Print Friendly and PDF

Philo-Sophia-Loren…Dücane Cündioğlu

|

 

kadın göze elverirse

hangi yalanın yanında yer almalı?

Yalanlar vardır işitilir işitilmez anlaşılan. Yalanlar vardır anlaşılması yıllar süren. Yalanlar vardır ustalannın ellerinde biteviye işlenip duran, kanması, kandırması kolay olan, inanmak ve inandırmak için başkalannın katkısını gerektir­meyen. Yalanlar vardır uğruna herşeyi göze almış yalancıla- n bulunan. Yalanlar vardır anlaşılması pahalıya patlayan. Yalanlar vardır savunuculanna nâm u şan kazandıran.

Yalan söylemek başka, yanlış söylemek daha başka. Ya­lan bir iradenin, yanıltmayı isteyen bir iradenin istemiyle va­rolur. Yalancı yanıltır, bile bile yanıltır, yanıltmayı amaçlar çünkü. Peki ama yanlış öyle mi? Yalan başka, yanlış başka. Yanlış söyleyen yanlışının farkındaysa söylediği yanlış değil, yalandır. Yanlış söyleyen sadece başkalannı aldatmaz, ken­disini de aldatır ve bu nedenle yanlışı kendisini de yanıltır. Bu yüzden yanlış söyleyenleri, yanlış yapanlan affederiz, af­fedebiliriz, affedilmelerini isteyebiliriz, yalancılan ise aslâ.

Yalancılar sadece başkalannı aldatırlar, çünkü yalancılar ya- landmrlar.

Yalanlara aldanmak, yalancılar tarafindan aldatılmak acı verir insana. Aldanmak yüzünden başa gelenlerin acısı, bi­zatihi aldanmanın acısı yanında nedir ki? Acı olan aldanma­nın kendisi, hayal kmklığı, hüsran, inkisar, sarsıntı, ihlâl, suistimal, güvenin ihlâli, emniyetin suistimali.

Güveni sarsılmış, aldatılma korkusuyla başkalanna iti­madını kaybetmiş ve hepsinden önemlisi yalanın gücüne inanmış, inandmlmış zihinler de ya aldatmaya başlarlarsa, aldatarak güçleneceklerine inanırlarsa, gün gelip çiviyi çivi söker demeyi marifet zannederlerse!?!

Yalana yalanla karşılık vermek, kötülüğü kötülükle sav­mak, iğneyi kendine çuvaldızı başkasına batırmak ve saldı- nlan savmak için başkalannm yalanlanna ortak olmak, bü­tün bunlar yalana inanan, yalanın ve yalancının gücünü kutsayan yalanzedelerin başvurduğu yollar.

Yalanzede olmadan yalancı olunmaz, zira yalanın acısı tadılmadan başkalanna böylesi bir acı tattmlamaz.

Şimdi de aynen böyle yapılmıyor mu? Yapılıyor; yalan söyleniyor, yalanlar savunuluyor, yalancılar korunuyor; hem de yalancının bizden olanı olmayanı gözetilerek.

Eski bir hikâye vardır yalana dâir:

Vaktiyle seyahata çıkan ve kansının yanına ancak iki yıl sonra dönebilen Konstanzlı bir tacir, kansının yanın­da bir oğlan çocuğunun bulunduğunu görür ve tabii ki bu duruma çok öfkelenir. Kadın, birgün dağda bir yürü­yüşe çıktığını, dağdaki karlardan yediğini ve çocuğu da bu karlara borçlu olduğunu söyleyerek işin içinden sıy- nlmaya çalışır. Tacir sakinleşir ve bir şey demez. Beş yıl sonra Akdeniz yolculuğuna çıkarken çocuğu da yanında götürür ve yolda çocuğu satar; döndüğünde ise kan- sına, kar çocuğunun sıcak Suriye güneşine dayanama­yarak eridiğini söyler.

Kardan çocuklarla dolu etrafımız. Adam yokluğunda ya­pılmış, havucu burnunda, kömürden dişleri ağzında, şapkası başında, süpürgesi kolunun altında kardan küçücük çocuk­lar. Etraflannda da karda oynayan zavallı çocuklar. Evet, ya­lan dinleyen, yalanlar dinleye dinleye büyüyen, yalanlara alışan ve yalan söyleyerek oyuna katılan, oyunu sürdüren zavallı çocuklar.

Kardan çocuklarla başımız dertte. Güneşin onlan eritece­ğini bildiğimiz için başımız dertte. Bilmesek ızdırap çeker miydik? Bilmesek biz de oyuna katılmaz mıydık? Kardan ço­cuklar, ihanetin çocuklan. İhanet onlan varetti ve ihanet on­lan yok ediyor. Yalan dünyaya bir yalanla geldiler ve o ya­lan dünyanın sahipleri bir yalanla onlan yok ediyorlar. Kar­dan çocuklar, annelerinin dağdaki yürüyüşleri sırasında ye­diği karlann mahsûlü. Güneşi görür görmez erimeleri de bun­dan.

Söyleyin hangi tarafın yalanlan yanında yer alayım: dağ­lardaki karlardan çocuk peydahlayan annelerin yalanlan ya­nında mı, Akdeniz taraflannda dolaşırken kardan çocuğu yok eden tacir babalann yalanlan yanında mı?

geride bir tek kadınlar kalmıştı

İhanetle gaflet arasındaki çizginin inceldiği, hatta gözden kaybolur gibi olduğu günlerde, kimin neyi ve niçin savundu­ğunu, kimin neye ve niçin karşı çıktığını anlamak zorlaşır. Öyle ki kalenin kapısı bir kere açıldıkda, artık kimin kalenin kapısını içeriden açtığı da anlaşılamaz, bilinemez hâle gelir. Oysa hâlâ açılmamış muhkem kapılan bulunan kaleler varsa bu dünyada, o kalelerin halkı müteyakkız olmalı, dışandan saldıran düşmanlann hesabını yaptığı kadar, kalenin kapısı­nı içeriden açabilecek olan gafil sürerindeki hainler karşısın­da da tedbirâtı elden bırakmamalı. Çünkü mahremiyetlere el uzatılıp canlar ziyan olduğunda, kale içindeki nizam u inti­zam bozulup kale halkı perişan bir halde başının çaresine bakmaya çalıştığında, muharebeler kaybedilip hürriyetler yok olduğunda, mukaddes değerler ayaklar altına alındığın­da, canlara tecavüz edilip direnenler itlâf edildiğinde, kısaca kale direğine düşman bayrağı asılıp bütün değerler tek tek çiğnendiğinde ihaneti teşhis etmenin, gafletin mâl olduğu neticelerden pişman olup dövünmenin kimseye bir yaran ol­maz, olmamıştır da zaten.

Düşmanın zaferi hep zahirdedir, zahire göredir. Mağlup- lann yüreklerindeki ümidin ateşi sönmedikçe, harbin kendi­sini harbin neticesinden ziyade önemsemeyi sürdürdükçe, eyyamullahın rüzgânnın kale burçlannı yıktığı kadar kale halkının korkmuş kalplerine ümit de aşılayabildiğim unut­madıkça, yenilginin geçici, muharebenin dâim olduğu hiçbir suretle akıllardan çıkanlmadıkça, zahirdeki mağlubiyetler korkaklan korkutur, belki hainleri cüretlendirir; lâkin düş- manlann dünya hayatının sadece zahirini bildiğini bilenlerin zahire aldanmalannın müsebbibi olamaz.

yerlilerin çığlığı

Kale dışında ve düşmanın kışkırttığı münadilerin sözleri­nin kale halkına ne tesiri olabilir? Kim bu hakaretlere aldmr, kim yalanlara, iftiralara, sövüp saymalara bir değer atfeder de boş yere tehevvüre kapılır?

Düşmandan geleni, düşmandan geldiği bilindikçe göğüs- leyemez mi cesur yürekler? Karşı koyamaz mı namerdin na­mertliklerine aksakallı bilgeler!? Kadmlanmızm mı, çocukla- nmızm mı itibar edeceği umulur mancınıkla kale içine düşen iftira ateşlerine? Yaşlılanmız lâ havle ile destek vermez mi sanılır burçlardaki yiğitlere? Kadınlanmız mı çekinecek o kı­nalı ellerini kanatmaktan, yaralı yiğitlerin yaralannı sarmak­tan?

Niçin endişe duyalım ki? Çocuklanmız dahî oyun oyna­mayı bırakmışlar, bir yandan yaşlı gözlerle türkü söylüyor­lar, bir yandan babalannın sadaklanna ok yetiştirmeye çalı­şıyorlar.

lsmet-i mahremiyet için değmez mi zannediliyor bunca çabaya?! Vücûdiyetimizin, hayatımızın, hayatiyetimizin an­lamı olan bir kaleyi müdafaa etmek uğruna bedel ödemeyi daha en başta göze alanlar bizler değil miyiz? Evet bizler de­ğil miyiz, Yemen türkülerini söyleyerek çocuklannı büyüten­ler? Tuna boylannda yavrulannı kaybedenler?»

Ayancıkta aynalanmızı parlatırken kaldmp atmadık mı başlanmızı kendi kazdığımız çukurlara? Nûr dağına çıktığı­mızda kendimiz ayırmadık mı başlanmızı gövdelerimizden? Öyleyse nasıl kuşku duyarlar, varolmak için varlığından vazgeçenlerin sadakatinden? Nasıl inanmazlar, varlığımız­dan vazgeçtikçe, vazgeçebildikçe varolabildiğimizden?

Bizler ki hiç ihanet etmedik toprağımıza. Yüzlerimizde bo­yalar savaşırken bile ateşin etrafında incitmedik o toprak al­tında toprağa kanşanlan. Gaflet esintilerinin başımızı dön­dürmemesi için içtik o aşk şarabını ve uyumadık aslâ hiçbi­rimiz. Savaş boyalan silinmesin diye yüzlerimizden yüzleri­mizi seher esintileriyle yıkadık. Diri kalalım, dingin kalalım, hep bir arada kalalım diye çadırlanmıza uğramadık, adanmı- zm sırtından inmedik, sadaklanmızı çıkarmadık.

Bizler ki savaşa Hızır’ın huzurunda hazırlanmadık mı? Boyalanmızı yüzlerimize onun yardımıyla sürmedik mi? El almadık mı, elini öpmedik mi ellere giderken? Öyle ya, yâri­mizi G'na emanet etmedik mi yar kenarlannda? Çıkmadık mı düşmanın karşısına yol başlannda? Esmedik mi rüzgâr gibi, yel gibi, cehennem gibi düşman üzerine dağlann tepelerin­den? Döndük mü hiç sırtımızı düşmana, gizlendik mi hiç süt- relerin arkasında, attık mı sattık mı kardaşlanmızı, kanndaş- lanmızı?

O halde şimdi niçin ağlıyor kadınlanmız, çocuklanmız? Neden suskun ve mahzûn dedelerimiz? Niçin kızgın ve öfkeli bakışlarla süzerler genç savaşçılan da bakmazlar yüzleri­ne?

Duyduk ki yere çalmış yaşmaklannı ninelerimiz ve dahî haklannı helâl etmeyeceklermiş tepelerde yaşlı gözlerle yâr yolunu gözleyen kızlanna. Toprak da susmuş, yağmur da. Ülkemiz susmuş, düşmanlarımız gülmüş.

yerlilere çığlık

Bir dağın yalçın tepelerinden gökyüzüne doğru kesif bir duman yükselmeye başladığında, rüzgâr dumanlan yanına alarak yavaş yavaş esmeye, bulutlar ise duman parçalannı kucaklayarak ötelere taşımaya başladı. Bu sırada beyazlann eline esir düşmüş ve elleri arkalanndan bağlanmış savaşçılaF arasında bir kıpırdanma meydana geldi, uğultular yükseldi. Hepsi de gözlerini gökyüzüne çevirmişti; derken duman par- çalannı alelacele izleyen bir savaşçının ağzından şu sözcük­ler döküldü:

— Anlamadınız mı hâlâ niçin yenildiniz düşmanlannıza?! Hainler çıktı içinizden. Düşmanlan sevindirir sözler mınldan- dılar ve böylece sıdkı terk, ihaneti tercih ettiler. Daha önce erkekleriniz savaşırken onlan sinsice arkalanndan hançerle- mişlerdi; geride savaşan bir tek kadmlannız kalmıştı, onlan da şimdi alenen kendi elleriyle düşmana teslim ediyorlar.

Kadınlar savaş sırasında geride kalmayı istemedikleri için geride savaşan bir tek kadınlar kalmıştı. VE en nihayet geri­de kala kala savaşan bir tek kadınlar kalmıştı.

erkekler çok komik

Türkiye siyasetin iplerinin alabildiğine gerildiği bir dö­nemden geçiyor. Nelerin olup bittiği konusunda ne halkın, ne de halkın temsilcisi olduğunu düşünenlerin zihninde muhkem bir tasavvur mevcut değil. Herkes bir şeyler söylü­yor-, daha doğrusu bir şeyler söylüyormuş gibi yapıyor ve fa­kat esasen hiçbir şey söylemiyor. Bu karmaşıklığı, bir biçim­de açık kılmak lâzım geldiğini düşündüm ve bunun üzerine ben de herkesin aksine, bir şeyler söylemiyormuş gibi yapıp bir şeyler söylemeye karar verdim, işte size Averchenko’nun dilinden irtica'nın postmodemist bir yorumu:

Gülümseyerek “Erkekler çok komik" dedi. Bunun kaba­hat mi, yoksa övme mi belirttiğini anlamadığım için, “Ger­çekten doğru” diye cevap verdim.

— Kocam tam bir Othello! Bazen onunla evlendiğime üzülüyorum.

Anlamayarak baktım. “Açıklamandan..." diye söze baş­layacak oldum. “Haa, senin duymadığım unutmuştum" diye sözüne devam etti:

— Üç hafta kadar önce kocamla alandan geçip eve yürü­yordum. Bana çok yakışan siyah bir şapkam vardı ve yürü­mekten yanaklanm pembeleşmişti. Bir ışığın altından geçer­ken, esmer bir adam bana baktı ve âniden kocamı kolundan tuttu. “Ateşinizi verebilir misiniz?" dedi. Alexander kolunu çekti, eğildi ve şimşek gibi bir hızla yerden aldığı tuğla ile adamın kafasına vurdu. Adam yere yığıldı. Korkunç bir şey!

— Kocanı ansızın ne gibi bir şey öyle kıskanç yaptı?

Omuzlannı silkti. “Söyledim ya, erkekler komik."

“Hoşçakal" deyip çıktım, köşede kocasıyla karşılaştım. “Merhaba" dedim; “tnsanlann kafalannı kırmaya başladığını duydum."

Gülmeye başladı.

— Anlaşıldı, kanmla konuştun. Çok şanslıydım. O tuğla hemen elime geldi. Yoksa bir düşün: Cebimde binbeşyüz rub­le vardı ve kanm elmas küpelerini takmıştı.

— Seni soymak istediğini mi zannettin?

— Karanlık bir köşede adamın biri sana yanaşıyor. Daha ne beklersin?

Şaşkın şaşkın ondan aynldım ve yürümeye devam ettim. “Sana bugün yetişmek imkânsız" diye bir ses duyup döndüm baktım ve üç haftadır görmediğim bir arkadaşımı gördüm:

— Aman Tannm! Senin başına ne geldi?

Hafifçe gülümsedi.

— Birtakım delilerin başıboş dolaştığından haberin var mı? Üç hafta önce biri bana saldırdı. Hastahaneden bugün çıktım.

Âni bir ilgiyle sordum:

— Üç hafta önce mi? Alanda mı duruyordun?

— Evet. Çok saçma bir şey. Alanda oturuyordum, canım çok sigara içmek istiyordu. Kibrit yok. On dakika filân sonra bir bey, yanında yaşlı bir kadınla sigara içerek geçiyordu. Ya­nına gittim, koluna dokundum ve en kibar tavnmla, ‘Ateşi­nizi verebilir misiniz?’ diye sordum. Sonra ne oldu düşünebi­liyor musun? Deli yere eğildi, bir şeyi kaptı, bir dakika son­ra ben kafam kanar halde, kendimden geçmiş, yerde yatıyor­dum. Herhalde gazetede okudun?

Ona baktım ve içtenlikle sordum:

— Gerçekten bir deliyle karşılaştığına inanıyor musun?

— Eminim.

Bir saat sonra kent gazetesinin eski sayılanm merakla kanştınyordum. En sonunda aradığımı buldum, kaza sütu­nunda kısa bir not:

İçkinin Etkisi Altında

Dûn sabah, alanın bekçileri, bir bankın üzerinde kimli­ğinden iyi bir aileden olduğu anlaşılan bir genç adam bulmuştur. Aşın içkili olmanın sonucunda, yere düşüp kafasını yakınındaki tuğlaya vurarak yaraladığına ina­nılmaktadır. Hasan gencin ana-babasının üzüntüsü de­rin olmalı.

philo-sophia-loren

Bir cumartesi günü Ankara’da —oldukça uzun bir aradan sonra— Ankara sahillerinin o haşan çocuklanyla buluştuk, konuştuk, tartıştık, söyleştik.

Bir düştü yorduğumuz, yorumladığımız. 3-4 saat boyun­ca yordum ve yoruldum, yorduk ve yorulduk.

Bizim haşanlann sahilleri terkettiklerini düşünmekle ya­nılmışım. Hâlâ oradalarmış. Orada bekliyorlarmış, ateşin sönmemesi için hâlâ çabalıyorlarmış. Aralannda üşüyenler var, donanlar var, ölenler var. Fakat sönenler yok! Yormayı ve yorulmayı hâlâ umuyorlar, umursuyorlar. Hâlâ hayra yo­ruyorlar.

Evet, gözleri hâlâ pırıl pınl, bakışlan hâlâ iddialı, sesleri hâlâ mütehakkim. Okumayı sürdürüyorlar, tartışmaktan ka­çınmıyorlar, reddetmekten çekinmiyorlar. “İslâm gelecek dertler bitecek" demeye cesaretleri kalmamıştı sadece. Bu yüzden olmalı ki yorum'un istikameti dışanya doğru değil, hep içeriye doğruydu. Ne yazık ki karşılanırdaydım. Keşke aralannda olsaydım, olabilseydim.

İçlerinden biri, “Bize yardımcı olabilir misiniz?" diye sor­du. “Kimse kimseye yardımcı olamaz" diye cevap verdim: Hani biri, “adam olacak çocuk adam olur" demiş de diğeri “doğru ama vesile olmak lâzım" diye ilâve etmiş ya.

“Tamam işte” dediler; “Siz de o zaman vesile olun!"

Çaresiz,"ilk yargıdan yana çıkıp, iyi niyetli o ilâvenin sa­dece iyi niyetten ibaret olduğunu belirtmek zorunda kaldım.

Şiir okuyorlarmış. Şiir yazıyorlarmış. Şiir yazmak için acı­lanmak, acıya bulanmak yeterli değildi oysa. Yalnızlamak, yalnızlanmak da gerekiyordu. Çünkü “Şiir yalnız’ca yürü­yenlerin işidir" denmişti yalnızca.

Köşede öylece bizi izleyen biri yanıma yaklaşıp “İnziva­dan ne zaman çıkacaksınız?" diye sorunca, kendisine “İtikaf değil benimki, tamıtamına itizar diye fısıldadım: “Bu neden­le iflâh olmaz bir durum bu!"

Salonda kız öğrenciler'çoğunluktaydı; kız sözcüğü kıt sözcüğünden dönüşmüş olmasına rağmen. Suâl sorma hak­kımı kullandım:

— Ev kadını mı, iş kadını mı olmak istiyorsunuz?

Cevap vermekte tereddüt ettiler. Ben de hemen kipi değiş­tirdim:

— Kızlanmız daha çok ev kadını mı, iş kadını mı olmayı istiyorlar?

Hepsi birden şu cevabı verdi: “Elbette iş kadını olmayı is­tiyorlar!"

Bu arada Nietzsche’nin “...Akademisyenliğe eğilimleri olan kadının genellikle cinselliğinde bozuk bir şey vardır; do­ğurgan olmayış kendini belli bir erkeksi beğeniyle ortaya ko­yar" şeklindeki cüretkâr yargısının işkadınhğını kapsayıp kapsamadığı meselesi gürültüye gidiverdi. Bir daha da geri gelmedi.

“Anneleri gibi olmayı istemedikleri için işkadını olmayı tercih ediyor olmasınlar?” diyerek suâl sormayı sürdürünce, hiç düşünmeksizin evet diye karşılık verdi gözleri; dillerinden ise belirli belirsiz bir herhalde sözcüğü çıkıverdi.

— Kızlanmız anneleri gibi olmayı niçin istemezler ki?

Bu soru(n) hakkında kimse konuşmaya istekli olmadı. Salondakilere, bir vesileyle, Tann’nın varlığından hiç kuşku­lanıp kuşkulanmadıklannı sordum; susarak (!) cevap verdi­ler. Dünyanın döndüğünden hiç kuşkulanmış olup olmadık- lannı sorunca, bu sefer hayır demekten çekinmediler.

İmanın mahiyeti değişmişti. Kuşku metafizik alanda güç­lenmiş, fizik alanında yokolmuştu anlaşılan.

— Peki annelerinize, anneannelerinize Tann’nın varlığın­dan hiç kuşkulanıp kuşkulanmadıklannı sorsak ne cevap ve­rirler sizce?

Müsbet bir cevabın, annelerimiz ve anneannelerimiz için mümkün olamayacağı husûsunda ittifak vardı. Hatta biri “Bizi sopayla kovalarlar” deyince bütün salon bastı kahka­hayı.

— Dünyanın döndüğünden ya da gâvurlann aya çıktık- lanndan kuşkulanıp kuşkulanmadıklannı sorsanız onlara?

Cevap kesindi. Annelerimiz, anneannelerimiz muhakkak kuşkulandıklannı söyleyeceklerdi.

Hal böyleyken, kızlanmız niçin anneleri gibi olmayı iste­miyorlardı acaba?

Salona sessizlik çökmüştü: zira herkes yorulmuştu.

Hepimiz bir düştük artık; philo-sophia-loren haline gelen bir düş!

böyle düşünebilmek için kadın olmalı

I. Dünya Harbi kaybedilmiş, koca imparatorluk küçül­müş... küçülmüş... Anadolu yanmadasına sıkışılıp kalınmış. Memleket alevler içinde. Kimse ne olacağını bilmiyor, bilemi­yor. Bu arada İttihatçı liderler bir Alman gemisine binip İs­tanbul’u terkediyorlar.

Savaşın kumandanı Harbiye Nâzın Enver Paşa ayrılma­dan hemen önce Teşkilât-ı Mahsusa’nın şefi Hüsamettin Er- türk’ü huzuruna çağmp gizlice şu talimatı veriyor:

Biz yakında memleketi terkediyoruz. Çünkü Mütare- ke’nin Osmanlı Devleti’nden herşeyden evvel bizi iste­yeceği muhakkaktır. Yalnız onlar teşkilâtımızı, adamla- nmızı ve hepsinin üstünde ideallerimizi alamayacaklar­dır. Biz işte bununla teselli buluyoruz. Teşkilât-ı Mahsu- sa'yı resmen lağvedeceksiniz, fakat hakikatte bu teşki­lât asla ortadan kalkmayacaktır. Bu, galip devletlere karşı böyle olacaktır. Teşkilât-ı Mahsusa’nın bundan sonraki ismi Umum Âlem-i Islâm ihtilâl Teşkilâtı olacak­tır. Muhabereleriniz hep bu titr üzerine cereyan edecek­tir. Siz Türkiye'de bu teşkilâtın İstanbul Reisisiniz. Onu kuran benim, sizi seçen benim! Yakında bu teşkilâtın heyet-i merkeziyesi Berlin'de toplanacaktır.

Hüsamettin Bey Enver Paşa’nın gidişini şu romantik ifa­delerle resmetmekten kendisini alamaz:

O düğüne giden delikanlı bir güvey gibi, o cenge koşan bir erkek gibi bu büyük yolculuğa çıkıyor; çok sevdiği Kuruçeşme'deki yalısını, ona her zaman iyi bir arkadaş olmuş sâdık zevcesi Naciye Sultanı, güzel Boğazı, sev­gili Istanbulu, şan ve şerefi, huzur ve rahatı, servet ve ihtişamı bırakarak, belki de aç kalacağı, belki sürünece­ği meçhul iklimlere, yeni memleketlere yepyeni dâvâla- n tahakkuk ettirmek için gidiyordu.

Böylece Enver Paşa ardında sadece zevcesini, yalısını ve Boğazı değil, alevler içinde yanan imparatorluk topraklannı da bırakıp Berlin’e gider. İşgal kuvvetleri önce İstanbul’u iş­gal ederler, sonra Enver Paşa’nın yalısını. Eşine bir mektup yazan Paşa, Naciye Sultan’den Berlin’e gelmesini ister. Mek­tuplar birbirini kovalar. Fakat o devrin şartlannda İstan­bul'dan çıkmak hiç de kolay değildir. (Bu mektuplann bir kısmı yayımlanmıştır: Enver Paşa’nın Özel Mektupları, An­kara, 1997)

Naciye Sultan annesinin yanına, Feriye Sarayı’na taşınır. Orada da rahat edemez; zira sürekli izlenmekte, Paşa’nın ne­rede olduğunu öğrenmek isteyen casuslar sürekli kendisini rahatsız etmektedir. Zaten sıhhati yerinde olmayan Sultan, 1919 senesinin sonlanna doğru, işgal kuvvetlerinin doktor-

‘ H. Ertürk, İki Devrin Perde Arkası, s. 165-169, İstanbul, 1996 lanna memleket dışında tedavi olmak isteğiyle müracaatta bulunur. Fakat kendisine izin verilmez.

“İşgal kuvvetleri arasında en dürüst ve en terbiyeli olarak hareket edenler Italyanlardı" diyen Naciye Sultan, Çürüksu- lu Mahmut Paşa’nın kızı Meziyet Hanım’ın aracılığıyla İtal­yan İşgal Kuvvetleri Komutanı Kont Caprini’den yardım is­ter. Yardım istekleri kabul edilmiş ve Kont, Naciye Sultan ile çocuklannı yurtdışına kaçırma görevini Mimar Denari’ye ha­vale etmiştir.

Hemen bir plan hazırlanır: Çocuklar, Denari’nin çocukla- n olarak çıkanlacak, Naciye Sultan da onlann dadısı sıfatıy­la gemiye binecekti. Plan başanyla uygulanır. Sultan’a bir İtalyan pasaportu verilir; sonra bir gün hep birlikte gemiye binerler. Gemide İtalyan kuryesinin kamarasına kilitlenirler ve Çanakkale geçilinceye kadar oradan çıkanlmazlar. En ni­hayet Roma’ya, oradan da Berlin'e vanrlar.

Kaçış hikâyesi kısaca bu kadar. Fakat bu serüvenin o denli ilginç bir aynntısı var ki sîzlere onu aktarmadan geçe­meyeceğim.

Gelin şimdi dikkatlice Naciye Sultan’ı dinleyelim:

Denari’nin evi Saint Antuan Kilisesi civanndaydı. Oraya gittim. Vapura binmeden evvel dadı kıyafetine girmem lâzımdı. Ömrümde ilk defa olarak başımı açacak ve so­kağa şapka ile çıkacaktım. Denari’nin eşi bana bir şap­kasını ve bir yağmurluğunu verdi.

Kadınlar ne şart altında olurlarsa olsunlar hiçbir zaman kadınlıklanndan vazgeçmezler. Ben de vaziyetin bütün tehlikesine rağmen o aralık şapkanın yüzüme yakışma­dığını gördüm ve bundan dolayı üzüldüm. Dadı kılığını kendime bir türlü yakıştıramıyordum. Bir berber çağır- malannı ve saçlanmı şapkaya uygun şekilde taratmak istediğimi söyleyince, orada bulunan bir arkadaşım, ‘Bunu bu anda düşünmek ve yapabilmek için ancak ka­dın olmalı!’ diye bana çıkıştı ve soğukkanlılığıma şaştı. Fakat ben herşeye rağmen ısrar ederek süslenmek, hele ilk defa giyeceğim şapkanın yakışmasını istiyordum.

Gerçekten de o hengâmede ancak bir kadın böyle düşü­nebilir ve böyle davranabilirdi. Nitekim Naciye Sultan da “Kadınlar ne şart altında olurlarsa olsunlar hiçbir zaman ka- dmlıklanndan vazgeçmezler” derken, bu gerçeğin altını çiz­miyor mu?

Bazdan, Naciye Sultan'm refleksini salt kadınlıkla ilgili görmeyip bunu saraylılıkla ya da ne bileyim burjuva veya şehir kadınlanmn ahlâkıyla (alışkanlıklanyla) filân izah et­meyi deneyebilirler. Şahsen, bu denemede bulunacaklara, başörtüsü yasağının mağdurelerinin tepkilerini ortaya koy­ma tarzlanndan işe başlamalannı tavsiye ederim. Bir düşü­nün bakalım, tepkinin kendisi kadınca iken, tarzı niçin er­kekçi

' Enver Paşa’nın Eşi Naciye Sultan’m Haüralan: Acı Zamanlar, s. 54, İs­tanbul, tsz.

âhunun âhı

Eğer yolunuz birgün bir üniversiteye düşerse, saçlannı taramayı becerememiş bir kızla karşılaşırsanız, konu­şurken saçlannı savurmuyorsa, sıkı sıkıya tokaiarla ya­pıştırmışsa saçlannı, uyumsuz kıyafetler varsa üzerinde, yakıştıramamışsa giydiklerini, güzelliğinden utanıyorsa meselâ, yaz sıcağında boğazlı bir kazak giymişse, bir pardösü giyip yün bir başlık takmışsa kafasına ya da modası geçmiş bir şapka takıyorsa, ellerini sürekli başı­na götürüyorsa, saçlannı tıkıştınyorsa şapkasından içe­ri, ürkekse, bir başmaysa, bilin ki o kız başörtülü bir kız­dır. Bilin ki bir kez daha kaybetmişizdir.

Bu satırları nerede görüp de kaydettiğimi doğrusu hatırla­mıyorum. Sanıyorum yazan bir erkek öğrenciydi.

Kimin, nerede yazdığı esasen pek önemli değil. Çünkü o denli sahici ki. O denli içten ki. Hepsinden önemlisi o kadar hakikat ki. Hicran dolu, acı dolu, inkisar dolu satırlar bunlar. Muhakkak ki duyan ve duyurmayı bilen bir gönlün ürü­nü.

Kişinin okuma hakkının elinden alınması, sözgelimi bir­kaç yıl kaybetmesi, vizelere, sınavlara girememesi, mezun olamaması gibi meseleler nedense önem atfettiğim konular arasında yer almadı hiç. İnsan hayatında birkaç yılın kaybe­dilmesini de önemsediğimi söyleyemem. Umursamazlığım­dan, bahaneciliğimden değil elbette. Bilâkis ne istediğini bi­len, haysiyeti pahasına istikbal sevdasında olmayan akıllı bir kimsenin, her hal ü kârda bu seneleri telâfi edebileceğine inandığımdan, insan hayatında daha kötü imtihanlann bu­lunduğunu, bulunabileceğini şahsen tecrübe ettiğimden. İnançlar uğruna katlanılmak zorunda kalınan acılann insanı zayıflatmayıp güçlendirdiğini defalarca gördüğümden.

Dikkat edilirse, yukandaki satırlar şöyle bitiyor: Bilin ki bir kez daha kaybetmişizdir.

itiraz etmeyeceğim; evet bir kez daha kaybetmişizdir. Fa­kat eklemeden de edemeyeceğim: iyi ki kaybetmişizdir. Çün­kü kaybetmeyi önemsememeliyiz; bilâkis niçin kaybettiğimi­ze ve nasıl kaybettiğimize bakmalıyız.

Ya kazansaydık? Ya ne pahasına olursa olsun kazansay- dık? O halde kazanmayı da önemsememeliyiz; bilâkis niçin kazandığımıza ve nasıl kazandığımıza bakmalıyız.

Bir mukayese yapılabilmesi için Halide Edib Adıvar’ın Türk’ün Ateşle İmtihanı adlı Kurtuluş Savaşı yıllarından söz ettiği hatırâtmdan sadeleştirilmiş bir pasaj aktaracağım. Sa­dece mukayesenin şiddetini artırmak, muhtemel felâketlerin neler olabileceği konusunda düşülebilecek çukurlan göster­mek amacıyla değil, aksine, Efendimiz’in (s.a) bir hadis-i şe­rifini hatırlatmak maksadıyla bu anektodu huzurunuza geti­receğim:

Kadınlann memleket meselelerinde erkeklerden daha duygulu olduklarına inandım. Hepsi birden tehlikeyi an­lamışlardı. Çünkü onlar, siyasal nedenleri anlamasalar bile, yurtlanmn tehlikeye girmesine karşı ruhen isyan ediyorlardı. Beyoğlu taraflanndaki yüksek sosyete ka­dınlan, İtilâf kuvvetlerinin (işgalcilerin) bu hareketlerine karşı halk arasında uyanan öfkeyi İtilâf subaylarını ça­ğırarak onlara anlatmaya çalışıyorlardı. Danslı partiler veriliyor ve İtilâf ordularının subaylan elde edilmek iste­niyordu. Belki bu subaylann üzerinde bir etki yapmış­lardı. Bunun görünürdeki neticesi birkaç evlenmeyle son buldu, (s. 16-17)

Bu satırlar bir kadın yazara ait. “Kadınlann memleket meselelerinde erkeklerden daha duygulu olduklanna inanan" bir kadına. Sebebi de şu: “Kadınlar siyasal nedenleri anlama­salar bile, yurtlanmn tehlikeye girmesine karşı ruhen isyan ediyorlar" imiş.

Buraya kadar bir sorun yok! Memleket işgal altında ve kadınlar bu işgale isyan ediyorlar. Peki bu kadınlann bir kıs­mı isyanlannı nasıl gösteriyorlar, ne yapıyorlarmış? Düşman ordusunun subaylannı çağırarak onlara halkın duyduğu öf­keyi anlatmaya çalışıyorlar, danslı partiler verip düşman or- dulannın subaylannı iknâ etmek, bir mânâda dâvâyı kazan­mak için uğraşıyorlarmış.

Sonuç ne olmuş? Sonuç itibariyle bu subaylann üzerinde bir dereceye kadar etkili olmayı da başarmışlar.

Peki bu başannın alâmeti neymiş? Hâlide Edib’in cevabı pek de umulmadık sûrette: “Bunun görünürdeki neticesi bir­kaç evlenmeyle son buldu.”

Bu da bir mücadele türü. Mukaddes bir dâvâyı kazanmak için hiç de mukaddes addedilemeyecek bir mücadele türü hem de.

“Kazanmayı değil, bilâkis niçin kazandığımızı ve nasıl kazandığımızı önemsememiz gerekir” derken kastettiğim de işte böyle bir şeydi.

Kaybetmeyi niçin umursayalım o halde?

Belki ürkek, belki bir başına tıpkı bir âhu gibi. Evet belki bir âhu gibi ürkek ve bir başına, bir âhu kadar güzel, bir âhu kadar âsil ve ancak bir âhu kadar yaralı.

“Bilin ki bir kez daha kaybetmişizdir” diye bitmemeli o halde sözümüz-, bilâkis ardından bir başına kayıp gittiğimiz, bir başına kaybolup gittiğimiz, bir başına kaybedip gittiğimiz için ağıtlar yakmalıyız geride bıraktıklanmıza.

Uzun söze ne hâcet, dilde sermaye bir âh kaldı.

erkekler, ah onlar-insan değiller

Hafif yağmurlu, kasvetli bir ilkbahar günü Milena, ar­kadaşı Fredy Mayer’le Prag’ın tam göbeğindeki ufak, ka­ranlık bir meyhanede oturuyordu. Melankoli içindeydi ve geçmişten, özellikle de hayatına girmiş erkeklerden söz ediyordu:

— Herşey çok güzeldi, çok ilginçti. Heyecanlıydı ama bugün artık hepsinin yanlış olduğunu biliyorum. Doğru erkek hiçbir zaman gelmedi. Genelde gereğinden fazla gevezelik ve nevrasteni, fazlasıyla yaşamdan yabancı­laşma vardı? Birçoğu yaşamdan öylesine korkmaktaydı ki her seferinde cesaret verme görevi bana düşüyordu. Aslında tam tersi olmalıydı.

Milena özlemini duyduğu şeyi letafete boğmaktan çekin­meden şöyle devam eder:

— Özlemini en çok duyduğum şey, bir sürü çocuk do­ğurmaktı; inek sağmak, kaz beslemek istemiştim ve be­ni arasıra döven bir de koca. Derinlerimde ben aslında gerçek bir Çek çiftçi kızıyım. Entdiektûdiik denilen o şey bende talihsiz bir rastlantı yalnızca.

— Ama Milena, bunu nasıl söyleyebilirsin?

Milena bir kahkaha atıp açıkladı:

— Herşeyin tam söylediğim gibi olmadığını biliyorum, ama işte bazen öyle olduğuna kendimi inandırmaya ça­lışıyorum.

(...) Gece geç vakit evine döndüğünde Milena evinin kapısında bir demet çiçek buldu. Üstüne iliştirilmiş kart­ta şöyle bir yazı vardı: Muzsky - to nejsou Udi! (Erkek­ler - insan değiller!)

Milena jesenska (1896-1944), Franz Kafka’nın (öl. 1924) hayatındaki en önemli kadın. Denebilirse şayet tek te­sellisi. “Ya bu dünya minicik ya âa biz dev gibiyiz, her ney­se, bizim onu tümüyle doldurduğumuz kesin...” sözleriyle hitap ettiği biricik seveli.

Milena bir Kafka mütercimiydi. Tanışmalan da bu vesi­leyle olmuştu zaten. “Doğru erkek hiçbir zaman gelmedi” sö­zü, işte bu nedenle Kafka'yı da içine alıyor. İşin garibi Mile­na, doğru erkeğin gelmesini bekleyecek türden bir kadın ol­madı, olamadı. O hiçbir zaman doğruluk ile gerçeklik, sada­kat ile şefkat arasında yalpalamaktan kurtulamadı. İtiraf et­meli ki trajedisi herşeye rağmen kahramancaydı.

Son zamanlann hayhuyundan firsat buldukça araya sı­kıştırdığım kitaplardan iki tanesi Milena hakkındaydı.

İlki, yukandaki alıntının kaynağın olan ve Sıdıka Orhon tarafindan çevrilen Margarete Buber-Neumann'ın Milena (İs­tanbul, 1991) adlı biyografisi. Bu kitap, Kafka'nın Milena'ya yazdığı mektuplar okunmadan önce okunmalı. Çünkü yazan Kafka ve fakat yazdıran Milena.

İkincisiyse Kafka’nın Milena'ya yazdığı mektuplar. Mek- tuplannın önemli bir kısmını içeren Briefe an Milena Adalet Cimcoz tarafindan Sevgili Milena! adıyla Türkçe’ye çevrilerek 1961'de yayımlanmış, daha sonra bu çevirinin yeni baskıla- n da yapılmışa. Ben son baskısından okuyabildim.

Üçüncü kitap ise Kafka'nın Baha’ya Mektup adlı eseri ol­du. Kafka'nın babasıyla ilgili sorunlannın onun hayatını ne kadar derinden etkilediği bilinir. Bu çatışma en açık biçimde Kafka’nın babasına hitaben yazdığı ama asla kendisine gön­dermediği bu mektupta bütün aynntılanyla resmedilir. Tek kelimeyle dehşet vericidir. Üstelik bu dehşet o kadar yalın, o kadar kesin ve ince yargılarla resmedilmiştir ki okurun anla- tılanlann gerçekliğinden kuşkulanmaması imkânşız gibidir. Lâkin dehşet yine de anlatılanın değil, üslubun tevlid ettiği bir sonuç.

Milena'yla Kafka arasındaki yakınlığın nedenlerinden bi­ri de burada aranabilir; zira o da babasıyla arasında —sebep­leri farklı da olsa— büyük bir çatışma yaşıyordu. Ne yazık ki buradaki talihsizlik, Milena'nın Kafka'ya mektuplannın elde olmayışı!

Bir kız çocuğunun ya da bir kadının babasıyla çatışması, bir erkek çocuğunun babasıyla çatışmasından daha farklı. Erkek babasıyla çatıştığında, tabiatıyla erkekleri suçlayamı- yor, sadece babayı, hiç değilse kendi babasını suçlamak zo­runda kalıyor. Fakat bir kadının bu çatışmayı kolaylıkla “karşıt cinsler çatışması” na dönüştürmesi ne de kolay! Baba­ya dair şikâyetler —siz bir de buna kocadan şikâyetlerin ek­lendiğini düşünün— bir anda erkek cinsine dair şikâyetlere dönüşebiliyor. VE böylelikle “Erkekler, ah onlar insan değil­ler!" sözü haklılık kazanmış oluyor, tabii ki kendisine bir te­bessüm eşlik ediyorsa.

Söylesenize, bugüne değin hangi tebessüm aklı kışkırta­bilmiş?

kadın ve felsefe

— Kadınlar felsefe alarfında ne denli başanlı olabilirler?

Soru bu şekilde değil de şöyle sorulsaydı, pekâlâ kadınla­ra haksızlık edilmiş olduğu söylenebilirdi:

— Kadınlar bugüne değin felsefe alanında ne kadar başa­rılı oldular?

“Söylenebilirdi” diyorum; zira bugüne değin erkek ege­menliğinin muhtemel bir başanya engel teşkil ettiğinin öne sürülmesi mümkündür. Nitekim bu soru bağlamında Kadın Filozoflar adıyla Türkçe’ye çevrilen kalınca bir antolojinin sayfalannı kanştıracak olanlan büyük bir hayal kınklığının bekliyor olması da işin'cabası.

Kadın ile felsefe arasına mesafe koymak isteyenlerin bu mesafeyi biyolojik, bu görüşe karşı çıkanlannsa sosyolojik nedenlere dayadıklan malûm. Nitekim “Akademisyenliğe eğilimleri otan kadının genellikle cinselliğinde bozuk bir şey vardır” derken Nietzsche bu denli keskin ifadelerle dile geti­rilmiş kadın-karşıtlığını biyolojik nedenlerle açıklar.

Yakın tarihimiz açısından bakıldıkda ise bu sorun —umu­miyetle yapıldığı gibi— çağdaşlık-çağdışıhk ekseninde ele alınmış ve tabiatıyla ucuz bir popülizmin imkânlanndan bol­ca yararlanılmıştır.

Meraklıları için işte ilginç bir kesit:

Meşrûtiyet ve Cumhuriyet dönemlerinin kıymetli felsefe hocalanndan Babanzâde Ahmed Naîm'in (öl. 1934) kadın ve felsefe münasebetlerine dair kanaatlerinin pek müsbet ol­madığı bilinir. Bu hususta bizzat kendi talebelerinin tanıklık- lanna başvurmak ilginç olacak: Macit Gökberk (öl. 1993), Niyazi Berkes (öl. 1988) ve Belkıs Halim (öl. 1998).

önce Gökberk’e kulak verelim:

Şapka elinde gezer, derste başına siyah takke koyar, en­fiye çeker, kızlardan nefret ederdi. Beş kişiydik, dördü kız. Ben bazen geç kalırdım. ‘Macit nenlesin, haydi derse başlayalım!' derdi. Derse başlaması için sınıfta illâ erkek olacaktı, kızlara ders anlatmak ağınna giderdi. (1982)

Şimdi de Berkes'i dinleyelim:

Benim gibi erkek öğrencilere kızmazdı. Kız öğrencilere ifrit olurdu. O zaman her ders sonunda hocaya imzala­tılacak devam karnelerimiz vardı. Kız öğrenciler karne­lerini korka korka uzun kürsüsünün kenanna koyup öteki ucuna koşucular gibi koşarlar, karne yere düşme­den ele geçirmeye çalışırlardı. Hoca da hemen her defa­sında ‘Burada ne işiniz var? Felsefeden siz ne anlarsı­nız. Yann evleneceğiniz kocalannıza yemek pişirmesini öğrenin’ öğütünü vermeyi unutmazdı. (1997)

Belkıs Halim'in anlattıkları ise diğerlerinden daha farklı ve daha hakşinasça:

Bizden kimse bir şey beklemediğinden dalgamızı geçer, derslere çalışmazdık. Derslere girmek mecburiyeti vardı ama çoğumuz bunu ihmal eder girmezdik. Devam kar­nelerimiz vardı, bunlan eğitim üyelerinin imzalaması lâ­zımdı, ama ben Naim Bey’den başka —ki Metafiziği ve­rirdi— bir eğitim üyesinin bunu imzaladığını hatırlamı­yorum. Babanzâde Naim Bey de bana eski, alaturka bir adam gibi görünüyordu öbür hocalara göre. Tabii ki ar­tık o zamanlar ceköt pantalon giyiyordu fakat bende yaptığı tesir sanki üstünde cübbesi varmış gibiydi. (2000)

Galatasaray mezunu olan Babanzâde'nin kız ve erkek öğrenciler arasında bulunması gerektiğine inandığı mesafe­nin kadın ile felsefe arasında da bulunması gerektiğine ina­nıyor olmasının bugün için birçoklannca kabulü güç bir ta- assub göstergesi olarak algılanacağında kuşku yok. Fakat bir felsefeci olan Macit Gökberk'in hocası Babanzâde'yi kınama­sına rağmen kendisinin bu konuda açıkça kadın-karşıtlığı yapmış olmasına anlam vermek doğrusu pek o kadar kolay değil.

İsterseniz şimdi de Oya Baydar'ın Aydınlanmanın Işığın­da Üç Kuşak Gökberk Ailesnû tanıtırken Macit Gökberk'le eşi Zahide Hanım hakkında yazdığı kısa nota bir göz atalım:

1930 yazında iki genç Ankara'da ilk defe karşılaştıkla- nnda, felsefe eğitimi yaptığına mağrur delikanlı, o yıl Ankara Kız Lisesi’ni bitirmiş olan Zahide kendisinin de felsefe okumak istediğini söylediğinde, ‘Felsefe kadınla­ra göre değil, siz edebiyat okuyun’ demişti. Zahide iddi­alıydı, tartıştılar. Belki de Macit Gökberk’e inat Zahide 1930-1931 ders yılında Ankara’dan gelip İstanbul Da- rulfunûnu Felsefe Şubesi'ne yazıldı. (1998)

Bu kısa anektodlar aracılığıyla baştaki çetin suâli cevap­lamaksam yazının sonuna gelmiş oldum; ve sanınm böyle­likle sorunun Babanzâde gibi gelenekçi bir felsefe hocası ka­dar Gökberk gibi modemist bir felsefe talebesinden hareketle de tartışılabileceğine işaret edebildim.

kadın, felsefe ve ölüm

Theodor W. Adomo bir Alman yahudisi. Öyle ki Edmund Husserl, Ludwig Wittgenstein, Walter Benjamin, Jean-Fran- çois Lyotard, Jacques Derrida gibi ilk anda akla gelebilecek dindaşı düşünürler arasında çoktan yerini almış önemli bir fi­kir adamı. Avrupa Solu'nun tanınmış kalemlerinden. O ünlü Frankfurt Okulu'nun kuruculanndan. Kötü de olsa bir beste­kâr. Kötü bir bestekâr da olsa iyi bir müzik nazariyatçısı.

Müzik, dil, felsefe, estetik ve toplumbilim, civannda ka­lem oynattığı temel alanlardan. 23 ciltlik devasa bir külliya­tın sahibi. Kimilerine göre çağdaş bir düşünce ustası, büyük bir teorisyen, kimilerine göre bir revizyonist. Kendisi gibi bir Alman yahudisi olan edebiyat eleştirmeni Walter Benja- min’in hem talebesi, hem takipçisi, hem eleştirmeni. Diğer dostlan gibi, Benjamin'in umutsuzluğundan da, trajik ölü­münden de Max Horkheimer ve Gershom Scholem gibi biraz da o mu sorumluydu, orası meşkuk. (Bilhassa Benjamin- Adomo ilişkisi, üzerinde konuşulmaya değer; zira bu ilişki­nin serencamı da en az ikisinin ölüm biçimi kadar trajiktir.)

Adomo biraz da Avrupa'da sol'un iç çelişkilerini temsil eden bir isim. İtiban nisbeten azalan, azaldıkça, Frankfurt Okulu’nun “defvrimci pratiği” zayıflattığı suçlamalannı ce­vaplamak zorunda kalan, hatta son dönem kapitalist toplu­ma yönelttiği uzlaşmasız eleştirilerin çoğunun kendisine kar­şı söylendiğini işiten, en nihayet bu karşılıklı atışmalann odağına yerleşerek trajik bir ölümle hayata veda eden bir te- orisyen.

Bir defasında kendisini şöyle savunur:

Teorik modelimi inşa ettiğimde, insanlann bu modelimi molotof kokteylleri ile gerçekleştirmeyi isteyeceklerini tahmin edemezdim.

Ne var ki bu tür savunmalar muhaliflerinin kızgınlığını artırmaktan başka bir işe yaramaz ve eleştiriler ilginç bir pro­testoya dönüşerek Adomo’yu tam da kalbinden vurur.

İsterseniz, hikâyeyi Adomo adlı eserin yazan Martin Jay'in kaleminden okuyalım:

Nisan 1969’da militan bir eylem grubunun üç kadın üyesi Adomo’nun ders anlattığı sınıfa girip kürsüye çık­mış, soyunup göğüslerini açmış ve ona çiçekler, erotik okşamalar ve sıkıştırmalarla saldırmıştır. Cesareti kınl- mış, aşağılanmış bir halde dershaneyi terkeden Ador- no’nun arkasından öğrenciler haykınşlar halinde ‘Bir kurum olarak Adomo öldü!’ diye bağırmışlardır.

(...) Frankfurt’taki üzücü olaydan dört ay sonra, altmış altıncı yaş gününden bir ay önce, dershanedeki simge­sel Baba Katil (patricide) Adomo’nun kısa bir tatil için bulunduğu İsviçre’de gerçekleşmiş; kalp krizi geçiren düşünür burada ölmüştür.

Konu, gerekçe veya muhatap kim ve ne olursa olsun bu­rada inkân mümkün olmayan yegâne durum, protestonun böylesini anlamakta zihnin ziyadesiyle zorlanacağıdır. Sonuç ideolojik keskinlik ya da dangalaklık, vb. terimlerle adlandı- nlamayacak denli trajik değil mi? Hele hele bir zamanlann ünlü deyişiyle “devrimci pratiğin" bu görünürde kadınca mı, erkekçe mi olduğu belli belirsiz tezahürünün hiç değilse Kıta Felsefesi’nin tarihi bakımından biricikliği tartışma götürür ol­sa da.

Nedense aklıma Ortaçağ’ın ünlü isimlerinden Abelard ve tabiatıyla onun daha da trajik olan akibeti geliyor. Gerçekten onunki de —tıpkı Adomo’nunki gibi— bir mutsuzluk öykü­sü idi.

Suçun, o suçun işlenmesinden en çok zaran görenlerce tanımlanması bir haksızlık hiç kuşkusuz ki. Abelard’ın aki­beti nasıl ki onu cezalandıranlann (erkeklik iktidannı elinden alanlann) his ve düşüncelerini gözden kaçınyorsa, Ador- no'nun trajik akıbetinin de o üç kadın militanın esasta neyi amaçladıklannı anlamayı engelleyeceğinden hiç şüphem yok!

Farklı düşündüğünü iddia edenleri nazar-ı itibara alarak sorayım o halde:

— Sizce o üç kadın militan-niçin böyle bir eyleme ihtiyaç duymuşlardı ve bu eylemle gerçekte neyi amaçlamışlardı?

Tabii bir de ipucu: Bu soruyu ancak bir kadın doğru dü­rüst cevaplayabilir.

kadının aritmetiksel analizi

Johannes Kepler adını sanınm pek duymayanımız yoktur. Kendisi XVII. yüzyılın ünlü matematikçi ve astronomlann- dan biriydi. 27 Aralık 1571’de Almanya’nın Weil der Stadt şehrinde doğan, 15 Kasım 1630’da ise Regensburg’da ölen bu bilimadamı —tamamlamamış olmakla birlikte— ilahiyat eğitimi almış, ilk kitabı Mysterium Cosmographicum henüz 26 yaşındayken Tübingen’de basılmıştı. O devirde bitmek bilmeyen Katolik-Protestan çatışmasından ziyadesiyle etkile­nen Kepler, 1600’da Tycho Brahe ile tanışmış, bu ünlü göz­lemcinin ölümünden sonra da onun halefi olmayı başarmış­tı. Artık Prag’taki II. Rudolf un “İmparatorluk Matematikçisi” oydu. Nitekim o da sorumluluğunun gereğini yerine getirip kralın adıyla anılan tartışmalı Rudolf Cetvellerini Aralık 1626-Eylül 1627 tarihlerinde Ulm’da yayımladı.

16O5'te Mars'ın yörüngesinin oval olduğunu keşfeden Kepler kendi adıyla anılan üç de yasa vaz etmişti. İlk iki ya­sası şöyleydi:

1)   Bütün gezegenler, odaklanndan birinde Güneş'in bu­lunduğu elips biçimli yörüngeler üzerinde hareket eder.

2)   Bir gezegeni Güneş’e bağlayan doğru parçası eşit za­man aralıklannda eşit alanlar tarar.

XVII. yüzyılın sonlanna doğru Isaac Nevvton'un çalışma- lanyla Keplerin üç yasasının gerekliliği anlaşılmış ve New- ton Fiziği her ne kadar Kepler’in Gök-Fiziği anlayışından farklıysa da bu yasalar Newton tarafindan Güneş sisteminin dinamiklerini tanımlamada kullanılmıştı.

3 Temmuz 1611'de eşi Barbara ölünce yalnız kalan ve çocuklanna bakacak bir kadına da ihtiyaç duyan Kepler için uygun bir aday bulmak büyük bir sorun halini almıştı. Öyle ki gezegenler kuramı konusunda yıllarca süren çalışmalannı “Mars ile mücadele” olarak adlandıran bu bilimadamının zih­ninde bu sefer adaylardan birini seçmek konusunda benzer bir mücadele başlamış oldu.

Integral hesabının gelişimine büyük katkılarda bulunan bu büyük zekânın eş arayışını matematiksel bir sorun haline getirmesi şaşılacak bir durum olmasa gerek. Nitekim Kep­ler’in eş arayışının eğlenceli hikâyesini öğrenmek için bir ar­kadaşına yazdığı mektubun özetine şöyle bir göz atmak bile yeterli olacaktır şanınm.

1 Numara kendisinin ve kansının Prag'dan tanıdığı, ka- nsmm ölmeden önce Kepler'e onu tavsiye ediyormuş iz­lenimini verdiği bir duldu. [Kepler kadını yıllar sonra çe­kici bulmadığı ve nefesi pis koktuğu için istemedi.] Ka­dının kızlanndan birinin zaman içerisinde 2 Numara ol­masıyla işler kanştı ve biraz da yakışıksız bir hal aldı. Bu olasılıkların dışında bir de çekici ve çocuklarla iyi anla­şan biri olan Bohemyah bir dul, 3 Numara vardı. [Bu ev­liliğin olmasını engelleyen ciddi engeller zuhur etmişti.]

Liste Linz’teki saygın bir aileden gelen, çekici, atletik yapılı 4 Numarayla devam etti. Kepler'in aklı 5 Numara ile meşgul olmasaydı iyi bir çift olabilirlerdi. 4 Numaray­la karşılaştınldığında 5 Numara o kadar saygın bir aile­den gelmiyordu, daha az mülkü ve daha küçük bir çe­yizi vardı. Ama ciddiyeti, bağımsızlığı ve herşeyin öte­sinde sevgisiyle ve Kepler'in onun alçakgönüllülüğüne, tutumluluğuna, çalışkanlığına ve üvey çocuklara olan sevgisine olan güveniyle öne çıkıyordu.

Kepler herşeye rağmen 3 Numarayla evlenip evlenme­mek konusunda tavsiye beklerken bocalıyordu. Ondan vazgeçtiğinde tekrar 4 Numarayı düşünmeye başladı ama bu arada 4 Numara beklemekten bıkmış ve başka biriyle nişanlanmıştı. 5 Numara da cazibesini yitiriyor­du. 6 Numaranın belli bir asaleti vardı ama olgun değil­di ve muhtemelen kibirliydi. 5 Numaradan vazgeçtiği için kendisini beceriksiz hisseden Kepler ona döndü. Ama o zaman da kadının sıradan biri olmasından kay­gılanan arkadaştan soylu bir kadın otan 7 Numarayı tavsiye etti. İyi bir adaydı ama Kepler karar veremedi, bu yüzden kadın onu reddetti.

İmparatorluk matematikçisinin kur yapmaktaki becerik­sizliği de sürüyordu

8 Numaranın Kepler'in cemaatten dışlanmış olmasına bağlı tereddütleri vardı. 9 Numara ise akciğerlerinden rahatsızdı. Kepler bunu öğrenince kadına bir başkasına âşık olduğunu söyledi. 10 Numara çirkin ve öyle şiş­mandı ki Kepler insantann görünüş bakımından bu ka­dar zıt olmalanna güleceğinden korktu. Son olarak 11 Numaralan uzun bir bekleyişten sonra vazgeçti, çünkü kadın çok gençti.

5 Numara uzun süredir akimdaydı. Cesaretini toplayıp ona geri döndü, evlenme teklif etti, o da kabul etti.'

Kepler için kadın sorununu süreksiz niceliğin, yani arit­metiğin konusu haline getiren en önemli olay, yukandaki alıntıdan da anlaşılacağı üzere eşinin vefat etmesiydi. Önün­de çok sayıda aday belirivermişti ve problemin sayısal karak­teri de ister istemez çözüme aritmetiksel bir nitelik kazandı- nvermişti.

Burada bilimadamlannın cevabım bulmalan gereken te­mel soru ŞU:

— Kepler bugün yaşasaydı, acaba sorunu sürekli niceli­ğin, yani geometrinin konusu haline getirmeyi başarabilir miydi?

Hiç sanmıyorum; zira sürekli nicelik ancak çağdaş femi­nizmin çözebileceği bir problem.

’ James Voelkel, Johannes Kepler: Yeni Gökbilim, s. 81-82, Ankara, 2002

kadınlar niçin kendilerini özlemezler?

imalar çokluk ya anlaşılmaz —ki bu durumda o îmalann sahibi kendini şanslı saymalıdır— ya da yanlış anlaşılır. De­ğil sıradan insanlann, bilâkis okuyan, düşünen, dünyayı an­lamaya, kavramaya çalışan kimselerin dahi ne yazık ki en son ziyaret edecekleri adres kendi evleri olageldiğinden, in­sanoğlunu kendini ziyarete davet etmenin ne güç bir iş oldu­ğunu bilmez değil isem de bizzarure bazen bu konularda bir şeyler söylemek küstahlığında bulunmaktan kaçmamam; ta­biatıyla böyle durumlarda da anlamın haşmeti karşısında lâ- fiz büzülmedikçe söylenmek istenen söylenemez olur.

Anlayacağınız, dilin temel anlam gövdelerine yaslanma­nın doğuracağı sakıncalardan kaçınmak amacıyla sık sık yan anlamlann, îmalann ve mecazın sırlı gölgeliklerine sığınmak, sözü pornografinin (teşhir’in, gösteriş’in) sokaklannda do­laştırmaktan haya eden bu acizin bulabildiği yegâne tedbir niteliği kazanıyor.

“insanın kendini özlemesi” türünden gölgelikler altında kendi kendime konuşurken bazılarının bazen sayıltılanmın kendi sayıltılanna karşılık geldiğini söylemelerini ve dahası lütfedip beni de bundan haberdar etmelerini hiç umursamı­yor değilim; bilâkis kendilerine müteşekkirim. Müteşekkirim, çünkü bu kimselerin yaptığı, sadece, ömrü boyunca —Al­man düşünür Emst Jünger’nın İslâm irfanından edinebildik­leri bağlamında haline en uygun gördüğünü söylediği— şu kelâm-ı kibarın ikinci mertebesinde kalmak için çaba harca­yan birini cehaletinden medet ummayı sürdürmeye teşvikten ibaret:

1. Bir kimse bilmiyor ve bilmediğini de bilmiyorsa o bir ah­maktır. Ondan uzak dur!

2. Bir kimse bilmiyor ve fekat bilmediğini biliyorsa ondan iyi bir talebe olabilir.

3. Bir kimse biliyor, lâkin bildiğini bilmiyorsa, hocalığa ka­biliyeti var demektir.

4. Bir kimse biliyor ve bildiğini de biliyorsa o bir Peygam­berdir. Onu izle!

Bazen ya doğrudan veya dolaylı olarak aldığım kimi tep­kiler de var ki bazıları sayıltılanmı izlemeye değer bulurlar ve fakat içeriğini değersiz bulduklannı saklamazlar; bazdan ise, değil ne demek istediğimi, ne dediğimi dahi anlamadıktan halde ve tabiatıyla anlamadıklanndan ötürü, bana kimi za­man kanaatlerini, kimi zaman da haddimi bildirmeyi hususî bir vazife addederler.

Haddini bilmeyi önemseyen benim gibi birine doğrudan ya da dolaylı olarak haddini bildirmeye çalışan bu son sını­fın üyelerinin davranışlanna “Acaba harekete sevketmek amacıyla mı beni böyle itip kakmaya çalışıyorlar?" diye dü­şünüp tahrik (harekete geçirme) gibi müsbet bir anlam ver­mek suretiyle kendimi iknaya uğraşsam dahi, sürat-i intika­li zayıf biri olduğumdan olsa gerek, nadiren bu tahriklerin in­citmek amaçlı olabileceğini düşünmekten de kendimi alamı­yorum; hele hele bir de gıyabımda olursa.

Sözgelimi yazar bir hanım okurum şöyle soruyor:

Aşk yazılan yazmak niçin eski devrimcilerin, erkeklerin ve paçayı düzeltmişlerin tekelindedir? Ben bir kadın ola­rak niçin kendimi bir türlü özleyecek kadar büyüyeme- mekteyim?

VE hemen ardından da cevap veriyor:

Bizim buralarda kadınlar hep çocuk olarak kalacaklar!

Kadınlann, bilhassa Islâmcı olanlanmn konumunu açığa vurma sadedinde söyledikleri ise kısaca şöyle:

Kendini özleyebilmek için önce ben olmak gerekir de­rim. Ben hiç ben oldum mu ki kendim olmayı özleyip hatırlayabileyim?!? Sizin o muhteşem uğultusunun içinde zavallı gölgelerden heyecanlı, saf ve inançlı bir gölge, ama biri olduğumu düşünüyorum.

Yazılanın hakkında başkalannın yoıumlanna müdahale etmeyi ilkece hoş bulmamakla birlikte şu kadannı söyleme­me müsaade edilsin ki insanın kendini tanımak, kendini öz­lemek konusundaki gayretsizliği (varoluşsal gafleti) sorunu­nun kadın-erkek ayranından hareketle ve üstelik böylesi bir üslubla tartışılmak istenmesine, sararan düşüncelerimi ifade etmekteki beceriksizliğim bile el vermez!

kökü eşeleyen sorular sormalı

Beşer doğmanın zarurî, insan olmanın ise ihtiyarî bir ni­telik taşıdığı dikkate alındıkda, olmak için yola düşmek ba­kımından öncelikle sadece şuurlu bir yönelmenin, güçlü bir niyet ve gayretin gerekli olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim “insan olmak” tabiri halkımız arasında “adam olmak” tabi­riyle ifade edilir ki burada adamlık’ın erkeklik ile bir alâkası olmayıp “Âdem olmak” ve/veya “Âdem haline gelmek” de­mektir.

Adam sözcüğü Âdem’den galat olup Âdem de tbranice ecömden gelir ki kök anlamı itibariyle çamur, toprak, vb. an­lamlan vardır. Hz. Âdem ise hem özel isim olarak, hem de Hz İnsan mânasında mecazen kullanılır.

“Âdem olmak” ve/veya “Âdem haline gelmek” ifadeleri­ni doğru anlayabilmek için insanın iki öze, iki cevhere sahip olup bu iki cevhere nisbetle hayvan-ı nâtık (animal rationa- le) şeklinde tanımlandığını, kabaca anlam verilirse bu tarifin “dûşûnen/konuşan canlı" şeklinde açıklanabileceğini hatırla­mak gerekir. Bilineni tekrarlamak pahasına söyleyelim ki hayvan sözcüğü halk arasında umumiyetle kedi, köpek gibi behşim karşılığında da kullanılageldiğinden, âlim ve arifleri­miz, yanlış anlamalara yol açan hayvan sözcüğü yerine be­şer ve tabiatıyla nâtık sözcüğü yerine de insan sözcüğünü ikame etmişlerdir ki böylelikle nefs-i nâtıkayı (insanı) mese­lâ nefs-i nebatî ile nefs-i hayvanîden ayırmak kolaylaşmış­tır. [Kur’an’da Efendimizin (s.a) muhataplanna “Ben de si­zin gibi bir beşerim” dediği ve fakat asla “Ben de sizin gibi bir insanım" demediğine dikkat edilmelidir. Arapça’da beşer sözcüğü “çamurdan, topraktan yapılmış heykel” anlamına gelir.]

Kısaca beşeri insan kılan ve dahi, insan haline getiren bu öze, yani bu beden’in akıllı (nefs-i nâtıka sahibi) olmasına telmihen akıl semâ’ya, beden arz’a nisbet edilir ve insanın süfli (bedenî) hassalan beşeriyetinin, ulvî (ruhî) hassalan in­saniyetinin bir eseri olarak kabul edilir. Nitekim “nefes-i Rahmanı”, “nur-ı akl", “akl-ı İlâhî’ vb. terimler insanın hep bu zaviyeden yorumlanmasıyla ortaya çıkan adlandırmalar­dır. (Burada nefc-nefes bağıntısına dikkat edilmeli!)

Beşeriliğin niçin zarurî, insaniliğin ise tam da aksine neden ihtiyarî olarak nitelendiği artık açıklık kazanmış ol­malı.

Hepimiz beşer olarak doğanz ama zihnimizi, aklımızı fa­al hale getirdiğimizde ancak, insan olmaya başlanz. İnsan olmak ahlâk sahibi olmak demektir ve yeryüzünde ahlâk sa­hibi tek canlı insandır. Çünkü idrak sahibi tek canlı odur. Ni­tekim Türkçe’de ahlâksız bir kimseye hayvan dendiğinde, o kimsenin akletmediği ve bu yüzden o ahlâksızlığı yaptığı kastedilir; yani “Akletseydin, seni diğer hayvanlardan ayıran yetini/aklını/düşünceni kuvveden fiile geçirseydin bu ahlâk­sızlığı yapmazdın" denmek istenir.

İnsanın kendini tanıması, kendini araması, kendini özle­mesi biraz da onun onu insan kılan, ilahi kılan özünü tanı­ması, araması, özlemesi demektir. Hak ya da batıl bütün din­lerin ve felsefelerin en temel iddiası, insanın bu arayışına (doğru ya da yanlış) bir cevap teşkil ettikleri noktasındadır. Bu bakımdan gaflet, insanın insanlığından gafletidir!

İMDİ tam da bu noktada soralım bakalım: Bu meselenin kadın ya da erkek sınıflanyla alâkası nedir?

İşbû noktada söylenebilecek yegâne şey, insanın gafleti­ne yol açan etmenler nasıl her ferde göre bazı farklılıklar ar- zedebilirse, gaflet uykusunun sebepleri niceyse, kadın ile er­kek sınıflanna mahsus gaflet nedenlerinin de bazı yönlerden farklı olabileceğidir.

Farklılık sebeplerin tezahüründe olup esasa ilişkin değil­dir. Bu bakımdan erkekler gibi kadınlar da “Hiç kendinizi öz­lemiyor musunuz?" sorusunun doğrudan muhatabıdırlar. Çünkü Hıristiyan dünyasında bilinen en çarpıcı soru (Quo vadisT) nasıl ki kadın-erkek aynmını ciddiye almazsa, Kur’an’ın aynı anlamı taşıyan “Eyne tezhebûne?” (Nereye gidiyorsunuz?) şeklindeki başat sorusu da asla kadın-erkek ayınmı yapmaz.

Kadının da, erkeğin de hem mahiyeti, hem hakikati aynı­dır: insan. Varoluşsal her hitabın, kökü eşeleyen her sorunun muhatabı ne tek başına kadın, ne de tek başına erkektir; sa­dece ve sadece insandır.

Sözün özü şu-. Modem kadına kendini özleme, kendini arama yetisini kaybettiren, onu “Nereye gidiyorsunuz?" hi­tabını önemsemekten alıkoyan en önemli müsekkinlerden biri, kadını insanlığından önce kadınlığından etmeyi amaçla­mış olan düzeysiz feminizmdir; tıpkı Islâmcı kadınlan kendi­lerini özlemekten alıkoyup onlan uykulara salan aldatıcı par­lak müsekkinler gibi.

Oysa bir zamanlar edeb ne de büyük bir imkândı kadın- lanmız için!

kadın göze el verirse

Kadınlar doğaları gereği beğenilmekten hoşlanırlar. Çün­kü ayırdedilmek, farkedilmek, dikkat çekmek isterler.

Peki erkekler istemezler mi? Ayırdedilmek, farkedilmek, erkeklerin yabancısı olduklan bir duygu mudur?

Elbette hayır! Kadınlar gibi erkekler de beğenilmekten, ayırdedilmekten, farkedilmekten hoşlanırlar. Ancak burada öncelikle cevabının verilmesi gerekli olan suâl şudur: “Han­gi yönleriyle?”

Evet, erkekler ve kadınlar hangi yönleriyle beğenilmek ve farkedilmek isterler?

Beğenilme isteğinin dışavurum tarzının, sadece istek sa­hibi cinsin tercihleriyle değil, aynı zamanda bu hissiyata kar­şılık vermesi beklenen cinsin tercihleriyle de alâkalı olduğu unutulmamalıdır; yani beğenilme arzulu, beğeni sahiplerinin dikkatini çekmek demek olduğu kadar, beğenilme arzusunun dışavurumu da beğeni sahiplerinin beklentileriyle şekillenir. O halde hiç tereddüt etmeksizin, “Kadınlar hangi yönleriyle beğenilmek isterler?" suâlinin, esasen, “Erkekler kadınlan hangi yönleriyle beğenirler?” suâliyle aynı cevabı aradığını söyleyebiliriz. Başka bir deyişle güzel görünmek kadar, gü­zel görülmek ister kadın.

Güzel sözcüğünün aslı gözerdir; yani göze hitab eden. Her ne göze hitab ediyorsa, ancak süreriyle hitab eder; zira gözel göz’e süreriyle el verir; sürerinin uyumuyla gözün dik­katini çeker; güzelliğini göze uygunluğundan alır. Bu neden­le sanat eseri göze hitab ediyorsa, geometrik ise, mekânday­sa, mekânla alâkalıysa güzeldir.

Diğer duyulann edimleri için başka sözcükler kullanmak titizliğini gösteremeyenlere sözüm yok! İşitilene de, tadılana da, koklanana da, dokunulana da toptan güzel denildiğini bilmez değilim. Ancak bu durumda sözcük mecazî anlamıy­la kullanılmış olur, hakikî anlamıyla değil Bazılan sözgelimi “Ne güzel bir koku!" diyebilirler; fakat biz onlann “Ne hoş bir koku!” demeye çalıştıklannı farketmeliyiz; tıpkı “iyi-kötü”, “faydalı-zararlı", “doğru-yanlış” yerine “güzel-çirkin”in ha­talı kullanımlannda olduğu gibi.

Güzel sözcüğü bilhassa kadınlar için kullanılır ve tabiatıy­la kadınlann güzelliğinden sözedilir. Farketmek, ayırdetmek, dikkat etmek edimlerinin herşeyden evvel sûretlere (güzelli­ğe) yüneldiği malûmdur. Önce sûretler farkedilir; bunu çok iyi bilir kadınlar. Çirkin kadın güze el vermez, güzün dikkatini çekmez; hiçbir kadın çirkin gürünmek ve gürülmek istemez.

Farsça kükenli bir süzcük çirkin. “Güze hitab etmeyen” demek; “pis ve kirli olan, güzel olmayan” demek. (Erkekler boşuna “Hiçbir kadın çirkin değildir” demiyorlar.)

Hal büyle olduğu içindir ki umumiyetle kadınlar farkedil- mek, ayırdedilmek, beğenilmek istediklerinde üncelikle güze hitab etmek isterler; güzellikleriyle dikkati çekmeye çalışırlar; süslenmeye düşkünlükleri de bundan. Çünkü süslenmek, ta­kınmak, takıştırmak kadınlann şiânndan. Göze hitab etmeyi isteyen her kadın kendisini (süratini) göstermekten, yani gö­ze hitab edecek, gözün dikkatini çekecek sürati almaktan as- lâ kaçınamaz. Kadın göz-el olmak için güzelleşmek, herşey- den önce kendisini güzelleştirmek zorundadır; yaşı, eğitimi, kültürü ne seviyede olursa olsun, hangi ırka, hangi dine, hangi coğrafyaya mensup bulunursa bulunsun bu böyledir.

Kendisini saklamak, göstermemek, göze hitab edemez hâle gelmeyi (çirkinleşmeyi) istemek kadının bizâtihi doğa­sına aykındır; nefis kendi başına bırakıldığında örtmek/kapa- mak değil açmak-, gizlemek/saklamak değil göstermek ister; ne kadar mümkünse o kadannı teşhir etmeye meyleder.

Modem kadın özgürleştikçe, yani özüne, doğasına, nefsi­ne bırakıldıkça açılıyor, teşhir ediyor; göze hitab etmek, gö­zün dikkatini çekmek için elinden geleni yapıyor; öyle ki sa­dece süslenmekle, takınmakla, takıştırmakla yetinmiyor; do­ğal süsleriyle ortaya çıkıyor; mümkün olabildiği ölçüde bede­nini gözler önüne seriyor. Çünkü karşıt cinsin kendisinden bunu talep ettiğini, ancak böyle yapmakla göze gireceğini bi­liyor; beğeninin biçimi sadece beğenilenin tercihiyle değil, beğenenin talebiyle de belirleniyor.

Bu açıklamalardan anlaşılmış olmalı ki burada doğa ve özgürlük sözcüklerini mutlak ve olumlu anlamda kullanmı­yorum. O halde bu negatif anlama bağlı kalarak, “Örtünmek kadının doğasına aykındır; zira kadın, doğası gereği açılmak, teşhir etmek ister" denilebilir.

O halde şimdi tam da şu suâli sormanın zamanı:

— Modernliğin ahlâkı kadını özgürleştirmekle, kadını do­ğallığına geri döndürmekle iyi mi yaptı? Başka bir deyişle, doğal olan iyi olan mıdır?

lyi-kötü terimlerini ahlâk alanıyla sınırlandırdığımız ve hiçbir aklî ve olgusal önermenin kendisinden iyi ya da kötü şeklinde bir değer hükmünün (ahlâk yargısının) çıkarama­yacağını kabul ettiğimiz takdirde, doğal olanın kendi doğallı­ğından kaynaklanan bir iyi’den veya kötü'den de söz ede­meyiz. lyi-kötü doğal olanın “kendisinden elde edilen" değil, bilâkis doğal olana “dışandan yüklenen" yargılan temsil eder. Kısacası dogmatiktir.

Dinler —kadın ya da erkek— inşam kendi doğasına, ken­di doğallığına bırakmadığı gibi, onu aklının ve tecrübelerinin neticelerine de teslim etmez; akıl insana —terimleri yerli ye­rinde kullanmak kaydıyla— doğru ile yanlışı, tecrübe ise fay­dalı ile zararlıyı gösterebilir ancak. İyi ile kötüyü öğretecek olan dindir. Djn, insanı terbiye etmeyi üstlenir; ona neyin iyi, neyin kötü olduğunu Söyler. Binaenaleyh kadın doğası gere­ği açılmak isterken, din ona örtünmeyi öğütler.

Modernlik ise kadını özgürleştirmekle, göz-önüne çıkar­makla, güya ona kendi doğallığı içerisinde harekeletme hak­kı vermekle, aslında kadına dilediğince nefsinin peşinden gi­debilmesinin yollannı açtı. Bu süreçte modem kadın özgür­leştiğini düşünürken nefsinin esiri oldu Öyle ki artık modem erkek kadınlaşırken, modem kadın erkekleşiyor-, doğurganlı­ğını kaybettikçe yaratıcılığını da kaybediyor. Ne yazık ki müslüman kadınlar da. Çünkü onlar da artık babaanneleri gi­bi olmak istemiyorlar.

“Erkek gibi” davranmanın erkekler için zâtı, kadınlar için ânzî olduğu kavranamadıkça, kadınlar erkekleşerek göze el vermeyi sürdürecekler.

Oysa gerçek güzellik bu değil!

modern kadın niçin aş eremiyor?

Kadîm dönemlerde sözcüklerin veya dilin kökenine in­mek ile hakikata ulaşmak arasında fark yoktu. Nitekim bizim dil geleneğimizde ilm-i iştikak olarak bilinen bilim dalına Grekler etimoloji adını vermişlerdi. Etimoloji etimostan gelir. Etimos ha/dkardemektir. Dolayısıyla etimoloji’yle uğraşanlar sözcüklerin kökenine inmekle aslında hakikatin kökenine de inmiş olacaklannı varsayıyorlardı. Çünkü dilin düşünceyle, düşüncenin de varlıkla mutabakat halinde olduğuna inanı­yorlardı. Modem dil anlayışı dili nedensiz kabul ettiği için, dil ile varlık arasındaki irtibatı hakikî olarak nitelemez. Bu yüz­den modem insanın nazarında dil saymacadır, itibarîdir; ha­kikate delâlet etmez. Oysa bir ara yol bulmak imkânı vardır. Çünkü modem dil teorileri içerisinde dil analizinin veya söz­cüklerin kökenine inmenin o dilin anlam dünyasını, dünya­yı kavrama biçimini yansıttığı reddedilmiyor. Nitekim bizim dil geleneğimizde de vücud-i hattî’nin vücud-i lisanî’ye (sim­gelerin sözcüklere), vücud-i lisanî’nin vücud-i zihnfye (söz­cüklerin kavramlara), vücud-i zihnî’nin ise vücud-i aynî'ye (kavramlann nesnelere) delâlet ettiği, bir diğer deyişle söz­süz simgelerin dile, dilin düşünceye, düşüncenin ise varlığa işaret ettiği kabul edilirdi. Bu anlayış sözlü ve sözsüz delâle­ti bir uylaşımın veya uzlaşının sonucu olarak telakki ediyor ve dolayısıyla yazı ile sözün toplumdan topluma değişebile­ceğini bir ilke olarak öne sürerken kavramlan ve nesneleri toplumsal uylaşımla irtibatlandırmaktan kaçınıyordu. İlk iki mertebe toplumsal iken, son iki mertebe evrensel idi.

Şimdi biz işbu hakikat anlayışından hareket edecek ve sözcüklerin elbiselerini üzerinden çıkanp ne tür bir kavrayı­şa delâlet ettiklerini görmeye çalışacağız.

Erkek sözcüğünün güç, kuvvet, iktidar anlamlanna gelen erk’ten geldiği söylenir ve erkeğin “iktidar sahibi" demek ol­duğuna inanılır. Oysa bu sözcüğün bir kök sözcük değil de, türemiş bir sözcük olduğunu kabul edersek henüz kökene inememiş olduğumuzu da kabul etmemiz gerekir. Erk’in kendisi de türemiş bir sözcüktür ve er’den gelir. Sanırım “er kişi” deyişini hepimiz biliriz. Demek ki sıralama şöyle: erkek- erk-er.

Peki ‘er’ nereden geliyor? Elbette ermekten. Eren, yani ermiş, olgunlaşmış, bâliğ olmuş kişiye ‘er’ veya ‘ergen’ de­nir. Kalben olgunlaşana ermiş, aklen olgunlaşana er, bede­nen olgunlaşana da ergen denir. ‘Alperen'deki eren üç anla­mı da kapsar. Hukuk kadın-erkek ayırmaksızın “akit ve ba­liğ” olan kimseleri sorumlu tutar; yani er ve ergen olanlan, zihnen ve bedenen olgunlaşmış sayılanlan. Ermişler (!) ise aslâ hukukun konusu değildir.

Sözcüğün anlamını iyi kavrayabilmek için karşıtının ne olduğunu da bilmemiz gerekir. “Er kişi” kavramının karşıtı kız veya kadın değil; bilakis çocuktur; yani er olan kişi, ak­len ve bedenen çocukluktan kurtulan kişidir. Nitekim bu an­lamıyla “er, eren, ermiş, ergen" sözcükleri, olgunlaşmış kız­lan veya kadınlan dışanda bırakmıyor. Kadınlar için de “er kadın”, “erkek gibi kadın” tabirlerinin kullanıldığı malumdur.

Erkek sözcüğünün aynı zamanda güç, kuvvet ve iktidar (=erk) sahibi kimselere delâlet etmesi ise, kuvvetin zamanla bedenî kuvvetlere tahsis edilip iktidann kas kuvvetine bağlı kılınmasındandır. Çünkü yönetmek, aklen, zihnen, kalben olgunlaşanlann, yani erenlerin, ergenleşenlerin, ermişlerin işidir. (Burada Platon'un bilge-kral deyişi hatırlanabilir.) Ka­dim dönemlerde erkeğin erkekliğini (güç ve iktidannı) sade­ce aklının, zihninin gücüne değil, kaslannın gücüne de borç­lu olması, iktidann sadece müzakere masalannda değil, aynı zamanda savaş meydanlannda da elde edilmesi, sözcüğün sadece kas gücüne delâlet eden tarafını öne çıkarmıştır. Bu­gün nasıl erk (kuvvet) denilince kaba kuvvet, bedenî kuv­vet, kınaca kas kuvveti anlaşıhyorsa, erkek denilince de kas­tan güçlü olan, maddî ve bedenî güçlere sahip olan kişi akla gelmektedir. Nitekim ‘er'in asker anlamına gelmesi de bu yüzden.

Ben kadınların erkekleştiğini söylemekle onlann sadece sakal bıraktıklannı söylemiş olmuyorum; erkekliği tıpkı çoğu erkek gibi sadece bedenî erk'e hasrettiklerini de îma etmiş oluyorum. Kadınlann kadınlıklarım kaybedip dişileşmelerine işaret ederken de kastettiğim aynı şey aslında. Erliği, erk'i bedenî iktidardan ibaret gören erkekler kadınlan nasıl salt bi­rer dişi olarak algılıyorlarsa ve algılamak zorunda kalıyorlar­sa, erlikteki, erenlikteki, ergenlikteki, erkeklikteki erki, bede­nî erke tahsis eden kadınlar da aynı hatayı işliyorlar ve er­memiş erkekler onlan nasıl görmek istiyorlarsa kendilerini o

hâle, yani salt birer dişi haline getiriyorlar. Kısacası iki taraf da çocukluk yapıyor, çocuk gibi davranıyor.

Ermek, er, ergen, ermiş olmak, kısacası olgunlaşmak sa­dece bedenî yetilerimizi değil, aklî ve kalbî yetilerimizi de ol­gunlaştırmakla, kemâline erdirmekle mümkün olabilecek­ken, modem insan, o İnsanî özünde saklı kendini bilme-ta- nıma yetisini köreltiyor; kendisini düşünmenin değil, sadece bedenî duygulann, idrakin değil ihsasın konusu kılmayı ma­rifet biliyor.

Kadın sorunu düşünmenin ışığında durmaya tahammül ederse, belki o zaman kadın aracılığıyla hakikatin kapışım tıklatmak imkânını elde edebiliriz. Aksi takdirde çocuklaşmış ergenler arasında kaybolup Hz. İNSANı asla bulamayacağız demektir.

erkekler kazaklaştığı için kadınlar erkekleşir

Aklen olgunlaşana er, bedenen olgunlaşana ergen ve kal­ben olgunlaşana eren veya ermiş dendiğini söylemiştik.

Kimse bilfiil Hz. İnsan olarak doğmaz, bilâkis herkes bil- kuvve Hz. İnsan olarak doğar ve çabalar, gayret ederse, da­hi nasibi varsa belki o takdirde Hz. İnsan olmayı da başara­bilir. Hikmet sevgisi, bizlere esasen Hz. İnsan olmak konu­sunda içimizde duyduğumuz iştiyakın bir ikramıdır. Hikmeti sevmek, biraz da kendimizi sevmek, ellerimizi kendi başımı­zın üzerinde gezdirip kendi ellerimizle kendi saçlanmızı ok­şamak, İnsanî özümüze özen göstermek, onu beslemek, ko­rumak ve kollamak demek değil midir?

İnsan kendisini farkedince, kendini özlemeye başlayınca kendisine kendisinde yer açmaya başlar; böylelikle ergenle­şir, erer, er olur, eren olur, ermiş olur; olgunlaşır yani. Olgun­laşmak yerine çocuk kalırsa ve tabiatıyla bedenen, aklen, kalben etmeyip, ergenleşmeyip özünü gürleştirmez ise ne olur? Kur'an’ın adlandırmasıyla bel-hum-adall o\ur, hayvan­dan daha aşağı bir mertebeye iner; zira kendi özüne yönel­mediği, o özü ortaya çıkarmadığı takdirde hayvanların yapa- madıklannı da yapar hale gelir.

Erkeklerin önündeki engeller ile kadınlann önündeki en­geller hiç kuşkusuz ki kendilerine özgü sebeplerden kaynak­lanıyor. Öyle ki erkekler kazaklaşınca mecburen kadınlar da erkekleşiyor. Kadınlann erkekleşmesini marifet bilmek, an­cak kazak erkeklere mahsustur; zira kadın, ancak erkeği or­tada olmadığında, yani kazaklaştığında mecburen erkekleşir.

Peki o halde şu kazak sıfatının nereden geldiğini merak etmemiz gerekmiyor mu?

Ortaasya steplerinde dolaşan kazaklardan mı? Bu takdir- de’onlara niçin kazak dendiği sorusu önümüze gelir.

Üzerimize giydiğimiz kazaklardan mı? Sanınm böyle dü­şünenler, kazağı değil, sadece dik yakalı kazağı akla getiri­yor olmalı.

Sözcükte gizlenip bize tebessüm eden şu kavramı bir de biz açığa çıkarmayı deneyelim, bakalım becerebilecek miyiz?

Kazak sözcüğü gezekin bozulmuş halidir ve bugün anla­şılanın aksine sert erkek, maço erkek değil, aksine gezen, yani serserilik yapan, başıboş dolaşan, sorumluluklannı ye­rine getirmeyen erkek demektir. Steplerdeki kazaklara bu adın verilmesi nizam altına girmemeleri, Ruslann onlan bir türlü zabt u rabt altına alamamalanyla alâkalı değil mi? Tam da burada gezen’den gezeğin (kazağın) mukim ve sâkin ol­mamakla, meskende durmamakla, —hatta bir adım daha gi­delim— yürüklükle irtibatını kursak sözcüğü çok mu zorla­mış oluruz?

Acaba şu üzerimize giydiğimiz kazaklara bizi soğuktan koruduktan, ısıttıktan, himaye ettikleri için bu ad verilmiş ol­masın? Öyleyse “kazak erkek" deyişi, Türkçe’nin o bildik ters anlam verme mantığına uygun olur; tıpkı ihtiyarlara ta­ze, genç anlamında ‘yaşlı’ denmesi gibi. Fakat biliyoruz ki Anadolu’da gezek sözcüğü olumlu değil, olumsuz mânâda kullanılıyor ve zihnen ergenleşmeyen, erlik vazifesini yerine getirmeyen, ailesini himaye etmekte kusur edenler için söy­leniyor. Sözcüğün bugün elimizde bir tek anlamı var, o da kadının sızlanmalannı umursamayan, astığı astık, kestiği kestik, sert, maço erkekler için kullanılan “kazak erkek" an­lamı.

Erkekler sorumluluklarını yerine getirmeyip gezek (ka­zak) olunca, kadınlar ister istemez onlann yapmalan gere­ken vazifeleri de yaparlar-, hayatla “erkek gibi" mücadele ederler ve kadınlıklannı askıya alıp erkeğin gezekliğinden doğan boşluğu kendileri doldurmaya çalışırlar. Kadın olgun davranıp erkeğinin ihmal ettiği sorunlara göğüs gerdiği için erkekleşir; tıpkı başörtüsü konusunda mücadele veren kızla- nmız gibi. Onlan mücadelelerinden dolayı, yani erkek gibi davrandıklanndan ötürü alkışlamayı adamlık sananlar, me­selenin trajik yönünü görmeyi beceremiyorlar; kendi gezek- liklerinden utanacaklanna “Aferin size, bakın bizim yapama­dığımızı yaptınız, erkek gibi mücadele ettiniz" diyorlar. Boks veya karate maçında galip gelen kadını alkışlamak adamlık değil! Dolayısıyla kadınlan mücadelelerinden (erkekleşmele­rinden) dolayı alkışlayan gezekler, ancak eteklikle dolaşma- lan halinde ciddiye alınabilirler.

Modem hayat kadını evinden etmekle kalmıyor; onun evine dönme ümidini de elinden alıyor; kadını mutsuz kıla­rak erkekleşmesini teşvik ediyor; kadının dişileşmesini ‘do­ğal’ ilan edip onu annelik sevgisinden mahrum kılıyor-, dola­yısıyla sevgisini (dişiliğini) sadece gezeklere hasreden mo­dem kadın, anneliğin şefkatini tatmaksızın ömrünü heba ediyor.

İnanın bizim hâlâ vaktimiz var; zira hâlâ iyi-kötü direnen bir geleneğimiz, hâlâ bize misal teşkil edecek babaanneleri­miz; hâlâ susmayı fazilet bilen kadın gibi kadınlanmız var.

İşte tam da burada PhiloSophiaLorene kadınlann nasıl tepki vereceklerini düşünüyorsunuz?" şeklinde sorulan bir suale verdiğim cevabı yinelemek isterim:

Kadınlar zerafetlerini kendilerine yazılan mektuba cevap vememekle gösterirler. Adamlık ise o mânâ dolu sükût­taki cevabı okuyabilmekte. Şayet bu sessizliği okumayı becerirsem bir mektup daha yazanm. Sükutu tercih et­meyenlere gelince, onlan hemcinsim kabul edip kendi­lerine bir daha hitab etmeyi düşünmem.

Hâsılı, kadın kadın gibi davranmalı, erkek erkek gibi! Bel­ki o zaman Hz. İNSANı adam gibi konuşmaya liyakat kesbe- debiliriz.

kadınların erkekleşmesi üzerine

Yıllar önce bir gazeteci, kadın sotunlan üzerine benimle bir söyleşi yâpmak istediğini bildirmiş ve bazı yazılı suâller yöneltmişti. Suâllere şöyle bir göz attıktan sonra kendisine sormuştum:

— Siz hangi kadının sorunlanndan söz ediyorsunuz? Müşlüman kadının mı, Hıristiyan ya da Yahudi kadının mı? Çalışan kadınm mı, ev kadınının mı? Büroda çalışan sekre­terlerin mi, temizliğe giden temizlikçilerin mi, konfeksiyon­culuk ya da mankenlik yapan kızlann mı? Öğrenci kızlann mı, evde kalmış kızlann mı? Ümraniye’de, Zeytinbumu’nda oturan kadının mı, Ulus’ta, Etiler’de, Bebek’te oturan kadı­nın mı? Genç kadının mı, ortayaşlı veya yaşlı kadının mı? Okumuş kadının mı, cahil kadının mı? Şehirli kadının mı, köylü kadının mı? Evlilerin mi, bekârlann mı? Kaynananın mı, gelinin mi, eltinin mi, görümcenin mi? Namuslu kadınla­rın mı, iyice yoldan-çıkmış kadmlann mı? Hangi kadınlann?

Örneklerimin sayısını artırdıktan sonra suâlimi yineledim:

— Evet, söyleyin bakalım siz burada hangi kadının so- runlanndan söz ediyorsunuz?

Muhatabım meseleyi hiç de böyle düşünmediğini, kadını bir bütün olarak değerlendirdiğini söyledi; “kadın kadındır" gibi lâflar etti. Oysa kendisinin bütünlük olarak adlandırdığı durum belirsizlikten başka bir şey değildi. Çünkü kadının ni­telikleri bir yana, doğası üzerine de ciddiye alınabilir bir fikri yoktu; üstelik bu arada bizzat insanı ıskalamıştı ve fakat bu­nun da farkında değildi; tâbir-i âmiyanesiyle “lâf olsun torba dolsun” türünden bir şeyler yapmaya çalışıyordu; aldığı ce­vaplar da-en nihayet onun torbasını doldurmaya yanyordu.

Şahsen başkalannın torbalannı doldurmaya niyetim ol­madığından böylesi etkinlikleri hiç ciddiye almadım ve umû- miyetle kadın konusunda konuşmaktan da, yazmaktan da kaçındım. Çünkü Kadın ve/veya İslâm'da Kadın başlıklı et­kinliklerde bulunmayı sevenler, lehte veya aleyhte ömek ve­recekleri zaman hep kadının hukukî durumuyla (miras, şa­hitlik, nikâh, talâk vs.) ilgili ayet ve hadîsleri seçiyorlar ve nedense bir iki adım sonra hukukî örneklerden hareketle ka­dının doğası üzerine genel yargılarda bulunuyorlardı.

Açıklıkla belirtmek gerekirse, siyasî bir proje olarak İs­lamcılığın savunmacı kadın tasavvuru, yüzelli yıldan beri modemisttir. Nass ile olgu arasındaki gerilimi/çatışmayı olgu lehine çözmeye çalışmış; nassın otoritesi zayıfladıkça, kay­boldukça ve bu arada toplumsal hayat da değiştikçe ger- çek’in baskısı yüzünden hakikati feda etmekten kaçınma­mıştır. Dünya tasavvurlan fiilen dağılıp parçalanan tslâmcı- lann, tasavvur edegeldiklerr dünyanın içindeki müslüman kadını konuşmak yerine, müslüman kadına herşeyiyle karşıt bir tasavvurun içinde yer bulmaya çalışmalan ne yazık ki trajedinin ta kendisiydi; zira kadına ilişkin ikincil niteliklerin tümünü bir kenara koyup kadından, kadının kendisinden söz etmek, herşeyiyle karşıt bir dünya tasavvurunu tslâmf- leştirmekten öte bir işlev görmemiş; sonunda kadın tartışmaları, kadın kadına tartışmalara dönüşmüştü.

Adına özgürlük ve bağımsızlık denen durumu tanımla­madıkça, başka bir deyişle kadının —erkek tarafindan içine dahil edildiği söylenen— şu ünlü parantezin smırlannı tayin etmedikçe, kadının özgürlüğü ve bağımsızlığı sorununun hak ettiği düzeyde ele alınabileceğini sanmıyorum. “Parante­ze alman kadın" simgesi esirlik/tutsaklık kavramını çağnştı- nyor ve böylelikle “kadını tutsaklıktan kurtarmak" isteği ko­laylıkla benimsenebilecek içi boş bir söyleme dönüşebiliyor.

Erkeğin egemenliği altında tutsak olan kadını özgürlüğü­ne kavuşturmak amaçlı modem proje, en nihayet kadını da­ha az anne, daha az eş ve dolayısıyla daha az kadın haline getiriyorsa, kadının özgürleşmesi ile kadınlığını yitirmeye başlaması ve tabiatıyla erkekleşmesi arasında bir bağ kurma­mız bir zorlama mı olur acaba?

Hiç sanmıyorum!

Ev kadınlan modem dünyanın (özgür kadınlan kategorisi içine dahil edilemez gibi görünüyor, çünkü kadın özgürleş­tikçe ev kadını olmayı değil, iş kadını olmayı talep eder hale geliyor. Özgürleşen kadın öncelikle evinden oluyor. Evinden olan iş kadınlan çocuklannı kreşlerde büyütmek zorunda kalmıyorlar sadece, ister istemez daha az doğuruyorlar; hat­ta doğurmaktan vazgeçiyorlar; başanlı bir iş kadını olmaları, daha az annelik yapmalannı ya da annelikten vazgeçmeleri­ni gerektiriyor.

İş kadınlan evin dışına çıktıklan sürece ve evin dışına çık- tıklanndan ötürü —haklı olarak— evdeki iş yükünün bir kıs­mini erkeğin üzerine almasını istiyorlar; daha az anne, daha az eş olamadıkça evin dışına çıkmayı beceremiyorlar; bu sü- reçtç erkeğin kadınlaşma hızı, kadının erkekleşme hızından düşük olduğunda kadının üzerindeki baskı artıyor; zira evle sokak arasında sıkışıp kalıyor. Modem toplumlarda evlilik kurumunun ihtiyaç olmaktan çıkması ve aile yapısının çözü­lüp dağılması, sürecin başında boşanmalann artması biraz da jbundan değil mi?

Evin dışındaki hayat, kadının (diğer) erkeklerle arasında­ki mesafeyi azaltıyor; hatta gittikçe bu mesafe kapanıyor ve mesafe kalmıyor erkekle kadın arasında. Bu nedenle artık modem kadın, erkeğin himayesine muhtaç olmamanın ver­diği haklı gururla hareket ediyor; ev denen hapisten kurtul­duğuna, ev işleri denen işkenceden halâs bulduğuna sevini­yor. Ne mutlu o kadınlara ki artık erkekler gibi seslerini yük­seltebiliyorlar!

Yine ne ilginçtir erkekleşen kadınlar ya evlenmemeyi ya geç evlenmeyi ya da sık sık evlenmeyi tercih ediyorlar; eş ve anne olmakta gecikiyorlar; ev kadını olmaktan nefret ediyor­lar; hayata tıpkı bir erkek gibi atılmak, hayat içerisinde er­kekçe mücadele etmek yüzünden erkekleşmek zorunda kalı­yorlar. Hal böyle olunca, kızlar nümayiş yapan topluluğun önüne çıkıp konuşurlarken, erkekler de sessizce arka tarafa çekilip onlan alkışlıyorlar.

“Kadınlar niçin kadınca değil de kadınsı davranıyorlar?” suâlinin cevabını en iyi müslüman kadınlar verebilecekken, onlar kadınsılıklanyla öne çıkan erkek gibi kadınlar tarafin­dan üretilmiş muskalan boyunlannda gezdiriyorlar.

İnanın bana, dikkatli bakarsanız onlan muskalanndan tanıyabilirsiniz.

daha az kadın, daha az anne, daha az eş

Islâm’ın varlık ve bilgi tasavvuru açık-seçik ortaya ko- hulmadıkça, Islâm’ın genelde insan, özelde erkek ya da ka­dın tasavvuru üzerine konuşulamaz. Bu yargının gerekçesi ise esasen çok basittir. Çünkü varlık ve bilgi gibi ontolojinin ve epistemolojinin konulan; ahlâk, hukuk, siyaset gibi aksi- yolojinin konulanna zihnen tekaddüm eder. Zihnen tekad- düm edenin, tarif itibariyle de tekaddüm etmesi lâzım geldiği erbabınca malûmdur. Aksi takdirde bu, toplâma-çıkarma kavramına sahip olmayan bir kimsenin gelişigüzel işlem yapmaya kalkışmasına benzer ki birtakım heveskârlar belki doğru ya da yanlış bir işlem yaparlar, daha doğrusu işlem yaptıklarını zannederler ama bu işlem aslâ başkalannca de­netlenemez.

Halk dilinde bu tür teşebbüslere lâf u güzaf (boş konuş­ma) denir.

Her ne pahasına olursa olsun varolabilmek için modem- leşme/dünyevîleşme sürecine katılmaya karar veren müslü- man elitlerin varlık ve bilgi tasavvurunda o denli ciddi bir tahribat vukû bulmuştur ki mevcut tasavvurâtın İslâm’la ir­tibatı maalesef sadece 'adlandırma' düzeyinde kalmıştır. Müslümanlık ile Islâmcıhk arasındaki temel aynm da tamıta- mına bu noktadadır. Bir modernleşme projesi olarak tslâmcı- jık, müslümanlan dünyevîleştirmekte, evrense/diye sunulan egemen ilkelerin içselleştirilmesini kolaylaştırmakta, hepsin­den de önemlisi, Kelâmullah'ın dünyayı dönüştürme gücü­nü, ne vahimdir ki yine Kelâm ullah adına ürettiği lâf u gü­zafla zayıflatmak işlevini görmektedir. Nitekim Çağdaş Is- lâmcılann siyaset, hukuk ve ahlâk konusundaki görüşlerini gözden geçirenler, piyasadaki temsilcilerinin, magazin dergi­lerine dahî sermaye olacak düzeydeki yorumlann altına bir­takım ayet ve hadîsler yerleştirmekten öte bir iş yapmadıkla- nnı görmekte zorlanmayacaklardır.

Müslüman kadının sorunları, çağdaş kadının sorunlarıdır.

Nassın (dinî metinlerin) eleştirisinin, ancak modemleş- me/dünyevileşme sürecinin olumlanmasıyla meşruiyet kaza­nabildiği dikkate alınacak olursa, Islâmcılığın bizâtihi ol- gu’dan (realiteden) ziyade o olguya mesned teşkil eden kar­şıt bir dünya-tasavvuruna yaslandığı/eklemlendiği rahatlıkla söylenebilir. Bu bakımdan müslüman kadının modernleşme karşısındaki direnci zayıfladıkça, hiç kuşku yok ki sadece müslümanhğı değil, kadınlığı da buharlaşmakta; yani nasıl ki modem kadın erkekleşiyorsa/erkekleştiyse, müslüman kadın da erkekleşmekte; dolayısıyla kendi özüne yabancılaşmak sûretiyle daha az kadın, daha az anne, daha az eş olma yo­lunda ilerlemektedir. Kısacası, tıpkı bugün Batı’da olduğu gi­bi önceleri daha az doğuran kadın, sonralan doğurmaktan vazgeçiyor, dolayısıyla ailesini ve evini yitirmekle kalmayıp aynı zamanda doğurganlığın kendisine bahşettiği o muhte­şem yetileri yavaş yavaş kaybetmek zorunda kalıyor.

Bugün bazı kadınlanmız arasında özgürlüğün anlamı, daha az kadın, daha az anne, daha az eş olmakla eşdeğer­dir. Çünkü evin yerini sokak, mutfağın yerini büro, anneliğin yerini sekreterlik, mahremiyetin yerini teşhir aldıkça kadının erkekleşmesi kaçınılmazdır!

Hiçbir kadın, biyolojisinde varolan doğurganlık hassasını başkalanna devredemeyeceği gibi, doğurganlığın kendisine bahşettiği annelik gibi diğer hassalannı da devredemez. Mo- demleşme/dünyevileşme projesinin sözümona eşitlik söyle­mi, kadını erkekleştirmeme kalmadı; dişileştirdi de.

“Doğurganlığından vazgeçen bir dişi"nin aile kurmak is­teyen bir erkek tipince değil, onun sadece dişiliğinden yarar­lanmak isteyen bir erkek tipince çekici bulunması gayet tabi­idir. Doğurganlığın çekiciliğini kaybetmesi halinde çocuğun, anneliğin ve dolayısıyla ailenin de çekiciliğini kaybedeceği muhakkaktır.

Bu sorunlar tartışma kapsamına alınmadıkça, ne İslâm’ın kadın tasavvuru, ne modem dünyada müslüman kadının yeri, ne de olması gereken ile olan arasındaki irtibatın sıhha­ti konuşulabilir.

Gerisi lâf u güzaftır!

özgürleşirken kadının özü de gürleşiyor mu?

Kurban bâyramlannda İstanbul sokaklannın aldığı o iğ­renç şekilden rahatsız olmayan bir müslümanı tasavvur bile edemediğimi itiraf etmeliyim. Yol kenarlanna atılmış koyun kelleleri, işkembe torbalan, oraya buraya saçılmış bağırsak­lar, asfaltlan yıkayan kanlar, kaldıranlara yıkılıp kesilen da­nalar, her tarafı kokuya boğan hayvan pislikleri, vs.

İdarecilerin sorumsuzluğu, milletin değerlerine sahip çık­maktaki isteksizlikleri bir yana, bizim kendi kendimize şu so- rulann cevabını vermemiz gerekmez mi?

— Bütün bunlan şehirli bir müslüman yapar mı?

Aslâ! Biliyoruz ki bidayetinden bu yana İstanbullu müs­lüman, bayramlannda evinin bahçesine münasip bir çukur açar, kurbanım usûl ve erkânına uygun bir sûrette keser ve kesinlikle şehirde bu tür manzaralara rastlanmazdı.

— Peki Anadolu insanı köyûnde-kasabasında böylesi manzaralann oluşmasına izin verir mil

Verilecek cevap hiç kuşkusuz yine olumsuz olacaktın O halde İstanbul’u bu hale getirenler kimler?

Tek kelimeyle ne şehirli, ne de köylü olan, mensubiyet ve aidiyetini yitirmiş sosyal gruplar.

Varoş İslâmcılığı da tıpkı böyle bir şey! Ne tam şehirli, ne de tam köylü! Kendisi sonradan görme iken, kadına bakışı da sıradan. Geleneksel değerleri (annelerini, babaannelerini) küçümseyen, modem hayatın cazibesine karşı koyamadığı için kendisi kalabilmeyi başaramayan tuhaf bir halita.

Modemleşme/dünyevileşme projesi, kadınlanmızı özgür­lük ve eş/ri/ksloganlanyla evinden etmekle kalmadı; onlan er­kekleştirerek kendi doğalanyla savaşır hâle getirdi. Özgürlük dedi, kadını kadın yapan bağlarından güya özgürleştirdi. Eşit­lik dedi, kadının kendine mahsûs tüm hassalanndan vazgeç­meye çağırdı, ona kendi türünün (erkeğin) hassalanyla do­nanması halinde güçlü olabileceği yalanını söyledi. Modem kadın şimdi “ben özgürüm" diyor! Çünkü artık doğurmuyor, doğurmak istemiyor. Modem kadın, şimdi daha eşit! Çünkü erkekleşiyor. Belki özgürleşiyor ve fakat aslâ özü gürleşmiyor.

Modem kadın eski konumuna dönmeyi istedikçe kaybe­diyor. Doğurursa erkek rakiplerinden geri kalacağını düşünü­yor; annelik hislerini bastırmadığı takdirde güçlenebileceğine inanmıyor; öyle ki güçlü olduğunu ispatlayabilmek uğruna hisleri yerine kaslânnı kullanmayı marifet sanıyor. Oysa di­nimiz insanı eşref-i mahlukât ilân etmekle erkeğin de, kadı­nın da insan olmak haysiyetiyle ve pek tabii ki hakikati iti­bariyle bir ve eşit olduğunu vurgulamış; nefs-i nâtıkanın, dü- şünen/konuşan .canlının dişilik ve erkekliğini kesinlikle mu- kavvim değil, mütemmim unsur olarak tanımlamıştır.

İnsanı diğer canlılardan ayıran özelliğidir onun düşü- nen/konuşan (nâtık) bir varlık olması. Erkeklik ve dişilik ise aynı hakikate, yani insana özgü hassalardır. Hassalar en ni­hayet birer araz olduğundan erkeklik ve dişilik birer tür de­ğil, sınıftır. Dolayısıyla erkek olmanın kendisine mahsûs özellikleri olduğu gibi, kadın olmanın da kendisine mahsûs özellikleri vardır. Erkeğin güçlü olduğu yönler bulunduğu gi­bi, kadının da pekâlâ güçlü olduğu yönleri vardır. Bu yönler birbiriyle çatışmaz, bilâkis birbirini tamamlar.

Ne erkek, ne de kadın bizâtihi kendisiyle kâim olabilir; aksine her ikisi de kâim olabilmek için birbirlerine muhtaçtır­lar. Hem mahiyetleri, hem de hakikatleri birdir: insanlık.

Bu mahiyet ve hakikatin erkeği ve dişisi olmak, bu ma­hiyet ve hakikate ilişkin kuvvelerini paylaşmak, bölüşmek demektir. Zaten herbirinin kendi paylarına düşen hassalan olduğu içindir ki birbirlerinden üstündürler.

Hassalara gelince, en nihayet bunlar birer araz (ilinti) ol­duğuna göre üstünlük umûm-husûs mutlak (her yönüyle) değil, umûm-husûs min vech (bir yönüyle) tanımlanabilir; yani başka bir deyişle üstünlük mutlak değil, nisbîdir. Erkek­te bulunan hassalar kadında bulunmadığı gibi, kadında bu­lunan hassalar da erkekte bulunmaz. O halde birbirlerine benzemeleri, birbirlerinin yerine geçmeleri, birbirlerine rakip olmalan demek, kendi doğalanna karşı savaş açmalan, ken­di kendileriyle savaşmalan demektir. Kadının erkekleşmesi, erkeğin kadınlaşması ise son tahlilde insanın insanlığını yi­tirmesi demek!

Modem kadının değişim isteği ahvâliyle değil, melekele­riyle alâkalı. Bugün müslüman kadından istenen de meleke­lerini değiştirmesidir. Bu bakımdan modem hayatı organize edenlerin kadınlanmıza sunduklan değişim programı onlann kadınlıklarından vazgeçmelerini talep etmekten başka bir anlam ihtiva etmemektedir. Ahvâlde değişimi reddedenler hayatla, melekelerde değişimi kabul edenler kendileriyle ça­tışmayı göze almalıdırlar.

Bir misâl olmak üzere söyleyelim ki: Türkiye yahudileri- nin yenileşmesini/batılılaşmasını temin etmek için kurulan ünlü Alliance Israelite Üniverselle okullan için gözetilmesi gereken yegâne amaç “iyi anneler yetiştirmek" idi. Yönetici­leri şöyle diyorlardı:

Kızlar önce kadın, sonra anne olurlar, anneler sayesin­de de ilk ilkeler, ilk düşünceler çocuğun kalbinde yer ya­par.

Oysa bugün müslüman kızlar, her ne pahasına salt oku­mak için mücadele veriyorlar ve evlerini terkedip yurtlarda, bekâr evlerinde bipbir sıkıntı içinde yaşamaya çalışıyorlar. Eğitim sisteminin onlan iyi anneler olarak yetiştirmeyi amaç­lamadığı ortada. Daha da kötüsü, müslümanlann’ esen rüz­gârlara kapılıp daha terbiyeli kızlar, daha kültürlü kadınlar, daha iyi anneler, daha iyi eşler yetiştirmeyi aptalca bulmaya başlamalan.

Kendimiz olabilmeyi başarabilseydik, esasen daha çok kazanan kadınlann acınası durumda olduklannı görebilir ve belki o zaman hidayet sözcüğünün dalâlet anlamını kazan­masından rahatsız olabilirdik.

Olanlara ne mutlu!

modernleşmek/dünyevileşmek/erkekleşmek

Modemleşme/Dünyevileşme sürecini doğru olarak yo­rumlamadıkça müslümanlann değil sadece kadın sorununu, karşı karşıya bulunduktan hiçbir sorunu hakkıyla ele alama- yacaklannı, hatta değil bu sorunlann kenanndan köşesinden dolanmak, nelerin olup bitmekte olduğunu dahî anlayama­yacaktan™ hem de hiç tereddüt etmeksizin söyleyebiliriz.

Çünkü;

1)    Modemleşme/Dünyevileşme süreci, insanın sadece yaşama biçimini değiştiren basit bir programın tatbikinden ibaret değildir. Bu süreç insanı yerinden eden, onu kendisine ve kendi dışındaki dünyaya (doğaya, diğer canlılara, hem­cinslerine) yabancılaştıran, insanın ben idrakini parçalayan; varoluş kaygılannı anlamsızlaştınp yeryüzündeki varoluşu yemek, içmek, bürünmek, bannmak, vb. temel ihtiyaçlara indirgeyen bir sapkınlık projesinin ürünüdür.

2)    Modemleşme/Dünyevileşme süreci, dünyayı kutsal­dan anndınp Varlık'ı varolan’ın, Vücûd'u mevcûd'un ardına iten, Hak'la savaşan, Hakk'a yabancılaştıran ve dolayısıyla insanı Hak'sızlaştıran bir bilinç yapışınca kılavuzlanmakta- dır. Varoluşun öznesi olarak sadece insanı, mekânı olarak sadece dünyayı, zaman olarak da sadece şimdiyi merkeze al­makta, bu yönüyle insanoğlunu ilâhına ve İlahî olan herşe- ye düşman hâle getirmektedir.

3)    Modemleşme/Dünyevileşme projesi, hem Hak'sız, hem de Hak'sız olduğu kadar Tannsız'dır! Bugün İslâm’ın kendisiyle çatıştığı (çatışması da gereken) ana unsur, ne Ya­hudilik, ne de Hıristiyanlık'tır, doğrudan doğruya Modem- lik/Dünyevilik Dini'dir. Bu yeni din, sadece müslümanlara ve Müslümanlığa değil, bütün kadîm dinlere ve insanı insan ya­pan ne kadar haslet varsa ona düşmandır; çünkü insanoğlu­nun varoluşunun —bütün kadîm dinlerce tarif edilmiş— an­lamına düşmandır. Dinimiz, geleneklerimiz) bu mikroba karşı direnen ve onun panzehrini bünyesinde taşımayı hâlâ sürdü­rebilen hikmet-i kadime olduğu için bu yeni din, bilhassa İs­lâm'a ve onun mukaddesâtına düşmandır.

4)    Modemleşme/Dünyevileşme projesinin dindarlık anla­yışı, Maûn Sûresi'nde kendisine veyl olunan o gafletin ve ri­yakârlığın eşlik ettiği öte dünyada hesaba çekilme bilincin­den yoksun, gösteriş meraklısı ortakkoşuculann dindarlık anlayışının aynısıdır.

5)    Bu proje modemdir; zira sadece şimdiyi önemser ve ânı tüketebildiği kadar tüketir; diğer yandan dünyacıdır, zira ötedünyasız bir dünyanın tadını çıkarmaya çalışır; güyâ in­sancıldır; zira Tann'dan bağımsız, sorumsuz, dilediğini ya- pan-yıkan, tek ve yalnız insanı, hiçbir kutsalı dikkate almak­sızın dilediğince yaşamaya, tüketmeye sevketmektedir.

Modemleşme/dünyevileşme sürecini doğru olarak yo­rumlamadıkça, müslümanlann değil sadece kadın sorununu, karşı karşıya bulunduklan hiçbir sorunu hakkıyla ele alama­yacaklarını söylememin temel nedenlerine böylelikle işaret edebilmiş olduğumu sanıyorum.

Kadın sorunu bu çerçevenin belki kısmî ve fakat en önemli unsurlanndan biridir. Kadının özgürleşme sorunu, son tahlilde, erkekten, erkek egemen hayattan değil, onu ka­dın yapan ne varsa ondan özgürleşme, uzaklaşma sorunu­dur. Geleneksel değerlerimizin ve bu değerleri vaz'eden dinî metinlerimizin eleştirisi, modernleşme, dünyevileşme proje­sine eklemlenmeden, onu olumlamadan aslâ ve kafa müm­kün olamaz. Bir tek evet bir tek eleştiri sahibi gösterilemez ki kendisi bu surecin kucağına atmak arzusu duymaksızın kendi gelenekleriyle çatışmaya girmiş, girebilmiş olsun.

Erkek egemen söylem gibi ne idüğünü kavrayamadıktan parlak taflan tekrarlayan birtakım cingöz erkekleri kabil-i hi- tab saymaya lüzûın yok. Onlar ailenin çözülmesiyle kadın- lıktanndan vazgeçen dişilere çanak tutmayı adamlık sanıyor­lar.

Kocalarıyla, çocuklanyla, anneleriyle, babaanneleriyle, kısaca kendileriyle kavgalı olan kadınlann ya da bu kavga­lar içerisinde büyüyen kimi kızlanmızın günlük sıkıntılannı merkeze atarak ürettikleri dedikodulan da ciddiye almamızın bir mânâsı yok. Çünkü onlar da meselenin kadîm bir dünya tasavvurunun tahribiyle alâkalı olduğunu nazar-ı itibara al­maksızın; işin kötüsü tehlikenin vehametini hiç mi hiç far- ketmeksizin, meseleyi kişisel sorunlanna (yani sebeplere de­ğil, sonuçlara) indirgemeyi marifet addediyorlar.

O halde sözümüz, kadın olsun, erkek olsun, sorunların vehametini sonuçlanyla değil nedenleriyle kavramaya çalı­şan ve bu topraklara aidiyetinin, mensûbiyetinin farkında olan dert sahibi o güzelim insanlara.

“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen” hitabını bir erkeğin bir erkeğe değil, bir insanın bir insana hitabı olarak anlayan kadınlanmız, inanıyorum ki bu bayağılaşan dünya­yı inşâ eden bilincin, kendilerinden istediklerini onlara ver­meyip direnmeyi sürdüreceklerdir. Çünkü biraz düşünülürse görülecektir ki bu modern hayat, daha çok özgürlük adı al­tında kadınlanmızdan daha az dindar olmalannı talep ettiği için, daha az anne, daha az eş, daha az kadın ve fakat daha çok erkek olmalannı istiyor.

Kadm-erkek hepimizin modernliğin kuşatması altında ol­duğumuzu ve ayağımızın altındaki toprağın azar azar kayıp gittiğini bilmez değilim; fakat hiç değilse zihnimizde yaşattı­ğımız dünya adına bu modern hayatın dayatmalanyla he­saplaşma hakkımızı kullanamaz mıyız?!? Acımasızca birer birer inançlanmızı elimizden alıyorlar, bari hayâmızı, edebi­mizi yok etmeleri karşısında bir nebze olsun sesimizi yüksel- temez miyiz?

Pekâlâ yükseltebiliriz.

modemleşmek/dünyevileşmek/islâmlaşmak

Bu modem hayat daha çok özgürlük adı altında kadınla- nmızdan daha az dindar olmalannı talep ettiği için, daha az anne, daha az eş ve daha az kadın olmalannı istiyor demiş­tik. Peki günümüz tslâmcılığı kadınlanmızdan neler istiyor?

Bu suâli cevaplayabilmek için-, öncelikle islâmcılıktan ne anladığımızı ortaya koymaya çalışmalıyız.

XIX. yüzyılın sonlanndan itibaren ortaya çıkan tslâmcılık esas itibariyle siyasî, dolayısıyla sosyal, dolayısıyla dünyevî bir projedir. Bu nedenle de savunmacıdır. Hayata veda et­mekte olan tarihî bir hâkimiyetin elden gitmesinin yol açtığı çöküntü psikozunun ürünüdür. “Doğru yolda olsaydık yenil­mez, bu hale düşmezdik” diyen ve seyl-i hurûşâna (karşı ko­nulamaz sele) uyum sağlamaya çalışan bir bilinç durumu­nun refleksleriyle malûldür-, hem de görünürde karşı çıkıyor olduklannı bile içselleştirdiği, içselleştirebildiği takdirde güç­leneceğine inanan, dünyevileşme projesinin karşısında sade­ce bâtıl dinlerin (özellikle Hıristiyanlığın katolik yorumunun) direnemeyeceğini sanan; İslâm'ın zaten bu modem hayatla, bu bilim ve teknolojiyle bir alıp veremediğinin olamayacağı zehabına kapıldığı için galiplerin dünyayı kavrama tarzlannı hesaba çekmek yerine, alelacele kabahati mağluplann kendi­sinde arayıp bulan ve ister istemez aradıkça da bulan maz­lum ve fakat savunmacılıkla malûl seleflerimizin bilinç duru­munun ürünüdür tslâmcılık! Evet, dini ve dünyayı kavrama ve anlamlandırma bakımından kendi çağdaşlanndan daha iyi yetişmiş, daha birikimli, daha çalışkan ve tabiatıyla daha üstün olduklan halde, ne yazık ki hâkim paradigmanın cazi­besi karşısında geri adım atmak zorunda kalan seleflerimizin.

Yenilmiştik ve ayağa kalkmalıydık! Nasıl? Elbette düşma­nımızın silâhıyla silahlanarak. Bu akıl yürütme tarzının Kur’an ve Sünnet’ten dçlil bulmakta zorlanacağını mı sanı­yordunuz? Hiç kuşkusuz delillerde bulundu. Kur’an ve Sün- net'e yapılan başvurulann çoğu, metinde olanı anlamakla değil, bilâkis zaten içinde olunanı metinde arayıp bulmakla neticelendi. Sözgelimi sünnetullah kavramı öyle yanlış yo­rumlandı ki sadece bu terimin aracılığıyla hâkim paradigma­nın birçok unsuru hemen benimsendi. Aya basmış görünen insan ayağının yeryüzünü nasıl bitirip tükettiğine dikkat edilmezken, gûya astronotlann duyduklan ezan sesiyle kit­leler hayretlere salındı.

En nihayet günümüzde tslâmcılık dindarlaşmayı artıran, mümin insanın dünya-*ötedünya tasavvurunu derinleştiren, dolayısıyla modem paradigmanın varoluşu anlamsızlaştıncı bildik propaganda saldınlan karşısında temsil ettiği kitlenin hassasiyetlerini destekleyen, güçlendiren, takviye eden de­ğil; bilâkis önce aşın teklif ve tehdidleri reddetmekle işe baş­layıp bu arada münasip olanlarını yavaş yavaş kapıdan içe­riye alan bir yol izledi. Böylelikle bir süre sonra aşın teklif ve tehdidlerin önemli bir kısmı aşın olmaktan çıktı.

Kasım Emin'in Tahrir’ul-Mer’e (Kadının özgürlüğü) adlı kitabını hatırlayınız, önceleri bazdan tarafindan ne de aşın bulunmuştu. Güya ona reddiye olarak da Mefetu ’l-Musüme (Müslüman Kadın) adlı bir eser yazılmıştı. İkincisi birincisi­nin aşınlıklannı reddetti; sonrakiler de İkincisinin aşınlıklan- nı. Şimdi bizler de sonrakilerin aşınlıklannı reddediyoruz. Bugünden bakıldıkda öncekiler ne kadar da muhafazakâr, ne kadar da gerici ve mutaassıb görünüyor değil mi? Bizim ya­zıp çizdiklerimiz ise ne kadar da Kur’anî?

Çok basit bir soru: en bilgililerimizin, en bilginlerimizin, en bilgiçlerimizin bile kendilerini dedelerinden veya babaan­nelerinden daha dindar hissettiklerini ya da olmaya çalıştık­larını söyleyebilir miyiz?

Acaba n'oluyor da bilgisiz halk daha dindar iken, bilgili elitler bilgilendikçe daha frapan hâle geliyorlar? Meselâ sıra­dan Türkler ile Beyaz Türkler arasındaki köklü aynmın ay­nen tslâmcı elitler ile dindar halk arasında da câri olması kimsenin dikkatini çekmiyor mu?

Kezâ annesinin, babaannesinin giyinmesinden, konuş­masından, tavırlanndan utanan birçok kızımızın, annelerini örnek almalan, babaanneleriyle övünmeleri gerekirken, tam aksine onlann içinde bulunduklannı zannettikleri esarete düşmemek için modem hayatin kucağına kendilerini salma- lan acaba niçin kimsenin tuhafına gitmez?

Bütün bunlar dikkatinizi çekmiyor ve tuhafınıza gitmi­yorsa; o zaman kaçınılmaz olarak mevcut İslâmî bilincin çağdaş yaşamı destekleme etkinlikleri düzeyine inmesinden fevkalâde rahatsız olan bu müslümanın yazdıklan tuhafınıza gidecektir. Ne yapalım gitsin; zira zaman geçtikçe kendisi ol­maktan utanan ve uzaklaşan eyyamcılann “Şimdi sırası mı?” yollu yakınmalan ciddiye alınacak türden değil! Onla­nn ellerinde sadece ne idüğü belirsiz garip bir şimdi var ve ne yazık ki onlar geçmişten bihaber surette kendilerini sadece bu anlamsız şimdi’yi korumak ve kollamakla görevli addedi­yorlar. İslâm'ı ve müslümanlan modernleştirmek, dünyevi­leştirmek adına, bizi biz yapan ne kadar değer ve kutsal var­sa onlan imha etmeye çalışıyorlar.

Âlimi değil aydım, ilmi değil bilimi, dini değil ideolojiyi, adaleti değil eşitliği, ötedünyayı değil dünyayı, sohbeti değil dedikoduyu, zâtı değil sıfatı, cevheri değil arazı, varlıkı değil varolanı seçenlere benim söyleyecek ne sözüm olabilir ki? Evet ne lâfiz, ne de mânâ. Sözüm bizâtihi nazmı seçenlere!

kadınlarımız nâmına savruluşumuzun hikâyesi

Kadın konusunda adam gibi konuşmanın da, yazmanın da çok zor ve p denli de riskli olduğunu bilmez değilim; saf­dil okurlann sızlanmalannı nazar-ı dikkate almayacak kadar aymaz ise hiç değilim; üstüne üstlük bu tür konulan konuş­manın bir işe yarayacağından ümidini kesmiş biri olarak böylesine nâzik ve bir o kadar da sancılı bir yarayı kaşımak mecburiyetinde kalmaktan da şahsen hoşnut değilim.

Bu kadar değil biraraya gelince, sonucun da ister istemez olumsuz olması gerekiyorsa da kimi beklenmedik koşullar bazı konulann —bu değillerin rağmına— konuşulmasına yol açıyor. Yaklaşık iki aydır Berlin’de bir üniversitenin anfisin- de “Yaz sıcaklannın canı cehenneme!” diyen farklı düşünce­lere mensup 25-30 kişilik kızlı-erkekli bir öğrenci grubuyla birlikte Türkiye’de Islâmcılık Düşüncesinden sırasıyla metin­ler okuyup tartışıyoruz. Esasen okuyup tartışmak amacıyla sulanna dalmak için seçe seçe böylesine derin bir ummânı seçmemizin temel nedeni, biraz da buralara tâ nerelerden savrulduğumuzu anlamaya çalışmak.

İşbu vesileyle geçen hafta üzerinde uzun uzun durduğu­muz bir metni sîzlere aktanp pekâlâ modemist bir Islâm- cı'nm, Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi’nin (öl. 1920) bir asır önce kadınlann eğitimi üzerine yazdıklanna dikkatlerini­zi çekmeye çalışacağım. Kimbilir belki böylelikle mevzîyi kaybetmenin mevzûyu kaybetmek demek olduğunu anla­mamız biraz daha kolaylaşmış olur.

Kadınlann yaratılış gayeleri, onlann sırf dünyaya çocuk getirmeleri ve o çocuklan bir müddet terbiye etmelerin­den ibarettir. Binaenaleyh eğer kadınlar dış işlerle meş­gul olmaya kendilerini verirlerse kadınlann yaratılışına terettüb edecek şu mühim hikmetin ve büyük maslaha­tın ortadan kalkacağı ve bu hâlin bilâhare insan neslinin dünyadan kesilmesine sebebiyet vereceği şüphesizdir. Mademki kadınlann uhdelerine terettüb eden vazifeler sırf ev işlerini düzene koymaktan ve dünyaya getirdikle­ri çocuklan terbiye etmekten ibarettir, şu halde... (...)

Kadınlar mestûre [kapalı] olmakla medeniyetin güzel neticelerinden mahrûm olmazlar. İlim ve maarifle ken­dilerini ve vasıflannı süsleyebilirler. Çünkü beşikten me­zara kadar ilim tahsil etmeyi emreden Muhammedi şe­riat, kadınlan bu emirden istisna etmemiştir; ilim tahsi­lini erkeklere ve kadınlara farz kılmıştır.

Şu kadar var ki ilim tahsil etme yeri olan mekteplere de­vam etmek hususunda kadınlarla erkekler arasında bi­raz fark vardır. Erkekler ilk, orta ve lise mekteplerinde tahsil yaptıktan sonra bunların hepsinin üstünde olan yüksek mekteplerde, üniversitelerde tahsil görmeye de mecburdurlar. Bu mecburiyet umumî değilse de bir kısım erkekler hakkında zaruridir. Halbuki kadınlar böyle değildir. Çünkü kadınlann yaratılışındaki hikmet onla- nn bir erkekle evlenerek dünyaya çocuk getirmek ve sonra o çocuklan terbiye etmek ve ev işlerini düzene koymaktan ibarettir. Kadınların bu vazifeleri hakkryla ifa edebilmeleri ise öyle senelerce yüksek mekteplere de­vam etmelerini gerektirmez. Çünkü bu vazifeleri öğren­mek için ilk, otta, lise mektepler yeteriidir. Ondan sonra bir hanım kızın kendine münasip bir erkekle evlenmesi ye beyhude yere zaman kaybetmemesi gerekir.

Demek oluyor ki esasen ilim tahsil etmek kadınlara da lâzımdır. Çünkü cahil bir kadın gerek ev işlerini lâyıkıy- la çevirmeye ve gerekse çocukların terbiyesini meşrû usûl ve sıhhî kaideler dairesinde ifa etmeye muktedir de­ğildir. Fakat insan türünün bekâsma, insan nüfusunun çoğalmasına yegâne sebep olan evlilik meselesi bir kadı­na düşen vazifelerin en birincisini teşkil ettiğinden ilk, orta ve lise tahsillerini gördükten sonra buna kanaat et­meyip de erkekler gibi üniversitelere devam edecek ve oralardan mühendis, mimar, vs. olarak çıkmaya çalışa­cak olursa, yaratılışına düşen vazifeyi suistimal etmiş ve bilâhare insanlığa ihanet etmiş olacağı şüphesizdir.

Biz “Kadınlar üniversitelerde okunan ilim ve fenleri hiç okumasınlar!" demek istemiyoruz, çünkü ilim tahsil et­mek için bir sınır, bir son yoktur. En büyük fazilet de ilim ve marifettir. Fakat erkekler hakkında bile herkesin ayn ayn olarak bütün ilimleri tahsil etmesi imkân hari­cindedir. Bu mümkün olsa bile hikmete uygun değildir. (...) Bütün erkekler için bile yüksek ilimleri tahsil etmek hikmete ve maslahata uygun olmayınca, bunun kadın­lar için hikmet ve maslahata uygun olmayacağı önceUk- le böyle olur. Binaenaleyh bir hanım kızın kendi aslî va­zifeleriyle ilgili olan ilk, orta ve lise tahsillerini ikmâl et-

tikten sonra hemen bir erkekle evlenmesi medeniyetin gerekleri cümlesinden bulunmaktadır; evlendikten son­ra arzu ederse, vakit buldukça kendi evinde yüksek ilimleri tahsil edebilir. Bu fazla, tebcil edilmiş bir mezi­yettir. (1/126-129)

Ne dersiniz bu yeterince kışkırtıcı, kışkırtıcı olduğu kadar da üzerinde durulmaya değer bir metin değil mi?!

Şayet böyle düşünüyorsanız, Musa Kâzım Efendi’nin söylediklerinin tam mânâsıyla açıklık kazanabilmesi için ay­nı metinden küçük bir pasaj daha okuyalım:

Malûmdur ki bir ailenin saadetini temin etmesi iki tür mühim vazifeye bağlıdır.- Bunlardan biri eve ait vazifeler, diğeri evin dışına ait vazifelerdir. Bu iki tür vazifeleri yal­nız kadın ifa edemeyeceği gibi yalnız koca da ifa ede­mez. Şu halde bu vazifeleri taksim etmek gerekir. Eve âit vazifeleri kadına, evin dışındaki vazifeleri kocaya yükle­mek gerekir. Bunun aksi olmaz! Zira kadınlann aslî ya­ratılışlarındaki nezaket ve zerafet gereğince onlann bir­takım zor işlerden ibaret olan dış işlerle meşgul olmalan hikmet ve maslahata uygun olmayacağı gibi, erkeklerin ev işleriyle meşgul olmak için varlıklanm ortaya koyma- lannı da hiçbir akl-ı selim câiz göremez. Çünkü bu âdeta tabiat kanununu değiştirmeye, kadınlan erkek, erkekleri kadın yapmaya kalkışmak demektir; bunun bâtıl oldu­ğunda ise hiç kimse tereddüt etmez! (1/126)

Bu pasaj okunduktan sonra öğrencilere neler düşündük­lerini sordum. Cevaplar aşağı yukan şu ifadeyle özetlenebile­cek türdendi:

— Bu zâtın tabiat kanuni an algısı pek farklıymış! Şimdi ise o kanunlar değişti ve evin içi-dışı gibi mefhumlardan ar­tık eser bile kalmadı.

XIX. yüzyıldan kalma o meşhûr tabiat kanunu deyişinin bugünün gençleri için bir mânâ ifade etmediği kesindi ve ta­biatıyla onlar kanun diye, hele hele tabiat kanunu diye aslâ ve kat‘â değişmeyecek olan şeylerden söz edildiğini akıllan- na bile getirmiyorlardı. (Arzu edenler, bu meseleyi bir de Kur’an’daki sünnetullah terimini kullanarak tartışmayı dene­yebilirler.)

Gerekçelerini şimdilik bir yana bırakmak kaydıyla Şey­hülislâm Musa Kâzım Efendi’nin tabiat kanunu/sünnetul- lah (!) mesabesinde addetmek süreriyle öne sürdüğü teshil­lerinden bazılannı yineleyelim ve bu arada aşağıdaki metin­leri okurken günümüz îslâmcılannın bu görüşleri —katılıp katılmamalan bir tarafa— açıkça telâffuz dahî edebilmeleri- nin’ne denli mümkün olabileceğini tasavvur etmeye çalışa­lım.-

— Kadınlann yaratılış gayeleri, onlann sırf dünyaya ço­cuk getirmeleri ve o çocuklan bir müddet terbiye etmelerin­den ibarettir.

— Kadınlann yaratılışındaki hikmet, onlann bir erkekle evlenerek dünyaya çocuk getirmek ve sonra o çocuklan ter­biye etmek ve ev işlerini düzene koymaktan ibarettir.

— Kadınlann uhdelerine terettüb eden vazifeler sırf ev iş­lerini düzene koymaktan ve dünyaya getirdikleri çocuklan terbiye etmekten ibarettir.

— Bu vazifeleri öğrenmek için ilk, orta, lise mektepler ye- terlidir. Ondan sonra bir hanım kızın kendine münasip bir er­kekle evlenmesi ve beyhude yere zaman kaybetmemesi ge­rekir.

— İlk, orta ve lise tahsillerini gördükten sonra buna ka­naat etmeyip de erkekler gibi üniversitelere devam edecek ve oralardan mühendis, mimar, vs. olarak çıkmaya çalışacak olursa, yaratılışına düşen vazifeyi suistimal etmiş ve bilâha­re insanlığa ihanet etmiş olacağı şüphesizdir.

— Eve âit vazifeleri kadına, evin dışındaki vazifeleri ko­caya yüklemek gerekir. Bunun aksi olmaz!

Kadının özgürlüğü gibi ilk bakışta parlak ve cazip söy­lemlerin sağladığı emniyetin gölgesinde modem kadının ne­relere savrulduğunu tartışmaktan kaçman bir bilinç yapısı, bilhassa son 20 yıl içinde “türban/başörtüsü" meselesinin her geçen gün yapaylaşıp sathileşen yönlerine saplanıp İs­lâm’ın kadın tasavvurunu kendi sahiciliği, kendi tabiiliği içe­risinde ele almaktan kaçınmakla kalmadı, aynı zamanda ka­dının doğası üzerine konuşmaktan da kendini mahrum etti. Üstelik kendi öz-tasavvurunu kaybettiği gibi, diğer yandan bu tasavvuru kendisine kaybettirenlere eklemlenmeyi, daha da önemlisi egemen olanı evrensel olan mevkûne çıkarmayı bir marifet bildi.

Musa Kâzım'ın yukanda naklettiğimiz ifadeleri, ne yazık ki bugünün İslâmcılannca bir çırpıda reddedilecek mahiyette­dir ve belki de bazı genç-yaşlı bilgiçlerce bu satırlar —her ne demekse— “geleneksel Islâm'ın kadın üzerinde oluşturduğu jakoben tavnn izdüşümsel bir örneği” addedilip belki de “Emevî-Abbasî-Osmanlı totalitarizminin işbirlikçi ulema ara­cılığıyla Kur’anî gerçekliklere karşı cahil kitlelere kabul ettir­diği epistemolojik terörün varoluşsal bir yansıması" türünden lâfazanlıklarla karşılık görmekte gecikmeyecektir.

Keşke sorunlanmızı böylesi nâdanlıklara istinaden tartış­mak ve hatta çözmek bu kadar kolay olsaydı. Ne var ki bu, bu kadar kolay değil! Emek ister, gayret ister, ter ister, yürek ister, evvelemirde memleketin dertleriyle sahiden dertlenmek ister.

Bizler daha bir asır öncesinin modernleşme yanlısı bir âli­minin görüşlerini hazmedemezken, asırlar önce yaşamış bir âlimimizin, meselâ bir İmam-ı Âzâm Ebu Hanife’nin, bir İmam GazâlFnin görüşlerini nasıl hazmedebileceğiz?

Biraz düşünün bakalım, şimdi bu işin sonu nereye varmış bulunuyor?

durmak durulmaktır

— Biraz düşünün bakalım, şimdi bu işin sonu nereye var­mış bulunuyor?

Önceki yazımızı bu suâlle Sona erdirmiştik Ne var ki bu yazı ilk yayımlandığı günlerde okurlardan bazılan biraz ol­sun düşünmek yerine, adını bile ilk kez duyduklannı söyle­dikleri ve “Şeyhülislâm mı neymiş?!” şeklinde tahfif etmek­ten çekinmedikleri Musa Kâzım Efendi’nin görüşlerini durup dururken gündeme getirmeye çalışmanın kimseye faydası olmayacağını ihtar etmeyi seçtiler.

Haklandın Madem ki işleri güçleri başlanndan aşkındır, madem ki aslında konuşacak daha ciddi meselelerimiz var­dır, madem ki uzun bir süredir yağmur yağmamaktadır, ma­dem ki yağdığında da ortalığı sular-seller alıp götürmektedir, o halde “Böylesi meseleleri kaşıyıp durmanın kime ne fayda­sı olabilir ki?” diye sormakta kimi okurlar niçin haksız olsun­lar?

Lâkin —ne çare ki!— günceli gündemine almak yerine gündemini güncele taşımaya alışmış bir adama bu tür ihtar- lann bir faydası olmaz, olmuyor da zaten. Evet ne yalan söy­leyelim, tam da durup dururken böylesine eften-püften bir meselenin içinde buluverdik kendimizi. VE yine durup durur­ken bir şeyler karalamayı tercih ettik.

Durmasa, daha açıkçası bir yerde durmayı seçmese, insa­noğlu konuşamaz. Her konuşma durup dururken yapılmak zorundadır-, durmadıkça, durulmadıkça konuşulamaz çünkü. Konuşan durmalı ve durup dururken konuşmalı. Durdukça konuşur insan ve konuşabilmek için durmaya ve durulmaya ihtiyaç duyar. Binaenaleyh her adımda durmayı bilmeli, bil­miyorsa öğrenmeli. Bazı safdiller alay ededursunlar; kişi, ye­ri’geldikde -Mehter-i Hümayun gibi- iki ileri, bir geri gidebi­lecek bir üslûba sahip olmanın derinliğini kavramalı.

Keşke hep durup dururken konuşabilsek! Keşke biraz durmayı, durulmayı bilsek! Keşke durmadan durulamayaca­ğımızı biraz olsun, evet, biraz olsun idrak edebilsek! Şimdi Descartes'ın —hani o İmam GazâlFnin el-Munkızu min'ed- Dalâl adlı eser-i muhalledinden müstefad— ünlü Metod Üze­rine Konuşmalarından birkaç satır aktarmanın tam yeriydi ama ne benim buna mecalim var, ne de böyle aktanmlar yapmanın bir faydası.

Kimse durmak istemiyor; kimse durdurulmak da istemi­yor. Nitekim Necip Fazıl merhûm kollannı bir makas gibi iki yana açarak "Durun kalabalıklar! Bu cadde çıkmaz sokak" dediğinde, bu İhtan duyanlar arasından kaç kişi hitabın ken­disine yapıldığını varsaydı sanıyorsunuz?

Kalabalıklar gerçek muhatabın kendisinin kesinlikle için­de olmadığını zannettiği meçhûl bir gürûhun adı değil miydi?

Kalabalıklar, ah şu kalabalıklar!

Bir defasında yazmıştım, o halde şimdi tekrarlamaktan niçin kaçınayım? Kalabalık bir Arapça sözcüğün Türkçe bir ek alarak üretilmiş hâli: galebe-lik. Kalabalık, galebe çalanla- nn varettiği canavar. İnsanoğlu kendisinin ürettiği bu cana­vardan hiç kurtulamamış tarih boyunca. Çaresiz kendisine galebe çalanlarla boğuşup durmuş. Gücünün yetmediğini an­ladığında galebe çalanlann oluşturduğu meşûm kalabalığa katılmış. İstisnalar vukû bulmamış da değil. Nitekim kalaba­lıklarla boğuşmak ister istemez hep yalnız adamlann işi ol­muş. Kalabalıklar hep galip gelmiş, yalnız adamlar da çare­siz hep mağlûbiyetin (yenilmenin) o herkese nasib olmaz şe­refiyle teselli bulmuşlar. Galipler galebe çaldıklan için galip­ler her dâim çoğunluklar olmuş.

Galebelik galiplerin çocuğu. Bu nedenledir ki galebelik ik- tidann anahtan. Evet, galebelik gürültünün adresi, âcizlerin ilticagâhı, sırtını akıntıya dayayanlann kaykayı, durmasını bilmeyenlerin bahanesi. Galebelik sürat. Galebelik başdön- mesi. Galebelik kolaycılık. Galebelik menfaat. Galebelik as­lında galebe çalmak değil, galebe çalınmak. Bu yüzden haki­katte mağlubiyetin ta kendisi.

Kalabalıklar akıyorlar ve fakat akıp akıp durmuyorlar, durduruluyorlar, döndürülüyorlar, dolduruluyorlar, dolandı- nlıyorlar...

Niçin kendiliğinden durmayı bilmez kalabalıklar?

Durmak anlamaktırda ondan!

Ne garip değil mi? İngilizce'de ve Almanca’da anlama ey­lemine karşılık gelen sözcüklerin (understanding ve verste- heri) her ikisi de durmak kökünden türemişlerdir.

Kalabalıklar anlamayı istemedikleri için durmazlar, dura­mazlar. Ancak ve ancak durup dururken anlayabileceklerini bir türlü kabullenmek istemezler. Her daim akarlar, hep akarlar, durmadan akarlar. Kazâen duracak olurlarsa buhar­laşıp yok olurlar ve işte o an, durduklan an bütün aslî vasıf- lannı kaybederler, ortada galebelikten filân eser kalmaz.

İmdi, çaresiz yine bir suâlle bitirmek zorundayız yazımı­zı:

— Vâkıf olmak (bir şeyi anlamak) ile vakfe yapmak (bir yerde durmak) arasında ne gibi bir alâka var?

gül mü, gülle mi?

Kadın sorunlan tartışmalannda şu veya bu şekilde taraf tutanlann önemli bir kısmı sözkonusu terkibin kadın kısmını öne çıkarmaktan hoşlanıyorlar. Sözgelimi daha muhafazakâr yorumlara eğilim duyanlar “Kadın bir çiçektir, bir güldür, ih­timam ister” gibi, dindar olsun olmasın modem kadının ne anlam vereceğini bilemediği güya romantik sözler sarfetmek- le hoş ve şirin (!) bir duruş sergilediklerine inanırlarken, iyi­den iyiye gerilmiş olan tartışma urganının diğer tarafından tutanlar ise kendilerince işbu çiçek, gül benzetmelerini Sev­gililer Günü'ne mahsus zevzeklikler mertebesinde telakki edip daha çağdaş, daha erkeksi, daha dayanıklı (!) yorumlar öne sürmekle sözümona daha gerçekçi bir mevkiye yerleş­tiklerini düşünüyorlar.

Benim nazarımda “kadın sorunlan" terkibinin sorun kıs­mı, kadın kısmından daha çok ilgiyi hakediyor; zira bu so- runlann insana nisbeti kadına olan nisbetinden daha belirle­yici, daha köklü, daha gerçekçidir. Ölüm sorununu kadın’a nisbetle tartışmak, ölümün insan'a nisbetini görmek ve gös­termek isteyen düşünme tarzının çağnsına kulak kapamakla mümkün olabilir ancak. Kadın ne çiçektir, ne çelik; ne gül­dür, ne de gülle! Benzetmelerin çekiciliğinden istifadeyle ka­dını öne çıkaranlar, sorun'u örttüklerini nedense görmüyor­lar. Kendilerini tanımaktan mahrum kadınlar, kendilerini ta­nımaktan mahrum erkeklerin-yalanlanyla hoşça vakit geçir­meyi yeğleyip özlerinde saklı duran o nicedir ihmal ettikleri insanı tanımaya vakit ayırmıyorlar. Oysa insan’a, insanı ta­nımaya vakit ayırmak ve dahi Hz. İnsanla tanışmayı haya­tın gayesi bilmek gerekir.

Kadın Hz. İNSANa giden yolun menzillerinden sadece bir menzildir. Bir istikamete işaret eden bir tabelanın, bir göster­genin önünde çakılıp kalmak ve işaret edilen istikamette iler­lemek yerine durup gösterge karşısında oyalanmak, "Aaa! Cambaza bakın!” deyince şaşkın bakışlannı göğe çeviren safdil kalabalıklann şaşkınlığından istifadeyle onlan soyan- lann, yani irisan’ı tanımaya niyet ve kabiliyeti olmayanlann başvurduğu yollardan biridir.

Erkeklerin kadınlaşmasına ve kadınlann erkekleşmesine dair yazdıklanmı eleştirmek arzusunda olanlann, bir İslâm âliminin, Said Nursinin şu beyti üzerinde düşünmelerini de tavsiye ederim:

İzâ teennese'r-rical'us-süfeha bi'l-hevesât

İzen tereccele'n-nisa'un-nâşizât bi'l-vekahât

Yani: “Zayıf karakterli erkekler heveslerine tâbi olup [bi­le isteye] kadınlaştıklarında, arsız kadınlar da hiç utanıp çe­kinmeden [ister istemez] erkekleşirler.”

Demek ki "erkekleşme-kadınlaşma” tabirlerini kavram­sallaştırarak kullanan bir tek ben değilmişim.

Şimdi bu beytin de içinde yer aldığı pasajı —önemsiz bir­kaç düzeltmeyle Üstad'ın Lemeât ile Sözler adlı eserlerinden aktarmak suretiyle— dikkatlerinize sunmak isterim.

Kadınlar yuvalanndan çıkıp ‘beşer’i yoldan çıkarmış; yuvalanna dönmeli. Mimsiz medeniyet [deniyet] taife-i nisa’yı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, meb­zul metaı yapmış. Şer‘-i İslâm onlan rahmeten davet eder eski yuvalanna. Hürmetleri orada, rahatlan evde, hayatı ailede. Temizlik ziynetleri, haşmetleri hüsn-i hulk, lütf-i cemali ismet, hüsn-i kemâli şefkat, eğlence­si evlâdı. Bunca esbab-ı ifcad... demir sebat karan lâ­zımdır, tâ dayansın. Bir medis-i ihvana güzel kadın gir­dikçe riya ile rekabet, hased ile hodgâmhk depretir da­marları; yatmış olan hevesât birdenbire uyanır. Taife-i nisa'da serbesti inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birdenbire inkişafı. Şu medenî beşerin hırçın­laşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azmidir, hem müt­hiştir tesiri Memnû heykel ve suretler ya zulm-i müte- hacdr, ya mütecessid riya, ya müncemid hevestir, ya tılsımdır celbeder o habis ruhlan.

Said Nursî’nin bu mütalaalannı nazar-ı itibara almaksızın ileri-geri konuşanlann ileri gitmeleri de, geri kahnalan da doğrusu beni ilgilendirmiyor. Çünkü böyleleri bir metinde ne söylendiğini değil sadece, metinde ne söylenmek istendiğini de anlamaya çalışmıyorlar. Anlamak için önce yavaşlayıp durmak ve düşünmenin ihtiyaç duyduğu sükuneti kendisine sağlamak lâzımdır; zira (bir yerde) durmayanlar anlayamaz­lar.

Modern kadının evsizliği, reçel yapmayı unutuşu, anne­annesinden veya babaannesinden utanışı, anneliği terkedişi, kısacası erkekleşme sürecine dahli dindar kadınlan da kapsı­yor. Çünkü dindar kadın da “İşte kadın!" denecek durumdan gittikçe uzaklaşıyor. Said Nursî’nin “Zayıf karakterli erkekler heveslerine tâbi olup [bile isteye] kadınlaştıklannda, arsız kadınlar da hiç utanıp çekinmeden [ister istemez] erkekleşir­ler” sözünden de anlaşılacağı üzre, bu sorun, modem kadına özgü bir sorun değil, modem İnsana özgü bir sorun.

Tartışmanın kadın üzerinden sürdürülmesi sadece kadın adına bir kayıp değil, erkek adına da bir kayıp sayılmalı. Çünkü olan insan’a oluyor-, bunca vâveyla arasında İNSAN denen cevher buharlaşıp yok oluyor.

reçel yapamayan İslamcı kadınlar

Geçenlerde bir arkadaşım PhiloSophiaLoreıi okuyan — artık evlilik çağına gelmiş bulunan— erkek kardeşinin, yen­gesine “Ben reçel yapmayı bilen bir kızla evlenmek istiyo­rum” dediğini aktannca tebessüm etmekten kendimi alama­dım. Çünkü reçel yap(a)mamak kavramına —tıpkı babaan­nelerden utanmak kavramsallaştırmasında yapmaya çalıştı­ğım gibi— birbiriyle ilintili anlamlar yüklemiştim: msl. gele­neksel aile’nin hızla çözülmeye başlaması, günümüzde ‘ka- dın'la ‘ev’ sözcüklerinin birbirlerini iter hâle gelmeleri, kızla- nmızın sorunlannı ev(leri) dışında çözmeye yönelmeleri, ile­ride çocuklanna aktaracaktan tecrübeleri ailelerinden tevarüs etmekteki isteksizlikleri, imkânsızlıktan, vs.

“Reçel yap(a)mamak" kavramına yüklediğim anlamlann okur tarafindan hiç değilse bu düzeyde olsun sezinlenmesi, işaret ettiğim noktanın anlaşıldığını gösteriyordu. Nitekim Konya sokaklanna gençlerin “Reçel Yapamayan Islâmcı Ka­dınlar” diye afişler astıklarını işitince bir kez daha tebessüm ettim. Doğrusu, meselenin böylesine abartılacağını tahmin edemezdim, tslâmcı kadınlann "Allah kuru iftiradan sakla­sın” deyip her firsatta pekâlâ reçel de, aşure de yapabildikle­rini anlatmak ihtiyacı hissetmelerine yol açması bakımından bu tür abartılann tamamen yararsız olduklannı söyleyemem.

Söylenebilecek olan sadece şu: Kavramtann kendileri, ta­raflarca bir hakikat gibi algılanıyor ve onlar, gösterilen yere bakmak yerine o yeri gösteren parmağa odaklanarak meca­zî ifadeleri hakikate dönüştürüyorlar.

Reçel yapabilmesi veya sofrada rengârenk reçel çeşitleri­nin bulunmasına ihtiyaç duyabilmesi için bir çocuğun önce­likle ailesiyle birlikte kahvaltı masasına oturması ve reçeli kendi evinde, yani aile sofrasında görmesi gerekiyor. Kendi evinde, kendi yatağında uykuya dalıp kendi evinde gözleri­ni açmayan çocuklann mahrum olacaklan tek şey reçel mi­dir? Oysa reçel benim nazanmda anne sevgisini, yuva sıcak­lığını, aile terbiyesini temsil eder. Yurt odalannda veya bekâr evlerinde sadece doymak için sofraya oturan, annelerinin hazırladıktan sofralarda kahvaltı yapmak imkânı bulama­yan, aile sofrasının sıcaklığını yeterince tatmadan büyüyen çocuklar okullannı bitirip mezun olsalar n’olur, olmasalar n’olur? Reçelden mahrum olmanın, aile içinde yaşamak zen­ginliğinden mahrum olmak anlamına geldiğini bu kadar mı açıklıkla vurgulamam gerekiyordu?

Kız çocuktan çokluk ninelerini veya annelerini ömek ala­mıyorlar; zira onlarla ayn dünyatann insantan olduklarına inanıyorlar ki tamamen haklılar. Annelerinin kurduktan sof­ralarda annelerinin elleriyle yaptıktan o güzelim reçelleri (!) yiyemeden büyüyen bu kızcağızlar için ev ortamı sıkıcı geli­yor ve tabiatıyla onlar da dışanda yemek yemeyi ya da so­kakta abur-cubur bir şeyler atıştırmayı modernlik sanıyorlar. Çalışarak hayatını geçirecek olan bu iş kadını adaylannın hafta sonlan dışanda yemek yemeyi arzulamalanndan, bu tür bir hayatı sağlayacak bir geçim standardına ulaşmayı ise köylülükten kurtulmak gibi algılamalanndan daha tabii ne olabilir? Aile ortamında yetişen çocuklar aile kurabilirler; re­çel yiyerek büyüyen çocuklar reçelin eksik olmadığı sofrala­ra ihtiyaç duyarlar; zira insanlar ailelerinden aldıklannı an­cak kendi ailelerine verebilirler. Aile havasını teneffüs etme­miş kimselerin ailevî değerlere karşı kayıtsız kalmalan, dola­yısıyla anne yemeklerine duyulan özlemi hafife almalan ga­yet tabiidir.

Ben başından itibaren reçel kavramını ailevî değerleri (ai­le ortamını) sembolize edecek şekilde kullandığım halde kimi hanımlar bu konudaki sözlerimi yanlış anlayıp reçeli hakikî mânâsıyla yorumluyorlar. Gerçi bu yanlış anlama sebebiyle hanımlann ikide bir reçel pişirme becerilerini ortaya sermele­rinden şikayetçi olduğum düşünülmesin; bilâkis bu gelişme­lerden memnuniyet duyuyorum.

Lâkin asıl soru(n) şu:

Çocuklannı iyi bir eş, iyi bir anne, iyi bir ev hanımı ola­rak yetiştirmek cesaret ve kabiliyetini yitirmiş bulunan yor­gun anneler, kendilerinin kızlanna vermediklerini onlann kendi çocuklanna vereceklerini mi sanıyorlar?

Böyle sanıyorlarsa yanılıyorlar; zira anneleri (babalanyla birlikte olup) onlan yurtlara, bekâr odalanna gönderdikleri için, onlar da daha erken davranıp çocuklannı kreşlere gön­derecekler. Anneleri zahmet edip mesela reçel yapmadıktan, börek açmadıktan için, hatta onlan cola-hamburger kültü­rüyle yetiştirmeyi köylülükten kurtulmak gibi algıladıktan için onlar da çocuklanna annelerinden öğrendiklerini öğrete- çekler; meselâ su böreğine tenezzül etmezlerken hamburger veya pizzayı çağdaş zevklerinin arasına katacaklar.

Sözün özü, modem müslüman kadın mezarlık ziyaretle­rini terkettiği için reçel yapmayı da terketti; ölülerine Kur’an veya Yasin okumayı hurafe, hatim indirmeyi ise anlamadan yapılan lüzumsuz bir tekrar, Ramazanlarda cami ziyaretleri­ni ‘anlamsız geziler’ olarak telakki ettiği için kurduğu sofra­lara reçel yerine nutella koymaya başladı. Geleneği pirinç ayıklar gibi ayıklayacağını sanıp Kitap’ta yerini bulamadık- lannı ritüel, kült vb. terimlerle tanımladığı için annesini, ba­baannesini örnek almayı başaramadı; üstelik onlan “babala- n ve dedeleri tarafindan ezilen zavallılar" olarak tanımlama­nın nelere malolacağını hesaplamadı.

Belki birileri, "Peki ya erkekler? Onlar bu arada neler yap­tılar?” diye sorabilirler. Hemen söyleyeyim: Erkekler pişkin pişkin sıntıp "Biz masumuz; çünkü o sırada bakkala nutella almaya gitmiştik, evde neler olup bittiğinden hiç haberimiz olmadı" diyecekler.

gölgesi ne de çoktur arasokakların

Merak etmeyiniz, aklına esenin estiği gibi estirdiği rüz­gârlardan etkilenip kadınlar çalışmalı mı, okumalı mı ya da okumak ve çalışmak yerine evinde oturup dikiş-nakışla mı uğraşmalı gibilerinden cansıkıcı konularda bilgiçlik taslaya­cak, haddim olmaksızın sizlere beylik nasihatlerde buluna­cak değilim. Bilenler bilirler ki ben üzerime vazife olmayan konularda konuşmayı sevmem. Üstelik galebelikleri doğru­dan ilgilendiren konulan benim pek o kadar ilgi çekici buldu­ğum da söylenemez.

O halde ne yapmaya çalışıyorum? Evet, niçin kadın me­selesinde bugün için pek öyle kolay kolay hazmedilemeye- cek birtakım görüşleri aktanp sıradan okurun canını sıkacak meselelere işaret etmeyi bir marifet addediyorum?

Hemen belirtmem gerekirse, şahsen herhangibir sorunla salt muhtevası itibariyle ilgilenmeyi tercih etmedim bugüne değin. Hakkında mürekkep sarfettiğim sorunlan salt muhte- vasi itibariyle ve tabii ki onlan fiilen çözüme kavuşturmak amacıyla da kendime sorun edinmedim, bilâkis bir sorun’un yine bir sorun olmak itibariyle nasıl ele alınabileceği üzerin­de durmak, mümkün olduğu kadanyla gerçekten de üzerin­de konuşulmaya değer sorunlan bulup ortaya çıkarmak, he­le hele bir kere ortaya çıkmayı başarmış iseler o sorunlara dâ­ir nasıl ve ne sûrette esaslı suâller sorulabilecegini araştırmak nedense bana oldu olası daha sağlıklı bir yol gibi göründü.

Sahici sorunlar üzerinde kalem oynatmak hiç kuşku yok ki takdire şâyandır ve fakat o sorunlann sahiciliklerini nasıl kazandıklannı adam gibi bilmek kaydıyla. Binaenaleyh bir sorun’un herhangibir emr-i vâkiyle önümüze bırakılması se­bebiyle ve bu emr-i vâkinin tesiriyle ister istemez lâfazanlık yapmak durumunda kalmak başka bir şey, galebeliklerin rağmına bir sorun hakkında soru sahibi olmak çok daha baş­ka bir şey!

Soru sahibi olmak bizâtihi sorun sahibi olmak değildir. Çünkü sorular sanıldığının aksine her zaman sorunlar hak­kında olmayabilir.

Sorunlanmız olmasa da, sorunlar bizim olmasa da soru­lanınız olmalı, bizim sorulanınız olmalı.

Ya cevaplar?

Cevaplan yazmak —söylemek zorundayım ki— kendi so­runlan olmak bir yana, bizâtihi kendi sorulan dahî olmayan- lann şânındandır. Çokluk insanlar cevap sahibi olmayı ister­ler ve bu nedenle hazır cevaplann satılageldiği dükkânlardan onlan almakta pek ziyade tehâlük gösterirler. Cevap sahibi olmak, kabul etmeli ki insana güç verir, ona cevabını bildiği sorunlar hakkında konuşmak imkânı sağlar, böylece sahte soru(n)larla dolu zihinler nezdinde kendisinin iknâ ediciliği­ni artınr; bu nedenle soru sahibi olmak yerine, cevap sahibi olmayı tercih edenlerin sayısı çoktur. Oysa sorunlarımız ol­masa da, sorunlar bizim olmasa da sorulanınız olmalı, bizim sorulanınız olmalı. Bu yüzden de cevap sahiplerinin değil, soru sahiplerinin adlan bulunmalı defterimizde.

Kalabalıklara! defteri olmaz. Kalabalıklar defter tutmaz. Kalabalıklar arasokaklara sığmazlar, bu nedenle kalabalıklar arasokaklarda dolaşmayı sevmezler. Onlar anacaddelere ait­tir. Anacaddeleri bellemek gerekmez, dolayısıyla kalabalıkla- n salt dolaştırmak yeterlidir anacaddelerde: yanıp yanıp sö­nen ışıklar, parlak vitrinler, ağzı lâf yapan iyi giyimli satıcı­lar, ve asla sahiden sahip olunamayan çözümler.

Dikkatle bakarsanız, ellerinde defter olanlann her dâim arasokaklarda dolaştıklannı, anacaddelerde seyretmek yeri­ne —çıkmaz bile olsa— arasokaklarda yalnız başlanna gezip dolaştıklannı, hatta bazen bir sokak köşesine öylece çöküp kaldıklannı görürsünüz.

Gölgesi ne de çoktur arasokaklann.

Köşebaşlanndaki lâmbalan bile pek yanmaz oldu olası. Biraz serin, hatta soğuktur. Ceset doludur her yer. Cesetler. Evet, kokmuş, şişmiş yaşlı cesetler. Kimi zaman da yakışık­lılığından hiçbir şey kaybetmemiş olduğu halde kaldıranlar­da yatan genç cesetler. Kaldıran kenarlan su birikintileriyle değil, kandan oluşmuş gölcüklerle istilâ edilmiştir sanki. Bir­kaç garip kılıklı adam ellerinde kalem ad kaydetmekle meş­guldürler günler-geceler boyunca. Diriltmeye çalışırlar orada- burada yatan binlerce ölüyü. Başlan bir sokaktan, vücutlan bir sokaktan, ayaklan, elleri ise yine başka bir sokaktan top­larlar.

ölülerle konuşanlan da vardır aralannda. Sessizce, gü­lümseyerek, başlannı okşayarak, ellerini öperek, hürmetle ölülerle konuşan garip kılıklı garip adamlardır bunlar. Olur a, bazdan bazen yollannı şaşınrlar da anacaddelere çıkmak gaf­letinde bulunurlar. Geri döneni pek görülmemiştir. Hemen ve orada, görüldükleri ilk yerde linç edilirler kalabalıklarca. Ka­labalıkların hiç mi hiç tahammülü yoktur arasokaklann bu garip kılıklı garip adamlarına. Bağışlamazlar bu yüzden on- lan.

Ben bu tür kazalara pek aldırmam da hep neye yananm bilir misiniz? Zavallılann ellerindeki o küçük defterlere. Ken­dileri geri gelmediklerinde, bilmek gerekir ki defterleri de ge­ri gelmeyecektir. Gelmez de nitekim.

Oysa gölgesi ne de çoktur arasokaklann!

hz. madonna’nın ruhaniyetinden istimdad

kadın olmak kolay, eş olmak zor

Kur’an’ın hikmetlerini, Kur’an’ın mesajını Türkçe çeviri­lerin açtığı pencereden izlemeye çalışanlar, umumiyetle Arap dili’nin kendine mahsus inceliklerini küçümsemek eğilimin­dedirler. Arap dili bir yana, Kur’an dilini bile dikkate alanla- nn sayısı pek azdır. Haliyle, bir dilden bir dile yapılan çeviri işleminin kaynak metindeki mânâ zenginliğini yok ettiğini savunanlann mübalağa etmekle suçlanmalannı çok görme­mek gerekir.

Gerçekte bu itirazlann haklı tarafi yok da değildir. Ancak dinini ciddiye alan bir müslümanın, iman etmiş olduğu Ki- tab’ın dilini de ciddiye alması bir vecibedir. İşte bu nedenle Kur’an mütercimlerince özen gösterilmeksizin Türkçe’ye ak- tanlan iki sözcüğü misâl olarak vermek istiyorum: zevç ve imrae.

Kur’an her defasında Hz. Adem’in zevc(e)sinden bahse­derken, buna mukabil Hz. İbrahim, Hz. Zekeriya, Hz. Lût ve Hz. Nuh’un, hatta Firavun ile Aziz’in “imrae”lerinden söz eder. Keza Kur’an’da zevç (çoğ. ‘ezvâc’) kelimesinin çok çe­şitli kullanımlan olduğu ve takat dişil (zevce) formunun bu­lunmadığı malûmdur.

Bu kelimelerden ilkini (zevç) 'eşi', diğerini (imrae) ise ’kansı’ veya 'kadım' diye Türkçe’ye çevirmek mümkün. Ne ki bu sözcükler, Kur’an mütercimlerinin çoğu tarafindan ge­lişigüzel bir biçimde Türkçe’ye aktanlmış, meselâ imrâe söz­cüğüne mukabil herhangibir tefrikte bulunmaksızın “hatun, hanım, eş, kan, kadın" sözcükleri kullanılmıştır.

“Hz. İbrahim’in eşi” ile “Hz. İbrahim’in kansı" demek arasında Türkçe açısından bir fark var mıdır? Sözgelimi Türk­çe’de “Firavun’un eşi” deseniz ne olur, “Firavun’un kansı” deseniz ne olur? Türkçe açısından hiçbir şey olmaz; zira bu­gün Türkçe’de, filânın “eşi, kansı, hanımı” gibi tâbirler umu­miyetle eşanlamlı olarak kullanılır; ancak bazı bölgelerde (msl. İstanbul’da) 'eşi' ve 'hanımı' tâbirleri, ‘kansı’ tâbirin­den daha kibar bir kullanım olarak kabul edilir ve özellikle tek başına ‘kan’ tâbirini kullanmak bir kabalık sayılır. [Bu tasavvur XX. yüzyılda oluşmuştur. Meselâ Ahmed Cevdet Paşa (öl. 1895) hâlâ yazma olarak bulunan Kur’an çevirisin­de kan sözcüğünü hiç çekinmeden kadın anlamında ve sık­lıkla kullanır.]

Peki Kur’an dilinde böylesi bir eşanlamlılık mevcut mu? Hayır! Çünkü Kur’an, a) ihanet, b) inanç farklılığı, c) dulluk, d) kısırlık gibi unsurlann bulunduğu yerlerde zevç (eş) söz­cüğünü kullanmaz. “Aziz’in eşi” demez; zira kadın kocasına ihanet etmiştir. “Firavun’un eşi”, “Lût’un eşi”, ‘.‘Nuh’un eşi” demez; zira bu kadınlar kocalannın dininden değildir (Fira­vun’un kansı mümin, diğer ikisi kâfirdir). “Imran'ın eşi” de­mez; zira Hz. Meryem’in annesi duldur. Kezâ “İbrahim'in eşi", “Zekeriya’nm eşi" demez-, zira her iki kadın da kısırdır. (Hz. Zekeriya evlât sahibi olmakla müjdelenince, Kur’an he­men onun hakkında zevç (eş) sözcüğünü kullanacaktır.)

Zevciyyet (bir erkekle bir kadının birbirlerine eş olmalan) Kur’an diline göre-, a) sadakat, b) muhabbet, c) vilâdetve d) nikâh unsurlarından birinin eksik oluşuyla ortadan kalkar. Sözgelimi sadakat yoksa (=ihanet) veya muhabbet kalma­mışsa (=inanç farklılığı) zevciyyet (eşlik) kan-koca için kul­lanılabilir bir sıfat olmaktan çıkar; kadın, kocasının ‘eşi’ de­ğil, ’kansı' diye anılır. Bu ikinci vasıftan, aşağılayıcı ve tah­kir edici bir mânâ çıkanlmamali; sadece bir dilin mantığının başka bir dilin mantığından farklı işlediğine dikkat edilmeli­dir.

Bu açıklamalardan sonra, sanınm şöyle bir suâl sormaya hak kazanmış sayılabiliriz: Kur’an çevirileri, niçin bizleri bu incelikler karşısında duyarlı kılmıyorlar?

Bu suâlin doğru cevabını bulmak için, çeviriler karşısında daha eleştirel bir tutum takınmak ve böylelikle mevcut çevi­rilere lâyık olmadığımızı ispat etmek zorundayız diye düşü­nüyorum. Aksi takdirde "Adem'in zevcesi" tabirini okuyacak ve fakat, Hıristiyan geleneğindeki “Havva'nın ihaneti" send- romuna Kur’an’ın verdiği beliğ cevabı görmekten mahrum kalacağız. Kezâ "Firavun'un kansı", “Nuh’un kansı", “Aziz'in kansı" tabirlerini okuyacağız ve fakat dil'le muhte­vanın, üslûbla mânânın bu denli yüksek seviyedeki izdivac- lanna tanıklık yapma şansımızı kaybedeceğiz.

Bu seviyeye ulaşmak için çaba harcamaz, ucuz çevirile­rin ruh sağlığına zararlı anlamlan ile oyalanmayı sürdürür­sek, hiçbirimizin, “Firavun’un eşi”, “Lut'un hanımı”, “Adem’in kansı" şeklindeki çevirilere istinaden Kur’an’ı an­ladığımızı, anlayabileceğimizi söylemeye hakkımız olmaz.

Bu çevirileri utanmadan önümüze getirenlerin, Kur’an'ı anlama, onun feyz u hikmetinden istifade etme seviyeleri bu olursa, çevirilere mahkûm edilen halkın seviyesi nice olur? Binaenaleyh bir-iki çeviriden birkaç ayet iktibas edip ahkâm kesenlere haksızlık etmeyi bırakalım da onlann ellerine bu kötü çevirileri verenlerde hiç suç yok mu, bir de işin bu tara­fına bakalım.

Bakalım ve merhûm Elmalılı’nın şu uyanlanna kulak ve­relim:

Öylelerini görüyoruz ki Kur’an’ı anlamıyor ve tekirlere müfessirlerin te'vüleri karışmıştır diye onlan da kâle al­mak istemiyor da eline geçirdiği tercümeleri okumakla Kur’an’ı tedkîk etmiş olacağını iddia ediyor; düşünmü­yor ki okuduğu tercümeye âlim müfessirlerin te’vili de­ğilse, cahil mütercimin re’yi ve te’vili, hatası, noksanı kanşmıştır.

Bu satırlann yazıldığı tarih 1935. Şimdi ise 2004 yılında­yız. Ne dersiniz, şimdi daha iyi bir durumda olduğumuz söy­lenebilir mi?

kadınlar tarla mıdır?

Bazı okurlar Bakara: 223 ayetinin anlamına ve çevirileri­ne ilişkin eleştirime açıklık getirmemi istiyorlar; zira güven­dikleri bazı kimselere sözkonusu eleştirimi naklettiklerinde. hars kelimesinin Türkçe’deki karşılığının tarla olduğu ve do­layısıyla yapılan çevirilerde bir hata bulunmadığı cevabını al­mışlar. Bu sebeple bana da —haklı olarak— "Siz hars keli­mesine hangi anlamı veriyorsunuz?" diye soruyorlar.

Önce şu husüsa bir açıklık getirelim: Arapça'daki hars ke­limesinin Türkçe’deki karşılığı tarla’dır-, yani biz, bu kelime­nin “tarla, mezra, ekinlik, ekin yeri” mânâsına gelmediğini söylüyor değiliz. Bilâkis bizim eleştirimiz, buradan sonra, ya­ni hars kelimesinin Türkçe’de ancak tarla kelimesiyle karşı­lanabileceğini kabul ettikten sonra başlıyor, çünkü biz, “kadınlannız sizin tarlanızdır" ifadesiyle yapılan benzetmenin (kadınlann tarlaya benzetilmesinin), Türkçe açısından şık ol­mayan, hatta kaba ve yakışıksız bir benzetme olduğunu söylüyoruz.1

“Türkçe açısından” diye üzerine basa basa vurguluyo­rum; zira Arapça ve Türkçe’de bu kelimenin mecazî kullanı­mı bakımından tam bir mütekabiliyet bulunmamaktadır.

Bilindiği üzere kelimeler, biri hakikî, diğeri mecazî olmak üzere farklı mânâlar taşırlar. Hars kelimesi de böyledir ve bu kelime hem Arapça’da, hem de Türkçe’de “tanma elverişli olan, sınırlı ve belirli bir toprak parçası” anlamına gelmekte­dir. Bu anlam, hars kelimesinin hakikî anlamıdır ve burada bir sorun yoktur. Sorun kelimenin mecazı anlamındadır; zira Arapça’da bu kelimeyle kadının ‘kadınlık uzvu’ kastedilerek doğurganlığına atıf yapılmakta ve böylelikle kelimeden ikin­cil bir anlam (mecâzî anlarri) elde edilmektedir. Nitekim Kur’an’da da hars kelimesi hem hakikî anlamıyla, hem de mecazfanlamıyla kullanılmıştır. Meselâ Kur’an’da ahiret eki­ni, dünya ekini mânâsında hars'ul-âhire, hars'ud-dünya (Şûra: 20) tâbirleri geçer.

Bakara: 223 ayetine gelince, burada kelime hakikî anla­mıyla değil, mecazî anlamıyla kullanılmaktadır (ve hazâ me- câzun; Zemahşerî). Kezâ Elmalılı Hamdi Yazır da bu husûsa dikkat çekmiş ve bu tâbirle kadının kadınlık uzvunun yere/toprağa, erkeğin nutfesinin tohuma, doğacak çocuğun da hâsdâta/mahsûle benzetilerek bir istiâre yapıldığını söylemiş­tir. (Bu izahın, Caferi mezhebine ait bir yoruma cevap teşkil ettiğini de belirtmek isterim.)

Ziya Gökalp’in Fransızca culture kelimesini harsla karşılamasından cesaret alan bazı sağcı sosyologların, “hars u nesi'yok etme çabasın­dan" söz eden bir ayeti (Bakara: 205), “kültür düşmanlığı"yla izah etmek gibi komiklikler yapmalarına sadece tebessümle mukabele edi­yorum.

Peki Türkçe’de tarla kelimesi, Arapça’daki gibi bir mecazî anlama sahip midir? Türkçe'de kadın ile tarla kelimeleri ara­sında edebî bir münasebet kurulmuş mudur? Tarla kelimesi, kadınlarla ilgili bir benzetmenin unsuru olarak kullanılmakta mıdır?

Hiç kuşkusuz ki bu suâller cevaplanmadıkça, hakiki' an­lamlar arasındaki eşdeğerliliğin bize bir yaran olmaz; zira tartışma, hakikî değil, mecazî eşdeğerlilik üzerinedir. Ne ki hars kelimesinin mecazî anlamına denk olmak kaydıyla tar­la kelimesinin mecazî bir anlamı bulunmamaktadır. Binaena­leyh nisâukum harsun lekum ayetini okuyan bir Arab’ın ak­lına hars kelimesinin mecaz;'anlamı; kadınlannız sizin tarla- nızdır şeklindeki çeviriyi okuyan bir Türk’ün aklına ise —is­ter istemez— tarla kelimesinin hakikî anlamı gelecektir. Bu sebepten olsa gerek, birçok yerde harsı ekinle karşılamaktan çekinmemiş olan merhum Elmalılı, bu ayete gelince, kelime­yi Türkçeleştirmekten şiddetle kaçınmış (“Kadınlannız sizin için bir harstır. O halde harsınıza...”) ve ardından gerekli açıklamalan yaparak kelimenin Arapça’daki mecazî anlamı­nı ikna edici bir biçimde ortaya koymuştur.

Hâsılı bizim talebimiz, okuru tarla kelimesine mahkûm eden piyasa mütercimlerinin bu kadarcık bir zahmete katlan- malan; Said-i Nursî’nin şu sözünü hep akıllannda tutmalan:

— Mecâz ilmin elinden cehlin eline düşerse hakikate in- kilâb eder, hurafâta kapı açar.

kadın psikolojisi

Bir arkadaşımın ricası üzerine, llâhiyat Fakültelerimizden birinde, Tefsir Bölümü’nde yüksek lisans yapan ve tez hazır­lama aşamasına gelmiş bir kız öğrenciyle görüşmüştüm. Ar­kadaşım, teziyle ilgili bazı hususlarda bu öğrenciye yardımcı olabileceğimi düşünmüş ve ilgilenmemi istemişti.

Kendisine tezinin konusunu sorduğumda Kur'an'da Ka­dının Psikolojisiyle ilgili bir tez hazırlayacağını söyledi. Tefsir tlmi'nde yetişmesini sağlayacak yüzlerce konu varken, niçin günlük gazetelerin ikinci sayfalannda yazı dizisi olabilecek böyle bir konuyu kendisine tez olarak aldığını sordum. Kur'an’daki kadınlarla ilgili ayetlerin bugüne kadar hep er­kekler tarafindan yorumlandığı gerekçesiyle tez danışmanı­nın bu konuyu kendisine verdiğini söyledi ve ekledi:

— Hem yanlış anlaşılan bazı ayetlerin doğru yorumunu göstermeyi deneyeceğim.

Çocuklarla ilgili ayetlerin çocuklar tarafindan yorumlan­masının da pekâlâ ilginç olabileceğinden bahisle ona, “Bu yanlış anlaşılan ayetlere bir misâl verebilir misiniz?” diye sordum. “Meselâ" dedi; er-ricâlu kavvâmun ale'n-nisâ.

Verilen cevap tam da tahmin ettiğim gibiydi; bu cevabın izahı da.

Akademik kariyer peşindeki bir yüksek lisans öğrencisi­nin, böylesi parlak konulara, etkileyici ve cazip yorumlara il­tifat göstermesi gayet tabii idi. Çünkü hocaefendilerin kâhir ekseriyetinin yönelimleri de maalesef bu doğrultudaydı.

Bu hâdiseyi yine bir yüksek lisans öğrencisiyle yaptığım telefon konuşmasının üzerimde bıraktığı tesir sebebiyle yaz­mış bulunuyorum. Hürmet ettiğim bir zâtın tavassutuyla beni arayan bir öğrenci “Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirindeki felsefî görüşler” üzerine tez hazırlamakla görevlendirilmiş, fakat El- malılı hakkında hiçbir bilgisi yokmuş; hayatını, kitaplannı, makalelerini, fikirlerini pek bilmiyormuş; ne ki hocası bu ko­nuyu hazırlamasını istediği için ister istemez tezini yazmak zorundaymış. Tam da kendisine, Elmalılı’nın Tefsirini baştan aşağı okumasını tavsiye edecekken, danıştığı başka birinin de bu yolu (!) tavsiye ettiğini, ancak dokuz ciltlik koca tefsirin altından nasıl kalkacağım bilemediğini söyledi.

Bir şey diyemedim ve tabiatıyla kendilerine pek yardımcı olamadım. Bu çocuklann ne yaptıklannı, ne yapacaklannı bilmiyorum. Fakat her defasında şu soruyu sormaktan da kendimi alamıyorum:

Kabahat kimde?

Onlarca üniversite açıp seviyeyi düşüren, üniversite eği­tim sistemini perişan hale getiren, siyasî manipülasyonlarla hem hocalarda, hem de öğrencilerde şevk ve gayret bırakma­yan YÖK’te mi?

Geçim sıkıntısı çeken, kendilerini bile yetiştirmeye firsat bulmadan üniversitelere dolan, birkaç kuruş maaş artışı sağ­lamak için KPDS imtihanlannda ter döken, bu arada da cid­di bir eğitim venneksizin öğrencileri mezun edip yüksek li­sans için başvuranlara “dostlar alışverişte görsün" kabilin­den gelişigüzel tezler veren hocalarda mı?

Sadece geçerli not alıp sınıf geçebilecek seviyede ders ça­lışan, akıllan bir kanş havada, gençlik yıllannı lüzumsuz iş­lerle ziyan eden, ilmin, fedakârlıklara katlanmadan, sabır ve gayretle gece-gündüz çalışmadan elde edilemeyeceğini bir türlü anlamak istemeyen, meselenin ehemmiyetini kavradık­tan takdirde de ne yapacaklannı bil(e)meyen, bilseler de bu sefer imkânsızlıklar içinde kıvranmaya başlayan öğrenciler­de mi?

Belki başkalan başka maznûnlardan da söz edebilir. Fa­kat esas itibariyle bunlann hiçbiri önemli değil. Zaaflanmızı sıralayıp saymanın bir anlamı olmadığı gibi, bunlan örtme­nin, eyyamcılık yapıp gereksiz savunmalara girmenin de bir anlamı yok. Aslında hepimiz suçluyuz.

kadınlar dövülür mü?

Birkaç yıl önce İstanbul Belediyesi’nin katkılanyla bir otelde düzenlenen Islâm-Türk Düşüncesi Sempozyumu’na —tebliğ sunmak maksadıyla— davet edilmiştim. Çeşitli fa­kültelerden gelen ilim adamlan uzmanlık alanlanna uygun olarak gruplara aynlmışlardı. İki gün boyunca bu özel grup­lar dahilinde tebliğler sunulacak, müzakerelerin sona erme­siyle birlikte neticeler halka açık bir toplantıyla ilân edilecek­ti.

Katılmış olduğum grup 10-15 kişiden oluşuyordu. Niha­yet sıra Kayseri llâhiyat Fakültesi'nden bir öğretim görevlisi­ne geldi. Tebliğ konusu, kadının dövülmesi meselesine temas eden Nisâ Süresi'nin 34. ayetine dâir yeni bir yorum dene­mesiydi. Tebliğci, bu konuya çözüm bulmak için uzun araş­tırmalar yaptığını, sözlüklerde d-r-b kökünün anlam listeleri­ni gözden geçirdiğini, bu çokanlamlı sözcüğün dövmek anla­mından başka karşılıklannın da bulunduğunu farkettiğini anlatıp içlerinden günümüz zihniyetini rencide etmeyecek farklı bir anlamı tercihte kârar kıldığını söyledi.

Kendisi biraz da neşeyle dinlenmiş, sadece bazı lâtifelerle mukabele görmüştü. Fakat birdenbire hâzirûn içerisinden bir llâhiyat doçenti kendini tutamayıp öfkeyle Batı'nın tesiri al­tında yapılan bu tür te’villere gerek olmadığından, ayetin bir hakikati dile getirdiğinden, kendisinin (yanlış hatırlamıyor­sam) Portekizli bir hanımla ikinci evliliğini yaptığından, vs. sözetti.

Hatibin üslûbu, bu girişin sonunun pek iyi bitmeyeceğini gösterdiğinden olsa gerek ki herkes başını önüne eğmiş, ger­gin bir biçimde bir an önce konuşmanın bitmesini bekliyor­du. Sonuç, beklenildiği gibi tam bir felâketle neticelendi ve hatib sesini daha da yükselterek, “Meselâ benim evliliğim gayet mutlu bir şekilde sürüyor. Bi kodum mu evde huzur­suzluk filân kalmıyor. Kadın dediğin dayakla yola gelir. Ni­tekim geçenlerde..." diyerek şahsî tecrübelerinden misâller vermeye başladı.

Herkes donup kalmıştı. Bir ara başımı kaldınp yanımda oturan arkadaşıma bakacak oldum, iskemlesi çoktan boşal­mış, utancından alelacele dışan çıkmıştı. Bu arada hatib de aniden susuvermişti; zira tam karşısında Dr. Nuray Mert’in oturduğunu farketmiş, ancak bir kere olanlar olmuştu.

Yüzüne —riyakârca— bir tebessüm yakıştırmaya çalıştı. “Şey..." dedi; “tabii ki sizin gibi modem hanımlan istisna ka­bul etmek lâzım.” Konuştukça batıyordu. Sinirleri sonuna kadar gerilmiş olan davetlilerin patlayan kahkahalan arasın­da başka şeyler söylemeye çalıştıysa da artık o eski kabada­yılığından eser kalmamıştı.

Şimdi düşünelim bakalım, mizaçlarına, alışkanhklanna, kabahklanna, köylülüklerine Kur'an'dan mesned arayan bu tür kimselerle, güya Kelâm-ı llahfyi savunmak amacıyla onun ayetlerine sözlüklerden gelişigüzel seçtikleri anlamlan —hem de beceriksizce—yamamaya kalkışan işgüzarlar ara­sında nasıl bir tercihte bulunacağız?

öyle ya, bu ayete bazdan “Eşiniz sizi dövmeye kalkışırsa kendinizi savunun”, bazdan “Eşinizi başkasıyla aynı yatak­ta yakalarsanız onu boşayın”, bazdan “Eşiniz sizinle birlikte olmaktan kaçınıyorsa iknaya çalışıp onunla cinsel ilişki ku­run” ve bazdan da “Sadakatsizlik ve iffetsizliklerinden kork­tuğunuz kadınları evden çıkann, başka yere gönderin" şek­linde hiçbir yorum kaidesiyle kabil-i telif olmayan; bir iki iti­razla sapır sapır dökülecek durumda bulunan keyfiliklerle malûl anlamlar yakıştınrlarken, mezkûr zâtın yanına düşme­mek adına bu zevâtın lâubaliliklerine razı olmak zorunda mı­yız?

Birileri ayetin maksadını/muradını hiç ama hiç anlamak- sızın zontalık yapacak, güya erkek egemenliğine karşıymış gibi görünen taşralı dekadanlar ise vıcıkhk. Elifi görse mer­tek zannedecek durumdaki bazdan da sözüm ona hakem rol­lerine soyunup bu keşmekeşten istifadeyle adam idadına gir­meye çalışacaklar.

Peki ya, Kelâm-ı İlâhî?

Mübarek Kitabımızın bu vaziyete düşürülmesi kimsenin yüreğini sızlatmıyor mu?

Kimse, nereye gidiyor bu işin sonu diye düşünmüyor mu?

“Ne olsa gider” şeklindeki vıcıklığı görüp de böylelerini ciddiyete davet edecek ehl-i insaf da mı yok bu memlekette?

yatağın ayırılması kadını mı uslandırır,erkeği mi?

Bizans’ı kaybettikleri sırada Hıristiyan dinadamlanmn meleklerin dişi mi, erkek mi olduklannı tartışmalanna atfen bazılan onlann ehemm-mûhim aymmını yapmak basiretini gösteremediklerini söylerler ve “Baksanıza şu zavallılara, memleket elden gidiyorken ne eften-püften işlerle uğraşıyor- larmış" demek süreriyle kıymetini takdir etmekte zorlandık­tan konulan hafife almaya çalışırlar.

Kendi payıma ben, meleklerin dişi mi, erkek mi olduktan türünden suâlleri ciddiye alınm ve ciddiye alınmamasının pek pahalıya patlayacağına inanının; hatta “Bizanslılar bu çetin suâlin cevabını bulabilselerdi belki de İstanbul’u kay­betmeyeceklerdi" diye düşünmekten de kendimi atamam. (Alternatif tarih dedikleri de böyle bir şey mi acaba?)

Evet, meleklerin dişi mi, erkek mi olduktan suâli, ancak kendi dünya tasavvuru içerisinde meleklere yer veren bir kimse için önemlidir ve başkalanndan, onun nasıl olup da böylesi bir soruna hayatî bir değer atfettiğini anlamalannı bekleyemeyiz.

Dünyada değinilecek bunca mesele varken çokluk eften- püften addedilebilecek konulan seçmemin nedeni çok basit: seçimi yapanın bizatihi ben olması-, yani başkalannca konu­şulması istenen konulardan ziyade kendi istediğim konular­da konuşmayı önemsiyor olmam.

“Acıtmadan dayak atmak şeklindeki açıklamalan mı, yok­sa borsanın dibe vurmasına ya da enflasyon rakamlannın yükselişine ilişkin açıklamalan mı tartışmaya daha lâyık bu­lursunuz?" diye sorulsa, hiç düşünmeden ilki diye cevap veri­rim. Çünkü bu sorun çözülürse, borsa fiyatlannm yükselece­ğine ya da enflasyonun düşeceğine, hadi herkesin söylediği şekilde söyleyeyim: memleketin kurtulacağına inanınm. (De­mek oluyor ki sorunu çözmeye çalışırken şayet memleket el­den gidecek olursa, kendimizi suçlu hissetmemiz gerekmiyor.)

İmdi, Nisa: 34 ayetinde sözü geçen “kocanın, serkeşlik eden eşini dövmesi" meselesiyle ilgili olarak öne sürülen yo­rumlan mizahî bulmama takılan ve bu konuda benim ne dü­şündüğümü merak eden okurlann ısrarlı sorulan muvacehe­sinde bazı husûslara dikkat çekmek lüzûmu hissediyorum:

1)   Bu ve benzeri sorunlan açıklığa kavuşturması bekle­nen kimseler, sorunlan açıklığa kavuşturmak konusunda açık-seçik bir yönteme sahip olduklannı göstermedikçe, ve­recekleri hiçbir cevaba iltifat edilemez. O halde önce yöntem.

2)   Mevcut cevaplar yöntem farklılığından ya da hatalı yöntem kullanmaktan değil, bilâkis yöntemsizlikten dolayı mizahîdir. O halde her hâlukârda yöntem.

3)   Kadınlann dövülmesi konusunda görüş beyan edenler, önceki şıkkın (yatağı ayırmak tavsiye ya da tesbitinin) anla- mim bildiklerini sanıyorlar. Bu sanının doğrulanması için şu suâlin cevabı verilmelidir:

— Serkeşlik eden eşini yola getirmek isteyen koca, yata­ğını eşiyle (meselâ 15 gün) paylaşmamak sûretiyle amacına ulaşabilir mi?

Ulaşabileceği düşünülmeseydi, son şık üzerinde ahkâm kesilmezdi. Oysa, ulaşamayacağı ihtimali hiç düşünülmemiş ve bu nedenle yorumlar mizahî olmaktan kurtulamayıp “acıtmadan dayak atmak” komedisi alelacele sahneye ko­nulmuştur.

4)        Şu karşı iddia cevaplanmalıdır o halde.-

— Günümüzde kocanın kalkıp eşinin yatağını terketme- si, kadına değil erkeğe verilmiş bir cezadır ve dolayısıyla so­nuçta uslanan kadın değil, erkek olacaktır.

Bu karşı iddia şu tesbiti içermektedir: Yataklannı ayır­makla kocalann eşlerini yola getirebileceklerini vehmedenler, örtük olarak "kadınlann cinsel tutkulannı dizginleyemeye- cekleri” şeklinde gerçek dışı bir önyargıdan hareket etmekte­dirler.

5)   Ayette zikredilen tesbit veya tavsiyelerin çokevliliğin yaygın olduğu toplumsal bir yapıda anlamını kazanacağı hiç düşünülmediğinden; uzmanlanmız (!) çaresiz, kocanın an­cak cinsel ilişkiyi ertelemek suretiyle eşini yola getirebileceği avuntusuna kapılıyorlar.

6)   Çokevliliğin hükümfermâ olduğu bir toplumda kocanın yatağını ayırması, esasen bu süre içerisinde yatağım diğer eş(ler)iyle paylaşması anlamına gelir ki bir kadının bu duru­ma katlanmasının kendisi için ne denli güç olacağı tahmin edilebilir.

7)   Bu şekliyle yatağını ayıran koca, eşini, nöbet hakkın­dan mahrum etmekte; fakat cinsel ilişkiyi ertelediğinde ken­di (kocalık) hakkından vazgeçmektedir; yani ilk yoruma gö­re eşini, ikinci yoruma göreyse kendisini cezalandırarak ne­tice almaya çalışmaktadır. Takdir edileceği üzere, ikinci yo­rum, bizâtihi maksada aykındır.

Hâsılı, ikinci şıkkı yanlış yorumlayanlann üçüncü şıkka dâir yorumlan işbu gerekçelerle ciddiye alınmayı hak etme­mektedir.

kur’an’da çokevliliğin anlamı

Çokevlilik meselesi, II. Meşrûtiyetten bu yana bir türlü halledilememiş olmalı ki neredeyse bir asırdır ısıtılıp ısıtılıp piyasaya sürülüyor ve ister istemez lehinde ya da aleyhinde bir sürü şey söyleniyor. Aleyhinde söylenenleri ciddiye al­maya gerek yok; zira bilmedikleri/anlamadıklan bir konuda konuşuyorlar ve izahtan ziyade itirazda bulunuyorlar. Ancak çokevliliğin lehinde söylenenler tam anlamıyla içler acısı. Bir yanda ayetler var; bir yanda tarihî yorumlar ve uygulamalar; bir yanda da karşı tarafı iknâ kaygısı.

Zavallı taşra aydınlannın şehirli kızlan “acıtmadan dayak atmanın" imkânlan konusunda iknâ etmeye çalışmalan tü­ründen bir komedi örneği. Güya Kur’an aslında tek eşliliği emrediyonnuş da zaruret halinde dörde kadar evlenmek ruh­satı veriyonnuş. Fakat eşler arasında adil olmak lâzımmış. Oysa ne kadar istenirse yine de âdil olunamazmış. Hal böy- leyken çokevlilik de mümkün olmazmış. Kadınlann sayısı erkeklerden çok olursa ya da meselâ kadın kısır, vs. olursa, erkek ne yapsmmış, bu tür zaruret hallerinde ikinci bir eş alabilirmiş. Ancak almayıp sabretmesi onun için daha iyi olurmuş. Üstelik günümüzde de zaten metres uygulaması varmış. Daha ne isteniyormuş, Kur’an bu işi meşrûlaştınyor- muş, vs. vs.

Bu akıl almaz gerekçelerin herbirini tek tek boşa çıkart­manın çok kolay olduğunu aklı başında herkesin kabul ede­ceğini sanıyorum.

Şahsen müdahil olmak istemememe rağmen ısrarlı suâl­ler nedeniyle birkaç hususa değinmeyi uygun buldum. Tes- bitlerimi ilgilenenlerin dikkatine sunanm:

1)    Çokevlilik tartışmasına yol açan Nisâ: 3-4 ayetleri, ön­celikle mücerred kadın ve nikâh hukukunu değil, bilâkis ye­tim kız ve kadınlann hukukunu düzenler. Metinde geçen “yetimler hakkında” (ff'l-yetâmâ) ifadesinin anlamı, kuşku­ya yer bırakmayacak denli sarihtir; tek başına geçen “kız- lar/kadınlar” (en-nisâ) kelimesi ise, “yetim kızlar/kadınlar” anlamındadır. Nitekim aynı sûrenin 127. ayetinde “kız- lar/kadınlar” (en-nisâ) kelimesi, açıkça “yetim kızlar/kadın- lar” terkibiyle tasrih ve tefsir edilmiştir.

2)   Bu hükümler, öncelikle sulh ve refah toplumuna değil, savaşan bir toplum yapısına ilişkindir. Nisâ Sûresi, Uhud Sa­vaşı sonrasında nâzil olmuştur. Müslümanlarbu savaşta çok sayıda şehid vermiş; böylelikle geride birçok dul ve yetim ko­casız ve babasız kalmıştır. Çözüm aranılan asıl sorun başka­sı değil, budur. [retim kelimesi basitçe “korumasız kal- mış/yalnız/tek” anlamındadır; dul, hatta yaşlı kadınlan da kapsar.]

3)    “İkişer, üçer, dörder” (mesnâ ve sülâse ve rubaa) de­yişi ‘sınırlama' (dörde kadar) anlamı içermez; tahdid ve tahsis değil, bilâkis teşvik (özendirme) ifade eder. Arap­ça'da “dörde kadar” demenin daha sarih yollan vardır ve açıklık gerektiren hukuk alanında böylesine kapalı bir ifa­denin kullanımının makul bir gerekçesi gösterilemez. Bir di­ğer kullanım Fâtır: l’de geçmektedir ki bütün yorumcular orada bu deyişin çokluk ifade ettiğinde birleşmişlerdir. Hz. Peygamber’in bir arada en az dokuz eşi olduğunu; kendisi­nin hiçbir sûrene Kur'anî hükümler karşısında istisna teşkil etmediğini, “gece namazı” gibi akla gelebilecek istisnalann ise nimet değil, külfet sadedinde bulunduğunu hatırlatmak isterim.

4)    Geleneksel hukukçuların ibareyi teşvik yerine tahsis ve tahdide yorumlamasının anlaşılabilir tarihsel ve sosyal gerekçeleri vardır; ahlâkî tahassüslerin zayıflaması ilk asır­larda bu yorumu haklılaştırmış ve otantik bağlamı geri plana itmiştir. Bu asırda tek evlilik yorumlarını haklılaştıran top­lumsal bağlam ile fetih asırlannda dörde kadar yorumlannı haklılaştıran bağlam bazı açılardan benzerlik arzederlet; zira her iki dönemin yorumculan da metnin kendi bağlamı ile maksadını değil, içlerinde bulunduktan toplumsal bağlamla- nn zaruretlerini öncelemişlerdir.

Özetlemek gerekirse, Nisâ: 3-4 ayetleri savaş sonrası oluşan toplumsal yaraya melhem olmak amacıyla, mümin­lere şehid kardeşlerinin geride bıraktıktan dul ve yetimleri sahiplenmeleri gerektiğini, bunun dinî bir vecibe olduğunu ve herkesin üzerine düşeni yapması lâzım geldiğini söyle­mekte; bu durumu kesinlikle istismar etmemeleri konusun­da da mükellefleri uyarmaktadır: “İkişer üçer, dörder, (be­şer, altışar)...”; yani ne kadar mümkün ve âdilâne ise o ka­dar!

İmdi açıklamalarımıza kaldığımız yerden devam edelim:

1)    İlgili ayetler, —tekrar edecek olursak— kadın ve nikâh hukukunu düzenlemek amacıyla değil; Uhud Savaşı sonra­sında korunmasız kalmış dul ve yetim kadınlann/kızlann so- runlanna çözüm aramak amacıyla nâzil olmuştur.

2)    “İkişer, üçer, dörder...” tabiri dörde kadar anlamına gelmediği gibi, tashih ve tahdid (sınırlama) değil, bilâkis teş­vik ifade eder. Çünkü maksad, mümin toplumu bu bîçarele­rin yardımına koşmalan konusunda özendirip teşvik etmek­tir: “elinizden geldiği kadarıyla ve en azından bir kişiye oca­ğınızı açmak sûretiyle..."

3)    Bu nedenledir ki zaten, perişan durumdaki zavallı ka­dın ve kızlara şehid düşmüş babalanndan ve kocalanndan kalan mirasın üzerine konma hesabı yapacak ve böylelikle bu vazifeyi istismar etmeyi düşünecek kimseler şiddetle uya- nlmış, âdil ve insaflı davranmaya davet edilmişlerdir. Dikkat edilecek olursa, müminler sadece evlilik yoluyla değil, evlât­lık almak yoluyla da yardıma çağrılmışlardır.

4)    Efendimiz (s.a) yürüyen Kur’an’dı ve onun ahlâkı Kur’an ahlâkı idi. Kur’an beşerî yasalann yöneticilere tanıdı­ğı türden özel iltimaslar ve istisnalar gibi Hz. Peygamber'e il­timas geçmemiş ve kendisine böylesi özel ayncalıklar tanı­mamıştır. Peygamberimizin birarada dokuz eşi olduğu tari- hen sabittir. Binaenaleyh “dörde kadar...” yorumu bu vâkı- ayla telif olunamaz. Taaddüd-i zevcât çokevlilik demektir, dörde kadar evlilik demek değildir.

5)    Bir insanın evleneceği kimselerin miktan dışandan müdahale yoluyla tayin edilemez. Nitekim Cenab-ı Hak da bu nedenle kimin kaç kişiyle evleneceği meselesinde sayı tahdidinde bulunmamış, bu durumu kişisel ve toplumsalola- nın tabii koşullanna bırakmıştır. Kur’an’ın nâzil olduğu dö­nemde sadece Araplar arasında değil, bütün kadîm toplum- larda çokevlilik —sosyal şartlann da etkisiyle— carî idi ve gayet tabii de karşılanıyordu. Bu konuda Kur'an'a eleştiri yöneltmek ilk muhaliflerinin aklına bile gelmemişti.

6)    Fetihler ile genişleyen ve zenginleşen İslâm toplumun- da, çokevlilik meselesinin smırlannı tayin etmek zarureti başgösterdiğinde, hukukçular, bu yasal boşluğu, Kur'an'm lâfzına istinaden çözmeyi denemişler ve başanlı da olmuşlar­dır. Kısacası, evliliğin dörtle sınırlandmlması, hukukçulann yorumlarının sonucudur ve o devir şartlannda bu isabetli bir çözümdür. Ne var ki eş seçilen cariyelerin (savaşta esir alı­nan kadmlann) sayısını sınırlamak mümkün olmamış, sınır­lama sadece normal evliliklere münhasır kalmıştır.

7)    Ulemanın çokevliliği sınırlandırma çabalan netice ver­miş ve tarih içerisinde —zannedildiği gibi— müslüman top­lumlar çokevliliğin hâkim olduğu toplumlar olmamışlardır. Eldeki tarihî vesikalarda ve bilhassa günümüze ulaşan nüfus kayıtlannda yapılacak incelemeler bu tesbiti doğrulayacaktır; zaten yapıldığı kadanyla bilimsel araştırmalar da bu yönde­dir.

8)    Modernleşme döneminde sosyal şart ve telâkkilerin değişmesiyle, bilhassa Hıristiyanlığın (Katolikliğin) kadın ta­savvuruyla çevrelenmiş Batı düşüncesinin etkileriyle çokev­lilik meselesi bu sefer farklı bîr biçimde gündeme gelmiş ve geleneksel İslâm hukukuna saklınlar için bu mesele bir ba­hane teşkil etmiştir.

9)    İslâm modemistlerinin “Kur'an aslında tekevliliği em­reder” demek zorunda kalmalan ve iddialannı iki-evlilikvar- sayarak temellendirmeleri savunmacı bir yaklaşımın sonucu­dur ve üç-evlilik dendiğinde söyleyecekleri bir sözleri yoktur. Nitekim erkekler arasındaki dedikodulan ya da genç bekârla- nn heveskârâne gevezeliklerini bir kenara bırakırsak, bugün ülkemizde tarafların çokevlilik ile kastettikleri esasen iki-ev- liliktir.

10)    İkinci eş almak teşebbüsünde bulunan dindar kimse­lerin hem kendilerinin hem de ilişkide bulunduklan kadınla­rın mensup olduklan meslek gruplannın hangileri olduğuna dikkat edilirse, bu tür modem iki-eşliliklerin tartışmaya konu olan yönünün hukuktan çok ahlâkla alâkalı bir keyfiyet ar- zettiği görülür.

Özetlemek gerekirse, Kur'an'da evlenilecek kadınlann sa­yılan tayin edilmemiş ve ilgili ayetler refah değil, savaş top- lumuyla alâkalı hükümler getirmiştir. “En çok dört veya bir" şeklindeki açıklamalar ise zamanla ortaya çıkan ve sosyal koşullara uygunluğu (örfü) gözeten yorumlardan ibarettir.

Yorumlan hayra da yorabilirsiniz, şerre de... İşte bu nok­tada seçiminiz sadece hukûkf olanı değil, aynı zamanda ah­lâkî olanı da belirleyecektir.

Son olarak, bu konuyu tartışmak isteyen taraflann “ikin­ci bir eş almak suretiyle aileyi genişletmek” ile “ikinci ve ay- n bir aile kurmak" arasındaki farkı gözardı ettiklerini düşü­nüyorum. Oysa sözkonusu olan çokevlilik idi, —bir sözcük uydurmama izin verilirse— çokailelik değil! Nitekim büyük şehirlerde ikinci eş, “ikinci aile" anlamına geldiğinden umu­miyetle “birinci aile" ya resmen ya da fiilen yıkılmakta ve böylelikle çokailelik bile mümkün olmamaktadır!

O halde kim, hangi sevdalının “ailesini genişletmek" ihti­yacıyla ve niyetiyle bu işe kalkıştığını iddia edebilir? Unutul­mamalı ki Efendimizin (s.a) aynı anda dokuz zevcesi ve fa­kat bir ailesi vardı.

günümüzde çokevliliğin anlamı

Yazılı veya sözlü bir metni anlamanın ve tabiatıyla yo­rumlamanın usûlü (asıl ve ilkeleri) ve tabiatıyla bir yöntemi vardır, olmalıdır. Bir metni anlamak hem metni, hem de me­tinde kastedileni (sözün sahibinin ne kastettiğini) anlamak­tır. Bu bakımdan anlama ve yorumlama sürecinde iki husu­su dikkate almak zorunludur.-

Birincisi, sözü, sözün kendisini (lâfzı ve lâfzın delâlet et­tiği mânâyı) anlamak.

İkincisi, bu sözden veya bu sözle (lâfiz ve mânâ aracılı- ğıyla) ne kastedildiğini, yani muradı anlamak.

Sözgelimi bir kimse karşısında oturan kimseye havanın soğuduğunu veya üşüdüğünü söylediğinde muhatabın sade­ce bu lâfizlan (“Hava soğudu", “Üşüdüm”) ve bu lâfizlann delâlet ettikleri mânâlan anlaması yetmez, bu sözleri söyle­yen kimsenin ne kastettiğini de anlaması gerekir; zira böyle söylemekle sözün sahibi o kişiden meselâ pencereleri kapat­masını veya açık bir mahalde iseler oradan aynlmak istedi­ğini de îma etmiş olabilir. O halde kısaca söylendikde, sözü anlamak sözün ait olduğu dile ve o dilin inceliklerine vâkıf olmayı gerektirdiği gibi, muradı kavramak da en azından sö­zün bağlamına nüfuz etmeyi icab ettirir. Kim söylüyor? Ne­rede ve ne zaman söylüyor? Niçin ve nasıl söylüyor? Hep­sinden önemlisi kime ve ne söylüyor? Bütün bu sorulann ce­vabını bulmadıkça bir sözü ve sözün sahibinin muradını ta­yin etmek oldukça güç, hatta imkânsızdır. Nitekim Arap­ça'da anlamak mânâsına gelen iki sözcükten biri fehm, diğe­ri fikhtir. İlki sözün kendisini anlamak, diğeriyse sözden kas­tedileni anlamak mânâsındadır. Kur’an muhatablannı kendi­sini anlamamakla suçladığında, bu sözcüklerden İkincisini kullanmış ve onlan sürekli sözün muradı üzerinde düşünme­ye davet etmiştir. Demek ki anlama ve yorumlama faaliyeti, muhatabın keyfîne veya şahsî tercihlerine bağlı denetimsiz bir gayretkeşliğe indirgenemez. Yorum faaliyeti, sahiplerin­den sadece ehliyet: değil, aynı zamanda ciddiyet ve mesuliyet de talep eder.

Çokevlilik meselesi sadece İslâm’a hürmetsizlik etmek ni­yeti taşıyanlann değil, İslâm’a hürmeti olanlann da umumi­yetle yanlış anladıktan ve bu yüzden istismar ettikleri mese­lelerin başında geliyor. Bugün geçerli otan toplumsal yapı ve bu yapının ürettiği zihniyet ve alışkanlıklar çokevlilik mese­lesini cinsel bir tema haline getirmekle kalmamış, işbu cinsel­lik vurgusu çokevliliğe saldıranlan da, savunanlan da bilgi­sizce meselenin aslım esasını (murad-ı İlahîyi) anlamak ve kavramak noktasından uzaklaştırmıştır.

Çokevlilik ile ilgili ayetleri nasıl anladığımı, nasıl yorum­ladığımı açıkça yazdım ve gerekçelerimi de tek tek sıraladım. Usulsüzlüğün vusülsüzlük demek olduğuna inandığımdan, Kur’an’ı anlama ve yorumlama konusunda tâbi olduğum yöntem ve ilkeleri kitaplanmda yıllar öncesinden İlmî bir sû- rette aynntılanyla ortaya koymuş idim. Vardığım sonuçlar keyfî tercihlerimin değil, takib ettiğim usûl ve erkânın hâsı­lasıdır. Demek ki hata —eğer varsa— yorumlardan önce, bu yorumlann esaslannda (usûlünde) aranmalı, mukabele ise alışkanlıklara değil, usûle dayanmalıdır.

Kur’an’ın çokevliliği sınırlamadığını, hatta sayı tahdidin­de bulunmayıp ilk muhataplannı —ayetlerin bağlamı muva­cehesinde— teşvik ettiğini ve fakat bu teşvik ifadesinin ken­di hususî şartlan içerisinde geçerli olduğunu söyledim. Nite­kim “Kur’an çokevliliğe izin vermez, emreder” derken, do­laylı muhatablan değil, doğrudan muhatablan kastetmiş ve kasdımı da sarih ifadelerle yazmış idim. Dahası evlilik kuru­ntunun sayıyla (önceleri dört’le, şimdiyse bir’le) tahdid edil­mesine yönelik muahhar teşebbüslerin, Kur’an’ın doğrudan değil, dolaylı muhatablannın kendi tarihsel bağlamlannca, sonralanmeşrûiyet kazandığını, bunun da pekâlâ anlaşılabi­lir sosyo-psikolojik sebepleri bulunduğuna işaret ettim.

Bugün çokevlilik ruhsatını, çapkınlıklannı meşrulaştıncı, cinsel zaaflannı tahrik, hatta teşvik edici bir azimet-i diniye gibi algılayan uçkur ehlinin, Kur’an’ın ayetlerini heva ve he­veslerine alet ettiklerinden kesinlikle kuşku duymuyorum. Sözümona İslâm’ı müdafaa maksadıyla meydana atılıp eşle­rin sayısını —yorum düzeyinde— bire indirmeye çalışan gayretkeşleri ise hiç ama hiç ciddiye almıyorum. Kanaat-i acizâneme göre, sigara içmenin nass-ı sarih ile haram kılın-

* “Kur’an’ın doğrudan ve dolaylı muhatablan" şeklindeki kavramsallaş- tırmamın aynntılan için Kur'an'ı Anlama'nın Anlamı (İstanbul, 1995) ve Sözlü Kültürden Yazılı Kültüre: Anlam’m Tarihi (İstanbul, 1997) adlı eserlerime başvurulabilir.

madiği bahanesiyle bir kimseye sigara içmeyi tavsiye etmek ne denli büyük bir hamakat eseri ise, Kur’an’da çokevlilik yasağı yok diye, bugün insanlara çokevlilik yapabilecekleri­ni tavsiye etmek de o denli büyük bir hamakat eseridir.

Bana sorarsanız ikisi de sağlığa zararlı: biri beden sağlığı­na, diğeri de akıl ve ruh sağlığına. Çünkü günümüzde çokev­lilik teşebbüsleri Kur’anî bağlamın tam da aksine— şefkat ve merhamet eseri değil, şehvet alâmeti olarak zuhur etmek­te, edeb, ilim ve takvâ ile teskin edilmesi gereken nefisler, kendilerini iyice yoldan çıkaracak gayr-ı meşrû ilişkilerle tat­min edilmeye çalışılmaktadır. Oysa bu, gerçekte, nefsi ne tesKin, ne de terbiye ve tezkiyedir, bilâkis iyiden iyiye azdır­maktır.

Hâsılı, İslâm bizlere nefislerimizi nasıl tezkiye ve terbiye edeceğimizi öğretirken, azgınlaşmış nefislerin, dizginleneme- yen şehvetlerin gizli kapaklı işlerine (!) meşrûiyet kazandır­mak amacıyla bu mübarek dini istismar etmek, zaten moder- nizmin. saldırılan karşısında sallanmakta olan müslüman ai­lenin temellerine kastetmekten başka bir mânâ taşımaz!

çokevlilik: ihtiyaç mı, düşkünlük mü?

Kur'an’da çokevlilik meselesi, toplumsal bir yaranın sa- nlması, müminler topluluğunun bir fedakârlığa davet edil­mesi sebebiyle sözkonusu edilmişken ve bugün de böylesi bir fedakârlığa ihtiyaç yokken bu mesele niçin gündemi­mizde?

Dinî hususiyet ve hassasiyetleri olmayan çevreler zaten bu konularda İslâm’ın ne dediğini, neye izin verip neye ver­mediğini merak etmiyorlar. Diledikleri gibi diledikleri hayatı yaşamayı sürdürüyorlar. Bilhassa büyük şehirlerde metres ve dost hayatı yaşamak isteyenleri engelleyecek ciddî anlamda ne yasal, ne de toplumsal bir engel sözkonusu. Aksine mo­dem hayat biçimi hâkim sistem tarafindan teşvik ediliyor. Toplumsal ilişkiler ve tabiatıyla cinsel özgürlükler AB kriter­lerine uygun hale getirilirken İslâm’ın, örf ve âdetlerin nazar- ı itibara alınmadığı da sanınm herkesin malûmu.

O halde çokevlilik bugün kimlerin nezdinde ve niçin bir mesele değeri kazanıyor?!?

Cevabım kısa, gerekçelerim uzun olacak: Şehirleşen, zen­ginleşen, siyasî ve ekonomik koşullann sağladığı imkânlarla maddî düzeyi yükselen ve fakat bu arada dinî husûsiyetleri- ni değilse de bilinçli-bilinçsiz dinî hassasiyetlerini sürdüren çevrelerin bu yeni ve görkemli hayat biçimine bir yandan zihnen ve fiilen uyum sağlamaya çalışırken, diğer yandan bu uyumu hızlandırıcı ve kolaylaştırıcı dinî gerekçeler aramala- nndan ötürü.

Cinsel özgürlüğün sınırlannın havsalamızın alamayacağı ölçülerde genişlediği bir dünyada, dinî hassasiyetlerini şu ve­ya bu şekilde muhafaza edebilmiş çevrelerin by özgürlüğün fiilî kuşatması altında olduğunu herhalde kimse inkâr etmez. Yani bu kimselerin bir taraftan zihinlerinde yaşattıktan bir dünya, bir inanç manzumesi, bir değerler dizgesi var, diğer taraftan da içinde yaşadıklan bir dünya, karşı koyduktan, di­rendikleri ve fakat bazen galip gelip taviz vermedikleri, ba­zen de direnemeyip yenildikleri fiilî bir dünya.

Ehven-i şer deyip bir kısım tavizler vermedikleri takdirde, bu dev tarafindan tamamen yututacaktannı düşünen, dolayı­sıyla geri kalanını koruyabilmek için hiç değilse ipin ucunu azar azar bırakan bu insanlar, sadece uyumsuzluktannın değil, aynı zamanda uyum gösterdikleri husustann da gerekçelerini ister istemez inanç dünyalanndan temin etmek zorundalar.

Kendi inanç dünyalannın kaynaklanna (meselâ Kur’an’a) tam bir savunma psikozuyla yaklaşırken orada bir şeyler bulup olup biteni açıklamaya, yorumlamaya çalışıyor­lar. Yöneldikleri metin edilgen, kendileri ise etkin ve etken durumda olduklanndan, metinde bulduktan cevaplar, her de­fasında metne yönelttikleri sorular tarafindan belirleniyor.

Metni anlamayı değil, sorunu çözümlemeyi öncelediklerin- den, soru (n) lan da bir şekilde ve fakat çoğunlukla beklenti­lerini meşrûlaştıncı bir biçimde karşılanmış oluyor.

İtiraz edenler, bu nev-zuhur yorumlan alâkasız, hatta ah­lâksız bulanlar, metnin anlamının çarptınldığını söyleyenler, geleneksel açıklamalan gösterip “Bu yaptığınız hakka da in­safa da sığmaz" diyenler gerçi hiç eksik olmuyor ama yaşa­nan dünyanın belirleyiciliği netice itibariyle bu itiraz sesleri­ni olgu’dan kopuk cılız sesler haline dönüştürmekte zorlan­mıyor. İşte bu süreçte, yaşanılan dünyanın sınırlan genişler­ken, inanılan dünyanın sınırlan kademe kademe daralıyor. Üstelik bütün bunlar inanılan dünyayı herhalukârda yaşat­mak adına ve o dünyanın kaynaklannın otoritesine istina­den yapılıyor.

Çokevlilik meselesini tartışmaya elverişli hale getiren ko­şullar, yeni yeni şehirleşen sonradan görmelerin uyum sağ­lamaya çalıştıktan modem şehir hayatının kendilerine sağla­dığı imkânlan değerlendirmek istemelerinden türüyor. Nite­kim burada ikinci eş olarak seçilen kadınlann çoğunlukta hangi meslek grubundan olduktan meraka değer bir husus­tur. çünkü ikinci eş almaya mütemayil erkekler kadar ikinci eş olmaya razı otan kadınlann da sosyal statülerinin, mes­leklerinin, eğitim seviyelerinin, aile yapılannın da nazar-ı iti­bara alınması gerekir. Öyle ya, kimler kimlerle ikinci evlilik adı altında ilişki kurabilirler ve kimler bu tür ilişkileri müm­kün kılacak ortamlarda bulunabilirler? Evli bir erkeğin ikinci bir evlilik yapmak istemesini ihtiyaçtan ziyade düşkünlük (!) kavramıyla açıklamak kolay görünüyor.

Peki ikinci eş adaylannın bu teklife hazır olmalannın ar­dındaki sebep nedir? Bu karşılıklı nzanın oluşması hangi şartlarda gerçekleşiyor?

Bildiklerim bana kalsın. Fakat şu kadannı söyleyeyim ki “Minareyi çalan kılıfını hazırlar” demekten öte bu gizli-saklı münasebetlerin dinle de, dindarlıkla da irtibadandınlabilecek bir mahiyeti ve nezaheti bulunmuyor.

Sözün özü, ehven-i şer kavramını “Pornografiye direne- bilmek için erotizme evet!" düzeyinde yorumlamayı marifet bilen akl-ı evveller, zihinlerinde varolan dünyanın sınırlannı o denli daralttılar ki şimdi bogazlanna değin gömüldükleri bu rezil, rezil olduğu kadar da gerçek dünyanın içinde nefes da­hi alamıyorlar.

Sözlerimi âfakî bulup “Niçin gerçeklerden kaçıyorsunuz?” diye eleştiri yöneltenlere söyleyebileceğim tek şey şu: Ger­çeklerden kaçmak her babayiğidin harcı değildir! Yüreği ye­ten herkese bu gerçeklerden kaçmasını tavsiye ederim! Ne yapalım yani, bu lânet dünyanın gerçekleri varsa, bizim de hayallerimiz var!

İnanınız, kişinin hayallerini muhafaza etmesi, sanılandan çok daha maliyetli, çok daha güç bir iştir!

çokevlilik: tehdid mi, tahdid mi?

Çokevlilik meselesiyle ilgili görüşlerimi yeterince sarih olarak ifade etmiş olduğumu sanıyordum. Fakat ısrarlı sual­ler ve bir kısım itirazlar nedeniyle ve elbette bir daha dönme­mek umuduyla bazı konulara açıklık getirmek zarureti hasıl oldu. Nasreddin Hoca misâli “Anlayanlar anlamayanlara an­latsınlar” demek de şu saatten itibaren insaflı bir çözüm de­ğeri taşımayacağı için, çaresiz, hem birkaç hususun altını vurgulamakta ve hem de meseleyi ciddiye almış görünen ke­simlerin bu hususlarda yeniden düşünmelerine âcizâne bazı katkılarda bulunmakta fayda mülâhaza ediyorum.

Çokevlilik meselesi etrafındaki tartışmalann iki yönü bu­lunmaktadır: Birincisi, bu meseleyle ilgili ayetleri (metni) doğru anlamak; İkincisi, anladığımız mânâlan günümüzle ir- tibatlandırmak. Nitekim yazdığım ilk iki yazıda, metnin bu­günle alâkasını nazar-ı itibara almayıp ayetleri sadece bir tef­sir problemi çerçevesinde tahlil etmiş ve bu konuda vardığım neticeleri kamuoyuna sunmuştum. Bu konuda ortaya çıkan yeni sualleri dikkate alarak yazdığım son iki yazıda ise, ço- kevlilik meselesini sosyal ve aktüel değeri itibariyle yorum­lamış ve kanaat ve gözlemlerimi de açıkça dile getirmeye ça­lışmıştım.

Bu meselenin köşeyazılanyla dile getirilmesinin doğura­cağı sakıncalan (meselâ konunun ciddiyetini takdir edeme­yecek durumdaki kimselere de böylelikle davetiye çıkanlmış olacağını) tahmin etmiyor değildim. Lâkin —zaten dileyen dilediği gibi dilediğini yazıp çizdiğinden— bu muhtemel sa- kıncalan pek önemsediğimi söyleyemem. Yapabileceğim pek bir şey yoktu. Bu bakımdan anlama ve yorumlama faaliyeti­nin, sahiplerinden sadece ‘ehliyet’ değil, aynı zamanda ‘cid­diyet’ ve ‘mesuliyet’ de talep ettiğine işaret etmekle yetinmiş ve böylelikle konunun kapanacağını ümid etmiştim. Ne var ki sonuç umduğum gibi olmadı ve sual seli kesilmeden ak­maya devam etti. Ben de tekrara düşmemek için görüşlerimi hüküm cümleleriyle değil, soru cümleleriyle yenilemeye ka­rar verdim. Belki böylelikle sadece cevap vermek için değil, sual sormak için de kişinin dersini çalışması gerektiği anla­şılmış olur.

Suallerim kısaca şöyle:

1.    “İkişer, üçer, dörder” (Nisa: 3) ifadesinden dörde kadar anlamının nasıl çıktığı Arap dilinin kurallarına istinaden şevahidiyle gösterilebilir mi? Bu bir imkân sorusu, yani burada iki ihtimal var: ya gösterilemez, ya gösterilebilir. Gösterile­mezse ihtilâf sakıt olmuş olur. Yok eğer gösterilebilirse, bu açıklamalann Fatır: 1 ayetinde geçen ibareye de şamil olma­sı gerekir.

Şamilse nasıl? Şamil değilse niçin?

2.    Bir okur diyor ki: “Nisa 3. ayetinin nüzulünden sonra Resulullah aleyhisselâm daha önce dörtten fazla eşi olanlara diğerlerinden aynlıp ancak dört kadınla evli kalmayı emret­miştir. Konuyla ilgili mevcut hadîsler ve tarihî gerçekler bu hususta tereddüde yer bırakmayacak kadar açıktır.”

Madem bu tarihî gerçekler (!) insanlara bu denli açık gö­rünüyor, o halde şu muhtemel tereddütlerin de giderilmesi gerekmez mi?

a)    Nisa: 22 ayetinde müminlerin babalannm nikâhı geç­miş olan kadınlarla (üvey anneleriyle) evlenmeleri yasak edilmesine rağmen ve üstelik “Geçen geçti” (illâ mâ kad se­lef d) buyurulup önceki nikahlan feshetmeye ve bu kadınlan boşamaya gerek olmadığı bizzat Kur'an tarafindan hem de sarahaten beyan edilmiş iken, hangi nassa istinaden daha önce kendileriyle nikâh kıyılmış eşlerin dörtten ziyadesi kapı dışan edilecek?! İddia yerine biraz zahmet edip mezkur ayet­le şu herkesin bildiği tarihî gerçeklerin (!) arası bulunmalı de­ğil mi?

b)    Bu arada mükteseb hakkı ihlâlin aklî ve hukukî gerek­çeleri nereden ve nasıl bulunacak? Yeni yasa gereği kapı dı- şanya bırakılan zavallı kadınlar veya onlann masum çocuk- lan açısından meseleye bakmak niçin ve neden düşünül­mez? Öyle ya, yeni yasa gereği kimden hangi eşini, hangi öl­çüye istinaden boşaması taleb edilebilir? Meselâ nikâh tarih­lerine göre en sondan mı başlanacak, kura mı çekilecek, isti­hareye mi yatılacak? Bir erkek, eşlerinin dörtten ziyadesini, bir manavın tartı sırasında fazla gelen meyveleri dışanda bı­rakması gibi dışanda bırakabilir mi? Kur’an’ın mübelliğ ve tatbikçisi olan Efendimizin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) böyle bir talepte bulunaca­ğı nasıl ve hangi nassa istinaden tasavvur edilebilir? Meselâ Mücadele Sûresi ve ahkamından niçin ibret alınmaz!

c) “Boşa da gel!" demenin kolay olduğunu sananlar şu tarihî gerçekleri biraz daha aydınlatsalar ya! Meselâ hangi sahabenin dörtten ziyade eşi olduğu, hangilerinin bu yeni (!) yasa gereği eşlerini boşamak zorunda kaldığı, boşadıktan eş­lerin Efendimiz’e (s.a) şikâyette bulunup bulunmadıktan, bulundularsa ne cevap aldıktan vs. siyer ve tabakat kitapla­rından biraz araştınlsa ve araştırmalar sırasında Mücadele Suresi yeniden okunup şu “Boşa da gel!” mantığıyla surenin içeriği insafla karşılaştınlsa fena mı olur?

3) Muhataplanmdan cevaptan çok, biraz dikkat talep et­mekle çok şey mi istemiş oluyorum?!

Çokevlilik meselesinde hem Tefsir İlmi açısından, hem de bu meselenin günümüzle irtibatı açısından vârid otan istif- hamlann bir iki yazıyla hail u fasl edilmesinin mümkün ol­madığını bilmez değilim. Ne var ki suallerin ardı arkası kesil­miyor. Bu sebeple son olarak birkaç hususa daha işaret edip değerli ilâhiyatçılanmızdan gelen soru(n)lan biraz olsun de­rinleştireceğini ümid ettiğim daha temelli sualler aracılığıyla bu meseleye açıklık kazandıracak birtakım başlangıç nokta- tanna işaret etmeye çalışacağım.

İmdi Elmalılı Muhammed Hamdi Yazıt Efendi’nin (öl. 1942) Hak Dini Kur'an Dili adlı tefsirinden kısa bir iktibasta bulunmak istiyorum:

(...) Bundan başka sevk-i âyetin doğrudan doğru takltli istihdaf ettiği ve evvelen ve bizzat dörtten ziyadesini nehye müteveccih bulunduğu da müsellem değildir. Gerçi bu âyet ile taaddüd-i zevcâtm âzami dört ile tah­didi emr-i vâki ve binaenaleyh ziyadesinin nehyi de biz- zarure sabit ve bu suretle âdet-i cahiliye’ye nazaran adedin tenzili siyakında bir ’taklil’ mânâsıyla değil, bir­den dörde kadar müsaade ile yine bir nevi ‘teksir’ siya­kında bulunduğu ve Hz. Aişe’nin dediği gibi “Bakınız ben size neler helâl ettim" mânâsını iş'ar ettiği de zâhir- dir. Binaenaleyh tenzil ve ziyadeden nehiy, bi’l-ibare değil, bi’l-işare'dir. (11/1285)

önce Elmalılı'nın, Fahreddin Razî'nin tercihini eleştiri sa­dedinde serdettiği bu ifadelere biraz açıklık getirmeyi deneye­lim:

I)    Nisa: 3 ayetinin doğrudan doğruya kadınlann sayısını azaltmayı hedeflediği ve öncelikle ve kesinlikle dörtten fazla eş alınmasını yasaklamaya yönelik bulunduğu müsellem de­ğildir.

Soru: Müsellemâtın olmadığı yerde yorumlann taaddüd ve ihtilâfı kaçınılmaz olduğuna göre, müsellem olmayanı tes­lim etmekten çekinenlerin başka deliller aramalan kadar ta­bii ne olabilir?

II)      Nisa.- 3 ayeti ile

a)    Çokevliliğin en fazla dört ile sınırlandırılması emr-i vâki ve bu emr-i vâki'ye istinaden

b)   Dört eşten fazlasıyla evliliğin yasaklanması bizzarure sabittir.

c)    Bu ayetin akışı, Cahiliye Araplannın çokevlilik gele­neklerine nisbetle evlenilecek kadınlann sayısının indirimi dolayımında bir azaltma anlamı taşımamaktadır. Aksine bu akış “birden dörde kadar” izin verilmiş olmakla yine eşlerin sayısının bir tür artırımı dolayımındadır. Bu sebeple ayetin [“ikişer, üçer, dörder" ifadesinin] Hz. Aişe’nin de dediği gibi “Bakınız ben size neler helâl ettim” (terğib ve teşvik) anla­mına delâlet ettiği zaftâdir,

d)   özetle eşlerin sayısının indirimini veya artırımını ya­saklama şeklindeki anlamlar ayetten bi'l-ibare değil, ancak bi’l-işare elde edilebilir.

Elmalılı merhumun Nisa: 3 ayetinin tefsirine tahsis ettiği sayfalar bu konuyu ciddiyetle tahkik edecekler için hakika­ten kıymetli mülâhazalar ihtiva etmekte olup ilgililerini bek­lemektedir. Okuru, nakletmek ve tartışmak imkânından mahrum olduğum o kıymetli eserin kendisine havaleyle ikti­fa edip sorulara geçmek istiyorum:

1.     Eşlerin sayısının sınıriandınlması ne suretle emr-i vâkidir?

2.        Nehyin sübutu niçin bizzarure olmakla nitelenmiştir?

3.    Hem tahdid emr-i vâki, hem de sübut-i nehy bi’z-zarure olunca, teşvik ve tergibin zahir olmaması mümkün mü­dür?

4.    Delâletin bi'l-ibare değil, bi'l-işare olduğu teslim edil­mişken, üstelik bir vesileyle çokevliliğin esas itibariyle mah- za müsaade ve mübah, havf-ı cevr takdirinde mekruh, bazı ahvalde ise mendub ve hatta vacib bulunduğuna delâlet et­tiği telâffuz edilip mevcut yorumlann sebeb-i nüzul kadar hikmet-i nüzule de müstenid bulunduğu sıklıkla beyan edil­diğine göre, kasd-ı mütekellimi tayin çabalannın keyfî tercih­lerden ziyade usûle mütevakkıf bulunduğunu göstermek için daha kaç bin sayfa yazmak gerekir?

5.    Bir denklemin elemanlanndan biri değiştiğinde netice­nin de değişeceği muhakkak iken, usûlde fasıllarda) ihtilâf hail olunmaksızın usûlün tevlid ettiği meselelerde (furuâtta) ihtilâfa mâni olunabilir mi?

6.    Olunamazsa ve ihtilâf da neticede değil, denklemin unsurlannda ise, dahası denklem bir kere çözülmüşse, yapılma­sı gereken, neticenin sağlamasını yapmak için denklemin un- surlannın yerinde olup olmadığını kontrol etmek değil midir?

7.    Denklemin unsurlanyla (usûlle) irtibat kurmayı bece­remeyen nesillerin sonuçlardan hareketle öncüllere intikal et­mek istemeleri llm-i Mantık ıstılahınca müsadere ale’l-matlub vasfını kazanmış ise ve sırf bu yüzden istidlâl yollanna fesad bulaşmışken mukaddemâtı ihmal edip sonuçlarda sıh­hat aramak beyhude bir uğraş olmaz mı?!?

Bunca yıldan sonra sorulara ciddiyet kazandıracak çabaların içinde olmanın, cevap üretmeyi kolaylaştıracak alışkan­lıklara dayanmaktan daha soylu bir tutum olduğuna kanaat getirmiş bulunuyorum. Bu tutumu ciddiye almanızı sîzlere de tavsiye ederim.


Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar

Yorumlar