Philo-Sophia-Loren…Dücane Cündioğlu
| |
kadın göze
elverirse
hangi yalanın yanında yer almalı?
Yalanlar
vardır işitilir işitilmez anlaşılan. Yalanlar vardır anlaşılması yıllar süren.
Yalanlar vardır ustalannın ellerinde biteviye işlenip duran, kanması,
kandırması kolay olan, inanmak ve inandırmak için başkalannın katkısını
gerektirmeyen. Yalanlar vardır uğruna herşeyi göze almış yalancıla- n bulunan.
Yalanlar vardır anlaşılması pahalıya patlayan. Yalanlar vardır savunuculanna
nâm u şan kazandıran.
Yalan
söylemek başka, yanlış söylemek daha başka. Yalan bir iradenin, yanıltmayı
isteyen bir iradenin istemiyle varolur. Yalancı yanıltır, bile bile yanıltır,
yanıltmayı amaçlar çünkü. Peki ama yanlış öyle mi? Yalan başka, yanlış başka.
Yanlış söyleyen yanlışının farkındaysa söylediği yanlış değil, yalandır. Yanlış
söyleyen sadece başkalannı aldatmaz, kendisini de aldatır ve bu nedenle
yanlışı kendisini de yanıltır. Bu yüzden yanlış söyleyenleri, yanlış yapanlan
affederiz, affedebiliriz, affedilmelerini isteyebiliriz, yalancılan ise aslâ.
Yalancılar
sadece başkalannı aldatırlar, çünkü yalancılar ya- landmrlar.
Yalanlara
aldanmak, yalancılar tarafindan aldatılmak acı verir insana. Aldanmak yüzünden
başa gelenlerin acısı, bizatihi aldanmanın acısı yanında nedir ki? Acı olan
aldanmanın kendisi, hayal kmklığı, hüsran, inkisar, sarsıntı, ihlâl,
suistimal, güvenin ihlâli, emniyetin suistimali.
Güveni
sarsılmış, aldatılma korkusuyla başkalanna itimadını kaybetmiş ve hepsinden
önemlisi yalanın gücüne inanmış, inandmlmış zihinler de ya aldatmaya
başlarlarsa, aldatarak güçleneceklerine inanırlarsa, gün gelip çiviyi çivi
söker demeyi marifet zannederlerse!?!
Yalana
yalanla karşılık vermek, kötülüğü kötülükle savmak, iğneyi kendine çuvaldızı
başkasına batırmak ve saldı- nlan savmak için başkalannm yalanlanna ortak
olmak, bütün bunlar yalana inanan, yalanın ve yalancının gücünü kutsayan
yalanzedelerin başvurduğu yollar.
Yalanzede
olmadan yalancı olunmaz, zira yalanın acısı tadılmadan başkalanna böylesi bir
acı tattmlamaz.
Şimdi
de aynen böyle yapılmıyor mu? Yapılıyor; yalan söyleniyor, yalanlar
savunuluyor, yalancılar korunuyor; hem de yalancının bizden olanı olmayanı
gözetilerek.
Eski
bir hikâye vardır yalana dâir:
Vaktiyle
seyahata çıkan ve kansının yanına ancak iki yıl sonra dönebilen Konstanzlı bir
tacir, kansının yanında bir oğlan çocuğunun bulunduğunu görür ve tabii ki bu
duruma çok öfkelenir. Kadın, birgün dağda bir yürüyüşe çıktığını, dağdaki
karlardan yediğini ve çocuğu da bu karlara borçlu olduğunu söyleyerek işin
içinden sıy- nlmaya çalışır. Tacir sakinleşir ve bir şey demez. Beş yıl sonra
Akdeniz yolculuğuna çıkarken çocuğu da yanında götürür ve yolda çocuğu satar;
döndüğünde ise kan- sına, kar çocuğunun sıcak Suriye güneşine dayanamayarak
eridiğini söyler.
Kardan
çocuklarla dolu etrafımız. Adam yokluğunda yapılmış, havucu burnunda, kömürden
dişleri ağzında, şapkası başında, süpürgesi kolunun altında kardan küçücük
çocuklar. Etraflannda da karda oynayan zavallı çocuklar. Evet, yalan
dinleyen, yalanlar dinleye dinleye büyüyen, yalanlara alışan ve yalan
söyleyerek oyuna katılan, oyunu sürdüren zavallı çocuklar.
Kardan
çocuklarla başımız dertte. Güneşin onlan eriteceğini bildiğimiz için başımız dertte.
Bilmesek ızdırap çeker miydik? Bilmesek biz de oyuna katılmaz mıydık? Kardan çocuklar,
ihanetin çocuklan. İhanet onlan varetti ve ihanet onlan yok ediyor. Yalan
dünyaya bir yalanla geldiler ve o yalan dünyanın sahipleri bir yalanla onlan
yok ediyorlar. Kardan çocuklar, annelerinin dağdaki yürüyüşleri sırasında yediği
karlann mahsûlü. Güneşi görür görmez erimeleri de bundan.
Söyleyin
hangi tarafın yalanlan yanında yer alayım: dağlardaki karlardan çocuk
peydahlayan annelerin yalanlan yanında mı, Akdeniz taraflannda dolaşırken
kardan çocuğu yok eden tacir babalann yalanlan yanında mı?
geride bir tek kadınlar kalmıştı
İhanetle
gaflet arasındaki çizginin inceldiği, hatta gözden kaybolur gibi olduğu
günlerde, kimin neyi ve niçin savunduğunu, kimin neye ve niçin karşı çıktığını
anlamak zorlaşır. Öyle ki kalenin kapısı bir kere açıldıkda, artık kimin
kalenin kapısını içeriden açtığı da anlaşılamaz, bilinemez hâle gelir. Oysa
hâlâ açılmamış muhkem kapılan bulunan kaleler varsa bu dünyada, o kalelerin halkı
müteyakkız olmalı, dışandan saldıran düşmanlann hesabını yaptığı kadar, kalenin
kapısını içeriden açabilecek olan gafil sürerindeki hainler
karşısında da tedbirâtı elden bırakmamalı. Çünkü mahremiyetlere el uzatılıp
canlar ziyan olduğunda, kale içindeki nizam u intizam bozulup kale halkı
perişan bir halde başının çaresine bakmaya çalıştığında, muharebeler kaybedilip
hürriyetler yok olduğunda, mukaddes değerler ayaklar altına alındığında,
canlara tecavüz edilip direnenler itlâf edildiğinde, kısaca kale direğine
düşman bayrağı asılıp bütün değerler tek tek çiğnendiğinde ihaneti teşhis
etmenin, gafletin mâl olduğu neticelerden pişman olup dövünmenin kimseye bir
yaran olmaz, olmamıştır da zaten.
Düşmanın
zaferi hep zahirdedir, zahire göredir. Mağlup- lann yüreklerindeki ümidin ateşi
sönmedikçe, harbin kendisini harbin neticesinden ziyade önemsemeyi
sürdürdükçe, eyyamullahın rüzgânnın kale burçlannı yıktığı kadar kale halkının
korkmuş kalplerine ümit de aşılayabildiğim unutmadıkça, yenilginin geçici,
muharebenin dâim olduğu hiçbir suretle akıllardan çıkanlmadıkça,
zahirdeki mağlubiyetler korkaklan korkutur, belki hainleri cüretlendirir; lâkin
düş- manlann dünya hayatının sadece zahirini bildiğini bilenlerin zahire
aldanmalannın müsebbibi olamaz.
yerlilerin çığlığı
Kale
dışında ve düşmanın kışkırttığı münadilerin sözlerinin kale halkına ne tesiri
olabilir? Kim bu hakaretlere aldmr, kim yalanlara, iftiralara, sövüp saymalara
bir değer atfeder de boş yere tehevvüre kapılır?
Düşmandan
geleni, düşmandan geldiği bilindikçe göğüs- leyemez mi cesur yürekler? Karşı
koyamaz mı namerdin namertliklerine aksakallı bilgeler!? Kadmlanmızm mı,
çocukla- nmızm mı itibar edeceği umulur mancınıkla kale içine düşen iftira
ateşlerine? Yaşlılanmız lâ havle ile destek vermez mi sanılır
burçlardaki yiğitlere? Kadınlanmız mı çekinecek o kınalı ellerini kanatmaktan,
yaralı yiğitlerin yaralannı sarmaktan?
Niçin
endişe duyalım ki? Çocuklanmız dahî oyun oynamayı bırakmışlar, bir yandan
yaşlı gözlerle türkü söylüyorlar, bir yandan babalannın sadaklanna ok
yetiştirmeye çalışıyorlar.
lsmet-i
mahremiyet için değmez mi zannediliyor bunca çabaya?! Vücûdiyetimizin,
hayatımızın, hayatiyetimizin anlamı olan bir kaleyi müdafaa etmek uğruna bedel
ödemeyi daha en başta göze alanlar bizler değil miyiz? Evet bizler değil
miyiz, Yemen türkülerini söyleyerek çocuklannı büyütenler? Tuna boylannda
yavrulannı kaybedenler?»
Ayancıkta
aynalanmızı parlatırken kaldmp atmadık mı başlanmızı kendi kazdığımız
çukurlara? Nûr dağına çıktığımızda kendimiz ayırmadık mı başlanmızı
gövdelerimizden? Öyleyse nasıl kuşku duyarlar, varolmak için varlığından
vazgeçenlerin sadakatinden? Nasıl inanmazlar, varlığımızdan vazgeçtikçe,
vazgeçebildikçe varolabildiğimizden?
Bizler
ki hiç ihanet etmedik toprağımıza. Yüzlerimizde boyalar savaşırken bile ateşin
etrafında incitmedik o toprak altında toprağa kanşanlan. Gaflet esintilerinin
başımızı döndürmemesi için içtik o aşk şarabını ve uyumadık aslâ hiçbirimiz.
Savaş boyalan silinmesin diye yüzlerimizden yüzlerimizi seher esintileriyle
yıkadık. Diri kalalım, dingin kalalım, hep bir arada kalalım diye çadırlanmıza
uğramadık, adanmı- zm sırtından inmedik, sadaklanmızı çıkarmadık.
Bizler
ki savaşa Hızır’ın huzurunda hazırlanmadık mı? Boyalanmızı yüzlerimize onun
yardımıyla sürmedik mi? El almadık mı, elini öpmedik mi ellere giderken? Öyle
ya, yârimizi G'na emanet etmedik mi yar kenarlannda? Çıkmadık mı düşmanın
karşısına yol başlannda? Esmedik mi rüzgâr gibi, yel gibi, cehennem gibi düşman
üzerine dağlann tepelerinden? Döndük mü hiç sırtımızı düşmana, gizlendik mi
hiç süt- relerin arkasında, attık mı sattık mı kardaşlanmızı, kanndaş- lanmızı?
O
halde şimdi niçin ağlıyor kadınlanmız, çocuklanmız? Neden suskun ve mahzûn dedelerimiz?
Niçin kızgın ve öfkeli bakışlarla süzerler genç savaşçılan da bakmazlar yüzlerine?
Duyduk
ki yere çalmış yaşmaklannı ninelerimiz ve dahî haklannı helâl etmeyeceklermiş
tepelerde yaşlı gözlerle yâr yolunu gözleyen kızlanna. Toprak da susmuş, yağmur
da. Ülkemiz susmuş, düşmanlarımız gülmüş.
yerlilere çığlık
Bir
dağın yalçın tepelerinden gökyüzüne doğru kesif bir duman yükselmeye
başladığında, rüzgâr dumanlan yanına alarak yavaş yavaş esmeye, bulutlar ise
duman parçalannı kucaklayarak ötelere taşımaya başladı. Bu sırada beyazlann
eline esir düşmüş ve elleri arkalanndan bağlanmış savaşçılaF arasında bir
kıpırdanma meydana geldi, uğultular yükseldi. Hepsi de gözlerini gökyüzüne
çevirmişti; derken duman par- çalannı alelacele izleyen bir savaşçının ağzından
şu sözcükler döküldü:
—
Anlamadınız mı hâlâ niçin yenildiniz düşmanlannıza?! Hainler çıktı içinizden.
Düşmanlan sevindirir sözler mınldan- dılar ve böylece sıdkı terk, ihaneti
tercih ettiler. Daha önce erkekleriniz savaşırken onlan sinsice arkalanndan
hançerle- mişlerdi; geride savaşan bir tek kadmlannız kalmıştı, onlan da şimdi
alenen kendi elleriyle düşmana teslim ediyorlar.
Kadınlar
savaş sırasında geride kalmayı istemedikleri için geride savaşan bir tek
kadınlar kalmıştı. VE en nihayet geride kala kala savaşan bir tek kadınlar
kalmıştı.
erkekler çok komik
Türkiye
siyasetin iplerinin alabildiğine gerildiği bir dönemden geçiyor. Nelerin olup
bittiği konusunda ne halkın, ne de halkın temsilcisi olduğunu düşünenlerin
zihninde muhkem bir tasavvur mevcut değil. Herkes bir şeyler söylüyor-, daha
doğrusu bir şeyler söylüyormuş gibi yapıyor ve fakat esasen hiçbir şey
söylemiyor. Bu karmaşıklığı, bir biçimde açık kılmak lâzım geldiğini
düşündüm ve bunun üzerine ben de herkesin aksine, bir şeyler söylemiyormuş gibi
yapıp bir şeyler söylemeye karar verdim, işte size Averchenko’nun dilinden
irtica'nın postmodemist bir yorumu:
Gülümseyerek
“Erkekler çok komik" dedi. Bunun kabahat mi, yoksa övme mi belirttiğini
anlamadığım için, “Gerçekten doğru” diye cevap verdim.
—
Kocam tam bir Othello! Bazen onunla evlendiğime üzülüyorum.
Anlamayarak
baktım. “Açıklamandan..." diye söze başlayacak oldum. “Haa, senin
duymadığım unutmuştum" diye sözüne devam etti:
—
Üç hafta kadar önce kocamla alandan geçip eve yürüyordum. Bana çok yakışan
siyah bir şapkam vardı ve yürümekten yanaklanm pembeleşmişti. Bir ışığın
altından geçerken, esmer bir adam bana baktı ve âniden kocamı kolundan tuttu.
“Ateşinizi verebilir misiniz?" dedi. Alexander kolunu çekti, eğildi ve
şimşek gibi bir hızla yerden aldığı tuğla ile adamın kafasına vurdu. Adam yere
yığıldı. Korkunç bir şey!
—
Kocanı ansızın ne gibi bir şey öyle kıskanç yaptı?
Omuzlannı
silkti. “Söyledim ya, erkekler komik."
“Hoşçakal"
deyip çıktım, köşede kocasıyla karşılaştım. “Merhaba" dedim; “tnsanlann
kafalannı kırmaya başladığını duydum."
Gülmeye
başladı.
—
Anlaşıldı, kanmla konuştun. Çok şanslıydım. O tuğla hemen elime geldi. Yoksa
bir düşün: Cebimde binbeşyüz ruble vardı ve kanm elmas küpelerini takmıştı.
—
Seni soymak istediğini mi zannettin?
—
Karanlık bir köşede adamın biri sana yanaşıyor. Daha ne beklersin?
Şaşkın
şaşkın ondan aynldım ve yürümeye devam ettim. “Sana bugün yetişmek
imkânsız" diye bir ses duyup döndüm baktım ve üç haftadır görmediğim bir
arkadaşımı gördüm:
—
Aman Tannm! Senin başına ne geldi?
Hafifçe
gülümsedi.
—
Birtakım delilerin başıboş dolaştığından haberin var mı? Üç hafta önce biri
bana saldırdı. Hastahaneden bugün çıktım.
Âni
bir ilgiyle sordum:
—
Üç hafta önce mi? Alanda mı duruyordun?
—
Evet. Çok saçma bir şey. Alanda oturuyordum, canım çok sigara içmek istiyordu.
Kibrit yok. On dakika filân sonra bir bey, yanında yaşlı bir kadınla sigara
içerek geçiyordu. Yanına gittim, koluna dokundum ve en kibar tavnmla, ‘Ateşinizi
verebilir misiniz?’ diye sordum. Sonra ne oldu düşünebiliyor musun? Deli yere
eğildi, bir şeyi kaptı, bir dakika sonra ben kafam kanar halde, kendimden
geçmiş, yerde yatıyordum. Herhalde gazetede okudun?
Ona
baktım ve içtenlikle sordum:
—
Gerçekten bir deliyle karşılaştığına inanıyor musun?
—
Eminim.
Bir
saat sonra kent gazetesinin eski sayılanm merakla kanştınyordum. En sonunda
aradığımı buldum, kaza sütununda kısa bir not:
İçkinin
Etkisi Altında
Dûn
sabah, alanın bekçileri, bir bankın üzerinde kimliğinden iyi bir aileden
olduğu anlaşılan bir genç adam bulmuştur. Aşın içkili olmanın sonucunda, yere
düşüp kafasını yakınındaki tuğlaya vurarak yaraladığına inanılmaktadır. Hasan
gencin ana-babasının üzüntüsü derin olmalı.
philo-sophia-loren
Bir
cumartesi günü Ankara’da —oldukça uzun bir aradan sonra— Ankara sahillerinin o
haşan çocuklanyla buluştuk, konuştuk, tartıştık, söyleştik.
Bir
düştü yorduğumuz, yorumladığımız. 3-4 saat boyunca yordum ve yoruldum, yorduk
ve yorulduk.
Bizim
haşanlann sahilleri terkettiklerini düşünmekle yanılmışım. Hâlâ oradalarmış.
Orada bekliyorlarmış, ateşin sönmemesi için hâlâ çabalıyorlarmış. Aralannda
üşüyenler var, donanlar var, ölenler var. Fakat sönenler yok! Yormayı ve
yorulmayı hâlâ umuyorlar, umursuyorlar. Hâlâ hayra yoruyorlar.
Evet,
gözleri hâlâ pırıl pınl, bakışlan hâlâ iddialı, sesleri hâlâ mütehakkim.
Okumayı sürdürüyorlar, tartışmaktan kaçınmıyorlar, reddetmekten çekinmiyorlar.
“İslâm gelecek dertler bitecek" demeye cesaretleri kalmamıştı sadece. Bu
yüzden olmalı ki yorum'un istikameti dışanya doğru değil, hep içeriye doğruydu.
Ne yazık ki karşılanırdaydım. Keşke aralannda olsaydım, olabilseydim.
İçlerinden
biri, “Bize yardımcı olabilir misiniz?" diye sordu. “Kimse kimseye
yardımcı olamaz" diye cevap verdim: Hani biri, “adam olacak çocuk adam
olur" demiş de diğeri “doğru ama vesile olmak lâzım" diye ilâve etmiş
ya.
“Tamam
işte” dediler; “Siz de o zaman vesile olun!"
Çaresiz,"ilk
yargıdan yana çıkıp, iyi niyetli o ilâvenin sadece iyi niyetten ibaret
olduğunu belirtmek zorunda kaldım.
Şiir
okuyorlarmış. Şiir yazıyorlarmış. Şiir yazmak için acılanmak, acıya bulanmak
yeterli değildi oysa. Yalnızlamak, yalnızlanmak da gerekiyordu. Çünkü “Şiir
yalnız’ca yürüyenlerin işidir" denmişti yalnızca.
Köşede
öylece bizi izleyen biri yanıma yaklaşıp “İnzivadan ne zaman çıkacaksınız?"
diye sorunca, kendisine “İtikaf değil benimki, tamıtamına itizar
diye fısıldadım: “Bu nedenle iflâh olmaz bir durum bu!"
Salonda
kız öğrenciler'çoğunluktaydı; kız sözcüğü kıt sözcüğünden
dönüşmüş olmasına rağmen. Suâl sorma hakkımı kullandım:
—
Ev kadını mı, iş kadını mı olmak istiyorsunuz?
Cevap
vermekte tereddüt ettiler. Ben de hemen kipi değiştirdim:
—
Kızlanmız daha çok ev kadını mı, iş kadını mı olmayı istiyorlar?
Hepsi
birden şu cevabı verdi: “Elbette iş kadını olmayı istiyorlar!"
Bu
arada Nietzsche’nin “...Akademisyenliğe eğilimleri olan kadının genellikle
cinselliğinde bozuk bir şey vardır; doğurgan olmayış kendini belli bir erkeksi
beğeniyle ortaya koyar" şeklindeki cüretkâr yargısının işkadınhğını
kapsayıp kapsamadığı meselesi gürültüye gidiverdi. Bir daha da geri gelmedi.
“Anneleri
gibi olmayı istemedikleri için işkadını olmayı tercih ediyor olmasınlar?”
diyerek suâl sormayı sürdürünce, hiç düşünmeksizin evet diye karşılık verdi
gözleri; dillerinden ise belirli belirsiz bir herhalde sözcüğü
çıkıverdi.
—
Kızlanmız anneleri gibi olmayı niçin istemezler ki?
Bu
soru(n) hakkında kimse konuşmaya istekli olmadı. Salondakilere, bir vesileyle,
Tann’nın varlığından hiç kuşkulanıp kuşkulanmadıklannı sordum; susarak (!)
cevap verdiler. Dünyanın döndüğünden hiç kuşkulanmış olup olmadık- lannı
sorunca, bu sefer hayır demekten çekinmediler.
İmanın
mahiyeti değişmişti. Kuşku metafizik alanda güçlenmiş, fizik alanında
yokolmuştu anlaşılan.
—
Peki annelerinize, anneannelerinize Tann’nın varlığından hiç kuşkulanıp
kuşkulanmadıklannı sorsak ne cevap verirler sizce?
Müsbet
bir cevabın, annelerimiz ve anneannelerimiz için mümkün olamayacağı husûsunda
ittifak vardı. Hatta biri “Bizi sopayla kovalarlar” deyince bütün salon bastı
kahkahayı.
—
Dünyanın döndüğünden ya da gâvurlann aya çıktık- lanndan kuşkulanıp
kuşkulanmadıklannı sorsanız onlara?
Cevap
kesindi. Annelerimiz, anneannelerimiz muhakkak kuşkulandıklannı
söyleyeceklerdi.
Hal
böyleyken, kızlanmız niçin anneleri gibi olmayı istemiyorlardı acaba?
Salona
sessizlik çökmüştü: zira herkes yorulmuştu.
Hepimiz
bir düştük artık; philo-sophia-loren haline gelen bir düş!
böyle düşünebilmek için kadın olmalı
I.
Dünya Harbi kaybedilmiş, koca imparatorluk küçülmüş... küçülmüş... Anadolu
yanmadasına sıkışılıp kalınmış. Memleket alevler içinde. Kimse ne olacağını
bilmiyor, bilemiyor. Bu arada İttihatçı liderler bir Alman gemisine binip İstanbul’u
terkediyorlar.
Savaşın
kumandanı Harbiye Nâzın Enver Paşa ayrılmadan hemen önce Teşkilât-ı
Mahsusa’nın şefi Hüsamettin Er- türk’ü huzuruna çağmp gizlice şu talimatı
veriyor:
Biz
yakında memleketi terkediyoruz. Çünkü Mütare- ke’nin Osmanlı Devleti’nden
herşeyden evvel bizi isteyeceği muhakkaktır. Yalnız onlar teşkilâtımızı,
adamla- nmızı ve hepsinin üstünde ideallerimizi alamayacaklardır. Biz işte
bununla teselli buluyoruz. Teşkilât-ı Mahsu- sa'yı resmen lağvedeceksiniz,
fakat hakikatte bu teşkilât asla ortadan kalkmayacaktır. Bu, galip devletlere
karşı böyle olacaktır. Teşkilât-ı Mahsusa’nın bundan sonraki ismi Umum
Âlem-i Islâm ihtilâl Teşkilâtı olacaktır. Muhabereleriniz hep bu titr
üzerine cereyan edecektir. Siz Türkiye'de bu teşkilâtın İstanbul Reisisiniz.
Onu kuran benim, sizi seçen benim! Yakında bu teşkilâtın heyet-i merkeziyesi
Berlin'de toplanacaktır.
Hüsamettin
Bey Enver Paşa’nın gidişini şu romantik ifadelerle resmetmekten kendisini
alamaz:
O düğüne giden delikanlı bir güvey
gibi, o cenge koşan bir erkek gibi bu büyük yolculuğa çıkıyor; çok sevdiği
Kuruçeşme'deki yalısını, ona her zaman iyi bir arkadaş olmuş sâdık zevcesi
Naciye Sultanı, güzel Boğazı, sevgili Istanbulu, şan ve şerefi, huzur ve
rahatı, servet ve ihtişamı bırakarak, belki de aç kalacağı, belki sürüneceği
meçhul iklimlere, yeni memleketlere yepyeni dâvâla- n tahakkuk ettirmek için
gidiyordu.
Böylece
Enver Paşa ardında sadece zevcesini, yalısını ve Boğazı değil, alevler içinde
yanan imparatorluk topraklannı da bırakıp Berlin’e gider. İşgal kuvvetleri önce
İstanbul’u işgal ederler, sonra Enver Paşa’nın yalısını. Eşine bir mektup
yazan Paşa, Naciye Sultan’den Berlin’e gelmesini ister. Mektuplar birbirini
kovalar. Fakat o devrin şartlannda İstanbul'dan çıkmak hiç de kolay değildir.
(Bu mektuplann bir kısmı yayımlanmıştır: Enver Paşa’nın Özel Mektupları,
Ankara, 1997)
Naciye
Sultan annesinin yanına, Feriye Sarayı’na taşınır. Orada da rahat edemez; zira
sürekli izlenmekte, Paşa’nın nerede olduğunu öğrenmek isteyen casuslar sürekli
kendisini rahatsız etmektedir. Zaten sıhhati yerinde olmayan Sultan, 1919
senesinin sonlanna doğru, işgal kuvvetlerinin doktor-
‘ H. Ertürk, İki Devrin Perde
Arkası, s. 165-169, İstanbul, 1996 lanna
memleket dışında tedavi olmak isteğiyle müracaatta bulunur. Fakat kendisine
izin verilmez.
“İşgal
kuvvetleri arasında en dürüst ve en terbiyeli olarak hareket edenler Italyanlardı"
diyen Naciye Sultan, Çürüksu- lu Mahmut Paşa’nın kızı Meziyet Hanım’ın
aracılığıyla İtalyan İşgal Kuvvetleri Komutanı Kont Caprini’den yardım ister.
Yardım istekleri kabul edilmiş ve Kont, Naciye Sultan ile çocuklannı yurtdışına
kaçırma görevini Mimar Denari’ye havale etmiştir.
Hemen
bir plan hazırlanır: Çocuklar, Denari’nin çocukla- n olarak çıkanlacak, Naciye
Sultan da onlann dadısı sıfatıyla gemiye binecekti. Plan başanyla uygulanır.
Sultan’a bir İtalyan pasaportu verilir; sonra bir gün hep birlikte gemiye
binerler. Gemide İtalyan kuryesinin kamarasına kilitlenirler ve Çanakkale
geçilinceye kadar oradan çıkanlmazlar. En nihayet Roma’ya, oradan da Berlin'e
vanrlar.
Kaçış
hikâyesi kısaca bu kadar. Fakat bu serüvenin o denli ilginç bir aynntısı var ki
sîzlere onu aktarmadan geçemeyeceğim.
Gelin
şimdi dikkatlice Naciye Sultan’ı dinleyelim:
Denari’nin
evi Saint Antuan Kilisesi civanndaydı. Oraya gittim. Vapura binmeden evvel dadı
kıyafetine girmem lâzımdı. Ömrümde ilk defa olarak başımı açacak ve sokağa
şapka ile çıkacaktım. Denari’nin eşi bana bir şapkasını ve bir yağmurluğunu
verdi.
Kadınlar
ne şart altında olurlarsa olsunlar hiçbir zaman kadınlıklanndan vazgeçmezler.
Ben de vaziyetin bütün tehlikesine rağmen o aralık şapkanın yüzüme yakışmadığını
gördüm ve bundan dolayı üzüldüm. Dadı kılığını kendime bir türlü
yakıştıramıyordum. Bir berber çağır- malannı ve saçlanmı şapkaya uygun şekilde
taratmak istediğimi söyleyince, orada bulunan bir arkadaşım, ‘Bunu bu anda
düşünmek ve yapabilmek için ancak kadın olmalı!’ diye bana çıkıştı ve
soğukkanlılığıma şaştı. Fakat ben herşeye rağmen ısrar ederek süslenmek, hele
ilk defa giyeceğim şapkanın yakışmasını istiyordum.
Gerçekten
de o hengâmede ancak bir kadın böyle düşünebilir ve böyle davranabilirdi.
Nitekim Naciye Sultan da “Kadınlar ne şart altında olurlarsa olsunlar hiçbir
zaman ka- dmlıklanndan vazgeçmezler” derken, bu gerçeğin altını çizmiyor mu?
Bazdan,
Naciye Sultan'm refleksini salt kadınlıkla ilgili görmeyip bunu saraylılıkla ya
da ne bileyim burjuva veya şehir kadınlanmn ahlâkıyla (alışkanlıklanyla) filân
izah etmeyi deneyebilirler. Şahsen, bu denemede bulunacaklara, başörtüsü
yasağının mağdurelerinin tepkilerini ortaya koyma tarzlanndan işe başlamalannı
tavsiye ederim. Bir düşünün bakalım, tepkinin kendisi kadınca iken,
tarzı niçin erkekçi
'
Enver Paşa’nın Eşi Naciye Sultan’m Haüralan: Acı Zamanlar,
s. 54, İstanbul, tsz.
âhunun âhı
Eğer yolunuz birgün bir üniversiteye
düşerse, saçlannı taramayı becerememiş bir kızla karşılaşırsanız, konuşurken
saçlannı savurmuyorsa, sıkı sıkıya tokaiarla yapıştırmışsa saçlannı, uyumsuz
kıyafetler varsa üzerinde, yakıştıramamışsa giydiklerini, güzelliğinden
utanıyorsa meselâ, yaz sıcağında boğazlı bir kazak giymişse, bir pardösü giyip
yün bir başlık takmışsa kafasına ya da modası geçmiş bir şapka takıyorsa,
ellerini sürekli başına götürüyorsa, saçlannı tıkıştınyorsa şapkasından içeri,
ürkekse, bir başmaysa, bilin ki o kız başörtülü bir kızdır. Bilin ki bir kez
daha kaybetmişizdir.
Bu
satırları nerede görüp de kaydettiğimi doğrusu hatırlamıyorum. Sanıyorum yazan
bir erkek öğrenciydi.
Kimin,
nerede yazdığı esasen pek önemli değil. Çünkü o denli sahici ki. O denli içten
ki. Hepsinden önemlisi o kadar hakikat ki. Hicran dolu, acı dolu, inkisar dolu
satırlar bunlar. Muhakkak ki duyan ve duyurmayı bilen bir gönlün ürünü.
Kişinin
okuma hakkının elinden alınması, sözgelimi birkaç yıl kaybetmesi, vizelere,
sınavlara girememesi, mezun olamaması gibi meseleler nedense önem atfettiğim
konular arasında yer almadı hiç. İnsan hayatında birkaç yılın kaybedilmesini
de önemsediğimi söyleyemem. Umursamazlığımdan, bahaneciliğimden değil elbette.
Bilâkis ne istediğini bilen, haysiyeti pahasına istikbal sevdasında olmayan
akıllı bir kimsenin, her hal ü kârda bu seneleri telâfi edebileceğine
inandığımdan, insan hayatında daha kötü imtihanlann bulunduğunu,
bulunabileceğini şahsen tecrübe ettiğimden. İnançlar uğruna katlanılmak zorunda
kalınan acılann insanı zayıflatmayıp güçlendirdiğini defalarca gördüğümden.
Dikkat
edilirse, yukandaki satırlar şöyle bitiyor: Bilin ki bir kez daha
kaybetmişizdir.
itiraz
etmeyeceğim; evet bir kez daha kaybetmişizdir. Fakat eklemeden de
edemeyeceğim: iyi ki kaybetmişizdir. Çünkü kaybetmeyi önemsememeliyiz; bilâkis
niçin kaybettiğimize ve nasıl kaybettiğimize bakmalıyız.
Ya
kazansaydık? Ya ne pahasına olursa olsun kazansay- dık? O halde kazanmayı da
önemsememeliyiz; bilâkis niçin kazandığımıza ve nasıl kazandığımıza bakmalıyız.
Bir
mukayese yapılabilmesi için Halide Edib Adıvar’ın Türk’ün Ateşle İmtihanı
adlı Kurtuluş Savaşı yıllarından söz ettiği hatırâtmdan sadeleştirilmiş bir
pasaj aktaracağım. Sadece mukayesenin şiddetini artırmak, muhtemel
felâketlerin neler olabileceği konusunda düşülebilecek çukurlan göstermek
amacıyla değil, aksine, Efendimiz’in (s.a) bir hadis-i şerifini hatırlatmak
maksadıyla bu anektodu huzurunuza getireceğim:
Kadınlann memleket meselelerinde
erkeklerden daha duygulu olduklarına inandım. Hepsi birden tehlikeyi anlamışlardı.
Çünkü onlar, siyasal nedenleri anlamasalar bile, yurtlanmn tehlikeye girmesine
karşı ruhen isyan ediyorlardı. Beyoğlu taraflanndaki yüksek sosyete kadınlan,
İtilâf kuvvetlerinin (işgalcilerin) bu hareketlerine karşı halk arasında uyanan
öfkeyi İtilâf subaylarını çağırarak onlara anlatmaya çalışıyorlardı. Danslı
partiler veriliyor ve İtilâf ordularının subaylan elde edilmek isteniyordu.
Belki bu subaylann üzerinde bir etki yapmışlardı. Bunun görünürdeki neticesi
birkaç evlenmeyle son buldu, (s. 16-17)
Bu
satırlar bir kadın yazara ait. “Kadınlann memleket meselelerinde erkeklerden
daha duygulu olduklanna inanan" bir kadına. Sebebi de şu: “Kadınlar
siyasal nedenleri anlamasalar bile, yurtlanmn tehlikeye girmesine karşı ruhen
isyan ediyorlar" imiş.
Buraya
kadar bir sorun yok! Memleket işgal altında ve kadınlar bu işgale isyan
ediyorlar. Peki bu kadınlann bir kısmı isyanlannı nasıl gösteriyorlar, ne
yapıyorlarmış? Düşman ordusunun subaylannı çağırarak onlara halkın duyduğu öfkeyi
anlatmaya çalışıyorlar, danslı partiler verip düşman or- dulannın subaylannı
iknâ etmek, bir mânâda dâvâyı kazanmak için uğraşıyorlarmış.
Sonuç
ne olmuş? Sonuç itibariyle bu subaylann üzerinde bir dereceye kadar etkili
olmayı da başarmışlar.
Peki
bu başannın alâmeti neymiş? Hâlide Edib’in cevabı pek de umulmadık sûrette:
“Bunun görünürdeki neticesi birkaç evlenmeyle son buldu.”
Bu
da bir mücadele türü. Mukaddes bir dâvâyı kazanmak için hiç de mukaddes
addedilemeyecek bir mücadele türü hem de.
“Kazanmayı
değil, bilâkis niçin kazandığımızı ve nasıl kazandığımızı önemsememiz gerekir”
derken kastettiğim de işte böyle bir şeydi.
Kaybetmeyi
niçin umursayalım o halde?
Belki
ürkek, belki bir başına tıpkı bir âhu gibi. Evet belki bir âhu gibi ürkek ve
bir başına, bir âhu kadar güzel, bir âhu kadar âsil ve ancak bir âhu kadar
yaralı.
“Bilin
ki bir kez daha kaybetmişizdir” diye bitmemeli o halde sözümüz-, bilâkis
ardından bir başına kayıp gittiğimiz, bir başına kaybolup gittiğimiz, bir
başına kaybedip gittiğimiz için ağıtlar yakmalıyız geride bıraktıklanmıza.
Uzun
söze ne hâcet, dilde sermaye bir âh kaldı.
erkekler, ah onlar-insan değiller
Hafif
yağmurlu, kasvetli bir ilkbahar günü Milena, arkadaşı Fredy Mayer’le Prag’ın
tam göbeğindeki ufak, karanlık bir meyhanede oturuyordu. Melankoli içindeydi
ve geçmişten, özellikle de hayatına girmiş erkeklerden söz ediyordu:
— Herşey çok güzeldi, çok ilginçti.
Heyecanlıydı ama bugün artık hepsinin yanlış olduğunu biliyorum. Doğru erkek
hiçbir zaman gelmedi. Genelde gereğinden fazla gevezelik ve nevrasteni,
fazlasıyla yaşamdan yabancılaşma vardı? Birçoğu yaşamdan öylesine korkmaktaydı
ki her seferinde cesaret verme görevi bana düşüyordu. Aslında tam tersi
olmalıydı.
Milena
özlemini duyduğu şeyi letafete boğmaktan çekinmeden şöyle devam eder:
— Özlemini en çok duyduğum şey, bir
sürü çocuk doğurmaktı; inek sağmak, kaz beslemek istemiştim ve beni arasıra
döven bir de koca. Derinlerimde ben aslında gerçek bir Çek çiftçi kızıyım. Entdiektûdiik
denilen o şey bende talihsiz bir rastlantı yalnızca.
— Ama Milena, bunu nasıl
söyleyebilirsin?
Milena bir kahkaha atıp açıkladı:
— Herşeyin tam söylediğim gibi
olmadığını biliyorum, ama işte bazen öyle olduğuna kendimi inandırmaya çalışıyorum.
(...) Gece geç vakit evine döndüğünde
Milena evinin kapısında bir demet çiçek buldu. Üstüne iliştirilmiş kartta
şöyle bir yazı vardı: Muzsky - to nejsou Udi! (Erkekler - insan
değiller!)
Milena
jesenska (1896-1944), Franz Kafka’nın (öl. 1924) hayatındaki en önemli kadın.
Denebilirse şayet tek tesellisi. “Ya bu dünya minicik ya âa biz dev
gibiyiz, her neyse, bizim onu tümüyle doldurduğumuz kesin...” sözleriyle hitap
ettiği biricik seveli.
Milena
bir Kafka mütercimiydi. Tanışmalan da bu vesileyle olmuştu zaten. “Doğru erkek
hiçbir zaman gelmedi” sözü, işte bu nedenle Kafka'yı da içine alıyor. İşin
garibi Milena, doğru erkeğin gelmesini bekleyecek türden bir kadın olmadı,
olamadı. O hiçbir zaman doğruluk ile gerçeklik, sadakat ile şefkat
arasında yalpalamaktan kurtulamadı. İtiraf etmeli ki trajedisi herşeye rağmen
kahramancaydı.
Son
zamanlann hayhuyundan firsat buldukça araya sıkıştırdığım kitaplardan iki
tanesi Milena hakkındaydı.
İlki,
yukandaki alıntının kaynağın olan ve Sıdıka Orhon tarafindan çevrilen Margarete
Buber-Neumann'ın Milena (İstanbul, 1991) adlı biyografisi. Bu kitap,
Kafka'nın Milena'ya yazdığı mektuplar okunmadan önce okunmalı. Çünkü yazan
Kafka ve fakat yazdıran Milena.
İkincisiyse
Kafka’nın Milena'ya yazdığı mektuplar. Mek- tuplannın önemli bir kısmını içeren
Briefe an Milena Adalet Cimcoz tarafindan Sevgili Milena! adıyla
Türkçe’ye çevrilerek 1961'de yayımlanmış, daha sonra bu çevirinin yeni baskıla-
n da yapılmışa. Ben son baskısından okuyabildim.
Üçüncü
kitap ise Kafka'nın Baha’ya Mektup adlı eseri oldu. Kafka'nın babasıyla
ilgili sorunlannın onun hayatını ne kadar derinden etkilediği bilinir. Bu
çatışma en açık biçimde Kafka’nın babasına hitaben yazdığı ama asla kendisine
göndermediği bu mektupta bütün aynntılanyla resmedilir. Tek kelimeyle dehşet
vericidir. Üstelik bu dehşet o kadar yalın, o kadar kesin ve ince yargılarla
resmedilmiştir ki okurun anla- tılanlann gerçekliğinden kuşkulanmaması imkânşız
gibidir. Lâkin dehşet yine de anlatılanın değil, üslubun tevlid ettiği bir
sonuç.
Milena'yla
Kafka arasındaki yakınlığın nedenlerinden biri de burada aranabilir; zira o da
babasıyla arasında —sebepleri farklı da olsa— büyük bir çatışma yaşıyordu. Ne
yazık ki buradaki talihsizlik, Milena'nın Kafka'ya mektuplannın elde olmayışı!
Bir
kız çocuğunun ya da bir kadının babasıyla çatışması, bir erkek çocuğunun
babasıyla çatışmasından daha farklı. Erkek babasıyla çatıştığında, tabiatıyla
erkekleri suçlayamı- yor, sadece babayı, hiç değilse kendi babasını suçlamak zorunda
kalıyor. Fakat bir kadının bu çatışmayı kolaylıkla “karşıt cinsler çatışması”
na dönüştürmesi ne de kolay! Babaya dair şikâyetler —siz bir de buna kocadan
şikâyetlerin eklendiğini düşünün— bir anda erkek cinsine dair şikâyetlere
dönüşebiliyor. VE böylelikle “Erkekler, ah onlar insan değiller!" sözü
haklılık kazanmış oluyor, tabii ki kendisine bir tebessüm eşlik ediyorsa.
Söylesenize,
bugüne değin hangi tebessüm aklı kışkırtabilmiş?
kadın ve felsefe
—
Kadınlar felsefe alarfında ne denli başanlı olabilirler?
Soru
bu şekilde değil de şöyle sorulsaydı, pekâlâ kadınlara haksızlık edilmiş
olduğu söylenebilirdi:
—
Kadınlar bugüne değin felsefe alanında ne kadar başarılı oldular?
“Söylenebilirdi”
diyorum; zira bugüne değin erkek egemenliğinin muhtemel bir başanya engel
teşkil ettiğinin öne sürülmesi mümkündür. Nitekim bu soru bağlamında Kadın
Filozoflar adıyla Türkçe’ye çevrilen kalınca bir antolojinin sayfalannı
kanştıracak olanlan büyük bir hayal kınklığının bekliyor olması da işin'cabası.
Kadın
ile felsefe arasına mesafe koymak isteyenlerin bu mesafeyi biyolojik, bu
görüşe karşı çıkanlannsa sosyolojik nedenlere dayadıklan malûm. Nitekim
“Akademisyenliğe eğilimleri otan kadının genellikle cinselliğinde bozuk bir şey
vardır” derken Nietzsche bu denli keskin ifadelerle dile getirilmiş
kadın-karşıtlığını biyolojik nedenlerle açıklar.
Yakın
tarihimiz açısından bakıldıkda ise bu sorun —umumiyetle yapıldığı gibi— çağdaşlık-çağdışıhk
ekseninde ele alınmış ve tabiatıyla ucuz bir popülizmin imkânlanndan bolca
yararlanılmıştır.
Meraklıları
için işte ilginç bir kesit:
Meşrûtiyet
ve Cumhuriyet dönemlerinin kıymetli felsefe hocalanndan Babanzâde Ahmed Naîm'in
(öl. 1934) kadın ve felsefe münasebetlerine dair kanaatlerinin pek müsbet olmadığı
bilinir. Bu hususta bizzat kendi talebelerinin tanıklık- lanna başvurmak ilginç
olacak: Macit Gökberk (öl. 1993), Niyazi Berkes (öl. 1988) ve Belkıs Halim (öl.
1998).
önce
Gökberk’e kulak verelim:
Şapka elinde gezer, derste başına
siyah takke koyar, enfiye çeker, kızlardan nefret ederdi. Beş kişiydik, dördü
kız. Ben bazen geç kalırdım. ‘Macit nenlesin, haydi derse başlayalım!' derdi.
Derse başlaması için sınıfta illâ erkek olacaktı, kızlara ders anlatmak ağınna
giderdi. (1982)
Şimdi
de Berkes'i dinleyelim:
Benim gibi erkek öğrencilere kızmazdı.
Kız öğrencilere ifrit olurdu. O zaman her ders sonunda hocaya imzalatılacak
devam karnelerimiz vardı. Kız öğrenciler karnelerini korka korka uzun
kürsüsünün kenanna koyup öteki ucuna koşucular gibi koşarlar, karne yere düşmeden
ele geçirmeye çalışırlardı. Hoca da hemen her defasında ‘Burada ne işiniz var?
Felsefeden siz ne anlarsınız. Yann evleneceğiniz kocalannıza yemek pişirmesini
öğrenin’ öğütünü vermeyi unutmazdı. (1997)
Belkıs
Halim'in anlattıkları ise diğerlerinden daha farklı ve daha hakşinasça:
Bizden kimse bir şey beklemediğinden
dalgamızı geçer, derslere çalışmazdık. Derslere girmek mecburiyeti vardı ama
çoğumuz bunu ihmal eder girmezdik. Devam karnelerimiz vardı, bunlan eğitim
üyelerinin imzalaması lâzımdı, ama ben Naim Bey’den başka —ki Metafiziği verirdi—
bir eğitim üyesinin bunu imzaladığını hatırlamıyorum. Babanzâde Naim Bey de
bana eski, alaturka bir adam gibi görünüyordu öbür hocalara göre. Tabii ki artık
o zamanlar ceköt pantalon giyiyordu fakat bende yaptığı tesir sanki üstünde
cübbesi varmış gibiydi. (2000)
Galatasaray
mezunu olan Babanzâde'nin kız ve erkek öğrenciler arasında bulunması gerektiğine
inandığı mesafenin kadın ile felsefe arasında da bulunması
gerektiğine inanıyor olmasının bugün için birçoklannca kabulü güç bir ta-
assub göstergesi olarak algılanacağında kuşku yok. Fakat bir felsefeci olan
Macit Gökberk'in hocası Babanzâde'yi kınamasına rağmen kendisinin bu konuda
açıkça kadın-karşıtlığı yapmış olmasına anlam vermek doğrusu pek o kadar kolay
değil.
İsterseniz
şimdi de Oya Baydar'ın Aydınlanmanın Işığında Üç Kuşak Gökberk Ailesnû
tanıtırken Macit Gökberk'le eşi Zahide Hanım hakkında yazdığı kısa nota bir göz
atalım:
1930 yazında iki genç Ankara'da ilk
defe karşılaştıkla- nnda, felsefe eğitimi yaptığına mağrur delikanlı, o yıl
Ankara Kız Lisesi’ni bitirmiş olan Zahide kendisinin de felsefe okumak
istediğini söylediğinde, ‘Felsefe kadınlara göre değil, siz edebiyat okuyun’
demişti. Zahide iddialıydı, tartıştılar. Belki de Macit Gökberk’e inat Zahide
1930-1931 ders yılında Ankara’dan gelip İstanbul Da- rulfunûnu Felsefe
Şubesi'ne yazıldı. (1998)
Bu
kısa anektodlar aracılığıyla baştaki çetin suâli cevaplamaksam yazının sonuna
gelmiş oldum; ve sanınm böylelikle sorunun Babanzâde gibi gelenekçi bir
felsefe hocası kadar Gökberk gibi modemist bir felsefe talebesinden hareketle
de tartışılabileceğine işaret edebildim.
kadın, felsefe ve ölüm
Theodor
W. Adomo bir Alman yahudisi. Öyle ki Edmund Husserl, Ludwig Wittgenstein,
Walter Benjamin, Jean-Fran- çois Lyotard, Jacques Derrida gibi ilk anda akla
gelebilecek dindaşı düşünürler arasında çoktan yerini almış önemli bir fikir
adamı. Avrupa Solu'nun tanınmış kalemlerinden. O ünlü Frankfurt Okulu'nun
kuruculanndan. Kötü de olsa bir bestekâr. Kötü bir bestekâr da olsa iyi bir
müzik nazariyatçısı.
Müzik,
dil, felsefe, estetik ve toplumbilim, civannda kalem oynattığı temel
alanlardan. 23 ciltlik devasa bir külliyatın sahibi. Kimilerine göre çağdaş
bir düşünce ustası, büyük bir teorisyen, kimilerine göre bir revizyonist.
Kendisi gibi bir Alman yahudisi olan edebiyat eleştirmeni Walter Benja- min’in
hem talebesi, hem takipçisi, hem eleştirmeni. Diğer dostlan gibi, Benjamin'in
umutsuzluğundan da, trajik ölümünden de Max Horkheimer ve Gershom Scholem gibi
biraz da o mu sorumluydu, orası meşkuk. (Bilhassa Benjamin- Adomo ilişkisi,
üzerinde konuşulmaya değer; zira bu ilişkinin serencamı da en az ikisinin ölüm
biçimi kadar trajiktir.)
Adomo
biraz da Avrupa'da sol'un iç çelişkilerini temsil eden bir isim. İtiban
nisbeten azalan, azaldıkça, Frankfurt Okulu’nun “defvrimci pratiği”
zayıflattığı suçlamalannı cevaplamak zorunda kalan, hatta son dönem kapitalist
topluma yönelttiği uzlaşmasız eleştirilerin çoğunun kendisine karşı
söylendiğini işiten, en nihayet bu karşılıklı atışmalann odağına yerleşerek
trajik bir ölümle hayata veda eden bir te- orisyen.
Bir
defasında kendisini şöyle savunur:
Teorik modelimi inşa ettiğimde,
insanlann bu modelimi molotof kokteylleri ile gerçekleştirmeyi isteyeceklerini
tahmin edemezdim.
Ne
var ki bu tür savunmalar muhaliflerinin kızgınlığını artırmaktan başka bir işe
yaramaz ve eleştiriler ilginç bir protestoya dönüşerek Adomo’yu tam da
kalbinden vurur.
İsterseniz,
hikâyeyi Adomo adlı eserin yazan Martin Jay'in kaleminden okuyalım:
Nisan 1969’da militan bir eylem
grubunun üç kadın üyesi Adomo’nun ders anlattığı sınıfa girip kürsüye çıkmış,
soyunup göğüslerini açmış ve ona çiçekler, erotik okşamalar ve sıkıştırmalarla
saldırmıştır. Cesareti kınl- mış, aşağılanmış bir halde dershaneyi terkeden
Ador- no’nun arkasından öğrenciler haykınşlar halinde ‘Bir kurum olarak Adomo
öldü!’ diye bağırmışlardır.
(...) Frankfurt’taki üzücü olaydan
dört ay sonra, altmış altıncı yaş gününden bir ay önce, dershanedeki simgesel Baba
Katil (patricide) Adomo’nun kısa bir tatil için bulunduğu İsviçre’de
gerçekleşmiş; kalp krizi geçiren düşünür burada ölmüştür.
Konu,
gerekçe veya muhatap kim ve ne olursa olsun burada inkân mümkün olmayan yegâne
durum, protestonun böylesini anlamakta zihnin ziyadesiyle zorlanacağıdır. Sonuç
ideolojik keskinlik ya da dangalaklık, vb. terimlerle adlandı- nlamayacak denli
trajik değil mi? Hele hele bir zamanlann ünlü deyişiyle “devrimci
pratiğin" bu görünürde kadınca mı, erkekçe mi olduğu belli
belirsiz tezahürünün hiç değilse Kıta Felsefesi’nin tarihi bakımından
biricikliği tartışma götürür olsa da.
Nedense
aklıma Ortaçağ’ın ünlü isimlerinden Abelard ve tabiatıyla onun daha da
trajik olan akibeti geliyor. Gerçekten onunki de —tıpkı Adomo’nunki gibi— bir
mutsuzluk öyküsü idi.
Suçun,
o suçun işlenmesinden en çok zaran görenlerce tanımlanması bir haksızlık hiç
kuşkusuz ki. Abelard’ın akibeti nasıl ki onu cezalandıranlann (erkeklik
iktidannı elinden alanlann) his ve düşüncelerini gözden kaçınyorsa, Ador-
no'nun trajik akıbetinin de o üç kadın militanın esasta neyi amaçladıklannı
anlamayı engelleyeceğinden hiç şüphem yok!
Farklı
düşündüğünü iddia edenleri nazar-ı itibara alarak sorayım o halde:
—
Sizce o üç kadın militan-niçin böyle bir eyleme ihtiyaç duymuşlardı ve bu
eylemle gerçekte neyi amaçlamışlardı?
Tabii
bir de ipucu: Bu soruyu ancak bir kadın doğru dürüst cevaplayabilir.
kadının aritmetiksel analizi
Johannes
Kepler adını sanınm pek duymayanımız yoktur. Kendisi
XVII. yüzyılın ünlü matematikçi ve astronomlann- dan biriydi. 27 Aralık 1571’de
Almanya’nın Weil der Stadt şehrinde doğan, 15 Kasım 1630’da ise Regensburg’da
ölen bu bilimadamı —tamamlamamış olmakla birlikte— ilahiyat eğitimi almış, ilk
kitabı Mysterium Cosmographicum henüz 26 yaşındayken Tübingen’de
basılmıştı. O devirde bitmek bilmeyen Katolik-Protestan çatışmasından
ziyadesiyle etkilenen Kepler, 1600’da Tycho Brahe ile tanışmış, bu ünlü gözlemcinin
ölümünden sonra da onun halefi olmayı başarmıştı. Artık Prag’taki II. Rudolf
un “İmparatorluk Matematikçisi” oydu. Nitekim o da sorumluluğunun gereğini
yerine getirip kralın adıyla anılan tartışmalı Rudolf Cetvellerini
Aralık 1626-Eylül 1627 tarihlerinde Ulm’da yayımladı.
16O5'te
Mars'ın yörüngesinin oval olduğunu keşfeden Kepler kendi adıyla anılan
üç de yasa vaz etmişti. İlk iki yasası şöyleydi:
1)
Bütün
gezegenler, odaklanndan birinde Güneş'in bulunduğu elips biçimli yörüngeler
üzerinde hareket eder.
2)
Bir gezegeni
Güneş’e bağlayan doğru parçası eşit zaman aralıklannda eşit alanlar tarar.
XVII.
yüzyılın sonlanna doğru Isaac Nevvton'un çalışma- lanyla Keplerin üç yasasının
gerekliliği anlaşılmış ve New- ton Fiziği her ne kadar Kepler’in Gök-Fiziği
anlayışından farklıysa da bu yasalar Newton tarafindan Güneş sisteminin
dinamiklerini tanımlamada kullanılmıştı.
3
Temmuz 1611'de eşi Barbara ölünce yalnız kalan ve çocuklanna bakacak bir kadına
da ihtiyaç duyan Kepler için uygun bir aday bulmak büyük bir sorun halini almıştı.
Öyle ki gezegenler kuramı konusunda yıllarca süren çalışmalannı “Mars ile
mücadele” olarak adlandıran bu bilimadamının zihninde bu sefer adaylardan
birini seçmek konusunda benzer bir mücadele başlamış oldu.
Integral
hesabının gelişimine büyük katkılarda bulunan bu büyük zekânın eş arayışını matematiksel
bir sorun haline getirmesi şaşılacak bir durum olmasa gerek. Nitekim Kepler’in
eş arayışının eğlenceli hikâyesini öğrenmek için bir arkadaşına yazdığı
mektubun özetine şöyle bir göz atmak bile yeterli olacaktır şanınm.
1 Numara
kendisinin ve kansının Prag'dan tanıdığı, ka- nsmm ölmeden önce Kepler'e onu
tavsiye ediyormuş izlenimini verdiği bir duldu. [Kepler kadını yıllar sonra çekici
bulmadığı ve nefesi pis koktuğu için istemedi.] Kadının kızlanndan birinin
zaman içerisinde 2 Numara olmasıyla işler kanştı ve biraz da yakışıksız
bir hal aldı. Bu olasılıkların dışında bir de çekici ve çocuklarla iyi anlaşan
biri olan Bohemyah bir dul, 3 Numara vardı. [Bu evliliğin olmasını
engelleyen ciddi engeller zuhur etmişti.]
Liste
Linz’teki saygın bir aileden gelen, çekici, atletik yapılı 4 Numarayla
devam etti. Kepler'in aklı 5 Numara ile meşgul olmasaydı iyi bir çift
olabilirlerdi. 4 Numarayla karşılaştınldığında 5 Numara o kadar
saygın bir aileden gelmiyordu, daha az mülkü ve daha küçük bir çeyizi vardı.
Ama ciddiyeti, bağımsızlığı ve herşeyin ötesinde sevgisiyle ve Kepler'in onun
alçakgönüllülüğüne, tutumluluğuna, çalışkanlığına ve üvey çocuklara olan
sevgisine olan güveniyle öne çıkıyordu.
Kepler
herşeye rağmen 3 Numarayla evlenip evlenmemek konusunda tavsiye
beklerken bocalıyordu. Ondan vazgeçtiğinde tekrar 4 Numarayı düşünmeye
başladı ama bu arada 4 Numara beklemekten bıkmış ve başka biriyle
nişanlanmıştı. 5 Numara da cazibesini yitiriyordu. 6 Numaranın
belli bir asaleti vardı ama olgun değildi ve muhtemelen kibirliydi. 5
Numaradan vazgeçtiği için kendisini beceriksiz hisseden Kepler ona döndü.
Ama o zaman da kadının sıradan biri olmasından kaygılanan arkadaştan soylu bir
kadın otan 7 Numarayı tavsiye etti. İyi bir adaydı ama Kepler karar
veremedi, bu yüzden kadın onu reddetti.
İmparatorluk
matematikçisinin kur yapmaktaki beceriksizliği de sürüyordu
8
Numaranın Kepler'in cemaatten dışlanmış olmasına bağlı
tereddütleri vardı. 9 Numara ise akciğerlerinden rahatsızdı. Kepler bunu
öğrenince kadına bir başkasına âşık olduğunu söyledi. 10 Numara çirkin
ve öyle şişmandı ki Kepler insantann görünüş bakımından bu kadar zıt
olmalanna güleceğinden korktu. Son olarak 11 Numaralan uzun bir
bekleyişten sonra vazgeçti, çünkü kadın çok gençti.
5 Numara
uzun süredir akimdaydı. Cesaretini toplayıp ona geri döndü, evlenme teklif
etti, o da kabul etti.'
Kepler
için kadın sorununu süreksiz niceliğin, yani aritmetiğin konusu haline getiren
en önemli olay, yukandaki alıntıdan da anlaşılacağı üzere eşinin vefat
etmesiydi. Önünde çok sayıda aday belirivermişti ve problemin sayısal karakteri
de ister istemez çözüme aritmetiksel bir nitelik kazandı- nvermişti.
Burada
bilimadamlannın cevabım bulmalan gereken temel soru ŞU:
—
Kepler bugün yaşasaydı, acaba sorunu sürekli niceliğin, yani geometrinin
konusu haline getirmeyi başarabilir miydi?
Hiç
sanmıyorum; zira sürekli nicelik ancak çağdaş feminizmin çözebileceği
bir problem.
’ James Voelkel, Johannes Kepler:
Yeni Gökbilim, s. 81-82, Ankara, 2002
kadınlar niçin kendilerini özlemezler?
imalar
çokluk ya anlaşılmaz —ki bu durumda o îmalann sahibi kendini şanslı saymalıdır—
ya da yanlış anlaşılır. Değil sıradan insanlann, bilâkis okuyan, düşünen,
dünyayı anlamaya, kavramaya çalışan kimselerin dahi ne yazık ki en son ziyaret
edecekleri adres kendi evleri olageldiğinden, insanoğlunu kendini
ziyarete davet etmenin ne güç bir iş olduğunu bilmez değil isem de bizzarure
bazen bu konularda bir şeyler söylemek küstahlığında bulunmaktan kaçmamam; tabiatıyla
böyle durumlarda da anlamın haşmeti karşısında lâ- fiz büzülmedikçe söylenmek
istenen söylenemez olur.
Anlayacağınız,
dilin temel anlam gövdelerine yaslanmanın doğuracağı sakıncalardan kaçınmak
amacıyla sık sık yan anlamlann, îmalann ve mecazın sırlı gölgeliklerine
sığınmak, sözü pornografinin (teşhir’in, gösteriş’in) sokaklannda dolaştırmaktan
haya eden bu acizin bulabildiği yegâne tedbir niteliği kazanıyor.
“insanın
kendini özlemesi” türünden gölgelikler altında kendi kendime konuşurken
bazılarının bazen sayıltılanmın kendi sayıltılanna karşılık geldiğini
söylemelerini ve dahası lütfedip beni de bundan haberdar etmelerini hiç
umursamıyor değilim; bilâkis kendilerine müteşekkirim. Müteşekkirim, çünkü bu
kimselerin yaptığı, sadece, ömrü boyunca —Alman düşünür Emst Jünger’nın İslâm
irfanından edinebildikleri bağlamında haline en uygun gördüğünü söylediği— şu
kelâm-ı kibarın ikinci mertebesinde kalmak için çaba harcayan birini
cehaletinden medet ummayı sürdürmeye teşvikten ibaret:
1. Bir kimse
bilmiyor ve bilmediğini de bilmiyorsa o bir ahmaktır. Ondan uzak dur!
2. Bir kimse
bilmiyor ve fekat bilmediğini biliyorsa ondan iyi bir talebe olabilir.
3. Bir kimse
biliyor, lâkin bildiğini bilmiyorsa, hocalığa kabiliyeti var demektir.
4. Bir kimse biliyor
ve bildiğini de biliyorsa o bir Peygamberdir. Onu izle!
Bazen
ya doğrudan veya dolaylı olarak aldığım kimi tepkiler de var ki bazıları
sayıltılanmı izlemeye değer bulurlar ve fakat içeriğini değersiz bulduklannı
saklamazlar; bazdan ise, değil ne demek istediğimi, ne dediğimi dahi
anlamadıktan halde ve tabiatıyla anlamadıklanndan ötürü, bana kimi zaman
kanaatlerini, kimi zaman da haddimi bildirmeyi hususî bir vazife addederler.
Haddini
bilmeyi önemseyen benim gibi birine doğrudan ya da dolaylı olarak haddini
bildirmeye çalışan bu son sınıfın üyelerinin davranışlanna “Acaba harekete
sevketmek amacıyla mı beni böyle itip kakmaya çalışıyorlar?" diye düşünüp
tahrik (harekete geçirme) gibi müsbet bir anlam vermek suretiyle
kendimi iknaya uğraşsam dahi, sürat-i intikali zayıf biri olduğumdan olsa
gerek, nadiren bu tahriklerin incitmek amaçlı olabileceğini düşünmekten de
kendimi alamıyorum; hele hele bir de gıyabımda olursa.
Sözgelimi
yazar bir hanım okurum şöyle soruyor:
Aşk yazılan yazmak niçin eski devrimcilerin,
erkeklerin ve paçayı düzeltmişlerin tekelindedir? Ben bir kadın olarak niçin
kendimi bir türlü özleyecek kadar büyüyeme- mekteyim?
VE
hemen ardından da cevap veriyor:
Bizim buralarda kadınlar hep çocuk
olarak kalacaklar!
Kadınlann,
bilhassa Islâmcı olanlanmn konumunu açığa vurma sadedinde söyledikleri ise
kısaca şöyle:
Kendini özleyebilmek için önce ben
olmak gerekir derim. Ben hiç ben oldum mu ki kendim olmayı özleyip
hatırlayabileyim?!? Sizin o muhteşem uğultusunun içinde zavallı gölgelerden
heyecanlı, saf ve inançlı bir gölge, ama biri olduğumu
düşünüyorum.
Yazılanın
hakkında başkalannın yoıumlanna müdahale etmeyi ilkece hoş bulmamakla birlikte
şu kadannı söylememe müsaade edilsin ki insanın kendini tanımak, kendini özlemek
konusundaki gayretsizliği (varoluşsal gafleti) sorununun kadın-erkek
ayranından hareketle ve üstelik böylesi bir üslubla tartışılmak istenmesine,
sararan düşüncelerimi ifade etmekteki beceriksizliğim bile el vermez!
kökü eşeleyen sorular sormalı
Beşer
doğmanın zarurî, insan olmanın ise ihtiyarî bir nitelik taşıdığı
dikkate alındıkda, olmak için yola düşmek bakımından öncelikle sadece
şuurlu bir yönelmenin, güçlü bir niyet ve gayretin gerekli olduğunu
söyleyebiliriz. Nitekim “insan olmak” tabiri halkımız arasında “adam olmak”
tabiriyle ifade edilir ki burada adamlık’ın erkeklik ile bir alâkası
olmayıp “Âdem olmak” ve/veya “Âdem haline gelmek” demektir.
Adam
sözcüğü Âdem’den galat olup Âdem de tbranice ecömden gelir ki kök anlamı
itibariyle çamur, toprak, vb. anlamlan vardır. Hz. Âdem ise hem özel
isim olarak, hem de Hz İnsan mânasında mecazen kullanılır.
“Âdem
olmak” ve/veya “Âdem haline gelmek” ifadelerini doğru anlayabilmek için
insanın iki öze, iki cevhere sahip olup bu iki cevhere nisbetle hayvan-ı
nâtık (animal rationa- le) şeklinde tanımlandığını, kabaca anlam verilirse
bu tarifin “dûşûnen/konuşan canlı" şeklinde açıklanabileceğini hatırlamak
gerekir. Bilineni tekrarlamak pahasına söyleyelim ki hayvan sözcüğü halk
arasında umumiyetle kedi, köpek gibi behşim karşılığında da
kullanılageldiğinden, âlim ve ariflerimiz, yanlış anlamalara yol açan hayvan
sözcüğü yerine beşer ve tabiatıyla nâtık sözcüğü yerine de insan
sözcüğünü ikame etmişlerdir ki böylelikle nefs-i nâtıkayı (insanı) meselâ
nefs-i nebatî ile nefs-i hayvanîden ayırmak kolaylaşmıştır. [Kur’an’da
Efendimizin (s.a) muhataplanna “Ben de sizin gibi bir beşerim” dediği ve fakat
asla “Ben de sizin gibi bir insanım" demediğine dikkat edilmelidir.
Arapça’da beşer sözcüğü “çamurdan, topraktan yapılmış heykel” anlamına
gelir.]
Kısaca
beşeri insan kılan ve dahi, insan haline getiren bu öze, yani bu beden’in akıllı
(nefs-i nâtıka sahibi) olmasına telmihen akıl semâ’ya, beden
arz’a nisbet edilir ve insanın süfli (bedenî) hassalan beşeriyetinin,
ulvî (ruhî) hassalan insaniyetinin bir eseri olarak kabul edilir.
Nitekim “nefes-i Rahmanı”, “nur-ı akl", “akl-ı İlâhî’ vb. terimler insanın
hep bu zaviyeden yorumlanmasıyla ortaya çıkan adlandırmalardır. (Burada nefc-nefes
bağıntısına dikkat edilmeli!)
Beşeriliğin
niçin zarurî, insaniliğin ise tam da aksine neden ihtiyarî olarak
nitelendiği artık açıklık kazanmış olmalı.
Hepimiz
beşer olarak doğanz ama zihnimizi, aklımızı faal hale getirdiğimizde ancak,
insan olmaya başlanz. İnsan olmak ahlâk sahibi olmak demektir ve yeryüzünde
ahlâk sahibi tek canlı insandır. Çünkü idrak sahibi tek canlı odur. Nitekim
Türkçe’de ahlâksız bir kimseye hayvan dendiğinde, o kimsenin akletmediği
ve bu yüzden o ahlâksızlığı yaptığı kastedilir; yani “Akletseydin, seni diğer
hayvanlardan ayıran yetini/aklını/düşünceni kuvveden fiile geçirseydin bu ahlâksızlığı
yapmazdın" denmek istenir.
İnsanın
kendini tanıması, kendini araması, kendini özlemesi biraz da onun onu insan
kılan, ilahi kılan özünü tanıması, araması, özlemesi demektir. Hak ya da batıl
bütün dinlerin ve felsefelerin en temel iddiası, insanın bu arayışına (doğru
ya da yanlış) bir cevap teşkil ettikleri noktasındadır. Bu bakımdan gaflet,
insanın insanlığından gafletidir!
İMDİ
tam da bu noktada soralım bakalım: Bu meselenin kadın ya da erkek
sınıflanyla alâkası nedir?
İşbû
noktada söylenebilecek yegâne şey, insanın gafletine yol açan etmenler nasıl
her ferde göre bazı farklılıklar ar- zedebilirse, gaflet uykusunun sebepleri
niceyse, kadın ile erkek sınıflanna mahsus gaflet nedenlerinin de bazı
yönlerden farklı olabileceğidir.
Farklılık
sebeplerin tezahüründe olup esasa ilişkin değildir. Bu bakımdan erkekler gibi
kadınlar da “Hiç kendinizi özlemiyor musunuz?" sorusunun doğrudan
muhatabıdırlar. Çünkü Hıristiyan dünyasında bilinen en çarpıcı soru (Quo
vadisT) nasıl ki kadın-erkek aynmını ciddiye almazsa, Kur’an’ın aynı anlamı
taşıyan “Eyne tezhebûne?” (Nereye gidiyorsunuz?) şeklindeki başat sorusu da
asla kadın-erkek ayınmı yapmaz.
Kadının
da, erkeğin de hem mahiyeti, hem hakikati aynıdır: insan. Varoluşsal
her hitabın, kökü eşeleyen her sorunun muhatabı ne tek başına kadın, ne de tek
başına erkektir; sadece ve sadece insandır.
Sözün
özü şu-. Modem kadına kendini özleme, kendini arama yetisini kaybettiren, onu
“Nereye gidiyorsunuz?" hitabını önemsemekten alıkoyan en önemli müsekkinlerden
biri, kadını insanlığından önce kadınlığından etmeyi amaçlamış olan
düzeysiz feminizmdir; tıpkı Islâmcı kadınlan kendilerini özlemekten
alıkoyup onlan uykulara salan aldatıcı parlak müsekkinler gibi.
Oysa
bir zamanlar edeb ne de büyük bir imkândı kadın- lanmız için!
kadın göze el verirse
Kadınlar
doğaları gereği beğenilmekten hoşlanırlar. Çünkü ayırdedilmek, farkedilmek,
dikkat çekmek isterler.
Peki
erkekler istemezler mi? Ayırdedilmek, farkedilmek, erkeklerin yabancısı
olduklan bir duygu mudur?
Elbette
hayır! Kadınlar gibi erkekler de beğenilmekten, ayırdedilmekten, farkedilmekten
hoşlanırlar. Ancak burada öncelikle cevabının verilmesi gerekli olan suâl
şudur: “Hangi yönleriyle?”
Evet,
erkekler ve kadınlar hangi yönleriyle beğenilmek ve farkedilmek isterler?
Beğenilme
isteğinin dışavurum tarzının, sadece istek sahibi cinsin tercihleriyle değil,
aynı zamanda bu hissiyata karşılık vermesi beklenen cinsin tercihleriyle de
alâkalı olduğu unutulmamalıdır; yani beğenilme arzulu, beğeni sahiplerinin
dikkatini çekmek demek olduğu kadar, beğenilme arzusunun dışavurumu da beğeni
sahiplerinin beklentileriyle şekillenir. O halde hiç tereddüt etmeksizin,
“Kadınlar hangi yönleriyle beğenilmek isterler?" suâlinin, esasen,
“Erkekler kadınlan hangi yönleriyle beğenirler?” suâliyle aynı cevabı aradığını
söyleyebiliriz. Başka bir deyişle güzel görünmek kadar, güzel
görülmek ister kadın.
Güzel
sözcüğünün aslı gözerdir; yani göze hitab eden. Her ne göze hitab ediyorsa,
ancak süreriyle hitab eder; zira gözel göz’e süreriyle el verir; sürerinin
uyumuyla gözün dikkatini çeker; güzelliğini göze uygunluğundan alır. Bu nedenle
sanat eseri göze hitab ediyorsa, geometrik ise, mekândaysa, mekânla alâkalıysa
güzeldir.
Diğer
duyulann edimleri için başka sözcükler kullanmak titizliğini gösteremeyenlere
sözüm yok! İşitilene de, tadılana da, koklanana da, dokunulana da toptan güzel
denildiğini bilmez değilim. Ancak bu durumda sözcük mecazî anlamıyla
kullanılmış olur, hakikî anlamıyla değil Bazılan sözgelimi “Ne güzel bir
koku!" diyebilirler; fakat biz onlann “Ne hoş bir koku!” demeye
çalıştıklannı farketmeliyiz; tıpkı “iyi-kötü”, “faydalı-zararlı",
“doğru-yanlış” yerine “güzel-çirkin”in hatalı kullanımlannda olduğu gibi.
Güzel
sözcüğü bilhassa kadınlar için kullanılır ve tabiatıyla kadınlann güzelliğinden
sözedilir. Farketmek, ayırdetmek, dikkat etmek edimlerinin herşeyden evvel
sûretlere (güzelliğe) yüneldiği malûmdur. Önce sûretler farkedilir; bunu çok
iyi bilir kadınlar. Çirkin kadın güze el vermez, güzün dikkatini çekmez; hiçbir
kadın çirkin gürünmek ve gürülmek istemez.
Farsça
kükenli bir süzcük çirkin. “Güze hitab etmeyen” demek; “pis ve kirli
olan, güzel olmayan” demek. (Erkekler boşuna “Hiçbir kadın çirkin değildir”
demiyorlar.)
Hal
büyle olduğu içindir ki umumiyetle kadınlar farkedil- mek, ayırdedilmek,
beğenilmek istediklerinde üncelikle güze hitab etmek isterler; güzellikleriyle
dikkati çekmeye çalışırlar; süslenmeye düşkünlükleri de bundan. Çünkü
süslenmek, takınmak, takıştırmak kadınlann şiânndan. Göze hitab etmeyi isteyen
her kadın kendisini (süratini) göstermekten, yani göze hitab edecek, gözün
dikkatini çekecek sürati almaktan as- lâ kaçınamaz. Kadın göz-el olmak
için güzelleşmek, herşey- den önce kendisini güzelleştirmek zorundadır; yaşı,
eğitimi, kültürü ne seviyede olursa olsun, hangi ırka, hangi dine, hangi
coğrafyaya mensup bulunursa bulunsun bu böyledir.
Kendisini
saklamak, göstermemek, göze hitab edemez hâle gelmeyi (çirkinleşmeyi) istemek
kadının bizâtihi doğasına aykındır; nefis kendi başına bırakıldığında
örtmek/kapa- mak değil açmak-, gizlemek/saklamak değil göstermek
ister; ne kadar mümkünse o kadannı teşhir etmeye meyleder.
Modem
kadın özgürleştikçe, yani özüne, doğasına, nefsine bırakıldıkça açılıyor,
teşhir ediyor; göze hitab etmek, gözün dikkatini çekmek için elinden geleni
yapıyor; öyle ki sadece süslenmekle, takınmakla, takıştırmakla yetinmiyor; doğal
süsleriyle ortaya çıkıyor; mümkün olabildiği ölçüde bedenini gözler önüne
seriyor. Çünkü karşıt cinsin kendisinden bunu talep ettiğini, ancak böyle
yapmakla göze gireceğini biliyor; beğeninin biçimi sadece beğenilenin
tercihiyle değil, beğenenin talebiyle de belirleniyor.
Bu
açıklamalardan anlaşılmış olmalı ki burada doğa ve özgürlük
sözcüklerini mutlak ve olumlu anlamda kullanmıyorum. O halde bu negatif anlama
bağlı kalarak, “Örtünmek kadının doğasına aykındır; zira kadın, doğası gereği
açılmak, teşhir etmek ister" denilebilir.
O
halde şimdi tam da şu suâli sormanın zamanı:
—
Modernliğin ahlâkı kadını özgürleştirmekle, kadını doğallığına geri
döndürmekle iyi mi yaptı? Başka bir deyişle, doğal olan iyi olan mıdır?
lyi-kötü
terimlerini ahlâk alanıyla sınırlandırdığımız ve hiçbir aklî ve olgusal
önermenin kendisinden iyi ya da kötü şeklinde bir değer hükmünün
(ahlâk yargısının) çıkaramayacağını kabul ettiğimiz takdirde, doğal olanın
kendi doğallığından kaynaklanan bir iyi’den veya kötü'den de söz edemeyiz. lyi-kötü
doğal olanın “kendisinden elde edilen" değil, bilâkis doğal olana
“dışandan yüklenen" yargılan temsil eder. Kısacası dogmatiktir.
Dinler
—kadın ya da erkek— inşam kendi doğasına, kendi doğallığına bırakmadığı gibi,
onu aklının ve tecrübelerinin neticelerine de teslim etmez; akıl insana
—terimleri yerli yerinde kullanmak kaydıyla— doğru ile yanlışı, tecrübe ise
faydalı ile zararlıyı gösterebilir ancak. İyi ile kötüyü öğretecek olan
dindir. Djn, insanı terbiye etmeyi üstlenir; ona neyin iyi, neyin kötü
olduğunu Söyler. Binaenaleyh kadın doğası gereği açılmak isterken, din
ona örtünmeyi öğütler.
Modernlik
ise kadını özgürleştirmekle, göz-önüne çıkarmakla, güya ona kendi doğallığı
içerisinde harekeletme hakkı vermekle, aslında kadına dilediğince nefsinin
peşinden gidebilmesinin yollannı açtı. Bu süreçte modem kadın özgürleştiğini
düşünürken nefsinin esiri oldu Öyle ki artık modem erkek kadınlaşırken,
modem kadın erkekleşiyor-, doğurganlığını kaybettikçe yaratıcılığını da
kaybediyor. Ne yazık ki müslüman kadınlar da. Çünkü onlar da artık babaanneleri
gibi olmak istemiyorlar.
“Erkek
gibi” davranmanın erkekler için zâtı, kadınlar için ânzî olduğu
kavranamadıkça, kadınlar erkekleşerek göze el vermeyi sürdürecekler.
Oysa
gerçek güzellik bu değil!
modern kadın niçin aş eremiyor?
Kadîm
dönemlerde sözcüklerin veya dilin kökenine inmek ile hakikata ulaşmak arasında
fark yoktu. Nitekim bizim dil geleneğimizde ilm-i iştikak olarak bilinen
bilim dalına Grekler etimoloji adını vermişlerdi. Etimoloji etimostan
gelir. Etimos ha/dkardemektir. Dolayısıyla etimoloji’yle uğraşanlar sözcüklerin
kökenine inmekle aslında hakikatin kökenine de inmiş olacaklannı
varsayıyorlardı. Çünkü dilin düşünceyle, düşüncenin de varlıkla mutabakat
halinde olduğuna inanıyorlardı. Modem dil anlayışı dili nedensiz kabul
ettiği için, dil ile varlık arasındaki irtibatı hakikî olarak nitelemez.
Bu yüzden modem insanın nazarında dil saymacadır, itibarîdir; hakikate
delâlet etmez. Oysa bir ara yol bulmak imkânı vardır. Çünkü modem dil teorileri
içerisinde dil analizinin veya sözcüklerin kökenine inmenin o dilin anlam
dünyasını, dünyayı kavrama biçimini yansıttığı reddedilmiyor. Nitekim bizim
dil geleneğimizde de vücud-i hattî’nin vücud-i lisanî’ye (simgelerin
sözcüklere), vücud-i lisanî’nin vücud-i zihnfye (sözcüklerin kavramlara),
vücud-i zihnî’nin ise vücud-i aynî'ye (kavramlann nesnelere) delâlet ettiği,
bir diğer deyişle sözsüz simgelerin dile, dilin düşünceye, düşüncenin ise
varlığa işaret ettiği kabul edilirdi. Bu anlayış sözlü ve sözsüz delâleti bir
uylaşımın veya uzlaşının sonucu olarak telakki ediyor ve dolayısıyla yazı ile
sözün toplumdan topluma değişebileceğini bir ilke olarak öne sürerken
kavramlan ve nesneleri toplumsal uylaşımla irtibatlandırmaktan kaçınıyordu. İlk
iki mertebe toplumsal iken, son iki mertebe evrensel idi.
Şimdi
biz işbu hakikat anlayışından hareket edecek ve sözcüklerin elbiselerini
üzerinden çıkanp ne tür bir kavrayışa delâlet ettiklerini görmeye çalışacağız.
Erkek
sözcüğünün güç, kuvvet, iktidar anlamlanna gelen erk’ten geldiği söylenir ve
erkeğin “iktidar sahibi" demek olduğuna inanılır. Oysa bu sözcüğün bir
kök sözcük değil de, türemiş bir sözcük olduğunu kabul edersek henüz kökene
inememiş olduğumuzu da kabul etmemiz gerekir. Erk’in kendisi de türemiş bir
sözcüktür ve er’den gelir. Sanırım “er kişi” deyişini hepimiz biliriz. Demek ki
sıralama şöyle: erkek- erk-er.
Peki
‘er’ nereden geliyor? Elbette ermekten. Eren, yani ermiş, olgunlaşmış,
bâliğ olmuş kişiye ‘er’ veya ‘ergen’ denir. Kalben olgunlaşana ermiş,
aklen olgunlaşana er, bedenen olgunlaşana da ergen denir. ‘Alperen'deki
eren üç anlamı da kapsar. Hukuk kadın-erkek ayırmaksızın “akit ve baliğ”
olan kimseleri sorumlu tutar; yani er ve ergen olanlan, zihnen ve bedenen
olgunlaşmış sayılanlan. Ermişler (!) ise aslâ hukukun konusu değildir.
Sözcüğün
anlamını iyi kavrayabilmek için karşıtının ne olduğunu da bilmemiz gerekir. “Er
kişi” kavramının karşıtı kız veya kadın değil; bilakis çocuktur;
yani er olan kişi, aklen ve bedenen çocukluktan kurtulan kişidir. Nitekim bu
anlamıyla “er, eren, ermiş, ergen" sözcükleri, olgunlaşmış kızlan veya
kadınlan dışanda bırakmıyor. Kadınlar için de “er kadın”, “erkek gibi kadın”
tabirlerinin kullanıldığı malumdur.
Erkek
sözcüğünün aynı zamanda güç, kuvvet ve iktidar (=erk) sahibi kimselere delâlet
etmesi ise, kuvvetin zamanla bedenî kuvvetlere tahsis edilip iktidann kas
kuvvetine bağlı kılınmasındandır. Çünkü yönetmek, aklen, zihnen, kalben
olgunlaşanlann, yani erenlerin, ergenleşenlerin, ermişlerin işidir. (Burada
Platon'un bilge-kral deyişi hatırlanabilir.) Kadim dönemlerde erkeğin
erkekliğini (güç ve iktidannı) sadece aklının, zihninin gücüne değil,
kaslannın gücüne de borçlu olması, iktidann sadece müzakere masalannda değil,
aynı zamanda savaş meydanlannda da elde edilmesi, sözcüğün sadece kas gücüne
delâlet eden tarafını öne çıkarmıştır. Bugün nasıl erk (kuvvet)
denilince kaba kuvvet, bedenî kuvvet, kınaca kas kuvveti anlaşıhyorsa, erkek
denilince de kastan güçlü olan, maddî ve bedenî güçlere sahip olan kişi akla
gelmektedir. Nitekim ‘er'in asker anlamına gelmesi de bu yüzden.
Ben
kadınların erkekleştiğini söylemekle onlann sadece sakal bıraktıklannı
söylemiş olmuyorum; erkekliği tıpkı çoğu erkek gibi sadece bedenî erk'e
hasrettiklerini de îma etmiş oluyorum. Kadınlann kadınlıklarım kaybedip dişileşmelerine
işaret ederken de kastettiğim aynı şey aslında. Erliği, erk'i bedenî
iktidardan ibaret gören erkekler kadınlan nasıl salt birer dişi olarak
algılıyorlarsa ve algılamak zorunda kalıyorlarsa, erlikteki, erenlikteki,
ergenlikteki, erkeklikteki erki, bedenî erke tahsis eden kadınlar da aynı hatayı
işliyorlar ve ermemiş erkekler onlan nasıl görmek istiyorlarsa kendilerini o
hâle,
yani salt birer dişi haline getiriyorlar. Kısacası iki taraf da çocukluk
yapıyor, çocuk gibi davranıyor.
Ermek,
er, ergen, ermiş olmak, kısacası olgunlaşmak sadece bedenî yetilerimizi değil,
aklî ve kalbî yetilerimizi de olgunlaştırmakla, kemâline erdirmekle mümkün
olabilecekken, modem insan, o İnsanî özünde saklı kendini bilme-ta- nıma
yetisini köreltiyor; kendisini düşünmenin değil, sadece bedenî duygulann,
idrakin değil ihsasın konusu kılmayı marifet biliyor.
Kadın
sorunu düşünmenin ışığında durmaya tahammül ederse, belki o zaman kadın
aracılığıyla hakikatin kapışım tıklatmak imkânını elde edebiliriz. Aksi
takdirde çocuklaşmış ergenler arasında kaybolup Hz. İNSANı asla bulamayacağız
demektir.
erkekler kazaklaştığı için kadınlar erkekleşir
Aklen
olgunlaşana er, bedenen olgunlaşana ergen ve kalben olgunlaşana eren
veya ermiş dendiğini söylemiştik.
Kimse
bilfiil Hz. İnsan olarak doğmaz, bilâkis herkes bil- kuvve Hz. İnsan olarak
doğar ve çabalar, gayret ederse, dahi nasibi varsa belki o takdirde Hz. İnsan
olmayı da başarabilir. Hikmet sevgisi, bizlere esasen Hz. İnsan olmak konusunda
içimizde duyduğumuz iştiyakın bir ikramıdır. Hikmeti sevmek, biraz da kendimizi
sevmek, ellerimizi kendi başımızın üzerinde gezdirip kendi ellerimizle kendi
saçlanmızı okşamak, İnsanî özümüze özen göstermek, onu beslemek, korumak ve
kollamak demek değil midir?
İnsan
kendisini farkedince, kendini özlemeye başlayınca kendisine kendisinde yer
açmaya başlar; böylelikle ergenleşir, erer, er olur, eren olur, ermiş olur;
olgunlaşır yani. Olgunlaşmak yerine çocuk kalırsa ve tabiatıyla bedenen,
aklen, kalben etmeyip, ergenleşmeyip özünü gürleştirmez ise ne olur? Kur'an’ın
adlandırmasıyla bel-hum-adall o\ur, hayvandan daha aşağı bir mertebeye
iner; zira kendi özüne yönelmediği, o özü ortaya çıkarmadığı takdirde
hayvanların yapa- madıklannı da yapar hale gelir.
Erkeklerin
önündeki engeller ile kadınlann önündeki engeller hiç kuşkusuz ki kendilerine
özgü sebeplerden kaynaklanıyor. Öyle ki erkekler kazaklaşınca mecburen
kadınlar da erkekleşiyor. Kadınlann erkekleşmesini marifet bilmek, ancak kazak
erkeklere mahsustur; zira kadın, ancak erkeği ortada olmadığında, yani
kazaklaştığında mecburen erkekleşir.
Peki
o halde şu kazak sıfatının nereden geldiğini merak etmemiz gerekmiyor
mu?
Ortaasya
steplerinde dolaşan kazaklardan mı? Bu takdir- de’onlara niçin kazak
dendiği sorusu önümüze gelir.
Üzerimize
giydiğimiz kazaklardan mı? Sanınm böyle düşünenler, kazağı değil, sadece dik
yakalı kazağı akla getiriyor olmalı.
Sözcükte
gizlenip bize tebessüm eden şu kavramı bir de biz açığa çıkarmayı deneyelim,
bakalım becerebilecek miyiz?
Kazak
sözcüğü gezekin bozulmuş halidir ve bugün anlaşılanın aksine sert
erkek, maço erkek değil, aksine gezen, yani serserilik yapan, başıboş dolaşan,
sorumluluklannı yerine getirmeyen erkek demektir. Steplerdeki kazaklara bu
adın verilmesi nizam altına girmemeleri, Ruslann onlan bir türlü zabt u rabt
altına alamamalanyla alâkalı değil mi? Tam da burada gezen’den gezeğin
(kazağın) mukim ve sâkin olmamakla, meskende durmamakla, —hatta bir adım daha
gidelim— yürüklükle irtibatını kursak sözcüğü çok mu zorlamış oluruz?
Acaba
şu üzerimize giydiğimiz kazaklara bizi soğuktan koruduktan, ısıttıktan, himaye
ettikleri için bu ad verilmiş olmasın? Öyleyse “kazak erkek" deyişi,
Türkçe’nin o bildik ters anlam verme mantığına uygun olur; tıpkı ihtiyarlara taze,
genç anlamında ‘yaşlı’ denmesi gibi. Fakat biliyoruz ki Anadolu’da gezek
sözcüğü olumlu değil, olumsuz mânâda kullanılıyor ve zihnen ergenleşmeyen,
erlik vazifesini yerine getirmeyen, ailesini himaye etmekte kusur edenler için
söyleniyor. Sözcüğün bugün elimizde bir tek anlamı var, o da kadının
sızlanmalannı umursamayan, astığı astık, kestiği kestik, sert, maço erkekler
için kullanılan “kazak erkek" anlamı.
Erkekler
sorumluluklarını yerine getirmeyip gezek (kazak) olunca, kadınlar ister
istemez onlann yapmalan gereken vazifeleri de yaparlar-, hayatla “erkek
gibi" mücadele ederler ve kadınlıklannı askıya alıp erkeğin gezekliğinden
doğan boşluğu kendileri doldurmaya çalışırlar. Kadın olgun davranıp erkeğinin
ihmal ettiği sorunlara göğüs gerdiği için erkekleşir; tıpkı başörtüsü konusunda
mücadele veren kızla- nmız gibi. Onlan mücadelelerinden dolayı, yani erkek gibi
davrandıklanndan ötürü alkışlamayı adamlık sananlar, meselenin trajik
yönünü görmeyi beceremiyorlar; kendi gezek- liklerinden utanacaklanna “Aferin
size, bakın bizim yapamadığımızı yaptınız, erkek gibi mücadele ettiniz"
diyorlar. Boks veya karate maçında galip gelen kadını alkışlamak adamlık değil!
Dolayısıyla kadınlan mücadelelerinden (erkekleşmelerinden) dolayı alkışlayan
gezekler, ancak eteklikle dolaşma- lan halinde ciddiye alınabilirler.
Modem
hayat kadını evinden etmekle kalmıyor; onun evine dönme ümidini de elinden
alıyor; kadını mutsuz kılarak erkekleşmesini teşvik ediyor; kadının
dişileşmesini ‘doğal’ ilan edip onu annelik sevgisinden mahrum kılıyor-, dolayısıyla
sevgisini (dişiliğini) sadece gezeklere hasreden modem kadın, anneliğin
şefkatini tatmaksızın ömrünü heba ediyor.
İnanın
bizim hâlâ vaktimiz var; zira hâlâ iyi-kötü direnen bir geleneğimiz, hâlâ bize
misal teşkil edecek babaannelerimiz; hâlâ susmayı fazilet bilen kadın gibi
kadınlanmız var.
İşte
tam da burada PhiloSophiaLorene kadınlann nasıl tepki vereceklerini
düşünüyorsunuz?" şeklinde sorulan bir suale verdiğim cevabı yinelemek
isterim:
Kadınlar zerafetlerini kendilerine
yazılan mektuba cevap vememekle gösterirler. Adamlık ise o mânâ dolu sükûttaki
cevabı okuyabilmekte. Şayet bu sessizliği okumayı becerirsem bir mektup daha
yazanm. Sükutu tercih etmeyenlere gelince, onlan hemcinsim kabul edip
kendilerine bir daha hitab etmeyi düşünmem.
Hâsılı,
kadın kadın gibi davranmalı, erkek erkek gibi! Belki o zaman Hz. İNSANı
adam gibi konuşmaya liyakat kesbe- debiliriz.
kadınların erkekleşmesi üzerine
Yıllar
önce bir gazeteci, kadın sotunlan üzerine benimle bir söyleşi yâpmak istediğini
bildirmiş ve bazı yazılı suâller yöneltmişti. Suâllere şöyle bir göz attıktan
sonra kendisine sormuştum:
—
Siz hangi kadının sorunlanndan söz ediyorsunuz? Müşlüman kadının mı, Hıristiyan
ya da Yahudi kadının mı? Çalışan kadınm mı, ev kadınının mı? Büroda çalışan
sekreterlerin mi, temizliğe giden temizlikçilerin mi, konfeksiyonculuk ya da
mankenlik yapan kızlann mı? Öğrenci kızlann mı, evde kalmış kızlann mı?
Ümraniye’de, Zeytinbumu’nda oturan kadının mı, Ulus’ta, Etiler’de, Bebek’te
oturan kadının mı? Genç kadının mı, ortayaşlı veya yaşlı kadının mı? Okumuş
kadının mı, cahil kadının mı? Şehirli kadının mı, köylü kadının mı? Evlilerin
mi, bekârlann mı? Kaynananın mı, gelinin mi, eltinin mi, görümcenin mi? Namuslu
kadınların mı, iyice yoldan-çıkmış kadmlann mı? Hangi kadınlann?
Örneklerimin
sayısını artırdıktan sonra suâlimi yineledim:
—
Evet, söyleyin bakalım siz burada hangi kadının so- runlanndan söz ediyorsunuz?
Muhatabım
meseleyi hiç de böyle düşünmediğini, kadını bir bütün olarak
değerlendirdiğini söyledi; “kadın kadındır" gibi lâflar etti. Oysa
kendisinin bütünlük olarak adlandırdığı durum belirsizlikten başka bir
şey değildi. Çünkü kadının nitelikleri bir yana, doğası üzerine de ciddiye
alınabilir bir fikri yoktu; üstelik bu arada bizzat insanı ıskalamıştı ve fakat
bunun da farkında değildi; tâbir-i âmiyanesiyle “lâf olsun torba dolsun”
türünden bir şeyler yapmaya çalışıyordu; aldığı cevaplar da-en nihayet onun
torbasını doldurmaya yanyordu.
Şahsen
başkalannın torbalannı doldurmaya niyetim olmadığından böylesi etkinlikleri
hiç ciddiye almadım ve umû- miyetle kadın konusunda konuşmaktan da,
yazmaktan da kaçındım. Çünkü Kadın ve/veya İslâm'da Kadın
başlıklı etkinliklerde bulunmayı sevenler, lehte veya aleyhte ömek verecekleri
zaman hep kadının hukukî durumuyla (miras, şahitlik, nikâh, talâk vs.)
ilgili ayet ve hadîsleri seçiyorlar ve nedense bir iki adım sonra hukukî
örneklerden hareketle kadının doğası üzerine genel yargılarda bulunuyorlardı.
Açıklıkla
belirtmek gerekirse, siyasî bir proje olarak İslamcılığın savunmacı kadın
tasavvuru, yüzelli yıldan beri modemisttir. Nass ile olgu arasındaki
gerilimi/çatışmayı olgu lehine çözmeye çalışmış; nassın otoritesi zayıfladıkça,
kayboldukça ve bu arada toplumsal hayat da değiştikçe ger- çek’in baskısı
yüzünden hakikati feda etmekten kaçınmamıştır. Dünya tasavvurlan fiilen
dağılıp parçalanan tslâmcı- lann, tasavvur edegeldiklerr dünyanın içindeki
müslüman kadını konuşmak yerine, müslüman kadına herşeyiyle karşıt bir
tasavvurun içinde yer bulmaya çalışmalan ne yazık ki trajedinin ta kendisiydi;
zira kadına ilişkin ikincil niteliklerin tümünü bir kenara koyup kadından,
kadının kendisinden söz etmek, herşeyiyle karşıt bir dünya tasavvurunu tslâmf-
leştirmekten öte bir işlev görmemiş; sonunda kadın tartışmaları, kadın kadına
tartışmalara dönüşmüştü.
Adına
özgürlük ve bağımsızlık denen durumu tanımlamadıkça, başka bir deyişle
kadının —erkek tarafindan içine dahil edildiği söylenen— şu ünlü parantezin
smırlannı tayin etmedikçe, kadının özgürlüğü ve bağımsızlığı sorununun hak
ettiği düzeyde ele alınabileceğini sanmıyorum. “Paranteze alman kadın"
simgesi esirlik/tutsaklık kavramını çağnştı- nyor ve böylelikle “kadını
tutsaklıktan kurtarmak" isteği kolaylıkla benimsenebilecek içi boş bir
söyleme dönüşebiliyor.
Erkeğin
egemenliği altında tutsak olan kadını özgürlüğüne kavuşturmak amaçlı modem
proje, en nihayet kadını daha az anne, daha az eş ve dolayısıyla daha
az kadın haline getiriyorsa, kadının özgürleşmesi ile kadınlığını yitirmeye
başlaması ve tabiatıyla erkekleşmesi arasında bir bağ kurmamız bir zorlama mı
olur acaba?
Hiç
sanmıyorum!
Ev
kadınlan modem dünyanın (özgür kadınlan kategorisi içine dahil
edilemez gibi görünüyor, çünkü kadın özgürleştikçe ev kadını olmayı
değil, iş kadını olmayı talep eder hale geliyor. Özgürleşen kadın
öncelikle evinden oluyor. Evinden olan iş kadınlan çocuklannı kreşlerde
büyütmek zorunda kalmıyorlar sadece, ister istemez daha az doğuruyorlar; hatta
doğurmaktan vazgeçiyorlar; başanlı bir iş kadını olmaları, daha az annelik
yapmalannı ya da annelikten vazgeçmelerini gerektiriyor.
İş
kadınlan evin dışına çıktıklan sürece ve evin dışına çık- tıklanndan ötürü
—haklı olarak— evdeki iş yükünün bir kısmini erkeğin üzerine almasını
istiyorlar; daha az anne, daha az eş olamadıkça evin dışına çıkmayı
beceremiyorlar; bu sü- reçtç erkeğin kadınlaşma hızı, kadının erkekleşme
hızından düşük olduğunda kadının üzerindeki baskı artıyor; zira evle sokak
arasında sıkışıp kalıyor. Modem toplumlarda evlilik kurumunun ihtiyaç olmaktan
çıkması ve aile yapısının çözülüp dağılması, sürecin başında boşanmalann artması
biraz da jbundan değil mi?
Evin
dışındaki hayat, kadının (diğer) erkeklerle arasındaki mesafeyi azaltıyor;
hatta gittikçe bu mesafe kapanıyor ve mesafe kalmıyor erkekle kadın arasında.
Bu nedenle artık modem kadın, erkeğin himayesine muhtaç olmamanın verdiği
haklı gururla hareket ediyor; ev denen hapisten kurtulduğuna, ev
işleri denen işkenceden halâs bulduğuna seviniyor. Ne mutlu o kadınlara ki
artık erkekler gibi seslerini yükseltebiliyorlar!
Yine
ne ilginçtir erkekleşen kadınlar ya evlenmemeyi ya geç evlenmeyi ya da sık sık
evlenmeyi tercih ediyorlar; eş ve anne olmakta gecikiyorlar; ev kadını olmaktan
nefret ediyorlar; hayata tıpkı bir erkek gibi atılmak, hayat içerisinde
erkekçe mücadele etmek yüzünden erkekleşmek zorunda kalıyorlar.
Hal böyle olunca, kızlar nümayiş yapan topluluğun önüne çıkıp konuşurlarken,
erkekler de sessizce arka tarafa çekilip onlan alkışlıyorlar.
“Kadınlar
niçin kadınca değil de kadınsı davranıyorlar?” suâlinin cevabını
en iyi müslüman kadınlar verebilecekken, onlar kadınsılıklanyla öne çıkan erkek
gibi kadınlar tarafindan üretilmiş muskalan boyunlannda gezdiriyorlar.
İnanın
bana, dikkatli bakarsanız onlan muskalanndan tanıyabilirsiniz.
daha az kadın, daha az anne, daha az eş
Islâm’ın
varlık ve bilgi tasavvuru açık-seçik ortaya ko- hulmadıkça,
Islâm’ın genelde insan, özelde erkek ya da kadın
tasavvuru üzerine konuşulamaz. Bu yargının gerekçesi ise esasen çok basittir.
Çünkü varlık ve bilgi gibi ontolojinin ve epistemolojinin
konulan; ahlâk, hukuk, siyaset gibi aksi- yolojinin konulanna zihnen
tekaddüm eder. Zihnen tekad- düm edenin, tarif itibariyle de tekaddüm etmesi
lâzım geldiği erbabınca malûmdur. Aksi takdirde bu, toplâma-çıkarma kavramına
sahip olmayan bir kimsenin gelişigüzel işlem yapmaya kalkışmasına benzer ki birtakım
heveskârlar belki doğru ya da yanlış bir işlem yaparlar, daha doğrusu işlem
yaptıklarını zannederler ama bu işlem aslâ başkalannca denetlenemez.
Halk
dilinde bu tür teşebbüslere lâf u güzaf (boş konuşma) denir.
Her
ne pahasına olursa olsun varolabilmek için modem- leşme/dünyevîleşme sürecine
katılmaya karar veren müslü- man elitlerin varlık ve bilgi
tasavvurunda o denli ciddi bir tahribat vukû bulmuştur ki mevcut tasavvurâtın
İslâm’la irtibatı maalesef sadece 'adlandırma' düzeyinde kalmıştır. Müslümanlık
ile Islâmcıhk arasındaki temel aynm da tamıta- mına bu noktadadır. Bir
modernleşme projesi olarak tslâmcı- jık, müslümanlan dünyevîleştirmekte,
evrense/diye sunulan egemen ilkelerin içselleştirilmesini kolaylaştırmakta,
hepsinden de önemlisi, Kelâmullah'ın dünyayı dönüştürme gücünü, ne vahimdir
ki yine Kelâm ullah adına ürettiği lâf u güzafla zayıflatmak işlevini
görmektedir. Nitekim Çağdaş Is- lâmcılann siyaset, hukuk ve ahlâk konusundaki
görüşlerini gözden geçirenler, piyasadaki temsilcilerinin, magazin dergilerine
dahî sermaye olacak düzeydeki yorumlann altına birtakım ayet ve hadîsler
yerleştirmekten öte bir iş yapmadıkla- nnı görmekte zorlanmayacaklardır.
Müslüman
kadının sorunları, çağdaş kadının sorunlarıdır.
Nassın
(dinî metinlerin) eleştirisinin, ancak modemleş- me/dünyevileşme sürecinin
olumlanmasıyla meşruiyet kazanabildiği dikkate alınacak olursa, Islâmcılığın
bizâtihi ol- gu’dan (realiteden) ziyade o olguya mesned teşkil eden karşıt bir
dünya-tasavvuruna yaslandığı/eklemlendiği rahatlıkla söylenebilir. Bu bakımdan
müslüman kadının modernleşme karşısındaki direnci zayıfladıkça, hiç kuşku yok
ki sadece müslümanhğı değil, kadınlığı da buharlaşmakta; yani
nasıl ki modem kadın erkekleşiyorsa/erkekleştiyse, müslüman kadın da
erkekleşmekte; dolayısıyla kendi özüne yabancılaşmak sûretiyle daha az
kadın, daha az anne, daha az eş olma yolunda ilerlemektedir. Kısacası,
tıpkı bugün Batı’da olduğu gibi önceleri daha az doğuran kadın, sonralan
doğurmaktan vazgeçiyor, dolayısıyla ailesini ve evini yitirmekle kalmayıp aynı
zamanda doğurganlığın kendisine bahşettiği o muhteşem yetileri yavaş yavaş
kaybetmek zorunda kalıyor.
Bugün
bazı kadınlanmız arasında özgürlüğün anlamı, daha az kadın, daha az anne,
daha az eş olmakla eşdeğerdir. Çünkü evin yerini sokak, mutfağın yerini
büro, anneliğin yerini sekreterlik, mahremiyetin yerini teşhir aldıkça kadının
erkekleşmesi kaçınılmazdır!
Hiçbir
kadın, biyolojisinde varolan doğurganlık hassasını başkalanna
devredemeyeceği gibi, doğurganlığın kendisine bahşettiği annelik gibi
diğer hassalannı da devredemez. Mo- demleşme/dünyevileşme projesinin sözümona eşitlik
söylemi, kadını erkekleştirmeme kalmadı; dişileştirdi de.
“Doğurganlığından
vazgeçen bir dişi"nin aile kurmak isteyen bir erkek tipince değil, onun
sadece dişiliğinden yararlanmak isteyen bir erkek tipince çekici bulunması
gayet tabiidir. Doğurganlığın çekiciliğini kaybetmesi halinde çocuğun,
anneliğin ve dolayısıyla ailenin de çekiciliğini kaybedeceği muhakkaktır.
Bu
sorunlar tartışma kapsamına alınmadıkça, ne İslâm’ın kadın tasavvuru, ne modem
dünyada müslüman kadının yeri, ne de olması gereken ile olan
arasındaki irtibatın sıhhati konuşulabilir.
Gerisi
lâf u güzaftır!
özgürleşirken kadının özü de gürleşiyor mu?
Kurban
bâyramlannda İstanbul sokaklannın aldığı o iğrenç şekilden rahatsız olmayan
bir müslümanı tasavvur bile edemediğimi itiraf etmeliyim. Yol kenarlanna
atılmış koyun kelleleri, işkembe torbalan, oraya buraya saçılmış bağırsaklar,
asfaltlan yıkayan kanlar, kaldıranlara yıkılıp kesilen danalar, her tarafı
kokuya boğan hayvan pislikleri, vs.
İdarecilerin
sorumsuzluğu, milletin değerlerine sahip çıkmaktaki isteksizlikleri bir yana,
bizim kendi kendimize şu so- rulann cevabını vermemiz gerekmez mi?
—
Bütün bunlan şehirli bir müslüman yapar mı?
Aslâ!
Biliyoruz ki bidayetinden bu yana İstanbullu müslüman, bayramlannda evinin
bahçesine münasip bir çukur açar, kurbanım usûl ve erkânına uygun bir sûrette
keser ve kesinlikle şehirde bu tür manzaralara rastlanmazdı.
—
Peki Anadolu insanı köyûnde-kasabasında böylesi manzaralann oluşmasına izin
verir mil
Verilecek
cevap hiç kuşkusuz yine olumsuz olacaktın O halde İstanbul’u bu hale getirenler
kimler?
Tek
kelimeyle ne şehirli, ne de köylü olan, mensubiyet ve aidiyetini yitirmiş
sosyal gruplar.
Varoş
İslâmcılığı da tıpkı böyle bir şey! Ne tam
şehirli, ne de tam köylü! Kendisi sonradan görme iken, kadına bakışı da
sıradan. Geleneksel değerleri (annelerini, babaannelerini) küçümseyen, modem
hayatın cazibesine karşı koyamadığı için kendisi kalabilmeyi başaramayan
tuhaf bir halita.
Modemleşme/dünyevileşme
projesi, kadınlanmızı özgürlük ve eş/ri/ksloganlanyla evinden etmekle kalmadı;
onlan erkekleştirerek kendi doğalanyla savaşır hâle getirdi. Özgürlük dedi,
kadını kadın yapan bağlarından güya özgürleştirdi. Eşitlik dedi,
kadının kendine mahsûs tüm hassalanndan vazgeçmeye çağırdı, ona kendi türünün
(erkeğin) hassalanyla donanması halinde güçlü olabileceği yalanını söyledi.
Modem kadın şimdi “ben özgürüm" diyor! Çünkü artık doğurmuyor, doğurmak
istemiyor. Modem kadın, şimdi daha eşit! Çünkü erkekleşiyor. Belki özgürleşiyor
ve fakat aslâ özü gürleşmiyor.
Modem
kadın eski konumuna dönmeyi istedikçe kaybediyor. Doğurursa erkek
rakiplerinden geri kalacağını düşünüyor; annelik hislerini bastırmadığı
takdirde güçlenebileceğine inanmıyor; öyle ki güçlü olduğunu ispatlayabilmek
uğruna hisleri yerine kaslânnı kullanmayı marifet sanıyor. Oysa dinimiz insanı
eşref-i mahlukât ilân etmekle erkeğin de, kadının da insan olmak
haysiyetiyle ve pek tabii ki hakikati itibariyle bir ve eşit
olduğunu vurgulamış; nefs-i nâtıkanın, dü- şünen/konuşan .canlının dişilik ve
erkekliğini kesinlikle mu- kavvim değil, mütemmim unsur olarak
tanımlamıştır.
İnsanı
diğer canlılardan ayıran özelliğidir onun düşü- nen/konuşan (nâtık) bir varlık
olması. Erkeklik ve dişilik ise aynı hakikate, yani insana özgü
hassalardır. Hassalar en nihayet birer araz olduğundan erkeklik ve dişilik
birer tür değil, sınıftır. Dolayısıyla erkek olmanın kendisine mahsûs
özellikleri olduğu gibi, kadın olmanın da kendisine mahsûs özellikleri vardır.
Erkeğin güçlü olduğu yönler bulunduğu gibi, kadının da pekâlâ güçlü olduğu
yönleri vardır. Bu yönler birbiriyle çatışmaz, bilâkis birbirini tamamlar.
Ne
erkek, ne de kadın bizâtihi kendisiyle kâim olabilir; aksine her ikisi de kâim
olabilmek için birbirlerine muhtaçtırlar. Hem mahiyetleri, hem de hakikatleri
birdir: insanlık.
Bu
mahiyet ve hakikatin erkeği ve dişisi olmak, bu mahiyet ve hakikate ilişkin
kuvvelerini paylaşmak, bölüşmek demektir. Zaten herbirinin kendi paylarına
düşen hassalan olduğu içindir ki birbirlerinden üstündürler.
Hassalara
gelince, en nihayet bunlar birer araz (ilinti) olduğuna göre üstünlük umûm-husûs
mutlak (her yönüyle) değil, umûm-husûs min vech (bir yönüyle)
tanımlanabilir; yani başka bir deyişle üstünlük mutlak değil, nisbîdir. Erkekte
bulunan hassalar kadında bulunmadığı gibi, kadında bulunan hassalar da erkekte
bulunmaz. O halde birbirlerine benzemeleri, birbirlerinin yerine geçmeleri,
birbirlerine rakip olmalan demek, kendi doğalanna karşı savaş açmalan, kendi
kendileriyle savaşmalan demektir. Kadının erkekleşmesi, erkeğin kadınlaşması
ise son tahlilde insanın insanlığını yitirmesi demek!
Modem
kadının değişim isteği ahvâliyle değil, melekeleriyle alâkalı. Bugün müslüman
kadından istenen de melekelerini değiştirmesidir. Bu bakımdan modem hayatı
organize edenlerin kadınlanmıza sunduklan değişim programı onlann
kadınlıklarından vazgeçmelerini talep etmekten başka bir anlam ihtiva
etmemektedir. Ahvâlde değişimi reddedenler hayatla, melekelerde değişimi
kabul edenler kendileriyle çatışmayı göze almalıdırlar.
Bir
misâl olmak üzere söyleyelim ki: Türkiye yahudileri- nin
yenileşmesini/batılılaşmasını temin etmek için kurulan ünlü Alliance
Israelite Üniverselle okullan için gözetilmesi gereken yegâne amaç “iyi
anneler yetiştirmek" idi. Yöneticileri şöyle diyorlardı:
Kızlar önce kadın, sonra anne olurlar,
anneler sayesinde de ilk ilkeler, ilk düşünceler çocuğun kalbinde yer yapar.
Oysa
bugün müslüman kızlar, her ne pahasına salt okumak için mücadele veriyorlar ve
evlerini terkedip yurtlarda, bekâr evlerinde bipbir sıkıntı içinde yaşamaya
çalışıyorlar. Eğitim sisteminin onlan iyi anneler olarak yetiştirmeyi
amaçlamadığı ortada. Daha da kötüsü, müslümanlann’ esen rüzgârlara kapılıp
daha terbiyeli kızlar, daha kültürlü kadınlar, daha iyi anneler, daha iyi eşler
yetiştirmeyi aptalca bulmaya başlamalan.
Kendimiz
olabilmeyi başarabilseydik, esasen daha çok kazanan kadınlann acınası durumda
olduklannı görebilir ve belki o zaman hidayet sözcüğünün dalâlet
anlamını kazanmasından rahatsız olabilirdik.
Olanlara
ne mutlu!
modernleşmek/dünyevileşmek/erkekleşmek
Modemleşme/Dünyevileşme
sürecini doğru olarak yorumlamadıkça müslümanlann değil sadece kadın
sorununu, karşı karşıya bulunduktan hiçbir sorunu hakkıyla ele alama-
yacaklannı, hatta değil bu sorunlann kenanndan köşesinden dolanmak, nelerin
olup bitmekte olduğunu dahî anlayamayacaktan™ hem de hiç tereddüt etmeksizin
söyleyebiliriz.
Çünkü;
1)
Modemleşme/Dünyevileşme
süreci, insanın sadece yaşama biçimini değiştiren basit bir programın
tatbikinden ibaret değildir. Bu süreç insanı yerinden eden, onu kendisine ve
kendi dışındaki dünyaya (doğaya, diğer canlılara, hemcinslerine)
yabancılaştıran, insanın ben idrakini parçalayan; varoluş kaygılannı anlamsızlaştınp
yeryüzündeki varoluşu yemek, içmek, bürünmek, bannmak, vb. temel ihtiyaçlara
indirgeyen bir sapkınlık projesinin ürünüdür.
2)
Modemleşme/Dünyevileşme
süreci, dünyayı kutsaldan anndınp Varlık'ı varolan’ın, Vücûd'u mevcûd'un
ardına iten, Hak'la savaşan, Hakk'a yabancılaştıran ve dolayısıyla insanı
Hak'sızlaştıran bir bilinç yapışınca kılavuzlanmakta- dır. Varoluşun öznesi
olarak sadece insanı, mekânı olarak sadece dünyayı, zaman olarak
da sadece şimdiyi merkeze almakta, bu yönüyle insanoğlunu ilâhına ve
İlahî olan herşe- ye düşman hâle getirmektedir.
3)
Modemleşme/Dünyevileşme
projesi, hem Hak'sız, hem de Hak'sız olduğu kadar Tannsız'dır! Bugün İslâm’ın
kendisiyle çatıştığı (çatışması da gereken) ana unsur, ne Yahudilik, ne de
Hıristiyanlık'tır, doğrudan doğruya Modem- lik/Dünyevilik Dini'dir. Bu yeni
din, sadece müslümanlara ve Müslümanlığa değil, bütün kadîm dinlere ve insanı
insan yapan ne kadar haslet varsa ona düşmandır; çünkü insanoğlunun
varoluşunun —bütün kadîm dinlerce tarif edilmiş— anlamına düşmandır. Dinimiz,
geleneklerimiz) bu mikroba karşı direnen ve onun panzehrini bünyesinde taşımayı
hâlâ sürdürebilen hikmet-i kadime olduğu için bu yeni din, bilhassa İslâm'a
ve onun mukaddesâtına düşmandır.
4)
Modemleşme/Dünyevileşme
projesinin dindarlık anlayışı, Maûn Sûresi'nde kendisine veyl olunan o
gafletin ve riyakârlığın eşlik ettiği öte dünyada hesaba çekilme bilincinden
yoksun, gösteriş meraklısı ortakkoşuculann dindarlık anlayışının aynısıdır.
5)
Bu proje
modemdir; zira sadece şimdiyi önemser ve ânı tüketebildiği kadar tüketir; diğer
yandan dünyacıdır, zira ötedünyasız bir dünyanın tadını çıkarmaya çalışır; güyâ
insancıldır; zira Tann'dan bağımsız, sorumsuz, dilediğini ya- pan-yıkan, tek
ve yalnız insanı, hiçbir kutsalı dikkate almaksızın dilediğince yaşamaya,
tüketmeye sevketmektedir.
Modemleşme/dünyevileşme
sürecini doğru olarak yorumlamadıkça, müslümanlann değil sadece kadın
sorununu, karşı karşıya bulunduklan hiçbir sorunu hakkıyla ele alamayacaklarını
söylememin temel nedenlerine böylelikle işaret edebilmiş olduğumu sanıyorum.
Kadın
sorunu bu çerçevenin belki kısmî ve fakat en önemli unsurlanndan biridir.
Kadının özgürleşme sorunu, son tahlilde, erkekten, erkek egemen hayattan
değil, onu kadın yapan ne varsa ondan özgürleşme, uzaklaşma sorunudur.
Geleneksel değerlerimizin ve bu değerleri vaz'eden dinî metinlerimizin
eleştirisi, modernleşme, dünyevileşme projesine eklemlenmeden, onu olumlamadan
aslâ ve kafa mümkün olamaz. Bir tek evet bir tek eleştiri sahibi gösterilemez
ki kendisi bu surecin kucağına atmak arzusu duymaksızın kendi gelenekleriyle
çatışmaya girmiş, girebilmiş olsun.
Erkek
egemen söylem gibi ne idüğünü kavrayamadıktan
parlak taflan tekrarlayan birtakım cingöz erkekleri kabil-i hi- tab saymaya
lüzûın yok. Onlar ailenin çözülmesiyle kadın- lıktanndan vazgeçen dişilere
çanak tutmayı adamlık sanıyorlar.
Kocalarıyla,
çocuklanyla, anneleriyle, babaanneleriyle, kısaca kendileriyle kavgalı olan
kadınlann ya da bu kavgalar içerisinde büyüyen kimi kızlanmızın günlük
sıkıntılannı merkeze atarak ürettikleri dedikodulan da ciddiye almamızın bir
mânâsı yok. Çünkü onlar da meselenin kadîm bir dünya tasavvurunun tahribiyle
alâkalı olduğunu nazar-ı itibara almaksızın; işin kötüsü tehlikenin vehametini
hiç mi hiç far- ketmeksizin, meseleyi kişisel sorunlanna (yani sebeplere değil,
sonuçlara) indirgemeyi marifet addediyorlar.
O
halde sözümüz, kadın olsun, erkek olsun, sorunların vehametini sonuçlanyla
değil nedenleriyle kavramaya çalışan ve bu topraklara aidiyetinin,
mensûbiyetinin farkında olan dert sahibi o güzelim insanlara.
“Hoşça
bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen” hitabını bir erkeğin bir erkeğe değil, bir
insanın bir insana hitabı olarak anlayan kadınlanmız, inanıyorum ki bu
bayağılaşan dünyayı inşâ eden bilincin, kendilerinden istediklerini onlara vermeyip
direnmeyi sürdüreceklerdir. Çünkü biraz düşünülürse görülecektir ki bu modern
hayat, daha çok özgürlük adı altında kadınlanmızdan daha az dindar
olmalannı talep ettiği için, daha az anne, daha az eş, daha az kadın ve
fakat daha çok erkek olmalannı istiyor.
Kadm-erkek
hepimizin modernliğin kuşatması altında olduğumuzu ve ayağımızın altındaki
toprağın azar azar kayıp gittiğini bilmez değilim; fakat hiç değilse zihnimizde
yaşattığımız dünya adına bu modern hayatın dayatmalanyla hesaplaşma hakkımızı
kullanamaz mıyız?!? Acımasızca birer birer inançlanmızı elimizden alıyorlar, bari
hayâmızı, edebimizi yok etmeleri karşısında bir nebze olsun sesimizi yüksel-
temez miyiz?
Pekâlâ
yükseltebiliriz.
modemleşmek/dünyevileşmek/islâmlaşmak
Bu
modem hayat daha çok özgürlük adı altında kadınla- nmızdan daha az
dindar olmalannı talep ettiği için, daha az anne, daha az eş ve daha
az kadın olmalannı istiyor demiştik. Peki günümüz tslâmcılığı
kadınlanmızdan neler istiyor?
Bu
suâli cevaplayabilmek için-, öncelikle islâmcılıktan ne anladığımızı ortaya
koymaya çalışmalıyız.
XIX.
yüzyılın sonlanndan itibaren ortaya çıkan tslâmcılık esas itibariyle siyasî,
dolayısıyla sosyal, dolayısıyla dünyevî bir projedir. Bu nedenle
de savunmacıdır. Hayata veda etmekte olan tarihî bir hâkimiyetin elden
gitmesinin yol açtığı çöküntü psikozunun ürünüdür. “Doğru yolda olsaydık yenilmez,
bu hale düşmezdik” diyen ve seyl-i hurûşâna (karşı konulamaz sele) uyum
sağlamaya çalışan bir bilinç durumunun refleksleriyle malûldür-, hem de
görünürde karşı çıkıyor olduklannı bile içselleştirdiği, içselleştirebildiği
takdirde güçleneceğine inanan, dünyevileşme projesinin karşısında sadece
bâtıl dinlerin (özellikle Hıristiyanlığın katolik yorumunun) direnemeyeceğini
sanan; İslâm'ın zaten bu modem hayatla, bu bilim ve teknolojiyle bir alıp
veremediğinin olamayacağı zehabına kapıldığı için galiplerin dünyayı kavrama
tarzlannı hesaba çekmek yerine, alelacele kabahati mağluplann kendisinde
arayıp bulan ve ister istemez aradıkça da bulan mazlum ve fakat savunmacılıkla
malûl seleflerimizin bilinç durumunun ürünüdür tslâmcılık! Evet, dini ve
dünyayı kavrama ve anlamlandırma bakımından kendi çağdaşlanndan daha iyi
yetişmiş, daha birikimli, daha çalışkan ve tabiatıyla daha üstün olduklan
halde, ne yazık ki hâkim paradigmanın cazibesi karşısında geri adım atmak
zorunda kalan seleflerimizin.
Yenilmiştik
ve ayağa kalkmalıydık! Nasıl? Elbette düşmanımızın silâhıyla silahlanarak. Bu
akıl yürütme tarzının Kur’an ve Sünnet’ten dçlil bulmakta zorlanacağını mı sanıyordunuz?
Hiç kuşkusuz delillerde bulundu. Kur’an ve Sün- net'e yapılan başvurulann çoğu,
metinde olanı anlamakla değil, bilâkis zaten içinde olunanı metinde arayıp
bulmakla neticelendi. Sözgelimi sünnetullah kavramı öyle yanlış yorumlandı
ki sadece bu terimin aracılığıyla hâkim paradigmanın birçok unsuru hemen
benimsendi. Aya basmış görünen insan ayağının yeryüzünü nasıl bitirip
tükettiğine dikkat edilmezken, gûya astronotlann duyduklan ezan sesiyle kitleler
hayretlere salındı.
En
nihayet günümüzde tslâmcılık dindarlaşmayı artıran, mümin insanın
dünya-*ötedünya tasavvurunu derinleştiren, dolayısıyla modem paradigmanın
varoluşu anlamsızlaştıncı bildik propaganda saldınlan karşısında temsil ettiği
kitlenin hassasiyetlerini destekleyen, güçlendiren, takviye eden değil;
bilâkis önce aşın teklif ve tehdidleri reddetmekle işe başlayıp bu arada
münasip olanlarını yavaş yavaş kapıdan içeriye alan bir yol izledi. Böylelikle
bir süre sonra aşın teklif ve tehdidlerin önemli bir kısmı aşın olmaktan çıktı.
Kasım
Emin'in Tahrir’ul-Mer’e (Kadının özgürlüğü) adlı kitabını hatırlayınız,
önceleri bazdan tarafindan ne de aşın bulunmuştu. Güya ona reddiye olarak da Mefetu
’l-Musüme (Müslüman Kadın) adlı bir eser yazılmıştı. İkincisi birincisinin
aşınlıklannı reddetti; sonrakiler de İkincisinin aşınlıklan- nı. Şimdi bizler
de sonrakilerin aşınlıklannı reddediyoruz. Bugünden bakıldıkda öncekiler ne
kadar da muhafazakâr, ne kadar da gerici ve mutaassıb görünüyor değil mi? Bizim
yazıp çizdiklerimiz ise ne kadar da Kur’anî?
Çok
basit bir soru: en bilgililerimizin, en bilginlerimizin, en bilgiçlerimizin
bile kendilerini dedelerinden veya babaannelerinden daha dindar
hissettiklerini ya da olmaya çalıştıklarını söyleyebilir miyiz?
Acaba
n'oluyor da bilgisiz halk daha dindar iken, bilgili elitler bilgilendikçe daha
frapan hâle geliyorlar? Meselâ sıradan Türkler ile Beyaz Türkler arasındaki
köklü aynmın aynen tslâmcı elitler ile dindar halk arasında da câri olması
kimsenin dikkatini çekmiyor mu?
Kezâ
annesinin, babaannesinin giyinmesinden, konuşmasından, tavırlanndan utanan
birçok kızımızın, annelerini örnek almalan, babaanneleriyle övünmeleri
gerekirken, tam aksine onlann içinde bulunduklannı zannettikleri esarete düşmemek
için modem hayatin kucağına kendilerini salma- lan acaba niçin kimsenin
tuhafına gitmez?
Bütün
bunlar dikkatinizi çekmiyor ve tuhafınıza gitmiyorsa; o zaman kaçınılmaz
olarak mevcut İslâmî bilincin çağdaş yaşamı destekleme etkinlikleri düzeyine
inmesinden fevkalâde rahatsız olan bu müslümanın yazdıklan tuhafınıza
gidecektir. Ne yapalım gitsin; zira zaman geçtikçe kendisi olmaktan utanan ve
uzaklaşan eyyamcılann “Şimdi sırası mı?” yollu yakınmalan ciddiye alınacak
türden değil! Onlann ellerinde sadece ne idüğü belirsiz garip bir şimdi
var ve ne yazık ki onlar geçmişten bihaber surette kendilerini sadece bu
anlamsız şimdi’yi korumak ve kollamakla görevli addediyorlar. İslâm'ı ve
müslümanlan modernleştirmek, dünyevileştirmek adına, bizi biz yapan ne kadar
değer ve kutsal varsa onlan imha etmeye çalışıyorlar.
Âlimi
değil aydım, ilmi değil bilimi, dini değil ideolojiyi, adaleti değil eşitliği,
ötedünyayı değil dünyayı, sohbeti değil dedikoduyu, zâtı değil sıfatı, cevheri
değil arazı, varlıkı değil varolanı seçenlere benim söyleyecek ne sözüm
olabilir ki? Evet ne lâfiz, ne de mânâ. Sözüm bizâtihi nazmı seçenlere!
kadınlarımız nâmına savruluşumuzun hikâyesi
Kadın
konusunda adam gibi konuşmanın da, yazmanın da çok zor ve p denli de riskli
olduğunu bilmez değilim; safdil okurlann sızlanmalannı nazar-ı dikkate
almayacak kadar aymaz ise hiç değilim; üstüne üstlük bu tür konulan konuşmanın
bir işe yarayacağından ümidini kesmiş biri olarak böylesine nâzik ve bir o
kadar da sancılı bir yarayı kaşımak mecburiyetinde kalmaktan da şahsen hoşnut
değilim.
Bu
kadar değil biraraya gelince, sonucun da ister istemez olumsuz olması
gerekiyorsa da kimi beklenmedik koşullar bazı konulann —bu değillerin rağmına—
konuşulmasına yol açıyor. Yaklaşık iki aydır Berlin’de bir üniversitenin
anfisin- de “Yaz sıcaklannın canı cehenneme!” diyen farklı düşüncelere mensup
25-30 kişilik kızlı-erkekli bir öğrenci grubuyla birlikte Türkiye’de Islâmcılık
Düşüncesinden sırasıyla metinler okuyup tartışıyoruz. Esasen okuyup tartışmak
amacıyla sulanna dalmak için seçe seçe böylesine derin bir ummânı seçmemizin
temel nedeni, biraz da buralara tâ nerelerden savrulduğumuzu anlamaya çalışmak.
İşbu
vesileyle geçen hafta üzerinde uzun uzun durduğumuz bir metni sîzlere aktanp
pekâlâ modemist bir Islâm- cı'nm, Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi’nin (öl. 1920)
bir asır önce kadınlann eğitimi üzerine yazdıklanna dikkatlerinizi
çekmeye çalışacağım. Kimbilir belki böylelikle mevzîyi kaybetmenin mevzûyu
kaybetmek demek olduğunu anlamamız biraz daha kolaylaşmış olur.
Kadınlann
yaratılış gayeleri, onlann sırf dünyaya çocuk getirmeleri ve o çocuklan bir
müddet terbiye etmelerinden ibarettir. Binaenaleyh eğer kadınlar dış işlerle
meşgul olmaya kendilerini verirlerse kadınlann yaratılışına terettüb edecek şu
mühim hikmetin ve büyük maslahatın ortadan kalkacağı ve bu hâlin bilâhare
insan neslinin dünyadan kesilmesine sebebiyet vereceği şüphesizdir. Mademki
kadınlann uhdelerine terettüb eden vazifeler sırf ev işlerini düzene koymaktan
ve dünyaya getirdikleri çocuklan terbiye etmekten ibarettir, şu halde... (...)
Kadınlar
mestûre [kapalı] olmakla medeniyetin güzel neticelerinden mahrûm olmazlar. İlim
ve maarifle kendilerini ve vasıflannı süsleyebilirler. Çünkü beşikten mezara
kadar ilim tahsil etmeyi emreden Muhammedi şeriat, kadınlan bu emirden istisna
etmemiştir; ilim tahsilini erkeklere ve kadınlara farz kılmıştır.
Şu
kadar var ki ilim tahsil etme yeri olan mekteplere devam etmek hususunda
kadınlarla erkekler arasında biraz fark vardır. Erkekler ilk, orta ve lise
mekteplerinde tahsil yaptıktan sonra bunların hepsinin üstünde olan yüksek
mekteplerde, üniversitelerde tahsil görmeye de mecburdurlar. Bu mecburiyet
umumî değilse de bir kısım erkekler hakkında zaruridir. Halbuki kadınlar böyle
değildir. Çünkü kadınlann yaratılışındaki hikmet onla- nn bir erkekle evlenerek
dünyaya çocuk getirmek ve sonra o çocuklan terbiye etmek ve ev işlerini düzene
koymaktan ibarettir. Kadınların bu vazifeleri hakkryla ifa edebilmeleri ise
öyle senelerce yüksek mekteplere devam etmelerini gerektirmez. Çünkü bu
vazifeleri öğrenmek için ilk, otta, lise mektepler yeteriidir. Ondan sonra bir
hanım kızın kendine münasip bir erkekle evlenmesi ye beyhude yere zaman
kaybetmemesi gerekir.
Demek oluyor ki esasen ilim tahsil
etmek kadınlara da lâzımdır. Çünkü cahil bir kadın gerek ev işlerini lâyıkıy-
la çevirmeye ve gerekse çocukların terbiyesini meşrû usûl ve sıhhî kaideler
dairesinde ifa etmeye muktedir değildir. Fakat insan türünün bekâsma, insan
nüfusunun çoğalmasına yegâne sebep olan evlilik meselesi bir kadına düşen
vazifelerin en birincisini teşkil ettiğinden ilk, orta ve lise tahsillerini
gördükten sonra buna kanaat etmeyip de erkekler gibi üniversitelere devam
edecek ve oralardan mühendis, mimar, vs. olarak çıkmaya çalışacak olursa,
yaratılışına düşen vazifeyi suistimal etmiş ve bilâhare insanlığa ihanet etmiş
olacağı şüphesizdir.
Biz “Kadınlar üniversitelerde okunan
ilim ve fenleri hiç okumasınlar!" demek istemiyoruz, çünkü ilim tahsil etmek
için bir sınır, bir son yoktur. En büyük fazilet de ilim ve marifettir. Fakat
erkekler hakkında bile herkesin ayn ayn olarak bütün ilimleri tahsil etmesi
imkân haricindedir. Bu mümkün olsa bile hikmete uygun değildir. (...) Bütün
erkekler için bile yüksek ilimleri tahsil etmek hikmete ve maslahata uygun
olmayınca, bunun kadınlar için hikmet ve maslahata uygun olmayacağı önceUk- le
böyle olur. Binaenaleyh bir hanım kızın kendi aslî vazifeleriyle ilgili olan
ilk, orta ve lise tahsillerini ikmâl et-
tikten sonra hemen bir erkekle
evlenmesi medeniyetin gerekleri cümlesinden bulunmaktadır; evlendikten sonra
arzu ederse, vakit buldukça kendi evinde yüksek ilimleri tahsil edebilir. Bu
fazla, tebcil edilmiş bir meziyettir. (1/126-129)
Ne
dersiniz bu yeterince kışkırtıcı, kışkırtıcı olduğu kadar da üzerinde durulmaya
değer bir metin değil mi?!
Şayet
böyle düşünüyorsanız, Musa Kâzım Efendi’nin söylediklerinin tam mânâsıyla
açıklık kazanabilmesi için aynı metinden küçük bir pasaj daha okuyalım:
Malûmdur ki bir ailenin saadetini
temin etmesi iki tür mühim vazifeye bağlıdır.- Bunlardan biri eve ait
vazifeler, diğeri evin dışına ait vazifelerdir. Bu iki tür vazifeleri yalnız
kadın ifa edemeyeceği gibi yalnız koca da ifa edemez. Şu halde bu vazifeleri
taksim etmek gerekir. Eve âit vazifeleri kadına, evin dışındaki vazifeleri
kocaya yüklemek gerekir. Bunun aksi olmaz! Zira kadınlann aslî yaratılışlarındaki
nezaket ve zerafet gereğince onlann birtakım zor işlerden ibaret olan dış
işlerle meşgul olmalan hikmet ve maslahata uygun olmayacağı gibi, erkeklerin ev
işleriyle meşgul olmak için varlıklanm ortaya koyma- lannı da hiçbir akl-ı
selim câiz göremez. Çünkü bu âdeta tabiat kanununu değiştirmeye, kadınlan
erkek, erkekleri kadın yapmaya kalkışmak demektir; bunun bâtıl olduğunda
ise hiç kimse tereddüt etmez! (1/126)
Bu
pasaj okunduktan sonra öğrencilere neler düşündüklerini sordum. Cevaplar aşağı
yukan şu ifadeyle özetlenebilecek türdendi:
—
Bu zâtın tabiat kanuni an algısı pek farklıymış! Şimdi ise o kanunlar
değişti ve evin içi-dışı gibi mefhumlardan artık eser bile kalmadı.
XIX.
yüzyıldan kalma o meşhûr tabiat kanunu deyişinin bugünün gençleri için
bir mânâ ifade etmediği kesindi ve tabiatıyla onlar kanun diye, hele
hele tabiat kanunu diye aslâ ve kat‘â değişmeyecek olan şeylerden söz
edildiğini akıllan- na bile getirmiyorlardı. (Arzu edenler, bu meseleyi bir de
Kur’an’daki sünnetullah terimini kullanarak tartışmayı deneyebilirler.)
Gerekçelerini
şimdilik bir yana bırakmak kaydıyla Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi’nin tabiat
kanunu/sünnetul- lah (!) mesabesinde addetmek süreriyle öne sürdüğü teshillerinden
bazılannı yineleyelim ve bu arada aşağıdaki metinleri okurken günümüz
îslâmcılannın bu görüşleri —katılıp katılmamalan bir tarafa— açıkça telâffuz
dahî edebilmeleri- nin’ne denli mümkün olabileceğini tasavvur etmeye çalışalım.-
—
Kadınlann yaratılış gayeleri, onlann sırf dünyaya çocuk getirmeleri ve o
çocuklan bir müddet terbiye etmelerinden ibarettir.
—
Kadınlann yaratılışındaki hikmet, onlann bir erkekle evlenerek dünyaya çocuk
getirmek ve sonra o çocuklan terbiye etmek ve ev işlerini düzene koymaktan
ibarettir.
—
Kadınlann uhdelerine terettüb eden vazifeler sırf ev işlerini düzene koymaktan
ve dünyaya getirdikleri çocuklan terbiye etmekten ibarettir.
—
Bu vazifeleri öğrenmek için ilk, orta, lise mektepler ye- terlidir. Ondan sonra
bir hanım kızın kendine münasip bir erkekle evlenmesi ve beyhude yere zaman
kaybetmemesi gerekir.
—
İlk, orta ve lise tahsillerini gördükten sonra buna kanaat etmeyip de erkekler
gibi üniversitelere devam edecek ve oralardan mühendis, mimar, vs. olarak
çıkmaya çalışacak olursa, yaratılışına düşen vazifeyi suistimal etmiş ve bilâhare
insanlığa ihanet etmiş olacağı şüphesizdir.
—
Eve âit vazifeleri kadına, evin dışındaki vazifeleri kocaya yüklemek gerekir.
Bunun aksi olmaz!
Kadının
özgürlüğü gibi ilk bakışta parlak ve cazip söylemlerin
sağladığı emniyetin gölgesinde modem kadının nerelere savrulduğunu
tartışmaktan kaçman bir bilinç yapısı, bilhassa son 20 yıl içinde
“türban/başörtüsü" meselesinin her geçen gün yapaylaşıp sathileşen
yönlerine saplanıp İslâm’ın kadın tasavvurunu kendi sahiciliği, kendi tabiiliği
içerisinde ele almaktan kaçınmakla kalmadı, aynı zamanda kadının doğası
üzerine konuşmaktan da kendini mahrum etti. Üstelik kendi öz-tasavvurunu
kaybettiği gibi, diğer yandan bu tasavvuru kendisine kaybettirenlere
eklemlenmeyi, daha da önemlisi egemen olanı evrensel olan mevkûne
çıkarmayı bir marifet bildi.
Musa
Kâzım'ın yukanda naklettiğimiz ifadeleri, ne yazık ki bugünün İslâmcılannca bir
çırpıda reddedilecek mahiyettedir ve belki de bazı genç-yaşlı bilgiçlerce bu
satırlar —her ne demekse— “geleneksel Islâm'ın kadın üzerinde oluşturduğu
jakoben tavnn izdüşümsel bir örneği” addedilip belki de “Emevî-Abbasî-Osmanlı
totalitarizminin işbirlikçi ulema aracılığıyla Kur’anî gerçekliklere karşı
cahil kitlelere kabul ettirdiği epistemolojik terörün varoluşsal bir
yansıması" türünden lâfazanlıklarla karşılık görmekte gecikmeyecektir.
Keşke
sorunlanmızı böylesi nâdanlıklara istinaden tartışmak ve hatta çözmek bu kadar
kolay olsaydı. Ne var ki bu, bu kadar kolay değil! Emek ister, gayret ister,
ter ister, yürek ister, evvelemirde memleketin dertleriyle sahiden dertlenmek
ister.
Bizler
daha bir asır öncesinin modernleşme yanlısı bir âliminin görüşlerini
hazmedemezken, asırlar önce yaşamış bir âlimimizin, meselâ bir İmam-ı Âzâm Ebu
Hanife’nin, bir İmam GazâlFnin görüşlerini nasıl hazmedebileceğiz?
Biraz
düşünün bakalım, şimdi bu işin sonu nereye varmış bulunuyor?
durmak durulmaktır
—
Biraz düşünün bakalım, şimdi bu işin sonu nereye varmış bulunuyor?
Önceki
yazımızı bu suâlle Sona erdirmiştik Ne var ki bu yazı ilk yayımlandığı günlerde
okurlardan bazılan biraz olsun düşünmek yerine, adını bile ilk kez duyduklannı
söyledikleri ve “Şeyhülislâm mı neymiş?!” şeklinde tahfif etmekten
çekinmedikleri Musa Kâzım Efendi’nin görüşlerini durup dururken gündeme
getirmeye çalışmanın kimseye faydası olmayacağını ihtar etmeyi seçtiler.
Haklandın
Madem ki işleri güçleri başlanndan aşkındır, madem ki aslında konuşacak daha
ciddi meselelerimiz vardır, madem ki uzun bir süredir yağmur yağmamaktadır, madem
ki yağdığında da ortalığı sular-seller alıp götürmektedir, o halde “Böylesi
meseleleri kaşıyıp durmanın kime ne faydası olabilir ki?” diye sormakta kimi
okurlar niçin haksız olsunlar?
Lâkin
—ne çare ki!— günceli gündemine almak yerine gündemini güncele taşımaya alışmış
bir adama bu tür ihtar- lann bir faydası olmaz, olmuyor da zaten. Evet ne yalan
söyleyelim, tam da durup dururken böylesine eften-püften bir meselenin
içinde buluverdik kendimizi. VE yine durup dururken bir şeyler
karalamayı tercih ettik.
Durmasa,
daha açıkçası bir yerde durmayı seçmese, insanoğlu konuşamaz. Her konuşma durup
dururken yapılmak zorundadır-, durmadıkça, durulmadıkça konuşulamaz
çünkü. Konuşan durmalı ve durup dururken konuşmalı. Durdukça konuşur insan ve
konuşabilmek için durmaya ve durulmaya ihtiyaç duyar. Binaenaleyh her adımda
durmayı bilmeli, bilmiyorsa öğrenmeli. Bazı safdiller alay ededursunlar; kişi,
yeri’geldikde -Mehter-i Hümayun gibi- iki ileri, bir geri gidebilecek
bir üslûba sahip olmanın derinliğini kavramalı.
Keşke
hep durup dururken konuşabilsek! Keşke biraz durmayı, durulmayı bilsek! Keşke
durmadan durulamayacağımızı biraz olsun, evet, biraz olsun idrak edebilsek!
Şimdi Descartes'ın —hani o İmam GazâlFnin el-Munkızu min'ed- Dalâl adlı
eser-i muhalledinden müstefad— ünlü Metod Üzerine Konuşmalarından
birkaç satır aktarmanın tam yeriydi ama ne benim buna mecalim var, ne de böyle
aktanmlar yapmanın bir faydası.
Kimse
durmak istemiyor; kimse durdurulmak da istemiyor. Nitekim Necip Fazıl merhûm
kollannı bir makas gibi iki yana açarak "Durun kalabalıklar! Bu cadde
çıkmaz sokak" dediğinde, bu İhtan duyanlar arasından kaç kişi hitabın kendisine
yapıldığını varsaydı sanıyorsunuz?
Kalabalıklar
gerçek muhatabın kendisinin kesinlikle içinde olmadığını zannettiği meçhûl bir
gürûhun adı değil miydi?
Kalabalıklar,
ah şu kalabalıklar!
Bir
defasında yazmıştım, o halde şimdi tekrarlamaktan niçin kaçınayım? Kalabalık
bir Arapça sözcüğün Türkçe bir ek alarak üretilmiş hâli: galebe-lik.
Kalabalık, galebe çalanla- nn varettiği canavar. İnsanoğlu kendisinin ürettiği
bu canavardan hiç kurtulamamış tarih boyunca. Çaresiz kendisine galebe
çalanlarla boğuşup durmuş. Gücünün yetmediğini anladığında galebe çalanlann
oluşturduğu meşûm kalabalığa katılmış. İstisnalar vukû bulmamış da değil.
Nitekim kalabalıklarla boğuşmak ister istemez hep yalnız adamlann işi olmuş.
Kalabalıklar hep galip gelmiş, yalnız adamlar da çaresiz hep mağlûbiyetin
(yenilmenin) o herkese nasib olmaz şerefiyle teselli bulmuşlar. Galipler
galebe çaldıklan için galipler her dâim çoğunluklar olmuş.
Galebelik
galiplerin çocuğu. Bu nedenledir ki galebelik ik- tidann anahtan. Evet,
galebelik gürültünün adresi, âcizlerin ilticagâhı, sırtını akıntıya dayayanlann
kaykayı, durmasını bilmeyenlerin bahanesi. Galebelik sürat. Galebelik başdön-
mesi. Galebelik kolaycılık. Galebelik menfaat. Galebelik aslında galebe çalmak
değil, galebe çalınmak. Bu yüzden hakikatte mağlubiyetin ta kendisi.
Kalabalıklar
akıyorlar ve fakat akıp akıp durmuyorlar, durduruluyorlar, döndürülüyorlar,
dolduruluyorlar, dolandı- nlıyorlar...
Niçin
kendiliğinden durmayı bilmez kalabalıklar?
Durmak
anlamaktırda ondan!
Ne
garip değil mi? İngilizce'de ve Almanca’da anlama eylemine karşılık
gelen sözcüklerin (understanding ve verste- heri) her ikisi de durmak
kökünden türemişlerdir.
Kalabalıklar
anlamayı istemedikleri için durmazlar, duramazlar. Ancak ve ancak durup
dururken anlayabileceklerini bir türlü kabullenmek istemezler. Her daim
akarlar, hep akarlar, durmadan akarlar. Kazâen duracak olurlarsa buharlaşıp
yok olurlar ve işte o an, durduklan an bütün aslî vasıf- lannı kaybederler,
ortada galebelikten filân eser kalmaz.
İmdi,
çaresiz yine bir suâlle bitirmek zorundayız yazımızı:
—
Vâkıf olmak (bir şeyi anlamak) ile vakfe
yapmak (bir yerde durmak) arasında ne gibi bir alâka var?
gül mü, gülle mi?
Kadın
sorunlan tartışmalannda şu veya bu şekilde taraf tutanlann önemli bir kısmı
sözkonusu terkibin kadın kısmını öne çıkarmaktan hoşlanıyorlar.
Sözgelimi daha muhafazakâr yorumlara eğilim duyanlar “Kadın bir çiçektir, bir
güldür, ihtimam ister” gibi, dindar olsun olmasın modem kadının ne anlam
vereceğini bilemediği güya romantik sözler sarfetmek- le hoş ve şirin (!) bir
duruş sergilediklerine inanırlarken, iyiden iyiye gerilmiş olan tartışma
urganının diğer tarafından tutanlar ise kendilerince işbu çiçek, gül
benzetmelerini Sevgililer Günü'ne mahsus zevzeklikler mertebesinde telakki
edip daha çağdaş, daha erkeksi, daha dayanıklı (!) yorumlar öne sürmekle
sözümona daha gerçekçi bir mevkiye yerleştiklerini düşünüyorlar.
Benim
nazarımda “kadın sorunlan" terkibinin sorun kısmı, kadın
kısmından daha çok ilgiyi hakediyor; zira bu so- runlann insana nisbeti kadına
olan nisbetinden daha belirleyici, daha köklü, daha gerçekçidir. Ölüm sorununu
kadın’a nisbetle tartışmak, ölümün insan'a nisbetini görmek ve göstermek
isteyen düşünme tarzının çağnsına kulak kapamakla mümkün olabilir ancak. Kadın
ne çiçektir, ne çelik; ne güldür, ne de gülle! Benzetmelerin çekiciliğinden
istifadeyle kadını öne çıkaranlar, sorun'u örttüklerini nedense görmüyorlar.
Kendilerini tanımaktan mahrum kadınlar, kendilerini tanımaktan mahrum
erkeklerin-yalanlanyla hoşça vakit geçirmeyi yeğleyip özlerinde saklı duran o
nicedir ihmal ettikleri insanı tanımaya vakit ayırmıyorlar. Oysa insan’a,
insanı tanımaya vakit ayırmak ve dahi Hz. İnsanla tanışmayı hayatın gayesi
bilmek gerekir.
Kadın
Hz. İNSANa giden yolun menzillerinden sadece bir menzildir. Bir istikamete
işaret eden bir tabelanın, bir göstergenin önünde çakılıp kalmak ve işaret
edilen istikamette ilerlemek yerine durup gösterge karşısında oyalanmak,
"Aaa! Cambaza bakın!” deyince şaşkın bakışlannı göğe çeviren safdil
kalabalıklann şaşkınlığından istifadeyle onlan soyan- lann, yani irisan’ı
tanımaya niyet ve kabiliyeti olmayanlann başvurduğu yollardan biridir.
Erkeklerin
kadınlaşmasına ve kadınlann erkekleşmesine dair yazdıklanmı eleştirmek
arzusunda olanlann, bir İslâm âliminin, Said Nursinin şu beyti üzerinde
düşünmelerini de tavsiye ederim:
İzâ
teennese'r-rical'us-süfeha bi'l-hevesât
İzen
tereccele'n-nisa'un-nâşizât bi'l-vekahât
Yani:
“Zayıf karakterli erkekler heveslerine tâbi olup [bile isteye]
kadınlaştıklarında, arsız kadınlar da hiç utanıp çekinmeden [ister istemez]
erkekleşirler.”
Demek
ki "erkekleşme-kadınlaşma” tabirlerini kavramsallaştırarak kullanan bir
tek ben değilmişim.
Şimdi
bu beytin de içinde yer aldığı pasajı —önemsiz birkaç düzeltmeyle Üstad'ın Lemeât
ile Sözler adlı eserlerinden aktarmak suretiyle— dikkatlerinize sunmak
isterim.
Kadınlar yuvalanndan çıkıp ‘beşer’i
yoldan çıkarmış; yuvalanna dönmeli. Mimsiz medeniyet [deniyet] taife-i nisa’yı
yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış. Şer‘-i İslâm
onlan rahmeten davet eder eski yuvalanna. Hürmetleri orada, rahatlan evde,
hayatı ailede. Temizlik ziynetleri, haşmetleri hüsn-i hulk, lütf-i cemali
ismet, hüsn-i kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı. Bunca esbab-ı ifcad... demir
sebat karan lâzımdır, tâ dayansın. Bir medis-i ihvana güzel kadın girdikçe
riya ile rekabet, hased ile hodgâmhk depretir damarları; yatmış olan hevesât
birdenbire uyanır. Taife-i nisa'da serbesti inkişafı, sebep olmuş beşerde
ahlâk-ı seyyienin birdenbire inkişafı. Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda,
şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek
azmidir, hem müthiştir tesiri Memnû heykel ve suretler ya zulm-i müte- hacdr,
ya mütecessid riya, ya müncemid hevestir, ya tılsımdır celbeder o habis ruhlan.
Said
Nursî’nin bu mütalaalannı nazar-ı itibara almaksızın ileri-geri konuşanlann
ileri gitmeleri de, geri kahnalan da doğrusu beni ilgilendirmiyor. Çünkü
böyleleri bir metinde ne söylendiğini değil sadece, metinde ne söylenmek
istendiğini de anlamaya çalışmıyorlar. Anlamak için önce yavaşlayıp durmak ve
düşünmenin ihtiyaç duyduğu sükuneti kendisine sağlamak lâzımdır; zira (bir
yerde) durmayanlar anlayamazlar.
Modern
kadının evsizliği, reçel yapmayı unutuşu, anneannesinden veya babaannesinden
utanışı, anneliği terkedişi, kısacası erkekleşme sürecine dahli dindar kadınlan
da kapsıyor. Çünkü dindar kadın da “İşte kadın!" denecek durumdan
gittikçe uzaklaşıyor. Said Nursî’nin “Zayıf karakterli erkekler heveslerine
tâbi olup [bile isteye] kadınlaştıklannda, arsız kadınlar da hiç utanıp
çekinmeden [ister istemez] erkekleşirler” sözünden de anlaşılacağı üzre, bu
sorun, modem kadına özgü bir sorun değil, modem İnsana özgü bir sorun.
Tartışmanın
kadın üzerinden sürdürülmesi sadece kadın adına bir kayıp değil, erkek
adına da bir kayıp sayılmalı. Çünkü olan insan’a oluyor-, bunca vâveyla
arasında İNSAN denen cevher buharlaşıp yok oluyor.
reçel yapamayan İslamcı kadınlar
Geçenlerde
bir arkadaşım PhiloSophiaLoreıi okuyan — artık evlilik çağına gelmiş
bulunan— erkek kardeşinin, yengesine “Ben reçel yapmayı bilen bir kızla
evlenmek istiyorum” dediğini aktannca tebessüm etmekten kendimi alamadım.
Çünkü reçel yap(a)mamak kavramına —tıpkı babaannelerden utanmak
kavramsallaştırmasında yapmaya çalıştığım gibi— birbiriyle ilintili anlamlar
yüklemiştim: msl. geleneksel aile’nin hızla çözülmeye başlaması, günümüzde
‘ka- dın'la ‘ev’ sözcüklerinin birbirlerini iter hâle gelmeleri, kızla- nmızın
sorunlannı ev(leri) dışında çözmeye yönelmeleri, ileride çocuklanna
aktaracaktan tecrübeleri ailelerinden tevarüs etmekteki isteksizlikleri,
imkânsızlıktan, vs.
“Reçel
yap(a)mamak" kavramına yüklediğim anlamlann okur tarafindan hiç değilse bu
düzeyde olsun sezinlenmesi, işaret ettiğim noktanın anlaşıldığını gösteriyordu.
Nitekim Konya sokaklanna gençlerin “Reçel Yapamayan Islâmcı Kadınlar” diye
afişler astıklarını işitince bir kez daha tebessüm ettim. Doğrusu, meselenin
böylesine abartılacağını tahmin edemezdim, tslâmcı kadınlann "Allah kuru
iftiradan saklasın” deyip her firsatta pekâlâ reçel de, aşure de yapabildiklerini
anlatmak ihtiyacı hissetmelerine yol açması bakımından bu tür abartılann
tamamen yararsız olduklannı söyleyemem.
Söylenebilecek
olan sadece şu: Kavramtann kendileri, taraflarca bir hakikat gibi
algılanıyor ve onlar, gösterilen yere bakmak yerine o yeri gösteren parmağa
odaklanarak mecazî ifadeleri hakikate dönüştürüyorlar.
Reçel
yapabilmesi veya sofrada rengârenk reçel çeşitlerinin bulunmasına ihtiyaç
duyabilmesi için bir çocuğun öncelikle ailesiyle birlikte kahvaltı masasına
oturması ve reçeli kendi evinde, yani aile sofrasında görmesi gerekiyor. Kendi
evinde, kendi yatağında uykuya dalıp kendi evinde gözlerini açmayan çocuklann
mahrum olacaklan tek şey reçel midir? Oysa reçel benim nazanmda anne
sevgisini, yuva sıcaklığını, aile terbiyesini temsil eder. Yurt odalannda veya
bekâr evlerinde sadece doymak için sofraya oturan, annelerinin hazırladıktan
sofralarda kahvaltı yapmak imkânı bulamayan, aile sofrasının sıcaklığını
yeterince tatmadan büyüyen çocuklar okullannı bitirip mezun olsalar n’olur,
olmasalar n’olur? Reçelden mahrum olmanın, aile içinde yaşamak zenginliğinden
mahrum olmak anlamına geldiğini bu kadar mı açıklıkla vurgulamam gerekiyordu?
Kız
çocuktan çokluk ninelerini veya annelerini ömek alamıyorlar; zira onlarla ayn
dünyatann insantan olduklarına inanıyorlar ki tamamen haklılar. Annelerinin
kurduktan sofralarda annelerinin elleriyle yaptıktan o güzelim reçelleri (!)
yiyemeden büyüyen bu kızcağızlar için ev ortamı sıkıcı geliyor ve tabiatıyla
onlar da dışanda yemek yemeyi ya da sokakta abur-cubur bir şeyler atıştırmayı
modernlik sanıyorlar. Çalışarak hayatını geçirecek olan bu iş kadını adaylannın
hafta sonlan dışanda yemek yemeyi arzulamalanndan, bu tür bir hayatı sağlayacak
bir geçim standardına ulaşmayı ise köylülükten kurtulmak gibi algılamalanndan
daha tabii ne olabilir? Aile ortamında yetişen çocuklar aile kurabilirler; reçel
yiyerek büyüyen çocuklar reçelin eksik olmadığı sofralara ihtiyaç duyarlar;
zira insanlar ailelerinden aldıklannı ancak kendi ailelerine verebilirler.
Aile havasını teneffüs etmemiş kimselerin ailevî değerlere karşı kayıtsız
kalmalan, dolayısıyla anne yemeklerine duyulan özlemi hafife almalan gayet
tabiidir.
Ben
başından itibaren reçel kavramını ailevî değerleri (aile ortamını)
sembolize edecek şekilde kullandığım halde kimi hanımlar bu konudaki sözlerimi
yanlış anlayıp reçeli hakikî mânâsıyla yorumluyorlar. Gerçi bu yanlış anlama
sebebiyle hanımlann ikide bir reçel pişirme becerilerini ortaya sermelerinden
şikayetçi olduğum düşünülmesin; bilâkis bu gelişmelerden memnuniyet duyuyorum.
Lâkin
asıl soru(n) şu:
Çocuklannı
iyi bir eş, iyi bir anne, iyi bir ev hanımı olarak yetiştirmek cesaret ve
kabiliyetini yitirmiş bulunan yorgun anneler, kendilerinin kızlanna
vermediklerini onlann kendi çocuklanna vereceklerini mi sanıyorlar?
Böyle
sanıyorlarsa yanılıyorlar; zira anneleri (babalanyla birlikte olup) onlan
yurtlara, bekâr odalanna gönderdikleri için, onlar da daha erken davranıp
çocuklannı kreşlere gönderecekler. Anneleri zahmet edip mesela reçel
yapmadıktan, börek açmadıktan için, hatta onlan cola-hamburger kültürüyle
yetiştirmeyi köylülükten kurtulmak gibi algıladıktan için onlar da çocuklanna
annelerinden öğrendiklerini öğrete- çekler; meselâ su böreğine tenezzül
etmezlerken hamburger veya pizzayı çağdaş zevklerinin arasına katacaklar.
Sözün
özü, modem müslüman kadın mezarlık ziyaretlerini terkettiği için reçel yapmayı
da terketti; ölülerine Kur’an veya Yasin okumayı hurafe, hatim indirmeyi ise
anlamadan yapılan lüzumsuz bir tekrar, Ramazanlarda cami ziyaretlerini
‘anlamsız geziler’ olarak telakki ettiği için kurduğu sofralara reçel yerine
nutella koymaya başladı. Geleneği pirinç ayıklar gibi ayıklayacağını sanıp
Kitap’ta yerini bulamadık- lannı ritüel, kült vb. terimlerle tanımladığı
için annesini, babaannesini örnek almayı başaramadı; üstelik onlan “babala- n
ve dedeleri tarafindan ezilen zavallılar" olarak tanımlamanın nelere
malolacağını hesaplamadı.
Belki
birileri, "Peki ya erkekler? Onlar bu arada neler yaptılar?” diye
sorabilirler. Hemen söyleyeyim: Erkekler pişkin pişkin sıntıp "Biz
masumuz; çünkü o sırada bakkala nutella almaya gitmiştik, evde neler olup
bittiğinden hiç haberimiz olmadı" diyecekler.
gölgesi ne de çoktur arasokakların
Merak
etmeyiniz, aklına esenin estiği gibi estirdiği rüzgârlardan etkilenip kadınlar
çalışmalı mı, okumalı mı ya da okumak ve çalışmak yerine evinde oturup
dikiş-nakışla mı uğraşmalı gibilerinden cansıkıcı konularda bilgiçlik taslayacak,
haddim olmaksızın sizlere beylik nasihatlerde bulunacak değilim. Bilenler
bilirler ki ben üzerime vazife olmayan konularda konuşmayı sevmem. Üstelik galebelikleri
doğrudan ilgilendiren konulan benim pek o kadar ilgi çekici bulduğum da
söylenemez.
O
halde ne yapmaya çalışıyorum? Evet, niçin kadın meselesinde bugün için
pek öyle kolay kolay hazmedilemeye- cek birtakım görüşleri aktanp sıradan
okurun canını sıkacak meselelere işaret etmeyi bir marifet addediyorum?
Hemen
belirtmem gerekirse, şahsen herhangibir sorunla salt muhtevası
itibariyle ilgilenmeyi tercih etmedim bugüne değin. Hakkında mürekkep sarfettiğim
sorunlan salt muhte- vasi itibariyle ve tabii ki onlan fiilen çözüme
kavuşturmak amacıyla da kendime sorun edinmedim, bilâkis bir sorun’un yine bir sorun
olmak itibariyle nasıl ele alınabileceği üzerinde durmak, mümkün olduğu
kadanyla gerçekten de üzerinde konuşulmaya değer sorunlan bulup ortaya
çıkarmak, hele hele bir kere ortaya çıkmayı başarmış iseler o sorunlara dâir
nasıl ve ne sûrette esaslı suâller sorulabilecegini araştırmak nedense bana
oldu olası daha sağlıklı bir yol gibi göründü.
Sahici
sorunlar üzerinde kalem oynatmak hiç kuşku yok ki takdire şâyandır ve fakat o
sorunlann sahiciliklerini nasıl kazandıklannı adam gibi bilmek kaydıyla.
Binaenaleyh bir sorun’un herhangibir emr-i vâkiyle önümüze bırakılması sebebiyle
ve bu emr-i vâkinin tesiriyle ister istemez lâfazanlık yapmak durumunda kalmak
başka bir şey, galebeliklerin rağmına bir sorun hakkında soru sahibi
olmak çok daha başka bir şey!
Soru
sahibi olmak bizâtihi sorun sahibi olmak
değildir. Çünkü sorular sanıldığının aksine her zaman sorunlar
hakkında olmayabilir.
Sorunlanmız
olmasa da, sorunlar bizim olmasa da sorulanınız olmalı, bizim sorulanınız
olmalı.
Ya
cevaplar?
Cevaplan
yazmak —söylemek zorundayım ki— kendi sorunlan olmak bir yana, bizâtihi
kendi sorulan dahî olmayan- lann şânındandır. Çokluk insanlar cevap
sahibi olmayı isterler ve bu nedenle hazır cevaplann satılageldiği
dükkânlardan onlan almakta pek ziyade tehâlük gösterirler. Cevap sahibi olmak,
kabul etmeli ki insana güç verir, ona cevabını bildiği sorunlar hakkında
konuşmak imkânı sağlar, böylece sahte soru(n)larla dolu zihinler nezdinde
kendisinin iknâ ediciliğini artınr; bu nedenle soru sahibi olmak yerine, cevap
sahibi olmayı tercih edenlerin sayısı çoktur. Oysa sorunlarımız olmasa da,
sorunlar bizim olmasa da sorulanınız olmalı, bizim sorulanınız olmalı. Bu
yüzden de cevap sahiplerinin değil, soru sahiplerinin adlan bulunmalı
defterimizde.
Kalabalıklara!
defteri olmaz. Kalabalıklar defter tutmaz. Kalabalıklar arasokaklara sığmazlar,
bu nedenle kalabalıklar arasokaklarda dolaşmayı sevmezler. Onlar anacaddelere
aittir. Anacaddeleri bellemek gerekmez, dolayısıyla kalabalıkla- n salt
dolaştırmak yeterlidir anacaddelerde: yanıp yanıp sönen ışıklar, parlak
vitrinler, ağzı lâf yapan iyi giyimli satıcılar, ve asla sahiden sahip
olunamayan çözümler.
Dikkatle
bakarsanız, ellerinde defter olanlann her dâim arasokaklarda dolaştıklannı,
anacaddelerde seyretmek yerine —çıkmaz bile olsa— arasokaklarda yalnız
başlanna gezip dolaştıklannı, hatta bazen bir sokak köşesine öylece çöküp
kaldıklannı görürsünüz.
Gölgesi
ne de çoktur arasokaklann.
Köşebaşlanndaki
lâmbalan bile pek yanmaz oldu olası. Biraz serin, hatta soğuktur. Ceset doludur
her yer. Cesetler. Evet, kokmuş, şişmiş yaşlı cesetler. Kimi zaman da yakışıklılığından
hiçbir şey kaybetmemiş olduğu halde kaldıranlarda yatan genç cesetler.
Kaldıran kenarlan su birikintileriyle değil, kandan oluşmuş gölcüklerle istilâ
edilmiştir sanki. Birkaç garip kılıklı adam ellerinde kalem ad kaydetmekle meşguldürler
günler-geceler boyunca. Diriltmeye çalışırlar orada- burada yatan binlerce
ölüyü. Başlan bir sokaktan, vücutlan bir sokaktan, ayaklan, elleri ise yine
başka bir sokaktan toplarlar.
ölülerle
konuşanlan da vardır aralannda. Sessizce, gülümseyerek, başlannı okşayarak,
ellerini öperek, hürmetle ölülerle konuşan garip kılıklı garip adamlardır
bunlar. Olur a, bazdan bazen yollannı şaşınrlar da anacaddelere çıkmak gafletinde
bulunurlar. Geri döneni pek görülmemiştir. Hemen ve orada, görüldükleri ilk
yerde linç edilirler kalabalıklarca. Kalabalıkların hiç mi hiç tahammülü
yoktur arasokaklann bu garip kılıklı garip adamlarına. Bağışlamazlar bu yüzden
on- lan.
Ben
bu tür kazalara pek aldırmam da hep neye yananm bilir misiniz? Zavallılann
ellerindeki o küçük defterlere. Kendileri geri gelmediklerinde, bilmek gerekir
ki defterleri de geri gelmeyecektir. Gelmez de nitekim.
Oysa
gölgesi ne de çoktur arasokaklann!
hz. madonna’nın ruhaniyetinden istimdad
kadın olmak kolay, eş olmak zor
Kur’an’ın
hikmetlerini, Kur’an’ın mesajını Türkçe çevirilerin açtığı pencereden izlemeye
çalışanlar, umumiyetle Arap dili’nin kendine mahsus inceliklerini küçümsemek
eğilimindedirler. Arap dili bir yana, Kur’an dilini bile dikkate alanla- nn
sayısı pek azdır. Haliyle, bir dilden bir dile yapılan çeviri işleminin kaynak
metindeki mânâ zenginliğini yok ettiğini savunanlann mübalağa etmekle
suçlanmalannı çok görmemek gerekir.
Gerçekte
bu itirazlann haklı tarafi yok da değildir. Ancak dinini ciddiye alan bir
müslümanın, iman etmiş olduğu Ki- tab’ın dilini de ciddiye alması bir
vecibedir. İşte bu nedenle Kur’an mütercimlerince özen gösterilmeksizin
Türkçe’ye ak- tanlan iki sözcüğü misâl olarak vermek istiyorum: zevç ve imrae.
Kur’an
her defasında Hz. Adem’in zevc(e)sinden bahsederken, buna mukabil Hz. İbrahim,
Hz. Zekeriya, Hz. Lût ve Hz. Nuh’un, hatta Firavun ile Aziz’in “imrae”lerinden
söz eder. Keza Kur’an’da zevç (çoğ. ‘ezvâc’) kelimesinin çok çeşitli
kullanımlan olduğu ve takat dişil (zevce) formunun bulunmadığı
malûmdur.
Bu
kelimelerden ilkini (zevç) 'eşi', diğerini (imrae) ise ’kansı’ veya 'kadım'
diye Türkçe’ye çevirmek mümkün. Ne ki bu sözcükler, Kur’an mütercimlerinin çoğu
tarafindan gelişigüzel bir biçimde Türkçe’ye aktanlmış, meselâ imrâe
sözcüğüne mukabil herhangibir tefrikte bulunmaksızın “hatun, hanım, eş, kan,
kadın" sözcükleri kullanılmıştır.
“Hz.
İbrahim’in eşi” ile “Hz. İbrahim’in kansı" demek arasında Türkçe açısından
bir fark var mıdır? Sözgelimi Türkçe’de “Firavun’un eşi” deseniz ne olur,
“Firavun’un kansı” deseniz ne olur? Türkçe açısından hiçbir şey olmaz; zira bugün
Türkçe’de, filânın “eşi, kansı, hanımı” gibi tâbirler umumiyetle eşanlamlı
olarak kullanılır; ancak bazı bölgelerde (msl. İstanbul’da) 'eşi' ve 'hanımı'
tâbirleri, ‘kansı’ tâbirinden daha kibar bir kullanım olarak kabul edilir ve
özellikle tek başına ‘kan’ tâbirini kullanmak bir kabalık sayılır. [Bu
tasavvur XX. yüzyılda oluşmuştur. Meselâ Ahmed Cevdet Paşa (öl. 1895) hâlâ
yazma olarak bulunan Kur’an çevirisinde kan sözcüğünü hiç çekinmeden kadın
anlamında ve sıklıkla kullanır.]
Peki
Kur’an dilinde böylesi bir eşanlamlılık mevcut mu? Hayır! Çünkü Kur’an, a) ihanet,
b) inanç farklılığı, c) dulluk, d) kısırlık gibi unsurlann
bulunduğu yerlerde zevç (eş) sözcüğünü kullanmaz. “Aziz’in eşi” demez;
zira kadın kocasına ihanet etmiştir. “Firavun’un eşi”, “Lût’un eşi”, ‘.‘Nuh’un
eşi” demez; zira bu kadınlar kocalannın dininden değildir (Firavun’un kansı
mümin, diğer ikisi kâfirdir). “Imran'ın eşi” demez; zira Hz. Meryem’in annesi
duldur. Kezâ “İbrahim'in eşi", “Zekeriya’nm eşi" demez-, zira her iki
kadın da kısırdır. (Hz. Zekeriya evlât sahibi olmakla müjdelenince, Kur’an hemen
onun hakkında zevç (eş) sözcüğünü kullanacaktır.)
Zevciyyet
(bir erkekle bir kadının birbirlerine eş olmalan) Kur’an diline göre-, a) sadakat,
b) muhabbet, c) vilâdetve d) nikâh unsurlarından birinin
eksik oluşuyla ortadan kalkar. Sözgelimi sadakat yoksa (=ihanet) veya muhabbet
kalmamışsa (=inanç farklılığı) zevciyyet (eşlik) kan-koca için kullanılabilir
bir sıfat olmaktan çıkar; kadın, kocasının ‘eşi’ değil, ’kansı' diye anılır.
Bu ikinci vasıftan, aşağılayıcı ve tahkir edici bir mânâ çıkanlmamali; sadece
bir dilin mantığının başka bir dilin mantığından farklı işlediğine dikkat
edilmelidir.
Bu
açıklamalardan sonra, sanınm şöyle bir suâl sormaya hak kazanmış sayılabiliriz:
Kur’an çevirileri, niçin bizleri bu incelikler karşısında duyarlı
kılmıyorlar?
Bu
suâlin doğru cevabını bulmak için, çeviriler karşısında daha eleştirel bir
tutum takınmak ve böylelikle mevcut çevirilere lâyık olmadığımızı ispat etmek
zorundayız diye düşünüyorum. Aksi takdirde "Adem'in zevcesi"
tabirini okuyacak ve fakat, Hıristiyan geleneğindeki “Havva'nın ihaneti"
send- romuna Kur’an’ın verdiği beliğ cevabı görmekten mahrum kalacağız. Kezâ
"Firavun'un kansı", “Nuh’un kansı", “Aziz'in kansı"
tabirlerini okuyacağız ve fakat dil'le muhtevanın, üslûbla mânânın bu denli
yüksek seviyedeki izdivac- lanna tanıklık yapma şansımızı kaybedeceğiz.
Bu
seviyeye ulaşmak için çaba harcamaz, ucuz çevirilerin ruh sağlığına zararlı
anlamlan ile oyalanmayı sürdürürsek, hiçbirimizin, “Firavun’un eşi”, “Lut'un
hanımı”, “Adem’in kansı" şeklindeki çevirilere istinaden Kur’an’ı anladığımızı,
anlayabileceğimizi söylemeye hakkımız olmaz.
Bu
çevirileri utanmadan önümüze getirenlerin, Kur’an'ı anlama, onun feyz u
hikmetinden istifade etme seviyeleri bu olursa, çevirilere mahkûm edilen halkın
seviyesi nice olur? Binaenaleyh bir-iki çeviriden birkaç ayet iktibas edip
ahkâm kesenlere haksızlık etmeyi bırakalım da onlann ellerine bu kötü
çevirileri verenlerde hiç suç yok mu, bir de işin bu tarafına bakalım.
Bakalım
ve merhûm Elmalılı’nın şu uyanlanna kulak verelim:
Öylelerini görüyoruz ki Kur’an’ı
anlamıyor ve tekirlere müfessirlerin te'vüleri karışmıştır diye onlan da
kâle almak istemiyor da eline geçirdiği tercümeleri okumakla Kur’an’ı tedkîk
etmiş olacağını iddia ediyor; düşünmüyor ki okuduğu tercümeye âlim
müfessirlerin te’vili değilse, cahil mütercimin re’yi ve te’vili, hatası,
noksanı kanşmıştır.
Bu
satırlann yazıldığı tarih 1935. Şimdi ise 2004 yılındayız. Ne dersiniz, şimdi
daha iyi bir durumda olduğumuz söylenebilir mi?
kadınlar tarla mıdır?
Bazı
okurlar Bakara: 223 ayetinin anlamına ve çevirilerine ilişkin eleştirime
açıklık getirmemi istiyorlar; zira güvendikleri bazı kimselere sözkonusu
eleştirimi naklettiklerinde. hars kelimesinin Türkçe’deki karşılığının tarla
olduğu ve dolayısıyla yapılan çevirilerde bir hata bulunmadığı cevabını almışlar.
Bu sebeple bana da —haklı olarak— "Siz hars kelimesine hangi
anlamı veriyorsunuz?" diye soruyorlar.
Önce
şu husüsa bir açıklık getirelim: Arapça'daki hars kelimesinin
Türkçe’deki karşılığı tarla’dır-, yani biz, bu kelimenin “tarla, mezra,
ekinlik, ekin yeri” mânâsına gelmediğini söylüyor değiliz. Bilâkis bizim
eleştirimiz, buradan sonra, yani hars kelimesinin Türkçe’de ancak tarla
kelimesiyle karşılanabileceğini kabul ettikten sonra başlıyor, çünkü biz, “kadınlannız
sizin tarlanızdır" ifadesiyle yapılan benzetmenin (kadınlann tarlaya
benzetilmesinin), Türkçe açısından şık olmayan, hatta kaba ve yakışıksız
bir benzetme olduğunu söylüyoruz.1
“Türkçe
açısından” diye üzerine basa basa vurguluyorum; zira Arapça ve Türkçe’de bu
kelimenin mecazî kullanımı bakımından tam bir mütekabiliyet
bulunmamaktadır.
Bilindiği
üzere kelimeler, biri hakikî, diğeri mecazî olmak üzere farklı
mânâlar taşırlar. Hars kelimesi de böyledir ve bu kelime hem Arapça’da,
hem de Türkçe’de “tanma elverişli olan, sınırlı ve belirli bir toprak parçası”
anlamına gelmektedir. Bu anlam, hars kelimesinin hakikî
anlamıdır ve burada bir sorun yoktur. Sorun kelimenin mecazı anlamındadır; zira
Arapça’da bu kelimeyle kadının ‘kadınlık uzvu’ kastedilerek doğurganlığına
atıf yapılmakta ve böylelikle kelimeden ikincil bir anlam (mecâzî anlarri)
elde edilmektedir. Nitekim Kur’an’da da hars kelimesi hem hakikî
anlamıyla, hem de mecazfanlamıyla kullanılmıştır. Meselâ Kur’an’da ahiret
ekini, dünya ekini mânâsında hars'ul-âhire, hars'ud-dünya (Şûra:
20) tâbirleri geçer.
Bakara:
223 ayetine gelince, burada kelime hakikî anlamıyla değil, mecazî
anlamıyla kullanılmaktadır (ve hazâ me- câzun; Zemahşerî). Kezâ Elmalılı
Hamdi Yazır da bu husûsa dikkat çekmiş ve bu tâbirle kadının kadınlık uzvunun yere/toprağa,
erkeğin nutfesinin tohuma, doğacak çocuğun da hâsdâta/mahsûle
benzetilerek bir istiâre yapıldığını söylemiştir. (Bu izahın, Caferi mezhebine
ait bir yoruma cevap teşkil ettiğini de belirtmek isterim.)
Ziya Gökalp’in Fransızca culture
kelimesini harsla karşılamasından cesaret alan bazı sağcı sosyologların, “hars
u nesi'yok etme çabasından" söz eden bir ayeti (Bakara: 205), “kültür
düşmanlığı"yla izah etmek gibi komiklikler yapmalarına sadece tebessümle
mukabele ediyorum.
Peki
Türkçe’de tarla kelimesi, Arapça’daki gibi bir mecazî anlama sahip
midir? Türkçe'de kadın ile tarla kelimeleri arasında edebî bir
münasebet kurulmuş mudur? Tarla kelimesi, kadınlarla ilgili bir
benzetmenin unsuru olarak kullanılmakta mıdır?
Hiç
kuşkusuz ki bu suâller cevaplanmadıkça, hakiki' anlamlar arasındaki
eşdeğerliliğin bize bir yaran olmaz; zira tartışma, hakikî değil, mecazî
eşdeğerlilik üzerinedir. Ne ki hars kelimesinin mecazî anlamına denk
olmak kaydıyla tarla kelimesinin mecazî bir anlamı bulunmamaktadır.
Binaenaleyh nisâukum harsun lekum ayetini okuyan bir Arab’ın aklına hars
kelimesinin mecaz;'anlamı; kadınlannız sizin tarla- nızdır şeklindeki
çeviriyi okuyan bir Türk’ün aklına ise —ister istemez— tarla
kelimesinin hakikî anlamı gelecektir. Bu sebepten olsa gerek, birçok
yerde harsı ekinle karşılamaktan çekinmemiş olan merhum Elmalılı, bu
ayete gelince, kelimeyi Türkçeleştirmekten şiddetle kaçınmış (“Kadınlannız
sizin için bir harstır. O halde harsınıza...”) ve ardından gerekli
açıklamalan yaparak kelimenin Arapça’daki mecazî anlamını ikna edici bir
biçimde ortaya koymuştur.
Hâsılı
bizim talebimiz, okuru tarla kelimesine mahkûm eden piyasa
mütercimlerinin bu kadarcık bir zahmete katlan- malan; Said-i Nursî’nin şu
sözünü hep akıllannda tutmalan:
—
Mecâz ilmin elinden cehlin eline düşerse hakikate in- kilâb eder, hurafâta kapı
açar.
kadın psikolojisi
Bir
arkadaşımın ricası üzerine, llâhiyat Fakültelerimizden birinde, Tefsir
Bölümü’nde yüksek lisans yapan ve tez hazırlama aşamasına gelmiş bir kız
öğrenciyle görüşmüştüm. Arkadaşım, teziyle ilgili bazı hususlarda bu öğrenciye
yardımcı olabileceğimi düşünmüş ve ilgilenmemi istemişti.
Kendisine
tezinin konusunu sorduğumda Kur'an'da Kadının Psikolojisiyle ilgili bir
tez hazırlayacağını söyledi. Tefsir tlmi'nde yetişmesini sağlayacak yüzlerce
konu varken, niçin günlük gazetelerin ikinci sayfalannda yazı dizisi olabilecek
böyle bir konuyu kendisine tez olarak aldığını sordum. Kur'an’daki kadınlarla
ilgili ayetlerin bugüne kadar hep erkekler tarafindan yorumlandığı
gerekçesiyle tez danışmanının bu konuyu kendisine verdiğini söyledi ve ekledi:
—
Hem yanlış anlaşılan bazı ayetlerin doğru yorumunu göstermeyi deneyeceğim.
Çocuklarla
ilgili ayetlerin çocuklar tarafindan yorumlanmasının da pekâlâ ilginç
olabileceğinden bahisle ona, “Bu yanlış anlaşılan ayetlere bir misâl verebilir
misiniz?” diye sordum. “Meselâ" dedi; er-ricâlu kavvâmun ale'n-nisâ.
Verilen
cevap tam da tahmin ettiğim gibiydi; bu cevabın izahı da.
Akademik
kariyer peşindeki bir yüksek lisans öğrencisinin, böylesi parlak konulara,
etkileyici ve cazip yorumlara iltifat göstermesi gayet tabii idi. Çünkü hocaefendilerin
kâhir ekseriyetinin yönelimleri de maalesef bu doğrultudaydı.
Bu
hâdiseyi yine bir yüksek lisans öğrencisiyle yaptığım telefon konuşmasının
üzerimde bıraktığı tesir sebebiyle yazmış bulunuyorum. Hürmet ettiğim bir
zâtın tavassutuyla beni arayan bir öğrenci “Elmalılı Hamdi Yazır’ın
tefsirindeki felsefî görüşler” üzerine tez hazırlamakla görevlendirilmiş, fakat
El- malılı hakkında hiçbir bilgisi yokmuş; hayatını, kitaplannı, makalelerini,
fikirlerini pek bilmiyormuş; ne ki hocası bu konuyu hazırlamasını istediği
için ister istemez tezini yazmak zorundaymış. Tam da kendisine, Elmalılı’nın
Tefsirini baştan aşağı okumasını tavsiye edecekken, danıştığı başka birinin de
bu yolu (!) tavsiye ettiğini, ancak dokuz ciltlik koca tefsirin altından nasıl
kalkacağım bilemediğini söyledi.
Bir
şey diyemedim ve tabiatıyla kendilerine pek yardımcı olamadım. Bu çocuklann ne
yaptıklannı, ne yapacaklannı bilmiyorum. Fakat her defasında şu soruyu
sormaktan da kendimi alamıyorum:
Kabahat
kimde?
Onlarca
üniversite açıp seviyeyi düşüren, üniversite eğitim sistemini perişan hale
getiren, siyasî manipülasyonlarla hem hocalarda, hem de öğrencilerde şevk ve
gayret bırakmayan YÖK’te mi?
Geçim
sıkıntısı çeken, kendilerini bile yetiştirmeye firsat bulmadan üniversitelere
dolan, birkaç kuruş maaş artışı sağlamak için KPDS imtihanlannda ter döken, bu
arada da ciddi bir eğitim venneksizin öğrencileri mezun edip yüksek lisans
için başvuranlara “dostlar alışverişte görsün" kabilinden gelişigüzel
tezler veren hocalarda mı?
Sadece
geçerli not alıp sınıf geçebilecek seviyede ders çalışan, akıllan bir kanş
havada, gençlik yıllannı lüzumsuz işlerle ziyan eden, ilmin, fedakârlıklara
katlanmadan, sabır ve gayretle gece-gündüz çalışmadan elde edilemeyeceğini bir
türlü anlamak istemeyen, meselenin ehemmiyetini kavradıktan takdirde de ne
yapacaklannı bil(e)meyen, bilseler de bu sefer imkânsızlıklar içinde kıvranmaya
başlayan öğrencilerde mi?
Belki
başkalan başka maznûnlardan da söz edebilir. Fakat esas itibariyle bunlann
hiçbiri önemli değil. Zaaflanmızı sıralayıp saymanın bir anlamı olmadığı gibi,
bunlan örtmenin, eyyamcılık yapıp gereksiz savunmalara girmenin de bir anlamı
yok. Aslında hepimiz suçluyuz.
kadınlar dövülür mü?
Birkaç
yıl önce İstanbul Belediyesi’nin katkılanyla bir otelde düzenlenen Islâm-Türk
Düşüncesi Sempozyumu’na —tebliğ sunmak maksadıyla— davet edilmiştim. Çeşitli fakültelerden
gelen ilim adamlan uzmanlık alanlanna uygun olarak gruplara aynlmışlardı. İki
gün boyunca bu özel gruplar dahilinde tebliğler sunulacak, müzakerelerin sona
ermesiyle birlikte neticeler halka açık bir toplantıyla ilân edilecekti.
Katılmış
olduğum grup 10-15 kişiden oluşuyordu. Nihayet sıra Kayseri llâhiyat
Fakültesi'nden bir öğretim görevlisine geldi. Tebliğ konusu, kadının
dövülmesi meselesine temas eden Nisâ Süresi'nin 34. ayetine dâir yeni
bir yorum denemesiydi. Tebliğci, bu konuya çözüm bulmak için uzun araştırmalar
yaptığını, sözlüklerde d-r-b kökünün anlam listelerini gözden
geçirdiğini, bu çokanlamlı sözcüğün dövmek anlamından başka karşılıklannın da
bulunduğunu farkettiğini anlatıp içlerinden günümüz zihniyetini rencide
etmeyecek farklı bir anlamı tercihte kârar kıldığını söyledi.
Kendisi
biraz da neşeyle dinlenmiş, sadece bazı lâtifelerle mukabele görmüştü. Fakat
birdenbire hâzirûn içerisinden bir llâhiyat doçenti kendini tutamayıp öfkeyle
Batı'nın tesiri altında yapılan bu tür te’villere gerek olmadığından, ayetin
bir hakikati dile getirdiğinden, kendisinin (yanlış hatırlamıyorsam)
Portekizli bir hanımla ikinci evliliğini yaptığından, vs. sözetti.
Hatibin
üslûbu, bu girişin sonunun pek iyi bitmeyeceğini gösterdiğinden olsa gerek ki
herkes başını önüne eğmiş, gergin bir biçimde bir an önce konuşmanın bitmesini
bekliyordu. Sonuç, beklenildiği gibi tam bir felâketle neticelendi ve hatib
sesini daha da yükselterek, “Meselâ benim evliliğim gayet mutlu bir şekilde
sürüyor. Bi kodum mu evde huzursuzluk filân kalmıyor. Kadın dediğin dayakla
yola gelir. Nitekim geçenlerde..." diyerek şahsî tecrübelerinden misâller
vermeye başladı.
Herkes
donup kalmıştı. Bir ara başımı kaldınp yanımda oturan arkadaşıma bakacak oldum,
iskemlesi çoktan boşalmış, utancından alelacele dışan çıkmıştı. Bu arada hatib
de aniden susuvermişti; zira tam karşısında Dr. Nuray Mert’in oturduğunu
farketmiş, ancak bir kere olanlar olmuştu.
Yüzüne
—riyakârca— bir tebessüm yakıştırmaya çalıştı. “Şey..." dedi; “tabii ki
sizin gibi modem hanımlan istisna kabul etmek lâzım.” Konuştukça batıyordu.
Sinirleri sonuna kadar gerilmiş olan davetlilerin patlayan kahkahalan arasında
başka şeyler söylemeye çalıştıysa da artık o eski kabadayılığından eser
kalmamıştı.
Şimdi
düşünelim bakalım, mizaçlarına, alışkanhklanna, kabahklanna, köylülüklerine
Kur'an'dan mesned arayan bu tür kimselerle, güya Kelâm-ı llahfyi savunmak
amacıyla onun ayetlerine sözlüklerden gelişigüzel seçtikleri anlamlan —hem de
beceriksizce—yamamaya kalkışan işgüzarlar arasında nasıl bir tercihte
bulunacağız?
öyle
ya, bu ayete bazdan “Eşiniz sizi dövmeye kalkışırsa kendinizi savunun”,
bazdan “Eşinizi başkasıyla aynı yatakta yakalarsanız onu boşayın”,
bazdan “Eşiniz sizinle birlikte olmaktan kaçınıyorsa iknaya çalışıp onunla
cinsel ilişki kurun” ve bazdan da “Sadakatsizlik ve iffetsizliklerinden
korktuğunuz kadınları evden çıkann, başka yere gönderin" şeklinde
hiçbir yorum kaidesiyle kabil-i telif olmayan; bir iki itirazla sapır sapır
dökülecek durumda bulunan keyfiliklerle malûl anlamlar yakıştınrlarken, mezkûr
zâtın yanına düşmemek adına bu zevâtın lâubaliliklerine razı olmak zorunda mıyız?
Birileri
ayetin maksadını/muradını hiç ama hiç anlamak- sızın zontalık yapacak,
güya erkek egemenliğine karşıymış gibi görünen taşralı dekadanlar ise vıcıkhk.
Elifi görse mertek zannedecek durumdaki bazdan da sözüm ona hakem rollerine
soyunup bu keşmekeşten istifadeyle adam idadına girmeye çalışacaklar.
Peki
ya, Kelâm-ı İlâhî?
Mübarek
Kitabımızın bu vaziyete düşürülmesi kimsenin yüreğini sızlatmıyor mu?
Kimse,
nereye gidiyor bu işin sonu diye düşünmüyor mu?
“Ne
olsa gider” şeklindeki vıcıklığı görüp de böylelerini ciddiyete davet edecek
ehl-i insaf da mı yok bu memlekette?
yatağın ayırılması kadını mı uslandırır,erkeği mi?
Bizans’ı
kaybettikleri sırada Hıristiyan dinadamlanmn meleklerin dişi mi, erkek
mi olduklannı tartışmalanna atfen bazılan onlann ehemm-mûhim aymmını yapmak
basiretini gösteremediklerini söylerler ve “Baksanıza şu zavallılara, memleket
elden gidiyorken ne eften-püften işlerle uğraşıyor- larmış" demek
süreriyle kıymetini takdir etmekte zorlandıktan konulan hafife almaya
çalışırlar.
Kendi
payıma ben, meleklerin dişi mi, erkek mi olduktan türünden
suâlleri ciddiye alınm ve ciddiye alınmamasının pek pahalıya patlayacağına
inanının; hatta “Bizanslılar bu çetin suâlin cevabını bulabilselerdi belki de
İstanbul’u kaybetmeyeceklerdi" diye düşünmekten de kendimi atamam. (Alternatif
tarih dedikleri de böyle bir şey mi acaba?)
Evet,
meleklerin dişi mi, erkek mi olduktan suâli, ancak kendi dünya
tasavvuru içerisinde meleklere yer veren bir kimse için önemlidir ve
başkalanndan, onun nasıl olup da böylesi bir soruna hayatî bir değer
atfettiğini anlamalannı bekleyemeyiz.
Dünyada
değinilecek bunca mesele varken çokluk eften- püften addedilebilecek konulan
seçmemin nedeni çok basit: seçimi yapanın bizatihi ben olması-, yani
başkalannca konuşulması istenen konulardan ziyade kendi istediğim konularda
konuşmayı önemsiyor olmam.
“Acıtmadan
dayak atmak şeklindeki açıklamalan mı, yoksa borsanın dibe vurmasına ya da
enflasyon rakamlannın yükselişine ilişkin açıklamalan mı tartışmaya daha lâyık
bulursunuz?" diye sorulsa, hiç düşünmeden ilki diye cevap veririm.
Çünkü bu sorun çözülürse, borsa fiyatlannm yükseleceğine ya da enflasyonun
düşeceğine, hadi herkesin söylediği şekilde söyleyeyim: memleketin
kurtulacağına inanınm. (Demek oluyor ki sorunu çözmeye çalışırken şayet
memleket elden gidecek olursa, kendimizi suçlu hissetmemiz gerekmiyor.)
İmdi,
Nisa: 34 ayetinde sözü geçen “kocanın, serkeşlik eden eşini dövmesi"
meselesiyle ilgili olarak öne sürülen yorumlan mizahî bulmama takılan
ve bu konuda benim ne düşündüğümü merak eden okurlann ısrarlı sorulan muvacehesinde
bazı husûslara dikkat çekmek lüzûmu hissediyorum:
1)
Bu ve benzeri
sorunlan açıklığa kavuşturması beklenen kimseler, sorunlan açıklığa
kavuşturmak konusunda açık-seçik bir yönteme sahip olduklannı göstermedikçe, verecekleri
hiçbir cevaba iltifat edilemez. O halde önce yöntem.
2)
Mevcut
cevaplar yöntem farklılığından ya da hatalı yöntem kullanmaktan değil, bilâkis
yöntemsizlikten dolayı mizahîdir. O halde her hâlukârda yöntem.
3)
Kadınlann
dövülmesi konusunda görüş beyan edenler, önceki şıkkın (yatağı ayırmak
tavsiye ya da tesbitinin) anla- mim bildiklerini sanıyorlar. Bu sanının
doğrulanması için şu suâlin cevabı verilmelidir:
—
Serkeşlik eden eşini yola getirmek isteyen koca, yatağını eşiyle (meselâ 15
gün) paylaşmamak sûretiyle amacına ulaşabilir mi?
Ulaşabileceği
düşünülmeseydi, son şık üzerinde ahkâm kesilmezdi. Oysa, ulaşamayacağı
ihtimali hiç düşünülmemiş ve bu nedenle yorumlar mizahî olmaktan
kurtulamayıp “acıtmadan dayak atmak” komedisi alelacele sahneye konulmuştur.
4)
Şu karşı iddia
cevaplanmalıdır o halde.-
—
Günümüzde kocanın kalkıp eşinin yatağını terketme- si, kadına değil erkeğe
verilmiş bir cezadır ve dolayısıyla sonuçta uslanan kadın değil, erkek
olacaktır.
Bu
karşı iddia şu tesbiti içermektedir: Yataklannı ayırmakla kocalann eşlerini
yola getirebileceklerini vehmedenler, örtük olarak "kadınlann cinsel
tutkulannı dizginleyemeye- cekleri” şeklinde gerçek dışı bir önyargıdan hareket
etmektedirler.
5)
Ayette
zikredilen tesbit veya tavsiyelerin çokevliliğin yaygın olduğu toplumsal bir
yapıda anlamını kazanacağı hiç düşünülmediğinden; uzmanlanmız (!) çaresiz,
kocanın ancak cinsel ilişkiyi ertelemek suretiyle eşini yola
getirebileceği avuntusuna kapılıyorlar.
6)
Çokevliliğin
hükümfermâ olduğu bir toplumda kocanın yatağını ayırması, esasen bu süre
içerisinde yatağım diğer eş(ler)iyle paylaşması anlamına gelir ki bir
kadının bu duruma katlanmasının kendisi için ne denli güç olacağı tahmin
edilebilir.
7)
Bu şekliyle
yatağını ayıran koca, eşini, nöbet hakkından mahrum etmekte; fakat
cinsel ilişkiyi ertelediğinde kendi (kocalık) hakkından vazgeçmektedir; yani
ilk yoruma göre eşini, ikinci yoruma göreyse kendisini
cezalandırarak netice almaya çalışmaktadır. Takdir edileceği üzere, ikinci yorum,
bizâtihi maksada aykındır.
Hâsılı,
ikinci şıkkı yanlış yorumlayanlann üçüncü şıkka dâir yorumlan işbu gerekçelerle
ciddiye alınmayı hak etmemektedir.
kur’an’da çokevliliğin anlamı
Çokevlilik
meselesi, II. Meşrûtiyetten bu yana bir türlü halledilememiş olmalı ki
neredeyse bir asırdır ısıtılıp ısıtılıp piyasaya sürülüyor ve ister istemez
lehinde ya da aleyhinde bir sürü şey söyleniyor. Aleyhinde söylenenleri ciddiye
almaya gerek yok; zira bilmedikleri/anlamadıklan bir konuda konuşuyorlar ve
izahtan ziyade itirazda bulunuyorlar. Ancak çokevliliğin lehinde söylenenler
tam anlamıyla içler acısı. Bir yanda ayetler var; bir yanda tarihî yorumlar ve
uygulamalar; bir yanda da karşı tarafı iknâ kaygısı.
Zavallı
taşra aydınlannın şehirli kızlan “acıtmadan dayak atmanın" imkânlan
konusunda iknâ etmeye çalışmalan türünden bir komedi örneği. Güya Kur’an
aslında tek eşliliği emrediyonnuş da zaruret halinde dörde kadar
evlenmek ruhsatı veriyonnuş. Fakat eşler arasında adil olmak lâzımmış. Oysa ne
kadar istenirse yine de âdil olunamazmış. Hal böy- leyken çokevlilik de mümkün
olmazmış. Kadınlann sayısı erkeklerden çok olursa ya da meselâ kadın kısır, vs.
olursa, erkek ne yapsmmış, bu tür zaruret hallerinde ikinci bir eş alabilirmiş.
Ancak almayıp sabretmesi onun için daha iyi olurmuş. Üstelik günümüzde de zaten
metres uygulaması varmış. Daha ne isteniyormuş, Kur’an bu işi meşrûlaştınyor-
muş, vs. vs.
Bu
akıl almaz gerekçelerin herbirini tek tek boşa çıkartmanın çok kolay olduğunu
aklı başında herkesin kabul edeceğini sanıyorum.
Şahsen
müdahil olmak istemememe rağmen ısrarlı suâller nedeniyle birkaç hususa
değinmeyi uygun buldum. Tes- bitlerimi ilgilenenlerin dikkatine sunanm:
1)
Çokevlilik
tartışmasına yol açan Nisâ: 3-4 ayetleri, öncelikle mücerred kadın ve nikâh
hukukunu değil, bilâkis yetim kız ve kadınlann hukukunu düzenler. Metinde
geçen “yetimler hakkında” (ff'l-yetâmâ) ifadesinin anlamı, kuşkuya yer
bırakmayacak denli sarihtir; tek başına geçen “kız- lar/kadınlar” (en-nisâ)
kelimesi ise, “yetim kızlar/kadınlar” anlamındadır. Nitekim aynı sûrenin 127.
ayetinde “kız- lar/kadınlar” (en-nisâ) kelimesi, açıkça “yetim kızlar/kadın-
lar” terkibiyle tasrih ve tefsir edilmiştir.
2)
Bu hükümler,
öncelikle sulh ve refah toplumuna değil, savaşan bir toplum yapısına
ilişkindir. Nisâ Sûresi, Uhud Savaşı sonrasında nâzil olmuştur. Müslümanlarbu
savaşta çok sayıda şehid vermiş; böylelikle geride birçok dul ve yetim kocasız
ve babasız kalmıştır. Çözüm aranılan asıl sorun başkası değil, budur. [retim
kelimesi basitçe “korumasız kal- mış/yalnız/tek” anlamındadır; dul, hatta yaşlı
kadınlan da kapsar.]
3)
“İkişer, üçer,
dörder” (mesnâ ve sülâse ve rubaa) deyişi ‘sınırlama' (dörde kadar)
anlamı içermez; tahdid ve tahsis değil, bilâkis teşvik (özendirme) ifade
eder. Arapça'da “dörde kadar” demenin daha sarih yollan vardır ve açıklık
gerektiren hukuk alanında böylesine kapalı bir ifadenin kullanımının makul bir
gerekçesi gösterilemez. Bir diğer kullanım Fâtır: l’de geçmektedir ki bütün
yorumcular orada bu deyişin çokluk ifade ettiğinde birleşmişlerdir. Hz.
Peygamber’in bir arada en az dokuz eşi olduğunu; kendisinin hiçbir sûrene
Kur'anî hükümler karşısında istisna teşkil etmediğini, “gece namazı” gibi akla
gelebilecek istisnalann ise nimet değil, külfet sadedinde
bulunduğunu hatırlatmak isterim.
4)
Geleneksel
hukukçuların ibareyi teşvik yerine tahsis ve tahdide
yorumlamasının anlaşılabilir tarihsel ve sosyal gerekçeleri vardır; ahlâkî
tahassüslerin zayıflaması ilk asırlarda bu yorumu haklılaştırmış ve otantik
bağlamı geri plana itmiştir. Bu asırda tek evlilik yorumlarını haklılaştıran
toplumsal bağlam ile fetih asırlannda dörde kadar yorumlannı
haklılaştıran bağlam bazı açılardan benzerlik arzederlet; zira her iki dönemin
yorumculan da metnin kendi bağlamı ile maksadını değil, içlerinde bulunduktan
toplumsal bağlamla- nn zaruretlerini öncelemişlerdir.
Özetlemek
gerekirse, Nisâ: 3-4 ayetleri savaş sonrası oluşan toplumsal yaraya melhem
olmak amacıyla, müminlere şehid kardeşlerinin geride bıraktıktan dul ve
yetimleri sahiplenmeleri gerektiğini, bunun dinî bir vecibe olduğunu ve
herkesin üzerine düşeni yapması lâzım geldiğini söylemekte; bu durumu
kesinlikle istismar etmemeleri konusunda da mükellefleri uyarmaktadır: “İkişer
üçer, dörder, (beşer, altışar)...”; yani ne kadar mümkün ve âdilâne ise
o kadar!
İmdi
açıklamalarımıza kaldığımız yerden devam edelim:
1)
İlgili
ayetler, —tekrar edecek olursak— kadın ve nikâh hukukunu
düzenlemek amacıyla değil; Uhud Savaşı sonrasında korunmasız kalmış dul ve
yetim kadınlann/kızlann so- runlanna çözüm aramak amacıyla nâzil olmuştur.
2)
“İkişer, üçer,
dörder...” tabiri dörde kadar anlamına gelmediği gibi, tashih ve tahdid
(sınırlama) değil, bilâkis teşvik ifade eder. Çünkü maksad, mümin toplumu bu
bîçarelerin yardımına koşmalan konusunda özendirip teşvik etmektir:
“elinizden geldiği kadarıyla ve en azından bir kişiye ocağınızı açmak
sûretiyle..."
3)
Bu nedenledir
ki zaten, perişan durumdaki zavallı kadın ve kızlara şehid düşmüş babalanndan
ve kocalanndan kalan mirasın üzerine konma hesabı yapacak ve böylelikle bu
vazifeyi istismar etmeyi düşünecek kimseler şiddetle uya- nlmış, âdil ve
insaflı davranmaya davet edilmişlerdir. Dikkat edilecek olursa, müminler sadece
evlilik yoluyla değil, evlâtlık almak yoluyla da yardıma
çağrılmışlardır.
4)
Efendimiz
(s.a) yürüyen Kur’an’dı ve onun ahlâkı Kur’an ahlâkı idi. Kur’an beşerî
yasalann yöneticilere tanıdığı türden özel iltimaslar ve istisnalar gibi Hz.
Peygamber'e iltimas geçmemiş ve kendisine böylesi özel ayncalıklar tanımamıştır.
Peygamberimizin birarada dokuz eşi olduğu tari- hen sabittir. Binaenaleyh
“dörde kadar...” yorumu bu vâkı- ayla telif olunamaz. Taaddüd-i zevcât çokevlilik
demektir, dörde kadar evlilik demek değildir.
5)
Bir insanın
evleneceği kimselerin miktan dışandan müdahale yoluyla tayin edilemez. Nitekim
Cenab-ı Hak da bu nedenle kimin kaç kişiyle evleneceği meselesinde sayı tahdidinde
bulunmamış, bu durumu kişisel ve toplumsalola- nın tabii koşullanna
bırakmıştır. Kur’an’ın nâzil olduğu dönemde sadece Araplar arasında değil,
bütün kadîm toplum- larda çokevlilik —sosyal şartlann da etkisiyle— carî
idi ve gayet tabii de karşılanıyordu. Bu konuda Kur'an'a eleştiri yöneltmek ilk
muhaliflerinin aklına bile gelmemişti.
6)
Fetihler ile
genişleyen ve zenginleşen İslâm toplumun- da, çokevlilik meselesinin smırlannı
tayin etmek zarureti başgösterdiğinde, hukukçular, bu yasal boşluğu, Kur'an'm lâfzına
istinaden çözmeyi denemişler ve başanlı da olmuşlardır. Kısacası,
evliliğin dörtle sınırlandmlması, hukukçulann yorumlarının sonucudur ve o devir
şartlannda bu isabetli bir çözümdür. Ne var ki eş seçilen cariyelerin (savaşta
esir alınan kadmlann) sayısını sınırlamak mümkün olmamış, sınırlama sadece
normal evliliklere münhasır kalmıştır.
7)
Ulemanın
çokevliliği sınırlandırma çabalan netice vermiş ve tarih içerisinde
—zannedildiği gibi— müslüman toplumlar çokevliliğin hâkim olduğu toplumlar
olmamışlardır. Eldeki tarihî vesikalarda ve bilhassa günümüze ulaşan nüfus
kayıtlannda yapılacak incelemeler bu tesbiti doğrulayacaktır; zaten yapıldığı
kadanyla bilimsel araştırmalar da bu yöndedir.
8)
Modernleşme
döneminde sosyal şart ve telâkkilerin değişmesiyle, bilhassa Hıristiyanlığın
(Katolikliğin) kadın tasavvuruyla çevrelenmiş Batı düşüncesinin etkileriyle
çokevlilik meselesi bu sefer farklı bîr biçimde gündeme gelmiş ve geleneksel
İslâm hukukuna saklınlar için bu mesele bir bahane teşkil etmiştir.
9)
İslâm
modemistlerinin “Kur'an aslında tekevliliği emreder” demek zorunda kalmalan ve
iddialannı iki-evlilikvar- sayarak temellendirmeleri savunmacı bir
yaklaşımın sonucudur ve üç-evlilik dendiğinde söyleyecekleri bir
sözleri yoktur. Nitekim erkekler arasındaki dedikodulan ya da genç bekârla- nn
heveskârâne gevezeliklerini bir kenara bırakırsak, bugün ülkemizde tarafların çokevlilik
ile kastettikleri esasen iki-ev- liliktir.
10)
İkinci eş
almak teşebbüsünde bulunan dindar kimselerin hem kendilerinin hem de ilişkide
bulunduklan kadınların mensup olduklan meslek gruplannın hangileri olduğuna
dikkat edilirse, bu tür modem iki-eşliliklerin tartışmaya konu olan yönünün
hukuktan çok ahlâkla alâkalı bir keyfiyet ar- zettiği görülür.
Özetlemek
gerekirse, Kur'an'da evlenilecek kadınlann sayılan tayin edilmemiş ve ilgili
ayetler refah değil, savaş top- lumuyla alâkalı hükümler
getirmiştir. “En çok dört veya bir" şeklindeki açıklamalar ise
zamanla ortaya çıkan ve sosyal koşullara uygunluğu (örfü) gözeten yorumlardan
ibarettir.
Yorumlan
hayra da yorabilirsiniz, şerre de... İşte bu noktada seçiminiz sadece hukûkf
olanı değil, aynı zamanda ahlâkî olanı da belirleyecektir.
Son
olarak, bu konuyu tartışmak isteyen taraflann “ikinci bir eş almak suretiyle
aileyi genişletmek” ile “ikinci ve ay- n bir aile kurmak" arasındaki farkı
gözardı ettiklerini düşünüyorum. Oysa sözkonusu olan çokevlilik idi,
—bir sözcük uydurmama izin verilirse— çokailelik değil! Nitekim büyük
şehirlerde ikinci eş, “ikinci aile" anlamına geldiğinden umumiyetle
“birinci aile" ya resmen ya da fiilen yıkılmakta ve böylelikle çokailelik
bile mümkün olmamaktadır!
O
halde kim, hangi sevdalının “ailesini genişletmek" ihtiyacıyla ve
niyetiyle bu işe kalkıştığını iddia edebilir? Unutulmamalı ki Efendimizin
(s.a) aynı anda dokuz zevcesi ve fakat bir ailesi vardı.
günümüzde çokevliliğin anlamı
Yazılı
veya sözlü bir metni anlamanın ve tabiatıyla yorumlamanın usûlü (asıl
ve ilkeleri) ve tabiatıyla bir yöntemi vardır, olmalıdır. Bir metni
anlamak hem metni, hem de metinde kastedileni (sözün sahibinin ne
kastettiğini) anlamaktır. Bu bakımdan anlama ve yorumlama sürecinde iki hususu
dikkate almak zorunludur.-
Birincisi,
sözü, sözün kendisini (lâfzı ve lâfzın delâlet ettiği mânâyı) anlamak.
İkincisi,
bu sözden veya bu sözle (lâfiz ve mânâ aracılı- ğıyla) ne kastedildiğini, yani
muradı anlamak.
Sözgelimi
bir kimse karşısında oturan kimseye havanın soğuduğunu veya üşüdüğünü
söylediğinde muhatabın sadece bu lâfizlan (“Hava soğudu", “Üşüdüm”) ve bu
lâfizlann delâlet ettikleri mânâlan anlaması yetmez, bu sözleri söyleyen
kimsenin ne kastettiğini de anlaması gerekir; zira böyle söylemekle sözün
sahibi o kişiden meselâ pencereleri kapatmasını veya açık bir mahalde iseler
oradan aynlmak istediğini de îma etmiş olabilir. O halde kısaca söylendikde,
sözü anlamak sözün ait olduğu dile ve o dilin inceliklerine vâkıf olmayı
gerektirdiği gibi, muradı kavramak da en azından sözün bağlamına nüfuz etmeyi
icab ettirir. Kim söylüyor? Nerede ve ne zaman söylüyor? Niçin ve nasıl
söylüyor? Hepsinden önemlisi kime ve ne söylüyor? Bütün bu sorulann cevabını
bulmadıkça bir sözü ve sözün sahibinin muradını tayin etmek oldukça güç, hatta
imkânsızdır. Nitekim Arapça'da anlamak mânâsına gelen iki sözcükten
biri fehm, diğeri fikhtir. İlki sözün kendisini anlamak, diğeriyse
sözden kastedileni anlamak mânâsındadır. Kur’an muhatablannı kendisini
anlamamakla suçladığında, bu sözcüklerden İkincisini kullanmış ve onlan sürekli
sözün muradı üzerinde düşünmeye davet etmiştir. Demek ki anlama ve yorumlama
faaliyeti, muhatabın keyfîne veya şahsî tercihlerine bağlı denetimsiz bir
gayretkeşliğe indirgenemez. Yorum faaliyeti, sahiplerinden sadece ehliyet:
değil, aynı zamanda ciddiyet ve mesuliyet de talep eder.
Çokevlilik
meselesi sadece İslâm’a hürmetsizlik etmek niyeti taşıyanlann değil, İslâm’a
hürmeti olanlann da umumiyetle yanlış anladıktan ve bu yüzden istismar
ettikleri meselelerin başında geliyor. Bugün geçerli otan toplumsal yapı ve bu
yapının ürettiği zihniyet ve alışkanlıklar çokevlilik meselesini cinsel
bir tema haline getirmekle kalmamış, işbu cinsellik vurgusu çokevliliğe
saldıranlan da, savunanlan da bilgisizce meselenin aslım esasını (murad-ı
İlahîyi) anlamak ve kavramak noktasından uzaklaştırmıştır.
Çokevlilik
ile ilgili ayetleri nasıl anladığımı, nasıl yorumladığımı açıkça yazdım ve
gerekçelerimi de tek tek sıraladım. Usulsüzlüğün vusülsüzlük demek olduğuna
inandığımdan, Kur’an’ı anlama ve yorumlama konusunda tâbi olduğum yöntem ve
ilkeleri kitaplanmda yıllar öncesinden İlmî bir sû- rette aynntılanyla ortaya
koymuş idim. Vardığım sonuçlar keyfî tercihlerimin değil, takib ettiğim usûl ve
erkânın hâsılasıdır. Demek ki hata —eğer varsa— yorumlardan önce, bu yorumlann
esaslannda (usûlünde) aranmalı, mukabele ise alışkanlıklara değil, usûle
dayanmalıdır.
Kur’an’ın
çokevliliği sınırlamadığını, hatta sayı tahdidinde bulunmayıp ilk
muhataplannı —ayetlerin bağlamı muvacehesinde— teşvik ettiğini ve fakat bu
teşvik ifadesinin kendi hususî şartlan içerisinde geçerli olduğunu söyledim.
Nitekim “Kur’an çokevliliğe izin vermez, emreder” derken, dolaylı muhatablan
değil, doğrudan muhatablan kastetmiş ve kasdımı da sarih ifadelerle
yazmış idim. Dahası evlilik kuruntunun sayıyla (önceleri dört’le, şimdiyse
bir’le) tahdid edilmesine yönelik muahhar teşebbüslerin, Kur’an’ın doğrudan
değil, dolaylı muhatablannın kendi tarihsel bağlamlannca,
sonralanmeşrûiyet kazandığını, bunun da pekâlâ anlaşılabilir sosyo-psikolojik
sebepleri bulunduğuna işaret ettim.
Bugün
çokevlilik ruhsatını, çapkınlıklannı meşrulaştıncı, cinsel zaaflannı tahrik,
hatta teşvik edici bir azimet-i diniye gibi algılayan uçkur ehlinin,
Kur’an’ın ayetlerini heva ve heveslerine alet ettiklerinden kesinlikle kuşku
duymuyorum. Sözümona İslâm’ı müdafaa maksadıyla meydana atılıp eşlerin
sayısını —yorum düzeyinde— bire indirmeye çalışan gayretkeşleri ise hiç ama hiç
ciddiye almıyorum. Kanaat-i acizâneme göre, sigara içmenin nass-ı sarih ile
haram kılın-
* “Kur’an’ın doğrudan ve dolaylı
muhatablan" şeklindeki kavramsallaş- tırmamın aynntılan için Kur'an'ı
Anlama'nın Anlamı (İstanbul, 1995) ve Sözlü Kültürden Yazılı Kültüre:
Anlam’m Tarihi (İstanbul, 1997) adlı eserlerime başvurulabilir.
madiği
bahanesiyle bir kimseye sigara içmeyi tavsiye etmek ne denli büyük bir hamakat
eseri ise, Kur’an’da çokevlilik yasağı yok diye, bugün insanlara çokevlilik
yapabileceklerini tavsiye etmek de o denli büyük bir hamakat eseridir.
Bana
sorarsanız ikisi de sağlığa zararlı: biri beden sağlığına, diğeri de akıl
ve ruh sağlığına. Çünkü günümüzde çokevlilik teşebbüsleri Kur’anî bağlamın
tam da aksine— şefkat ve merhamet eseri değil, şehvet alâmeti olarak
zuhur etmekte, edeb, ilim ve takvâ ile teskin edilmesi gereken nefisler,
kendilerini iyice yoldan çıkaracak gayr-ı meşrû ilişkilerle tatmin
edilmeye çalışılmaktadır. Oysa bu, gerçekte, nefsi ne tesKin, ne de terbiye ve
tezkiyedir, bilâkis iyiden iyiye azdırmaktır.
Hâsılı,
İslâm bizlere nefislerimizi nasıl tezkiye ve terbiye edeceğimizi öğretirken,
azgınlaşmış nefislerin, dizginleneme- yen şehvetlerin gizli kapaklı işlerine
(!) meşrûiyet kazandırmak amacıyla bu mübarek dini istismar etmek, zaten
moder- nizmin. saldırılan karşısında sallanmakta olan müslüman ailenin
temellerine kastetmekten başka bir mânâ taşımaz!
çokevlilik:
ihtiyaç mı, düşkünlük mü?
Kur'an’da
çokevlilik meselesi, toplumsal bir yaranın sa- nlması, müminler topluluğunun
bir fedakârlığa davet edilmesi sebebiyle sözkonusu edilmişken ve bugün de
böylesi bir fedakârlığa ihtiyaç yokken bu mesele niçin gündemimizde?
Dinî
hususiyet ve hassasiyetleri olmayan çevreler zaten bu konularda İslâm’ın ne
dediğini, neye izin verip neye vermediğini merak etmiyorlar. Diledikleri gibi
diledikleri hayatı yaşamayı sürdürüyorlar. Bilhassa büyük şehirlerde metres ve
dost hayatı yaşamak isteyenleri engelleyecek ciddî anlamda ne yasal, ne de
toplumsal bir engel sözkonusu. Aksine modem hayat biçimi hâkim sistem
tarafindan teşvik ediliyor. Toplumsal ilişkiler ve tabiatıyla cinsel
özgürlükler AB kriterlerine uygun hale getirilirken İslâm’ın, örf ve âdetlerin
nazar- ı itibara alınmadığı da sanınm herkesin malûmu.
O
halde çokevlilik bugün kimlerin nezdinde ve niçin bir mesele değeri
kazanıyor?!?
Cevabım
kısa, gerekçelerim uzun olacak: Şehirleşen, zenginleşen, siyasî ve ekonomik
koşullann sağladığı imkânlarla maddî düzeyi yükselen ve fakat bu arada dinî
husûsiyetleri- ni değilse de bilinçli-bilinçsiz dinî hassasiyetlerini sürdüren
çevrelerin bu yeni ve görkemli hayat biçimine bir yandan zihnen ve fiilen uyum
sağlamaya çalışırken, diğer yandan bu uyumu hızlandırıcı ve kolaylaştırıcı dinî
gerekçeler aramala- nndan ötürü.
Cinsel
özgürlüğün sınırlannın havsalamızın alamayacağı ölçülerde genişlediği bir
dünyada, dinî hassasiyetlerini şu veya bu şekilde muhafaza edebilmiş
çevrelerin by özgürlüğün fiilî kuşatması altında olduğunu herhalde kimse inkâr
etmez. Yani bu kimselerin bir taraftan zihinlerinde yaşattıktan bir dünya, bir
inanç manzumesi, bir değerler dizgesi var, diğer taraftan da içinde yaşadıklan
bir dünya, karşı koyduktan, direndikleri ve fakat bazen galip gelip taviz
vermedikleri, bazen de direnemeyip yenildikleri fiilî bir dünya.
Ehven-i
şer
deyip bir kısım tavizler vermedikleri takdirde, bu dev tarafindan tamamen
yututacaktannı düşünen, dolayısıyla geri kalanını koruyabilmek için hiç
değilse ipin ucunu azar azar bırakan bu insanlar, sadece uyumsuzluktannın
değil, aynı zamanda uyum gösterdikleri husustann da gerekçelerini ister istemez
inanç dünyalanndan temin etmek zorundalar.
Kendi
inanç dünyalannın kaynaklanna (meselâ Kur’an’a) tam bir savunma psikozuyla
yaklaşırken orada bir şeyler bulup olup biteni açıklamaya, yorumlamaya
çalışıyorlar. Yöneldikleri metin edilgen, kendileri ise etkin ve
etken durumda olduklanndan, metinde bulduktan cevaplar, her defasında
metne yönelttikleri sorular tarafindan belirleniyor.
Metni
anlamayı değil, sorunu çözümlemeyi öncelediklerin- den, soru (n) lan da bir
şekilde ve fakat çoğunlukla beklentilerini meşrûlaştıncı bir biçimde
karşılanmış oluyor.
İtiraz
edenler, bu nev-zuhur yorumlan alâkasız, hatta ahlâksız bulanlar, metnin
anlamının çarptınldığını söyleyenler, geleneksel açıklamalan gösterip “Bu
yaptığınız hakka da insafa da sığmaz" diyenler gerçi hiç eksik olmuyor
ama yaşanan dünyanın belirleyiciliği netice itibariyle bu itiraz seslerini
olgu’dan kopuk cılız sesler haline dönüştürmekte zorlanmıyor. İşte bu süreçte,
yaşanılan dünyanın sınırlan genişlerken, inanılan dünyanın sınırlan kademe
kademe daralıyor. Üstelik bütün bunlar inanılan dünyayı herhalukârda yaşatmak
adına ve o dünyanın kaynaklannın otoritesine istinaden yapılıyor.
Çokevlilik
meselesini tartışmaya elverişli hale getiren koşullar, yeni yeni şehirleşen
sonradan görmelerin uyum sağlamaya çalıştıktan modem şehir hayatının
kendilerine sağladığı imkânlan değerlendirmek istemelerinden türüyor. Nitekim
burada ikinci eş olarak seçilen kadınlann çoğunlukta hangi meslek
grubundan olduktan meraka değer bir husustur. çünkü ikinci eş almaya
mütemayil erkekler kadar ikinci eş olmaya razı otan kadınlann da sosyal
statülerinin, mesleklerinin, eğitim seviyelerinin, aile yapılannın da nazar-ı
itibara alınması gerekir. Öyle ya, kimler kimlerle ikinci evlilik adı
altında ilişki kurabilirler ve kimler bu tür ilişkileri mümkün kılacak
ortamlarda bulunabilirler? Evli bir erkeğin ikinci bir evlilik yapmak
istemesini ihtiyaçtan ziyade düşkünlük (!) kavramıyla açıklamak
kolay görünüyor.
Peki
ikinci eş adaylannın bu teklife hazır olmalannın ardındaki sebep nedir?
Bu karşılıklı nzanın oluşması hangi şartlarda gerçekleşiyor?
Bildiklerim
bana kalsın. Fakat şu kadannı söyleyeyim ki “Minareyi çalan kılıfını hazırlar”
demekten öte bu gizli-saklı münasebetlerin dinle de, dindarlıkla da
irtibadandınlabilecek bir mahiyeti ve nezaheti bulunmuyor.
Sözün
özü, ehven-i şer kavramını “Pornografiye direne- bilmek için erotizme
evet!" düzeyinde yorumlamayı marifet bilen akl-ı evveller, zihinlerinde
varolan dünyanın sınırlannı o denli daralttılar ki şimdi bogazlanna değin
gömüldükleri bu rezil, rezil olduğu kadar da gerçek dünyanın içinde nefes dahi
alamıyorlar.
Sözlerimi
âfakî bulup “Niçin gerçeklerden kaçıyorsunuz?” diye eleştiri yöneltenlere
söyleyebileceğim tek şey şu: Gerçeklerden kaçmak her babayiğidin harcı
değildir! Yüreği yeten herkese bu gerçeklerden kaçmasını tavsiye ederim! Ne
yapalım yani, bu lânet dünyanın gerçekleri varsa, bizim de hayallerimiz var!
İnanınız,
kişinin hayallerini muhafaza etmesi, sanılandan çok daha maliyetli, çok daha
güç bir iştir!
çokevlilik: tehdid mi, tahdid mi?
Çokevlilik
meselesiyle ilgili görüşlerimi yeterince sarih olarak ifade etmiş olduğumu
sanıyordum. Fakat ısrarlı sualler ve bir kısım itirazlar nedeniyle ve elbette
bir daha dönmemek umuduyla bazı konulara açıklık getirmek zarureti hasıl oldu.
Nasreddin Hoca misâli “Anlayanlar anlamayanlara anlatsınlar” demek de şu
saatten itibaren insaflı bir çözüm değeri taşımayacağı için, çaresiz, hem
birkaç hususun altını vurgulamakta ve hem de meseleyi ciddiye almış görünen kesimlerin
bu hususlarda yeniden düşünmelerine âcizâne bazı katkılarda bulunmakta fayda
mülâhaza ediyorum.
Çokevlilik
meselesi etrafındaki tartışmalann iki yönü bulunmaktadır: Birincisi, bu
meseleyle ilgili ayetleri (metni) doğru anlamak; İkincisi, anladığımız mânâlan
günümüzle ir- tibatlandırmak. Nitekim yazdığım ilk iki yazıda, metnin bugünle
alâkasını nazar-ı itibara almayıp ayetleri sadece bir tefsir problemi
çerçevesinde tahlil etmiş ve bu konuda vardığım neticeleri kamuoyuna sunmuştum.
Bu konuda ortaya çıkan yeni sualleri dikkate alarak yazdığım son iki yazıda
ise, ço- kevlilik meselesini sosyal ve aktüel değeri itibariyle yorumlamış ve
kanaat ve gözlemlerimi de açıkça dile getirmeye çalışmıştım.
Bu
meselenin köşeyazılanyla dile getirilmesinin doğuracağı sakıncalan (meselâ
konunun ciddiyetini takdir edemeyecek durumdaki kimselere de böylelikle davetiye
çıkanlmış olacağını) tahmin etmiyor değildim. Lâkin —zaten dileyen dilediği
gibi dilediğini yazıp çizdiğinden— bu muhtemel sa- kıncalan pek önemsediğimi
söyleyemem. Yapabileceğim pek bir şey yoktu. Bu bakımdan anlama ve yorumlama
faaliyetinin, sahiplerinden sadece ‘ehliyet’ değil, aynı zamanda ‘ciddiyet’
ve ‘mesuliyet’ de talep ettiğine işaret etmekle yetinmiş ve böylelikle konunun
kapanacağını ümid etmiştim. Ne var ki sonuç umduğum gibi olmadı ve sual seli
kesilmeden akmaya devam etti. Ben de tekrara düşmemek için görüşlerimi hüküm
cümleleriyle değil, soru cümleleriyle yenilemeye karar verdim. Belki
böylelikle sadece cevap vermek için değil, sual sormak için de kişinin dersini
çalışması gerektiği anlaşılmış olur.
Suallerim
kısaca şöyle:
1.
“İkişer, üçer,
dörder” (Nisa: 3) ifadesinden dörde kadar anlamının nasıl çıktığı Arap
dilinin kurallarına istinaden şevahidiyle gösterilebilir mi? Bu bir imkân
sorusu, yani burada iki ihtimal var: ya gösterilemez, ya gösterilebilir.
Gösterilemezse ihtilâf sakıt olmuş olur. Yok eğer gösterilebilirse, bu
açıklamalann Fatır: 1 ayetinde geçen ibareye de şamil olması gerekir.
Şamilse
nasıl? Şamil değilse niçin?
2.
Bir okur diyor
ki: “Nisa 3. ayetinin nüzulünden sonra Resulullah aleyhisselâm daha önce
dörtten fazla eşi olanlara diğerlerinden aynlıp ancak dört kadınla evli kalmayı
emretmiştir. Konuyla ilgili mevcut hadîsler ve tarihî gerçekler bu hususta
tereddüde yer bırakmayacak kadar açıktır.”
Madem
bu tarihî gerçekler (!) insanlara bu denli açık görünüyor, o halde şu muhtemel
tereddütlerin de giderilmesi gerekmez mi?
a)
Nisa: 22
ayetinde müminlerin babalannm nikâhı geçmiş olan kadınlarla (üvey anneleriyle)
evlenmeleri yasak edilmesine rağmen ve üstelik “Geçen geçti” (illâ mâ kad selef
d) buyurulup önceki nikahlan feshetmeye ve bu kadınlan boşamaya gerek
olmadığı bizzat Kur'an tarafindan hem de sarahaten beyan edilmiş iken, hangi
nassa istinaden daha önce kendileriyle nikâh kıyılmış eşlerin dörtten ziyadesi
kapı dışan edilecek?! İddia yerine biraz zahmet edip mezkur ayetle şu herkesin
bildiği tarihî gerçeklerin (!) arası bulunmalı değil mi?
b)
Bu arada
mükteseb hakkı ihlâlin aklî ve hukukî gerekçeleri nereden ve nasıl bulunacak?
Yeni yasa gereği kapı dı- şanya bırakılan zavallı kadınlar veya onlann masum
çocuk- lan açısından meseleye bakmak niçin ve neden düşünülmez? Öyle ya, yeni
yasa gereği kimden hangi eşini, hangi ölçüye istinaden boşaması taleb
edilebilir? Meselâ nikâh tarihlerine göre en sondan mı başlanacak, kura mı
çekilecek, istihareye mi yatılacak? Bir erkek, eşlerinin dörtten ziyadesini,
bir manavın tartı sırasında fazla gelen meyveleri dışanda bırakması gibi
dışanda bırakabilir mi? Kur’an’ın mübelliğ ve tatbikçisi olan Efendimizin (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) böyle bir talepte bulunacağı nasıl ve hangi nassa istinaden
tasavvur edilebilir? Meselâ Mücadele Sûresi ve ahkamından niçin ibret alınmaz!
c)
“Boşa da gel!" demenin kolay olduğunu sananlar şu tarihî gerçekleri biraz
daha aydınlatsalar ya! Meselâ hangi sahabenin dörtten ziyade eşi olduğu,
hangilerinin bu yeni (!) yasa gereği eşlerini boşamak zorunda kaldığı,
boşadıktan eşlerin Efendimiz’e (s.a) şikâyette bulunup bulunmadıktan,
bulundularsa ne cevap aldıktan vs. siyer ve tabakat kitaplarından biraz
araştınlsa ve araştırmalar sırasında Mücadele Suresi yeniden okunup şu “Boşa da
gel!” mantığıyla surenin içeriği insafla karşılaştınlsa fena mı olur?
3)
Muhataplanmdan cevaptan çok, biraz dikkat talep etmekle çok şey mi istemiş
oluyorum?!
Çokevlilik
meselesinde hem Tefsir İlmi açısından, hem de bu meselenin günümüzle irtibatı
açısından vârid otan istif- hamlann bir iki yazıyla hail u fasl edilmesinin
mümkün olmadığını bilmez değilim. Ne var ki suallerin ardı arkası kesilmiyor.
Bu sebeple son olarak birkaç hususa daha işaret edip değerli
ilâhiyatçılanmızdan gelen soru(n)lan biraz olsun derinleştireceğini ümid
ettiğim daha temelli sualler aracılığıyla bu meseleye açıklık kazandıracak
birtakım başlangıç nokta- tanna işaret etmeye çalışacağım.
İmdi
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazıt Efendi’nin (öl. 1942) Hak Dini Kur'an Dili
adlı tefsirinden kısa bir iktibasta bulunmak istiyorum:
(...) Bundan başka sevk-i âyetin
doğrudan doğru takltli istihdaf ettiği ve evvelen ve bizzat dörtten ziyadesini
nehye müteveccih bulunduğu da müsellem değildir. Gerçi bu âyet ile taaddüd-i
zevcâtm âzami dört ile tahdidi emr-i vâki ve binaenaleyh ziyadesinin nehyi de
biz- zarure sabit ve bu suretle âdet-i cahiliye’ye nazaran adedin tenzili
siyakında bir ’taklil’ mânâsıyla değil, birden dörde kadar müsaade ile yine
bir nevi ‘teksir’ siyakında bulunduğu ve Hz. Aişe’nin dediği gibi “Bakınız ben
size neler helâl ettim" mânâsını iş'ar ettiği de zâhir- dir. Binaenaleyh
tenzil ve ziyadeden nehiy, bi’l-ibare değil, bi’l-işare'dir. (11/1285)
önce
Elmalılı'nın, Fahreddin Razî'nin tercihini eleştiri sadedinde serdettiği bu
ifadelere biraz açıklık getirmeyi deneyelim:
I)
Nisa: 3
ayetinin doğrudan doğruya kadınlann sayısını azaltmayı hedeflediği ve öncelikle
ve kesinlikle dörtten fazla eş alınmasını yasaklamaya yönelik bulunduğu
müsellem değildir.
Soru:
Müsellemâtın olmadığı yerde yorumlann taaddüd ve ihtilâfı kaçınılmaz olduğuna
göre, müsellem olmayanı teslim etmekten çekinenlerin başka deliller aramalan
kadar tabii ne olabilir?
II)
Nisa.- 3 ayeti
ile
a)
Çokevliliğin
en fazla dört ile sınırlandırılması emr-i vâki ve bu emr-i vâki'ye
istinaden
b)
Dört eşten
fazlasıyla evliliğin yasaklanması bizzarure sabittir.
c)
Bu ayetin
akışı, Cahiliye Araplannın çokevlilik geleneklerine nisbetle evlenilecek
kadınlann sayısının indirimi dolayımında bir azaltma anlamı
taşımamaktadır. Aksine bu akış “birden dörde kadar” izin verilmiş olmakla yine
eşlerin sayısının bir tür artırımı dolayımındadır. Bu sebeple ayetin
[“ikişer, üçer, dörder" ifadesinin] Hz. Aişe’nin de dediği gibi “Bakınız
ben size neler helâl ettim” (terğib ve teşvik) anlamına delâlet ettiği
zaftâdir,
d)
özetle eşlerin
sayısının indirimini veya artırımını yasaklama şeklindeki anlamlar ayetten bi'l-ibare
değil, ancak bi’l-işare elde edilebilir.
Elmalılı
merhumun Nisa: 3 ayetinin tefsirine tahsis ettiği sayfalar bu konuyu ciddiyetle
tahkik edecekler için hakikaten kıymetli mülâhazalar ihtiva etmekte olup
ilgililerini beklemektedir. Okuru, nakletmek ve tartışmak imkânından mahrum
olduğum o kıymetli eserin kendisine havaleyle iktifa edip sorulara geçmek
istiyorum:
1.
Eşlerin
sayısının sınıriandınlması ne suretle emr-i vâkidir?
2.
Nehyin sübutu
niçin bizzarure olmakla nitelenmiştir?
3.
Hem tahdid emr-i
vâki, hem de sübut-i nehy bi’z-zarure olunca, teşvik ve tergibin zahir
olmaması mümkün müdür?
4.
Delâletin bi'l-ibare
değil, bi'l-işare olduğu teslim edilmişken, üstelik bir vesileyle
çokevliliğin esas itibariyle mah- za müsaade ve mübah, havf-ı cevr takdirinde
mekruh, bazı ahvalde ise mendub ve hatta vacib bulunduğuna delâlet ettiği
telâffuz edilip mevcut yorumlann sebeb-i nüzul kadar hikmet-i nüzule de müstenid
bulunduğu sıklıkla beyan edildiğine göre, kasd-ı mütekellimi tayin çabalannın
keyfî tercihlerden ziyade usûle mütevakkıf bulunduğunu göstermek için daha kaç
bin sayfa yazmak gerekir?
5.
Bir denklemin
elemanlanndan biri değiştiğinde neticenin de değişeceği muhakkak iken, usûlde
fasıllarda) ihtilâf hail olunmaksızın usûlün tevlid ettiği meselelerde
(furuâtta) ihtilâfa mâni olunabilir mi?
6.
Olunamazsa ve
ihtilâf da neticede değil, denklemin unsurlannda ise, dahası denklem bir kere
çözülmüşse, yapılması gereken, neticenin sağlamasını yapmak için denklemin un-
surlannın yerinde olup olmadığını kontrol etmek değil midir?
7.
Denklemin
unsurlanyla (usûlle) irtibat kurmayı beceremeyen nesillerin sonuçlardan
hareketle öncüllere intikal etmek istemeleri llm-i Mantık ıstılahınca müsadere
ale’l-matlub vasfını kazanmış ise ve sırf bu yüzden istidlâl yollanna fesad
bulaşmışken mukaddemâtı ihmal edip sonuçlarda sıhhat aramak beyhude bir uğraş
olmaz mı?!?
Bunca
yıldan sonra sorulara ciddiyet kazandıracak çabaların içinde olmanın, cevap
üretmeyi kolaylaştıracak alışkanlıklara dayanmaktan daha soylu bir tutum
olduğuna kanaat getirmiş bulunuyorum. Bu tutumu ciddiye almanızı sîzlere de
tavsiye ederim.
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder