'da açılmış bulunan T.B.M.M.nin başlıca görevlerinden birisi de, Makamı Muallay-ı hilafet ve saltanat-ı düşman elinden kurtarmak için çalışması olacaktır.

Hatta Mustafa Kemal, Ankara'da bir hükümet kurulmasını isterken bu hükümeti, başkansız bir hükümet olarak kurulması gerektiğini şu şekilde dile getir­mektedir:

"...Makam-ı Saltanat aynı zamanda Makam-ı Hilafet olmak itibariyle Padişahımız Cumhur-u İslamın da Reisidir. Mücahedâtımızm birinci gayesi ise salta­nat ve Hilafet makamlarının tefrikini istihdaf eden düşmanlarımıza irade-i milliyenin buna müsait olmadığını göstermek ve bu makamât-ı mukaddeseyi esâret-i ecnebiyeden tahlis ederek ululeminin salahiyetini düşmanın tehdit ve ikrahından azade kılmaktır. Bu esasa göre, Anadolu'da muvakkat kaydiyle dahi olsa bir hükümet reisi tanımak veya Padişah kaymakamı ihdas etmek hiçbir suretle kabil-i cevaz değildir. Şu halde reissiz bir Hükümet vücuda getirmek zarureti içindeyiz." 61)

Yukarıdaki konuşmasında Mustafa Kemal, başkansız bir hükümet kurmak gerektiğinin sebebini açıklarken aynı zamanda saltanat ve hilafet makamlarını birbi­rinden ayırmayı hedef edinmiş olan  düşmanlara, milli iradenin buna uygun olmadığını göstermektedir.

Bu arada Fevzi Paşa (Çakmak) da İstanbul'da kendisine yapıları  İngiliz dav­ranışı karşısında artık İstanbul'da hiç bir şey yapılmayacağını anlayarak, O da, Anka­ra'ya gelmiştir. Meclis'te İstanbul'un durumu ve Padişah ile yaptığı görüşme konu­sunda şu bilgiyi vermektedir:

"... Efendiler, gerek Padişahımız Efendimiz Hazretleri, gerek bendeniz, beşyüz senelik bâkir Payitahtımızın ilk defa düşman tarafından işgali faciasını görmek betbahtlığına uğramış felaketzedeleriz. ...Yıldızda Hamidiye camiinde namazdan evvel (Padişah efendimiz) bendenizi kabul ettiler. Fevkalâde müteheyyiç bulunu­yorlardı, buyurdular ki, ben bugün böyle azab-ı elim içinde camiye gelmek iste­miyordum. Fakat, bu bir vazife-i diniyedir, Vazifey-i diniyeyi geri bırakmayı münasip görmedim. Cenab-ı Hakka karşı bir ibadettir, ancak elli senelik mesavinin, gerek benim ve gerekse sizin kabinenin üzerine yıkıldığını görmekle fevkala­de dilhunum, enkazın altında ezildik diyerek teessüf buyurdular. Ayağa kalktılar, birkaç defa kemali hüzün ile bendenize hitab ettiler. Teselli verecek hiçbir şey yoktu. Birkaç defa İngilizler diritnotlarının toplarını saraya doğru çevirmişler, güya uzaktan atılmazmış gibi diritnotların bir kısmını köprüye kadar sorarak, her türlü tehdidâtı yapmakta kusur etmemişlerdir. Oradan çekildik, her gün yeni tevkifat ve tehdidâta maruz kalıyorduk. Zat-ı Şahane ertesi selâmlıkta bendenizi tekrar kabul ile buyurdular ki, aman Anadolu ile irtibatı temin ediniz, bendeniz dedim ki, irtibat müheyyardır. Ancak İngilizler mani olu­yorlar. Her bir telgrafımızı kontrole tabi bulunduruyorlar. Fransızca yazmak lazım geliyor ve onları da imzalattırıyorlar. Şüphesiz biz her bir suhuleti gösteriyoruz. Ancak İngilizler tarafından duçar olduğumuz müşkülat bizi büyük bir tazyik içinde bulunduruyor. Bu maruzatım üzerine, aman zinhar siz çekilmeyiniz ve Anadolu ile irtibatı tesis ediniz buyurdular........................... (îngilizler) gece

gündüz şu şöyle olmuş, bu böyle olmuş, en ufak şeylerle Kabineyi taciz ederek kabineyi çekilmeye icar ettiler. Filhakika kabine de bir iki hafta müddet tazyike tahammül etti. Bu tazyikin esâsatmı efendiler, Kuvay-ı Milliyenin ret ve takbihi teşkil ediyordu...

...îngilizlerin maksadı bizim dahilimizi nifakla birbirimize düşürmek. Maateessüf bir heyet de bulmuşlar harb istiyorlar. Fakat öyle bir harb ki, kendilerinin burnu kanamaksızm birbirimize düşürmek ve harb etmek istiyorlar. Maateessüf Zat-ı Şahane tazyik içinde bulunduğu için biz durduk, tahammülün fevkinde tazyike düçar olduk. En nihayet bize dediler ki, efendiler, gayet ağır muameleye duçar olacaksınız, yani bizi Babıâliden süngü ile atacaklar. Bunu ihsas ettiler. Biz buna da tahammül edecektik, ancak o zaman Payitahthk İstanbul'da kalmazdı. Biz çekildik, bizden sonraki kabine bir iki gün teessüs edemedi. Bu kabinenin teşekkülü ile beraber benim temasa geldiğim gerek o kabine erkanından olan  ze­vattan, gerekse Harbiye nezaretinde bulunan bazı arkadaşlardan aldığım malu­mata nazaran o kabineye tazyik icra ettiler. Fetvayı veriniz diye. Nihayet o fet­vayı aldılar. Malumunuz veçhile o fetva Ingiliz süngüsüyle alınmış, Islamı sinesinde birbirine düşürmek için, ilk defa yazılmış acı bir vesikadır. Milletin hissi hakikatini ümit ederim ki, bundaki fecaati görecek ve bunun ehemmiyetini sıfıra indirecektir. [214]

Fevzi Paşa'nın bu açıklamalarından da anlaşılacağı üzere, bazı tarihçilerimizin dedikleri gibi eğer Vahdettin, İngilizlerle işbirliği yapıyor idiyse, İngilizler neden kendisine baskı yapıyorlardı. İnsan dostu olan  kişiye neden baskı yapar?

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Mustafa Kemal, Anadolu'da faaliyetlerini artırdıkça, İngilizlerin kolu Ankara'ya kadar ulaşamadığından baskılarını İstanbul'da bulunan Padişaha ve Hükümete yapıyorlardı. Bu durum Fevzi Paşa'nın açıklamalarından daha da iyi anlaşılıyor. Fevzi Paşa'nın bahsettiği fetva zanneder­sek, İstanbul Hükümetinde Şeyhülislam olan  Dürrizade Abdullah Efendinin fetvası olsa gerek. Dürrizade bu fetvası ile Mustafa Kemal ve arkadaşlarım âsî ilan  ediyor­du. Bu fetva bütün Anadolu'da neşir ve ilan  edilmiştir. Buna karşı daha sonra Diya­net İşleri Reisi olacak olan  Rifat (Börekçi) Hoca başkanlığında Meclis'teki ulemadan oluşan bir heyet de Meclis'in ve hareketlerinin meşru olduğuna dair bir fetva ile cevap vermişlerdir. [215])

Yine Fevzi Paşa'nın konuşmasında da belirttiği gibi Padişah, sık sık Anadolu ile irtibata teminini isterken, Anadolu'daki faaliyetleri gönülden desteklediğini göstermektedir. Zaten kendisi de daha sonra San Remo'da iken yaptığı açıklamada şöyle demektedir:

"-Ankara ile İstanbul arası birliği taşımak için çok fedakarlık yaptım. Fakat Sultanın gücünün ve Halifenin otoritesinden ayrılışını asla kabul edemedim ve ede­meyeceğim. Benzer ayrılık Müslüman kanununa aykırıdır ve İslam hükümetinin Pe­ygamber halefini yok etmeye yöneliktir. İmanları şüpheli bir avuç kişiye, halife me­selesini çözme hakkım vermeyi hiç kabul etmiyorum. Hele onu çözmek beş veya altı milyon Türke özgü değildir. Hilafetin kaderi hakkında, bütün dünyadaki üç yüz mi­lyon müslümanın karar vermesi gerekir. Buna göre, benim hakkımda Ankara tarafından alınmış keyfi kararı kabul temeyi reddediyorum ve de müminlerin emiri olaraktan yalnız ve tek kendimi kabul ediyorum." [216])

İstanbul'daki işgal kuvvetleri İstanbul ve Ankara'nın arasım açmak için elin­den gelen her çeşit şeytanlığı kullanıyorlardı. İstanbul'daki saray mensuplarına ve halka "siz kendi faydanızı, kendi zararınızı hissetmiyorsunuz, siz insanlık kılığından, kıyafetinden ve insanlık anlayışından mahrum kalmışsınız, bugün Anadolu'daki kuvvet nedir biliyor musunuz? Bu saltanatı doğrudan doğruya yıkarak bu saltanatın zerre kadar eserini bırakmamak isteyen, Bolşevik mezhebinde toplaşan Bolşeviklerdir. En büyük gayeleri, saltanatınızın esasını, kökünü yıkmak ve başka türlü yemden bir esas meydana getirmektir." [217]  diyerek beyinleri bu­landırmaktadırlar.

Mustafa Kemal'in niyeti, düşmanların dediği gibi Bolşeviklik değil, Cumhu­riyet yönetimini gerçekleştirmektir. Zaten bu niyetini daha Erzurum'da iken Mazhar Müfit Beye açmıştır. [218]  Ankara'da Meclisi açarak ilk adımı atmıştır. Bunun ardından Ankara hükümetinin kurulması gelecektir. Mustafa Kemal, Hükümet teşkilatı hakkında bir takrir vermiştir. Bu takrire göre:

1-    Hükümet teşkili zaruridir.

2-   Muvakkat kaydiyle bir Hükümet Reisi tanımak veya bir Padişah kayma­kamı ihdas etmek kabili tecviz değildir.

3-    Mecliste mütekasıt iradei milliyeyi, bilfiil mukadderatı vatana vâzıü'1-yed tanımak umde-i esâsiyedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin fevkinde bir kuvvet mevcut değildir.

4-    Türkiye Büyük Millet Meclisi teşrii ve icrai salahiyetleri camidir. Meclisten tefrik ve tevkil edilecek bir heyet umuru Hükümeti rûyet eder. Meclis Resi, bu heye­tin de reisidir. [219]

Bu takririn 2. maddesinde her ne kadar Hükümet Reisi tanımanın imkansız olduğu (daha önce bu konuyu açıklamıştık) söyleniyorsa da 4. maddedeki "Meclis Reisi bu heyetin de reisidir" cümlesinden çıkarılacak sonuç, dolaylı da olsa Hükümet başkanının Meclis başkanı olduğudur.

T.B.M.M. İcra Vekillerinin seçim şekilleri ile ilgili Kanunun (No: 3) 1. Madde­sinde "-Şeriye ve Evkaf, Sıhhiye ve Muaveneti içtimaiye, iktisat (Ticaret, Sanayi, Zira­at, Orman ve Maden), Maarif, Adliye ve Mezahip, Maliye ve Rusumat ve Defteri Hakani, Nafia, Dahiliye (Emniyeti Umumiye, Posta ve Telgraf), Müdafaa-i Milliye, Hariciye ve Erkanı Harbiye-i Umumiye işlerini görmek üzere Büyük Millet Mecli­si'nin on bir zattan oluşan bir İcra Vekilleri Heyeti vardır" denilmektedir ve bu vekil­leri de T.B.M.M. seçmektedir. [220]) 2 Mayıs 1336 (1920)'de T.B.M.M.'nde kabul edilen bu kanun sonucu oluşturuları  T.B.M.M. Hükümeti ile İstanbul Hükümeti'nin Anka­ra'ca, artık tanınmayacağı ortaya konuyordu. Daha sonra bu kanun 8 Temmuz 1338 (1922) tarihinde kabul edilen "İcra Vekilleri Sureti İntihabına Dair Kanun"un 1. Mad­desi ile şu şekilde değiştirilecektir: Madde 1"İcra Vekilleri Reisi ile İcra Vekilleri B.M.M. tarafmdan rey-i hafi ve ekseriyet-i mutlaka ile âzây-ı Meclis meyanından ayrı ayrı intihap olunur." [221])

Bu maddeden de anlaşılacağı gibi daha önce "... Makam-ı Saltanat aynı za­manda Makam-ı Hilafet olmak itibariyle Padişahımız cumhur-u İslâmın da reisidir... Bu esasa göre Anadolu'da muvakkat kaydıyla dahi olsa bir hükümet reisi tanımak veya Padişah kaymakamı ihdas etmek hiçbir surette kabili cevaz değildir," denirken bu defa bu kanun ile Hükümet başkam da ihdas edilmiştir.

T.B.M.M. Hükümeti kurulduktan sonra 7 Haziran 1336 (1920)'de T.B.M.M.'nde kabul edilen bir kanun ile (Madde 1) "İstanbul'un işgali tarihi olan  16 Mart 1336 (1920)'dan itibaren Büyük Millet Meclisi'nin tasvibi haricinde İstanbul'ca akdedilmiş veya edilecek bilumum muahedât ve mukavelât ve ukudât ve mukarrerât-ı resmiye ve verilmiş imtiyazât madenlerin ferağ ve intikâlâtı ile mütarekeden sonra akdedilmiş bilcümle muahedât-ı afiye ve doğrudan doğruya veya bilvasıta ecanibe verilmiş maadin (madenlerin) imtiyazatı ve maadin ferağ ve intikatı ile ruh­satnameleri keenlemyekundur." [222] [223]) diyerekten İstanbul'un yaptığı her tür antlaşma reddediliyor, kabul edilmiyordu. Bu madde ile T.B.M.M. tarafından, artık, İstanbul Hükümetinin varlığına son veriliyordu. Böylece Mustafa Kemal, Cumhuriyete doğru bir adım daha atmış oluyordu.

T.B.M.M. açıldıktan iki gün sonra 25 Nisan 1336 (1920)'de T.B.M.M.'nin Memlekete yayınladığı beyannamede, "...Millet Meclisi Halife ve Padişahımızı düşman tazyikinden kurtarmak, Anadolu'nun şunun bunun elinde parça parça kal­masına mani olmak, Payitahtımızı yine anavatana bağlamak için çalışıyor. Biz vekil­leriniz Cenab-ı Hak ve Resülü Ekremi namına yemin ederiz ki, Padişah ve Halife isyan sözü bir yalandan ibarettir ve bundan maksat vatanı müdafaa eden kuvvetleri aldatıları  müslümanların elleriyle mahvetmek ve memleketi sahipsiz ve müdafaasız bırakarak elde etmektir. Hind'in, Mısır'ın başına gelen halden mübarek vatanımızı kurtarmak için İngiliz çavuşlarının sizi aldatmak üzere uydurdukları yalana inan­mayın!" W denirken, aradan beş ay geçtikten sonra, artık, Meclis'in gizli oturum­larında halife ve hilafet konusu tartışılmaya başlanacaktır.

25 Eylül 1336 (1920) tarihli Meclisin gizli oturumunda Karasi Milletvekili Basri Bey: "Efendiler, evvel emirde şunu arz ve temin etmek isterim ki, bendeniz hi­lafet ve halife meselesini aynı mesele olarak telâkki edenlerden değilim. Yani mevki-i hilafeti işgal edip de hilafetin muktaziyatmı ifa etmeyen, bilakis müslümanı müslümana kırdıran bir adamın haşa halife-i meşru tanınmasına taraftar değilim"; derken daha ziyade İngilizlerin parası ve kışkırtmaları ile Ankara'ya karşı yapıları  isyanları, bütünüyle Padişah'a yüklemektedir ve hilafetin tarifini de; "Hilafetin en meşruu ve en doğru tabiri malûmu âlileri imamettir. İmamet demek ahkam-ı diniyeyi ikame, beyza-i İslamı muhafaza umur-u din ve dünyada hilafettir vekalettir" [224]) şeklinde yapmaktadır. Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi de: "Arkadaşlar, bu noktadan Cenab-ı Hak âdil, âkil, kâmil bir Padişah bir Halife-i Müslümin maatteessüm muahe­deyi imzalamakla kendi kendilerini hal, ettiler" [225]) derken Padişah'ı Sevr Antlaşmasını imzalamak suretiyle müslümanların halifesi olma özelliğini kendiliğin yitirdiğini söylemektedir. Vahdettin ise San Remo'da, Echo de Paris gazetesinden Paul Gordeaux'ya verdiği cevapta: "... değiştirmeksizin 24 saat içerisinde Sevr Antlaşmasının kabulunu veya reddini bize zorla kabul ettirdiler. Onu kabul etmiş göründüm, fakat tehdit ile kabul ettirilmiş olan  bu antlaşmanın uzun süreli olamaya­cağını biliyordum" demektedir. [226])

Yine aynı gizli oturumda Karahisarişarki Milletvekili Mesut Bey ise, "... bu hilafet meselesi yalnız Türkiye’ye ait değil, belki üçyüz milyon İslama aittir. Yalnız bizim sözümüzle iş bitmez..." demektedir. İkinci Meclis Başkanı Vehbi Efendi de: "Efendiler; üç yüz milyonu bize rapteden bir meseleyi burada müzakere etmek caiz değildir. Bugün Hindistan bizi İslamiyet nokta-i nazarından müdafaa ediyor", diye­rek hilafeti savunmaktadır. [227]) Bu gizli oturumda Mustafa Kemal ise:

"... Bundan sonra ihtiyacât bizi icbar ettikçe birçok mevadd-ı kanuniye şeraitı lâzımiyesiyle (isdar olunacaktır. Hilafet ve saltanatın) mahfuziyeti zaten birinci esasımızdır. Hakikaten düşündüğümüz halâs-ı hakikiye vusul için, arzettiğim veçhile makam-ı hilafet ve saltanat olan  merbutiyetimiz ve o makamın bütün şeriat-ı lâzımesiyle mahfuziyeti birinci esasımızdır. Bu İslam dünyasının istinatgâhı olan  bu makamı ihmal etmek hiçbir vakitte kâr-ı akıl değildir. Ve bunu bizden zorla almak mümkün değildir. Gayeye vusul için arzı ihtiyaç ve iftikâr eylediğimiz kuvvetler bi­rinci derece İslam dünyasıdır. Bu İslam dünyasının ikide birde Meclis-i Alinizin hila­fet ve saltanat, halife ve sultan meselesiyle iştigal etmesinde mehazir vardır. Bu mah­zurları şimdiye kadar füliyatiyle gördük. Bunu bizden zorla almak isterlerse her türlü mücahedeyi yaparız. İkide birde Meclis-i âlinizin (bu mesele üzerinde müzakere ve münakaşa açması caiz değildir kanaatindeyim. Bugün bu makamı işgal eden zat) bu millet ve memleket için hain bir adamdır. (Alkışlar) Müsaade buyuru­nuz beyim. Hain bir adamdır. (Alkışlar, bravo sadaları) Meclis-i âlinizde şimdiye kadar pek büyük ve cidden tarihî cüretler gördük. Maateessüf şimdi makam-ı hilafet ve saltanatı işgal eden zat bu millet için hain bir adamdır. İspat ettiniz ve bu milletin bütn mukadderâtına bütün manasiyle vaziülyed olduğunuzu ispat ettiniz. Bunun sa­yesinde bize bütün dünya, bütün düşmanlarınız atf-ı ehemmiyet etmektedirler. Bu Meclis cidden tarihî hizmet ve cesaretler göstermiştir. Bu tezahürat ile bir milletin mevcudiyetini izhar ettiniz. Dünyada büyük inkılap yapan ve büyük kuvveti olan  devletler, bilhassa bugün fevkalâde müsait şeraitle temas ve irtibat hâsıl olmuştur" demektedir. Diğer bir bölümde ise halife ile ilgili olaraktan şöyle demektedir:

"... Halife ve Padişah sıfatım takınmış olan  kimsenin bu milleti iğfal, ifsat etmek için bizzat iştigal eylediği birtakım teşkilât-ı mefsadetkârane vardır. Bu teşkilât o ifsadata kendisinde cüret gören bir adam merfudur ve merfu olacaktır. Bizi reddetmek akıl kârı değildir..." derken, diğer bir bölümde de: "... Yani biz kabul ediy­or ve herkese de ispat ediyoruz ki makam-ı hilafet ve saltanatı biz de hiçbir vakit başımızın üzerinden atmayız...” 76\ demektedir.

Mustafa Kemal'in bu gizli oturumda Vahdettin! açıktan açığa vatan haini olarak ilan  etmesine neden veya nedenleri sıralayacak olursak, önce T.B.M.M.nin açılmasıyla Mustafa Kemal ve yandaşlarının âsî ilan  edilmeleri; şakî olarak Anzavur gibi birine Mîr-i miranlık rütbesi verilerek Karasî mutasarrufluğuna getirilip, Anado­lu'daki Kuvay-ı Milliyecilerin başma musallat edilmesi(77); Padişah adına Kuvay-ı [228] [229] Milliye'ye karşı yurdun değişik yerlerinde isyanların başlatılması ve Sevr Antlaşmasının İstanbul'ca imzalanması gibi nedenler yüzündendir.

Padişah Vahdettin açısından olayı ele alırsak, Vahdettin, Milli Mücadele'ye atılanlar yüzünden Avrupa'nın sempatisini kaybettiğimizi, bu hareket yüzünden işgaller yapıldığı görüşündedir. [230]  Ayrıca, Mustafa Kemal'in de Meclis'te açıkladığı gibi, İngiliz ve Fransız propagandasına göre herşey bitmiştir ve Ankara'da herkes birbirinin başını kırmaktadır, inhilal etmek üzerelerdir; İstanbul bitmiştir, İstanbul ahalisi mahvolmuştur; artık Ankara'dakileri daha fazla kırılmaktan korumak gerek­tiğine İngiliz ve Fransızlar, İstanbul'dakileri inandırmışlardır. [231] [232]  Dahası Vatanın, Kuvay-ı Milliye ile kurtulacağına inananlar birkaç kişiyi geçmemektedir. Asker yok­tur, silah yoktur, para yoktur vs. Bunun için Sivas Kongresi'nde çoğunluk Manda ta­raftarı olduklarım göstermişlerdir. Zira Vatanı kendi imkanlarıyla kurtulacağına inanmamaktadırlar. 8  Üstelik bu kişilerin hepsi vatanperver kişilerdir. Vatanın kur­tuluşunu gönülden isteyen kişilerdir. Bunları çoğu subay veya üst mevkilerde görev yapmış kişilerdir. O günkü şartlar göz önüne alınırsa bu kişilere hak vermemek haksızlık olur. Çünkü daha önce askeri ve silahı olduğu halde 1911'de İtalyanlara karşı başarılı olamamış, arkasından patlak veren Balkan Savaşlarında çok daha iyi imkanlara sahipken, kendi içerisinden çıkan Balkan devletçiklerine yenilmiş; ondan sonra Birinci Dünya Savaşı anında Almanya, Avusturya-Macaristan ile birlikte giriştiği savaşta da yenilmiş; şimdi ise tek başma üstelik de askeri yok, cephanesi oyk, parası yok bir ülke; savaştan bıkmış usanmış, her şeyini savaşta yitirmiş; aç, sefil, zavallı Anadolu halkıyla İngiliz'e, Fransız'a, İtalyan'a, Yunanistan'a, Doğu'da Ermeniler'e vs. karşı nasıl olur da savaşı kazanabilirdi? O halde askerlikten anlamay­an ve Damat Ferid gibi bir akıl hocası olan, ayrıca sık sık İstanbul'daki işgal kuvvet­lerinin tehdidi altında bulunan Vahdettin’den, Anadolu'daki Kuvay-ı Milliyecilerin çalışmaları ile Vatanın kurtarılacağına inanmasını beklemek imkansız olmaz mı? Ayrıca işgal edilmeyen yerlerin de işgal edilerek elden çıkmasından korkması nor­mal değil midir?. Bu arada İstanbul ile birlikte tacmı ve tahtını da yitirmesinden kork­masında kendisi açısından doğal değil midir? Bu arada Ankara'da T.B.M.M.nin açılması ve İstanbul'u tanımayan bir T.B.M.M. Hükümeti kurulması; ayrıca da Bolşevikliğin getirileceği veya Cumhuriyet idaresi kurulacağı gibi propagandalar ile sonuçta tacım ve tahtım yitireceğini anlayan bir hükümdarın, iktidarım koruması için bir takım önlemler alması kendi açısından normal midir değil midir? Cumhuriy­et yönetimlerinde bile bir devlet başkanı kendi iktidarının tehdit edildiğini anladığı anda önlem almaz mı? Biz bu görüşlerimizi sıralarken niyetimiz Vahdettin! kayırmak değildir; tarafsız olarak akla gelen sorularla tarihe ışık tutmak istiyoruz. Yoksa Vahdettin hatasızdı demek istemiyoruz. Herkes hata yapabilir. Onun da hata­larım zaman zaman ortaya koyduk. Her iki Meclis-i Mebusanı da feshetmesi hata­ydı. Sevr antlaşmasının imzalanması hatadır, Anzavur gibi birine görev verilmesi hatadır vs. Yalnız o günün şartlarım da göz önüne alarak olayları tarafsız olarak değerlendirmek gerekir. Denize düşan yılana sarılır atasözünde olduğu gibi Vahdet­tin de bazan yılana sarılmıştır.

Mustafa Kemal, Teşkilât-ı Esasiye Kanununun kabul edilmesi ile, Cumhuriy­ete doğru bir adım daha atacaktır. 20 Kanunusani 1337 (1921) tarihli Teşkilâtı Esasiye Kanununa göre:

"Madde 1Hakimiyet bilakaydü şart milletindir. İdare usulu halkın mukad­deratım bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.

Madde 2icra kudreti ve teşri salahiyeti milletin yegane ve hakiki mümessili olan  Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti ” Büyük Millet Mecli­sinde tecelli ve temerküz eder.

Madde 3Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti "Büyük Millet Meclisi Hükümeti" unvanını ahr." [233]

Bu maddelerden de anlaşıldığı gibi artık T.B.M.M., bütün yetkileri eline almıştır. Yani halkın idaresi, dolayısı ile Meclis'in ve onun belirlediği Hükümet'in idaresi vardır, devletin adı da "Türkiye Devleti" olarak belirlenmiştir, böylece Os­manlI Devleti tarihe karışmıştır. Dahası bu maddeleri biraz daha derinlemesine düşünecek olursak, Osmanlı Devleti ile birlikte Osmanlı Saltanatı da kaldırılmıştır.

4Saltanatın Hilafetten Ayrılışı ve Vahdettin’in Durumu

Daha önce de bahsettiğimiz gibi Mustafa Kemal'in düşüncesi zaferden sonra Cumhuriyet kurmaktır. Padişah ve Hanedan hakkında ise gerekeni yapmaktır. Hatta halkın medeni milletler gibi giyinmesini sağlayacaktır; lâtin harfleri kabul edilecek­tir. Bütün bunları Mustafa Kemal, Mazhar Müfit Bey'e daha Erzurum'da iken 7-8 Temmuz 1919 gecesi söylemiştir.[234] O halde Mustafa Kemal'in Padişah ve Halifenin kurtarılması ve haklarının korunması gerektiği konusunda Meclis'te yaptığı konuşmaların nedeni o anda henüz Saltanat ve Hilafeti kaldırmanın uygun olmadığı yüzündendir. Mustafa Kemal zaman kollamaktadır. Zamansız bir çıkış yapmanın nelere mal olacağını hesaplamaktadır. Başlangıçta Halife ve Padişah taraftarı gibi görünerek, Halife ve Padişah taraftarlarını da kazanmaktır. Ama zamanı gelince ge­rekeni yapacaktır. Henüz fırsat kollamaktadır. Nihayet bu fırsat da eline geçmiştir. Vatan düşmandan temizlenmiştir. Mustafa Kemal, milletin gönlünde büyük bir kur­tarıcı olarak yerini almıştır. Bu arada Mudanya Ateşkesi de imzalanmış sıra Barış Antlaşmasına gelmiştir. İşte böyle bir anda, daha önce T.B.M.M. tarafmdan ortadan kaldırılmış olan  İstanbul Hükümetinin Sadrazamı olan  Tevfik Paşa'dan önce Musta­fa Kemal'e sonra da Ankara Büyük Millet Meclisi Riyaseti Celilesine birer mektup gelir. Mustafa Kemal'e gelen mektupta şunlar yazılıdır:

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

Biavnih-i Taalâ ihraz olunan muzafferiyet badezin İstanbul ve Ankara arasında tahaddüs etmiş olan  ihtilaf ve ikiliği kaldırmış ve vahdet-i milliyemizi temin etmiş olup ancak düvel-i müttefika ile aramızda musalaha henüz akdedil­memiş olmasından dolayı Avrupa şehirlerinden birisinde kariben inikadı derkâr bulunan sulh konferansında sabıkı veçhile her iki tarafın davet edileceği malûm bulunduğuna mebni selâmet-i milleyimize müteallik mevadd-ı mühimmenin ev­velce beynimizde müzakere ve tesbiti zımmmda istihzaratta bulunularak mezkur konferansta müttehiden hukuk-u milletin müdafaasına sarf-ı mesai edilmesi nezdi âlilerinde dahi rehini tasvip olunacağına kanaati kâmilen bulunduğundan olbabta taraf-ı senaverleriyle görüşüp anlaşmak üzere ahvale vâkıf ve emniyeti­nizi haiz bir zatın buraya gayet mahremane talimatı hamilen ve sürat-ı mümkine ile izamı mütehennadır efendim.

17. IX. 1338 (1922) Sadrazam Tevfik[235] [236]

Mektuptan da anlaşıldığı gibi Sadrazam Tevfik Paşa Avrupa'da toplanacak olan  Barış Konferansında milletin haklarım korumak için işbirliği yapalım demekte­dir. Mustafa Kemal, Tevfik Paşa'ya verdiği cevapta ise şöyle demektedir:

"Türkiye Devletinin aleyhinde her türlü teşebbüsü daima nazan dikkatte tutan T.B.M.M. Hükümeti, mukabil tedbirlerini düşünmüştür. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile şekil ve mahiyeti taayyün eden Türkiye Devletinin tarih-i teessüsünden beri Türkiye mukadderatına vazıulyed ve bundan mesul yalnız ve ancak T.B.M.M. Hükümeti olduğu, cihanca malum ve hâdisât-ı fiiliye ve muamelât-ı siyasiye ile müeyyet bulunmaktadır. T.B.M.M. ordularının ihraz eylediği muzafferiyet-i kafiyenin neticei tabiiyesi olmak üzere vukuu kariboları  konfe­ransta Türkiye Devleti yalnız ve ancak T.B.M.M. tarafından temsil olunur. Bu hakayık karşısında gayrimeşru ve gayri hukuki olduğu Meclis-i Alice mükerreren ifade ve ilan  edilmiş olan  heyetlerin veya bu gibi mensubinia şimdiye kadar biddefaaat vaki olduğu gibi bundan sonra da siyaset-i Devleti teşvişten mücanebet eylemeleri hususunun ne derece azîm mesuliyeti badi olacağı derkârdır efendim." 84)

Mustafa Kemal'in Tevfik Paşa'ya verdiği bu cevaptan da anlaşıldığı gibi işbirliği reddedilerek T.B.M.M. Hükümetinin bu işi tek başına yapmakla sorumlu olduğu söylenmektedir. Mustafa Kemal'e gelen yukarıdaki mektuptan ve Mustafa Kemal yazdığı cevaptan henüz T.B.M.M.nin haberi yoktur. Mustafa Kemal şahsına geldiği için bu mektubu ve yazdığı cevabı Meclise 30 Ekim 1338 (1922) gününe kadar yani onüç gün bildirmemiştir. Tevfik Paşa aldığı cevaptan tatmin olmamış olsa gere­kir ki bu kez de Ankara Büyük Millet Meclisi Riyaseti Celilesine, başka bir mektup yazar. Bu mektubunda da şöyle demektedir:

"Ankara Büyük Millet Meclisi Riyaset-i Celilesine

Gayet müstaceldir:       Dersaadet 29. X. 1338 (1922)

Konferansa Bâbıâli de, Büyük Millet Meclisi de davet olundu. Bâbıâli'nin ademi icabeti Devletin altı asrı mütecaviz zamandan beri müesses ve mahfuz olan  bütün âlem-i Islamm alâkadar olduğu hürriyeti tarihiyesini mahkumu indiras etmek, Büyük Millet Meclisinin ademi icabeti ise cihanın müştak ve muntazır olduğu sulhu akim bırakmaktır. Bu mühim mesuliyetleri bittabi ne Bâbıâli, ne Büyük Millet Meclisi kabul ve tahammül eder. Zaten Bâbıâli ile Büyük Millet Meclisi arasmda hakiki bir ikilik mutasavver olmadığı ve her türlü ısrar ve tazyika karşı Sevr Muahedesinin ademi tasdikinde mukavemet ve bu meyanda mu­vaffakiyeti vakıanın husulune bikaderilimkan hizmet eden Heyetimiz, Hakimiy­eti Milliyeyi tahkim ve tevsik suretiyle vahdet-i idareyi temin için müzakereye hazır olduğu halde mesaiyi harmiyenin bir sulhu nafii ile semeratı siyasiyesini iktitaf hengâmmda mücahede-i milletten ayn kalmayı ve bu sebeble bilittihat is­tihsali mümkün olan  menafi-i aliyei vatandan cüz'ü lâyetecezzasını bile ifâtayı asla tecviz etmez. Ayrılık şöyle dursun en ufak bir muhalefeti dahi reva görmez. Hatta payiâday-ı kat'î velevki istilâyı izâle yolunda seyfen mesaii cansiperane ve hüdapesnidane bulunaları  nefislerine tercih eyler. Binaenaleyh, ademiitilaf sebe­biyle Devlet ve Milletin başına maazallahü taalâ bir musibet-i uzma getirmek ve muavenet-i maddiye ve müzaheret-i maneviyelerine nail olduğumuz âlem-i İslamı müteellim etmekten ise menafi-i âliyei vatan uğrunda temin-i vahdet ev­velce vacip ise bugün farz olmuştur. Şu halde hem istikbâl-i memleket, hem müdaka-ı hukuk-u vatan hakkında müzakerede bulunmak üzere Büyük Millet Meclisice tayin olunacak bir zatın talimat-ı mahsusa ile hemen gönderilmesi has­saten temenni ve bu şık tensip buyurulmadığı halde heyetimizden Ziya Paşa Hazretlerinin oraya gönderileceği beyan ve cevabının telgraf ile bildirilmesi niyaz olunur."

Sadrazam Tevfik

Bu mektubun Meclis'te okunması üzerine ortalık elektriklenmiştir. Antalya Milletvekili Rasih Bey, Tevfik Paşa'nın, Türkiye Büyük Millet Meclisi diyeceği yerde Ankara Büyük Millet Meclisi demesini ateşli bir şekilde tenkit ettikten sonra, T.B.M.M.'nin milletin mukadderatını düşündüğünü ve ilk toplantısında Misak-ı Milli ile beraber ilan  ettiği beyannamede İslam âlemine karşı İslamm bayraktarlığım bırakmadığını; Hilafetin esarette olduğundan, esaretten kurtuluşuna kadar savaşmda devam edeceğini dünyaya açıkladığım Tevfik Paşa'nın bunu okuyup oku­madığım sorduktan sonra, Kanun-u Esasi'deki bir maddeyi Avrupa'nın papalarına, eski krallarına ait Kanun-u Esasilerden aynen kopya edilmiş olduğunu, ne ahkâmı şeriyye, ne hak ve ne de mantıkla hiç ilgisi olmayan bu maddenin "Riyasete gelecek zatın kutsal ve sorumsuz" olduğunu söyleyen madde olduğunu, oysa şer'i hükümlere göre her başkanın gözetici ve gözettiğinden de sorumlu olduğunu, söylemektedir.

Daha sonra söz aları  Erzurum Milletvekili Avni Bey ise, daha önce Sevr Antlaşmasına Bâbıâli çağrıldığı zaman T.B.M.M.'ni aramayan Bâbıâli şimdiki konfe­ransa neden çağırdığını sorduktan sonra, ben ulûmu şer'iye erbâbına sorarım sıfat-ı hilafette mahkumiyet var mıdır? Bugün âlem-i İslama da hitab ediyorum, zincirlere değil. Halifeye bağlanmak üçyüz milyon Müslümamn sesini bile boğmak olmaz. Müslümanlık, mahkûmiyet kabul etmez. Eğer halifeye bağlılıkları varsa yalnız dua ile olmaz biraz da maddiyat ile hilafet makamının neresi olduğunu görsünler... İslam âleminin kalbi bizim Halifeyi kurtarmak için çalıştığımızdan incinmez. İslam alemi­nin kalbi buraya bağlıdır, dedikten sonra, Hilafet perdesi altında, saltanat cinayetle­rine kadar kapı açmağa, ülkeyi karmakarışık bir hale getirecek gayri meşru sıfatlar takınmalara T.B.M.M. hiç bir zaman meydan vermeyecektir... Makamı hilafetin savu­nucusu da koruyucusu da biziz... Esir halife olabilir mi?... sonra bizim Hükümetimizde ruhanî, dsmanî gibi sıfatlar yoktur, şeklindeki konuşmalarıyla ten­kitlerini sürdürür", demektedir.

Diyarbekir Milletvekili olan  Nafia vekili Fevzi Bey ise, Sevr Antlaşmasını im­zalayan Bâbıâli'nin artık böyle bir barış konferansında milleti temsil etme hakkının olamayacağını söyledikten sonra, Makam-ı Hilafetin esaret altında olduğunu, bunun için de onu ancak T.B.M.M.'nin koruyabileceğini, artık bundan sonra milletin salta­nat sevdasında olanların arkasında koşmayacağını söyler. [237] [238]

Kırşehir Milletvekili Yahya Galip de, efendim Tevfik paşanın Yüce Meclis'e yazmış olduğu telgrafı okuduğum zaman hayret göstermedim, çünkü benim için ke­sinlikle oluşmuş bir düşünce vardır ki: İstanbul'da bulunan ve ismine Halife denilen o herifle kim temas ederse mutlaka insanlıktan tecerrut eder... Bu herifleri, bu telgrafı yazmaya cesaretlendiren hal, bizim ilişkiyi onlarla hemen kesmememizdendir. Nedir vücûdunun manası? Nedir İstanbul'daki o hünkarın vücûdu nedir?......................................... Halife olarak

bir adam yoktur. İstanbul'da halife denilen adam, İslam dini ile alâkadar değildir. O halife olsa olsa devamlı nasihat aldığı Papaz Feru'nun halifesi olabilir. Müslümanların böyle bir halifeleri yoktur. Biz bunu açıkça söylemeliyiz. Bu mahlû'dur, bunu açık söylemeliyiz. Kabahatin büyüğü bizdedir. Açık söylemediğimizden dolayı... Büyük Millet Meclisi her işe elkoymuştur, hilafet de onundur, her idare onundur, milletin vekili onlardır... [239]

Sinop Milletvekili Dr. Rıza Nur ise şunları söyler:

"Efendiler, arkadaşlarımız, meselenin bazı kısımlarım şerh ve tafsil ettiler. Diğer bir kısmı var ki, şimdiye kadar İtilaf Devletleri Türkiye'de iki hükümet var olduğu inananda bulunuyorlar. Ve asıl temel konu da bu oluyor. Eskiden beri nota­lar veriyor. Nitekim bu defa da aynı yola başvurmuşlardır ve bunda tabii düşmanlarımızın menfaati vardır. Bundan tabiatıyla birçok istifadeler ümit ediyorlar ki, bu yola başvuruyorlar. Onun için bugün Türk Milletine ve bu Devlete düşen görev, bu konuyu çözmesidir. Burada bir Hükümet mi var, iki Hükümet mi var? Bunu herkese göstermelidir. Esasen Ankara'da Türk Milleti bundan üç sene evvel toplandığında ve T.B.M.M.ini topladığında kararını vermiştir ki, hakimiyet, milletin­dir ve Türkiye Hükümeti buradadır. Öyleyse, o eski Osmanlı İmparatorluğu münkariz olmuştur. Yerine dinç ve milli bir Türkiye Devleti doğmuştur ve bütün ha­kimiyet ondadır. O halde İstanbul'da hakimiyete sahip bir hükümet yoktur. Olay şu ki, orada biz hükümetiz, diye iddia eden bir heyet vardır. Fakat Hükümet olmak için gerekli vasıtaya, evsaf ve meziyetlerin hiçbirisine hukuken malik değillerdir. Bir defa kendisini savunamaz. Elinde bir gücü yoktur. Kendisini besleyemez ve yabancılar elinde esir bulunuyor. Onun için bendeniz bu konuda takrir hazırladım ve Başkanlık Makamına sundum Başkanlık Makamından rica ediyorum, o takrir okunsun" 9

Hakkari Milletvekili Mazhar Müfid ise,... Konferansa Bâbıâli'nin davet edil­diğini bendeniz bilmiyorum, zannediyorum ki, Bâbıâli'nin konferansa daveti vaktiy­le Damat Ferid'in İngilizlerle Yıldız'da oturan Vahîmeddin Efendi ile, lisanım dönmüyor Vahdettin Efendi ile... Hem okuyup yazma bilene efendi derler. İşte Vahimeddin Efendinin, Damad Ferid’in, İngilizlerle yaptığı sözleşme icabmdan olsa gere­kir. Böyle değil ise bizim Mudanya'daki Askeri sözleşmemiz gereği bunların çağrılması gerekmezdi. Ne için Mudanya'da Askeri sözleşme yapıhrken Bâbıâli çağrılmamıştır... şeklinde konuşmalarım sürdürür ve Beyefendiler burada bir hata var, adem kellesi fazladır. Bendenizce itilaf olduğu dakikada onların başına Allah korusun büyük bir felaket gelir. Onlar böyle itilaf ile fiları  anladılar ki pabuç pahalı, galiba kellelerini, hayatlarını kurtarmak için bu yollara dökülüyorlar... O Vahimeddin Efendiye şunu söylemek gerekir. Burada milletin hakkı hakimiyeti için, kutsal dini için döktüğü kanın henüz buharı, harareti geçmemiştir... Artık Vahîmeddin Efendinin hiç yeri yoktur. Milletin hakimiyetine karışamaz. Hakimiyet hakkı, kanım onun için döken Muhterem Ulu Milletindir. Başka kimsenin olamaz... 91  demekte­dir.

Konuşması sırası Kazım Karabekir Paşa'dadır ve şu konuşmayı yapar:

"İstiklal Harbimizde düşmanlarımızın çalışmalarım kolaylaştıran ve milleti­mize karşı her fenalığı yapmaktan çekinmeyen bir topluluğun bugün de şanlı barışımızı bozmak ve karıştırmak için aynı fenalığa karşı adım attığım görüyoruz. Pis ruhlar gibi karşımıza çıkan bu Şehinşah Vekilleri Heyeti eğer İstiklal Harbinin başlangıcında yalnız orada değil Şark'ın en ücra yerlerine ve en masum halkın arasına kadar fesat ellerini salmasaydı, hatta benim kıtalarımın, benim karargahımın içine kadar Ferid Paşa mel'ûnu zehirli mektuplar göndermemiş olsaydı; bugün bu şerefli günlere biz iki sene evvel kavuşacaktık. Bugün bu adamların bizimle beraber barış salonuna hatta kapısına kadar girmesine pek büyük bir şiddetle karşı koy­malıyız. Zira bizim bu kutsal çatı altındaki feryadımızı, bizim milletimizin akan kan­larını, masumiyetlerini biz, dünyaya gereği kadar duyuramıyoruz. O halde eğer bu herifler bizim şanlı milletimizin şanlı Barış Heyeti ile Avrupa'da görünecek olursa bütün dünyanın düşüncesine; işte Türkiye denilen iki güç vardır, analarında birlik yoktur, şeklini vereceklerdir. Bunlar yazdıkları şeyde Bâbıâli kelimesini, Büyük Mil­let Meclisi'nden önce sunacak kadar şeytanlığı da bırakmıyorlar... Birinci Ferid Paşa dönemi kapandıktan sonra ikinci Tevfik Paşa perdesi açılıyor. Bunlar birer kukla, birer karagöz gibi anlayışsız, vicdansız birtakım insanlardır. Öyleyse gerek fetvaları ve gerek bu haberleşmeleri, ihanet dosyasına koymakla beraber, bugün T.B.M.M. kesin emriyle ve ilk fırsatta İstiklal Mahkemesi ile bu adamlara gerekli işlemi yap­malıdır. Bugün İstanbul'un milyonla mazlum insanları bizimle beraberdir. Ve inliy­orlar. Bunun üzerine zannediyorum ki, buradan çıkacak ufak bir işaretle bu mel'ûnları ayaklar altıda çiğneyecektir. Bu telgrafın metninde; eğer Bâbıâli gitmezse, İslam aleminde büyük bir tesir yapacağı beyan ediliyor. Umumi Harpte Cihad ilan  edilmiş iken, kendi şahsıma ve kumandan olarak söylüyorum, gerek Çanakkale'de, gerek Irak'da sürekli İslam askeriyle savaştım. Halbuki bugün İstiklal Savaşını ya­parken ve aleyhimize bir cihad fetvası çıkarmış iken Şark'ta İslam kardeşlerimle en yakın temasta idim. Onlar ilk ellerini bize, Anadolu milletine uzatmışlar ve İstanbul Hükümetini tel'în etmişlerdir. Demek oluyor ki oradan çıkan cihad fetvalarını değil, milletin birliğinin, milletin ruhundan doğan azim kıymeti vardır. İşte buna en güzel örnek İran, Afgan gibi İslam kardeşlerimizin Ankara'da bulunmalarıdır. Milyonla İslam ehli bugün üç beş pisi lânetliyorlar. Bütün şehitlerimiz, bütün gazilerimiz, ay­aklan, bacakları kopmuş kardeşlerimiz bu adamları lânetliyorlar, bu kadar felaketli günler geçirdikten sonra, onların telgraflarının hala bir kabus gibi millet üzerine çöken bu zulümlerini, sessiz sadasız bırakmamalı, onların hiç olduğunu bütün İslam alemine göstermeli ve kesinlikle barış yerine bunların ayaklarını artırmamaya çalışmalıyız. "(92)

Muş Milletvekili Hacı İlyas Efendi de, Tevfik Paşa'nın yazdığı mektubu "körlük paçavrası, basiretsizlik vesikası, hayasızlik ve ihanetin son bir kağıdı" olarak nitelendirdikten sonra bir an evvel zavallı mabetlerimizi, mescitlerimizi, milletimizi şu lanetlenmişin adıyla pislememek üzere buna son veriniz", demektedir. [240] [241]

Mersin Milletvekili Salahaddin Bey'in ise yaptığı konuşma oldukça ılımlıdır:

"Muhterem efendiler sözkonusu mesele İstanbul'da, BabIâli'den barış görüşmesine katılma talebidir. Bu, bir temennidir. Yüce Heyetiniz Türkiye sınırları içerisinde oturan Türk milletinin temsilcisidir. Yüce Meclisin ilk açılışında bu Meclis ilk oturumunda verdiği kararla daha sonra 18 Temmuz 1336'da ettiği yeminle, Misak-ı Milli sınırları içerisindeki milleti, vatanı kurtarmayı ve saltanat denilen ma­kama gerekli hukuku zamanı geldiğinde kendisinin belirleyeceği esaslar içerisinde ve kendisinin vereceği haklar miktarında vazifelendireceğini zaten karalaştırmıştı ve zaten Yüce Meclisin ilk oturumunda okunup oybirliği ile kabul edildiği mezkûr olan  ifadeler bundan ibarettir. Şu hale göre memleketimizin idaresinde uygulamak iste­diğimiz esas, milletin hakimiyetidir... Bu müracaata resmi bir mahiyeti yoktur. Bunun özel bir mahiyeti vardır. Şimdiye kadar olduğu gibi bu milletin emellerini, bu milletin birliğini ve o birlik içerisindeki tam istiklalini temine çalışmış ve başarılı olmuş ve bundan sonra da Büyük Millet Meclisi'nin kendisine amaç edindiği nokta ki mülkü, yani Mısak-ı Milli içerisinde belirlenmiş olan  yerleri kurtarmak ve milli ha­kimiyet esasını sağlamak ve böylece Hilafet ve Saltanat Makamım da meşru ve ge­rekli gördüğü ve Milli hakimiyet esasına dayanarak oluşturuları  idarede meşru olan  hakları  vereceğini belirlediğine göre millet, yani halen ve gelecek Türk milletinin, vahdetini, kudretini idaresinde temin etmeyi taahhüt etmiş ve idareyi düzenlemek konusunda üzerine almış olan  Büyük Millet Meclisi buna karar vermiş, daha sonra bunu çeşitli suretlerle teyit etmiş olduğundan da Yüce Meclisin vermiş olduğu karar­ların dışında olduğunu, cevaptan müstağni olduğunu ve bunun üzerine milletin kendi bildiği gibi doğrudan doğruya kendi gücüne ve kendi Hükümetine istinaden yapılması gerektiğini, bundan dolayı gündeme geçilmesini teklif ederim..." [242]

Selahattin Beyden sonra söz aları  Kırşehir Milletvekili Müfit Efendi'nin konuşması ise özetle şöyledir: ...23 Nisan 1336 (1920) tarihinde bu çatının altında top­landığımız zaman aldığımız kararlar İstanbul'daki Hükümete, İstanbul'daki padişaha isyan değil, milletin hakimiyetini, milletin istiklalini, milletin varlığını bu Umumi Harb sonunda İstanbul'dakilerin imza ettikleri Sevr Antlaşmasıyla mahvet­mek istediklerini bütün dünyada var olan  medeni devletlere ilan  etmiştik. Bizi onla­ra karşı isyan etmiş şekilde ilan  ettiler İsyan etmedik hakkımızı istiyorduk... Biz bu­rada toplandığımız gün demiştik ki, gerçeği anlayamamıştık, hilafet makamı İstanbul'un işgal edilmesi itibariyle esarettedir. İstanbul'un yabancılar tarafından, Ateşkese aykırı olarak işgal edilmeleri yüzünden orası esarettedir onu da kurtara­cağız. Çünkü bu millet hilafet makamı olmadıkça, kendilerinin bir halifesi bir İmamı olmadıkça yaşıyamayacağmı bildiği için, orasını kurtarmak için çalışacağız. Biz onun kurtarılması için çalışırken öbür taraftan fetva veriyorlardı. "Anadolu'da toplanan, Ankara'da toplanan Büyük Millet Meclisi âzâları katiyen ve katibeten âsîdir, bâğîdir, sultan'a baş kaldırmışlardır, idam lazımgelir, kanları hederdir" demiş ve bütün müslümanları bize karşı teşvik ve tahrik etmişti... Biz birliğimizi sağlamışızdır. Birliğimizi sağlamaya ihtiyacımız yoktur. Kendilerine verilmesi gereken cevap, vata­na hiyanet cezasım işlediklerini kendilerine bildirmekten ibarettir. 95

Daha sonra söz aları  ve o zaman İcra Vekilleri Heyeti Başkam olan  Rauf Bey (Orbay) ise Tevfik Paşa'nın telgrafı ile ilgili olarak telgrafı okuduğu zaman işgal alfanda olan  İstanbul'da oturan insanların bu ülke ve bu milletin başma getirdikleri felaketi hatırladığını belirterek Birinci Dünya Savaşı sonunda ateşkes yapılınca düşman kuvvetlerinin İstanbul limanına geldiği anda, milleti unutarak, düşman kuvvetlerine dayanaraktan, Milli Hakimiyet temsil eden, milletin tek teşkilatı olan  Meclisi kapatarak hata yapan kişinin de bugün bu telgrafı gönderen zat olduğunu söyler. Daha sonra baskılar sonucunda seçim ilanım zorunlu olarak kabul eden İstanbul'daki heyetin yeniden Meclisin İstanbul'da toplanması istemesiyle Medis'in yeniden İstanbul'da toplandığım ve İstanbul'da toplanan Meclisin ilk milli kararını, yani mütevazi ve meşru olan  ilk milli kararını verdiği anda, saldırıya uğradığını, basıldığım ve Merkez Kumandanlığmca kapatıldığını, açıktladıktan sonra İstanbul'da mahalli yönetim olarak toplanan heyet ve bütün dünya bilmelidir ki, İslam ve Türkiye halkı iğfal edilmiyecektir, İslam ve Türkiye halkı istiklalim almıştır, kimseye vermemiştir ve vermeyecektir, gerekirse her çeşit yola başvurarak ve kısa zamanda elde etmiş olduğu istiklalini bir kez daha dünyaya ispat ve tasdik ettirecek­tir, diyerek sözlerini bitirir. [243]

Ankara Milletvekili Ali Fuat Paşa ise, "Milli Mücadeleye başladığımız tarih­ten bugüne iki düşmanınız vardı. Biri dıştan geliyordu. Öteki ise İstanbul'dan doğuyordu. İstanbul’dan maksadım Padişah, Saray ve Bâbıâlidir. Cephede süngülerimizle kesin bir zafer kazandığımız halde, İstanbul entrikası son bulmuyor. Öyleyse bu konunun bence ifade edilecek zamanı gelmiştir. Benim düşünceme göre düşmanların sonuncusu da bugün halledilmelidir", demektedir. [244]

Daha sonra söz aları  İstanbul Milletvekili olan  Dahiliye Vekili Ali Fethi bey'in yaptığı konuşmasım özetleyecek olursak Ali Fethi Bey de, Türkiye Büyük Mil­let Meclisi Hükümetini, İstanbul'daki kişilerin henüz meşrû bir Hükümet olarak tanımadıklarını ve kendilerinde bu meşrû ve Milli Hükümetin kaderini kontrol etmek, emir vermek, nüfuz etmek yetkisini gördüklerini söyledikten sonra; Bâbıâli'nin, kendi kişiliğini ve sarayın kişiliğini ileri sürerek milletin başma bela olmak için vesile aradığını; her ne vakit millet gözünü açmış ve istiklalini elde etmek istemiş ise, her zaman bu Bâbıâli zihniyetinin ve saray zihniyetinin ona sed çektiğini, dile getirir ve Cenabı Hakka şükürler olsun ki bu defa bunların bütün etki ve nüfuzundan kurtularak milletin rüştünü ispat etmiş olduğunu da söyleyerek,"Türkiye Büyük Millet Meclisi" Hükümetinden başka hiçbir heyetin söz söylemeye hakkı olmadığını aleme kuvvetli bir şekilde açıklamazsanız, elbette, düşmanlarımız bizi barış masasında zayıf düşürmeye çalışacaktır. Bu yüzden vatanî görev olarak Millet Meclisi bu müşaverelerini, bu akidesini ilan  etmeli ve artık bu entrikalara sed çekilmiş olduğunu dünyaya bildirmelidir", diyerek sözlerini bitirir. [245]

Erzurum Milletvekili Nusret Efendinin açıklaması tarihidir ve oldukça ilgi çekicidir ve şöyledir:

"Peygamber Efendimizin ölümünden bir iki gün önce, hasta yatağında yatıyorken, etrafını çevreleyen ashabı ve ailesi, Peygamberlerin durumunu gözetlerken, o anda Peygamber  (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gözlerini açtı ve bana bir kalem ve kağıt geti­rin buyurdular. Peygamber, kâtibi olan  Zeyd b. Sabit’e, siz bana bir kalem ve üzerine yazı yazılacak birşey getiriniz, ben size bir vasiyet yapayım ki, benden sonra kesin­likle sapıklığa düşmeyesiniz dedi. O sırada Hz. Ömer, sol tarafında bulunuyordu. Hz. Ömer: "Humma hastalığı Hz. Muhammedi sıkıştırmıştır, Onu kendi haline bırakınız", dedi. Hz. Peygamberin yazdırmak istediği şey böylece yazılmadı. Ertesi gün Peygamberimiz Efendimiz vefat etti. Vefatı üzerine Benî Sekîf Mescidinde bütün Muhacirler ve Ensar toplandı. Benî Sekîf'te iki taraf da sizden bir Halife, bizden bir halife olsun dediler. Bu söze Hz. Ebû Bekr, hayır olamaz cevabmı verdi. Buhari'de, İmamet bahsinde de yazıldığı gibi, bir mülkte, yani bir sınır içerisinde iki imam ola­maz. Eğer iki imam olursa ikisinden birisini öldürünüz. Bu Peygamberin emridir. Sonra sizden bir emir ve bizden de bir emir olsun dediler. Bu da olmaz dedi ve "hulefa Kureyştendir" buyurdu. Ayrıca bir siyaset yaparak, biz emir olacağı, siz vezir olacaksınız, dedi. Bu bir şer'i siyasetti. Böylece mesele çözülmüş oldu. Bu, Hz. Ebû Bekr'in seçimidir. İkinci seçim ahit suretiyle olmuştur. Yani Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer'e "Benden sonra aday Hz. Ömer'dir" diyordu. Çünkü ilmen, irfanen ve fazileten yüksek bir insandır, ben size onu aday olarak gösteriyorum. Eğer siz ona biat ederseniz o, sizin emirülmümininizdir. Buna "ahden" hilafet denir. Üçüncü seçim şekli de, Hz. Ömer'in ölümü anında, halife seçimini şûraya gidilmesi değil, yani o şûra azasmdan birisi seçilsin, istemiştir. Hatta oğlu, "niçin birisini tayin etmiyorsun, Ebû Bekr'in yaptığı gibi sen de tayin yap" deyince, "hayır, ben sağlığımda omuz­larımın üzerine aldığım yükü öldükten sonra ruhumun üzerine asla alamam; bu, ağır bir şeydir ve teberri ediyorum, altı kişi arasında kimi isterlerse onu yapsınlar" demiştir. Böylece Hz. Osman seçilmiştir. Dördüncü seçimde ise Hz. Ali'ye biat vukubulmuştur. Hz. Osman'ın şehit edilmesinden sonra küçük Asya'da, Orta Asya'da ve Irak'ta, Suriye'de, Hicaz'da zaman zaman ortaya çıkan, müslümanlar arasındaki sürtüşmeler ve ihtilaller hilafet meselesi yüzünden olmuştur. Hilafet zaman zaman siyaset aleti olmuş, hatta bundan 300 yıl öncesine gelinceye kadar Asya'da siyasetler fırka çekişmeleri, mezhep ve din şeklinde tecelli etmiştir. Bugünkü Siyasî ayrılıkların, bundan önceki İslam topluluklarında İslam hükümetleri arasında bir mezhep, mezhep ayrılıkları halinde, yani her biri bir mezhep kisvesine bürünerek, o şekilde aralarında mücadele ederek gelmelerindendir... ")

Nusret Efendi'nin yaptığı konuşma, gerçekten, büyük ilgi ile dinlenmiştir; T.B.M.M. de hilafeti kaldırırken buna benzer bir karar almıştır.

Bu konuda son konuşmayı yeni Hariciye Vekili seçilen Edime Milletvekili İsmet Paşa (İnönü) yapmıştır, ismet Paşa konuşmasında, Türkiye'nin bu telgrafla yapıları  başvurunun resmî bir mahiyeti olmadığım, Türk Miletiyle bir barış konfe­ransı akdedebilmek için, Türkiye'nin meşru ve gerçek temsilcileriyle karşı karşıya bulunmak gerektiğini, önce de, İstanbul'da birtakım heyetlerin ve bu telgraf sahibi­nin arkadaşlarının, millete muhik kararname isteklerini kabul etmekliğimiz bundan başka çare olmadığına inanmamız için aracı olduklarım, uğraştıklarım, başvuruda bulunduklarını ve böylece yabancılara da birçok ümitler verdiklerini, belirttikten sonra ilgili Devletlere, "Türkiye'nin Barış Konferansına ancak T.B.M.M. temsilcisini göndereceğini ve Türkiye temsilcisi olarak başka yerlerden temsilci gelecek olursa, onların katılmalarının, kendilerinin katılmalarına engel sayacaklarını ve Mudanya Konferansı hükümlerinin de bu şekilde bozulacağını söylediklerim..." açıklamaktadır. 10

Sadrazam Tevfik imzası ile gelen telgraflar üzerine Osmanlı Devletinin gele­ceği ve Hilafet konusu hakkında açıları  Meclis görüşmesinin üçüncü oturumunda [246] [247] yapıları  konuşmaları yukarıda özet olarak verdik. Bu oturumda Mustafa Kemal konuşma yapmamıştır.

Bu üçüncü oturumda, konuşmalar bittikten sonra verilen önergiler (takrir) okunur. Bu önergelerden bazıları şunlardır:

Bu önergelerden Lâzistan Milletvekili Osman Bey'inki şudur:

T.B.M.M. Riyaseti Celilesine

İstanbul'da el'an kendisini Sadrazam telâkki ve tahayyül eden Tevfik Paşa'dan mevrut telgrafname okundu. Mezkur telgraf namedeki ifade tahlil edilirse güya Bâbıâli'nin konferansa ademiicabeti altı yüz senelik Makam-ı Hilafet ve Salta­natın hukukunun ademimüdafaası gibi bir endişeyle yazıldığı görülür. Makam-ı Hi­lafetin tahlisi ve takriri Büyük Millet Meclisinin umde-i esasiyesinden olduğuna göre bu nâbemehal endişelere lüzum olmadığı gibi esasen meşgul bir toprakta kendilerin hükümet süsü veren herhangi bir zümrenin vaziyeti hukukiye ve siyasiyesi olmayıcağmdan mezkûr telgrafın hıhz ve iptaliyle konferansta Türkiye'yi ancak B.M.M.nin meşrû mümessilleri temsil edebileceğinden ruzmane-î müzakerâta geçilmesini teklif ederim. [248] [249]

Diyarbekir Milletvekili Haa Şükrü Bey:

Riyaseti Celileye

îslam mukaddesâtına ve İslamiyete karşı şeytandan daha şeni olarak son asırda mütecâviz bir Loyd George türemişti Meğer şeytandan Loyd George'dan daha şeni alçaklar varmış. Sorar mısınız? İşte bu vesikayı yollayan ve düşünenler, öyle ise başta Vahdettin olduğu halde besmele ile bunları bilûmum İslamların taşlamalarını teklif ederim. 102)

Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi:

Sevr Muahedesini kabul ve imza ettiği andan itibaren Padişahlık ve Halife­likten kende kendini hâl'etmiş bulunan taçlı hain hakkında hâl'in gayri bir esasta Şer'iye Encümenince bir karar ittihazı ve Meclise arz olunmasını teklif ederim. 103

Sinop Milletvekili Dr. Rıza Nur ve içlerinde Mustafa Kemal’in de bulunduğu 78 arkadaşının Osmanlı İmparatorluğunun münkariz olduğuna ve yeni Türkiye Hükümetinin onun varisi bulunduğuna ve Makamı Hilafetin esâretten kurtulacağına dair takriri, ise şöyledir:

B.M.Meclisi Riyasetine

Birkaç asırdır Saray ve Bâbıâli'nin cehalet ve sefaleti yüzünden Devlet ve mil­let âzim felaketler içinde müthiş bir surette çalkalandıktan sonra nihayet hufre-i inkıraza atılmış bulunduğu bir anda osmanlı İnparatorluğunun müessis ve sahib-i hakikisi olan  Türk Milleti Anadolu'da hem haricî düşmanlarma karşı kıyam etmiş ve hem de o düşmanlarla birleşip millet aleyhine harekete gelmiş olan  Saray ve Bâbıâli aleyhine mücahedeye atılarak Ankara'da  B.M.M. ve onun Hükümet ve ordularım bitteşkil haricî düşmanın Saray ve Bâbıâli ile fiilen ve müsellâhan ve malum müşkülat-ı şedide ve mahrumiyet-i elîme içinde cidale girişmiş ve bugünkü halâs gününe vâsıl olmuştur. Türk Milleti Saray ve Bâbıâli'nin hiyanetini gördüğü zaman Teşkilât-ı Esasiye Kanununu ısdar ederek onun birinci maddesiyle hakimiyeti padişahtan alıp bizzat millete ve ikinci maddesiyle de icrai ve teşrii kuvvetleri onun yed-i kudretine vermiştir. Yedinci maddeyle harb ilam, sulh akdi gibi bütün hukuku hükümraniyi milletin nefsinde cemeylemiştir. Binaenaleyh, o zamandan beri eski Os­manlI İmparatorluğu münhedim olup yerine yeni ve milli bir Türkiye Devleti, yine o zamandan beri Padişah merfu olup yerine B.M.M. kaim olmuştur. Yani bugün İstanbul'da bulunan heyet mevcûdiyetini usulen himaye edecek hiçbir meşru ve gayri ecnebi kuvvete, müzahereti milliyeye malik olmayıp zilli zail halindedir.

Millet eski (otokrat) hükümet-i şahsiye ve saray halkı ve etrafının sefahat-ı esası üzerine müesses bir saltanat yerine asıl halk kitlesinin ve köylüsünü hukukunu himaye ve saadetini tekeffül eden bir Halk Hükümeti idaresi tesis ve vaz'etmiştir. [250] [251] Hal böyleyken İstanbul'da düşmanlar ile teşrik-i mesai etmiş olanların el'an hukuk-u Hilafet ve saltanat ve hukuk-u Hanedandan bahseylemelerini görmekle müstağrak-ı hayret bulunuyoruz. Tevfik Paşa'run telgrafı kadar garip ve adp ve hilaf-ı mavaka' bir vesika tarihte nâdir görüşmüş şeylerdendir. B.M.M.'nin buna cevap vermesini, bi­naenaleyh herveçhi atî kararın ittihazını talebederiz.

1-    Osmanlı İmparatorluğu otokrasi sistemiyle beraber münkariz olmuştur.

2-    Türkiye Devleti namiyle genç, dinç, Milli Halk Hükümeti esasları üzerine müesses Büyük Millet Meclisi Hükümeti teşekkül etmiştir.

3-   Yeni Hükümeti münkariz Osmanlı İmparatorluğu yerine kaim olup onun hudud-u milli dahilinde yegane varisidir.

4-   Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ile hukuku hükümrani milletin nefsine veril­diğinden, İstanbul'daki Padişahlık mâdum ve tarihe müntekildir.

5-   İstanbul'da meşru bir hükümet mevcut olmayıp İstanbul ve civan da B.M.M.'ne aittir. Binaenaleyh oraların umumu idaresi de B.M.M. memurlarına tevdi edilmelidir.

6-    Türkiye Hükümeti hakkı meşru olan  Makam-ı Hilafeti esir bulunduğu ec­nebiler elinden kurtaracaktır. [252]

Hilafet ve Milli Hakimiyet hakkındaki Rıza Nur ve arkadaşlarının verdikleri bir önerge oylanır 136 kişiden 132 kişi kabul, 2 kişi red (Karahisari Milletvekili İsmail Şükrü Efendi ve Lazistan Milletvekili Necati Efendi), iki kişi de çekimser oy kullanır. Yalnız Meclis'te yeterli sayı olmadığından yeniden oylama yapmak üzere oturum (31 Ekim tatil olduğundan) 1 Kasım 1338 (1922) gününe ertelenir.

Bu arada Meclis'e Mersin Milletvekili Salahattin Bey ile arkadaşları da bu ko­nuda bir önerge verirler. Bu önerge şöyledir:

Riyaseti Celileye

Esbab-ı mücibesi şifahen arz olunacak mevâd-ı âtiyenin kabulunu teklif ede­riz.

1-    Teşkilâtı Esasiye kanunu ile Türkiye Halkı, hukuku hakimiyet ve hükümranisini mümessil-i hakikisi olan  Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin şahsiyet-i manevisinde gayri kabili terk ve ferağ olmak üzere temsile ve bilfiil istimale ve irade-i milliyeye istinat etmiyen hiçbir kuvvet ve heyeti tanımamağa karar verdiği ci­hetle Misak-ı Milli hudutları dahilinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinden başka şekl-i hükümeti tanımaz. Hakimiyet-i şahsiyeye müstenit olan  İstanbul'daki Şeklî Hükümeti tarihe müntakil addetmiştir.

2-    Hilafet, Hanedan-ı âlî Osman'a ait olup Halifeliğe Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafmdan bu Hanedandan ilmen ve ahlaken erşat ve eslah olanı intihap olu­nur. Türkiye Devleti Makam-ı Hilafetin istinatgahıdırP°5)

Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarının hazırlamış oldukları önergenin yalnızca 6. Maddesinde 'Türkiye Hükümeti meşru hakkı olan  hilafet makamının esir bulun­duğu ecnebilerin elinden kurtaracaktır" denmektedir. "Hilafetin Osmanlı Ailesine ait olduğunu" veya olacağma dair bir madde yoktur. Rıza Nur’un önergesine göre her­hangi biri de halife olabilirdi. Özellikle Mustafa Kemal ile araları  hiç de iyi olmayan Selahattin Bey ve arkadaşları, kendi önergelerinin ikinci maddesinde Hilafetin Os­manlI alilesine ait olduğunu belirtmekle, bazı kişilerin halife olmak isteklerini böylece engellemek mi istemişlerdir? Çünkü daha sonra 1 Kasım 1922’de Selahattin Bey ve arkadaşlarının vermiş olduğu önergenin kabul edildiği görülmektedir. Bu arada Kazım Karabekir'in yazdıklarına göre, Mustafa Kemal önceleri Halife olmak istemiş ve bunu başaramayınca yüzseksen derece dönüş yapmış. [253] [254]

Meclis'in 1 Kasım 1922 toplantısında Saltanatın Hilafetten ayrılması konu­sunda büyük tartışmalar olmuştur.

Mustafa Kemal yaptığı konuşmasında Tevfik Paşa'nın telgrafındaki zihniye­tin istiklalimizi imhaya çalışan düşmanlarımıza karşı kutsal davamızı savunmada fii­len ve hukuken başarıya ulaşan Milli Hükümetimizi zayıflatmaya yönelik olduğunu; idare şeklimizde var olan  gerçeğin, Türkiye halkının kaderine fiili olarak ve bizzat elkoymuş olması ile Milli Hakimiyetini, milli saltanatım üç seneden beri elinde bulun­durarak, kutsal davasını savunmakta bulunduğunu; Türklerin onbeş yüzyıl önce Asya'nın göbeğinde büyük devlet kurduğunu, bu Türk devletinin ecdadımız olan  Türk Milleti tarafından kuruları  bir devlet olduğunu söyledikten sonra, Tanrının bir ve büyük olduğunu, Allah'ın kulları için gerekli olan  ilerlemelerine kadar Hz. Adem'den itibaren nebiler ve resüller gönderdiğini, en son peygamber olan  peygam­berimizle de dini ve medenî gerçekleri vardikten sonra artık beşeriyetle dolaylı te­masta bulunmaya gerek görmediğini; Hz. Peygamber'in son peygamber olduğunu Kur'an'ın da tamamlanmış bir kitap olduğunu ve son Peygamber olan  Muhammed Mustafa  (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in 1394 yıl önce Rumi Nisan ayı içerisinde Rebiyülevvel ayının 12. pazartesi gecesi sabaha doğru tan yeri ağarırken, gün doğmadan, doğduğunu; bu içinde bulunuları  günün de o gün olduğunu söyledikten ve Hz. Peygamberin hayatı ile ilgili bilgi verdikten sonra ilk halife seçimi konusunda da şu bilgiyi verir:

...(Halife seçimi) meselesi çok müzakerelerle çok münakaşalara ve çok esaslı ihtilaflara maruz kaldı. Emri intihapta mühim olarak üç muhtelif nokta-i nazar tebarüz etti. Bu nokta-i nazarlardan birisi; Makam-ı hilafete istihkak, mesalihü ümmeti rüyet edebilmek için lazım olan  kudret ve kifayetin kaide ittihazı idi. Buna nazaran Makam-ı Hilafet en kuvvetli ve en nüfuzlu ve en reşit kavmin olacaktı. Bu nokta-i nazar Cumhur-u Sahabenindi.

îkinci nokta-i nazar, o güne kadar nusraf-ı İslama hizmet eden kavmin hila­fete müstahak addedilmesiydi. Bu, ensarın nokta-i nazarıydı.

Üçüncü Fikir ise kuvvet-i karabeti iltizam etti. Bu da Haşimilerin nokta-i nazarıydı. Bu üç nokta-i nazardan ittifak-ı âra ile birini tercih etmek ve emr-i intihabı intaç eylemek mümkün olmadı. En nihayet tesettüt ve fetretin derhal önüne geçmek lüzumuna kani olan  Hz. Ömer'in tesiriyle Hz. Ebû Bekr'e biat olundu. Görülüyor ki ilk halifenin intihabında temayülât-ı umumiyenin tabii temerküzünden ziyade şahsi tesir, tesbiti şekletmiştir.

Efendiler bu muhalefet ve münakaşanın nâbemahal olduğunu zannetmiyelim. Hakikaten emr-i hilafet, milel-i İslamiyece en büyük bir maslahattır. Çünkü efendiler hilafet-i nebeviyye ehl-i İslam arasında râbıta olan  bir emarettir ve ehl-i islamm kelime-i vahide üzerine içtimalarım temin eden bir emarettir.

Emaret ise, Cenab-ı Hakkın bir sır ve hikmetidir ki; teessüsü daima satvet ve kuvvet ile meşruttur...

Bundan sonra Mustafa Kemal, hilafetin temel amacının fesadı defetmek, bölge asayişini korumak ve cihad işlerini düzenlemek ve de kamu düzenini güzel bir şekilde düzenlemek olduğunu, bunun da ancak yine güç ve kuvvete bağlı olduğunu söyledikten ve dört halife döneminde olan  olayları da anlattıktan sonra Hz. Osman'ın şehit edilmesi ile kapının kırıldığını söyler ve Hz. Ali ile Hz. Muaviye döneminde olan  olaylara, Emevî ve Abbasî dönemindeki olaylara da değinir. Daha sonra da Selçuklu Devleti konusunda şunları söyler:

Hicri dördüncü asırda Selçuk Hükümeti adı altında Büyük bir Türk Devleti kuruldu. Bu Devleti yöneten Türkler bir taraftan Kafkasya'ya diğer taraftan Güneye, İran, Irak, Suriye ve Anadolu'ya nüfuz eyledi. Bağdad'da oturan Abbasî Halifeleri, bu Büyük Türk Devletinin nüfuzuna girmişti. Gerçekten bu Türk Devleti, beşinci asrm ortasında Maveraünnehir ve Harzimi, Şam ve Mısır'ı, Anadolu kıtasının çoğunu ve birçok ülkenin hududunu alarak Kaşgar'dan ve Seyhun mecrasından Ak­deniz'e, Kızıl Deniz'e ve Umman Denizi'ne kadar genişledi ve Bağdad'da bulunan Abbasî Halifelerini seçimleri ve yönetimleri altına aldı... Hz. Selim'in yaklaşık olarak beş asır sonra Mısır'da yaptığım eğer Melikşah isteseydi daha o zaman Bağdad'da yapardı...

Mustafa Kemal hilafetin Osmanlılara geçişiyle ilgili olarak da şöyle der:

"Osmanlı Devletinin ulularından Yavuz Hazretleri, Hicri 924'de Mısır'ı aldığı zaman, orada idam eylediği Mısır hükümdarlarından başka, unvanı halife olan  bir zat buldu. Halife sıfatının böyle aciz bir kişi tarafından kullanılması İslam âlemi için bir ayıp olduğuna şüphe etmediğinden o sıfatı Türkiye Devletinin gücüne day­andırarak canlandırmak ve yüceltmek üzere aldı.

Efendiler, 669'da kuruları  Osmanlı Devleti, Hilafeti aldığı 924 tarihinden ancak elli sene sonrasına kadar dünya tarihinde, yükselme devri denilen, büyük ve sürekli başarılan ile aşağı yukarı üç asırlık bir devir yaşadı. Ondan sonra gerileme başlıyor.

Efendiler, gerileme devrinin her safhası Türkiye Devletinin hudutlarım biraz daha darlaştırıyor, Türk milletinin maddî ve manevî kuvvetlerim biraz daha fazla eksiltiyor. Devletin istiklalini darbeliyor, arazi, servet, nüfus ve milletin haysiyeti büyük bir şekilde yok oluyor. Sonunda Osmanlı ailesinin otuz altına ve sonuncu Padişahı Vahdettin'in devr-i saltanatında Türk milleti, en büyük esaretle karşı karşıya getiriliyor. Binlerce senelerden beri bağımsızlık duygusunun asil örneği olan  Türk Milleti bir tekme ile esarete yuvarlanmak isteniyor. Fakat bu tekmeyi vurdur­mak için bir hain, şuursuz, idraksiz bir hain gerekiyordu... Ne yazık bu milletin hükümdar diye, sultan diye, padişah diye, halife diye başmda bulundurduğu Vah­dettin (idi)... Vahdettin, bu hareketiyle kendini öldürdü ve temsil eylediği idare şeklinin indirasını zarurî kıldı. Fakat millet hiçbir vakit hiçbir vakit bu hainlik hare­ketinin kurbanı olmaya razı olmadı... Millet kaderini doğrudan doğruya eline aldı ve mili saltanat ve hakimiyetini bir kişide değil, bütün efradı tarafından seçilen vekiller­den oluşa bir Yüce Meclis'te temsil etti. İşte o Meclis, Yüce Meclisinizdir. Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Milletin saltanat ve hakimiyet makamı yalnız ve ancak T.B.M.M.dir ve bu hakimiyet Makamının hükümetine, T.B.M.M. Hükümeti derler. Bundan başka bir saltanat makamı, bundan başka bir hükümet heyeti yoktur ve ola­maz."

Kendine Hilafet sıfatı izafe eden bir şahsî mevki münhedim olunca hilafet makamı ne olacaktır? sorusu akla gelebilir. Efendiler, Abbasî Halifeleri döneminde Bağdad'da ondan sonra Mısır'da hilafet makamının yüzyıllarca süren saltanat makamıyla yanyana ve ayrı ayrı bulunduğunu gördük. Bugün de saltanat ve hakimi­yet makamıyla, hilafet makamının yanyana bulunabilmesi tabidir. Şu farkla ki, Bağdad'da ve Mısır'da saltanat makamında bir şahıs oturuyordu. Türkiye'de o ma­kamda asloları  milletin kendisi oturuyor, hilafet makamında da Bağdad ve Mısır'da olduğu gibi güçsüz ve sığınmış bir aciz kişi değil, istinâtgahı Türkiye Devleti olan  bir yüce kişi oturacaktır.

Böylece bir taraftan Türkiye halkı çağdaş bir uygar devlet olarak her gün daha mesut ve müreffeh olacak, hergün daha çok insanlığım ve benliğini anlayacak, kişilerin hainliği tehlikesine kendisini kaptırmayacak ve diğer taraftan hilafet makamı da bütün İslam aleminin ruh, vicdanının ve imanının rabıta noktası, İslam kalplerinin neşe kaynağı olabilecek bir izzet ve ulviyette tecelli edecektir... [255]

Genelde özetleyerek verdiğimiz Mustafa Kemal'in bu konuşmasından sonra, konu ile ilgili verilen önergelerin görüşülüp bir karara varılması için üç encümenden oluşan bir heyete havale edilir. Bu encümenler, Kanunu Esasi Encümeni, Adliye Encümeni ve Şer'iye Encümenidir. [256] [257]

Konu encümenlerde Hoca Müfid Efendi başkanlığında aynı odada görüşülürken heyetin çalışmalarım büyük bir kalabalık da merakla izlemektedir. Şer'iye Encümenin'de bulunan bazı hocalar Halifelik-Saltanat ayırımının yapılamayacağını savunuyorlardı. Bu hocalar ve üyeler, bir takım geçici önlemler almak istiyorlardı. Bu üyeler arasında Lazistan Milletvekilleri Osman ve Ziya Hurşit, Beyazit Milletvekili Dr. Refik, Ertuğrul Milletvekili Necip, Antalya Milletvekili Rasih Hoca gibileri vardır. İstanbul Milletvekili Neşet, Adana Milletvekili Zekai Bey, Diyarbekir Milletvekili Hacı Şükrü Efendi'nin içinde bulunduğu bir başka heyet ise, Sal­tanat makamının suçluluğunu kabul etmekle birlikte çözüm yolu olarak Vahdettin'in cezalandırılmasında görüyorlardı. Hacı Şükrü, Vahdettin'in yetkilerinin elinden alınması ile cezalandırılmasını istiyordu. Bu süre sonra görüşmelerin uzayıp gittiği ve bir sözüme bağlanamadığı görülünce Mustafa Kemal, Heyet Başkanından söz is­teyerek oldukça sert bir konuşma yapar: "Hakimiyetin münakaşa ve müzakere ile kimseye verilemeyeceğini, ancak zorla alınabileceğini..." söyledikten sonra, "Mesele, zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehal olacaktır. Fakat ihtimal, bazı kafalar kesilecektir" deyince, korku üzerine saltanatla ilgili kararı kabul­den başka çare kalmadığı anlaşılmış oldu. Heyet içinde bulunanlardan Ankara Mil­letvekili Hoca Mustafa Efendi söz alarak, "Efendim, biz meseleyi başka nokta-i na­zardan mütalaa ediyorduk. İzahatınızdan tenevvür ettik" diyerek konunun çözümlendiğini bildiriyordu. 1091

Anlaşıları  eğer Mustafa Kemal zor kullanmasaymış, encümenler Hilafetle Saltanata birbirinden ayrılmasını imkansız olduğunu savunarak olayı başka bir yönden çözme yoluna gideceklermiş. Bu konu ile ilgili olarak daha sonra Mısır ule­ması da aldığı kararda Hilafeti saltanattan ayırarak hilafeti ruhani bir halife durumu­na getirmenin şimdiye, kadar müsmümanların hiç bilmedikleri bir bidat olduğunu açıklayacaklardır. 11

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Encümenlerden çıkan karar, Mustafa Kemal'in de imzasının bulunduğu Dr. Rıza Nur ve arkadaşları tarafından verilen önerge doğrultusunda olmamıştır. Bu karar daha ziyade Mersin Milletvekili Selahattin Bey ve arkadaşlarının verdiği önerge doğrultusunda olmuştur ki, Selahattin Bey ile Mustafa Kemal hiç anlaşamayan iki muhaliftir.

Encümenler tarafından kabul edilip Meclise sunulan  ve mecliste de kabul edilen iki maddelik karar şöyledir:

Madde 1Teşkilât-ı Esasiye Kanunuyla Türkiye halkı, hukuk-u hakimiyet ve hükümranisini mümessil-i hakikisi olan  T.B.M.M.nin şahsiyet-i maneviyesinde gayrikabili terk ve tecezzi ve ferağ olmak üzere temsile ve bilfiil istimale ve irade-i milliyeye istinadetmiyen hiçbir kuvvet ve heyeti tanımamaya karar verdiği cihetle Misakı Milli hudutları dahilinde T.B.M.M. Hükümetinden başka şekl-i Hükümeti tanımaz. Binaenaleyh Türkiye halkı hakimiyet-i şahsiyeye müstenidoları  İstanbul'daki şekli Hükümeti 16 Mart 1336 (1920) den itibaren ve ebediyyen tarihe müntakil addeylemiştir.

Madde 2Hilafet, Hanedan-ı Ali Osman'a aidolup halifeliğe T.B.M.M. tarafından bu hanedanın ilmen ve ahlaken erşad ve aslah olanı intihabolunur. Türkiye Devleti Makam-ı Hilafetin istinatgahıdır. 1111

Yukarıdaki birinci madde ile daha önce Ocak 1921 (1337) de kabul edilen Teşkilât-ı Esasiye Kanununun (yukarıda işledik) Birinci, İkind. ve Üçüncü Maddele­rinden fazla bir farkı yoktur. Yalnız burada biraz daha açıklığa kavuşturulmuştur. Zaten Ocak 1921 tarihinde Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile saltanat kaldırılmış oluyor­du. Belki de Mustafa Kemal sevmediği Osmanlı ailesinden, ki Mustafa Kemal'in Os[258] [259] inanlılarla ilgili yaptığı konuşmalardan biz bu kanıya vardık, hilafeti de almak istiy­ordu da, bunda, o anda başarılı olamadı.

Encümenlerden geçerek Meclis'e sunulan  yukarıdaki iki madde ile ilgili ola­rak Mustafa Kemal kısa bir açıklama yaparak, tesbit olunan asıl noktalar üzerinde ar­kadaşların görüşlerinin birleştiğini gördüğünü, bazı arkadaşların ad belirlemesi ile oya konulmasını teklif ettiklerini hatırlattıktan sonra buna gerek olmayıp, milletin ve ülkenin istiklalini sonsuza kadar koruyacak olan  esasları Yüce Meclisin oybirliği ile kabul edeceğini, söyler.

Daha sonra oylamaya geçilir. Meclis Başkanının "Oylama Oy birliği ile kabul edilmiştir" diye açıklaması üzerine Ziya Hurşit Bey "Ben muhalifim, o halde oybirliği ile değil, ekseriyetle kabul edilmiştir" diye cevap verir. [260])

Milli saltanatın kabulünden sonra, Burdur Milletvekili İsmail Suphi ve Sivas Milletvekili olup aynı zamanda İcra Vekilleri Heyeti Başkam da olan  Rauf Bey de Milli Saltanatı kabul gününün Milli Bayram olarak kabul edilmesini teklif ederler önce prensip olarak kabul edilen bu teklif daha sonra 12 Rabiulevvel gecesi ile gününün Milli Bayram sayılmasına dair kanunun kabulü ile kanunlaşır. [261] [262])

Mustafa Kemal, bazı zorluklar olsa da, amacına yavaş yavaş yaklaşmaktadır. Saltanatın, Hilafetten ayrılışı ile İstanbul'da bulunan Halife Vahdettin'in bütün yetki­lerini de T.B.M.M. üstlendiğine göre Halife olarak kaları  Vahdettin'in görevi ne ola­caktı? Dini bir başkan olarak dini görevler mi yüklenecekti, o zaman T.B.M.M. Hükümetindeki Şeriye Vekilinin görevi neydi? Yoksa İslam'da hiç yeri olmayan Papalık gibi ruhani bir başkan mı olacaktı? Ya da suya sabuna dokunmayan, yalnızca adının başında Halife sıfatı olan  bir kişi olarak mı kalacaktı? Veyahut da hiç bir görevi olmadığı için kendini içkiye ve kadınlara kaptıran Mısır'daki zavallı Abbasî Halifeleri gibi mi yaşayacaktı? Daha bunun gibi insanın akima birçok soru gelebilir. Hiç şüphesiz Vahdettin gibi akıllı ve aynı zamanda vehimli (114) olan  bir kişi de bunun gibi daha çok şeyler düşünmüştür. Sonunda da İstanbul'dan ayrılmaya karar vermiş olabilir. Çünkü bütün yetkileri elinden alınmış olan  bir kişi, ayrıca yukarıda da gördüğümüz gibi Saltanata Hilafetten ayrılması görüşmelerinde bazı milletvekillerinin yaptıkları konuşmalardan da anlaşıldığı üzere ölümle ve halka linç ettirilmekle tehdit edilen bir kişi ki, bunun örneği de vardır; İstanbul Hükümetinde Dahiliye Vekilliği yapmış olan  Ali Kemal, İzmit'te bulunan 1. Ordu Kumandanı Nurettin Paşa'nın ayarlattığı birkaç kişi tarafmdan linç edilmişti. [263] [264]); Vahdettin de böyle bir akıbetten korkmuş olacak ki, daha sonra San Remo'da yaptığı açıklamada da "Kesin bir ölümden, Allah'ın iradesine uygun olarak ve Peygamberin örneğini izleyerek, kendimi korumak içi ayrılmam gerektiği vekili olduğum sevgili vatanıma geri dönmek istiyorum"1116), derken bunu dile getirmektedir; sonunda İstanbul'dan ayrılmaya karar vermiş olmalıdır.

17 Kasım 1338 (1922) tarihinde İstanbul henüz işgal altındadır. Mudanya Ateşkesi anlaşmalarına göre İstanbul'a bir Türk birliğinin girmesine izin verilmiştir. Refet Paşa'nın komutasında bulunan bu birlik Sarayı da gözetlemektedir. Bu tarihte Refet Paşa'dan İcra Vekilleri Heyeti Başkanı olan  Hüseyin Rauf bey’e "Vahdettin Efendi'nin firar ettiiğine dair bir telgraf gelir bu telgrafında İstanbul'da İngiliz Kuv­vetlerinin Başkomutanı Harington'dan aldığı bir beyannameyi bildirir. Bu beyanna­me şöyledir:

"Resmen beyan olunur ki, Zatî Şahane şu andaki durum sonucunda hürriyet ve hayatım tehlikede gördüğünden bütün İslamların halifesi sıfatı ile İngiliz korumasını ve aynı zamanda İstanbul'dan başka bir yere götürülmesini istemiştir. Zatı Şahanenin isteği bu sabah yerine getirilmiştir. Türkiye'deki İngiliz kuvvetlerinin Başkomutanı General Harington, Zatı Şahaneyi almaya giderek bir İngiliz harp gemisine kadar kendisine arkadaşlık etmiş ve Zatı Şahane, vapurda Akdeniz Filosu Genel Kumandanı Amiral Sir Dobrock tarafından karşılanmıştır. İngiltere Fevkalade Komiser Vekili Sir Nevil Henderson, Zat-ı Şahaneyi, ge­mide ziyaret ederek; Kral Beşinci George’a bildirilmek üzere arzularını sormuştur..."

Vahdettin giderken yanma oğlu Ertuğrul Efendi ile birlikte birkaç görevlisini de almıştır. [265]

Bu olay üzerine Ankara telaşlanır, Mustafa Kemal, Başkumandan Gazi Mus­tafa Kemal imzası ile Refet Paşa'ya yazdığı cevapta:

1-    Vahdettin Efendi, Meclis tarafından gereğince henüz hal'edilmiş değildir. Eğer sözkonusu kişi hakkında oluşan muamelelerin tabii neticesi olmak üzere hal'edilseydi yerine diğerinin seçilmesi gerekirdi. Öyleyse firari (kaçak) üzerine tarafınızdan hal'edilmiş olduğunu derhal ilan  etmek doğru değildir. Bu mesele, ancak Meclis tarafından hal ve tespit edildikten sonra verilecek talimata göre hareket buyurursunuz. Şimdilik İngilizlerin kaçışı ne şekilde düzenlediklerini ve evvelce vuku buları  iş'ar üzerine muhafaza altında bulundurulması için alman tedbirlere ne suretle tecavüz eylediklerini bildiriniz. Mücadeleye, İslam kamuoyunu aydınlatmaya yarayacak güçlü bir şekilde başlamak için Meclis'in kararma dayan­mak uygun olur.

2-    Emanetleri korumak önemlidir. İngilizler emanetleri ancak silah kullana­rak ve kan dökerek almalıdırlar. Bu hususta gerekenlere bu görüş açısından kesin emirler verilmelidir. Nakli mahal ile tarafımızdan ihdasına sebebiyet verilmek caiz değildir. Henüz İtilaf Devletleri kontrolü varken, emanetleri taşıma anında müdahale etmek suretiyle ele geçirmeleri ba'dulihtimal değildir.

3-    Meclisçe seçilecek halife belli değildir. Ancak seçim keyfiyetinin dağdağalı olması düşünülmektedir. Bu meselede en çok önem verdiğimiz nokta Meclisin seçtiği halifenin de Padişahlık davasına kalkması, bu hususta, İngilizler ve diğer Müttefik Devletlere dayanması ihtimaldir. O halde seçilecek kişi ile daha önce görüşmek ve anlaşmak bu nokta üzerinde hatta elinden senet almak ihtiyata uygun­dur. Ben, tarafınızdan gayet gizli bir şekilde şahsi olarak Abdülmecit Efendinin hisle­rini ve temayüllerini şimdiden anlayarak bizi aydınlatmanızı uygun bulurum. Bu noktada anlaşılmadıkça seçim geri bırakılır. Bu hususun bu geceden temini çaresi aranmalıdır. J[266]

İstanbul'dan bu telgrafa cevap veren Refet Paşa, Abdülmecit Efendi ile görüştüğünü ve Abdülmecit Efendi'nin, Ankara'nın aldığı kararları kabul ettiğini ve yazılı olarak, kendisine bir mektup verdiğini bildirir ve bu mektubun suretini de An­kara'ya telgrafla gönderir. Ayrıca Vahdettin'in kendi isteğiyle gittiğini, İngilizlerin kaçırmadığını da belirtir.

Meseleyi çözmek için T.B.M.M. toplanır. Bu arada Şer'iye Vekili olan  Vehbi Efendi de Mecliste bir konuşma yapar bu konuşmasında:

"Efendim, Heyeti Vekile Reisi Beyefendi Hazretlerinin beyanatı veçhile hila­fet unvanının taşıyan zatın firarı tahakkuk etmiştir. Böyle İslam milletinin başkanı tanınan bir adamın ecnebi himayeli altına geçmesi ve bize düşman olan  İngilizlerin vapuru ile firar etmesi İslamiyet adına zül ve ardır. Böylece bu adam fiilen hilafet makamım terk etmesiyle şer'an hal’olunmuştur. Yani bugün şu saatte hilafet makamı boştur. Hilafet makamı boşalınca, bütün müslümanlar üzerine bir imam seçmesi ve biat edilmesi vaciptir. O halde şer'an şu saatte üzerimize yüklenen bir vücup vardır, o vücubu eda ile, mükellefiz, onu eda bir halife seçilmesiyle hasıl olacağından, hila­fet makamına bir halife seçilmesini teklif ederim. 11

Vehbi Efendi daha sonra bu konu ile ilgili yazdığı fetvanın okunmasını ister. Fetva şöyledir:

"Min el-Tevfik

Îmamü’l-Müslimin olan  zeyd düşmanın umum müslümin aleyhinde mucib-i mah­voları  tekâlif-i şedidesini bilazaruretin kabul ile hukuk-u Islamiyeyi müdafaadan aczini izhar ve müsliminin müdafaa-i mücahedelerinde düşmana muvaffakle müslüminin ihtilal ve inti­hasını mücib harekata fiilen teşebbüs ve harekât-ı ihtilalkarane devam ve İsrar ve badehu ecne­bi himayesine iltica ederek makam-ı hilafeti terk ve firar ile hilafetten bilfiil feragat etmekle şer'an münhali olur mu?

El cevap Allahu âlem bissevâb olur.

Bundan sonra Meclis'te yeni halifeyi seçmek için söz aları  konuşmacılardan İzmit Milletvekili Sırn Bey; Halife esir olduğundan dolayı verdiği emirler mut'a değildir dedik ve esaret sıfatı olarak da onun İstanbul'da bulunmasını ve İstanbul'un ise düşmanlar tarafından işgal altında olmasını gösterdik; bugün seçeceğimiz halife

119.    T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 24,18.11.1338, s. 563

120.    T.B.M.M. Arşivi, c. Devre 1, Dosya 308, varak no 2 tekrar İstanbul'da kalacak olursa durumun aynı olacağını, hala eski halifenin esir sayılmasını gerektiren durumun İstanbul'da var olduğunu onun için Millete karşı açıkça ettiğimiz yeminde yalana çıkmamak için hilafet makamım kurtarmanın ge­rektiğini ve halifenin yemin etmesi için Ankara'ya kadar gelmesini istediğini, bildi­rirken Mersin Milletvekili Salahattin Bey ise "... Halifenin biati için Meclise gel­mesini ve biatla birlikte Halifenin de kabul etmesini ve iyi hizmet edeceğine, her suretle İslam alemine ve Türkiye'ye, Hükümetine, hadim olacağına yemin etmesini ve seçilecek kişinin, derhal, esaret sınırları içerisinde ise çıkarılmasını ve ondan sonra seçilmesini..." söylemektedir. [267] [268]  Gaziantep Milletvekili Yasin Bey, Halifenin İstanbul'da kalması gerektiğini, çünkü İstanbul'un eski durumunun değiştiğini, sa­vunurken; Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey ise,"... Bu gün İstanbul'a zannedersem fiilen hakim değiliz. İstanbul bir işgal mıntıkasıdır. Halen o vaziyeti muhafaza etme­miş olsaydı Vahdettin firar etmezdi ve ettirilmezdi..." dedikten sonra halifenin görevleri ile ilgili olarak da, "bir camie, bir mescide bir imam veya bir müezzin tayin ettiğimiz zaman vazifesinin ne olduğunu bilir... Seçeceğimiz halifenin vazifesi nedir? Ben bu soruyu Yüce Heyetinizden soruyorum. Bir imamın bir müezzinin vazifesi belli iken, bir halifenin vazifesini belirlememek uygun mudur?" diye de sorduktan sonra, "İslamiyet, halk cumhuru üzerine kurulmuş bir toplum hakimiyetidir. Esası şûra ile müdevvendir. Fakat o şuranın tabii başkanı, halife olacak herhangi bir zattır. O şûraya riayet edecek zat, herhalde halife olacak zattır... Bunula beraber halifenin vazifesi belirlenmeli ve seçim gerekli şartları içerisinde olmalıdır. Yoksa efendiler ha­life yalnız bir kelime ile olmaz. Biz Vatikan Sarayım taklit etmiyoruz. Bu katiyen böyledir. Yoksa İslam aleminde çok karışıklık vardır. Bunun önünü alınız. Yoksa pek fena olar", derken; Mustafa Kemal, buna "hiçbir karışıklık yoktur. Merak etme" de­dikten sonra "... Halife olacak zatın sıfatım, yetkilerinin ne olacağından söz ettiler. Zannediyorrum ki ondan önce firari halifeyi hal'etmek ve onun yerine bir halife seçmek birinci safhayı oluşturması gerekir. İkincisi seçilecek Halifeye seçim keyfiye­tini sunacağız. Ondan sonra seçilen Halife nerede oturacaktır, yetkileri ne olacaktır meseleleri sözkonusu olabilir. Şu halde bugün hepsini birden çözmenin imkanı yok­tur.." dedikten sonra Yusuf Ziya'nın konuşmasına cevap olarak da, "Bu Meclis, Türkiye Milletinin Meclisidir. Türkiye halkının Meclisidir, bunun sıfatı, bunun yetki­si, yalnız Türkiye halkının, yalnız Türkiye Milletinin, Devletinin hissiyatına, mukarrerâtına aittir. Bu Meclis kendisine, bütün İslam alemine şamil bir kudret veremez efendiler. O halde bu Meclisin Başkanlığında bulunacak kişinin de olsa olsa temsil edeceği şey, yalnız Türkiye'ye ait olabilir. Bu mahdut bir şeydir. Halbuki Yüce hilafet makamı, bütün İslam alemine şamil bir kutsal makamdır..." Mustafa Kemal, hilafet makamını kurtarmanın, Türkiyenin bir görevi olduğunu ve bunun kendileri için de özel bir dava olduğunu söyledikten sonra hilafet makamının bugünün özel şartları içerisinde başka bir yere taşımanın da doğru olmayacağını bildirir ve "... Bizim dünya gözünde en büyük güç ve kudretimiz yeni şekil ve durumumuzdur. Efendiler yani hilafet makamı esaret altında olabilir. Halife namım taşıyan, İngilizlere sığınabilir ve onlarla beraber kaçabilir. Efendiler her şeyi yapabilir. Fakat T.B.M.M.nin idare şeklini, siyasetini, gücünü asla sarsamazlar. Öyleyse aman halife­yi kaçıracaklar, esir edecekler, şöyle olacak, böyle olacak diye biz telaş edecek değiliz. Telaş edecek bütün İslam alemi alması gerekir. Onlarda telaş etsinler. Onlar da bizim ile çalışsınlar ki hilafet makamını kurtaralım ve cihada şamil bir halifeyi oraya oturtalım..." Daha sonra Mustafa Kemal, "tekrar edeyim, bütün zihniyetlerin aydınlanması için yeniden gerekli görüyorum. Türkiye halkı kayıtsız şartsız hakimi­yetine sahip olmuştur. Hakimiyet hiç bir renkte hiç bir şekilde hiç bir mana ve dela­lette ortak kabul etmez. Halife olsun, unvanı ne olursa olsun, bu milletin kaderine bir ortaklık sahibi olamaz, millet buna asla izin vermez ve bunu teklif edecek hiçbir millletvekili olduğuna kani değilim. O halde bütün hareketimiz, bütün kaderimiz bu görüş noktasından olabilir. Başka türlü asla imkanı yoktur." [269] derken bu görüşlerini benimsemeyen milletvekillerini de bir ölçüde uyarmaktadır.

Malatya Milletvekili Lütfi Bey, Şer’iye Vekili'nden, İstanbul'daki Halifenin serbestisine inanıp inanmadıklarım sorduktan sonra, İstanbul'da bulunan Halifeye Ankara'dan biat etmenin caiz olup olmadığını sorması üzerine; Şer'iye Vekili Meh­met Vehbi, şer'an bu biat caizdir, dedikten sonra, İstanbul'daki eski durumun değiştiğini, artık yönetimin oldukça Türklerin elinde olduğunu açıklar ve seçim ile biat arasında farkın olmadığım söyler. Buna Mersin Milletvekili Selahattin Bey, karşı çıkarak, biz İslam'da şart olduğunu, okuduk, diye cevap verince, Vehbi Efendi vuzuh şart değildir, İntihap, biat gabden de olur, diyerek cevap verir. Bunnu üzerine Mustafa Kemal araya girerek: Yüce Heyetiniz halifeyi seçer. Bunun üzerine Meclisin bir seçim kararnamesi ortaya çıkar. Bu kararname üzerine T.B.M.M. faları  kişiyi hila­fet makamına seçtiğine dair bir beyanname düzenler. Aynı zamanda hilafet makamına seçilen kişi de T.B.M.M. tarafından hilafet makamına seçildiğini bütün İslam dünyasına yayınlayacak bir beyanname düzenler. Her iki beyanname de Mec­lis tarafından görüldükten sonra tespit olunacaktır. Bu kararla beraber bu iki beyan­name seçilen kişiye Meclisin belirleyeceği bir yolla bildirilecektir. Seçildiğini kendisi kabul ederse o beyanname imza ettirilecek ve o beyanname de, T.B.M.M.nin beyan­namesi de İslam alemine gönderilecektir. Başka hiç bir işleme gerek yoktur." [270]

Bu arada Karahisar Milletvekili İsmail Şükrü Efendi,"... seçim başkadır, biat başkadır. Hilafete bir kişinin, yani halifenin nasb ve tayini vaciptir. Fakat nasb, biat suretiyle hasıl olur. Seçime gelince, seçim biat değildir. Eğer seçim biat olsaydı, Hz. Ömer'in tayin ettiği kişi halife olurdu. Erbabı hallü akit ki bunlardan birisini halife kabul etmeği sonraları müslümanlar kabul etmişti. İşte bu altı kişi kimi seçerse ona biat edeceklerdi. Bu altı kişinin oyları Hz. Osman üzerinde oldu. Bunun üzerine biat Hz. Osman üzerine olmuştu. Ondan sonra bütün sahabeler birden biat ettiği için Hulefai Raşidin içinde oybirliği ile, kimsenin oyu hariç olmaksızın hilafet makamına Hz. Osman gelmiştir. Sonra Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekr'in hilafetlerinde bazıları biat etmemişlerdi. Hz. Osman'a kadar oybirliği yoktur..." gibi açıklamalar yapması üzerine, Mustafa Kemal, "sus artık Hoca Efendi" diyerek İsmail Şükrü'yü susturmuştur.

Bundan sonra halife ile ilgili takrirler verilmiştir. Mersin'den Selahattin Bey ile arkadaşlarının ve Ziya Hurşit ile arkadaşlarının verdikleri takrirlerde İstanbul işgal altında olduğundan seçilecek halifenin Ankara'ya gelmesini isterlerken; bazı milletvekilleri de Abdülmecit Efendi'nin seçilmesini teklif etmektedirler. 1251 Halife­nin Ankara'ya gelmesini isteyenlere Mustafa Kemal, "Efendiler, müzakere konusu olan  şey, Halifenin seçimi meselesidir. Halifenin buraya gelmesi meselesi ayrıca bir meseledir. O halde onun üzerinde henüz görüşme yapılmış değildir. Görüşme yapılmamış bir mesele oya konulamaz", diyerek karşı çıkmaktadır. 1261

Bu arada İcra Vekilleri Başkam olan  Hüseyin Rauf Bey (Sivas), Abdülmecit Efendinin, siyasî vesair görüş noktasından, halife seçilmesini önermektedir. [271] [272] [273].  Bundan sonra gizli oturum sona erecektir.

5Abdülmecit’in Halife Seçilmesi ve Hilafetin Sonu

İkinci Meclis Başkam olan  Dr. Adnan Bey'in başkanlığında, Meclis'te 18. 11. 1338 (1922) tarihli beşinci oturum devam etmektedir. Şer'iye Vekili Vehbi Efendi'nin yukarıda verdiğimiz Vahdettin'in inhila ettiğine ve yerine yeni halifenin seçilmesi gerektiğine dair fetvası okunur. Bunun üzerine Bitlis Miletvekili Yusuf Ziya, "ma­demki fetva vardır, Vahdettin'i hal'ini oya koymak doğru değildir", demesi üzerine; Mustafa Kemal, "affedersiniz Beyefendi, bu memleketi yıkmak için de fetvalar veril­miştir. Fetva herhalde Yüce Meclisin oyuna konulmalıdır", diyerek karşı çıkar, so­nunda oylama yapılır ve Fetva'nın birinci bölümü kabul edilir. İkinci bölümünü oluşturan halife seçimine geçilir.

Yapıları  oylama sonucunda 163 oydan, 148 oy Abdülmecit Efendiye, 3 oy Selim Efendiye 2 oy Abdürrahim Efendiye verilmiştir. 9 kişi de çekimser oy kul­lanmıştır. Böylece 148 oyla Abdülmecit Efendi, halife seçilmiştir.

Oylamadan sonra Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi, "Yaşasın cihanşümul icma ümmeti!.." diye bağırırken; Yozgat Milletvekili Süleyman Sırrı Bey ise, bir dua okun­masını ister. Bunun üzerine, Ankara Milletvekili Haa Mustafa Efendi tarafmdan bir dua okunarak seçim tamamlanır. 1281

Halifenin seçiminden sonra Mustafa Kemal, T.B.M.M. Başkanı olacak, Vekil­ler Heyeti Başkanlığı'na 19.11.1338 (1922) tarihinde bir yazı yazarak, İngiliz himaye­sine sığınarak giden Vahdettin'in yerine Abdülmecit b. Abdülaziz Hazretlerinin hali­fe seçildiğini arzettikten sonra bu durumun Abdulmecid'e de bir telgrafla arz olunduğunu bildirdikten sonra; seçim sonucunun Hükümetin bütün İdarî şûbelerine ve türkiye halkına da duyurulmasını, ayrıca Meclisçe de bütün İslam alemine bir be­yanname ile bildirilmesini ve beyannamenin Şer'iye Vekaletince hemen hazırlanarak, Vekiller Heyeti'nin de onayını aldıktan sonra, Meclisin de görüşün alıp, Başkanlık Makamına sunulmasını istemektedir. 1291

Mustafa Kemal, T.B.M.M. Başkam olarak, Halife seçilen Abdülmecit'e yazdığı tezkerede ise; bütün müslümanların yok olmasına sebeb olan  düşman anlayışını ve müslümanların cihad olarak savunmalarına düşmanca davranarak müslümanlar arasında kötülük, ayrılık ve fesat yaptığı fiilen tesbit olunan ve bu dav­ranışında devam ve ısrar eden, sonra da, yabana korumasma sığınarak bir İngiliz ge­misi ile hilafet makamından kaçan Vahdettin Efendinin, T.B.M.M. Şeriye Vekaletinin fetvası gereğince Meclisçe düşünüldüğünü, söyledikten sonra, önemli olarak özellikle şu noktayı hatırlatmaktadır: "Türkiye Devletinde Hakimiyetin kayıtsız şartsız Milletin sorumluluğu altında tutan Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'na dayanaraktan yasama ve yürütme yetkisini kendisinde bulunduran Milletin tek ve gerçek tem­silcilerinden oluşan T.B.M.M. tarafından, 18 Kasım 1338 (1922) tarihinde, Yüce hilafet makamına seçildiklerini hürmetle zatı Hazreti Hilafetpenahilerine arz ederim. Durum T.B.M.M.'nce İslam alemi ve Türkiye halkına duyurulmuştur..." 1301

Abdülmecit, T.B.M.M. tarafmdan halife seçildikten sonra kendisine kutsal emanetleri teslim etmek için yine Meclis tarafmdan bir başkan, iki katip ve bir idare memuru seçilerek, İstanbul'a gönderilmek için bir heyet oluşturulur. 1311 Bu heyet İstanbul'a gider ve Abdülmecit bu heyeti kabul ederek bir konuşma yapar. Konuşmasında: "T.B.M.M.'nin yıllardır koruyup himaye ederek hiç kimseye verme[274] [275] [276] diği Yüce İslam Hilafetini benim gibi bir acizin sorumluluğuna verdiğinden dolayı T.B.M.M.'ne teşekkürümü arz eylerim. Allah, bu seçimi bütün İslam alemi hakkında mesut ve mübarek buyursun. Eğer benim bu seçimden dolayı varlığım, İslam alemi için zarar oluşturacaksa, Allah'tan dileğim şudur ki, beni bir dakika yaşatmasın. Böylece bütün amacımı, milletin saadetine, İslamm mesut olmasına hasrettiğimi, mil­letvekillerine ve yüce Meclise arz etmek üzere tevdi ediyorum"  132) derken, T.B.M.M.'ne bağlılığını göstermektedir.

Bu arada 20. 11. 1338 tarihinde toplanan T.B.M.M.'inde, Halifeye verilecek "elkap" konusu üzerinde tartışmalar yapılmaktadır.

Mustafa Kemal, konuşmasmda Halifeye "Efendi"diyenleri tenkit ederek "Efendiler, Halifeye 'Efendi' demek onun kadir ve şerefini azaltır. Bu kullandığınız 'Efendi' kelimesi, ne yazık Rumca bir kelimedir. Rum unvanı ile Halife'nin şerefi yükseltilmek isteniyor. Halife, 'Hazrettir' ve Ona 'Hazret' denilir. Ona dilimizde başka bir unvan yoktur. Sonra ortaya konan ifadelerden tabii bizim Meclisimiz bizim milletimiz gerçekleri ifade ederek tabirler kullanıyor. 'Zatıhilafetpenahı', Hadimülmüslimin', Hadimülharameyn' tabirlerin onun gerçek tabirleridir. Herkes şahsen istediği elkabı kullanabilir. Fakat gerçek unvanı; Halife-i müslimin'dir, Hadimü'l-harameyn'dir ve Hazrettir", diyerek açıklamalarda bulunur J[277] [278]\

Abdülmecit Halife seçildikten sonra, T.B.M.M.'ne bir teşekkür telgrafı gönderir. Meclis'te telgrafın ayakta mı otararak mı dinlenmesi konusunda oylama yapılır. Oylama sonucunda 79 kişi ayakta dinlenmesini kabul ederken, 30 kişi red­detmekte ve üç kişi de çekimser kalmaktadır. Telgraf şöyledir:

Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyasetine

Amme-i Müslimin için mucibi mahvoları  düşman tekalif-i şedidesini kabul ve müsliminin müdafaa-i mücahedanelerinde düşmana muvaffakatle beynelmüslimin ika-i şerrüfesat ve şevki dimaye fiilen teşebbüs ve bu harekatında devam ve ısrar ve binnihaye ecnebi himayesine tevdi-i nefsederek Makar ve Makam­ı Hilafetten firar eden Vahdettin Efendi'nin T.B.M.M. Şer'iye Vekaletinden verilen fetvay-ı şerife mucibincee inhilaına Meclis Heyet'i Umumiyesinin 18. 11.1338 (1922) tarihinde münakit yüzkırkıncı içtimainin beşinci celsesinde müttefiken karar veril­diği beyaniyle ve Türkiye Devletinin hakimiyetini bilakaydüşart milletin uhdesinde mahfuz tutan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na tevfikan icra kudreti ve teşri salahiyeti kendisinde mütecelli ve mütemerkiz bulunan milletin yegane ve hakiki mümessillerinden mürekkep T.B.M.M.'nin 18. 11. 1338 (1922) tarihinde müttefikan kabul ettiği esbâb-ı mucibe ve esâsât dairesinde Meclis-i Alice münakit celsede Makam-ı Muallay-ı Hilafete intihap olunduğum derciyle keyfiyetin T.B.M.M.'nce Alem-i İslam ve Türkiye halkına iblağ olunduğunu müş'ir 18.11.1338 tarihli telgrafname-i sâmilerini mahzuziyetle aldım. Meclis-i Alice bu suretle hakkımda ibraz olu­nan nişane-i hürmet ve muhabbetten dolayı hassaten müftahir ve müteşekkirim. Hırzı can eylediğim bu vediatullahı muvaffakiyeti ve alemi İslamm daima mazharı tevfikatı subhaniye olmasını Barıgah-ı Ahadiyetten tazarru ve niyaz eylerim. 4 Rebiülahir 1341 Hadimülharemeynüşşerifeyn

Abdülmecit b. Abdülaziz

Bu telgrafın, yukarıda sadeleştirerek ve özetleyerek verdiğimiz Mustafa Kemal'in Abdülmecit'e halife seçildiğini bildiren tezkere ile aynı kalemden çıkmış bir telgraf olduğu göze çarpmaktadır.

Abdülmecit ayrıca İslam alemine bir beyanname yayınlamıştır. Bu beyanna­mesinde de özet olarak, T.B.M.M. tarafından yapıları  seçim sonucun Yüce İslam'ın hilafet makamım tazimle işgal ettiğini; Allah'ın inayeti ve siyaneti Peygamberin ma­nevi yardımı ve gaza erleri ile din fedailerinin azim ve cesaretleri sayesinde Muham­med ümmeti hakkında son olarak tecelli eden zaferlerden dolayı tam bir huzu ve huşu ile şükran secdesine kapanarak, yüzyıllardan beri İslamm Yüce Hilafetine hiz­met edip korumakla iftihar eden necip Türk Milletinin ve Osmanlı Hanedanının fe­dakar himmetlerini hürmetle andıktan sonra; Allah vergisi olan  Hilafet görevini hakkıyle yapabilmek ve bu uğurda başarılı olabilmek için Müslüman topluluğunun ve din alimlerinin kendisini aydınlatıcı bilgilerine ve yardımlarına özellikle müracaat ederim, dedikten sonra da sözlerini şu cümle ile bitirmektedir: "Hemen Cenabı Kaadiri Mutlak cümlemizi tevfikatı Rabbaniyesine mazhar ve sulh ve müsellimeti cihanın ve refahiyet ve saadeti umumiyesinin idrakiyle kamyap ve müyesser buyur­sun amin. [279].

Darülhilafetülaliyye

4 Rebiülahir 1341

Halife-i Müslimin Hadimülharemeynişşerifeyn

Abdülmecit b. Abdülaziz Han

Bu arada Hilafet ve Milli Hakimiyetle ilgili olarak bazı hocaların, yazarların ve düşünürlerin değişik görüşlerini ortaya koyduğu makalelerden oluşturulmuş bir eserde Ziya Gökalp; Hilafetin Osmanlı ailesine hasredilmesini son derece uygun bulduğunu söyledikten sonra; bu muhterem ailenin birkaç bin yıldan beri Türklüğe ve altıyüz yıldan beri de hem İslama, hem de Türklüğe büyük şöhretler ka­zandırdığını söylemektedir. 1351 Ziya Gökalp, Hilafet ve Vazifeleri adlı başka bir makalesinde ise hilafetin İslam tarihinde dört şekilde ortaya çıktığını söyleyerek bi­rincisinin, ilk dört halife döneminde görülen ’Halife-Sultanlar" olduğunu; İkincisinin Emevî, Abbasî ve Osmanlı halifeleri döneminde görülen "Sultan-Halifeler" olduğunu; üçüncüsünün ise Selçuklu Sultanları zamanında Bağdat'ta ve Kölemen Sultanları döneminde Mısır’da halife olanlar olduğunu ve bunların, saltanattan mah­rum olduklarından ve dini teşkilatları  da bulunmadığından "Teşkilatsız Halifeler" ol­duklarını; dördüncüsünün ise, bugünden itibaren başlayacak halifeler olduğunu, Saltanattan ayrılmış olmalarına rağmen, geniş bir ümmet teşkilatı meydana getirebi­leceklerinden ve dini vazifelerini de hakkiyle yapabüeceklerinden dolayı bunlara da "Müstakil ve Teşkilatlı Halifeler" denilebileceğini söylemektedir. 1361

Hoca Abdullah Efendi ise ”Hilafet-i Sahiha" adlı makalesinin bir bölümünde hilafetten, saltanattan maksat hükümettir. Hükümet halkın, ayrı olarak görmekten aciz olduğu işlerini gördürmek için halkın kendi seçimiyle oluşturduğu bir hükümettir. Bu heyet bugün T.B.M.M.'dir; O halde bugün hilafetin tecelligahı T.B.M.M.'dir Şu halde T.B.M.M. Hükümeti yalnız hilafetin istinatgahı değil, hem de kaynağı, aslı ve merkezidir. Sonuç olarak asıl gerçek ve doğru hilafet budur, demek­tedir. [280]

Dış ülkelerden de Hilafet konusunda mektuplar gelmektedir. Londra İslam Cemiyeti Komitesi tarafından Said Muhammedi imzasıyla Dahiliye Vekili Fethi Bey'e gönderilen bir mektupta, T.B.M.M.ne, Mustafa Kemal ve Türk Milletine başarılanndan dolayı teşekkül ettikten ve Batı Anadolu'da yapıları  aa olaylar karşısında Batı Avrupa'nın gözünü açmak ve Türkiye’nin hakkını alması için men­sup olduğu Komitenin dört yıl içinde ne kadar çok çalıştığını gerek Mustafa Kemal'in gerekse arkadaşlarının çok iyi bildiklerini de hartılattıktan ve Türkiye'nin politikasına karışmak niyetinde olmadığım da söyledikten sonra, hilafet konusunda şöyle demektedir: "bütün İslam alemi için çok önemli olan  Hilafet meselesine dikka­tinizi çekmek istiyoruz. Düşüncemize göre İslam aleminin birlik ve beraberliği için Halifenin manevî imtiyazlarını kesin bir şekilde düzenli ve yasal bir teleme oturtmak gerekir. Öyle zannediyoruz ki Halifenin bütün İslam aleminin dini başkam sıfatıyla, imtiyazlarını ve manevî hakimiyetini kefalet altına alacak güçlü bir karar ve hem de modern bir hükümeti güçlendirerek, hür milletler yanında nüfuz ve gücünü artırır", dedikten soma başkent konusunda da, "eğer Ankara'nın hükümet merkezi olması kararlaştırılmışsa, dışarda İslamm en yüce hislerinin yüzyıllarca bağlı kaldığı İstanbul şehri de ikinci bir başkent, Yeni Türkiye'nin kutsal bir şehri olarak korunabi­lir" demektedir. [281] [282]

Hindistan’daki Hilafet Cemiyeti Abdülmecit'in halife seçilmesinden dolayı İslam alemini tebrik edip T.B.M.M. Hükümetine de teşekkürlerim sunarken, Hind Müslümanlarının başkam olan  Ağa Han da, Hilafet ve saltanat hakkında soruları  bir soruya cevap verirken, bu konuda alınmış olan  karara itiraz etmek imkanı olmadığım bu durum hakkında Hintlilere açıklama yapıldıktan soma B.M.M. Hükümeti tarafından yapıları  işin daha çok benimseneceğini söylemektedir. 1391

Yeni Halife Abdülmecit'in lakabları "Halifei Müslimin; Hadimülharameyn ve Hazret" olarak Mustafa Kemal'in de açıklamalır ile belirtilmişti fakat görevleri ve yetkilerini belirtilmemişti. Bu konuda ülke çapındaki ulemanın görüşleri alınacağı gibi dış müslümanların da görüşlerine aşvurulacaktı. Bunun için Mustafa Kemal başkanlığında toplantı da yapılmıştı. 14

Türkiye Hükümeti bu sırada Lozan'da barış görüşmeleri yapmaktadır. Bu Barış Konferansı anında Moritanya'dan Kalküta'ya kadar bütün müslümanlar halife­ye bağlılıkları dolayısıyla, Türklerin isteklerini desteklemişlerdi. [283] [284]  Sonunda 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barışı imzalandı. Yalnız Musul sorunu çözüme, kavuşmamıştı. İngiliz işgali altında olan  Musul Vilayeti (üç sancaktan oluşur: Musul, Süleymaniye, Kerkük) sorunu İngiltere, Millet Cemiyeti'nde kendi istekleri doğrultusunda çözmek istiyordu. [285]

Lozan Barışı da imzalanınca 2 Ekim'de İstanbul'dan işgal kuvvetleri ayrılmışlardı. Böylece Osmanlı Devletinin başkenti ve hilafet makamı olan  İstanbul düşman işgalinden kurtulmuştu. Bu arada henüz Yeni Türkiye Devletinin başkenti neresi olacağı tartışması sürerken; Mustafa Kemal, daha Cumhuriyet ilan  edilmeden Türkiye'nin Cumhuriyet  *  ile yönetilen bir halk devleti olduğunu ve başkentinin de Ankara olduğunu bir görüşme anında AvusturyalI bir gazeteciye açıklamıştı. Bunun üzerine 13 Ekim 1923 tarihinde Ankara Başkent ilan  edilmesi ile halifeliğe darbe vurulurken [286] , Mustafa Kemal de Cumhuriyete son adımı atma hazırlıkları yapmakta­ydı. İstanbul'daki halife ise İstanbul'da İslam ülkeleri temsilcilerinden oluşan bir Hi­lafet Konferansı'nın yapılması ve hilafet makamının dinî görevlerinin belirlenmesi için  [287]) boşuna zaman beklemektedir.

Cumhuriyetin ilan  edileceği yetişmelerinin, giderek Hilafet'in kaldırılacağını göstermesi karşısında, İstanbul'daki Hüseyin Cahit, Ahmet Emin, Velit Ebüzziya, Eşref Edip gibi yazarlar ve onların çalıştığı Tanîn, Vatan, Tevhid-i Efkar, Sebilü'rReşat gazeteleri, hilafeti savunan yazılar yazmaya başlamışlardı. Bunun üzerin Mus­tafa Kemal, İzmit Basın Toplantısında bütün gazetecileri uyarmıştı. [288])

Artık sıra Cumhuriyetin ilanına gelmişti. 28 Ekim akşamı, Çankaya'da Mus­tafa Kemal'in sofrasında toplanan Kemalettin Samî, Halil Paşa, Rize Milletvekili Fuat, Afyonkarahisar Milletvekili Ruşen Eşref, İsmet Paşa, Kazım Paşa ve Fethi Bey gibi kişilere, Mustafa Kemal: "Yarın Cumhuriyet ilan  edeceğiz" demektedir ve onlar da bu görüşe katılmaktadırlar. O gece Mustafa Kemal, İsmet Paşa ile birlikte sabaha kadar çalışarak 1921 Teşkilat-ı Esasiye kanununda gerekli değişiklikleri yapmışlardır. [289]  Bu değişiklikler şöyledir: 1. Maddeye "Türkiye Devletinin Hükümet şekli Cumhuriyettir." eklenecektir; 2. Madde: Türiye Devletinin Dini, İslam dinidir; resmi dili Türkçedir"; 4. Madde: "Türkiye Devleti B.M.M. tarafından idare olunur. Meclis, Hükümetin bölümlere ayırdığı idari şubeleri icra vekilleri vasıtasıyla idare eder"; 10. Madde: "Türkiye Cumhurbaşkanı, T.B.M.M. Umumu Heyeti tarafmdan kendi üyesi arasından bir seçim devresi için seçilir. Başkanlık vazifesi, yeni Cumhurbaşkanı seçilinceye kadar devam eder. Tekrar seçilmesi uygundur; 11. Madde: Türkiye Cumhurbaşkanı, Devletin Başkamdir. Bu sıfatla lüzum gördükçe Meclise ve Bakanlar Kuruluna başkanlık eder; 12. Madde: Başbakan Cumhurbaşkanı tarafmdan ve Meclis üyesi arasından seçilir. Diğer bakanlar başbakan tarafından, yine Meclis üyeleri arasından seçildikten sonra Bakanlar Kurulu Cumhurbaşkanı tarafmdan Meclisin onayına sunulur..." [290])

Teşkilât-ı Esasiye Kanunun'da yapılması öngörülen bu değişiklikler önce 29 Ekim 1923 günü Halk Fırkası *) grubunda Atatürk tarafmdan açıklandıktan sonra yapıları  oylama sonucunda kabul edilmiştir ve aynı gün Kanun-u Esasî Encümenince de kabul edilen bu değişiklikler yine aynı gün Meclis'e sunulmuştur. [291])

Konu üzerinde görüşlerini belirtenlerden Kanun-u Esasi Encümeni Başkanı Yunus Nadi Bey (İzmir), zaten şimdiye kadar uygulanmakta olan  hükümet şeklinin Cumhuriyet olduğunu ve birinci maddeye yalnızca "Türkiye Devletinin Hükümet şekli Cumhuriyettir" eklenerek bu gerçeğin ortaya konduğunu söyleyip diğer değişiklikler üzerinde de gerekli açıklamalarda bulunurken  1491; ondan sonra söz aları  Yahya Galip Bey ise; "Arkadaşlar Yeni Türkiye Devleti, herhangi bir kabile ser­darının, herhangi bir kabile reisinin taca mazhar olmak için kurduğu bir devlet değildir, dedikten sonra konuşmasının son bölümünde; "Bundan sona bu Devletin şekli doğrudan doğruya 'Cumhuriyettir' diye haykırmaktadır. 1501 Eyüp Sabri Efendi (Konya) ise, kanun değişikliğini hazırlayan Kanun-i Esasi Encümenine teşekkür et­tikten sonra "Bizim Hükümetimiz bugün Cumhuriyet olmuyor kurulduğu günden beri Cumhuriyet olmuştur...", "Efendiler! Aciz arkadaşınız bu kelimeye bugün değil, daha mektep sıralarında aşık olmuştum" diyerek de Cumhuriyet idaresini ne kadar çok benimsediğini gösteriyordu. Daha sonra söz aları  Kanun-u Esasi Encümen üyesi olan  Rasih Efendi (Antalya) da, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile Türk Milletinin ihtilali ile kurduğu şu Yüce Meclisin kurduğu Devlet, kendi Devleti idi ve o Devlet ancak kendi sürüsünü kendi güdecek, kendi evini kendi yönetecek, kendi mülkünü kendi imar edecek surette işi eline almasından başka bir şey değildir" diyordu. Rasih Efendi'den sonra söz aları  Mehmet Emin Bey (Afyonkarahisar) ise, ondört yüzyıl önce Allah'ın Hz. Peygamberi gönderdiği gibi ondört yüzyıl sonra da Allah, ikinci bir mu­cizesini yaptırmak için, en seçkin ve en büyük bir milleti seçtiği ve bu milletin Türk Milleti olduğunu, ondört yüzyıl önce Hz. Peygamberin Mekke duvarlarında kurduğu hükümeti bugün de Türk Milletinin Ankara'da kurduğunu, söylemekteydi. Şeyh Saffet Efendi (Urfa) ise Teşkilât-ı Esasiye Kanununun tamamiyle İslam dininin esaslarına uygun olduğunu söyledikten sonra "Biz bugün Teşkilât-ı Esasiyemizde Cumhuriyet tasrih etmekle tamamiyle Hulefa-i Raşidin Efendilerimizin devrine geri dönmüş bulunuyoruz. Çünkü o zamanlar kurulmuş olan  İslam Devleti, Cumhuriyeti Uhuviyye idi" diyerek açıklamalarda bulunmaktadır. Bu konuşmalardan sonra oy[292] [293] lama sonucunda kanun maddeleri kabul edilir. Kabul edilen bu kanun maddelerini göre de hemen Cumhurbaşkanı seçimine geçilmesi için Dr. Fikret (Ertuğrul Milletve­kili) tarafından bir önerge verilir. Bu önergeden sonra Cumhurbaşkanı seçimi için yapıları  gizli oylama sonucunda oylamaya katıları  158 üyeden hepsi, oybirliği ile, Ankara Milletvekili Mustafa Kemal'i Cumhurbaşkanı seçer. Mustafa Kemal'in Meclis’e bir teşekkür konuşması yapmasından sonra Afyonkarahisar Milletvekili Kamil Efendi tarafından kürsüden yapıları  bir dua ile oturum kapanır. [294]

Milletvekilinin sayısı 286 olduğuna göre  [295] , cumhurbaşkanı seçimine oldukça fazla bir sayının katılmadığı görülmektedir.

Mustafa Kemal, böylece Milli Mücadelenin başında da belirttiği gibi Cumhu­riyeti gerçekleştirmiştir ve kendisi de Cumhurbaşkanı olmuştur.

Mustafa Kemal, Cumhurbaşkanı seçilince, Halife Abdülmecit 31 Ekim 1339 (1923) tarihinde bir telgraf gönderir ve bu telgrafında "Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine, Bu kerre teceddüt eden şekli hükümetin mülk ve millet hakkında hayırlı olmasını Cenab-ı Haktan niyaz ve temenni eylerim" derken; Musta­fa Kemal de yazdığı cevapta, "İstanbul'da Halife-i Müslümin Abdülmecit Hazretleri­ne, Türkiye Cumhuriyeti hakkındaki hayırhane temenniyât-ı Hilafetpenahilerine takdim-i teşekkür ederim." demektedir.

Abdülmecit, Halife seçildikten sonra, Ankara tarafından sürekli kontrol altındadır. Kendisi için Ankara tarafından belirlenen, "Halife-i müslimin, Hadimülharemeyn ve Hazret" lakaplarının dışında kullandığı "Halife-i Rasuli Rabbilâlemin", "Abdülmecit b. Abdülaziz Han" gibi terimleri veya yaptığı konuşmalarında "Ceddim Sultan Selim...", "Babam Abdülaziz Han", "milletime eski­den beri rehber olanlar" gibi sözleri, veya Fatih Sultan Mehmet biçiminde sarık sar­ması gibi davranışları Ankara'yı korkutmaktadır.

Cumhuriyetin ilanından önce, Abdülmecit halife seçildikten sonra Afyonka­rahisar Milletvekili Şükrü Efendi bir risale yayınlayarak" T.B.M.M.nin tabii başkanlığını halifenin haiz olması ve kanunların ve hükümet kararlarının halife tarafından onaylanmasının şeriat gereği” olduğunu söylüyordu. 1531 Cumhuriyetin ilam ile bu gibi düşüncelere son verilmişti, fakat Cumhuriyetin ilanından sonra da Halife'yi tutan ve destekleyen, gerek Ankara'da, gerekse İstanbul’da çok kişi vardır. Bu kişilerin Halife ile görüşmeleri de Ankara'da Halk Fırkası tarafindan eleştiriliyordu. Mesela İstanbul'a giden Rauf Bey, Halife tarafından kabul edildiği için Halk Fırkası kendisini eleştirerek niçin gittiğini ne konuştuğunu sormaktadır, ankara halife konusunda o kadar hassastır ki, Halife cuma selamlığına giderken yapıları  merasimi, doğrudan doğruya saltanat merasiminin aynen tekrarı olarak görmektedir. 1541

Bu arada Halifeye dış ülkelerden İslam heyetleri ziyarete gelmektedir, Kazım Karabekir, Şükrü Nail Paşalar ve Dr. Adnan Bey (Adıvar) gibi kişiler Halifenin verdiği ziyaret yemeklerine katılmaktadır. 1551 Hatta T.B.M.M.'nin İstanbul temsilcisi Refet Paşa da halife hayranıdır. Daha önce "Konya" isimli atını halifeye armağan etmiştir. 1561

Bunun gibi daha birçok olay, her ne kadar Cumhuriyet ilan  edilse de, Anka­ra'yı korkutmaktadır. Zira Halife gittikçe güç kazanmaktadır. Ankara'da zamanla Halifenin saltanat gücüne de sahip olma korkusu vardır. Bu korkuyu, başbakan İsmet Paşa "... Tarihin herhangi bir devrinde bir halife, zihninde bu memleketin mu­kadderatına karışmak arzusunu geçirirse, o kafayı behemehal koparacağız... Herhan­gi bir halife, an'aneten, fikren ve şeklen, usulen, zımmen ve sarahaten, Türkiye'nin mukadderatında alakadarmış gibi vazife almak isterse, hareketlerini vatan hainliği sayacağız" 1571 derken, çok güzel bir şekilde açıklamaktadır.

Bu arada Ankara taraftarı olan  Akşam gazetesinde Halifenin istifa edeceğine dair bir yazı çıkar. Bu yazı üzerine Halife Abdülmecit gazetecilere şu açıklamada bu­lunur: [296] [297] [298] [299] [300]

Hilafet makamına seçilişimin meşru bir surette olduğunu ve icma-ı ümmetle vaki olduğunu biliyorsunuz. O zaman yapıları  seçim İslam alemine bildirilmiş ve her tarafta güzel kabul görmüştür. Bütün İslam aleminden devamlı teveccühlerine mazhar olmaktayım. Bu teveccühler sürekli olmak üzere Asya'nın en ücra köşelerine varıncaya kadar İslam aleminden binlerce mektup ve telgraf aldım. Ve birçok yerler­den heyetler göndermek suretiyle bu hisler kuvvetlendirilmektedir. Kısacası son ola­rak Romanya Müslümanları adına bir murahhas heyet gelmiştir ki, cumartesi günü kabul edeceğim. Gördüğüm bu teveccühler karşısında ufak tefek dedikodulardan et­kilenerek istifa etmek nimeti inkar olur. İstifam hakkındaki rivayetlerin nereden çıktığından bilgim yoktur. Ben İslam aleminin işleri ile meşgülüm, siyasetle ilgim ve ilişkim yoktur. Bu gibi yayınların üzerimde hiç bir etkisi olmaz. İslam aleminde şahsıma bir itiraz vaki olursa çekilirim. Ben asla bir yere yapışıp orasını bırakmayacak bir yapıya sahip değilim. İstanbul'da İslam ülkeleri temsilcilerinden oluşan bir Hilafet Konferansı akti ve hilafet makamına ait dini görevlerin belirtilmesi hakkında yapıları  yayınlara gelince, İnşaallah ileride bu gibi hususlar dikkate alınacak ve İslam aleminin menfaatlerine hizmet etmeye çalışılacaktır. Fakat hilafet makamının istinatgahı olan  Milli Hükümet, bugün savaşların ihras ettiği birçok iç meseleyi düzenlemekle meşgul olduğundan şimdiye kadar bu mesele ile uğraşmaya imkan bulamamıştır. Bu ciheti İslam alemi de elbette takdir eder. Tekrar ederim ki, ben siyasetle meşgul değilim. Hakkımda inananların teveccühü baki kaldıkça Halifet makamından çekilmekliğime sebep görmüyorum. " [301]

Halife'nin bu açıklamasından sonra Akşam gazetesinde, Necmettin Sadık, bir makale yazar ve bu makalesinde; "...Hilafet bir Hristiyan Avrupa karşısında bir İslam camiası var iken büyük bir rol oynayan uzuvdu. Bu müessese Osmanlı padişahlarında ancak saltanatla birlikte olduğu için yaşadı. Bugün ise hiçbir vazifesi olmayan bir uzuvdur... Bugün milli inkılabımızın henüz başlarındayız, müstesna bir doğuş eseri olarak hanedan içinde Abdülmecit Hazretleri gibi necip, vatanperver bir varis vardı. Yann, inkılabın üzerinden yıllar geçtikten sonra memleketle fırkalar, ihtiraçlar, entrikalar, irticalar çıkacak günleri düşünelim... Milli hakimiyetin bu memle­kette ebediyyen ve sağlam surette tesisine taraftar isek, düşünelim ki bu memlekette menfaatlerinden olmuş birçok insan geçmişe dönmek isteyecektir. Bugün olmasa bile yarın Fransa'da oldu gibi açıktan açığa saltanat taraftarları ortaya çıkacaktır. Altı yüzyıl saltanat sürmüş hanedanın, yalnız hilafet rütbesine malik mirasçıları için bu hilafete saltanat hakkım da ilave etmek gayesi pek yasal ve pek kolay görünecektir..."[302] derken, Ankara'ına da korkularım dile getirmektedir.

Tevhid-i Efkar gazetesinde, Ebû Ziyazade, Akşam gazetesinde halifenin isti­fa edeceği yazısına cevap verdiği makalesinde; "Akşam gazetesi damdan düşer gibi Halife Hz.'nin istifa edeceğini yazıyor. Daha sonra bu haber (Halife tarafından) ya­lanlanıyor. Arkasından da yine Akşam gazetesi Halife Hz.'nin istifasının kesin olduğunu yazıyor ve bu istifasında Hilafetin kuvvet ve nüfuz sahibi olması meselesi­ni ihdas edeceğini neşrediyor..." diyerek Akşam gazetesindeki yazıların asılsız olduğunu ortaya koyduktan ve "bunun Ankara'dan alınmış bir ilham" olduğunu da söyledikten sonra Necmettin Sadık'ın makalesine cevap olarak da "...Hilafetin hiçbir fayda sağlamadığı iddiasını pekçok deliller ile kesin şekilde naksedilebilir. Tersine mesela İran veya Afganistan gibi Hilafete sahip olmayan bir müslüman milleti olsa­ydık dört sene zarfında bütün dünya üzerimize üşüşmüş iken giriştiğimiz savaşta muzaffer çıkmamız imkan dışında kalırdı. Bugün herkes bilir ki, Suriye'de Fransızların en fazla endişelendiren şey Vaktaa halkının İslama bağlılığı ve Hilafete olan  ilgisi dolayısıyla sürekli Türklere yönelmiş olmalarıdır. Hatta Fransızların Adana'yı çarçabuk boşaltmalarında ve bizimle savaşanların son senelerde bizimle iyi geçinmeye zorunlu kalmalarında Hilafetin bizim elimizde olmasının pek büyük etki­si görülmüştür. Hilafet bizde olmasaydı, Suriye Arapları her halde bize bu kadar ilgi göstermezlerdi. Nitekim aynı Araplar, mesela Fransızlar bugün Fas’taki yalnız dindaşları değil, ırkdaşlarinı da müthiş surette ezdikleri halde en ufak bir ilgi, en ufak bir hareket göstemeğe lüzum görmüyorlar.

Keza yarın Musul vilayetimizi de İngilizlerin elinden kurtarmak için bilhassa İslam rabıtasından, İslam kuvvetlerinden yararlanacağız. Bu gerçek güneş kadar açık iken hilafet makamının Türklere hiçbir faydası dokunmadığın, dokunmayacağını iddia etmek güneşin varlığını bile inkardan hiç farklı değildir. O halde hilafeti alet ederek saltanat hukukunu iadeye teşebbüs edenler bulunması ihtimali üzerine böyle girişimlerde bulunabileceklerin başı ezileceği yerde, makamı devirmeye kalkışmak cidden akim ve hafsalanın kabul edemeyeceği hatalardandır" demektedir. [303]

Hüseyin Cahit, Tanîn gazetesinde 2. Kanunuevvel (1 Aralık) 1339 (1923) ta­rihli makalesinde, "Halifenin şu andaki durumuna ve siyasi vaziyetine bir açıklık ve kesinlik verilerek siyasi sahalarını düzensizlikten kurtarmak amaciyle araştırmak is­tiyoruz. Bu meseleyi çıkaranlar da yine Ankara zemamdarlarıdır" dedikten sonra, Hamdullah Suphi Bey'in Halk Fırkasındaki hilafetle ilgili olarak, "Cumhuriyetimiz bu kadar yeni iken ve Hilafet hanedanı üyeleri saltanatı iade etmeyi kesin olarak düşünürken milletvekillerinin de Halifeyi ziyarete gitmelerini iyi görmediğim.." tarzındaki yaptığı konuşmasını da eleştirmek; "Halk Fırkası"nın son müzakerelerine dair yayınlanan tutanakları okuyanlar bir hilafet meselesi karşısmda kalmışlardır", dedikten sonra makalesinin sonunda da; "Hamdullah Suphi Bey'in önerdiği yol takip olunup da saltanatı yeniden diriltmeyelim diye Hilafet küçültülürse Cumhuri­yet düşmanlarını sevindirecek bir siyaset hatası yapılmış olur. Vatanın ve Cumhuriy­etin çıkarları adma bu yanlış siyasetten Devlet adamlarımız sakınmak zorundadırlar. Kanun mu yapacaklar, usul mu koyacaklar ne yapacaklarsa bir an evvel yapılmalı; selamlık merasimini, yanma girip çıkma adabını bir kurala bağlamah ve duruma açıklık kazandırılmalı ve bu konuyu da sonsuza dek kapamalı", demektedir. Yine aynı makalenin bir bölümünde de İsmet Paşa'yı Lozan’a giderken ve dönüşünde ve Şer'iye Vekilinin de İstanbul'a geldiğinde Halifeyi ziyaret etmedikleri için tenkit eder. 1611

Cumhuriyetin ilanından daha birkaç gün sonra Ankara'nın sözcülüğünü yapan Hakimiyeti Milliye gazetesi Hüseyin Cahid'in daha önceki yazılarına cevap verirken; "Geçrek ortadadır, Hüseyin Cahit'in anlayabileceği bir dille arzedecek olur­sak, Türk Cumhurbaşkanı, Türk milletinden her aylık yirmi altı bin liradır", dedikten sonra; "Hilafeti en büyük manasıyla kavramış olan  Ömeru'l-Faruk, kabrinden kalkıpda aramıza gelse ve İstanbul'daki Dolmabahçe Sarayı ile Ankara İstasyonunun yanında Cumhuriyet Başkanlığının makamı olan  küçük bir evi görse acaba ne der?" (162) demektedir.

Bu şekilde Hilafet tartışmaları sürüp giderken dışardaki müslümanlar da hi­lafetle ilgili bazı mektuplar yazarlar. Bunlar arasında Ağa Han ve Emir Ali de birlik Hilafet meselesi hakkında Hint müslümanlarının görüşlerini açıklayan bir mektup yazarlar. İsmet Paşa’nın şahsına yazıları  bu mektup İstanbul gazetelerinde de yayınlanınca kıyametler kopar. Yalnız Ağa Han bu mektubu yazmadan çok önce müslümanlara bir beyanname yayınlamıştı. 2 Ağustos 1339 (1923) tarihinde Akrana gazetesi olan  Hakimiyeti Milliye'de yer aları  bu beyanname şöyledir:

Tarihimizde ilk defa müslüman milletinin, Batının büyükleri ile eşitlik daire­sinde bir barış imzası dirayeti ve azimkarlığı İsmet Paşa'ınn mahirane siyasetinin esi­ridir. Bununla Türkiye bağımsız bir Devlet olmuş ve kollarım bağlayan zincirleri kırmıştır. Türk topraklarında hiçbir yabancı askeri kalmayacaktır. Türkler İstanbul'u, kutsal Edirne'yi, Trakya'yı kurtarmışlardır. Türkler bu sonucu cesaretlemie, ırklarına, fedakarlıklarına borçludurlar. Artık gerek kalmayan Hilafet Hareketi yerine Hintliler, Türkiye'nin yaralarım sarmağa koşmalı ve yok edilen bayındırlığına kavuşmasına yardım etmelidir'' [304] [305])

Anlaşıları  İsmet Paşa ile daha önce Barış görüşmeleri anında görüşmü olmalılar ki, samimiyetlerinden doğrudan İsmet Paşa'ya yazmışlardır. Sade­leştirmeye çalıştığımız bu mektup şöyledir5[306])

1-    Dünyanın özgür milletler topluluğunun bağımsız bir üyesi olan  Türkiye'nin sadık dostları ve emellerinin gerçek taraftarları sıfatiyle biz, Halife-îmam Hazretlerinin şimdiki belirsiz durumlarım sünnet ehlinden olan  halk üzerine yaptığı, pek endişe veren etkilere Büyük Millet Meclisi'nin özel izninizle, dikkatlerim çekmek istiyoruz.

Halife'nin şeref ve kudretine, nüfuz ve tersine tarî olan  zaaftan dolayı sosyal ve manevi büyük bir güç sayıları  İslamiyetin sünnet ehlinden olan  halkın geniş şubeleri arasında gevşemekte olduğunu tam bir üzüntü ile tanık olduk.. Yüzeysel çekişmelerden arındırılmış olan  olayların sebebleri bilindiğinden dolayı ayrı ayrı zik­retmek istiyoruz.

2-    Sünnet ehli içinde, ruhanî başkanlığın bütün Müslümanları  büyük bir top­luluk şeklinde, birbirine bağlayan bir bağ hükmünde olduğunu söylemeye gerek yoktur. Hilafet, dış saldırılara maruz kaldığı zaman bütün yeryüzünde bulunan Müslümanların hissiyatı galeyana gelmiş ve türklerin bağımsızlığı için çalışmak, uğraşmak aynı zamanda Müslüman dayanışmasını temsil eden kuruluşları tam ve bütün olarak korumak demek olduğu inancıyla Hint müslümanları  da bu meyanda türk milletine sevgisini göstermiş ve yardımda bulunmuştu. Bu tehlikeli zamanlarda biz Türkiye davası için ciddiyetle çalışmıştık. Trablusgarp ve Bingazi'de meydana gelen Türk-îtalyan savaşından beri bir İngiliz-Müslüman kuruluşu, Türkler arasındaki ümitsizlik ve ızdırabı hafifletmek ve değiştirmeğe bütün gücünü verdi, İşte bu itibarla bütün müslümanlarla beraber derinden ilgilendiğimiz bir mesele hakkındaki bütün düşüncelerimizin ve telakkilerimizin Zatı Devletlerinin Hükümeti tarafından iyi kabul göreceğine itimadımız vardır.

3-    Vuku bulacak mülahazatımızdan millet temsilcileri nüfusunu zerre kadar azaltmak istediğimiz bir an bile hatıra gelmemelidir. Hürmetle talep etmek iste­diğimiz şey İslam aleminin dini başkanlığının şer-i şerife göre tam ve bütün olarak korunmasıdır. Halifenin nüfuzunun azaltılması veya bir din alimi gibi Türkiye’nin siyasî teşkilatından onun uzaklaştırılması, bizim fikrimizce İslam'ın dağılması o manevî cihan kuvvetinin amelî surette kaybı demek olacaktır. Bu öyle bir haldir ki ne B.M.M.'nin ne de Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa Hz.'nin nazarı dik­katlerinden mümkün değil kaçmaz.

4-    Bizim fikrimize göre Halife-İmam sünnet ehlinin birliğini oluşturur: Hali­fenin Türk milletinden bir kişi olması, Türk devletinin müeseseseleri ahfadından bu­lunması İslam milletleri arasında Türklüğe şerefli bir yer sağlar.

5-    Bu, Ondört yüzyıldan beri sünnet ehli arasında bir esas olarak telakki edil­miştir. Peygamber vekili olan  Halifenin İslam topluluğunun İmamı olduğunda İcmaı ümmet vardır. Onunla bütün inananlar arasında sünnet ehlini birbirine bağlayan bir ilgi vardır. İslam alemi arasında bir ayrılık oluşlturmaksızm, bu dini unsurlar İslam düşüncesinden çıkarılıp atılamaz.

6-    Halife, dünyadaki nüfuzunu yitirdiği zaman bütün meliklerle emirlerin idare-i umurundaki yetkilerini teyit ve namazlarda imamlık yapmak ve maddi nüfuzlarını kullanmaları için onun izninin alınmasına kendilerini mecbur tuttuk­larım Zat-ı Devletlerine hatırlatmağa gerek yoktur. Eğer İslamiyet dünyada büyük bir manevî güç olarak korunmak isteniyorsa, Halife'nin nüfuz ve şerefi hiçbir zaman Papanın nüfuz ve şerefinden az olmamalıdır.

7-    İşte bu ve bunlar gibi diğer sebeblerden dolayı Türkiye'nin gerçek dostları sıfatiyle biz, Hilafet ve İmametin müslüman milletlerin itimat ve hürmetine layık olan  bir yere konulmasını ve böylece Türkiye'de kuvvet ve şeref bahsedilmesini ke­mali hürmetle T.B.M.M.'nden ve onun büyük basiretkar yöneticilerinden istirham eyleriz.

Biz, Paşa Hazretleri, sizin itaatli kullarınızız.

Ağa Han                                                      Emir Ali

işte bu mektubun İstanbul gazetelerinde yayınlanması artık Ankara'da bardağı taşıran bir olay olarak görülür. Başbakan İsmet Paşa 8 Aralık 1923'te konuyu Meclis'e getirir ve gizli oturum yapılmasını ister. Yaptığı açıklamada; Ağa Han ile Emir Ali'nin maddî çıkarlarım düşünen kimseler olduklarım, Hilafeti bu çıkarlarına hizmet edecek bir araç olarak gördüklerini, bu kişilerin İngiliz Hükümeti'nin etkisin­de olarak mektupların bir tertip sonucu yayınlanmış olduğunu söyler ve konunun açıklığa kavuşturulması için İstiklal Mahkemesi kurularak İstanbul’a gönderilmesini ister. Mahkemenin kurulması için yapıları  oylama sonucunda 83 evet 63 ret oyu çıkar.[307]

Kuruları  bu mahkemenin başkanlığına İhsan Bey (Cebelitarık), savcılığa da Vasıf Bey (Cebelitarık), üyeliklere de Refik Bey (Konya), Asaf Bey (Hakkari) ve Cev­det Bey (Kütahya) seçilmişlerdir. 1661 10 Aralık 1923'te İstanbul'a giden İstiklal Mah­kemesi üyeleri, Ahmet Cevdet Bey, Velit Bey, Hüseyin Cahit Bey, Muhittin Bey, Lütfi Bey gibi gazeteci ve yazarları sorguya çekerle. 1671, sorgulama sonucunda sava Asaf Bey, Ağa Han ve Emir Ali tarafından gönderilen mektupla zanlı bulunan kişilerin, Ağa Han ve Emir Ali ile ortak bir noktaları olmadığına inandığını söyledikten sonra "bu suçun incelenirken bu mektubun ne gibi yollardan ve kaynaklardan geçerek girdiğini araştırmak zarureti vardı ve doğrudan doğruya bir propaganda için bu mektubun yayınlanmasında Ağa Han ve Emir Ali adına bu kişilerin alet olmadıkları anlaşılmıştır...", şeklinde yaptığı açıklama ile suçsuz olduklarına karar verilmiştir. (168) Yalnız 13 Aralık'ta tutuklanan İstanbul Baro Başkanı Lütfi Fikri Bey, 10 Kasım 1923 tarihli Tanîn gazetesinde çıkan Halife ile ilgili bir yazısmdan dolayı tutuk­lanmıştır. Bu yazısında, halifeye, ölüm tehlikesi de olsa Hanedanın ebediyen sukut etmemesi için sebat ve metanet tavsiyesinde bulunuyordu. Bu yüzden mahkeme Fikri Bey'i beş sene kürek mahkumiyeti veriyor. 1691 Daha sonra bu mahkumiyet T.B.M.M. tarafından affedilecektir. 17 [308]

Bu tutuklamalarla ve Ağa Han'ın mektubuyla ilgili olarak dış basında da bazı yazılar çıkmıştır. Bunlardan bir tanesi "Halife Sorunu" başlığı altoda, özetle verdiğimiz tercümesi şöyledir:

"Çok kişinin görüşüne göre hilafet ve halifenin şu andaki durumu gelecekte asla var olmayacağım gösteriyor. Belirtmek gerekir ki, Halifenin yetkilerini şu anda çözümlemek kesinlikle imkansızdır, kararsızlık içerisinde, daha çok tartışılıyor. Bunun için hemen onu bitirmek daha iyi olur. Türk olmayan etkili müslümanlar, önemli uyarılarla dolu bir mektupta, konuyu dile getiren fikirler ortaya koymuşlardır.

Bu işi sırf dinsel bir düzen olarak görmek yerine, Ankara yöneticileri ortada bir hükümet darbesi olduğunu zannederek bağırıp çağırıyorlar. Onlar için Türk ol­mayan müslümanların bu başvurularının arkasında yabana bir güç adına sinsice işe karışan girişimciler olduğudur. Bunu da yaptıranın özellikle İngiltere olduğudur. Ayrıca Yeni Türkiye'ye karşı tehlikeli bir komplodan da söz ediliyor. Bunun üzerine sert önlemler alınıp İstanbul'a İstiklal Mahkemeleri gönderiliyor.

...Biraz önce sözettiğimiz bir çok sert önlemler saçmadırlar. Geçen Aralık aymda Başbakan İsmet Paşa'ya, Hindistan Britanya'sındaki sunnî müslümanların başkam Ağa Han ve dindaşları arasındaki büyük bir saygınlığı olan  bir görevli ola­rak Emir Ali İkilisi tarafından Londra'dan gönderilen mektup, Türkiye Cumhuriyeti için hiçbir tehlike içermiyor. Mektubu yazanlar milliyetçi güçlerin çok sadık dostları olduklarım açıkladıktan soma, İslamın manevi gücünün yok olmasından sakındırmak için Hilafetin durumu konusunda müslüman halkın görüşlerim temin etmesi için T.B.M.M.'ne bir çağrı yapıyorlar. Onların korkusu, saygınlığını yitire­ceğinden özellikle Halifenin Türkiye dışında bir yere yerleşmek için gitmesin; bu korku, bütün İslam dünyası içerisinde can sıkıa bir sonuç oluşturacağından ileri gel­mektedir. Bu yüzden İslam'ın manevî ve dinî güçleri arasındaki küçük birbirlik, ivedi bir ihtiyaç üzerine T.B.M.M.'nin dikkatini çekiyor. Bu birliğin bozulmaması için, bütün müslüman uluslara güvence verecek doğal bir temel üzerine hilafetin oturtulması gerekir. Hiçbir şekilde halifenin saygınlığı ve durumu Roma'daki Papa'dakinden daha az olmaması gerekir...

Aym yazıda İstanbul'a gönderilen İstiklal Mahkemesinden ve mahkeme önüne çıkartılacak olan  kişilerden de sözedilmektedir. [309])

Yine bir Amsterdam gazetesinde H. Dunlop imzalı bir yazıda, dört yüzyıldan beri Hilafetin, Türkiye'nin övünç kaynağı olduğunu, fakat bu övüncü artık Türklerin de istemediğini, İstanbul'da oturan Halife'nin şu anda maddî ve manevî gücünden yoksun olan  bir tutsaktan başka bir şey olmadığım söylemektedir. [310]

Beyrut'ta yayınlanan La Syrie adlı bir gazetede ise, "T.B.M.M.'ni canlandıran yeni ruh sayesinde, Ankara'nın Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti olduğunu İstanbul'un ise acımasızca terkedildiğini; Halifenin orada saygısından ve etkisinden soyutlanmış olarak oturmakta olduğunu; İslam'ın en yüce onuruna vuruları  bu dar­benin Kemalist zafere ve onun uygulamalarına o kadar çok yardım etmiş ve alkışlamış olan  müslümanların hiç hoşlarına gitmeyeceğini..." yazmaktadır. Yine aynı gazete de Müslüman bir yazar olan  Aley el Ghaniaty'nin Cenevre'de yayınlanan La Tribüne d'Orient gazetesinde yayınladığı makalesinden bölümler veriyor:

"Şu anda Türkiye'de olanlar bizi derinden üzüyor. Yalnızca Türkiye'nin düşmanları  ve sahte dostları bu olanlardan seviniyorlar. Gerçekten Ankara'nın Cum­huriyetçileri, partilerinin art düşünceli zavallılarının oyuncağı olmuşa benziyorlar. Onların davramş biçimleri, kendilerinden önce iktidarda bulunmuş olan  Jön Türkler arasında daha şoven olanlarından pek farklı değil. Dün olduğu gibi bugün de bu davranış, önem taşıyan prensipleri sağlamlaştırmaz, fakat rekabetler ve kişisel tutku­lar doğurur... Ülkelerinin en büyük onuru için, birlik ve özverinin en güzel örneğini vermiş olan  Kemalistler, kendilerinden öncekilerin düştükleri yanılgının aynısına kendileri de düşmüş görünüyorlar...’4173

Hindistan Hilafet Cemiyeti de Cumhurbaşkanlığına bir telgraf gönderir. Bu Cemiyetin Merkez Komitesi başkanlarmdan Mevlana Muhammed Ali ile birlikte beş kişinin daha imzasını taşıyan bu telgrafla; Cumhuriyetin kuruluşunu İslamm ilerle­mesi olarak büyük bir adım olduğunu ve Hint müslümanları adına gönderilerek, Cumhuriyetin kuruluşunu tasvip etmez görünen telgrafların, Hint müslümanlarının gerçek görüşlerini arzetmediğini ve bu çeşit telgrafları göndermeye cesaret edenlerin Hindistan Hilafet Heyeti ve programı düşmanları olduklarını söyledikten sonra "Hint müslümanları adına gönderilerek, Cumhuriyetin kuruluşunu tasvip etmez görünen telgrafların, Hint müslümanlarının gerçek görüşlerini arzetmediğini ve bu çeşit telgrafları göndermeye cesaret edenlerin Hindistan Hilafet Heyeti ve programı düşmanları  olduklarını söyledikten sonra "Hint müslümanları  Türk Cumhuriyetini ve Hilafetin Cumhuriyet tarafından tanınan şeklini İslam'ın ilerlemesi ümidi olarak tanıyor ve Türk Cumhuriyetine zarar verecek ya da onun ilerlemesine engel olacak her çeşit siyasî entrikalara karşı olduklarını" belirtirler. [311] [312]

Başbakan İsmet Paşa, Ağa Han'ın mektubu ile ilgili olarak Times gazetesi muhabirine verdiği cevapta, Türkiye Cumhuriyeti'nin Hilafet hakmdaki görüşlerini şöyle açıklar:

1 Kasım 1922 tarihli kanunda açıkça ilan  edilmiştir. B.M.M. Hilafetin istinat­gahıdır. Aralarındaki münasebetler yalnızca budur. Bütün müslümanlar için mukad­des bir makam olan  Hilafetin, Türkiye üzerindeki hakları, Mısır, Afganistan veya diğer müslüman memleketler üzerindeki haklarından fazla değildir.

Ağa Han ve Emir Ali'den bir mektup aldım. Bu mektup gazetelerde yayınlandı. Bana yazıları  bir mektubu yayınlamak veya yayınlanmasını teklif etmek usulunu hiçbir zaman anlayamacağım. Böyle bir mektubun gönderilene ulaşmasından önce yayım işitilmemiş bir şeydir...

Dini açıdan bile görüşleri temelsizdir. Bundan bir sene önce Saltanat kaldırılırken kendi yazdıkları şeyler bu defaki açıklamalarına aykırıdır. Kısacası dini açıdan münakaşaya gerek görmemekle beraber, isteklerin temelsiz olduğunu görmek zor değildir. Bunun gibi Ağa Han ile Emir Ali'nin sünniler adma teklifler ve görüşler bildirmeğe ne sıfatları  olduğunu da bilmiyorum." [313]

Prof. Dr. M. Kemal Öke'nin yaptığı araştırmalara göre, Ağa Han İsmaili mez­hebinden biri olup biyografi yazarlarını hayretlere düşüren bir hayat çizgisine sahip­tir. Hatalarını yazanlara İngiliz gizli servisinde ajan olduğunu açıklar. Böylece Ağa Han'ın tutarsız biri olduğu anlaşılıyor. Yalnız Emir ile ilgili olarak da yine sayın Öke'nin eserinden edindiğimiz bilgilere göre, Emir Ali Hilafet kurumu üzerine oldukça uzun bir makale yazmıştır ve Şiilikteki İmamlıkla, Sünnilerdeki Hilafet ku­rumları  konusunda ilgi verirken "Halife'nin bir Papa" olmadığım ve görevleri arasmda devlet yönetiminin de bulunduğunu, yalnız devlet yönetiminin, istenirse bir kuruma veya meclise devredilebileceğini açıklamıştır ve İslamm yaşayabilmesi için mutlaka bir Halifeye ihtiyaç olduğu inanandadır.

Ama bir arada, O da İngiltere'de devlet yargıçlığı yapmış ve OsmanlI'nın de­vamlı İngiltere ile dost geçinmesini isteyen ve Doğu Anadolu'da Türklerle Ermenilerin ortak cemiyetler kurmasını tavsiye eden bir. [314] 5 olsa daz gerek Ağa Han ve ge­rekse Emir Ali her ikisi de iyi veya kötü birer müslüman olarak hilafet konusunda bazı isteklerde bulunması doğal mıdır değil midir? Buna cevap lazım. Mustafa Kemal, Meclis'in daha önceki bir gizli oturumunda hilafetle ilgili olarak yaptığı konuşmasında:

"... Telaş edecek bütün İslam alemi olmak lazım gelir. Onlar da telaş etsinler. Onlar da bizimle çalışsınlar ki hilafet makamım kurtaralım ve serbest olarak bütün cihana şamil bir halifeyi oraya oturtalım. Onlar da ancak bu suretle bize yardımda bulunurlarsa...' [315] [316] [317] [318]  İşte şimdi dış müslümanlar da, müslüman olarak halifeyle ilgili bazı isteklerde bulunuyorlardı.

Yalnız Ağa Han ile Emir Ali'nin İsmet Paşa'ya yazdıkları mektubun alıcısına ulaşmadan önce İstanbul gazetelerinde yayunlanması biraz gariptir. Belki de Ağa Han ve Emir Ali, taraftarlarına böyle bir mektup yazdıklarım göstermek istiyordu. Ya da gerçekten İngilizler için çalışıyorlarsa o halde Ankara'da Hilafet in kaldırılacağı münakaşalarının başlaması üzerine, Ankara'nın iktidarı Halifeye yeni­den kaptırması korkusunun gittikçe su yüzeyine çıktığı bir dönemde olayları çok iyi değerlendiren İngiltere bu mektubu yayınlatarak hilafetin kaldırılışını hızlandırmak istiyordu. Paris'te yayınlanan 8. 1. 1924 tarihli Le Temps gazetesinde İngilizlerin İstanbul Halifesi, İngiliz diplomasisi ile meşgul ettiklerini ve kişiliğim kul­landıklarım, yazmaktadır. Zaten Türkiye de İngilizlerin oyunlarından korkmaktadır. Bu konu açıkça Meclis'te dile getir ilmi tir. 1781 İngilizlerin korkusu ise daha baştadır. Her ne kadar Lloyd George, müslümanların bölünmüş bir durumda olduğunu, Hin­distan Britanyası'nda, İran'da birkaç milyon şii mezhebinden olan  müslümanın Türkiye'deki halifeyi tanımadıklarım söylese de  179) yalandır. Zira İstanbul'daki Ha­life'nin etkisini azaltmak için, Bağdat'ta, Mekke'de ya da Kahire'de Arap bir halife or­taya çıkarmak istemektedir. 1801 Bu arada Hindistan'da, Halife Abdülmecit'in Hint müslümanlarına gönderdiği yeşil bayrak Bombay'ın, en önemli caddelerinde taşınmaktadır. [319]  Yine İngiliz sömürgesi altında olan  Hindistan'da İngiliz mallarına boykot yapılmaktadır ([320]\ Paris'te yayınlanan Le Matin gazetesinin de belirttiği gibi İngilizlerin moralini bozan Türkiye ile ilgili olarak Musul meselesidir  [321]). Musul henüz çözüme kavuşmamıştır. İngilizlerin niyeti daha önce söz ettiğimiz gibi Musul'u dolayısıyla petrolünü eline geçirmektir. Lozan'da, İngiltere, Türkiye ile yalnız olarak karşı karşıya değildi, Türkiye'nin karşısında başka ülkelerde vardı. Ama bu defa, Musul meselesinde Türkiye ile yalnızca karşı karşıya gelecektir. Sömürgesi altında bulunan müslümanların Musul meselesinde Türkiye'yi destekley­eceklerini kesinlikle bilmektedir.

Yine Halife ile ilgili olarak, Türkiye Hükümetine yönelik açık mektuplar yayınlamaktadır. M. Abdel Kadir tarafından Hindistan müslümanları adına 1. 12. 1923 tarihinde Geneve du Samedi gazetesinde şu mektup yayınlanır. [322])

Hindistan müslümanları yeryüzünde yaşayan milyonlarca müslümanın tanıdığı, başkan olarak gördüğü Halifenin kendisine ve ailesine karşı haksızlıklar içeren bir madde ki, Ankara Hükümetinin resmi bir organı içerisinde yer aları  bu maddeden dolayı çok üzüntülü olduklarım göstermektedirler. Hindistan müslümanları, her ne olursa olsun, Osmanlı hanedanının dışlanmasına karşı bütün gücü ile protesto ederek, bu konu ile ilgili olarak, Abdel Kadir'e yazmasına izin vermişlerdir... Bilmek gerekir ki Halife makamına çıkmış olan  velaiht Abdülmecit'in saygı içinde yaşaması gereklidir.

Hindistan müslümanları kendilerinin Türklere vermiş oldukları manevi desteği hatırlatmayı gerek görmeksizin, İmparatorluk ailesini ve Halifeyi bunaltarak, Türk olmayan müslümanların derin hislerine kastediliyor olduğunu yalnızca açıklıyor ve üzülüyorlar.

Müslümanlar için Halifelik her şeye egemen olan  bir kurumdur: Bu yüzden Hindistan müslümanlan, Türk milliyetçi hareketini desteklediler. Onlar, dinî başkanlarının oturduğu yer olan  Türkiye'nin bağımsızlığını tavsiye ettiler. Bugün onlar, Osmanlı ailesinin çocukları arasında sürekli olarak kaları  Halife için İsrar ediy­orlar ve daha sonra da bu ırktan olmayan bir halifenin seçimi ile "İslama karşı ağır bir suç" işlenmesinden korkuyor görünüyorlar. Hindistan müslümanlan, varlığını borçlu olduğu yediyüzyıldan beri süre gelen hanedana karşı kendini nankör gösteren Yeni Türkiye'yi kınamaktadır: Bizzat Ankara'da Halife'ye saldırtarak bütün müslümanların yüksek onuruna kastettirilmesini de kınamaktadırlar...

Halife ve ailesi bütün müslümanlara aittir... Dünün İmparatorluk ailesi bugünün halife ailesidir ve yalnızca bu aileye dinî başkanımız olarak sahip olmak is­tiyoruz... Yalnızca bu başlık altında Türkiye bizim siyasî ve manevî desteğimizi elde edecektir; bizi kaygılandıran tek konu budur.

Bütün bu yayınlar ve dış ülkelerden gelen Halife ile ilgili istekler. Ankara'da geriye dönüş kuşkusunu büsbütün şiddetlendiriyordu.

Bu arada 1924 yılında İzmir Harb Oyunları yapılmaktadır. Bu oyunlara Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, Başbakan İsmet Paşa, Milli Savunma Bakam Kazım Paşa, İstanbul Üniversitesi Rektörü İsmail Hakkı Baltacıoğlu başkanlığında dekanlar da katılmışlardı. [323] [324] [325]  1924 Harb oyunları, ordu, hükümet ve üniversite ileri gelenleri­ni bir araya toplayarak, alınacak çok önemli kararlar için bunların hepsinin bir uyum içerisinde olduklarını gösteriyordu. 1861 Bu arada Rektör İsmail Hakkı bey bir konuşma yaparak, Mustafa Kemal'in Anadolu'ya çıkarak millet yolunu seçtiğini ve bu yolda ilerlerken kökü yüzyıllara giden bir yobazlık ağacının önünü kestiğini, yo­luna devam etmek için ağacın dallarım budadığını ve fakat bu zehirli ağacın kökünü kazımak gerektiğini, İstanbul Yüksek Okul gençlerinin de bu kamda olduğunu be­lirtmesi üzerine Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa, Başbakan İsmet Paşa'ya dönerek "Görüyor musunuz Paşa, geç bile kalmışız. Bak ilim adamı ne diyor." demiştir. 1871

Halife Meselesi Meclis'te de artık açıktan açığa tartışılıyor. 1924 yılı bütçesi görüşülürken, bütçede yer aları  "Zatı Hazreti Hilafetpenahı ve Hanedanı Hilafet Bütçesi" deyimine, Yusuf Akçura Bey (İstanbul), "bir defa bu tabir bizden kalkmıştır. Zatı Hazreti Hilafetpanehı kalkmıştır. Halife Hazretleridir... Hiçbir zaman Cumhuri­yette âzayı hanedanı kiram hazerâtı olamaz... Halk Fırkası tüzüğünün ikinci madde­si gayet açıktır. Bu maddede, halkçılar hiçbir ailenin, hiçbir sınıfın, hiçbir cemaatin, hiçbir ferdin imtiyazlarım kabul etmeyen ve kanunları  vazetmekte mutlak bir istiklal fertlerdir, biz o fertlerdiniz!... Hilafet hanedanına tahsisat vermek fasılları tamamen esasatımıza, fırkamızın esasına, Cumhuriyetimizin temeline aykırı şeylerdir... Ne yaptıkları bilinmeyen, memlekete hizmetleri olmayan bu adamlara, niçin 'hanedanın azayı kiramı hazeratı' deniyor?" derken  [326]; Saruhan Milletvekili Vasıf Bey ise, Ateşkesin feci günlerinde Türk Milleti kendi varlığını kurtarmak için büyük bir cihat yaptığını bu cihat sonunda kendisini ezmek isteyen düşmanları ezdiğini, düşmanlarla beraber milletin varlığına kasdeden sultanı da saltanatı da yıktığım, 1 Kasım karan ile saltanatın sonsuza dek gömüldüğünü ilan  ettiğini, sonra da Cumhu­riyeti ilan  ettiğini ve bundan sonra Türklüğün kaderine yalnızca milletin elkoyabileceğini kesin şekilde bütün dünyaya bildirdiğini söylediktensonra; bunu ilan  eden 1 Kasım kararının, hangi etki altında kalarak tamamlanmadığını da sorar ve Cumhuri­yeti ilan  ederken Cumhuriyetin ruhunu ve varlığım devamlı tehdit edebilecek ve tehlikede bırakabilecek olan  bir kurumu ortadan kaldırmaya gerek görmediklerini, Cumhuriyet'in ruhunu ve varlığını devamlı tehdit edebilecek ve tehlikede bırakabilecek olan  bir kurumu ortadan kaldırmaya gerek görmediklerini, Cumhuriy­et'in kuruluşundan soma ise yüzyıllardan beri bu milletin başında bela olarak, sefa­hat ve zevk içnide yaşayan bu kurumun yeniden yeni eski saltanatım elde etmek ar­zusunda olduğunu, İstanul'a gittiği zaman bunu açıkça gördüğünü, yıkıları  bu kurumun en felaketli bir günde yeniden başa bela olacağım, hanedan üyelerinin kendi aralarında yaptıkları özel toplantılarda, rakı meclislerinde, "yaşasın saltanat" diye bağırdıklarını, Halife'nin Cuma Selamlığına giderken hala rikab yaptığım, sağında süvari, solunda müzik, arkasında askeri bölükleri olduğu halde bir debdebe ve tantana ile Selamlık Resmi'ne gittiğini de belittikten soma "Saltanatı yıktık fakat saltanatın millet karşısında timsali olan  saray, bütün haşmeti ve debdebesi ile yaşıyor. Ne yazık ki, bu haşmetin ve debdebenin kaynağı olan  parayı bu zavallı, bağrı yanık millet veriyor" diyerek açıklama yaparken Kozan Milletvekili Ali Saib Bey "Onu da yıkacağız" diye bağırıyordu" 89

Aynı günkü konuşmalarda Şükrü Saraçoğlu (İzmir) de bir konuşma yapar. Sarçoğlu bu konuşmasında Şer'iye Vekaleti ile ilgili görüşlerini açıklarken, bendeniz özellikle bu Vekaletin iç işleri hakkında söz söyleyecek değilim, dedikten sonra, "yalnız siyasetle, dini karıştırmıyoruz diye barbar bağırıyoruz ve sonra dinimizin en büyük başkanını alıp getiriyor kıpkızıl bir siyaset sandalyesi olan  Vekalet sandalyasma oturduyoruz... Şer'iye vekaletinin yeri, bence çok muhteremdir, o kadar muhte­remdir ki onu o vekalette tutmak isteyenler onun düşmanlarıdırlar. Onu vekaletten ayırmak, onu siyaset oyuncağı olmaktan kurtarmak herhalde bu milletin kaderine hakim olan  bu Meclisin görevidir... Böyle bir kurum, Maliye Vekaletinin faları  hatasından dolayı yuvarlanan bir kabine il beraber o da yuvarlanmasın, Hariciye Ve­kilinin yapmış olduğu herhnagi bir hatadan dolayı o kabine ile o da yuvarlanmasın" diye konuşmasını sürdürürken; Hafız İbrahim Efendi (İsparta) müdahale ederek, "îslamiyette ruhbaniyet olmadığım, İslam dininin payidar olduğunu, Şer'iye Vekale­tinin Hükümetle batıp, kalkmasının buna engel olmadığım İslam dininin kıyamete kadar baki olduğunu, Hükümetin dininin de İslam dini olduğunu, onu üç beş şahsm kanaatinin yıkamayacağını," açıklar. Hüseyin Hüsnü Efendi (İsparta) de, "onu üçbeş kişinin yıkamayacağım, ona saldıranların yıkılacağım" söyler. Saraçoğlu evkaf konu­sunu da düzeltmenin gerektiği konusunda da açıklamalarda bulunduktan sonra sözü arap harflerine getirilerek şöyle der:

"...Hacımızın, âmirimizin, memurumuzun kısaca bütün maneviyet ve maddiyetimizin bizi okumağa sevkettiği bir diyarda ve büyük fedakarlık yapıları  bu memlekette, bu memleket halkı, hala okuyup yazmayı öğrenmedi ise bunu yalnızca usulde aramak, yalnız eğitimcilerin öğretme ve idare tarzım bilmediğini iddia etmek doğru olmaz. Benim kaanatimce bu büyük derdin acı noktası harflerdir... Efendiler, bunun tek kabahati harflerdedir. Arap harfleri Türk dilini yazmağa uygun değildir... Bütün çabalara rağmen halkımızın ancak yüzde ikisi ya da üçü okumuştur..." [327]

Saraçoğlu aynı günkü konuşmasmda Kanunlarla ilgili olarak da şunları söyler:

"Milletimiz kendisini yalnız kendisi vasıtasıyla idare etmek istiyor. İstiyor ki, bütün kanunları ne Frengistan'dan  gelsin, ne de Arabistan'dan gelsin, istiyor ki kendi ihtiyaçları, kendi ruhiyâtı, kendi çocukları tarafından kanun şeklinde düzenlensin ve kendi tarafından uygulansın: Adliye'nin milli bir tane kanunu yok­tur. Bütün kanunlarımız Frenk ve Arap kanunlarının karmakarışık edilmesinden oluşmuş bir halitadır..."

Saraçoğlu’nun bu konuşmasına Mehmet Mahir Efendi (Kastamonu) "ayrıca Arap kanunu yoktur", diye cevap verirken; Hafız İbrahim Efendi (İsparta) de, "Arap kanunu senin mensup olduğun İslam dinidir, dinin kanunudur" diye karşılık ver­mektedir. Tartışmalara müdahale eden Tunalı Hilmi Bey (Zonguldak) ise, "Şeriatte hürriyet kadar serbest hiçbir hürriyet yoktur. Teessüf ederim hocalarıma ki itiraz ediyorlar ve hürriyeti kısıtlıyorlar", demektedir. 1901

Hilafetle ilgili olarak gazetelerde yazıları  yazılar ve Meclis'te yapıları  konuşmalar üzerine, Halife Abdülmecit 29. 1. 1340 (1924) tarihinde Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa'ya bir telgraf gönderir. Abdülmecit bu telgrafında: "Büyük ve necip Türk Milletine her ne sıfatla olursa olsun hizmet etmeği küçük yaşından beri amaç edindiğini, bu emelini siyasete karışmayarak diyanet yoluyla yapacağı konu­sunda Büyük Millet Meclisi'ne karşı verdiği sözden mümkün olduğu kadar ayrılmadığını, Büyük Millet Meclisi'nin kendisi ve Osmanlı hanedanı için ne karar vereceğini bilmese de İlahî takdire itikadı olduğunu; ancak Cumhuriyet Hükümetini başına bela olmak hakkındaki isnadâtm iftira olduğuna Yüce Allah'ın şahit olduğunu; gazetelerde görülen Cuma namazları Merasimi, bilcümle teferruatı, giye­ceği elbiseye kadar Hükümetin tensibiyle tanzim edilmiş hazır bulunduruları  süvari ve mızıkaların Hükümet tarafından gönderilmiş olduğunu; Hükümetin en küçük menfaatine aykırı hareketinin maddî tayin olunarak B.M.M.nce münakaşa mevkiine konmadan kendisi ve hanedan fertleri hakkında kötü zanla yorumlanarak bir karar [328] verildiği takdirde bargahı zülcelale gönlündeki tesiri isal edeceğini, dünyanın her ne­resinde olsa bile ve hatta mezarında bile ruhunun dünyanın en asil milleti olan  büyük milletinin saadetiyle çırpınacağını; ecdadının yalnızca milletin saadetini düşündükleri için hafiflerine birşey bırakmadıklarını; Hıristiyan hükümdarlar gibi yabancı ülkelerde akraba ve (dostları ?)nın olmadığını; ecdadının fethettiği bu kutsal diyardan çıkarıldıkları anda hakir ve zelil olacaklarını; bugün hayatta olan  ihtiyar ve gençler hakkında alman karar ile ailesinin Hıristiyan aleminde (düşman ?)a el açmasına ve onları  yad ellerde süründürmeğe dünyanın en yüce ... olan  Türk kalbi ve İslam kalbinin sebeb olmayacağım..." söylemektedir. 1911

Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'in, 1 Mart 1924 günü Meclis açış konuşmasında özellikle "Türk milleti üzerinde kâbus bulunduramaz" cümlesi Mec­liste yaşa sesleriyle karşılanırken  1921; Ordu ve din konusunda da, ülkenin genel yaşamında orduyu siyasetten aynmak umdesinin Cumhuriyetin devamlı dikkatini çektiği bir temel nokta olduğunu; şimdiye kadar takip olunan bu yolda Cumhuriyet ordularının vatanın emin ve mutmain harisi olarak hürmet görerek güçlü kaldığım belirtikten sonra din konusunda da şöyle demektedir: "Bunun gibi intisap ile mutma­in ve mesut bulunduğumuz İslam dini asırlardan beri müteamel olduğu veçhile bir siyaset vasıtası mevkiinden tenziye ve İlâ etmek elzem olduğunu müşahede ediyo­ruz. Mukaddes olan  itikat ve vicdanlarımızı muğlak ve müteevvin olan  ve her türlü menfaat ve ihtirasta sahne-i tecelliyat olan  siyasetten ve siyasetin bütün uzviyatmdan bir an evvel ve kesin olarak tahlis etmek milletin dünyevi ve saadetinin em­rettiği bir zarurettir. Ancak, bu suretle İslam dininin mealiyat-ı tecelli eder. 1931

Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal yaptığı bu konuşma ile Hilafetin kaldırılacağını ima ettiği gibi ordu ve dinin de siyaset aracı olmaktan kurtarılacağım belirtmiştir.

Halife Abdülmecit 1 Mart 1340 (1924) tarihinde bir telgraf daha gönderir. Bu telgrafında da şöyle demektedir: [329] [330] [331]

"Dünkü telgrafıma zeyildirS*  Bugünkü gazetelerde tamamen hilafetin ilgası sadedinde katiyete yakın bazı neşriyat görülmüştür. Dört küsür asırdan beri bu dev­letin, bu milletin, bu dinin ve Allah'ın olan  hilafetin ilgası İslam aleminde olan  rabıtanın kat'ı demek olup; böyle bir vak'a İslam vicdanım üzerek sui tesiratı tevlit ve Hıristiyan alemini de din-i mübin-i Ahmedî'nin men'i zimmî olmadığı hakkındaki istidafı temin ederek tarihte hayat-ı millete pek elim ve hazin bir hadise olacağının bu babda berkarar ittihazından evvel beyan ve tekrarını feriz (?) addederim." 94)

Abdülmecit ibni Abdülaziz Han

Hilafetin kaldırılması konusu önce 2 Mart 1924 tarihinde Halk Fırkası'nda görüşülür. Bu görüşmelere Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal de katılır J[332] [333] [334])

Hilafetle ilgili olarak Urfa Milletvekili Şeyh Saffet ile elli kadar arkadaşı 13 Maddeden oluşan bir kanun teklifi hazırlarlar. Bu kanun teklifinin önsözünde şöyle denilmektedir:

Türkiye Cumhuriyeti dahilinde hilafet makamının varlığı Türkiye'yi iç ve dış siyasetinde iki başlı olmaktan kurtaramadı. Bağımsızlığında ve milli hayatında or­taklık kabul etmeyen Türkiye’nin zahiren ve zımmen bile olsa ikiliğe tahammülü yoktur. Asırlardan beri Türk milletinin felaket sebebi ve sonsuza kadar fiilen ve ahden bir Türk imparatorluğunun yıkılmasına vasıta olan  Hanedanın hilafet kisvesi alfanda Türkiye'nin varlığına daha tesirli bir tehlike olacağı güçlü tecrübelerle kesin­likle anlaşılmıştır. Bu hanedanın Türk Milletiyle ilgili olan  her vaziyet ve kuvveti milli varlığımız için tehlikeden başka birşey değildir. Esasen hilafet, imarat İslam evailinde, Hükümetin mana ve vazifelerinde ihdas edilmiş olduğundan dünyevî ve uhrevî bütün görevleri yerine getirmeyi gaye edinmek ile mükellef olan  şu andaki İslam Hükümetlerini yanında ayrıca bir hilafetin varlığına sebeb yoktur. Hakikat bundan ibarettir. Türk milleti selameti muhafaza etmek için hakikate tabi olmaktan başka bir hareket tarzı seçemez. Yığılarak gelen karışıklığın açık ve kesin bir şekilde düzeltilmesi için aşağıdaki maddelerin bugün hemen ve acele olarak müzakeresi ile kanuniyet kesbetmesini teklif ederiz.

Madde 1Halife hal'edilmiştir. Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyetin mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan hilafet makamın mülgadır.

Geri kaları  on iki madde ise ; Osmanlı ailesinin, on gün içerisinde yurt dışma çıkarılacakları, Türk vatandaşlıklarının kaldırılacağı; Türkiye Cumhuriyeti'nde gayrimenkul tasarruf edemeyecekleri, gayrimenkullerini bir yıl içerisinde Hükümetin bilgi ve muvafakiyle tasfiyeye mecbur olduklarım; Padişahlık yapmış olanların Türkiye Cumhuriyeti içindeki tapulu gayrimenkullerinin millete intilal ettiğini; Padişahlık Saraylarının, kasırlarının ve mekanlarının içerisindeki mefruşat, takımlar, tablolar, güzel eserlerin de millete intikal ettiğini belirten maddelerdir. [335]  Hilafetle ilgili olarak hazırlanan bu on üç maddelik kanun teklifi 2 Mart 1924 tarihin­de Halk Fırkası'nda görüşülürken ilk söz alanlardan Musa Kazım (Konya) ile Abdul­lah Azmî Efendi (Eskişehir), hilafetle ilgili olarak hazırlanan takririn bazı yönlerine itiraz etmişlerdir. Azmi Efendi, Halife'nin şahsı ile Hilafetin mahiyetinin ayrı ayrı şeyler olduğunu ve sakıt hanedana mensup bir kişinin aynı ülkede halife olarak kal­masının sakıncaları olacağım kendisinin de kabul ettiğim, fakat bu sakıncaların hila­fetin kaldırılmasını ve Türkiye Cumhuriyeti'nden çıkarılmasını gerektirmeyeceğim söyleyerek, birinci maddedeki Halife'nin hal'ine ait olan  birinci fıkranın korunmasını fakat hilafetin kaldırılmasına ait olan  birinci maddedeki ikinci fıkranın değiştirilmesini istemiştir. [336]

Halk Fırkası'ndaki görüşmelerde esas konuşma, iki saat süre ile zamanın Ad­liye Vekili Seyit Bey tarafından yapılacaktır. Seyit Bey'in halife ve hilafetle ilgili ola­rak yaptığı geniş açıklamalardın soma, Halk Fırkası'nda, Hilafetin ilgası hakkındaki teklif edilen kanunun büyük çoğunlukla kabul edilmiş ve bazı fikirlerdeki te­reddütlerinde büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Halk Fırkası bu konuşmayı on bin adet bastırarak dağıtılmasına karar vermiştir. Sonunda bu kanun teklifi Meclis’e su­nulmuştur.

Milletvekilleri üzerinde büyük bir etki yapan Adliye Vekili Seyit Bey'in konuşmasının özet olarak esaslı noktaları  şöyledir:

"Efendiler, Şeriatın hilafet hakkındaki telakkisi biri diyanet yönüne, diğer siyasî yöne aittir. Siyasî yönü ayn bir meseledir. Buna karışmak istemem. Amacım, İslam dininin hilafet meselesini nasıl telakkî ettiğini bildirmektir. Bunun için Kur'an'a başvurduğumuz zaman görürüz ki, bugün sözkonusu olan  hilafet şekli hakkında hiçbir ayet yoktur. Hükümet ve memleket idaresi hakkında Kur'an'da iki düstûr ayeti vardır ki, biri "müslümanların işi kendi aralarında görülür", diğeri "Allah'a ve O'nun Peygamberi'ne ve emir sahiplerine itaat ediniz" anlamında olan  iki ayetten ibarettir. Bunlardan birincisi, Dünya'da meşveret esasını gösteriyor; diğeri yetkili kişilere, hükümetin amirlerine itaati tavsiye ediyor. Kur'an’da halife ve imam tabirleri vardır. Fakat bizim Peygamber ve halifeler hakkında değildir. Nazar-ı İlahide hilafetten esas maksat, "ahkakk-ı hakk ve iptâl-ı bâtıldır". Diğer bir deyişle "adaletin tevzii kaziyesidir." Bir ayette Yüce Allah ile Hz. İbrahim arasında bir konuşma geçer. Cenab-ı Hak, Hz. İbrahim'e "Ben seni bu yüzden İmam yaptım" buy­uruyor. Hz. İbrahim de "Ya Rabbi zürriyetimi de yap" diyor. Yüce Allah cevap ola­rak "Benim İmamet ahdim zalimlere vasıl olmaz" buyuruyor. İşte görüyoruz ki, başka başka Peygamberleri hakkında halife ve imam tabirleri kullanılmıştır. Mana­larına gelince halife, halef" imam, pîşvâ demektir. Bir de emaretten bahsedildi. Bura­da bunun yeri ve hilafet bahsinde ta'liki yoktur. İşte şimdiye kadar vâki olan  mâruzâtım Kur'an'da hilafet hakkında aradığımız ve istediğimiz meselelere dair bir hüküm yoktur. İşte Kur'an'da bir şey bulamadım. Hadislerde ise hilafet meselesi hakkında iki üç hadisten başkası yoktur ve o hadisler de "halife ne demektir; halife olmanın şartları  nedir?" gibi meselelerde değildir. Şimdi bunlardan "bir halife lazımdır" manası çıkar mı? Tabii çıkmaz. Peygamberimiz ölümlerinde bile bu konu­da izahat vermemiştir. Bu işi, ülke yönetimi ve millet işi saydıklarından millete terketmişlerdir. Peygamberin ölümünden sonra yüce ashab, Hz. Ebû Bekr'i halife seçmiştir. Ebû Bekr de ömrünün sonunda Hz. Ömer'i veliaht tayin etmiştir. Hatta yüce ashab, Hz. Ömer'in hilafeti üzerine kendisine ne ad verileceği konusunda te­reddüt etmiştir. Bir aralık Rasullullah'ın halifesinin halifesi demeyi düşündüler; fakat beşinci ve altına halifelerde tamlamaların uzayacağından dolayı bundan vazgeçtiler ve sonunda "Halife" dediler. Bazıları da "Emiru'l-mü'ınin" dediler. Hz. Ömer, ömrünün sonunda uygun kimse bulamadığından kimseyi halife yapmadı. İşi, altı kişiden oluşan bir "şûrâ"ya havale etti. Onlar da Hz. Osman'ı seçtiler. Görülüyor ki yüce sahabiler de hilafet meselesini tafsilen izah etmemişlerdir. Sonra gelen alim­lerden sünnet ehli olanları, hilafeti, hakikî ve suverî olmak üzere ikiye ayırırlar. Ha­kiki hilafete peygamber hilafeti derler ki, asıl hilafet de odur. Peygamberimiz bir ha­diste "hilafet benden sonra otuz senedir, ondan sonra ısırıcı saltanat olur" buyuruyorlar. Bunun için alimlerin büyük mütehassısları hakiki hilafetin Hz. Ali'nin ölümü ya da ondan sonra altı ay devam eden Hz. Hasan'ın hilafeti ile son bulduğunu, gerek Emevî Devletinin, gerek Abbasî Devletinin hükümdarlarının hali­fe olmadıklarım söylerler. Hatta bir kısım Hanefî fakihleri, Muaviye'nin hükümetine bile hilafet demiyorlar, saltanat diyorlar. Değişik mezheplerden alimler yanıda, alim olduğunu kabul edilen Sadru'ş-Şeriyye, "Muaddelu'l-Ulum" adındaki kitabında hila­fetin şer'an vücûda ait olan  şartlarından sözettikten sonra bu şartları üzerinde toplamayana halife denemeyeceğini açıklıyor. Alimlerden Kemalettin İbn Hümam, "İmamet, müslümanlar üzerine tasarrufu amme istihkakıdır" diyor. Bundan maksat velayettir. Velayette tav'an ve kerhen başkasına söz getirmek de hükümet demektir. Müslümanlara şer'an vacip olan  da Hükümet tesisidir. Hükümetsizlik caiz değildir. Hükümetten maksat memleketin zapt ve raptını temin, asayişi ve adaleti tesisdir. Yoksa hemen bir kişiyi halife adı alfanda hilafet makamına oturtmak değildir. Vakti­yle hükümet tabiri olmadığından adına hilafet derlerdi. Zamanımızda hükümet vardır. Burada denebilirki sünnet ehli alimleri müttefikan müslümanlara "imam nasbetmek vaciptir. İçtima üzerine söz söylenemez" diyorlar. Buna cevap olarak Akîdüddin'in "Mevakıf" adlı kitabında dediği gibi "şartları üzerinde toplanan bir imam bulunmadığı halde imam tayini vacip değildir" diyebiliriz. Cuma ve bayram namazlarının sıhhati için imam izni şartı olduğu hakkındaki fikir yanlıştır. Gerekli olan  imamın izni değildir. Müslümanlara cami kapılarını açık bulunduracak olan  imam iznidir. Hatibin ve imamın halife tarafından tayin edilmiş olması lüzumuna dair olan  fikir de yalnıştır. Hatiplerin sultan tarafından tayini vaktiyle herkesin hutbe söylemek hususundaki heves şevkiyle kavgaya düşmemelerini temin mak­sadıyla alınmış bir usüldür. Bu sultan bir kadın da olabilirdi. Bizde bir seneden beri bu tayinleri Şer'iye vekaleti tarafından yapılmaktadır. Hac emirliği tayini de halife­nin görevlerinden değildir. Hac emirliği, hacıların asayişini koruma meselesidir, hükümetin görevlerindendir. İşte hilafet şer'an bundan ibarettir. Yani hilafet İdarî ve siyasî bir meseledir. Doğrudan doğruya İslam aleminde hükümet tesis etmektir. Yalnız zamanımıza göre siyasî olarak halifeye gerek var mı, yok mu meselesi siyasî bir iştir. Bunun çözümü Meclis'e aittir. Benim açıklamalarım İslam Dini'nin bu hu­sustaki telâkkisini izhara kafi geldi sanırım. [337]

Halk Fırkası'nda hilafetle ilgili tartışmalar yapılırken, bazı milletvekilleri tarafından Mustafa Kemal'e hilafet teklif edilmişsede, Mustafa Kemal reddet­miştir. 199)

Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Efendi ile elli kadar arkadaşının hilafetin kaldırılması ve Osmanlı hanedanının Türkiye dışına çıkarılması konusundaki kanun teklifi, Halk Fırkasında 2 Mart 1924'te kabul edildikten sora 3 Mart 1924'te de Mec­lis'e sunulmuştur.

Yine aynı gün Siirt Milletvekili Halil Hulûki Efendi ve elli arkadaşının Şer'iye ve Evkaf, Erkân-ı Harbiye Vekaletlerinin kaldırılmasına dair hazırlanan kanun teklifi de Meclis'e sunulmuştur. 2001

Şer'iye ve Evkaf Vekaleti ile Erkanı Harbiye Vekaletleri’nin kaldırılması ko­nusunda hazırlanan kanun teklifinin önsözünde şöyle denmektedir:

Riyaseti Celileye

Din ve ordunun siyaset ceryanları ile alakadar olması birçok mazahiri dâîdir. Bu hakikat bütün medeni milletler ve hükümetler tarafından bir düstur'u esasi ola­rak kabul edilmiştir. Bu nokta-i nazardan yeni bir hayat varlığı temin etmek vazifesi­ni deruhte eden Türkiye Cumhuriyeti Teşkilat-ı Esasiyesinde (Anayasa) zaten muhaddes olan  Şer'iye ve Evkaf Vekaleti ile Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaletinin ilgasına nazaran da bütün evkafın millete intikal etmesi ve ona göre de idare edilme­si tabii bir neticedir. Binaenaleyh berveçhi âtîmevaddın derakap bugün ve müstacelen müzakere olanarak kanuniyet kesbetmesini teklif ederiz. 2011

Ondört madde  olarak hazırlanan bir kanun teklifinin birinci, üçüncü, dördüncü, beşinci, altına maddeleri diyanet işleri ile ilgili olup bu konuyu Diyanet İşleri Başkanılığı Bölümünde işleyeceğiz. Burada yalnız ikinci maddedeki "Şer'iye ve Evkaf Vekaleti Mülgadır" maddesini ele alıyoruz.

Hilafet konusundan önce Meclis’te Şer'iye ve Evkaf ile Erkanı Harbiye veka­letlerinin kaldırılması ele alınır. Maddeler tek tek oya konulur sıra ikinci madde olan  "Şer'iye ve Evkaf Vekaleti Mülgadır (kaldırılmıştır)" maddesine gelince Meclis Başkam, söz isteyenin olup olmadığmı sorar; hiç kimse söz istemez ve oya konur, so­nunda madde aynen kabul edilir.[338] [339]

Burada tarihi açıdan bazı açıklamalar yapmayı yararlı görüyoruz.

Osmanlı Devleti döneminde, padişahları en fazla uğraştıran ve korkutan, sık sık ayaklanan ordu, şeyhülislamlar, ulema, medrese (üniversite) ve son dönemlerde valiler olmuştur. Özellikle bunların etkileri Osmanlı Devletinin gerilediği dönemlerde daha da fazla olmuştur. Bazı zamanlar olmuştur ki padişahlar ordunun elinde oyuncak olmuşlardır. Hatta Yeniçeriler, Padişah Genç Osman'ı bile öldürmüşlerdir. Ordu son dönemlerde özellikle yenilik yapmak isteyen IH. Selim ve II. Mahmud gibi padişahlara sürekli karşı çıkmışlardır. Bu durumu çok iyi anlayan D. Mahmud, 1826 yılında Yeniçerileri ortadan kaldırarak, yeni ve disiplinli bir ordu kurmuştur. Böylece ordunun siyasî müdahalelerde bulunmasını bir süre önlemiştir. Ama daha sonra Abdülaziz'in tahttan indirilmesi olayında yine ordunun etkisi görülmüşse de, asıl etkisini İttihat ve Terakkî Partisi’nin 1808 yılında iktidara gelme­sinde göstermiştir ve İttihatçılar, kendi çıkarları için orduyu siyasetin içerisine iyice sokmuşlardır.

Şeyhülislamlar ise verdikleri fetvalarla, padişahları tahtlarından indirme yet­kisine sahiptiler. Pekçok padişah Şeyhülislamların verdikleri fetvalarla tahtlarından indirilmişti. Bunu için 1876 Anayasası'nda, kurulacak hükümet içerisinde Şeyhülislamı seçme yetkisi padişaha verilmişti. Böylece padişah, kendi adamı olan  birini Şeyhülislam yaparak, kendisine karşı fetva verilmesini önlemek istemiştir.

Ama buna rağmen 1809'de EL Abdülhamit'in tahttan indirilmesi ile ilgili fetvayı, itti­hatçılar şeyhülislamdan almışlardı.

Osmanlı Devleti'nde Şeyhülislamlık olarak yer aları  bu dini kurum, 2 Mayıs 1920'de T.B.M.M. Hükümeti kurulduğunda ise, bu hükümet içerisinde Şer'iye ve Evkaf Vekaleti olarak kurulmuştu. [340])

Daha önce de sözettiğimiz gibi, Vahdettin ile ilgili fetvayı bu vekalet vererek Vahdettin hal'edilmişti.

Anlaşıları  Ankara Hükümeti de, ordunun ve Şer'iye Vekaletinin kritik bir dönemde müdahalesinden korktuğu için, her ikisinin de siyasî gücünü ortadan kaldırarak, müdahalelerini önlemek istemiştir.

Şer'iye ve Evkaf Vekaleti ile Erkanı Harbiye Vekaletinin kaldırılması kabul edildikten sonra yine aynı gün, Saruhan Milletvekili Vasıf Bey ve arkadaşlarının Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin birleştirilmesi) hakkında verilen kanun teklifi de kabul edilmiştir. Bu kanunun birinci maddesi gereği olarak Türkiye içerisindeki bütün bilim ve öğretim kuruluşları Maarif Vekaletine (Milli Eğitim Bakanlığı) bağlanıyordu; İkinci madde gereğince de Şer'iye ve Evkaf Vekaleti ya da özel vakıflar tarafından yönetilen bütün okullar yine Maarif Vekaletine bağlanıyordu; dördüncü maddeye göre, Maarif Vekaleti yüksek diyanet mütehassısları yetiştirmek üzere Darülfunun'da (üniversite) bir İlahiyat Fakültesi tesis ve imamlık ve hatiplik gibi dihi hizmetleri yapmakla görevli memurları yetiştirmek için de ayrı okullar açacaktı. [341]

Tevhid-i Tedrisat kanunun0*) kabulünden sonra sıra hilafetle ilgili kanunun görüşülmesine gelmiştir.

Görüşmeler Meclis Başkanı Fethi Bey'in başkanlığında yapılmaktadır. Konu ile ilgili söz aları  konuşmacılardan Rize Milletvekili Ekrem Bey, hilafetin kaldırılmasını isteyen konuşmasında Osmanlı Padişahlarını genelde, kötüledikten sonra, "Hilafetle bir ailenin münabeseti olamayacağı, geçmişi cinayetlerle dolu ve Türk milletine hizmet etmemiş olan  Osmanlı ailesinin hilafetle münasebetini ne olduğunu sorar ve de "aslında Hilafetin İslam dininin hükümetinde mündemiç olduğnu" söyler; ondan sonra söz aları  ve Halk Fırkası'na mensup olmayan tek mil­letvekili olan  Gümüşhane Milletvekii Zeki Bey ise hilafetin kaldırılmasını istemediği konuşmasmda, genellikle konuşması diğer bazı milletvekilleri tarafından kesilir, bunun üzerine Meclis Başkam Fethi Bey "Biliyorsunuz ki, Zeki Bey Halk Fırkasına mensup olmayan tek üyedir. Onun görüşlerini sessizce dinlemek zorundasınız. Hiçbir zaman asabiyet içinde bulunmanız doğru değildir" diyerek Milletvekillerini uyarmak zorunda kalır.

Zeki Bey konuşmasında, kendisinin Halk Fırkasının değil, milletin efradından olduğunu; Halk Fırkasının gerçek umdeleri (prensip) içerisinde böyle milli ananelerimizi ani surette sarsmak ve yıkmak usullerinin de var olup olmadığını; bugün ülkenin İktisadî ve siyasî, dahilî ve ziraî meseleleri halledildi de sıranın buna mı geldiğini; bunun zamanının henüz gelmediğini; kendisinin mutedil bir liberal olduğumu, bununla beraber sonsuz ve müthiş bir İslam birliği taraftarı olduğunu, bunun için ülkesinin iç ve dış siyaseti adma hilafetin kaldırılmasını kabul ederek bugünkü durum içerisinde bu korkunç gücü düşmanların ya da öteki hükümetlerin kucağına atılmasını istemediğini; bu millet kürsüsünden konuşurken kimseden korkusu olmadığım, hilafet konusu için ya kamu oyuna başvurulması ya da yeniden seçimlerin yapılmış olması gerekir olduğunu, böylece bunları bir temel prensip olarak yeniden millete bildirilebileceğini; her gün bir arz ve talep karşısında bulunduğunu, bunun çıkış yolu olmadığım, yalnız amacın ne olduğunu öğrenmek istediğini; iki tane sırmalı uşağı ile dört tane adamı ve milletin maiyetine verdiği sekiz askeri olan  Halife'den neden korkulduğunu; Hakimiyetin sürekli millette ve Meclis'te olduğunu; eğer Halife'den korkutuyorsa Etlik'te bir köşkte oturtulabile­ceğini de söyledikten sonara son cümle olarak: "Cumhuriyet, devam ettiği halde sal­tanata doğru yürüyor" demektedir.

Zeki Bey'den sonra söz aları  ve hilafetin kaldırılmasını isteyen, Afyonkarahisar Milletvekili İzzet Ulvi Bey ise yaptığı konuşmasmda, hala bu Meclis kürsüsünde hilafetin kaldırılmasına taraftar olmayanları gördükçe hayret ettiğini ve hayretinden ne söyleyeceğini bilmediğini; eğer, kendileri Cumhuriyet ilan  ettikten sonra böyle bir unvan mahiyetinde olan  hilafeti bırakacak olurlarsa bir gün mutlaka saltanata gide­ceğini çünkü tarihte Hükümetsiz halifenin olmadığını söyler. [342])

Daha sonra söz aları  Zonguldak Milletvekili Tunah Hilmi ise yaptığı kısa konuşmasının bir bölümünde şöyle demektedir: "Hilafetin ilgası (kaldırılması) deni­liyor arkadaşlar. Ben, Hilafetin ilgasını kabul etmiyorum. Hilafetin makamı kaldırılıyor. Halbuki hilafet mevcuttur arkadaşlar. İmamet de burada hilafette bura­da". [343])

Bundan sonra konuşmayı Konya Milletvekili Şeyh Saffet Efendi yapar. Saffet Efendi konuşmasında, Cumhuriyet idaresinin temel görevinden biri ve en birincisi­nin yüce İslam'ın hükümlerini koruduğunu; Raşid Halifeler döneminden sonra bu devri Cumhuriyete kadar İslamiyet adına deveran eden hilafet meselesinin hiçbir zaman araştırılıp makul ve mantıklı bir gerçek hükmü tasdik edilmediğini, hilafetin gerçek manasının yeryüzünde hak ve adalet üzere insanlar arasında Hükümet etmek olduğunu; bütün peygamberlerin hertürlü küçük ve büyük günahlardan masum ve her hareketinde adil olduklarından yeryüzünde Allah'ın birer halifeleri olduklarım, son peygamber Hz. Muhammed'in de Allah'ın en büyük bir halifesi olduğunu ve ondan sonra da Dört Halifeye bu unvanın verildiğini; bir peygamber mucizesi olarak Hz. Peygamberin "hilafet yani adil ve hak ile kaim bir hükümet benden otuz sene ka­dardır" buyurduklarını; eğer herhangi bir İslam hükümeti adil ve hak üzere kamu işlerini idare ederse o hükümetin yeryüzünde Allah'ın halifesi olduğunu; o halde bugün hak ve adil üzere hükümet yönetimi ancak cumhuriyetle var olduğuna göre şimdiki yönetimin de bir Cumhuriyet olduğunu; böylece hilafetin mahiyetinin aklen ve mantıken Büyük Millet Meclisi'nin manevî kişiliğinde tecelli ettiğini, söyler. [344])

Saffet Efendi’den sonra konuşmayı Kastamonu Milletvekili Halit Bey yapar. Halit Bey hilafetin kaldırılmasını istemediği konuşmasmda şöyle der:

"... Bendeniz şer'i yönünü değil siyasî yönünü düşünüyorum. Bildiğiniz gibi hilafet 1300 küsür yıldan beri Raşit Halifeler, Emevîler, Abbasîler, sonra Fatımîler Mısır vs.den geçerek bir silsiledir gidiyor. Öyleyse 1300 yıllık bir kurumdur. Bunun için bu makamı kaldırmak için her halde uzun boylu düşünmek gerekir inanandayım.

Şer'i yönden hiçbir mahzur yoktur. Bendeniz yalnız siyasî görüş noktasından arzediyorum. Arkadaşlar hepimiz biliyoruz ki İstiklal Savaşım ilan  ettiğimiz zaman halkımız halife makamına olan  bağlılığını gözönüne alarak 'halifeyi kurtaracağız' diye telkinatta bulunduk. Hatta birçok şeyhi ve alimi Büyük Millet Meclisi'ne getir­dik. Bu sırf halkın hislerine hürmet içindi. Sonra arkadaşlar, ben bu İstiklal Savaşlarında bütünüyle bulundum. Askerlere, bütün arkadaşlarla beraber bu surette telkinlerde bulunduk, 'hilafet makamım, bütün vatanla beraber kurtaracağız' dedik. Bugün halk hilafet makamı olmazsa Cuma namazı kılınmaz inancındadır... Bizim di­nimizde, müslümanlar, müminler kardeştirler. Bunun için diğer devletlerin Türkiye'ye olan  bakışları hilafet makamının burada olmasından dolayı değil, Türklerin de bir müslüman Devleti olmasındandır deniyor ve aynı zamanda deniliy­or ki "biz bu hilafetten ne fayda gördük" mesela umumî harpte bilakis Araplar bize hiyanet etti ve düşman saflarında bize karşı savaştılar. Hintliler keza hiç faydalarını görmedik deniliyor, doğrudur. Fakat arkadaşlar son Yunan Saldırısında Yunanlılar, Eskişehir ve Afyon hattına geldikleri zaman işgal altında bulunan yerler Batı Anado­lu Vilayetlerini kurtarmk için bir tek asker gönderebildi mi? Hayır gönderemedi. Çünkü mağdur idiler, esir idiler ve onlarla mülakatımız da yoktu. O halde onları da esir farz etmek pek tabiidir... Araplar bize karşı şöyle yaptı böyle yaptı diyoruz. Hal­buki hep biliyoruz ki bu, Arabistan'da uyguladığımız hatalı siyaset sonucudur... İslam Aleminin bize karşı gösterdiği teveccüh ve sevgi sanırım ki yalnız bir din kardeşliğinden değildir. Acaba niçin İran'a, Afganistan'a, Fas'taki islamlara gösterilen teveccüh bize gösterilen teveccüh kadar değildir. Ben şu inançtayım ki bu kadar yüzyıldan beri kötü idaremize rağmen ve bütün dünyanın ihtiraslı bakışları İstanbul üzerinde ve Türkiye'nin durumu üzerinde iken varlığımızı hilafet makamının bizde olması ve Türklerin bu makamı koruması ve dini korumak için çarpışmalarında buluyorum. Madem ki hilafet makamının hiçbir etkisi yoktu. Biz altı ay önce buraya hepimiz bir prensip yayınlayarak geldik. Bu prensiplerde Kasım 1922 kararının  değiştirilemez bir duştur olduğunu ilan  ettik ve sonra dedik ki: [345]

Türkiye Büyük Millet Meclisi hilafet makamının istinatgahıdır ve hilafet makamı İslam arasmda bir yüce makamdır dedik. Eğer o makam bir yüce makam değil ise neden halka ilan  etmeyi gerekli gördük. O halde bendeniz böylece Hilafet makamı kaldırılmıştır demeyi doğru bulmuyorum, son sözüm budur. Kaldırılmıştır sözünü açıkça söylemeyi ve yazılmasını din açısından değil, siyaset açısından büyük bir mahzur sayıyorum. Büyük Millet Meclisi'nin manevî kişiliğinde deriz. Doğrudan doğruya kaldırılmıştır demek yanlıştır."

Halit Bey'in bu son sözüne, Tunalı Hilmi Bey "Büyük Millet Meclisinin kişiliğinde vardır" diyerek cevap vermiştir. [346]

Saruhan Milletvekili Vasıf Bey ise, hilafetin kaldırılması gerektiği konusunda yaptığı konuşmasmda, Cumhuriyeti ilan  eden bir milletin en yüksek görevinin kendi vatanı ve varlığı için kabul edeceği en büyük esasın, kendi varlığına tehlike olabile­cek ikiliklere yer vermemesi, saltanat isteklerine yer bırakmaması ve milletin düşünce esenliği için her zaman sultanlığa benzeyebilecek bütün bu kurumları  yıkması gerektiğini; ancak o zaman Cumhuriyet'in tamam olabileceğini, söyledikten sonra konuşmasının sonunda: "...Yüce Meclis şimdi vereceği büyük ve tanhi kararla dün ilan  ettiği Cumhuriyeti, dün meydana getirdiği eseri tamamlayacaktır ve güçlendirecektir. Sonsuzluğa dek yok olarak her türlü tehlikelerden ve her türlü za­rarlı etkilerden korunacaktır. Yüce Meclis bu kararını verdiği zaman varsın arka­daşlardan beş on kişi buna karşıyım diye tepinsin ve çırpınsın. Bütün bu tepinmenin ve çırpınmanın sonu hicrandır, hüsrandır ve anlayacaklardır ki yaptıkları dav­ranışlar ayıptır ve günahtır" demektedir. [347]

Bundan sonra Meclis'te en önemli konuşmayı Adalet Bakam Seyit Bey (İzmir) yapar. Seyit Bey bu konuşmasını da daha önce Halk Fırkasmda yaptığı konuşmasm doğrultusunda yapar. 45-50 sayfa tutabilecek olan  bu konuşmasını daha önce özet olarak verdiğimizden tekrar etmeyi gerekli görmüyoruz. Yalnız burada İslam ile ilgili bazı açıklamalarına yer vereceğiz. Seyit bey hilafetle ilgili görüşlerini ortaya koyduktan sonra İslam'la ilgili olarak da şunları söyler:

"Beyler İslamiyet çok yüksek bir dindir. Eğitimi, ilerlemeyi çok sever. Akıldan, mantıktan hiç ayrılmaz. Yeryüzünde İslam dini kadar özgürlüğü seven, ilerlemeyi seven bir din yoktur. Dini bütün hükümleri büyüklükler ve yüceliklerle doludur. Esas amacı, ahlak yüksekliğini ve insanlık erdemini kurmak ve sağlamaktır. Hz. Peygamber, doğruluğundan şüphe edilmeyen bir hadisinde, "Ben güzel ahlakı tamamlamak için yaratıldım" diyor ve bir hadisinde de aklı "Tanrı Bel­gesi" olarak açıklıyor ve diyor ki "Halk nerede ise sen de onunla beraber orada bulun, ondan ayrılma, sana şüphe veren şeylerin gerçeğini akimla ayırt et. Çünkü Yüce Allah'ın senin hakkında olan  belgesi şendedir, kendindedir ve onun verimliliği de senin yanındadır", Ne yüce sözdür, ne kadar anlamlıdır, akla ne büyük değer ve­riyor? Zaten Kur'an da baştan başa akıl ve akıllı kişileri ve anlayış çabukluluğunu yüceltiyor. Onun için İslamiyet akıl ve mantıkla birliktedir. Bir yüce ayette de "Değişik sözleri işitir de onların en güzeline uyan kullarımı İlahi ödülüm ile müjdele" deniyor. Bu ayetler her zaman her şeyin akıl ve mantık ile, belgelere daya­nan akıl yargılamaları ile incelenmesi gerektiğini gösteriyor...

İslamiyet, eğitimle birliktedir. Bilim ve eğitimden hiçbir zaman ayrılmaz. He­piniz bilirsiniz "Bilim Çin'de olsa da gidiniz, öğreniniz" ve "Bilim ve eğitimi beşikten mezara kadar öğreniniz" hadislerini hepiniz bilirsiniz... Tirmizî'nin Süneni'nde şöyle bir hadis vardır: "Hikmet müminin aramakta olduğu öz malıdır. Onu nerede bulursa onu almaya herkesten çok hak sahibidir", 'Hikmet'; eşyanın gerçeğine uyan söz, öğrenimle edinilen bilim demektir... Hikmet olan  yani eşyanın gerçeğine uyan söz; sosyal, felsefi, ekonomik ve ahlaki bir ilkedir. Her nerede bulunursa bulunsun, her kimin ağzından işitilirse işitilsin, işte o söz, işte o düstur Müslümanın yitirip de aradığı kendi malıdır. Hiç tereddüt etmesin hemen alsın... İşte bu hadisten de anlaşılıyor ki İslamiyet eğitim ve öğretime gerçeğe çok büyük değer veriyor...

Bir zamanlar Avrupa bilgisizlik karanlığında iken, Doğu uygarlık yollarında hayli ilerlemişti. O zamanlar dünyada en ilerlemiş ve en uygar yerler İslam ülkeleri idi. Bütün Avrupa, kısacası İngilizler bütün bilim ve tekniği şimdi İspanya denilen Endülüs’ten almışlardır. Amerikalı Üniversite Profesörlerinden Draper, "İlimle Dinin Çatışması" adlı bir kitap yayımlamıştı. Bu adam, bu kitabında bir kafada, bir dimağda, din ile ilim birleşmez. Bir kimse bilim adamı ise dindar değildir, dindar ise bilim adamı değildir diyor. Fakat yine kendisi bu kitabında açıkça; "Benim bu kitapta dinden maksadım İslam dini değildir, diğer dinlerdir, Özellikle Katolik Dinidir, İslam Dini değildir" diyor. Sonra Endülüs'te vaktiyle İslam alimleri tarafından kısmen yeni baştan bulunan, kısmen de tamamlanan ilimleri ve fenleri sayıyor...

Doğuda İslam ülkelerinde, İslam uygarlığına, ilimlere ve ferilere hizmet eden alimlerin çoğu Türktür, içlerinde çok büyük filozoflar, çok büyük fenciler, tanınmış alimler ve İslam hukukçuları vardır. Bazı zalim ve zorba hükümdarların kıyıcılığı ve zorbalığı sonucunda böyle düşkün, harap, bilgisiz bir duruma gelmiş olan  Semerkant, Buhara, Nişapur, Bağdat, Belh gibi kentler vaktiyle üçer beşer milyon nüfusu içine aları  çok büyük ülkelerdi... Bazı Arapça eserlerde gördüm ki Horasan ile Afga­nistan arasında bulunan Belh kenti vaktiyle 6 milyon nüfusu içine aları  çok büyük bir ülkeymiş. İçinde altıyüz kadar kubbeli ve minareli cami varmış. Bugün belki kentin yıkıntısı bile kalmamıştır.

Şimdi size sorarım, o vakit İslam uygarlığı o derece ileri ve İslam dünyası o oranda bayındır ve uygar iken şimdi neden yıkıntı yerine dönmüş, halkı bilgisizlik içinde kalmıştır, bunun sebebi nedir? İslamiyet o vakit ilerlemeye engel olmuyordu da şimdi mi engel oluyor? Ya da İslamiyet şimdi ilerlemeye engel oluyordu da, o zaman mı olmuyordu? Bunun hiç biri değil. Zamanımızda ülkemizde ilerlemeye engel olan  durum gerçek İslamiyet değildir. Bilgisizlikten, körükörüne taklitçilikten doğan bugünün yersiz düşüncesi ve anlayışıdır. Zamanımızda İslam Dini çok yalnız kalmış, uydurma söylentilerle dolmuştur. Bunlar, İslam dünyasına öteki dinlerden ve başka milletlerden gelmiştir. Yoksa gerçek İslamlık, uydurma söylentilerin, batıl düşüncelerin en büyük düşmanıdır. Gerçekte İslamiyet, uydurma söylentileri, yanlış inanışları kökünden yıkmak için gelmiştir. Niketim vaktiyle yıkmıştı da... Fakat son­raları şuradan buradan İslam dünyasının içine birçok uydurma düşünceler girdi. So­nunda da İslam dini bütünüyle ilgisiz kaldı.

Tereddütsüz diyebilirim ki, bugünkü İslam Dini başka, Peygamberin zamanındaki İslam dini başkadır. Gerçek İslamiyet, yaratılıştan gelen mantıklı bir dindir. Hayalleri, yanlış düşünceleri, boş inançları hiç sevmez; özellikle nefret eder... Hz. Peygamberin en büyük duası: "Rabbim, bize eşyanın gerçeklerini olduğu gibi göster" idi. Ne güzel ve ne büyük duadır. İnsan, eşyanın gerçeğini olduğu gibi görebilirse daha ne ister? En büyük hikmet, en büyük ilim ve marifet bunun bilmek değil midir?

İşte, Halifelik ve İslamiyet konusunda bildiklerimi anladıklarımı size söyledim. Bu, yirmi-otuz yıllık uzun ve yorucu bir çalışmanın ürünüdür. Sözlerimde asla ikiyüzlülük yoktur, gizli amaç yoktur. Bildiklerimi tam bir açıkyüreklilikle sîzle­re sundum. Amaam, çok değereli dinimin gerçeklerini olduğu gibi bildirmek, böylece İslamiyeti dosta ve düşmana karşı yükseltmektir. Halk bu gerçeği anla­mazmış, bilmezmiş. Anlatalım, bildirelim, görevimizdir. Suç halkın değil, anlatmay­anların ve bildirmeyenlerindir...

İslamiyetle ilgili görüşlerini bu şekilde sürdüren Seyit Bey, Hilafetle ilgili ola­rak da, daha önce Halk Fırkasında yaptığı konuşmasında görmediğimiz bazı ekler yapmıştır. Meclis'teki bu konuşmasmda şöyle demektedir: "Halifelik, halifelik diye diye çöküp gitmişiz, yıkılıp toprak olmuşuz. Ne malımız, ne canımız, ne mülkümüz kalmış. Tüm ülke yoksulluk içine düşmüş". Daha önce Halk Fırkasında yaptığı konuşmasından Seyit bey'in hilafetin kaldırılmasını isteyip istemediğini anlaya­mamıştık. Bu konuşması ile anlaşıları  o da hilafetin kaldırılmasına taraftar olduğunu göstermektedir.

Adalet Bakanı Seyit Bey'in gerek Halk Fırkasındaki konuşması, gerekse Mec­lis'teki konuşması, hiç şüphesiz milletvekilleri üzerinde büyük etki bırakmıştır. Çünkü Halifeliği dini delillerle anlatmış ve böylece Meclis'te halifeliğin kaldırılmasına taraftar olmayan pekçok milletvekilinin görüşlerinin değişmesini sağlamıştır.

Seyit Bey'in konuşmasından sonra kürsüye Başbakan İsmet Paşa (İnönü) gelmiştir. İsmet Paşa yaptığı konuşmasmda, Hilafet makamının kaldırılması ile İslamiyete ait hükümlerin korunmasında ve yerine getirilmesinde hiçbir eksikliğin olmayacağım, söyledikten sonra bazı konuşmacılara şöyle cevap verir:

"...Halifelik Makamı dış siyaset bakımından bir yaran var mıdır sorusunu ce­saretle düşünelim. Yararı olduğunu söyleyenler hangi düşünceyi ileri sürmektedirler. Bunlar bir siyasî durum ve bir siyasî makam olarak düşünmektedirler. Düşünceleri hükümet üstü bir siyasî makam demektir. Bu makam önce Türk milletinden bağlılık isteyecek, diğer bütün Müslüman milletler-

210.T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 58-60 den de ayrı ayrı bağlılık isteyecektir. Düşünebilir inisiniz ki, dünyada bağımsız bir millet bulunsun, bütün yönetim ve ihtiyaçlarını, siyasetini kendi örgütleri içinde ta­mamlasın, sonra da bunların hepsini toptan diğer bir noktaya, siyasî varlığını, kendi Cumhuriyeti içinde, kendi devleti içinde, kısacası Büyük Millet Meclisi'nin görev alanı içinde tamam saymıştır. Bunun dışında bir siyasî makamı bağımsız bir millet kabul eder mi?...

Müslümanlıkta bir tek İslam Hükümeti vardır ve bütün milletler oraya tabi olacaktır. Beyler işte bu yüzden bütün müslüman milletleri sürekli birbirini yemişlerdir. Herhangi bir İslam milleti kendisini bağımsız ve güçlü saydıktan sonra, diğer İslam hükümetinin ayrı ve bağımsız bir hükümet olmasına dayanamamıştır. Tarih baştan başa bununla doludur..." 211)

İsmet Paşa, bu şekilde yaptığı konuşmasını bitirdikten sonra görüşmelerin yeterli olduğuna dair 12 adet takrir verilir.[348] [349] ve maddelerin oylamasına geçilir. Önce kanunu birinci maddesi oylamaya koyulur. Yapıları  oylama sonuda kabul edi­lerek ([350]b Halife (Abdülmecit), halifelikten çıkarılır ve halifelik hükümet ve Cumhu­riyet anlam ve kavramı içerisinde zaten var olduğundan, Halifelik Makamı da kaldırılır. Bundan sonra ikinci maddeye geçilir. Bu maddeye göre Halifeliği alınmış Halife, Osmanlı Sultanlık ailesinin erkek kadın bütün üyeleri ve damatları Türkiye Cumhuriyeti içerisinde yaşamak hakkından sonsuza dek yoksun bırakılıyorlardı. Bu made ile ilgili olarak söz aları  Trabzon Milletvekili Muhtar Bey, Osmanlı kadınlarının dışarıya çıkarılmasını istemeyen bir konuşma yapar, bu konuşmasmda bu kadınların hiçbir rol oynayamayacaklarım, bunların yüksek bir hayata alışmış ol­duklarından bu İslam kadınlarının dışarı atılmalarını iyi görmediğini belirtirse de[351], oylama sonucunda Osmanlı hanedanı kadınlarından doğanlar dahil edilerek bütün ailenin dışarı çıkarılması ile birlikte kanunun öngördüğü öteki maddeler de kabul edilir.[352] Böylece hilafet ve halife tarihe karışmaktan ziyade bizim anladığımız kadariyle ki, birinci maddede görüldüğü gibi hükümet ve Cumhuriyete varlığını sürdürür. Zaten bu maddeyi edebiyatı çok iyi bilen Tunalı Hilmi de bu şekilde anlamaktadır. Onun yukarıda bu konu ile ilgili konuşmasını verdik. Diğer bir yerde de birinci madde ile ilgili olarak Halit Bey (Kastamonu)'in "Hilafeti", Büyük Millet Meclisi'nin manevi kişiliğinde diyelim, doğrudan doğruya kaldırılmıştır demek hatalıdır" demesi üzerine Tunalı Hilmi Bey'in "Büyük Millet Meclisi'nin kişiliğinde vardır" diyerek cevap vermesi de bunu gösteriyor. 2161

6-Hilafetin Kaldırılmasıyla İlgili Kanunun Kabulünden Sonraki Gelişmeler

3 Mart 1924'te Hilafetli ilgili kanım kabul edilince Cuma gününe dek gelen 7 Mart'ta İstanbul’da okunan hutbelerde ilk kez isim zikredilmeden yalnızca Türk mil­letinin ve Cumhuriyetinin selamet ve saadeti, Yüce İslam dininin şeref ve yükselmesi için dua edilmiştir. Hutbenin bu şekilde okunmaı için İstanbul'daki Evkaf Müdürlüğünden bütün imam ve hatiplere tebliğ edilmiş ve bu konuda hatiplerden imza alınmıştır. O an kadar hutbelerde sultan ve halifelerin isimleri zikrediliyor­du. 2171

Bu arada Hilafet konusunda alman karardan sonra, dışandan bazı telgraflar çekildiğini görüyoruz. Bunlardan bir tanesi Antalya Milletvekili Rasih Efendi'dendir. Anlaşıları  Rasih Efendi Ankara tarafından görevli olarak Hindistan'a gönderilmiştir. Rasih Efendi, Delhi'den çektiği telgrafında şöyle demektedir:

"Millet Meclisi Başkanlığına

Türk Milletinin Hilafetten ayırılması, Müslüman ülkelerinde değişik fitne ve hırsları tahrik edecek ve hatta bunun sonucundan Türkiye’nin iç güvenliği de tehdit altında kalacaktır. Hilafeti Osmanlı ailesinde devam ettirmek için hiçbir zorunluluk yoktur. Fakat her müslüman milleti yanıda Hilafete Türkiye'nin kutsal ve tartışma götürmez bir hakkı olduğu gözüyle bakıldığından; Hilafetin Meclis'in kişiliğinde, devlet başkanlığı vasıtasiyle temsil ettirilmesi mutlaka gereklidir. Son haberler dönmemi gerektirmektedir, telgrafla emir bekliyorum." 2181

Hint Ulema Heyeti Başkanı Ahmet imzalı bir telgrafta da:

"Hilafetle ilişkinin kesildiğine ve Hilafetin bütünüyle kaldırıldığına dair telg­rafla bilgi veriliyor. Hindistan müslümanları endişededir. Lütfen telgrafa güvenli bilgi veriniz." [353])

Dr. Ensarî adıyla Lhichandichonk'dan gönderilen bir telgrafta da:

"Büyük Millet Meclisi, Şeriat gereğince maddî ve manevî güce sahip yeni bir Halife seçeceğine eminim. Veraset yoluyla hükümdarlık tarzında olan  şeklin kaldırılması itirazı gerektirmez. Fakat hilafetin kaldırılması İslam dünyasının birliği bakış açısından felaketi gerektirir. Lütfen gerçek Meclis kararını telgrafla bildiri­niz. [354])

Diğer bir telgraf ise Ömer Ahmet Arzu'ş Şuyuh (?) tarafından gönderiliyor:

"Hilafeti kaldırmakla nefislerinize kötülük yaptınız. Sîzlere selam veril­mez." [355])

Bu arada dış basında da konuda bazı yazılar yazılmıştır. Kahire'de çıkan "Le Journal du Caire" adlı Fransızca gazete'de;

"Kuşkusuz, Ankara Hükümeti'nin eylemleri, İslam dünyasını heyecan­landırıyor, şaşırtıyor, alt üstediyor... Dört yüzyıl süren çok büyük bir güç olan  hilafet merkezi; Dinin direği, İslamın kalesi, imansızların büyük korkusu, İslam birliğinin ümidi ve savunucusu; Sultanların yürekten bağlı üç kıtanın ve iki denizin yöneticisi olan  büyük görkem; peygamberlerin yasal halefleri... Bizzat bu büyük güçten önce Osmanlı Sultanlığı kaldırılarak sonra da inananların gönlünde yaralar açarak Hila­fetten vazgeçiliyor! Hilafet büyüklüğün ululuğun simgesidir, böylece de İslam'ın yüceliğinin ve ululuğunun simgesidir" denilmektedir. [356])

Paris'te çıkan Le Journal gazetesinde ise "İslam'ın Bin Yıllık Kurumu" başlığı altında şöyle denmektedir:

"Dünya'da hangi delilik rüzgarı esiyor? Avrupa'da zorlukları kurala bağlamadan önce, antlaşmalar ilan  ederek tersine ev yapmağa başlıyoruz. Doğu'da ise başka birşey oluyor: Kazık üzerine piramit koymak isteniyor.

Doğu'da piramit İslam'ın gücüdür. Batı uluslarının saldırılanna karşı koyan ve dünyanın en büyük manevî güçlerinden biri üzerine kurulduğu için Osmanlı İmparatorluğu gerilediği halde yaşamım sürdüren büyük kurum: Muhammed'in ha­lefi ve imanın koruyucusu olarak İstanbul'da bulunan Halife'ye üçyüz milyon müslümanın saygısı vardır" dedikten sonra özellikle şunu belirtiyor:

"Kendi korumaları altında bulunması için, uzun zamandan beri Müslüman Araplara hilafeti götürmeye ve İstanbul'un dinî saygınlığını yıkmaya çalışan İngilizler, bu kadar şansı hayal bile edemezlerdi."(223)

Le Debats (Paris) gazetesi ise; Hilafetin kaldırıldığı öğrenilince bütün Delhi Müslümanları arasında büyük bir kızgınlığa sebeb olduğunu yazmaktadır. [357] [358])

L’Eclair (Paris) gazetesi de; Abdülmecit'in çevirdiği dolapların komplo olmasından önce, henüz başlangıç durumunda iken kesmek gerekiyordu, demekte­dir. [359])

Bir İtalyan gazetesi olan  "İl Monde" gazetesi ise şöyle demektedir:

"Mustafa Kemal Paşa, kendisine bütün dünya müslümanlarından gelen manevi destek olmasaydı, Sevres (Sevr) Antlaşmasına karşı, Yunanlılara karşı, İngilizlere karşı savaş süresi içerisinde galip gelebilir miydi? Mustafa Kemal, Yu­nanlılara karşı askerlerle savaşıyordu, fakat Halife taraftarları ve savunucuları olan  müslümanların hareketleri, Hindistan'da ve başka yerlerde Britanya İmparatorluğunu korkunç şekilde tehdit ediyordu.

Açıkçası Kemal Paşa, prensip olarak zaferi, savaşçı değeri ile kendine maletti. Etkin dinin manevi katkısını ve korkunç ağırlığını tam olarak değerlendiremedi. Halifenin hatırını sayarak ve onun koruyucusu Mustafa Kemal Paşa'dan yana Hin­distan'daki, İran'daki, Mezopotamya'daki, Mısır'daki müslümanlar ayaklanmamış olsalardı, kendine karşı İngiltere'nin başka türlü hangi derecede davranacağım görürdü..."(226)

6 Mart 1924 tarihli "Echo de Paris" gazetesinde ise "Hilafetin kaldırılışına Londra Memnuniyetle Bakıyor" başlığı altında şöyle demektedir:

"Hilafetin kaldırılışı İngiltere'ye ilginç sonuçlar elde ettiriyor, bu tedbir genel olarak Londra'da, Jön Türk masonlarının çabalarına maledildi. Kuşkusuz, burada olumlu bir biçimde karşılandı. Çünkü İngiltere'nin Sultanlığı ve Hilafeti devireceği bahanesi ile Ali Kardeşlerin, Mısır'da, Afganistan'da yürüttükleri ve Gandhi'nin de katkıları ile Hindistan'da yapıları  İngiliz aleyhtarlığı ve İslam birliği propagandası en iyi orduları sağlıyordu. Bugün Londra’da artık bu bahanelerin geçersiz olduğu sanılıyor, zira Hilafet Ankara'daki Türk Milliyetçileri tarafından yıkılmıştır ve bu yapıları  işte İngilizlerin parmağı olduğu inkar ediliyor. [360] [361])

Yine Paris'te çıkan "L'Ere Nouvelle" gazetesi, "Hilafetin kaldırılışı İslam için Bir Çağ Açıyor" başlığı altında verdiği haberinde,"... Halifenin gücü ölürken aynı za­manda büyük İslam birliği de yok oluyordu. Onu Türk öldürmedi, belki basitçe mil­liyetçilik fikri öldürdü" denmektedir. [362])

Bu arada Halifelikten çıkarılan  Abdulmecid 5 Mart 1924 tarihinde İstanbul (*)’dan gözleri yaşlı ayrılırken, Türkiye'nin mutluluğu için en içten dileklerini sunar ve İsviçre'ye gider. [363]) İsviçre'de Leman gölünün kuzey kıyısında bulunan Territet (**) kasabasına yerleşir. Daha sonra 1924 yılırım ekim ayında Fransa'nın Nice ken­tine taşınır. İkinci Dünya Savaşı anında Paris'te bulunmaktadır. 1868 yılında doğan Abdülmecit, 23 Ağustos 1944 yılında savaş yıllarında, 76 yaşında iken ölür. XVI. Paris, Bölge Müdürlüğü'ndeki; C. 2009272 Numaralı ölüm belgesindeki kayıt şöyledir: " 1868'de İstanbul'da doğan Osmanlı İmparatoru Haşmetlü Abdülaziz ile Hayrandil Sultan'dan doğan Şevketlü Abdülmecit, 15. avenue du Marechal Maunougyr'deki evinde 23 Ağustos 1944'te saat 2'de ölmüştür."[364]

Ankara'da Abdülmecit ile ilgili karar alındıktan sonra, Mısır'da yeniden bir halife seçilmesi için, bazı girişimlerde bulunduğunu görmekteyiz.

Mısır Uleması Büyük Heyet-i İlmiye-i Diniye-i İslamiye'si, 1924 yılında yayınladıkları bir beyanname ile bütün dünya müslümanlarının katılacağı bir kong­re yapılacağını ve müslümanlar üzerine vacip olan  halifenin bir kongre tarafından seçileceğini, ayrıca bu kongrenin Kahire'de toplanacağını ve toplantı yılının da 1925 yılının Mart ayında yapılacağını bildiriyordu. 231  Fakat Mart 1925'te yapılacak top­lantı gerçekleşmediğinden bu toplantı bir yıl ileri alınarak 1926 yılında top­lanılmasına karar verilir. 1926 yılının Şubat ayında yapıları  toplantıda, istek üzerine Mayıs 1926 ayında toplanmaya karar verilir. 2321 Çünkü Kongreye katıları  delegeler, bütün Müslüman ulusların temsil edilmediğini öne sürmüşlerdir ve Halife seçimi de yapılamamıştır.

Sonuçta kongre dört kez toplandığı halde ve Halife'nin gerekli olduğu ortaya konduğu halde yine de bir Halife belirlenememiştir. Her defasında bu meseleyi çözmek için başka kongrelerin yapılmasına karar vererek dağılmışlardır.

Bu başarısız kongrelerden sonra Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseynî de 1931 yılı sonunda bir kongrenin Kudüs'te toplanması çağrısında bulunmuş ise de bundan da bir sonuç çıkmamıştır. 2331

İslam Tarihinde en uzun ömürlü ve etkin kurumlardan biri olan  Hilafet, böylece, yürürlükten kaldırılmış oldu.

A)     Şer'iye ve Evkaf Vekaletinden Diyanet İşleri Başkanlığina Geçiş

Osmanlı Devleti döneminde, devletin dinî-kazaî ve tedris işlerini belli bir süre Şeyhülislamlık makamı yerine getiriyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti kurulunca, bu yeni kuruları  hükümetin dinî işlerini yerine getirmesi için Şer'iye ve Evkaf Vekaleti kurulmuştu. Bu vekalete, ilk defa da T.B.M.M. tarafından, 3. 5. 1336 (1920) tarihinde Karaca B. Müftüsü Mustafa Fehmi Efendi seçilmişti.[365] [366] Konya Milletvekili Mehmet Vehbi Efendi de bu Vekalet'te görev yapmıştı. Şer'iye ve Evkaf Vekaleti'nin son vekili ise Saruhan Milletvekili Mustafa Fevzi Efendi olmuştur. 2

3 Mart 1924 yılında, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinde Şer’iye ve Evkaf Ve­kaleti ile Erkan-ı Harbiye Vekaletini birlikte kaldırmak için hazırlanmış olan  kanun teklifi şu şekildedir.

Madde 1Türkiye Cumhuriyetinde muamelât-ı nâsa dair olan  ahkamın teşrii infazı Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun teşkil ettiği Hükümete ait olup din-i mübin-i İslamm bundan maada itikat ve ibadete dair bütün ahkam ve mesalihin ted­viri ve müessesatı diniyenin idaresi için Cumhuriyetin makaranda bir "Umurru Diyaniye Riyaseti" makamı tesis edilmiştir.

Madde 2Şer'iye ve Evkaf Vekaleti mülgadır (kaldırılmıştır).

Madde 3Umur-u Diyaneyi Reisi, Başvekilin inhası üzerine Reisicumhur tarafından nasbolunur.

Madde 4Umur-u Diyaneyi Riyaseti Başvekalete merbuttur. Umur-u Diya­neyi Riyaseti'nin bütçesi Başvekalet bütçesine mülhaktır. Umur-u Diyaneyi Riyaseti teşkilatı hakkında bir Nizamname tanzim edilecektir.

Madde 5Türkiye Cumhuriyeti memalik-i dahilinde bilcümle cevam-ı ve mesacid-i şerifenin (camilerin ve mescitlerin) ve tekaya ve zevayanın (tekke ve zaviy­elerin) idaresine, imam, hatip, vaiz, şeyh, müezzin ve kayyımların ve sair müstahdeminin tayin ve azillerine Umur-u Diyaneyi Reisi memurdur.

Madde 6Müftülerin mercii Umuru Diyaneyi Riyasetidir.

Madde 7Evkaf umuru milletin hakiki menafiine muvafık bir şekilde halle­dilmek üzere bir müdüriyeti umumiye halinde şimdilik Başvekalete tevdi edilmiştir.

Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili olarak bu maddeler görüşülürken kanunda öngörülen "Umur-u Diyaniye" başlığının değiştirilerek yerine "Umur-u Diniye" de­nilmesi için Konya Milletvekili Mustafa Fevzi bir önerge verirken, yine Zonguldak Milletvekili Tunalı Hilmi de "Diyanet İşleri Reisliği" denilmesi için başka bir önerge verir. [367])

Mustafa Fevzi bu konuyu açıklarken, diyanet kelimesinin mastar olduğunu; mastarın, isme mensup olamayacağım; yani fiil olduğunu bunun için de dile uygun olamayacağım; bunun yerine "din" kelimesi var olduğunu eskiden beri "Umur-u di­niye, ulum-u diniye, muamelat-ı diniye" gibi deyimlerin kullanıldığını söyler.

Çanakkale Milletvekili Samih Rıfat Bey ise kelimeyi fıkıh açısından ele alarak "Din ile diyanet arasında fıkhî bir fark olduğunu; Din kelimesinin, kazaya ait olan  üftai muamelatı nasa ait herşeyi yani İbâdâtı, ahkâmı ve itikadab. kendi mana ve mefhumu altında toplayan fıkhî deyimin ise "diyanet" olduğunu, çünkü İktisadî, so­syal, güvenlik, eğitim gibi konuların Hükümet işleri olarak ayrıldığım; geri kaları  yalnızca ibadet, itikat, üftaya ait olan  hükümlerin ise Diyanet İşleri Riyasetine kaldığından "Diyanet" kelimesinin de bu manayı içerdiğinden bu kelimenin kul­lanılmasının uygun olacağım söyler.

Bunun üzerine "Umur-u Diyaniye" deyimi yerine "Umur-u Diniye" denilme­si için yapıları  oylamada "Umur-u Diniye" denilmesi kabul edilmez.

Daha sonra, Tunalı Hilmi Bey'in verdiği önerge gereğince "Umuru Diyaniye Riyaseti" deyimi yerine de "Diyanet İşleri Reisliği" deyimi kabul edilir. Bundan sonra maddeler bu şekilde düzeltilerek kabul edilmiştir. [368]  Böylece kurumun adı Diyanet İşleri Reisliği olmuştur.

Kabul edilen bu kanunun birinci maddesinden de anlaşıldığı gibi "muamelat-ı nasa dair olan  ahkam" yani insanların yaptıkları işlerle ilgili olan  hükümlerin kanunu ve uygulaması Meclise ve onun Hükümetine ait olduğu için; geri kaları  inanç ve ibadetle ilgili konular ise Diyanet İşleri Reisliği'nin görevleri olarak belirtili­yordu.

Diğer maddelere göre de, Başbakanın imzası üzerine Cumhurbaşkanı tarafından seçilen Diyanet İşleri Reisi (Başkanı)'ne Türkiye Cumhuriyeti içerisindeki bütün camilerin, mescitlerin, tekkelerin ve zaviyelerin yönetimi ile imam, hatip, vaiz, şeyh, müezzin ve kayyımların ve sair görevlilerin atamaları ve görevden alınmaları yetkisi, veriliyordu ve müftülerin mercii de Diyanet İşleri Başkanlığı oluyordu, evkaf işleri de Diyanet işlerinden ayrılıyordu.

Diyanet İşleri Başkanlığı kurulunca, Başkanlığa ilk olarak da Ankara Müftüsü Rifat Hoca (Börekçi) getiriliyordu.

Mustafa Kemal arkadaşları ile beraber Sivas Kongresinden sonra Ankara'ya ilk geldikleri sıralarda para sıkıntısı çekmektedirler ve yiyecek almak için bile para­ları  kalmamıştır. İşte böyle bir anda Rıfat Hoca, o zaman için oldukça önemli bir miktar olan  890 Lira getirerek Mustafa Kemal'e sunmuş ve onları  büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştır. [369]

Diyanet İşleri Başkanlığı kurulduktan sonra, Medis'te, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın ilk bütçesinin görüşüldüğü sıralarda oldukça ateşli tartışmalar olur.

Sami Rıfat Bey (Biga), eski Şer'iye Vekaleti'nde iki heyet olduğunu; bunlar­dan birinin Üftaiye Heyeti, diğerinin ise İslâmî neşriyat ile meşgul olan  İlmî Heyet olduğunu; şimdi ise bu heyetlerden ikisini de görmediğini; buna karşılık bir Müşavere Heyeti bulunduğunu, itikat, ibadet konularında çok etkili olan  İlmî Heye­tin ortadan kaldırılıp kaldırılıp kaldırılmadığını sorması üzerine; Maliye Vekili (Bakanı) Mustafa Abdülhalik Bey (Kangırı), bu görevin Müşavere Heyetine veril­diğini, yani Üftaî Heyetin vs.nin ibadet konusundaki görevlerinin Müşavere Heyeti'ne verildiğini söyler. Bunun üzerine söz aları  Hafız İbrahim Efendi (İsparta), gerek Üftaî Heyetin gerekse araştırma ve neşriyatla ilgilenen İslâmî Heyetin görevleri daha önce özel kanunla ayrılmış olduğunu, İlmî Heyetin, İslâmî eserleri neşrettiğini, Üftaî Heyetin ise doğrudan doğruya etraftan gelen fetvaları tetkik ettiğini bunların nasıl birleştirildiğini sorması üzerine de Maliye Bakanı Mustafa Abdülhalik Bey, kanunda şu kadar üye diye bir kayıt olmadığım, burada sekiz kişiden oluşan bir Müşavere he­yeti olduğunu, Diyanet İşleri Başkanı'nın onların görevlerini ayıracağını, böylece onların bakacakları işlerin belirleneceğini; Müşavere Heyeti görevlerini tevcihat, iba­det, Üftadan ibaret olduğunu açıklar. Kamil Efendi (Afyonkarahisar) ise, Müşavere Heyeti'nin bu kadar görevi nasıl yapacağım sorması üzerine, Maliye Bakanı sayının yetersizliği amnda artırılabileceğini, yalnız Diyanet işleri Başkanı'nın bu sayıyı yeter­li bulduğunu söylediğim; Meclisin, Şeriye Vekaletini kaldırması ile onunla ilgili ka­nunların ve kuruluşların da kaldırılmış olduğunu söyler. Bundan sonra söz aları  Raif Efendi ise, öyleyse teşkilatsız, kanunsuz, nizamsız bir bütçenin görüşülmekte olduğunu; bunun asla kanunsuz olamayacağını belirttikten sonra "gerek yoksa açıkça söyleyin kalksın gitsin. Gerek varsa kanunla devam etmelidir" demektedir.

Haşan Fehmi Efendi (Kastamonu) ise, Meclis'in bir karar alarak Din ve Dünya işlerim ayırdığını, fakat bugün Diyanet İşleri Başkanlığının yerine getirmesin­de zorunlu olduğu dini ve İslâmî görevler için her iki heyetin de korunmasında gerek olduğunu ve bunun kanunlarda da var olduğunu gerek Üftaî Heyet'in gerekse İslâmî Araştırma ve Telif Heyeti'nin onbirer kişiden oluştuğunu, şimdi ise sekiz kişiden oluşan Müşavere Heyeti ile bütün bu görevlerin, ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlı olan  memurların seçimi, tayini ve birçok dinî ve İslâmî kuru­luşlardaki görevlilerin seçimi ve tayini ile sekiz kişinin meşgul olmasının imkansız olduğunu, ayrıca İslami Araştırmalar ve Te'lifler Heyeti ile ibadet ve itikat işleriyle uğraşan Üftaî Heyeti'nin görevlerini bu sekiz kişilik Müşavere Heyeti ile yapılamayacağını söyleyince; Tunalı Hilmi Bey (Zonguldak), Fehmi Efendi'ye itiraz­da bulunarak eğitim ve öğretimin birleştirilmiş olduğundan, eğitim ve öğretim ko­nusunun bu konulara giremeyeceğini söyleyerek; Diyanet İşleri Başkanlığının, Araştırmalar ve Telifler Heyeti'nin yaptığı görevler, Milli Eğitime intikal ettiğinden, bu görevlerle uğraşamayacağını bildirir. [370]

Daha sonra söz aları  Mustafa Fevzi Efendi (Konya) ise yaptığı konuşmasında şöyle demektedir:

Muhterem arkadaşlar, inkar edilmesi imkansız olan  iki gerçek vardır. Bildiğiniz gibi birisi cehil (bilgisiz) ötesi de ilimdir. İlim, bağlı olduğu bilgiye göre çeşitlidir. Din ilimleri, diyanet ilimleri, matematik-geometri ilimleri, tarih ilimleri gibi bilgilere göre arttığı gibi, ilim adamları da değişiktir. Din alimleri, tarih alimleri, felsefe alimleri gibi... Şimdi Diyanet İşleri Bütçesini elimize aldığımızda diyanet işlerini görecek, diyanet ilmiyle vasıflı alimler gerekir, yani din alimleri gerekir. Bu bütçenin içinde acaba din alimleri yetiştirmek için beş para var mıdır? Yoktur. Bugün Darülfünun (Üniversite) İlahiyat şubesi bizim şu diyanet işleriyle uğraşacak olan  alimleri yetiştirmeyeceği bellidir. Evet müftüler nereden yetişecek, rica ediyo­rum? Bunu hangi kanunda görüyorsunuz?"

Bu konuşma üzerine araya giren Hafız İbrahim Efendi (İsparta); "İki sene sonra hepisi kalkacak" derken, Mustafa Fevzi Efendi konuşmasını şöyle sürdürmektedir:

"Evet bugün medreseler kalkmıştır, kapanmıştır. Beyler rica ederim. Sonra hepinizin bağlı olduğu seçim bölgelerinizde, bir kazada otuz köy var. Otuz öğrenci gelmiş, kazada bir medresede eğleşiyorlar. Bu kazanın kadısı, müftüsü, müderrisi (ders veren) bunların öğretimi ve eğitimi ile ilgileniyorlar. Hüdayı nabit gibi olan  bu adam, az çok okur, mümkün olduğu kadar din ilimlerini, fıkıh, namaz, abdest konu­larını öğrenip köyüne gider halkına öğretirdi. Şimdi Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı), tevhidi tedrisat (eğitim ve öğretimin birleştirilmesi) dolayısıyla medreseleri kapattı. Öğrencileri, göçlerini arkasına yükletip köylerine gönderdi. Medreseler kapalı, hatta müderris olan  kişi, 30-40 sene ders okuttuğu okuluna konulmuyor... Bu din işleri ile uğraşacak olanlar bildiğiniz gibi müderrisler, hatipler, alimlerdir. Alim­leri yetiştirmek için bütçenizde böyle bir para konmadığı gibi öte taraftan alimleri yetiştirmek için öteden beri kurulmuş olan  medreseler de kaldırılıyor. Zararları varsa kapatılmaları gerekir. Yoksa alimler, eskiden beri altı yüzyıldan beri bu İslam'a hizmet etmişlerdir. Böyle talim ve terbiye ile uğraşan medreseler kapatılıp, alimler açıkta kalacak ise tabiidir ki, hiç birimiz razı olmayız. Diyanet işlerini şimdi özetleyeyim. Diyanet işleri ile uğraşacak müftüler ve bu dairelerde bulunan alimler için bir kaynak lazım. Bendeniz bu bütçede buna ait hiç bir kayıt olmadığını görüyorum ve Sayın Maliye Bakanı'nın Başbakan İsmet Paşa'ya izafeten söylediklerine bakılırsa elde bir nizamname de yoktur. Bu Diyanet İşleri bütçesinde sözkonusu rakamların gösterdiği görevleri yapacak kimselerin görevleri ne şekilde belirtilecektir? Bugün mesela burada "Şura" deniyor. Birkaç kişi vardır, bu kişiler ne gibi işler görecekler? Evkaf şurasının görevi vardı. Üftaî Heyetin ve Te’lif Heyetinin görevleri vardır. Bunların hiç birisi burada belirtilmemiştir. Elde nizamname de yok­tur. [371]

3 Mart 1340 (1924)'te kabul edilen, yukarıda maddeler halinde verdiğimiz, 429 Numaralı kanunun 5. Maddesine göre tekke ve zaviyelerin yönetimi ile bura­ların şeyhlerinin tayini ve görevden alınmaları yetkisi de Diyanet İşleri Başkanı'na verilmişti.

Daha sonra 30 Teşrinisani 1341 (Kasım 1925) tarihinde "Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Şeddine (kapatılmasına) ve türbedarlıklar ile bir takım unvanların men (yasaklama) ve ilgasına (kaldırılma) dair" 677 Sayılı kanun kabul edilerek, Diyanet İşleri Başkanı'nın bu yetkisi ortadan kalkıyordu. Bu kanunun 1. Maddesi şöyledir:

"Türkiye Cumhuriyeti dahilinde gerek vakıf suretiyle, gerek mülk olarak şeyhinin (şeyhlerin) tahtı tasarrufunda gerek suveri aharla tesis edilmiş bulunan bi­lumum (bütün) tekkeler ve zaviyeler sahiplerinin diğer şekilde hakk-ı temellük (mülkiyet hakkı) ve tasarrufları baki kalmak üzere kamilen (bütünüyle) seddedilmiştir (kapatılmıştır). Bunlardan Usulu mevzuası dairesinde filhal (şuanda) cami ve mescit olarak istimal edilenler (kullanılanlar) ipka edilir (bırakılır).

Alelumun (bütün) tarikatlerle şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik , falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gayıptan haber vermek ve murada kavuşturmak maksadıyla nüshacılık gibi unvan ve sıfatların istimaliyle (kullanılması) bu sıfatlara ait hizmet ifa (yapmak) ve kisve iktisası memnudur (yasaktır). Türkiye Cumhuriyeti dahilinde salatîne ait veya bir tarika veyahut cerrî menfaate müstenit alanlarla bilumum sair türbeler mesdud (kapatılmış) ve türbedarlıklar mülgadır (kaldırılmıştır). Seddedilmiş olan  tekke ve zaviyeleri veya türbeleri açanlar veyahut bunları yeniden ihdas edenler veya aynı ta­rikat icrasına mahsus olarak velev muvakkaten (geçici olarak) olsa bile yer verenler ve yukarıdaki unvarları taşıyanlar veya bunlara mahsus hizmetleri ifa veya iktisa ey­leyen kimseler üç aydan eksik olmamak üzere hapis ve elli liradan aşağı olmamak üzere cezayı nakdi (para cezası) ile cezalandırılır". [372]

1949 yılında, yukarıda birinci maddesini verdiğimiz 677 sayılı kanunun yine aynı maddesine aşağıdaki bölüm eklenmiştir:

"Şeyhlik, babalık ve halifelik gibi mensupları  arasında baş mevkiide bulu­nanlar altı aydan az olmamak üzere ağır ceza parasından başka bir yıldan aşağı ol­mamak üzere sürgün cezası ile cezalandırılırlar". [373] [374])

Yine aynı kanunun (677) birinci maddesine 1950 yılında aşağıdaki bölüm ek­lenmiştir (kanun no: 5566):

"Türbelerden Türk büyüklerine ait olanlarla büyük sanat değeri bulunanlar, Milli Eğitim Bakanlığınca umuma açılabilir. Bunlara bakım için gerekli memur ve hizmetliler tayin edilir. Açılacak türbelerin listesi Milli Eğitim Bakanlığınca hazırlanır ve Bakanlar Kurulunca tasvip olunur. "(I0)

Böylece 5566 sayılı kanun ile kültür zenginliğimiz olan  ve kapalı oldukları için yıkılmaya, yok olmaya terkedilmiş bulunan türbeler kurtarılmış oluyordu.

B)    1932 Yılma Kadar Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatı ve Görevleri

3 Mart 1340 (1924) tarihinde kabul edilen 429 sayılı kanunun 4. maddesi gereğince, yukarıda da görüldüğü gibi, Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatı hakkında bir nizamname düzenleneceği belirtiliyordu. Yalnız bu düzenlenme işi oldukça uzun bir süre sonra gerçekleştirilmiştir. Aradan onbir yıl geçtikten sonra "Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilat ve Vazifeleri hattında kanun" 14 Haziran 1935 yılında kabul edil­miştir.

Diyanet işleri başkanlığı 1935 yılma kadar, 429 sayılı kanunun kendisine verdiği yetkilerle görev yapabilmiştir.

Şer'iye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılması ile ona bağlı olarak görev yapan Heyeti Üftaiye, Evkaf Şurası, Tetkikat ve Te'lifat-ı İslam Heyeti gibi kurullar da kaldırılmıştı. Diyanet İşleri başkanlığına ise muamelat dışında kaları  itikat, ibadet, ahlak gibi konularda görev yapma yetkisi verilmişti. Bunun üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı da, Diyanet İşleri Başkanı'nın başkanlığında bir Müşavere Heyeti oluşturarak aşağıdaki görevleri yapmağı üstlenmişti.

aKaldırılmış Heyet-i Üftaiyenin görevlerinden olan  İslama ait konularda içerideki veya dışarıdaki kişilerden ya da resmi veya özel kurumlardan gelecek soru­lara gerekli cevabı vermek.

b3 Mart 1924'te kabul edilen 429 sayılı kanunun beşinci maddesi gereğince ve daha önce kaldırılmış olan  Evkaf Şurasını görevlerinden olan, imam, müezzin, kayyım ve vaiz gibi kişilerin işlerine bakmak, imtihan evrakım tetkik etmek ve bun­lara ait meselelerle ilgilenmek.

cŞer'iye Vekaleti döneminde İslami Tetkikat ve Te'lifat Heyetinin görevi olan  daha sonra Büyük Millet Meclisi'nin kararı üzerine Diyanet İşleri Başkanlığına verilen Buhari'nin ve Kur'an'ın tercüme ve tefsiri ile ilgili çalışmayı tetkik etmek ve ayrıca Başkanlığın gerekli gördüğü itikat, ibadet ve ahlak konularında ya da halkın dini terbiyesi ve İslamın yüceltilmesine yarayan konularda eserler yazmak veya tercüme etmek.

d12 Mart 1924 tarihli, Başkanlığın talimatı ile muamelat konularında dik­katli davranıp, zararlı durumları başkanlığa bildirmek.

eBu görevlerin yanında, anlaşmalar gereğince dış ülkelerde bulunan müslümanlardan gelen veya müftüler tarafından Başkanlığa gönderilen ilamları dik­kate almaktır.

Müşavere Heyeti'nin sınıf ve derecesi ise Temyiz Mahkemesine eş olduğu belirtilmektedir. 11J

Müşavere Heyeti'nin aldığı kararların hepsinin altında Diyanet İşleri Başkanı'nın imzası bulunmaktadır. Diyanet İşleri Başkanı, Müşavere Heyetine başkanlığını, kuruluşundan itibaren 1965 yılma kadar sürdürmüştür.

Müşavere Heyeti’nden başka, Osmanlı Devleti döneminde 1889 yılında Meşihat Makamına (Şeyhülislamlık) bağlı olarak kuruları  ve İstanbul'da çalışmalarım sürdüren Mesahifi Tetkik Heyeti Reisliği de, Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanarak görevine devam etmiştir.

1927 Yılı Bütçe Kanunu ile Diyanet İşleri Başkanlığının Merkez teşkilatı bünyesinde ilk kez Dini Müesseseler Müdürlüğü, Memurin ve Sicil Müdürlüğü, Levazım Müdürlüğü, Tahrirat ve Evrak Müdürlüğü gibi müdürlükler kurulmuştur.

Diyanet İşleri Başkanlığı'nın taşra teşkilatı ise, il ve ilçelerde bulunan müftülüklerdir. 1927 yılında taşrada 391 müftülük teşkilatı vardır. Yalnız bu il ve ilçelerin birçoğunda yalnızca müftü bulunmaktadır. İstanbul Müftülüğünün ise farklı bir teşkilat yapısı vardır. [375] [376]

Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilat ve görevleri hakkındaki kanun çıkmadan önce 12 Ağustos 1928 yılında "Cami Hademeleri (görevlileri) nizamnamesinin yürürlüğe konduğu hakkında kararname" çıkarılıyor.

Bu nizamnamenin 1. Maddesi, cami hizmetlerini "ilmi hizmet" ve "bedeni hizmet" olmak üzere ikiye ayırıyor. İmamlık, hatiplik, vaizlik ve reisülkurralık gibi görevlere "ilmi hizmet" deniyor. Kayyimlik, mahyacılık gibi görevlere de "bedeni hizmet" deniyor.

2.    Maddesine göre de, İlmî ve bedenî hizmetleri yapanların seçimi, tayin ve görevden alınmaları bu nizamnameye, köy imamlarının tayinini ise köy kanununa tabi kılıyor.

3.    Maddesi ise, hizmet sahiplerine ait işlerle meşgul olmak üzere ilçelerde müftünün başkanlığında iki üyeden, illerde de yine müftünün başkanlığında dört üyeden oluşan bir encümen kuruluyor. Bu encümenin üyeleri de imam, hatip, vaiz veya dersiam olmak şartıyla vali ve kaymakamlar tarafından seçiliyordu.

4.    Maddeye göre de, il ve ilçelerde oluşturulacak encümen üyelerinin adları müftüler tarafından Diyanet İşleri Başkanlığı’na bildiriliyordu.

5.    Madde ise bu encümenlerin görevlerini belirlemektedir. Bu görevler şunlardır:

a"îlmi hizmet" imtihanlarını yapmak, yani imam, hatip, vaiz ve reisülkurraların imtihanlarını yapmak,

bİlmi hizmet yapanların görevden çıkarılması konusunda Diyanet İşleri Başkanlığnın onayına sunulmak üzere karar vermek ve gerektiğinde işten el çektirilmelerine karar vermek,

cBedenî hizmet yapanların tayinleri ve görevden alınmaları,

dİnzibati cezalar konusunda karar almak.

6.    Maddeye göre ise, encümenler tarafından ilmi hizmetler hakkında verile­cek kararlar Diyanet İşleri başkanlığına gönderiliyor ve Müşavere Heyetince de ince­lendikten sonra onay için Başkanlığa sunuluyordu. Bedeni hizmet yapanlar ise doğrudan doğruya encümenlerce seçilip tayin olunuyorlar ve adları Diyanet İşleri Başkanlığına bildiriliyordu.

42 Maddeden oluşan bu nizamnamenin diğer maddeleri ise, imtihanları yapılış şekillerini, tayin usullerini, cezaları kapsamaktadır. 131

31932 Yıl Cami Hademeleri Nizamnamesi ile Diyanet İşleri Başkanlığına ait olan  Bazı Yetkililerin Evkaf Umum Müdürlüğüne Verilişi

13 Mart 1932 yılında çıkarılan  bir kararname ile 12 Ağustos 1928 yılında çıkarılan  ve yukarıda bazı maddelerini verdiğimiz Cami Hademeleri Nizamnamesi’nde bazı değişiklikler yapılıyor.

12 Ağustos 1928 tarihli Cami Hademesi Nizamnamesinin 3. Maddesi aşağıdaki şekilde değiştiriliyor.

"Hizmet sahiplerine ait işlerle meşgul olmak üzere illerde Evkaf Müdürlerinin ve ilçelerde Evkaf memurlarının başkanlığı altında yerel müftüden ve bir üyeden oluşan bir encümen teşkil edilir. Bu üye imam, hatip, vaiz ya da dersiam olmak üzere valiler ve kaymakamlar tarafından seçilir. Evkaf müdürü ya da memu­ru bulunmayan il ve ilçelerde bu encümenlere müftü başkanlık eder, bu takdirde yukarıdaki bölümde gösterilen şartlar içerisinde valiler ve ya da kaymakamlar tarafından seçilen üyenin sayısı ikiye çıkarılır. İstanbul Belediyesi sınırı içerisindeki ilçelerde ayrıca encümen teşkil edilmez. İstanbul Evkaf Müdürünün başkanlığı altındaki encümen bu sınır içerisindeki bütün hizmet sahiplerine ait işleri gözetir. Bu encümene İstanbul, Beyoğlu ve Üsküdar ve Müftülerinden her biri kendi bölgeleri içerisindeki görevlilerle ilgili görüşmelere katılır. Bu encümene vilayetçe imam, hatip, vaiz ya da dersiam olmak üzere seçilecek bir üyeden başka İstanbul Evkaf Müdürlüğü teşkilatındaki müdürlerden, Evkaf Umum Müdürlüğünce seçilecek bir kişi de katılır. Seçilecek üyenin iyi ahlaklı olması ve bir suç ile mahkum edilmemiş bulnuması şarttır."

Yine 12 Ağustos 1928 yılı nizamnamesinin 4. Maddesi de aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.

"İlçelerde oluşturulacak encümen üyelerinin adları kaymakamlar tarafından valilere bildirilir. Valiler ilçe ve il encümenleri üyelerinin adlarını Evkaf Umum Müdürlüğüne bildirir." [377] [378]

Nizamnamenin 5. Maddesinin "b" şıkkı ise aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.

'İlmi hizmet yapanların görevden alınmaları konusunda Evkaf Umum müdürlüğünün onayına sunulmak üzere karar almak ve gerektirdiği takdirde işten el çektirmelerine karar verilmesi"

Nizamnamenin 6. Maddesi ise şu şekilde değiştirilmiştir.

"Encümenlerce ilmi hizmetler hakkında verilecek kararlar gerekli sebebleriyle Evkaf Umum Müdürlüğüne bildirilir. Bu kararlar Umum Müdürlüğünce tetkik ve tasdik edilir.

Bedeni hizmet yapanlar encümenlerce doğrudan doğruya seçilir ve tayin olunurlar. Bunların adları encümen başkanları tarafından Umum Müdürlüğe bildirilir."(14)

3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen 429 sayılı kanunun 5. Maddesine göre, Türkiye Cumhuriyeti içerisinde bulunan bütün cami ve mescitlerin yönetimi, ayrıca imam, hatip, vaiz, müezzin ve kayyımların tayinleri ve görevden alınmaları, Diyanet İşleri Başkanlığına verilmişti. Bu nizamnameye göre ise, Evkaf Umum Müdürlüğüne veriliyordu.

Bu 12 Mart 1932 tarihli Cami Nizamnamesinden önce ve sonra gerek Vakıflar Umum Müdürlüğü personeli ile gerekse, köy kanununun çıkarılması ile köy demekleri ve mahtarlar ve de kaymakamlar ile Diyanet İşleri Başkanlığı arasında bazı anlaşmazlıklar ölmüştür.

27 Aralık 1341 (1925) tarihinde, Diyanet İşleri Başkanlığınca alman bir karar­da, Kastamonu'da mahkemeye sevkedilerek görevlerinden alman din görevlileri ko­nusunda şöyle denmektedir:

"...İmam, hatip, vaiz, müezzen ve kayyumların görevden alınmaları ve tayin­leri 3 Mart 1340 (1924) tarihli kanun gereğince doğrudan doğruya Diyanet İşleri Başkanlığına aittir... Muhakeme kararı gereğince sözkonusu kişilerin görevlerine de­vamda bir engel olmadığından, İçişleri Bakanlığına yazılması ve hademei hayrata

14. Düstur, c. 13, Ankara 1932, s. 147-148 devamlarının teftişi hususunda yetkili görülen Kastamonu Müftüsüne de bildirilmesi;.(15)

Bazı köy muhtarları ise "Köy Kanununa" dayanarak imamları yönetimleri altında tutmak istemeleri üzerine Burhaniye Kazası Müftülüğünden gelen bir yazıya Diyanet İşleri Başkanlığı 8. 7.1929 tarihinde şu cevabı vermektedir:

"Halk tarafından tutulup, ücretleri de halk tarafından imamların, seçilmiş olması köy kanununa temas ederse de sözkonusu kanundan önce veya sonra usul ve kanun dairesindeki kişilerin görevlerine kanunsuz bir şekilde karışmağa kimsenin yetkisi olmadığı..." 161

Evkaf memurlarının müdahalesi ile Gelibolu'da Yazıcızade Mescidi'nin kapatılması ve görevlisinin işine son verilmesi üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı 22.8. 1929 yılında Evkaf Umum Müdürlüğüne bir yazı ile Evkaf memurlarının, din görevlilerini görevinden menederek camilerin kapatılmasına yetkileri olmadığını ve Evkaf memurlarının bu gibi davranışlarda bulunmasını konusunda Evkaf Umum Müdürlüğünü uyarmaktadır. [379]

Bayındır Kaymakamlığı tarafından, tamim gereğince vesikaları bulunmayan imam ve hatiplerin görevlerine son verilmesi üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı şu karan almıştır:

"Köylerdeki imam, hoca ve hatiplerin kaymakamlıktan vesika almadıkları için görevlerine son verildiğini ve böyle vesikaları olmayanları  görevlendiren köy muhtarları hakkında kanunî soruşturma yapılacağı Bayındır Kaymakamlığından bütün köylere tamim edilmiş ve bunun üzerine köylerde namaz kıldıran imam ve hatiplerin görevlerine son verilerek camilerin kapanmasına sebep olmuştur. Halbuki Köy Kanununun 84. Maddesine göre imtihan veren köy imamlarının ancak köy demeğinin seçimi ve müftünün buyrultusu ile tayin olunacakları ve bunların kayma­kamdan ayrıca bir vesika almalarına kanunen gerek olmadığı ve yalnız bir köyde birden fazla imam bulunursa "İhtiyar Meclisine" üye olarak bulunacak imamın kay­makam tarafından seçileceği sözkonusu konunun 83. ve 86. Maddelerinde açıkça belli olduğundan kanun şartlarına ve müftünü buyrultusuna sahip bulunan köy imam ve hatiplerinin, kaymakamlıktan verikaları  olmadığından dolayı imamlık ve hatiplik görevlerine son verilemeyeceği cihetle bu konuda İçişleri Bakanlığına bir tezkere yazılması...'' [380] [381])

Yine aynı konuda Kocaeli Müftülüğünden gelen bir yazıya da Diyanet İşleri Başkanlığı 24.5.1933’te şu cevabı vermiştir:

"Köy imamlarının esas görevleri camide namaz kıldırmaktır. Her şeyden önce kendilerinde aranacak olan  vasıflar imamlık şartlarını taşıyıp taşımadığıdır. Köy dernekleri tarafından seçilecek olan  bu imamların sınavları ilmiye encümenlerine ve ellerine verilecek buyrultu müftülüğe aittir. Gerek Köy Kanunu­nun 83. ve öteki maddelerine göre müftülükten buyrultu almış olan  İmamların yeni­den sınav olmalarına ve de vilayet ve kaymakamlıklardan ehliyet vesikası alma­larına kanunen gerek yoktur. Köy Kanununun bulunduğu yerin en büyük mülkiye memuruna verdiği yetki, bir köyde birden fazla imam bulunursa ihtiyar heyetinde üye olarak bulunacak imamı seçmektir.

25 Kanunuevvel (Aralık) 1932 yılında ise, "Camilerin ve mescitlerin tasnifi ve kadrolarının tesbiti hakkında talimatname" çıkarılıyor.

Madde 1Türkiye Cumhuriyeti içerisinde bütün cami ve mescitler gerçek ih­tiyaca ve bu talimatname ile belirlenmiş esaslara göre tadilen tasnif olunacaktır.

Madde 2Camilerin ve mescitlerin tasnifi her il ve ilçe merkezinde evkaf müdür ve memurlarının ve olmayan yerlerde mahallindeki en büyük mülkiye me­murunun seçeceği bir kişinin başkanlığında yerel müftü ve tevcih heyeti üyesinden oluşacak heyetler tarafından yapılr. Bu heyetlerin verecekleri karar, evkaf müdürü ya da memurları tarafından bir mütalea olduğu takdirde onun da ilavesi ile vilayet makamına arzedilip vilayetçe uygun görüldüğü takdirde, aynen Umum Müdürlüğe gönderilir ve Umum Müdürlüğün tasdiki ile katiyet kazanır.

Madde 3Cami ve mescitlerin ihtiyaca göre tasnifi için her mahallede bulu­nan bütün camiler:

aKaç vakitte ve hangi vakit namazlarına açık olduğu,

bCivardaki cami ve mescitlere olan  mesafesi ve bu camilerin adları,

cÇarşı ve pazar yerlerinde olup olmadığı ve cemaatinin derecesi,

dBüyüklüğü, minare ve şerefesinin adedi, tarihî ve mimarî değerinin olup olmadığı ve sağlam ya da yıkık bir durumda bulunup bulunmadığı ve ülke haritası itibariyle gelecek durumu.

Madde 4Cami ve mescitler üçüncü maddedeki esaslar içerisinde tesbit edil­dikten sonra her hangi bir camiin tasnif içerisinde kalabilmesi için:

aBeş vakit açık bulunması,

bCemaatı olması,

cCivardaki camilerle arasındaki uzaklığın beşyüz metreden az olmaması,

dMamur olması,

eMemleket haritasına nazaran müstakbel vaziyetinin emin olması gerekir.

Madde 10Yukarıdaki esaslar içerisinde tasnif içinde kalacak camilerin hade­me kadrolarının tesbitinde:

aCami ya da mescidin genişliği,

bKaç vakit namaza açık bulunduğu,

cNamaz vakitleri dışmda da açık olup olmadığı,

dMüştemilatında devamlı sürette hizmeti gerektirir vazifesi bulunup bu­lunmadığı, göz önünde bulundurularak imam, hatip, müezzin, kayyım ya da ferraştan ibaret olmak üzere en az kaç kişi ile idare edilebileceği tayin edilecektir. (Bu tayinde bundan önceki tasnifte kabul edilen sayının üzerine çıkılamaz.)

Madde 11Tasnif içinde kalacak cami ve mescitlerdeki hizmetlerden zaman ve mekan bakımından birleştirilmesi kabil olanlar birleştirilecektir.

Madde 18Hizmetlerin daha iyi yapılması ve idare edilebilmesi için gerek İlmî, gerek bedenî hizmet yapanlar aynı kent içinde olmak ve kazanılmış hakları korunmak kaydiyle diğer cami ve mescitlere geçici olarak ya da sürekli olarak nakil ve tahvile Umum Müdürlük yetkilidir. (İstanbul, Beyoğlu, Üsküdar, Kartal, Adalar, Be­ykoz, Bakırköy ilçeleri ayrı ayrı kentlerden sayılır.)

Madde 20Vaiz, imam ve hatipler görev dışında mesleki kisve ile de bulunabililerse de bu takdirde siyah ve koyu renkte bir cübbe ya da dizlerinden aşağı onbeş santimden az olmamak üzere düz yakalı ilmiye ceketi giyebilirler, yalnız bu kıyafetle çuval, büyük teneke, küfe gibi halkın gözünde küçültücü olabilecek şeyleri taşıyarak, bulunduğu mevkinin şerefini düşürecek şeylerden kaçınmağa mecburdur. 201

22 Nisan 1935 yılında yeniden hazırlanan Cami Hademesi Nizamnamesi'nde yine bazı değişiklikler yapılmıştır. Bu nizamnamenin 2. Maddesine göre, cami ve mescid görevlilerinin, görevlerini ne şekilde yaptıkları, tavır ve hareketlerinin mes--------------------------------------------------------------------------------

lekleri ile uygun olup olmadığım teftiş ve murakabesi Evkaf Umum Müdürlüğüne verilirken; vaizlerle hatiplerin vaiz ve hutbelerinin murakabesi ise Diyanet İşleri Başkanlığına veriliyordu. 9. Maddesine göre ise, cami ve mescid görevlilerinin, görevlerini ne şekilde yapmaları gerekeceği Evkaf Umum Müdürlüğünce hazırlanan bir talimatname ile tayin olunuyordu. 12. Maddesine göre de Encümenlerin yapacağı işler belirtiyor ve buna göre:

aİmtihan yapmak ve sonucu tesbit etmek,

bGörevlinin göreve alınması ya da görevden çıkarılması konusunda karar vermek,

cİnzibatî cezalar için karar vermek,

dGörevli hakkında şikayetleri incelemek ve sonuca göre karar vermek,

eİzinler ve değiştirmeler hakkında karar vermek. 211 [382] [383]

C) 1935 Yılında Çıkarılan  Kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatı ve Görevleri

14 Haziran 1935 yılında "Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatı ve Görevleri Hakkında kanun" kabul edilmiştir. 2800 sayılı kanun olarak belirtilen bu kanunun maddeleri şöyledir:

Madde 1Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatı bir başkanın idaresi altında mer­kezde: Müşavere Heyeti, Zat İşleri Müdürlüğü, Yazı İşleri Müdürlüğü ve Mushaflar Tetkik Heyeti'nden; Taşra'da: Müftü, müsevvid, vaiz ve dersiamlardan oluşur.

Madde 2Birinci maddede yazılı teşkilatın herbirine ait görevleri bir nizam­name ile tayin olunur.

Madde 3Diyanet İşleri Başkanı, Başvekilinin inhası üzerine Cumhurbaşkanı tarafından tayin olunur.

Müşavere heyeti üyesinin İslam akaidi ve dinî ilimlerde ihtisası bulunan alimler arasından seçilmesi şarttır.

Yukarıdaki bölümler dışında kaları  memurlar Başkanlık tarafından tayin olu­nur.

Madde 4Her il ve ilçe merkezinde Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı birer müftü bulunur.

Müftülük boşaldığı zaman illerde valilerin, ilçelerde kaymakamların başkanlığı altında bölgedeki dersiam, vaiz, imam ve hatiplerle belediye üyeleri topla­narak müftülük için gerekli olan  ilim ve faziletli kişiler arasında gizli oy ile üç kişi seçerler. Seçim sonucuna vilayetin özel düşüncesi de eklenerek vilayetin Diyanet İşleri Başkanlığı'na bildirilir. Bu üç kişiden biri Başkanlık tarafından tercih olanarak tayin ve memuriyeti bölgesine bildirilir. Başkanlık, seçilenlerden hiçbirini uygun görmediği takdirde yeniden seçim yapılmak üzere geri gönderir.

Bölgede müftü seçilecek uygun kimse bulunmadığı anlaşıldığı zaman doğrudan doğruya Başkanlık Makamınca gerekli vasıflara sahip müftü tayin edile­rek gönderilir.

Müftü müsevvidleri müftülerin inhası üzerine vilayetlerce tayin olunur.

Madde 5Devlet memurları maaşlarım birleştiren ve eşitleyen 1452 sayılı ka­nuna eklenen 2 numaralı cetvelin Diyanet İşleri Başkanlığı'na ait olan  kısmı yerine ekteki (A) işaretli teşkilat kadrosu konulmuştur.

Gerekirse bu kadroda yazı memurluklardan birinde daha küçük derecede bir memurun istihdamı uygundur. Kendisine Devlet memurları aylıklarım birleştiren ve eşitleyen kanunun uygun olan  derecesinden aylık verilir.

Madde 6Bu kanun neşredildiği tarihten itibaren geçerlidir.

Madde 7Bu kanun hükümlerini icraya Başbakan, İçişleri ve Maliye Bakan­ları  görevlendirilmiştir. [384]

(A) CETVELİ

Derece

Memurivetin Nev’i

Adedi

Aylık

1

Merkez Memurları

Başkan

1

150

5

Müşavere Heyeti

Üye

5

80

11

Mümeyyiz ve Kütüphane Memuru

1

30

14

Katip

1

20

7

Zat İşleri Mudurlugu

Müdür

1

55

10

Birinci Sınıf Mümeyyiz

1

35

11

İkinci Sımf Mümeyyiz

1

30

12

Tetkik Memuru

2

25

 

 

 

 

 

TOPLAM 480

Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatı ve görevleri hakkındaki 14 Haziran 1935 ta­rihinde 2800 sayılı kanunun ikinci maddesine göre "Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatının Görevlerini Gösteren Bir Nizamname" yürürlüğe konmuştur. [385]  Bu ni­zamnamenin birinci kısmı Merkez Teşkilatı ile ilgilidir. Birinci maddesinde Diyanet İşleri Başkanlığının, İslam Dininin itikat ve ibadete ait konularındaki hükümlerle görevli olduğu belirtildikten sonra diğer maddelerde ise Merkez teşkilatında bulu­nan Müşavere Heyeti'nin ve öteki müdürlüklerin görevleri belirtilir.

Müşavere Heyetinin görevleri 2. Maddede şu şekilde sıralanır:

aİbadetler, itikatlar ve Medenî Kanunun neşrinden önceki zamana ait vasiy­et ve miras gibi konularla ilgili sorulacak ve Başkanlık tarafından havale olunacak soruları tetkik ederek cevaplarını hazırlar.

bİslam Dininin itikad ve ibadetlerle ilgili konularında başkanlık tarafından gerek görülen kitapları yazar ve Başkanlık tarafından havale edilecek eserlere tetkik eder.

cBaşkanlık tarafından havale edilen evrakı tetkik ve bunlar hakkında görüş bildirir.

dİl ve ilçelerdeki vaizlerin yaptıkları vaizler konusunda Başkanlığa gönderilen vaiz özetlerini inceler ve gerektiğinde vaiz konularını belirler.

Üçüncü Maddede ise Zat İşleri Müdürlüğü ile ilgilidir:

"Zat İşleri Müdürlüğü, Başkanlığa bağlı bütün daire ve şubelerde çalışan memur ve müstahdemlerin tayin, terfi, tahvil, becayiş, vekalet emrine alınma, istifa, mezuniyet, taltif, cezalandırma, kanunî takibat icrası, emekli ve askerliklerine ait işlerini kanun ve nizamnamelerin hükümlerine göre tedvir eyler, dosyaları ve sicille­ri tanzim ve muhafaza, mahrem tezkiye evrakını koruma, maaş, harcirah vs. ait bütün tahukkuk işlemlerini ve emekli dul, yetim ve vekalet emri maaşlarının tahsisi ile ilgili konuları yerine getirir.

Dördüncü madde, Yazı İşleri Müdürlüğünün görevleri ile ilgilidir.

aBaşkanlık makamına gelen ve bu makamdan giden bütün evrakın kayıt ve tescili ile şevkini sağlamak,

bGenel evrakta ve şubelerde kayıt ve tescil muamelesini fiş usulü ile yap­mak.

cGenel evraka gelen bütün yazışmalar için hangi tarihte geldiklerini ve hangi sayı ile hangi daireye verildiklerini ilgililere verilmediğini, gecikip gecikme­diğini aramak ve gecikenlerin 15 günde bir listesini yaparak, Başkanlığa görüş bildir­mek,

dÖnemli ve gizli kağıtları, tenkit ve şikayetleri ait olduğu daireye göndermeden önce gerektiğinde Başkan'a sunmak,

eBaşkanlık dairelerindeki evrak servislerini, evrakın sevk ve idaresi nok­tasından gözetimi altında bulundurmak,

fEvrakla ya da doğrudan doğruya gelen paraları ya da değerli pul vs. ait olduğu şubenin sorumlu memuruna zimmet ya da makbuz karşılığı vermek,

gBaşkanlık adına gelen gizli ve zata özel işaretli zarfları makamdan alacağı izne göre açıp numaralandırarak nereye havale edildiği üzerinde yazılı, kapak zarfla ve numara altında zimmetle genel evraka iade etmek

hGelen numune ve bütün matbuaları hangi mektuba ait olduğu anlaşıldıktan sonra evrakına işaret ve yine zimmet karşılığında ait olduğu daireye sevk etmek,

1-   Ayniyat muhasipliği ile levazım işlerini Başkan adına gözetip kontrol et­mekle yükümlüdür.

Beşinci Madde Ayniyat Muhasipliği ve Levazım Memurluğunun görevlerini bekrtir:

aDairede bulunan demirbaş eşyayı belirleyip korumak ve ayniyat talimat­namesi hükümleri içerisinde bütün Başkanlığa bağlı dairelerin ayniyatları hakkında Muhasebe Divanına hesap vermek.

bDairelerin yakıt, su vs. ihtiyaçlarını belirtip dışardan alınacak şeyleri Artırma ve Eksiltme ve İhale Kanunu hükümlerine göre sağlayıp ait olduğu yerlere vermek,

cKırtasiye ihtiyaçlarını matbu talepnameler karışılığında Maliye ambarından alarak gereğince dairelere dağıtmak ve eksikleri tahsisat içerisinde ikmal etmek,

dBütün dairelerin temizlik ve buna benzer işlerini yaptırmak ve odacıları arasında itaat ve düzeni sağlamak ve odacıların tayinini inha, gerekli duruma göre de yerlerini değiştirmek.

Altına Madde Mushaflar Tetkik Heyetinin görevlerini belirtir:

"Mushaf Tetkik Heyeti Özel talimatnamesine göre bütün matbaalarda basıları  Mushafların (Kur'an) her türlü yanlış ve hatadan arındırılmış olmasını sağlamak için her noktadan gereken düzeltmeleri yapar ve basıldıktan sonra yanlış ve hatadan arındırılmış olduğunu resmi mühürle tasdik eder.

Heyet tarafından düzeltmeler yapılmadan bastırılacak Kur’an'lar ile cüzleri için Diyanet İşleri Başkanlığı'na bilgi verir."

Nizamnamenin ikinci kısmında ise, illerdeki teşkilatlardan bulunan müftü, müsevvit, vaiz ve dersiamların görevleri belirtilmiştir.

Ü ve ilçelerde Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı bulunan müftülerin görevleri 8 maddede şöyle sıralanır:

aİtikat ve ibadetler konusunda sorulacak meselelerin şer'i gereklerini bildir­mek

bİtikat ve ibadetlere ait işler konusunda ya bizzat vazederler ya da vaizlere vaiz konuları düzenlerler.

cVaizlerle dersiamların vaizlerini gözetlerler.

dCami Hademesi Nizamnamesi gereğince, Cami görevlilerinin işlerine bak­mak üzere il ve ilçe merkezlerinde kurulacak encümenlerde bulunurlar.

eCamilerde ve mescitlerde ilmi hizmet görevlilerinin görevlerine yönelik öğrenecekleri hususları encümenlere bildirirler,

fİtikatlara ve ibadetlere ya da Medeni Kanunun neşrinden önceki zamana ait vasiyet ve miras gibi konular hakkında sorulacak sorulara gerekli cevapları ya kafasından ya da Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan alacakları  cevapları verirler,

gİslam dinine girmek için başvuranlara gerekli şekilde İslam dinini telkin eder ve gereken vesikayı verirler.

Dokuzuncu Maddede Müftü Müsevvitlerinin görevleri belirtilir:

"Müftülerin görevlerine dair bütün muameleleri izhar, müftülük kadrosunda katip ve muhasip bulunmadığı takdirde kayıtları tanzim etmek müftülüğe ait demir­baş eşya defterlerini tutmak, müftülük kadrosundan aylık alanların aylıklarının ta­hakkuk işlemlerini yapmak ve müftülerin izinli oldukları ya da bulunmadıkları za­manlarda müftülük görevlerini yapmak."

Onuncu Madde vaizlerin ve dersiamların görevlerini belirtir.

"Başkanlık'tan alacakları  talimat ve konular içerisinde itikatlar ve ibadetler hakkında halka vaizlerde bulunup her ay sonunda yaptıkları  vaizlerin konularını ve özetleri gösterir bir cetvel yaparak müftülük yoluyla Başkanlık makamına gönderirler."

Onikinci Maddeye ise cami ve mescitlerde vaazeden vaiz ve dersiamların, merkezde Diyanet İşleri Başkanlığı, il ve ilçelerde ise müftüler tarafından vaiz ver­meye izinli olduklarım gösteren birer vesikaya sahip olmaları gerektiği belirtilir.

Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatı ve görevleri konusunda yeniden 5 Tem­muz 1939 tarihinde 3665 sayılı kanun kabul edilerek, 1935 tarihli olan  2800 sayılı ka­nunun 3. Maddesine Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı ekleniyor. Başkan yardımcısının da, Müşavere Heyeti üyeleri, Zat ve Yazı İşleri Müdürleri gibi, Diya­net İşleri Başkanı tarafından seçilip Başbakan'ın inhası ve Cumhurbaşkanının tasdiki ile tayin olunacakları belirtiliyordu. [386]

Daha sonra yine, Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatı ve görevleri konusundaki 2800 sayılı kanunda değişiklik yapılarak kabul edilen 3665 Sayılı kanunda da 23 Mart 1950 tarihinde kabul edilen 5634 sayılı kanun ile değişiklikler yapılmıştır Z[387]

5634 Sayılı kanun ile Diyanet İşleri Başkanlığı  Merkez teşkilatı; Bir Başkanın yönetimi altında başkan Yardımcısı, Müşavere ve Dinî Eserler İnceleme Kurulu, Zatişleri Sicil ve Levazım Müdürlüğü, Yazı işleri ve Evrak Müdürlüğü, Yayın Müdürlüğü, Hayrat Hademesi İşleri Müdürlüğü ile Mushaflar İnceleme Kuru­lundan oluştuğu belirtilirken; illerdeki teşkilatı ise Müftülük ve ona bağlı teşekküllerden oluştuğu gösteriliyordu. (Birinci Madde)

Bu kanunun beşinci maddesi ile "Hayrat hademelerinin (cami görevlileri) tayin, nakil ve görevden alma işleri her il ve ilçe müftüsünün başkanlığı altında Diy­anet İşleri Başkanlığınca yörelerinden seçilecek iki kişiden oluşan bir komisyon tarafından yapılır. Komisyonların kararı, Diyanet İşleri Başkanlığının onayı ile kesin­leşir. Bu göreve ilk defa alınacakların, adı geçen komisyon huzurunda sınava girip kazanmış olmaları şarttır. Smavda eşit derecede başarı sağlayanlar arasında imam ve hatip kursunu bitirenler tercih edilerek tayin olunurlar. İllerde hayret hademelerinin kontrolü müftülerce yapılır" şeklinde ve Altıncı Maddesi ile de "köylerde imamlık yapabilmek, Diyanet İşleri Başkanlığının veya bu makamın yetkili kıldığı müftülerin yazılı iznine bağlıdırlar" şeklinden Diyanet İşleri Başkanlığına verilerek böylece öteki yetkililerle Diyanet İşleri Başkanlığı arasında Cami görevlileri konusunda çıkan anlaşmazlıklar ortadan kaldırılmıştır.

Bundan sonra yıldan yıla Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatı genişletilmektedir, 1987 yılında ise şöyledir [388]:

Başta Başkan ve Başkan Yardımcısı olmak üzere,

1-    Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı

2-    Teftiş Kurulu Başkanlığı

3-    Mushafları İnceleme Kurulu Başkanlığı

4-    Hukuk Müşavirliği

5-    Araştırma Planlama ve Koordinasyon Daire Başkanlığı aYönetimi Geliştirme Müdürlüğü bİstatistik Şube Müdürlüğü

cPları  ve Bütçe Şube Müdürlüğü

6-    Din Hizmetleri Dairesi Başkanlığı aİrşat Hizmetleri Şube Müdürlüğü bDin Hizmetleri Şube Müdürlüğü cVakıf Hesaplama Şube Müdürlüğü

7-    Din Eğitimi Dairesi Başkanlığı aDin Eğitimi Şube Müdürlüğü bHizmetiçi Eğitim Şube Müdürlüğü cProgram Geliştirme Şube Müdürlüğü

8-     Hac Dairesi Başkanlığı

aHac İşleri Şube Müdürlüğü

bUmre İşleri Şube Müdürlüğü

cHac Eğitimi ve Rehberliği Şube Müdürlüğü

9-     Dini Yayınlar Dairesi Başkanlığı

aDerleme ve Yayın Şube Müdürlüğü

bSürekli Yayınları Şube Müdürlüğü

cKütüphane Şube Müdürlüğü

10-    Dış İlişkiler Dairesi Başkanlığı aDış İlişkiler Şube Müdürlüğü bYurtdışı Din Hizmetleri Şube Müdürlüğü cYurtdışı Din Eğitimi Şube Müdürlüğü

11-     Personel Dairesi Başkanlığı

aAtama İşleri Şube Müdürlüğü

bKadro Şube Müdürlüğü

cSicil Şube Müdürlüğü

dTahsis Şube Müdürlüğü

eDisiplin ve Değerlendirme Şube Müdürlüğü 12İdare ve Mali İşler Dairesi Başkanlığı aİdarî ve Sosyal İşler Şube Müdürlüğü bMalî İşler Şube Müdürlüğü

cMalzeme Şube Müdürlüğü

dGenel Evrak ve Arşiv Şube Müdürlüğü eBasın ve Halkla İlişkiler Şube Müdürlüğü fDaire Mühendisliği

hDaire Tabibliği

13-    Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü

14-    Savunma Uzmanlığı

Taşra Teşkilatı ise şöyledir:

İl Müftülüğü, İlçe Müftülüğü ve Eğitim Merkezi Müdürlüğü Yurtdışı teşkilatı:

1-    Din Hizmetleri Müşavirliği

aAteşelik

D)    Diyanet İşleri Başkanlığının Kadro Yapısı

3 Mart 1340 (1924) tarih ve 429 sayılı Şer'iye ve Evkaf ve Erkanı Harbiye Umumiye Vekaleti'nin İlgasına Dair Kanun ile Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştu. Yalnız bu kanunda teşkilat ve kadrolar gösterilmemiştir.

1927 yılma kadar Diyanet İşleri Başkanlığının kadro yapısı yalnızca Bütçe Kanunlarmda maaş. ücret yekünü olarak gösterilmiştir. Buna göre, merkez teşkilatında Başkan, Müşavere Heyeti ile merkez memurları ve değişik hizmetliler; taşra teşkilatında ise müftü, müftü müsevvidi, müftü katibi, müftülük müstahdemi, ilmi görevliler, dersiam, kürsü şeyhi, vaiz, cuma vaizi, hafızlar muallimi ve hayratı şerife hademesi unvanları yer almış ancak kadro sayıları gösterilmemiştir.

1927 yılı Bütçe Kanununda ilk kez Diyanet İşleri Başkanlığının merkez ve taşra teşkilatlarının kadro yapısı unvan, adet maaş. ücret olarak gösterilmiştir. Buna göre, Diyanet İşleri Başkanlığı merkez teşkilatında 57 aylıklı memur, 14 ücretli müstahdem; taşra teşkilatnıda ise 1373 aylıklı memur ve 5728 ücretli müstahdem (5668'i hayrat hademesi) olmak üzere toplam 7172 kadro tahsis edilmiştir.

1928 Yılı Bütçe Kanununda ise, Diyanet İşleri Başkanlığı merkez teşkilatı kadrosu 65, taşra teşkilatı kadrosu da 6251'dir. Bunların toplamı ise 6316'dir.

1929 yılında kabul edilen 1452 sayılı Devlet Memurları Maasatının Tevhid ve Teadülüne Dair Kanuna ekli Diyanet İşleri Başkanlığı'nin sürekli aylıklı memur kad­roları gösterilmiş ve derece, unvan adet ve aylık olarak da belirtilmiştir.

Ancak söz konusu Cetvel'de yer almayan, özellikle din hizmetleri ve yardıma hizmetlerle ilgili öteki kadrolar (dersiam, vaiz, hıfz muallimi, hayrat hade­mesi ve odaa), 1929 yılından 1970 yılma kadar barem dışı olarak her yıl Bütçe Ka­nunlarına ekli "D" cetvellerinde gösterilmiştir. Buna göre 1929 yılı Bütçe Kanunu D Cetvelinde, Diyanet İşleri Başkanlığı Merkez teşkilatı için 13; taşra teşkilatı için de 5546 adet kadro, barem dışı olarak tesbit edilmiştir. Böylece Diyanet İşleri Başkanlığının genel kadro sayısı 1929 yılında 6097 olmuştur.

Evkaf Umum Müdürlüğünün 1931 Yılı Bütçe Kanunu ile, 1931 Yılı Haziran ayından itibaren bütün cami ve mescitlerin yönetimi ve bunların görevlerine ait eşlerle meşgul olma görevi de Evkaf Umum Müdürlüğü’ne verilmiştir. Bu uygulama daha önce de belirttiğimiz gibi 1950 yılma kadar sürmüştür. Bunun için 1931 yılından itibaren Diyanet İşleri Başkanlığının toplam kadro sayısında büyük bir azal­ma olmuştur. [389]

1935 yılında 2800 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilata ve Vazifeleri Hakkında Kanun Eki cetvelde, daha önce belirttiğimiz gibi, merkez ve taşra teşkilatı kadroları derece, unvan, adet ve maaş itibariyle yeniden belirlenmiş, merkez teşkilatına 19 ve taşra teşkilatına 451 olmak üzere toplam 480 kadro verilmiştir. [390])

5 Temmuz 1939 tarihinde kabul edilen 3665 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat ve Vazifeleri Hakkındaki Kanun'un ek cetvelinden Diyanet İşleri Başkanlığının kadroları yeniden belirlenmiş, ancak bu kanunun üçüncü maddesi gereğince 5656 sayılı Genel Kadro kanununun eki cetvel kaldırılarak; yerine 3665 sayılı kanuna bağlı cetvel konulmuştur. [391]) Ayrıca 7. 7. 1939 tarihinde kabul edilen 3711 sayılı Hatay Vilayeti Kurulmasına Dair Kanun Eki Cetvel'de, Hatay ili ve ilçelerinin müftülüklerinin teşkili için, teşkilat kadrolarına eklenmek üzere 6 müftü, 1 müftü müsevvidi, 4 vaiz ve 2 katip kadrosu, ayrıca 1939 Yılı Bütçe kanununa eklen­mek üzere de 6 hademe kadrosu oluşturulmuştur. Bundan başka çeşitli yıllarda yeni ilçelerin kurulması ile müftü kadroları artırılmıştır. 3

1950 yılında yürürlüğe giren 5634 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat ve Vazifeleri Hakkındaki 2800 sayılı Kanunda Bazı Değişiklikler Yapılmasına Dair olan  3665 sayılı Kanuna ek Kanun'a ekli D cetvelinde Diyanet İşleri Başkanlığının Merkez ve taşra teşkilatı kadroları yeniden belirtilmiş; merkez teşkilatına 52, taşra teşkilatına 889 kadro verilmiş ve 3 sayılı cetvelde de görüldüğü gibi 4503 kişilik imam, hatip, müezzin ve kayyumdan oluşan hayrat hademesi kadrosu da Vakıflar Genel Müdürlüğünden alınarak Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanmıştır. Ayrıca 5634 sayılı Kanunla ilk kez 24 adet gezici vaizlik ihdas edilmiştir. Böylece Diyanet İşleri Başkanlığının merkez kuruluşunda görevli sayısı 52, taşra kuruluşunda 889 ve hay­rat hademeleri 4503 kişi olmak üzere toplam görevli sayısı 4444 kişiye yükselmiştir. [392] [393]  

Bu sayı yıldan yıla artarak devam etmiştir. 1987 yılında Diyanet İşleri Başkanlığının toplam kadro sayısının 84.332 kişi olduğu görülmektedir. *

E)  Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluşundan Sonra Devletin Bazı Konu­larda Yaptığı Değişikliklerin Diyanet Sahasına Etkileri

Diyanet İşleri Başkanlığı kurulduktan sonra kendisine görev olarak verilmiş olan, itikat, ibadet ve ahlak konularının dışma çıkmamaya, siyasî, İdarî ve muamelat­la ilgili konulara karışmamaya özen göstermiştir. Siyasetle ilgili konularda sık sık kendi elemanlarını uyarmış ve siyasete karışmalarını önlemiş  [394] [395] ve İdarî konulara karışanlara gerekli tenbihlerde bulunmuş Muamelatla ilgili konularda soruları  sorulara ise, özellikle bu soruların daha çok miras, nikah, talak konularında olduğunu gördük, Diyanet İşleri Başkanlığının verdiği cevaplarda Medenî Kanun (%n neşrinden önce meydana gelen miras, nikah, talaka ait soruları müftülerin dinî açıdan cevaplandırabileceklerini yalnız Medeni Kanunun kabulünden sonra meyda­na gelen ve muamelatı ilgilendiren bu konularda müftülerin görevli olmadıklarını, bu gibi işlerin adliyeye ait olduğunu bildirmiştir. [396]

Diyanet İşleri Başkanlığı Kurulduktan sonra, İslam devletlerinde vergi ola­rak toprak ürünlerinden alman Aşar usulu 23. 2. 1341 (1925) tarihli ve 552 sayılı ka­nunim kabulu ile kaldırılıyor ve yerine yeni vergi sistemi getiriliyor. [397]

Medenî Kanun kabulü ile birlikte, 1 Mart 1926'da kabul edilen ve 13 Mart 1926'da Resmi Gazete'de yayınlanan ve 1 Temmuz 1926 yılından itibaren yürürlüğe konan Türk Ceza Kanunu kabul ediliyor.

Bu kanunun 163. Maddesine göre, dinî veya dinî hissiyâtı veya dinen mu­kaddes tanınan şeyleri alet ederek her ne suret ve sıfatla olursa olsun devletin emniy­etini ihlal edebilecek harekete halkı teşvik veya bu bapta cemiyet teşkil edenler teşvikat ve teşkilatın bir güna fiili eseri çıkmamış olsa bile muvakkat ağır hapse mah­kum olurlar.

Böyle bir cemiyete girenler 313. maddeye göre cezalandırılırlar.

Dini efkar ve hissiyata müstenit siyasî cemiyetler teşkil edilmez. Bu gibi ce­miyetler dağıtılır ve teşkil edenlerle azaları  birinci fıkra mucibince cezalandırılır. [398]

Türk Ceza Kanunun ve daha önce söz ettiğimiz tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması ile ilgili kanunun kabul edilmesinden önce Şeyh Sait İsyanı meydana gelmişti. Doğu'da bir tarikat şeyhi olduğu için kendisine Şeyh Said denilen kişi 13 Şubat 1925 tarihinden itibaren, dinî ve hilafeti kurtarmak, şeriatı yaymak amaciyle "Halife sizi bekliyor, Hilafetsiz müslümanlık olmaz, Hiçbir Halife memleketten çıkarılamaz. Şiarımız dindir, Şeriat isteyiniz" gibi telkinlerle Doğu'da halkı ayak­landırmış ve o dönemde İngiltere'den de destek görmüştür. Çok kan dökülerek bastırılan  bu isyandan sonra, İstiklal Mahkemelerinde yargılanan isyancılar idam edilmişlerdi. 37  İngiltere'nin Şeyh Said'e destek vermesinin amacı, henüz bir çözüme ulaşmayan Musul Meselesini kendi isteği doğrultusunda çözmek için, Türkiye'ye sürekli şekilde böyle büyük olaylarla uğraştırarak kendi amacına ulaşmaktı ve bunda da başarılı olmuştur.

Ankara Hükümeti bu ayaklanmanın etkisi ile olsa gerek, tekke, zaviye ve türbeleri kapatarak şeyhliklere son vermiş ayrıca Türk Ceza Kanunu’nun 163. mad­desi ile de halkın siyasî duygularını istismar eden ve bu konuda cemiyetler kuracak olan  kişiler hakkında da gerekli azaları  koymuştur. [399] [400])

Türk Ceza Kanunun 175,176,177. Maddeleri ise, din hürriyeti aleyhine olan  suçlara ilgili olarak şöyledirler:

Madde 175Herkim devletçe tanınmış olan  dinlerden birini tahkir maksadiyle dini işlerin yahut ibadet ve ayinin icrasını men veya ihlal ederse bir aydan altı aya kadar hapis olunur ve 30 liradan ikiyüzliraya kadar ağır ceza parası alınır.

Eğer bu fiilin işlenmesi zamanında zor ve şiddet ve tehdit veya tahkir vaki olmuş ise fail üç aydan üç yıla kadar hapis ile cezalandırılır. Din ve mezheplerden bi­rini tezyif ve tahkir yolunda neşriyatta bulunanlar bir aydan altı aya kadar hapis ile cezalandırılır.

Madde 176Bir kimse devletçe tanınmış olan  dinlerden birini tahkir maksadiyle mabetlerde bulunan eşyayı yıkar veya bozar yahut diğer bir surette zarar verir yahut ruhanî memurlar hakkında şiddet istimal yahut onlara karşı hakaret eder ve dil ile tecavüz eylerse, üç aydan üç yıla kadar hapis yahut elli liradan yüz liraya kadar ağır ceza parası ile cezalandırılır.

Ruhanî memurların vazifelerini icra esnasında veya vazifelerini icradan dolayı bir cürüm irtikap olunduğu takdirde bu cürmün kanunen muayyen olan  cezası alfada bir miktarı artırılır.

Madde 177Bir kimse ibadethanelere konulmuş olan  abide ve sair bu gibi eserleri veya kabristanlardaki mahlukatı bozar veya mezarları tahrip ederse iki aya kadar ve otuz liradan yüz liraya kadar ağır ceza parası ile cezalandırılır. 3

1 Kasım 1928 tarihinde kabul edilen ve 3 Kasım 1928 tarihinde ise neşredilen 1353 sayılı kanunla yeni türk harfleri kabul edilmiştir. Bu kanunun birinci maddesi­ne göre, şimdiye kadar Türkçeyi yazmak için kullanıları  arap harfleri yerine latin esasından alman harfler kabul edilmişti ve ikinci maddesine göre de bu kanunun neşri tarihinden itibaren de devletin bütün daire ve kuruluşlarmda, bütün şirket, ce­miyet ve özel kuruluşlarda Türk harflerinin kullanılması zorunlu kılmıyordu. [401] [402])

Daha sonra 22 Eylül 1929 yılında Millet Mektepleri Talimatnamesi kabul edi­lerek 16 Ekim 1929 tarihinde Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giriyordu. Bu talimatnamenin dördüncü maddesine göre de, okuma yazma bilmeyen ya da arap harfleri ile okuma yazma öğrenmiş olan  vatandaşlara, yeni türk harfleri ile okuma yazma öğretmek için her yıl 1 Kasım'dan başlayarak Şubat sonuna kadar süren ders­haneler açılıyordu. [403]

Bundan sonra bir türkçeleştirme hareketi başlıyordu. Bu arada imam ve ha­tiplerin de yeni türk harfleri ile okuma yazma öğrenmeleri şart koşuluyor ve bu ko­nuda Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından da gerekli uyarılann yapıldığını görüyoruz. [404]  Daha sonra imam ve hatiplerin türk harflerini öğrendiğine dair bir ve­sikaya sahip olmaları aksi halde görevlerine son verileceği konusunda valilik ve kay­makamlık makamları tarafından da kendilerine tebliğ edilmektedir. 42  Bu durum karşısında zor durumda kaları  Diyanet İşleri Başkanlığı ise, zaten boş camiilere imam ve hatip bulmakta zorlandığım şu anda Türk Harflerinden yapılacak sınavda başarısız olacakların işten el çektirilmeleri durumunda ise pek çok camiinin imam ve hatipsiz kalacağım, buna meydan verilmememsi için biraz daha sürenin verilmesini istemektedir. 43)

10. 10. 1936 tarihinde ise Diyadin Müftülüğünden gelen bir yazı konusunda Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere Kurulu aşağıdaki kararı almıştır:

"Yeni Türk yazını bilmeyen kasaba ve köylerde bulunan imamların, imamlik vazifesini yapmaları kanunen caiz olamayacağından dolayı ilçebaylıkça (kayma­kamlık) bütün köy imamlarının vazifelerine nihayet verildiği ve bundan böyle vukubuları  cenazelerin teçhiz ve tekfinlerini yapacak kimse kalmayıp, bilakis şimdi köylerde vaki olan  cenazeler günlerce yerde kaldığı hakkında Diyadin Müftülüğünden gelen 10. 10. 1936 tarih ve 9 numaralı tahrirat tetkik ve mütalaa olundu.

Aidiyeti ciheti ile Vakıflar Umum Müdürlüğüne  tevdii münasip olacağı te­zekkür kılmdı.24.10.1936"[405] [406] [407]

Bu arada yine bazı bölgelerde polis tarafından cenaze salası verilmesi ya da okulların kapatılmasından soma velilerin istekleri üzerine çocuklara Kur'an öğretilmesi gibi bazı yasaklamalar ve tutuklamalar oluyor.

12. 8. 1929 tarihli ve 528 sayılı kararda [408] cenaze salası ile ilgili olarak şöyle denmektedir:

"Bir asırdan fazla zamandan beri hürriyet ve medeniyet yolunda hatve endazi terakki olan  muasır hükümetlerde ile ölü vukuunda kiliselerde matem çam çalındığı meşhut ve bu hali takdiredenler yok farzedilse bile tenkit eyleyenlere tesadüf edilmezken, meyyitin (ölünün) ehibbasmı (sevenlerini) keyfiyetten haberdar ederek merhuma karşı son vazife-i ihtiram ve insaniyi ifaya davet mahiyetini de haiz ve medar-ı tesanüt olmak üzere verilen, bugün hükümet merkezimizde de hürmetle telakki edilen cenaze vukuunda verilegelen meyyit salasının verilmesinde maddî ve manevî hiçbir zarar melhuz ve meşhut olamayacağını cevaben işarı tezekkür kılındı. 12. 8. 929"

Diyanet İşleri Reisi
Rifat

Gaziantep'te ise okulların kapanmasından sonra, Şeyh Fetullah Camii İmamı Fetullah Efendi’nin velilerinin istekleri üzerine Kur'an öğrettiği için tutuklanması se­bebi ile Müftülükten gelen yazı için Diyanet İşleri Reisliği Müşavere Heyetinin aldığı karar şöyledir  [409] :

"Mumaileyhin (sözkonusu kişinin) hareketi vakıası mektep kuşadiyle (açarak) tedris mahiyetinde olmayıp, tatil esnasında müzakere mahiyetinde olduğundan uhdesindeki cihetin ref’ini iltizam etmiyeceğinin cevaben işarı tezekkür kılındı. 25.10. 931"

Diyanet İşleri Reisi
Rifat

Yeni Türk harflerinin kabulünden sonra 23 Aralık 1931 yılında kabul edilen ve 4 Ocak 1932 yılında Resmî gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren "Arap harfleri­yle tedrisat yapmak için gizli veya aleni dershane açanlara dair olan  talimatnamenin yürürlüğe konduğu hakkında kararname" çıkarılıyor. Bu kararnameye göre:

Madde 1Türk harflerinin kabul ve tatbikma dair olan  1 Teşrinisani (Kasım) 1928 tarih ve 1353 numaralı kanunun 9. maddesi hilafına olarak Arap harfleri ile ted-

risat yapmak için gizli veya alenî dershane açanlar ve bu dershanelerde tedrisatta bulunanlar 1 Mart 1926 tarih ve 765 numaralı Türk Ceza Kanununun 526. maddesi mucibince tecziye olunacaklardır.

Madde 2Bu talimatname her yerde en büyük mülkiye memuru tarafından usulu dairesince halka ilan  olunacaktır. [410]

Bu arada Arapça hutbe okuyanlara  [411] [412] [413] [414]  ya da Arapça okuyupta Türkçesini okumayanlara gerekli uyarılar yapılıyor. Ezan ve ikamet konusunda ise, Berlin Sefaret ve Türk Kulubü İmamından Dahiliye Vekaletine gelen dilekçeye, Diyanet İşleri Rişaseti Müşavere Kurulu şu cevaplar vermektedir

"İmamların vazifesi şimdiye kadar yazılmış olan  Arapça ve Türkçe kitaplar­da mufassaları  mezkur olmakla onlardan takip edilmesinin ve Türkiye Cumhuriye­tinde olduğu gibi ezan ve ikametin ve namaz haricindeki Bayram tekbirlerinin Türkçe icra edilebileceğinin mumaileyhe tebliği ve Dairede bulunan Türkçe kitaplar­dan birer adet gönderilmesi münasip olacağı tezekkür kılındı. 22. 7. 934"

Diyanet İşleri Reisi
Rifat

Kur'an'ın yeni türk harfleriyle yazarak millet mekteplerinde okuyanlara sun­mak isteyen bazı kişilere bunun mümkün olamayacağı konusunda cevap verilmiştir. (51) Buna rağmen İstanbul'da Hilmi Bey adında bir kitapçı tarafından bastırılan  Kur'an konusunda Diyanet İşleri Başkanlığının raporu şöyledir: "Melfuf levhadaki huruf ile Kur'an'ın tahriri fevkalade önemli bir mesele olup bununla yazılacak bir Kur'an'ın nüshalarında imla itibarı ile birçok tahrifata, kalafata sebebiyet verilerek Kur'an'ın sahih ve salim bir şekilde teminini tahririne ve zuhur edecek mubayenetlerin tashihine imkan bulunamayacağını ve bununla beraber mezkur levhadaki rüsu­ma nazaran mütevatir ve meşhur olan  vucuhu aşere vs.nin uygulanması zor bir hale gelmesi icap etmekle beraber vucuh ve tecvide mutabık bir surettte Kur'an'ı okumayı temine de gayri kafi olduğu; dini ve ilmi birçok eksikliklerle beraber Cumhuriyet Hükümetimizin resmen kabul ve itina ile uygulamakta olduğu muayyen şekillerdeki harfleri ve rusumu istendiği gibi değiştirmek ve artırmak da tabii olarak uygun görülmeyeceği tarzında mütalaa beyan edilmiş olan  mezkur levhanin yüce makam­lara arzedilmeğe gerek görülmemiştir. Kur'an yalnız bu işle meşgul olmak üzere Hükümetin resmen kabul etmiş olduğu Mushaflar Tetkik Heyeti'nin tetkik ve tasdi­kinden geçirmeden bir takım tağşisat ve tahrifata sebebiyet vermiş olan  Hilmi Bey hakkında lazım gelen mumelenin takdir ve tatbiki Yüce Başvekalete ait olacağı te­zekkür kılındı. 28. 5. 932"  [415] [416]

Yine aynı kişi tarafından 1931 yılında Mızraklı Köy İlmihali ve Din Kitabı adı altında bastırılan  Türkçe eserler konusunda da, Kur'an'a mahsus bazı harf ya da işaretler kabul edilinceye kadar Kur'an ve Hadis'in yine eski harflerle yazılmasının zarurî olduğu, aykırı davrananlar hakkında gerekli muameleye tevessül edileceği ve Mushaflar Tetkik Heyetine müracaat etmeksizin Kur'an ve cüzlerini basanlar hakkında gerekli kanunlara başvurulacağı bildirilmiştir. $3)

F)    Diyanet İşleri Başkanlığının On Yıllık Faaliyet Raporu

2.   1. 1933 tarihinde Başvekil İsmet Paşa, Diyanet İşleri Başkanlığına bir yazı göndermiştir.[417]

İdarenin geçen on sene zarfında yaptığı işleri ve alman netice ve randmanı gösterir mufassal bir raporun mümkün süratle tanzim ve tevdiini rica ederim efenim. 2.1. 933

Başvekil
İsmet

Bu yazıyla Diyanet İşleri Başkanlığı 10. 1. 933 tarih ve 48 sayılı yazısı ile şu bilgiyi veriyor.

Başvekaleti Celileden varit 2. 1. 1933 tarih ve 6. 49 No tezkerenin bir sureti leffen tevdi kılınmıştır. 10 sene zarfında yapıları  işler hakkında mufassal bir raporun sür'atle tanzim ve tevdii luzumu beyan olunur efendim.

Diyanet İşleri Reisi

Rifat

Müşavere Heyeti'nin başlıca vazifeleri, Riyaset Makamından buyuruları  her çeşit evrakı tetkik ve muktazi kararları Riyasete arz etmektir. Riyasetin teşekkül tari­hi olan  1340 (1924) senesinden bu güne kadar Heyetimize 8.863 dinî vazife eshabına, 3.206’sı dinî meselelere, 1.767’si de vaizlerden gelen vaiz mevzularını tetkike ait olmak üzere 13.836 evrak havale buyurulmuş ve bunlar Heyetçe tetkik edilerek usulünce Riyaset Makamına takdim olunmuştur.

Bundan başka Erkanı Harbiye Umumiye Riyasetinin talebi üzerine askere din dersleri ve hatipler için Türçe hutbe kitabı ve bir de ahlak dersleri tertip ve tap ettirilmiştir. Buharî şerifin tap edilmiş olan  ikinci cildinin de yine Heyet üyeleri tarafından tetkik edilmiş olduğu arz olunur efendim. 19.1. 933

G)    T.C. Anayasalarında Din ve Diyanet İşleri Başkanlığı ile İlgili Maddeler

Daha önce 1 Mart 1926 tarihinde kabul edilen ve 13 Mart 1926 tarihinde Resmî gazetede neşredilen Türk Ceza Kanunundaki dini konulardaki maddelerin­den bahsetmiştik. Burada ise Anayasalarda yer aları  din ve Diyanet İşleri Başkanlığı konularındaki maddeleri belirteceğiz.

20 Nisan 1340 (1924) tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu(anayasa)un ikinci maddesinde "Türkiye Devletinin" dini İslam dinidir" cümlesi konmuştu. Daha sonra 3. 2.1937 tarihinde bu ikinci madde değiştirilerek, "Türkiye Devletinin dini İslam di­nidir" cümlesi çıkarılmış ve "Türkiye Devletinin, Cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçıdır" cümlesi eklenmişti. 75. maddesindeki, "Hiçbir kimse mensup olduğu din, mezhep, tarikat ve felsefî içtihadından dolayı muaheze edile­mez. Asayiş, adabı muaşereti umumiye ve kavanine mugayir olmamak üzere her türlü ayinler serbestir" cümleleri ise 13 Şubat 1937 tarih ve 3115 sayılı kanunla değiştirilerek, şu şekli almıştı: "Hiç bir kimse mensup olduğu felsefi içtihat, din ve mezhepten dolayı muaheze edilemez. Asayiş ve umumî muaşeret adabına ve kanun­lar hükümlerine aykırı bulunmamak üzere her türlü dini ayinler yapılması serbest­tir." )

9.  7.1961 yılında kabul edilen 1961 Anayasası ise, din ve vicdan hürriyeti ko­nusunda 19. maddede şöyle demekteydi: "Herkes, vicdan ve dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.

Kamu düzenine veya genel ahlaka veya bu amaçlarla çıkarılan  kanunlara aykırı olmayan ibadetler, dinî ayin ve törenler serbesttir.

Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlarını açıklamaya zorlanamaz. Kimse dini inanç ve kanaatlarından dolayı kınanamaz."  [418] [419])

1982 yılında kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 2. maddesinde "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel il­kelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir", şeklinde belirtildik­ten sonra 14. Maddesinde de "Anayasada yer aları  hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türkiye Devleti'nin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek Devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesini sağlamak veya dil, din ve mez­hep ayırımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere daya­nan bir devlet düzeni kurmak amacıyla kullanılamaz..." dedikten sonra 24. maddede de din ve vicdan hürriyeti belirtilir: "Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14. madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir. Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve ka­naatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz, suçlanamaz. Din ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kuramlarında okutuları  zo­runlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcilerinin talebine bağlıdır. Kimse, Devletin sosyal, ekonomik siyasî veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din ku­rallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayıları  şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz."

Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili olarak 1961 Anayasasındaki 154. maddede "genel idare içinde yer aları  Diyanet İşleri Başkanlığı özel kanunlarda gösterilen görevlerini yerine getirir" denilmekteydi.

Daha sonra 22. 6. 1965 tarihinde kabul edilen ve 2. 7. 1965 tarihinde yayımlanarak yürürlüğe giren 633 sayılı kanunun birinci maddesinde "İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere, Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı Kurulmuştur" denilmektedir.

Diyanet İşleri Başkanlığının 1961 Anayasasının 154. maddesinde yer alması ve 663 sayılı kanunla da kendisine çeşitli kanuni görevler verilmesi Devletin din işleriyle uğraşması demek olduğu, din işlerini yürüten bir devletin laik devlet kav­ramını dışında kalacağı ileri sürülerek, Devlet Memurları Kanunun değişik 36. mad­desindeki "Din Hizmetleri Sınıfı" ile ilgili hükümlerinin 633 Sayılı kanunun, Anaya­sanın laiklik ilkesine aykırı olduğu iddiasıyla, zamanın Birlik Partisi tarafından Anayasa Mahkemesinde iptal davası açılmıştı.

Anayasa Mahkemesi tarafından bu dava incelendikten sonra 15 Haziran 1972 tarih ve 14216 sayılı Resmi Gazetede şu görüşler ortaya konuyordu:

"Anayasanın 154. maddesi (Genel idare içinde yer aları  Diyanet İşleri Başkanlığı özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir) hükmünü koymuştur.

Diyanet İşleri Başkanlığı, dini bir teşkilat değil, anayasanın 154. maddesinde saptandığı üzere genel idare içinde yer almış idari bir teşkilat durumundadır ve bu teşkilata mensup kişiler de 154. maddede sözü geçen özel kanun ve dolayısıyle 154.

57. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 1982, s. 20-27 madde hükmünce memur niteliğinde sayılmışlardır. Bu durumun bir Anayasa hükmü gereği olması dolayısıyla da Anayasanın 117. maddesine aykırılıktan söz edi­lemez.

Diyanet İşleri Başkanlığının Anayasada yer almasının ve mensuplarının memur niteliğinde sayılmasının yukarıdaki bölümlerde açıkladığı üzere birçok tarihi nedenlerin, gerçeklerin ve ülke koşullarıyle ihtiyaçların doğurduğu bir zorunluk so­nucu olduğunda kuşku yoktur. Anayasanın 154. maddesinin gerekçesinde (Dini inanç ve kanaat hürriyetini, temel hak ve hürriyetler arasmda ilan  eden, ibadet ve dini törenlerin serbestisini teminat altına aları  Anayasada sosyal bir müessese olan  dinin taşıdığı önem bakmmdan, Diyanet İşleri Başkanlığının özel kanunundaki görevleri yerine getireceği esasını muhafaza etmektir) denilmektedir.

Gerçekten, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Anayasa'da yer almasının nedenleri Anayasamızmda kabul edilen laiklik düzen ve esaslarından ve bir Anayasa hükmü olan  154. maddedeki, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın özel kanunda gösterilen görevleri yerine getireceği yolundaki ibereden de anlaşılmaktadır.

Bunlara göre Diyanet İşleri Başkanlığının Anayasa'da yer alması şu zorunlu­luk ve nedenlere dayanmaktadır:

Dinin Devletçe denetiminin yürütülmesi, din işlerinde çalışacak kimselerin yetenekli olarak yetiştirilmesi yoluyla dini taassubun önlenmesi ve dinin toplum için manevî bir disiplin olmasının sağlanması ve böylece Türk Milletinin çağdaş uygarlık seviyesine erişmesi, yücelmesi ana ereğinin gerçekleştirilmesi gibi nedenlere day­andığı gibi aynı zamanda toplumun çoğunluğunun müslüman bulunduğu ülkemizde, dini ihtiyaçların karşılanabilmesi için dini işleri görecek kişiler, mabet ve başka maddi ihtiyaçların sağlanması ve bunların bakım gibi konulara yardım etmek nedenlerine de dayanmaktadır.

Devletin her içtimai müessesesinde olduğu gibi, içtimai bir müessese olan  toplumun dini ihtilaçlarına yardım etmesinin Anayasada yer aları  ve nitelikleri açıklanan laiklik esaslarına aykırı bir yanı bulunmadığı gibi Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Anayasada yer almasını da yukarıda açıklanan nedenlere dayanması karşısında, laiklik ilkesine aykırı düştüğü kabul edilemez.

Yine bu nedenlerle Devletin bu alandaki yardımı ve Diyanet İşleri Kuruluşu görevlilerinin memur sayılması, Devletin din işlerini yürüttüğü anlamına gelmeyip ülke koşullarının zorunlu kıldığı ihtiyaca uygun bir çözüm yolu bulmak erek ve anlamını taşımaktadır... Diyanet İşleri Başkanlığının, Anayasa'nın 154. maddesinde yer aları  özel kanunun 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında kanun olup bundan önceki yasalar ise 633 sayılı kanunun 41. maddesiyle kaldırılan  yasalardır. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın özel kanunda sayıları  görevlerin konusunu oluşturan işler bir Anayasa hükmüyle benimsenmiş bulunduğundan bun­ların Anayasa hükmüyle benimsenmiş bulunduğundan bunların Anayasaya aykırı düşeceği kabul edilemez."

Türkiye Cumhuriyetinin 1982 Anayasası ise, 136. Maddede, Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili olarak şöyle der: "Genel idare içinde yer aları  Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir."

Sonuç olarak 3 Mart 1924 yılında Şeriye ve Evkaf Vekaletinin kaldırıldığı ve Hilafete son verildiği gün 429 sayılı kanunla kuruları  Diyanet İşleri Başkanlığı, kurul­duğu yıllarda zayıf bir kadro, sınırlı bir görev ve maddî imkansızlıklar  içerisinde uzun yıllar hizmet vermiş; bu arada zaman zaman bazı kadroları ve görevleri küçültülmüş; daha sonra yeni kadrolar ve yeni görevler verilerek kadroları ve görev alanları daha da geliştirilmiş olarak Anayasa ve kanunların kendisine verdiği yetki­ler doğrultusunda görevini sürdürmektedir. [420] [421]

SONUÇ

Hz. Peygamberin vefatından ile ortaya çıkan Hilafet meselesi konusunda yaptığımız araştırmalarda vardığımız sonuca göre, Ehl-i Sünnet alimleri müslümanlar üzerine "îmam (ya da Halife) tayininin vacip olduğu" görüşünde birleşmektedir. Ayrıldıkları konular ise daha çok halifenin kimden olacağı, nasıl olacağı, görevlerinin neler olacağı, neleri yapması gerekeceği gibi hususlardır. Yani onlar halife olabilmenin şartları  konusunda değişik görüşler ortaya koymuşlardır. Halife seçimi ya da tayini konusunda ise hepsinin görüşü "İman nasbetmek vaciptir. İçtima üzerine söz söylenmez" olmuştur.

Böylece Ehl-i Sünnet alimlerinin görüşleri doğrultusunda hilafetin şartlarını taşıyanların daha çok "Hulefa-i Raşidin" denilen halifelerin olduğu girülmektedir.

Hulefa-i Raşidin'den sonra hilafet Emevî ailesinin eline geçmiştir. Emevîler hilafeti Emevî hanedanlığı haline getirmişler ve hilafet Emevî ailesi içerisinde varlığını sürdürmüştür. Emevî ailesinden sonra ihtilalle iktidara gelen Abbasîlerde Al-i Osman'da da aynı anlayış ve düzen içerisinde varolagelmiştir.

Bu üç aile fertlerinden hilafet makamında bulunan kişilerden müslümanlar tarafından seçilmemiş ya da tayin edilmemiş olsalar da gerçekten dirayetli ve müttakî olanları olduğu gibi, aralarında halife olma şartlarını taşımayanlar da bulun­muştur.

Ancak araştırmamızda kimlerin bu şartları taşıyıp kimlerin taşımadığı konu­sunu tartışmadık; çünkü bu bizim konumuzun dışındadır. Buna karşılık hilafetin ta­rihi seyrini ve son dönemindeki durumunu ele aldık; OsmanlIlarda hilafet makamının fonksiyonunu ve Müslüman toplum yanındaki değerini geniş olarak or­taya koyduk.

Aslında XIX. yüzyılda hilafet elinde bulunduran sünnî Osmanlı Devleti ile şii İran Devletinden başka bağımsız müslüman devleti yoktur. Bu iki devlet de empery­alist devletlerin göz diktikleri ve paylaşmak için can attıkları devletlerdir. Bu empe­ryalist sömürgeci devletler, gerek Osmanlı devletini, gerekse İran'ı paylaşmak konu­sunda ancak Birinci Dünya Savaşı sırasmda görüş birliği sağlayabildiler.

Emperyalist sömürgeci devletlerin bu amaçlarım çok iyi bilen ILAbdülhamit, kendi döneminde (1876 1909) İslam birliğini sağlamak için halifeliğini de kullana­rak bütün müslümanları İslam birliği altında, emperyalistlere karşı birleştirmek için çaba sarfetmiştir. Yalnız AvrupalIlar, Panislamizm dedikleri ve bugün bile öcü gibi korktukları bu birliği önlemek için her yola başvurmuşlardır. Abdülhamit'in tahttan indirilmesi ile de, bu yoldaki çabaların yerini daha çok milliyetçilik fikri almıştır. Av­rupalIların ne büyük korkularından biri olan  ve bu gün de korkusunu taşıdıkları "bütün Türk uluslarının birliği düşüncesi" İttihatçıların, 1918'de 1. Cihan Savaşının kaybedilmesi üzerine, iktidardan çekilmeleri ile son bulacaktır.

Evet Birinci Dünya savaşında bazı Araplar ve Hindistanlı müslümanlar ve Rusya'daki bazı Müslüman Türklerin Osmanlı Devletine karşı savaştıkları doğrudur. Yalnız bunun bazı nedenleri vardır.

Önce hiçbir hazırlık yapılmadan cihat ilanına kalkışılmıştır. Hatta fetvalar ve beyannameler bütün müslüman ülkelerine dağıtılamamıştır. İletişim ve haberleşme çok zayıf kalmıştır.

İttihat ve Terakki Partisi'nin uyguladığı yanlış politika ve uygulama yüzünden Hindistan'daki ve Rusya'daki müslümanları ile Araplar arasında Osmanlı Devletine karşı kırgınlıklar ve küskünlükler olmuştur. Bunda İngiliz ajanlarının Os­manlIlar aleyhinde yaptıkları propagandaların ve Araplara verdikleri milyonlarca sterlinlerin de büyük etkisi olmuştur. Bununla birlikte pek çok Arabm Cihan savaşmda Türkleri destekledikleri Osmanlı ordusunda düşmanlara karşı savaştıkları unutulmamalıdır.

Hintli müslümanların Türklere karşı savaşmasının nedenlerinin başında İttihad ve Terakki Parti'sinin takip ettiği ırkçılık politikası gelmektedir. İngilizlerin Osmanlı Devleti ve hilafet aleyhindeki propagandaları da Hintli müslümanların tu­tumunda oldukça etkili olmuştur. İngilizlerin propagandalarının kapsamını şöyle açıklayabiliriz: İngilizler, Hindistanlı müslümanlara yaptıkları çağrılarda "dinsiz İttihatçılar Halifeyi hapsettiklerini ve İngilizlerin de Halifeyi kurtarmak için operasy­on düzenlediklerini" söylemişlerdir. Bu savaşın dinî bir mahiyeti haiz olmadığma ve Osmanlı Padişahına ve Halifeye dokunmayacaklarına dair Hindistanlı müslümanlara tamenat vermişler, Hindistanlı müslümanlar da İngilizler'in Türkler'e ve İslam’a dokunmayacağına inanmışlardır. Ayrıca ülkeleri Hindistan'ın özyönetime geçiceğini ummuşlardır. İngilizler cephelerde İngiliz komutanlara itaat etmiyen Hin­distanlı müslümanları, derhal, hem de domuz derisinden yapıları  iplerle asmışlardır.

Ne var ki, İngilizler'in oyunlarını anlayan bazı Hindistanlı müslümanlar, Türkler'in yardımına koşmakta gecikmemişlerdir. Esaret alfanda olmalarım rağmen "Hilafet Komitesi", "Cemiyet'ül-Ulemay-ı Hind"[422] [423]*1 vs. gibi kuruluşlar oluşturarak Türkiye'ye büyük destek vermişler ve her yerde Türklerle beraber olduklarım açıklamışlardır. Türklerin haklarını ve halifenin haklarım korumaları için İngiltere'ye baskıda bulunmuşlardır; ayrıca Millî Mücadele döneminde Türkiye'ye büyük mik­tarda para yardımında bulunmuşlardır. 11

T.B.M.M. Hükümeti Hindistanlı müslümanların maddî, manevî her türlü yardımlarından, gerek Milli Mücadele döneminde gerekse Lozan Barış görüşmeleri yapılırken, yararlanmıştır.

Milli Mücadele kazanılıp Lozan Barışı yapıldıktan sonra sıra Halife'nin hak­larının belirlenmesi meselesine gelince; Hindistanlı müslümanlar bu konuda Anka­ra’dan bazı isteklerde bulunmuşlardır.

Halife'nin zamanla güç kazanarak T.B.M.M.nin ya da Cumhuriyet yönetiminin yetkilerini ele geçireceğinden korkan Ankara Hükümeti ise, artık dışardaki müslümanların Hilafet konusundaki isteklerde bulunmalarını hiç bir şekilde hoş karşılamamıştır. Halbuki Hind ve Arap müslümanlar böyle düşünmemektedirler. Halife'nin bütün müslümanlara ait olduğuna inandıklarından hilafet konusunda isteklerde bulunmaya hakları olduğuna görüşünü paylaşmaktadırlar. Nitekim bu Müslümanlar Hilafet merkezi olan  Türkiye'ye savaş ve barış boyunca her çeşit desteği vermişlerdir. Aslında T.B.M.M. Hükümeti de başlangıçta Halife'nin bütün dünya müslümanlarının başkam olduğunu kabul etmişti. Fakat barış yapıldıktan sonra T.B.M.M. Hükümetinin Halife ile ilgili görüşleri bütünüyle değişmiştir. Artık, Ankara kendi gücünün üstünde bir güç görmek’istememektedir. Bunu çözmenin de iki yolu vardı: Ya Halife'nin gücünü T.B.M.M. de birleştirmek, ya da Hilafeti ilga etmek(kaldırmak). Saltanat, Hilafet'ten ayrılırken, Hilafet'in Osmanlı ailesinden alınması için ir çaba sarfedilirse de o anda bunda başarılı olunamaz ve tam tersine Hilafet, Osmanlı ailesinde kalır. Artık bun­dan sonra yapılacak iş Hilafet’in kaldırılmasıdır. Cumhuriyet yönetimi kabul edildik­ten sonra artık, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti iki başlılıktan kurtulmak ve tam yetki sahibi olmak için halifeliği kaldırmıştır. Böyle korkulu rüyalardan da kurtulunmuştur. Fakat Hilafet'in ne kaldırıldığı ne de kaldırılmadığı açıkça ifade edilmekten çekinilmiştir. Hilafeti kaldıran maddenin ifadesi şudur: "Halife hal edilmiştir. Hila­fet, Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mevcut olduğundan, hi­lafet makamı mülgadır." Bu maddenin ilk cümlesinden Halife Abdülmecit'in hal edildiği kesin olarak anlaşılırken Hilafet ile ilgili ikinci cümleden yalnızca hilafet makamının kaldırıldığı, Hilafet'in ise "Hükümet ve Cumhuriyetin mana ve mefhu­munda esasen mevcut olduğu ima edilmeye çalışılmıştır; Hükümet ve Cumhuriyetle devam ettiği bu konuda Mecliste tartışmalar yapılırken Tunalı Hilmi Bey, bu kanun ile hilafetin kaldırılmadığım şu açıklaması ile ifade etmektedir: "Hilafetin ilgası (kaldırılması) deniliyor arkadaşlar. Ben, hilafetin ilgasını kabul etmiyorum arka­daşlar. Hilafet ilga edilmiyor. Hilafetin makamı kaldırılıyor. Halbuki hilafet mevcut­tur arkadaşlar. İmamet de burada, hilafet de burada."

Aslında, T.B.M.M. Hükümeti, Milli Mücadele döneminde ve Lozan Barışı görüşmeleri anında Hilafetin gücünden gerek içte ve gerekse dışta mümkün olduğu kadar yararlanmıştır. Daha sonra ise kendisi için tehlikeli görerek ilga etmiştir.

Şunu da belirtmek gerekir ki, Hilafet'in kaldırılması ile dış müslümanların desteği yitirilmiştir. Mesela, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Musul meselesinde İngiltere'ye karşı çok yalnız kalmıştır. İngiltere, bütün isteklerini, rahatlıkla elde etmiştir. Hatta Doğu'da ayaklandırmalar çıkararak Türk Hükümetini hayli uğraştırmıştır.

Hilafet ve Şer'iye ve Evkaf Vekaleti'nin kaldırıldığı gün, kuruları  Diyanet İşleri Başkanlığı ile de din, devlet gözetimi altına alınarak, müslümanlardan gelecek her hangi bir tepkiye engel olunmuş ve müslümanların davranışları gözetim altına alınmıştır. Üstelik başlangıçta Diyanet İşleri Başkanlığı'na verilen görevlerden bazıları daha sonra Diyanet İşleri Başkanlığından alınarak Evkaf Umum Müdürlüğü'ne verilmek suretiyle Diyanet İşleri Başkanlığı'ınn gücü oldukça azaltılmıştır.

BİBLİYOGRAFYA

Akgün, Seçil; Hilafetin Kaldırılması ve Laiklik, Ankara, tarihsiz.

Akşin, Sina; Jön Türkler ve İttihat Terakki, İstanbul, 1987.

------------ İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, İstanbul, 1983.

Apak, Rahmi; Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Ankara, 1988.

Armaoğlu, Fahir; 2Ö Yüzyıl Siyasi Tarihi, Ankara, 1986.

Arnold, T.W.; The Califate, Oxford, 1967.

Asrar, Ahmed; Hilafetin OsmanlIlara Geçişiyle İlgili Rivayetler, Türk Dünyası Araştırmalar Dergisi, 1983.

Atay, Hüseyin; 1914 Medrese Düzeni, İslami İlimler Enstitüsü Dergisi, 1982.

Ateş, İbrahim; Evkaf-ı Mumayun Nezaretince Açıları  İlk Yüksek Okulu, Diyanet Dergisi, 1988.

Aybars, Ergim; İstiklal Mahkemeleri, İzmir, 1988.

Barthold, William; İslam Medeniyeti Tarihi, (tercüme, ilave ve düzeltmeler: Fuat Köprülü) Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara., 1991.

el-Belaziru, Futuhu'l-Buldan, Çev.Mustafa.Fayda, Ankara. 1987.

Berkes, Niyazi; Turkish Nationalism and Westem Civizilation, New York ,1959

------------ Türkiyede çağdaşlama, İstanbul, 1978.

Bil, Hikmet; Atatürkün Sofrasında, 1949.

Büyük İslam Tarihi, (Komisyon.) Hz. Eşref Edip. İstanbul. 1967.

Büyük Türk Sözlüğü, İstanbul, tr.

Chanbers, Richard; Ottoman Ulema and the Tanzimat, Scholars Samts and Sufist, ed. N.R. Keddie, Berkeley, 1972.

Danişment, İ. Hami; İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul, 1972.

Diyanet İşleri Reisliği Müşavere Heyeti Karar Defteri, 1927.

----------- 1341, Karar no: 2745.

----------- 1,1927, Karar no: 119,513,572.

-----------  1929, Karar no: 82,199,210, 293.

İkinci Karar Defteri, 1929, C.l, Karar no: 423,488.

Karar Kartunu, 1929, Karar no: 528,570,732,762,772.

Karar Defteri, 1929-1930, Karar No: 85,199.

Karar Defteri, 1931, C.l, Karar no: 268,324,437,439.

Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere Kurulu Karar Defteri 1932, Karar no: 113,154.

----------- Karar Defteri, 1933, Karar no: 185,194.

----------- Karar Defteri, 1934, Karar no: 36.

Karar Defteri, 1935-1936, Karar no: 49.

Karar Defteri, 1930, Karar no: 74.

Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat Tarihçesi, Ankara, 1987.

Doğrul, Ömer Rıza; İslam Tarihi, İstanbul, 1935.

Doğuşundan Günümüze Büyük İslam Tarihi, (Komisyon) İstanbul, 1986.

Duda, W. Herbert; Hilafetten Cumhuriyete Geçiş, (Çev. Abdurrahim Güzel) Anka­ra. 1989.

Düstûr, cilt 7, sayfa 113, 548-550; cilt 9, sayfa 1146-1152; cilt 10, sayfa 3, 979, 930; cilt 13, sayfa 47,48,147,148; cilt 16, sayfa 724-727,1501-1504; cüt 19, sayfa 2326; cilt 20, sayfa 1552-1554; cilt 30, sayfa 38; cilt 31, sayfa 1612,1953-1957.

Ebu Zehra, Muhammed; Ebu Hanife, Çev.Osman Keskioğlu. İstanbul, 1966.

Fığlalı, Ethem Ruhi; İbadiyenin Doğuşu ve Görüşleri, Ankara, 1983.

Gazali, İhyau Ulûm id-Din, Çev.A.Serdaroğlu, Ankara,1963.

Gibb.H.A.R. İslamic Society and the West, London, 1957.

Goloğlu Mahmut, Halifelik, Ankara,1973.

Gökalp, Ziya; Yeni Hayat, Ankara, 1976.

----------- Hilafetin İstiklali, Ankara, 1339.

Hakimiyet-i Milliye; 2.8.1339 (1923), 8.8.1339, 14.8.1339, 26.9.1339, 9.10.1339, 15.10.1339,30.10.1339,11.11.1339, 3.3.1340 (1924).

Hamidullah, Muhammed; İslam Peygamberi, İstanbul, (Çev. Salih Tuğ) 2 cilt, İstanbul, 1963.

Hammer, Osmanlı Tarihi, İstanbul, 1989.

Heyd, Ureil; Foundations of Turkish Nationalizm, London, 1950

Hatiboğlu, Mehmet; Hilafetin Kureyşliliği, A.Ü.İ.F.D., C.23., Ankara, 1978.

Hilafet ve Hakimiyet, Ankara, 1339.

Hizmetli, Sabri; Mezhepler Tarihi Yönünden Kemal Paşazadenin Görüşleri. Tokat, İbn Kemal Vakfı yayını, 1980.

----------- İslam Tarihi, Ankara, 1991.

----------- Tarihi Rivayetlere Göre Hz. Osmanın Öndürülmesi, A.Ü.İ.F.D., C.26., Ankara. 1985.

Hürriyet; 3.9.1991.

îbn Hişam; Hz. Muhammedin Hayatı; (Çev. İzzet Haşan Neşet Çağatay), Ankara, 1971.

îbn Humam; el-Musayere fi ilmi'l-Kelam, Mısır, tr.

îbn Kesir, Tefsiru'lKur’ani'lAzim, Beyrut, 1400.

İğdemir, U.; Sivas Kongresi Tutanakları, Ankara, 1969.

İkdam; 5.1.1340, 2.3.1340, 8.3.1340.

İslam Ansiklopedisi; M.E.B. İstanbul, 1955.

İslam Mecmuası; (1391)Muhtelif Sayılar.

Kansu, Mazhar Müfit; Erzurumdan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, Ankara, 1988.

Katip Çelebi, Mizanü'l-Hak, İstanbul, 1980.

Kazıcı, Ziya; İslam Müesseler Tarihi, İstanbul, 1991.

Kitapçı, Zekariya; Türkistan'da İslamiyet ve Türkler, Konya, 1988.

Kopraman, K. Yaşar; Mısır Memlukleri Tarihi. Ankara. 1989

Lewıs, Bernard; Modem Türkiyenin Doğuşu, Ankara, 1988.

Laoust, Henri; Le Califat Dans La Doctrine de Raşid Rıda, Beyrouth,1938.

Mevdudi, Ebu'l-Alâ; Hilafet ve Saltanat, İstanbul, 1990.

Mısır Hilafet-i İslamiye-i Umumiye Kongresi Beyannamesi, Kahire, 1926.

Mısır Ülkesi Büyük Heyet-i İlmiye-i Diyniye-i İslamiyesinin Hilafet Hakkında Verdikleri Kararlar, Kahire, 1924.

Mustafa Nuri Paşa; Netayicu' 1 Vukuat, (çev. Neşet Çağatay),Ankara,1979.

Müneccimbaşı Ahmed Dede; Müneccimbaşı Tarihi, İstanbul, 1989.

Ortaylı, İlber; Türkiye İdare Tarihi, Ankara,1979.

Öke, M. Kemal; Hilafet Hareketleri, Ankara., 1991.

Öklem, Necdet; Hilafetin Sonu, İzmir, 1981.

Reşit Rıza; Muhammedi Vahiy, (Çev. Salih Özer), Fecr Yayınevi, Ankara, 1991.

Sabis, Ali İhsan; I. Dünya Harbi, İstanbul, 1990.

Sebilur-reşat, 6.11.1330 (1914).

Sicilli Kavanîn, cilt 13, sayfa 665-668.

Subhi Salih; İslam Mezhepleri ve Müesseseleri, (Çev. İbrahim Sarmış) İstanbul, 1981.

Şimşir, Bilal; Dış Basında Atatürk ve Türk Devrimi, Ankara, 1981.

---- ——. Amsterdammer Weekblad Voor Nederland, 12.1.1924

----------- Le Debats (Paris), 5.3.1924.

----------- Echo de Paris, 11.9.1923; 5.1.1924; 6.3.1924.

----------- L'Eclair (Paris), 5.3.1924.

----------- L'Eclair (Paris), 5.3.1924.

----------- L’Ere Nouvelle, 6.3.1924.

GenĞve du Samedi, 1.1.1923.

L'İnformation (Paris), 6.3.1924.

Journal du Caire (Kahire), 29.2.1924.

Le Matin (Paris), 5.1.1924.

İl Monde (İtalya), 5.3.1924

Nieuw Rotterdamsche Courant, 9.1.1924

le Petit Journal (Paris), 4.3.1924; 5.3.1924.

________ La Syrie (Beyrouth), 13.1.1924.

The Times (London), 15.1.1923; 5.1.1924; 6.3.1924.

Taberi, Tarihu'l-Rusul ve'l-Muluk, nşr. De Goeje. Leiden 1879.

Takvim-i Vekayii; 12 Nisan 1336 (1920), Salı No: 3826.

Tanın; 8.10.1339, 2.11.1339, 5.11.1339, 28.11.1337, 3.3.1340.

Tanör, Bülent, Taner Beygo; Türk Anayasaları ve Anayasa Mahkemesi Kararları, İstanbul, 1966.

Tevhİd-i Efkâr; 6.11.1339, 9.11.1339, 13.11.1339, 11-23.11.1939, 27.11.1339, 3.3.1340, 8.3.1340.

Tunaya, T. Zafer; Türkiyede Siyasi Partiler, İstanbul, 1988.

Turan, Osman; Selçuklular Tarihi ve Türkİslam Medeniyeti, İstanbul, 1980.

----------- Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi, İstanbul, 1969.

Türkdoğan, Orhan; Milli Kültür, Modernleşme ve İslam, İstanbul, 1983.

Türkgeldi, Ali Fuad; Görüp İşittiklerim, Ankara, 1987.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Arşivi;

Dosya no 308: Varak 2, 6, 10,11, 19, 20, 61, 62, 68; Dosya no 401,429, 430, 431.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Gizli Celse Zabıtları.

cilt 1, sayfa 134-138; cilt 3, sayfa 1042-1065.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Kavanin Mecmuası.

cilt 1, sayfa 105; cilt 3, sayfa 62; cilt 4, sayfa 23,24,198.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Cerideleri..

Birinci Devre, C.l, sh. 10,31,32,90-92; cilt 3, sayfa 7; cilt 24, sayfa 269-290,

305-314,565; cilt 25, sayfa 14,15,343,92,93.

İkinci Devri, cilt 3, sayfa 90-100; cilt 5, sayfa 802; cilt 6, sayfa 334-346,413, 414; cilt 7, sayfa 17-69.

Uzunoğlu, Ahmet; Diyanet İşleri Başkanlığı Mevzuatı, İstanbul, 1987.

Üçok, Bahriye; İslam Tarihi, Emeviler-Abbasiler, Ankara, 1979.

Vloten, Gerlof van; Emevi Devrinde Arab Hakimiyeti, (çev. Mehmet .S. Hatipoğlu, Ankara, 1986.



[1] Fığlalı, Ethem Ruhi; İbadiye'nin Doğuşu ve Görüşleri, Ankara 1983, s. 112, Büyük Türk Sözlüğü, Hayat Yayınlan, İstanbul, s. 478,580

[2] İslam Ansiklopedisi, Halife mad. s. 149

[3] Laoust, Henri; Le Califat Dans La Doctrine de Raşid Rida Beyrouth 1938, s. 14-15

[4] Kemâl ibn Hümam; el-Müsayere fî-ilmi’l-Kelâm, Mısır, tarihsiz, s. 155

[5] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Cilt 7,3.3.1340 tarihli içtima s. 41

[6] Hamidullah, age. s. 313-314; Hizmetli, İslam Tarihi, Ankara 1991, s. 185-186; Büyük İslam Tarihi Asn Saadet, Yazanlar Hint-Pakistan İslam Akademisi Erkanından Şah Muinüddin Ahmed Nedvî ve Said Sahid Ansarî, Hazırlayan Eşref Edip, c.l, İstanbul 1967, s. 177-179; Doğuşundan Günümüze Büyük İslam Tarihi, İstanbul 1986, s. 545-548

[7] Taberî; Tarih, Nşr. De Goeje, (Leiden 1879-81), 1 / 1837-8; Hizmetli, age. s. 190

[8] Doğuşundan Günümüze Büyük İslam Tarihi s. 584

[9] Taberî; 1841, vd.; Hamidullah, a.g.e. c.II,s.314

(*) Kur’an 2 / 128-129: Hz. İbrahim "Ey Rabbimiz! İkimizi sana teslim olanlardan kıl, soyumuzdan da sana teslim olanlardan bir ümmet yetiştir. Bize ibadet yollarımızı göster tevbemizi kabul et, çünkü tevbeleri daima kabul, merhametli olan ancak sensin; Rabbimiz içlerinden onlara senin ayetlerini okuyan, Kitabi ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve Hakim olan ancak sensin".

[11] Taberî; 1 / 1843-4; Hamidullah, a. g. e. c. II, s. 315-316; O, Rıza Doğrul, İslam Tarihi, İstanbul 1935, 10155 vd.

[12] Taberî; 1 / 1843; M. S. Hatiboğlu, Hilafetin Kureyşliliği, A. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 23, s. 121-213; Hizmetli, a. g. e. s. 190

16. Taberî; 1 / 1842 vd.; Hamidullah age. c. II, s. 316-317

 

[14] Sa'd, Hz. Ebû Bekr'e biat etmemiştir. Hizmetli, age s. 191; Taberî bu konuda şöyle der: "Hz.Ebû Bekr'e Hazredi Sa'd biat etmemişti. Sonra birgün Hz. Ömer, Sa'd'ı getirerek Hz. Ebû Bekr'e biat etirmişse de ona, ben biliyorum ki, sen bu biati istemeyerek ettin. Fakat biat senin üzerine vaciptir. Eğer bundan dönersen başını teninden ayırırım, demiştir. Bazıları da Sa'd ona biat etmeden öldü demektedirler." Taberî Tarihi Tercümesi, c. III., Konya 1974, s. 11

[15] Üsame ordusunu Hz. Peygamber ölümünden önce Suriye yönüne göndermek için hazırlamıştır.

17. Doğuşundan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c. I., S. 549-550

[16] İbn Hişam; Hz. Muhammed'in Hayata, Çev. İzzet HaşanNeşet Çağatay, Ankara 1971, s. 158

[17] El-Belâzurî; Fütûhu’l-Büldân, Çev. Mustafa Fayda, Ankara 1987, s. 138

[18] El-Belâzurî, a. g. e. s. 136

[19] Hizmetli; a. g. e. s. 194-195

[20] Büyük İslam Tarihi Asn Saadet, s. 197

[21] El-Belâzurî; a. g. e. s. 156-162; Doğuşundan Günümüze Büyük İslam Tarihi, s. 62

[22] Taberî; Tarih, 1 / 1839-40

[23] Hizmetli; age. s. 204

[24] Öztuna, Yılmaz; İslam Devletleri, Ankara 1989, s. 62; B. İ. T. A. S., s. 236,237

[25] Hizmetli; a. g. e. s. 202

[26] Hizmetli Sabri; "Tarihî Rivayetlere Göre Hz. Osman'ın Öldürülmesi" ilahiyat Fakültesi Dergisi c.

XXVII., Ankara 1985, s. 167

[27] Goloğlu Mahmut; Halifelik, Ankara 1973, s. 11

[28] Hizmetli; a. g. makale s. 167

[29] Üçok, Bahriye; İslâm Tarihi Emevîler Abbasîler, Ankara 1979, s. 10-12

[30] Hizmetli; ag makale s. 164

[31] Belâzurî; a. g. e. s. 676

[32] Hizmetli; a. g. makale s. 174-175

(*) Ifk adı verilen yerde gerdanlığını düşüren Hz. Aişe, devesinden inerek gerdanlığını ararken orada bulunan toplumdan ayrılmış ve Medine’ye yabana bir erkekle dönünce iftiraya uğramıştı. Kur'an bu iftirayı haber verir. (24 / 11)

[33] Hilafet ve Milli Hakimiyet, Ankara 1339, s. 44

[34] Kemal İbn Hümam; el Müsayere fi’l-ilmi'l-Kelam, Mısır, tarihsiz, s. 153

[35] M. Reşit Rıza; Muhammedi Vahiy, Ankara 1991

[36] Laoust, Henri; Le Califat Dans la Doctrine De Raşit Rıda, Beyrouth 1938, s. 15-16

[37] Subhi es Salih; İslam Mezhepleri ve Müesseseleri, çev. İbrahim Sarmış, İstanbul 1981, s. 214-215

[38] Çağatay, Çubukçu; a. g. e. s.201

[39] Fığlalı, Ethem Ruhi; İbâdîye'nin Doğuşu ve Görüşleri, Ankara 1983, s. 110-111

43.Laoust; a. g. e. s. 29

[41] a. g. e. s. 29-30

(*) El-Taftazanî; Takribü’l-Meram adlı eserinde halifenin erkek olması şartını: "Halife Ordu komutanı olarak savaş anında ordunun başında bulunması gerektiğinden, bunun kadın için uygun olmadığı görüşündedir." Sanhoury a. g. e. s. 56

[42] Sanhoury; a. g. e. s. 56-67

[43] Laoust; a. g. e. s. 30

[44] El-Gazalî; İhyâu Ulûmi'd-Din II. Kitap, çev. Ahmet Serdaroğlu, Ankara 1963, s. 63

[45] Mevdudî; Hilafet ve Saltanat, İstanbul 1980, s. 358

[46] Ebû Zehra, Ebû Hanîfe; çev. Osman Keskioğlu, İstanbul 1966, s.166

[47] Sanhoury; a. g. e. s. 68

[48] Mevdudî; a. g. e. s. 359

[49] W. Barthold; Islâm Medeniyeti Tarihi, Çev. Fuat Köprülü, Ankara 1986, s. 22

[50] Sanhoury; a. g. e. s. 70-71

[51] Hatipoğlu; a. g. makale s. 157

[52] Hatipoğlu, a. g. e. s. 172

[53] T.B.M.M. Arşivi Dosya no: 431

(*) Geniş bilgi için bak. Mevdudî, Hilafet ve Saltanat, İstanbul 1980, s. 33-34

60. T.B.M.M. Arşivi Dosya no: 431

61. Ebû Zehra; a. g. e. s. 166

[56] Fığlalı; a. g. e. s. 115

[57] Hizmetli; a. g. e. s. 201

[58] Sanhoury; a. g. e. s. 5-6

[59] Mevdudî; a. g. e. s. 33-34

[60] Amold; a. g. e. s. 190

[61] Hatipoğlu; a. g. makale s. 156

[62] Mevdudî; a. g. e. s. 414

[63] Sanhoury; a. g. e. s. 22

[64] Reşit Rıza; a. g. e. s. 282

[65] Üçok; a. g. e. s. 29-30; D.G.B.Î.T., c. II. s.287

[66] D.G.B.Î.T., c. II. s. 289

[67] Üçok; a. g. e. s. 42

[68] D.G.B.Î.T., c. II. s. 285

[69] Kitapçı, Zekeriya; Türkistanda İslâmiyet ve Türkler, Konya 1988, s. 177

[70] D.G.B.Î.T., c. II. s. 285

[71] Üçok; a. g. e. s. 42

[72] Fığlalı; a.g.e. s. 69-70

[73] Vloten, Gerlof van; Emevî Devrinde Arab Hakimiyeti, Şia ve Mesih Akideleri Üzerine Araştırmalar, çev. M.S. Hatipoğlu, Ankara, 1986, s. 10

[74] D.G.B.I.T., c.n.s.565

[75] Vloten; a. g. e. s. 74,75

[76] Üçok; a. g. e. s. 87-88

[77] Vloten; a. g. e. s. 80

[78] D.G.B.I.T., c. in. s. 329

[79] Üçok; a. g. e. s. 93

[80] D.G.B.I.T., c. III. s. 328

[81] Üçok; a. g. e. s. 91

[82] D.G.B.Î.T., c. IV. s. 359

[83] Köprülü, Fuat; İslâm Medeniyeti Tarihi (Barthold'a yaptığı ek) s. 137-138

[84] Köprülü, a. g.e. s. 129-130

[85] D.G.B.Î.T., c. VI. s. 458

[86] Kopraman, Kazım Yaşar; Mısır Memlûkleri Tarihi, Ankara 1989, s. 6

[87] Hilafetin OsmanlIlara intikaliyle alakalı olarak bkz: N. Ahmed Asrar; Hilafetin OsmanlIlara Geçişiyle ilgili Rivayetler, Türk Dünyası Araş. Der. Şubat 1983, s. 91-100; Amold; lA, V / 1,151; Köprülü; İslam Medeniyeti Tarihi, izahlar, 141; Hitti; İslam Tarihi, IV, 1141 vd; İsmail Yiğit, İslam Tarihi: Memluklar, 171-177; Osman Turan; Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, 3. bsk. s. 407; Uzunçarşılı, İsmail Hakkı; Osmanlı Tarihi, c. II. Ankara 1983, s. 292; Halil İnalcık; Osmanlılar ve Hilafet (îslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti), 1,327

[88] Müneccimbaşı Ahmet Dede; Müneccimbaşı Tarihi, İstanbul 1989 c. II. s. 488

[89] Hammer; Büyük Osmanlı Tarihi, İstanbul 1989, c. II. s. 482

[90] Öztuna, Yılmaz; Başlangıçtan Zamanımıza Kadar Türkiye Tarihi, c. V. İstanbul (Hayat Matbaası) 1964, s. 53

[91] Solakzade Tarihi, c. II, Ankara 1989, s. 82; Müneccimbaşı Tarihi, c. II, s. 490-491

[92] Öztuna; a. g. e. s. 62-63

[93] Uzunçarşıh; a. g. e. s. 292

[94] Turan, Osman; Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, İstanbul 1969, s. 78; Goloğlu, Mahmut; Halifelik, Ankara 1973, s. 16

[95] N. Ahmed Asrsar, a. g. makale, s. 92 vd; Sanhoury; age. s. 321; D.G.B.Î.T., c. X. s. 310

[96] Lewis, Bemard; Modem Türkiye'nin Doğuşu, Ankara 1988, s. 12-13

[97] İsmail Yiğit; a. g. e. s. 173-175; Kemalpaşazade, VIII. Defter, nşr. A. Uğur; A.Ü.I.F. Dergisi, s. 235

vd. c. XXIX, yıl 1987; N.A.Asrar, a. g. e. s. 97

[98] Shaw, Stanford; Osmanlı İmparatorluğu ve Modem Türkiye, İstanbul 1982, s. 129

[99] Sanhoury; a. g. e. s. 321

[100] Uzunçarşılı; Osmanlı Tarihi, c. IV. bölüm I, s. 422,443; Hammer; a. g. e. c. VIII. s. 536

[101] Uzunçarşılı; a. g. e. s. 425

23.Sanhoury, a. g. e. s. 504-508

[103] Akşin, Sina; Jön Türkler ve İttihat Terakki, İstanbul 1987, s. 21-22

[104] Türkgeldi, Ali Fuat; Görüp işittiklerim, Ankara 1987, s. 31

[105] Akşin; a. g. e. s. 128

[106] Türkgeldi; a. g. e. s. 33

[107] Seyfiye: Askeri sınıfa verilen addır. Mülkiye: Osmanlı yönetim sisteminde idari sınıfa denirdi. Ka­lemiye: Kalem zabitliklerine ve diğer kalem mansıplarına memur olan sınıfa denirdi. Fazla bilgi için bkz. Mustafa Nuri Paşa, Netayicu'l-Vukuat, nşr. Prof. N. Çağatay, T.T.K. Yay. Ank. 1979, c. III, s. 292-293

[108] Richard L. Chambers, "Ottaman Ulema and the Tanzimat” Scholars, Saints and Sufis, ed. N.R.Keddie, Üni. of Califomia Press, Berkeley, 1972, s. 33

[109] Doç. Dr. Ziya Kazıa, İslam Müesseseleri Tarihi, Kayıhan Yay. İst. 1991, s. 158-8 n.

[110] İlmiye Salnamesi, İst. 1334, s. 322

[111] İ.Hakkı Uzunçarşıh, Osmanh Devletinin İlmiye Teşkilatı, III. Baskı, Ank. 1988, s. 179-80

[112] Dr. İlber Ortaylı, Türkiye İdare Tarihi, T.O.D.A.I.E. Yay. Ank. 1979, s. 147-149-165

[113] Uzunçarşılı, a. g. e. s. 178

[114] H.A.R. Gibb, H. Bowen, Islamic Society and the West, Oxford Üni, London, 1957, c. n, part n, s. 85; Tanzimatm başlarında İstanbul'da bulunan Fransız yazar bu konuda şunları yazar: "Şeyhülislam yasama gücünü o kadar paylaşır ki, Sultanın iradelerinin geçerli olabilmesi için onun fetvası ge­reklidir. Fakat şimdilerde bir zamanların önünde durulmaz fetvaları tamamen bir formalite haline c geldi." M.A.Ubidni letters on Turkey, London, 1856, c. I, s. 35; Şeyhülislamın klasik dönemde siyasî gücü için ayrıca bkz. Ricaut, Türklerin Siyasî Düsturları, haz. M. Reşat Üzmen, İst. s. 167170

[115] Fazla bilgi için bkz. Doç. Dr. Sabri Hizmetli, "Mezhepler Tarihi Yönünden Kemalpaşazade'nin Görüşleri", Şeyhülislam İbn Kemal Sempozyumu (26-29 Haziran 1985), Ank. 1986 s. 123-139

[116] Bu yüzyıllardaki Şeyhülislam ve ulemanın siyasî faaliyetleri için bkz. F.M.Sabra, Feyzullah Efendi: An Ottoman Şeyhülislam (Ph. D) Pirinceton Uni. 1966; C.M^ilfi. The Ottoman Ulema: 1703-1839 and The Route to Great Mollaship, (Ph. D) The Uni. of Chicage 1976

[117] Ebu'l-Ula Mardin, "Kadı” İslam Ansiklopedisi, c. VI, s. 45

[118] M.Z.Pakahn, Osmanh Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İst. 1983, c. I, s. 865 E.Z.Karal, Os­

manh Tarihi, IV. baskı, Ank. 1988, c. VII, s. 138

[119] Mustafa Nuri Paşa; Netayicu'l-Vukuat, s. 125

[120] Chambers, a. g. m., s. 35-36

[121] Chambers, a. g. m., s. 35-36

[122] David Kusher, "The Place of the Ulema In the Ottoman Empire During the Age of Reform (18391918)" TURCICA, XIX. 1987,59

[123] Karal, a. g. e. s. 147

[124] Mardin, a. g. m. s. 45

[125] Karal, a. g. e. s. 170

[126] a. g. e. s. 179

[127] Bu kanun ve nizamnameler için bkz. Milli Eğitimle ilgili Mevzuat (1857-1923), derleyen Reşat Özalp, Milli Eğitimi Basımevi, İst. 1982; Faik Reşat Unat, Türkiyede Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi Bir Bakış, Ank. 1964, s. 19-38

[128] Bu dönemde Şeyhülislamlıkta meydana gelen değişitlikler için bkz. Sadık Erarslan, Şeyhülislamlık Kurumu ve Ceride-i ilmiye, (basılmamış master tezi) Ank. 1989, s. 53-57

[129] Karal, a. g. e. c. VIII, s. 304

[130] İstanbul’da iki dit halinde 750 sayfa olarak 1908’de basıldı.

[131] Büyük bir ihtimalle bu tercüme Cemil Said’in Kur’an-ı Kerim Tercümesidir. İkind Baskısı 1925 ’te yapılan tercüme 720 sayfadır.

[132] Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, İstanbul 1978, s. 450-51

[133] aynı yer.

[134] Beyanu'l-Hak, Sayı 142, s. 2541

[135] aynı yer.

[136] ayın yer.

[137] aynı yer.

[138] Küçük Hamdi, a. g. m. s. 511-514

[139] Cemiyet-i llmiye-i İslamiye'nin Hükkam-ı Şer'i Kısmı Tarafından Mebusan-ı Kiram'ı Takdim Olu­nan Layiha", Beyanü'l-Hak, sayı. 28-29-31-32-33-34-( 1327 / 1909)

[140] "Şeyhülislam" İslam Ansiklopedisi, c. XI, s. 487'den naklen

[141] Ziya Gökalp'in dini görüşleri için bkz. Ureil Heyd, Foundations of Turkish Nationalism: The Life and Teachings of Ziya Gökalp, London, 1950, s. 82-103; (Türkçe tercümesi Türk Ulusçuluğunun Temeli, trc. Kadir Günay, Ank. 1979, s. 97-120); Orhan Türkdoğan, Milli Kültür-Modemleşme ve İslam, İst. 1983

66. Ziya GökalpYeni Hayat Doğru Yol, haz. M.Cumhur, V. baskı, Ank. 1976, s. 33

67.a. g. e. s. 28

[144] Bu makaleler "Diyanet ve Kaza" İslam Mecmuası, sayı 35, İst 1391 (1915) "ittihat ve Terakki Kong­resi" üç makale halinde aynı mecmuanın 48,49 ve 50. sayılarında 1392 (1916) yayınlanmıştır. Bu makalelerin muhteviyatı İttihat ve Terakki Partisi'nin 1916 yılındaki kongresine rapor olarak su­nulmuş ve kongrede dağıtılmıştır. (Bkz. Niyazi Berker, Türkish Nationalism and Westem Civilization: Sellected Essays of Ziya Gökalp, Colombia Uni. Press, New York, 1959, s. 319, dipnot. 6) Aynı makale iktibaslar için bkz. K.Nami Duru, Ziya Gökalp, M.E.B. yay. İst. 1949, s. 60-69, 95-97; Makalelerin son bir iktibası için bkz. Ziya Gökalp, Makaleler VIII, haz. Ragıp Tuncer, Kültür Bak. Yay. s. 46-49,60-71

[145] aynı yer.

[146] Ziya Gökalp Bey "Hilafetin İstiklali", Hilafet ve Milli Hakimiyet, Matbuat ve İstihbarat Müdireyit-i Umumiyesi Neşriyatından: 2, Ank. 1339 (1923) s. 57

[147] İttihat ve Terakkî, aynı yer

[148] aynı yer, Kaza teşkilatının Meşihata bağlanması hususu için bkz; Karal, a. g. e. s. 139

[149] aynı yer.

[150] Ibn-i Kesir, Tefsiru’l-Kur’an'il-Azim, Beyrut, 1400 / 1980, c. n, s. 399-401; Tebuk seferi için bkz. Prof. Dr. S. Hizmetli, İslam Tarihi, Ank. Ü. ilahiyat Fak. Yay. Ank. 1991, s. 181-182

[151] Bu sohbetler, "Tarih Musahabeleri" ismiyle 1342 / 1923'te İstanbul’da basılmıştır, bkz. s. 298

[152] "İttihat ve Terakki II"

[153] 'İttihat ve Terakki III"

[154] aynı yer.

[155] Gökalp, "Hilafetin İstiklali" s. 57

[156] T. Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasî Partiler: İkinci Meşrutiyet Dönemi, II. Baskı. İst. 1988, c. I, s. 118

[157] Bu kanunlar için bkz. Duştur, II. Tertip, c. IX, s. 270-71; 692-94; 745-753 ayrıca bkz. Emin Eringil,

Bir Fikir Adamının Romanı, (Ziya Gökalp), İst. 1951, s. 200-2

[158] İzmirli, a. g. e. önsöz

[159] aynı yer.

[160] Akşin, Sina; İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, İstanbul 1983, s. 21-22

[161] Sabis, Ali İhsan; Birinci Dünya Harbi, İstanbul 1990, s. 115

[162] Sebîlürreşâd, c. 13,6 Teşrinisani (Kasım) 1330 (1914), s. 14-15

[163] Sebilürreşat, s. 13

[164] Danişmend, İsmail Hami; İzahlı Osmanh Tarihi Kronolojisi, c. 4, İstanbul 1972, s. 419-420

[165] Sâbis; a. g. e. s. 116-117

[166] Akgün, Seçil; Halifeliğin Kaldınlması ve Laiklik, Ankara tarihsiz, s. 29

[167] Öke, M.Kemal; Hilafet Hareketleri, Ankara 1991, s. 21-22

13. Duda; age. s. 125-126; Akşin;a. g. e. s. 82

14. Akşin; a. g. e. s. 21

[169] Akşin; a. g. e. s. 86-89

[170] Türkgeldi, Ali Fuad; Görüp İşittiklerim, Ankara 1987, s. 136-138

[171] L'Echo de Paris, 11.9.1923, Derleyen Bilal Şimşir, Dış Basında Atatürk ve Türk Devrimi, Ankara

1921, s. 285

[172] Türkgeldi; a.g. e. s. 155

[173] Türkgeldi; a. g. e. s. 158

[174] Türkgeldi; a. g. e. s. 163

23.Türkgeldi; a. g. e. s. 167

[176] Türkgeldi; a. g. e. s. 167

[177] Türkgeldi; a. g. e. s. 176-177

[178] Türkgeldi; a. g. e. s. 182-183

[179] Türkgeldi; a. g. e. s.215-216

[180] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Devre 1, c. 1,11.5.1336, s. 262

[181] Türkgeldi; a. g. e. s. 215

[182] Akşin; a. g. e. s. 289-290

[183] Akşin; a. g. e. s. 243

[184] Akşin; a. g. e. s. 280

[185] Akşin; a. g. e. s. 280

[186] Nutuk 249

[187] Türkgeldi; age. s. 214

[188] Akşin; age. s. 282

[189] Akşin; a. g. e. s. 285 x

[190] Akşin; a. g. e. s. 283

[191] Mustafa Kemal'in mecliste, kendi konuşması, T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 1, Devre 1,24.4.1336, s. 10

[192] Akşin; a. g. e. s. 334-339

[193] Hürriyet Gazetesi, 3 Eylül 1991, Dr. Salah R. Sonyal'ın yazısı s. 9

[194] Akşin; a. g. e. s. 341-344

[195] Akşin; a. g. e. s. 355

44.Akşin; a. g. e. s. 424

[197] Hürriyet Gazetesi, 3 Eylül 1991, ag. yazı, s. 9

[198] Akşin; age. s. 427

[199] Akşin; a. g. e. s. 351

[200] M. Kemal'in Meclis Konuşması, T.B.M.M. Zabit Ceridesi, c. 1, Devre 1,24.4.1336 s. 10

[201] Akşin; a. g. e., s. 483

5O.Akşin; a. g. e. s. 400-401

[203] Öke; a. g. e. s. 42-44

[204] Echo de Paris, 11.9.1923, D.B.A.T.D., Bilal Şimşir, s. 285

[205] Akşin; a. g. e. s. 514

[206] Aybars Ergün; İstiklal Mahkemeleri, İzmir 1988, s. 10

[207] Türkgeldi; age. s. 259-262; Aybars; age. s. 10

[208] Akşin; a. g. e. s. 276

[209] T.B.M.M. Zabit Ceridesi, cilt 1, Devre 1, İçtima 1,23.04.1336, s. 6

[210] T.B.M.M. Zabit Ceridesi, cilt 1, Devre 1, İçtima 2,24.04.1336, s. 8

[211] T.B.M.M. Zabit Ceridesi, cilt 1, Devre 1, celse 5,24.04.1336, s. 39

[212] T.B.M.M. Kavanin Mecmuası, Ankara 1943, s. 2; T.B.M.M. Zabit Ceridesi cilt 1, s. 105

[213] T.B.M.M. Zabit Ceridesi, cilt 1,24.04.1336, s. 31

[214] T.B.M.M. Zabit Ceridesi, cilt 1, Devre 1,27.04.1336, s. 90-92

[215] Kansu, Mazhar Müfit, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber, c. II, Ankara 1988, s. 580

[216] Echo de Paris, 11.09.1923, Şimşir, a. g. e. s. 285

[217] T.B.M.M. Zabit Ceridesi, cilt 1,11.05.1336, Ankara 1959

[218] Kansu; a. g. e. c. 1, s. 131

[219] T.B.M.M. Zabit Ceridesi, cilt 1,24.04.1336, s. 32

[220] T.B.M.M. Kavanin Mecmuası, c. 1, s. 4

[221] T.B.M.M. Kavanin Mecmuası, c. 1, s. 290

[222] T.B.M.M. Zabit Ceridesi, c. 2,7.6.1336, s. 131

[223] T.B.M.M. Zabit Ceridesi, c. 1,25.4.1336, Devre 1, İçtima senesi 1

[224] T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları, c. 1,25 Eylül 1336 (1920), Ankara 1985, s. 133

[225] Gizli Celse Zabıtları, c. 1, s. 134

[226] Echo de Paris, 11.9.1923, Şimşir, a. g. e. s. 285

[227] T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları, c. 1, s. 134

76.a. g. e. s. 135-137

[229] Türkgeldi; a. g. e. s. 263

[230] Aybars; a. g. e. s. 12

[231] T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları, c. 1, s. 138

[232] İğdemir, U.; Sivas Kongresi Tutanakları, Ankara, T.T.K. 1969

[233] Tanör, Bülent Beygo, Taner; Türk Anayasaları ve Anayasa Mahkemesi Kararlan; İstanbul 1966, s.36

[234] Kansu; a. g. e. c. I, s. 131-132

[235] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 24,30.10.1338, s. 269

[236] Zabıt Ceridesi; s. 270

87.T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 273-275

[238] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 277

[239] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 287-288

92.T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 280

[241] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 280-282

[242] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 282

95.T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 283-285

[243] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 285-286

[244] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 286

[245] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 286-288

l

99.T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 288-290

100. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 290

[248] T.B.M.M. Arşivi, Devre 1, Dosya 308, varak 11,

(*) İngiltere Başbakanı

[249] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 24,30.10.1338, s. 291

103. T.B.M.M. Arşivi, Devre 1, Dosya 308, varak 10

[251] Daha sonra 'Türkiye" şeklinde düzeltilerek Türkiye'de B.M.M. denilecektir. Tevfik Paşa yazdığı mektubunda Ankara B.M.M. dediği için tenkit edilmişti

[252] T.B.M.M. Arşivi c. Devre 1, Dosya 308, Zabıt Ceridesi, c. 24, s. 292-293

[253] T.B.M.M. Arşivi, Devre 1, Dosya 308, varak 6

[254] Aybars; a. g. e. s. 225

[255] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 24,1.11.1338 (1922), celse 1, s. 305-311

[256] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 312

[257] Akgün; a. g. e. s. 71-72

110. T.B.M.M. Arşivi dosya no 431, Mısır Uleması Büyük Heyet-i İlmiye-i Diniye-i İslamiye'sinin Hila­fet hakkında verdikleri karar, sene 1924; Mısır'da bulunan Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi de gazetelere verdiği beyanatta Hilafetle Saltanatın ayrılmasını dinsizlik olarak değerlendiriyordu; bkz. Hikmet Bil; Atatürk'ün Sofrasında, tarihsiz, s. 24

111. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 24,1.11.1338, celse 2, s. 314

112.T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 314-315

[261] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 3,24 Teşrinievvel 1338, s. 7

[262] Türkgeldi; a. g. e. s. 276

[263] Apak, Rahmi; Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Ankara 1988, s. 246-247

[264] Echo de Paris, 11.9.1923, Şimşir; a. g. e. s. 285

[265] T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları, c. 3,18 Kasım 1338 (1922), s. 1042-1043

[266] a. g. e. s. 1043

[267] T.B.M.M. Gizli Celse Zabıttan, c. 3, s. 1084

[268] T.B.M.M. Gizli Celse Zabıttan, s. 1049

123.T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları, s. 1051-1052

124.T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları, s. 1057

125.T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları, s. 1057-1058

[271] T.B.M.M. Gizli Celse Zabıttan, s. 1061

[272] T.B.M.M. Gizli Celse Zabıttan, s. 1063

[273] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 24,18.11.1339 (1922), s. 564-565

[274] T.B.M.M. Arşivi, Devre 1, Dosya 308, varak 62,19.11.1338

130.T.B.M.M. Arşivi, Devre 1, Dosya 308, varak 61

[276] T.B.M.M. Arşivi, Devre 1, Dosya 308, varak 68

[277] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 25, s. 343

[278] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 14-15

134. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 92-93

135. Hilafet ve Milli Hakimiyet, Ankara 1339, s. 10

136. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 58-59

[280] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 53-54

[281] Tanîn, 8 Teşrinievvel 1339 (1923), s. 1

[282] Hilafet ve Milli Hakimiyet, Ankara 1339, s. 157-160

[283] The Times (London), 15.1.1923, Şimşir, a. g. e. s. 199

[284] Le Petit Journal (Paris), 5.3.1924, a. g. e., s. 415

[285] L'Echo de Paris, 5.1.1924, a. g. e. s. 355

(*) Hakimiyet-i Milliye, 27 Eylül 1339 (1923), s. 1

[286] Akgün; a. g. e. s. 122

[287] Tevhid-i Efkar, 9 Teşrinisani 1339 (1923)

[288] Aybars; a. g. e. s. 221

[289] Akgün; a. g. e. s. 126

[290] Hakimiyet-i Milliye, 30 Teşrinievvel 1339 (1923), s. 1; T.B.M.M. Zabıt Ceridesi c. 3,29.10.1339, s.90

(*) Halk Fırkası, 9 Eylül 1923 tarihinde Mustafa Kemal tarafından kuruldu. Akgün; a. g. e. s. 123

[291] Akgün; a. g. e. s. 126-127

149. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 3,29.10.1339, s. 91

150. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 94

[294] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 94-100

[295] Hakimiyeti Milliye, 8 Ağustos 1339 (1923), s. 1

[296] Bil, Hikmet; Atatürk'ün Sofrasında, 1949, s. 23-24

[297] Tanîn, 2 Kanunuevvel 1339 (1923), s. 1 Hüseyin Cahid'in makalesi

[298] Hakimiyeti Milliye, 15 Teşrinisani 1339 (1923), s. 1

[299] Akgün; a. g. e. s. 107

157.Akgün; a. g. e. s. 145

[301] Tevhidi Efkar, 9 Teşrinisani 1339 (1923), s. 1

[302] Akşam, 11 Teşrinisani 1339-1923, s. 1

160. Tevhidi Efkar, 13 Teşrinisani 1339 (1923)

161. Tanîn, 2 Kanunuevvel 1339 (1923)

[304] Hakimiyeti Milliye, 9 Teşrinisani 1339 (1923), s. 1

(*) Hindistan’daki Hilafet Hareketi, Osmanh Halifesini korumak isteyen bir kuruluştur. Geniş bilgi için bkz. "Hilafet Hareketleri" Prof. Dr. M. Kemal Öke, Ankara 1991

[305] Hakimiyeti Milliye, 2 Ağustos 1339 (1923), s. 1

[306] Tanîn, 5 Kanunuevvel 1339 (1923), s. 1; Tevhidi Efkar, 6 Kanunuevvel 1339 (1923), s. 1

[307] Aybars; a. g. e. s. 226-227; Tevhidi Efkar, 9 Kanunusani 1339 (1923), s. 2

166. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 4,10.12.1339, s. 129

167. Tevhidi Efkar, 11 23 Kanunuevvel 1339 (1923) tarihleri arası nüshaları

168. Aynı Gazete, 27 Kanunuevvel 1339 (1923), s. 1

169. Tanîn, 28 Kanunuevvel 1339 (1923), s. 1

170. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 5, Devre 2, s. 802

[309] Nieuwe Rotterdamsche Courant, 9.1.1924, Şimşir, a. g. e. s. 366-368

[310] Amsterdammer Weekblad Voor Nederland, 12.1.1924, Şimşir, a. g. e. s. 371

[311] La Syrie (Beyrouth), 13.1.1914, Şimşir, a. g. e. s. 376

[312] Tevhidi Efkar, 18 Kanunuevvel 1339 (1923), s. 3

[313] İkdam, 5 Kanunusani 1340 (1924), s. 1

[314] Öke; a. g. e. s. 98-100

[315] T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları, c. 3,18.11.1338 (1922), s. 1052

[316] Öke; a. g. e. s. 101

[317] Amsterdammer Weekblad Voor Nederland, 12.1.1924, Şimşir, a. g. e. s. 370

[318] Le Temps, 8.1.1924, Şimşir^, g. e. s. 366

[319] Hakimiyet-i Milliye, 14 Ağustos 1339 (1923), s. 3

182.Hakimiyet-i Milliye, 26 Eylül 1339 (1923), s. 3

[321] Le Matin, 5.1.1924, Şimşir, a. g. e. s. 355

[322] Geneve du Samedi, 1er Decembre 1923, Şimşir, a. g. e. s. 324

[323] Goloğlu; a. g. e. s. 54-55; Akgün; a. g. e. s. 163

[324] Akgün; a. g. e. s. 163

[325] Goloğlu; a. g. e. s. 55

[326] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 6,25.2.1340 (1924), s. 345-346

[327] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 413-414

[328] İşin garibi daha sonra Ceza kanunları İtalya'dan, Medeni kanun İsviçre'den alınmıştır.

190. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 334-336

[329] T.B.M.M. Arşivi, Devre 2, Dosya 431, evrak numarası yok.

[330] İkdam, 2 Mart 1340 (1924), s. 1

[331] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 7,1.3.1924, s. 3-5

(*) Anlaşılan Abdülmecit 31 Aralık'ta da bir telgraf göndermiş. Ama biz Arşiv'de bu telgrafa rastla­madık. Belki başka telgraflar da göndermiş olabilir.

[333] T.B.M.M. Arşivi, A Devre 2, Dosya 431, Varak numarası yok.

[334] Tevhidi Efkar, 3 Mart 1340 (1924), s. 1

[335] Hakimiyeti Milliye, 3 Mart 1340 (1924), s. 1

(*)Ek-3

[336] Tevhidi Efkar, 3 Mart 1340 (1924), s. 1

198. Tanîn, 3 Mart 1340 (1924), s. 1

199. Tevhidi Efkar, 3 Mart 1340 (1924), s. 1

200. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, e. 7,3.3.1340, s. 17

201. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 21

(*) Ek -1

[339] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 7, s. 23

[340] T.B.M.M. Kavanin Mecmuası, c. 1, Ankara 1943, s. 4

[341] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 7,3.3.1340, s. 24-26

(*)Ek-2

[342] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 29-33

[343] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 34

[344] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 34-35

[345] Daha önce gördüğümüz 1.11.1338 (1922)'de kabul edilen "Hilafetin Yüce Osmanlı Hanedanına ait olduğuna ve Halifenin bu Hanedan'dan B.M.M.'nce seçileceğine dair" kanun.

[346] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 7,3.3.1340 (1924), s. 35-36

[347] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 37

[348] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 62-65

[349] T.B.M.M. Arşivi A Devre 2, Dosya 431

[350] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 7,3.3.1340 (1924), s. 65

[351] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 67

215.T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 68-69

[353] T.B.M.M. Arşivi, Dosya 431

[354] T.B.M.M. Arşivi, Dosya 431

[355] T.B.M.M. Arşivi, Dosya 431

[356] Journal du Caire 29.2.1924, Şimşir, age. s. 387

[357] Le Journal (Paris), 4.3.1924, Şimşir, a. g. e. s. 393-394

[358] Le Debats (Paris), 5.3.1924, Şimşir, a. g. e. s. 407

[359] L’Eclair (Paris), 5.3.1924, a. g. e. s. 409

[360] İ1 Monde, 5.3.1924, a. g. e. s. 434

[361] L'Echo de Paris, 6.3.1924, a. g. e. s. 443

[362] L'Ere Nouvelle, 6.3.1924,a. g. e. s. 444-447

[363] L'înformation (Paris), 6.3.1924, a. g. e. s. 453

(*) Abdülmedt "Ceddim Fatih'in zaptettiği bu topraklardan beni nasıl zorla çıkarabilirler" diye feryat edip çıkmak istemezse de kendisine gerekirse zorla çıkarılacağı söylenince zorunlu olarak kabul eder. Akgün; a. g. e. s. 197

(**) Abdülmedt Territet'de iken T.B.M.M. Başkanlığına bir mektup gönderir. Bkz. Ek 4

230. Öktem, Necdet; Hilafetin Sonu, İzmir 1981, s. 125

231. T.B.M.M. Arşivi Dosya No: 431

232. Mısır Hilafet-i İslamiye-i Umumiye Kongresi Beyannamesi, T.B.M.M. Arşivi Dosya No: 431

233. T. W. Amold; The Califate, Oxford, 1967,242-243

[365] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Devre 1, c. 1,3.5.1336, s. 198

[366] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 3,30.10.1339, Devre 2, celse 1

[367] T.B.M.M. Arşivi A Devre 2, Dosya 429, Varak numarası yok

[368] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 7,3.3.1340 (924), s. 23-24

(*) 3 Mart 1340 (1924)'te "Şer'iye ve Evkaf ve Erkanı Harbiyei Umumiye Vekaletlerinin ilgasına dair kanun" 429 sayılı Kanun olarak belirtilmiştir. Düstur, c. 5, İstanbul 1931, s. 665

[369] Bil, Hikmet; Atatürk'ün Sofrasında, Ekicigil Yayınlan, s. 9-10

[370] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 8 / 1,17.4.1340 (1924), s. 803-804

[371] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 85-86

(*) İstanbul'da bulunan tekkelerde yapılmakta olan "inabei tarikat ve maşihyet" törenine "Hilafet Ce­miyeti" adı verilerek bu törenlere yapılan davetiyelere de "Hilafet Cemiyetine teşrifleri” şeklinde yazılar yazılıyordu. Diyanet İşleri Başkanlığı bu konu ile ilgili, 10 Eylül 1340 (1924) tarihinde İstanbul Müftülüğüne yazdığı bir yazı ile uyarıyordu. Diyanet İşleri Riyaseti Müşavere Karar Defteri sene 1340-1341 s. 154

[372] Düstur, c. 7,30 Teşrinisani 1341 (1924), Ankara 1944, s. 113

[373] Düstur, c. 30,11.6.1949, Ankara 1949, s. 38

[374] Düstur, c. 31,3.3.1950, Ankara 1950, s. 1612

[375] Diyanet İşleri Reisliği Müşavere Heyeti Karar Defteri 1,1927, Karar no: 513, Ek 5

[376] Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat Tarihçesi (1924-1987), Ankara 1987, s. 9

[377] Düstur, c. 9, İstanbul 1929, s. 1146-1152; Diyanet işleri Reisliği Müşavere Heyeti Karar Defteri 1,

1927, Karar no: 119, Ek-6

15. Diyanet İşleri Reisliği Karar Defteri, 1341, No: 3, Karar no: 2745, s. 79

16. Diyanet İşleri Reisliği, 1929 yılına ait ikinci karar defteri, Karar no: 423

17. Diyanet İşleri Reisliği Karar Defteri (Kartunu) 1929, Karar no: 570

[380] Diyanet İşleri Reisliği Müşavere Kurulu Karar Defteri 1932, Karar no: 113

[381] Diyanet İşleri Reisliği Müşavere Kurulu Karar Defteri 1933, Karar no: 194

[382] Sicilli Kavanini, c. 13,1936, s. 665-668

[383] Düstur, üçüncü tertip, c. 16, Ankara 1935, s. 724-727

[384] Düstur, üçüncü tertip, c. 16, Ankara 1935, s. 1501-1504

[385] Düstur, c. 19, Ankara 1938, s. 23-26

[386] Düstur, c. 20, Ankara 1939, s. 1552

[387] Düstur, c. 31, Ankara 1950, s. 1951-1952

(*) 5634 sayılı kanunun kabulüne kadar kurumun adı "Diyanet işleri Reisliği" iken bu kanunun kabulü ile kurumun adı "Diyanet İşleri Başkanlığı" olmuştur.

[388] Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat Tarihçesi (1924-1987), Ankara 1987, s. 38

[389] D.I.B. Teşkilat Tarihçesi, s. 39-40

[390] Düstur, c. 16, Ankara 1935, s. 1501-1504

[391] Düstur, c. 20, Ankara 1939, s. 1553-1554

[392] Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatı Tarihçesi (1924-1987), Ankara 1987, s. 40

[393] Düstur, c. 31, Ankara 1950, s. 1953-1957

(*) Bu konuda geniş bilgi için bkz. Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatı Tarihçesi (1924-1987), Ankara

1987

[394] Diyanet İşleri Reisliği Karar Defteri, 1. Defter, 1929, Karar no: 210; D.Î.R.Müşavere Heyeti Karar Defteri, c. 1,1931, Karar 268

(*) Medeni kanun 17 Şubat 1926'da kabul edilmiş ve 4 Nisan 1926’da Resmi Ceride'de yayınlanmıştır.

[395] Diyanet İşleri Reisliği Karar Defteri, 1. Defter, 1929, Karar no: 762

[396] Diyanet İşleri Reisliği Karar Defteri, 1. Defter, 1927, Karar no: 572; 1929, Karar no: 199 ve 293; Karar Kartunu 1929, Karar no: 732; Karar Defteri 1929-1930, Karar no: 199

[397] T.B.M.M. Kavanin Mecmuası, c. 3, Ankara 1925, s. 62

[398] Düstur, c. 7, Ankara 1944, s. 548

37. Akgün; a. g. e. s. 236-238

[400] "Tarakli Nahiyesinde bulunan Kurşunlu Camii Hatibi Hacı Atıf Efendi, İstanbul'un Erenköylü müteveffa Şeyh Esat Efendi'ye intisap ettiğinden bir seneye mahkum olarak tutuklanıyor ve görevine de son veriliyor" Diyanet işleri Reisliği Müşavere Kurulu Karar Defteri 1932, Karar no: 28, Tarih. 31.1.1932

[401] Düstur, c. 7, Ankara 1944, s. 550

[402] Düstur, c. 10, Ankara 1953, s. 3

[403] Düstur, s. 979-980

[404] Diyanet İşleri Reisliği Müşavere Heyeti Kartunu 1929, Karar no: 772

[405] aynı defter, yıl 1931, Karar no: 437

[406] aynı defter, Karar no: 439

(*) 1931-1950 yıllan arası imam ve hatipler ile ilgili bütün işlemler Vakıflar Umum Müdürlüğünce yürütülüyordu.

[407] Diyanet İşleri Reisliği Müşavere Kurulu Karar Defteri 1935-1936 Karar no: 49

[408] Diyanet İşleri Reisliği Karar Kartunu 1929, Karar no: 528

[409] Diyanet İşleri Reisliği Müşavere Heyeti Karar Defteri 931, Karar no: 669

[410] Düstur, c. 13, Ankara 1932, s. 47-48

[411] Diyanet işleri Reisliği 1929 yılma ait İkinci Karar Defteri c. 1, Karar no: 488

[412] Diyanet işleri Reisliği Müşavere Heyeti Karar Defteri, c. 1, 1931, Karar 324; ag. defter yıl 1939, Karar no: 74

[413] Karar Defteri 1934, Karar no: 36

[414] Karar Defteri 1,1929, Karar no: 82; 1929-1930 yılı Karar Defteri, Karar no: 85

[415] D.I.R. Müşavere Kurulu Karar Defteri 1932, Karar no: 154

[416] D.Î.R. Müşavere Kurulu 1931 yılı Karar Defteri, Karar no: 268

[417] D.I.R. Müşavere Kurulu Karar Defteri, 1933, Karar no: 185

[418] Tanör, Beygo, a. g. e. s. 40

[419] Tanör, Beyg, a. g. e. s. 104

58. Uzunğolu Ahmet; Diyanet işleri Başkanlığı Mevzuata, İstanbul 1978, s. 61-62

59. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, 1982

[421] Prof. Mehmet Ali Yümnî Kızıltoprak, yazdığı "Yeni Nesil için Ahlak ve Cihadın Fezaili" adlı kitabı için Diyanet İşleri Başkanhğı'na yaptığı müracaatına. Başkanlık: "Her şeyden önce Başkanlığın bu gibi kitapları basmağa ve yazarına telif hakkı ödemeğe kafi ve böyle bir parası olup olmadığının bilinmesine lüzum olduğu tezekkür kılındı 2.6.937" demektedir. Diyanet işleri Reisliği Müşavere Kurulu Karar Defteri 1937-1938, Karar no: 14

(*) Bu konuda geniş bilgi için bkz. Prof. Dr. M. Kemal Öke'nin Hilafet Hareketleri" adlı eserine

[423] Hakimiyet-i Milliye, 3 Ağustos 1339-1923, s. 2

2. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Devre 2, c. 7, s. 34 (3.3.1340)














Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar

Yorumlar