HİLAFETTEN DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞINA GEÇİŞ
| |
SOSYAL BİLİMLER
ENSTİTÜSÜ
İSLAM TARİHİ ve
SANATLARI ANADİLİM DALI
HİLAFETTEN DİYANET
İŞLERİ
BAŞKANLIĞINA GEÇİŞ
(Doktora Tezi)
Hazırlayan: Ramazan
BOYACIOĞLU
Ankara, 1992
ÖNSÖZ
"HİLAFETTEN DİYANET İŞLERİBAŞKANLIĞINA GEÇİŞ" isimli araştırmamızda,
Hilafet'in iki temel karakteri olduğu gerçeğinin bilinciyle konuları ele alıp
değerlendirdik.
Çünkü İslam'da Halife'nin, İslam kanunlarım uygulamakla, hak ve adaleti
yerine getirmekle, düşmana karşı devleti korumak için gerekli önlemleri almakla
sorumlu; akıllı, zeki ve dirayetli birisi olması gerektiği gibi ilmi bilgilere
sahip bir yönetici olması lazımdır.
Bununla birlikte Halife, ne dünyada Allah'ın gölgesidir ne de dokunulmazlığı
ve sorumsuzluğu olan bir kişidir. Her
insan gibi o da Allah'ın kuludur ve yaptığı işlerden sorumludur. Hatta
görevleri gereği daha fazla sorumluluğu olan
bir kişidir. Zira idare ettiği İslam Devleti'nde yaşayan kişilerin
insanca yaşamaları; adalet, eşitlik, barış içinde varlıklarını sürdürmeleri
ondan sorulmaktadır.
Hz. Peygamberin vefatı (632) üzerine müslümanlar, Hz. Ebû Bekr'i (Ö1.634)
halife seçtiler. Ancak Hz. Ebû Bekr dönemi daha çok ayaklanmaların bastırıldığı
ve bir toparlanma dönemi oldu. Müslümanların birliğinin sağlandığı bu dönemde
Halife Ebû Bekir müslümanların birlik ve bütünlüğünü sağlamayı başardı.
Yükümlülüklerini en iyi şekilde yerine getirdi. Hz. Ebû Bekir'den sonra halife olan Hz. Ömer (Ö1.644) uygulamalarıyla örnek bir
yönetim sergilemiştir. Hilafeti döneminde en güçsüz bir kişi bile Hz. Ömer'den
hesap sorma cesaretini gösterebilmiştir.
Ne var ki Hilâfet yönetimi zamanla bu ilk özelliğini yitirmiş; özellikle
İslâm devletlerinin zayıfladıkları dönemlerde tamamen dinî özelliği olan bir yönetim şeklinde gösterilmeye
çalışılmıştır. Bazı insanlar da buna inanmış ya da inandırılmışlardır. Bu
yüzden halifeleri yeryüzünde Allah'ın gölgeleri olarak görmeye başlamışlardır.
Gerçekte ise böyle bir şey yoktur; müslümanlar için yapması gerekli olan şey, yalnızca, yönetimin başmda bulunan bu
kişilere, doğru yolda oldukları sürece, itaat etmektir.
Fakat devlet başkanmm veya halifenin din ve devlet adma hüküm verdiğini
ve bu iki gücü birlikte temsil ettiğini de unutmamak lazımdır.
İslam tarihinde hilafetin çok önemli bir yeri vardır. Yaklaşık Ondört
yüzyıllık bir ömrü olan bu yönetim şekli
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasıyla (1923) ortadan kalkmıştır. Bu yeni
düzende laiklik kabul edilmiş ve Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı
kurulmuştur.
Hilafet meselesi İslâm tarihinde en çok tartışıları ve hakkında çok yönlü araştırmalar yapılıp
çeşitli hükümler verilen konulardan birisidir. Politik, sosyal ve dinî bir
vakıa olarak günümüze kadar varlığını sürdürebilmiştir. XIX. yüzyılın sonunda
uygulamadan kaldırılmışsa da, teori ve düşünce planında devamlı olarak gündemde
kalabilmiştir.
Hilafet konusuyla ilgili inceleme ve araştırmalar, ya tamamen dinî veya
fıkhî alanla sınırlıdır, ya da politik veya ideolojik kapsamlıdır. Ayrıca
konuya peşin hüküm veya art niyetle yaklaşanlar olduğu gibi, hissî veya dinî
hamasetle bakanlar da vardır. Bu durumun doğal sonucu olarak hilafet meselesi
çok farklı yargılamalara hedef olmuştur.
Biz bu araştırmamızda, Hz. Peygamberi'in vefatı ile ortaya çıkan Hilafet
meselesini, Hz. Ebû Bekr'in 632 yılında halife seçilmesinden 3 Mart 1924
yılında Hilafet müessesesininjkaldırılışma kadar olan sürede genel çerçevede ve tarihî yönden ele
aldık; Olgun Halifeler dönemi ile Hilâfetten Diyanet İşleri Başkanlığına geçiş
devrine daha geniş yer verdik.
Araştırmamızda Hilafetle ya da İmametle ilgili Kur'an ayetlerine ve hadislere işaret etmeyi unutmadık. Fakat Kur'an'da halife ile ya da İmamet ile ilgili olan ayetlerin, bizim konumuz olan ve Hz. Peygamber'den sonra ortaya çıkan Hilafet meselesi ile ilgili olmadıklarını tesbit ettik.
İlk Dört Halife döneminde hilafet konusunu incelerken, gerek Hz. Osman'ın
gerekse, Hz. Ali'nin öldürülmesi olayları ile daha sonra ortaya çıkan İslam
mezheplerinin hilâfet konusundaki değişik görüşlerini ortaya koyduk. İtikadî
ve fıkhî mezheplerin tümünün "müslümanlar üzerine Halife tayin etmenin
vacip olduğu" görüşü üzerinde birleştiklerini gördük. Hilafet konusunda
ayrıldıkları konuların ise daha çok halifenin kimden olacağı hususu başta olmak
üzere, halifenin seçimi, halife olmanın şartları, halifenin görevleri gibi konular
olduğunu tesbit ettik. Bu konularda Müslüman âlimlerin savundukları fikirlere
yer verdik; her birinin görüşünü delilleriyle birlikte aktardık.
Araştırmamızda, Dört Halife döneminden sonra Hilafet'in Emevîlere,
Abbasîlere ve Osmanlılara geçiş şeklini özetledik ve bu dönemlerde meydana
gelen olayları kısaca ele aldık.
Hilâfetin Osmanlılara -Türkleregeçişi konusu ayrı bir bölümde inceledik.
Türkler'de hilafet ve meşihat-ı İslamiye meselelerine tarihî perspektif içinde
sosyal, politik ve dinî yönlerden ele alıp açıklamaya çalıştık. Duraklama ve
yıkılış devirlerinde Meşrutiyet ve Tanzimat dönemlerinde hilafet ve
şeyhülislamlık kuramlarının durumlarım ayrıntılı biçimde ortaya koyduk. Ayrıca
I. Dünya savaşı sırasında Halife sıfatıyla Osmanlı Padişahının bütün dünya
müslümanlarına yaptığı cihat çağrısının niçin yeteri kadar etkili olmayışının
sebeplerini inceleyip ortaya koyduk; yine bu savaş yıllarında Araplar'ın,
Hindistanlı müslümanların, hatta Rusya'daki bazı Türklerini, Osmanlı ordularına
karşı savaşmalarının nedenlerini araştırdık ve tesbit ettik.
Daha sonra Hindistanlı Müslümanların, özellikle Milli Mücadele döneminde
ve Lozan Banşı görüşmeleri sırasında Türklere nasıl ve neden destek
verdiklerini inceledik bunun asıl sebebinin hilâfetin ve halifenin kurtarılması
olduğunu gördük. Yine bu Hindistanlı Müslümanların Halife konusunda bazı
isteklerde bulunmaları üzerine, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin tutumunu ve
verdiği cevabı;. HindPakistan kıtası müslümanlarının isteklerine karşı çıkış
sebebini inceleyip ortaya koyduk.
Mustafa Kemal'in, Anadolu'ya gönderiliş ve görevlendiriliş sebebi, o
zamanlarda Anadolu'nun genel durumu; Milli Mücadeleye başlayanların, önce,
"vatan ile birlikte, Padişah ve Halife'yi de kurtaracağız, Padişahsız ve
Halifesiz yaşayamayız; saltanatı Hilafetten ayırmak isteyen düşmanlara fırsat
vermeyeceğiz..." gibi düsturlarla yola çıktıkları halde, daha sonra neden
bu düşüncelerinden vazgeçtikleri; neden önce Saltanatı Hilafetten ayırdıkları,
daha sonra da Hilâfeti ortadan kaldıkdıkları ve benzeri konular araştırmamızın
bir diğer bölümünün asıl problemlerini oluşturmaktadır. Bu konuları mümkün
olduğu kadar taraf tutmadan ve olayları çarpıtmadan ele aldık, sebeb-sonuç
ilişkisi içinde inceleyip değerlendirdik. Ayrıca, bu konuları incelerken değişik eğilimdeki âlimlerin ve
yazarların görüşlerine yer verdik. Fakat, Hilâfet'ten Diyanet İşleri
Başkanlığına geçiş döneminde, hilafetin lehinde yazılar yazılamadığmdan ve
yerli basın bu konuda susturulmuş olduğundan , bu devir hakkında basında yer aları çeşitli görüşlere işaret ettik ve onlara
dayandık.
Hüafet makamı'nın kaldırılmasından sonra, Türkiye dışında Halife konusuna
bir çözüm bulmak için yapıları teşebbüsleri,
Mısır'da kuruları "Mısır Hilafet-i
İslâmiye Kongre-i Umumiyesi"nin bu konuda bütün dünya müslümanlarına
yaptıkları çağrılan ve daha sonra Lübnan
Müftüsü'nün yine Hilafet konusundaki girişimleri de araştırmamızda yer
almıştır.
Araştırmamızda, hilâfet makamı'nın kaldmldığı gün, yine kaldınlması kabul
edilen Şer'iye ve Evkaf vekaleti ve yine aynı gün kabul edilerek yürürlüğe
giren "Tevhid-i Tedrisât Kanunu" üzerinde de durduk; doğuda çıkan
ayaklanmalardan sonra Tekke ve zaviyelerin kapatılmasını ve şeyhliklere son
verilmesinin sebeplerini araştırdık.
Yine hilafet makamı'nın kaldırıldığı gün, kurulması kararlaştırılmış olan Diyanet İşleri Başkanlığının kuruluş
nedenleri üzerinde durduk ve bu konuda T.B.M.M.'de yapıları tartışmalara geniş yer verdik. Diyanet İşleri
Başkanlığı'na kuruluşu ile birlikte verilen bazı yetki ve görevlerin daha
sonra Diyanet İşleri Başkanlığından alınarak, Evkaf Umum Müdürlüğü'ne
verildiğini gördük ve bunun sebeplerini bulmaya çalşıtık. Aynca Diyanet İşleri
Başkanlığı döneminde, Türkiye Cumhuriyeti'nde, dinî, kültürel ve sosyal
sahalarda yapıları inkılâpları, Diyanet
sahasına nasıl yansıdığım araştırdık.
Giriş ve üç bölümden oluşan Araştırmamızı mümkün olduğu kadar arşiv vesikalarına,
Devletin resmi belgelerine, gazete ve dergilere, ilk elden kaynaklara, inceleme
ve araştırmalara başvurmak suretiyle yaptık.
GİRİŞ
ÎSLAM TARİHÎNDE
HİLAFET
A) Halife ve Hilafet
1) Halife ve Hilafet Kavramının Anlamı
Halife dilde, vekil, halef, birinin yerine geçen adam demektir. İslâm
tarihinde ise, Peygamberimizin vekili veya halefi olan kişi ya da kişileri ifade eder. Müslümanlar
bu kişiler için genel olarak Halife, Halifetü Rasulillah ve Emîru'lMu'ıninin
adlarmı kullanmışlardır. Ayrıca halife anlamında "İmam",
"îmamu'lMuslimîn", "Talibu’l-Hak", "İmâmu'l-Ahkam gibi
adların da, Hariciler ve onların kolları
tarafından kullanıldığım görüyoruz. [1] Şiiler de İmam adım kullanırlar. Halife
sözcüğü, ayrıca, eskiden Bâbıâlî Kalemlerindeki katipler için de
kullanılmıştır. Kâtip Çelebiye Hacı Halife veya yanlış olarak Hacı Kalfa
denilmiştir. Daha başka anlamlar da
kullanılmışsa da konu dışı olduğundan girmiyoruz.
Halife sözcüğü Kur'an'da birçok yerde ve değişik anlamlarda
kullanılmışdır. Halife ile ilgili Kur'an'daki ayetleri sûre sırasına göre ele
alacak olursak;
Adem'le ilgili olarak: "Rabbin meleklere, Ben, yeryüzünde bir halife
yaratacağım, demişti." (2 . 30)
ayetinin ve insanlarla ilgili olarak: "Allah, sizi Nuh kavminden sonra
halife yaptı ve yaratılış bakımından size onlardan fazla boy ve güç
verdi." (7. 69); "Bir de düşünün ki Allah sizi Ad'dan sonra halifeler
yaptı, yeryüzünde sizi yerleştirdi..." (7. 74); "Sonra onların
(günahkar kavimlerin) arkasından sizi yeryüzünde halifeler yaptık ki, bakalım
nasıl işler işleyeceksiniz?" (10. 14); "Yoksa sıkıntıya düşen kimse,
dua ettiği zaman onun duasını kabul edip fenalığı gideren, sizi yeryüzünün
halifeleri kıları mı (hayırlı)?..."(27.
62); "Sizleri yeryüzünde halifeler yapan O'dur..." (35. 39); Hz.
Davut ile ilgili olarak da: "Ey Davut biz seni yeryüzünde halife kıldık, o
halde insanlar arasında adaletle hüküm ver ve keyfe tabi olma ki, bu seni
Allah'ın yolundan sapıtır..." (38. 26) ayetlerinin bu kavramı
kapsadıklarım görürüz.
Yukarıdaki ayetlerin hiç birinde halife sözcüğünün Peygamberin halefinin
unvanı olduğuna herhangi bir işaret görünmemektedir. Müslüman tarihçilerin
büyük çoğunluğu bu deyimin, ilk kez, Hz. Ebû Berk tarafından bu anlamda kullanılmış
olduğunu yazarlarsa da bazıları buna katılmazlar.
Hilafet, İslam tarihinde, Hz.Peygamber salla'llâhü aleyhi ve sellemden
sonra Müslüman Toplum'un yönetim düzeni olarak algılanmış ve kabul edilmiştir.
Bazen, Emirlik ve İmamlık da bu anlamda kullanılmıştır. Örneğin el Maverdi'ye
göre İmamet, Hz. Peygamberin halefi olarak, dini korumak ve dünyayı idare etmek
için kurulmuş bir kurumdur; İmam Fahrettin Razî'ye göre de, hilafet, bir bireye
din ve dünya işlerinde güven verilmiş genel yoldur.[2] [3]
[4]
[5];
Kemâl ibn Hümam'a göre ise, İmamet, bütün müslümanlar üzerinde genel yönetim
hakkım kazanmaktır. Hilafetin
kaldırılması ile ilgili olarak T.B.M.M.nde konuşma yapan zamanın Adliye Vekili
Seyyit Bey’e göre ise, hilafet hükümet demektir. Doğrudan doğruya millet
işidir. Zamanın icabına tabidir. Onun içindir ki Peygamberimiz, ashabına
hilafet meselesini vasiyet etmemiştir.
x 2 Hilafet ve Hz. Ebû Bekr’in Halife Seçilişi
Hz. Muhammed(salla'llâhü aleyhi ve sellem)'ten önce yukarıdaki ayetlerde
de görüldüğü gibi, Hz. Adem (a.s.), yeryüzünde Allah'ın ilk halifesi olmuştu.
O'ndan sonra gelen bütün peygamberler de kendi dönemlerinde Hz. İbrahim, Hz.
Davut vs. gibi tek başına veya Hz. Musa ve Harun (a.s.) gibi birlikte Allah'ın
halifesi olmuşlardı. Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) son peygamberdi
ve Medine'ye hicret (M. 622) ettikten sonra O
da, Hicret'in ilk yılında, Medine Şehir Devleti'ni kurmuştu. 632 yılında ölümüne kadar on yıl devlet başkanlığını
da yürütmüştü.
Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) 632 yılında hastalanıp da yatağa düşünce, bu arada namazı da
kıldıramıyordu. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekr'i yerine görevlendirdi. Bu görevi
Hz. Ebû Bekr Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) ölünceye kadar sürdürdü. Hatta bir gün, Hz. Muhammet (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kendisini daha
iyi hissederek namaz kıldırmak üzere evinden çıktı. Hz. Ebu Bekr namaza
başlamıştı, fakat Peygamberi görerek, cemaata arasına karışmak üzere çekiliyordu
ki Peygamber işaretle yerinden kıpırdamamasını belirtti ve gidip yanına oturdu;
Hz. Ebû Bekr namazı bitirmek için ayakta kaldı.
Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'in 632 yılında ölümü
Müslümanlar üzerinde beklenmedik bir etki yaptı. Herkes Hz. Peygamber'in
evinin bitişiğindeki camii önüne gelerek ağlayıp sızlıyorlardı. Hz. Ömer ise,
Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'in ölümünden söz eden herkese
kızarak, "Resulullah'ın öldüğü zanneden herkesin boynunu koparacağım.
Vallahi O ölmedi, tıpkı Musa'nın gitmesi gibi, yeniden ümmeti arasına dönüp
gelmek ve Kıyamet gününe kadar bu toplumun başında bulunmak üzere Allah'ın
katına vardı" diyordu.
Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi
ve sellem)'in ölümü ile sarsılmş olan müslüman
toplumu bu durumdan kurtaran Hz. Ebû Bekr olmuştur. Hz. Ebû Bekr, Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'in yatak
odasına girip onun ölü yüzünü hürmetle öpüp çıktı. Bu arada Hz. Ömer'i halka
hitap eder ve kılıcıyla tehdit eder durumda bulunca ona, "Sakin ol Ömer!"
diye uyardıysa da Hz. Ömer hala kendisine gelmemişti. Hz. Ebû Bekr topluma
doğru ilerleyerek onlara bir konuşma yaptı "Ey insanlar! Muhammed'e tapman
kim ise bilsin ki gerçekten o ölmüştür. Allah'a kul olan ve O'na ibadet eden kimse bilsin ki Allah
vardır ve asla ölmez." Daha sonra Kur'an'daki ayetleri okudu: 'ınu-
7.
Hamidullah Muhammad; İslam
Peygamberi, c. II. İstanbul 1969, s. 153
8.
Hamidullah, a. g. e. c. I,
İstanbul 1966 s. 432
9.
Hamidullah, a. g. e. c. II,
s. 310-311
hammed yalnızca bir rasüldür ondan önce diğer rasüller geldi geçti; o
halde şimdi o ölecek veya öldürülecek olsa sırtınızı mı çevireceksiniz? Kim
ardına dönerse, elbette Allah'a hiç bir şeyle zarar verecek değil, fakat
şükredip sabredenleri Allah şüphesiz ödüllendirecektir.(3 . 144)." Neticede Müslüman toplum
sakinleşti. [6]
[7]*
Sıra halife seçimine gelmişti. Hiçbir devlet başsız olamazdı. Hz. Muhammedi
defin töreni ile ilgili işler bitmeden önce, Ensar topluluğu arasından bazı
kişiler bu konuyu düşündüler ve kendi aralarında birini halifeliğe uygun
gördüler. Saide oğulları gölgeliğinde toplanarak içlerinden birini devlet
başkanı tayin etmek istediler. Adayları, o sırada yaşlı ve hasta durumda olan Übade oğlu Sa'd idi. 111 Halbuki
Hz. Muhammed öldüğü zaman Medine'de dört müslüman topluluk vardı: 1Muhacirler;
Bunların o zaman altmış yedi aile oldukları sanılıyor. Muhacirlerin önemli bir
kısmı da Mekke'nin alınmasından sonra Medine'ye gelen Kureyş ailelerinden
oluşuyordu. 2Ensar; Bunların çoğunluğunu Hazrecliler oluşturuyordu 3Ensardan
Evs kabilesine mensup bulunanlar. 4Diğer yakın ve uzak kabilelerden Medine'ye
gelmiş olan Bedeviler. [8]*
Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'in sadık dostu ve kayınpederi
olan Hz. Ebû Bekr yaptığı konuşmasıyla
kendi çevresinde bütün halkı toplamayı başarmış ve kentte önemli ve ivedi her
konu için kendisine danışılır bir kişi olmuştu.
Bu arada defin hazırlıkları yapılırken, kendilerini Hz. Ebû Bekr lehine
hazırlayıp kararlarını vermiş olan bazı
Medineli müslümanlar, ona Saide oğulları gölgeliğindeki toplantıdan sözetmek
üzere geldiler ve geç kalıpta bir oldu bittiye maruz kalmamak için bu konuya el
atmasmı kendisinden istediler. [9]*
Ensar'ın Hazrec kolu, kendi kabilelerinden Ubade oğlu Sa'd'ı halife
seçmek istiyordu. Orada Muhacirlerden de bazı kimseler bulunuyordu. Bu arada
Ensardan Evs'li Hudeyr oğlu Useyd ayağa kalkarak: "Ey Ensar! Allah sizi
Ensar (yardımcılar) olarak adlandırdı ve yanınızı bir sığmak yaparak ve
Peygamberin ölümü aranızda takdir ederek sizi nimete boğdu. Bu halde bu emri
(buyruk) Allah'ın takdirine bırakın. Bu emir sizden çok Kureyşlilere aittir. Bu
durumda siz yalnızca onların seçeceği kimseyi tercih edin ve onların
uzaklaşacakları kimseden uzaklaşın." dedi. Useyd'in yaptığı bu konuşmaya
kimse kızmadı veya onu susturmaya çalışmadı. Yine Ensar'dan Hazredi Sa'd oğlu
Beşir de: "Ey Ensar! Siz Kureyşlilere, Kureyşliler de size bağlı
bulunmaktadır. Eğer siz bir şeyin doğru ve hakk olduğunu ortaya atsanız, kimse
bunun aksini söylemez. Eğer siz (Peygambere) sığınma hakkı tanıdık ve yardım
ettik diyecek olsanız gerçekte Allah Kureyşlilere daha iyisini bahşetmiş ve
nasip etmiş bulunmaktadır. O halde siz Allah'ın nimetini nankörlükle değiştiren
ve kavmine zarar veren kimselerden olmayın" dedi. Bundan sonra Evsli Saide
oğlu Uveym ayağa kalkarak: "Ey Ensar! Siz İslamı savunan ilk kimseler
olmuştunuz, şimdi inananlarla vuruşan ilk insanlar olmayın. Hilâfet ancak
peygamberlik vazifesi kimler arasından gelmişse onlara aittir. O halde hilafeti
Allah'ın peygamberlik görevi verdiği kimseler arasında bırakınız; zira bu
İbrahim Peygamberin bir duasının hedef aldığı yerdir"*) diyerek sözlerini
bitirdi. Daha sonra Adî oğlu Ma'n ayağa kalktı: "Ey Ensar! Eğer bu emir
Kureyşliler bir tarafa size aitse, sizin tarafınızdan seçilecek kimseye biat
edebilmeleri için onlara bu durumu haber verin. Fakat bu emir Kureyşlilere
aitse ve siz bunun dışındaysanız bu işi onlara bırakın. Zira yemin olsun
Peygamber, Ebû Bekr'i cemaat namazlarını kıldırmak üzere imam tayin etmeden
önce ölmedi; biz de bu hareketten, dinin direğini oluşturan namazda
Peygamberin, onu bizim için seçtiğini öğrenmiş olduk. "[10]
[11]
Ensar'ın devlet başkanı seçimi için toplandıklarını öğrenen Hz. Ebû Bekr,
Hz. Ömer ve Hz. Ebû Übade, yanlarında bir Muhacirler topluluğu ile birlikte
Saide oğulları gölgeliğine gittiler. Orada bir yer bulup oturdular ve bir süre
hiçbir şey söylemediler. İmamet (hilafet) ile ilgili konuşmalar çok uzuyor ve
şiddetli tartışmalara neden oluyordu. Halifenin Ensardan mı Muhacirlerden mi
olacağı tartışmaları değişik görüşleri ortaya koyduruyordu. Bir ara birisi
Muhacirlerden öteki Medineli Müslümanlardan olmak üzere iki ayrı başkan
seçilmesini önerildi J[12])
Bu arada Hazrec kabilesinden Kays oğlu Sabit ayağa kalkarak: "-Ey
Muhacirûn! siz de bizim gibi biliyorsunuz ki Allah Muhammedi kendi Rasulü
olarak göndermiştir; kendisi başlangıçta, inkar ve işkencelere rağmen Mekke'de,
Allah ona bütün şiddet hareketlerinden sakınması emrini vermiş olduğu halde
kaldı. Sonra onun hicret etmesine ve mücadeleye başlamasına müsaade etti. Biz
onun yardımcıları ve sığmağı olduk. Sonra siz geldiniz ve biz mallarımızı
sizinle paylaştık. Bu durumda biz İslam'ın gerçek kudret ve kuvvetiyiz ve
Kur'an'da Allah'ın, ismini zikrettiği zümre de bizleriz. Sonra Kur'an'dan şu
ayeti okudu, "Onlardan önce Medine'yi yurt ve iman (evi) edinmiş olan kimseler, kendilerine hicret edenlere sevgi
beslerler. Onlara verdikleri şeyler üzerinde kalplerinde en ufak bir
çekememezlik hissetmezler, kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları
kendilerinden önde tutarlar..." (59. 9). Bu kimsenin inkar edemeyeceği
diğer ayetler arasındadır. Ayrıca sizler, bizim şeref ve itibarımız için
Peygamberin bütün iyi sözleri sarfettiğini biliyorsunuz, o bu dünyayı terketmiş
ve açıkça kendisine halife olarak kimseyi atamamıştır. Fakat ümmetine, Allah'ın
kitabına ve Peygamberin sünnetine sıkı sıkı sarılmalarım kesin şekilde emretmiştir.
Bunlara tutunulduğu sürece yanlış ve bâtıl üzerinde birleşüemiyecektir. Bizim
Allah'ın yardımcıları olmamız dolayısıyla halkın yönetimi de ancak bize aittir.
Ey Muhacirin bu konuda ne düşünüyorsunuz? Allah'ın selamı üzerinize olsun"
diyerek Sabit sözlerini bitirdi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekr söz alarak:
"-Ey Sâbit! Senin halkın (Ensar) bütünüyle senin anlattığın gibidir. Kimse
bunun tersini söyleyemez. Bize (Muhacirlere) gelince, bizim hakkımızda da Allah
vahiy de bulunmuştur,
"Allah'ın verdiği bu ganimet malları özellikle; yurtlarından ve
mallarından edilmiş olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine
ve Peygamberine yardım eden Muhacir fakirlerindir. İşte doğru olanlar
bunlardır." (59 . 8) ve Allah size
Kur'an'da "Ey inananlar! Allah'tan sakının ve doğrularla beraber
olun" (9 . 119) derken
"doğrulara uymanızı emretmektedir. Bundan başka bu emr (buyruk) işini
Araplar, ancak kendi aralarında en ünlü ve şerefli kabile olarak benimsedikleri
Kureyşliler için kabul edeceklerdir. Ve aynı zamanda İbrahim'in duasının hedef
aldığı kimseler işte bunlardır. Bu duruma göre ben sizin için Ömer ve Ebû
Ubeyde'nin ikisinden birisini seçtim. Onlardan hangisini isterseniz ona biat
ediniz." 16) dedi.
Ebû Bekr'in bu konuşmasından sonra Ensar arasında büyük bir tartışma
oldu. Bu arada Hz. Ömer onların tartışmalarına karşı Hz. Peygamberin son
vasiyetlerinde Ensarı Muhacirlere emanet ettiğini ve hastalığı sırasında da
Hz. Ebû Bekr'i imamlığa tayin ettiğini söyledi. Ayrıca Ömer biri Ensardan öteki
Muhacirlerden iki emir seçilmesine de karşı çıktı.
Daha sonra gerek Hz. Ömer ve gerekse Hz. Übeyde, Hz. Ebû Bekr'in kendilerine
yaptığı teklifi reddederek ikisi birden: "Hz. Peygamberin önüne geçirdiği
zatin ilerini kim geçebilir" dediler. Hz. Ömer ileri atılarak: "Ya
Ebû Bekr! Rasulullah seni hepimize imam yapti, elini uzat sana biat
edeyim" deyince ondan önce davranan Sa'd oğlu Beşir Hz. Ebû Bekr'in elini
tutarak ilk biat eden oldu. Ondan sonra Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde de biat edince
orada bulunan bütün halk Ebû Bekr'e biat ettiler. Bu arada halkın coşkulu
hareketi ile hasta bulunan ve halifeliğe seçilmek isteyen Übade oğlu Sa'd az kalsın ezilecekti. Daha sonra Mescid'e
gidildi orada da hazır bekleyen ordu [13]
[14]
[15])
biat etti. Ebû Bekr'e biat ertesi gün de Mescit'te devam etti. 17)
Kavmi arasında yumuşak huylu, sevimli, cana yakın ve hoş sohbet biri olan Hz. Ebû Bekr’i kızı Hz. Aişe'nin deyimi ile
sağlam dağlara yüklense onları paramparça edecek olan zorluklar karşılıyordu. [16] [17])
Şöyle ki, bazı Araplar Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'in ölümü ile
dinden dönüyorlardı. Bir kısmı ise "namazı kılarız, zekatı ödemeyiz"
diyerek recat ediyordu. Hz. Ebû Bekr ise onlara: "Eğer onlar deve ve koyanlarının
yıllık zekatlarını bana vermezlerse, kendileriyle elbette savaşacağım"
veya "Eğer onlar bir oğlağı bana vermezlerse..." diyerek devletin
hakkını savunuyordu. [18])
Aynı zamanda dinden dönenlerle savaşarak devletin birlik ve bütünlüğünü koruyordu.
Ayrıca Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'in ölümü üzerine yalana
peygamberler ortaya çıkmıştı. Bu yalancı peygamberler mürted ve mürteci
kabilelerden topladıkları güçlerle İslâm ordusuna karşı savaşıyorlardı. Bunlar
arasında en tehlikelisi Yemen'deki Habib oğlu Müseyleme idi. Onunla, Yemâme’de
yapıları savaşta 70 kadar kurrâ hafız
şehit oldu. [19])
Bu olay üzerine Hz. Ebû Bekr; Sâbit oğlu Zeyd'i çağırarak, Hz. Ömer'in de
tavsiyesi üzerine, Kur'an'ı toplatıp bir kitap haline getirmesi ile
görevlendirdi. Böylece Kur'an toplanarak bir kitap haline getirildi. [20])
Hz. Ebû Bekr dinden dönenlerin işini bitirince, önce Irak sonra Şam'ın
alınması için ordular gönderdi. Irak alındı, sonra Suriye'ye yönelindi ve Şam
alındı. Fakat Hz. Ebû Bekr, Şam'ın almış haberini almadan, 22 Ağustos 634
tarihinde öldü. Halifeliği iki yıl üç ay on gün sürmüştür. Hz. Aişe'nin evinde
Allah'ın Rasulünün yanma gömüldü. [21])
3 Hz. Ömer'in Halife Seçilmesi
Hz. Ebû Bekr hastalanınca, öleceğini anlamış olacak ki yerine bir halife
bırakmak istiyordu. Gönlünden geçen Hz. Ömer idi. Bunun için önce, Avf oğlu Hz.
Abdurrahman'ı çağırıp ona "Ne dersin bu hilafeti Ömer'e vereyim mi?"
deyince, O da "gayet güzeldir. Fakat Ömer'in gönlü dar sözü serttir"
diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekr, "Ömer'in gönlünün
darlığı ve sözünün sertliği bu gündür. Görmezmisin ki ben halka nice yumuşaklık
ederim. İş ona düşünce O da yumuşak olur, Bu görüşmemizi kimseye söyleme"
demiştir. Hz. Ebû Bekr daha sonra Hz. Osman'ı çağırır ve ona da sorar. O da
"gayet uygundur, iyidir ve Ömer hepimizden yeğdir" diye cevap verir.
Hz. Ebû Bekr yine ona da "Bu sözü kimseye söyleme" der.
Ertesi gün Muhacirleri ve Ensarı toplayan Hz. Ebû Bekr, "Ey seçkin
dostlar! Siz ne dersiniz? Ben bugün hilafeti bir kişiye vermek istiyorum ki,
benim akrabam değil kabul eder misiniz?" deyince, kabul ederiz dediler. O
da: "Ömer b. Hattab'ı halife dilerim. Zira bu işe ondan uygun bir kişi
görmedim" dedi. Hz. Ebû Bekr'in bu sözüne Ashab da: "İşittik ve itaat
ettik" dediler Z[22])
Hz. Ebû Bekr (r.a.)'in burada uyguladığı metod, Kur'an'ın "O
kimselerdir ki, Rablerine itaate icabet etmişler ve namazı gereği üzerine
kılmışlardır. İşleri de hep aralarında danışıklıdır..." (42 . 38) ve yine Kur'an'ın Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'e "... İş
konusunda onlara danış. Danıştıktan sonra da bir şeyi yapmağa karar verdin mi,
artık Allah'a güven ve dayan..." (3. 159) emirleri doğrultusundadır. Hz.
Ebû Bekr de danışmış ve kararını vermiştir.
Hz. Ömer de Hz. Ebû Bekr gibi ülkelerin fethine girişerek değişik yerlere
ordular göndermiştir.
Hz. Ebû Bekr döneminde Suriye sarılmış. Fakat almamadan Hz. Ebû Bekr
ölmüş ve Suriye'nin alınışı Hz. Ömer döneminde olmuştu. Daha sonra İran'a
seferler düzenlenmiş ve İran alınmıştır. Hz. Ömer döneminde, Irak, İran,
Suriye, Filistin ve Mısır gibi ülkeler alınarak İslam devletinin sınırları
Arabistan yarımadasını aşmıştır. Yine onun zamanında İslâm devletinin, İdarî,
siyasî, askerî, İçtimaî, adlî ve malî kurumları oluşturulmuş ve böylece Hz. Ömer, İslam
devletinin yönetimini örgütleyen ilk kişi olarak kabul edilmiştir. [23]
4
Hz. Osman'ın Halife
Seçilmesi
634 yılından 644 yılma kadar on yıl halife olan Hz. Ömer, Ebû Lûlû künyesiyle anıları Firuz adlı Hıristiyan bir köle tarafından iki
başlı hançerle 6 yerinden yaralanarak şehit edilmiştir. Bu olayda köle,
Halife'nin maiyetinden bir kaç kişiyi daha öldürmüştür. Hz. Ömer yaralı
durumdayken hilafete Avf oğlu Abdurrahman'ı teklif etmişse de o kabul
etmemiştir. Bunun üzerine cennetle müjdelenen 10 kişiden hayatta kaları altı kişiyi aralarında halife seçmek için
görevlendirmiştir. Oğlu Abdullah, ölüm halindeki babasına, gönlünden geçen
halifenin Ali olduğunu bildirdiğini, açıkça hilafeti Ali'ye bırakmasını
söylemişse de Hz. Ömer, kabul etmeyip seçimle olmasmda direnmiştir. [24]
Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Ebû Vakkas
oğlu Sa'd ve Avf oğlu Abdurrahman'dan oluşan 6 kişilik seçici kurulun başkanı
Avf oğlu Abdurrahman'dı. Ayrıca Hz. Ömer'in oğlu Abdullah da, seçilme hakkı
olmadan, gözlemci sıfatı ve seçme yetkisi ile bu kurulda bulunuyordu.
Başlangıçta, başkanlık konusunda Haşimîler ile Emevîler çekiştiler.
Bunların her biri başkanlığı ele geçirmek için çabalıyorlardı. Eski politik
rekabet yeniden su yüzüne çıkıyordu. Seçici Kurul başkanı Abdurrahman hilafete
aday olan Osman ve Ali ile hilafet
görevini kabul etmeleriyle ilgili konularda ayrı ayrı görüştü. Bu arada kamuoyu
araştırması yaparak her yerde insanların düşüncelerini aldı ve Müslümanlara
halife olarak Osman'ı mı yoksa Ali'yi mi istediklerini sordu. Sonuç olarak
genel istek ve seçici kurulun seçimi Hz. Osman lehine oldu. Böylece Hz.Osman 3
Kasım 644 yılında, Seçici Kurul'un oy birliğiyle halife seçildi ve üyelerin
hepsi ona biat ettiler . [25]
[26]
Gerek Seçici Kurul'un gerekse Medinelilerin onu seçmelerinin nedeni, onun
ilk müslümanlardan olması, İslâm'a yaptığı hizmetleri, Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'in damadı
olması, yumuşak huylu olması ve cömertliği, ayrıca hilafetin sürekli olarak
Hâşim oğullarının elinde kalmasından korkma gibi nedenler etkili olmuştur.
Hz. Osman'ın on iki yıl süren hilafetinin ilk altı yıllık dönemi Hz. Ömer
döneminin bir devamı olarak olaysız geçen dönemdir.(28
Halifeliği süresince Hz. Osman, devlet yönetimini genel ve düzenli
kurallara dayandırma yolunda Hz. Ömer'in açtığı çığırı izlediyse de, bu
alandaki çabalarına yapıları tepkilere
meydan vermemek için Hz. Ömer kadar güçlü değildi. Kızgınlıklar, kırgınlıklar,
yakınmalar ve kışkırtmalar birbirine karışınca büyük bir düşmanlık havası
ortaya çıktıJ[27]
[28]
Bu kırgınlıkların ve kızgınlıkların nedeni Hz. Osman'ın, kendine karşı
olanlara, ister sahabi olsun ister olmasın herkesi araştırır ve yaptığı işler
konusunda hesap tutardı. Onun bu davranışından zarar görenler ve rahatsız
olanlar oluyordu. Ayrıca bazıları da arzularım gerçekleştiremedikleri için, Ebû
Bekr'in oğlu Muhammed ve Ebû Huzeyfe'nin oğlu Muhammed gibi, Osman'ın
yönetimine karşı tavır almışlardı ve ona zarar vermek için kişisel
davranışlarda bulunuyorlardı. Bu arada Ashabın ileri gelenlerinden olan Mesut oğlu Abdullah da Kur'an'ın nüshasının
çoğaltılması konusunda kendisine başkanlık verilmediği için dargındı. Bu arada
fetihlerin durması ile, Medine'de zararlı amaçlar peşinde koşan bir grup ortaya
çıkmıştı.(30) Ayrıca bu dönemin yeni kuşağı eski dönemin kuşağı gibi
takva sahibi değildiler. Ayrıca bu yeni kuşak Kureyş'in bütün öteki
kabilelerden üstün olduğu görüşünü açıktan açığa savunuyorlardı. Kureyş
kabilesi dışında kalanlar bu anlayışa karşı çıkıyorlardı. Hz. Osman'ın yumuşak
huylu olması ve akrabaları ile Emevî soyundan olanları valiliklere ve yüksek
memurluklara ataması, bu arada Hz. Ömer'in atadığı valileri değiştirip
yerlerine yalanlarından uygun olmayan kimseleri ataması; Yasir oğlu Ammar gibi
seçkin bir sahabinin mescitte bayıltmcaya kadar dövülmesi Muaviye'nin etkisinde
kalarak Ebû Zer'i Rebeze’ye sürmesi; halkın özellikle sahabilerin sevmediği
Mervan'ı kendisine yardıma yapması 32);
Hz. Peygamberin mühürünü bir kuyuya düşürmesi $3) gibi nedenler
halifeliğinin son altı yıllık döneminde olayları başlatıyordu.
Sonuçta, Hz. Osman'a karşı genel bir hoşnutsuzluk ortaya çıktı. Basra,
Küfe ve Mısır'dan hareket eden isyanalar başkent Medine'yi muhasara ettiler.
Medine'yi, Peygamber Mescidi'ni ve halifenin evini kuşatan isyancılar 17
Haziran 656'da Hz. Osman'ı hunharca öldürerek, İslam tarihinde ardı arkası
kesilmeyen pek çok olaylar, karışıklıklar, çatışmalar, savaşlar ve fırkalara
bölünmeler başlatmıştır. [29]
[30]
[31]
[32]
5
-Hz. Ali’nin Halife
Seçilmesi
Hz. Peygamberin yanında yetişen ve Peygamberin amcasının oğlu olan Hz. Ali aynı zamanda Hz. Peygamberin kızı Fatıma'nın
da eşiydi. Hz. Osman'ın şehit edilmesinden sonra hilafet görevini üzerine
almayı alçak gönüllülükle reddetti. Ama beş gün sonra 25 Haziran 656 tarihinde
Peygamber Mesddi'nde kendisine biat edildi. Biat töreni için minbere ilk çıkan
halife, Hz. Ali olmuştur. Onun halife olması çok doğal karşılandı. Çünkü Hz.
Peygamberin soyundan idi; cennetle müjdelenmişti, Hz. Osman'ın evi
kuşatıldığında imamlık görevini üzerine almış ve hac emiri atanmıştı. Yalnız bu
arada kendisine biat etmekten çekinenler de olmuştu. Talha ve Zübeyr, bir
söylentiye göre, baskı sonucu biat etmişlerdi. Her ikisi de Hz. Ali'den, Hz.
Osman'ın katillerinin biran önce bulunmasını istiyorlardı. Dahası, İfk olayından Hz. Ali'ye kızgın olan Hz. Aişe de Hz. Osman'ın kanını dava etmeye
koyuldu.
Hz. Ömer'den sonra başlayan ve gittikçe artarak sürüp giden bu olaylar
karşısında Hoca Rasim Efendi'nin 1339 (1923) yılında "İslâm'da Hakimiyet
ve Tesisi Hükümet" adlı makalesinin bir bölümünde şöyle demektedir:
"... Hz. Ömer döneminin sonlarına doğru Suriye, Mısır, İran İslâm
Devletine katıldı. Bu geniş bölgede işlerin önceden olduğu gibi
yürütülemeyeceği anlaşılınca kamuoyunu düşündüryordu. Başta Hz. Ömer olduğu
halde bütün müslümanlar, hükümet şeklini yeniden düzenleyip genişletilmesine
gerek olduğunu anladılar. Bunun üzerine görev bölümü yapılıp 'Divanlar,
Kalemler' oluşturuldu. Yalnız 'Şûrâ' (veya Kurultay, Meclis) genel oylara
saygıdan bir şekil ile tesbit edilmedi. İşte bu Şûrâ'nın sürekli toplanan bir cemiyet
halinde belirlenmiş olsaydı, Hz. Osman zamanındaki vilayetlerden ortaya çıkan
yakınmaları göz önüne alır ve konuyu incelerdi. Sonunda ya yakınanları haklı
görür ve başkan hakkında kesin kararım verirdi; veya başkanın görevini yaptığım
görerek yakınanları aksız bulurdu. Böylece iç bölünmenin önüne geçerdi ve
sonunda büyük olaylar da olmazdı. İslâm tarihinde bu olayı daha çok kanlı
olaylar izledi. Hz. Ali ve Hüseyin dönemleri İslâm aleminde çok kanlar döküldü.
İslâm tarihini inceleyen kişilerin görüşüne göre bu felaketin nedeni başka bir
şey değildir. Eğer milletin seçtiklerinden oluşan bir şûrâ olsaydı, gerek Hz.
Ali gerekse Muaviye tarafı Şûrâ'nın kararma uymak zorunda kalırdı. Sonunda
milleti üzen kanlı olaylar olmazdı..." [33])
Hz. Ali döneminde Cemel ve Sıffîn savaşları ve öteki iç karışıklıklara
sahne olmuştur. Sıffîn savaşından sonra alman hakem kararı ile yenen ve yenilen
olmamıştır. Hz. Ali yine müslümanların halifesi olarak görevine devam etmiştir.
Muaviye de Suriye valisi olarak kalmıştır. Ama uzun sürede kazanan Emevîler
olacaktır. Çünkü bu arada müslümanlar bölünüp parçalanmışlardır.
Hz. Ali'nin hakem kabul etmesine kızan ve "hüküm ancak Allah'ındır,
oysa sen insanın hükmünü kabul ettin, dolayısıyla kafir oldun" diyen ve
tarihte "hariciler" adını aları
bir topluluk Hz. Ali'den ayrılmışlardır. Hz. Ali bunları yola getirmek
için çok çalıştıysa da başarılı olamamıştır. Bunlar Harura'da toplandıkları
için Hariciye adıyla da anılırlar. Hz. Ali'nin halifeliğini kabul
etmediklerinden kendileri için Vehb oğlu Abdullah'ı halife seçmişler ve
bağımsız bir yönetim kurmaya çalışmışlardır. Hz. Ali bunlarla Nehrevan Savaşı
yapmışsa da sonuç alamamıştır. Sonuçta Haricîler, 20 Ocak 661'de, Hz. Ali'yi,
camide, Mülcem oğlu Abdurrahman adında bir anarşiste öldürtmüşlerdir.
6
Hilafet Hakkındaki
Değerlendirmeler
Hilafet müessesesi ve halife seçimi Müslüman Toplum içinde değişik
görüşler ortaya çıkardı. İslam inanç okullarının tamamı hilafetin zorululuğu
konusunda görüş birliği içindedir. Ancak, halifenin soyu, kabilesi, vasıfları
ve seçimi meselelerinde farklı görüşleri savunurlar. Örnek Yöneticiler ve
Temsilcilerin (hulefâ-ı râşidîn) hilafetlerinin meşruluğu -yasallığıhususu ile
halife oluş sıraları da değişik
şekillerde ele alınıp değerlendirildi.
Bir kısım Müslüman topluluklar, Hz. Müslüman topululuklar, Hz. Muhammed
(salla'llâhü aleyhi ve sellem)'in, ölmeden önce Hz. Ebû Bekr'i halefi tayin
ettiğini söylerken, Şiîlik bunun karşıtı bir görüşü savunur; Hz. Ali'nin
Kadir-i Hum'da Hz. Muhammed tarafından halife tayin edildiğini söyler. İmam ve
halife tayininin nass ve vasiyetle olduğu iddiasında bulunur. Hz. Ali'nin
müslümanların ilk halifesi olduğu inancını benimser ve birçok ayet ve hadisi bu
düşüncelerine kaynak yaparlar. 'Kıstas olayı' veya' Vasiyetnâme' meselesi diye
bilinen hadis onların bu delillerinden biridir.
Müslümanların çoğunluğunun görüşü bu iki
karşıt anlayışın ötesindedir. Bunlara göre, hilâfet meselesi dinden bir esas
değildir, dolayısıyla nass ve vasiyete dayanmaz. Müslümanların seçimine
bırakılmış bir iştir. Müslüman toplum hür iradesiyle ve özgürce yöneticisini
(halife) seçer. Halifenin tayini ve özellikleri ile ilgili herhangi bir ayet ve
hadis yoktur.
'Ehl-i Sünnet ve Cemaat' adıyla tanınan bu topluluk dört halifenin
hilafetlerini halife oluş sıralarına göre tanır ve yasal sayar.
Haricîler ise, Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer'in halifeliklerin tümüyle
benimserler ve överler. Diğer iki halife Hz. Osman ve Ali'nin hilafetlerini
-halife oluş sıralarına göremeşru sayarlarsa da, Hz. Osman'ın yönetimini ikinci
altı yılını, Hz. Ali'nin hilafetinin de tahkimden sonraki devresini
kötülerler.
Siyasî ve itikadî İslam mezhepleri ve din bilginleri halifenin tayini,
halifede aranıları vasıflar, halifenin
vazifesi ve benzeri konularda farklı anlayışları benimsediler.
Müslümanların bir topluluğa göre, Yöneticiler-İmamlar Kureyş'tendir,
başkalarından hilafe olmaz. Çünkü Hz. Peygamber Kureyş kabilesindendir. Ondan
sonra Müslüman toplumu yönetme hakkı en yakınlarım, yani Kureyş-Hâşimî soyuna
aittir.
Hâricilere göre ise, hilafet herhangi bir aşiret ve kabilenin tekelinde
değildir. Takva sahibi, ilim ve siyaset ehli her müslüman bu hakkı talebedilir.
Halife, Araplardan olabileceği gibi, Arap olmayan milletlerden olabilir.
Şiîlik, hilafetin yalnızca Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'in hakkı olduğunu kabul
eder. Ali ve onun soyundan gelenler, Peygamber'in en yakınları olmaları
sebebiyle, Müslüman Toplumu yönetme hakkına sahiptiler, onlardan başkasından
halife olmaz, dolayısıyla Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın halifelikleri
meşru yasaldeğildir; onlar bu makamı zorbalıkla ele geçirmişlerdir.
Mu'tezile'ye göre, imamet-hilafet aklen vaciptir; Müslüman Toplum
kesinlikle bir devlet başkanma muhtaçtır, akıl bunu emreder. Mu'tezile bu
konuda görüş birliği içinde olmakla birlikte, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin
hilafetteki önceliği hususunda ihtilaf ederler. Bağdat Mu'tezilesi Hz.
Osman'ı, Hz. Ali'den faziletli sayarken, Basra Mu'tezilesi bunun tersini kabul
eder.
Müslüman bilginlerden Sivas'lı ibn Hümam'a göre, imam (veya halife)
tayini (seçimi), Mu'tezile'nin görüşünü aksine aklen değil, naklen (sem'an)
vaciptir ve imam bütün müslümanlar üzerinde genel yönetim hakkına sahiptir. [34]
Dört halife döneminde de gördüğümüz
gibi, ilk dört halife, o günün şartlarına göre, devlet genelinde olmasa da, seçimle
iş başına gelmişlerdir.
Reşit Rıza ise bu konuya bazı görüşler ekleyerek, İslam yönetim biçiminin
ilk temel kuralının ve İslam'da yetkinin kaynağının toplum olduğunu
belirttikten sonra bunun gerçekleşmesinin "şûrâ" yolu ile olduğunu
söyler. Halife ili ilgili olarak da, İslam yönetiminin başkanı ve yasanın
uygulayıcısı olduğunu belirtir. Ayrıca o, toplumun halifeyi tayin etme ve
görevden alma yetkisinin olduğunu açıklar. [35]
Henri Laoust Fransızca "Le Califat Dans la Doctrine De Raşid
Rıda" adlı eserinde, toplumun (cemaat) başına İmam tayini ile ilgili
olarak, müslümanlar için gerek Ehli Sünnetin ve gerekse öteki mezheplerin,
toplumun başına imam tayin etmenin, bazı Mu'tezilenin desteklediği gibi
yalnızca akılla değil yasal olarak da bir zorunluk olduğu konusunda
birleştiklerini söyler. O, Sadettin el-Taftazanî'nin bu konudaki görüşlerini
aktarır.
El-Taftazanî, Makasidü't-Tabibîn adlı eserinde bu konuda şu delilleri
ortaya koymaktadır:
1-îcma. Saadettin et-Taftazanî yaptığı yorumlarda Ashabın icmasını kabul
etmek gerektiğini söyleyip, bizim esas delilimiz, Peygamber’in toprağa
verilmesinden önce ortaya konan icmadır, demektedir.
2-
Yasal yaptırımların
uygulanması, sınırların savunulması ve özellikle düzenin devamı için şer'i
yükümlülüklerin yerine getirilmesi ancak bir halifenin çatısı altında mümkün
olur.
3-
îcma yoluyla kabul edilmiş
bir esas olarak: Halife sayesinde düşmana üstünlük sağlanır ve sayısız
sakıncalardan korunulur.
4-
Müslümanların halifeye
itaat etmesi zorunludur. Kitap ve Sünnete uymaları da şarttır. Bütün
müslümanlar için, halifeye, iyilikte itaat etmeleri şer'i bir zorunluluktur.
Halife de Kitap ve Sünnet'e uymak zorundadır. O halde sonuç olarak halifeyi
belirlemek şer'i bir zorunluluktur.(39)
Kelâm alimleri ile Mezhep tarihçileri ve usul ilminin kurucusu İmam
Şafii, İcma'nın hüccet olduğunu ispat için bir bölüm ayırmışlardır. Çünkü
imamet konusundan söz etmek için bu tabii olarak ilk adım sayılmaktadır.
Batılılardan doğu ilmiyle uğraşan Gibb ve Shacht da hilafetin icma
üzerine kurulduğunu söylemişlerdir. Gibb: "Hilafet, bütünüyle icma esası
üzerine kurulmuştur” der; Shacht da, "îslâm teşriinde, örnek olarak
hilafet gibi, önemli bazı kısımların dayanağı icma olmuştur" demektedir.
Bu konuda icma eden halka çıkış noktası olarak Ebû Bekrin Sakife gününde
söylediği; "Muhammed yoluna gitmiştir. Bu işi yürütecek birinin
bulunması gereklidir" sözü üzerine halk bunu onaylamış ve hiçbiri de,
ona "bu iş, biri olmadan da yürür" şeklinde itirazda bulunmamıştır. O
günkü tartışmalar daha çok Ensar'dan birine mi yoksa Muhacirlerden birine mi
biat etmek gerektiği konusundaydı. İbnu Teymiye bu konu ile ilgili olarak şöyle
demektedir:
"Farz edelim ki Ömer ve beraberindeki bir topluluk Ebû Bekr'e biat
etseydi de Sahabe'nin geri kalanı biat etmekten kaçınsaydı, Ebû Bekr bununla
İmam (halife) olabilir miydi? Elbette olamazdı. Onun halifeliği ancak güç ve
şevket sahibi sahabenin biati ile gerçekleşmiştir. Nitekim ona, Allah
Rasulü'nün yakın arkadaşları olan ve
İslâm’ın kuvvet ve yüceliğini sağlayan Ensar ve Muhacirler biat etmiştir.
Peygambere biat eden toplumun kendisi Ebû Bekr'e de biat etmiştir..." ([36]
[37]
Eş'ariyye Mezhebine göre de, Hz. Peygamberin ümmetini bir imam seçmesi
vaciptir. İmam içtihad yoluyla, seçimle tayin edilir. [38]
Haricîler ise İmametin dayanağı konusuna biraz değişik gözle bakarlar.
Onlar ilk ortaya çıktıkları sırada ileri sürdükleri ve sımsıkı sarıldıkları bir
görüşleri olmuştu: "Hüküm ancak Allah'a aittir." Çıkışlarına temel
teşkil eden bu söz gereğince: "Allah'tan başka hiç kimse hüküm veremez ve
hükümet edemez, yani insanların hükümeti, emirlik yoktur" dedikleri
rivayet edilmektedir. Buna örnek olarak da, "Hüküm yalnız Allah'ındır”
diyen Haricîlere, Hz. Ali'nin verdiği "bunlar emirlik yoktur diyorlar,
oysa insanların iyi ve kötü de olsa bir emire her zaman ihtiyaçları
vardır" cevabı da onların bu sözünün emirlik yoktur tarzında anlaşıldığını
göstermektedir. Yine bu konuda Haricîlerin bir kolu olan İbadîlerle aynı zamanda Muhakkime grubundan
ayrılan Necdet b. Amir el-Hanefî de:
"Eğer işlerini görüp, adaletle hükmedebiliyorlarsa, insanların bir imama
ihtiyaçları yoktur" demesi, haricîlerin başlangıçta imamın şart olup
olmadığı konusunda, kısa bir süre tereddüt geçirdiklerini gösterir.
Ama sonra bu görüşlerinden vazgeçerek Harûra'da toplanan Haricîler,
işlerinin yürütülebilmesi için aralarından Abdullah b. Vehb er-Râsibî'yi imam
(halife) seçmişlerdir.
Daha sonra, İbadîye de kendi toplumunun işlerini yürütecek ve çevresinde
toplanılabilecek bir imamın, seçim yolu ile belirlenmesi yani tayin edilip başa
geçirilmesini kabul etmiştir. Ayrıca İmamlığın, Müslümanların görüşlerine bağlı
bir iş olduğunu da savunan İbadîler, kendileri, düşmanların sahip oldukları
insan, silah, at, erzak vs. sayısının yarışma sahip oldukları an imam seçmenin
gerekli bir iş olduğunu da söylerler.
Sonuç; Ehl-i Sünnet İmam tayininin, Ehl-i Sünnete göre Sem'an (naklen)
vacip olduğu; Mu'tezile aklen ve mantıken zorunlu olduğu; Şia ise, imametin
aklen vacip olmayıp, Allah'ın kullarına bir lütfü olduğu inanandadırlar. [39]
Saadettin el-Taftazanî: "Hukuk kitaplarımıza göre Toplumda, dini
canlı tutan, sünnetin uygulanmasını gözeten, ezilenlere adalet getiren ve
herkese haklarını tanıtan bir imam (halife) şarttır" demektedir. [40]
7
Halife Seçilecek Kişide
Aranan Şartlar
El-Taftazanî, halife (veya imam) olacak kişide aranan şartları şöyle sıralar: "Sorumlu, Müslüman, âdil,
hür, erkek müçtehit, cesur, kendisi için bir kamuoyu oluşturmaya yetenekli;
duyma, görme, işitme özürü olmayan; ve de Kureyş kabilesinden olan bir kişidir; eğer bütün bu özellikleri olan bir Kureyşli bulunamazsa, o zaman Kinane
kabilesinden bir üye seçilir. Yoksa İsmail soyundan biri ve onun da yokluğunda
Arap olmayan biri seçilir."
Abdurrezak Sanhoury ise, "Le Califat" adlı eserinde halifede
aranan şartları; "gerçek şartlar", "önemli şartlar" ve
"tartışmalı şartlar" olarak üçe ayınr ve gerçek şartlar olarak a)
Erkek olması, b) Hür olması, c) Ergin olması, d) Sağlam ruhlu ve düşünceli
olması, e) Müslüman olması şartlarını sayar. Önemli şartlar olarak halifenin
fiziksel ve ruhsal açıdan hiçbir özürünün bulunmaması gerektiğini söyler.
Tartışmalı şartlar olarak da şunları sayar: a) Bilim: Bilginlerin çoğu
halifenin müçtehit seviyesinde bilgin olması şartını koşarlar. Böylece İslâm
konularını uygulamakta başarılı olmasını isterler, b) Akıllılık ve Bilgelik:
Çünkü halife hem yönetici, hem politikacı ve hem de diplomat olduğu için İdarî,
diplomatik ve politik yetenekleri de olması gerekir, c) Yiğitlik ve Cesaret:
Savaşta ordu komutanı olduğundan halifenin bu şartları taşıması lazım, d) Soy:
Halifenin Kureyş kabilesinden olması. [41] [42]
El-Maverdî ise hiçbir ayırım yapmadan halife olacak kişide yedi şartın
olması gerektiğini söyler ve şunları sıralar: 1) Her şeyde adalet 2) İlahî
hukukun genel prensipleri ve özel durumları içerisinde içtihat yapacak bilgide
olmak. 3) Görme, işitme ve konuşma hastalığı olmamak ve eldeki verilerden
doğrudan yararlanabilme yeteneğine sahip olmak. 4) Hareketine engel olacak
vücut sakatlıkları olmamak. 5) Tebasının yönetimine sağlıklı bir karar vermek
ve onların çıkarlarını korumak. 6) Devleti korumak ve düşmanı yenmek için
önemli olan güç ve cesaret. 7) Soy zira
halife Kureyş'ten olması gerekir. [43])
El-Gazalî ise imametin şartlarım, müslümanlık ve mükelleflik olduktan
sonra şu beş maddede toplar: 1) Erkeklik, 2) Haramdan sakınma ve adaleti uygulama,
3) İlim, 4) Toplumun işlerini görme yeteneği, 5) Kureyş kabilesinden olmak. [44])
İmam-ı Azam Ebû Hanîfe'ye göre, halife Kureyş'ten olmalıdır. [45])
Ayrıca o, hilafet konusunda Hz. Ali taraftarıdır. Yani hilafet Hz. Ali'nin Hz.
Fatıma'dan doğma çocuklarının hakkı olduğu inancındadır. [46])
Genellikle Ehl-i Sünnet halifenin Kureyş'ten olması konusunda
birleşmişlerdir. Yalnız bu görüşü kabul etmeyen mezhepler de kişiler de vardır.
Mu'tezile ve Haricîler bu görüşe karşı çıkmaktadırlar. Ayrıca İbni Haldun gibi
bazı sünnîler de bu görüşü silmeğe çalışırlar. [47])
Haricîlerin karşı çıkmalarının nedeni ise genellikle çöl Araplarından olan Haricîler içerisinde köyde ve kentte
oturanların sayısı azdı. Bunlar İslamiyet'ten önce fakirdiler. İslamiyet'ten
sonra da maddî durumlarında fazla bir iyileşme olmamıştır. İslâm sevgisi
kalblerine girdi fakat, düşünceleri basit ve sade kaldı. Bu şartlar altında dar
akıllı ve kuru dindar, alıngan bir insan topluluğu ortaya çıktı. Maddî
yoksulluk içinde olan Haricîler daha
ziyade kuvvetli bir iman ile fanî dünyanın zevklerini önemsemediler ve ahiret
nimetlerine değer verdiler. Gerek Hz. Ali ve gerekse ondan sonra Emevîler'e
karşı duran Haricîlerin çoğunun inançlarında ihlas üzere oldukları
hissedilmektedir.
Haricîlerin görüşüne göre halifelik, Arap kabilelerinden, soylarından
hiçbir aileye mahsus değildir. Bunu Araplara mahsus edip Arap olmayanları bu
haktan yoksun bırakmak olamaz. Müslümanların hepsi bu konuda eşit haklara
sahiptir.
Hatta haktan ayrıldığı, doğruyu bıraktığı zaman düşürülmesi ve
öldürülmesi kolay olsun diye halifenin Kureyş'ten başkasında olması tercih bile
edilir. Çünkü onu koruyacak güçlü bir kabile bulunmayınca indirilmesi de kolay
olur, demektedirler. 511
Mu'tezile'nin bu konudaki görüşü ise: "...İmamete ümmetin seçmesiyle
gelinir. Çünkü Allah ve Resulü, ismen bir imam bildirmiş değildir. Müslümanlar
da bir isim üzerinde icmâ etmiş değillerdir. İmamın seçimi Ümmete
bırakılmıştır. Aralarında birini seçerler. Allah'ın hükümlerini uygulayacak bu
zât adalet ve iman sahibi müslümanlardan olmak şartıyla, ister Kureyşli, ister
başkası olsun farketmez". İmametin Kureyş'e de, öteki müslümanlara da caiz
olduğuna bütün Mu'tezile ve Zeydiye'den bir topluluk inanmaktadır. 521
Sayısız denecek kadar şube ve kollara ayrılmış olan Şia'nın bu konudaki görüşüne gelince onlar
Hz. Ali'nin ve zürriyetinin imamet haklarını inançlarına katmışlardır. 531
O halde onlar da Hz. Ali dolayısı ile Kureyş'i benimsemektedirler, diyebiliriz.
Ebû Hanîfe de dahil, Ehl-i Sünnetin ileri gelenlerinin de birleştiği
"Halife Kureyş'ten olmalıdır" düşüncesi ile hilafeti şeriat
gereğince, yalnız bir kabilenin kanunî hakkı olarak görmek yanlış olsa gerek.
Bu düşüncenin gerçek nedenini tarihî açıdan inceleyecek olursak o döneme ait
şartları göz önüne alarak bir sonuca varabiliriz. O dönemde bütün müslümanları
bir araya getirecek gücün iyi incelenirse Kureyş olduğu ortaya çıkar. O dönemde
Medinelilerden seçilecek bir halife bütün müslümanları birleştirmekte çok zorlanır
ve başarısız olurdu; böylece müslümanlar da bölünürdü. Bu gerçeği gören Ebû
Bekr, Ömer, Abdurrahman bin Avf gibi Mekkeli müslümanlar, Medineli birinin
halife seçilmesini sakıncalı görmüşlerdir. İslam öncesinde olduğu gibi, o
dönemde de Kureyş'in bütün Araplar üzerinde büyük etkileri vardı. Bu konuda
İbn Haldim şöyle der: "O devirdeki İslâm Devletinin asıl savunucusu ve
koruyucuları Araplardı. Bu bakımdan kendi aralarında birlik içinde bulunmaları
gerekiyordu. Arapların o zaman ki düşüncelerine göre imamlık Kureyş'in
elinde olduğu sürece birliği sağlamak çok kolay olurdu. Yani hilâfet
Kureyş'in elinde olursa Araplar arasında ayrılık olmazdı.
"Halife Kureyş'ten olmalıdır" hadisi ile ilgili olarak W.
Barthold'un ilginç bir açıklaması var: "Mekkeli Kureyşliler, Taifteki
Sakifliler ve diğer şehir halkı başlangıçta Muhammed'e düşmanlık gösterdilerse
de, müslüman topluluğu bir devlet kurduktan sonra onun başına geçtiler.
Muhammed'e "İmam, Kureyşliden olmalıdır" hadisini isnat ettiler.
Zaptedilmiş yerlerde Kureyşliler ve Sakifliler, kentler yapma ve yönetme
işlerinin başma geçtiler."(55)
Halifeler Kureyşten olmalıdır görüşüne karşı çıkan Haricîler ve
Mu'tezile, her müslüman halife olur derken buna delil olarak da
"Başkanınız Habeşli bir köle olsa bile onu dinleyiniz ve itaat
ediniz" hadisini örnek gösterirler. Hatta Mu'tezile'den Dinar ibn Amr'
al-Gatafanî, bir zenciyi bir Kureyş'e tercih ederek, böylece Zenci bir halife
görevlerini kötüye kullanırsa onu düşürmek Kureyş'ten daha kolay olur görüşündedir.
[48]
[49]
[50]
Hilâfetin Kureyş'e ait olduğunu ileri süren Ehl-i Sünnet fıkıh ve kelâm
alimlerinin görüşlerini dayandırdıkları olay şudur: Hz. Peygamber'in ölümü
üzerine yerine geçecek kimseyi seçmek için Ensar'ın (Medineli Müslümanlar),
kendi aralarında topnarak içlerinden birini Halife seçmek isterlerken, Muhacir
Müslümanların toplantı yerine gelerek, onlara, Hz. Peygamberden: "İmamlar
Kureyş'ten olur" şeklindeki bir söz nakledince, Ensar, Peygamberin emrine
uyarak isteklerinden vazgeçmişlerdir."
Bu açıklamayı inceleyen, tarihi açıdan eksik ve yanlış olabileceğini
söyleyen Prof. Dr. Mehmet Said Hatipoğlu şu görüşü ortaya koyar:
"Pek çok Islâm alemini, ehliyette kavmiyet
unsuruna değer vermeyen Islâm akidesine tamamen aykırı bu görüşe sürüklemiş
bükmen mezkûr peygamberi emrin mahiyeti ve ilk hilâfet seçiminin gerçek yüzü
ortaya konulacak olursa, varılacak netice başka türlü olmayacaktır. Meselenin
hafifliğe tahammülü olmaması, bizi ilk kaynaklara inmeye mecbur
bırakmaktadır."(57)
Konuyu derinlemesine inceleyen Hatipoğlu, halifenin Ensar'dan değil de
Kureyş'ten seçilmesini, bölgenin siyasi şartlarının gerekli kıldığını ve bunda
asla Hz. Peygamber'den menkul bir hadisin rolü bulunmadığını belirtir. [51]
[52]
[53]
Kanaatimiz o dur ki, bütün inananları kardeş sayan ve üstünlüğü kişinin
Allah'a olan yakınlığına göre
değerlendiren bir Kur'an ile, hilafet makamının Kureyş’ten olmayan bir kişiye
verilemez görüşünü değerlendirecek olursak bu görüşü Kur'an'ın ruhuna ters
düştüğünü söyleyebiliriz.
Bu konuda son olarak 1924 yılında Halifeliğin kaldırılması sonucunda
Mısır'da toplanan "Mısır Ulemasının Büyük Heyeti İlmiye-i Diniye-i
İslâmiyesi" hilafet konusunda verdikleri kararda hiç Kureyş'ten
bahsetmemektedirler. Hilafetle ilgili olarak şöyle demektedirler:
"Hilafet" (İmamet dahi denir): Din ve dünyaca riyaseti ammedir.
Bunun kıvamı (direk) ve esası milletin mesalihini -yararlarınıgözetmek ve
insanları iyi yönetmektir. İmam hazretleri, Şer'iyat Sahibi (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Hazretlerinin
dininin muhafazasında ve ahkamının tenfizinde ve ahalinin umuru dünyeviyesini
müktezâyı şer'iyet üzere tedbirde onun naibidir.
İmam olan zat, ehli hal ve akdin
biati vasıtasıyla imam tayin olunur. Yahut kendisinden evvel olan imamın halife tayin etmesiyle olur. Velâkin
bununla beraber her halde kendisinin satvetinden ve şevketinden korkarak
reayasının üzerinde hükmü nâfiz olmak şarttır..."
Bu konu ile ilgili olarak Mevdudî "İçtimaî Hilâfet" adı altında ilginç bir görüş ortaya koyarak
şöyle demektedir:
"Sahih, doğru ve caiz
olan seçim usulleriyle hilâfet
müessesesini ellerinde bulunduran fertler veya gruplar, kendilerine tevdi
edilen bu vazife dolayısıyla, diğer insanlardan farklı herhangi bir hususiyete
veya üstünlüğe sahip olmamaktadır. Esasen hilâfet ne bir ferdin, ne bir
hanedanın, ne de herhangi bir ailenin inhisarı altındadır. Belki böyle bir
otorite ancak Cemaatın hakkıdır... "Elbetteki onları yeryüzünde halife
kılanz..." hükmüne göre bütün müslümanlar fert fert, eşit şekilde ve aynı
imkanlarla halife olmak hakkına haizdir. Herhangi bir ferdin veya zümrenin, mü'ıninlerin
elinden bu hakkı almaya selahiyeti olmadığı gibi, hususî olarak hilafetin
sadece kendilerine ait bulunduğunu iddia etmelerine de imkan yoktur, işte bu
gibi sarih prensipler. İslâmî hilafet müessesesini saltanattan (mülkiyet),
zümre hakimiyetinden, ruhban sınıfının otoritesine dayanan hükümet
şekillerinden ayırmaktadır..."
8
Halife Tayini ve Biat
Yukarıda söz edilen Mısır alimlerinin aldıkları karara göre halife, ehli
hal ve akdin biati ile tayin olunur veya kendisinden önce halife olanın tayin
etmesiyle olur. Önemli olan, bu işe uygun kişinin seçilmesi ve halkının
üzerinde etkili olmasıdır. Ayrıca halife tayini yenme, üstün gelme (taglib)
yoluyla da olur. Bir kişi halifeyi yenip makamını ele geçirirse önceki halife düşürülür.
Geçmiş dönemlerde halifelerin çoğu için bu durum görülmüştür. Bu hükümlerin
çoğu Hanefiye seyyitlerinin açık delillerinden alınmıştır., demektedirler. 601
Ebû Hanîfe'nin bu konudaki görüşü ise, umumun halifeyi seçmesi, halifenin
iktidar makamına geçip sultayı ele almasından önce olması gerekir. Yani önce
seçim yapılır seçimden sonra makamına geçer. Yoksa makamına geçtikten sonra
biat edilmek suretiyle seçilmiş sayılmaz. 611
İbâdiye ise imametin, vasiyet veya tayinle değil, ancak toplumun icmaı, yani
serbest seçimle gerçekleşeceği, konusunun kendilerine temel bir prensip edin[54]
[55]
inişlerdir. Onlara göre seçim için gerekli şart biattir. Biat iki adımda
tamamlanır. İlk adımda imam ya Abdurrahman b. Rustem (784-5)'in Emîru'l-Mu'ıninin
Ömer b. elHattab örneğini özleyerek oluşturduğu altı kişilik şûrâ tarafından,
ya da uzun süre Basra'da, sonra da Uman'da mevcut İbâdî Meşayihi'nce seçilir.
Oluşturuları şûrâ veya fırkanın ileri
gelenleri tarafından meydana getirilen bir meclisin liyakatini tesbit ettiği aday,
kendi biatlari ile halka sunulur ve onların da biatları alınır. Bu orada Basra
Meşayihinin, çeşitli bölgeler için doğrudan doğruya imam tayin ettiği de
görülür. Biat'ın ikinci adımı, Şûrâ'nın kendi biatlarını vererek imamete aday
teklif edildiğini bildirmeleri üzerine, orada bulunan topluluğun bu seçimi
onayladıklarını bildiren biati vermeleridir. Bu ikinci adım çok önemlidir.
Çünkü halk biatini isteyerek vermemişse, seçilen aday imam unvanını meşru
olarak almış olmaz. [56])
Halife tayini ve biat ile ilgili olarak, İslâm'ın ilk dört halifeleri olan Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz.
Ali'nin halife seçilişlerini daha önce belirttik. Hz. Ebû Bekr, Saidoğulları gölgeliğinde yapıları tartışmalar sonucunda, önce, orada bulunan
topluluk, sonra da Mescitte Medine'nin geri kaları halkının biat etmeleri sonucu hilafet
makamına gelmişti. Hz. Ömer ise, Hz. Ebû Bekr'in Medine halkı ile yaptığı
istişare sonucunda yani Ebû Bekr'in vasiyeti üzerine halkın benimseyip biat
etmesi ile halife olmuştu. Yalnız bu arada onun vasiyetle halife tayin edilişi
tartışmalara da neden olmuştu. Tayinin meşveretsiz olduğu ve sünnete de uygun
olmadığı ileri sürülmüştü. [57])
Ama, yine de kendisine biat edilmişti. Hz. Osman'ın halife seçilişi ise, Hz.
Ömer'in oluşturduğu altı kişilik şûrâ tarafından yapıları seçim sonucu olmuştu ve halkı da biat
etmişti. Hz. Ali'nin halife seçilmesine gelince, Hz. Osman'ın öldürülmesinden
sonra Medine halkının, kendisini halife seçmesiyle olmuştu.
Bu seçim şekilleri, bugünkü seçim şekilleriyle karşılaştırılacak olursa
belki ilkel, biraz da anti-demokratik olarak görülebilir. Yalnız olayları günün
şartları içerisinde inceleyip
değerlendirmek gerekir. Bu günün şartları ile o günün şarları çok farklıdır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz
ki, o günün şartlarında yapıları o
seçimler, bu günün şartlarında yapılanlardan farksızdır. O günün imkanları
ancak o tür seçim yapmağa uygundu. Belki bu günün şartlarında bugün, o tür bir
seçim yapılsa antidemokratik diyebiliriz. Ama araştırmacılar olayları
değerlendirirken o günün şartlarım da göz önünde bulundurmaları lazımdır. O
dönemde, İslâm devletinin başkenti olan Medine'de
Hz. Peygamber'in ashabı tarafından yapıları
bu seçimleri öteki müslümanlar tarafından da bazı istisnalar dışında
genelde kabul görmüştü.
9
Halife'nin Yetki ve
Sorumlulukları
Halife, bazı çevrelerce sanıldığı gibi, otokrat bir hükümdar değildir.
Halifenin yargılama ve yürütme yetkileri oldukça genişse de, yasama alanında
asla sınırı aşamaz. Gerek halife gerekse hâkim, her ikisi de, kanun karşısında
saygıyla eğilirler. (64) Ayrıca halife olan
kişi, kendisine verilen görev dolayısı ile, diğer insanlardan farklı
herhangi bir özelliği ve üstünlüğü de yoktur. [58] [59])
Halife papalıkta olduğu gibi "ruhanî hükümdar" da değildir. [60])
Halife, kısaca İslâm'ın yeryüzünde bizzat temsilcisi ve takipçisidir. [61]
İmam Ebu Yusuf'a göre halifenin görevleri şunlardır:
1.
Allah'ın tayin ettiği sınırları korumak
2.
Hak sahiplerinin haklarım
tam olarak araştırıp kendisine vermek
3.
Salih hükümdarların kural
ve kanunlarım yenilemek (Geçmişteki zalim hükümdarların terk ettiği hususlar)
4.
Zulme manî olmak, halkın
şikayetlerini araştırıp nedenlerini ortadan kaldırmak
5.
Halka, Allah'ın hükümlerine
itaat etmesini telkin etmek ve kendilerini günah işlemekten korumak ve menetmek
6.
Allah'ın kanununu hem
kendisi, hem de halkı için eşit bilmek, hükümlerini aynı şekilde uygulamak,
kimseyi farklı şekilde gözetmemek ve ayırmamak
7.
Meşru şekilde halktan vergi
almak ve toplanan vergileri meşru yerlerde kullanmak [62] [63]
[64])
Buna göre hilafet yönetimi, kendine özgü üç özellikle öteki yönetimlerden
ayrılmaktadır. 1. Halife dinî ve siyasî vergileri toplar 2. Hz. Peygamber’in
yerine vekillik ettiği için yönetiminde İslâm hukukunun esaslarının
uygulanmasını sağlar 3. İslâm birliğini temin etmesi gerektiğinden, bütün
müslümanlar üzerinde halifenin genel bir otoritesi vardırS&M
Bunun dışında insan olarak halifenin öteki insanlardan bir üstünlüğü yoktur.
İlk halife Hz. Ebû Bekr, yaptığı ilk konuşmasında: "Evet, ben en
hayırlınız olmadığım halde size idareci oldum. Eğer doğru yol üzere olursam
bana yardımcı olunuz, eğer saparsam beni düzeltiniz" sözü de bu hususa
ışık tutmaktadır.(70)
10 Dört Halife Devrinden Sonra Hilâfet
a)
Emevîler Dönemi
Hz. Ali'nin öldürülmesinden sonra, yerine büyük oğlu Hz. Haşan, Küfe
kenti ile ona bağlı olan yerlerin halkı
tarafından oy birliği üe halife seçildi. Ancak, güçlü Muaviye karşısında
tutunamayacağım anlayınca, anlaşma yoluna gitti. Bu anlaşmaya göre Muaviye
ölünceye kadar Halife kalacak, öldükten sonra da, Hz. Ali'nin küçük oğlu Hz. Hüseyin
halife olacaktı. Böylece Muaviye bu anlaşma ile müslümanları yeniden bir bayrak
altında toplamıştı. Bunun için bu yıla "Birlik Yılı" adı verilmişti. [65]
[66]
[67]
[68]
[69]
[70]
Muaviye halife olduğu zaman İslâm toplumu üç gruba ayrılmış bulunmaktaydı:
1.
Suriye ve öteki
bölgelerdeki Umeyye Oğulları taraftarları
2.
Hz. Ali taraftarları ki onun soyunun halifeliğe, Muaviye ve öteki
halifelerden daha layık olduklarına inanıyorlardı.
3.
Haricîler ki bunlar her iki
gruba da karşı idiler. 721
Bu gruplardan ve görüşlerden yukarıda bahsetmiştik.
Muaviye, bazı rivâyetlere göre, kendi ölümünden sonra Hz. Hüseyin'in halife
olmasını kabu ettiyse de daha sonra bu fikrinden cayarak oğlu Yezid'i yerine
veliaht bırakmıştı. Böylece Muaviye ölünce Yezid babasının yerine geçti. O,
bazı haberlere bakılırsa, kendisi için tehlikeli gördüğü Hz. Hüseyin'i Kerbelâ
denilen yerde öldürttü. 731
Muaviye ile 661 yılında başlayan Emevî saltanatı 750 yılma kadar sürdü.
Bu süre içerisinde on dört Emevî halifesi iktidara geldi. 741 Bunlar
içerisinde Ömer b. Abdulaziz gibi çok değerli halifeler de vardı. 751
Emevîlerin iktidarı ele geçirmeleri ile birlikte, artık, ilk dört halife
döneminde uygulanan seçim usulu de ortadan kalkarak, halifelik babadan oğula
veya Emevî soyundan olanlar arasında varlığını sürdüren bir saltanat, sultanlık
kurumu durumuna geldi. 761
Bu arada Hicaz bölgesi içerisinde Abdullah ibni Zübeyr de halifeliğini ilan etmiş ve Emevîler'e karşı cephe almıştı.
Emevîler'i dokuz yıl uğraştıran Abdullah, Emevî kumandanı Taifli Haccâc bin
Yusuf tarafından Mekke'nin kuşatılması ve mancınık yağmuruna tutulması sonucu
692'de öldürülerek Hicaz bölgesi tümüyle Emevî'lere kazandırılmıştır. [71]
Abdullah ibni Zübeyr'den sonra da Emevîlere karşı ayaklanmalar ve hak
iddia etmeler durmadı. Haricîler, durmadan ayaklanıyorlar ve Emevî halifelerini
tanımıyorlardı; Kûfe'de kendi halifelerini seçiyorlardı. [72] Emevî devletinin sınırı Arap topraklarım
aştıkça, teba durumuna düşen halk, yabana ırktan olan istilacılara karşı köklü bir nefret
besliyorlardı. Hz. Ali ve çocuklarına yapılanlar, giderek Emevîlere karşı kin
oluştururken Hz. Ali ve çocuklarına karşı da büyük sevgi oluşturarak Şiilik'in
doğmasını sağlıyordu. Bu arada bir kurtarıa veya Mesih beklentisi başlıyordu. [73]
[74]
Buna rağmen, Emevî devleti 750 yılma kadar varlığını sürdürecektir. Emevî
devletinin sınırları, doğuda Hindistan ve Türk ülkelerine; Kuzeyde Azerbeycan,
Ermeniye ve Bizans ülkelerine; batıda Afrika ve Endülüse kadar genişlemiştir. 8
b)
Abbasîler Dönemi
750 yılma doğru, Emevî devletinin her tarafında düzene karşı ayaklanmalar
başladı. Arapları savaşa şiddetli düşkünlük sarmıştı. Şiiler ve Haricîler
yeniden baş kaldırmaya başlamıştı. Yalnızca Suriye garnizonları hanedana sadık
kalıyorlardı. Bu arada kurtarıcı Mehdî'nin gelmesinin yaklaştığına inananlar
vardı. Bunlar, Mehdi'ye yer hazırlayacak olan
bir yıkıanın olması gerektiğine inanıyorlardı ve Emevîlerin beyaz
bayraklarına karşı olarak siyah bayrak açmışlardı; aynı zamanda bu siyah renk
Ehl-i Beyt şehitlerine tutuları yası da
ifade ediyordu. 811
Haşim oğullarının bu siyah bayrağı altında toplananlar Emevîlere karşı
harekete geçiyorlardı. Ayrıca bu sırada doğudan Horasanlı Ebû Müslim de ordusu
ile Haşim oğullarını destekliyordu.
Emevîlerin son hükümdarı D. Mervan ( 744 749 ), Zab suyu kıyısında yaptığı
savaşta yenildi ve Mısır'a kaçtı. Daha sonra Mısır'da yakalanarak öldürüldü.
(750)(82)
Bundan sonra Abbasîler iktidara gelecektir. Abbas oğullarının ilk
halifesi Ebû'l-Abbas el-Mehdî, Küfe camiinde okuduğu hutbe ile saltanata
başladı.
Ne var ki, Abbasîler devrinde de ideal adâlet ve bütün teb'anın eşitliği
gibi meseleler yine bir hayal olarak kalmıştır. Hatta öyle zulümler yapılmıştır
ki bu zulümleri şair Ebû'l-Atâ:
"Keşke Benû Mervan'ın zulmü geri gelse
Keşke Benu'l Abbas'ın adaleti cehenneme girse"
diyerek dile getirmiştir. [75]
[76]
[77])
Abbasîler saltanatı, 749 yılından başlayarak 1258 yılında, Hülâgû
tarafından Bağdat'ın alınması ve Moğolların başkenti yakıp yıkmaları ile son
bulur. [78])
Beş yüzyılı aşkın bir süre Halifeliği ellerinde bulunduran Abbasîler döneminde
de hilafet kavgaları eksik olmamıştır. İlk Abbasî halifesi Ebu'l Abbas'ın
amcası Abdullah b. Ali, yeğeni Mansur halife olunca (754) ona karşı halifelik
iddiası ile ayaklanmışsa da yakalanarak hapsedilmiştir. [79])
Abbasîlerin iktidara gelmelerinden önce Emevîlerin yıkarark yerine Haşimî
soyundan bir halife geçirmek söz konusu olunca, Medine'de Mansur'un da içinde
bulunduğu Haşimîler'den oluşan bir topluluk, Hz. Ali soyundan Muhammed Mehdî'ye
biat etmişlerdi. Halifelik Abbasîlere geçince Mansur bu olayı hatırlayarak
rahatı kaçıyordu. Bu arada Muhammed Mehdî'nin yakalanmasını emrettiyse de yakalatamadı.
Basra ve Medine'de Mehdî'nin halifeliği tanındı ise de Mehdî, Abbasîlere karşı
yaptığı savaşta yenildi ve başı hilafe Mansur'a gönderildi.
ba) Abbasîler Döneminde Fatımî Halifesi
Bundan sonra da Hz. Ali'nin soyundan gelenler hilafetin kendilerine ait
olduğu iddiasıyla sık sık ayaklanacaklardır. Abbasîler bunlara karşı acımasızca
mücadele edeceklerdir. Buna rağmen 969 yılında Hz. Fatıma soyundan geldiklerini
iddia edenlerden bir kısmı önce Kuzey Afrika’da, daha sonra da Kahire’yi işgal
ederek Mısırda Fatımîler Devletini kurmuşlardır ve Kahire’yi de kendilerine
başkent yapmışlardır. Fatımîler, Abbasî hakimiyetini tanımadıkları gibi kendi
halifeliklerini de ilan etmişlerdi. Çok
iyi yetiştirilmiş propagandacı ve taraftarları ile doğu bölgelerinde Abbasî
hilafetine karşı mücadele veriyorlardı. [80]
bb) Abbasîler Döneminde Endülüs Emevî Halifesi
Daha önce Ispanya'da Endülüs Emevî devleti kurulmuştu. Bu devletin kurucusu
Abdurrahman bin Muaviye bin Hişam bin Abdülmelik idi. Abbasîlerin katliamından
kaçan Abdurrahman, zorluklarla Endülüs'e ulaşarak oradaki emirlere karşı
verdiği mücadele sonunda Emevi devletini kurmayı başarmıştı.(756) Ama kendisine
Emirü'l-Mü'ıninin dedirtmeden, yalnızca emir ünvanı ile yetinmişti. [81]
Daha sonra 928 yılında ise m. Abdurrahman, siyasî hayatının en anlamlı
haraketini yaparak, Halife ve Emiru'l-Mü'ıninîn Unvanını ile birlikte en-Nâsır
Lidinillah (Allah'ın dinine yardım eden) Unvanını da kullandı. [82]
[83]
[84]
Böylece Abbasîler döneminde üç değişik bölgede üç ayrı halife çıkmıştır.
Aynca Abbasî ailesi içerisinde de hilafet konusunda çatışmalar eksik
olmuyordu. Abbasî halifeleri, başta hanlılar ve Horasanlılar olmak üzere
Arapların dışındaki güçlerin yardımlarıyla iktidara geliyorlar ve iktidarda
kalıyorlardı. Örnek olarak Harûnu'r-Reşîd'in oğulları Emîn ile Me'ınûn arasında
yapıları hilafet mücadelesini hanlıların
desteklediği Emîn'e karşı Türklerin destekleridği Me'ınun kazanmıştır. Daha önce
hanlıların etkisinde olan Abbasîler, bu
olaydan sonra artık Abbasî Halifeliği'nde Arapların yönetimdeki ve siyasetteki
ağırlıkları bütünüyle sarsılmış, eski Sâsânî kültürünün varisi olan hanlılar yalnızca fikir, sanat ve yönetimde
birinci mevkii alırken, askerî ve siyasî kuvvet bütünüyle büyük türk kumandanların
eline geçmiştir. 8 Neticede
halife seçiminde ve tayininde iç güçlerle birlikte dış güçlerde etkili olmaya
başlamıştır.
bc) Abbasî Halifelerinin Özellikleri
Emevîler döneminde, bir Bedevî Arap Saltanatı olarak görülen hilafet;
Abbasîler döneminde İslâm halifesi, Sasanî hükümdarlarına benzeyen bir durum
almıştır. Bundan başka yine Bizans ve han kuramlarından bilinçsizce alman ve
İslâm ruhuna bütünüyle yabana olan bir
diğer olay ise, Abbasîlerin hükümdarlarına yalnız cismanî değil ruhanî bir
başkan mahiyeti vermeleri olmuştur. 9 İlâhî, kutsal bir kökten geldiğine inandıkları
bir hanedana bağlılıkı hükümdarın mukaddes ve İlahî bir hüviyet taşıdığına
inanmak, bütünüyle dinsel bir kimlik gösteren Sasanîler dönemi İran'ın
özelliklerindendi. Abbasî halifeleri de bu dinsel görünümü, Hıristiyan
dünyasındaki hem imparator hem de papa ve eski İran geleneklerinden olarak dinî
ve siyasî başkan oluyorlardı. Yani İran geleneklerine İslamî bir şekil vererek
İran etkisi altında kalıyorlardı. Oysa Emevî hükümdarları Bizanstan aldıkları
egemenlik fikrini uygularken cismanî güçlerini (otorite) hukuken değilse de
fiilen dinî esaslara dayandırmıyorlar ve böylece de, yavaş yavaş teokrasi
yönetiminden ayrılıyorlardı. Arap kabilelerine ve kent aristokrasisine dayanan
Emevîler bir Arap İmparatorluğu olduğu halde Abbasî devletine Arap sıfatım
vermek tarihî açıdan mümkün değildir. Çok gösterişli, her şey inceden inceye
hazırlanmış özel protokol kurallarına bağlı görkemli bir saray hayatı,
halifenin mutlak vekili olarak bütün işleri yöneten bir büyük vezirin varlığı,
Abbasî halifesini halktan ayrı, herkesin ve herşeyin üstünde, kutsal ve mutlak
bir varlık haline getirerek, sanki cismanî ve ruhanî güçlere sahip bir Sasanî İmparatoru
(Şahansah) durumuna getirmişti. 911
bd) Abbasîler ve Selçuklu Devleti
Müslümanlığın altın devri sayıları
Abbasîler zamanında yukarıda da bahsedildiği gibi Endülüs Emevîlerinin
ve Fatımîlerin kuruluşları ile siyasî birlik parçalanmış ve ayrıca Asya'da ve
Avrupa'da önemli parçalanmalar olmuş, Abbasî halifeliğini yalnızca görünüşte
tanıyan bazı bağımsız devletler de ortaya çıkmıştır. Büyük Selçuklu Devletinin
kuruluşundan sonra ise, Abbasîlerin maddî önemi kalmamıştır. Tuğrul Bey,
Bağdat'a kadar gelerek Halifeyi, Şiî Büveyhilerin baskılarından kurtarmıştır.
Halife bu iyiliğine karşı Tuğrul Bey'e tac giydirmiş, kılıç kuşatmış ve
"Dünya (doğu ve batı) Sultanı" ilan
etmiştir. Ayrıca kendisine "Dinin temeli" (Rüknü’d-din) ve
"Halifenin ortağı" lakaplarını da vermiştir. Böylece Türklerin
İslâmdan önce de inançlı bir şekilde taşıdıkları "dünya egemenliği
fikri" İslâm döneminde de Tuğrul Bey ile yeniden tarih sahnesine
çıkıyordu. Bundan sonra Tuğrul Bey ile İslâm dünyası egemenliği Türklerin eline
geçiyor Selçuklulardan sonra da Osmanlılar ile devam ediyordu.
Abbasî hilafeti, Moğolların 1258 yılında Bağdat'ı işgal ederek, çoluk
çocuk, yaşlı, hasta demeden bütün kadın-erkek herkesi kılıçtan geçirmeleri ve
halifeyi de idam etmeleri ile son buluyordu.
Bu tarihten sonra Abbasî hilafeti, 1250 yılında kuruları Memlûk devleti Sultanlarından Baybars
(1260-1277)'ın Mısır ve Suriye'deki egemenliğini güçlendirmek için bu hilafeti
yeniden Mısır'da tesis etmesiyle devam edecektir. [85]) Yalnız
hilafetin Mısır'da yeniden kuruluşunda Abbasîlerin hiç bir etkisi olmamıştır,
ayrıca Mısır'daki Abbasî halifelerinin siyasî hiçbir güçleri de yoktu. [86])
I. BÖLÜM
OSMANLILARDA HİLAFET
VE MEŞİHAT
A) HİLAFETİN TÜRKLERE GEÇİŞİ
1)
Mısır'ın Alınışı ve
Hilafetin Osmanlı Sultanına İntikali
n. Mütevekkil'den (884-903. 1479-1497) sonra Mısır Abbasî halifesi olan Müstemsik (903-914. 1497-1508) herhangi bir
yetkiye sahip olmaksızın bu makama oturdu. Babasından devraldığı bu makamı,
ihtiyarlığı ve gözlerinin zayıf görmesi sebebiyle akdedilen bir mecliste oğlu
Mütevekkil'e devrettiğini açıkladı.
Mısır Abbasî halifelerinin sonuncusu III. Mütevekkil (914-922. 1508-1516)
Memluk Sultanı Kansuh el-Gavrî ile Mercidabık savaşma katılmış ve Yavuz Sultan
Selim'e esir düştü (1516). Mısır'ın fethinden sonra Yavuz onu İstanbul'a
gönderdi. Yavuz'un ölümünden sonra Mısır'a dönen n. Mütevekkil, 1543 yılında
ölümüne kadar burada yaşadı.
Yavuz Sultan Selim, büyük itibar gösterdiği Mütevekkili beraberinde
Ridâniye seferine götürdü ve Tubanbey'e karşı onun nüfusundan yararlanmak istedi.
Fakat, İstanbul'daki ikameti sırasında Yavuz'la Mütevekkilin arası açıldı;
saygısız ve sorumsuz davranışları, müsrifliği ve hileleri sebebiyle Mütevekkil
Yedikule'de tutuklandı. Mütevekkil ömrünün son yıllarım huzursuzluklar içinde
geçirdi ve sıradan bir vatandaş gibi ölüp gitti.
Mısır'ın fethinden sonra Yavuz Sultan Selim halifelikle ilgili
imtiyazları şahsında topladı ve Mütevekkil "halifelik hakkı"nı ona
devretti, hilafet OsmanlIlara geçti. Böylece Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim
Mısır Memlûk devletinin varlığına son verdi ve Mısır Abbasî halifeleri de onun
Mütevekkil'den hilafeti devralması ile birlikte saltanattan düştüler. Yavuz
halifenin akrabalarım, nüfuzlu âlim, şeyh ve beylerden tehlikeli olanları,
mimar, mühendis vs. gibi sanatçıları deniz yolu ile İstanbul'a gönderdi. 11
Yavuz, Mısır'ı alınca, cuma namazım Melik Müeyyed camiinde kılmış ve
hatip hutbede, Yavuz adına "Hadimü'l-Haremeyh'ş-Şerefeyn" diye hutbe
okurken başındaki sarığını çıkarıp, seccadeleri kaldırıp verdiği bu büyük
nimete karşı Allah'a şükretmek için toprak üzerine secdeye kapanmıştır. Hatip
minberden ininceye kadar da ağlamıştır. Namazdan sonra hatibe ihsanlarda
bulunmuştur. 21 Bu ihsanla ilgili olarak Hammer'in alaylı bir
şekilde garip bir anlatış tarzı vardır. Güya hutbede hatip
"Hadimü'l-Haremeyni'ş-Şerefeyn sıfatım Yavuz için ilave edince o zamana
kadar Memlûk hükümdarlarına ait olan bu
sıfatın söylenişini; "Şu mahirâne dikkat Selim'in hırsına pek uygun geldi;
aşırı şükran ile bin dukadan fazla değeri olan
kaftanmı çıkararak damarım okşayan hatibe verdi" derken, Hammer bir
zafer sonunda doğuya özgü ihsanda bulunma adetini bilmediğini ortaya
koymaktadır. 31
Mısır'ı fethinden sonra Hz. Hasan'ın soyundan Hicaz şerifi
Şerifü'l-Bereket ibn Muhammed, Padişah'a Kâbe'nin ve Hz. Peygamberin türbesinin
anahtarlarını, Mekke ve Medine'deki Kutsal Emanetleri(41, ayrıca
uygun ve değerli armağanlar ile birlikte kendi oğlu Şerif Ebû Numey'i tebrik
için göndermiştir. Yavuz da Ebû Nümey'e gerekli ilgiyi gösterip babasına da
kıymetli hediyeler ile birlikte iki kutsal kent olan Mekke ve Medine halkına dağıtılmak üzere eşya
ve yiyecek göndermiştir.
Yavuz Mısır'da iken, Mısır'a komşu olan
ülkelerin hükümdarları da değerli hediyelerle elçilerini gönderip Selim
Han'ı tebrik etmişler ve itaat ettiklerini bildir[87] [88]
[89]
[90]
inişlerdir. Ayrıca Arap Şeyhleri ve kabile başkanları da huzura gelerek itaat
ettiklerini bildirmişlerdir. [91])
Yavuz Sultan Selim, iki yıl iki ay süren ve Osmanlı tarihinde
padişahların bulunduğu en uzun sefer olan Mısır Seferinden 25 Temmuz 1518'de İstanbul'a
dönmüştür.
İstanbul'da, Büyük Cihangiri karşılamak için kıyametler kopmaktadır. En
büyük karşılama törenleri hazırlanmıştır. Yüzbinlerce halk en içten
duygularıyla hükümdarlarına alkış tutmak için aylardan beri beklemektedir.
Yavuz'un bütün gösterişi ise devlet işlerindedir. Özel hayatında ise utangaç,
sade ve sakindir. Son derece sade giyinmektedir. İstanbul'daki durumu
öğrenince utandığı için birkaç kişi ile kayığa binerek gizlice Topkapı Sarayına
çıkmıştır. Böylece ertesi gün yapılması gereken tören de yapılmamıştır. [92])
Memlûk Sultanlığının ortadan kalkması ile Osmanlı devletine Asya
kıtasında Suriye, Filistin, El-cezire ve Hicaz; Afrika'da ise Mısır gibi
ülkeler katılmıştır. Mısır'ın güneyinde sınır Nayba'dan Sevakin'e kadar
uzanmıştır. Yavuz bunlara ek olarak hilafeti de alarak İslâm dünyası üzerindeki
etkisini artırmıştır. [93])
Bazı tarihçiler, Yavuz'un İstanbul'da Ayasofya'da yapıları bir törenle hilafeti el-Mütevekkil'den
devraldığını yazarlarsa da [94]),
bazıları da bunun doğru olmadığını söylerler. [95])
O zaman kişi ve devlet olarak hilafeti üstlenecek, Çaldıranda Yavuz'a
yenilmiş şii bir İran şahı ve ülkesi ile çoğunluğunu Hindûların oluşturduğu
Hindistan'da birlik sağlamaya çalışan Babûr Han ve ülkesi, bir de Mısır ve
Hicazı da ülkesine katarak gücüne güç katmış-cihangir bir sultan olan Yavuz ve ülkesi dışında hilafeti yürütecek
bir ülke ve kişi bulunmamaktaydı.
Kuruluşundan yıkılışına kadar Osmanlı devleti İslâm gücünün ve inancının
ilerlemesine veya savunmasına kendini adamış bir devlet idi. Osmanlılar, Avrupa'nın
geniş bir kısmında İslam egemenliğini kurma çabası ile sürekli Hıristiyan batı
ile savaş halindeydiler. Osmanlı Türkü için bütün, Osmanlı toprakları
"Memalik-i İslâm" hükümdarları "İslâm Padişahı", orduları
"asâkir-i İslâm" olarak adlandırılmıştı. Türk sözcüğü, hemen hemen
Türkiye'de kullanılmaz iken, Batı'da Müslüman'ın eş anlamı haline gelmiş ve
Müslüman olmuş bir batılıya, olay İsfahan'da veya Fas'ta olsa bile "Türk
olmuş" denirdi. [96]
[97]
O halde Osmanlı Padişahları bize göre,
halifeliği birçok Emevî ve Abbasî halifelerden daha iyi temsil etmişler ve
uygulamışlardır.
2)
Osmanlı Padişahlarının
Halife Unvanmı Kullanmaları
Mısır'ın fethi Yavuz’un unvanlarım ve imtiyazlarını artıran bir olaydır.
OsmanlI Sultanı'nın unvanlarına "halife",
"hâdimu’l-harameyn" unvanları eklendi. Ancak bazı tarihçiler Yavuz'un
Mısır fethinden önce de halife unvanım kullandığım, ayrıca bu unvanın H.
Bayezid için de kullanıldığını kaydederler. Öyleyse Yavuz Sultan Selim'in
halife unvanım kullandığı kesindir.
Solak-zade Tarihi'nde (s. 97) Yavuz Sultan Selimin ölümü ile ilgili
olarak, "... Aynı yıl şevval ayımn dokuzuncu günü gecesi (23 Eylül 1520)
Perşembe sabaha yakm, bu elem ocağından, selâmet diyarı olan cennet bahçeleri tarafına hırâm eyledi.
Hilafet tacım ve tahtini, hadimü'l-harameyn vasfı ile tekmil edip, saltanat
namusuna müteallik başkanlığı, yegane vâris olan tek evladı Sultan Süleyman Han hazretlerine
ısmarladı..." 1)
Stanford Shaw da, "Osmanlılar Arap dünyasının fethinden sonra bir
süre halife ünvanını kullanmışlardır. Ancak Müslüman hükümdarların önemli bir
şey başardıktan sonra bu ünvanı kullanmaları eski bir gelenektir. Yavuz Sultan
Selim ile halefleri sultan ve "Hadimü'l-Harameyni'ş-Şerefeyn"
ünvanlarından daha başka şeylerle anılmak isterlerdi. Halife kavramı, yalnızca
İslâm dünyasındaki önemlerini belirtmek ve Müslüman dinini ve yasaklarının
yaymak ve savunmak hakkım göstermek için kullanılırdı" demektedir. 121
Sanhoury de, Bağdat'taki Abbasî hilafetinin düşüşü ile halife ünvanmm
önemli şekilde değer yitirdiğinden, başlangıçta Türklerin, bu ünvana fazla önem
vermediklerini söyler ve çok daha sonra XVIII. yüzyılda, Osmanlı devleti
gerilemeğe başladığı dönemde Osmanlı Sultanlarının sahip olduğu bu halife ünvanını
Türk diplomatlarının, Batıklara gözdağı vermek için, Osmanlı devletinin yeni
bir gücü olarak ön plana çıkardıklarını açıklar. 131 Ancak, Halife
ünvanı daha çok Kaynarca Antlaşması sonrası kullanılmıştır.
Gerçekten Osmanlı devleti, Rusya'ya 1774 yılında yenilince 17 Temmuz 1774
tarihinde Küçük Kaynarca'da antlaşma imzalamak zorunda kalmıştı. Bu antlaşmanın
üçüncü maddesine göre Kırım, Bucak, Yedisan, Yediçikül gibi bölgelerde yaşayan
Müslüman ve Tatar Müslümanlarının Osmanlı devletinden ayrılması üzerine
"umûrı mülkiyelerine halel getirilmeyerek umûr-ı mezhebiyelerinin halife olan Osmanlı Padişahı tarafından görülmesi"ne
izin verilmişti. Yani halife oldukları için Osmanlı Padişahları bu kişilerin
dinî işlerini yürüteceklerdi. 141 Bu tarihe kadar Osmanlı Sultanları
halife ünvanma fazla önem vermiyorlardı. Yalnız bu dönemden sonra bu ünvanı
kullanarak yitirdiği askeri gücünü, hilatef gücü ile gidermeye çalışacaktır.
Bu arada Rusya'ya da, Osmanlı devletinde istedikleri yerlerde konsolosluk
açma yetkisi verilmişti ve Rusya, Osmanlı ülkesindeki Ortodoksların koruyuculuğunu
da üzerine almıştı. 151 [98]
[99]
[100]
[101]
Kaynarca Antlaşmasından sonra Avrupa devletleri, Osmanlı devletine artık
"hasta adam" gözüyle bakmaya başlayacaklardır. 19.yüzyıl içerisinde
Osmanlı devletinin çeşitli bölgeleri bu devletler arasında sürtüşme konusu
olacaktır. Boğazlar üzerinde İngiliz-Rus sürtüşmesi, Balkanlar üzerinde
Avusturya-Rusya sürtüşmesi, Mısır üzerinde İngiliz-Fransız sürtüşmesi ve
Osmanlı devletinin Orta Doğu toprakları üzerinde İngiliz-Alman sürtüşmesi
başlayacaktır. 161 Bu devletlerden Rusya, 1815'te Viyana Kongresinde
ortaya, "Şark Meselesi" adı altında, Osmanlı devletinde yaşayan
Hıristiyan halkın davaları ile ilgilenilmesi konusunu getirdi. Bundan sonra
Osmanlı devletinin iç ve dış siyasetinde buhranlı her olay Avrupalılarca
"Şark Meselesi" başlığı altında incelerdi. 171
3)
XVIII. ve XIX. yüzyıllarda
Osmanlı Devletini Etkileyen Hareketler
Osmanlı devleti Avrupa gözünde Hasta Adam durumuna düştükten sonra
Osmanlı devletinin iç politikasını üç değişik akım etkileyecektir. Bunlar
milliyetçilik akımları, ırkçılık akımları
ve evrensel bir güç hareketi olarak İslamcılık. Şimdi bu üç akımı
belirgin özellikleriyle tanıtmak istiyoruz. 181
Milliyetçilik akımları önce
Avrupa'da Fransız ihtilâli ile başlar ve Doğu'ya da yayılır. Osmanlı devletinde
bu akımlar daha ziyade Hıristiyanlar arasında başgösterir. Bu Hıristiyanlar
arasında ayaklanmalar sonucunda, 1829'da Yunanistan 1878'de Sırbistan, Karadağ
ve Romanya, 1928'de Bulgaristan ve 1913'te de Arnavutluk bağımsızlığım elde
ederler. 191
Irkçılık hareketleri olarak Arapçılık (Panarabizm) ve Turancılık ortaya
çıkmıştır. Arapçılık hareketi Osmanlı devleti içerisinde çıkmıştır. Önce
Arabistan yarımadasında XVIII. yüzyılda, Muhammed ibni Abdulvahhap ile
Vahhabîlik ortaya
16.
Armaoğlu, Fahir; 20. Yüzyıl
Siyasî Tarihi, Ankara 1986, s. 51
17.
Karal, Enver Ziya; Osmanlı
Tarihi, c. V. Ankara 1983, s. 203-205
18.
Sanhoury; a. g. e. s.
453-454
19.
Armaoğlu; a. g. e. s. 10
çıkmıştır. Vahhabîler, Türklere baş kaldırarak Necid'de ayaklanmışlardır.
Bundan sonra Yemen*de ve Hicaz'da da ayaklanmalar olmuştur. 201
Bu hareketleri Panarabizm hareketleri izleyecektir. Panarabizmin amaa
federatif bir organizasyon içerisinde Arap ırkının birleştirilmesi düşüncesi
olarak özetlenebilir. Dinleri ne olursa olsun bütün Arapları birleştirmek.
Özellikle Samî ırkından olan ve İran'dan
Akdenize, Toroslar'dan Hint Okyanusu'na kadar olan yerlerin halklarının birleştirmek. 211
Turancılık ise, Turan ırkından olanlar, arkalarında zafer, fetih ve
egemenlik anılarıyla dolu bir tarih bırakmışlardır. Bunlar dil ve ırk yakınlığı
ile birbirlerine bağlanmış; Atlas Okyanusu'ndan Baltık Denizi'ne, Akdeniz'den
Kuzey Denizi'ne kadar olan yerlerde
yaşayan Osmanlı Türkleri, İran ve Orta Asya Türkmenleri, Güney Rusya ve
Kafkasya'nın Tatarları, Sibirya'nın Yerli oymakları, Moğollar ve Mançurlar,
Macarlar, Finliler ve Baltık bölgesinde yaşayan halkları içine alıyordu.
Bunlara Ural-Altay ırkı da deniyorsa da daha çok Turan halkları olarak adlandırılmışlardır.
Bu Turancılık düşüncesi, Rusya Tatarları ile amcaoğulları olan Orta Asya Türkmenleri arasmda doğru ve etkili
de bir politika sergilendi. Başlangıçta OsmanlI Türkleri bunlara pek itibar
göstermedilerse de zamanla slavcılık tehlikesi karşısında bu görüşü
benimsediler. 221
Evrensel bir güç olarak ise İslâmcılık hareketi görülür. Bu hareket geniş
anlamda İslam'ın çıkışı kadar eskidir. Hz. Peygamber, uyrukları bütün
müslümanlardan oluşan evrensel bir devlet kurmuştu. Bu devlet hilafet kurumu
sayesinde varlığım sürdürmüştü. Fakat çok kısa bir süre müslümanlar birlik
halinde kalmışlardı. Emevîlerin düşüşü ve İslam dünyasının bölünmesi ile
hilafet, İslamcılığın simgesi olmaktan çıkmıştı.
Osmanlı devleti zayıflayıp da topraklarım yitirmeye başlayınca, AvrupalIlar
tarafından Hasta Adam'ı paylaşma girişimlerine karşı müslümanları uyandırıp bu
tehlike karşısında birleştirmek amacı ile İsslamcılık hareketi başlatıldı.
Böylece İslam halifesi olarak Osmanlı Padişahı
Abdülhamit, bütün yabana tehlikelere karşı İslam dayanışmasını başlattı ve
İslam'ın her yerde tehlikede olduğunu hissettirdi.
Ne yazık ki, bütün müslümanların birleşmelerinden korkan Avrupa'nın
sömürgeci ülkeleri özellikle İngiltere, Hindistan'ı yitirme korkusu ile
İslamcılığa gönül vermiş olan Cemalettin
Afganî'yi tutuklanmıştır. Afganî aynı zamanda İran'da ve Mısır'da da
İngilizlere karşı halkı uyandırıp ihtilale sevketmiştir, kendisine Muhammed
Abduh da katılmıştır. İslamcılık hareketi, "Jön Türkler"in ihtilali
ile, gerilemiştir. [102]
Jön Türkler ve ittihatçılık hareketine
gelince, H. Abdülhamit'in düşürülmesi için, Avrupa'nın Jön Türkler olarak
adlandırdığı, İttihat ve Terakkîcilerin ihtilalinden (1908) önce, İngilizlerin
desteklediği iki komplo girişimi olmuştu. Bu iki başarısız komplo girişimini İngilizlerin
desteklediği Masonlar gerçekleştirmişti.
İttihat ve Terakki Cemiyeti de, kurucuları Türk olmayan kişiler
tarafından Mason localarından etkilenerek kurulmuştur. [103].
1908 yılında İttihatçıların baskıları sonucunda II. Meşrutiyet ilan edilmişti. Daha sonra 1909 yılında 31 Mart
olayı olarak adlandırılan İstanbul
ayaklanması üzerine İttihatçıların yardımına Selanik'ten Hareket Ordusu yardıma
gelmişti. Padişah Abdülhamit Selanik'ten gelen bu orduya karşılık verilmemesi
için önlem aldırmıştı. [104]
[105])
Bu ayaklanmayı İttihatçılara karşı olan Prens
Sabahattin gibi kişiler düzenlediği halde(26), İttihatçılar
tarafından Abdülhamit tahtadan indirilerek yerine V. Mehmet unvanıyla Sultan
Reşat getirilmiştir. [106])
Artık bundan sonra Osmanlı devletini büyük belalar saracaktır. 1911
yılında Trablusgarb İtalyanlarca işgal edilecek, arkasından 1912 yılında
OsmanlIların hezimete uğradığı Balkan Savaşları başlayacak ve 1914 yılında da
Birinci Dünyâ Savaşı patlak verecektir.
B. ŞEYHÜLİSLAMLIK
1. OSMANLI DEVLET DÜZENİNDE ŞEYHÜLİSLAMLIK
Genel olarak, Osmanlı Devletini ayakta tutan temel "erkan-ı
erbaa"nın seyfiye, ilmiye, mülkiye ve kalemiye sınıfları olduğu kabul
edilir. [107]
Bunlardan ilmiye sınıfı en faal ve
nüfuzlularından idi. Her ne kadar esas konumuz ilmiye sınıfının tarihini ele
almak değilse de daha sonra işleyeceğimiz konunun daha iyi anlaşılmasına
yardıma olacağı ümidiyle bu sınıfı ana hatlanyla tanımak ve faaliyet alanlarım
göstermek istiyoruz.
Osmanlı Devletinde ilmiye sınıfının teşkilatlandığı kuruma Şeyhülislamlık
(Bab-ı Fetva veya Meşihat-ı İslamiye), başındaki şahsa da Şeyhülislam denirdi.
Bu teşkilatta gerçek anlamda alimler bulunduğu gibi, medreseleri bitirerek
herhangi bir dini görevle yükümlü müftü, kadı, müderris, vaiz, imam, hatip ve
ders-i âmlar da bulunurdu. Hatta nakibu'l-eşraflık ve meşayihte bu teşkilatın
çatısı altında toplanmıştı. Şüphesiz ilmiye teşkilatının OsmanlIlardan önceki
İslam devletlerinden intikal eden unsurları vardı. Diğer İslam devletlerindeki
"kadı'l-kudât" ve ona bağlı kaza ve fetva örgütleri OsmanlIlardaki
Şeyhülislamlığın prototipleridir.
Osmanlı uleması şeriatin yorumcuları ve uygulayıcıları olarak, kendisinin
şer'i bir yönetim yapısına dayandığım ilan
eden Osmanlı Devletinde ve toplum hayatında çok önemli bir yer işgal
ediyordu. Ulema, bir bakıma, imtiyazlı bir sınıftı. Zira vergilendimeden ve
askerlikte muaftılar. Hatta, alim sıfatı ile idam bile edilemezlerdi. Eğer
idam edilecek olsalar, önce alimlik sıfatından sıyrılır, ulema kütük
defterlerinden ismi silinir, sonra hüküm infaz edilirdi. Mülkleri devletçe
müsadere de edilemezdi. Ülkenin vakıflarının hemen tamamını ellerinde
tuttuklarından ulemanın ekonomik durumu da iyiydi. [108]
Osmanlı Devletinde "Şeyhülislam" ünvanmın ne zaman kullanılmaya
başlandığı kesin olarak bilinmemekle beraber Fatih Kanunnamesinde "Ve
Şeyhülislam ulemanın reisidir" ifadesi görülmektedir. [109] İlk Şeyhülislam, bazı araştırmacılara göre
Molla Fenarî (1424-1431)'dir. [110]
Osmanlı Devletinde, ilk dönemlerde,
şeyhülislamlar, önem bakımından kazaskerlerden sonra geliyorlardı. Ancak,
sonraları bu makama gelen büyük alimlerden Zenbilli Ali Cemali Efendi (ö.
1534), İbn Kemal (ö. 1534) ve Ebussuud Efendi (ö. 1574) gibi zevat
şeyhülislamlığın itibarını ve önemini artırmışlardır.
îlk zamanlarda müftü ve müderrisler gibi ilmiye teşkilatı mensuplarının
tayini sadrazamın elinde iken, Ebussuud Efendi zamanında, 1574 tarihinde,
sadrazamların cahil olmaları sebep gösterilerek bu iş şeyhülislamlara
bırakıldı. Bu tarihten itibaren kazaskerlerin, kadıların, müftülerin,
imamların, hatiplerin ve bazı meşayihin (post-nişin) tayinleri, sadrazamca yapıları haksızlıkları önlemek gerekçesiyle,
şeyhülislamlığa verildi. [111]
Klasik dönem İslam toplumlarmda olduğu gibi Osmanlılarda da ilmiye
sınıfının başlıca üç faaliyet alanı vardı: 1. İfta (fetva verme), 2. Kaza
(yargı), 3. Tedrisat (eğitim-öğretim). Şimdi bu üç görevi, ifa ettikleri kurumları kısaca tarihi seyir içinde ele alalım:
a)
Yönetimin Danışma
Kurullarında Şeyhülislam
Geleneksel Osmanlı sisteminde ulema, yönetimde karar mekanizmalarında söz
sahibi idi.Şeyhülislamlık tam olarak şekillenmeden önce kadıaskerler, ulemanın
başkam olarak devletin önemli işlerinin tartışıldığı istişarî ve karar meclisi olan Divan-ı Hümayun da üye idiler. Divan'da ele
alman konuların şer'i yönünü izah ederlerdi. Şeyhülislam XVHI. yüzyıla kadar bu
toplantılara, ancak olağanüstü durumlarda çağrılırdı. Bu tarihte sonra ise
düzenli olarak katılmaya başladı. [112]
Şeyhülislamlığın öneminin artmasına paralel olarak imtiyazları ve nüfuzu
da artmıştır. Şeyhülislam, Sultanlarca sadrazamla eşit rütbede tutulmuştur.
Bayramlaşma merasimlerinde Şeyhülislam huzura girdiğinde Padişah, onu bir iki
adım ilerleyerek ayakta karşılardı. Bir veliaht Padişah olup tahta çıktığında
Eyüp Sultan’da düzenlenen Kılıç Kuşanma merasiminde kılıcı Şeyhülislam
kuşandırırdı. Ramazan’ın 26. günü Sadrazamm Şeyhülislamın iftar sofrasma
gelmesi de onun nüfuzunun gücünü ve devlet protokolündeki yerini gösteren
uygulamalardandır. [113]
Şeyhülislam, teoride Sultanı bile indirme yetkisine sahipti. Vereceği bir
fetva ile Sultanın yöneticilik kabiliyet ve ehliyetini kaybettiğini veya
taşımadığını ilan ederek onu tahttan
indirebilirdi. Zira Sultanın üzerinde şeriat vardı. Şeriatın yorumcuları
Şeyhülislam ve onun teşkilatındaki ulema idi. Fakat pratikte, tabii ki,
bulunduğu mevkie Sultan tarafından getirilen, dolayısıyla Sultanın bir memuru olan Şeyhülislam, yine kendisini bu göreve
getirenin, oturduğu makamdan azledebileceğin! düşünerek hareket etmek zorunda
idi. Bu bakımdan dirayetli Sultanlar zamanında böyle bir uygulama görülmezken
dirayetsizlerin başa geçtiğinde Şeyhülislamlar defalarca hal fetvaları
vermişlerdir.
Sultanın, savaş ilanı dahil her türlü tasarrufunu şeriat adına denetleme
ve tecviz etme yetkisine sahip olan Şeyhülislam,
fetvalarını siyasî olarak ta kullanabiliyordu. Bir İslam devletinde
meselelerin İslam kurallarına uygun olup olmadığının bir gelenek olması
yanında, Sultanların, geleneğin ötesinde, politikalarının halkın gözünde
meşrulaştırmak ve neticelerinin sorumluluğunu başkalarıyla paylaşma düşünceleri
de olabilir. [114]
Sözgelimi, Yavuz Sultan Selim'in (1512
1520) Doğu Anadolu bölgesinde başgösteren İran Hükümdarı Şah İsmail ve
Alevîlerle ilgili politika ve tasarrufları, zamanın Şeyhülislamı İbn-i Kemâl
tarafından verilen fetvalarla meşrulaştırılmıştır. Bu fetvalar,
araştırmacıların kanaatma göre dini olmaktan çok siyasî içeriklidir. [115]
XVII. ve XVIII. yüzyıllara gelindiğinde,
genel manada, zaman zaman yönetimi tamamen kontrolünde tutan Şeyhülislamlara
rastlıyoruz. Öyle ki, şeyhülislamların fetvası veya oluru alınmadan Sadrazam
dahil devletin ileri gelen bürokratları bile tayin edilemiyordu. [116]
b)
Adlî Sistemde
Şeyhülislamlığın Rolü
OsmanlIlarda adlî teşkilata mensupları kadıaskerler, kadılar ve onların
emrinde çalışanlardan oluşuyordu. İstanbul'da oturan Rumeli ve Anadolu
Kadıaskerlerinden sonra teşkilata taşra teşkilatının baş sorumluları kadılardı.
OsmanlI toplu ve yönetim yapısında kadıların geniş bir faaliyet ve yetki alanı
vardı.
Yargı görevi olan kadılığın
yanında, noterlik, vakıfların, tüccar ve esnaf loncalarının ve İçtimaî ve ahlak
ve mizamın korunmasından sorumlu ihtisab teşkilatının kontrolü de onda idi.
Ayrıca görev yerinde vali veya kaymakamın istişare meclisinde de bulunurdu.
Bütün ülke topraklarında yayıları şer'i
mahkemelerin baş sorumluları kadılardı.
Tanzimattan önce, hukuk, ceza, ticaret ve diğer
davalar ile müslim ve gayr-i müslim arasındaki davalara tercüman vasıtasıyla
Şeyhülislamın riyaseti alfandaki şer-i mahkemelerin kadılarınca bakılırdı. [117]
Bir çeşit temyiz mahkemesi niteliğinde olan "huzur murafaası" 1838'e kadar
Rumeli ve Anadolu Kazaskerleri ile İstanbul kadısı tarafından Sadrazamın
huzurunda yapılırdı. Bu tarihte yapıları
bir düzenleme ile Şeyhülislamın huzurunda yapılması kanun haline geldi. [118])
c)
Eğitim Sisteminde
Şeyhülislamlığın Yeri
Osmanlı Devletinin kuruluşundan XVIII. yüzyılın sonuna
kadar eğitimin muhteviyatım tamamına yakım İslami idi. Mekteplerin esas hedefi
çocuklara Kur'an okumayı ve ilmihal bilgilerini öğretmekti. Medreseler ise orta
ve yüksek seviyede eğitim veren kuramlardı. Osmanlı Medreseleri, müfredatında
zaman zaman aklî ilimlere de yer vermişse de ağırlık olarak şer’i ilimleri
öğretiyordu. Müderrisler medreselerde, kendilerince yorumlanmış islami
öğrencilerine talim ettirirlerken camilerde de imam, hatip ve vaizler, en az
haftada bir kez Cuma günü, halka hitap etme imkanına sahiptiler.
Sistemin tamamım kontrolünü Şeyhülislamlığın elinde olduğu düşünülürse \
bu durumun halk üzerindeki etkinliğini anlamak da kolaylaşır. Bu günkü anlamda
mediamn olmadığı o dönemlerde "sözlü basın" diyebileceğimiz bir
fonksiyonla halkı yönlendirerek "kamuoyu" oluşturmada ve resmi
politikaları kitlelere benimsetmede ulema tek mercii idi. Geliştirilen
politikalar müftünün fetvasıyla meşrulaştırılıp din görevlileri tarafından
halka sunulduğunda başarı şansı oldukça yüksekti.
1840 lardaki Şeyhülislamlık hakkında Mustafa Ruhi Paşa
şunları yazıyordu: "Şeyhülislamlığın işi fetva vermektir. Bu makam
Sadreynin, yani Rumeli ve Anadolu kazaskerlerinin üstünde olarak ilmiye
sınıfının başkanı ve şer'i mahkemelerin nazırı sayılıp gitgide ilmiye sınıfına
ait tevcihler onun tertibine ve tensibine bırakılmış ve sadrazamla aynı rütbede
tutulmuştur."’'[119]
Kısaca özetlemek gerekirse, yenileşme hareketlerinin
hızlı bir şekilde başlatıldığı XIX. yüzyıla girerken, Şeyhülislamlık,
kuruluşunda hangi fonksiyonlara sahip olursa olsun Osmanlı Devletinde
yönetimde, eğitim ve adliyede hissedilir bir etkinliği vardı. Hatta verdiğimiz
ipuçlarından anlaşılacağı gibi, özellikle eğitimde ve adliyede tek söz sahibi
Şeyhülislamlık çatısı altında teşkilatlanmış olan ulema idi.
2.
ISLAHAT ÇAĞINDA
ŞEYHÜLİSLAMLIK
XIX. yüzyıldaki ıslahat hareketleri çerçevesinde
Osmanlı Devletinin kurumlanılın laikleştirilmesi süresince Şeyhülislamlığın ve
ulemanın devlet ve millet üzerindeki nüfuzu kademeli olarak azaltıldı, n.
Mahmud (1808-1939) devrinden itibaren ilmiye sınıf her alanda kan kaybetmeye
başladı. Bu süreç 1923'te Osmanlı Devletinin arkasından doğan yeni Türkiye
Cumhuriyeti dönemine kadar devam etti.
Tanzimat'ın hazırlık dönemi olarak kabul edilen bu
dönemde ulemanın gücünün ve nüfuzunun kırılmasını dört maddede özetlemek
mümkündür.
1-
Ulema, zaman zaman
Yeniçerilerle işbirliği yaparak Sultanın veya idarenin tasarruflarına karşı
tavır koyabiliyordu. Bunun en yakın örneği 1807'de vuku buları Kabakçı Mustafa isyanı veya ihtilali idi.
Kabakçı, Şeyhülislam Ataullah Efendi (1807 1808) ile yakın işbirliğine girerek
"hareket ve hatt-ı hümayunlarıyla Kur'an'ın takdis ettiği dinî hükümlere
karşı çalışmış bir sultanın hükümdarlığa devam edemeyeceği" yönündeki
fetvasıyla "İslam'ın ve Devlet-i Aliyye'nin âli menfaatlerini" koruduğunu
söylüyordu. 1807'de verilen bu hal fetvasıyla III. Selim tahttan indirilmiş ve
kısa bir süre sonra II. Mahmud tahta çıkmıştı. O ilk başta ulema ile iyi
ilişkiler kurarak onların büyük desteğiyle 1826'da Yeniçerileri ortadan
kaldırdı. Fakat ulema bu yanlış siyasetiyle bastığı dalı kesmiş oluyordu.
Artık, kendi yorumlarına göre yanlış görseler de askerî destekleri yoktu.
2-
Ulema sınıfı, sadrazam ve
Bab-ı Ali ile karşılaştırırsak, daha çok İdarî muhtariyete sahipti. Bu durumda
Sultan için zaman zaman problem doğuyordu. II. Mahmud, ulemanın Yeniçerilerin
ortadan kaldırılmasına olan yardımlarına
bir şükran nişanesi olarak Yeniçeri Ağasının Süleymaniye Camii yanındaki
sarayını Şeyhülislamlığa tahsis ederken bir taşla iki kuş vuruyordu. Artık bu
tarihten sonra ulema devlet bürokrasisinin bir parçası haline geliyordu. Bundan
böyle onlar da sıradan devlet memurları olmuşlardı.
3-
II. Mahmud'un paraya ihtiyacı
vardı. Yapıları savaşlar ve Mısır ve
Yunanistan gibi iki büyük eyaletin kaybı ekonomiyi çok zor duruma sokmuştu.
Buna karşılık yeni ıslahatı yapılabilmesi için ise daha çok paraya ihtiyaç
vardı. Vergilerin artırılması kitlelerin daha çok memnuniyetsizliklerine sebep
olacağından, H. Mahmud için en makul ve problemsiz gelir kaynağı, çoğunluğu
ulemanın kontrolünde olan vakıflara el
koymaktı. Nitekim bir Evkaf Nezareti kurularak vakıfların gelirlerinin bir
kısmına el konmakla ekonomik kaynaklarından en önemlisi ellerinden alınmış
oluyordu.
4-
Bu dönemde ulemanın
nüfuzunu ve gücünü kıran gelişmelerden biri de eğitim alanında oldu. Tamamen
ulemanın tekelinde olan eğitime
alternatif kurumlar ortaya çıkmaya başladı. Başka askerî ve İdarî elemanlar
yetiştirmek için medreseler dışında okullar açıldı. İlaveten 1833'te bir okul
görevi üstlenen Tercüme Odası kuruldu. Bu okulların ulema için tehlikesi
sadece eğitimde başkalarının da söz sahibi olmasıyla sınırlı kalmıyordu. Artık,
ulemanın dizinin dibine oturmayan, onların rahlesinden geçmeyen bir aydın
sınıfı oluşuyordu. Ülkenin İdarî, askerî ve kültürel hayatında etkili olacak olan bu sınıfın bir gün gelip ulemaya rakip
olacağı da muhakkak görünüyordu. [120]
3.
TANZİMAT DÖNEMİNDE
(1839-1876) ŞEYHÜLİSLAMLIK
Bu dönemde de Şeyhülislamlığın faaliyet alanları ve
fonksiyonlarım sınırlandırma politikasına devam edildi.
Tanzimat dönemi reformları geleneksel adlî sistemde
ciddi değişikliklere yol açtı. Devletin sivil yönetiminin yeni yetiştirilen
bürokratlara verilmesi veya onların daha fazla istihdam edilmeleri merkezde
olduğu gibi taşrada da dengelerin değişmesine sebep oldu. Yeni getirilen İdarî
yapıda illerde ve ilçelerde kadılar eskisi kadar söz sahibi değillerdi.
Daha önemlisi bu dönemde hukuk alanında yapıları reformlar ve adliye teşkilatında meydana
gelen değişiklikler ulemanın otoritesini ciddi şekilde sarsıyordu. Uzun bir
zaman yapıları bu gelişmelerden en
önemlileri şunlardı: 1840 tarihli Ceza Kanunu, 1850 tarihli Ticaret Kanunu,
1863 tarihli Deniz Ticaret Kanunu ve 1869-1876 yılları arasında Mecelle. Buna
paralel olarak II. Mahmud arasında kuruları
Meclis-i Vâlây-ı Adliyye 1868 de Divan-ı Ahkâm-ı Adliye ve Şuray-ı
Devlet (Danıştay) adlarıyla iki ayrı daireye bölündü.
Şuray-ı Devlet'in kurulmasıyla şeyhülislamlık kazaî
fonksiyonlarının bir kısmım kaybetti. Zira Şuray-ı Devletin başlıca yetkileri
şunlardı:
1-
Her çeşit kanun ve
nizâmnâme tasarılanm incelemek ve hazırlamak,
2-
Mülkî davalar hakkında
yetkisi çerçevesinde kararlar vermek,
3-
Mülkî ve adlî makamlar
arasındaki ihtilafların merdini tayin etmek,
4-
Memurlar hakkında
soruşturma açmak ve yargılamak,
5-
Padişah ve Bab-ı Ali'ce
soruları meseleler hakkında görüş
bildirmek,
Bu tür yetkileri haiz bir kurumun 41 üyesinden 13'ünün
gayr-i müslim olması [121]
[122]
ulemanın teksisine sebep olmuşsa da kurumun faaliyetlerinin devamı
önlenememiştir.
Bu dönemde Şeyhülislamlığın kazaî faaliyetlerini
sınırlandıran gelişmelerden birisi de AvrupalIların davalarına bakmak için 1869
da kuruları Nizamiye Mahkemeleri idi.
Bu mahkemelerin görevleri ile ilgili irade-i Seniyye'ye dayanan 24 C.Ahir 1305.
1887 tarihli tezkire-i sâmiye kadıların faaliyetlerinin ne kadar daraltıldığını
açıkça ortaya koyar. Şöyle ki:
"Şer'an fasıl ve hasmî icab eden daaviden talak
ve nikah ve nafaka ve hıdâne ve hürriyet ve rıkkıyet ve kısas ve diyet ve erş
ve gurra ve hürmet-i adil ve kasame ve gaib ve merkut ve vaziyet ve miras
davaları mehakim-i şer'iyyede ve ticaret ve ceza ve biladevir güzeşte ve
nizamen lazım gelen zarar ve ziyan ve iltizam bedalâtı ile konturato (anlaşmaya
dayalı) davaları dahi mehakim-i nizamiyede fasıl ve rü'yet ve bunlardan maadası
tarafeyn razı oldukları halde mehakim-i şer'iyede ve olmadıkları surette
mehakim-i nizamiyede rü'yet edilecektir." 3
Şuray-ı Devlet'in kuruluşunda olduğu gibi tamamen laik
görünümlü ve şeriatm dışında kuruları bu
mahkemelerin kuruluşuda ulema tarafından itiraz ve tepkiyle karşılandı. Fakat
bu tür tepkilere yine onların sınıfından bir alim olan Ahmet Cevdet Paşa tarafından cevap verildi.
O'na göre bu tür mahkemelerin kurulması şer'i bakımdan caizdi. Zira Celaleddin
Devvani, Def-i Mezalim adlı eserinde meselenin caiz olduğunu asırlarca önce
ortaya koymuştu. [123]
[124]?
Tanzimatın sonlarına doğru Osmanlı adliye teşkilatı şu
kurumlarca paylaşılıyordu.
1-
Şeyhülislamlık (Şer'i
mahkemeler)
2-
Adliye Nazırlığı (Şuray-ı
Devlet, Temyiz Mahkemeleri, Nizamiye Mahkemeleri)
3-
Ticaret Nazırlığı (Ticaret
Mahkemeleri. [125]
Şeyhülislamlık, Tanzimat döneminde, eğitim alanındaki
tekeli de bırakmak zorunda kaldı. Eskiden olduğu gibi medreseler bu kuruma bağlı
olmasına rağmen, Batı usulü kuruları devlet
okulları ve azınlıkların eğitim kurumları
tamamen ulemanın kontrolü dışında idi.
Medrese eğitiminin belli bir düzen içerisinde
gelşitirip yönetilmesi içni 27 Receb 1262. 1806 tarihinde daimi bir
"Maarif Encümeni" kurulmuştu. Bu encümen daha sonra 1857 yılında
Maarif Nezareti'ne dönüştü. 24 Cemaziyelevvel 1286. 1869 da yayınlanan
"Maarif-i Umumiye Nimaznamesi" eğitim sistemini yeniden düzenledi. Bu
nizamname ile ilk eğitim belli oranda mecburi tutuldu. [126]
Bir yandan yeni okullar açılırken, diğer yandan bu
okullar için yapıları müfredatlarda
ulemanın oldukça yabancı olduğu bilimlere yer veriliyordu. Bu gelişmeler de
ulemanın eğitimdeki hakimiyetine bir darbe idi.
Kısaca, Tanzimat döneminde, Neşihat-ı İslamiye'nin
yetki ve sorumlulukları şunlardı:
1-
Eskiden olduğu gibi fetva
makamı,
2-
Heyet-i Vükela üyesi olarak
siyasî konularda söz sahibi,
3-
Mehakim-i Şer'iyenin
kendisine bağlı olduğu kurum,
4-
Eğitim teşkilatından sadece
medreselerden sorumlu.
4.1.
ve II. MEŞRUTİYET DÖNEMİNDE
ŞEYHÜLİSLAMLIK
I. Meşrutiyet ve n. Abdülhamid döneminde (1876 -1907)
de Şeyhülislamlık açısından yeni gelişmeler oldu. Her ne kadar Mithat Paşa'nın
hazırladığı Kanun-ı Esasi tasarısında devletin resmi dini ve Meşihat-ı
İslamiye'ye yer verilmek istenmemişse de bu tasarı kabul görmemiştir. Sonuçta,
1876 Kanun-ı Esasisi devletin resmi dininin İslam olarak ifa ederken,
şeyhülislamlığın da daha önceki nezaret statüsünü koruyarak kabinede yer
vermiştir. Yine aynı Kanun-ı Esasî, Şeyhülislamın tayinini
doğrudan Sultana bırakıyordu. Bu dönemde Meşihat-ı
İslamiye'nin teşkilat yapısında gelişmeler olmuşsa da üç temel fonksiyonu olan ifta, kaza ve tedris'i etkilememiştir. [127]
Bu dönemde Şeyhülislamlık açısından en önemli
gelişmelerden birisi bu kurumun kısa bir süre için kabineden çıkarılmasıdır.
Ahmed Vefik Paşa (1 Safer 1295 15 Rebi 1295. 14 Şubat 187818 Nisan
1878)sadareti döneminde şeyhülislamlığı vükela heyetinin başında saymasına
rağmen şeyhülislam İryanizade Ahmed Es'ad Efendi'ye bir memur göndererek kabine
toplantılarına gelmemesini söylemiştir. Fakat ondan sonra sadarete gelen
Sadrazam Şeyhülislamı yine kabine toplantılarına çağırmıştır. [128]
1908'de II. Meşrutiyet'in ilanıyla Osmanlı Devletinde
yenileşme veya batılılaşma hareketleri daha da hızlandı. -Kanun-ı Esasî'de yapıları değişikliklerden şeyhülislamlık, başlangıçtı,
statü ve faaliyetleri bakımından fazla etkilenmedi. Teoride Osmanlı Devleti
yine bir İslam devleti ve kanunları essata şeriata dayanıyordu. Dolayısıyla
şeyhülislamlık şeriat adına idari tasarrufları, sınırlı da olsa denetleme
hakkına sahipti.
n. Meşrutiyet bütün ülkeye, siyasî, fikrî, kültürel,
sosyal her sahada bir hareketlilik getirmişti. Ancak, bir yandan bu
başdöndürücü hızdaki gelişmelerden endişe duyan kişi ve kuruluşlar şeyhülislamlığı
göreve çağırırken, diğer yandan gelişmelerin yavaş gittiğinden ve bunun
sebebinin de Şeyhülislamlık ve ulema olduğunu söyleyen kişi ve kuruluşlar ise
bunların gücünün kırılmasını istiyorlardı.
Şeyhülislamlığın bazı faaliyetleri Batıcılar
tarafından müsamaha olunamaz görülüyordu. Meşihat'a bağlı Tetkikat-ı Müellefat
Heyeti, Hollanda'h müsteşrik Dr. Dozy'nin Abdullah Cevdet tarafından Tarih-i
İslamiyet adıyla Türkçeye çevrilen eseri ve bir Türkçe Kur'an tercümesini 50) yasaklamıştı. Bu tür
tasarruflar ülkenin fikir hayatına müdahale olarak telakki ediliyordu. [129]
[130]
[131]
Bu grubu rahatsız eden bir başka uygulama da şu idi: Şeyhülislam kabinenin bir
üyesi olarak yürütme gücüne sahipti. Yürütme gücüne ilaveten şöyle bir yasama
gücü kullanıyordu: Fakihlerce ihtilaf edilen bir meselede Şeyhülislamlığın
tefsir ve tercihi mecliste hiç görüşülmeden doğrudan halifenin tasdik ile kanun
hükmünü alıyordu. [132]
Buna karşılık muhafazakar matbuat Şeyhülislamlığı daha
çok çağırıyordu. Bu dönemin etkili dergilerinden Sırat-ı Müstakim, Beyanü’l-Hak
gibilerine bakmakla bu açıkça görülebilir. Söz gelimi biz Beyanü’l-Hak’ta Ahmed
Şirani imzasıyla 1330. 1911 de çıkan
makaleye bir göz atarsak bize bir fikir verebilir. "Şeyhülislamların
Vezaifi Cümlesinde" adlı bu makalede "Şeyhülislam Efendi’nin birinci
vazifesinin ahkam-ı şer’iyye ve edeb-i İslamiyeyi muhafaza etmek ve tedrisat-ı
diniyeyi teftiş ve nezareti altında bulundurmak" olduğu vurgulanıyordu. [133]
Makale sahibi, okullarda dinî tedrisatın tahdit ve
tahfif edilmesi girişimlerine karşı Meşihat Makamı’nın kayıtsız kalmasından
şikayetle göreve çağırıyordu. [134]
H. Meşrutiyet dönemi hızlı Batılılaşma ve hürriyetinin
getirdiği bir başıbozuklukta gözleniyordu. Muhafazakarların nokta-i nazarından
toplum ahlakını ve hayatını tehdit eden hatt-ı hareketler vardı. Bu gelişmeler
karşısında da kayıtsız kalmakla suçladığı Şeyhülislama Ahmed Şirani adı geçen
makalesinde şöyle yakmıyordu:
"Hürriyet, başıboş ve yularsız olarak
salıverilmiş beyahimin hürriyeti gibi telakki eden bir takım efkâr-ı faside
ashabının ahkam-ı diniye ve adab-ı İslamîye'ye karşı livay-ı isyanı ret
ettikleri görülmekle ve bu gibilerin adedi gün geçtikçe çoğalmaktadır. Efkar-ı
şahsiyelerini ketm-i ihfa etselerdi ne kimse bir şey söylerdi, ne de ben bunu
yazmaya mecbur olurdum. Halbuki iş böyle değil. Zehirlerini alenen her yerde
saçıyorlar ve bir çok şaban-ı İslâmiye'nin efkar ve itikadlarını ifsad
ediyorlar. Ifsad ve idlâl çok mukabilinde ikaz ve irşad yok. Bu ne haldir
bilemem." [135])
Bu izahtan sonra bu tür hareketlerin Daru'l-Hilafe'de
vuku bulmasının dışardaki Müslümanları da hayal kırıklığına uğrattığım
söyleyerek Meşihat Makamı'ın göreve çağırıyordu.
"Şeyhülislam Efendiler, bu cihetleri nazar-ı
dikkate alarak ona göre tedbir ittihaz eylemelidirler. Gerek dahilde gerek
hariçteki Müslümanlar hasebu'l-vekâl Şeyhülislam Efendileri Din-i Celil-i
İslâm'ın reisi ve hamisi addeylediklerinden onları muahaze ediyorlar ki pek
doğrudur. Hele Ramazan-ı Şeriflerde bilâ haya ve bilâ perva naks-ı siyam
edenler çoğaldı" [136])
11.
Meşrutiyet döneminde
Şeyhülislamlığın denetimindeki medreselerle ilgili faaliyetler de vardı.
Batıcılar medreselerin artık fonksyonel ömrünü ve zamanım tamamladı
dolayısıyla kapatılması gerektiğim ileri sürüyorlardı. Bu tür tenkitler
karşısında bir süredir devam eden medreselerin ıslahı çalışmalarına hız
verildi.
Kısaca özetlemek gerekirse bu ıslah çalışmalarının
hedefi medreseleri günün ihtiyaçlarına cevap verebilecek düzeye getirmekti.
Ancak kaydedilmesi gereken şu ki bütün bu ıslah programları ile medreseler laik
eğitim kurumları haline sokulmak
isteniyordu. [137]
Buna ilaveten özellikle din görevlisi
yetiştirmek için açıları medreseler de
Şeyhülislamlığa değil, istihdam alanlarını elinde bulunduran Evkaf-ı Humayun
Nezaretine bağlanmışlardı. 58 Böylesine bir eğilim Şeyhülislamlığın eğitim
sistemindeki nufuzunu oldukça büyük ölçüde kırıyordu.
Basında sık sık Şeyhülislamlığın statü ve
forksiyonları ile ilgili yazılar çıkıyordu. Sözgelimi, Mizan gazetesinin 76.
sayısında (1909) "Şeyhülislam Meclis-i Mebusana Gelmeli mi, Gelmemeli
mi?" adıyla yayınlanan makalede, özetlersek, Şeyhülislamın kabine üyesi
olamayacağı, dolayısıyla da Meclis-i Mebusan'a gelemeyeceği ileri sürülüyordu.
Makale, şimdilik kaydıyla, sadece Halife'nin vekili ve İslam cemaatinin başkanı
olarak geçici olarak kabinede bulunabileceği sınırlamasını getiriyordu. Daha
açıkçası umur-u kaza ve mahakim-i şer'iyenin tamamen Adliye Nezaretine
bağlanması ile Daire-i Meşihata hükümet işlerinden el çektirilecek ve o zaman
da kabineye katılmasına ve Meclis-i Mebusan'a gelmesine luzum kalmayacaktı. 59
Bu görüşleri tenkit etmek için kaleme aldığı
makalesinde Küçük Hamdi böyle bir teklifin zararlarını göstermeye çalışır. İlk
olarak, İslamiyette ruhbaniyet olmadığım dolayısıyla kendini dünyevi işlerden
tecrid etmiş dini bir sınıfın bulunmadığını, aklî ve naklî delilleriyle ortaya
koyar. Makale sahibine göre Osmanlı devlet teşkilatındaki Şeyhülislamlar
Hulefa-i Raşidîn, Emevîler, Abbasîler ve Selçuklular devrindeki kadı'l-kudat ve
müfti'l-enam'dan başkası değildirler. Küçük Hamdi son yarım yüzyılda Meşihat
Makamı'nın yetki ve faaliyet alanlarının daraltılması konusunda ise şunları
söyler: Medreselerde fen derslerinin kaldırılmasından dolayı bilahare bu
derslerin okutulduğu okullar açılmış ve bu okullar yeni kuruları Maarif Nezaretine bağlanmıştı. Meşihata ise
sadece medreseler ve mekteb-i nüvvab kalmıştı. Şeyhülislamlığın kazaî
yetkilerinin bir kısmının alınması ile ilgili olarak gösterdiği sebep ise
Nizamiye Mahkemelerinin kuruluşu idi. 61)
58.
Bu dönem tartışmaları ve
medreselerde yapıları ıslahat için bkz.
Prof. Hüseyin Atay 1914 Medrese Düzeni, İslam İlimleri Enstitüsü Dergisi, V.
1982, s. 23-54
59.
Fazla bilgi için bkz.
İbrahim Ateş, "Evkaf-ı Humayun Nezaretince Açıları İlk Yüksek Vaiz Okulu: Medresetü'l-Vaizin
"Diyanet Dergisi, c. 24, s. 4 (1988) s. 25-40. Doç. Dr. Nesim Yazıcı,
"OsmanlIların Son Döneminde Din Görevlisi Yetiştirme Çabaları Üzerine
Bazı Gözlemler", Diyanet Dergisi, c. 27, s. 4 (1991) s. 55-123
60.
Bu özet Küçük Hamdi’nin
(Elmalılı) "İslamiyet ve Hilafet ve Meşihat-ı Islamiye",
Beyanu'l-Hak, sayı. 22 (1327 . 1909) s.
511 adh makalesinden alınmıştır.
61.
Bkz. 60. dipnot
Öyle görünüyor ki, Meşihat-ı İslamiye'ye karşı
yöneltilen bu tenkitlere karşı muhafazakar kanat bu kurumun ıslahına dair bir
takım projeler üretiyordu. Dönemin İslamalarının önde gelen isimlerinden
Mustafa Sabri Efendi'nin başkanlığında bir grup ulemanın kurduğu Cemiyet-i
İlmiye-i Islamiye'nin yayın organı Beyanü’l-Hak'ta yine aynı cemiyetin Hükkam-ı
Şer'i (Şeriat Mahkemeleri Hakimleri) grubu Meşihat Makamı'nın ıslah ile ilgili
bir layiha yayınladı. Meclis-i Mebusan'a verildiği bildirilen bu layihada
ülkede son yıllarda meydana gelen gelişmeler gözönünde bulundurularak
Şeyhülislamlık ve onun fonksiyonları, eski yapısı çok ufak değişikliklerle
korunarak daha fonksiyonel hale getirilmesi isteniyordu. [138])
İstanbul basını, Şeyhülislamlık kurumunun ıslahı
konusuyla uzun yıllar meşgul olmuş görünüyor. Tanin gazetesinin
31. Teşrin-i Evvel ve 1 Teşrin-i Sani 1916 tarihli sayılarında bu kurumun
yeniden teşkilatlandırılması yönünde yazılar çıkıyordu. Bu yazılarda bir
zamanlar Tanzimatçıların düşmüş oldukları hatalardan kurtulmak için Meşihat-ı İslamiye'nin
sadece dini meselelerle meşgul bir daire haline getirilmesinin gerekliliği
vurgulanıyordu. [139])
XIX. yüzyılın başından beri planlı ve programlı bir
şekilde devlet politikası haline getirilerek yürütülen Batılılaşma çabaları neredeyse bir yüzyılı doldurmasına rağmen
kimilerin göre hala istenilen seviyeye gelinememişti. Bu girişimlerin tamamının
yanlış veya doğru-iyi niyetle Osmanlı Devletinin yokolmaktan kurtarmak ve
tekrar hayatiyet vermek olduğu ileri sürülüyordu, n. Meşrutiyet döneminde,
yine, Osmanlıyı bulunduğu kötü durumdan kurtarmak için fikirleriyle ortaya
çıkan üç akım görülüyor: İslamcılık, Türkçülük (Milliyetçik) ve Batıalık.
Tabiidir ki bu üç akımın din konusu dahil farklı
fikirleri vardı. Ancak biz burada bunları detaylarına girecek değiliz. Ancak
bu gruplar içinde Türkçüler, arkalarında iktidardaki İttihat ve Terakki
Fırkası'nın desteğiyle fikirlerini uygulama sahasına koyma imkanı buldular. Bu
grubun dini kurumların ıslahı ile ilgili genel kanaati şu idi: Şeyhülislam
kabinenin bir üyesi olarak bulunduğu, şer'i mahkemeleri elinde tuttuğu, eğitim
kurumlarmın bir kısmı olan medreseleri
yönettiği ve dahası bazı alanlarda yasama gücünü kullandığı müddetçe dini
kurumlar ve din sahasında ciddi bir ıslahattan ve bir adım ötesi laikleşmeden
söz edilemezdi.
Milliyetçilerin ve İttihad ve Terakkî'nin en önemli
ideologlarından Ziya Gökalp Meşihet-i İslamiye ile ilgili ıslahatların
teoricisi durumundaydı.
5.
ZİYA GÖKALP'IN
ŞEYHÜLİSLAMLIK TASARISI:
Ziya Gökalp'ın dini sahada ıslahat, bir başka deyimle
laiklik konusundaki görüşlerinin tamamını incelemek bu çalışmanın alanının
dışındadır. Ancak, dini kuramlarla ilgili görüşlerine açıklık getireceği
düşüncesiyle bazı noktalara değineceğiz. [140] [141]
Gökalp, genelde din, özelde
Şeyhülislamlık kurumunu ele alırken "Allah'a, Rasulüne ve aranızdaki
ulu'l-emre (otoriteye) itaat ediniz" (Kur'an, IV, 59) ayetini esas destek
olarak alır. "Devlet" adlı şiirinde;(65)
"Kur'an diyor: "Eyleyiniz itaat
Hakk'a son Peygamber'e, devlete..."
İbadetle itikadda daima
Kitab ile Sünnet benim rehberim.
Bu işlerde şüphem varsa mutlaka,
Müftülerin fetvasını dinlerim...
Lâkin hukuk dinden ayrı bir iştir,
Bırakılmış ulu'l-emre, devlete."
Şeyhülislamlığın hukukî yetkisi kaza'nın devlete
devredilmesini savunan Gökalp, ifta yetkisinin ise sadece itikad ve ibadetle
ilgili alanlarla sınırlandırılmasını istemektedir. Bu fikrini "Halife ve
Müftü" adlı şiirinde şöyle dile getirir:
Dinin dahi başında müftü var ki bildirir:
Haram ile helali, günah ile sevabı.
O ne şâri, ne hukuk müşaviri değildir.
Ona takva sorulur, mev'izedir cevabı.
Teşri işi tamamen Zıllullah'ın elinde
"Ulu'l-emre itaat" natıktır bu esası
Kanun yapmak müftüye sormaksızın elinde
Mercii örfle icma, mebusandır şurası"
Gökalp'in şiirlerinde formülleştirdiği dini kurumlar
hakkındaki bu fikirlerinin muhakkak ki bir açıklaması vardı. Bunları, topluca,
İslam Mecmuası'nda [142]
yayınladığı makalelerinde bulabiliyoruz. [143] Ziya Gökalp, sonunda laikleşmeye giden
projesinde, dini işleri, vicdan alanına mahsus "diyanî işleri" ve
teşri (yasama) alanına giren "kazaî işler olarak ayırır. Bunlardan
birincisinden Şeyhülislamlık veya Diyanet Nezareti, İkincisinden ise Adliye
Nezareti sorumlu olacaktır. Bu ayırımda Diyanet İşleri müftülere veya daha
genel ifade ile din adamlarına, kazaî işler ise hukukçulara bırakılacaktır.
Gökalp, bu önerisini desteklemek için siyasî ve dinî
gerekçeler bulur ve bunları tartışır.
Dinin ve dinî kurumların modem bir devlette yeri ne
olmalıdır? sorusuna cevap verebilmek için devletin ne olduğunu veya bu
kavramdan ne anlaşıldığım açıklamak gerekir. "İslâmi bir devletin aynı
zmanda asri bir devlet mahiyetini alabileceğini, yahut tabir-i aharla asri bir
devletin aynı zamanda İslâmi bir devlet esâsâtma istinat edebileceğini kabul
etmek mecburiyeti vardır" diyen Gökalp, Tanzimatçıların devlet anlayışım
tenkit ederken kendi anlayışım da açıklamış olur. O'na göre hilafet-i İslâmiye
ile devlet-i islâmiye aynı şeydir. Halife devletin siyasî başkanı olup hilafet
teşkilatı da devlet teşkilatının kendisidir. Tanzimatçılar, hilafet ile devlet-i
İslâmiyeyi ayrı şeyler olarak düşünmekle hataya düşmüşlerdir. [144]
Gökalp, burada Halifenin hükümranlık sıfatı ile
Sultanınkinin aynı olduğunu vurgulamaya çakşır. Bu hükmün geçerliliğini ve
doğruluğunu desteklemek için klasik dönem İslâm hilafet teorisinin en geniş
şekilde ele alınıp formüle edildiği el-Maverdi'nin (ö. 450. 1058)
el-Ahkamu’l-Sultaniye'sine başvurur. Kitapta, Gökalp'ın anladığına göre,
hilafet ve saltanat'ın aynı zatta birleşen aynı sıfatlar olduğu söylenmektedir.
Ancak Gökalp'ın bu konudaki görüşlerinin zaman içerisinde değiştiğini
göstermesi açısından 1922-23 yıllarında saltanatın ve hilafetin kaldırılması
ile ilgili tartışmalarda serdettiği görüşlerine değinmek yerinde olacaktır
kanaatindeyiz. 1915 lerde hilafet ve saltanat sıfatlarının aynı zatta ictimasından
yana olan Gökalp, bu yıllarda ise
şunları söyler:
"Hilafet ve saltanat aynı zamanda içtima ettiği
zaman mutlaka bu iki sıfattan birisi diğerini tabiatı altına alır. Hulefa-ı
Raşidin devrinde diyanet her şeyden ikdam olduğu için hilafet sıfatı arıldı,
saltanat sıfatı ona tabi idi. Emevîler, Abbasîler, OsmanlIlar devrinde ise
hilafet makamı maddî kuvvete malik emirlerin kılıcıyla fethedildiği için
saltanata tabî olmuştu. Binaenaleyh bu devrelerde hilafet müstakil değildi.
Halbuki nefsu'l-emirde hilafetin de saltanatın da müstakil olması
lazımdı."[145]
[146]
Mademki hilafet ve saltanat aynı şahısta birleşiyor,
öyleyse bunların hükümranlık ve yürütme yetkileri nasıl veya kimler eliyle icra
ediliyordu? Gökalp buna da açıklık getirir. Bu yetkiler ötedenberi sadrazamlar
tarafından kullanılmıştır. Şeyhülislamların böyle bir yetkileri yoktur ve
olmamıştır da. Şeyhülislamlara böyle bir sıfat atfetmek hilafet makamını
katoliklerin papalık makamına benzetmek olur ki bu da şer'i şerife aykırıdır. 7
Böyle bir izahın Gökalp'e kazandırdığı şu gibi
görünüyor: Eğer İslâmî devlette bir otoritenin olduğu bunun da bir vekil
(sadrazam) eliyle icra edildiği ispat edilirse Şeyhülislamın İslâmî devlet
geleneğinde dünyevi yetkilerinin olmadığı ortaya çıkacaktır.
Gökalp'e göre Tanzimatçılar hilafet ve saltanatı ayrı
ayrı telakkî ederek her birine ayrı kaza hakkı vermekle de büyük hata
yapmışlardır. Tanzimatçıların bu projelerine göre saltanatın kaza hakkını
sadrazam yürütürken, hilafetinkini de Meşihat-ı İslâmiye üstlenecekti. Bu
anlayışın bir ürünü olarak ta 1852 tarihinde kazaskerler ve İstanbul kadısı
Bab-ı Meşihat'a bağlandı. Ülkedeki bütün, kadılar da kazaskerlere bağlı olduğu
için Bab-ı Meşihat kadıların resmî mercii durumuna geldi. Böylece ifta ile kaza
sıfatları tek şahısta, Şeyhülsilamda birleşmiş oldu. Bu ise yanlış bir uygulama
idi. [147])
Gökalp, Şehülislamlık tasarısının dinî gerekçelerini
de bulmalıydı. Tamamen dinî kavramlardan ve tarihî uygulamalardan hareketle
Şeyhülislamlık Makamı'nın faaliyetleri yeniden düzenlenebilir, biraz daha pasif
bir statüye kavuşturulabilir miydi! Eğer bu başarılabilirse yani bu kurum siyasî,
sosyal ve hukukî faaliyetlerinin bir kısmından alıkonabilir ve tamamen manevî
alana kaydırılabilirse devletin asrileşmesi yolundaki en büyük engel
kalkacaktı.
Bu hedefe varabilmek için, muhafazakar kesimlerin de
tepkisini önlemek düşüncesiyle olsa gerek, Gökalp "diyanet" ve
"kaza" kavramlarından yararlanma yoluna gitti. "Diyanet ve
Kaza" adlı makalesinde konuyu genişçe ele aldı. Bu tartışmasında o dört
kavramı ön plana çıkardı: Müftü, kadı, diyanet ve kaza.
Gökalp, önce, İslâm'da bir din adamları sınıfının
olduğunu ortaya koyacak, sonra da bu sınıfın görevlerini ve teşkilatlanmasını
izah edecekti. O'nun din adamları sınıfının varlığı ile ilgili aklî ve naklî
deliller vardı.
"Taksim-i amal ve ihtisas"m modern
toplumların ve belirgin özelliğini olduğunu söyleyen Gökalp, ihtisaslaşmış
kadroların daha başarılı olabileceklerini vurguluyordu. Bu taksim-i amal ve
ihtisas esası İslâm'da da vardı. Nitekim "Urefadan birisi" İhtilafu
Ümmeti Rahmetün" hadisindeki ihtilaf-ı Ümmef'in tahsis-i amal ve ihtisasa
işaret ettiğini söylemiştir ki çok güzel bir tevcihtir" diyordu, Gökalp. [148])
Herkesin din naşirliği yapamayacağım, bunun bir
ihtisas işi olduğunu söyleyen Gökalp, İslamiyett bu işi yapanların
teşkilatlandığı müftülük müessesini gündeme getiriyordu. Bu aklî delilin
peşinden Gökalp, bir din adamları sınıfının varlığı için Kur'an'a başvuruyordu:
"Zaten neşr-i diyanet vazifesiyle mükellef bir
sınıfın vücudunu bu ayet-i münife ifade buyurmuyor mu? "Bütün
insanların toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Her topluluktan bir grubun
toplanıp dini iyice öğrenmeleri ve kavimleri kendilerine döndüklerinde
(Allah'ın yasak kıldığı şeylerden) kaçınmaları için onları uyarlamaları gerekmez
mi?"(Tevbe. 9 -122)(73)
Bu ayetin nüzul sebebi olarak İbn-i Kesir'in
sıraladığı rivayetlerin önde geleni Tebük Seferi ile ilgil olanıdır. Bilindiği
gibi 630 yılında Bizans üzerine düzenlenmesi planlanan bu sefere, başlangıçta
ekonomik ve başka mazeretlerle çoğu kimse katılmak istemiyordu. Bunun üzerine
"Medinelilere ve çevrelerinde bulunan bedevilere savaşta Rasulullah'tan
geri durmak, kendilerine O'na tercih etmek yaraşmaz" (Tevbe. 9-20) ayeti inince, her taraftan mücahidler
sefere katılmak için akmaya başladı. Neredeyse geride toplum hayatının normal
devamım sağlayacak kimse kalmıyordu. Bunun üzerine yukarıda anıları ayet indirilmişti. [149] [150])
Ötedenberi Müslümanlar, Batı'daki manada İslâm'da bir
din adamları sınıfının olmadığını her fırsatta dile getirmişlerdir. Daha önce
değindiğimiz makalesinde Küçük Hamdi, özellikle bu konuyu enine-boyuna 1909'da
tartışarak bu manada bir sınıfın olmadığını ispatlamaya çalışmıştı. Yine,
Osmanlı Devleti'nin son vakanivuslarından Abdurrahman Şeref Efendi 1917'de
Sabah Gazetesi'nde yayınlamaya başladığı "Tarihi Masahabeler"
başlıklı sohbetlerinden "Tebdil-i Mehasıb: Meşihat-ı İslamiye" adım
taşıyanında şu açıklamayı yapmak lüzumunu hisseder: "Malum olduğu üzere
bizde tarik-i ilmiye, Fransızların "klerji” tabir ettikleri heyet-i
ruhaniye değildir. [151])
Ziya Gökalp, Şeyhülislamlık Teşkilatı ile ilgili
mülahazalarım bir rapor haline getirerek 1916 yılı İttihat ve Terakki
Kongresi'ne verdi. Bu rapora göre umur-u diyanet için ayrı umur-u kaza için
ayrı nezaretler olmalıydı. Kaza ile ilgili işler, başta Meclis-i Tetkikat-ı
Şer'iye ve Kazaskerlik Teşkilatlerı olmak üzere bütün şer'i mahkemeler Adliye
Nezaretine bağlanacaktı. Bunun yanında bütün diyanetle ilgili işler de Meşihat
Makamı'na tevdi edilecekti. [152]
Esas görevi umur-u diyanet, itikad, ibadet, ahlak olan Meşihat-ı İslamiye, ibadet yerleri olan camilerin yönetiminden sorumlu olacaktı. İtikad
ve ibadetin öğretilmesi için lazım olan ilim
ve hal bilgisi medreselerden ve zaviyelerden elde edilebileceğinden bu kurumlar
da Meşihat’a bağlı olmalıydı. Evkaf Nezareti ise o güne kadar olduğu gibi bu
iki kurumun mali ihtiyaçlarını karşılamalıydı. Gökalp, Meşihat-ı İslamiye için
şunları da danışma kurulları olarak düşünüyordu [153] :
1-
Meclis-i Fetva: Fıkıh
akademisi olarak,
2-
Meclis-i Meşayih: Tasavvuf
akademisi olarak,
3-
Meclis-i Mütekellimin:
Kelâm akademisi olarak,
4-
Daru'l-Hikmeti'l-îslamiye
Şimdiye kadar verilen dini eğitim ve öğretimin
yetersiz kaldığını belirten Gökalp ilahiyatta akla, içtimaiyatta örfe dayanan
İslamiyetin müsbet ilimlerle çatışmaya girmemesi gerektiğini vurgulayarak
Meşihat’a lazım olan din adamlarının -imam,
vaiz, hatip, müezzin vs.mekteplerde ve medreselerde ortak yetiştirilebileceğine
inanıyordu. Yine, Meşihat tarikatları aslî gayelerine uygun birer sosyal kurum
haline getirip, tekkeleri hakiki birer eğitim yuvaları yapabilirdi. [154]
Gökalp, 1922 lerde bu teşkilatla ilgili fikirlerine
daha da berraklık ve açıklık getirir. Ümmet Teşkilatı adım verdiği bu öneriye
göre:
"Ümmet Teşkilatında esas "mescid-i
hayy" yani "mahalle mescidi"dir. Mahalle mescidleri
"cami'lere, camiler de şehrin "cami-i kebir"ine merbut
olmalıdır. Her cami-i kebirin başmda bir "müfti" bulunmalıdır. Her
devletin müftüleri pay-ı taht müftüsüne, yani Şeyhülislama merbut bulunmalıydı.
Medreseler ve tekkeler de dereceleri itibarıyla bu teşkilata rapt
edilmelidir." [155]
Hatırlanacağı gibi, bu yıllarda hilafetin tamamen
diyanet işlerine münhasır kılarak saltanattan ayıran Gökalp, yeni sunduğu
"Diyanet Teşkilaü"nın başına halifeyi oturtur. Onun altında sıra ile
Şeyhülislam, müftü ve imam bulunur. Her İslam ülkesi için bir Meşihat
teşkilatı, her kaza için "müftülük ve her nahiye için bir "cami
teşkilatı" düşünen Gökalp, artık neredeyse tamamen bir ruhanî teşkilat
sunmaktadır.
Gökalp'ın Ağustos 1916 da toplanan İttihat ve Terakkî
Kongresi'ne verdiği rapor sonunda kongrede şu kararlar alındı[156]
[157]:
1-
Meşihat-ı İslamiye
Teşkilatının neşr-i diyanete ve ilay-ı İslamiyete bi tamamiha hadim olacak
surette tevsi ve istikmaline ve medarisin bu maksat dahilinde ıslahına dair
kanunname tanzimi teklif olunacaktır.
2-
Meşihat-ı Islamiye'nin
vezaif-i diniyesine muktazi olup, doğrudan doğruya idaresini deruhte edeceği
medaris muhassesatının Evkaf Nezareti tarafından Meşihat-ı İslamiye'ye itası ve
muessesat-ı diniyede müstahdem memurların Meşihat-Müşarünilehce nasp ve
azledilmesi zımmında kanunnameler tanzimi teklif olunacaktır.
3-
Kuvve-i kazaiye münhasıran
Adliye Nezaretine mevdudur. Binaenaleyh, bilcümle Teşkilat-ı kazaiye'nin Adliye
Nezareti'ne rapt ve ilhakı için kanunnameler tanzimi teklif olunacaktır."
Alman bu kararlar kanun haline getirilerek yürürlüğe
kondu. 811 Öyle anlaşılıyor ki, gösterilen bu konuda muhalefete
karşı ittihat ve Terakkî yönetimi oldukça sert davrandı. İzmirli’nin ifadesine
göre; "kaleme kalemle mukabele lazım iken bu cihet unutuldu. Terakkiyat-ı
medeniyenin temeli gösterdikleri, o metfun oldukları hürriyeti beyan ve esfakı
bizlerden men olundu. Az kaldı ki muharriri de naşiri de cevaya
çarptıracaklardı. "[158]
Meşihat-ı İslamiye'ye yapıları bu değişikliklerin pek çok kimseyi memnun etmediği
açıktı. İttihat ve Terakki hükümeti I. Dünya Savaşını kaybedip te iktidardan
düşünce, IV. Mehmed'in hükümeti Meşihat-ı eski haline getirdi. Zaten bu
değişiklikten sonra göreve gelen Şeyhülislamların da en büyük emeli bu idi:
Haydarzade İbrahim Efendi, Mustafa Sabri Efendi bu hususta çalıştı. Nihayet,
Durrizade Abdullah Efendi zamanında karar geri alınarak şer'i mahkemeler
Meşihat-ı İslamiyeye bağlandı. [159]
6) DEĞERLENDİRME
n. Meşturiyet döneminde ulemanın teşkilatlandığı
Şeyhülislamlığın faaliyet alanları ve yetkilerinin daraltılması yönündeki
gelişmeler hakkında şu görüşler ileri sürülebilir: Klasik dönemde Osmanlı
Devleti'nde ulemanın en başta gelen görevleri devamlı devlet için dua etmenin
ötesinde, siyasî tasarrufları meşrulaştırmak ve toplum tabakalarını bu siyaset
çevresinde toplayacak ideolojileri halka benimsetmekti. Fakat n. Meşrutiyet'ten
sonra artık buna ihtiyaç kalmıyordu. Zira, her ne kadar OsmanlI Devleti resmen
devlet-i islamiye ise de, siyasî otoriteler ciddi bir programla Batı'ya
yönelmişlerdi. Yeni bir medeniyet çevresine girilecek ve yeni bir toplum
oluşturulacaktı.
Bu medeniyetin ve toplumun temelleri tartışmasız Batı'nın
değerleri ve uygulamaları olacaktı. Öyleyse, ulemadan meşruiyet için fetva ve
destek beklemek, hem lüzumsuz hem de kendi kendini inkar anlamına gelirdi.
Çünkü yeni medeniyetin meşruiyet kaynakları farklı idi. Ve bu hizmeti verecek
münevverler de artık, XIX. yüzyılın başlarından beri yetiştirilmişti. Öyle ise,
kendilerine ayak bağı olan eski medeniyeti
meşruiyet vasıtalarını, başka bir deyişle ulemayı susturmak lazımdı.
Bu susturma işi de uzun bir süreçte kademeli olarak
gerçekleştirildi. XIX.yüzyılm başından beri daraltıla daraltıla gelinen nokta
şu idi: Asrî (Avrupaî) bir devlet düzeninde dinin ve ulemanın yeri tamamen
manevî dünya olmalıydı. Ne onlar devleti yöneten laiklerin işine karışacaklar,
ne de laikler onlara danışacak ve karışacaktı. Ulema sadece devam-ı devlet için
dua etse yeterdi.
Bu gelişmenin ikinci bir önemli yanı da şu idi: Ziya
Gökalp'ın İttihat ve Terakki Fırkası tarafından uygulanan bu tasarısı,
Cumhuriyet döneminde az farklarla din ve devlet işlerinin düzenlenmesinde esas
alındı. Öyle ki, Cumhuriyet döneminde kuruları
dini kurumun adma, Gökalp'ın "Diyanet Nezareti" yerine
"Diyanet Riyaseti" dendi. Böylece Anadolu Türklüğünün tarihinde
laiklik, Ziya Gökalp'ın ileri sürdüğü delillere göre, dini geçerliliğini de
kazanarak kurumsallaşmış oldu.
II. BÖLÜM
I. DÜNYA SAVAŞI VE MİLLÎ MÜCADELE YILLARINDA HİLAFET
A) HİLAFETİN KALDIRILIŞI
1-1. Dünya Savaşında Halifenin Durumu
Osmanlı Devletini parçalayıp yutmaya karar vermiş olan İngiltere, Rusya, Fransa ve İtalya, Osmanlı
Devletinin Almanların yanında savaşa girmesine iyiden iyiye kızarak,
intikamları kat kat artmıştı. 1908'den sonra İttihatçıların yönetime gelmeleri
ile Osmanlı Devleti tehlikeli bir gelişme göstermekteydi. Halifeliği de elinde
bulunduran bağımsız bir Müslüman devletinin varlığı, Müslüman uyrukları olan emperyalist ülkeler için rahatsız edici bir
olaydı. [160]
[161]
[162]
Emperyalist güçlerin niyetlerini anlamak pek güç
olmadığından Avrupa'da savaşın patlaması ile birlikte Osmanlı halifesi de
gereken önlemleri almıştı. Dünya savaşmm ilanından iki gün sonra cihad ilan edilmişti ; Ordu ve donanmaya da aşağıdaki
beyanname yazılmıştı :
"Ordu ve Donanma!
Düvel-i muazzama arasında harp ilan edilmesi üzerine her daim haksız tecavüzlere
uğrayan devlet ve memleketimizin hukuk ve mevcudiyetini fırsatçı düşmanlara
karşı icabında müdafaa edebümek üzere sizleri silah altına çağırmıştım. Bu
suretle müsallah bir bitaraf içinde yaşamakta iken Karadeniz
Boğazına torpil koymak üzere
yola çıkan Rus donanması talim ile meşgul olan
donanmamızın bir kısmı üzerine ansızın ateş açtı. Hukuk-u beynelmilele
mugayir olan bu haksız tecavüzün Rusya
cânibinden tashihine intizar olunurken gerek mezkûr devlet ve gerek
müttefikleri İngiltere ve Fransa devletleri sefirlerini geri çağırmak
suretiyle, devletimizle münasebât-ı siyâsilerini kat' ettiler. Müteakiben Rusya
Askeri, Şark hududumuza tecavüz etti. Fransa ve İngiltere donanmaları
müştereken Çanakkale Boğazma, İngiltere gemileri Akabe'ye top attılar. Böyle
yekdiğerini veli eden hainane düşmanlık âsân üzerine öteden beri arzu ettiğimiz
sulhu terk ederek Almanya ve Avusturya ve Macaristan devletleriyle Müttefiken
menafi-i meşruamızı müdafaa için sihala sarılmağa mecbur olduk. Rusya devleti
üç asırdan beri Devlet-i Aliyemizi mülken pek çok zararlara uğratmış, şevket ve
kudret-i milliyemizi artıracak intibah ve teceddüt âsânnı harp ile ve bin türlü
hilü desâis ile her defasmda mahve çalışmıştır.
Rusya, İngiltere ve Fransa devletleri zalimane bir idare
altında inlettikleri milyonlarla ehli İslâmm diyaneten ve kalben merbut
oldukları Hilafet-i Muazzamamıza karşı, hiçbir vakit sui fikir beslemekten
vazgeçmemişler ve bize müteveccih olan her
müsibet ve felâkete müsebbib ve muharrik bulunmuşlardır, işte bu defa tevessül
ettiğimiz Cihad-ı Ekber ile bir taraftan Şan-ı Hilafetimize, bir taraftan Hukuk
Saltanatımıza karşı ika edilegelmekte olan
taarruzlara inşaallahütealâ ilelebet nihayet vereceğiz. Avn ve inayet
bârî ve meded-i ruhaniyet-i Peygamberi ile donanmamızm Karadenizde ve cesur
askerlerimin Çanakkale ve Akabe ile Kafkas hududunda düşmanlara vurdukları ilk
darbeler hak yolundaki gazamızın zaferle tetevvüc edeceği hakkındaki
kanaatimizi teyit eylemiştir.
Bugün düşmanlarımızın memleket ve ordularının
müttefiklerimizin pay-ı celâdeti altında ezilmekte bulunması bu kanaatimizi
teyid eden ahvaldendir. Kahraman askerlerim, dini mübinimiz ve vatanı azizemize
kasdeden düşmanlara açtığımız bu mübarek gaza ve cihad yolunda bir an azim ve
sebat ve fedakarlıktan ayrılmayınız. Düşmana aslanlar gibi savlet ediniz. Zira
hem Devletimizin, hem fetvay-ı şerife ile Cihad-ı Ekbere davet ettiğim üçyüz
milyon ehl-i İslamın hayat ve bekası sizlerin muzafferiyetinize bağlıdır.
Mescidlerde, camilerde, Kâbetullah'ta huzur-u Rabbulâlemine kemâli vücut ve
istiğrak ile müteveccih üçyüz milyon masum ve mazlum mü'ınin kalbinin dua ve
temenniyeti sizinle beraberdir.
Asker evlatlarım, bugün uhdenize terettüp eden vazife
şimdiye kadar dünyada hiç bir orduya nasib olmamıştır. Bu vazifeyi ifa ederken
bir vakitler dünyayı titretmiş olan Osmanlı
ordularının hayrulhalefleri olduğunuzu gösteriniz ki, düşman din-ü devlet bir
daha topraklarımıza ayak atmaya, Kâbetullahı ve Mukaddes ve münevver nebeviyi
ihtiva eden eraza-i mübarekei Hicaziyenin istirahatını ihlale cüret edemesin.
Dini, vatanı, namusu, askeriyesini silahıyla müdafaa etmeği, Padişah uğrunda
ölümü ishitkâr eylemeği bilir bir OsmanlI ordu vee donanması mevcut olduğunu
düşmanlara müessir bir surette gösteriniz. Hak ve adalet bizde, zulüm ve udvân
düşmanlarımızda olduğundan, düşmanlarımızı kahretmek için Cenab-ı Adl-i Mutlak'ın
inayeti ve Peygamber zişanımızm imdât-ı maneviyesi bize yâr ve yâver olacağına
şüphe yoktur. Bu Cihad'dan mazisinin zararlarını telâyi etmiş şanlı ve kâvî bir
devlet olarak çıkacağımıza eminim. Bugünkü harbde birlikte hareket ettiğimiz
dünyanın en cesur ve muhteşem iki ordusu ile silah arkadaşlığı ettiğimizi
unutmayınız. Şehitleriniz şüheday-ı saliheye müjde-i zafer götürsün. Sağ
kalanlarınızın gazası mübarek ve kılıcı keskin olsun."
21 Zilhicce 332,29 Teşrinievvel 330
Mehmet Reşat
Başkumandan Vekili Enver Paşa'nın orduya gönderdiği
beyannamede şöyledir:
"Sevgili Başkumandanımız, Halife-i Zişan
efendimiz hazretlerinin irade-i ruhaniyesi ve mübarek Padişahımızın hayır duası
ile ordumuz düşmanları kahredecektir.
Bugüne kadar karada ve denizde zabit ve asker kardişlerimin gösterdikleri
kahramanlıklar düşmanlanmızm perişan olacaklarına en büyük delildir. ancak her
zabit, her asker unutmamalıdır ki harp meydanı fedakarlık meydanıdır. Orada
hangi asker daha ileri atılır, hangi asker düşmanın şarapnel ve kurşunlarından
yılmayarak ayak direr, sonuna kadar sebat ederse o asker kazanır. Tarih
şahittir ki, Osmanlı askerinden sebatlı, Osmanlı askerinden fedakar hiçbir asker
yoktur. Hepimiz düşünmeliyiz ki, başımızın ucunda Peygamberimizin ve Sahabe-i
güzin efendilerimizin ruhları uçuyor. Şanh babalarımız başlarımızın ucunda
bizim ne yaptığımıza bakıyor. Eğer onların hakiki evladı olduğumuzu göstermek,
bizden sonra geleceklerin lanetlerinden kurtulmak istersek çalışalım.
Zincirleri altında inleyen üçyüz milyon Islâm ve eski
vatandaşlarımız hep bizim muzafferiyetimize dua ediyor. Ölümden kimse
kurtulmayacaktır, ne mutlu ileri gidenlere, ne mutlu din ve vatan yolunda şehit
olanlara... ileri daima ileri ki, zafer, şan, şehadet, cennet hep ileride...
ölüm ve zillet geridedir. Mübarek ve mukaddes şehitlerimizin ruhuna
fatiha" diyerek orduya sunmaktadır. [163])
Gerek Padişahın yayınladığı beyanname ve gerekse Enver
Paşanın yayınladığı beyannameden da anlaşıldığı gibi ittihatçıların amaa Balkan
savaşlarında yitirdikleri toprakları geri almaktı. Yalnız savaşın uzun
süreceğini hesaplamamışlardı. Ayrıca cihad ilanı ile de üçyüz milyon ehl-i
İslam yardıma çağrılıyordu.
Hiçbir hazırlık yapılmadan, ittihatçıların ilan ettikleri Cihad, ellerindeki çakı bile
bulunmayan esir müslümanlar için isyan imkanı vermiyordu. Ayrıca hazırlıksız
yapıları cihad hilafet makamının da
dünya nazarındaki mevkiini sarsmakta idi. [164])
Önce İngilizler, daha sonra da Fransızlar Osmanlı
Devletine savaş ilan etmişlerdi.
Özellikle Ingiltere, içlerinde Hintli müslümanların da bulunduğu Hintlerden ve
Ingilizlerden oluşan kuvvetlerle Şattülarap'ta karaya çıkarak 22 Kasım 1914'te
Basra'yı ele geçirmişlerdi. Sonuçta Cihad ilanının bizim sınırlanınız dışındaki
müslümanlar üzerinde fazla etkisi olmadığı gibi devletimiz içerisinde yaşayan
Araplar üzerinde de etkisi olmamıştı. Yalnız bunun nedenleri vardı: Cihad ilan eden OsmanlI devleti, müslüman olmayan,
Alman, Avusturya ve Macar devletleri ile işbirliği yapmıştı. Bu yüzden hem
ingilizler hem de Rusya Türklere karşı kendi egemenlikleri altında bulunan
müslümanları hatta Türkleri kullanmışlardır. [165]) Ayrıca
yapıları cihad çağrısına karşı
ingilizler karşı propaganda ile Padişah-Halife'nin İttihatçılar elinde tutsak
olduğunu ve zorla savaştırılan Hilafet
Ordularım yenerek İslam dünyasının Padişah'a yardıma olacağını bildiriyorlardı.
7 Bu arada İngiltere'nin
Hindistan Genel Valisi, Türk yanlısı tavrı etkilemek üzere İttihatçıların
aslmda Müslüman olmadıklarını, Masonlukla ilişkileri bulunduğunu Siyonistlerle
işbirliği yaptıklarım ve İslam ülkesi olan
Filistin'i Museviler'e sattıklarını içeren beyannameler ve broşürler
dağıtıyordu; yerli işbirlikçilerini de bu konuda yerek gazetelere yazı yazmağa
zorluyordu. Ama bu İngiliz çabalarına, karşı propaganda ile Hind Müslümanları
da "yalanlama" kampanyası başlatmışlardı. Zafer Ali Han gibi
müslümanlar "Türklerin altıyüz senedir Avrupa ile temasta olduklarım,
fakat hiçbir şekilde, söylendiği gibi, İslamî hüviyetlerini
yitirmediklerini" dile getiriyordu. Yalnız bu arada I. Dünya Savaşı'nın
başında Hind Müslümanları Osmanlı Devleti'nin savaşa katılmasını
istememektedirler. Savaş Avrupa'da patlak verince, Osmanlı Devleti'nin
"tarafsızlığını" açıklamasını iyi bulmuşlardı. Bu davranışını
değiştirecek herhangi bir hareketten kaçınmasını istemekteydiler. Onlara göre
İttihatçılar, İstanbul'da, iktidara gelmiş en başarılı vatanperverlerdi.
Kısacası Türkiye'nin tarafsızlığı, İngiltere'nin sömürgesi olan Hindli Müslümanları memnun etmektedir.[166]
[167]
Fakat bu memnuniyetleri uzun sürmemiştir.
Osmanlı Devleti savaşa girip "cihad" ilan edince yeterli desteği dış müslümanlardan
elde edememelerinin nedeni olarak yukarıda da biraz belittiğimiz gibi, Osmanlı
Devleti, o çağda İslam dünyasını bir mihrak etrafında savaş için organize
edemediği gibi, dahası, bizzat savaş çağrısını gereği gibi duyuracak haberleşme
imkanlarından da yoksundu. Ayrıca İngiltere cihad'a karşı yoğun bir
propagandaya girişmiş. Savaş sonunda Türkiye'ye karşı "anlayışlı"
davranacağını, kutsal topraklar başta olmak üzere Osmanlı Devletini parçalayıp,
paylaşmayacağım garanti etmişti, İngilizler bununla da yetinmeyerek, Mekke
Emiri Şerif Hüseyin'i cihadı kırmak için isyana teşvik etmişti. Şerif Hüseyin
isyanının Halifeye değil "Bozkurt'a ibadet eden Turana ve Hz. Peygambere
küfreden tercümeleri kaleme aları Abdullah
Cevdet gibi Garpçı İttihatçılara karşı olduğunu" açıklamaktaydı. Gerek
Hindistan'da gerekse Londra'da, Müslüman uyrukların yaptıkları açıklamalarda, İngilizler,
"Savaşın dinî içeriği olan bir
savaş olmadığını, Osmanlı padişahı ve halifesine dokunulmayacağına" dair
söz veriyorlardı. Bunun gibi çabalar sonucunda Çanakkale savaşlarında İngiliz
saflarında çarpışan müslüman sömürge askerleri "dinsiz İttihatçıların
Halifeyi hapsettiklerine ve İngilizler'in de onu kurtarmak için bu amfibik
harekâtı düzenlediklerine" inandırılmalardı. Bu arada cephelerde İngiliz
komutanlarına itaat etmeyip, silahlarını terk etmeyi deneyen Hind müslümanlan,
domuz derisinden yapılmış iplerle derhal idam ediliyorlardı. Domuzun
müslümanlarca haram oluşu bu ipte idam edilenleri cennete gidemeyecekleri
düşüncesini taşımaları, isyanlar için manevî açıdan caydırıcı olmaktaydı. Yine
de Hindli müslümanlar, kısıtlı da olsa cihada cevap vereceklerdir ve Enver
Paşa'ya bağlı Teşkilât'ı Mahsusa ajanları tarafından faaliyetleri
yönlendirilecektir.
Osmanlı Devleti'nin 3 Kasım 1914 tarihinde resmen
savaşa girmesinden sonra başlangıçta küçük başarılar ardından Kafkas cephesinde
geri çekiliyordu ve Ruslar Trabzon'a kadar ilerliyorlardı. Çanakkale'nin
mükemmel bir şekilde savunulması ise Rusya'nın askeri durumu açısından
uğursuzluk oluyor ve önemli bir Türk başarısı olarak tarihe geçiyordu.(1915)
1915 1916 yılları Osmanlı kuvvetleri Irak cephesinde de önemli başarılar elde
ettiler. 1914 yılının Kasım ayında Cemal Paşa komutasındaki Kanal harekatı, İngilizlerin
direnmesi sonucu başarısız kalmış, daha sonra saldırıya geçen İngilizler 1918
yılında Suriye'ye kadar ilerlemişlerdir. 1 İngilizlerin bu başarılannda Şerif Hüseyin'in
ayaklanmasının ve özellikle İngiliz ajanı Th. E. Lawrence'ın büyük desteği
görülmüştür. Lawrence ve diğer İngiliz ajanları Türk kuvvetlerine karşı
milliyetçi Arapları ayaklandırmışlar, Filistin ve Suriye'de İngiliz zaferini
sağlamışlardır. 1
Dört yıl süren savaş sonunda 13 Ekim 1918'de
İttihatçılar kabineden çekilmişler ve Talat Paşa istifa ederek, yerine
politikaya bulaşmamış bir asker olan Mareşal
İzzet Paşa kabineyi kurmakla görevlendirilmişti. 1 Bütün cephelerde boz-
9.
a. g. e. s. 24-26
10.
Duda, W.Herbert;
Hilafet'ten Cumhuriyete Geçiş, Tercüme Prof. Dr. Abdurrahman Güzel, Ankara
1989, s. 121-122
11.
Herbert; a. g. e. s. 125
12.
Akşin; İ.H.M.M., s. 20
guna uğradıktan sonra, artık Osmanlı devleti ateşkes
kararını vermek zorunda kalmıştır. Sonunda Agamennon adlı İngiliz savaş
gemisinde 30 Ekim 1918 tarihinde Limni adasının Mondoros koyunda Bâbıâli ile
İngiltere arasında "Mondoros Ateşkesi" imzalandı. Bu ateşkesin şartları çok ağırdı: "Bir polis karakolundan başka
bütün ordu hemen terhis edilerek, donanma müttefiklere devredilecek;
Müttefikler tarafından işgal edilen Arap toprakları Müttefiklerin işgali
altında kalmaya devam edecek; Suriye ve Mezopotamya'da bulunan silahlı Türk
askerleri derhal en yakın müttefik komutanına teslim olacaklar; Savaş anında
1917 rus ihtilalinden sonra Baküye kadar olan
yerleri ele geçirmiş olan Türk
askerleri İran ve Kafkasya'dan da geri çekilecekler; limanlar, demiryolları,
telgraf ve telefonlar müttefiklerin denetimine verilecektir." Ateşkes
anlaşmasının en kötü maddesi ise 7. Madde olup, Müttefikler kendileri için
tehlikeli gördükleri her stratejik noktayı işgal edebilecekleri kaydıdır. Bu
maddeye göre daha sonra Müttefikler istedikleri yeri, bu arada İstanbul'u işgal
etmelerinde hukukî dayanak yapacaklardır. [168]
Mondoros Ateşkesi'nden sonra artık İngiltere için
Osmanlı ülke bütünlüğü değişmez kural niteliğini yitirmiştir. Zaten o döneme
kadar Osmanlı Devletinin parçalanmamış olması daha çok mirasının nasıl
paylaşılacağı konusunda anlaşmaya varılamamış olmasındandır. 141 13
Kasım 1918'de de Fransız Generali Franchet d'Esperey resmî olarak kente
giriyordu. Bu arada 11 Kasım 1918'de Tevfik Paşa kabinesi istifa ediyor yerine
Damat Ferit Paşa kabinesi kuruluyordu. Müttefik güçleri bundan sonra asıl
Türkiye'ye yayılmaya başlayacaklardır. Sykes-Picot Anlaşması (916 Mart 1916)'na
göre Urfa, Maraş ve Antep çevresi Fransızlara verilmişti. Fransızlar, Adana,
Samsun, Merzifon vilayetlerini işgal ediyorlardı. İngilizler Musul'u, İtalyanlar
da Antalya ve Konya'yı işgal ediyorlardı. 15 Mayıs 1919'da ise Yunanlılar,
Müttefiklerin de rızasını alarak Türklerin ateşkes şartlarına uymayarak,
açıktan açığa bir tecavüz olarak nitelenen barbarlıkları ile İzmir'e asker
çıkarıyorlardı. Osmanlı Devleti'nin dıştan uğradığı bu tecavüzler yetmiyormuş
gibi içten de ülkenin her tarafında var olan
azınlık Hıristiyanlar (Rum, Ermeni vs.) Osmanlı Devleti'nin çöküşünü
hızlandırmak için ayaklandırılıyorlardı.
İstanbul'daki Rum Patrikhanesi özel bir tim şeklinde
komitacı Rum çetelerini örgütlemek ve Yunan propagandası yapmak için
"Mavri Mira" cemiyetini kurmuştu. Ermeni Patrikhanesi de benzeri
çalışmalar yapıyordu. Anadolu'da bir Yunan Rum Hükümeti kurulması için Pontus
Örgütü, Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz kıyılarında çalışıyordu. Bu
civardaki Rum sakinleri silahlandırılıp, bir Rum Askerî birliği Trabzon'a doğru
harekete geçiyordu. Bunlar 4 Mart 1919'da İstanbul'da bir de "Pontus"
adlı gazete çıkarıyorlardı. Yabana güçler, yine kendi kontrolları altında olmak
şartıyla Doğu Anadolu Vilayetlerinden Diyarbakır, Bitlis ve Elaziz... gibi yerlerde
Kürdistan Devleti kurdurmak istiyorlardı. Yine Doğu Anadolu'da bir de Ermenistan
Devleti kurulması kararlaştırılmıştı. 151
Mondoros Ateşkesi imzalanmadan önce 7. ordu komutam olan Mustafa Kemal, ateşkesin imzalanması ve
İttihatçıların iktidardan çekilmeleri ile birlikte kendisi için iktidar yolunu
açıldığım görerek, Talat Paşa kabinesinin istifası ile kurulacak olan İzzet Paşa kabinesinde kendisine de yer
verilmesi için Saray Baş yaveri Naci Beye bir telgraf çekmiştir. Yine bu
telgrafın da derhal banşa gidilmesini de işitmektedir. Mustafa Kemal'in İzzet
Paşa kabinesinde istediği görev Harbiye Nezareti idi. Yeni kuruları İzzet Paşa kabinesinde, İzzet Paşa'nın sağ
kolu olan Rauf (Orbay) Bey de, Harbiye
ya da Başkumandanlık Kurmay Başkanlığının Mustafa Kemal'e verilmesini
önermişse de Mustafa Kemal'e bu kabinede yer verilmemiştir. O anda Mustafa
Kemal Adana'da 7. Ordu komutam olarak bulunmaktadır. Bu arada Mustafa Kemal, ordusunda
menzil müfettişi olan K. Alb. Ömer Lütfi
Bey'i İstanbul'a Rauf Bey'e gönderir: "Mahrem olarak, yurdun hayır ve
selameti için Harbiye Nezaretine tayinini ve bir an önce İstanbul'a
aldınimasını Rauf Bey'den istemektedir." 7 Kasım 1918'de Yıldırım Orduları
Grubu ve 7. Ordu karargahı lağvedilir. Mustafa Kemal de Nezaret emrine verilir.
161
Mustafa Kemal 13 Kasım 1918'de İstanbul'a döndüğünde
İzzet Paşanın kabineden istifa ettiğim öğrenir. Yalnız İzzet Paşa henüz
kabineyi boşaltmamıştır. Mustafa Kemal, Rauf Beyle birlikte İzzet Paşayı
sadaret konağında ziyaret ederek, Tevfik Paşa'nın kabineyi kurmasına fırsat
vermeyip, tekrar yeniden kendisinin kabineyi kurmasını isterse de sonuçta
Tevfik Paşa kabinesi kurulacaktır. Hatta Mustafa Kemal ve arkadaşlarının
aleyhte çabalarına rağmen Tevfik Paşa kabinesi Mebusan Meclisinden de güven
oyu alacaktır. [169])
Bu arada Mustafa Kemal, ateşkes döneminde Vahdettin'le de dört kez görüşmüştür.
Bu görüşmelerin tarihleri 15 Kasım, 20 Aralık 1918 ve 15 Mayıs 1919'dur.
Vahdettin, Mondoros Ateşkesi'nden birkaç ay önce,
şeker hastası olan Sultan Reşat'ın
ramazan ayının 24. gecesi ölümü (H. 1336) üzerine, Hicrî 1336 yılı ramazan
ayının 25. Perşembe günü Altına Mehmet unvanı ile saltanat tahtına çıkmıştı. [170])
Mondoros Ateşkesi Vahdettin zamanında olduğundan, kendisi bu Ateşkesin sorumlusu
olarak görülüyordu.
Vahdettin, San Remo'da iken kendisine İtilaf
Devletleri'ne karşı savaşla ilgili "Echo" gazetesinden Paul
Gordeaux'un sorduğu soruya şu cevabı vermiştir:
"Türkiye'nin Büyük Savaşa katılmasına her zaman
karşı idim. Bizim için savaşın sonucu kaçınılmaz bir felaket olarak göründüğü
anda kardeşim Beşinci Mehmet'in yerine geçtim. Tek bir amacım vardı: Barış.
Fakat 1908'den beri iktidarı elinde tutan Jön Türk (İttihatçılar) Hükümeti,
bütün barışçı girişimlerimi engelledi ve avantajlar da elde etmeme engel oldu
ki barıştan ayrı görüşmeler bekliyordum. Kemalistler Mondoros Ateşkesinden beni
sorumlu tutmak istediler. Oysa ateşkes, Ankara'nın bir başkam olan Rauf Bey tarafmdan imzalandı ve o anda ordu
da, Tarsus'un doruğuna sığınmak için düşmana birliklerini bırakıp giden Mustafa
Kemal'in komutası altındaydı. [171])
Vahdettin'in Mondoros Ateşkesi'ni
imzalamaya gideceklerden isteği ise şunlar olmuştur: '
"1-Hilafet-i Celile ve Saltanat-ı Seniyye ve
Hanedan-ı Osmanî hukukunun temamî-i mahfuziyyetinin temini,
2Bazı eyalâta verilecek muhtariyet-i idarenin şekil ve
mahiyeti temin olunarak muhtariyetin yalnız İdarî olup siyasî olmaması, şayet
hiç bir çare ve imkan bulunmayıp ta siyasî olacak ise istiklâliyet daha ehven
olacağı ve eğer siyasî muhtariyeti kabul edecek olursak alem-i İslama ihanet
etmiş olacağımız fikrindeyim. "(20)
Oysa yukarıda da sözettiğimiz gibi İngilizler bu
konuda Türklere söz hakkı bile vermemiş ve kendi hazırladıkları maddeleri
olduğu gibi kabul ettirmişlerdir.
Memleketin en kritik bir döneminde saltanat gelen
Vahdettin'in amaa ülkesine hizmet etmektir. Yalnız yaşı da epeyce ilerlemiştir.
İttihatçılar yönetimi bırakmışlardı. Fakat, İzzet Paşa'nın oluşturduğu kabinede
bazı İttihatçı nazırlar bulunduğuna dair gazeteler ve muhalifler, kabine
aleyhine dil uzatmaya devam ediyorlardı. Bunun üzerine Vahdettin kabinede bazı
değişiklik yapılmasını istemiştir. İzzet Paşa bu isteklerin bazısını kabul
bazısını reddederek sonunda da istifa etmiştir. [172] [173]
Bu olaylar üzerine üzülen Vahdettin:
"Ben devlet ve memleketime bir hizmet etmek
ümidinde bulunmasaydım, Çengelköyünde rahat rahat otururken bu ağır yükü kabul
etmezdim. Bu yaştan sonra mezarıma padişah diye yazdırmak hevesinde
değilim" demiştir. [174]
Bu arada Vahdettin İstanbul'un işgalinden sonra
Meclis-i Mebusanı feshetmiştir. İşin garibi o anda yeniden seçimlerin
yapılması imkansızdır. Üstelik vilayetlerin önemli bir bölümü de düşman işgali
altında olduğundan aralarında seçim yapılması mümkün değil ve bu vilayetlerden
mebus çıkarılmadığı takdirde ise bizzat işgal olayını kabullenmiş ve sözkonusu
vilayetlerin ayrılmasını benimsenmiş olunacağından dahası o andaki Meclis'te
işgal altında bulunan vilayetlerin halkından da mebuslar bulunduğundan bunlar
vasıtası ile o vilayetler ile temas sağlanmakta iken ve Padişahın da bu durumu
bildiği halde "meclis ğörev yapmıyor, velinimetleri olan ittihatçı başkanlarma karşı bir vefa eseri
göstermek istiyorlar..." "Ecnebiler bu Meclisi mebusanı müntehab
addetmiyorlar." Bize, "siz hakk-ı hayatınızı muhafaza için faaliyet
göstermelisiniz. Eğer lazım gelen faaliyeti gösteremezseniz hakk-ı hayatınızı
da iskat etmiş olursunuz" diyorlar,... "Ecnebilerin zihniyeti
bizimkine uymuyor, bir kere kafalarına koydukları şeyi bir daha çıkarmıyorlar:
O katil heyetin müntehabı olan Meclis-i
Meb'usanı nasıl tutuyorsunuz? Siz neye istinad ediyorsunuz?"... [175]
[176]
diyen düşmanların sözlerinin de etkisi
altına kalarak Vahdettin'i Meclisi feshetmesi çok kötü olmuştur. Üstelik de
dört ay sonra böyle bir meclisin seçilmesinini imkansız olduğunu bile bile.
Meclis-i Mebusanın feshi hakkındaki İrade-i Seniye
sureti ise şu şekilde yazılmıştır:
"Esbâb-ı zaruriyye-i siyasiyyeden nâşî Meclis-i
Mebusan'ın feshi iktiza etmesine ve Kanûn-ı Esasimizin muaddel yedinci
maddesinin fıkra-i mahsûsası mucibince lede'l-iktiza Heyet-i meb'ûsanın feshi
hukuk-ı şahanemiz cümlesinden bulunmasına binaen Meclis-i mezkûrun bu günden
itibaren bermûcib-i kanun feshini irade eyledim. 24)
21 Kanunuevvel (Aralık) 1334 (1918) Mehmet Vahdettin
İstanbul işgal edildikten sonra işgal kuvvetleri
istedikleri yere girmektedirler ve istedikleri binaya yerleşmektedirler. Bu
arada saltanat makamına ait Beylerbeyi Sarayı gibi sarayları da
istemektedirler. Bu durum karşısında Vahdettin: "Bence Al-i Osmanın
mülküne girdikten sonra hudutta bir kulübeyegirmekle benim sarayıma girmek
arasında fark yoktur", cevabım vermektedir ve birgün sonra da Beylerbeyi
Sarayının işgali yüzünden ağlayarak "buna beşeriyyet kuvveti, hattâ nübüvvet
kuvveti bile kâfi gelmez. Ancak ulûhiyet kuvvetine muhtaç!" demektedir. [177]
Yine işgal kuvvetlerinin yaptıkları
baskı karşısında Vahdettin:
"Ecnebiler pek bîaman... Gece gündüz ne çektiğimi
bir Allah bilir, bir ben bilirim. Bizi tazyik ile Meclis-i mebusanı
dağıttırdılar. Fikirlerini ihsas değil, adeta açıktan açığa izhar ediyorlar.
Ben meşrutî bir hükümdar olduğum halde gûyâ mutlak bir hükümdar imişim gibi
muamelede bulunuyorlar ve doğrudan doğruya bana müracaat eyliyorlar.
Meşrutiyetten bahsedince, Hangi meşrutiyet! diye mukabele ediyorlar. Karşımızda
müracaat edecek kuvvet olarak yalnız sizi tanırız ve sizi pâk ederiz, diyorlar.
Yani sözlerimizi yerine getirmezseniz sizi de tanımayız demek istiyorlar.
İstiklâlimizi kurtarmak için bizzârure bu hallere tahammül ediliyor. Diğer taraftan
birşey için kendilerine müracaat edilince, henüz münasebât-ı siyasiyemiz iade
olunmadı; buradaki memurlarımız askerî memurlardır, diye cevap veriyorlar. Ben
milletin ateşli külü üzerine oturdum, taht-ı saltanatın kuş tüyünden minderleri
üzerine oturup gömülmedim. Bunlardan kimseye bahsedilemiyor; millete de malumat
verilemiyor. Elbette bir gün tarih bu gerçekleri yazar... Eğer âkilâne,
bîgarazane ve bîtarafâne idare-i umur edecek bir haletim olsaydı ömrümün devriâhirinde
bu bâr-ı azîmi vallahî, billahî ve tallahî kabul etmezdim. Taht-ı saltanat ile
teneşir arasında ne kadar mesafe olduğunu bilirim..." [178] [179])
Vahdettin'in ecnebi baskılarından yakınmalarına hak
vermemek elde değil, yalnız elinde büyük bir koz olan Meclis, işgal kuvvetlerinin baskısı ile,
kapatması ile bütün baskıları üzerine çektiği de bir gerçektir. Eğer meclisi
kapatmasaydı işte o zaman gerçekten meşrûtî bir hükümdar olduğunu daha kolay
anlatabilirdi. Daha sonra İzmir'in de işgali ile meclisin eksikliğini hissetmiş
olacak ki sarayda bir Şuray-ı Saltanat oluşturacaktır. Bu heyet 26 Mayıs 1331
tarihinde Yıldız sarayında toplanacaktır. Vahdettin beraberinde Veliahd
Abdülmecid Efendi ile meclisi açış konuşmasında:
"Devletin düçar olduğu vazifet-i hâzıraya dair
müşavere edilmek üzere vükelâ, âyan ve mütehayyizan-ı memleketi davçt ettim.
Devlet-i Osmaniyemizin maruz kaldığı müşkilât hakkında âcilen lazım gelen
tedâbiri ittihaz eylemeleri ve hüzzar-ı kiramın her birerlerinin lâyıh-ı hatırı
olacak fikirlerini ve re'y-ü mütealalarını beyan etmeleri itibariyle bu
içtima-ı müteyemmin ve mes'ud addederim..."
Vahdettin'in konuşmasından da anlaşılacağı gibi bu
meclis yalnızca bir danışma meclisi olup hiçbir zaman seçimle gelmiş meclis-i
meb'ûsanın yerini tutmayacaktır.
Bu arada İstanbul'daki işgal kuvvetleri yalnızca
saraylara yerleşmekle kalmayıp, Hanedan-ı âl-i Osmana, şehzadelere kadar
caniyane, şeniane, hainane tecavüzlerde de bulunmaktadırlar, doğrudan ve
doğruya kapıları kırarak muhasara etmek ve onlara her türlü hakareti de
yapmaktadırlar. Bu dehşet ve saldın yüzünden müteessir olan Sultan Reşat merhumun aileleri ve mahdumlarının
aileleri yani gelinlerinden ikisi cinnet getirmişlerdir. [180])
İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali ve meydana gelen
elim olaylar üzerine İstanbul'da ve vilayetlerin her tarafında büyük mitingler
yapılarak olay şiddetle kınanmıştır. Bu millî girişimler sonunda daha sonra
Kuvay-ı Milliye oluşturulmuştur. [181]
2-
Mustafa Kemal'in
Görevlendirilip Anadoluya Gönderilişi
İstanbul'un işgal edildiği gün 13 Kasım 1918 tarihinde
İstanbul'a gelen Mustafa Kemal, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, yeni kuruları kabinede Harbiye Nazın olmak isterse de bu
isteği gerçekleşmez. Bu arada İstanbul'da tutuklamalar başlar. Tutuklananlar
yalnızca İttihatçıların ön safta görev yapanları değildir. Sorumlu mevkilerde
olmayanlar bile milliyetçi oldukları için tutuklanırlar. Mustafa Kemal'in en
yakın arkadaşları olan Fethi Bey gibi
birçokları tutuklanması ile durum iyice kritikleşir. Bu arada 14 Mart'ta Yeni
Gazete, Mustafa Kemal'in de tutukladığım, asılsız olarak, yazmaktadır. Dahası
24 Mart günü çıkan Hukuk-u Beşer gazetesinde çıkan bir yazıda savaşta
"...ordu kumandam demlen âli sefillere, daha doğrusu haydut
başılara..." teslim olunan milyonlarca altın ve gümüş paranın ne
olduğundan sözedilince, bu itham altında kalmak istemeyen Mustafa Kemal, derhal
Hariye Nezaretine hitaben bir dilekçe yazarak iddiaları reddedip, yazarını da
"sefil müfteri" olarak nitelendiriyor ve "Osmanlı ordularım ve
onların namuslu kumandanlarım bu suretle teşhir edebilmek kabiliyeti ancak
vatan ve milletin mahv ve izmihlalini arzu eden bir alçakta bulunabilir."
diyordu. İttihatçıların baş düşmanı bir gazete olan Alemdar, o bulanık dönemde Mustafa Kemal'in
aleyhine hakaret davası açmıştır. Mustafa Kemal kendisine karşı bir komplo ile
karşı karşıya olduğu kanısına vararak telaşa kapılmaktadır. [182])
Herkesin tutuklanabileceği böyle bir dönemde, Anadoluya gönderilecek bir Paşa
aranmaktadır. Zira 21 Nisan’da Calthorpe, D.Ferit'e bir mektup göndererek 9.
Ordunun eski komitanı Yakup Şevki Paşa'ınn Erzurum, Erzincan, Bayburt ve
Sivas'ta olşuturuları "Şuralar"ca
sözde ordudan ağımsız, fakat askerî denetim altında asker topladığı ileri
sürülüyor ve bu duruma son vermek üzere "derhal" talimat verilmesini
istiyordu. [183])
Daha soma İngilizler 9 Mart’ta Samsun'a 200 asker göndermişlerdi. İngilizler
bölgedeki asayişsizlikten durmadan yakman raporlar veriyorlardı. Güya birçok
Rum köyü her gün Türklerin saldırısına uğruyor ve resmî makamlar buna engel olamıyorlardı.
Eğer bu saldırılar hükümetçe önlenemezse, kendilerinin duruma el koyacaklarını
bildiriyorlardı. [184])
Bu İngiliz baskısı üzerine bölgeye etkili olabilecek
bir komutan gönderilecketi. Bu kişi Mustafa Kemal de olabilirdi, başka biri de
olabilirdi. Anadolu'ya gitmek için tâlip olan
Mustafa Kemal olmamıştır. Öneri hükümetten gelmiştir. Mustafa Kemal de
bu öneriyi kabul etmiştir. [185])
Belki bu görevi kabul edişinde İstanbul'da artık yapıyacak bir şey kalmadığını
anlamış olmasının ve rastgele tutuklamaların başlamasının, özellikle Hukuk-u
Beşer gazetesinin aleyhine açtığı davayı yitirme korkusunun etkisi veya Kazım
Karabekir ve Ali Fuat Paşalar gibi kişilerin de kendisini Anadolu'ya çağırmış
olmalarının rolü olmuş olabilir. Zira Mustafa Kemal'e göre kendisinin
Anadolu'da görevlendirilmesini, kendi açısından "nefy-ü teb'id",
yani kendisinin İstanbul'dan uzaklaşmasını arzu edenlerin icadettikleri
bir sebebtir.
Ama düşman işgali altında olan İstanbul'da ve değişik mizaçta, bikalemun
gibi değişen, bugün ak dediğine yarın kara diyen esas fikrinin ne olduğu
bilinmeyen Damat Ferit gibi bir kişinin başkanlığındaki bir hükümetin bulunduğu
bir yerde(35\ hiçbir yetkisi olmayan Mustafa Kemal, İstanbul'da
kalsaydı acaba ne yapabilirdi?
Mustafa Kemal, daha önce Yakup Şevki Paşa'nın komutası
altında bulunmuş olan Doğu Anadolu'daki
9. Ordu Müfettişi oluyordu. Görevleri: a) Asayişin sağlanması ve asayişsizlik
nedenlerinin saptanması b) Bölgede dağınık olarak varoları silah ve cephanelerin bir an önce
toplattırılarak depolara biriktirilmesi c) asker topladığı ve orduca korunduğu
öne sürülen şuralar varsa, bunların faaliyetlerinin yasaklanması ve
varlıklarına son verilmesi. Bunun için Sivas'taki 3. Kolordu ve Erzurum'daki
15. Kolordu harekât ve asayiş işleri için müfettişlik emrine veriliyor,
müfettişlik bölgesi Trabzon, Erzurum, Sivas, Van vilayetlerini ve Erzincan,
Canik bağımsız sancaklarını kapsıyordu. Ayrıca Diyarbakır, Bitlis,
mamüretülaziz, Ankara, Kastamonu gibi smırdaş vilayet ve bağımsız sancaklar ve
buralardaki kolordu komutanlıkları da müfettişliğin doğrudan doğruya yapacağı
başvuruları nazarı dikkate alacaklardı. Görüldüğü gibi müfettişliğin görev
alanı anadolunun çok büyük bir bölümünü kapsamaktadır. [186] [187]
[188]
"Bölgede dağınık olarak varolan silah ve cephanelerin biran önce toplatılarak
depolarına biriktirilmesi" doğrudan doğruya Rum ve belki de Ermenilerin
elinde bulunan silahlar olduğu muhakkaktır, çünkü İngiliz askerinin 9 Mart'ta
Samsun'a, 30 Mart'ta Merzifon'a gelmesi üzerine, Pontus çeteleri İngilizlere güvenerek
faaliyetlerini artırmışlar ve Pontus devletinin temelini atmaya başlamışlardı.
[189]
Vahdettin, Mustafa Kemal'i Anadolu’ya gitmeden önce
kabul eder ve şunları söyler: "Paşa paşa,şimdiye kadar devlete çok hizmet
ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir...Tarihe geçmiştir... Bunları
unutun... Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa devleti
kurtarabilirsin."081 Vahdettin, Mustafa Kemal'e Boğaziçinde
bulunan İngiliz zırhlılarının, saraya dönük olan toplarını göstererek "görüyorsun, ben
artık memleket ve milleti nasıl kurtarmak lazımgeleceğini tasavvurda tereddüte
düçar oluyorum, (ellerini havaya kaldırarak) İnşallah millet mütenebbih ve
müteyakkız olur, bu vaziyet-i elîmeden gerek beni ve gerekse kendisini tahlis
eder." 391
Büyük yetkilerle 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkan
Mustafa Kemal yoğun bir çalışmaya girişir. Bölgede asayişi sağlamak için
gerekli tedbirleri alır. Rumların Pontus devletini kurma çabalarına karşı İngilizleri
uyarır ve eğer Rumlar siyasal emellerine son verirlerse asayişsizliğin
kendiliğinden düzeleceğini bildirir. Bu arada azınlıkların güvenliği
konusundaki sorumluluğu, İtilaf devletlerinin sırtına yükleyerek, İzmir
bölgesinde görüldüğü gibi, milli bağımsızlık ve varlığı yoketmeye yönelen ve
yaşamayı tehlikeye sokan davranışlar karşısında milletin heyecan ve üzüntüsünü
ve buna dayanan milli gösterileri yasaklamak için kendisinde ve hiç kimsede güç
göremeyeceğini ve bu yüzden çıkacak olaylar dolayısı ile sorumluluk üstlenecek
ne bir kumandan, ne bir mülkiye memuru ne de bir hükümet düşünemiyeceğini
bildirir. 4 Çünkü İzmir'in
işgali üzerine İstanbul'da olduğu gibi Anadolu'da da mitingler yapılıyordu.
İtilaf devletleri ise bu mitiglerin önlenmesini istiyorlardı. Zira azınlıklara
karşı Türklerin harekete geçmelerinden korkuyorlardı.
Mustafa Kemal'in İstanbul'dan 9. Ordu Müfettişi olarak
ayrılmasına bir şey demiyen İngilizler, daha sonra onun Samsun'a çıkması ile
orada yaptığı davranışları İngilizleri harekete geçirmiştir. Samsun'daki
İngiliz subaylarmdan Yüzbaşı L.H.Hurst, Mustafa Kemal'in Samsun'da yaptıklarım
sürekli olarak İstanbul'daki İngiliz yetkililerine duyurmaktaydı. 411
Bunun üzerine Calthorpe ve Milne, İstanbul'da hükümete baskı yaparak, Mustafa
Kemal'in İstanbul'a dönmesini istiyor[190] [191]
[192]
[193]
lardı. İngilizlerin bu baskıları giderek artıyordu. Bu baskılar üzerine
Harbiye Nazırı Ş. Turgut Paşa, gönülsüz olarak, 8 Haziran'da, Mustafa Kemal'i
İstanbul'a "teşrif etmesini istemiştir. Mustafa Kemal, hükümeti, İngiliz
isteklerine boyun eğmeye hazır görünce, bir telgrafla Padişaha başvurmuştur.
"Üçüncü Ordu Müfettişi ve Fahrî Yaveri Hazreti Şehriyari" diye
imzaladığı uzun telgraf, bir şikayetname gibidir. Bu telgrafında saltanata
bağlılığını sık sık dile getirirken, Anadolu'nun her yerinde milletin, kumandanların
ve memurların düşünce ve emellerini öğrendiğini; milletin baştan aşağı uyanık
olduğunu, devletin ve milletin bağımsızlığım, saltanat ve hilafet haklarını
doğrulamak için güçlü bir azim ve iman ile donanmış bulunduğunu..."
bildiriyordu. Ardından da "...Eğer icbar edilirsem, memuriyeti
âcizanemden istifa ederek kemâkân Anadolu'da ve sinei millette kalacağım ve
vezaifi vataniyeme bu kere daha sarih hatvelerle devam edeceğim. Ta ki millet
mazharı istiklal ve saltanat ve hilafeti muazzamai hümayunları masunu indiras
olsun...", diyordu. Eğer Mustafa Kemal İstanbul'a dönseydi başına nelerin
geleceği çok iyi biliyordu. Ya Malta'ya sürülecekti veya mahkum edilecekti. [194]
Yukarıda sık sık bahsettiğimiz gibi İstanbul'daki
işgal kuvvetleri, özellikle İngilizler gerek Padişah'a gerek se Hükümete,
Mustafa Kemal ile ilgili baskıları iyice artmış olacak ki Padişah, Mustafa
Kemal'e gönderdiği telgrafta, Paşanın istifa edip İstanbul'a gelmesini, belki
yabancılar hükümete baskı ile kendisine onur kına bir işlem yaptırırlar korkusu
ile, azledilmesini de uygun görmediği için, Harbiye'den iki ay hava değişiğimi
istenilerek durum belli oluncaya kadar istediği kent ya da kasabada
dinlenmesini en uygun çözüm olarak sunuyordu. Padişah, Mustafa Kemal'in
davranışlarını anlayışla karşılamaktadır. [195]
Mustafa Kemal, İstanbul ile haberleşmesini sürdürürken
bu arada da Anadolu'daki çalışmalarına da devam etmektedir. Mustafa Kemal
Havza'da iken bazı yerlerdeki Müdafa-i fiukuk ve Redd-i ilhak Cemiyetleri,
telgraflar çekerek, "milletin hukuku ve istiklalini müdafaa
gayesiyle" kendisinin de girişimlerde bulunmasını istiyorlardı. Mustafa
Kemal bunlara verdiği cevapta, "Bu emel-i mukaddes uğrunda milletle
beraber nihayete kadar çalışacağıma dair mukaddesatım namına söz veririm"
diyordu. [196])
Havza'daki çalışmalarını tamamlayan Mustafa Kemal, 13 Haziran'da Amasya'ya
geçiyor ve çalışmalarım orada sürdürüyordu. Buradan ileri gelen kişilere de
mektuplar yazıyordu. Irak Şeyhülmeşayihi Uceymi Paşa'ya bir mektup göndererek
kendisine duyduğu saygıyı anlatıyor ve İslam dünyasının iki gözbebeği olan Türk ve Arap milletlerinin ayrılık yüzünden
ayrı ayrı zaafa uğradığım bildiriyor; el ele vererek Hz. Muhammed'in ümmetinin
bağımsızlığı uğrunda mücadele etmenin farz-ı aym olduğunu; milletlerin saflık
ve geleneklerini koruyarak "kutsal halifelik" çevresinde toplanıp,
kafirlerin esaretinden kurtulmaları için vereceği mücadelede kendisiyle
birlikte olduğunu; bu konuda görüş alışverişinde bulunmayı arzu ettiğini"
söylüyordu. [197])
Amasya'da, Mustafa Kemal'in Paşalarla yaptığı toplantı
sonunda herkesin bildiği 6 maddelik Amasya Tamimi yayınlanır. Biz bu tamimin
yalnızca son maddesi üzerinde duracağız. Son madde gerçekten bir isyan
maddesidir. Buna göre a) Askerî ve millî kuruluşlar hiçbir surette
kaldırılmayacaktır. c) Silah ve cephane katiyen elden çıkarılmayacaktır, d)
Vatanın herhangi bir yerinde düşman işgali olursa, bu bütün olduyu
ilgilendirecek ve ortaya çıkan duruma göre ortak savunmaya gidilecek, bunun
için komutanlar derhal birbirlerini haberdar edeceklerdi. [198])
Maddeden de anlaşıldığı gibi bu Mondoros Ateşkesi'ne bir meydan okumadır ve
Mondoros Ateşkesi'ni reddetmektir.
Mustafa Kemal'in bütün bu çalışmaları, girişimleri,
yaptığı işler ve aldığı kararlar, özellikle İngilizleri çileden çıkardığında
hiç şüphe yoktur. Bu olaylar üzerin İngilizler, İstanbul'da, Padişah'a ve
hükümete yaptığı baskıları iyice
artırmış olmaları gerekir ki, sonunda Vükela Meclisi, Mustafa Kemal'i
azletmiştir. Yalnız Harbiye Nezareti azil işlemini yürürlüğe koymamıştır. Bu
yüzden 26 Haziran günü Vükela Meclisinde Harbiye Nazırı Ş. Turgut Paşa ile
Dahiliye Nazırı A. Kemal arasında çetin bir tartışma olmuştur ve Paşa bu yüzden
istifa etmiştir. [199])
Sonunda 8 Temmuz'da Mustafa Kemal görevinden kesin olarak azledilecektir ve
kendisi de askerlikten istifa edecek, sivil olarak göreve devam edecektir.
Çünkü Mustafa Kemal, milletin baştan aşağı uyanık olduğunu, devletin ve
milletin istiklalini, yüce saltanat ve hilafetin hukukunu teyit için kavi bir
azim ve iman ile mücehhez bulunduğunu görmüştür. İstanbul'da iken milletin bu
kadar kuvvetli ve az vakitle felaketlerden bu derece müteyakkız olduğunu
tahayyül etmeyen Mustafa Kemal'i, ayrıca, ordularının başında bulunan Kazım
Karabekir, Ali Fuat vs. gibi paşalar da desteklemektedirler.
Mustafa Kemal, Amasya'dan sonra,Erzurum'da yapılacak olan kongre için Erzuruma geçer. 23 Temmuz'da
toplanan Kongre, Mustafa Kemal'i Kongre başkam seçer. Kongre bu arada Padişaha
da bir bağlılık telgrafı çeker. Bu kongre'de özellikle Anayurdun sınırları
belirlenir. Buna göre 30 Ekim 1918 Mondoros Mütarekesinin imzalandığı günün
sınırları, yani işgal edilmeden önceki sınırlar milli sınırlar olarak kabul
ediliyor. [200]
Saray ve İstanbul Hükümeti ise bu
sınırdan çok daha geniş sınırları, yerleri istiyordu. 23 Haziran 1919'da Damat
Ferit, Paris'te toplanan Barış konferansı'na verdiği muhtırada sınırları:
"Trakya için 1914 sınırlarının ötesinde, 1878'de İngiltere ve Rusya
murahhaslarının kabul ettiği, "Zoitun Burnu-Demir Halny-Mustafa Paşa-Kara
Balkan-Keucheva-Karasu" sının etnik, İktisadî nedenlerle ve güvenlik
açısından Osmanlı olması gerektiğini belirtiyordu. Ermenistan konusunda,
İtilaf Devletleri Erivan Cumhuriyetini tanıyacak olurlarsa, Osmanlı Heyeti,
Hükümetçe onanması şartıyla, bu devletle olan
sının görüşmeye hazırdı. Bu ülkeye yerleşmek isteyen Ermenilere, Osmanlı
hükümeti her türlü yardımı yapmaya da hazırdı. Kalmak isteyenler, başka
azınlıklar gibi, serbest kültürel, manevî ve İktisadî gelişmeden
yararlanabileceklerdi. Arap bölgelerine gelince, bunlar, Padişahın egemenliği
altında geniş ölçüde yönetim özgürlüğünden yararlanacaklar, her özerk vilayetin
(emaretin) valisi Padişahça atanacak, buralarda Osmanlı bayrağı asılacak ve
parada Osmanlı tuğrası olacak, adalet padişah adına yürütülecek, vakıflar
eskisi gibi yönetilecekti. Valisi Padişahça atanmayacak olan Hicaz için, en ilgili devletle anlaşılarak,
özel bir örgütlenme kararlaştırılabilecek, Mekke, Medine ve Kudüs’te Padişahın
bir temsilcisi ve belirli sayıda bir şeref kıtası bulunacaktır. Mısır ve Kıbrıs
konusunda Osmanlı Hükümeti, uygun bir zamanda İngiltere ile buraların siyasal
durumunu, daha açık olarak tanımlamak üzere, görüşmelere girmeye hazırladı."
İstanbul hükümetinin bu muhtırası üzerine
İstanbul'daki Times muhabiri, Osmanlı heyetinin savaşta yenilmiş gibi değil
yenmiş olarak gittiığini, aslında OsmanlInın Müslüman ülkelerini karıştırmak
için zaman kazanmak istediğini yazıyordu. 49) Gerçekten de Hindistan
Müslümanları, İngilizin dalaveresinin daha iyi anlayarak Türklere yardım için
İngiltere'ye baskı yapmaya başlamışlardı bile. Bu arada 22 Eylül 1919'da
Hindistan'ın dört bir yanından gelen ve sayıları beşbini buları Müslümanlar, Lucknow’da, "Bütün
Hindistan Müslümanları Konferansı" adlı konferansta Türkleri destekleyen
çok önemli kararlar alırlar ve VI. Mehmet Vahdettin'e bir sadakat ve destek
mesajı gönderirler. Ayrıca Times gazetesine yazılar göndererek "Muhteşem
bir milletin (Türkler) lanetlendiği, zaferlerle dolu bir imparatorluğun
(Osmanlı) yıkılmaya azmedildiği, muhteşem bir dinin de (îslam) hakarete
uğradığı bir dönemde sessiz kalmamızı herhalde beklemiyorsunuz! Gururuna düşkün
herkes bizim gibi davranmaz mı?" diyorlardı. Böylece Hindistan'da
Müslümanların kendi seslerini duyurabilmeleri için kurduktan "Hilafet
Komitesi" olsun ve yine Hindistan'da Müslümanlar tarafmdan kuruları "Cemiyetü'l-Ulemaî'l-Hind” olsun
Türklerin başarısı ve Halifenin kurtarılması için her desteği vermeye
hazırdılar. Bu arada Gandi bile "Ben Türkler'in zayıf, kabiliyetsiz ve
gaddar olmadıklarına inanıyorum. Müslüman kardeşlerimizi desteklemek bizim için
de kutsal bir görevdir." diyordu. [201] [202]
[203])
Vahdettin de: "Bizim savaşa katılmamızla oluşan
hıncı, zaman içerisinde, İtilaf Devletleri yanında dağılıncaya kadar ılımlı
olmak ve sabırlı olmak istiyordum" (51) diyerek zaman kazanmak istediğini
gösteriyordu.
Mustafa Kemal, Erzurum Kongresi'ni yaptıktan sonra
Sivas Kongresi'ni yapmak için Sivas'a geçecektir. Bu Kongre daha önemlidir.
Çünkü Türkiye'nin her yerinden temsilciler çağrılmıştır. Mustafa Kemal bu
çağrışım Amasya'da iken yapmıştı. Amasya Tamimine göre her livadan 3 kadar
kişinin murahhas seçilmesi gerekiyordu. 52) O dönemde Mondoros sınırları içerisinde 15 tanesi bağımsız olmak üzere 61
liva vardı. 21 livanın Şarkî Anadolu Heyet-i Temsiliyesince temsil edildiği düşünülürse
geriye 40 liva kalır ki bu livalardan 120 kişilik ve bir murahhas topluluğu
gelmesi gerekirken, katıları murahhasların
sayısı yalnızca 38 kişi olmuştu. Oysa Erzurum Kongresine, bölgesel olduğu halde
56 kişi katılmıştı. [204]
[205]
Buna rağmen Mustafa Kemal moralini
bozmaz görevine devam eder. Çünkü arkasında milletin desteği olduğunu
bilmektedir. Sivas Kongresi'nde de başkanlığa seçilir ve orada da görevini
yaptıktan sonra Ankara'ya yönelir, 27 Aralık 1919'da Ankara'ya gelir. Bundan
sonra görevini burada sürdürecektir. Zaten Sivas Kongresi'nde Anadolu ve
Rumeli'de, kuruları bütün cemiyetler
"Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adı altında
birleştirilmişti ve bu Kongrede bir de Heyet-i Temsiliye oluşturulacak
başkanlığına da Mustafa Kemal seçilmişti. [206]
3-
Türkiye Büyük Millet
Meclisinin Açılışı ve Hilafetle İlgili Alman Kararlar
Meclis-i Mebusan 21 Aralık 1918 tarihinde Padişah
karan ile kapatılmıştı. Damat Ferit Paşa Hükümeti Mustafa Kemal'in de baskısı
ile istifa edip, yerine Ali Rıza Paşa Hükümeti kurulunca, milli iradeye uygun
olarak yeniden "Meclis-i Mebusan"ın toplanması kabul edilmişti.
Mustafa Kemal Meclis'in İstanbul'da toplanmasına karşıydı. Kumandanlar ve
sivil yöneticiler ise, Meclis İstanbul’da toplanmazsa İstanbul yitirilir
korkusuyla, Meclis'in İstanbul'da toplanmasına karşıydı. Kumandanlar ve sivil
yöneticiler ise, Meclis İstanbul'da toplanmazsa İstanbul yitirilir korkusuyla,
Meclis'in İstanbul'da toplanmasını istiyorlardı.Sonunda 12 Ocak 1920'de
İstanbul'da toplanan Meclis-i Mebusan'ın aldığı önemli karar, 28 Ocak'ta kabul
ettiği "Misak-ı Milli" kararı olmuştur. Meclisin baskı altında
olmasına ağmen böylesine bir karan alması İngilizleri etkilemiştir. Sonunda 16
Mart 1336 (1920) sabah İngiliz ve Fransız işgal kuvvetleri tarafindan İstanbul
resmen işgal edilmiştir. Eski Vekillerden, ayan ve mebuslardan, askerî ve mülkî
görevi olan kişilerden çokları, hatta
Şehzade İbrahim Tevfik Efendi bile uyandınlmıştı, Şehzade dışında hepsi vapura
bindirilip Malta'ya sürülmüşlerdi.
Bu olay üzerine meb'uslar toplantıyı tatil etme kararı
alarak birer birer Anadolu'ya geçmeye başlamışlardır. Bu arada Meclis-i
Mebusan'ın feshi rivayetleri dolaşmaktadır. Bu olay üzerine Meclis-i Mebusan'ın
ikinci başkanı Hüseyin Kazım Bey "...Meclis'in kendi kendisini tatil
etmesiyle halen o yüzden hiçbir fenalık gelmesi melhuz olmadığmı ve şayet
Meclis’in feshi cihetine gidilecek olursa meb'uslar birer birer Anadolu'ya
geçerek orada akd-i içtima eyliyeceklerini ve bunun neticesinin vahim
olacağını" Padişaha, Mabeyn Başkatibi Ali Fuad (Türkgeldi) aracılığı ile
bildirdiği halde, o dönemde yeniden sadarete gelen Ferid Paşa'nın Padişah'ı
etkilemesiyle, Meclis-i Meb'usan 11 Nisan 1920'de kapatılmıştır. 55)
Böyle büyük hataları bir insan belki bir kez
yapabilir. Yalnız aynı hatayı aynı insan ikinci kez yaparsa ona ne denir
bilmiyoruz. Gerçekten Ali Fuad Türkgeldi'nin de dediği gibi,daha aklı başında
ve daha vukuflu olan Vahdettin inat ve
ısrarının, vehhamlık ve kararsızlığının kurbanı olup ahvâlin vehametinden
nefsini kurtarmak şöyle dursun her türlü tehlikeyi kendi üzerine davet
etmiştir. Cinci hoca gibi cinleri toplayıp da dağıtamamıştır. Öyle zamanda
Ferid Paşa ile a'vânının önüne çıkmaları kendisi için felaket olmuştur. [207]
[208]
İstanbul'un resmen düşman tarafından işgali ve
Meclis-i Mebusan'ın da kapatılması ile İstanbul'dan birer birer ayrılan mebuslar, Ankara'da toplanarak, 23 Nisan
1920'de, Osmanlı Devleti'nin karşısında bütün siyasî ve hukukî yetkileri kendinde
toplayan T.B.M.M.ni açmışlardır.
T.B.M.M.'nin açılışında en yaşlı Millet vekili olarak
başkanlığa getirilen Sinop Millet Vekili Şerif Bey, Meclis açış konuşmasında:
"...Bu Meclis-i âli'nin Reisi sinni sıfatiyle ve
tevfik-i ilahi ile milletimizin dahili ve harici istiklâli tam dahilinde
mukedderatmı bizzat deruhte ve idare etmeye başladığım bütün cihana ilan ederek Büyük Millet Meclisi'ni küşad
eyliyorum. ... bütün müslümanların halifesi ve OsmanlIların Padişahı Sultan
Mehmet Han-ı Sâdis Hazretlerinin kuyudu ecnebiyeden tabiisine ve ebedî
Payıtaht-ı Saltanat-ı Seniye olan İstanbul'umuz
ile işgal altında ve enud-i mezalim ve fecayi içinde maddeten ve manen
bilâisnat imha edilmekte bulunan bilcümle vilayât-ı mazlumemizin istihlasına
muvaffakiyet ihsan buyurmasını Cenabı Allah'tan niyaz eylerim" diyordu. [209]
Mustafa Kemal de henüz Meclis Başkanı
seçilmesinden önce yaptığı konuşmasının bir bölümünde:
"... Ecnebi kuvvetlerinin işgali altında inleyen
payitahtımızda kan ağlayan bilumum erbab-ı hamiyet, münevverân-ı millet ve din
ve Devlete hizmetleri mesbuk zeval-ı âliye Makam-ı Hilafet ve Saltanatın, İstiklâl-i
Millinin bu haternâk vaziyetten kurtarılması ancak vicdan-ı milliden doğan
birliğin azim ve iradesini müftekâr bulunduğuna iman getirdiler. Fakat
İstanbul'un taht-ı tazyik ve muhasarada bulunan muhitinde icabât-ı hamiyeti
ifaya maddeten imkan kalmamıştır." diyordu. [210]
Mustafa Kemal 24 Nisan 1920'de Meclis başkanlığına
seçildiği zaman yaptığı konuşmasını bir bölümünde ise söyle diyordu:
"...İçinde yaşadığımız nâdirü'l-emsal dakikaların
vahametine rağmen bu ağır mesuliyet-i milliyenin altında ancak Heyet-i
Muhteremenizin muavenet ve müzaheretinin daima ve daima hak yolundaki
mücahedata rağmen avin ve inayet-i süphaniyeden ümitvar olarak çalışacağım.
İnşaallah Padişah-ı Alempenah Hazretlerinin sıhhat ve afiyetle ve her türlü
kuyudât-ı ecnebiyeden azade olarak taht-ı hümayunlarında daim kalmasını eltaf-ı
İlahiyeden tazarru eylerim.'' [211])
29 Nisan 1336 (1920)'de Meclis'te kabul edilen
"Hiyanet-i Vataniye Kanununun 1. Maddesi ise hilafetle ilgili olarak,
aynen şu şekildedir:
-Makam-ı muallây-ı hilafet ve saltanatı ve memalik-i
mahrusa-i şahaneyi yedi canipten tahlis ve taarruzatı def maksadına mâtuf
olarak teşekkül eden Büyük Millet Meclisi'nin meşruiyetine isyanı mutazammm
kavlen veya fiilen veya tahriren muhalefet veya ifsadatta bulunan kesan, hain-i
vatan addolunur. [212]
[213]
Dikkat edilirse gerek Şerif Bey'in konuşması, gerek
Mustafa Kemal'in konuşmaları ve gerekse Hiyanet-i Vataniye Kanununun 1.
Maddesinde görüldüğü gibi Ankara'da açılmış bulunan T.B.M.M.nin başlıca görevlerinden
birisi de, Makamı Muallay-ı hilafet ve saltanat-ı düşman elinden kurtarmak için
çalışması olacaktır.
Hatta Mustafa Kemal, Ankara'da bir hükümet kurulmasını
isterken bu hükümeti, başkansız bir hükümet olarak kurulması gerektiğini şu
şekilde dile getirmektedir:
"...Makam-ı Saltanat aynı zamanda Makam-ı Hilafet
olmak itibariyle Padişahımız Cumhur-u İslamın da Reisidir. Mücahedâtımızm
birinci gayesi ise saltanat ve Hilafet makamlarının tefrikini istihdaf eden
düşmanlarımıza irade-i milliyenin buna müsait olmadığını göstermek ve bu
makamât-ı mukaddeseyi esâret-i ecnebiyeden tahlis ederek ululeminin
salahiyetini düşmanın tehdit ve ikrahından azade kılmaktır. Bu esasa göre,
Anadolu'da muvakkat kaydiyle dahi olsa bir hükümet reisi tanımak veya Padişah kaymakamı
ihdas etmek hiçbir suretle kabil-i cevaz değildir. Şu halde reissiz bir Hükümet
vücuda getirmek zarureti içindeyiz." 61)
Yukarıdaki konuşmasında Mustafa Kemal, başkansız bir
hükümet kurmak gerektiğinin sebebini açıklarken aynı zamanda saltanat ve hilafet
makamlarını birbirinden ayırmayı hedef edinmiş olan düşmanlara, milli iradenin buna uygun
olmadığını göstermektedir.
Bu arada Fevzi Paşa (Çakmak) da İstanbul'da kendisine yapıları İngiliz davranışı karşısında artık
İstanbul'da hiç bir şey yapılmayacağını anlayarak, O da, Ankara'ya gelmiştir.
Meclis'te İstanbul'un durumu ve Padişah ile yaptığı görüşme konusunda şu
bilgiyi vermektedir:
"... Efendiler, gerek
Padişahımız Efendimiz Hazretleri, gerek bendeniz, beşyüz senelik bâkir
Payitahtımızın ilk defa düşman tarafından işgali faciasını görmek betbahtlığına
uğramış felaketzedeleriz. ...Yıldızda Hamidiye camiinde namazdan evvel (Padişah
efendimiz) bendenizi kabul ettiler. Fevkalâde müteheyyiç bulunuyorlardı,
buyurdular ki, ben bugün böyle azab-ı elim içinde camiye gelmek istemiyordum.
Fakat, bu bir vazife-i diniyedir, Vazifey-i diniyeyi geri bırakmayı münasip
görmedim. Cenab-ı Hakka karşı bir ibadettir, ancak elli senelik mesavinin,
gerek benim ve gerekse sizin kabinenin üzerine yıkıldığını görmekle fevkalade
dilhunum, enkazın altında ezildik diyerek teessüf buyurdular. Ayağa kalktılar,
birkaç defa kemali hüzün ile bendenize hitab ettiler. Teselli verecek hiçbir
şey yoktu. Birkaç defa İngilizler diritnotlarının toplarını saraya doğru
çevirmişler, güya uzaktan atılmazmış gibi diritnotların bir kısmını köprüye
kadar sorarak, her türlü tehdidâtı yapmakta kusur etmemişlerdir. Oradan
çekildik, her gün yeni tevkifat ve tehdidâta maruz kalıyorduk. Zat-ı Şahane
ertesi selâmlıkta bendenizi tekrar kabul ile buyurdular ki, aman Anadolu ile
irtibatı temin ediniz, bendeniz dedim ki, irtibat müheyyardır. Ancak İngilizler
mani oluyorlar. Her bir telgrafımızı kontrole tabi bulunduruyorlar. Fransızca
yazmak lazım geliyor ve onları da imzalattırıyorlar. Şüphesiz biz her bir
suhuleti gösteriyoruz. Ancak İngilizler tarafından duçar olduğumuz müşkülat
bizi büyük bir tazyik içinde bulunduruyor. Bu maruzatım üzerine, aman zinhar
siz çekilmeyiniz ve Anadolu ile irtibatı tesis ediniz buyurdular........................... (îngilizler)
gece
gündüz şu şöyle olmuş, bu
böyle olmuş, en ufak şeylerle Kabineyi taciz ederek kabineyi çekilmeye icar
ettiler. Filhakika kabine de bir iki hafta müddet tazyike tahammül etti. Bu
tazyikin esâsatmı efendiler, Kuvay-ı Milliyenin ret ve takbihi teşkil
ediyordu...
...îngilizlerin maksadı bizim dahilimizi nifakla
birbirimize düşürmek. Maateessüf bir heyet de bulmuşlar harb istiyorlar. Fakat
öyle bir harb ki, kendilerinin burnu kanamaksızm birbirimize düşürmek ve harb
etmek istiyorlar. Maateessüf Zat-ı Şahane tazyik içinde bulunduğu için biz
durduk, tahammülün fevkinde tazyike düçar olduk. En nihayet bize dediler ki,
efendiler, gayet ağır muameleye duçar olacaksınız, yani bizi Babıâliden süngü
ile atacaklar. Bunu ihsas ettiler. Biz buna da tahammül edecektik, ancak o
zaman Payitahthk İstanbul'da kalmazdı. Biz çekildik, bizden sonraki kabine bir
iki gün teessüs edemedi. Bu kabinenin teşekkülü ile beraber benim temasa
geldiğim gerek o kabine erkanından olan zevattan,
gerekse Harbiye nezaretinde bulunan bazı arkadaşlardan aldığım malumata
nazaran o kabineye tazyik icra ettiler. Fetvayı veriniz diye. Nihayet o fetvayı
aldılar. Malumunuz veçhile o fetva Ingiliz süngüsüyle alınmış, Islamı sinesinde
birbirine düşürmek için, ilk defa yazılmış acı bir vesikadır. Milletin hissi
hakikatini ümit ederim ki, bundaki fecaati görecek ve bunun ehemmiyetini sıfıra
indirecektir. [214]
Fevzi Paşa'nın bu açıklamalarından da anlaşılacağı
üzere, bazı tarihçilerimizin dedikleri gibi eğer Vahdettin, İngilizlerle
işbirliği yapıyor idiyse, İngilizler neden kendisine baskı yapıyorlardı. İnsan
dostu olan kişiye neden baskı yapar?
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Mustafa Kemal,
Anadolu'da faaliyetlerini artırdıkça, İngilizlerin kolu Ankara'ya kadar
ulaşamadığından baskılarını İstanbul'da bulunan Padişaha ve Hükümete
yapıyorlardı. Bu durum Fevzi Paşa'nın açıklamalarından daha da iyi anlaşılıyor.
Fevzi Paşa'nın bahsettiği fetva zannedersek, İstanbul Hükümetinde Şeyhülislam olan Dürrizade Abdullah Efendinin fetvası olsa
gerek. Dürrizade bu fetvası ile Mustafa Kemal ve arkadaşlarım âsî ilan ediyordu. Bu fetva bütün Anadolu'da neşir ve
ilan edilmiştir. Buna karşı daha sonra
Diyanet İşleri Reisi olacak olan Rifat
(Börekçi) Hoca başkanlığında Meclis'teki ulemadan oluşan bir heyet de Meclis'in
ve hareketlerinin meşru olduğuna dair bir fetva ile cevap vermişlerdir. [215])
Yine Fevzi Paşa'nın konuşmasında da belirttiği gibi
Padişah, sık sık Anadolu ile irtibata teminini isterken, Anadolu'daki
faaliyetleri gönülden desteklediğini göstermektedir. Zaten kendisi de daha sonra
San Remo'da iken yaptığı açıklamada şöyle demektedir:
"-Ankara ile İstanbul arası birliği taşımak için
çok fedakarlık yaptım. Fakat Sultanın gücünün ve Halifenin otoritesinden
ayrılışını asla kabul edemedim ve edemeyeceğim. Benzer ayrılık Müslüman kanununa
aykırıdır ve İslam hükümetinin Peygamber halefini yok etmeye yöneliktir. İmanları
şüpheli bir avuç kişiye, halife meselesini çözme hakkım vermeyi hiç kabul
etmiyorum. Hele onu çözmek beş veya altı milyon Türke özgü değildir. Hilafetin
kaderi hakkında, bütün dünyadaki üç yüz milyon müslümanın karar vermesi
gerekir. Buna göre, benim hakkımda Ankara tarafından alınmış keyfi kararı kabul
temeyi reddediyorum ve de müminlerin emiri olaraktan yalnız ve tek kendimi
kabul ediyorum." [216])
İstanbul'daki işgal kuvvetleri İstanbul ve Ankara'nın
arasım açmak için elinden gelen her çeşit şeytanlığı kullanıyorlardı.
İstanbul'daki saray mensuplarına ve halka "siz kendi faydanızı, kendi
zararınızı hissetmiyorsunuz, siz insanlık kılığından, kıyafetinden ve insanlık
anlayışından mahrum kalmışsınız, bugün Anadolu'daki kuvvet nedir biliyor
musunuz? Bu saltanatı doğrudan doğruya yıkarak bu saltanatın zerre kadar
eserini bırakmamak isteyen, Bolşevik mezhebinde toplaşan Bolşeviklerdir. En
büyük gayeleri, saltanatınızın esasını, kökünü yıkmak ve başka türlü yemden bir
esas meydana getirmektir." [217] diyerek beyinleri bulandırmaktadırlar.
Mustafa Kemal'in niyeti, düşmanların dediği gibi
Bolşeviklik değil, Cumhuriyet yönetimini gerçekleştirmektir. Zaten bu niyetini
daha Erzurum'da iken Mazhar Müfit Beye açmıştır. [218] Ankara'da Meclisi açarak ilk adımı atmıştır.
Bunun ardından Ankara hükümetinin kurulması gelecektir. Mustafa Kemal, Hükümet
teşkilatı hakkında bir takrir vermiştir. Bu takrire göre:
1-
Hükümet teşkili zaruridir.
2-
Muvakkat kaydiyle bir
Hükümet Reisi tanımak veya bir Padişah kaymakamı ihdas etmek kabili tecviz
değildir.
3-
Mecliste mütekasıt iradei
milliyeyi, bilfiil mukadderatı vatana vâzıü'1-yed tanımak umde-i esâsiyedir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin fevkinde bir kuvvet mevcut değildir.
4-
Türkiye Büyük Millet
Meclisi teşrii ve icrai salahiyetleri camidir. Meclisten tefrik ve tevkil
edilecek bir heyet umuru Hükümeti rûyet eder. Meclis Resi, bu heyetin de
reisidir. [219]
Bu takririn 2. maddesinde her ne kadar Hükümet Reisi
tanımanın imkansız olduğu (daha önce bu konuyu açıklamıştık) söyleniyorsa da 4.
maddedeki "Meclis Reisi bu heyetin de reisidir" cümlesinden
çıkarılacak sonuç, dolaylı da olsa Hükümet başkanının Meclis başkanı olduğudur.
T.B.M.M. İcra Vekillerinin seçim şekilleri ile ilgili
Kanunun (No: 3) 1. Maddesinde "-Şeriye ve Evkaf, Sıhhiye ve Muaveneti
içtimaiye, iktisat (Ticaret, Sanayi, Ziraat, Orman ve Maden), Maarif, Adliye
ve Mezahip, Maliye ve Rusumat ve Defteri Hakani, Nafia, Dahiliye (Emniyeti
Umumiye, Posta ve Telgraf), Müdafaa-i Milliye, Hariciye ve Erkanı Harbiye-i
Umumiye işlerini görmek üzere Büyük Millet Meclisi'nin on bir zattan oluşan
bir İcra Vekilleri Heyeti vardır" denilmektedir ve bu vekilleri de
T.B.M.M. seçmektedir. [220])
2 Mayıs 1336 (1920)'de T.B.M.M.'nde kabul edilen bu kanun sonucu oluşturuları T.B.M.M. Hükümeti ile İstanbul Hükümeti'nin
Ankara'ca, artık tanınmayacağı ortaya konuyordu. Daha sonra bu kanun 8 Temmuz
1338 (1922) tarihinde kabul edilen "İcra Vekilleri Sureti İntihabına Dair
Kanun"un 1. Maddesi ile şu şekilde değiştirilecektir: Madde 1"İcra
Vekilleri Reisi ile İcra Vekilleri B.M.M. tarafmdan rey-i hafi ve ekseriyet-i
mutlaka ile âzây-ı Meclis meyanından ayrı ayrı intihap olunur." [221])
Bu maddeden de anlaşılacağı gibi daha önce "...
Makam-ı Saltanat aynı zamanda Makam-ı Hilafet olmak itibariyle Padişahımız
cumhur-u İslâmın da reisidir... Bu esasa göre Anadolu'da muvakkat kaydıyla dahi
olsa bir hükümet reisi tanımak veya Padişah kaymakamı ihdas etmek hiçbir
surette kabili cevaz değildir," denirken bu defa bu kanun ile Hükümet
başkam da ihdas edilmiştir.
T.B.M.M. Hükümeti kurulduktan sonra 7 Haziran 1336
(1920)'de T.B.M.M.'nde kabul edilen bir kanun ile (Madde 1) "İstanbul'un
işgali tarihi olan 16 Mart 1336
(1920)'dan itibaren Büyük Millet Meclisi'nin tasvibi haricinde İstanbul'ca
akdedilmiş veya edilecek bilumum muahedât ve mukavelât ve ukudât ve
mukarrerât-ı resmiye ve verilmiş imtiyazât madenlerin ferağ ve intikâlâtı ile
mütarekeden sonra akdedilmiş bilcümle muahedât-ı afiye ve doğrudan doğruya veya
bilvasıta ecanibe verilmiş maadin (madenlerin) imtiyazatı ve maadin ferağ ve
intikatı ile ruhsatnameleri keenlemyekundur." [222] [223])
diyerekten İstanbul'un yaptığı her tür antlaşma reddediliyor, kabul
edilmiyordu. Bu madde ile T.B.M.M. tarafından, artık, İstanbul Hükümetinin
varlığına son veriliyordu. Böylece Mustafa Kemal, Cumhuriyete doğru bir adım
daha atmış oluyordu.
T.B.M.M. açıldıktan iki gün sonra 25 Nisan 1336
(1920)'de T.B.M.M.'nin Memlekete yayınladığı beyannamede, "...Millet
Meclisi Halife ve Padişahımızı düşman tazyikinden kurtarmak, Anadolu'nun şunun
bunun elinde parça parça kalmasına mani olmak, Payitahtımızı yine anavatana
bağlamak için çalışıyor. Biz vekilleriniz Cenab-ı Hak ve Resülü Ekremi namına
yemin ederiz ki, Padişah ve Halife isyan sözü bir yalandan ibarettir ve bundan
maksat vatanı müdafaa eden kuvvetleri aldatıları müslümanların elleriyle mahvetmek ve
memleketi sahipsiz ve müdafaasız bırakarak elde etmektir. Hind'in, Mısır'ın
başına gelen halden mübarek vatanımızı kurtarmak için İngiliz çavuşlarının sizi
aldatmak üzere uydurdukları yalana inanmayın!" W denirken,
aradan beş ay geçtikten sonra, artık, Meclis'in gizli oturumlarında halife ve
hilafet konusu tartışılmaya başlanacaktır.
25 Eylül 1336 (1920) tarihli Meclisin gizli oturumunda
Karasi Milletvekili Basri Bey: "Efendiler, evvel emirde şunu arz ve temin
etmek isterim ki, bendeniz hilafet ve halife meselesini aynı mesele olarak
telâkki edenlerden değilim. Yani mevki-i hilafeti işgal edip de hilafetin
muktaziyatmı ifa etmeyen, bilakis müslümanı müslümana kırdıran bir adamın haşa
halife-i meşru tanınmasına taraftar değilim"; derken daha ziyade İngilizlerin
parası ve kışkırtmaları ile Ankara'ya karşı yapıları isyanları, bütünüyle Padişah'a yüklemektedir
ve hilafetin tarifini de; "Hilafetin en meşruu ve en doğru tabiri malûmu
âlileri imamettir. İmamet demek ahkam-ı diniyeyi ikame, beyza-i İslamı muhafaza
umur-u din ve dünyada hilafettir vekalettir" [224])
şeklinde yapmaktadır. Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi de: "Arkadaşlar, bu
noktadan Cenab-ı Hak âdil, âkil, kâmil bir Padişah bir Halife-i Müslümin
maatteessüm muahedeyi imzalamakla kendi kendilerini hal, ettiler" [225])
derken Padişah'ı Sevr Antlaşmasını imzalamak suretiyle müslümanların halifesi
olma özelliğini kendiliğin yitirdiğini söylemektedir. Vahdettin ise San
Remo'da, Echo de Paris gazetesinden Paul Gordeaux'ya verdiği cevapta: "...
değiştirmeksizin 24 saat içerisinde Sevr Antlaşmasının kabulunu veya reddini
bize zorla kabul ettirdiler. Onu kabul etmiş göründüm, fakat tehdit ile kabul
ettirilmiş olan bu antlaşmanın uzun
süreli olamayacağını biliyordum" demektedir. [226])
Yine aynı gizli oturumda Karahisarişarki Milletvekili
Mesut Bey ise, "... bu hilafet meselesi yalnız Türkiye’ye ait değil, belki
üçyüz milyon İslama aittir. Yalnız bizim sözümüzle iş bitmez..."
demektedir. İkinci Meclis Başkanı Vehbi Efendi de: "Efendiler; üç yüz
milyonu bize rapteden bir meseleyi burada müzakere etmek caiz değildir. Bugün
Hindistan bizi İslamiyet nokta-i nazarından müdafaa ediyor", diyerek
hilafeti savunmaktadır. [227])
Bu gizli oturumda Mustafa Kemal ise:
"... Bundan sonra ihtiyacât bizi icbar ettikçe
birçok mevadd-ı kanuniye şeraitı lâzımiyesiyle (isdar olunacaktır. Hilafet ve
saltanatın) mahfuziyeti zaten birinci esasımızdır. Hakikaten düşündüğümüz
halâs-ı hakikiye vusul için, arzettiğim veçhile makam-ı hilafet ve saltanat olan merbutiyetimiz ve o makamın bütün şeriat-ı
lâzımesiyle mahfuziyeti birinci esasımızdır. Bu İslam dünyasının istinatgâhı olan bu makamı ihmal etmek hiçbir vakitte kâr-ı
akıl değildir. Ve bunu bizden zorla almak mümkün değildir. Gayeye vusul için
arzı ihtiyaç ve iftikâr eylediğimiz kuvvetler birinci derece İslam dünyasıdır.
Bu İslam dünyasının ikide birde Meclis-i Alinizin hilafet ve saltanat, halife
ve sultan meselesiyle iştigal etmesinde mehazir vardır. Bu mahzurları şimdiye
kadar füliyatiyle gördük. Bunu bizden zorla almak isterlerse her türlü
mücahedeyi yaparız. İkide birde Meclis-i âlinizin (bu mesele üzerinde müzakere
ve münakaşa açması caiz değildir kanaatindeyim. Bugün bu makamı işgal eden zat)
bu millet ve memleket için hain bir adamdır. (Alkışlar) Müsaade buyurunuz
beyim. Hain bir adamdır. (Alkışlar, bravo sadaları) Meclis-i âlinizde şimdiye
kadar pek büyük ve cidden tarihî cüretler gördük. Maateessüf şimdi makam-ı
hilafet ve saltanatı işgal eden zat bu millet için hain bir adamdır. İspat
ettiniz ve bu milletin bütn mukadderâtına bütün manasiyle vaziülyed olduğunuzu
ispat ettiniz. Bunun sayesinde bize bütün dünya, bütün düşmanlarınız atf-ı
ehemmiyet etmektedirler. Bu Meclis cidden tarihî hizmet ve cesaretler
göstermiştir. Bu tezahürat ile bir milletin mevcudiyetini izhar ettiniz.
Dünyada büyük inkılap yapan ve büyük kuvveti olan devletler, bilhassa bugün fevkalâde müsait
şeraitle temas ve irtibat hâsıl olmuştur" demektedir. Diğer bir bölümde
ise halife ile ilgili olaraktan şöyle demektedir:
"... Halife ve Padişah sıfatım takınmış olan kimsenin bu milleti iğfal, ifsat etmek için
bizzat iştigal eylediği birtakım teşkilât-ı mefsadetkârane vardır. Bu teşkilât
o ifsadata kendisinde cüret gören bir adam merfudur ve merfu olacaktır. Bizi
reddetmek akıl kârı değildir..." derken, diğer bir bölümde de: "...
Yani biz kabul ediyor ve herkese de ispat ediyoruz ki makam-ı hilafet ve
saltanatı biz de hiçbir vakit başımızın üzerinden atmayız...” 76\
demektedir.
Mustafa Kemal'in bu gizli oturumda Vahdettin! açıktan
açığa vatan haini olarak ilan etmesine
neden veya nedenleri sıralayacak olursak, önce T.B.M.M.nin açılmasıyla Mustafa
Kemal ve yandaşlarının âsî ilan edilmeleri;
şakî olarak Anzavur gibi birine Mîr-i miranlık rütbesi verilerek Karasî
mutasarrufluğuna getirilip, Anadolu'daki Kuvay-ı Milliyecilerin başma musallat
edilmesi(77); Padişah adına Kuvay-ı [228] [229]
Milliye'ye karşı yurdun değişik yerlerinde isyanların başlatılması ve Sevr
Antlaşmasının İstanbul'ca imzalanması gibi nedenler yüzündendir.
Padişah Vahdettin açısından olayı ele alırsak,
Vahdettin, Milli Mücadele'ye atılanlar yüzünden Avrupa'nın sempatisini
kaybettiğimizi, bu hareket yüzünden işgaller yapıldığı görüşündedir. [230]
Ayrıca, Mustafa Kemal'in de Meclis'te
açıkladığı gibi, İngiliz ve Fransız propagandasına göre herşey bitmiştir ve
Ankara'da herkes birbirinin başını kırmaktadır, inhilal etmek üzerelerdir;
İstanbul bitmiştir, İstanbul ahalisi mahvolmuştur; artık Ankara'dakileri daha
fazla kırılmaktan korumak gerektiğine İngiliz ve Fransızlar, İstanbul'dakileri
inandırmışlardır. [231]
[232]
Dahası Vatanın, Kuvay-ı Milliye ile
kurtulacağına inananlar birkaç kişiyi geçmemektedir. Asker yoktur, silah
yoktur, para yoktur vs. Bunun için Sivas Kongresi'nde çoğunluk Manda taraftarı
olduklarım göstermişlerdir. Zira Vatanı kendi imkanlarıyla kurtulacağına
inanmamaktadırlar. 8 Üstelik
bu kişilerin hepsi vatanperver kişilerdir. Vatanın kurtuluşunu gönülden
isteyen kişilerdir. Bunları çoğu subay veya üst mevkilerde görev yapmış
kişilerdir. O günkü şartlar göz önüne alınırsa bu kişilere hak vermemek
haksızlık olur. Çünkü daha önce askeri ve silahı olduğu halde 1911'de
İtalyanlara karşı başarılı olamamış, arkasından patlak veren Balkan Savaşlarında
çok daha iyi imkanlara sahipken, kendi içerisinden çıkan Balkan devletçiklerine
yenilmiş; ondan sonra Birinci Dünya Savaşı anında Almanya, Avusturya-Macaristan
ile birlikte giriştiği savaşta da yenilmiş; şimdi ise tek başma üstelik de
askeri yok, cephanesi oyk, parası yok bir ülke; savaştan bıkmış usanmış, her
şeyini savaşta yitirmiş; aç, sefil, zavallı Anadolu halkıyla İngiliz'e,
Fransız'a, İtalyan'a, Yunanistan'a, Doğu'da Ermeniler'e vs. karşı nasıl olur da
savaşı kazanabilirdi? O halde askerlikten anlamayan ve Damat Ferid gibi bir
akıl hocası olan, ayrıca sık sık İstanbul'daki işgal kuvvetlerinin tehdidi
altında bulunan Vahdettin’den, Anadolu'daki Kuvay-ı Milliyecilerin çalışmaları
ile Vatanın kurtarılacağına inanmasını beklemek imkansız olmaz mı? Ayrıca işgal
edilmeyen yerlerin de işgal edilerek elden çıkmasından korkması normal değil
midir?. Bu arada İstanbul ile birlikte tacmı ve tahtını da yitirmesinden korkmasında
kendisi açısından doğal değil midir? Bu arada Ankara'da T.B.M.M.nin açılması ve
İstanbul'u tanımayan bir T.B.M.M. Hükümeti kurulması; ayrıca da Bolşevikliğin
getirileceği veya Cumhuriyet idaresi kurulacağı gibi propagandalar ile sonuçta
tacım ve tahtım yitireceğini anlayan bir hükümdarın, iktidarım koruması için
bir takım önlemler alması kendi açısından normal midir değil midir? Cumhuriyet
yönetimlerinde bile bir devlet başkanı kendi iktidarının tehdit edildiğini
anladığı anda önlem almaz mı? Biz bu görüşlerimizi sıralarken niyetimiz
Vahdettin! kayırmak değildir; tarafsız olarak akla gelen sorularla tarihe ışık
tutmak istiyoruz. Yoksa Vahdettin hatasızdı demek istemiyoruz. Herkes hata
yapabilir. Onun da hatalarım zaman zaman ortaya koyduk. Her iki Meclis-i
Mebusanı da feshetmesi hataydı. Sevr antlaşmasının imzalanması hatadır,
Anzavur gibi birine görev verilmesi hatadır vs. Yalnız o günün şartlarım da göz
önüne alarak olayları tarafsız olarak değerlendirmek gerekir. Denize düşan
yılana sarılır atasözünde olduğu gibi Vahdettin de bazan yılana sarılmıştır.
Mustafa Kemal, Teşkilât-ı Esasiye Kanununun kabul
edilmesi ile, Cumhuriyete doğru bir adım daha atacaktır. 20 Kanunusani 1337
(1921) tarihli Teşkilâtı Esasiye Kanununa göre:
"Madde 1Hakimiyet bilakaydü şart milletindir. İdare
usulu halkın mukadderatım bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.
Madde 2icra kudreti ve teşri salahiyeti milletin
yegane ve hakiki mümessili olan Büyük
Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti ” Büyük Millet Meclisinde
tecelli ve temerküz eder.
Madde 3Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi
tarafından idare olunur ve hükümeti "Büyük Millet Meclisi Hükümeti"
unvanını ahr." [233]
Bu maddelerden de anlaşıldığı gibi artık T.B.M.M.,
bütün yetkileri eline almıştır. Yani halkın idaresi, dolayısı ile Meclis'in ve
onun belirlediği Hükümet'in idaresi vardır, devletin adı da "Türkiye
Devleti" olarak belirlenmiştir, böylece OsmanlI Devleti tarihe
karışmıştır. Dahası bu maddeleri biraz daha derinlemesine düşünecek olursak,
Osmanlı Devleti ile birlikte Osmanlı Saltanatı da kaldırılmıştır.
4Saltanatın Hilafetten Ayrılışı ve
Vahdettin’in Durumu
Daha önce de bahsettiğimiz gibi Mustafa Kemal'in
düşüncesi zaferden sonra Cumhuriyet kurmaktır. Padişah ve Hanedan hakkında ise
gerekeni yapmaktır. Hatta halkın medeni milletler gibi giyinmesini
sağlayacaktır; lâtin harfleri kabul edilecektir. Bütün bunları Mustafa Kemal,
Mazhar Müfit Bey'e daha Erzurum'da iken 7-8 Temmuz 1919 gecesi söylemiştir.[234]
O halde Mustafa Kemal'in Padişah ve Halifenin kurtarılması ve haklarının
korunması gerektiği konusunda Meclis'te yaptığı konuşmaların nedeni o anda
henüz Saltanat ve Hilafeti kaldırmanın uygun olmadığı yüzündendir. Mustafa
Kemal zaman kollamaktadır. Zamansız bir çıkış yapmanın nelere mal olacağını
hesaplamaktadır. Başlangıçta Halife ve Padişah taraftarı gibi görünerek, Halife
ve Padişah taraftarlarını da kazanmaktır. Ama zamanı gelince gerekeni
yapacaktır. Henüz fırsat kollamaktadır. Nihayet bu fırsat da eline geçmiştir.
Vatan düşmandan temizlenmiştir. Mustafa Kemal, milletin gönlünde büyük bir kurtarıcı
olarak yerini almıştır. Bu arada Mudanya Ateşkesi de imzalanmış sıra Barış
Antlaşmasına gelmiştir. İşte böyle bir anda, daha önce T.B.M.M. tarafmdan
ortadan kaldırılmış olan İstanbul
Hükümetinin Sadrazamı olan Tevfik
Paşa'dan önce Mustafa Kemal'e sonra da Ankara Büyük Millet Meclisi Riyaseti
Celilesine birer mektup gelir. Mustafa Kemal'e gelen mektupta şunlar yazılıdır:
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
Biavnih-i Taalâ ihraz olunan muzafferiyet badezin
İstanbul ve Ankara arasında tahaddüs etmiş olan
ihtilaf ve ikiliği kaldırmış ve vahdet-i milliyemizi temin etmiş olup
ancak düvel-i müttefika ile aramızda musalaha henüz akdedilmemiş olmasından
dolayı Avrupa şehirlerinden birisinde kariben inikadı derkâr bulunan sulh
konferansında sabıkı veçhile her iki tarafın davet edileceği malûm bulunduğuna
mebni selâmet-i milleyimize müteallik mevadd-ı mühimmenin evvelce beynimizde
müzakere ve tesbiti zımmmda istihzaratta bulunularak mezkur konferansta
müttehiden hukuk-u milletin müdafaasına sarf-ı mesai edilmesi nezdi âlilerinde
dahi rehini tasvip olunacağına kanaati kâmilen bulunduğundan olbabta taraf-ı
senaverleriyle görüşüp anlaşmak üzere ahvale vâkıf ve emniyetinizi haiz bir
zatın buraya gayet mahremane talimatı hamilen ve sürat-ı mümkine ile izamı
mütehennadır efendim.
17. IX. 1338 (1922) Sadrazam Tevfik[235] [236]
Mektuptan da
anlaşıldığı gibi Sadrazam Tevfik Paşa Avrupa'da toplanacak olan Barış Konferansında milletin haklarım korumak
için işbirliği yapalım demektedir. Mustafa Kemal, Tevfik Paşa'ya verdiği
cevapta ise şöyle demektedir:
"Türkiye Devletinin aleyhinde her türlü teşebbüsü
daima nazan dikkatte tutan T.B.M.M. Hükümeti, mukabil tedbirlerini düşünmüştür.
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile şekil ve mahiyeti taayyün eden Türkiye Devletinin
tarih-i teessüsünden beri Türkiye mukadderatına vazıulyed ve bundan mesul
yalnız ve ancak T.B.M.M. Hükümeti olduğu, cihanca malum ve hâdisât-ı fiiliye ve
muamelât-ı siyasiye ile müeyyet bulunmaktadır. T.B.M.M. ordularının ihraz
eylediği muzafferiyet-i kafiyenin neticei tabiiyesi olmak üzere vukuu kariboları konferansta Türkiye Devleti yalnız ve ancak
T.B.M.M. tarafından temsil olunur. Bu hakayık karşısında gayrimeşru ve gayri
hukuki olduğu Meclis-i Alice mükerreren ifade ve ilan edilmiş olan
heyetlerin veya bu gibi mensubinia şimdiye kadar biddefaaat vaki olduğu
gibi bundan sonra da siyaset-i Devleti teşvişten mücanebet eylemeleri hususunun
ne derece azîm mesuliyeti badi olacağı derkârdır efendim." 84)
Mustafa Kemal'in Tevfik Paşa'ya verdiği bu cevaptan da
anlaşıldığı gibi işbirliği reddedilerek T.B.M.M. Hükümetinin bu işi tek başına
yapmakla sorumlu olduğu söylenmektedir. Mustafa Kemal'e gelen yukarıdaki
mektuptan ve Mustafa Kemal yazdığı cevaptan henüz T.B.M.M.nin haberi yoktur.
Mustafa Kemal şahsına geldiği için bu mektubu ve yazdığı cevabı Meclise 30 Ekim
1338 (1922) gününe kadar yani onüç gün bildirmemiştir. Tevfik Paşa aldığı
cevaptan tatmin olmamış olsa gerekir ki bu kez de Ankara Büyük Millet Meclisi
Riyaseti Celilesine, başka bir mektup yazar. Bu mektubunda da şöyle demektedir:
"Ankara Büyük Millet Meclisi
Riyaset-i Celilesine
Gayet müstaceldir: Dersaadet 29. X. 1338 (1922)
Konferansa Bâbıâli de, Büyük Millet Meclisi de davet
olundu. Bâbıâli'nin ademi icabeti Devletin altı asrı mütecaviz zamandan beri
müesses ve mahfuz olan bütün âlem-i
Islamm alâkadar olduğu hürriyeti tarihiyesini mahkumu indiras etmek, Büyük
Millet Meclisinin ademi icabeti ise cihanın müştak ve muntazır olduğu sulhu
akim bırakmaktır. Bu mühim mesuliyetleri bittabi ne Bâbıâli, ne Büyük Millet
Meclisi kabul ve tahammül eder. Zaten Bâbıâli ile Büyük Millet Meclisi arasmda
hakiki bir ikilik mutasavver olmadığı ve her türlü ısrar ve tazyika karşı Sevr
Muahedesinin ademi tasdikinde mukavemet ve bu meyanda muvaffakiyeti vakıanın
husulune bikaderilimkan hizmet eden Heyetimiz, Hakimiyeti Milliyeyi tahkim ve
tevsik suretiyle vahdet-i idareyi temin için müzakereye hazır olduğu halde
mesaiyi harmiyenin bir sulhu nafii ile semeratı siyasiyesini iktitaf hengâmmda
mücahede-i milletten ayn kalmayı ve bu sebeble bilittihat istihsali mümkün olan menafi-i aliyei vatandan cüz'ü
lâyetecezzasını bile ifâtayı asla tecviz etmez. Ayrılık şöyle dursun en ufak
bir muhalefeti dahi reva görmez. Hatta payiâday-ı kat'î velevki istilâyı izâle
yolunda seyfen mesaii cansiperane ve hüdapesnidane bulunaları nefislerine tercih eyler. Binaenaleyh,
ademiitilaf sebebiyle Devlet ve Milletin başına maazallahü taalâ bir musibet-i
uzma getirmek ve muavenet-i maddiye ve müzaheret-i maneviyelerine nail
olduğumuz âlem-i İslamı müteellim etmekten ise menafi-i âliyei vatan uğrunda
temin-i vahdet evvelce vacip ise bugün farz olmuştur. Şu halde hem istikbâl-i
memleket, hem müdaka-ı hukuk-u vatan hakkında müzakerede bulunmak üzere Büyük
Millet Meclisice tayin olunacak bir zatın talimat-ı mahsusa ile hemen gönderilmesi
hassaten temenni ve bu şık tensip buyurulmadığı halde heyetimizden Ziya Paşa
Hazretlerinin oraya gönderileceği beyan ve cevabının telgraf ile bildirilmesi
niyaz olunur."
Sadrazam Tevfik
Bu mektubun Meclis'te okunması üzerine ortalık
elektriklenmiştir. Antalya Milletvekili Rasih Bey, Tevfik Paşa'nın, Türkiye
Büyük Millet Meclisi diyeceği yerde Ankara Büyük Millet Meclisi demesini ateşli
bir şekilde tenkit ettikten sonra, T.B.M.M.'nin milletin mukadderatını
düşündüğünü ve ilk toplantısında Misak-ı Milli ile beraber ilan ettiği beyannamede İslam âlemine karşı İslamm
bayraktarlığım bırakmadığını; Hilafetin esarette olduğundan, esaretten
kurtuluşuna kadar savaşmda devam edeceğini dünyaya açıkladığım Tevfik Paşa'nın
bunu okuyup okumadığım sorduktan sonra, Kanun-u Esasi'deki bir maddeyi Avrupa'nın
papalarına, eski krallarına ait Kanun-u Esasilerden aynen kopya edilmiş
olduğunu, ne ahkâmı şeriyye, ne hak ve ne de mantıkla hiç ilgisi olmayan bu
maddenin "Riyasete gelecek zatın kutsal ve sorumsuz" olduğunu söyleyen
madde olduğunu, oysa şer'i hükümlere göre her başkanın gözetici ve
gözettiğinden de sorumlu olduğunu, söylemektedir.
Daha sonra söz aları
Erzurum Milletvekili Avni Bey ise, daha önce Sevr Antlaşmasına Bâbıâli
çağrıldığı zaman T.B.M.M.'ni aramayan Bâbıâli şimdiki konferansa neden
çağırdığını sorduktan sonra, ben ulûmu şer'iye erbâbına sorarım sıfat-ı
hilafette mahkumiyet var mıdır? Bugün âlem-i İslama da hitab ediyorum,
zincirlere değil. Halifeye bağlanmak üçyüz milyon Müslümamn sesini bile boğmak
olmaz. Müslümanlık, mahkûmiyet kabul etmez. Eğer halifeye bağlılıkları varsa
yalnız dua ile olmaz biraz da maddiyat ile hilafet makamının neresi olduğunu
görsünler... İslam âleminin kalbi bizim Halifeyi kurtarmak için çalıştığımızdan
incinmez. İslam aleminin kalbi buraya bağlıdır, dedikten sonra, Hilafet
perdesi altında, saltanat cinayetlerine kadar kapı açmağa, ülkeyi karmakarışık
bir hale getirecek gayri meşru sıfatlar takınmalara
T.B.M.M. hiç bir zaman meydan vermeyecektir... Makamı hilafetin savunucusu da
koruyucusu da biziz... Esir halife olabilir mi?... sonra bizim Hükümetimizde
ruhanî, dsmanî gibi sıfatlar yoktur, şeklindeki konuşmalarıyla tenkitlerini
sürdürür", demektedir.
Diyarbekir Milletvekili olan Nafia vekili Fevzi Bey ise, Sevr Antlaşmasını
imzalayan Bâbıâli'nin artık böyle bir barış konferansında milleti temsil etme
hakkının olamayacağını söyledikten sonra, Makam-ı Hilafetin esaret altında
olduğunu, bunun için de onu ancak T.B.M.M.'nin koruyabileceğini, artık bundan
sonra milletin saltanat sevdasında olanların arkasında koşmayacağını söyler. [237]
[238]
Kırşehir Milletvekili Yahya
Galip de, efendim Tevfik paşanın Yüce Meclis'e yazmış olduğu telgrafı okuduğum
zaman hayret göstermedim, çünkü benim için kesinlikle oluşmuş bir düşünce
vardır ki: İstanbul'da bulunan ve ismine Halife denilen o herifle kim temas
ederse mutlaka insanlıktan tecerrut eder... Bu herifleri, bu telgrafı yazmaya
cesaretlendiren hal, bizim ilişkiyi onlarla hemen kesmememizdendir. Nedir
vücûdunun manası? Nedir İstanbul'daki o hünkarın vücûdu nedir?......................................... Halife
olarak
bir adam yoktur. İstanbul'da halife denilen adam, İslam
dini ile alâkadar değildir. O halife olsa olsa devamlı nasihat aldığı Papaz
Feru'nun halifesi olabilir. Müslümanların böyle bir halifeleri yoktur. Biz bunu
açıkça söylemeliyiz. Bu mahlû'dur, bunu açık söylemeliyiz. Kabahatin büyüğü
bizdedir. Açık söylemediğimizden dolayı... Büyük Millet Meclisi her işe
elkoymuştur, hilafet de onundur, her idare onundur, milletin vekili onlardır...
[239]
Sinop Milletvekili Dr. Rıza Nur ise şunları söyler:
"Efendiler, arkadaşlarımız, meselenin bazı
kısımlarım şerh ve tafsil ettiler. Diğer bir kısmı var ki, şimdiye kadar İtilaf
Devletleri Türkiye'de iki hükümet var olduğu inananda bulunuyorlar. Ve asıl
temel konu da bu oluyor. Eskiden beri notalar veriyor. Nitekim bu defa da aynı
yola başvurmuşlardır ve bunda tabii düşmanlarımızın menfaati vardır. Bundan
tabiatıyla birçok istifadeler ümit ediyorlar ki, bu yola başvuruyorlar. Onun
için bugün Türk Milletine ve bu Devlete düşen görev, bu konuyu çözmesidir.
Burada bir Hükümet mi var, iki Hükümet mi var? Bunu herkese göstermelidir.
Esasen Ankara'da Türk Milleti bundan üç sene evvel toplandığında ve T.B.M.M.ini
topladığında kararını vermiştir ki, hakimiyet, milletindir ve Türkiye Hükümeti
buradadır. Öyleyse, o eski Osmanlı İmparatorluğu münkariz olmuştur. Yerine dinç
ve milli bir Türkiye Devleti doğmuştur ve bütün hakimiyet ondadır. O halde
İstanbul'da hakimiyete sahip bir hükümet yoktur. Olay şu ki, orada biz
hükümetiz, diye iddia eden bir heyet vardır. Fakat Hükümet olmak için gerekli
vasıtaya, evsaf ve meziyetlerin hiçbirisine hukuken malik değillerdir. Bir defa
kendisini savunamaz. Elinde bir gücü yoktur. Kendisini besleyemez ve yabancılar
elinde esir bulunuyor. Onun için bendeniz bu konuda takrir hazırladım ve
Başkanlık Makamına sundum Başkanlık Makamından rica ediyorum, o takrir
okunsun" 9
Hakkari Milletvekili Mazhar Müfid ise,... Konferansa
Bâbıâli'nin davet edildiğini bendeniz bilmiyorum, zannediyorum ki, Bâbıâli'nin
konferansa daveti vaktiyle Damat Ferid'in İngilizlerle Yıldız'da oturan
Vahîmeddin Efendi ile, lisanım dönmüyor Vahdettin Efendi ile... Hem okuyup
yazma bilene efendi derler. İşte Vahimeddin Efendinin, Damad Ferid’in,
İngilizlerle yaptığı sözleşme icabmdan olsa gerekir. Böyle değil ise bizim
Mudanya'daki Askeri sözleşmemiz gereği bunların çağrılması gerekmezdi. Ne için
Mudanya'da Askeri sözleşme yapıhrken Bâbıâli çağrılmamıştır... şeklinde
konuşmalarım sürdürür ve Beyefendiler burada bir hata var, adem kellesi
fazladır. Bendenizce itilaf olduğu dakikada onların başına Allah korusun büyük
bir felaket gelir. Onlar böyle itilaf ile fiları anladılar ki pabuç pahalı, galiba
kellelerini, hayatlarını kurtarmak için bu yollara dökülüyorlar... O Vahimeddin
Efendiye şunu söylemek gerekir. Burada milletin hakkı hakimiyeti için, kutsal
dini için döktüğü kanın henüz buharı, harareti geçmemiştir... Artık Vahîmeddin
Efendinin hiç yeri yoktur. Milletin hakimiyetine karışamaz. Hakimiyet hakkı,
kanım onun için döken Muhterem Ulu Milletindir. Başka kimsenin olamaz... 91
demektedir.
Konuşması sırası Kazım Karabekir Paşa'dadır ve şu konuşmayı yapar:
"İstiklal Harbimizde düşmanlarımızın çalışmalarım
kolaylaştıran ve milletimize karşı her fenalığı yapmaktan çekinmeyen bir
topluluğun bugün de şanlı barışımızı bozmak ve karıştırmak için aynı fenalığa
karşı adım attığım görüyoruz. Pis ruhlar gibi karşımıza çıkan bu Şehinşah
Vekilleri Heyeti eğer İstiklal Harbinin başlangıcında yalnız orada değil Şark'ın
en ücra yerlerine ve en masum halkın arasına kadar fesat ellerini salmasaydı,
hatta benim kıtalarımın, benim karargahımın içine kadar Ferid Paşa mel'ûnu
zehirli mektuplar göndermemiş olsaydı; bugün bu şerefli günlere biz iki sene
evvel kavuşacaktık. Bugün bu adamların bizimle beraber barış salonuna hatta kapısına
kadar girmesine pek büyük bir şiddetle karşı koymalıyız. Zira bizim bu kutsal
çatı altındaki feryadımızı, bizim milletimizin akan kanlarını, masumiyetlerini
biz, dünyaya gereği kadar duyuramıyoruz. O halde eğer bu herifler bizim şanlı
milletimizin şanlı Barış Heyeti ile Avrupa'da görünecek olursa bütün dünyanın
düşüncesine; işte Türkiye denilen iki güç vardır, analarında birlik yoktur,
şeklini vereceklerdir. Bunlar yazdıkları şeyde Bâbıâli kelimesini, Büyük Millet
Meclisi'nden önce sunacak kadar şeytanlığı da bırakmıyorlar... Birinci Ferid
Paşa dönemi kapandıktan sonra ikinci Tevfik Paşa perdesi açılıyor. Bunlar birer
kukla, birer karagöz gibi anlayışsız, vicdansız birtakım insanlardır. Öyleyse
gerek fetvaları ve gerek bu haberleşmeleri, ihanet dosyasına koymakla beraber,
bugün T.B.M.M. kesin emriyle ve ilk fırsatta İstiklal Mahkemesi ile bu adamlara
gerekli işlemi yapmalıdır. Bugün İstanbul'un milyonla mazlum insanları bizimle
beraberdir. Ve inliyorlar. Bunun üzerine zannediyorum ki, buradan çıkacak ufak
bir işaretle bu mel'ûnları ayaklar altıda çiğneyecektir. Bu telgrafın metninde;
eğer Bâbıâli gitmezse, İslam aleminde büyük bir tesir yapacağı beyan ediliyor.
Umumi Harpte Cihad ilan edilmiş iken,
kendi şahsıma ve kumandan olarak söylüyorum, gerek Çanakkale'de, gerek Irak'da
sürekli İslam askeriyle savaştım. Halbuki bugün İstiklal Savaşını yaparken ve
aleyhimize bir cihad fetvası çıkarmış iken Şark'ta İslam kardeşlerimle en yakın
temasta idim. Onlar ilk ellerini bize, Anadolu milletine uzatmışlar ve İstanbul
Hükümetini tel'în etmişlerdir. Demek oluyor ki oradan çıkan cihad fetvalarını
değil, milletin birliğinin, milletin ruhundan doğan azim kıymeti vardır. İşte
buna en güzel örnek İran, Afgan gibi İslam kardeşlerimizin Ankara'da
bulunmalarıdır. Milyonla İslam ehli bugün üç beş pisi lânetliyorlar. Bütün
şehitlerimiz, bütün gazilerimiz, ayaklan, bacakları kopmuş kardeşlerimiz bu
adamları lânetliyorlar, bu kadar felaketli günler geçirdikten sonra, onların
telgraflarının hala bir kabus gibi millet üzerine çöken bu zulümlerini, sessiz
sadasız bırakmamalı, onların hiç olduğunu bütün İslam alemine göstermeli ve
kesinlikle barış yerine bunların ayaklarını artırmamaya çalışmalıyız. "(92)
Muş Milletvekili Hacı İlyas Efendi de, Tevfik Paşa'nın
yazdığı mektubu "körlük paçavrası, basiretsizlik vesikası, hayasızlik ve
ihanetin son bir kağıdı" olarak nitelendirdikten sonra bir an evvel
zavallı mabetlerimizi, mescitlerimizi, milletimizi şu lanetlenmişin adıyla
pislememek üzere buna son veriniz", demektedir. [240] [241]
Mersin Milletvekili Salahaddin Bey'in ise yaptığı konuşma oldukça
ılımlıdır:
"Muhterem efendiler sözkonusu mesele İstanbul'da,
BabIâli'den barış görüşmesine katılma talebidir. Bu, bir temennidir. Yüce
Heyetiniz Türkiye sınırları içerisinde oturan Türk milletinin temsilcisidir.
Yüce Meclisin ilk açılışında bu Meclis ilk oturumunda verdiği kararla daha
sonra 18 Temmuz 1336'da ettiği yeminle, Misak-ı Milli sınırları içerisindeki
milleti, vatanı kurtarmayı ve saltanat denilen makama gerekli hukuku zamanı
geldiğinde kendisinin belirleyeceği esaslar içerisinde ve kendisinin vereceği
haklar miktarında vazifelendireceğini zaten karalaştırmıştı ve zaten Yüce
Meclisin ilk oturumunda okunup oybirliği ile kabul edildiği mezkûr olan ifadeler bundan ibarettir. Şu hale göre
memleketimizin idaresinde uygulamak istediğimiz esas, milletin
hakimiyetidir... Bu müracaata resmi bir mahiyeti yoktur. Bunun özel bir
mahiyeti vardır. Şimdiye kadar olduğu gibi bu milletin emellerini, bu milletin
birliğini ve o birlik içerisindeki tam istiklalini temine çalışmış ve başarılı
olmuş ve bundan sonra da Büyük Millet Meclisi'nin kendisine amaç edindiği nokta
ki mülkü, yani Mısak-ı Milli içerisinde belirlenmiş olan yerleri kurtarmak ve milli hakimiyet esasını
sağlamak ve böylece Hilafet ve Saltanat Makamım da meşru ve gerekli gördüğü ve
Milli hakimiyet esasına dayanarak oluşturuları
idarede meşru olan hakları vereceğini belirlediğine göre millet, yani
halen ve gelecek Türk milletinin, vahdetini, kudretini idaresinde temin etmeyi
taahhüt etmiş ve idareyi düzenlemek konusunda üzerine almış olan Büyük Millet Meclisi buna karar vermiş, daha
sonra bunu çeşitli suretlerle teyit etmiş olduğundan da Yüce Meclisin vermiş
olduğu kararların dışında olduğunu, cevaptan müstağni olduğunu ve bunun üzerine
milletin kendi bildiği gibi doğrudan doğruya kendi gücüne ve kendi Hükümetine
istinaden yapılması gerektiğini, bundan dolayı gündeme geçilmesini teklif
ederim..." [242]
Selahattin Beyden sonra söz aları Kırşehir Milletvekili Müfit Efendi'nin
konuşması ise özetle şöyledir: ...23 Nisan 1336 (1920) tarihinde bu çatının
altında toplandığımız zaman aldığımız kararlar İstanbul'daki Hükümete,
İstanbul'daki padişaha isyan değil, milletin hakimiyetini, milletin
istiklalini, milletin varlığını bu Umumi Harb sonunda İstanbul'dakilerin imza
ettikleri Sevr Antlaşmasıyla mahvetmek istediklerini bütün dünyada var olan medeni devletlere ilan etmiştik. Bizi onlara karşı isyan etmiş
şekilde ilan ettiler İsyan etmedik
hakkımızı istiyorduk... Biz burada toplandığımız gün demiştik ki, gerçeği
anlayamamıştık, hilafet makamı İstanbul'un işgal edilmesi itibariyle
esarettedir. İstanbul'un yabancılar tarafından, Ateşkese aykırı olarak işgal
edilmeleri yüzünden orası esarettedir onu da kurtaracağız. Çünkü bu millet
hilafet makamı olmadıkça, kendilerinin bir halifesi bir İmamı olmadıkça
yaşıyamayacağmı bildiği için, orasını kurtarmak için çalışacağız. Biz onun
kurtarılması için çalışırken öbür taraftan fetva veriyorlardı. "Anadolu'da
toplanan, Ankara'da toplanan Büyük Millet Meclisi âzâları katiyen ve katibeten
âsîdir, bâğîdir, sultan'a baş kaldırmışlardır, idam lazımgelir, kanları
hederdir" demiş ve bütün müslümanları bize karşı teşvik ve tahrik
etmişti... Biz birliğimizi sağlamışızdır. Birliğimizi sağlamaya ihtiyacımız
yoktur. Kendilerine verilmesi gereken cevap, vatana hiyanet cezasım
işlediklerini kendilerine bildirmekten ibarettir. 95
Daha sonra söz aları
ve o zaman İcra Vekilleri Heyeti Başkam olan Rauf Bey (Orbay) ise Tevfik Paşa'nın telgrafı
ile ilgili olarak telgrafı okuduğu zaman işgal alfanda olan İstanbul'da oturan insanların bu ülke ve bu
milletin başma getirdikleri felaketi hatırladığını belirterek Birinci Dünya
Savaşı sonunda ateşkes yapılınca düşman kuvvetlerinin İstanbul limanına geldiği
anda, milleti unutarak, düşman kuvvetlerine dayanaraktan, Milli Hakimiyet
temsil eden, milletin tek teşkilatı olan
Meclisi kapatarak hata yapan kişinin de bugün bu telgrafı gönderen zat
olduğunu söyler. Daha sonra baskılar sonucunda seçim ilanım zorunlu olarak
kabul eden İstanbul'daki heyetin yeniden Meclisin İstanbul'da toplanması
istemesiyle Medis'in yeniden İstanbul'da toplandığım ve İstanbul'da toplanan
Meclisin ilk milli kararını, yani mütevazi ve meşru olan ilk milli kararını verdiği anda, saldırıya
uğradığını, basıldığım ve Merkez Kumandanlığmca kapatıldığını, açıktladıktan
sonra İstanbul'da mahalli yönetim olarak toplanan heyet ve bütün dünya
bilmelidir ki, İslam ve Türkiye halkı iğfal edilmiyecektir, İslam ve Türkiye
halkı istiklalim almıştır, kimseye vermemiştir ve vermeyecektir, gerekirse her
çeşit yola başvurarak ve kısa zamanda elde etmiş olduğu istiklalini bir kez
daha dünyaya ispat ve tasdik ettirecektir, diyerek sözlerini bitirir. [243]
Ankara Milletvekili Ali Fuat Paşa ise, "Milli
Mücadeleye başladığımız tarihten bugüne iki düşmanınız vardı. Biri dıştan
geliyordu. Öteki ise İstanbul'dan doğuyordu. İstanbul’dan maksadım Padişah,
Saray ve Bâbıâlidir. Cephede süngülerimizle kesin bir zafer kazandığımız halde,
İstanbul entrikası son bulmuyor. Öyleyse bu konunun bence ifade edilecek zamanı
gelmiştir. Benim düşünceme göre düşmanların sonuncusu da bugün
halledilmelidir", demektedir. [244]
Daha sonra söz aları
İstanbul Milletvekili olan Dahiliye
Vekili Ali Fethi bey'in yaptığı konuşmasım özetleyecek olursak Ali Fethi Bey de,
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetini, İstanbul'daki kişilerin henüz meşrû
bir Hükümet olarak tanımadıklarını ve kendilerinde bu meşrû ve Milli Hükümetin
kaderini kontrol etmek, emir vermek, nüfuz etmek yetkisini gördüklerini
söyledikten sonra; Bâbıâli'nin, kendi kişiliğini ve sarayın kişiliğini ileri
sürerek milletin başma bela olmak için vesile aradığını; her ne vakit millet
gözünü açmış ve istiklalini elde etmek istemiş ise, her zaman bu Bâbıâli
zihniyetinin ve saray zihniyetinin ona sed çektiğini, dile getirir ve Cenabı
Hakka şükürler olsun ki bu defa bunların bütün etki ve nüfuzundan kurtularak
milletin rüştünü ispat etmiş olduğunu da söyleyerek,"Türkiye Büyük Millet
Meclisi" Hükümetinden başka hiçbir heyetin söz söylemeye hakkı olmadığını
aleme kuvvetli bir şekilde açıklamazsanız, elbette, düşmanlarımız bizi barış
masasında zayıf düşürmeye çalışacaktır. Bu yüzden vatanî görev olarak Millet
Meclisi bu müşaverelerini, bu akidesini ilan
etmeli ve artık bu entrikalara sed çekilmiş olduğunu dünyaya bildirmelidir",
diyerek sözlerini bitirir. [245]
Erzurum Milletvekili Nusret Efendinin açıklaması
tarihidir ve oldukça ilgi çekicidir ve şöyledir:
"Peygamber Efendimizin ölümünden bir iki gün
önce, hasta yatağında yatıyorken, etrafını çevreleyen ashabı ve ailesi,
Peygamberlerin durumunu gözetlerken, o anda Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gözlerini açtı
ve bana bir kalem ve kağıt getirin buyurdular. Peygamber, kâtibi olan Zeyd b. Sabit’e, siz bana bir kalem ve
üzerine yazı yazılacak birşey getiriniz, ben size bir vasiyet yapayım ki,
benden sonra kesinlikle sapıklığa düşmeyesiniz dedi. O sırada Hz. Ömer, sol
tarafında bulunuyordu. Hz. Ömer: "Humma hastalığı Hz. Muhammedi
sıkıştırmıştır, Onu kendi haline bırakınız", dedi. Hz. Peygamberin
yazdırmak istediği şey böylece yazılmadı. Ertesi gün Peygamberimiz Efendimiz
vefat etti. Vefatı üzerine Benî Sekîf Mescidinde bütün Muhacirler ve Ensar
toplandı. Benî Sekîf'te iki taraf da sizden bir Halife, bizden bir halife olsun
dediler. Bu söze Hz. Ebû Bekr, hayır olamaz cevabmı verdi. Buhari'de, İmamet
bahsinde de yazıldığı gibi, bir mülkte, yani bir sınır içerisinde iki imam olamaz.
Eğer iki imam olursa ikisinden birisini öldürünüz. Bu Peygamberin emridir.
Sonra sizden bir emir ve bizden de bir emir olsun dediler. Bu da olmaz dedi ve
"hulefa Kureyştendir" buyurdu. Ayrıca bir siyaset yaparak, biz emir
olacağı, siz vezir olacaksınız, dedi. Bu bir şer'i siyasetti. Böylece mesele
çözülmüş oldu. Bu, Hz. Ebû Bekr'in seçimidir. İkinci seçim ahit suretiyle olmuştur.
Yani Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer'e "Benden sonra aday Hz. Ömer'dir"
diyordu. Çünkü ilmen, irfanen ve fazileten yüksek bir insandır, ben size onu
aday olarak gösteriyorum. Eğer siz ona biat ederseniz o, sizin
emirülmümininizdir. Buna "ahden" hilafet denir. Üçüncü seçim şekli
de, Hz. Ömer'in ölümü anında, halife seçimini şûraya gidilmesi değil, yani o
şûra azasmdan birisi seçilsin, istemiştir. Hatta oğlu, "niçin birisini
tayin etmiyorsun, Ebû Bekr'in yaptığı gibi sen de tayin yap" deyince,
"hayır, ben sağlığımda omuzlarımın üzerine aldığım yükü öldükten sonra
ruhumun üzerine asla alamam; bu, ağır bir şeydir ve teberri ediyorum, altı kişi
arasında kimi isterlerse onu yapsınlar" demiştir. Böylece Hz. Osman
seçilmiştir. Dördüncü seçimde ise Hz. Ali'ye biat vukubulmuştur. Hz. Osman'ın
şehit edilmesinden sonra küçük Asya'da, Orta Asya'da ve Irak'ta, Suriye'de,
Hicaz'da zaman zaman ortaya çıkan, müslümanlar arasındaki sürtüşmeler ve
ihtilaller hilafet meselesi yüzünden olmuştur. Hilafet zaman zaman siyaset
aleti olmuş, hatta bundan 300 yıl öncesine gelinceye kadar Asya'da siyasetler
fırka çekişmeleri, mezhep ve din şeklinde tecelli etmiştir. Bugünkü Siyasî
ayrılıkların, bundan önceki İslam topluluklarında İslam hükümetleri arasında
bir mezhep, mezhep ayrılıkları halinde, yani her biri bir mezhep kisvesine
bürünerek, o şekilde aralarında mücadele ederek gelmelerindendir... ")
Nusret Efendi'nin yaptığı konuşma, gerçekten, büyük
ilgi ile dinlenmiştir; T.B.M.M. de hilafeti kaldırırken buna benzer bir karar
almıştır.
Bu konuda son konuşmayı yeni Hariciye Vekili seçilen
Edime Milletvekili İsmet Paşa (İnönü) yapmıştır, ismet Paşa konuşmasında,
Türkiye'nin bu telgrafla yapıları başvurunun
resmî bir mahiyeti olmadığım, Türk Miletiyle bir barış konferansı akdedebilmek
için, Türkiye'nin meşru ve gerçek temsilcileriyle karşı karşıya bulunmak
gerektiğini, önce de, İstanbul'da birtakım heyetlerin ve bu telgraf sahibinin
arkadaşlarının, millete muhik kararname isteklerini kabul etmekliğimiz bundan
başka çare olmadığına inanmamız için aracı olduklarım, uğraştıklarım, başvuruda
bulunduklarını ve böylece yabancılara da birçok ümitler verdiklerini,
belirttikten sonra ilgili Devletlere, "Türkiye'nin Barış Konferansına
ancak T.B.M.M. temsilcisini göndereceğini ve Türkiye temsilcisi olarak başka
yerlerden temsilci gelecek olursa, onların katılmalarının, kendilerinin
katılmalarına engel sayacaklarını ve Mudanya Konferansı hükümlerinin de bu
şekilde bozulacağını söylediklerim..." açıklamaktadır. 10
Sadrazam Tevfik imzası ile gelen telgraflar üzerine Osmanlı
Devletinin geleceği ve Hilafet konusu hakkında açıları Meclis görüşmesinin üçüncü oturumunda [246]
[247]
yapıları konuşmaları yukarıda özet
olarak verdik. Bu oturumda Mustafa Kemal konuşma yapmamıştır.
Bu üçüncü oturumda, konuşmalar bittikten sonra verilen önergiler (takrir)
okunur. Bu önergelerden bazıları şunlardır:
Bu önergelerden Lâzistan Milletvekili Osman Bey'inki şudur:
T.B.M.M. Riyaseti Celilesine
İstanbul'da el'an kendisini Sadrazam telâkki ve tahayyül eden Tevfik
Paşa'dan mevrut telgrafname okundu. Mezkur telgraf namedeki ifade tahlil
edilirse güya Bâbıâli'nin konferansa ademiicabeti altı yüz senelik Makam-ı
Hilafet ve Saltanatın hukukunun ademimüdafaası gibi bir endişeyle yazıldığı
görülür. Makam-ı Hilafetin tahlisi ve takriri Büyük Millet Meclisinin umde-i
esasiyesinden olduğuna göre bu nâbemehal endişelere lüzum olmadığı gibi esasen
meşgul bir toprakta kendilerin hükümet süsü veren herhangi bir zümrenin
vaziyeti hukukiye ve siyasiyesi olmayıcağmdan mezkûr telgrafın hıhz ve
iptaliyle konferansta Türkiye'yi ancak B.M.M.nin meşrû mümessilleri temsil
edebileceğinden ruzmane-î müzakerâta geçilmesini teklif ederim. [248]
[249]
Diyarbekir Milletvekili Haa Şükrü Bey:
Riyaseti Celileye
îslam mukaddesâtına ve İslamiyete karşı şeytandan daha şeni olarak son
asırda mütecâviz bir Loyd George türemişti Meğer şeytandan Loyd George'dan daha
şeni alçaklar varmış. Sorar mısınız? İşte bu vesikayı yollayan ve düşünenler,
öyle ise başta Vahdettin olduğu halde besmele ile bunları bilûmum İslamların
taşlamalarını teklif ederim. 102)
Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi:
Sevr Muahedesini kabul ve imza ettiği andan itibaren Padişahlık ve Halifelikten
kende kendini hâl'etmiş bulunan taçlı hain hakkında hâl'in gayri bir esasta
Şer'iye Encümenince bir karar ittihazı ve Meclise arz olunmasını teklif ederim.
103
Sinop Milletvekili Dr. Rıza Nur ve içlerinde Mustafa Kemal’in de
bulunduğu 78 arkadaşının Osmanlı İmparatorluğunun münkariz olduğuna ve yeni
Türkiye Hükümetinin onun varisi bulunduğuna ve Makamı Hilafetin esâretten
kurtulacağına dair takriri, ise şöyledir:
B.M.Meclisi Riyasetine
Birkaç asırdır Saray ve Bâbıâli'nin cehalet ve sefaleti yüzünden Devlet
ve millet âzim felaketler içinde müthiş bir surette çalkalandıktan sonra
nihayet hufre-i inkıraza atılmış bulunduğu bir anda osmanlı İnparatorluğunun
müessis ve sahib-i hakikisi olan Türk
Milleti Anadolu'da hem haricî düşmanlarma karşı kıyam etmiş ve hem de o
düşmanlarla birleşip millet aleyhine harekete gelmiş olan Saray ve Bâbıâli aleyhine mücahedeye atılarak
Ankara'da B.M.M. ve onun Hükümet ve
ordularım bitteşkil haricî düşmanın Saray ve Bâbıâli ile fiilen ve müsellâhan
ve malum müşkülat-ı şedide ve mahrumiyet-i elîme içinde cidale girişmiş ve
bugünkü halâs gününe vâsıl olmuştur. Türk Milleti Saray ve Bâbıâli'nin
hiyanetini gördüğü zaman Teşkilât-ı Esasiye Kanununu ısdar ederek onun birinci
maddesiyle hakimiyeti padişahtan alıp bizzat millete ve ikinci maddesiyle de
icrai ve teşrii kuvvetleri onun yed-i kudretine vermiştir. Yedinci maddeyle
harb ilam, sulh akdi gibi bütün hukuku hükümraniyi milletin nefsinde
cemeylemiştir. Binaenaleyh, o zamandan beri eski OsmanlI İmparatorluğu
münhedim olup yerine yeni ve milli bir Türkiye Devleti, yine o zamandan beri
Padişah merfu olup yerine B.M.M. kaim olmuştur. Yani bugün İstanbul'da bulunan heyet
mevcûdiyetini usulen himaye edecek hiçbir meşru ve gayri ecnebi kuvvete,
müzahereti milliyeye malik olmayıp zilli zail halindedir.
Millet eski (otokrat) hükümet-i şahsiye ve saray halkı ve etrafının
sefahat-ı esası üzerine müesses bir saltanat yerine asıl halk kitlesinin ve
köylüsünü hukukunu himaye ve saadetini tekeffül eden bir Halk Hükümeti idaresi
tesis ve vaz'etmiştir. [250]
[251]
Hal böyleyken İstanbul'da düşmanlar ile teşrik-i mesai etmiş olanların el'an
hukuk-u Hilafet ve saltanat ve hukuk-u Hanedandan bahseylemelerini görmekle
müstağrak-ı hayret bulunuyoruz. Tevfik Paşa'run telgrafı kadar garip ve adp ve
hilaf-ı mavaka' bir vesika tarihte nâdir görüşmüş şeylerdendir. B.M.M.'nin buna
cevap vermesini, binaenaleyh herveçhi atî kararın ittihazını talebederiz.
1-
Osmanlı İmparatorluğu
otokrasi sistemiyle beraber münkariz olmuştur.
2-
Türkiye Devleti namiyle
genç, dinç, Milli Halk Hükümeti esasları üzerine müesses Büyük Millet Meclisi
Hükümeti teşekkül etmiştir.
3-
Yeni Hükümeti münkariz
Osmanlı İmparatorluğu yerine kaim olup onun hudud-u milli dahilinde yegane
varisidir.
4-
Teşkilât-ı Esasiye Kanunu
ile hukuku hükümrani milletin nefsine verildiğinden, İstanbul'daki Padişahlık
mâdum ve tarihe müntekildir.
5-
İstanbul'da meşru bir
hükümet mevcut olmayıp İstanbul ve civan da B.M.M.'ne aittir. Binaenaleyh
oraların umumu idaresi de B.M.M. memurlarına tevdi edilmelidir.
6-
Türkiye Hükümeti hakkı
meşru olan Makam-ı Hilafeti esir
bulunduğu ecnebiler elinden kurtaracaktır. [252]
Hilafet ve Milli Hakimiyet hakkındaki Rıza Nur ve arkadaşlarının
verdikleri bir önerge oylanır 136 kişiden 132 kişi kabul, 2 kişi red
(Karahisari Milletvekili İsmail Şükrü Efendi ve Lazistan Milletvekili Necati
Efendi), iki kişi de çekimser oy kullanır. Yalnız Meclis'te yeterli sayı
olmadığından yeniden oylama yapmak üzere oturum (31 Ekim tatil olduğundan) 1
Kasım 1338 (1922) gününe ertelenir.
Bu arada Meclis'e Mersin Milletvekili Salahattin Bey ile arkadaşları da
bu konuda bir önerge verirler. Bu önerge şöyledir:
Riyaseti Celileye
Esbab-ı mücibesi şifahen arz olunacak mevâd-ı âtiyenin kabulunu teklif
ederiz.
1-
Teşkilâtı Esasiye kanunu
ile Türkiye Halkı, hukuku hakimiyet ve hükümranisini mümessil-i hakikisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin şahsiyet-i
manevisinde gayri kabili terk ve ferağ olmak üzere temsile ve bilfiil istimale
ve irade-i milliyeye istinat etmiyen hiçbir kuvvet ve heyeti tanımamağa karar
verdiği cihetle Misak-ı Milli hudutları dahilinde Türkiye Büyük Millet Meclisi
Hükümetinden başka şekl-i hükümeti tanımaz. Hakimiyet-i şahsiyeye müstenit olan İstanbul'daki Şeklî Hükümeti tarihe müntakil
addetmiştir.
2-
Hilafet, Hanedan-ı âlî
Osman'a ait olup Halifeliğe Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafmdan bu
Hanedandan ilmen ve ahlaken erşat ve eslah olanı intihap olunur. Türkiye
Devleti Makam-ı Hilafetin istinatgahıdırP°5)
Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarının hazırlamış oldukları önergenin yalnızca 6.
Maddesinde 'Türkiye Hükümeti meşru hakkı olan
hilafet makamının esir bulunduğu ecnebilerin elinden
kurtaracaktır" denmektedir. "Hilafetin Osmanlı Ailesine ait olduğunu"
veya olacağma dair bir madde yoktur. Rıza Nur’un önergesine göre herhangi biri
de halife olabilirdi. Özellikle Mustafa Kemal ile araları hiç de iyi olmayan Selahattin Bey ve
arkadaşları, kendi önergelerinin ikinci maddesinde Hilafetin OsmanlI alilesine
ait olduğunu belirtmekle, bazı kişilerin halife olmak isteklerini böylece
engellemek mi istemişlerdir? Çünkü daha sonra 1 Kasım 1922’de Selahattin Bey ve
arkadaşlarının vermiş olduğu önergenin kabul edildiği görülmektedir. Bu arada
Kazım Karabekir'in yazdıklarına göre, Mustafa Kemal önceleri Halife olmak
istemiş ve bunu başaramayınca yüzseksen derece dönüş yapmış. [253]
[254]
Meclis'in 1 Kasım 1922 toplantısında Saltanatın Hilafetten ayrılması konusunda
büyük tartışmalar olmuştur.
Mustafa Kemal yaptığı konuşmasında Tevfik Paşa'nın telgrafındaki zihniyetin
istiklalimizi imhaya çalışan düşmanlarımıza karşı kutsal davamızı savunmada fiilen
ve hukuken başarıya ulaşan Milli Hükümetimizi zayıflatmaya yönelik olduğunu;
idare şeklimizde var olan gerçeğin,
Türkiye halkının kaderine fiili olarak ve bizzat elkoymuş olması ile Milli
Hakimiyetini, milli saltanatım üç seneden beri elinde bulundurarak, kutsal
davasını savunmakta bulunduğunu; Türklerin onbeş yüzyıl önce Asya'nın göbeğinde
büyük devlet kurduğunu, bu Türk devletinin ecdadımız olan Türk Milleti tarafından kuruları bir devlet olduğunu söyledikten sonra,
Tanrının bir ve büyük olduğunu, Allah'ın kulları için gerekli olan ilerlemelerine kadar Hz. Adem'den itibaren
nebiler ve resüller gönderdiğini, en son peygamber olan peygamberimizle de dini ve medenî gerçekleri
vardikten sonra artık beşeriyetle dolaylı temasta bulunmaya gerek görmediğini;
Hz. Peygamber'in son peygamber olduğunu Kur'an'ın da tamamlanmış bir kitap
olduğunu ve son Peygamber olan Muhammed Mustafa
(salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in 1394
yıl önce Rumi Nisan ayı içerisinde Rebiyülevvel ayının 12. pazartesi gecesi
sabaha doğru tan yeri ağarırken, gün doğmadan, doğduğunu; bu içinde bulunuları günün de o gün olduğunu söyledikten ve Hz.
Peygamberin hayatı ile ilgili bilgi verdikten sonra ilk halife seçimi konusunda
da şu bilgiyi verir:
...(Halife seçimi) meselesi çok müzakerelerle çok münakaşalara ve çok
esaslı ihtilaflara maruz kaldı. Emri intihapta mühim olarak üç muhtelif nokta-i
nazar tebarüz etti. Bu nokta-i nazarlardan birisi; Makam-ı hilafete istihkak,
mesalihü ümmeti rüyet edebilmek için lazım olan
kudret ve kifayetin kaide ittihazı idi. Buna nazaran Makam-ı Hilafet en
kuvvetli ve en nüfuzlu ve en reşit kavmin olacaktı. Bu nokta-i nazar Cumhur-u
Sahabenindi.
îkinci nokta-i nazar, o güne kadar nusraf-ı İslama hizmet eden kavmin
hilafete müstahak addedilmesiydi. Bu, ensarın nokta-i nazarıydı.
Üçüncü Fikir ise kuvvet-i karabeti iltizam etti. Bu da Haşimilerin
nokta-i nazarıydı. Bu üç nokta-i nazardan ittifak-ı âra ile birini tercih etmek
ve emr-i intihabı intaç eylemek mümkün olmadı. En nihayet tesettüt ve fetretin
derhal önüne geçmek lüzumuna kani olan Hz.
Ömer'in tesiriyle Hz. Ebû Bekr'e biat olundu. Görülüyor ki ilk halifenin
intihabında temayülât-ı umumiyenin tabii temerküzünden ziyade şahsi tesir,
tesbiti şekletmiştir.
Efendiler bu muhalefet ve münakaşanın nâbemahal olduğunu zannetmiyelim.
Hakikaten emr-i hilafet, milel-i İslamiyece en büyük bir maslahattır. Çünkü
efendiler hilafet-i nebeviyye ehl-i İslam arasında râbıta olan bir emarettir ve ehl-i islamm kelime-i vahide
üzerine içtimalarım temin eden bir emarettir.
Emaret ise, Cenab-ı Hakkın bir sır ve hikmetidir ki; teessüsü daima
satvet ve kuvvet ile meşruttur...
Bundan sonra Mustafa Kemal, hilafetin temel amacının fesadı defetmek,
bölge asayişini korumak ve cihad işlerini düzenlemek ve de kamu düzenini güzel
bir şekilde düzenlemek olduğunu, bunun da ancak yine güç ve kuvvete bağlı
olduğunu söyledikten ve dört halife döneminde olan olayları da anlattıktan sonra Hz. Osman'ın
şehit edilmesi ile kapının kırıldığını söyler ve Hz. Ali ile Hz. Muaviye
döneminde olan olaylara, Emevî ve Abbasî
dönemindeki olaylara da değinir. Daha sonra da Selçuklu Devleti konusunda
şunları söyler:
Hicri dördüncü asırda Selçuk Hükümeti adı altında Büyük bir Türk Devleti
kuruldu. Bu Devleti yöneten Türkler bir taraftan Kafkasya'ya diğer taraftan
Güneye, İran, Irak, Suriye ve Anadolu'ya nüfuz eyledi. Bağdad'da oturan Abbasî
Halifeleri, bu Büyük Türk Devletinin nüfuzuna girmişti. Gerçekten bu Türk
Devleti, beşinci asrm ortasında Maveraünnehir ve Harzimi, Şam ve Mısır'ı,
Anadolu kıtasının çoğunu ve birçok ülkenin hududunu alarak Kaşgar'dan ve Seyhun
mecrasından Akdeniz'e, Kızıl Deniz'e ve Umman Denizi'ne kadar genişledi ve
Bağdad'da bulunan Abbasî Halifelerini seçimleri ve yönetimleri altına aldı...
Hz. Selim'in yaklaşık olarak beş asır sonra Mısır'da yaptığım eğer Melikşah
isteseydi daha o zaman Bağdad'da yapardı...
Mustafa Kemal hilafetin Osmanlılara geçişiyle ilgili olarak da şöyle der:
"Osmanlı Devletinin ulularından Yavuz Hazretleri, Hicri 924'de
Mısır'ı aldığı zaman, orada idam eylediği Mısır hükümdarlarından başka, unvanı
halife olan bir zat buldu. Halife
sıfatının böyle aciz bir kişi tarafından kullanılması İslam âlemi için bir ayıp
olduğuna şüphe etmediğinden o sıfatı Türkiye Devletinin gücüne dayandırarak
canlandırmak ve yüceltmek üzere aldı.
Efendiler, 669'da kuruları Osmanlı
Devleti, Hilafeti aldığı 924 tarihinden ancak elli sene sonrasına kadar dünya tarihinde,
yükselme devri denilen, büyük ve sürekli başarılan ile aşağı yukarı üç asırlık
bir devir yaşadı. Ondan sonra gerileme başlıyor.
Efendiler, gerileme devrinin her safhası Türkiye Devletinin hudutlarım
biraz daha darlaştırıyor, Türk milletinin maddî ve manevî kuvvetlerim biraz
daha fazla eksiltiyor. Devletin istiklalini darbeliyor, arazi, servet, nüfus ve
milletin haysiyeti büyük bir şekilde yok oluyor. Sonunda Osmanlı ailesinin otuz
altına ve sonuncu Padişahı Vahdettin'in devr-i saltanatında Türk milleti, en
büyük esaretle karşı karşıya getiriliyor. Binlerce senelerden beri bağımsızlık
duygusunun asil örneği olan Türk Milleti
bir tekme ile esarete yuvarlanmak isteniyor. Fakat bu tekmeyi vurdurmak için
bir hain, şuursuz, idraksiz bir hain gerekiyordu... Ne yazık bu milletin
hükümdar diye, sultan diye, padişah diye, halife diye başmda bulundurduğu Vahdettin
(idi)... Vahdettin, bu hareketiyle kendini öldürdü ve temsil eylediği idare
şeklinin indirasını zarurî kıldı. Fakat millet hiçbir vakit hiçbir vakit bu
hainlik hareketinin kurbanı olmaya razı olmadı... Millet kaderini doğrudan
doğruya eline aldı ve mili saltanat ve hakimiyetini bir kişide değil, bütün
efradı tarafından seçilen vekillerden oluşa bir Yüce Meclis'te temsil etti. İşte
o Meclis, Yüce Meclisinizdir. Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Milletin
saltanat ve hakimiyet makamı yalnız ve ancak T.B.M.M.dir ve bu hakimiyet
Makamının hükümetine, T.B.M.M. Hükümeti derler. Bundan başka bir saltanat
makamı, bundan başka bir hükümet heyeti yoktur ve olamaz."
Kendine Hilafet sıfatı izafe eden bir şahsî mevki münhedim olunca hilafet
makamı ne olacaktır? sorusu akla gelebilir. Efendiler, Abbasî Halifeleri
döneminde Bağdad'da ondan sonra Mısır'da hilafet makamının yüzyıllarca süren
saltanat makamıyla yanyana ve ayrı ayrı bulunduğunu gördük. Bugün de saltanat
ve hakimiyet makamıyla, hilafet makamının yanyana bulunabilmesi tabidir. Şu
farkla ki, Bağdad'da ve Mısır'da saltanat makamında bir şahıs oturuyordu.
Türkiye'de o makamda asloları milletin
kendisi oturuyor, hilafet makamında da Bağdad ve Mısır'da olduğu gibi güçsüz ve
sığınmış bir aciz kişi değil, istinâtgahı Türkiye Devleti olan bir yüce kişi oturacaktır.
Böylece bir taraftan Türkiye halkı çağdaş bir uygar devlet olarak her gün
daha mesut ve müreffeh olacak, hergün daha çok insanlığım ve benliğini
anlayacak, kişilerin hainliği tehlikesine kendisini kaptırmayacak ve diğer
taraftan hilafet makamı da bütün İslam aleminin ruh, vicdanının ve imanının
rabıta noktası, İslam kalplerinin neşe kaynağı olabilecek bir izzet ve
ulviyette tecelli edecektir... [255]
Genelde özetleyerek verdiğimiz Mustafa Kemal'in bu konuşmasından sonra,
konu ile ilgili verilen önergelerin görüşülüp bir karara varılması için üç
encümenden oluşan bir heyete havale edilir. Bu encümenler, Kanunu Esasi
Encümeni, Adliye Encümeni ve Şer'iye Encümenidir. [256] [257]
Konu encümenlerde Hoca Müfid Efendi başkanlığında aynı odada görüşülürken
heyetin çalışmalarım büyük bir kalabalık da merakla izlemektedir. Şer'iye
Encümenin'de bulunan bazı hocalar Halifelik-Saltanat ayırımının
yapılamayacağını savunuyorlardı. Bu hocalar ve üyeler, bir takım geçici
önlemler almak istiyorlardı. Bu üyeler arasında Lazistan Milletvekilleri Osman
ve Ziya Hurşit, Beyazit Milletvekili Dr. Refik, Ertuğrul Milletvekili Necip, Antalya
Milletvekili Rasih Hoca gibileri vardır. İstanbul Milletvekili Neşet, Adana
Milletvekili Zekai Bey, Diyarbekir Milletvekili Hacı Şükrü Efendi'nin içinde
bulunduğu bir başka heyet ise, Saltanat makamının suçluluğunu kabul etmekle
birlikte çözüm yolu olarak Vahdettin'in cezalandırılmasında görüyorlardı. Hacı
Şükrü, Vahdettin'in yetkilerinin elinden alınması ile cezalandırılmasını
istiyordu. Bu süre sonra görüşmelerin uzayıp gittiği ve bir sözüme
bağlanamadığı görülünce Mustafa Kemal, Heyet Başkanından söz isteyerek oldukça
sert bir konuşma yapar: "Hakimiyetin münakaşa ve müzakere ile kimseye
verilemeyeceğini, ancak zorla alınabileceğini..." söyledikten sonra,
"Mesele, zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu,
behemehal olacaktır. Fakat ihtimal, bazı kafalar kesilecektir" deyince,
korku üzerine saltanatla ilgili kararı kabulden başka çare kalmadığı
anlaşılmış oldu. Heyet içinde bulunanlardan Ankara Milletvekili Hoca Mustafa
Efendi söz alarak, "Efendim, biz meseleyi başka nokta-i nazardan mütalaa
ediyorduk. İzahatınızdan tenevvür ettik" diyerek konunun çözümlendiğini
bildiriyordu. 1091
Anlaşıları eğer Mustafa Kemal zor
kullanmasaymış, encümenler Hilafetle Saltanata birbirinden ayrılmasını imkansız
olduğunu savunarak olayı başka bir yönden çözme yoluna gideceklermiş. Bu konu
ile ilgili olarak daha sonra Mısır uleması da aldığı kararda Hilafeti
saltanattan ayırarak hilafeti ruhani bir halife durumuna getirmenin şimdiye,
kadar müsmümanların hiç bilmedikleri bir bidat olduğunu açıklayacaklardır. 11
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Encümenlerden çıkan karar, Mustafa
Kemal'in de imzasının bulunduğu Dr. Rıza Nur ve arkadaşları tarafından verilen
önerge doğrultusunda olmamıştır. Bu karar daha ziyade Mersin Milletvekili
Selahattin Bey ve arkadaşlarının verdiği önerge doğrultusunda olmuştur ki,
Selahattin Bey ile Mustafa Kemal hiç anlaşamayan iki muhaliftir.
Encümenler tarafından kabul edilip Meclise sunulan ve mecliste de kabul edilen iki maddelik
karar şöyledir:
Madde 1Teşkilât-ı Esasiye Kanunuyla Türkiye halkı, hukuk-u hakimiyet ve
hükümranisini mümessil-i hakikisi olan T.B.M.M.nin
şahsiyet-i maneviyesinde gayrikabili terk ve tecezzi ve ferağ olmak üzere
temsile ve bilfiil istimale ve irade-i milliyeye istinadetmiyen hiçbir kuvvet
ve heyeti tanımamaya karar verdiği cihetle Misakı Milli hudutları dahilinde
T.B.M.M. Hükümetinden başka şekl-i Hükümeti tanımaz. Binaenaleyh Türkiye halkı
hakimiyet-i şahsiyeye müstenidoları İstanbul'daki
şekli Hükümeti 16 Mart 1336 (1920) den itibaren ve ebediyyen tarihe müntakil
addeylemiştir.
Madde 2Hilafet, Hanedan-ı Ali Osman'a aidolup halifeliğe T.B.M.M.
tarafından bu hanedanın ilmen ve ahlaken erşad ve aslah olanı intihabolunur.
Türkiye Devleti Makam-ı Hilafetin istinatgahıdır. 1111
Yukarıdaki birinci madde ile daha önce Ocak 1921 (1337) de kabul edilen
Teşkilât-ı Esasiye Kanununun (yukarıda işledik) Birinci, İkind. ve Üçüncü
Maddelerinden fazla bir farkı yoktur. Yalnız burada biraz daha açıklığa
kavuşturulmuştur. Zaten Ocak 1921 tarihinde Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile
saltanat kaldırılmış oluyordu. Belki de Mustafa Kemal sevmediği Osmanlı
ailesinden, ki Mustafa Kemal'in Os[258] [259]
inanlılarla ilgili yaptığı konuşmalardan biz bu kanıya vardık, hilafeti de
almak istiyordu da, bunda, o anda başarılı olamadı.
Encümenlerden geçerek Meclis'e sunulan
yukarıdaki iki madde ile ilgili olarak Mustafa Kemal kısa bir açıklama
yaparak, tesbit olunan asıl noktalar üzerinde arkadaşların görüşlerinin
birleştiğini gördüğünü, bazı arkadaşların ad belirlemesi ile oya konulmasını
teklif ettiklerini hatırlattıktan sonra buna gerek olmayıp, milletin ve ülkenin
istiklalini sonsuza kadar koruyacak olan
esasları Yüce Meclisin oybirliği ile kabul edeceğini, söyler.
Daha sonra oylamaya geçilir. Meclis Başkanının "Oylama Oy birliği
ile kabul edilmiştir" diye açıklaması üzerine Ziya Hurşit Bey "Ben
muhalifim, o halde oybirliği ile değil, ekseriyetle kabul edilmiştir" diye
cevap verir. [260])
Milli saltanatın kabulünden sonra, Burdur Milletvekili İsmail Suphi ve
Sivas Milletvekili olup aynı zamanda İcra Vekilleri Heyeti Başkam da olan Rauf Bey de Milli Saltanatı kabul gününün
Milli Bayram olarak kabul edilmesini teklif ederler önce prensip olarak kabul
edilen bu teklif daha sonra 12 Rabiulevvel gecesi ile gününün Milli Bayram
sayılmasına dair kanunun kabulü ile kanunlaşır. [261] [262])
Mustafa Kemal, bazı zorluklar olsa da, amacına yavaş yavaş
yaklaşmaktadır. Saltanatın, Hilafetten ayrılışı ile İstanbul'da bulunan Halife
Vahdettin'in bütün yetkilerini de T.B.M.M. üstlendiğine göre Halife olarak kaları
Vahdettin'in görevi ne olacaktı? Dini
bir başkan olarak dini görevler mi yüklenecekti, o zaman T.B.M.M. Hükümetindeki
Şeriye Vekilinin görevi neydi? Yoksa İslam'da hiç yeri olmayan Papalık gibi
ruhani bir başkan mı olacaktı? Ya da suya sabuna dokunmayan, yalnızca adının
başında Halife sıfatı olan bir kişi
olarak mı kalacaktı? Veyahut da hiç bir görevi olmadığı için kendini içkiye ve
kadınlara kaptıran Mısır'daki zavallı Abbasî Halifeleri gibi mi yaşayacaktı?
Daha bunun gibi insanın akima birçok soru gelebilir. Hiç şüphesiz Vahdettin
gibi akıllı ve aynı zamanda vehimli (114) olan bir kişi de bunun gibi daha çok şeyler
düşünmüştür. Sonunda da İstanbul'dan ayrılmaya karar vermiş olabilir. Çünkü
bütün yetkileri elinden alınmış olan bir
kişi, ayrıca yukarıda da gördüğümüz gibi Saltanata Hilafetten ayrılması
görüşmelerinde bazı milletvekillerinin yaptıkları konuşmalardan da anlaşıldığı
üzere ölümle ve halka linç ettirilmekle tehdit edilen bir kişi ki, bunun örneği
de vardır; İstanbul Hükümetinde Dahiliye Vekilliği yapmış olan Ali Kemal, İzmit'te bulunan 1. Ordu Kumandanı
Nurettin Paşa'nın ayarlattığı birkaç kişi tarafmdan linç edilmişti. [263]
[264]);
Vahdettin de böyle bir akıbetten korkmuş olacak ki, daha sonra San Remo'da
yaptığı açıklamada da "Kesin bir ölümden, Allah'ın iradesine uygun olarak
ve Peygamberin örneğini izleyerek, kendimi korumak içi ayrılmam gerektiği
vekili olduğum sevgili vatanıma geri dönmek istiyorum"1116),
derken bunu dile getirmektedir; sonunda İstanbul'dan ayrılmaya karar vermiş
olmalıdır.
17 Kasım 1338 (1922) tarihinde İstanbul henüz işgal altındadır. Mudanya
Ateşkesi anlaşmalarına göre İstanbul'a bir Türk birliğinin girmesine izin
verilmiştir. Refet Paşa'nın komutasında bulunan bu birlik Sarayı da
gözetlemektedir. Bu tarihte Refet Paşa'dan İcra Vekilleri Heyeti Başkanı olan Hüseyin Rauf bey’e "Vahdettin Efendi'nin
firar ettiiğine dair bir telgraf gelir bu telgrafında İstanbul'da İngiliz Kuvvetlerinin
Başkomutanı Harington'dan aldığı bir beyannameyi bildirir. Bu beyanname
şöyledir:
"Resmen beyan olunur ki, Zatî Şahane şu andaki durum sonucunda
hürriyet ve hayatım tehlikede gördüğünden bütün İslamların halifesi sıfatı ile
İngiliz korumasını ve aynı zamanda İstanbul'dan başka bir yere götürülmesini
istemiştir. Zatı Şahanenin isteği bu sabah yerine getirilmiştir. Türkiye'deki
İngiliz kuvvetlerinin Başkomutanı General Harington, Zatı Şahaneyi almaya
giderek bir İngiliz harp gemisine kadar kendisine arkadaşlık etmiş ve Zatı
Şahane, vapurda Akdeniz Filosu Genel Kumandanı Amiral Sir Dobrock tarafından
karşılanmıştır. İngiltere Fevkalade Komiser Vekili Sir Nevil Henderson, Zat-ı
Şahaneyi, gemide ziyaret ederek; Kral Beşinci George’a bildirilmek üzere
arzularını sormuştur..."
Vahdettin giderken yanma oğlu Ertuğrul Efendi ile birlikte birkaç
görevlisini de almıştır. [265]
Bu olay üzerine Ankara telaşlanır, Mustafa Kemal, Başkumandan Gazi Mustafa
Kemal imzası ile Refet Paşa'ya yazdığı cevapta:
1-
Vahdettin Efendi, Meclis
tarafından gereğince henüz hal'edilmiş değildir. Eğer sözkonusu kişi hakkında
oluşan muamelelerin tabii neticesi olmak üzere hal'edilseydi yerine diğerinin
seçilmesi gerekirdi. Öyleyse firari (kaçak) üzerine tarafınızdan hal'edilmiş
olduğunu derhal ilan etmek doğru
değildir. Bu mesele, ancak Meclis tarafından hal ve tespit edildikten sonra verilecek
talimata göre hareket buyurursunuz. Şimdilik İngilizlerin kaçışı ne şekilde
düzenlediklerini ve evvelce vuku buları iş'ar
üzerine muhafaza altında bulundurulması için alman tedbirlere ne suretle
tecavüz eylediklerini bildiriniz. Mücadeleye, İslam kamuoyunu aydınlatmaya
yarayacak güçlü bir şekilde başlamak için Meclis'in kararma dayanmak uygun
olur.
2-
Emanetleri korumak
önemlidir. İngilizler emanetleri ancak silah kullanarak ve kan dökerek
almalıdırlar. Bu hususta gerekenlere bu görüş açısından kesin emirler
verilmelidir. Nakli mahal ile tarafımızdan ihdasına sebebiyet verilmek caiz
değildir. Henüz İtilaf Devletleri kontrolü varken, emanetleri taşıma anında
müdahale etmek suretiyle ele geçirmeleri ba'dulihtimal değildir.
3-
Meclisçe seçilecek halife
belli değildir. Ancak seçim keyfiyetinin dağdağalı olması düşünülmektedir. Bu
meselede en çok önem verdiğimiz nokta Meclisin seçtiği halifenin de Padişahlık
davasına kalkması, bu hususta, İngilizler ve diğer Müttefik Devletlere
dayanması ihtimaldir. O halde seçilecek kişi ile daha önce görüşmek ve anlaşmak
bu nokta üzerinde hatta elinden senet almak ihtiyata uygundur. Ben,
tarafınızdan gayet gizli bir şekilde şahsi olarak Abdülmecit Efendinin hislerini
ve temayüllerini şimdiden anlayarak bizi aydınlatmanızı uygun bulurum. Bu
noktada anlaşılmadıkça seçim geri bırakılır. Bu hususun bu geceden temini
çaresi aranmalıdır. J[266]
İstanbul'dan bu telgrafa cevap veren Refet Paşa, Abdülmecit Efendi ile
görüştüğünü ve Abdülmecit Efendi'nin, Ankara'nın aldığı kararları kabul
ettiğini ve yazılı olarak, kendisine bir mektup verdiğini bildirir ve bu
mektubun suretini de Ankara'ya telgrafla gönderir. Ayrıca Vahdettin'in kendi
isteğiyle gittiğini, İngilizlerin kaçırmadığını da belirtir.
Meseleyi çözmek için T.B.M.M. toplanır. Bu arada Şer'iye Vekili olan Vehbi Efendi de Mecliste bir konuşma yapar bu
konuşmasında:
"Efendim, Heyeti Vekile Reisi Beyefendi Hazretlerinin beyanatı
veçhile hilafet unvanının taşıyan zatın firarı tahakkuk etmiştir. Böyle İslam
milletinin başkanı tanınan bir adamın ecnebi himayeli altına geçmesi ve bize
düşman olan İngilizlerin vapuru ile
firar etmesi İslamiyet adına zül ve ardır. Böylece bu adam fiilen hilafet
makamım terk etmesiyle şer'an hal’olunmuştur. Yani bugün şu saatte hilafet
makamı boştur. Hilafet makamı boşalınca, bütün müslümanlar üzerine bir imam
seçmesi ve biat edilmesi vaciptir. O halde şer'an şu saatte üzerimize yüklenen
bir vücup vardır, o vücubu eda ile, mükellefiz, onu eda bir halife seçilmesiyle
hasıl olacağından, hilafet makamına bir halife seçilmesini teklif ederim. 11
Vehbi Efendi daha sonra bu konu ile ilgili yazdığı fetvanın okunmasını
ister. Fetva şöyledir:
"Min el-Tevfik
Îmamü’l-Müslimin olan zeyd
düşmanın umum müslümin aleyhinde mucib-i mahvoları tekâlif-i şedidesini bilazaruretin kabul ile
hukuk-u Islamiyeyi müdafaadan aczini izhar ve müsliminin müdafaa-i
mücahedelerinde düşmana muvaffakle müslüminin ihtilal ve intihasını mücib
harekata fiilen teşebbüs ve harekât-ı ihtilalkarane devam ve İsrar ve badehu
ecnebi himayesine iltica ederek makam-ı hilafeti terk ve firar ile hilafetten
bilfiil feragat etmekle şer'an münhali olur mu?
El cevap Allahu âlem bissevâb olur.
Bundan sonra Meclis'te yeni halifeyi seçmek için söz aları konuşmacılardan İzmit Milletvekili Sırn Bey;
Halife esir olduğundan dolayı verdiği emirler mut'a değildir dedik ve esaret
sıfatı olarak da onun İstanbul'da bulunmasını ve İstanbul'un ise düşmanlar
tarafından işgal altında olmasını gösterdik; bugün seçeceğimiz halife
119.
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c.
24,18.11.1338, s. 563
120.
T.B.M.M. Arşivi, c. Devre
1, Dosya 308, varak no 2 tekrar İstanbul'da kalacak olursa durumun aynı olacağını,
hala eski halifenin esir sayılmasını gerektiren durumun İstanbul'da var
olduğunu onun için Millete karşı açıkça ettiğimiz yeminde yalana çıkmamak için
hilafet makamım kurtarmanın gerektiğini ve halifenin yemin etmesi için
Ankara'ya kadar gelmesini istediğini, bildirirken Mersin Milletvekili
Salahattin Bey ise "... Halifenin biati için Meclise gelmesini ve biatla
birlikte Halifenin de kabul etmesini ve iyi hizmet edeceğine, her suretle İslam
alemine ve Türkiye'ye, Hükümetine, hadim olacağına yemin etmesini ve seçilecek
kişinin, derhal, esaret sınırları içerisinde ise çıkarılmasını ve ondan sonra
seçilmesini..." söylemektedir. [267] [268]
Gaziantep Milletvekili Yasin Bey,
Halifenin İstanbul'da kalması gerektiğini, çünkü İstanbul'un eski durumunun
değiştiğini, savunurken; Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey ise,"... Bu
gün İstanbul'a zannedersem fiilen hakim değiliz. İstanbul bir işgal
mıntıkasıdır. Halen o vaziyeti muhafaza etmemiş olsaydı Vahdettin firar
etmezdi ve ettirilmezdi..." dedikten sonra halifenin görevleri ile ilgili
olarak da, "bir camie, bir mescide bir imam veya bir müezzin tayin
ettiğimiz zaman vazifesinin ne olduğunu bilir... Seçeceğimiz halifenin vazifesi
nedir? Ben bu soruyu Yüce Heyetinizden soruyorum. Bir imamın bir müezzinin
vazifesi belli iken, bir halifenin vazifesini belirlememek uygun mudur?"
diye de sorduktan sonra, "İslamiyet, halk cumhuru üzerine kurulmuş bir toplum
hakimiyetidir. Esası şûra ile müdevvendir. Fakat o şuranın tabii başkanı,
halife olacak herhangi bir zattır. O şûraya riayet edecek zat, herhalde halife
olacak zattır... Bunula beraber halifenin vazifesi belirlenmeli ve seçim
gerekli şartları içerisinde olmalıdır. Yoksa efendiler halife yalnız bir
kelime ile olmaz. Biz Vatikan Sarayım taklit etmiyoruz. Bu katiyen böyledir.
Yoksa İslam aleminde çok karışıklık vardır. Bunun önünü alınız. Yoksa pek fena
olar", derken; Mustafa Kemal, buna "hiçbir karışıklık yoktur. Merak
etme" dedikten sonra "... Halife olacak zatın sıfatım, yetkilerinin
ne olacağından söz ettiler. Zannediyorrum ki ondan önce firari halifeyi
hal'etmek ve onun yerine bir halife seçmek birinci safhayı oluşturması gerekir.
İkincisi seçilecek Halifeye seçim keyfiyetini sunacağız. Ondan sonra seçilen
Halife nerede oturacaktır, yetkileri ne olacaktır meseleleri sözkonusu
olabilir. Şu halde bugün hepsini birden çözmenin imkanı yoktur.."
dedikten sonra Yusuf Ziya'nın konuşmasına cevap olarak da, "Bu Meclis,
Türkiye Milletinin Meclisidir. Türkiye halkının Meclisidir, bunun sıfatı, bunun
yetkisi, yalnız Türkiye halkının, yalnız Türkiye Milletinin, Devletinin
hissiyatına, mukarrerâtına aittir. Bu Meclis kendisine, bütün İslam alemine
şamil bir kudret veremez efendiler. O halde bu Meclisin Başkanlığında bulunacak
kişinin de olsa olsa temsil edeceği şey, yalnız Türkiye'ye ait olabilir. Bu
mahdut bir şeydir. Halbuki Yüce hilafet makamı, bütün İslam alemine şamil bir
kutsal makamdır..." Mustafa Kemal, hilafet makamını kurtarmanın,
Türkiyenin bir görevi olduğunu ve bunun kendileri için de özel bir dava
olduğunu söyledikten sonra hilafet makamının bugünün özel şartları içerisinde
başka bir yere taşımanın da doğru olmayacağını bildirir ve "... Bizim
dünya gözünde en büyük güç ve kudretimiz yeni şekil ve durumumuzdur. Efendiler
yani hilafet makamı esaret altında olabilir. Halife namım taşıyan, İngilizlere
sığınabilir ve onlarla beraber kaçabilir. Efendiler her şeyi yapabilir. Fakat
T.B.M.M.nin idare şeklini, siyasetini, gücünü asla sarsamazlar. Öyleyse aman
halifeyi kaçıracaklar, esir edecekler, şöyle olacak, böyle olacak diye biz
telaş edecek değiliz. Telaş edecek bütün İslam alemi alması gerekir. Onlarda
telaş etsinler. Onlar da bizim ile çalışsınlar ki hilafet makamını kurtaralım
ve cihada şamil bir halifeyi oraya oturtalım..." Daha sonra Mustafa Kemal,
"tekrar edeyim, bütün zihniyetlerin aydınlanması için yeniden gerekli
görüyorum. Türkiye halkı kayıtsız şartsız hakimiyetine sahip olmuştur.
Hakimiyet hiç bir renkte hiç bir şekilde hiç bir mana ve delalette ortak kabul
etmez. Halife olsun, unvanı ne olursa olsun, bu milletin kaderine bir ortaklık
sahibi olamaz, millet buna asla izin vermez ve bunu teklif edecek hiçbir
millletvekili olduğuna kani değilim. O halde bütün hareketimiz, bütün kaderimiz
bu görüş noktasından olabilir. Başka türlü asla imkanı yoktur." [269]
derken bu görüşlerini benimsemeyen milletvekillerini de bir ölçüde
uyarmaktadır.
Malatya Milletvekili Lütfi Bey, Şer’iye Vekili'nden, İstanbul'daki
Halifenin serbestisine inanıp inanmadıklarım sorduktan sonra, İstanbul'da
bulunan Halifeye Ankara'dan biat etmenin caiz olup olmadığını sorması üzerine;
Şer'iye Vekili Mehmet Vehbi, şer'an bu biat caizdir, dedikten sonra,
İstanbul'daki eski durumun değiştiğini, artık yönetimin oldukça Türklerin
elinde olduğunu açıklar ve seçim ile biat arasında farkın olmadığım söyler.
Buna Mersin Milletvekili Selahattin Bey, karşı çıkarak, biz İslam'da şart
olduğunu, okuduk, diye cevap verince, Vehbi Efendi vuzuh şart değildir, İntihap,
biat gabden de olur, diyerek cevap verir. Bunnu üzerine Mustafa Kemal araya
girerek: Yüce Heyetiniz halifeyi seçer. Bunun üzerine Meclisin bir seçim
kararnamesi ortaya çıkar. Bu kararname üzerine T.B.M.M. faları kişiyi hilafet makamına seçtiğine dair bir
beyanname düzenler. Aynı zamanda hilafet makamına seçilen kişi de T.B.M.M.
tarafından hilafet makamına seçildiğini bütün İslam dünyasına yayınlayacak bir
beyanname düzenler. Her iki beyanname de Meclis tarafından görüldükten sonra
tespit olunacaktır. Bu kararla beraber bu iki beyanname seçilen kişiye
Meclisin belirleyeceği bir yolla bildirilecektir. Seçildiğini kendisi kabul
ederse o beyanname imza ettirilecek ve o beyanname de, T.B.M.M.nin beyannamesi
de İslam alemine gönderilecektir. Başka hiç bir işleme gerek yoktur." [270]
Bu arada Karahisar Milletvekili İsmail Şükrü Efendi,"... seçim
başkadır, biat başkadır. Hilafete bir kişinin, yani halifenin nasb ve tayini
vaciptir. Fakat nasb, biat suretiyle hasıl olur. Seçime gelince, seçim biat
değildir. Eğer seçim biat olsaydı, Hz. Ömer'in tayin ettiği kişi halife olurdu.
Erbabı hallü akit ki bunlardan birisini halife kabul etmeği sonraları
müslümanlar kabul etmişti. İşte bu altı kişi kimi seçerse ona biat edeceklerdi.
Bu altı kişinin oyları Hz. Osman üzerinde oldu. Bunun üzerine biat Hz. Osman
üzerine olmuştu. Ondan sonra bütün sahabeler birden biat ettiği için Hulefai
Raşidin içinde oybirliği ile, kimsenin oyu hariç olmaksızın hilafet makamına
Hz. Osman gelmiştir. Sonra Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekr'in hilafetlerinde bazıları
biat etmemişlerdi. Hz. Osman'a kadar oybirliği yoktur..." gibi açıklamalar
yapması üzerine, Mustafa Kemal, "sus artık Hoca Efendi" diyerek
İsmail Şükrü'yü susturmuştur.
Bundan sonra halife ile ilgili takrirler verilmiştir. Mersin'den Selahattin
Bey ile arkadaşlarının ve Ziya Hurşit ile arkadaşlarının verdikleri takrirlerde
İstanbul işgal altında olduğundan seçilecek halifenin Ankara'ya gelmesini
isterlerken; bazı milletvekilleri de Abdülmecit Efendi'nin seçilmesini teklif
etmektedirler. 1251 Halifenin Ankara'ya gelmesini isteyenlere
Mustafa Kemal, "Efendiler, müzakere konusu olan şey, Halifenin seçimi meselesidir. Halifenin
buraya gelmesi meselesi ayrıca bir meseledir. O halde onun üzerinde henüz
görüşme yapılmış değildir. Görüşme yapılmamış bir mesele oya konulamaz",
diyerek karşı çıkmaktadır. 1261
Bu arada İcra Vekilleri Başkam olan
Hüseyin Rauf Bey (Sivas), Abdülmecit Efendinin, siyasî vesair görüş
noktasından, halife seçilmesini önermektedir. [271] [272]
[273].
Bundan sonra gizli oturum sona erecektir.
5Abdülmecit’in Halife Seçilmesi ve Hilafetin Sonu
İkinci Meclis Başkam olan Dr.
Adnan Bey'in başkanlığında, Meclis'te 18. 11. 1338 (1922) tarihli beşinci
oturum devam etmektedir. Şer'iye Vekili Vehbi Efendi'nin yukarıda verdiğimiz
Vahdettin'in inhila ettiğine ve yerine yeni halifenin seçilmesi gerektiğine
dair fetvası okunur. Bunun üzerine Bitlis Miletvekili Yusuf Ziya, "mademki
fetva vardır, Vahdettin'i hal'ini oya koymak doğru değildir", demesi
üzerine; Mustafa Kemal, "affedersiniz Beyefendi, bu memleketi yıkmak için
de fetvalar verilmiştir. Fetva herhalde Yüce Meclisin oyuna
konulmalıdır", diyerek karşı çıkar, sonunda oylama yapılır ve Fetva'nın
birinci bölümü kabul edilir. İkinci bölümünü oluşturan halife seçimine geçilir.
Yapıları oylama sonucunda 163
oydan, 148 oy Abdülmecit Efendiye, 3 oy Selim Efendiye 2 oy Abdürrahim Efendiye
verilmiştir. 9 kişi de çekimser oy kullanmıştır. Böylece 148 oyla Abdülmecit
Efendi, halife seçilmiştir.
Oylamadan sonra Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi, "Yaşasın cihanşümul
icma ümmeti!.." diye bağırırken; Yozgat Milletvekili Süleyman Sırrı Bey
ise, bir dua okunmasını ister. Bunun üzerine, Ankara Milletvekili Haa Mustafa
Efendi tarafmdan bir dua okunarak seçim tamamlanır. 1281
Halifenin seçiminden sonra Mustafa Kemal, T.B.M.M. Başkanı olacak, Vekiller
Heyeti Başkanlığı'na 19.11.1338 (1922) tarihinde bir yazı yazarak, İngiliz
himayesine sığınarak giden Vahdettin'in yerine Abdülmecit b. Abdülaziz
Hazretlerinin halife seçildiğini arzettikten sonra bu durumun Abdulmecid'e de
bir telgrafla arz olunduğunu bildirdikten sonra; seçim sonucunun Hükümetin
bütün İdarî şûbelerine ve türkiye halkına da duyurulmasını, ayrıca Meclisçe de
bütün İslam alemine bir beyanname ile bildirilmesini ve beyannamenin Şer'iye
Vekaletince hemen hazırlanarak, Vekiller Heyeti'nin de onayını aldıktan sonra,
Meclisin de görüşün alıp, Başkanlık Makamına sunulmasını istemektedir. 1291
Mustafa Kemal, T.B.M.M. Başkam olarak, Halife seçilen Abdülmecit'e
yazdığı tezkerede ise; bütün müslümanların yok olmasına sebeb olan düşman anlayışını ve müslümanların cihad
olarak savunmalarına düşmanca davranarak müslümanlar arasında kötülük, ayrılık
ve fesat yaptığı fiilen tesbit olunan ve bu davranışında devam ve ısrar eden,
sonra da, yabana korumasma sığınarak bir İngiliz gemisi ile hilafet makamından
kaçan Vahdettin Efendinin, T.B.M.M. Şeriye Vekaletinin fetvası gereğince
Meclisçe düşünüldüğünü, söyledikten sonra, önemli olarak özellikle şu noktayı
hatırlatmaktadır: "Türkiye Devletinde Hakimiyetin kayıtsız şartsız Milletin
sorumluluğu altında tutan Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'na dayanaraktan yasama ve
yürütme yetkisini kendisinde bulunduran Milletin tek ve gerçek temsilcilerinden
oluşan T.B.M.M. tarafından, 18 Kasım 1338 (1922) tarihinde, Yüce hilafet
makamına seçildiklerini hürmetle zatı Hazreti Hilafetpenahilerine arz ederim.
Durum T.B.M.M.'nce İslam alemi ve Türkiye halkına duyurulmuştur..." 1301
Abdülmecit, T.B.M.M. tarafmdan halife seçildikten sonra kendisine kutsal
emanetleri teslim etmek için yine Meclis tarafmdan bir başkan, iki katip ve bir
idare memuru seçilerek, İstanbul'a gönderilmek için bir heyet oluşturulur. 1311
Bu heyet İstanbul'a gider ve Abdülmecit bu heyeti kabul ederek bir konuşma
yapar. Konuşmasında: "T.B.M.M.'nin yıllardır koruyup himaye ederek hiç
kimseye verme[274]
[275]
[276]
diği Yüce İslam Hilafetini benim gibi bir acizin sorumluluğuna verdiğinden
dolayı T.B.M.M.'ne teşekkürümü arz eylerim. Allah, bu seçimi bütün İslam alemi
hakkında mesut ve mübarek buyursun. Eğer benim bu seçimden dolayı varlığım,
İslam alemi için zarar oluşturacaksa, Allah'tan dileğim şudur ki, beni bir
dakika yaşatmasın. Böylece bütün amacımı, milletin saadetine, İslamm mesut
olmasına hasrettiğimi, milletvekillerine ve yüce Meclise arz etmek üzere tevdi
ediyorum" 132) derken,
T.B.M.M.'ne bağlılığını göstermektedir.
Bu arada 20. 11. 1338 tarihinde toplanan T.B.M.M.'inde, Halifeye
verilecek "elkap" konusu üzerinde tartışmalar yapılmaktadır.
Mustafa Kemal, konuşmasmda Halifeye "Efendi"diyenleri tenkit
ederek "Efendiler, Halifeye 'Efendi' demek onun kadir ve şerefini azaltır.
Bu kullandığınız 'Efendi' kelimesi, ne yazık Rumca bir kelimedir. Rum unvanı
ile Halife'nin şerefi yükseltilmek isteniyor. Halife, 'Hazrettir' ve Ona
'Hazret' denilir. Ona dilimizde başka bir unvan yoktur. Sonra ortaya konan
ifadelerden tabii bizim Meclisimiz bizim milletimiz gerçekleri ifade ederek
tabirler kullanıyor. 'Zatıhilafetpenahı', Hadimülmüslimin', Hadimülharameyn'
tabirlerin onun gerçek tabirleridir. Herkes şahsen istediği elkabı
kullanabilir. Fakat gerçek unvanı; Halife-i müslimin'dir, Hadimü'l-harameyn'dir
ve Hazrettir", diyerek açıklamalarda bulunur J[277] [278]\
Abdülmecit Halife seçildikten sonra, T.B.M.M.'ne bir teşekkür telgrafı
gönderir. Meclis'te telgrafın ayakta mı otararak mı dinlenmesi konusunda oylama
yapılır. Oylama sonucunda 79 kişi ayakta dinlenmesini kabul ederken, 30 kişi
reddetmekte ve üç kişi de çekimser kalmaktadır. Telgraf şöyledir:
Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyasetine
Amme-i Müslimin için mucibi mahvoları
düşman tekalif-i şedidesini kabul ve müsliminin müdafaa-i
mücahedanelerinde düşmana muvaffakatle beynelmüslimin ika-i şerrüfesat ve şevki
dimaye fiilen teşebbüs ve bu harekatında devam ve ısrar ve binnihaye ecnebi
himayesine tevdi-i nefsederek Makar ve Makamı Hilafetten firar eden Vahdettin
Efendi'nin T.B.M.M. Şer'iye Vekaletinden verilen fetvay-ı şerife mucibincee
inhilaına Meclis Heyet'i Umumiyesinin 18. 11.1338 (1922) tarihinde münakit
yüzkırkıncı içtimainin beşinci celsesinde müttefiken karar verildiği beyaniyle
ve Türkiye Devletinin hakimiyetini bilakaydüşart milletin uhdesinde mahfuz
tutan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na tevfikan icra kudreti ve teşri salahiyeti
kendisinde mütecelli ve mütemerkiz bulunan milletin yegane ve hakiki
mümessillerinden mürekkep T.B.M.M.'nin 18. 11. 1338 (1922) tarihinde müttefikan
kabul ettiği esbâb-ı mucibe ve esâsât dairesinde Meclis-i Alice münakit celsede
Makam-ı Muallay-ı Hilafete intihap olunduğum derciyle keyfiyetin T.B.M.M.'nce
Alem-i İslam ve Türkiye halkına iblağ olunduğunu müş'ir 18.11.1338 tarihli
telgrafname-i sâmilerini mahzuziyetle aldım. Meclis-i Alice bu suretle hakkımda
ibraz olunan nişane-i hürmet ve muhabbetten dolayı hassaten müftahir ve
müteşekkirim. Hırzı can eylediğim bu vediatullahı muvaffakiyeti ve alemi İslamm
daima mazharı tevfikatı subhaniye olmasını Barıgah-ı Ahadiyetten tazarru ve
niyaz eylerim. 4 Rebiülahir 1341 Hadimülharemeynüşşerifeyn
Abdülmecit b. Abdülaziz
Bu telgrafın, yukarıda sadeleştirerek ve özetleyerek verdiğimiz Mustafa
Kemal'in Abdülmecit'e halife seçildiğini bildiren tezkere ile aynı kalemden
çıkmış bir telgraf olduğu göze çarpmaktadır.
Abdülmecit ayrıca İslam alemine bir beyanname yayınlamıştır. Bu beyannamesinde
de özet olarak, T.B.M.M. tarafından yapıları
seçim sonucun Yüce İslam'ın hilafet makamım tazimle işgal ettiğini;
Allah'ın inayeti ve siyaneti Peygamberin manevi yardımı ve gaza erleri ile din
fedailerinin azim ve cesaretleri sayesinde Muhammed ümmeti hakkında son olarak
tecelli eden zaferlerden dolayı tam bir huzu ve huşu ile şükran secdesine kapanarak,
yüzyıllardan beri İslamm Yüce Hilafetine hizmet edip korumakla iftihar eden
necip Türk Milletinin ve Osmanlı Hanedanının fedakar himmetlerini hürmetle
andıktan sonra; Allah vergisi olan Hilafet
görevini hakkıyle yapabilmek ve bu uğurda başarılı olabilmek için Müslüman
topluluğunun ve din alimlerinin kendisini aydınlatıcı bilgilerine ve
yardımlarına özellikle müracaat ederim, dedikten sonra da sözlerini şu cümle
ile bitirmektedir: "Hemen Cenabı Kaadiri Mutlak cümlemizi tevfikatı
Rabbaniyesine mazhar ve sulh ve müsellimeti cihanın ve refahiyet ve saadeti
umumiyesinin idrakiyle kamyap ve müyesser buyursun amin. [279].
Darülhilafetülaliyye
4 Rebiülahir 1341
Halife-i Müslimin Hadimülharemeynişşerifeyn
Abdülmecit b. Abdülaziz Han
Bu arada Hilafet ve Milli Hakimiyetle ilgili olarak bazı hocaların,
yazarların ve düşünürlerin değişik görüşlerini ortaya koyduğu makalelerden
oluşturulmuş bir eserde Ziya Gökalp; Hilafetin Osmanlı ailesine hasredilmesini
son derece uygun bulduğunu söyledikten sonra; bu muhterem ailenin birkaç bin
yıldan beri Türklüğe ve altıyüz yıldan beri de hem İslama, hem de Türklüğe
büyük şöhretler kazandırdığını söylemektedir. 1351 Ziya Gökalp,
Hilafet ve Vazifeleri adlı başka bir makalesinde ise hilafetin İslam tarihinde
dört şekilde ortaya çıktığını söyleyerek birincisinin, ilk dört halife
döneminde görülen ’Halife-Sultanlar" olduğunu; İkincisinin Emevî, Abbasî
ve Osmanlı halifeleri döneminde görülen "Sultan-Halifeler" olduğunu;
üçüncüsünün ise Selçuklu Sultanları zamanında Bağdat'ta ve Kölemen Sultanları
döneminde Mısır’da halife olanlar olduğunu ve bunların, saltanattan mahrum
olduklarından ve dini teşkilatları da
bulunmadığından "Teşkilatsız Halifeler" olduklarını; dördüncüsünün
ise, bugünden itibaren başlayacak halifeler olduğunu, Saltanattan ayrılmış
olmalarına rağmen, geniş bir ümmet teşkilatı meydana getirebileceklerinden ve
dini vazifelerini de hakkiyle yapabüeceklerinden dolayı bunlara da
"Müstakil ve Teşkilatlı Halifeler" denilebileceğini söylemektedir. 1361
Hoca Abdullah Efendi ise ”Hilafet-i Sahiha" adlı makalesinin bir
bölümünde hilafetten, saltanattan maksat hükümettir. Hükümet halkın, ayrı
olarak görmekten aciz olduğu işlerini gördürmek için halkın kendi seçimiyle
oluşturduğu bir hükümettir. Bu heyet bugün T.B.M.M.'dir; O halde bugün
hilafetin tecelligahı T.B.M.M.'dir Şu halde T.B.M.M. Hükümeti yalnız hilafetin
istinatgahı değil, hem de kaynağı, aslı ve merkezidir. Sonuç olarak asıl gerçek
ve doğru hilafet budur, demektedir. [280]
Dış ülkelerden de Hilafet konusunda mektuplar gelmektedir. Londra İslam
Cemiyeti Komitesi tarafından Said Muhammedi imzasıyla Dahiliye Vekili Fethi
Bey'e gönderilen bir mektupta, T.B.M.M.ne, Mustafa Kemal ve Türk Milletine başarılanndan
dolayı teşekkül ettikten ve Batı Anadolu'da yapıları aa olaylar karşısında Batı Avrupa'nın gözünü
açmak ve Türkiye’nin hakkını alması için mensup olduğu Komitenin dört yıl
içinde ne kadar çok çalıştığını gerek Mustafa Kemal'in gerekse arkadaşlarının
çok iyi bildiklerini de hartılattıktan ve Türkiye'nin politikasına karışmak
niyetinde olmadığım da söyledikten sonra, hilafet konusunda şöyle demektedir:
"bütün İslam alemi için çok önemli olan
Hilafet meselesine dikkatinizi çekmek istiyoruz. Düşüncemize göre İslam
aleminin birlik ve beraberliği için Halifenin manevî imtiyazlarını kesin bir
şekilde düzenli ve yasal bir teleme oturtmak gerekir. Öyle zannediyoruz ki
Halifenin bütün İslam aleminin dini başkam sıfatıyla, imtiyazlarını ve manevî
hakimiyetini kefalet altına alacak güçlü bir karar ve hem de modern bir
hükümeti güçlendirerek, hür milletler yanında nüfuz ve gücünü artırır",
dedikten soma başkent konusunda da, "eğer Ankara'nın hükümet merkezi
olması kararlaştırılmışsa, dışarda İslamm en yüce hislerinin yüzyıllarca bağlı
kaldığı İstanbul şehri de ikinci bir başkent, Yeni Türkiye'nin kutsal bir şehri
olarak korunabilir" demektedir. [281] [282]
Hindistan’daki Hilafet Cemiyeti Abdülmecit'in halife seçilmesinden dolayı
İslam alemini tebrik edip T.B.M.M. Hükümetine de teşekkürlerim sunarken, Hind
Müslümanlarının başkam olan Ağa Han da,
Hilafet ve saltanat hakkında soruları bir
soruya cevap verirken, bu konuda alınmış olan
karara itiraz etmek imkanı olmadığım bu durum hakkında Hintlilere
açıklama yapıldıktan soma B.M.M. Hükümeti tarafından yapıları işin daha çok benimseneceğini söylemektedir. 1391
Yeni Halife Abdülmecit'in lakabları "Halifei Müslimin;
Hadimülharameyn ve Hazret" olarak Mustafa Kemal'in de açıklamalır ile
belirtilmişti fakat görevleri ve yetkilerini belirtilmemişti. Bu konuda ülke
çapındaki ulemanın görüşleri alınacağı gibi dış müslümanların da görüşlerine
aşvurulacaktı. Bunun için Mustafa Kemal başkanlığında toplantı da yapılmıştı. 14
Türkiye Hükümeti bu sırada Lozan'da barış görüşmeleri yapmaktadır. Bu
Barış Konferansı anında Moritanya'dan Kalküta'ya kadar bütün müslümanlar halifeye
bağlılıkları dolayısıyla, Türklerin isteklerini desteklemişlerdi. [283]
[284]
Sonunda 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan
Barışı imzalandı. Yalnız Musul sorunu çözüme, kavuşmamıştı. İngiliz işgali
altında olan Musul Vilayeti (üç
sancaktan oluşur: Musul, Süleymaniye, Kerkük) sorunu İngiltere, Millet
Cemiyeti'nde kendi istekleri doğrultusunda çözmek istiyordu. [285]
Lozan Barışı da imzalanınca 2 Ekim'de İstanbul'dan işgal kuvvetleri
ayrılmışlardı. Böylece Osmanlı Devletinin başkenti ve hilafet makamı olan İstanbul düşman işgalinden kurtulmuştu. Bu
arada henüz Yeni Türkiye Devletinin başkenti neresi olacağı tartışması
sürerken; Mustafa Kemal, daha Cumhuriyet ilan
edilmeden Türkiye'nin Cumhuriyet *
ile yönetilen bir halk devleti olduğunu
ve başkentinin de Ankara olduğunu bir görüşme anında AvusturyalI bir gazeteciye
açıklamıştı. Bunun üzerine 13 Ekim 1923 tarihinde Ankara Başkent ilan edilmesi ile halifeliğe darbe vurulurken [286]
, Mustafa Kemal de Cumhuriyete son adımı atma hazırlıkları yapmaktaydı.
İstanbul'daki halife ise İstanbul'da İslam ülkeleri temsilcilerinden oluşan bir
Hilafet Konferansı'nın yapılması ve hilafet makamının dinî görevlerinin
belirlenmesi için [287]) boşuna
zaman beklemektedir.
Cumhuriyetin ilan edileceği
yetişmelerinin, giderek Hilafet'in kaldırılacağını göstermesi karşısında,
İstanbul'daki Hüseyin Cahit, Ahmet Emin, Velit Ebüzziya, Eşref Edip gibi
yazarlar ve onların çalıştığı Tanîn, Vatan, Tevhid-i Efkar, Sebilü'rReşat
gazeteleri, hilafeti savunan yazılar yazmaya başlamışlardı. Bunun üzerin Mustafa
Kemal, İzmit Basın Toplantısında bütün gazetecileri uyarmıştı. [288])
Artık sıra Cumhuriyetin ilanına gelmişti. 28 Ekim akşamı, Çankaya'da Mustafa
Kemal'in sofrasında toplanan Kemalettin Samî, Halil Paşa, Rize Milletvekili
Fuat, Afyonkarahisar Milletvekili Ruşen Eşref, İsmet Paşa, Kazım Paşa ve Fethi
Bey gibi kişilere, Mustafa Kemal: "Yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz" demektedir ve onlar da bu
görüşe katılmaktadırlar. O gece Mustafa Kemal, İsmet Paşa ile birlikte sabaha
kadar çalışarak 1921 Teşkilat-ı Esasiye kanununda gerekli değişiklikleri
yapmışlardır. [289]
Bu değişiklikler şöyledir: 1. Maddeye
"Türkiye Devletinin Hükümet şekli Cumhuriyettir." eklenecektir; 2.
Madde: Türiye Devletinin Dini, İslam dinidir; resmi dili Türkçedir"; 4.
Madde: "Türkiye Devleti B.M.M. tarafından idare olunur. Meclis, Hükümetin
bölümlere ayırdığı idari şubeleri icra vekilleri vasıtasıyla idare eder";
10. Madde: "Türkiye Cumhurbaşkanı, T.B.M.M. Umumu Heyeti tarafmdan kendi
üyesi arasından bir seçim devresi için seçilir. Başkanlık vazifesi, yeni
Cumhurbaşkanı seçilinceye kadar devam eder. Tekrar seçilmesi uygundur; 11.
Madde: Türkiye Cumhurbaşkanı, Devletin Başkamdir. Bu sıfatla lüzum gördükçe
Meclise ve Bakanlar Kuruluna başkanlık eder; 12. Madde: Başbakan Cumhurbaşkanı
tarafmdan ve Meclis üyesi arasından seçilir. Diğer bakanlar başbakan
tarafından, yine Meclis üyeleri arasından seçildikten sonra Bakanlar Kurulu
Cumhurbaşkanı tarafmdan Meclisin onayına sunulur..." [290])
Teşkilât-ı Esasiye Kanunun'da yapılması öngörülen bu değişiklikler önce
29 Ekim 1923 günü Halk Fırkası *) grubunda Atatürk tarafmdan açıklandıktan
sonra yapıları oylama sonucunda kabul
edilmiştir ve aynı gün Kanun-u Esasî Encümenince de kabul edilen bu
değişiklikler yine aynı gün Meclis'e sunulmuştur. [291])
Konu üzerinde görüşlerini belirtenlerden Kanun-u Esasi Encümeni Başkanı
Yunus Nadi Bey (İzmir), zaten şimdiye kadar uygulanmakta olan hükümet şeklinin Cumhuriyet olduğunu ve
birinci maddeye yalnızca "Türkiye Devletinin Hükümet şekli
Cumhuriyettir" eklenerek bu gerçeğin ortaya konduğunu söyleyip diğer
değişiklikler üzerinde de gerekli açıklamalarda bulunurken 1491; ondan sonra söz aları Yahya Galip Bey ise; "Arkadaşlar Yeni
Türkiye Devleti, herhangi bir kabile serdarının, herhangi bir kabile reisinin
taca mazhar olmak için kurduğu bir devlet değildir, dedikten sonra konuşmasının
son bölümünde; "Bundan sona bu Devletin şekli doğrudan doğruya
'Cumhuriyettir' diye haykırmaktadır. 1501 Eyüp Sabri Efendi (Konya)
ise, kanun değişikliğini hazırlayan Kanun-i Esasi Encümenine teşekkür ettikten
sonra "Bizim Hükümetimiz bugün Cumhuriyet olmuyor kurulduğu günden beri
Cumhuriyet olmuştur...", "Efendiler! Aciz arkadaşınız bu kelimeye
bugün değil, daha mektep sıralarında aşık olmuştum" diyerek de Cumhuriyet
idaresini ne kadar çok benimsediğini gösteriyordu. Daha sonra söz aları Kanun-u Esasi Encümen üyesi olan Rasih Efendi (Antalya) da, Teşkilat-ı Esasiye
Kanunu ile Türk Milletinin ihtilali ile kurduğu şu Yüce Meclisin kurduğu
Devlet, kendi Devleti idi ve o Devlet ancak kendi sürüsünü kendi güdecek, kendi
evini kendi yönetecek, kendi mülkünü kendi imar edecek surette işi eline
almasından başka bir şey değildir" diyordu. Rasih Efendi'den sonra söz aları Mehmet Emin Bey (Afyonkarahisar) ise, ondört
yüzyıl önce Allah'ın Hz. Peygamberi gönderdiği gibi ondört yüzyıl sonra da
Allah, ikinci bir mucizesini yaptırmak için, en seçkin ve en büyük bir milleti
seçtiği ve bu milletin Türk Milleti olduğunu, ondört yüzyıl önce Hz.
Peygamberin Mekke duvarlarında kurduğu hükümeti bugün de Türk Milletinin
Ankara'da kurduğunu, söylemekteydi. Şeyh Saffet Efendi (Urfa) ise Teşkilât-ı
Esasiye Kanununun tamamiyle İslam dininin esaslarına uygun olduğunu söyledikten
sonra "Biz bugün Teşkilât-ı Esasiyemizde Cumhuriyet tasrih etmekle tamamiyle
Hulefa-i Raşidin Efendilerimizin devrine geri dönmüş bulunuyoruz. Çünkü o
zamanlar kurulmuş olan İslam Devleti,
Cumhuriyeti Uhuviyye idi" diyerek açıklamalarda bulunmaktadır. Bu
konuşmalardan sonra oy[292]
[293]
lama sonucunda kanun maddeleri kabul edilir. Kabul edilen bu kanun maddelerini
göre de hemen Cumhurbaşkanı seçimine geçilmesi için Dr. Fikret (Ertuğrul
Milletvekili) tarafından bir önerge verilir. Bu önergeden sonra Cumhurbaşkanı
seçimi için yapıları gizli oylama
sonucunda oylamaya katıları 158 üyeden
hepsi, oybirliği ile, Ankara Milletvekili Mustafa Kemal'i Cumhurbaşkanı seçer.
Mustafa Kemal'in Meclis’e bir teşekkür konuşması yapmasından sonra
Afyonkarahisar Milletvekili Kamil Efendi tarafından kürsüden yapıları bir dua ile oturum kapanır. [294]
Milletvekilinin sayısı 286 olduğuna göre [295] ,
cumhurbaşkanı seçimine oldukça fazla bir sayının katılmadığı görülmektedir.
Mustafa Kemal, böylece Milli Mücadelenin başında da belirttiği gibi Cumhuriyeti
gerçekleştirmiştir ve kendisi de Cumhurbaşkanı olmuştur.
Mustafa Kemal, Cumhurbaşkanı seçilince, Halife Abdülmecit 31 Ekim 1339
(1923) tarihinde bir telgraf gönderir ve bu telgrafında "Reisicumhur Gazi
Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine, Bu kerre teceddüt eden şekli hükümetin mülk ve
millet hakkında hayırlı olmasını Cenab-ı Haktan niyaz ve temenni eylerim"
derken; Mustafa Kemal de yazdığı cevapta, "İstanbul'da Halife-i Müslümin
Abdülmecit Hazretlerine, Türkiye Cumhuriyeti hakkındaki hayırhane temenniyât-ı
Hilafetpenahilerine takdim-i teşekkür ederim." demektedir.
Abdülmecit, Halife seçildikten sonra, Ankara tarafından sürekli kontrol
altındadır. Kendisi için Ankara tarafından belirlenen, "Halife-i müslimin,
Hadimülharemeyn ve Hazret" lakaplarının dışında kullandığı "Halife-i
Rasuli Rabbilâlemin", "Abdülmecit b. Abdülaziz Han" gibi
terimleri veya yaptığı konuşmalarında "Ceddim Sultan Selim...",
"Babam Abdülaziz Han", "milletime eskiden beri rehber
olanlar" gibi sözleri, veya Fatih Sultan Mehmet biçiminde sarık sarması
gibi davranışları Ankara'yı korkutmaktadır.
Cumhuriyetin ilanından önce, Abdülmecit halife seçildikten sonra Afyonkarahisar
Milletvekili Şükrü Efendi bir risale yayınlayarak" T.B.M.M.nin tabii
başkanlığını halifenin haiz olması ve kanunların ve hükümet kararlarının halife
tarafından onaylanmasının şeriat gereği” olduğunu söylüyordu. 1531
Cumhuriyetin ilam ile bu gibi düşüncelere son verilmişti, fakat Cumhuriyetin
ilanından sonra da Halife'yi tutan ve destekleyen, gerek Ankara'da, gerekse
İstanbul’da çok kişi vardır. Bu kişilerin Halife ile görüşmeleri de Ankara'da
Halk Fırkası tarafindan eleştiriliyordu. Mesela İstanbul'a giden Rauf Bey,
Halife tarafından kabul edildiği için Halk Fırkası kendisini eleştirerek niçin
gittiğini ne konuştuğunu sormaktadır, ankara halife konusunda o kadar hassastır
ki, Halife cuma selamlığına giderken yapıları
merasimi, doğrudan doğruya saltanat merasiminin aynen tekrarı olarak
görmektedir. 1541
Bu arada Halifeye dış ülkelerden İslam heyetleri ziyarete gelmektedir,
Kazım Karabekir, Şükrü Nail Paşalar ve Dr. Adnan Bey (Adıvar) gibi kişiler
Halifenin verdiği ziyaret yemeklerine katılmaktadır. 1551 Hatta
T.B.M.M.'nin İstanbul temsilcisi Refet Paşa da halife hayranıdır. Daha önce
"Konya" isimli atını halifeye armağan etmiştir. 1561
Bunun gibi daha birçok olay, her ne kadar Cumhuriyet ilan edilse de, Ankara'yı korkutmaktadır. Zira
Halife gittikçe güç kazanmaktadır. Ankara'da zamanla Halifenin saltanat gücüne
de sahip olma korkusu vardır. Bu korkuyu, başbakan İsmet Paşa "... Tarihin
herhangi bir devrinde bir halife, zihninde bu memleketin mukadderatına
karışmak arzusunu geçirirse, o kafayı behemehal koparacağız... Herhangi bir
halife, an'aneten, fikren ve şeklen, usulen, zımmen ve sarahaten, Türkiye'nin
mukadderatında alakadarmış gibi vazife almak isterse, hareketlerini vatan
hainliği sayacağız" 1571 derken, çok güzel bir şekilde
açıklamaktadır.
Bu arada Ankara taraftarı olan Akşam
gazetesinde Halifenin istifa edeceğine dair bir yazı çıkar. Bu yazı üzerine
Halife Abdülmecit gazetecilere şu açıklamada bulunur: [296] [297]
[298]
[299]
[300]
Hilafet makamına seçilişimin meşru bir surette olduğunu ve icma-ı ümmetle
vaki olduğunu biliyorsunuz. O zaman yapıları
seçim İslam alemine bildirilmiş ve her tarafta güzel kabul görmüştür.
Bütün İslam aleminden devamlı teveccühlerine mazhar olmaktayım. Bu teveccühler
sürekli olmak üzere Asya'nın en ücra köşelerine varıncaya kadar İslam aleminden
binlerce mektup ve telgraf aldım. Ve birçok yerlerden heyetler göndermek
suretiyle bu hisler kuvvetlendirilmektedir. Kısacası son olarak Romanya
Müslümanları adına bir murahhas heyet gelmiştir ki, cumartesi günü kabul
edeceğim. Gördüğüm bu teveccühler karşısında ufak tefek dedikodulardan etkilenerek
istifa etmek nimeti inkar olur. İstifam hakkındaki rivayetlerin nereden
çıktığından bilgim yoktur. Ben İslam aleminin işleri ile meşgülüm, siyasetle
ilgim ve ilişkim yoktur. Bu gibi yayınların üzerimde hiç bir etkisi olmaz.
İslam aleminde şahsıma bir itiraz vaki olursa çekilirim. Ben asla bir yere
yapışıp orasını bırakmayacak bir yapıya sahip değilim. İstanbul'da İslam
ülkeleri temsilcilerinden oluşan bir Hilafet Konferansı akti ve hilafet
makamına ait dini görevlerin belirtilmesi hakkında yapıları yayınlara gelince, İnşaallah ileride bu gibi
hususlar dikkate alınacak ve İslam aleminin menfaatlerine hizmet etmeye
çalışılacaktır. Fakat hilafet makamının istinatgahı olan Milli Hükümet, bugün savaşların ihras ettiği
birçok iç meseleyi düzenlemekle meşgul olduğundan şimdiye kadar bu mesele ile
uğraşmaya imkan bulamamıştır. Bu ciheti İslam alemi de elbette takdir eder.
Tekrar ederim ki, ben siyasetle meşgul değilim. Hakkımda inananların teveccühü
baki kaldıkça Halifet makamından çekilmekliğime sebep görmüyorum. " [301]
Halife'nin bu açıklamasından sonra Akşam gazetesinde, Necmettin Sadık,
bir makale yazar ve bu makalesinde; "...Hilafet bir Hristiyan Avrupa
karşısında bir İslam camiası var iken büyük bir rol oynayan uzuvdu. Bu müessese
Osmanlı padişahlarında ancak saltanatla birlikte olduğu için yaşadı. Bugün ise
hiçbir vazifesi olmayan bir uzuvdur... Bugün milli inkılabımızın henüz başlarındayız,
müstesna bir doğuş eseri olarak hanedan içinde Abdülmecit Hazretleri gibi
necip, vatanperver bir varis vardı. Yann, inkılabın üzerinden yıllar geçtikten
sonra memleketle fırkalar, ihtiraçlar, entrikalar, irticalar çıkacak günleri
düşünelim... Milli hakimiyetin bu memlekette ebediyyen ve sağlam surette
tesisine taraftar isek, düşünelim ki bu memlekette menfaatlerinden olmuş birçok
insan geçmişe dönmek isteyecektir. Bugün olmasa bile yarın Fransa'da oldu gibi
açıktan açığa saltanat taraftarları ortaya çıkacaktır. Altı yüzyıl saltanat
sürmüş hanedanın, yalnız hilafet rütbesine malik mirasçıları için bu hilafete
saltanat hakkım da ilave etmek gayesi pek yasal ve pek kolay
görünecektir..."[302]
derken, Ankara'ına da korkularım dile getirmektedir.
Tevhid-i Efkar gazetesinde, Ebû Ziyazade, Akşam gazetesinde halifenin
istifa edeceği yazısına cevap verdiği makalesinde; "Akşam gazetesi damdan
düşer gibi Halife Hz.'nin istifa edeceğini yazıyor. Daha sonra bu haber (Halife
tarafından) yalanlanıyor. Arkasından da yine Akşam gazetesi Halife Hz.'nin
istifasının kesin olduğunu yazıyor ve bu istifasında Hilafetin kuvvet ve nüfuz
sahibi olması meselesini ihdas edeceğini neşrediyor..." diyerek Akşam
gazetesindeki yazıların asılsız olduğunu ortaya koyduktan ve "bunun
Ankara'dan alınmış bir ilham" olduğunu da söyledikten sonra Necmettin
Sadık'ın makalesine cevap olarak da "...Hilafetin hiçbir fayda sağlamadığı
iddiasını pekçok deliller ile kesin şekilde naksedilebilir. Tersine mesela İran
veya Afganistan gibi Hilafete sahip olmayan bir müslüman milleti olsaydık dört
sene zarfında bütün dünya üzerimize üşüşmüş iken giriştiğimiz savaşta muzaffer
çıkmamız imkan dışında kalırdı. Bugün herkes bilir ki, Suriye'de Fransızların
en fazla endişelendiren şey Vaktaa halkının İslama bağlılığı ve Hilafete olan ilgisi dolayısıyla sürekli Türklere yönelmiş
olmalarıdır. Hatta Fransızların Adana'yı çarçabuk boşaltmalarında ve bizimle
savaşanların son senelerde bizimle iyi geçinmeye zorunlu kalmalarında Hilafetin
bizim elimizde olmasının pek büyük etkisi görülmüştür. Hilafet bizde
olmasaydı, Suriye Arapları her halde bize bu kadar ilgi göstermezlerdi. Nitekim
aynı Araplar, mesela Fransızlar bugün Fas’taki yalnız dindaşları değil,
ırkdaşlarinı da müthiş surette ezdikleri halde en ufak bir ilgi, en ufak bir
hareket göstemeğe lüzum görmüyorlar.
Keza yarın Musul vilayetimizi de İngilizlerin elinden kurtarmak için
bilhassa İslam rabıtasından, İslam kuvvetlerinden yararlanacağız. Bu gerçek
güneş kadar açık iken hilafet makamının Türklere hiçbir faydası dokunmadığın,
dokunmayacağını iddia etmek güneşin varlığını bile inkardan hiç farklı
değildir. O halde hilafeti alet ederek saltanat hukukunu iadeye teşebbüs
edenler bulunması ihtimali üzerine böyle girişimlerde bulunabileceklerin başı
ezileceği yerde, makamı devirmeye kalkışmak cidden akim ve hafsalanın kabul
edemeyeceği hatalardandır" demektedir. [303]
Hüseyin Cahit, Tanîn gazetesinde 2. Kanunuevvel (1 Aralık) 1339 (1923) tarihli
makalesinde, "Halifenin şu andaki durumuna ve siyasi vaziyetine bir
açıklık ve kesinlik verilerek siyasi sahalarını düzensizlikten kurtarmak
amaciyle araştırmak istiyoruz. Bu meseleyi çıkaranlar da yine Ankara
zemamdarlarıdır" dedikten sonra, Hamdullah Suphi Bey'in Halk Fırkasındaki
hilafetle ilgili olarak, "Cumhuriyetimiz bu kadar yeni iken ve Hilafet
hanedanı üyeleri saltanatı iade etmeyi kesin olarak düşünürken
milletvekillerinin de Halifeyi ziyarete gitmelerini iyi görmediğim.."
tarzındaki yaptığı konuşmasını da eleştirmek; "Halk Fırkası"nın son
müzakerelerine dair yayınlanan tutanakları okuyanlar bir hilafet meselesi
karşısmda kalmışlardır", dedikten sonra makalesinin sonunda da;
"Hamdullah Suphi Bey'in önerdiği yol takip olunup da saltanatı yeniden
diriltmeyelim diye Hilafet küçültülürse Cumhuriyet düşmanlarını sevindirecek
bir siyaset hatası yapılmış olur. Vatanın ve Cumhuriyetin çıkarları adma bu
yanlış siyasetten Devlet adamlarımız sakınmak zorundadırlar. Kanun mu
yapacaklar, usul mu koyacaklar ne yapacaklarsa bir an evvel yapılmalı; selamlık
merasimini, yanma girip çıkma adabını bir kurala bağlamah ve duruma açıklık
kazandırılmalı ve bu konuyu da sonsuza dek kapamalı", demektedir. Yine
aynı makalenin bir bölümünde de İsmet Paşa'yı Lozan’a giderken ve dönüşünde ve
Şer'iye Vekilinin de İstanbul'a geldiğinde Halifeyi ziyaret etmedikleri için
tenkit eder. 1611
Cumhuriyetin ilanından daha birkaç gün sonra Ankara'nın sözcülüğünü yapan
Hakimiyeti Milliye gazetesi Hüseyin Cahid'in daha önceki yazılarına cevap
verirken; "Geçrek ortadadır, Hüseyin Cahit'in anlayabileceği bir dille
arzedecek olursak, Türk Cumhurbaşkanı, Türk milletinden her aylık yirmi altı
bin liradır", dedikten sonra; "Hilafeti en büyük manasıyla kavramış olan Ömeru'l-Faruk, kabrinden kalkıpda aramıza
gelse ve İstanbul'daki Dolmabahçe Sarayı ile Ankara İstasyonunun yanında
Cumhuriyet Başkanlığının makamı olan küçük
bir evi görse acaba ne der?" (162) demektedir.
Bu şekilde Hilafet tartışmaları sürüp giderken dışardaki müslümanlar da
hilafetle ilgili bazı mektuplar yazarlar. Bunlar arasında Ağa Han ve Emir Ali
de birlik Hilafet meselesi hakkında Hint müslümanlarının görüşlerini açıklayan
bir mektup yazarlar. İsmet Paşa’nın şahsına yazıları bu mektup İstanbul gazetelerinde de
yayınlanınca kıyametler kopar. Yalnız Ağa Han bu mektubu yazmadan çok önce
müslümanlara bir beyanname yayınlamıştı. 2 Ağustos 1339 (1923) tarihinde Akrana
gazetesi olan Hakimiyeti Milliye'de yer
aları bu beyanname şöyledir:
Tarihimizde ilk defa müslüman milletinin, Batının büyükleri ile eşitlik
dairesinde bir barış imzası dirayeti ve azimkarlığı İsmet Paşa'ınn mahirane
siyasetinin esiridir. Bununla Türkiye bağımsız bir Devlet olmuş ve kollarım
bağlayan zincirleri kırmıştır. Türk topraklarında hiçbir yabancı askeri
kalmayacaktır. Türkler İstanbul'u, kutsal Edirne'yi, Trakya'yı kurtarmışlardır.
Türkler bu sonucu cesaretlemie, ırklarına, fedakarlıklarına borçludurlar. Artık
gerek kalmayan Hilafet Hareketi yerine Hintliler, Türkiye'nin yaralarım sarmağa
koşmalı ve yok edilen bayındırlığına kavuşmasına yardım etmelidir'' [304]
[305])
Anlaşıları İsmet Paşa ile daha
önce Barış görüşmeleri anında görüşmü olmalılar ki, samimiyetlerinden doğrudan
İsmet Paşa'ya yazmışlardır. Sadeleştirmeye çalıştığımız bu mektup şöyledir5[306])
1-
Dünyanın özgür milletler
topluluğunun bağımsız bir üyesi olan Türkiye'nin
sadık dostları ve emellerinin gerçek taraftarları sıfatiyle biz, Halife-îmam
Hazretlerinin şimdiki belirsiz durumlarım sünnet ehlinden olan halk üzerine yaptığı, pek endişe veren
etkilere Büyük Millet Meclisi'nin özel izninizle, dikkatlerim çekmek istiyoruz.
Halife'nin şeref ve kudretine, nüfuz ve tersine tarî olan zaaftan dolayı sosyal ve manevi büyük bir güç
sayıları İslamiyetin sünnet ehlinden olan halkın geniş şubeleri arasında gevşemekte
olduğunu tam bir üzüntü ile tanık olduk.. Yüzeysel çekişmelerden arındırılmış olan olayların sebebleri bilindiğinden dolayı ayrı
ayrı zikretmek istiyoruz.
2-
Sünnet ehli içinde, ruhanî
başkanlığın bütün Müslümanları büyük bir
topluluk şeklinde, birbirine bağlayan bir bağ hükmünde olduğunu söylemeye
gerek yoktur. Hilafet, dış saldırılara maruz kaldığı zaman bütün yeryüzünde
bulunan Müslümanların hissiyatı galeyana gelmiş ve türklerin bağımsızlığı için
çalışmak, uğraşmak aynı zamanda Müslüman dayanışmasını temsil eden kuruluşları
tam ve bütün olarak korumak demek olduğu inancıyla Hint müslümanları da bu meyanda türk milletine sevgisini
göstermiş ve yardımda bulunmuştu. Bu tehlikeli zamanlarda biz Türkiye davası
için ciddiyetle çalışmıştık. Trablusgarp ve Bingazi'de meydana gelen
Türk-îtalyan savaşından beri bir İngiliz-Müslüman kuruluşu, Türkler arasındaki
ümitsizlik ve ızdırabı hafifletmek ve değiştirmeğe bütün gücünü verdi, İşte bu
itibarla bütün müslümanlarla beraber derinden ilgilendiğimiz bir mesele hakkındaki
bütün düşüncelerimizin ve telakkilerimizin Zatı Devletlerinin Hükümeti
tarafından iyi kabul göreceğine itimadımız vardır.
3-
Vuku bulacak
mülahazatımızdan millet temsilcileri nüfusunu zerre kadar azaltmak istediğimiz
bir an bile hatıra gelmemelidir. Hürmetle talep etmek istediğimiz şey İslam
aleminin dini başkanlığının şer-i şerife göre tam ve bütün olarak korunmasıdır.
Halifenin nüfuzunun azaltılması veya bir din alimi gibi Türkiye’nin siyasî
teşkilatından onun uzaklaştırılması, bizim fikrimizce İslam'ın dağılması o
manevî cihan kuvvetinin amelî surette kaybı demek olacaktır. Bu öyle bir haldir
ki ne B.M.M.'nin ne de Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa Hz.'nin nazarı dikkatlerinden
mümkün değil kaçmaz.
4-
Bizim fikrimize göre
Halife-İmam sünnet ehlinin birliğini oluşturur: Halifenin Türk milletinden bir
kişi olması, Türk devletinin müeseseseleri ahfadından bulunması İslam
milletleri arasında Türklüğe şerefli bir yer sağlar.
5-
Bu, Ondört yüzyıldan beri
sünnet ehli arasında bir esas olarak telakki edilmiştir. Peygamber vekili olan Halifenin İslam topluluğunun İmamı olduğunda
İcmaı ümmet vardır. Onunla bütün inananlar arasında sünnet ehlini birbirine
bağlayan bir ilgi vardır. İslam alemi arasında bir ayrılık oluşlturmaksızm, bu
dini unsurlar İslam düşüncesinden çıkarılıp atılamaz.
6-
Halife, dünyadaki nüfuzunu
yitirdiği zaman bütün meliklerle emirlerin idare-i umurundaki yetkilerini teyit
ve namazlarda imamlık yapmak ve maddi nüfuzlarını kullanmaları için onun
izninin alınmasına kendilerini mecbur tuttuklarım Zat-ı Devletlerine
hatırlatmağa gerek yoktur. Eğer İslamiyet dünyada büyük bir manevî güç olarak
korunmak isteniyorsa, Halife'nin nüfuz ve şerefi hiçbir zaman Papanın nüfuz ve
şerefinden az olmamalıdır.
7-
İşte bu ve bunlar gibi
diğer sebeblerden dolayı Türkiye'nin gerçek dostları sıfatiyle biz, Hilafet ve
İmametin müslüman milletlerin itimat ve hürmetine layık olan bir yere konulmasını ve böylece Türkiye'de
kuvvet ve şeref bahsedilmesini kemali hürmetle T.B.M.M.'nden ve onun büyük
basiretkar yöneticilerinden istirham eyleriz.
Biz, Paşa Hazretleri, sizin itaatli kullarınızız.
Ağa
Han Emir
Ali
işte bu mektubun İstanbul gazetelerinde yayınlanması artık Ankara'da
bardağı taşıran bir olay olarak görülür. Başbakan İsmet Paşa 8 Aralık 1923'te
konuyu Meclis'e getirir ve gizli oturum yapılmasını ister. Yaptığı açıklamada;
Ağa Han ile Emir Ali'nin maddî çıkarlarım düşünen kimseler olduklarım, Hilafeti
bu çıkarlarına hizmet edecek bir araç olarak gördüklerini, bu kişilerin İngiliz
Hükümeti'nin etkisinde olarak mektupların bir tertip sonucu yayınlanmış
olduğunu söyler ve konunun açıklığa kavuşturulması için İstiklal Mahkemesi
kurularak İstanbul’a gönderilmesini ister. Mahkemenin kurulması için yapıları oylama sonucunda 83 evet 63 ret oyu çıkar.[307]
Kuruları bu mahkemenin
başkanlığına İhsan Bey (Cebelitarık), savcılığa da Vasıf Bey (Cebelitarık),
üyeliklere de Refik Bey (Konya), Asaf Bey (Hakkari) ve Cevdet Bey (Kütahya)
seçilmişlerdir. 1661 10 Aralık 1923'te İstanbul'a giden İstiklal Mahkemesi
üyeleri, Ahmet Cevdet Bey, Velit Bey, Hüseyin Cahit Bey, Muhittin Bey, Lütfi
Bey gibi gazeteci ve yazarları sorguya çekerle. 1671, sorgulama
sonucunda sava Asaf Bey, Ağa Han ve Emir Ali tarafından gönderilen mektupla
zanlı bulunan kişilerin, Ağa Han ve Emir Ali ile ortak bir noktaları olmadığına
inandığını söyledikten sonra "bu suçun incelenirken bu mektubun ne gibi
yollardan ve kaynaklardan geçerek girdiğini araştırmak zarureti vardı ve
doğrudan doğruya bir propaganda için bu mektubun yayınlanmasında Ağa Han ve
Emir Ali adına bu kişilerin alet olmadıkları anlaşılmıştır...", şeklinde
yaptığı açıklama ile suçsuz olduklarına karar verilmiştir. (168)
Yalnız 13 Aralık'ta tutuklanan İstanbul Baro Başkanı Lütfi Fikri Bey, 10 Kasım
1923 tarihli Tanîn gazetesinde çıkan Halife ile ilgili bir yazısmdan dolayı
tutuklanmıştır. Bu yazısında, halifeye, ölüm tehlikesi de olsa Hanedanın
ebediyen sukut etmemesi için sebat ve metanet tavsiyesinde bulunuyordu. Bu
yüzden mahkeme Fikri Bey'i beş sene kürek mahkumiyeti veriyor. 1691
Daha sonra bu mahkumiyet T.B.M.M. tarafından affedilecektir. 17 [308]
Bu tutuklamalarla ve Ağa Han'ın mektubuyla ilgili olarak dış basında da
bazı yazılar çıkmıştır. Bunlardan bir tanesi "Halife Sorunu" başlığı
altoda, özetle verdiğimiz tercümesi şöyledir:
"Çok kişinin görüşüne göre hilafet ve halifenin şu andaki durumu
gelecekte asla var olmayacağım gösteriyor. Belirtmek gerekir ki, Halifenin
yetkilerini şu anda çözümlemek kesinlikle imkansızdır, kararsızlık içerisinde,
daha çok tartışılıyor. Bunun için hemen onu bitirmek daha iyi olur. Türk
olmayan etkili müslümanlar, önemli uyarılarla dolu bir mektupta, konuyu dile
getiren fikirler ortaya koymuşlardır.
Bu işi sırf dinsel bir düzen olarak görmek yerine, Ankara yöneticileri
ortada bir hükümet darbesi olduğunu zannederek bağırıp çağırıyorlar. Onlar için
Türk olmayan müslümanların bu başvurularının arkasında yabana bir güç adına
sinsice işe karışan girişimciler olduğudur. Bunu da yaptıranın özellikle
İngiltere olduğudur. Ayrıca Yeni Türkiye'ye karşı tehlikeli bir komplodan da
söz ediliyor. Bunun üzerine sert önlemler alınıp İstanbul'a İstiklal
Mahkemeleri gönderiliyor.
...Biraz önce sözettiğimiz bir çok sert önlemler saçmadırlar. Geçen
Aralık aymda Başbakan İsmet Paşa'ya, Hindistan Britanya'sındaki sunnî müslümanların
başkam Ağa Han ve dindaşları arasındaki büyük bir saygınlığı olan bir görevli olarak Emir Ali İkilisi
tarafından Londra'dan gönderilen mektup, Türkiye Cumhuriyeti için hiçbir
tehlike içermiyor. Mektubu yazanlar milliyetçi güçlerin çok sadık dostları
olduklarım açıkladıktan soma, İslamın manevi gücünün yok olmasından sakındırmak
için Hilafetin durumu konusunda müslüman halkın görüşlerim temin etmesi için
T.B.M.M.'ne bir çağrı yapıyorlar. Onların korkusu, saygınlığını yitireceğinden
özellikle Halifenin Türkiye dışında bir yere yerleşmek için gitmesin; bu korku,
bütün İslam dünyası içerisinde can sıkıa bir sonuç oluşturacağından ileri gelmektedir.
Bu yüzden İslam'ın manevî ve dinî güçleri arasındaki küçük birbirlik, ivedi bir
ihtiyaç üzerine T.B.M.M.'nin dikkatini çekiyor. Bu birliğin bozulmaması için,
bütün müslüman uluslara güvence verecek doğal bir temel üzerine hilafetin
oturtulması gerekir. Hiçbir şekilde halifenin saygınlığı ve durumu Roma'daki
Papa'dakinden daha az olmaması gerekir...
Aym yazıda İstanbul'a gönderilen İstiklal Mahkemesinden ve mahkeme önüne
çıkartılacak olan kişilerden de sözedilmektedir.
[309])
Yine bir Amsterdam gazetesinde H. Dunlop imzalı bir yazıda, dört
yüzyıldan beri Hilafetin, Türkiye'nin övünç kaynağı olduğunu, fakat bu övüncü
artık Türklerin de istemediğini, İstanbul'da oturan Halife'nin şu anda maddî ve
manevî gücünden yoksun olan bir
tutsaktan başka bir şey olmadığım söylemektedir. [310]
Beyrut'ta yayınlanan La Syrie adlı bir gazetede ise, "T.B.M.M.'ni
canlandıran yeni ruh sayesinde, Ankara'nın Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti
olduğunu İstanbul'un ise acımasızca terkedildiğini; Halifenin orada saygısından
ve etkisinden soyutlanmış olarak oturmakta olduğunu; İslam'ın en yüce onuruna
vuruları bu darbenin Kemalist zafere ve
onun uygulamalarına o kadar çok yardım etmiş ve alkışlamış olan müslümanların hiç hoşlarına gitmeyeceğini..."
yazmaktadır. Yine aynı gazete de Müslüman bir yazar olan Aley el Ghaniaty'nin Cenevre'de yayınlanan La
Tribüne d'Orient gazetesinde yayınladığı makalesinden bölümler veriyor:
"Şu anda Türkiye'de olanlar bizi derinden üzüyor. Yalnızca
Türkiye'nin düşmanları ve sahte dostları
bu olanlardan seviniyorlar. Gerçekten Ankara'nın Cumhuriyetçileri,
partilerinin art düşünceli zavallılarının oyuncağı olmuşa benziyorlar. Onların davramş
biçimleri, kendilerinden önce iktidarda bulunmuş olan Jön Türkler arasında daha şoven olanlarından
pek farklı değil. Dün olduğu gibi bugün de bu davranış, önem taşıyan
prensipleri sağlamlaştırmaz, fakat rekabetler ve kişisel tutkular doğurur...
Ülkelerinin en büyük onuru için, birlik ve özverinin en güzel örneğini vermiş olan Kemalistler, kendilerinden öncekilerin
düştükleri yanılgının aynısına kendileri de düşmüş görünüyorlar...’4173
Hindistan Hilafet Cemiyeti de Cumhurbaşkanlığına bir telgraf gönderir. Bu
Cemiyetin Merkez Komitesi başkanlarmdan Mevlana Muhammed Ali ile birlikte beş
kişinin daha imzasını taşıyan bu telgrafla; Cumhuriyetin kuruluşunu İslamm
ilerlemesi olarak büyük bir adım olduğunu ve Hint müslümanları adına
gönderilerek, Cumhuriyetin kuruluşunu tasvip etmez görünen telgrafların, Hint
müslümanlarının gerçek görüşlerini arzetmediğini ve bu çeşit telgrafları
göndermeye cesaret edenlerin Hindistan Hilafet Heyeti ve programı düşmanları
olduklarını söyledikten sonra "Hint müslümanları adına gönderilerek,
Cumhuriyetin kuruluşunu tasvip etmez görünen telgrafların, Hint müslümanlarının
gerçek görüşlerini arzetmediğini ve bu çeşit telgrafları göndermeye cesaret
edenlerin Hindistan Hilafet Heyeti ve programı düşmanları olduklarını söyledikten sonra "Hint
müslümanları Türk Cumhuriyetini ve
Hilafetin Cumhuriyet tarafından tanınan şeklini İslam'ın ilerlemesi ümidi
olarak tanıyor ve Türk Cumhuriyetine zarar verecek ya da onun ilerlemesine
engel olacak her çeşit siyasî entrikalara karşı olduklarını" belirtirler. [311]
[312]
Başbakan İsmet Paşa, Ağa Han'ın mektubu ile ilgili olarak Times gazetesi
muhabirine verdiği cevapta, Türkiye Cumhuriyeti'nin Hilafet hakmdaki
görüşlerini şöyle açıklar:
1 Kasım 1922 tarihli kanunda açıkça ilan
edilmiştir. B.M.M. Hilafetin istinatgahıdır. Aralarındaki münasebetler
yalnızca budur. Bütün müslümanlar için mukaddes bir makam olan Hilafetin, Türkiye üzerindeki hakları, Mısır,
Afganistan veya diğer müslüman memleketler üzerindeki haklarından fazla
değildir.
Ağa Han ve Emir Ali'den bir mektup aldım. Bu mektup gazetelerde
yayınlandı. Bana yazıları bir mektubu
yayınlamak veya yayınlanmasını teklif etmek usulunu hiçbir zaman anlayamacağım.
Böyle bir mektubun gönderilene ulaşmasından önce yayım işitilmemiş bir
şeydir...
Dini açıdan bile görüşleri temelsizdir. Bundan bir sene önce Saltanat
kaldırılırken kendi yazdıkları şeyler bu defaki açıklamalarına aykırıdır.
Kısacası dini açıdan münakaşaya gerek görmemekle beraber, isteklerin temelsiz
olduğunu görmek zor değildir. Bunun gibi Ağa Han ile Emir Ali'nin sünniler adma
teklifler ve görüşler bildirmeğe ne sıfatları
olduğunu da bilmiyorum." [313]
Prof. Dr. M. Kemal Öke'nin yaptığı araştırmalara göre, Ağa Han İsmaili
mezhebinden biri olup biyografi yazarlarını hayretlere düşüren bir hayat
çizgisine sahiptir. Hatalarını yazanlara İngiliz gizli servisinde ajan olduğunu
açıklar. Böylece Ağa Han'ın tutarsız biri olduğu anlaşılıyor. Yalnız Emir ile
ilgili olarak da yine sayın Öke'nin eserinden edindiğimiz bilgilere göre, Emir
Ali Hilafet kurumu üzerine oldukça uzun bir makale yazmıştır ve Şiilikteki
İmamlıkla, Sünnilerdeki Hilafet kurumları
konusunda ilgi verirken "Halife'nin bir Papa" olmadığım ve
görevleri arasmda devlet yönetiminin de bulunduğunu, yalnız devlet yönetiminin,
istenirse bir kuruma veya meclise devredilebileceğini açıklamıştır ve İslamm
yaşayabilmesi için mutlaka bir Halifeye ihtiyaç olduğu inanandadır.
Ama bir arada, O da İngiltere'de devlet yargıçlığı yapmış ve OsmanlI'nın
devamlı İngiltere ile dost geçinmesini isteyen ve Doğu Anadolu'da Türklerle
Ermenilerin ortak cemiyetler kurmasını tavsiye eden bir. [314] 5
olsa daz gerek Ağa Han ve gerekse Emir Ali her ikisi de iyi veya
kötü birer müslüman olarak hilafet konusunda bazı isteklerde bulunması doğal
mıdır değil midir? Buna cevap lazım. Mustafa Kemal, Meclis'in daha önceki bir
gizli oturumunda hilafetle ilgili olarak yaptığı konuşmasında:
"... Telaş edecek bütün İslam alemi olmak lazım gelir. Onlar da
telaş etsinler. Onlar da bizimle çalışsınlar ki hilafet makamım kurtaralım ve
serbest olarak bütün cihana şamil bir halifeyi oraya oturtalım. Onlar da ancak
bu suretle bize yardımda bulunurlarsa...' [315] [316]
[317]
[318] İşte şimdi dış müslümanlar da, müslüman
olarak halifeyle ilgili bazı isteklerde bulunuyorlardı.
Yalnız Ağa Han ile Emir Ali'nin İsmet Paşa'ya yazdıkları mektubun
alıcısına ulaşmadan önce İstanbul gazetelerinde yayunlanması biraz gariptir.
Belki de Ağa Han ve Emir Ali, taraftarlarına böyle bir mektup yazdıklarım
göstermek istiyordu. Ya da gerçekten İngilizler için çalışıyorlarsa o halde
Ankara'da Hilafet in kaldırılacağı münakaşalarının başlaması üzerine,
Ankara'nın iktidarı Halifeye yeniden kaptırması korkusunun gittikçe su
yüzeyine çıktığı bir dönemde olayları çok iyi değerlendiren İngiltere bu
mektubu yayınlatarak hilafetin kaldırılışını hızlandırmak istiyordu. Paris'te
yayınlanan 8. 1. 1924 tarihli Le Temps gazetesinde İngilizlerin İstanbul
Halifesi, İngiliz diplomasisi ile meşgul ettiklerini ve kişiliğim kullandıklarım,
yazmaktadır. Zaten Türkiye de İngilizlerin oyunlarından korkmaktadır. Bu konu
açıkça Meclis'te dile getir ilmi tir. 1781 İngilizlerin korkusu ise
daha baştadır. Her ne kadar Lloyd George, müslümanların bölünmüş bir durumda
olduğunu, Hindistan Britanyası'nda, İran'da birkaç milyon şii mezhebinden olan müslümanın Türkiye'deki halifeyi
tanımadıklarım söylese de 179)
yalandır. Zira İstanbul'daki Halife'nin etkisini azaltmak için, Bağdat'ta,
Mekke'de ya da Kahire'de Arap bir halife ortaya çıkarmak istemektedir. 1801
Bu arada Hindistan'da, Halife Abdülmecit'in Hint müslümanlarına gönderdiği
yeşil bayrak Bombay'ın, en önemli caddelerinde taşınmaktadır. [319]
Yine İngiliz sömürgesi altında olan Hindistan'da İngiliz mallarına boykot
yapılmaktadır ([320]\
Paris'te yayınlanan Le Matin gazetesinin de belirttiği gibi İngilizlerin
moralini bozan Türkiye ile ilgili olarak Musul meselesidir [321]). Musul henüz
çözüme kavuşmamıştır. İngilizlerin niyeti daha önce söz ettiğimiz gibi Musul'u
dolayısıyla petrolünü eline geçirmektir. Lozan'da, İngiltere, Türkiye ile
yalnız olarak karşı karşıya değildi, Türkiye'nin karşısında başka ülkelerde
vardı. Ama bu defa, Musul meselesinde Türkiye ile yalnızca karşı karşıya
gelecektir. Sömürgesi altında bulunan müslümanların Musul meselesinde
Türkiye'yi destekleyeceklerini kesinlikle bilmektedir.
Yine Halife ile ilgili olarak, Türkiye Hükümetine yönelik açık mektuplar
yayınlamaktadır. M. Abdel Kadir tarafından Hindistan müslümanları adına 1. 12.
1923 tarihinde Geneve du Samedi gazetesinde şu mektup yayınlanır. [322])
Hindistan müslümanları yeryüzünde yaşayan milyonlarca müslümanın
tanıdığı, başkan olarak gördüğü Halifenin kendisine ve ailesine karşı
haksızlıklar içeren bir madde ki, Ankara Hükümetinin resmi bir organı
içerisinde yer aları bu maddeden dolayı
çok üzüntülü olduklarım göstermektedirler. Hindistan müslümanları, her ne
olursa olsun, Osmanlı hanedanının dışlanmasına karşı bütün gücü ile protesto
ederek, bu konu ile ilgili olarak, Abdel Kadir'e yazmasına izin vermişlerdir...
Bilmek gerekir ki Halife makamına çıkmış olan
velaiht Abdülmecit'in saygı içinde yaşaması gereklidir.
Hindistan müslümanları kendilerinin Türklere vermiş oldukları manevi
desteği hatırlatmayı gerek görmeksizin, İmparatorluk ailesini ve Halifeyi
bunaltarak, Türk olmayan müslümanların derin hislerine kastediliyor olduğunu
yalnızca açıklıyor ve üzülüyorlar.
Müslümanlar için Halifelik her şeye egemen olan bir kurumdur: Bu yüzden Hindistan
müslümanlan, Türk milliyetçi hareketini desteklediler. Onlar, dinî
başkanlarının oturduğu yer olan Türkiye'nin
bağımsızlığını tavsiye ettiler. Bugün onlar, Osmanlı ailesinin çocukları
arasında sürekli olarak kaları Halife
için İsrar ediyorlar ve daha sonra da bu ırktan olmayan bir halifenin seçimi
ile "İslama karşı ağır bir suç" işlenmesinden korkuyor görünüyorlar.
Hindistan müslümanlan, varlığını borçlu olduğu yediyüzyıldan beri süre gelen
hanedana karşı kendini nankör gösteren Yeni Türkiye'yi kınamaktadır: Bizzat
Ankara'da Halife'ye saldırtarak bütün müslümanların yüksek onuruna
kastettirilmesini de kınamaktadırlar...
Halife ve ailesi bütün müslümanlara aittir... Dünün İmparatorluk ailesi
bugünün halife ailesidir ve yalnızca bu aileye dinî başkanımız olarak sahip
olmak istiyoruz... Yalnızca bu başlık altında Türkiye bizim siyasî ve manevî
desteğimizi elde edecektir; bizi kaygılandıran tek konu budur.
Bütün bu yayınlar ve dış ülkelerden gelen Halife ile ilgili istekler.
Ankara'da geriye dönüş kuşkusunu büsbütün şiddetlendiriyordu.
Bu arada 1924 yılında İzmir Harb Oyunları yapılmaktadır. Bu oyunlara
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, Başbakan İsmet Paşa, Milli Savunma Bakam Kazım
Paşa, İstanbul Üniversitesi Rektörü İsmail Hakkı Baltacıoğlu başkanlığında
dekanlar da katılmışlardı. [323]
[324]
[325]
1924 Harb oyunları, ordu, hükümet ve
üniversite ileri gelenlerini bir araya toplayarak, alınacak çok önemli
kararlar için bunların hepsinin bir uyum içerisinde olduklarını gösteriyordu. 1861
Bu arada Rektör İsmail Hakkı bey bir konuşma yaparak, Mustafa Kemal'in
Anadolu'ya çıkarak millet yolunu seçtiğini ve bu yolda ilerlerken kökü
yüzyıllara giden bir yobazlık ağacının önünü kestiğini, yoluna devam etmek
için ağacın dallarım budadığını ve fakat bu zehirli ağacın kökünü kazımak
gerektiğini, İstanbul Yüksek Okul gençlerinin de bu kamda olduğunu belirtmesi
üzerine Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa, Başbakan İsmet Paşa'ya dönerek
"Görüyor musunuz Paşa, geç bile kalmışız. Bak ilim adamı ne diyor." demiştir.
1871
Halife Meselesi Meclis'te de artık açıktan açığa tartışılıyor. 1924 yılı
bütçesi görüşülürken, bütçede yer aları "Zatı
Hazreti Hilafetpenahı ve Hanedanı Hilafet Bütçesi" deyimine, Yusuf Akçura
Bey (İstanbul), "bir defa bu tabir bizden kalkmıştır. Zatı Hazreti
Hilafetpanehı kalkmıştır. Halife Hazretleridir... Hiçbir zaman Cumhuriyette
âzayı hanedanı kiram hazerâtı olamaz... Halk Fırkası tüzüğünün ikinci maddesi
gayet açıktır. Bu maddede, halkçılar hiçbir ailenin, hiçbir sınıfın, hiçbir
cemaatin, hiçbir ferdin imtiyazlarım kabul etmeyen ve kanunları vazetmekte mutlak bir istiklal fertlerdir,
biz o fertlerdiniz!... Hilafet hanedanına tahsisat vermek fasılları tamamen
esasatımıza, fırkamızın esasına, Cumhuriyetimizin temeline aykırı şeylerdir...
Ne yaptıkları bilinmeyen, memlekete hizmetleri olmayan bu adamlara, niçin
'hanedanın azayı kiramı hazeratı' deniyor?" derken [326]; Saruhan
Milletvekili Vasıf Bey ise, Ateşkesin feci günlerinde Türk Milleti kendi
varlığını kurtarmak için büyük bir cihat yaptığını bu cihat sonunda kendisini
ezmek isteyen düşmanları ezdiğini, düşmanlarla beraber milletin varlığına
kasdeden sultanı da saltanatı da yıktığım, 1 Kasım karan ile saltanatın sonsuza
dek gömüldüğünü ilan ettiğini, sonra da
Cumhuriyeti ilan ettiğini ve bundan
sonra Türklüğün kaderine yalnızca milletin elkoyabileceğini kesin şekilde bütün
dünyaya bildirdiğini söylediktensonra; bunu ilan eden 1 Kasım kararının, hangi etki altında
kalarak tamamlanmadığını da sorar ve Cumhuriyeti ilan ederken Cumhuriyetin ruhunu ve varlığım
devamlı tehdit edebilecek ve tehlikede bırakabilecek olan bir kurumu ortadan kaldırmaya gerek
görmediklerini, Cumhuriyet'in ruhunu ve varlığını devamlı tehdit edebilecek ve
tehlikede bırakabilecek olan bir kurumu
ortadan kaldırmaya gerek görmediklerini, Cumhuriyet'in kuruluşundan soma ise
yüzyıllardan beri bu milletin başında bela olarak, sefahat ve zevk içnide
yaşayan bu kurumun yeniden yeni eski saltanatım elde etmek arzusunda olduğunu,
İstanul'a gittiği zaman bunu açıkça gördüğünü, yıkıları bu kurumun en felaketli bir günde yeniden
başa bela olacağım, hanedan üyelerinin kendi aralarında yaptıkları özel
toplantılarda, rakı meclislerinde, "yaşasın saltanat" diye
bağırdıklarını, Halife'nin Cuma Selamlığına giderken hala rikab yaptığım,
sağında süvari, solunda müzik, arkasında askeri bölükleri olduğu halde bir
debdebe ve tantana ile Selamlık Resmi'ne gittiğini de belittikten soma
"Saltanatı yıktık fakat saltanatın millet karşısında timsali olan saray, bütün haşmeti ve debdebesi ile
yaşıyor. Ne yazık ki, bu haşmetin ve debdebenin kaynağı olan parayı bu zavallı, bağrı yanık millet
veriyor" diyerek açıklama yaparken Kozan Milletvekili Ali Saib Bey
"Onu da yıkacağız" diye bağırıyordu" 89
Aynı günkü konuşmalarda Şükrü Saraçoğlu (İzmir) de bir konuşma yapar.
Sarçoğlu bu konuşmasında Şer'iye Vekaleti ile ilgili görüşlerini açıklarken,
bendeniz özellikle bu Vekaletin iç işleri hakkında söz söyleyecek değilim,
dedikten sonra, "yalnız siyasetle, dini karıştırmıyoruz diye barbar bağırıyoruz
ve sonra dinimizin en büyük başkanını alıp getiriyor kıpkızıl bir siyaset
sandalyesi olan Vekalet sandalyasma
oturduyoruz... Şer'iye vekaletinin yeri, bence çok muhteremdir, o kadar muhteremdir
ki onu o vekalette tutmak isteyenler onun düşmanlarıdırlar. Onu vekaletten
ayırmak, onu siyaset oyuncağı olmaktan kurtarmak herhalde bu milletin kaderine
hakim olan bu Meclisin görevidir...
Böyle bir kurum, Maliye Vekaletinin faları
hatasından dolayı yuvarlanan bir kabine il beraber o da yuvarlanmasın,
Hariciye Vekilinin yapmış olduğu herhnagi bir hatadan dolayı o kabine ile o da
yuvarlanmasın" diye konuşmasını sürdürürken; Hafız İbrahim Efendi
(İsparta) müdahale ederek, "îslamiyette ruhbaniyet olmadığım, İslam
dininin payidar olduğunu, Şer'iye Vekaletinin Hükümetle batıp, kalkmasının
buna engel olmadığım İslam dininin kıyamete kadar baki olduğunu, Hükümetin
dininin de İslam dini olduğunu, onu üç beş şahsm kanaatinin
yıkamayacağını," açıklar. Hüseyin Hüsnü Efendi (İsparta) de, "onu
üçbeş kişinin yıkamayacağım, ona saldıranların yıkılacağım" söyler.
Saraçoğlu evkaf konusunu da düzeltmenin gerektiği konusunda da açıklamalarda
bulunduktan sonra sözü arap harflerine getirilerek şöyle der:
"...Hacımızın, âmirimizin, memurumuzun kısaca bütün maneviyet ve
maddiyetimizin bizi okumağa sevkettiği bir diyarda ve büyük fedakarlık yapıları bu memlekette, bu memleket halkı, hala okuyup
yazmayı öğrenmedi ise bunu yalnızca usulde aramak, yalnız eğitimcilerin öğretme
ve idare tarzım bilmediğini iddia etmek doğru olmaz. Benim kaanatimce bu büyük
derdin acı noktası harflerdir... Efendiler, bunun tek kabahati harflerdedir.
Arap harfleri Türk dilini yazmağa uygun değildir... Bütün çabalara rağmen
halkımızın ancak yüzde ikisi ya da üçü okumuştur..." [327]
Saraçoğlu aynı günkü konuşmasmda Kanunlarla ilgili olarak da şunları
söyler:
"Milletimiz kendisini yalnız kendisi vasıtasıyla idare etmek
istiyor. İstiyor ki, bütün kanunları ne Frengistan'dan gelsin, ne de Arabistan'dan gelsin, istiyor ki
kendi ihtiyaçları, kendi ruhiyâtı, kendi çocukları tarafından kanun şeklinde
düzenlensin ve kendi tarafından uygulansın: Adliye'nin milli bir tane kanunu
yoktur. Bütün kanunlarımız Frenk ve Arap kanunlarının karmakarışık
edilmesinden oluşmuş bir halitadır..."
Saraçoğlu’nun bu konuşmasına Mehmet Mahir Efendi (Kastamonu) "ayrıca
Arap kanunu yoktur", diye cevap verirken; Hafız İbrahim Efendi (İsparta)
de, "Arap kanunu senin mensup olduğun İslam dinidir, dinin kanunudur"
diye karşılık vermektedir. Tartışmalara müdahale eden Tunalı Hilmi Bey
(Zonguldak) ise, "Şeriatte hürriyet kadar serbest hiçbir hürriyet yoktur.
Teessüf ederim hocalarıma ki itiraz ediyorlar ve hürriyeti kısıtlıyorlar",
demektedir. 1901
Hilafetle ilgili olarak gazetelerde yazıları yazılar ve Meclis'te yapıları konuşmalar üzerine, Halife Abdülmecit 29. 1.
1340 (1924) tarihinde Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa'ya bir telgraf gönderir.
Abdülmecit bu telgrafında: "Büyük ve necip Türk Milletine her ne sıfatla
olursa olsun hizmet etmeği küçük yaşından beri amaç edindiğini, bu emelini siyasete
karışmayarak diyanet yoluyla yapacağı konusunda Büyük Millet Meclisi'ne karşı
verdiği sözden mümkün olduğu kadar ayrılmadığını, Büyük Millet Meclisi'nin
kendisi ve Osmanlı hanedanı için ne karar vereceğini bilmese de İlahî takdire
itikadı olduğunu; ancak Cumhuriyet Hükümetini başına bela olmak hakkındaki
isnadâtm iftira olduğuna Yüce Allah'ın şahit olduğunu; gazetelerde görülen Cuma
namazları Merasimi, bilcümle teferruatı, giyeceği elbiseye kadar Hükümetin
tensibiyle tanzim edilmiş hazır bulunduruları
süvari ve mızıkaların Hükümet tarafından gönderilmiş olduğunu; Hükümetin
en küçük menfaatine aykırı hareketinin maddî tayin olunarak B.M.M.nce münakaşa
mevkiine konmadan kendisi ve hanedan fertleri hakkında kötü zanla yorumlanarak
bir karar [328]
verildiği takdirde bargahı zülcelale gönlündeki tesiri isal edeceğini, dünyanın
her neresinde olsa bile ve hatta mezarında bile ruhunun dünyanın en asil
milleti olan büyük milletinin saadetiyle
çırpınacağını; ecdadının yalnızca milletin saadetini düşündükleri için hafiflerine
birşey bırakmadıklarını; Hıristiyan hükümdarlar gibi yabancı ülkelerde akraba
ve (dostları ?)nın olmadığını; ecdadının fethettiği bu kutsal diyardan
çıkarıldıkları anda hakir ve zelil olacaklarını; bugün hayatta olan ihtiyar ve gençler hakkında alman karar ile
ailesinin Hıristiyan aleminde (düşman ?)a el açmasına ve onları yad ellerde süründürmeğe dünyanın en yüce ...
olan Türk kalbi ve İslam kalbinin sebeb
olmayacağım..." söylemektedir. 1911
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'in, 1 Mart 1924 günü Meclis açış konuşmasında
özellikle "Türk milleti üzerinde kâbus bulunduramaz" cümlesi Mecliste
yaşa sesleriyle karşılanırken 1921;
Ordu ve din konusunda da, ülkenin genel yaşamında orduyu siyasetten aynmak
umdesinin Cumhuriyetin devamlı dikkatini çektiği bir temel nokta olduğunu;
şimdiye kadar takip olunan bu yolda Cumhuriyet ordularının vatanın emin ve
mutmain harisi olarak hürmet görerek güçlü kaldığım belirtikten sonra din
konusunda da şöyle demektedir: "Bunun gibi intisap ile mutmain ve mesut
bulunduğumuz İslam dini asırlardan beri müteamel olduğu veçhile bir siyaset
vasıtası mevkiinden tenziye ve İlâ etmek elzem olduğunu müşahede ediyoruz.
Mukaddes olan itikat ve vicdanlarımızı
muğlak ve müteevvin olan ve her türlü
menfaat ve ihtirasta sahne-i tecelliyat olan
siyasetten ve siyasetin bütün uzviyatmdan bir an evvel ve kesin olarak
tahlis etmek milletin dünyevi ve saadetinin emrettiği bir zarurettir. Ancak,
bu suretle İslam dininin mealiyat-ı tecelli eder. 1931
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal yaptığı bu konuşma ile Hilafetin
kaldırılacağını ima ettiği gibi ordu ve dinin de siyaset aracı olmaktan
kurtarılacağım belirtmiştir.
Halife Abdülmecit 1 Mart 1340 (1924) tarihinde bir telgraf daha gönderir.
Bu telgrafında da şöyle demektedir: [329] [330]
[331]
"Dünkü telgrafıma zeyildirS* Bugünkü gazetelerde tamamen hilafetin ilgası
sadedinde katiyete yakın bazı neşriyat görülmüştür. Dört küsür asırdan beri bu
devletin, bu milletin, bu dinin ve Allah'ın olan hilafetin ilgası İslam aleminde olan rabıtanın kat'ı demek olup; böyle bir vak'a İslam
vicdanım üzerek sui tesiratı tevlit ve Hıristiyan alemini de din-i mübin-i
Ahmedî'nin men'i zimmî olmadığı hakkındaki istidafı temin ederek tarihte
hayat-ı millete pek elim ve hazin bir hadise olacağının bu babda berkarar
ittihazından evvel beyan ve tekrarını feriz (?) addederim." 94)
Abdülmecit ibni
Abdülaziz Han
Hilafetin kaldırılması konusu önce 2 Mart 1924 tarihinde Halk Fırkası'nda
görüşülür. Bu görüşmelere Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal de katılır J[332]
[333]
[334])
Hilafetle ilgili olarak Urfa Milletvekili Şeyh Saffet ile elli kadar
arkadaşı 13 Maddeden oluşan bir kanun teklifi hazırlarlar. Bu kanun teklifinin
önsözünde şöyle denilmektedir:
Türkiye Cumhuriyeti dahilinde hilafet makamının varlığı Türkiye'yi iç ve
dış siyasetinde iki başlı olmaktan kurtaramadı. Bağımsızlığında ve milli
hayatında ortaklık kabul etmeyen Türkiye’nin zahiren ve zımmen bile olsa
ikiliğe tahammülü yoktur. Asırlardan beri Türk milletinin felaket sebebi ve
sonsuza kadar fiilen ve ahden bir Türk imparatorluğunun yıkılmasına vasıta olan Hanedanın hilafet kisvesi alfanda Türkiye'nin
varlığına daha tesirli bir tehlike olacağı güçlü tecrübelerle kesinlikle
anlaşılmıştır. Bu hanedanın Türk Milletiyle ilgili olan her vaziyet ve kuvveti milli varlığımız için
tehlikeden başka birşey değildir. Esasen hilafet, imarat İslam evailinde,
Hükümetin mana ve vazifelerinde ihdas edilmiş olduğundan dünyevî ve uhrevî
bütün görevleri yerine getirmeyi gaye edinmek ile mükellef olan şu andaki İslam Hükümetlerini yanında ayrıca
bir hilafetin varlığına sebeb yoktur. Hakikat bundan ibarettir. Türk milleti
selameti muhafaza etmek için hakikate tabi olmaktan başka bir hareket tarzı
seçemez. Yığılarak gelen karışıklığın açık ve kesin bir şekilde düzeltilmesi
için aşağıdaki maddelerin bugün hemen ve acele olarak müzakeresi ile kanuniyet
kesbetmesini teklif ederiz.
Madde 1Halife hal'edilmiştir. Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyetin mana ve
mefhumunda esasen mündemiç olduğundan hilafet makamın mülgadır.
Geri kaları on iki madde ise ; Osmanlı
ailesinin, on gün içerisinde yurt dışma çıkarılacakları, Türk
vatandaşlıklarının kaldırılacağı; Türkiye Cumhuriyeti'nde gayrimenkul tasarruf
edemeyecekleri, gayrimenkullerini bir yıl içerisinde Hükümetin bilgi ve
muvafakiyle tasfiyeye mecbur olduklarım; Padişahlık yapmış olanların Türkiye
Cumhuriyeti içindeki tapulu gayrimenkullerinin millete intilal ettiğini;
Padişahlık Saraylarının, kasırlarının ve mekanlarının içerisindeki mefruşat,
takımlar, tablolar, güzel eserlerin de millete intikal ettiğini belirten
maddelerdir. [335]
Hilafetle ilgili olarak hazırlanan bu on
üç maddelik kanun teklifi 2 Mart 1924 tarihinde Halk Fırkası'nda görüşülürken
ilk söz alanlardan Musa Kazım (Konya) ile Abdullah Azmî Efendi (Eskişehir),
hilafetle ilgili olarak hazırlanan takririn bazı yönlerine itiraz etmişlerdir.
Azmi Efendi, Halife'nin şahsı ile Hilafetin mahiyetinin ayrı ayrı şeyler
olduğunu ve sakıt hanedana mensup bir kişinin aynı ülkede halife olarak kalmasının
sakıncaları olacağım kendisinin de kabul ettiğim, fakat bu sakıncaların hilafetin
kaldırılmasını ve Türkiye Cumhuriyeti'nden çıkarılmasını gerektirmeyeceğim
söyleyerek, birinci maddedeki Halife'nin hal'ine ait olan birinci fıkranın korunmasını fakat hilafetin
kaldırılmasına ait olan birinci
maddedeki ikinci fıkranın değiştirilmesini istemiştir. [336]
Halk Fırkası'ndaki görüşmelerde esas konuşma, iki saat süre ile zamanın
Adliye Vekili Seyit Bey tarafından yapılacaktır. Seyit Bey'in halife ve
hilafetle ilgili olarak yaptığı geniş açıklamalardın soma, Halk Fırkası'nda,
Hilafetin ilgası hakkındaki teklif edilen kanunun büyük çoğunlukla kabul
edilmiş ve bazı fikirlerdeki tereddütlerinde büyük ölçüde ortadan
kaldırmıştır. Halk Fırkası bu konuşmayı on bin adet bastırarak dağıtılmasına
karar vermiştir. Sonunda bu kanun teklifi Meclis’e sunulmuştur.
Milletvekilleri üzerinde büyük bir etki yapan Adliye Vekili Seyit Bey'in
konuşmasının özet olarak esaslı noktaları
şöyledir:
"Efendiler, Şeriatın hilafet hakkındaki telakkisi biri diyanet
yönüne, diğer siyasî yöne aittir. Siyasî yönü ayn bir meseledir. Buna karışmak
istemem. Amacım, İslam dininin hilafet meselesini nasıl telakkî ettiğini
bildirmektir. Bunun için Kur'an'a başvurduğumuz zaman görürüz ki, bugün
sözkonusu olan hilafet şekli hakkında
hiçbir ayet yoktur. Hükümet ve memleket idaresi hakkında Kur'an'da iki düstûr
ayeti vardır ki, biri "müslümanların işi kendi aralarında görülür",
diğeri "Allah'a ve O'nun Peygamberi'ne ve emir sahiplerine itaat
ediniz" anlamında olan iki ayetten
ibarettir. Bunlardan birincisi, Dünya'da meşveret esasını gösteriyor; diğeri
yetkili kişilere, hükümetin amirlerine itaati tavsiye ediyor. Kur'an’da halife
ve imam tabirleri vardır. Fakat bizim Peygamber ve halifeler hakkında değildir.
Nazar-ı İlahide hilafetten esas maksat, "ahkakk-ı hakk ve iptâl-ı
bâtıldır". Diğer bir deyişle "adaletin tevzii kaziyesidir."
Bir ayette Yüce Allah ile Hz. İbrahim arasında bir konuşma geçer. Cenab-ı Hak,
Hz. İbrahim'e "Ben seni bu yüzden İmam yaptım" buyuruyor. Hz.
İbrahim de "Ya Rabbi zürriyetimi de yap" diyor. Yüce Allah cevap olarak
"Benim İmamet ahdim zalimlere vasıl olmaz" buyuruyor. İşte görüyoruz
ki, başka başka Peygamberleri hakkında halife ve imam tabirleri kullanılmıştır.
Manalarına gelince halife, halef" imam, pîşvâ demektir. Bir de emaretten
bahsedildi. Burada bunun yeri ve hilafet bahsinde ta'liki yoktur. İşte şimdiye
kadar vâki olan mâruzâtım Kur'an'da
hilafet hakkında aradığımız ve istediğimiz meselelere dair bir hüküm yoktur.
İşte Kur'an'da bir şey bulamadım. Hadislerde ise hilafet meselesi hakkında iki
üç hadisten başkası yoktur ve o hadisler de "halife ne demektir; halife
olmanın şartları nedir?" gibi
meselelerde değildir. Şimdi bunlardan "bir halife lazımdır" manası
çıkar mı? Tabii çıkmaz. Peygamberimiz ölümlerinde bile bu konuda izahat
vermemiştir. Bu işi, ülke yönetimi ve millet işi saydıklarından millete
terketmişlerdir. Peygamberin ölümünden sonra yüce ashab, Hz. Ebû Bekr'i halife
seçmiştir. Ebû Bekr de ömrünün sonunda Hz. Ömer'i veliaht tayin etmiştir. Hatta
yüce ashab, Hz. Ömer'in hilafeti üzerine kendisine ne ad verileceği konusunda
tereddüt etmiştir. Bir aralık Rasullullah'ın halifesinin halifesi demeyi
düşündüler; fakat beşinci ve altına halifelerde tamlamaların uzayacağından
dolayı bundan vazgeçtiler ve sonunda "Halife" dediler. Bazıları da
"Emiru'l-mü'ınin" dediler. Hz. Ömer, ömrünün sonunda uygun kimse
bulamadığından kimseyi halife yapmadı. İşi, altı kişiden oluşan bir
"şûrâ"ya havale etti. Onlar da Hz. Osman'ı seçtiler. Görülüyor ki
yüce sahabiler de hilafet meselesini tafsilen izah etmemişlerdir. Sonra gelen
alimlerden sünnet ehli olanları, hilafeti, hakikî ve suverî olmak üzere ikiye
ayırırlar. Hakiki hilafete peygamber hilafeti derler ki, asıl hilafet de odur.
Peygamberimiz bir hadiste "hilafet benden sonra otuz senedir, ondan sonra
ısırıcı saltanat olur" buyuruyorlar. Bunun için alimlerin büyük
mütehassısları hakiki hilafetin Hz. Ali'nin ölümü ya da ondan sonra altı ay
devam eden Hz. Hasan'ın hilafeti ile son bulduğunu, gerek Emevî Devletinin,
gerek Abbasî Devletinin hükümdarlarının halife olmadıklarım söylerler. Hatta
bir kısım Hanefî fakihleri, Muaviye'nin hükümetine bile hilafet demiyorlar,
saltanat diyorlar. Değişik mezheplerden alimler yanıda, alim olduğunu kabul
edilen Sadru'ş-Şeriyye, "Muaddelu'l-Ulum" adındaki kitabında hilafetin
şer'an vücûda ait olan şartlarından
sözettikten sonra bu şartları üzerinde toplamayana halife denemeyeceğini
açıklıyor. Alimlerden Kemalettin İbn Hümam, "İmamet, müslümanlar üzerine
tasarrufu amme istihkakıdır" diyor. Bundan maksat velayettir. Velayette
tav'an ve kerhen başkasına söz getirmek de hükümet demektir. Müslümanlara
şer'an vacip olan da Hükümet tesisidir.
Hükümetsizlik caiz değildir. Hükümetten maksat memleketin zapt ve raptını
temin, asayişi ve adaleti tesisdir. Yoksa hemen bir kişiyi halife adı alfanda
hilafet makamına oturtmak değildir. Vaktiyle hükümet tabiri olmadığından adına
hilafet derlerdi. Zamanımızda hükümet vardır. Burada denebilirki sünnet ehli
alimleri müttefikan müslümanlara "imam nasbetmek vaciptir. İçtima üzerine
söz söylenemez" diyorlar. Buna cevap olarak Akîdüddin'in
"Mevakıf" adlı kitabında dediği gibi "şartları üzerinde toplanan
bir imam bulunmadığı halde imam tayini vacip değildir" diyebiliriz. Cuma
ve bayram namazlarının sıhhati için imam izni şartı olduğu hakkındaki fikir
yanlıştır. Gerekli olan imamın izni
değildir. Müslümanlara cami kapılarını açık bulunduracak olan imam iznidir. Hatibin ve imamın halife
tarafından tayin edilmiş olması lüzumuna dair olan fikir de yalnıştır. Hatiplerin sultan
tarafından tayini vaktiyle herkesin hutbe söylemek hususundaki heves şevkiyle
kavgaya düşmemelerini temin maksadıyla alınmış bir usüldür. Bu sultan bir
kadın da olabilirdi. Bizde bir seneden beri bu tayinleri Şer'iye vekaleti
tarafından yapılmaktadır. Hac emirliği tayini de halifenin görevlerinden
değildir. Hac emirliği, hacıların asayişini koruma meselesidir, hükümetin
görevlerindendir. İşte hilafet şer'an bundan ibarettir. Yani hilafet İdarî ve
siyasî bir meseledir. Doğrudan doğruya İslam aleminde hükümet tesis etmektir.
Yalnız zamanımıza göre siyasî olarak halifeye gerek var mı, yok mu meselesi
siyasî bir iştir. Bunun çözümü Meclis'e aittir. Benim açıklamalarım İslam
Dini'nin bu husustaki telâkkisini izhara kafi geldi sanırım. [337]
Halk Fırkası'nda hilafetle ilgili tartışmalar yapılırken, bazı
milletvekilleri tarafından Mustafa Kemal'e hilafet teklif edilmişsede, Mustafa
Kemal reddetmiştir. 199)
Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Efendi ile elli kadar arkadaşının hilafetin
kaldırılması ve Osmanlı hanedanının Türkiye dışına çıkarılması konusundaki
kanun teklifi, Halk Fırkasında 2 Mart 1924'te kabul edildikten sora 3 Mart
1924'te de Meclis'e sunulmuştur.
Yine aynı gün Siirt Milletvekili Halil Hulûki Efendi ve elli arkadaşının
Şer'iye ve Evkaf, Erkân-ı Harbiye Vekaletlerinin kaldırılmasına dair hazırlanan
kanun teklifi de Meclis'e sunulmuştur. 2001
Şer'iye ve Evkaf Vekaleti ile Erkanı Harbiye Vekaletleri’nin kaldırılması
konusunda hazırlanan kanun teklifinin önsözünde şöyle denmektedir:
Riyaseti Celileye
Din ve ordunun siyaset ceryanları ile alakadar olması birçok mazahiri
dâîdir. Bu hakikat bütün medeni milletler ve hükümetler tarafından bir düstur'u
esasi olarak kabul edilmiştir. Bu nokta-i nazardan yeni bir hayat varlığı
temin etmek vazifesini deruhte eden Türkiye Cumhuriyeti Teşkilat-ı Esasiyesinde
(Anayasa) zaten muhaddes olan Şer'iye ve
Evkaf Vekaleti ile Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaletinin ilgasına nazaran da
bütün evkafın millete intikal etmesi ve ona göre de idare edilmesi tabii bir
neticedir. Binaenaleyh berveçhi âtîmevaddın derakap bugün ve müstacelen
müzakere olanarak kanuniyet kesbetmesini teklif ederiz. 2011
Ondört madde olarak hazırlanan bir
kanun teklifinin birinci, üçüncü, dördüncü, beşinci, altına maddeleri diyanet
işleri ile ilgili olup bu konuyu Diyanet İşleri Başkanılığı Bölümünde
işleyeceğiz. Burada yalnız ikinci maddedeki "Şer'iye ve Evkaf Vekaleti
Mülgadır" maddesini ele alıyoruz.
Hilafet konusundan önce Meclis’te Şer'iye ve Evkaf ile Erkanı Harbiye
vekaletlerinin kaldırılması ele alınır. Maddeler tek tek oya konulur sıra
ikinci madde olan "Şer'iye ve Evkaf
Vekaleti Mülgadır (kaldırılmıştır)" maddesine gelince Meclis Başkam, söz
isteyenin olup olmadığmı sorar; hiç kimse söz istemez ve oya konur, sonunda
madde aynen kabul edilir.[338]
[339]
Burada tarihi açıdan bazı açıklamalar yapmayı yararlı görüyoruz.
Osmanlı Devleti döneminde, padişahları en fazla uğraştıran ve korkutan,
sık sık ayaklanan ordu, şeyhülislamlar, ulema, medrese (üniversite) ve son
dönemlerde valiler olmuştur. Özellikle bunların etkileri Osmanlı Devletinin
gerilediği dönemlerde daha da fazla olmuştur. Bazı zamanlar olmuştur ki
padişahlar ordunun elinde oyuncak olmuşlardır. Hatta Yeniçeriler, Padişah Genç
Osman'ı bile öldürmüşlerdir. Ordu son dönemlerde özellikle yenilik yapmak
isteyen IH. Selim ve II. Mahmud gibi padişahlara sürekli karşı çıkmışlardır. Bu
durumu çok iyi anlayan D. Mahmud, 1826 yılında Yeniçerileri ortadan kaldırarak,
yeni ve disiplinli bir ordu kurmuştur. Böylece ordunun siyasî müdahalelerde
bulunmasını bir süre önlemiştir. Ama daha sonra Abdülaziz'in tahttan
indirilmesi olayında yine ordunun etkisi görülmüşse de, asıl etkisini İttihat
ve Terakkî Partisi’nin 1808 yılında iktidara gelmesinde göstermiştir ve
İttihatçılar, kendi çıkarları için orduyu siyasetin içerisine iyice
sokmuşlardır.
Şeyhülislamlar ise verdikleri fetvalarla, padişahları tahtlarından
indirme yetkisine sahiptiler. Pekçok padişah Şeyhülislamların verdikleri
fetvalarla tahtlarından indirilmişti. Bunu için 1876 Anayasası'nda, kurulacak
hükümet içerisinde Şeyhülislamı seçme yetkisi padişaha verilmişti. Böylece
padişah, kendi adamı olan birini
Şeyhülislam yaparak, kendisine karşı fetva verilmesini önlemek istemiştir.
Ama buna rağmen 1809'de EL Abdülhamit'in tahttan indirilmesi ile ilgili
fetvayı, ittihatçılar şeyhülislamdan almışlardı.
Osmanlı Devleti'nde Şeyhülislamlık olarak yer aları bu dini kurum, 2 Mayıs 1920'de T.B.M.M.
Hükümeti kurulduğunda ise, bu hükümet içerisinde Şer'iye ve Evkaf Vekaleti
olarak kurulmuştu. [340])
Daha önce de sözettiğimiz gibi, Vahdettin ile ilgili fetvayı bu vekalet
vererek Vahdettin hal'edilmişti.
Anlaşıları Ankara Hükümeti de,
ordunun ve Şer'iye Vekaletinin kritik bir dönemde müdahalesinden korktuğu için,
her ikisinin de siyasî gücünü ortadan kaldırarak, müdahalelerini önlemek
istemiştir.
Şer'iye ve Evkaf Vekaleti ile Erkanı Harbiye Vekaletinin kaldırılması
kabul edildikten sonra yine aynı gün, Saruhan Milletvekili Vasıf Bey ve
arkadaşlarının Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin birleştirilmesi) hakkında verilen
kanun teklifi de kabul edilmiştir. Bu kanunun birinci maddesi gereği olarak
Türkiye içerisindeki bütün bilim ve öğretim kuruluşları Maarif Vekaletine
(Milli Eğitim Bakanlığı) bağlanıyordu; İkinci madde gereğince de Şer'iye ve
Evkaf Vekaleti ya da özel vakıflar tarafından yönetilen bütün okullar yine
Maarif Vekaletine bağlanıyordu; dördüncü maddeye göre, Maarif Vekaleti yüksek
diyanet mütehassısları yetiştirmek üzere Darülfunun'da (üniversite) bir
İlahiyat Fakültesi tesis ve imamlık ve hatiplik gibi dihi hizmetleri yapmakla
görevli memurları yetiştirmek için de ayrı okullar açacaktı. [341]
Tevhid-i Tedrisat kanunun0*) kabulünden sonra sıra hilafetle
ilgili kanunun görüşülmesine gelmiştir.
Görüşmeler Meclis Başkanı Fethi Bey'in başkanlığında yapılmaktadır. Konu
ile ilgili söz aları konuşmacılardan
Rize Milletvekili Ekrem Bey, hilafetin kaldırılmasını isteyen konuşmasında
Osmanlı Padişahlarını genelde, kötüledikten sonra, "Hilafetle bir ailenin
münabeseti olamayacağı, geçmişi cinayetlerle dolu ve Türk milletine hizmet
etmemiş olan Osmanlı ailesinin hilafetle
münasebetini ne olduğunu sorar ve de "aslında Hilafetin İslam dininin
hükümetinde mündemiç olduğnu" söyler; ondan sonra söz aları ve Halk Fırkası'na mensup olmayan tek milletvekili
olan Gümüşhane Milletvekii Zeki Bey ise
hilafetin kaldırılmasını istemediği konuşmasmda, genellikle konuşması diğer
bazı milletvekilleri tarafından kesilir, bunun üzerine Meclis Başkam Fethi Bey
"Biliyorsunuz ki, Zeki Bey Halk Fırkasına mensup olmayan tek üyedir. Onun
görüşlerini sessizce dinlemek zorundasınız. Hiçbir zaman asabiyet içinde
bulunmanız doğru değildir" diyerek Milletvekillerini uyarmak zorunda
kalır.
Zeki Bey konuşmasında, kendisinin Halk Fırkasının değil, milletin
efradından olduğunu; Halk Fırkasının gerçek umdeleri (prensip) içerisinde böyle
milli ananelerimizi ani surette sarsmak ve yıkmak usullerinin de var olup
olmadığını; bugün ülkenin İktisadî ve siyasî, dahilî ve ziraî meseleleri
halledildi de sıranın buna mı geldiğini; bunun zamanının henüz gelmediğini;
kendisinin mutedil bir liberal olduğumu, bununla beraber sonsuz ve müthiş bir
İslam birliği taraftarı olduğunu, bunun için ülkesinin iç ve dış siyaseti adma
hilafetin kaldırılmasını kabul ederek bugünkü durum içerisinde bu korkunç gücü
düşmanların ya da öteki hükümetlerin kucağına atılmasını istemediğini; bu millet
kürsüsünden konuşurken kimseden korkusu olmadığım, hilafet konusu için ya kamu
oyuna başvurulması ya da yeniden seçimlerin yapılmış olması gerekir olduğunu,
böylece bunları bir temel prensip olarak yeniden millete bildirilebileceğini;
her gün bir arz ve talep karşısında bulunduğunu, bunun çıkış yolu olmadığım,
yalnız amacın ne olduğunu öğrenmek istediğini; iki tane sırmalı uşağı ile dört
tane adamı ve milletin maiyetine verdiği sekiz askeri olan Halife'den neden korkulduğunu; Hakimiyetin
sürekli millette ve Meclis'te olduğunu; eğer Halife'den korkutuyorsa Etlik'te
bir köşkte oturtulabileceğini de söyledikten sonara son cümle olarak:
"Cumhuriyet, devam ettiği halde saltanata doğru yürüyor" demektedir.
Zeki Bey'den sonra söz aları ve
hilafetin kaldırılmasını isteyen, Afyonkarahisar Milletvekili İzzet Ulvi Bey
ise yaptığı konuşmasmda, hala bu Meclis kürsüsünde hilafetin kaldırılmasına
taraftar olmayanları gördükçe hayret ettiğini ve hayretinden ne söyleyeceğini
bilmediğini; eğer, kendileri Cumhuriyet ilan
ettikten sonra böyle bir unvan mahiyetinde olan hilafeti bırakacak olurlarsa bir gün mutlaka
saltanata gideceğini çünkü tarihte Hükümetsiz halifenin olmadığını söyler. [342])
Daha sonra söz aları Zonguldak
Milletvekili Tunah Hilmi ise yaptığı kısa konuşmasının bir bölümünde şöyle
demektedir: "Hilafetin ilgası (kaldırılması) deniliyor arkadaşlar. Ben,
Hilafetin ilgasını kabul etmiyorum. Hilafetin makamı kaldırılıyor. Halbuki
hilafet mevcuttur arkadaşlar. İmamet de burada hilafette burada". [343])
Bundan sonra konuşmayı Konya Milletvekili Şeyh Saffet Efendi yapar.
Saffet Efendi konuşmasında, Cumhuriyet idaresinin temel görevinden biri ve en
birincisinin yüce İslam'ın hükümlerini koruduğunu; Raşid Halifeler döneminden
sonra bu devri Cumhuriyete kadar İslamiyet adına deveran eden hilafet
meselesinin hiçbir zaman araştırılıp makul ve mantıklı bir gerçek hükmü tasdik
edilmediğini, hilafetin gerçek manasının yeryüzünde hak ve adalet üzere
insanlar arasında Hükümet etmek olduğunu; bütün peygamberlerin hertürlü küçük ve
büyük günahlardan masum ve her hareketinde adil olduklarından yeryüzünde
Allah'ın birer halifeleri olduklarım, son peygamber Hz. Muhammed'in de Allah'ın
en büyük bir halifesi olduğunu ve ondan sonra da Dört Halifeye bu unvanın
verildiğini; bir peygamber mucizesi olarak Hz. Peygamberin "hilafet yani
adil ve hak ile kaim bir hükümet benden otuz sene kadardır"
buyurduklarını; eğer herhangi bir İslam hükümeti adil ve hak üzere kamu
işlerini idare ederse o hükümetin yeryüzünde Allah'ın halifesi olduğunu; o halde
bugün hak ve adil üzere hükümet yönetimi ancak cumhuriyetle var olduğuna göre
şimdiki yönetimin de bir Cumhuriyet olduğunu; böylece hilafetin mahiyetinin
aklen ve mantıken Büyük Millet Meclisi'nin manevî kişiliğinde tecelli ettiğini,
söyler. [344])
Saffet Efendi’den sonra konuşmayı Kastamonu Milletvekili Halit Bey yapar.
Halit Bey hilafetin kaldırılmasını istemediği konuşmasmda şöyle der:
"... Bendeniz şer'i yönünü değil siyasî yönünü düşünüyorum.
Bildiğiniz gibi hilafet 1300 küsür yıldan beri Raşit Halifeler, Emevîler,
Abbasîler, sonra Fatımîler Mısır vs.den geçerek bir silsiledir gidiyor. Öyleyse
1300 yıllık bir kurumdur. Bunun için bu makamı kaldırmak için her halde uzun
boylu düşünmek gerekir inanandayım.
Şer'i yönden hiçbir mahzur yoktur. Bendeniz yalnız siyasî görüş
noktasından arzediyorum. Arkadaşlar hepimiz biliyoruz ki İstiklal Savaşım ilan ettiğimiz zaman halkımız halife makamına olan bağlılığını gözönüne alarak 'halifeyi
kurtaracağız' diye telkinatta bulunduk. Hatta birçok şeyhi ve alimi Büyük Millet
Meclisi'ne getirdik. Bu sırf halkın hislerine hürmet içindi. Sonra arkadaşlar,
ben bu İstiklal Savaşlarında bütünüyle bulundum. Askerlere, bütün arkadaşlarla
beraber bu surette telkinlerde bulunduk, 'hilafet makamım, bütün vatanla
beraber kurtaracağız' dedik. Bugün halk hilafet makamı olmazsa Cuma namazı
kılınmaz inancındadır... Bizim dinimizde, müslümanlar, müminler kardeştirler.
Bunun için diğer devletlerin Türkiye'ye olan
bakışları hilafet makamının burada olmasından dolayı değil, Türklerin de
bir müslüman Devleti olmasındandır deniyor ve aynı zamanda deniliyor ki
"biz bu hilafetten ne fayda gördük" mesela umumî harpte bilakis
Araplar bize hiyanet etti ve düşman saflarında bize karşı savaştılar. Hintliler
keza hiç faydalarını görmedik deniliyor, doğrudur. Fakat arkadaşlar son Yunan
Saldırısında Yunanlılar, Eskişehir ve Afyon hattına geldikleri zaman işgal
altında bulunan yerler Batı Anadolu Vilayetlerini kurtarmk için bir tek asker
gönderebildi mi? Hayır gönderemedi. Çünkü mağdur idiler, esir idiler ve onlarla
mülakatımız da yoktu. O halde onları da esir farz etmek pek tabiidir... Araplar
bize karşı şöyle yaptı böyle yaptı diyoruz. Halbuki hep biliyoruz ki bu,
Arabistan'da uyguladığımız hatalı siyaset sonucudur... İslam Aleminin bize
karşı gösterdiği teveccüh ve sevgi sanırım ki yalnız bir din kardeşliğinden
değildir. Acaba niçin İran'a, Afganistan'a, Fas'taki islamlara gösterilen
teveccüh bize gösterilen teveccüh kadar değildir. Ben şu inançtayım ki bu kadar
yüzyıldan beri kötü idaremize rağmen ve bütün dünyanın ihtiraslı bakışları
İstanbul üzerinde ve Türkiye'nin durumu üzerinde iken varlığımızı hilafet
makamının bizde olması ve Türklerin bu makamı koruması ve dini korumak için
çarpışmalarında buluyorum. Madem ki hilafet makamının hiçbir etkisi yoktu. Biz
altı ay önce buraya hepimiz bir prensip yayınlayarak geldik. Bu prensiplerde
Kasım 1922 kararının değiştirilemez bir
duştur olduğunu ilan ettik ve sonra
dedik ki: [345]
Türkiye Büyük Millet Meclisi hilafet makamının istinatgahıdır ve hilafet
makamı İslam arasmda bir yüce makamdır dedik. Eğer o makam bir yüce makam değil
ise neden halka ilan etmeyi gerekli
gördük. O halde bendeniz böylece Hilafet makamı kaldırılmıştır demeyi doğru
bulmuyorum, son sözüm budur. Kaldırılmıştır sözünü açıkça söylemeyi ve
yazılmasını din açısından değil, siyaset açısından büyük bir mahzur sayıyorum.
Büyük Millet Meclisi'nin manevî kişiliğinde deriz. Doğrudan doğruya
kaldırılmıştır demek yanlıştır."
Halit Bey'in bu son sözüne, Tunalı Hilmi Bey "Büyük Millet
Meclisinin kişiliğinde vardır" diyerek cevap vermiştir. [346]
Saruhan Milletvekili Vasıf Bey ise, hilafetin kaldırılması gerektiği
konusunda yaptığı konuşmasmda, Cumhuriyeti ilan
eden bir milletin en yüksek görevinin kendi vatanı ve varlığı için kabul
edeceği en büyük esasın, kendi varlığına tehlike olabilecek ikiliklere yer
vermemesi, saltanat isteklerine yer bırakmaması ve milletin düşünce esenliği
için her zaman sultanlığa benzeyebilecek bütün bu kurumları yıkması gerektiğini; ancak o zaman
Cumhuriyet'in tamam olabileceğini, söyledikten sonra konuşmasının sonunda:
"...Yüce Meclis şimdi vereceği büyük ve tanhi kararla dün ilan ettiği Cumhuriyeti, dün meydana getirdiği
eseri tamamlayacaktır ve güçlendirecektir. Sonsuzluğa dek yok olarak her türlü
tehlikelerden ve her türlü zararlı etkilerden korunacaktır. Yüce Meclis bu
kararını verdiği zaman varsın arkadaşlardan beş on kişi buna karşıyım diye
tepinsin ve çırpınsın. Bütün bu tepinmenin ve çırpınmanın sonu hicrandır,
hüsrandır ve anlayacaklardır ki yaptıkları davranışlar ayıptır ve
günahtır" demektedir. [347]
Bundan sonra Meclis'te en önemli konuşmayı Adalet Bakam Seyit Bey (İzmir)
yapar. Seyit Bey bu konuşmasını da daha önce Halk Fırkasmda yaptığı konuşmasm
doğrultusunda yapar. 45-50 sayfa tutabilecek olan bu konuşmasını daha önce özet olarak
verdiğimizden tekrar etmeyi gerekli görmüyoruz. Yalnız burada İslam ile ilgili
bazı açıklamalarına yer vereceğiz. Seyit bey hilafetle ilgili görüşlerini
ortaya koyduktan sonra İslam'la ilgili olarak da şunları söyler:
"Beyler İslamiyet çok yüksek bir dindir. Eğitimi, ilerlemeyi çok
sever. Akıldan, mantıktan hiç ayrılmaz. Yeryüzünde İslam dini kadar özgürlüğü
seven, ilerlemeyi seven bir din yoktur. Dini bütün hükümleri büyüklükler ve
yüceliklerle doludur. Esas amacı, ahlak yüksekliğini ve insanlık erdemini
kurmak ve sağlamaktır. Hz. Peygamber, doğruluğundan şüphe edilmeyen bir
hadisinde, "Ben güzel ahlakı tamamlamak için yaratıldım" diyor ve bir
hadisinde de aklı "Tanrı Belgesi" olarak açıklıyor ve diyor ki
"Halk nerede ise sen de onunla beraber orada bulun, ondan ayrılma, sana
şüphe veren şeylerin gerçeğini akimla ayırt et. Çünkü Yüce Allah'ın senin
hakkında olan belgesi şendedir,
kendindedir ve onun verimliliği de senin yanındadır", Ne yüce sözdür, ne
kadar anlamlıdır, akla ne büyük değer veriyor? Zaten Kur'an da baştan başa
akıl ve akıllı kişileri ve anlayış çabukluluğunu yüceltiyor. Onun için
İslamiyet akıl ve mantıkla birliktedir. Bir yüce ayette de "Değişik
sözleri işitir de onların en güzeline uyan kullarımı İlahi ödülüm ile müjdele"
deniyor. Bu ayetler her zaman her şeyin akıl ve mantık ile, belgelere dayanan
akıl yargılamaları ile incelenmesi gerektiğini gösteriyor...
İslamiyet, eğitimle birliktedir. Bilim ve eğitimden hiçbir zaman
ayrılmaz. Hepiniz bilirsiniz "Bilim Çin'de olsa da gidiniz,
öğreniniz" ve "Bilim ve eğitimi beşikten mezara kadar öğreniniz"
hadislerini hepiniz bilirsiniz... Tirmizî'nin Süneni'nde şöyle bir hadis
vardır: "Hikmet müminin aramakta olduğu öz malıdır. Onu nerede bulursa onu
almaya herkesten çok hak sahibidir", 'Hikmet'; eşyanın gerçeğine uyan söz,
öğrenimle edinilen bilim demektir... Hikmet olan yani eşyanın gerçeğine uyan söz; sosyal,
felsefi, ekonomik ve ahlaki bir ilkedir. Her nerede bulunursa bulunsun, her
kimin ağzından işitilirse işitilsin, işte o söz, işte o düstur Müslümanın
yitirip de aradığı kendi malıdır. Hiç tereddüt etmesin hemen alsın... İşte bu
hadisten de anlaşılıyor ki İslamiyet eğitim ve öğretime gerçeğe çok büyük değer
veriyor...
Bir zamanlar Avrupa bilgisizlik karanlığında iken, Doğu uygarlık
yollarında hayli ilerlemişti. O zamanlar dünyada en ilerlemiş ve en uygar
yerler İslam ülkeleri idi. Bütün Avrupa, kısacası İngilizler bütün bilim ve
tekniği şimdi İspanya denilen Endülüs’ten almışlardır. Amerikalı Üniversite
Profesörlerinden Draper, "İlimle Dinin Çatışması" adlı bir kitap
yayımlamıştı. Bu adam, bu kitabında bir kafada, bir dimağda, din ile ilim
birleşmez. Bir kimse bilim adamı ise dindar değildir, dindar ise bilim adamı
değildir diyor. Fakat yine kendisi bu kitabında açıkça; "Benim bu kitapta
dinden maksadım İslam dini değildir, diğer dinlerdir, Özellikle Katolik
Dinidir, İslam Dini değildir" diyor. Sonra Endülüs'te vaktiyle İslam
alimleri tarafından kısmen yeni baştan bulunan, kısmen de tamamlanan ilimleri
ve fenleri sayıyor...
Doğuda İslam ülkelerinde, İslam uygarlığına, ilimlere ve ferilere hizmet
eden alimlerin çoğu Türktür, içlerinde çok büyük filozoflar, çok büyük
fenciler, tanınmış alimler ve İslam hukukçuları vardır. Bazı zalim ve zorba
hükümdarların kıyıcılığı ve zorbalığı sonucunda böyle düşkün, harap, bilgisiz
bir duruma gelmiş olan Semerkant,
Buhara, Nişapur, Bağdat, Belh gibi kentler vaktiyle üçer beşer milyon nüfusu
içine aları çok büyük ülkelerdi... Bazı
Arapça eserlerde gördüm ki Horasan ile Afganistan arasında bulunan Belh kenti
vaktiyle 6 milyon nüfusu içine aları çok
büyük bir ülkeymiş. İçinde altıyüz kadar kubbeli ve minareli cami varmış. Bugün
belki kentin yıkıntısı bile kalmamıştır.
Şimdi size sorarım, o vakit İslam uygarlığı o derece ileri ve İslam
dünyası o oranda bayındır ve uygar iken şimdi neden yıkıntı yerine dönmüş,
halkı bilgisizlik içinde kalmıştır, bunun sebebi nedir? İslamiyet o vakit
ilerlemeye engel olmuyordu da şimdi mi engel oluyor? Ya da İslamiyet şimdi
ilerlemeye engel oluyordu da, o zaman mı olmuyordu? Bunun hiç biri değil.
Zamanımızda ülkemizde ilerlemeye engel olan
durum gerçek İslamiyet değildir. Bilgisizlikten, körükörüne
taklitçilikten doğan bugünün yersiz düşüncesi ve anlayışıdır. Zamanımızda İslam
Dini çok yalnız kalmış, uydurma söylentilerle dolmuştur. Bunlar, İslam
dünyasına öteki dinlerden ve başka milletlerden gelmiştir. Yoksa gerçek
İslamlık, uydurma söylentilerin, batıl düşüncelerin en büyük düşmanıdır.
Gerçekte İslamiyet, uydurma söylentileri, yanlış inanışları kökünden yıkmak için
gelmiştir. Niketim vaktiyle yıkmıştı da... Fakat sonraları şuradan buradan
İslam dünyasının içine birçok uydurma düşünceler girdi. Sonunda da İslam dini
bütünüyle ilgisiz kaldı.
Tereddütsüz diyebilirim ki, bugünkü İslam Dini başka, Peygamberin zamanındaki
İslam dini başkadır. Gerçek İslamiyet, yaratılıştan gelen mantıklı bir dindir.
Hayalleri, yanlış düşünceleri, boş inançları hiç sevmez; özellikle nefret
eder... Hz. Peygamberin en büyük duası: "Rabbim, bize eşyanın gerçeklerini
olduğu gibi göster" idi. Ne güzel ve ne büyük duadır. İnsan, eşyanın
gerçeğini olduğu gibi görebilirse daha ne ister? En büyük hikmet, en büyük ilim
ve marifet bunun bilmek değil midir?
İşte, Halifelik ve İslamiyet konusunda bildiklerimi anladıklarımı size
söyledim. Bu, yirmi-otuz yıllık uzun ve yorucu bir çalışmanın ürünüdür.
Sözlerimde asla ikiyüzlülük yoktur, gizli amaç yoktur. Bildiklerimi tam bir
açıkyüreklilikle sîzlere sundum. Amaam, çok değereli dinimin gerçeklerini
olduğu gibi bildirmek, böylece İslamiyeti dosta ve düşmana karşı yükseltmektir.
Halk bu gerçeği anlamazmış, bilmezmiş. Anlatalım, bildirelim, görevimizdir.
Suç halkın değil, anlatmayanların ve bildirmeyenlerindir...
İslamiyetle ilgili görüşlerini bu şekilde sürdüren Seyit Bey, Hilafetle
ilgili olarak da, daha önce Halk Fırkasında yaptığı konuşmasında görmediğimiz
bazı ekler yapmıştır. Meclis'teki bu konuşmasmda şöyle demektedir:
"Halifelik, halifelik diye diye çöküp gitmişiz, yıkılıp toprak olmuşuz. Ne
malımız, ne canımız, ne mülkümüz kalmış. Tüm ülke yoksulluk içine düşmüş".
Daha önce Halk Fırkasında yaptığı konuşmasından Seyit bey'in hilafetin
kaldırılmasını isteyip istemediğini anlayamamıştık. Bu konuşması ile anlaşıları o da hilafetin kaldırılmasına taraftar
olduğunu göstermektedir.
Adalet Bakanı Seyit Bey'in gerek Halk Fırkasındaki konuşması, gerekse Meclis'teki
konuşması, hiç şüphesiz milletvekilleri üzerinde büyük etki bırakmıştır. Çünkü
Halifeliği dini delillerle anlatmış ve böylece Meclis'te halifeliğin
kaldırılmasına taraftar olmayan pekçok milletvekilinin görüşlerinin değişmesini
sağlamıştır.
Seyit Bey'in konuşmasından sonra kürsüye Başbakan İsmet Paşa (İnönü)
gelmiştir. İsmet Paşa yaptığı konuşmasmda, Hilafet makamının kaldırılması ile İslamiyete
ait hükümlerin korunmasında ve yerine getirilmesinde hiçbir eksikliğin
olmayacağım, söyledikten sonra bazı konuşmacılara şöyle cevap verir:
"...Halifelik Makamı dış siyaset bakımından bir yaran var mıdır
sorusunu cesaretle düşünelim. Yararı olduğunu söyleyenler hangi düşünceyi
ileri sürmektedirler. Bunlar bir siyasî durum ve bir siyasî makam olarak
düşünmektedirler. Düşünceleri hükümet üstü bir siyasî makam demektir. Bu makam
önce Türk milletinden bağlılık isteyecek, diğer bütün Müslüman milletler-
210.T.B.M.M.
Zabıt Ceridesi, s. 58-60 den de ayrı ayrı bağlılık isteyecektir. Düşünebilir inisiniz
ki, dünyada bağımsız bir millet bulunsun, bütün yönetim ve ihtiyaçlarını,
siyasetini kendi örgütleri içinde tamamlasın, sonra da bunların hepsini toptan
diğer bir noktaya, siyasî varlığını, kendi Cumhuriyeti içinde, kendi devleti
içinde, kısacası Büyük Millet Meclisi'nin görev alanı içinde tamam saymıştır.
Bunun dışında bir siyasî makamı bağımsız bir millet kabul eder mi?...
Müslümanlıkta bir tek İslam Hükümeti vardır ve bütün milletler oraya tabi
olacaktır. Beyler işte bu yüzden bütün müslüman milletleri sürekli birbirini
yemişlerdir. Herhangi bir İslam milleti kendisini bağımsız ve güçlü saydıktan
sonra, diğer İslam hükümetinin ayrı ve bağımsız bir hükümet olmasına
dayanamamıştır. Tarih baştan başa bununla doludur..." 211)
İsmet Paşa, bu şekilde yaptığı konuşmasını bitirdikten sonra görüşmelerin
yeterli olduğuna dair 12 adet takrir verilir.[348] [349]
ve maddelerin oylamasına geçilir. Önce kanunu birinci maddesi oylamaya koyulur.
Yapıları oylama sonuda kabul edilerek ([350]b
Halife (Abdülmecit), halifelikten çıkarılır ve halifelik hükümet ve Cumhuriyet
anlam ve kavramı içerisinde zaten var olduğundan, Halifelik Makamı da
kaldırılır. Bundan sonra ikinci maddeye geçilir. Bu maddeye göre Halifeliği
alınmış Halife, Osmanlı Sultanlık ailesinin erkek kadın bütün üyeleri ve
damatları Türkiye Cumhuriyeti içerisinde yaşamak hakkından sonsuza dek yoksun
bırakılıyorlardı. Bu made ile ilgili olarak söz aları Trabzon Milletvekili Muhtar Bey, Osmanlı
kadınlarının dışarıya çıkarılmasını istemeyen bir konuşma yapar, bu konuşmasmda
bu kadınların hiçbir rol oynayamayacaklarım, bunların yüksek bir hayata alışmış
olduklarından bu İslam kadınlarının dışarı atılmalarını iyi görmediğini
belirtirse de[351],
oylama sonucunda Osmanlı hanedanı kadınlarından doğanlar dahil edilerek bütün
ailenin dışarı çıkarılması ile birlikte kanunun öngördüğü öteki maddeler de
kabul edilir.[352]
Böylece hilafet ve halife tarihe karışmaktan ziyade bizim anladığımız kadariyle
ki, birinci maddede görüldüğü gibi hükümet ve Cumhuriyete varlığını sürdürür.
Zaten bu maddeyi edebiyatı çok iyi bilen Tunalı Hilmi de bu şekilde
anlamaktadır. Onun yukarıda bu konu ile ilgili konuşmasını verdik. Diğer bir
yerde de birinci madde ile ilgili olarak Halit Bey (Kastamonu)'in
"Hilafeti", Büyük Millet Meclisi'nin manevi kişiliğinde diyelim,
doğrudan doğruya kaldırılmıştır demek hatalıdır" demesi üzerine Tunalı
Hilmi Bey'in "Büyük Millet Meclisi'nin kişiliğinde vardır" diyerek
cevap vermesi de bunu gösteriyor. 2161
6-Hilafetin Kaldırılmasıyla İlgili Kanunun Kabulünden Sonraki Gelişmeler
3 Mart 1924'te Hilafetli ilgili kanım kabul edilince Cuma gününe dek
gelen 7 Mart'ta İstanbul’da okunan hutbelerde ilk kez isim zikredilmeden
yalnızca Türk milletinin ve Cumhuriyetinin selamet ve saadeti, Yüce İslam
dininin şeref ve yükselmesi için dua edilmiştir. Hutbenin bu şekilde okunmaı
için İstanbul'daki Evkaf Müdürlüğünden bütün imam ve hatiplere tebliğ edilmiş
ve bu konuda hatiplerden imza alınmıştır. O an kadar hutbelerde sultan ve
halifelerin isimleri zikrediliyordu. 2171
Bu arada Hilafet konusunda alman karardan sonra, dışandan bazı telgraflar
çekildiğini görüyoruz. Bunlardan bir tanesi Antalya Milletvekili Rasih
Efendi'dendir. Anlaşıları Rasih Efendi
Ankara tarafından görevli olarak Hindistan'a gönderilmiştir. Rasih Efendi,
Delhi'den çektiği telgrafında şöyle demektedir:
"Millet Meclisi Başkanlığına
Türk Milletinin Hilafetten ayırılması, Müslüman ülkelerinde değişik fitne
ve hırsları tahrik edecek ve hatta bunun sonucundan Türkiye’nin iç güvenliği de
tehdit altında kalacaktır. Hilafeti Osmanlı ailesinde devam ettirmek için
hiçbir zorunluluk yoktur. Fakat her müslüman milleti yanıda Hilafete
Türkiye'nin kutsal ve tartışma götürmez bir hakkı olduğu gözüyle bakıldığından;
Hilafetin Meclis'in kişiliğinde, devlet başkanlığı vasıtasiyle temsil
ettirilmesi mutlaka gereklidir. Son haberler dönmemi gerektirmektedir,
telgrafla emir bekliyorum." 2181
Hint Ulema Heyeti Başkanı Ahmet imzalı bir telgrafta da:
"Hilafetle ilişkinin kesildiğine ve Hilafetin bütünüyle kaldırıldığına
dair telgrafla bilgi veriliyor. Hindistan müslümanları endişededir. Lütfen
telgrafa güvenli bilgi veriniz." [353])
Dr. Ensarî adıyla Lhichandichonk'dan gönderilen bir telgrafta da:
"Büyük Millet Meclisi, Şeriat gereğince maddî ve manevî güce sahip
yeni bir Halife seçeceğine eminim. Veraset yoluyla hükümdarlık tarzında olan şeklin kaldırılması itirazı gerektirmez.
Fakat hilafetin kaldırılması İslam dünyasının birliği bakış açısından felaketi
gerektirir. Lütfen gerçek Meclis kararını telgrafla bildiriniz. [354])
Diğer bir telgraf ise Ömer Ahmet Arzu'ş Şuyuh (?) tarafından
gönderiliyor:
"Hilafeti kaldırmakla nefislerinize kötülük yaptınız. Sîzlere
selam verilmez." [355])
Bu arada dış basında da konuda bazı yazılar yazılmıştır. Kahire'de çıkan
"Le Journal du Caire" adlı Fransızca gazete'de;
"Kuşkusuz, Ankara Hükümeti'nin eylemleri, İslam dünyasını heyecanlandırıyor,
şaşırtıyor, alt üstediyor... Dört yüzyıl süren çok büyük bir güç olan hilafet merkezi; Dinin direği, İslamın
kalesi, imansızların büyük korkusu, İslam birliğinin ümidi ve savunucusu;
Sultanların yürekten bağlı üç kıtanın ve iki denizin yöneticisi olan büyük görkem; peygamberlerin yasal
halefleri... Bizzat bu büyük güçten önce Osmanlı Sultanlığı kaldırılarak sonra
da inananların gönlünde yaralar açarak Hilafetten vazgeçiliyor! Hilafet
büyüklüğün ululuğun simgesidir, böylece de İslam'ın yüceliğinin ve ululuğunun
simgesidir" denilmektedir. [356])
Paris'te çıkan Le Journal gazetesinde ise "İslam'ın Bin Yıllık
Kurumu" başlığı altında şöyle denmektedir:
"Dünya'da hangi delilik rüzgarı esiyor? Avrupa'da zorlukları kurala
bağlamadan önce, antlaşmalar ilan ederek
tersine ev yapmağa başlıyoruz. Doğu'da ise başka birşey oluyor: Kazık üzerine
piramit koymak isteniyor.
Doğu'da piramit İslam'ın gücüdür. Batı uluslarının saldırılanna karşı
koyan ve dünyanın en büyük manevî güçlerinden biri üzerine kurulduğu için
Osmanlı İmparatorluğu gerilediği halde yaşamım sürdüren büyük kurum:
Muhammed'in halefi ve imanın koruyucusu olarak İstanbul'da bulunan Halife'ye
üçyüz milyon müslümanın saygısı vardır" dedikten sonra özellikle şunu
belirtiyor:
"Kendi korumaları altında bulunması için, uzun zamandan beri
Müslüman Araplara hilafeti götürmeye ve İstanbul'un dinî saygınlığını yıkmaya
çalışan İngilizler, bu kadar şansı hayal bile edemezlerdi."(223)
Le Debats (Paris) gazetesi ise; Hilafetin kaldırıldığı öğrenilince bütün
Delhi Müslümanları arasında büyük bir kızgınlığa sebeb olduğunu yazmaktadır. [357]
[358])
L’Eclair (Paris) gazetesi de; Abdülmecit'in çevirdiği dolapların komplo
olmasından önce, henüz başlangıç durumunda iken kesmek gerekiyordu, demektedir.
[359])
Bir İtalyan gazetesi olan "İl
Monde" gazetesi ise şöyle demektedir:
"Mustafa Kemal Paşa, kendisine bütün dünya müslümanlarından gelen
manevi destek olmasaydı, Sevres (Sevr) Antlaşmasına karşı, Yunanlılara karşı, İngilizlere
karşı savaş süresi içerisinde galip gelebilir miydi? Mustafa Kemal, Yunanlılara
karşı askerlerle savaşıyordu, fakat Halife taraftarları ve savunucuları olan müslümanların hareketleri, Hindistan'da ve
başka yerlerde Britanya İmparatorluğunu korkunç şekilde tehdit ediyordu.
Açıkçası Kemal Paşa, prensip olarak zaferi, savaşçı değeri ile kendine
maletti. Etkin dinin manevi katkısını ve korkunç ağırlığını tam olarak
değerlendiremedi. Halifenin hatırını sayarak ve onun koruyucusu Mustafa Kemal
Paşa'dan yana Hindistan'daki, İran'daki, Mezopotamya'daki, Mısır'daki
müslümanlar ayaklanmamış olsalardı, kendine karşı İngiltere'nin başka türlü
hangi derecede davranacağım görürdü..."(226)
6 Mart 1924 tarihli "Echo de Paris" gazetesinde ise
"Hilafetin kaldırılışına Londra Memnuniyetle Bakıyor" başlığı altında
şöyle demektedir:
"Hilafetin kaldırılışı İngiltere'ye ilginç sonuçlar elde ettiriyor,
bu tedbir genel olarak Londra'da, Jön Türk masonlarının çabalarına maledildi.
Kuşkusuz, burada olumlu bir biçimde karşılandı. Çünkü İngiltere'nin Sultanlığı
ve Hilafeti devireceği bahanesi ile Ali Kardeşlerin, Mısır'da, Afganistan'da
yürüttükleri ve Gandhi'nin de katkıları ile Hindistan'da yapıları İngiliz aleyhtarlığı ve İslam birliği propagandası
en iyi orduları sağlıyordu. Bugün Londra’da artık bu bahanelerin geçersiz
olduğu sanılıyor, zira Hilafet Ankara'daki Türk Milliyetçileri tarafından
yıkılmıştır ve bu yapıları işte
İngilizlerin parmağı olduğu inkar ediliyor. [360] [361])
Yine Paris'te çıkan "L'Ere Nouvelle" gazetesi, "Hilafetin
kaldırılışı İslam için Bir Çağ Açıyor" başlığı altında verdiği
haberinde,"... Halifenin gücü ölürken aynı zamanda büyük İslam birliği de
yok oluyordu. Onu Türk öldürmedi, belki basitçe milliyetçilik fikri öldürdü"
denmektedir. [362])
Bu arada Halifelikten çıkarılan Abdulmecid
5 Mart 1924 tarihinde İstanbul (*)’dan gözleri yaşlı ayrılırken, Türkiye'nin
mutluluğu için en içten dileklerini sunar ve İsviçre'ye gider. [363])
İsviçre'de Leman gölünün kuzey kıyısında bulunan Territet (**) kasabasına
yerleşir. Daha sonra 1924 yılırım ekim ayında Fransa'nın Nice kentine taşınır.
İkinci Dünya Savaşı anında Paris'te bulunmaktadır. 1868 yılında doğan
Abdülmecit, 23 Ağustos 1944 yılında savaş yıllarında, 76 yaşında iken ölür.
XVI. Paris, Bölge Müdürlüğü'ndeki; C. 2009272 Numaralı ölüm belgesindeki kayıt
şöyledir: " 1868'de İstanbul'da doğan Osmanlı İmparatoru Haşmetlü
Abdülaziz ile Hayrandil Sultan'dan doğan Şevketlü Abdülmecit, 15. avenue du
Marechal Maunougyr'deki evinde 23 Ağustos 1944'te saat 2'de ölmüştür."[364]
Ankara'da Abdülmecit ile ilgili karar alındıktan sonra, Mısır'da yeniden
bir halife seçilmesi için, bazı girişimlerde bulunduğunu görmekteyiz.
Mısır Uleması Büyük Heyet-i İlmiye-i Diniye-i İslamiye'si, 1924 yılında
yayınladıkları bir beyanname ile bütün dünya müslümanlarının katılacağı bir
kongre yapılacağını ve müslümanlar üzerine vacip olan halifenin bir kongre tarafından seçileceğini,
ayrıca bu kongrenin Kahire'de toplanacağını ve toplantı yılının da 1925 yılının
Mart ayında yapılacağını bildiriyordu. 231 Fakat Mart 1925'te yapılacak toplantı
gerçekleşmediğinden bu toplantı bir yıl ileri alınarak 1926 yılında toplanılmasına
karar verilir. 1926 yılının Şubat ayında yapıları toplantıda, istek üzerine Mayıs 1926 ayında
toplanmaya karar verilir. 2321 Çünkü Kongreye katıları delegeler, bütün Müslüman ulusların temsil
edilmediğini öne sürmüşlerdir ve Halife seçimi de yapılamamıştır.
Sonuçta kongre dört kez toplandığı halde ve Halife'nin gerekli olduğu
ortaya konduğu halde yine de bir Halife belirlenememiştir. Her defasında bu
meseleyi çözmek için başka kongrelerin yapılmasına karar vererek
dağılmışlardır.
Bu başarısız kongrelerden sonra Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseynî de
1931 yılı sonunda bir kongrenin Kudüs'te toplanması çağrısında bulunmuş ise de
bundan da bir sonuç çıkmamıştır. 2331
İslam Tarihinde en uzun ömürlü ve etkin kurumlardan biri olan Hilafet, böylece, yürürlükten kaldırılmış
oldu.
A) Şer'iye ve Evkaf Vekaletinden Diyanet İşleri Başkanlığina Geçiş
Osmanlı Devleti döneminde, devletin dinî-kazaî ve tedris işlerini belli
bir süre Şeyhülislamlık makamı yerine getiriyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi
Hükümeti kurulunca, bu yeni kuruları hükümetin
dinî işlerini yerine getirmesi için Şer'iye ve Evkaf Vekaleti kurulmuştu. Bu
vekalete, ilk defa da T.B.M.M. tarafından, 3. 5. 1336 (1920) tarihinde Karaca
B. Müftüsü Mustafa Fehmi Efendi seçilmişti.[365] [366]
Konya Milletvekili Mehmet Vehbi Efendi de bu Vekalet'te görev yapmıştı.
Şer'iye ve Evkaf Vekaleti'nin son vekili ise Saruhan Milletvekili Mustafa Fevzi
Efendi olmuştur. 2
3 Mart 1924 yılında, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinde Şer’iye ve Evkaf Vekaleti
ile Erkan-ı Harbiye Vekaletini birlikte kaldırmak için hazırlanmış olan kanun teklifi şu şekildedir.
Madde 1Türkiye Cumhuriyetinde muamelât-ı nâsa dair olan ahkamın teşrii infazı Türkiye Büyük Millet
Meclisi ile onun teşkil ettiği Hükümete ait olup din-i mübin-i İslamm bundan
maada itikat ve ibadete dair bütün ahkam ve mesalihin tedviri ve müessesatı
diniyenin idaresi için Cumhuriyetin makaranda bir "Umurru Diyaniye
Riyaseti" makamı tesis edilmiştir.
Madde 2Şer'iye ve Evkaf Vekaleti mülgadır (kaldırılmıştır).
Madde 3Umur-u Diyaneyi Reisi, Başvekilin inhası üzerine Reisicumhur
tarafından nasbolunur.
Madde 4Umur-u Diyaneyi Riyaseti Başvekalete merbuttur. Umur-u Diyaneyi
Riyaseti'nin bütçesi Başvekalet bütçesine mülhaktır. Umur-u Diyaneyi Riyaseti
teşkilatı hakkında bir Nizamname tanzim edilecektir.
Madde 5Türkiye Cumhuriyeti memalik-i dahilinde bilcümle cevam-ı ve
mesacid-i şerifenin (camilerin ve mescitlerin) ve tekaya ve zevayanın (tekke ve
zaviyelerin) idaresine, imam, hatip, vaiz, şeyh, müezzin ve kayyımların ve
sair müstahdeminin tayin ve azillerine Umur-u Diyaneyi Reisi memurdur.
Madde 6Müftülerin mercii Umuru Diyaneyi Riyasetidir.
Madde 7Evkaf umuru milletin hakiki menafiine muvafık bir şekilde halledilmek
üzere bir müdüriyeti umumiye halinde şimdilik Başvekalete tevdi edilmiştir.
Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili olarak bu maddeler görüşülürken
kanunda öngörülen "Umur-u Diyaniye" başlığının değiştirilerek yerine
"Umur-u Diniye" denilmesi için Konya Milletvekili Mustafa Fevzi bir
önerge verirken, yine Zonguldak Milletvekili Tunalı Hilmi de "Diyanet
İşleri Reisliği" denilmesi için başka bir önerge verir. [367])
Mustafa Fevzi bu konuyu açıklarken, diyanet kelimesinin mastar olduğunu;
mastarın, isme mensup olamayacağım; yani fiil olduğunu bunun için de dile uygun
olamayacağım; bunun yerine "din" kelimesi var olduğunu eskiden beri
"Umur-u diniye, ulum-u diniye, muamelat-ı diniye" gibi deyimlerin
kullanıldığını söyler.
Çanakkale Milletvekili Samih Rıfat Bey ise kelimeyi fıkıh açısından ele
alarak "Din ile diyanet arasında fıkhî bir fark olduğunu; Din kelimesinin,
kazaya ait olan üftai muamelatı nasa ait
herşeyi yani İbâdâtı, ahkâmı ve itikadab. kendi mana ve mefhumu altında
toplayan fıkhî deyimin ise "diyanet" olduğunu, çünkü İktisadî, sosyal,
güvenlik, eğitim gibi konuların Hükümet işleri olarak ayrıldığım; geri kaları yalnızca ibadet, itikat, üftaya ait olan hükümlerin ise Diyanet İşleri Riyasetine
kaldığından "Diyanet" kelimesinin de bu manayı içerdiğinden bu
kelimenin kullanılmasının uygun olacağım söyler.
Bunun üzerine "Umur-u Diyaniye" deyimi yerine "Umur-u
Diniye" denilmesi için yapıları oylamada
"Umur-u Diniye" denilmesi kabul edilmez.
Daha sonra, Tunalı Hilmi Bey'in verdiği önerge gereğince "Umuru
Diyaniye Riyaseti" deyimi yerine de "Diyanet İşleri Reisliği"
deyimi kabul edilir. Bundan sonra maddeler bu şekilde düzeltilerek kabul
edilmiştir. [368]
Böylece kurumun adı Diyanet İşleri
Reisliği olmuştur.
Kabul edilen bu kanunun birinci maddesinden de anlaşıldığı gibi
"muamelat-ı nasa dair olan ahkam"
yani insanların yaptıkları işlerle ilgili olan
hükümlerin kanunu ve uygulaması Meclise ve onun Hükümetine ait olduğu
için; geri kaları inanç ve ibadetle
ilgili konular ise Diyanet İşleri Reisliği'nin görevleri olarak belirtiliyordu.
Diğer maddelere göre de, Başbakanın imzası üzerine Cumhurbaşkanı
tarafından seçilen Diyanet İşleri Reisi (Başkanı)'ne Türkiye Cumhuriyeti
içerisindeki bütün camilerin, mescitlerin, tekkelerin ve zaviyelerin yönetimi
ile imam, hatip, vaiz, şeyh, müezzin ve kayyımların ve sair görevlilerin
atamaları ve görevden alınmaları yetkisi, veriliyordu ve müftülerin mercii de
Diyanet İşleri Başkanlığı oluyordu, evkaf işleri de Diyanet işlerinden
ayrılıyordu.
Diyanet İşleri Başkanlığı kurulunca, Başkanlığa ilk olarak da Ankara
Müftüsü Rifat Hoca (Börekçi) getiriliyordu.
Mustafa Kemal arkadaşları ile beraber Sivas Kongresinden sonra Ankara'ya
ilk geldikleri sıralarda para sıkıntısı çekmektedirler ve yiyecek almak için
bile paraları kalmamıştır. İşte böyle
bir anda Rıfat Hoca, o zaman için oldukça önemli bir miktar olan 890 Lira getirerek Mustafa Kemal'e sunmuş ve
onları büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştır.
[369]
Diyanet İşleri Başkanlığı kurulduktan sonra, Medis'te, Diyanet İşleri
Başkanlığı'nın ilk bütçesinin görüşüldüğü sıralarda oldukça ateşli tartışmalar
olur.
Sami Rıfat Bey (Biga), eski Şer'iye Vekaleti'nde iki heyet olduğunu;
bunlardan birinin Üftaiye Heyeti, diğerinin ise İslâmî neşriyat ile meşgul olan İlmî Heyet olduğunu; şimdi ise bu heyetlerden
ikisini de görmediğini; buna karşılık bir Müşavere Heyeti bulunduğunu, itikat,
ibadet konularında çok etkili olan İlmî
Heyetin ortadan kaldırılıp kaldırılıp kaldırılmadığını sorması üzerine; Maliye
Vekili (Bakanı) Mustafa Abdülhalik Bey (Kangırı), bu görevin Müşavere Heyetine
verildiğini, yani Üftaî Heyetin vs.nin ibadet konusundaki görevlerinin
Müşavere Heyeti'ne verildiğini söyler. Bunun üzerine söz aları Hafız İbrahim Efendi (İsparta), gerek Üftaî
Heyetin gerekse araştırma ve neşriyatla ilgilenen İslâmî Heyetin görevleri daha
önce özel kanunla ayrılmış olduğunu, İlmî Heyetin, İslâmî eserleri
neşrettiğini, Üftaî Heyetin ise doğrudan doğruya etraftan gelen fetvaları
tetkik ettiğini bunların nasıl birleştirildiğini sorması üzerine de Maliye
Bakanı Mustafa Abdülhalik Bey, kanunda şu kadar üye diye bir kayıt olmadığım,
burada sekiz kişiden oluşan bir Müşavere heyeti olduğunu, Diyanet İşleri
Başkanı'nın onların görevlerini ayıracağını, böylece onların bakacakları
işlerin belirleneceğini; Müşavere Heyeti görevlerini tevcihat, ibadet, Üftadan
ibaret olduğunu açıklar. Kamil Efendi (Afyonkarahisar) ise, Müşavere Heyeti'nin
bu kadar görevi nasıl yapacağım sorması üzerine, Maliye Bakanı sayının
yetersizliği amnda artırılabileceğini, yalnız Diyanet işleri Başkanı'nın bu
sayıyı yeterli bulduğunu söylediğim; Meclisin, Şeriye Vekaletini
kaldırması ile onunla ilgili kanunların ve kuruluşların da kaldırılmış
olduğunu söyler. Bundan sonra söz aları Raif
Efendi ise, öyleyse teşkilatsız, kanunsuz, nizamsız bir bütçenin görüşülmekte
olduğunu; bunun asla kanunsuz olamayacağını belirttikten sonra "gerek
yoksa açıkça söyleyin kalksın gitsin. Gerek varsa kanunla devam etmelidir"
demektedir.
Haşan Fehmi Efendi (Kastamonu) ise, Meclis'in bir karar alarak Din ve
Dünya işlerim ayırdığını, fakat bugün Diyanet İşleri Başkanlığının yerine
getirmesinde zorunlu olduğu dini ve İslâmî görevler için her iki heyetin de
korunmasında gerek olduğunu ve bunun kanunlarda da var olduğunu gerek Üftaî
Heyet'in gerekse İslâmî Araştırma ve Telif Heyeti'nin onbirer kişiden
oluştuğunu, şimdi ise sekiz kişiden oluşan Müşavere Heyeti ile bütün bu
görevlerin, ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlı olan memurların seçimi, tayini ve birçok dinî ve
İslâmî kuruluşlardaki görevlilerin seçimi ve tayini ile sekiz kişinin meşgul
olmasının imkansız olduğunu, ayrıca İslami Araştırmalar ve Te'lifler Heyeti ile
ibadet ve itikat işleriyle uğraşan Üftaî Heyeti'nin görevlerini bu sekiz
kişilik Müşavere Heyeti ile yapılamayacağını söyleyince; Tunalı Hilmi Bey
(Zonguldak), Fehmi Efendi'ye itirazda bulunarak eğitim ve öğretimin
birleştirilmiş olduğundan, eğitim ve öğretim konusunun bu konulara
giremeyeceğini söyleyerek; Diyanet İşleri Başkanlığının, Araştırmalar ve
Telifler Heyeti'nin yaptığı görevler, Milli Eğitime intikal ettiğinden, bu
görevlerle uğraşamayacağını bildirir. [370]
Daha sonra söz aları Mustafa Fevzi
Efendi (Konya) ise yaptığı konuşmasında şöyle demektedir:
Muhterem arkadaşlar, inkar edilmesi imkansız olan iki gerçek vardır. Bildiğiniz gibi birisi
cehil (bilgisiz) ötesi de ilimdir. İlim, bağlı olduğu bilgiye göre çeşitlidir.
Din ilimleri, diyanet ilimleri, matematik-geometri ilimleri, tarih ilimleri
gibi bilgilere göre arttığı gibi, ilim adamları da değişiktir. Din alimleri,
tarih alimleri, felsefe alimleri gibi... Şimdi Diyanet İşleri Bütçesini elimize
aldığımızda diyanet işlerini görecek, diyanet ilmiyle vasıflı alimler gerekir,
yani din alimleri gerekir. Bu bütçenin içinde acaba din alimleri yetiştirmek
için beş para var mıdır? Yoktur. Bugün Darülfünun (Üniversite) İlahiyat şubesi
bizim şu diyanet işleriyle uğraşacak olan
alimleri yetiştirmeyeceği bellidir. Evet müftüler nereden yetişecek,
rica ediyorum? Bunu hangi kanunda görüyorsunuz?"
Bu konuşma üzerine araya giren Hafız İbrahim Efendi (İsparta); "İki
sene sonra hepisi kalkacak" derken, Mustafa Fevzi Efendi konuşmasını şöyle
sürdürmektedir:
"Evet bugün medreseler kalkmıştır, kapanmıştır. Beyler rica ederim.
Sonra hepinizin bağlı olduğu seçim bölgelerinizde, bir kazada otuz köy var.
Otuz öğrenci gelmiş, kazada bir medresede eğleşiyorlar. Bu kazanın kadısı,
müftüsü, müderrisi (ders veren) bunların öğretimi ve eğitimi ile
ilgileniyorlar. Hüdayı nabit gibi olan bu
adam, az çok okur, mümkün olduğu kadar din ilimlerini, fıkıh, namaz, abdest
konularını öğrenip köyüne gider halkına öğretirdi. Şimdi Maarif Vekili (Milli
Eğitim Bakanı), tevhidi tedrisat (eğitim ve öğretimin birleştirilmesi)
dolayısıyla medreseleri kapattı. Öğrencileri, göçlerini arkasına yükletip
köylerine gönderdi. Medreseler kapalı, hatta müderris olan kişi, 30-40 sene ders okuttuğu okuluna
konulmuyor... Bu din işleri ile uğraşacak olanlar bildiğiniz gibi müderrisler,
hatipler, alimlerdir. Alimleri yetiştirmek için bütçenizde böyle bir para
konmadığı gibi öte taraftan alimleri yetiştirmek için öteden beri kurulmuş olan medreseler de kaldırılıyor. Zararları varsa
kapatılmaları gerekir. Yoksa alimler, eskiden beri altı yüzyıldan beri bu
İslam'a hizmet etmişlerdir. Böyle talim ve terbiye ile uğraşan medreseler
kapatılıp, alimler açıkta kalacak ise tabiidir ki, hiç birimiz razı olmayız.
Diyanet işlerini şimdi özetleyeyim. Diyanet işleri ile uğraşacak müftüler ve bu
dairelerde bulunan alimler için bir kaynak lazım. Bendeniz bu bütçede buna ait
hiç bir kayıt olmadığını görüyorum ve Sayın Maliye Bakanı'nın Başbakan İsmet
Paşa'ya izafeten söylediklerine bakılırsa elde bir nizamname de yoktur. Bu
Diyanet İşleri bütçesinde sözkonusu rakamların gösterdiği görevleri yapacak
kimselerin görevleri ne şekilde belirtilecektir? Bugün mesela burada
"Şura" deniyor. Birkaç kişi vardır, bu kişiler ne gibi işler
görecekler? Evkaf şurasının görevi vardı. Üftaî Heyetin ve Te’lif Heyetinin
görevleri vardır. Bunların hiç birisi burada belirtilmemiştir. Elde nizamname
de yoktur. [371]
3 Mart 1340 (1924)'te kabul edilen, yukarıda maddeler halinde verdiğimiz,
429 Numaralı kanunun 5. Maddesine göre tekke ve zaviyelerin yönetimi ile buraların
şeyhlerinin tayini ve görevden alınmaları yetkisi de Diyanet İşleri Başkanı'na
verilmişti.
Daha sonra 30 Teşrinisani 1341 (Kasım 1925) tarihinde "Tekke ve
Zaviyelerle Türbelerin Şeddine (kapatılmasına) ve türbedarlıklar ile bir takım
unvanların men (yasaklama) ve ilgasına (kaldırılma) dair" 677 Sayılı kanun
kabul edilerek, Diyanet İşleri Başkanı'nın bu yetkisi ortadan kalkıyordu. Bu
kanunun 1. Maddesi şöyledir:
"Türkiye Cumhuriyeti dahilinde gerek vakıf suretiyle, gerek mülk
olarak şeyhinin (şeyhlerin) tahtı tasarrufunda gerek suveri aharla tesis edilmiş
bulunan bilumum (bütün) tekkeler ve zaviyeler sahiplerinin diğer şekilde
hakk-ı temellük (mülkiyet hakkı) ve tasarrufları baki kalmak üzere kamilen
(bütünüyle) seddedilmiştir (kapatılmıştır). Bunlardan Usulu mevzuası dairesinde
filhal (şuanda) cami ve mescit olarak istimal edilenler (kullanılanlar) ipka
edilir (bırakılır).
Alelumun (bütün) tarikatlerle şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik,
seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik , falcılık,
büyücülük, üfürükçülük ve gayıptan haber vermek ve murada kavuşturmak
maksadıyla nüshacılık gibi unvan ve sıfatların istimaliyle (kullanılması) bu
sıfatlara ait hizmet ifa (yapmak) ve kisve iktisası memnudur (yasaktır).
Türkiye Cumhuriyeti dahilinde salatîne ait veya bir tarika veyahut cerrî menfaate
müstenit alanlarla bilumum sair türbeler mesdud (kapatılmış) ve türbedarlıklar
mülgadır (kaldırılmıştır). Seddedilmiş olan
tekke ve zaviyeleri veya türbeleri açanlar veyahut bunları yeniden ihdas
edenler veya aynı tarikat icrasına mahsus olarak velev muvakkaten (geçici
olarak) olsa bile yer verenler ve yukarıdaki unvarları taşıyanlar veya bunlara
mahsus hizmetleri ifa veya iktisa eyleyen kimseler üç aydan eksik olmamak
üzere hapis ve elli liradan aşağı olmamak üzere cezayı nakdi (para cezası) ile
cezalandırılır". [372]
1949 yılında, yukarıda birinci maddesini verdiğimiz 677 sayılı kanunun
yine aynı maddesine aşağıdaki bölüm eklenmiştir:
"Şeyhlik, babalık ve halifelik gibi mensupları arasında baş mevkiide bulunanlar altı aydan
az olmamak üzere ağır ceza parasından başka bir yıldan aşağı olmamak üzere
sürgün cezası ile cezalandırılırlar". [373] [374])
Yine aynı kanunun (677) birinci maddesine 1950 yılında aşağıdaki bölüm eklenmiştir
(kanun no: 5566):
"Türbelerden Türk büyüklerine ait olanlarla büyük sanat değeri
bulunanlar, Milli Eğitim Bakanlığınca umuma açılabilir. Bunlara bakım için
gerekli memur ve hizmetliler tayin edilir. Açılacak türbelerin listesi Milli
Eğitim Bakanlığınca hazırlanır ve Bakanlar Kurulunca tasvip olunur. "(I0)
Böylece 5566 sayılı kanun ile kültür zenginliğimiz olan ve kapalı oldukları için yıkılmaya, yok
olmaya terkedilmiş bulunan türbeler kurtarılmış oluyordu.
B) 1932 Yılma
Kadar Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatı ve Görevleri
3 Mart 1340 (1924) tarihinde kabul edilen 429 sayılı kanunun 4. maddesi
gereğince, yukarıda da görüldüğü gibi, Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatı
hakkında bir nizamname düzenleneceği belirtiliyordu. Yalnız bu düzenlenme işi
oldukça uzun bir süre sonra gerçekleştirilmiştir. Aradan onbir yıl geçtikten
sonra "Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilat ve Vazifeleri hattında
kanun" 14 Haziran 1935 yılında kabul edilmiştir.
Diyanet işleri başkanlığı 1935 yılma kadar, 429 sayılı kanunun kendisine
verdiği yetkilerle görev yapabilmiştir.
Şer'iye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılması ile ona bağlı olarak görev
yapan Heyeti Üftaiye, Evkaf Şurası, Tetkikat ve Te'lifat-ı İslam Heyeti gibi
kurullar da kaldırılmıştı. Diyanet İşleri başkanlığına ise muamelat dışında kaları itikat, ibadet, ahlak gibi konularda görev
yapma yetkisi verilmişti. Bunun üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı da, Diyanet İşleri
Başkanı'nın başkanlığında bir Müşavere Heyeti oluşturarak aşağıdaki görevleri
yapmağı üstlenmişti.
aKaldırılmış Heyet-i Üftaiyenin görevlerinden olan İslama ait konularda içerideki veya
dışarıdaki kişilerden ya da resmi veya özel kurumlardan gelecek sorulara
gerekli cevabı vermek.
b3 Mart 1924'te kabul edilen 429 sayılı kanunun beşinci maddesi gereğince
ve daha önce kaldırılmış olan Evkaf
Şurasını görevlerinden olan, imam, müezzin, kayyım ve vaiz gibi kişilerin
işlerine bakmak, imtihan evrakım tetkik etmek ve bunlara ait meselelerle
ilgilenmek.
cŞer'iye Vekaleti döneminde İslami Tetkikat ve Te'lifat Heyetinin görevi olan daha sonra Büyük Millet Meclisi'nin kararı
üzerine Diyanet İşleri Başkanlığına verilen Buhari'nin ve Kur'an'ın tercüme ve
tefsiri ile ilgili çalışmayı tetkik etmek ve ayrıca Başkanlığın gerekli gördüğü
itikat, ibadet ve ahlak konularında ya da halkın dini terbiyesi ve İslamın
yüceltilmesine yarayan konularda eserler yazmak veya tercüme etmek.
d12 Mart 1924 tarihli, Başkanlığın talimatı ile muamelat konularında dikkatli
davranıp, zararlı durumları başkanlığa bildirmek.
eBu görevlerin yanında, anlaşmalar gereğince dış ülkelerde bulunan
müslümanlardan gelen veya müftüler tarafından Başkanlığa gönderilen ilamları
dikkate almaktır.
Müşavere Heyeti'nin sınıf ve derecesi ise Temyiz Mahkemesine eş olduğu
belirtilmektedir. 11J
Müşavere Heyeti'nin aldığı kararların hepsinin altında Diyanet İşleri
Başkanı'nın imzası bulunmaktadır. Diyanet İşleri Başkanı, Müşavere Heyetine
başkanlığını, kuruluşundan itibaren 1965 yılma kadar sürdürmüştür.
Müşavere Heyeti’nden başka, Osmanlı Devleti döneminde 1889 yılında
Meşihat Makamına (Şeyhülislamlık) bağlı olarak kuruları ve İstanbul'da çalışmalarım sürdüren Mesahifi
Tetkik Heyeti Reisliği de, Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanarak görevine
devam etmiştir.
1927 Yılı Bütçe Kanunu ile Diyanet İşleri Başkanlığının Merkez teşkilatı
bünyesinde ilk kez Dini Müesseseler Müdürlüğü, Memurin ve Sicil Müdürlüğü,
Levazım Müdürlüğü, Tahrirat ve Evrak Müdürlüğü gibi müdürlükler kurulmuştur.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın taşra teşkilatı ise, il ve ilçelerde
bulunan müftülüklerdir. 1927 yılında taşrada 391 müftülük teşkilatı vardır.
Yalnız bu il ve ilçelerin birçoğunda yalnızca müftü bulunmaktadır. İstanbul
Müftülüğünün ise farklı bir teşkilat yapısı vardır. [375] [376]
Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilat ve görevleri hakkındaki kanun çıkmadan
önce 12 Ağustos 1928 yılında "Cami Hademeleri (görevlileri) nizamnamesinin
yürürlüğe konduğu hakkında kararname" çıkarılıyor.
Bu nizamnamenin 1. Maddesi, cami hizmetlerini "ilmi hizmet" ve
"bedeni hizmet" olmak üzere ikiye ayırıyor. İmamlık, hatiplik,
vaizlik ve reisülkurralık gibi görevlere "ilmi hizmet" deniyor.
Kayyimlik, mahyacılık gibi görevlere de "bedeni hizmet" deniyor.
2.
Maddesine göre de, İlmî ve
bedenî hizmetleri yapanların seçimi, tayin ve görevden alınmaları bu
nizamnameye, köy imamlarının tayinini ise köy kanununa tabi kılıyor.
3.
Maddesi ise, hizmet
sahiplerine ait işlerle meşgul olmak üzere ilçelerde müftünün başkanlığında iki
üyeden, illerde de yine müftünün başkanlığında dört üyeden oluşan bir encümen
kuruluyor. Bu encümenin üyeleri de imam, hatip, vaiz veya dersiam olmak
şartıyla vali ve kaymakamlar tarafından seçiliyordu.
4.
Maddeye göre de, il ve
ilçelerde oluşturulacak encümen üyelerinin adları müftüler tarafından Diyanet İşleri
Başkanlığı’na bildiriliyordu.
5.
Madde ise bu encümenlerin
görevlerini belirlemektedir. Bu görevler şunlardır:
a"îlmi hizmet" imtihanlarını yapmak, yani imam, hatip, vaiz ve
reisülkurraların imtihanlarını yapmak,
bİlmi hizmet yapanların görevden çıkarılması konusunda Diyanet İşleri Başkanlığnın
onayına sunulmak üzere karar vermek ve gerektiğinde işten el çektirilmelerine
karar vermek,
cBedenî hizmet yapanların tayinleri ve görevden alınmaları,
dİnzibati cezalar konusunda karar almak.
6.
Maddeye göre ise,
encümenler tarafından ilmi hizmetler hakkında verilecek kararlar Diyanet İşleri
başkanlığına gönderiliyor ve Müşavere Heyetince de incelendikten sonra onay
için Başkanlığa sunuluyordu. Bedeni hizmet yapanlar ise doğrudan doğruya
encümenlerce seçilip tayin olunuyorlar ve adları Diyanet İşleri Başkanlığına
bildiriliyordu.
42 Maddeden oluşan bu nizamnamenin diğer maddeleri ise, imtihanları
yapılış şekillerini, tayin usullerini, cezaları kapsamaktadır. 131
31932 Yıl Cami Hademeleri Nizamnamesi ile Diyanet İşleri Başkanlığına ait
olan Bazı Yetkililerin Evkaf Umum
Müdürlüğüne Verilişi
13 Mart 1932 yılında çıkarılan bir
kararname ile 12 Ağustos 1928 yılında çıkarılan
ve yukarıda bazı maddelerini verdiğimiz Cami Hademeleri Nizamnamesi’nde
bazı değişiklikler yapılıyor.
12 Ağustos 1928 tarihli Cami Hademesi Nizamnamesinin 3. Maddesi aşağıdaki
şekilde değiştiriliyor.
"Hizmet sahiplerine ait işlerle meşgul olmak üzere illerde Evkaf
Müdürlerinin ve ilçelerde Evkaf memurlarının başkanlığı altında yerel müftüden
ve bir üyeden oluşan bir encümen teşkil edilir. Bu üye imam, hatip, vaiz ya da
dersiam olmak üzere valiler ve kaymakamlar tarafından seçilir. Evkaf müdürü ya
da memuru bulunmayan il ve ilçelerde bu encümenlere müftü başkanlık eder, bu
takdirde yukarıdaki bölümde gösterilen şartlar içerisinde valiler ve ya da
kaymakamlar tarafından seçilen üyenin sayısı ikiye çıkarılır. İstanbul
Belediyesi sınırı içerisindeki ilçelerde ayrıca encümen teşkil edilmez.
İstanbul Evkaf Müdürünün başkanlığı altındaki encümen bu sınır içerisindeki
bütün hizmet sahiplerine ait işleri gözetir. Bu encümene İstanbul, Beyoğlu ve
Üsküdar ve Müftülerinden her biri kendi bölgeleri içerisindeki görevlilerle ilgili
görüşmelere katılır. Bu encümene vilayetçe imam, hatip, vaiz ya da dersiam
olmak üzere seçilecek bir üyeden başka İstanbul Evkaf Müdürlüğü teşkilatındaki
müdürlerden, Evkaf Umum Müdürlüğünce seçilecek bir kişi de katılır. Seçilecek
üyenin iyi ahlaklı olması ve bir suç ile mahkum edilmemiş bulnuması
şarttır."
Yine 12 Ağustos 1928 yılı nizamnamesinin 4. Maddesi de aşağıdaki şekilde
değiştirilmiştir.
"İlçelerde oluşturulacak encümen üyelerinin adları kaymakamlar
tarafından valilere bildirilir. Valiler ilçe ve il encümenleri üyelerinin
adlarını Evkaf Umum Müdürlüğüne bildirir." [377] [378]
Nizamnamenin 5. Maddesinin "b" şıkkı ise aşağıdaki şekilde
değiştirilmiştir.
'İlmi hizmet yapanların görevden alınmaları konusunda Evkaf Umum
müdürlüğünün onayına sunulmak üzere karar almak ve gerektirdiği takdirde işten
el çektirmelerine karar verilmesi"
Nizamnamenin 6. Maddesi ise şu şekilde değiştirilmiştir.
"Encümenlerce ilmi hizmetler hakkında verilecek kararlar gerekli
sebebleriyle Evkaf Umum Müdürlüğüne bildirilir. Bu kararlar Umum Müdürlüğünce
tetkik ve tasdik edilir.
Bedeni hizmet yapanlar encümenlerce doğrudan doğruya seçilir ve tayin
olunurlar. Bunların adları encümen başkanları tarafından Umum Müdürlüğe
bildirilir."(14)
3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen 429 sayılı kanunun 5. Maddesine göre,
Türkiye Cumhuriyeti içerisinde bulunan bütün cami ve mescitlerin yönetimi,
ayrıca imam, hatip, vaiz, müezzin ve kayyımların tayinleri ve görevden
alınmaları, Diyanet İşleri Başkanlığına verilmişti. Bu nizamnameye göre ise,
Evkaf Umum Müdürlüğüne veriliyordu.
Bu 12 Mart 1932 tarihli Cami Nizamnamesinden önce ve sonra gerek Vakıflar
Umum Müdürlüğü personeli ile gerekse, köy kanununun çıkarılması ile köy
demekleri ve mahtarlar ve de kaymakamlar ile Diyanet İşleri Başkanlığı arasında
bazı anlaşmazlıklar ölmüştür.
27 Aralık 1341 (1925) tarihinde, Diyanet İşleri Başkanlığınca alman bir
kararda, Kastamonu'da mahkemeye sevkedilerek görevlerinden alman din
görevlileri konusunda şöyle denmektedir:
"...İmam, hatip, vaiz, müezzen ve kayyumların görevden alınmaları ve
tayinleri 3 Mart 1340 (1924) tarihli kanun gereğince doğrudan doğruya Diyanet
İşleri Başkanlığına aittir... Muhakeme kararı gereğince sözkonusu kişilerin
görevlerine devamda bir engel olmadığından, İçişleri Bakanlığına yazılması ve
hademei hayrata
14. Düstur,
c. 13, Ankara 1932, s. 147-148 devamlarının teftişi hususunda yetkili görülen
Kastamonu Müftüsüne de bildirilmesi;.(15)
Bazı köy muhtarları ise "Köy Kanununa" dayanarak imamları
yönetimleri altında tutmak istemeleri üzerine Burhaniye Kazası Müftülüğünden
gelen bir yazıya Diyanet İşleri Başkanlığı 8. 7.1929 tarihinde şu cevabı
vermektedir:
"Halk tarafından tutulup, ücretleri de halk tarafından imamların,
seçilmiş olması köy kanununa temas ederse de sözkonusu kanundan önce veya sonra
usul ve kanun dairesindeki kişilerin görevlerine kanunsuz bir şekilde karışmağa
kimsenin yetkisi olmadığı..." 161
Evkaf memurlarının müdahalesi ile Gelibolu'da Yazıcızade Mescidi'nin
kapatılması ve görevlisinin işine son verilmesi üzerine Diyanet İşleri
Başkanlığı 22.8. 1929 yılında Evkaf Umum Müdürlüğüne bir yazı ile Evkaf
memurlarının, din görevlilerini görevinden menederek camilerin kapatılmasına
yetkileri olmadığını ve Evkaf memurlarının bu gibi davranışlarda bulunmasını
konusunda Evkaf Umum Müdürlüğünü uyarmaktadır. [379]
Bayındır Kaymakamlığı tarafından, tamim gereğince vesikaları bulunmayan
imam ve hatiplerin görevlerine son verilmesi üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı
şu karan almıştır:
"Köylerdeki imam, hoca ve hatiplerin kaymakamlıktan vesika almadıkları
için görevlerine son verildiğini ve böyle vesikaları olmayanları görevlendiren köy muhtarları hakkında kanunî
soruşturma yapılacağı Bayındır Kaymakamlığından bütün köylere tamim edilmiş ve
bunun üzerine köylerde namaz kıldıran imam ve hatiplerin görevlerine son
verilerek camilerin kapanmasına sebep olmuştur. Halbuki Köy Kanununun 84.
Maddesine göre imtihan veren köy imamlarının ancak köy demeğinin seçimi ve
müftünün buyrultusu ile tayin olunacakları ve bunların kaymakamdan ayrıca bir
vesika almalarına kanunen gerek olmadığı ve yalnız bir köyde birden fazla imam
bulunursa "İhtiyar Meclisine" üye olarak bulunacak imamın kaymakam
tarafından seçileceği sözkonusu konunun 83. ve 86. Maddelerinde açıkça belli
olduğundan kanun şartlarına ve müftünü buyrultusuna sahip bulunan köy imam ve
hatiplerinin, kaymakamlıktan verikaları olmadığından
dolayı imamlık ve hatiplik görevlerine son verilemeyeceği cihetle bu konuda
İçişleri Bakanlığına bir tezkere yazılması...'' [380] [381])
Yine aynı konuda Kocaeli Müftülüğünden gelen bir yazıya da Diyanet İşleri
Başkanlığı 24.5.1933’te şu cevabı vermiştir:
"Köy imamlarının esas görevleri camide namaz kıldırmaktır. Her
şeyden önce kendilerinde aranacak olan vasıflar
imamlık şartlarını taşıyıp taşımadığıdır. Köy dernekleri tarafından seçilecek olan bu imamların sınavları ilmiye encümenlerine
ve ellerine verilecek buyrultu müftülüğe aittir. Gerek Köy Kanununun 83. ve
öteki maddelerine göre müftülükten buyrultu almış olan İmamların yeniden sınav olmalarına ve de
vilayet ve kaymakamlıklardan ehliyet vesikası almalarına kanunen gerek yoktur.
Köy Kanununun bulunduğu yerin en büyük mülkiye memuruna verdiği yetki, bir
köyde birden fazla imam bulunursa ihtiyar heyetinde üye olarak bulunacak imamı
seçmektir.
25 Kanunuevvel (Aralık) 1932 yılında ise, "Camilerin ve mescitlerin
tasnifi ve kadrolarının tesbiti hakkında talimatname" çıkarılıyor.
Madde 1Türkiye Cumhuriyeti içerisinde bütün cami ve mescitler gerçek ihtiyaca
ve bu talimatname ile belirlenmiş esaslara göre tadilen tasnif olunacaktır.
Madde 2Camilerin ve mescitlerin tasnifi her il ve ilçe merkezinde evkaf
müdür ve memurlarının ve olmayan yerlerde mahallindeki en büyük mülkiye memurunun
seçeceği bir kişinin başkanlığında yerel müftü ve tevcih heyeti üyesinden
oluşacak heyetler tarafından yapılr. Bu heyetlerin verecekleri karar, evkaf
müdürü ya da memurları tarafından bir mütalea olduğu takdirde onun da ilavesi
ile vilayet makamına arzedilip vilayetçe uygun görüldüğü takdirde, aynen Umum
Müdürlüğe gönderilir ve Umum Müdürlüğün tasdiki ile katiyet kazanır.
Madde 3Cami ve mescitlerin ihtiyaca göre tasnifi için her mahallede bulunan
bütün camiler:
aKaç vakitte ve hangi vakit namazlarına açık olduğu,
bCivardaki cami ve mescitlere olan
mesafesi ve bu camilerin adları,
cÇarşı ve pazar yerlerinde olup olmadığı ve cemaatinin derecesi,
dBüyüklüğü, minare ve şerefesinin adedi, tarihî ve mimarî değerinin olup
olmadığı ve sağlam ya da yıkık bir durumda bulunup bulunmadığı ve ülke haritası
itibariyle gelecek durumu.
Madde 4Cami ve mescitler üçüncü maddedeki esaslar içerisinde tesbit edildikten
sonra her hangi bir camiin tasnif içerisinde kalabilmesi için:
aBeş vakit açık bulunması,
bCemaatı olması,
cCivardaki camilerle arasındaki uzaklığın beşyüz metreden az olmaması,
dMamur olması,
eMemleket haritasına nazaran müstakbel vaziyetinin emin olması gerekir.
Madde 10Yukarıdaki esaslar içerisinde tasnif içinde kalacak camilerin
hademe kadrolarının tesbitinde:
aCami ya da mescidin genişliği,
bKaç vakit namaza açık bulunduğu,
cNamaz vakitleri dışmda da açık olup olmadığı,
dMüştemilatında devamlı sürette hizmeti gerektirir vazifesi bulunup bulunmadığı,
göz önünde bulundurularak imam, hatip, müezzin, kayyım ya da ferraştan ibaret
olmak üzere en az kaç kişi ile idare edilebileceği tayin edilecektir. (Bu tayinde
bundan önceki tasnifte kabul edilen sayının üzerine çıkılamaz.)
Madde 11Tasnif içinde kalacak cami ve mescitlerdeki hizmetlerden zaman ve
mekan bakımından birleştirilmesi kabil olanlar birleştirilecektir.
Madde 18Hizmetlerin daha iyi yapılması ve idare edilebilmesi için gerek
İlmî, gerek bedenî hizmet yapanlar aynı kent içinde olmak ve kazanılmış hakları
korunmak kaydiyle diğer cami ve mescitlere geçici olarak ya da sürekli olarak
nakil ve tahvile Umum Müdürlük yetkilidir. (İstanbul, Beyoğlu, Üsküdar, Kartal,
Adalar, Beykoz, Bakırköy ilçeleri ayrı ayrı kentlerden sayılır.)
Madde 20Vaiz, imam ve hatipler görev dışında mesleki kisve ile de
bulunabililerse de bu takdirde siyah ve koyu renkte bir cübbe ya da dizlerinden
aşağı onbeş santimden az olmamak üzere düz yakalı ilmiye ceketi giyebilirler,
yalnız bu kıyafetle çuval, büyük teneke, küfe gibi halkın gözünde küçültücü
olabilecek şeyleri taşıyarak, bulunduğu mevkinin şerefini düşürecek şeylerden
kaçınmağa mecburdur. 201
22 Nisan 1935 yılında yeniden hazırlanan Cami
Hademesi Nizamnamesi'nde yine bazı değişiklikler yapılmıştır. Bu nizamnamenin
2. Maddesine göre, cami ve mescid görevlilerinin, görevlerini ne şekilde
yaptıkları, tavır ve hareketlerinin mes--------------------------------------------------------------------------------
lekleri ile uygun olup olmadığım teftiş ve murakabesi Evkaf Umum
Müdürlüğüne verilirken; vaizlerle hatiplerin vaiz ve hutbelerinin murakabesi
ise Diyanet İşleri Başkanlığına veriliyordu. 9. Maddesine göre ise, cami ve
mescid görevlilerinin, görevlerini ne şekilde yapmaları gerekeceği Evkaf Umum
Müdürlüğünce hazırlanan bir talimatname ile tayin olunuyordu. 12. Maddesine
göre de Encümenlerin yapacağı işler belirtiyor ve buna göre:
aİmtihan yapmak ve sonucu tesbit etmek,
bGörevlinin göreve alınması ya da görevden çıkarılması konusunda karar
vermek,
cİnzibatî cezalar için karar vermek,
dGörevli hakkında şikayetleri incelemek ve
sonuca göre karar vermek,
eİzinler ve değiştirmeler hakkında karar
vermek. 211 [382]
[383]
C) 1935 Yılında Çıkarılan Kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatı
ve Görevleri
14 Haziran 1935 yılında "Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatı ve
Görevleri Hakkında kanun" kabul edilmiştir. 2800 sayılı kanun olarak
belirtilen bu kanunun maddeleri şöyledir:
Madde 1Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatı bir başkanın idaresi altında
merkezde: Müşavere Heyeti, Zat İşleri Müdürlüğü, Yazı İşleri Müdürlüğü ve
Mushaflar Tetkik Heyeti'nden; Taşra'da: Müftü, müsevvid, vaiz ve dersiamlardan
oluşur.
Madde 2Birinci maddede yazılı teşkilatın herbirine ait görevleri bir
nizamname ile tayin olunur.
Madde 3Diyanet İşleri Başkanı, Başvekilinin inhası üzerine Cumhurbaşkanı
tarafından tayin olunur.
Müşavere heyeti üyesinin İslam akaidi ve dinî ilimlerde ihtisası bulunan
alimler arasından seçilmesi şarttır.
Yukarıdaki bölümler dışında kaları
memurlar Başkanlık tarafından tayin olunur.
Madde 4Her il ve ilçe merkezinde Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı birer
müftü bulunur.
Müftülük boşaldığı zaman illerde valilerin, ilçelerde kaymakamların
başkanlığı altında bölgedeki dersiam, vaiz, imam ve hatiplerle belediye üyeleri
toplanarak müftülük için gerekli olan ilim
ve faziletli kişiler arasında gizli oy ile üç kişi seçerler. Seçim sonucuna
vilayetin özel düşüncesi de eklenerek vilayetin Diyanet İşleri Başkanlığı'na
bildirilir. Bu üç kişiden biri Başkanlık tarafından tercih olanarak tayin ve
memuriyeti bölgesine bildirilir. Başkanlık, seçilenlerden hiçbirini uygun
görmediği takdirde yeniden seçim yapılmak üzere geri gönderir.
Bölgede müftü seçilecek uygun kimse bulunmadığı anlaşıldığı zaman
doğrudan doğruya Başkanlık Makamınca gerekli vasıflara sahip müftü tayin edilerek
gönderilir.
Müftü müsevvidleri müftülerin inhası üzerine vilayetlerce tayin olunur.
Madde 5Devlet memurları maaşlarım
birleştiren ve eşitleyen 1452 sayılı kanuna eklenen 2 numaralı cetvelin
Diyanet İşleri Başkanlığı'na ait olan kısmı
yerine ekteki (A) işaretli teşkilat kadrosu konulmuştur.
Gerekirse bu kadroda yazı memurluklardan
birinde daha küçük derecede bir memurun istihdamı uygundur. Kendisine Devlet
memurları aylıklarım birleştiren ve eşitleyen kanunun uygun olan derecesinden aylık verilir.
Madde 6Bu kanun neşredildiği tarihten itibaren geçerlidir.
Madde 7Bu kanun hükümlerini icraya
Başbakan, İçişleri ve Maliye Bakanları görevlendirilmiştir.
[384]
(A) CETVELİ
Derece |
Memurivetin Nev’i |
Adedi |
Aylık |
1 |
Merkez Memurları Başkan |
1 |
150 |
5 |
Müşavere Heyeti Üye |
5 |
80 |
11 |
Mümeyyiz ve Kütüphane Memuru |
1 |
30 |
14 |
Katip |
1 |
20 |
7 |
Zat İşleri Mudurlugu Müdür |
1 |
55 |
10 |
Birinci Sınıf Mümeyyiz |
1 |
35 |
11 |
İkinci Sımf Mümeyyiz |
1 |
30 |
12 |
Tetkik Memuru |
2 |
25 |
|
|
|
|
TOPLAM 480
Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatı ve görevleri hakkındaki 14 Haziran
1935 tarihinde 2800 sayılı kanunun ikinci maddesine göre "Diyanet İşleri
Başkanlığı Teşkilatının Görevlerini Gösteren Bir Nizamname" yürürlüğe
konmuştur. [385]
Bu nizamnamenin birinci kısmı Merkez
Teşkilatı ile ilgilidir. Birinci maddesinde Diyanet İşleri Başkanlığının, İslam
Dininin itikat ve ibadete ait konularındaki hükümlerle görevli olduğu
belirtildikten sonra diğer maddelerde ise Merkez teşkilatında bulunan Müşavere
Heyeti'nin ve öteki müdürlüklerin görevleri belirtilir.
Müşavere Heyetinin görevleri 2. Maddede şu şekilde sıralanır:
aİbadetler, itikatlar ve Medenî Kanunun neşrinden önceki zamana ait vasiyet
ve miras gibi konularla ilgili sorulacak ve Başkanlık tarafından havale
olunacak soruları tetkik ederek cevaplarını hazırlar.
bİslam Dininin itikad ve ibadetlerle ilgili konularında başkanlık
tarafından gerek görülen kitapları yazar ve Başkanlık tarafından havale
edilecek eserlere tetkik eder.
cBaşkanlık tarafından havale edilen evrakı tetkik ve bunlar hakkında
görüş bildirir.
dİl ve ilçelerdeki vaizlerin yaptıkları vaizler konusunda Başkanlığa
gönderilen vaiz özetlerini inceler ve gerektiğinde vaiz konularını belirler.
Üçüncü Maddede ise Zat İşleri Müdürlüğü ile ilgilidir:
"Zat İşleri Müdürlüğü, Başkanlığa bağlı bütün daire ve şubelerde
çalışan memur ve müstahdemlerin tayin, terfi, tahvil, becayiş, vekalet emrine
alınma, istifa, mezuniyet, taltif, cezalandırma, kanunî takibat icrası, emekli
ve askerliklerine ait işlerini kanun ve nizamnamelerin hükümlerine göre tedvir
eyler, dosyaları ve sicilleri tanzim ve muhafaza, mahrem tezkiye evrakını
koruma, maaş, harcirah vs. ait bütün tahukkuk işlemlerini ve emekli dul, yetim
ve vekalet emri maaşlarının tahsisi ile ilgili konuları yerine getirir.
Dördüncü madde, Yazı İşleri Müdürlüğünün görevleri ile ilgilidir.
aBaşkanlık makamına gelen ve bu makamdan giden bütün evrakın kayıt ve
tescili ile şevkini sağlamak,
bGenel evrakta ve şubelerde kayıt ve tescil muamelesini fiş usulü ile yapmak.
cGenel evraka gelen bütün yazışmalar için hangi tarihte geldiklerini ve
hangi sayı ile hangi daireye verildiklerini ilgililere verilmediğini, gecikip
gecikmediğini aramak ve gecikenlerin 15 günde bir listesini yaparak,
Başkanlığa görüş bildirmek,
dÖnemli ve gizli kağıtları, tenkit ve şikayetleri ait olduğu daireye
göndermeden önce gerektiğinde Başkan'a sunmak,
eBaşkanlık dairelerindeki evrak servislerini, evrakın sevk ve idaresi noktasından
gözetimi altında bulundurmak,
fEvrakla ya da doğrudan doğruya gelen paraları ya da değerli pul vs. ait
olduğu şubenin sorumlu memuruna zimmet ya da makbuz karşılığı vermek,
gBaşkanlık adına gelen gizli ve zata özel işaretli zarfları makamdan
alacağı izne göre açıp numaralandırarak nereye havale edildiği üzerinde yazılı,
kapak zarfla ve numara altında zimmetle genel evraka iade etmek
hGelen numune ve bütün matbuaları hangi mektuba ait olduğu anlaşıldıktan
sonra evrakına işaret ve yine zimmet karşılığında ait olduğu daireye sevk
etmek,
1-
Ayniyat muhasipliği ile levazım
işlerini Başkan adına gözetip kontrol etmekle yükümlüdür.
Beşinci Madde Ayniyat Muhasipliği ve Levazım Memurluğunun görevlerini
bekrtir:
aDairede bulunan demirbaş eşyayı belirleyip korumak ve ayniyat talimatnamesi
hükümleri içerisinde bütün Başkanlığa bağlı dairelerin ayniyatları hakkında
Muhasebe Divanına hesap vermek.
bDairelerin yakıt, su vs. ihtiyaçlarını belirtip dışardan alınacak
şeyleri Artırma ve Eksiltme ve İhale Kanunu hükümlerine göre sağlayıp ait
olduğu yerlere vermek,
cKırtasiye ihtiyaçlarını matbu talepnameler karışılığında Maliye
ambarından alarak gereğince dairelere dağıtmak ve eksikleri tahsisat içerisinde
ikmal etmek,
dBütün dairelerin temizlik ve buna benzer işlerini yaptırmak ve odacıları
arasında itaat ve düzeni sağlamak ve odacıların tayinini inha, gerekli duruma
göre de yerlerini değiştirmek.
Altına Madde Mushaflar Tetkik Heyetinin görevlerini belirtir:
"Mushaf Tetkik Heyeti Özel talimatnamesine göre bütün matbaalarda
basıları Mushafların (Kur'an) her türlü
yanlış ve hatadan arındırılmış olmasını sağlamak için her noktadan gereken
düzeltmeleri yapar ve basıldıktan sonra yanlış ve hatadan arındırılmış olduğunu
resmi mühürle tasdik eder.
Heyet tarafından düzeltmeler yapılmadan bastırılacak Kur’an'lar ile
cüzleri için Diyanet İşleri Başkanlığı'na bilgi verir."
Nizamnamenin ikinci kısmında ise, illerdeki teşkilatlardan bulunan müftü,
müsevvit, vaiz ve dersiamların görevleri belirtilmiştir.
Ü ve ilçelerde Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı bulunan müftülerin
görevleri 8 maddede şöyle sıralanır:
aİtikat ve ibadetler konusunda sorulacak meselelerin şer'i gereklerini
bildirmek
bİtikat ve ibadetlere ait işler konusunda ya bizzat vazederler ya da
vaizlere vaiz konuları düzenlerler.
cVaizlerle dersiamların vaizlerini gözetlerler.
dCami Hademesi Nizamnamesi gereğince, Cami görevlilerinin işlerine bakmak
üzere il ve ilçe merkezlerinde kurulacak encümenlerde bulunurlar.
eCamilerde ve mescitlerde ilmi hizmet görevlilerinin görevlerine yönelik
öğrenecekleri hususları encümenlere bildirirler,
fİtikatlara ve ibadetlere ya da Medeni Kanunun neşrinden önceki zamana
ait vasiyet ve miras gibi konular hakkında sorulacak sorulara gerekli cevapları
ya kafasından ya da Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan alacakları cevapları verirler,
gİslam dinine girmek için başvuranlara gerekli şekilde İslam dinini
telkin eder ve gereken vesikayı verirler.
Dokuzuncu Maddede Müftü Müsevvitlerinin görevleri belirtilir:
"Müftülerin görevlerine dair bütün muameleleri izhar, müftülük
kadrosunda katip ve muhasip bulunmadığı takdirde kayıtları tanzim etmek
müftülüğe ait demirbaş eşya defterlerini tutmak, müftülük kadrosundan aylık
alanların aylıklarının tahakkuk işlemlerini yapmak ve müftülerin izinli
oldukları ya da bulunmadıkları zamanlarda müftülük görevlerini yapmak."
Onuncu Madde vaizlerin ve dersiamların görevlerini belirtir.
"Başkanlık'tan alacakları talimat
ve konular içerisinde itikatlar ve ibadetler hakkında halka vaizlerde bulunup
her ay sonunda yaptıkları vaizlerin
konularını ve özetleri gösterir bir cetvel yaparak müftülük yoluyla Başkanlık
makamına gönderirler."
Onikinci Maddeye ise cami ve mescitlerde vaazeden vaiz ve dersiamların,
merkezde Diyanet İşleri Başkanlığı, il ve ilçelerde ise müftüler tarafından
vaiz vermeye izinli olduklarım gösteren birer vesikaya sahip olmaları
gerektiği belirtilir.
Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatı ve görevleri konusunda yeniden 5 Temmuz
1939 tarihinde 3665 sayılı kanun kabul edilerek, 1935 tarihli olan 2800 sayılı kanunun 3. Maddesine Diyanet İşleri
Başkan Yardımcılığı ekleniyor. Başkan yardımcısının da, Müşavere Heyeti
üyeleri, Zat ve Yazı İşleri Müdürleri gibi, Diyanet İşleri Başkanı tarafından
seçilip Başbakan'ın inhası ve Cumhurbaşkanının tasdiki ile tayin olunacakları
belirtiliyordu. [386]
Daha sonra yine, Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatı ve görevleri
konusundaki 2800 sayılı kanunda değişiklik yapılarak kabul edilen 3665 Sayılı
kanunda da 23 Mart 1950 tarihinde kabul edilen 5634 sayılı kanun ile
değişiklikler yapılmıştır Z[387]
5634 Sayılı kanun ile Diyanet İşleri Başkanlığı Merkez teşkilatı; Bir Başkanın yönetimi
altında başkan Yardımcısı, Müşavere ve Dinî Eserler İnceleme Kurulu, Zatişleri
Sicil ve Levazım Müdürlüğü, Yazı işleri ve Evrak Müdürlüğü, Yayın Müdürlüğü,
Hayrat Hademesi İşleri Müdürlüğü ile Mushaflar İnceleme Kurulundan oluştuğu
belirtilirken; illerdeki teşkilatı ise Müftülük ve ona bağlı teşekküllerden
oluştuğu gösteriliyordu. (Birinci Madde)
Bu kanunun beşinci maddesi ile "Hayrat hademelerinin (cami
görevlileri) tayin, nakil ve görevden alma işleri her il ve ilçe müftüsünün
başkanlığı altında Diyanet İşleri Başkanlığınca yörelerinden seçilecek iki
kişiden oluşan bir komisyon tarafından yapılır. Komisyonların kararı, Diyanet İşleri
Başkanlığının onayı ile kesinleşir. Bu göreve ilk defa alınacakların, adı
geçen komisyon huzurunda sınava girip kazanmış olmaları şarttır. Smavda eşit
derecede başarı sağlayanlar arasında imam ve hatip kursunu bitirenler tercih
edilerek tayin olunurlar. İllerde hayret hademelerinin kontrolü müftülerce
yapılır" şeklinde ve Altıncı Maddesi ile de "köylerde imamlık
yapabilmek, Diyanet İşleri Başkanlığının veya bu makamın yetkili kıldığı
müftülerin yazılı iznine bağlıdırlar" şeklinden Diyanet İşleri
Başkanlığına verilerek böylece öteki yetkililerle Diyanet İşleri Başkanlığı
arasında Cami görevlileri konusunda çıkan anlaşmazlıklar ortadan
kaldırılmıştır.
Bundan sonra yıldan
yıla Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatı genişletilmektedir, 1987 yılında ise
şöyledir [388]:
Başta Başkan ve Başkan
Yardımcısı olmak üzere,
1-
Din İşleri Yüksek Kurulu
Başkanlığı
2-
Teftiş Kurulu Başkanlığı
3-
Mushafları İnceleme Kurulu
Başkanlığı
4-
Hukuk Müşavirliği
5-
Araştırma Planlama ve
Koordinasyon Daire Başkanlığı aYönetimi Geliştirme Müdürlüğü bİstatistik Şube
Müdürlüğü
cPları
ve Bütçe Şube Müdürlüğü
6-
Din Hizmetleri Dairesi
Başkanlığı aİrşat Hizmetleri Şube Müdürlüğü bDin Hizmetleri Şube Müdürlüğü
cVakıf Hesaplama Şube Müdürlüğü
7-
Din Eğitimi Dairesi
Başkanlığı aDin Eğitimi Şube Müdürlüğü bHizmetiçi Eğitim Şube Müdürlüğü
cProgram Geliştirme Şube Müdürlüğü
8-
Hac Dairesi Başkanlığı
aHac İşleri Şube Müdürlüğü
bUmre İşleri Şube Müdürlüğü
cHac Eğitimi ve Rehberliği Şube Müdürlüğü
9-
Dini Yayınlar Dairesi
Başkanlığı
aDerleme ve Yayın Şube Müdürlüğü
bSürekli Yayınları Şube Müdürlüğü
cKütüphane Şube Müdürlüğü
10-
Dış İlişkiler Dairesi
Başkanlığı aDış İlişkiler Şube Müdürlüğü bYurtdışı Din Hizmetleri Şube
Müdürlüğü cYurtdışı Din Eğitimi Şube Müdürlüğü
11-
Personel Dairesi Başkanlığı
aAtama İşleri Şube
Müdürlüğü
bKadro Şube Müdürlüğü
cSicil Şube Müdürlüğü
dTahsis Şube Müdürlüğü
eDisiplin ve
Değerlendirme Şube Müdürlüğü 12İdare ve Mali İşler Dairesi Başkanlığı aİdarî ve
Sosyal İşler Şube Müdürlüğü bMalî İşler Şube Müdürlüğü
cMalzeme Şube Müdürlüğü
dGenel Evrak ve Arşiv
Şube Müdürlüğü eBasın ve Halkla İlişkiler Şube Müdürlüğü fDaire Mühendisliği
hDaire Tabibliği
13-
Döner Sermaye İşletme
Müdürlüğü
14-
Savunma Uzmanlığı
Taşra Teşkilatı ise şöyledir:
İl Müftülüğü, İlçe Müftülüğü ve Eğitim Merkezi Müdürlüğü Yurtdışı
teşkilatı:
1-
Din Hizmetleri Müşavirliği
aAteşelik
D)
Diyanet İşleri
Başkanlığının Kadro Yapısı
3 Mart 1340 (1924) tarih ve 429 sayılı Şer'iye ve Evkaf ve Erkanı Harbiye
Umumiye Vekaleti'nin İlgasına Dair Kanun ile Diyanet İşleri Başkanlığı
kurulmuştu. Yalnız bu kanunda teşkilat ve kadrolar gösterilmemiştir.
1927 yılma kadar Diyanet İşleri Başkanlığının kadro yapısı yalnızca Bütçe
Kanunlarmda maaş. ücret yekünü olarak gösterilmiştir. Buna göre, merkez
teşkilatında Başkan, Müşavere Heyeti ile merkez memurları ve değişik
hizmetliler; taşra teşkilatında ise müftü, müftü müsevvidi, müftü katibi,
müftülük müstahdemi, ilmi görevliler, dersiam, kürsü şeyhi, vaiz, cuma vaizi,
hafızlar muallimi ve hayratı şerife hademesi unvanları yer almış ancak kadro
sayıları gösterilmemiştir.
1927 yılı Bütçe Kanununda ilk kez Diyanet İşleri Başkanlığının merkez ve
taşra teşkilatlarının kadro yapısı unvan, adet maaş. ücret olarak
gösterilmiştir. Buna göre, Diyanet İşleri Başkanlığı merkez teşkilatında 57
aylıklı memur, 14 ücretli müstahdem; taşra teşkilatnıda ise 1373 aylıklı memur
ve 5728 ücretli müstahdem (5668'i hayrat hademesi) olmak üzere toplam 7172
kadro tahsis edilmiştir.
1928 Yılı Bütçe Kanununda ise, Diyanet İşleri Başkanlığı merkez teşkilatı
kadrosu 65, taşra teşkilatı kadrosu da 6251'dir. Bunların toplamı ise 6316'dir.
1929 yılında kabul edilen 1452 sayılı Devlet Memurları Maasatının Tevhid
ve Teadülüne Dair Kanuna ekli Diyanet İşleri Başkanlığı'nin sürekli aylıklı
memur kadroları gösterilmiş ve derece, unvan adet ve aylık olarak da
belirtilmiştir.
Ancak söz konusu Cetvel'de yer almayan, özellikle din hizmetleri ve
yardıma hizmetlerle ilgili öteki kadrolar (dersiam, vaiz, hıfz muallimi, hayrat
hademesi ve odaa), 1929 yılından 1970 yılma kadar barem dışı olarak her yıl
Bütçe Kanunlarına ekli "D" cetvellerinde gösterilmiştir. Buna göre
1929 yılı Bütçe Kanunu D Cetvelinde, Diyanet İşleri Başkanlığı Merkez teşkilatı
için 13; taşra teşkilatı için de 5546 adet kadro, barem dışı olarak tesbit
edilmiştir. Böylece Diyanet İşleri Başkanlığının genel kadro sayısı 1929
yılında 6097 olmuştur.
Evkaf Umum Müdürlüğünün 1931 Yılı Bütçe Kanunu ile, 1931 Yılı Haziran
ayından itibaren bütün cami ve mescitlerin yönetimi ve bunların görevlerine ait
eşlerle meşgul olma görevi de Evkaf Umum Müdürlüğü’ne verilmiştir. Bu uygulama
daha önce de belirttiğimiz gibi 1950 yılma kadar sürmüştür. Bunun için 1931
yılından itibaren Diyanet İşleri Başkanlığının toplam kadro sayısında büyük bir
azalma olmuştur. [389]
1935 yılında 2800 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilata ve
Vazifeleri Hakkında Kanun Eki cetvelde, daha önce belirttiğimiz gibi, merkez ve
taşra teşkilatı kadroları derece, unvan, adet ve maaş itibariyle yeniden
belirlenmiş, merkez teşkilatına 19 ve taşra teşkilatına 451 olmak üzere toplam
480 kadro verilmiştir. [390])
5 Temmuz 1939 tarihinde kabul edilen 3665 sayılı Diyanet İşleri
Başkanlığı Teşkilat ve Vazifeleri Hakkındaki Kanun'un ek cetvelinden Diyanet
İşleri Başkanlığının kadroları yeniden belirlenmiş, ancak bu kanunun üçüncü
maddesi gereğince 5656 sayılı Genel Kadro kanununun eki cetvel kaldırılarak;
yerine 3665 sayılı kanuna bağlı cetvel konulmuştur. [391]) Ayrıca
7. 7. 1939 tarihinde kabul edilen 3711 sayılı Hatay Vilayeti Kurulmasına Dair
Kanun Eki Cetvel'de, Hatay ili ve ilçelerinin müftülüklerinin teşkili için,
teşkilat kadrolarına eklenmek üzere 6 müftü, 1 müftü müsevvidi, 4 vaiz ve 2
katip kadrosu, ayrıca 1939 Yılı Bütçe kanununa eklenmek üzere de 6 hademe
kadrosu oluşturulmuştur. Bundan başka çeşitli yıllarda yeni ilçelerin kurulması
ile müftü kadroları artırılmıştır. 3
1950 yılında yürürlüğe giren 5634 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı
Teşkilat ve Vazifeleri Hakkındaki 2800 sayılı Kanunda Bazı Değişiklikler
Yapılmasına Dair olan 3665 sayılı Kanuna
ek Kanun'a ekli D cetvelinde Diyanet İşleri Başkanlığının Merkez ve taşra
teşkilatı kadroları yeniden belirtilmiş; merkez teşkilatına 52, taşra
teşkilatına 889 kadro verilmiş ve 3 sayılı cetvelde de görüldüğü gibi 4503
kişilik imam, hatip, müezzin ve kayyumdan oluşan hayrat hademesi kadrosu da
Vakıflar Genel Müdürlüğünden alınarak Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanmıştır.
Ayrıca 5634 sayılı Kanunla ilk kez 24 adet gezici vaizlik ihdas edilmiştir.
Böylece Diyanet İşleri Başkanlığının merkez kuruluşunda görevli sayısı 52,
taşra kuruluşunda 889 ve hayrat hademeleri 4503 kişi olmak üzere toplam
görevli sayısı 4444 kişiye yükselmiştir. [392] [393]
Bu sayı yıldan yıla artarak devam etmiştir. 1987 yılında Diyanet İşleri
Başkanlığının toplam kadro sayısının 84.332 kişi olduğu görülmektedir. *
E)
Diyanet İşleri
Başkanlığının Kuruluşundan Sonra Devletin Bazı Konularda Yaptığı
Değişikliklerin Diyanet Sahasına Etkileri
Diyanet İşleri Başkanlığı kurulduktan sonra kendisine görev olarak
verilmiş olan, itikat, ibadet ve ahlak konularının dışma çıkmamaya, siyasî,
İdarî ve muamelatla ilgili konulara karışmamaya özen göstermiştir. Siyasetle
ilgili konularda sık sık kendi elemanlarını uyarmış ve siyasete karışmalarını
önlemiş [394] [395]
ve İdarî konulara karışanlara gerekli tenbihlerde bulunmuş Muamelatla ilgili
konularda soruları sorulara ise,
özellikle bu soruların daha çok miras, nikah, talak konularında olduğunu
gördük, Diyanet İşleri Başkanlığının verdiği cevaplarda Medenî Kanun (%n
neşrinden önce meydana gelen miras, nikah, talaka ait soruları müftülerin dinî
açıdan cevaplandırabileceklerini yalnız Medeni Kanunun kabulünden sonra meydana
gelen ve muamelatı ilgilendiren bu konularda müftülerin görevli olmadıklarını,
bu gibi işlerin adliyeye ait olduğunu bildirmiştir. [396]
Diyanet İşleri Başkanlığı Kurulduktan sonra, İslam devletlerinde vergi
olarak toprak ürünlerinden alman Aşar usulu 23. 2. 1341 (1925) tarihli ve 552
sayılı kanunim kabulu ile kaldırılıyor ve yerine yeni vergi sistemi
getiriliyor. [397]
Medenî Kanun kabulü ile birlikte, 1 Mart 1926'da kabul edilen ve 13 Mart
1926'da Resmi Gazete'de yayınlanan ve 1 Temmuz 1926 yılından itibaren yürürlüğe
konan Türk Ceza Kanunu kabul ediliyor.
Bu kanunun 163. Maddesine göre, dinî veya dinî hissiyâtı veya dinen mukaddes
tanınan şeyleri alet ederek her ne suret ve sıfatla olursa olsun devletin emniyetini
ihlal edebilecek harekete halkı teşvik veya bu bapta cemiyet teşkil edenler
teşvikat ve teşkilatın bir güna fiili eseri çıkmamış olsa bile muvakkat ağır
hapse mahkum olurlar.
Böyle bir cemiyete girenler 313. maddeye
göre cezalandırılırlar.
Dini efkar ve hissiyata müstenit siyasî cemiyetler teşkil edilmez. Bu
gibi cemiyetler dağıtılır ve teşkil edenlerle azaları birinci fıkra mucibince cezalandırılır. [398]
Türk Ceza Kanunun ve daha önce söz ettiğimiz tekke, zaviye ve türbelerin
kapatılması ile ilgili kanunun kabul edilmesinden önce Şeyh Sait İsyanı meydana
gelmişti. Doğu'da bir tarikat şeyhi olduğu için kendisine Şeyh Said denilen
kişi 13 Şubat 1925 tarihinden itibaren, dinî ve hilafeti kurtarmak, şeriatı
yaymak amaciyle "Halife sizi bekliyor, Hilafetsiz müslümanlık olmaz,
Hiçbir Halife memleketten çıkarılamaz. Şiarımız dindir, Şeriat isteyiniz"
gibi telkinlerle Doğu'da halkı ayaklandırmış ve o dönemde İngiltere'den de
destek görmüştür. Çok kan dökülerek bastırılan
bu isyandan sonra, İstiklal Mahkemelerinde yargılanan isyancılar idam
edilmişlerdi. 37 İngiltere'nin Şeyh Said'e destek vermesinin
amacı, henüz bir çözüme ulaşmayan Musul Meselesini kendi isteği doğrultusunda
çözmek için, Türkiye'ye sürekli şekilde böyle büyük olaylarla uğraştırarak
kendi amacına ulaşmaktı ve bunda da başarılı olmuştur.
Ankara Hükümeti bu ayaklanmanın etkisi ile olsa gerek, tekke, zaviye ve
türbeleri kapatarak şeyhliklere son vermiş ayrıca Türk Ceza Kanunu’nun 163. maddesi
ile de halkın siyasî duygularını istismar eden ve bu konuda cemiyetler kuracak olan kişiler hakkında da gerekli azaları koymuştur. [399] [400])
Türk Ceza Kanunun 175,176,177. Maddeleri ise, din hürriyeti aleyhine olan suçlara ilgili olarak şöyledirler:
Madde 175Herkim devletçe tanınmış olan
dinlerden birini tahkir maksadiyle dini işlerin yahut ibadet ve ayinin
icrasını men veya ihlal ederse bir aydan altı aya kadar hapis olunur ve 30
liradan ikiyüzliraya kadar ağır ceza parası alınır.
Eğer bu fiilin işlenmesi zamanında zor ve şiddet ve tehdit veya tahkir
vaki olmuş ise fail üç aydan üç yıla kadar hapis ile cezalandırılır. Din ve
mezheplerden birini tezyif ve tahkir yolunda neşriyatta bulunanlar bir aydan
altı aya kadar hapis ile cezalandırılır.
Madde 176Bir kimse devletçe tanınmış olan
dinlerden birini tahkir maksadiyle mabetlerde bulunan eşyayı yıkar veya
bozar yahut diğer bir surette zarar verir yahut ruhanî memurlar hakkında şiddet
istimal yahut onlara karşı hakaret eder ve dil ile tecavüz eylerse, üç aydan üç
yıla kadar hapis yahut elli liradan yüz liraya kadar ağır ceza parası ile
cezalandırılır.
Ruhanî memurların vazifelerini icra esnasında veya vazifelerini icradan
dolayı bir cürüm irtikap olunduğu takdirde bu cürmün kanunen muayyen olan cezası alfada bir miktarı artırılır.
Madde 177Bir kimse ibadethanelere konulmuş olan abide ve sair bu gibi eserleri veya
kabristanlardaki mahlukatı bozar veya mezarları tahrip ederse iki aya kadar ve
otuz liradan yüz liraya kadar ağır ceza parası ile cezalandırılır. 3
1 Kasım 1928 tarihinde kabul edilen ve 3 Kasım 1928 tarihinde ise
neşredilen 1353 sayılı kanunla yeni türk harfleri kabul edilmiştir. Bu kanunun
birinci maddesine göre, şimdiye kadar Türkçeyi yazmak için kullanıları arap harfleri yerine latin esasından alman
harfler kabul edilmişti ve ikinci maddesine göre de bu kanunun neşri tarihinden
itibaren de devletin bütün daire ve kuruluşlarmda, bütün şirket, cemiyet ve
özel kuruluşlarda Türk harflerinin kullanılması zorunlu kılmıyordu. [401]
[402])
Daha sonra 22 Eylül 1929 yılında Millet Mektepleri Talimatnamesi kabul
edilerek 16 Ekim 1929 tarihinde Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe
giriyordu. Bu talimatnamenin dördüncü maddesine göre de, okuma yazma bilmeyen
ya da arap harfleri ile okuma yazma öğrenmiş olan vatandaşlara, yeni türk harfleri ile okuma
yazma öğretmek için her yıl 1 Kasım'dan başlayarak Şubat sonuna kadar süren
dershaneler açılıyordu. [403]
Bundan sonra bir türkçeleştirme hareketi başlıyordu. Bu arada imam ve hatiplerin
de yeni türk harfleri ile okuma yazma öğrenmeleri şart koşuluyor ve bu konuda
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından da gerekli uyarılann yapıldığını görüyoruz.
[404]
Daha sonra imam ve hatiplerin türk
harflerini öğrendiğine dair bir vesikaya sahip olmaları aksi halde görevlerine
son verileceği konusunda valilik ve kaymakamlık makamları tarafından da
kendilerine tebliğ edilmektedir. 42 Bu durum karşısında zor durumda kaları Diyanet İşleri Başkanlığı ise, zaten boş
camiilere imam ve hatip bulmakta zorlandığım şu anda Türk Harflerinden
yapılacak sınavda başarısız olacakların işten el çektirilmeleri durumunda ise
pek çok camiinin imam ve hatipsiz kalacağım, buna meydan verilmememsi için
biraz daha sürenin verilmesini istemektedir. 43)
10. 10. 1936 tarihinde ise Diyadin Müftülüğünden gelen bir yazı konusunda
Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere Kurulu aşağıdaki kararı almıştır:
"Yeni Türk yazını bilmeyen kasaba ve köylerde bulunan imamların,
imamlik vazifesini yapmaları kanunen caiz olamayacağından dolayı ilçebaylıkça
(kaymakamlık) bütün köy imamlarının vazifelerine nihayet verildiği ve bundan
böyle vukubuları cenazelerin teçhiz ve
tekfinlerini yapacak kimse kalmayıp, bilakis şimdi köylerde vaki olan cenazeler günlerce yerde kaldığı hakkında
Diyadin Müftülüğünden gelen 10. 10. 1936 tarih ve 9 numaralı tahrirat tetkik ve
mütalaa olundu.
Aidiyeti ciheti ile Vakıflar Umum Müdürlüğüne tevdii münasip olacağı tezekkür
kılmdı.24.10.1936"[405]
[406]
[407]
Bu arada yine bazı bölgelerde polis tarafından cenaze salası verilmesi ya
da okulların kapatılmasından soma velilerin istekleri üzerine çocuklara Kur'an
öğretilmesi gibi bazı yasaklamalar ve tutuklamalar oluyor.
12. 8. 1929 tarihli ve 528 sayılı kararda [408] cenaze
salası ile ilgili olarak şöyle denmektedir:
"Bir asırdan fazla zamandan beri hürriyet ve medeniyet yolunda hatve
endazi terakki olan muasır hükümetlerde
ile ölü vukuunda kiliselerde matem çam çalındığı meşhut ve bu hali
takdiredenler yok farzedilse bile tenkit eyleyenlere tesadüf edilmezken,
meyyitin (ölünün) ehibbasmı (sevenlerini) keyfiyetten haberdar ederek merhuma
karşı son vazife-i ihtiram ve insaniyi ifaya davet mahiyetini de haiz ve
medar-ı tesanüt olmak üzere verilen, bugün hükümet merkezimizde de hürmetle
telakki edilen cenaze vukuunda verilegelen meyyit salasının verilmesinde maddî
ve manevî hiçbir zarar melhuz ve meşhut olamayacağını cevaben işarı tezekkür
kılındı. 12. 8. 929"
Diyanet İşleri Reisi
Rifat
Gaziantep'te ise okulların kapanmasından sonra, Şeyh Fetullah Camii İmamı
Fetullah Efendi’nin velilerinin istekleri üzerine Kur'an öğrettiği için
tutuklanması sebebi ile Müftülükten gelen yazı için Diyanet İşleri Reisliği
Müşavere Heyetinin aldığı karar şöyledir [409] :
"Mumaileyhin (sözkonusu kişinin) hareketi vakıası mektep kuşadiyle
(açarak) tedris mahiyetinde olmayıp, tatil esnasında müzakere mahiyetinde
olduğundan uhdesindeki cihetin ref’ini iltizam etmiyeceğinin cevaben işarı
tezekkür kılındı. 25.10. 931"
Diyanet İşleri Reisi
Rifat
Yeni Türk harflerinin kabulünden sonra 23 Aralık 1931 yılında kabul
edilen ve 4 Ocak 1932 yılında Resmî gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren
"Arap harfleriyle tedrisat yapmak için gizli veya aleni dershane açanlara
dair olan talimatnamenin yürürlüğe
konduğu hakkında kararname" çıkarılıyor. Bu kararnameye göre:
Madde 1Türk harflerinin kabul ve tatbikma dair olan 1 Teşrinisani (Kasım) 1928 tarih ve 1353
numaralı kanunun 9. maddesi hilafına olarak Arap harfleri ile ted-
risat yapmak için gizli veya alenî dershane açanlar ve bu dershanelerde
tedrisatta bulunanlar 1 Mart 1926 tarih ve 765 numaralı Türk Ceza Kanununun
526. maddesi mucibince tecziye olunacaklardır.
Madde 2Bu talimatname her yerde en büyük mülkiye memuru tarafından usulu
dairesince halka ilan olunacaktır. [410]
Bu arada Arapça hutbe okuyanlara [411]
[412]
[413]
[414]
ya da Arapça okuyupta Türkçesini
okumayanlara gerekli uyarılar yapılıyor. Ezan ve ikamet konusunda ise, Berlin
Sefaret ve Türk Kulubü İmamından Dahiliye Vekaletine gelen dilekçeye, Diyanet İşleri
Rişaseti Müşavere Kurulu şu cevaplar vermektedir
"İmamların vazifesi şimdiye kadar yazılmış olan Arapça ve Türkçe kitaplarda mufassaları mezkur olmakla onlardan takip edilmesinin ve
Türkiye Cumhuriyetinde olduğu gibi ezan ve ikametin ve namaz haricindeki
Bayram tekbirlerinin Türkçe icra edilebileceğinin mumaileyhe tebliği ve Dairede
bulunan Türkçe kitaplardan birer adet gönderilmesi münasip olacağı tezekkür
kılındı. 22. 7. 934"
Diyanet İşleri Reisi
Rifat
Kur'an'ın yeni türk harfleriyle yazarak millet mekteplerinde okuyanlara
sunmak isteyen bazı kişilere bunun mümkün olamayacağı konusunda cevap
verilmiştir. (51) Buna rağmen İstanbul'da Hilmi Bey adında bir
kitapçı tarafından bastırılan Kur'an
konusunda Diyanet İşleri Başkanlığının raporu şöyledir: "Melfuf levhadaki
huruf ile Kur'an'ın tahriri fevkalade önemli bir mesele olup bununla yazılacak
bir Kur'an'ın nüshalarında imla itibarı ile birçok tahrifata, kalafata
sebebiyet verilerek Kur'an'ın sahih ve salim bir şekilde teminini tahririne ve
zuhur edecek mubayenetlerin tashihine imkan bulunamayacağını ve bununla beraber
mezkur levhadaki rüsuma nazaran mütevatir ve meşhur olan vucuhu aşere vs.nin uygulanması zor bir hale
gelmesi icap etmekle beraber vucuh ve tecvide mutabık bir surettte Kur'an'ı
okumayı temine de gayri kafi olduğu; dini ve ilmi birçok eksikliklerle beraber
Cumhuriyet Hükümetimizin resmen kabul ve itina ile uygulamakta olduğu muayyen
şekillerdeki harfleri ve rusumu istendiği gibi değiştirmek ve artırmak da tabii
olarak uygun görülmeyeceği tarzında mütalaa beyan edilmiş olan mezkur levhanin yüce makamlara arzedilmeğe
gerek görülmemiştir. Kur'an yalnız bu işle meşgul olmak üzere Hükümetin resmen
kabul etmiş olduğu Mushaflar Tetkik Heyeti'nin tetkik ve tasdikinden
geçirmeden bir takım tağşisat ve tahrifata sebebiyet vermiş olan Hilmi Bey hakkında lazım gelen mumelenin
takdir ve tatbiki Yüce Başvekalete ait olacağı tezekkür kılındı. 28. 5.
932" [415] [416]
Yine aynı kişi tarafından 1931 yılında Mızraklı Köy İlmihali ve Din
Kitabı adı altında bastırılan Türkçe
eserler konusunda da, Kur'an'a mahsus bazı harf ya da işaretler kabul
edilinceye kadar Kur'an ve Hadis'in yine eski harflerle yazılmasının zarurî
olduğu, aykırı davrananlar hakkında gerekli muameleye tevessül edileceği ve
Mushaflar Tetkik Heyetine müracaat etmeksizin Kur'an ve cüzlerini basanlar
hakkında gerekli kanunlara başvurulacağı bildirilmiştir. $3)
F)
Diyanet İşleri
Başkanlığının On Yıllık Faaliyet Raporu
2.
1. 1933 tarihinde Başvekil
İsmet Paşa, Diyanet İşleri Başkanlığına bir yazı göndermiştir.[417]
İdarenin geçen on sene zarfında yaptığı işleri ve alman netice ve
randmanı gösterir mufassal bir raporun mümkün süratle tanzim ve tevdiini rica
ederim efenim. 2.1. 933
Başvekil
İsmet
Bu yazıyla Diyanet İşleri Başkanlığı 10. 1. 933 tarih ve 48 sayılı yazısı
ile şu bilgiyi veriyor.
Başvekaleti Celileden varit 2. 1. 1933 tarih ve 6. 49 No tezkerenin bir
sureti leffen tevdi kılınmıştır. 10 sene zarfında yapıları işler hakkında mufassal bir raporun sür'atle
tanzim ve tevdii luzumu beyan olunur efendim.
Diyanet İşleri Reisi
Rifat
Müşavere Heyeti'nin başlıca vazifeleri, Riyaset Makamından buyuruları her çeşit evrakı tetkik ve muktazi kararları
Riyasete arz etmektir. Riyasetin teşekkül tarihi olan 1340 (1924) senesinden bu güne kadar
Heyetimize 8.863 dinî vazife eshabına, 3.206’sı dinî meselelere, 1.767’si de
vaizlerden gelen vaiz mevzularını tetkike ait olmak üzere 13.836 evrak havale
buyurulmuş ve bunlar Heyetçe tetkik edilerek usulünce Riyaset Makamına takdim
olunmuştur.
Bundan başka Erkanı Harbiye Umumiye Riyasetinin talebi üzerine askere din
dersleri ve hatipler için Türçe hutbe kitabı ve bir de ahlak dersleri tertip ve
tap ettirilmiştir. Buharî şerifin tap edilmiş olan ikinci cildinin de yine Heyet üyeleri
tarafından tetkik edilmiş olduğu arz olunur efendim. 19.1. 933
G)
T.C. Anayasalarında Din ve
Diyanet İşleri Başkanlığı ile İlgili Maddeler
Daha önce 1 Mart 1926 tarihinde kabul edilen ve 13 Mart 1926 tarihinde
Resmî gazetede neşredilen Türk Ceza Kanunundaki dini konulardaki maddelerinden
bahsetmiştik. Burada ise Anayasalarda yer aları
din ve Diyanet İşleri Başkanlığı konularındaki maddeleri belirteceğiz.
20 Nisan 1340 (1924) tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu(anayasa)un ikinci
maddesinde "Türkiye Devletinin" dini İslam dinidir" cümlesi
konmuştu. Daha sonra 3. 2.1937 tarihinde bu ikinci madde değiştirilerek,
"Türkiye Devletinin dini İslam dinidir" cümlesi çıkarılmış ve
"Türkiye Devletinin, Cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve
inkılapçıdır" cümlesi eklenmişti. 75. maddesindeki, "Hiçbir kimse
mensup olduğu din, mezhep, tarikat ve felsefî içtihadından dolayı muaheze edilemez.
Asayiş, adabı muaşereti umumiye ve kavanine mugayir olmamak üzere her türlü
ayinler serbestir" cümleleri ise 13 Şubat 1937 tarih ve 3115 sayılı
kanunla değiştirilerek, şu şekli almıştı: "Hiç bir kimse mensup olduğu
felsefi içtihat, din ve mezhepten dolayı muaheze edilemez. Asayiş ve umumî
muaşeret adabına ve kanunlar hükümlerine aykırı bulunmamak üzere her türlü
dini ayinler yapılması serbesttir." )
9.
7.1961 yılında kabul edilen
1961 Anayasası ise, din ve vicdan hürriyeti konusunda 19. maddede şöyle
demekteydi: "Herkes, vicdan ve dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
Kamu düzenine veya genel ahlaka veya bu amaçlarla çıkarılan kanunlara aykırı olmayan ibadetler, dinî ayin
ve törenler serbesttir.
Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve
kanaatlarını açıklamaya zorlanamaz. Kimse dini inanç ve kanaatlarından dolayı
kınanamaz." [418] [419])
1982 yılında kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 2. maddesinde
"Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı
içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta
belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk
devletidir", şeklinde belirtildikten sonra 14. Maddesinde de
"Anayasada yer aları hak ve
hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü
bozmak, Türkiye Devleti'nin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel
hak ve hürriyetleri yok etmek Devletin bir kişi veya zümre tarafından
yönetilmesini sağlamak veya dil, din ve mezhep ayırımı yaratmak veya sair
herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak
amacıyla kullanılamaz..." dedikten sonra 24. maddede de din ve vicdan
hürriyeti belirtilir: "Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine
sahiptir. 14. madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve
törenler serbesttir. Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini
inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden
dolayı kınanamaz, suçlanamaz. Din ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetim
ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim
kuramlarında okutuları zorunlu dersler
arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin
kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcilerinin talebine bağlıdır. Kimse,
Devletin sosyal, ekonomik siyasî veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din
kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama
amacıyla her ne suretle olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince
kutsal sayıları şeyleri istismar edemez
ve kötüye kullanamaz."
Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili olarak 1961 Anayasasındaki 154.
maddede "genel idare içinde yer aları
Diyanet İşleri Başkanlığı özel kanunlarda gösterilen görevlerini yerine
getirir" denilmekteydi.
Daha sonra 22. 6. 1965 tarihinde kabul edilen ve 2. 7. 1965 tarihinde
yayımlanarak yürürlüğe giren 633 sayılı kanunun birinci maddesinde "İslam
dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din
konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere, Başbakanlığa
bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı Kurulmuştur" denilmektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığının 1961 Anayasasının 154. maddesinde yer alması
ve 663 sayılı kanunla da kendisine çeşitli kanuni görevler verilmesi Devletin
din işleriyle uğraşması demek olduğu, din işlerini yürüten bir devletin laik
devlet kavramını dışında kalacağı ileri sürülerek, Devlet Memurları Kanunun
değişik 36. maddesindeki "Din Hizmetleri Sınıfı" ile ilgili
hükümlerinin 633 Sayılı kanunun, Anayasanın laiklik ilkesine aykırı olduğu
iddiasıyla, zamanın Birlik Partisi tarafından Anayasa Mahkemesinde iptal davası
açılmıştı.
Anayasa Mahkemesi tarafından bu dava incelendikten sonra 15 Haziran 1972
tarih ve 14216 sayılı Resmi Gazetede şu görüşler ortaya konuyordu:
"Anayasanın 154. maddesi (Genel idare içinde yer aları Diyanet İşleri Başkanlığı özel kanunda
gösterilen görevleri yerine getirir) hükmünü koymuştur.
Diyanet İşleri Başkanlığı, dini bir teşkilat değil, anayasanın 154.
maddesinde saptandığı üzere genel idare içinde yer almış idari bir teşkilat
durumundadır ve bu teşkilata mensup kişiler de 154. maddede sözü geçen özel
kanun ve dolayısıyle 154.
57. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 1982, s. 20-27 madde hükmünce
memur niteliğinde sayılmışlardır. Bu durumun bir Anayasa hükmü gereği olması
dolayısıyla da Anayasanın 117. maddesine aykırılıktan söz edilemez.
Diyanet İşleri Başkanlığının Anayasada yer almasının ve mensuplarının
memur niteliğinde sayılmasının yukarıdaki bölümlerde açıkladığı üzere birçok
tarihi nedenlerin, gerçeklerin ve ülke koşullarıyle ihtiyaçların doğurduğu bir
zorunluk sonucu olduğunda kuşku yoktur. Anayasanın 154. maddesinin gerekçesinde
(Dini inanç ve kanaat hürriyetini, temel hak ve hürriyetler arasmda ilan eden, ibadet ve dini törenlerin serbestisini
teminat altına aları Anayasada sosyal
bir müessese olan dinin taşıdığı önem
bakmmdan, Diyanet İşleri Başkanlığının özel kanunundaki görevleri yerine
getireceği esasını muhafaza etmektir) denilmektedir.
Gerçekten, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Anayasa'da yer almasının
nedenleri Anayasamızmda kabul edilen laiklik düzen ve esaslarından ve bir
Anayasa hükmü olan 154. maddedeki, Diyanet
İşleri Başkanlığı'nın özel kanunda gösterilen görevleri yerine getireceği
yolundaki ibereden de anlaşılmaktadır.
Bunlara göre Diyanet İşleri Başkanlığının Anayasa'da yer alması şu
zorunluluk ve nedenlere dayanmaktadır:
Dinin Devletçe denetiminin yürütülmesi, din işlerinde çalışacak
kimselerin yetenekli olarak yetiştirilmesi yoluyla dini taassubun önlenmesi ve
dinin toplum için manevî bir disiplin olmasının sağlanması ve böylece Türk
Milletinin çağdaş uygarlık seviyesine erişmesi, yücelmesi ana ereğinin
gerçekleştirilmesi gibi nedenlere dayandığı gibi aynı zamanda toplumun
çoğunluğunun müslüman bulunduğu ülkemizde, dini ihtiyaçların karşılanabilmesi
için dini işleri görecek kişiler, mabet ve başka maddi ihtiyaçların sağlanması
ve bunların bakım gibi konulara yardım etmek nedenlerine de dayanmaktadır.
Devletin her içtimai müessesesinde olduğu gibi, içtimai bir müessese olan toplumun dini ihtilaçlarına yardım etmesinin
Anayasada yer aları ve nitelikleri
açıklanan laiklik esaslarına aykırı bir yanı bulunmadığı gibi Diyanet İşleri
Başkanlığı'nın Anayasada yer almasını da yukarıda açıklanan nedenlere dayanması
karşısında, laiklik ilkesine aykırı düştüğü kabul edilemez.
Yine bu nedenlerle Devletin bu alandaki yardımı ve Diyanet İşleri
Kuruluşu görevlilerinin memur sayılması, Devletin din işlerini yürüttüğü
anlamına gelmeyip ülke koşullarının zorunlu kıldığı ihtiyaca uygun bir çözüm
yolu bulmak erek ve anlamını taşımaktadır... Diyanet İşleri Başkanlığının,
Anayasa'nın 154. maddesinde yer aları özel
kanunun 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında
kanun olup bundan önceki yasalar ise 633 sayılı kanunun 41. maddesiyle kaldırılan yasalardır. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın
özel kanunda sayıları görevlerin
konusunu oluşturan işler bir Anayasa hükmüyle benimsenmiş bulunduğundan bunların
Anayasa hükmüyle benimsenmiş bulunduğundan bunların Anayasaya aykırı düşeceği
kabul edilemez."
Türkiye Cumhuriyetinin 1982 Anayasası ise, 136. Maddede, Diyanet İşleri
Başkanlığı ile ilgili olarak şöyle der: "Genel idare içinde yer aları Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi
doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe
dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunda gösterilen görevleri
yerine getirir."
Sonuç olarak 3 Mart 1924 yılında Şeriye ve Evkaf Vekaletinin kaldırıldığı
ve Hilafete son verildiği gün 429 sayılı kanunla kuruları Diyanet İşleri Başkanlığı, kurulduğu
yıllarda zayıf bir kadro, sınırlı bir görev ve maddî imkansızlıklar içerisinde uzun yıllar hizmet vermiş; bu arada
zaman zaman bazı kadroları ve görevleri küçültülmüş; daha sonra yeni kadrolar
ve yeni görevler verilerek kadroları ve görev alanları daha da geliştirilmiş
olarak Anayasa ve kanunların kendisine verdiği yetkiler doğrultusunda görevini
sürdürmektedir. [420]
[421]
SONUÇ
Hz. Peygamberin vefatından ile ortaya çıkan Hilafet meselesi konusunda
yaptığımız araştırmalarda vardığımız sonuca göre, Ehl-i Sünnet alimleri
müslümanlar üzerine "îmam (ya da Halife) tayininin vacip olduğu"
görüşünde birleşmektedir. Ayrıldıkları konular ise daha çok halifenin kimden
olacağı, nasıl olacağı, görevlerinin neler olacağı, neleri yapması gerekeceği
gibi hususlardır. Yani onlar halife olabilmenin şartları konusunda değişik görüşler ortaya
koymuşlardır. Halife seçimi ya da tayini konusunda ise hepsinin görüşü
"İman nasbetmek vaciptir. İçtima üzerine söz söylenmez" olmuştur.
Böylece Ehl-i Sünnet alimlerinin görüşleri doğrultusunda hilafetin
şartlarını taşıyanların daha çok "Hulefa-i Raşidin" denilen
halifelerin olduğu girülmektedir.
Hulefa-i Raşidin'den sonra hilafet Emevî ailesinin eline geçmiştir.
Emevîler hilafeti Emevî hanedanlığı haline getirmişler ve hilafet Emevî ailesi
içerisinde varlığını sürdürmüştür. Emevî ailesinden sonra ihtilalle iktidara
gelen Abbasîlerde Al-i Osman'da da aynı anlayış ve düzen içerisinde
varolagelmiştir.
Bu üç aile fertlerinden hilafet makamında bulunan kişilerden müslümanlar
tarafından seçilmemiş ya da tayin edilmemiş olsalar da gerçekten dirayetli ve
müttakî olanları olduğu gibi, aralarında halife olma şartlarını taşımayanlar da
bulunmuştur.
Ancak araştırmamızda kimlerin bu şartları taşıyıp kimlerin taşımadığı
konusunu tartışmadık; çünkü bu bizim konumuzun dışındadır. Buna karşılık
hilafetin tarihi seyrini ve son dönemindeki durumunu ele aldık; OsmanlIlarda
hilafet makamının fonksiyonunu ve Müslüman toplum yanındaki değerini geniş
olarak ortaya koyduk.
Aslında XIX. yüzyılda hilafet elinde bulunduran sünnî Osmanlı Devleti ile
şii İran Devletinden başka bağımsız müslüman devleti yoktur. Bu iki devlet de
emperyalist devletlerin göz diktikleri ve paylaşmak için can attıkları
devletlerdir. Bu emperyalist sömürgeci devletler, gerek Osmanlı devletini,
gerekse İran'ı paylaşmak konusunda ancak Birinci Dünya Savaşı sırasmda görüş
birliği sağlayabildiler.
Emperyalist sömürgeci devletlerin bu amaçlarım çok iyi bilen
ILAbdülhamit, kendi döneminde (1876 1909) İslam birliğini sağlamak için
halifeliğini de kullanarak bütün müslümanları İslam birliği altında,
emperyalistlere karşı birleştirmek için çaba sarfetmiştir. Yalnız AvrupalIlar,
Panislamizm dedikleri ve bugün bile öcü gibi korktukları bu birliği önlemek
için her yola başvurmuşlardır. Abdülhamit'in tahttan indirilmesi ile de, bu
yoldaki çabaların yerini daha çok milliyetçilik fikri almıştır. AvrupalIların
ne büyük korkularından biri olan ve bu
gün de korkusunu taşıdıkları "bütün Türk uluslarının birliği
düşüncesi" İttihatçıların, 1918'de 1. Cihan Savaşının kaybedilmesi
üzerine, iktidardan çekilmeleri ile son bulacaktır.
Evet Birinci Dünya savaşında bazı Araplar ve Hindistanlı müslümanlar ve
Rusya'daki bazı Müslüman Türklerin Osmanlı Devletine karşı savaştıkları
doğrudur. Yalnız bunun bazı nedenleri vardır.
Önce hiçbir hazırlık yapılmadan cihat ilanına kalkışılmıştır. Hatta
fetvalar ve beyannameler bütün müslüman ülkelerine dağıtılamamıştır. İletişim
ve haberleşme çok zayıf kalmıştır.
İttihat ve Terakki Partisi'nin uyguladığı yanlış politika ve uygulama
yüzünden Hindistan'daki ve Rusya'daki müslümanları ile Araplar arasında Osmanlı
Devletine karşı kırgınlıklar ve küskünlükler olmuştur. Bunda İngiliz
ajanlarının OsmanlIlar aleyhinde yaptıkları propagandaların ve Araplara
verdikleri milyonlarca sterlinlerin de büyük etkisi olmuştur. Bununla birlikte
pek çok Arabm Cihan savaşmda Türkleri destekledikleri Osmanlı ordusunda
düşmanlara karşı savaştıkları unutulmamalıdır.
Hintli müslümanların Türklere karşı savaşmasının nedenlerinin başında
İttihad ve Terakki Parti'sinin takip ettiği ırkçılık politikası gelmektedir. İngilizlerin
Osmanlı Devleti ve hilafet aleyhindeki propagandaları da Hintli müslümanların
tutumunda oldukça etkili olmuştur. İngilizlerin propagandalarının kapsamını
şöyle açıklayabiliriz: İngilizler, Hindistanlı müslümanlara yaptıkları
çağrılarda "dinsiz İttihatçılar Halifeyi hapsettiklerini ve İngilizlerin
de Halifeyi kurtarmak için operasyon düzenlediklerini" söylemişlerdir. Bu
savaşın dinî bir mahiyeti haiz olmadığma ve Osmanlı Padişahına ve Halifeye
dokunmayacaklarına dair Hindistanlı müslümanlara tamenat vermişler, Hindistanlı
müslümanlar da İngilizler'in Türkler'e ve İslam’a dokunmayacağına
inanmışlardır. Ayrıca ülkeleri Hindistan'ın özyönetime geçiceğini ummuşlardır.
İngilizler cephelerde İngiliz komutanlara itaat etmiyen Hindistanlı
müslümanları, derhal, hem de domuz derisinden yapıları iplerle asmışlardır.
Ne var ki, İngilizler'in oyunlarını anlayan bazı Hindistanlı müslümanlar,
Türkler'in yardımına koşmakta gecikmemişlerdir. Esaret alfanda olmalarım rağmen
"Hilafet Komitesi", "Cemiyet'ül-Ulemay-ı Hind"[422]
[423]*1
vs. gibi kuruluşlar oluşturarak Türkiye'ye büyük destek vermişler ve her yerde
Türklerle beraber olduklarım açıklamışlardır. Türklerin haklarını ve halifenin
haklarım korumaları için İngiltere'ye baskıda bulunmuşlardır; ayrıca Millî
Mücadele döneminde Türkiye'ye büyük miktarda para yardımında bulunmuşlardır. 11
T.B.M.M. Hükümeti Hindistanlı müslümanların maddî, manevî her türlü
yardımlarından, gerek Milli Mücadele döneminde gerekse Lozan Barış görüşmeleri
yapılırken, yararlanmıştır.
Milli Mücadele kazanılıp Lozan Barışı yapıldıktan sonra sıra Halife'nin
haklarının belirlenmesi meselesine gelince; Hindistanlı müslümanlar bu konuda
Ankara’dan bazı isteklerde bulunmuşlardır.
Halife'nin zamanla güç kazanarak T.B.M.M.nin ya da Cumhuriyet yönetiminin
yetkilerini ele geçireceğinden korkan Ankara Hükümeti ise, artık dışardaki
müslümanların Hilafet konusundaki isteklerde bulunmalarını hiç bir şekilde hoş
karşılamamıştır. Halbuki Hind ve Arap müslümanlar böyle düşünmemektedirler.
Halife'nin bütün müslümanlara ait olduğuna inandıklarından hilafet konusunda
isteklerde bulunmaya hakları olduğuna görüşünü paylaşmaktadırlar. Nitekim bu
Müslümanlar Hilafet merkezi olan Türkiye'ye
savaş ve barış boyunca her çeşit desteği vermişlerdir. Aslında T.B.M.M.
Hükümeti de başlangıçta Halife'nin bütün dünya müslümanlarının başkam olduğunu
kabul etmişti. Fakat barış yapıldıktan sonra T.B.M.M. Hükümetinin Halife ile
ilgili görüşleri bütünüyle değişmiştir. Artık, Ankara kendi gücünün üstünde bir
güç görmek’istememektedir. Bunu çözmenin de iki yolu vardı: Ya Halife'nin gücünü
T.B.M.M. de birleştirmek, ya da Hilafeti ilga etmek(kaldırmak). Saltanat,
Hilafet'ten ayrılırken, Hilafet'in Osmanlı ailesinden alınması için ir çaba
sarfedilirse de o anda bunda başarılı olunamaz ve tam tersine Hilafet, Osmanlı
ailesinde kalır. Artık bundan sonra yapılacak iş Hilafet’in kaldırılmasıdır.
Cumhuriyet yönetimi kabul edildikten sonra artık, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti
iki başlılıktan kurtulmak ve tam yetki sahibi olmak için halifeliği
kaldırmıştır. Böyle korkulu rüyalardan da kurtulunmuştur. Fakat Hilafet'in ne
kaldırıldığı ne de kaldırılmadığı açıkça ifade edilmekten çekinilmiştir.
Hilafeti kaldıran maddenin ifadesi şudur: "Halife hal edilmiştir. Hilafet,
Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mevcut olduğundan, hilafet makamı
mülgadır." Bu maddenin ilk cümlesinden Halife Abdülmecit'in hal edildiği
kesin olarak anlaşılırken Hilafet ile ilgili ikinci cümleden yalnızca hilafet
makamının kaldırıldığı, Hilafet'in ise "Hükümet ve Cumhuriyetin mana ve
mefhumunda esasen mevcut olduğu ima edilmeye çalışılmıştır; Hükümet ve
Cumhuriyetle devam ettiği bu konuda Mecliste tartışmalar yapılırken Tunalı
Hilmi Bey, bu kanun ile hilafetin kaldırılmadığım şu açıklaması ile ifade
etmektedir: "Hilafetin ilgası (kaldırılması) deniliyor arkadaşlar. Ben,
hilafetin ilgasını kabul etmiyorum arkadaşlar. Hilafet ilga edilmiyor.
Hilafetin makamı kaldırılıyor. Halbuki hilafet mevcuttur arkadaşlar. İmamet de
burada, hilafet de burada."
Aslında, T.B.M.M. Hükümeti, Milli Mücadele döneminde ve Lozan Barışı
görüşmeleri anında Hilafetin gücünden gerek içte ve gerekse dışta mümkün olduğu
kadar yararlanmıştır. Daha sonra ise kendisi için tehlikeli görerek ilga
etmiştir.
Şunu da belirtmek gerekir ki, Hilafet'in kaldırılması ile dış
müslümanların desteği yitirilmiştir. Mesela, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Musul
meselesinde İngiltere'ye karşı çok yalnız kalmıştır. İngiltere, bütün
isteklerini, rahatlıkla elde etmiştir. Hatta Doğu'da ayaklandırmalar çıkararak
Türk Hükümetini hayli uğraştırmıştır.
Hilafet ve Şer'iye ve Evkaf Vekaleti'nin kaldırıldığı gün, kuruları Diyanet İşleri Başkanlığı ile de din, devlet
gözetimi altına alınarak, müslümanlardan gelecek her hangi bir tepkiye engel
olunmuş ve müslümanların davranışları gözetim altına alınmıştır. Üstelik
başlangıçta Diyanet İşleri Başkanlığı'na verilen görevlerden bazıları daha
sonra Diyanet İşleri Başkanlığından alınarak Evkaf Umum Müdürlüğü'ne verilmek
suretiyle Diyanet İşleri Başkanlığı'ınn gücü oldukça azaltılmıştır.
BİBLİYOGRAFYA
Akgün, Seçil; Hilafetin Kaldırılması ve
Laiklik, Ankara, tarihsiz.
Akşin, Sina; Jön Türkler ve İttihat Terakki,
İstanbul, 1987.
------------ İstanbul Hükümetleri ve
Milli Mücadele, İstanbul, 1983.
Apak, Rahmi; Yetmişlik Bir Subayın
Hatıraları, Ankara, 1988.
Armaoğlu, Fahir; 2Ö Yüzyıl Siyasi Tarihi, Ankara,
1986.
Arnold, T.W.; The Califate, Oxford, 1967.
Asrar, Ahmed; Hilafetin OsmanlIlara Geçişiyle
İlgili Rivayetler, Türk Dünyası Araştırmalar Dergisi, 1983.
Atay, Hüseyin; 1914 Medrese Düzeni, İslami İlimler Enstitüsü Dergisi,
1982.
Ateş, İbrahim; Evkaf-ı Mumayun Nezaretince
Açıları İlk Yüksek Okulu, Diyanet
Dergisi, 1988.
Aybars, Ergim; İstiklal Mahkemeleri, İzmir,
1988.
Barthold, William; İslam Medeniyeti Tarihi,
(tercüme, ilave ve düzeltmeler: Fuat Köprülü) Diyanet İşleri Başkanlığı,
Ankara., 1991.
el-Belaziru, Futuhu'l-Buldan,
Çev.Mustafa.Fayda, Ankara. 1987.
Berkes, Niyazi; Turkish Nationalism and Westem Civizilation, New York
,1959
------------ Türkiyede çağdaşlama,
İstanbul, 1978.
Bil, Hikmet; Atatürkün Sofrasında, 1949.
Büyük İslam Tarihi, (Komisyon.) Hz. Eşref
Edip. İstanbul. 1967.
Büyük Türk Sözlüğü, İstanbul, tr.
Chanbers, Richard; Ottoman Ulema and the
Tanzimat, Scholars Samts and Sufist, ed. N.R. Keddie, Berkeley, 1972.
Danişment, İ. Hami; İzahlı Osmanlı Tarihi
Kronolojisi, İstanbul, 1972.
Diyanet İşleri Reisliği Müşavere Heyeti Karar
Defteri, 1927.
----------- 1341, Karar no: 2745.
----------- 1,1927, Karar no:
119,513,572.
----------- 1929, Karar no: 82,199,210, 293.
İkinci Karar Defteri, 1929, C.l, Karar no:
423,488.
Karar Kartunu, 1929, Karar no:
528,570,732,762,772.
Karar Defteri, 1929-1930, Karar No: 85,199.
Karar Defteri, 1931, C.l, Karar no:
268,324,437,439.
Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere Kurulu
Karar Defteri 1932, Karar no: 113,154.
----------- Karar Defteri, 1933, Karar
no: 185,194.
----------- Karar Defteri, 1934, Karar
no: 36.
Karar Defteri, 1935-1936, Karar no: 49.
Karar Defteri, 1930, Karar no: 74.
Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat Tarihçesi,
Ankara, 1987.
Doğrul, Ömer Rıza; İslam Tarihi, İstanbul,
1935.
Doğuşundan Günümüze Büyük İslam Tarihi,
(Komisyon) İstanbul, 1986.
Duda, W. Herbert; Hilafetten Cumhuriyete
Geçiş, (Çev. Abdurrahim Güzel) Ankara. 1989.
Düstûr, cilt 7, sayfa 113, 548-550; cilt 9,
sayfa 1146-1152; cilt 10, sayfa 3, 979, 930; cilt 13, sayfa 47,48,147,148; cilt
16, sayfa 724-727,1501-1504; cüt 19, sayfa 2326; cilt 20, sayfa 1552-1554; cilt
30, sayfa 38; cilt 31, sayfa 1612,1953-1957.
Ebu Zehra, Muhammed; Ebu Hanife, Çev.Osman
Keskioğlu. İstanbul, 1966.
Fığlalı, Ethem Ruhi; İbadiyenin Doğuşu ve
Görüşleri, Ankara, 1983.
Gazali, İhyau Ulûm id-Din, Çev.A.Serdaroğlu,
Ankara,1963.
Gibb.H.A.R. İslamic Society and the West,
London, 1957.
Goloğlu Mahmut, Halifelik, Ankara,1973.
Gökalp, Ziya; Yeni Hayat, Ankara, 1976.
----------- Hilafetin İstiklali, Ankara,
1339.
Hakimiyet-i Milliye; 2.8.1339 (1923),
8.8.1339, 14.8.1339, 26.9.1339, 9.10.1339, 15.10.1339,30.10.1339,11.11.1339,
3.3.1340 (1924).
Hamidullah, Muhammed; İslam Peygamberi,
İstanbul, (Çev. Salih Tuğ) 2 cilt, İstanbul, 1963.
Hammer, Osmanlı Tarihi, İstanbul, 1989.
Heyd, Ureil; Foundations of Turkish
Nationalizm, London, 1950
Hatiboğlu, Mehmet; Hilafetin Kureyşliliği,
A.Ü.İ.F.D., C.23., Ankara, 1978.
Hilafet ve Hakimiyet, Ankara, 1339.
Hizmetli, Sabri; Mezhepler Tarihi Yönünden Kemal Paşazadenin Görüşleri.
Tokat, İbn Kemal Vakfı yayını, 1980.
----------- İslam Tarihi, Ankara, 1991.
----------- Tarihi Rivayetlere Göre Hz.
Osmanın Öndürülmesi, A.Ü.İ.F.D., C.26., Ankara. 1985.
Hürriyet; 3.9.1991.
îbn Hişam; Hz. Muhammedin Hayatı; (Çev. İzzet
Haşan Neşet Çağatay), Ankara, 1971.
îbn Humam; el-Musayere fi ilmi'l-Kelam,
Mısır, tr.
îbn Kesir, Tefsiru'lKur’ani'lAzim, Beyrut, 1400.
İğdemir, U.; Sivas Kongresi Tutanakları,
Ankara, 1969.
İkdam; 5.1.1340, 2.3.1340, 8.3.1340.
İslam Ansiklopedisi; M.E.B. İstanbul, 1955.
İslam Mecmuası; (1391)Muhtelif Sayılar.
Kansu, Mazhar Müfit; Erzurumdan Ölümüne Kadar
Atatürk’le Beraber, Ankara, 1988.
Katip Çelebi, Mizanü'l-Hak, İstanbul, 1980.
Kazıcı, Ziya; İslam Müesseler Tarihi,
İstanbul, 1991.
Kitapçı, Zekariya; Türkistan'da İslamiyet ve
Türkler, Konya, 1988.
Kopraman, K. Yaşar; Mısır Memlukleri Tarihi.
Ankara. 1989
Lewıs, Bernard; Modem Türkiyenin Doğuşu,
Ankara, 1988.
Laoust, Henri; Le Califat Dans La Doctrine de
Raşid Rıda, Beyrouth,1938.
Mevdudi, Ebu'l-Alâ; Hilafet ve Saltanat,
İstanbul, 1990.
Mısır Hilafet-i İslamiye-i Umumiye Kongresi
Beyannamesi, Kahire, 1926.
Mısır Ülkesi Büyük Heyet-i İlmiye-i Diyniye-i
İslamiyesinin Hilafet Hakkında Verdikleri Kararlar, Kahire, 1924.
Mustafa Nuri Paşa; Netayicu' 1 Vukuat, (çev.
Neşet Çağatay),Ankara,1979.
Müneccimbaşı Ahmed Dede; Müneccimbaşı Tarihi,
İstanbul, 1989.
Ortaylı, İlber; Türkiye İdare Tarihi, Ankara,1979.
Öke, M. Kemal; Hilafet Hareketleri, Ankara.,
1991.
Öklem, Necdet; Hilafetin Sonu, İzmir, 1981.
Reşit Rıza; Muhammedi Vahiy, (Çev. Salih
Özer), Fecr Yayınevi, Ankara, 1991.
Sabis, Ali İhsan; I. Dünya Harbi, İstanbul,
1990.
Sebilur-reşat, 6.11.1330 (1914).
Sicilli Kavanîn, cilt 13, sayfa 665-668.
Subhi Salih; İslam Mezhepleri ve
Müesseseleri, (Çev. İbrahim Sarmış) İstanbul, 1981.
Şimşir, Bilal; Dış Basında Atatürk ve Türk
Devrimi, Ankara, 1981.
---- ——. Amsterdammer Weekblad Voor
Nederland, 12.1.1924
----------- Le Debats (Paris), 5.3.1924.
----------- Echo de Paris, 11.9.1923;
5.1.1924; 6.3.1924.
----------- L'Eclair (Paris), 5.3.1924.
----------- L'Eclair (Paris), 5.3.1924.
----------- L’Ere Nouvelle, 6.3.1924.
GenĞve du Samedi, 1.1.1923.
L'İnformation (Paris), 6.3.1924.
Journal du Caire (Kahire), 29.2.1924.
Le Matin (Paris), 5.1.1924.
İl Monde (İtalya), 5.3.1924
Nieuw Rotterdamsche Courant, 9.1.1924
le Petit Journal (Paris), 4.3.1924; 5.3.1924.
________ La Syrie (Beyrouth), 13.1.1924.
The Times (London), 15.1.1923; 5.1.1924;
6.3.1924.
Taberi, Tarihu'l-Rusul ve'l-Muluk, nşr. De
Goeje. Leiden 1879.
Takvim-i Vekayii; 12 Nisan 1336 (1920), Salı
No: 3826.
Tanın; 8.10.1339, 2.11.1339, 5.11.1339,
28.11.1337, 3.3.1340.
Tanör, Bülent, Taner Beygo; Türk Anayasaları
ve Anayasa Mahkemesi Kararları, İstanbul, 1966.
Tevhİd-i Efkâr; 6.11.1339, 9.11.1339,
13.11.1339, 11-23.11.1939, 27.11.1339, 3.3.1340, 8.3.1340.
Tunaya, T. Zafer; Türkiyede Siyasi Partiler,
İstanbul, 1988.
Turan, Osman; Selçuklular Tarihi ve Türkİslam
Medeniyeti, İstanbul, 1980.
----------- Türk Cihan Hakimiyeti
Mefkuresi, İstanbul, 1969.
Türkdoğan, Orhan; Milli Kültür, Modernleşme
ve İslam, İstanbul, 1983.
Türkgeldi, Ali Fuad; Görüp İşittiklerim,
Ankara, 1987.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Arşivi;
Dosya no 308: Varak 2, 6, 10,11, 19, 20, 61,
62, 68; Dosya no 401,429, 430, 431.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Gizli Celse
Zabıtları.
cilt 1, sayfa 134-138; cilt 3, sayfa
1042-1065.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Kavanin
Mecmuası.
cilt 1, sayfa 105; cilt 3, sayfa 62; cilt 4,
sayfa 23,24,198.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt
Cerideleri..
Birinci Devre, C.l, sh. 10,31,32,90-92; cilt
3, sayfa 7; cilt 24, sayfa 269-290,
305-314,565; cilt 25, sayfa 14,15,343,92,93.
İkinci Devri, cilt 3, sayfa 90-100; cilt 5,
sayfa 802; cilt 6, sayfa 334-346,413, 414; cilt 7, sayfa 17-69.
Uzunoğlu, Ahmet; Diyanet İşleri Başkanlığı
Mevzuatı, İstanbul, 1987.
Üçok, Bahriye; İslam Tarihi,
Emeviler-Abbasiler, Ankara, 1979.
Vloten, Gerlof van; Emevi Devrinde Arab
Hakimiyeti, (çev. Mehmet .S. Hatipoğlu, Ankara, 1986.
[1] Fığlalı, Ethem Ruhi;
İbadiye'nin Doğuşu ve Görüşleri, Ankara 1983, s. 112, Büyük Türk Sözlüğü, Hayat
Yayınlan, İstanbul, s. 478,580
[2]
İslam Ansiklopedisi, Halife mad. s. 149
[3]
Laoust, Henri; Le Califat Dans La Doctrine de Raşid Rida Beyrouth 1938, s.
14-15
[4]
Kemâl ibn Hümam; el-Müsayere fî-ilmi’l-Kelâm, Mısır, tarihsiz, s. 155
[5]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Cilt 7,3.3.1340 tarihli içtima s. 41
[6] Hamidullah, age. s.
313-314; Hizmetli, İslam Tarihi, Ankara 1991, s. 185-186; Büyük İslam Tarihi
Asn Saadet, Yazanlar Hint-Pakistan İslam Akademisi Erkanından Şah Muinüddin
Ahmed Nedvî ve Said Sahid Ansarî, Hazırlayan Eşref Edip, c.l, İstanbul 1967, s.
177-179; Doğuşundan Günümüze Büyük İslam Tarihi, İstanbul 1986, s. 545-548
[7]
Taberî; Tarih, Nşr. De Goeje, (Leiden 1879-81), 1 / 1837-8; Hizmetli, age. s.
190
[8]
Doğuşundan Günümüze Büyük İslam Tarihi s. 584
[9]
Taberî; 1841, vd.; Hamidullah, a.g.e. c.II,s.314
(*) Kur’an 2 / 128-129: Hz.
İbrahim "Ey Rabbimiz! İkimizi sana teslim olanlardan kıl, soyumuzdan da
sana teslim olanlardan bir ümmet yetiştir. Bize ibadet yollarımızı göster
tevbemizi kabul et, çünkü tevbeleri daima kabul, merhametli olan ancak sensin;
Rabbimiz içlerinden onlara senin ayetlerini okuyan, Kitabi ve hikmeti öğreten,
onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve Hakim olan
ancak sensin".
[11] Taberî; 1 / 1843-4;
Hamidullah, a. g. e. c. II, s. 315-316; O, Rıza Doğrul, İslam Tarihi, İstanbul
1935, 10155 vd.
[12]
Taberî; 1 / 1843; M. S. Hatiboğlu, Hilafetin Kureyşliliği, A. Ü. İlahiyat
Fakültesi Dergisi, c. 23, s. 121-213; Hizmetli, a. g. e. s. 190
[14] Sa'd, Hz. Ebû Bekr'e biat
etmemiştir. Hizmetli, age s. 191; Taberî bu konuda şöyle der: "Hz.Ebû
Bekr'e Hazredi Sa'd biat etmemişti. Sonra birgün Hz. Ömer, Sa'd'ı getirerek Hz.
Ebû Bekr'e biat etirmişse de ona, ben biliyorum ki, sen bu biati istemeyerek
ettin. Fakat biat senin üzerine vaciptir. Eğer bundan dönersen başını teninden
ayırırım, demiştir. Bazıları da Sa'd ona biat etmeden öldü demektedirler."
Taberî Tarihi Tercümesi, c. III., Konya 1974, s. 11
[15]
Üsame ordusunu Hz. Peygamber ölümünden önce Suriye yönüne göndermek için
hazırlamıştır.
17. Doğuşundan Günümüze Büyük İslam
Tarihi, c. I., S. 549-550
[16]
İbn Hişam; Hz. Muhammed'in Hayata, Çev. İzzet HaşanNeşet Çağatay, Ankara 1971,
s. 158
[17]
El-Belâzurî; Fütûhu’l-Büldân, Çev. Mustafa Fayda, Ankara 1987, s. 138
[18]
El-Belâzurî, a. g. e. s. 136
[19]
Hizmetli; a. g. e. s. 194-195
[20]
Büyük İslam Tarihi Asn Saadet, s. 197
[21]
El-Belâzurî; a. g. e. s. 156-162; Doğuşundan Günümüze Büyük İslam Tarihi, s. 62
[22]
Taberî; Tarih, 1 / 1839-40
[23]
Hizmetli; age. s. 204
[24]
Öztuna, Yılmaz; İslam Devletleri, Ankara 1989, s. 62; B. İ. T. A. S., s.
236,237
[25]
Hizmetli; a. g. e. s. 202
[26]
Hizmetli Sabri; "Tarihî Rivayetlere Göre Hz. Osman'ın Öldürülmesi"
ilahiyat Fakültesi Dergisi c.
XXVII., Ankara 1985, s. 167
[27]
Goloğlu Mahmut; Halifelik, Ankara 1973, s. 11
[28]
Hizmetli; a. g. makale s. 167
[29]
Üçok, Bahriye; İslâm Tarihi Emevîler Abbasîler, Ankara 1979, s. 10-12
[30]
Hizmetli; ag makale s. 164
[31]
Belâzurî; a. g. e. s. 676
[32]
Hizmetli; a. g. makale s. 174-175
(*) Ifk adı verilen yerde
gerdanlığını düşüren Hz. Aişe, devesinden inerek gerdanlığını ararken orada
bulunan toplumdan ayrılmış ve Medine’ye yabana bir erkekle dönünce iftiraya
uğramıştı. Kur'an bu iftirayı haber verir. (24 / 11)
[33] Hilafet ve Milli
Hakimiyet, Ankara 1339, s. 44
[34]
Kemal İbn Hümam; el Müsayere fi’l-ilmi'l-Kelam, Mısır, tarihsiz, s. 153
[35]
M. Reşit Rıza; Muhammedi Vahiy, Ankara 1991
[36]
Laoust, Henri; Le Califat Dans la Doctrine De Raşit Rıda, Beyrouth 1938, s.
15-16
[37]
Subhi es Salih; İslam Mezhepleri ve Müesseseleri, çev. İbrahim Sarmış, İstanbul
1981, s. 214-215
[38]
Çağatay, Çubukçu; a. g. e. s.201
[39]
Fığlalı, Ethem Ruhi; İbâdîye'nin Doğuşu ve Görüşleri, Ankara 1983, s. 110-111
[41]
a. g. e. s. 29-30
(*) El-Taftazanî;
Takribü’l-Meram adlı eserinde halifenin erkek olması şartını: "Halife Ordu
komutanı olarak savaş anında ordunun başında bulunması gerektiğinden, bunun
kadın için uygun olmadığı görüşündedir." Sanhoury a. g. e. s. 56
[42] Sanhoury; a. g. e. s.
56-67
[43]
Laoust; a. g. e. s. 30
[44]
El-Gazalî; İhyâu Ulûmi'd-Din II. Kitap, çev. Ahmet Serdaroğlu, Ankara 1963, s.
63
[45]
Mevdudî; Hilafet ve Saltanat, İstanbul 1980, s. 358
[46]
Ebû Zehra, Ebû Hanîfe; çev. Osman Keskioğlu, İstanbul 1966, s.166
[47]
Sanhoury; a. g. e. s. 68
[48]
Mevdudî; a. g. e. s. 359
[49]
W. Barthold; Islâm Medeniyeti Tarihi, Çev. Fuat Köprülü, Ankara 1986, s. 22
[50]
Sanhoury; a. g. e. s. 70-71
[51]
Hatipoğlu; a. g. makale s. 157
[52]
Hatipoğlu, a. g. e. s. 172
[53] T.B.M.M. Arşivi Dosya
no: 431
(*) Geniş bilgi için bak. Mevdudî, Hilafet ve Saltanat,
İstanbul 1980, s. 33-34
[56]
Fığlalı; a. g. e. s. 115
[57]
Hizmetli; a. g. e. s. 201
[58]
Sanhoury; a. g. e. s. 5-6
[59]
Mevdudî; a. g. e. s. 33-34
[60]
Amold; a. g. e. s. 190
[61]
Hatipoğlu; a. g. makale s. 156
[62]
Mevdudî; a. g. e. s. 414
[63]
Sanhoury; a. g. e. s. 22
[64]
Reşit Rıza; a. g. e. s. 282
[65]
Üçok; a. g. e. s. 29-30; D.G.B.Î.T., c. II. s.287
[66]
D.G.B.Î.T., c. II. s. 289
[67]
Üçok; a. g. e. s. 42
[68]
D.G.B.Î.T., c. II. s. 285
[69]
Kitapçı, Zekeriya; Türkistanda İslâmiyet ve Türkler, Konya 1988, s. 177
[70]
D.G.B.Î.T., c. II. s. 285
[71] Üçok; a. g. e. s. 42
[72] Fığlalı; a.g.e. s.
69-70
[73] Vloten, Gerlof van;
Emevî Devrinde Arab Hakimiyeti, Şia ve Mesih Akideleri Üzerine Araştırmalar,
çev. M.S. Hatipoğlu, Ankara, 1986, s. 10
[74] D.G.B.I.T., c.n.s.565
[75]
Vloten; a. g. e. s. 74,75
[76]
Üçok; a. g. e. s. 87-88
[77]
Vloten; a. g. e. s. 80
[78]
D.G.B.I.T., c. in. s. 329
[79]
Üçok; a. g. e. s. 93
[80]
D.G.B.I.T., c. III. s. 328
[81]
Üçok; a. g. e. s. 91
[82]
D.G.B.Î.T., c. IV. s. 359
[83]
Köprülü, Fuat; İslâm Medeniyeti Tarihi (Barthold'a yaptığı ek) s. 137-138
[84]
Köprülü, a. g.e. s. 129-130
[85]
D.G.B.Î.T., c. VI. s. 458
[86]
Kopraman, Kazım Yaşar; Mısır Memlûkleri Tarihi, Ankara 1989, s. 6
[87] Hilafetin OsmanlIlara
intikaliyle alakalı olarak bkz: N. Ahmed Asrar; Hilafetin OsmanlIlara Geçişiyle
ilgili Rivayetler, Türk Dünyası Araş. Der. Şubat 1983, s. 91-100; Amold; lA, V
/ 1,151; Köprülü; İslam Medeniyeti Tarihi, izahlar, 141; Hitti; İslam Tarihi,
IV, 1141 vd; İsmail Yiğit, İslam Tarihi: Memluklar, 171-177; Osman Turan; Türk
Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, 3. bsk. s. 407; Uzunçarşılı, İsmail Hakkı;
Osmanlı Tarihi, c. II. Ankara 1983, s. 292; Halil İnalcık; Osmanlılar ve
Hilafet (îslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti), 1,327
[88] Müneccimbaşı Ahmet
Dede; Müneccimbaşı Tarihi, İstanbul 1989 c. II. s. 488
[89] Hammer; Büyük Osmanlı
Tarihi, İstanbul 1989, c. II. s. 482
[90] Öztuna, Yılmaz;
Başlangıçtan Zamanımıza Kadar Türkiye Tarihi, c. V. İstanbul (Hayat Matbaası)
1964, s. 53
[91] Solakzade Tarihi, c.
II, Ankara 1989, s. 82; Müneccimbaşı Tarihi, c. II, s. 490-491
[92] Öztuna; a. g. e. s.
62-63
[93] Uzunçarşıh; a. g. e.
s. 292
[94] Turan, Osman; Türk
Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, İstanbul 1969, s. 78; Goloğlu, Mahmut;
Halifelik, Ankara 1973, s. 16
[95]
N. Ahmed Asrsar, a. g. makale, s. 92 vd; Sanhoury; age. s. 321; D.G.B.Î.T., c.
X. s. 310
[96]
Lewis, Bemard; Modem Türkiye'nin Doğuşu, Ankara 1988, s. 12-13
[97]
İsmail Yiğit; a. g. e. s. 173-175; Kemalpaşazade, VIII. Defter, nşr. A. Uğur;
A.Ü.I.F. Dergisi, s. 235
vd. c. XXIX, yıl 1987; N.A.Asrar, a. g. e. s. 97
[98]
Shaw, Stanford; Osmanlı İmparatorluğu ve Modem Türkiye, İstanbul 1982, s. 129
[99]
Sanhoury; a. g. e. s. 321
[100]
Uzunçarşılı; Osmanlı Tarihi, c. IV. bölüm I, s. 422,443; Hammer; a. g. e. c.
VIII. s. 536
[101]
Uzunçarşılı; a. g. e. s. 425
[103]
Akşin, Sina; Jön Türkler ve İttihat Terakki, İstanbul 1987, s. 21-22
[104]
Türkgeldi, Ali Fuat; Görüp işittiklerim, Ankara 1987, s. 31
[105]
Akşin; a. g. e. s. 128
[106]
Türkgeldi; a. g. e. s. 33
[107] Seyfiye: Askeri
sınıfa verilen addır. Mülkiye: Osmanlı yönetim sisteminde idari sınıfa denirdi.
Kalemiye: Kalem zabitliklerine ve diğer kalem mansıplarına memur olan sınıfa
denirdi. Fazla bilgi için bkz. Mustafa Nuri Paşa, Netayicu'l-Vukuat, nşr. Prof.
N. Çağatay, T.T.K. Yay. Ank. 1979, c. III, s. 292-293
[108] Richard L. Chambers,
"Ottaman Ulema and the Tanzimat” Scholars, Saints and Sufis, ed.
N.R.Keddie, Üni. of Califomia Press, Berkeley, 1972, s. 33
[109] Doç. Dr. Ziya Kazıa,
İslam Müesseseleri Tarihi, Kayıhan Yay. İst. 1991, s. 158-8 n.
[110] İlmiye Salnamesi,
İst. 1334, s. 322
[111] İ.Hakkı Uzunçarşıh,
Osmanh Devletinin İlmiye Teşkilatı, III. Baskı, Ank. 1988, s. 179-80
[112]
Dr. İlber Ortaylı, Türkiye İdare Tarihi, T.O.D.A.I.E. Yay. Ank. 1979, s.
147-149-165
[113]
Uzunçarşılı, a. g. e. s. 178
[114] H.A.R. Gibb, H.
Bowen, Islamic Society and the West, Oxford Üni, London, 1957, c. n, part n, s.
85; Tanzimatm başlarında İstanbul'da bulunan Fransız yazar bu konuda şunları
yazar: "Şeyhülislam yasama gücünü o kadar paylaşır ki, Sultanın iradelerinin
geçerli olabilmesi için onun fetvası gereklidir. Fakat şimdilerde bir
zamanların önünde durulmaz fetvaları tamamen bir formalite haline c geldi."
M.A.Ubidni letters on Turkey, London, 1856, c. I, s. 35; Şeyhülislamın klasik
dönemde siyasî gücü için ayrıca bkz. Ricaut, Türklerin Siyasî Düsturları, haz.
M. Reşat Üzmen, İst. s. 167170
[115]
Fazla bilgi için bkz. Doç. Dr. Sabri Hizmetli, "Mezhepler Tarihi Yönünden
Kemalpaşazade'nin Görüşleri", Şeyhülislam İbn Kemal Sempozyumu (26-29
Haziran 1985), Ank. 1986 s. 123-139
[116]
Bu yüzyıllardaki Şeyhülislam ve ulemanın siyasî faaliyetleri için bkz.
F.M.Sabra, Feyzullah Efendi: An Ottoman Şeyhülislam (Ph. D) Pirinceton Uni.
1966; C.M^ilfi. The Ottoman Ulema: 1703-1839 and The Route to Great Mollaship,
(Ph. D) The Uni. of Chicage 1976
[117]
Ebu'l-Ula Mardin, "Kadı” İslam Ansiklopedisi, c. VI, s. 45
[118] M.Z.Pakahn, Osmanh
Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İst. 1983, c. I, s. 865 E.Z.Karal, Os
manh Tarihi, IV. baskı, Ank. 1988, c. VII, s. 138
[119] Mustafa Nuri Paşa;
Netayicu'l-Vukuat, s. 125
[120] Chambers, a. g. m.,
s. 35-36
[121] Chambers, a. g. m.,
s. 35-36
[122] David Kusher,
"The Place of the Ulema In the Ottoman Empire During the Age of Reform
(18391918)" TURCICA, XIX. 1987,59
[123] Karal, a. g. e. s.
147
[124] Mardin, a. g. m. s.
45
[125] Karal, a. g. e. s.
170
[126] a. g. e. s. 179
[127] Bu kanun ve
nizamnameler için bkz. Milli Eğitimle ilgili Mevzuat (1857-1923), derleyen
Reşat Özalp, Milli Eğitimi Basımevi, İst. 1982; Faik Reşat Unat, Türkiyede
Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi Bir Bakış, Ank. 1964, s. 19-38
[128] Bu dönemde
Şeyhülislamlıkta meydana gelen değişitlikler için bkz. Sadık Erarslan,
Şeyhülislamlık Kurumu ve Ceride-i ilmiye, (basılmamış master tezi) Ank. 1989,
s. 53-57
[129] Karal, a. g. e. c.
VIII, s. 304
[130] İstanbul’da iki dit
halinde 750 sayfa olarak 1908’de basıldı.
[131] Büyük bir ihtimalle
bu tercüme Cemil Said’in Kur’an-ı Kerim Tercümesidir. İkind Baskısı 1925 ’te
yapılan tercüme 720 sayfadır.
[132] Niyazi Berkes,
Türkiye'de Çağdaşlaşma, İstanbul 1978, s. 450-51
[133]
aynı yer.
[134]
Beyanu'l-Hak, Sayı 142, s. 2541
[135] aynı yer.
[136] ayın yer.
[137] aynı yer.
[138]
Küçük Hamdi, a. g. m. s. 511-514
[139]
Cemiyet-i llmiye-i İslamiye'nin Hükkam-ı Şer'i Kısmı Tarafından Mebusan-ı
Kiram'ı Takdim Olunan Layiha", Beyanü'l-Hak, sayı. 28-29-31-32-33-34-(
1327 / 1909)
[140]
"Şeyhülislam" İslam Ansiklopedisi, c. XI, s. 487'den naklen
[141] Ziya Gökalp'in dini
görüşleri için bkz. Ureil Heyd, Foundations of Turkish Nationalism: The Life
and Teachings of Ziya Gökalp, London, 1950, s. 82-103; (Türkçe tercümesi Türk
Ulusçuluğunun Temeli, trc. Kadir Günay, Ank. 1979, s. 97-120); Orhan Türkdoğan,
Milli Kültür-Modemleşme ve İslam, İst. 1983
[144] Bu makaleler
"Diyanet ve Kaza" İslam Mecmuası, sayı 35, İst 1391 (1915)
"ittihat ve Terakki Kongresi" üç makale halinde aynı mecmuanın 48,49
ve 50. sayılarında 1392 (1916) yayınlanmıştır. Bu makalelerin muhteviyatı
İttihat ve Terakki Partisi'nin 1916 yılındaki kongresine rapor olarak sunulmuş
ve kongrede dağıtılmıştır. (Bkz. Niyazi Berker, Türkish Nationalism and Westem
Civilization: Sellected Essays of Ziya Gökalp, Colombia Uni. Press, New York,
1959, s. 319, dipnot. 6) Aynı makale iktibaslar için bkz. K.Nami Duru, Ziya
Gökalp, M.E.B. yay. İst. 1949, s. 60-69, 95-97; Makalelerin son bir iktibası
için bkz. Ziya Gökalp, Makaleler VIII, haz. Ragıp Tuncer, Kültür Bak. Yay. s.
46-49,60-71
[145]
aynı yer.
[146] Ziya Gökalp Bey
"Hilafetin İstiklali", Hilafet ve Milli Hakimiyet, Matbuat ve
İstihbarat Müdireyit-i Umumiyesi Neşriyatından: 2, Ank. 1339 (1923) s. 57
[147]
İttihat ve Terakkî, aynı yer
[148]
aynı yer, Kaza teşkilatının Meşihata bağlanması hususu için bkz; Karal, a. g.
e. s. 139
[149]
aynı yer.
[150]
Ibn-i Kesir, Tefsiru’l-Kur’an'il-Azim, Beyrut, 1400 / 1980, c. n, s. 399-401;
Tebuk seferi için bkz. Prof. Dr. S. Hizmetli, İslam Tarihi, Ank. Ü. ilahiyat
Fak. Yay. Ank. 1991, s. 181-182
[151] Bu sohbetler,
"Tarih Musahabeleri" ismiyle 1342 / 1923'te İstanbul’da basılmıştır,
bkz. s. 298
[152] "İttihat ve
Terakki II"
[153]
'İttihat ve Terakki III"
[154] aynı yer.
[155]
Gökalp, "Hilafetin İstiklali" s. 57
[156] T. Zafer Tunaya,
Türkiye'de Siyasî Partiler: İkinci Meşrutiyet Dönemi, II. Baskı. İst. 1988, c.
I, s. 118
[157] Bu kanunlar için
bkz. Duştur, II. Tertip, c. IX, s. 270-71; 692-94; 745-753 ayrıca bkz. Emin
Eringil,
Bir Fikir Adamının Romanı, (Ziya Gökalp), İst. 1951, s.
200-2
[158] İzmirli, a. g. e.
önsöz
[159] aynı yer.
[160] Akşin, Sina;
İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, İstanbul 1983, s. 21-22
[161] Sabis, Ali İhsan;
Birinci Dünya Harbi, İstanbul 1990, s. 115
[162] Sebîlürreşâd, c. 13,6
Teşrinisani (Kasım) 1330 (1914), s. 14-15
[163] Sebilürreşat, s. 13
[164]
Danişmend, İsmail Hami; İzahlı Osmanh Tarihi Kronolojisi, c. 4, İstanbul 1972,
s. 419-420
[165] Sâbis; a. g. e. s.
116-117
[166] Akgün, Seçil;
Halifeliğin Kaldınlması ve Laiklik, Ankara tarihsiz, s. 29
[167]
Öke, M.Kemal; Hilafet Hareketleri, Ankara 1991, s. 21-22
[169] Akşin; a. g. e. s.
86-89
[170] Türkgeldi, Ali Fuad;
Görüp İşittiklerim, Ankara 1987, s. 136-138
[171]
L'Echo de Paris, 11.9.1923, Derleyen Bilal Şimşir, Dış Basında Atatürk ve Türk
Devrimi, Ankara
1921, s. 285
[172] Türkgeldi; a.g. e.
s. 155
[173] Türkgeldi; a. g. e.
s. 158
[174] Türkgeldi; a. g. e.
s. 163
[176] Türkgeldi; a. g. e.
s. 167
[177]
Türkgeldi; a. g. e. s. 176-177
[178] Türkgeldi; a. g. e.
s. 182-183
[179] Türkgeldi; a. g. e.
s.215-216
[180] T.B.M.M. Zabıt
Ceridesi, Devre 1, c. 1,11.5.1336, s. 262
[181] Türkgeldi; a. g. e.
s. 215
[182] Akşin; a. g. e. s.
289-290
[183] Akşin; a. g. e. s.
243
[184] Akşin; a. g. e. s.
280
[185] Akşin; a. g. e. s.
280
[186] Nutuk 249
[187] Türkgeldi; age. s.
214
[188] Akşin; age. s. 282
[189] Akşin; a. g. e. s.
285 x
[190] Akşin; a. g. e. s.
283
[191] Mustafa Kemal'in
mecliste, kendi konuşması, T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 1, Devre 1,24.4.1336, s.
10
[192] Akşin; a. g. e. s.
334-339
[193] Hürriyet Gazetesi, 3
Eylül 1991, Dr. Salah R. Sonyal'ın yazısı s. 9
[194] Akşin; a. g. e. s.
341-344
[195] Akşin; a. g. e. s.
355
[197] Hürriyet Gazetesi, 3
Eylül 1991, ag. yazı, s. 9
[198] Akşin; age. s. 427
[199] Akşin; a. g. e. s.
351
[200]
M. Kemal'in Meclis Konuşması, T.B.M.M. Zabit Ceridesi, c. 1, Devre 1,24.4.1336
s. 10
[201] Akşin; a. g. e., s.
483
[203] Öke; a. g. e. s.
42-44
[204] Echo de Paris,
11.9.1923, D.B.A.T.D., Bilal Şimşir, s. 285
[205] Akşin; a. g. e. s.
514
[206]
Aybars Ergün; İstiklal Mahkemeleri, İzmir 1988, s. 10
[207] Türkgeldi; age. s.
259-262; Aybars; age. s. 10
[208] Akşin; a. g. e. s.
276
[209] T.B.M.M. Zabit
Ceridesi, cilt 1, Devre 1, İçtima 1,23.04.1336, s. 6
[210] T.B.M.M. Zabit
Ceridesi, cilt 1, Devre 1, İçtima 2,24.04.1336, s. 8
[211] T.B.M.M. Zabit
Ceridesi, cilt 1, Devre 1, celse 5,24.04.1336, s. 39
[212]
T.B.M.M. Kavanin Mecmuası, Ankara 1943, s. 2; T.B.M.M. Zabit Ceridesi cilt 1,
s. 105
[213]
T.B.M.M. Zabit Ceridesi, cilt 1,24.04.1336, s. 31
[214] T.B.M.M. Zabit
Ceridesi, cilt 1, Devre 1,27.04.1336, s. 90-92
[215]
Kansu, Mazhar Müfit, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber, c. II,
Ankara 1988, s. 580
[216] Echo de Paris,
11.09.1923, Şimşir, a. g. e. s. 285
[217] T.B.M.M. Zabit
Ceridesi, cilt 1,11.05.1336, Ankara 1959
[218] Kansu; a. g. e. c.
1, s. 131
[219]
T.B.M.M. Zabit Ceridesi, cilt 1,24.04.1336, s. 32
[220] T.B.M.M. Kavanin
Mecmuası, c. 1, s. 4
[221]
T.B.M.M. Kavanin Mecmuası, c. 1, s. 290
[222]
T.B.M.M. Zabit Ceridesi, c. 2,7.6.1336, s. 131
[223] T.B.M.M. Zabit
Ceridesi, c. 1,25.4.1336, Devre 1, İçtima senesi 1
[224]
T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları, c. 1,25 Eylül 1336 (1920), Ankara 1985, s. 133
[225] Gizli Celse
Zabıtları, c. 1, s. 134
[226] Echo de Paris,
11.9.1923, Şimşir, a. g. e. s. 285
[227] T.B.M.M. Gizli Celse
Zabıtları, c. 1, s. 134
[229] Türkgeldi;
a. g. e. s. 263
[230] Aybars; a. g. e. s.
12
[231]
T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları, c. 1, s. 138
[232]
İğdemir, U.; Sivas Kongresi Tutanakları, Ankara, T.T.K. 1969
[233]
Tanör, Bülent Beygo, Taner; Türk Anayasaları ve Anayasa Mahkemesi Kararlan;
İstanbul 1966, s.36
[234] Kansu; a. g. e. c.
I, s. 131-132
[235]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 24,30.10.1338, s. 269
[236] Zabıt Ceridesi; s.
270
[238]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 277
[239] T.B.M.M. Zabıt
Ceridesi, s. 287-288
[241]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 280-282
[242] T.B.M.M. Zabıt
Ceridesi, s. 282
95.T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 283-285
[243]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 285-286
[244] T.B.M.M. Zabıt
Ceridesi, s. 286
[245]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 286-288
l
[248] T.B.M.M. Arşivi,
Devre 1, Dosya 308, varak 11,
(*) İngiltere Başbakanı
[249]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 24,30.10.1338, s. 291
[251] Daha sonra
'Türkiye" şeklinde düzeltilerek Türkiye'de B.M.M. denilecektir. Tevfik
Paşa yazdığı mektubunda Ankara B.M.M. dediği için tenkit edilmişti
[252]
T.B.M.M. Arşivi c. Devre 1, Dosya 308, Zabıt Ceridesi, c. 24, s. 292-293
[253]
T.B.M.M. Arşivi, Devre 1, Dosya 308, varak 6
[254]
Aybars; a. g. e. s. 225
[255]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 24,1.11.1338 (1922), celse 1, s. 305-311
[256]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 312
[257]
Akgün; a. g. e. s. 71-72
110. T.B.M.M. Arşivi
dosya no 431, Mısır Uleması Büyük Heyet-i İlmiye-i Diniye-i İslamiye'sinin Hilafet
hakkında verdikleri karar, sene 1924; Mısır'da bulunan Şeyhülislam Mustafa
Sabri Efendi de gazetelere verdiği beyanatta Hilafetle Saltanatın ayrılmasını
dinsizlik olarak değerlendiriyordu; bkz. Hikmet Bil; Atatürk'ün Sofrasında,
tarihsiz, s. 24
[261]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 3,24 Teşrinievvel 1338, s. 7
[262]
Türkgeldi; a. g. e. s. 276
[263]
Apak, Rahmi; Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Ankara 1988, s. 246-247
[264]
Echo de Paris, 11.9.1923, Şimşir; a. g. e. s. 285
[265]
T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları, c. 3,18 Kasım 1338 (1922), s. 1042-1043
[266]
a. g. e. s. 1043
[267]
T.B.M.M. Gizli Celse Zabıttan, c. 3, s. 1084
[268]
T.B.M.M. Gizli Celse Zabıttan, s. 1049
[271]
T.B.M.M. Gizli Celse Zabıttan, s. 1061
[272]
T.B.M.M. Gizli Celse Zabıttan, s. 1063
[273]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 24,18.11.1339 (1922), s. 564-565
[274]
T.B.M.M. Arşivi, Devre 1, Dosya 308, varak 62,19.11.1338
[276]
T.B.M.M. Arşivi, Devre 1, Dosya 308, varak 68
[277]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 25, s. 343
[278]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 14-15
134. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s.
92-93
135. Hilafet ve Milli Hakimiyet,
Ankara 1339, s. 10
136. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s.
58-59
[280]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 53-54
[281]
Tanîn, 8 Teşrinievvel 1339 (1923), s. 1
[282]
Hilafet ve Milli Hakimiyet, Ankara 1339, s. 157-160
[283]
The Times (London), 15.1.1923, Şimşir, a. g. e. s. 199
[284]
Le Petit Journal (Paris), 5.3.1924, a. g. e., s. 415
[285] L'Echo de Paris,
5.1.1924, a. g. e. s. 355
(*) Hakimiyet-i Milliye, 27 Eylül 1339 (1923), s. 1
[286]
Akgün; a. g. e. s. 122
[287]
Tevhid-i Efkar, 9 Teşrinisani 1339 (1923)
[288]
Aybars; a. g. e. s. 221
[289]
Akgün; a. g. e. s. 126
[290]
Hakimiyet-i Milliye, 30 Teşrinievvel 1339 (1923), s. 1; T.B.M.M. Zabıt Ceridesi
c. 3,29.10.1339, s.90
(*) Halk Fırkası, 9 Eylül 1923
tarihinde Mustafa Kemal tarafından kuruldu. Akgün; a. g. e. s. 123
[291]
Akgün; a. g. e. s. 126-127
[294]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 94-100
[295]
Hakimiyeti Milliye, 8 Ağustos 1339 (1923), s. 1
[296]
Bil, Hikmet; Atatürk'ün Sofrasında, 1949, s. 23-24
[297]
Tanîn, 2 Kanunuevvel 1339 (1923), s. 1 Hüseyin Cahid'in makalesi
[298]
Hakimiyeti Milliye, 15 Teşrinisani 1339 (1923), s. 1
[299]
Akgün; a. g. e. s. 107
[301]
Tevhidi Efkar, 9 Teşrinisani 1339 (1923), s. 1
[302]
Akşam, 11 Teşrinisani 1339-1923, s. 1
[304]
Hakimiyeti Milliye, 9 Teşrinisani 1339 (1923), s. 1
(*) Hindistan’daki
Hilafet Hareketi, Osmanh Halifesini korumak isteyen bir kuruluştur. Geniş bilgi
için bkz. "Hilafet Hareketleri" Prof. Dr. M. Kemal Öke, Ankara 1991
[305] Hakimiyeti Milliye,
2 Ağustos 1339 (1923), s. 1
[306] Tanîn, 5 Kanunuevvel
1339 (1923), s. 1; Tevhidi Efkar, 6 Kanunuevvel 1339 (1923), s. 1
[307]
Aybars; a. g. e. s. 226-227; Tevhidi Efkar, 9 Kanunusani 1339 (1923), s. 2
166. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c.
4,10.12.1339, s. 129
167. Tevhidi Efkar, 11 23
Kanunuevvel 1339 (1923) tarihleri arası nüshaları
168. Aynı Gazete, 27 Kanunuevvel
1339 (1923), s. 1
169. Tanîn, 28 Kanunuevvel 1339
(1923), s. 1
170. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c.
5, Devre 2, s. 802
[309]
Nieuwe Rotterdamsche Courant, 9.1.1924, Şimşir, a. g. e. s. 366-368
[310]
Amsterdammer Weekblad Voor Nederland, 12.1.1924, Şimşir, a. g. e. s. 371
[311]
La Syrie (Beyrouth), 13.1.1914, Şimşir, a. g. e. s. 376
[312]
Tevhidi Efkar, 18 Kanunuevvel 1339 (1923), s. 3
[313]
İkdam, 5 Kanunusani 1340 (1924), s. 1
[314]
Öke; a. g. e. s. 98-100
[315]
T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları, c. 3,18.11.1338 (1922), s. 1052
[316]
Öke; a. g. e. s. 101
[317]
Amsterdammer Weekblad Voor Nederland, 12.1.1924, Şimşir, a. g. e. s. 370
[318]
Le Temps, 8.1.1924, Şimşir^, g. e. s. 366
[319]
Hakimiyet-i Milliye, 14 Ağustos 1339 (1923), s. 3
[321]
Le Matin, 5.1.1924, Şimşir, a. g. e. s. 355
[322]
Geneve du Samedi, 1er Decembre 1923, Şimşir, a. g. e. s. 324
[323]
Goloğlu; a. g. e. s. 54-55; Akgün; a. g. e. s. 163
[324]
Akgün; a. g. e. s. 163
[325]
Goloğlu; a. g. e. s. 55
[326]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 6,25.2.1340 (1924), s. 345-346
[327]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 413-414
[328] İşin garibi daha
sonra Ceza kanunları İtalya'dan, Medeni kanun İsviçre'den alınmıştır.
190. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 334-336
[329]
T.B.M.M. Arşivi, Devre 2, Dosya 431, evrak numarası yok.
[330]
İkdam, 2 Mart 1340 (1924), s. 1
[331]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 7,1.3.1924, s. 3-5
(*) Anlaşılan Abdülmecit
31 Aralık'ta da bir telgraf göndermiş. Ama biz Arşiv'de bu telgrafa rastlamadık.
Belki başka telgraflar da göndermiş olabilir.
[333] T.B.M.M. Arşivi, A
Devre 2, Dosya 431, Varak numarası yok.
[334] Tevhidi Efkar, 3
Mart 1340 (1924), s. 1
[335] Hakimiyeti Milliye,
3 Mart 1340 (1924), s. 1
(*)Ek-3
[336]
Tevhidi Efkar, 3 Mart 1340 (1924), s. 1
198. Tanîn, 3 Mart 1340 (1924),
s. 1
199. Tevhidi Efkar, 3 Mart 1340
(1924), s. 1
200. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, e.
7,3.3.1340, s. 17
201. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s.
21
[339]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 7, s. 23
[340]
T.B.M.M. Kavanin Mecmuası, c. 1, Ankara 1943, s. 4
[341] T.B.M.M. Zabıt
Ceridesi, c. 7,3.3.1340, s. 24-26
(*)Ek-2
[342]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 29-33
[343]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 34
[344]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 34-35
[345] Daha önce gördüğümüz
1.11.1338 (1922)'de kabul edilen "Hilafetin Yüce Osmanlı Hanedanına ait
olduğuna ve Halifenin bu Hanedan'dan B.M.M.'nce seçileceğine dair" kanun.
[346]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 7,3.3.1340 (1924), s. 35-36
[347]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 37
[348]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 62-65
[349]
T.B.M.M. Arşivi A Devre 2, Dosya 431
[350]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 7,3.3.1340 (1924), s. 65
[351]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 67
[353]
T.B.M.M. Arşivi, Dosya 431
[354]
T.B.M.M. Arşivi, Dosya 431
[355]
T.B.M.M. Arşivi, Dosya 431
[356]
Journal du Caire 29.2.1924, Şimşir, age. s. 387
[357]
Le Journal (Paris), 4.3.1924, Şimşir, a. g. e. s. 393-394
[358]
Le Debats (Paris), 5.3.1924, Şimşir, a. g. e. s. 407
[359]
L’Eclair (Paris), 5.3.1924, a. g. e. s. 409
[360] İ1 Monde, 5.3.1924,
a. g. e. s. 434
[361] L'Echo de Paris,
6.3.1924, a. g. e. s. 443
[362] L'Ere Nouvelle,
6.3.1924,a. g. e. s. 444-447
[363] L'înformation
(Paris), 6.3.1924, a. g. e. s. 453
(*) Abdülmedt "Ceddim Fatih'in zaptettiği bu
topraklardan beni nasıl zorla çıkarabilirler" diye feryat edip çıkmak
istemezse de kendisine gerekirse zorla çıkarılacağı söylenince zorunlu olarak
kabul eder. Akgün; a. g. e. s. 197
(**) Abdülmedt Territet'de iken T.B.M.M.
Başkanlığına bir mektup gönderir. Bkz. Ek 4
230. Öktem, Necdet; Hilafetin
Sonu, İzmir 1981, s. 125
231. T.B.M.M. Arşivi Dosya No: 431
232. Mısır Hilafet-i İslamiye-i
Umumiye Kongresi Beyannamesi, T.B.M.M. Arşivi Dosya No: 431
233. T. W. Amold; The Califate,
Oxford, 1967,242-243
[365]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Devre 1, c. 1,3.5.1336, s. 198
[366]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 3,30.10.1339, Devre 2, celse 1
[367]
T.B.M.M. Arşivi A Devre 2, Dosya 429, Varak numarası yok
[368]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 7,3.3.1340 (924), s. 23-24
(*) 3 Mart 1340 (1924)'te
"Şer'iye ve Evkaf ve Erkanı Harbiyei Umumiye Vekaletlerinin ilgasına dair
kanun" 429 sayılı Kanun olarak belirtilmiştir. Düstur, c. 5, İstanbul
1931, s. 665
[369] Bil, Hikmet;
Atatürk'ün Sofrasında, Ekicigil Yayınlan, s. 9-10
[370]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. 8 / 1,17.4.1340 (1924), s. 803-804
[371]
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 85-86
(*) İstanbul'da bulunan
tekkelerde yapılmakta olan "inabei tarikat ve maşihyet" törenine
"Hilafet Cemiyeti" adı verilerek bu törenlere yapılan davetiyelere
de "Hilafet Cemiyetine teşrifleri” şeklinde yazılar yazılıyordu. Diyanet
İşleri Başkanlığı bu konu ile ilgili, 10 Eylül 1340 (1924) tarihinde İstanbul
Müftülüğüne yazdığı bir yazı ile uyarıyordu. Diyanet İşleri Riyaseti Müşavere
Karar Defteri sene 1340-1341 s. 154
[372] Düstur, c. 7,30
Teşrinisani 1341 (1924), Ankara 1944, s. 113
[373] Düstur, c.
30,11.6.1949, Ankara 1949, s. 38
[374] Düstur, c.
31,3.3.1950, Ankara 1950, s. 1612
[375]
Diyanet İşleri Reisliği Müşavere Heyeti Karar Defteri 1,1927, Karar no: 513, Ek
5
[376]
Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat Tarihçesi (1924-1987), Ankara 1987, s. 9
[377]
Düstur, c. 9, İstanbul 1929, s. 1146-1152; Diyanet işleri Reisliği Müşavere
Heyeti Karar Defteri 1,
15. Diyanet İşleri Reisliği
Karar Defteri, 1341, No: 3, Karar no: 2745, s. 79
16. Diyanet İşleri Reisliği, 1929
yılına ait ikinci karar defteri, Karar no: 423
17. Diyanet İşleri Reisliği Karar
Defteri (Kartunu) 1929, Karar no: 570
[380]
Diyanet İşleri Reisliği Müşavere Kurulu Karar Defteri 1932, Karar no: 113
[381]
Diyanet İşleri Reisliği Müşavere Kurulu Karar Defteri 1933, Karar no: 194
[382]
Sicilli Kavanini, c. 13,1936, s. 665-668
[383]
Düstur, üçüncü tertip, c. 16, Ankara 1935, s. 724-727
[384]
Düstur, üçüncü tertip, c. 16, Ankara 1935, s. 1501-1504
[385]
Düstur, c. 19, Ankara 1938, s. 23-26
[386] Düstur, c. 20,
Ankara 1939, s. 1552
[387]
Düstur, c. 31, Ankara 1950, s. 1951-1952
(*) 5634 sayılı kanunun
kabulüne kadar kurumun adı "Diyanet işleri Reisliği" iken bu kanunun
kabulü ile kurumun adı "Diyanet İşleri Başkanlığı" olmuştur.
[388]
Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat Tarihçesi (1924-1987), Ankara 1987, s. 38
[389]
D.I.B. Teşkilat Tarihçesi, s. 39-40
[390]
Düstur, c. 16, Ankara 1935, s. 1501-1504
[391]
Düstur, c. 20, Ankara 1939, s. 1553-1554
[392]
Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatı Tarihçesi (1924-1987), Ankara 1987, s. 40
[393] Düstur, c. 31,
Ankara 1950, s. 1953-1957
(*) Bu
konuda geniş bilgi için bkz. Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatı Tarihçesi
(1924-1987), Ankara
1987
[394] Diyanet İşleri
Reisliği Karar Defteri, 1. Defter, 1929, Karar no: 210; D.Î.R.Müşavere Heyeti
Karar Defteri, c. 1,1931, Karar 268
(*) Medeni kanun 17 Şubat 1926'da
kabul edilmiş ve 4 Nisan 1926’da Resmi Ceride'de yayınlanmıştır.
[395] Diyanet İşleri
Reisliği Karar Defteri, 1. Defter, 1929, Karar no: 762
[396] Diyanet İşleri
Reisliği Karar Defteri, 1. Defter, 1927, Karar no: 572; 1929, Karar no: 199 ve
293; Karar Kartunu 1929, Karar no: 732; Karar Defteri 1929-1930, Karar no: 199
[397] T.B.M.M. Kavanin
Mecmuası, c. 3, Ankara 1925, s. 62
[398] Düstur, c. 7, Ankara
1944, s. 548
[400] "Tarakli
Nahiyesinde bulunan Kurşunlu Camii Hatibi Hacı Atıf Efendi, İstanbul'un
Erenköylü müteveffa Şeyh Esat Efendi'ye intisap ettiğinden bir seneye mahkum
olarak tutuklanıyor ve görevine de son veriliyor" Diyanet işleri
Reisliği Müşavere Kurulu Karar Defteri 1932, Karar no: 28, Tarih. 31.1.1932
[401]
Düstur, c. 7, Ankara 1944, s. 550
[402]
Düstur, c. 10, Ankara 1953, s. 3
[403]
Düstur, s. 979-980
[404]
Diyanet İşleri Reisliği Müşavere Heyeti Kartunu 1929, Karar no: 772
[405] aynı defter, yıl
1931, Karar no: 437
[406]
aynı defter, Karar no: 439
(*) 1931-1950 yıllan arası imam ve hatipler ile ilgili bütün işlemler
Vakıflar Umum Müdürlüğünce yürütülüyordu.
[407] Diyanet İşleri
Reisliği Müşavere Kurulu Karar Defteri 1935-1936 Karar no: 49
[408] Diyanet İşleri
Reisliği Karar Kartunu 1929, Karar no: 528
[409]
Diyanet İşleri Reisliği Müşavere Heyeti Karar Defteri 931, Karar no: 669
[410] Düstur, c. 13,
Ankara 1932, s. 47-48
[411] Diyanet işleri
Reisliği 1929 yılma ait İkinci Karar Defteri c. 1, Karar no: 488
[412]
Diyanet işleri Reisliği Müşavere Heyeti Karar Defteri, c. 1, 1931, Karar 324;
ag. defter yıl 1939, Karar no: 74
[413] Karar Defteri 1934,
Karar no: 36
[414] Karar Defteri
1,1929, Karar no: 82; 1929-1930 yılı Karar Defteri, Karar no: 85
[415]
D.I.R. Müşavere Kurulu Karar Defteri 1932, Karar no: 154
[416]
D.Î.R. Müşavere Kurulu 1931 yılı Karar Defteri, Karar no: 268
[417]
D.I.R. Müşavere Kurulu Karar Defteri, 1933, Karar no: 185
[418]
Tanör, Beygo, a. g. e. s. 40
[419]
Tanör, Beyg, a. g. e. s. 104
58.
Uzunğolu Ahmet; Diyanet işleri Başkanlığı Mevzuata, İstanbul 1978, s. 61-62
59. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası,
1982
[421] Prof. Mehmet Ali
Yümnî Kızıltoprak, yazdığı "Yeni Nesil için Ahlak ve Cihadın Fezaili"
adlı kitabı için Diyanet İşleri Başkanhğı'na yaptığı müracaatına. Başkanlık:
"Her şeyden önce Başkanlığın bu gibi kitapları basmağa ve yazarına telif
hakkı ödemeğe kafi ve böyle bir parası olup olmadığının bilinmesine lüzum
olduğu tezekkür kılındı 2.6.937" demektedir. Diyanet işleri Reisliği
Müşavere Kurulu Karar Defteri 1937-1938, Karar no: 14
[423]
Hakimiyet-i Milliye, 3 Ağustos 1339-1923, s. 2
2. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Devre 2, c. 7, s. 34 (3.3.1340)
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder