ATTİLÂ İLHAN’IN ROMANLARINDA DOĞU-BATI MESELESİ
| |
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANKARA
ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI
(YENİ TÜRK EDEBİYATI)
ANABİLİM DALI
ATTİLÂ İLHAN’IN ROMANLARINDA DOĞU-BATI MESELESİ
Doktora Tezi
Pei-Lin Li
Ankara-2007
ÖN SÖZ
Tanzimat
döneminden başlayarak
resmen kabul gören batılılaşma
eğilimi, Cumhuriyet döneminde
âdeta devletin temel ideolojisi hâline gelmiştir.
Yüzyıllar boyu Doğu
değerleri ile beslenen Türk
toplumu, Batı ile karşı
karşıya gelince doğal olarak birtakım sıkıntı ve
çelişkileri birlikte yaşamıştır. Türk edebiyatına da
yansıyan bu Doğu-Batı
meselesi, çalışmamızın
hareket noktasını oluşturmaktadır.
Şiirleri,
romanları ve denemeleriyle Türk edebiyatında çok yönlü bir edebî kişiliğe sahip Attilâ İlhan, bu çizgide de çok önemli
eserler vermiştir.
Yazarın 1953 yılından bu yana yayımlanmış olan
12 romanında Türk toplumunun geçirdiği
siyasî ve sosyal değişiklikler ele alınmıştır. Üstelik onun “Aynanın İçindekiler” başlığı altında çıkan romanları (Bıçağın
Ucu, Sırtlan Payı, Yaraya Tuz Basmak, Dersaadet’te Sabah
Ezanları, O Karanlıkta Biz, Allahın Süngüleri Reis Paşa,
Gazi Paşa), ırmak romanın bir örneği
olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın tarihine ışık
tutacak nitelikte bir oluşum
sergilemektedir.
Biz
bu çalışmamızda Attilâ İlhan’ın romanlarından yola
çıkarak onun Doğu-Batı
meselesini nasıl ele aldığını
tespit etmeyi ve irdelemeyi amaçladık.
Tezimiz,
önce Türkiye’de batılılaşma
ve özellikle Türk romanında Doğu-Batı
meselesinin ele alınışını
gözden geçiren bir “Giriş”ten
sonra dört ana “Bölüm”, “Sonuç” ve “Bibliyografya”dan oluşmaktadır.
Birinci
Bölümde Attilâ İlhan’ın
romanlarında söz konusu olan ve çoklukla şahısların
tartışmaları şeklinde verilen fikrî ve siyasî
görüşler tasnif edilerek bunların Doğu-Batı meselesi çerçevesinde
nasıl işlendiği toplu bir şekilde gözden geçirilmiştir.
İkinci
Bölüm “Attilâ İlhan’ın
Romanlarında Doğu” ve
Üçüncü Bölüm “Attilâ İlhan’ın
Romanlarında Batı” başlığı altında, bu iki farklı
dünyanın Türk sosyal hayatının değişik alanlarına olan yansımaları
tematik bir tasnif çerçevesinde incelenmeye çalışılmıştır.
“Attilâ
İlhan’ın Romanlarında Doğulu ve Batılı Tipler” başlıklı Dördüncü Bölümde ise “Doğulu Tipler” ve “Batılı Hayata
Özenen Tipler” iki ana başlık
altında Attilâ İlhan’ın şahıs dünyasının tipleşme özelliklerini değerlendirmeye çalıştık. Aslında temaların
irdelenmesinden de anlaşılacağı üzere, bir temanın roman
içindeki derinliği
ve belirginliği,
tiplerin varlığı ve
etkinliği ile ortaya konulur. Bu
bakımdan bu bölümde bir tip tasnifi yapma gerekliliği bu düşünceden ileri gelmiştir. Bunu yaparken de bu
tiplerin aldıkları terbiye, gördükleri öğrenim,
mensup oldukları sosyal kesim, benimsedikleri hayat tarzı, dünya görüşü ve zevkleri özellikle dikkate
alınmıştır.
“Sonuç”ta
ise önceki bölümlerde yaptığımız
tasnif, tespit ve değerlendirmeler,
Attilâ İlhan’ın Doğu-Batı meselesi karşısında nasıl bir tavır aldığını, bu meseleyi romanlarında
nasıl işlediği olgusunu yansıtmaktadır.
“Bibliyografya”da
ise çalışmamız sırasında başvurduğumuz kaynakları sistematik bir
düzende vermeye çalıştık.
Ayrıca Attilâ İlhan’ın
çok baskı yapan romanları için tez içinde kullandığım ve alıntı yaptığım baskılarını parantez içinde
verme yoluna gittim.
Bu
tez, benim tek başıma
bir müstakil konuyu akademik zihniyetle ve tasnif becerisiyle gerçekleştirmeye özen gösterdiğim bir çalışmadır. Bu ilk ciddi denememde
kusurlarım ve eksiklerim elbette olmuştur.
Bunların bu yolda bir ilk çalışma
olması ile değerlendirilmesi
ve bundan dolayı hoşgörülmesi
beni son derece memnun edecektir. Elbette bundan sonrasında yapılacak çalışmalar meslek hayatında beni hem
düzeltecek hem de olgunlaştıracaktır.
Bu
yolda doktora çalışmasına
başladığım ilk günden beri bana yol
gösteren, destek ve bilgilerini esirgemeyen değerli
hocam Prof. Dr. İsmail
Parlatır’a, birikim ve görüşlerinden
faydalandığım tez
izleme komitesi üyeleri Prof. Dr. Bilge Ercilasun ve Prof. Dr. Nurullah Çetin’e
sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
Pei-Lin
Li
KISALTMALAR
a.g.e. |
Adı geçen eser |
a.g.m. |
Adı geçen makale |
AS |
Allahın
Süngüleri “Reis Paşa |
b. |
baskı |
bk. |
bakınız |
BU |
Bıçağın Ucu |
C. |
Cilt |
DSE |
Dersaadet’te Sabah Ezanları |
FHL |
Fena Halde Leman |
GP |
Gazi Paşa |
HHV |
Haco Hanım Vay!.. |
KS |
Kurtlar Sofrası |
OKB |
O Karanlıkta Biz |
s. |
Sayfa |
S. |
Sayı |
SA |
Sokaktaki Adam |
SP |
Sırtlan Payı |
YTB |
Yaraya Tuz Basmak |
ZBB |
Zenciler Birbirine Benzemez |
GİRİŞ
Doğu ve Batı dünyasının karşı karşıya gelme olgusu, birkaç
yüzyıldan beri Türkiye’nin gündemini sürekli meşgul
eden, bugün bile güncelliğini
yitirmeyen bir meseledir. Türk toplumunda sürekli çatışma şeklinde beliren ve pek çok
sosyal ve toplumsal olayın altında yatan bu mesele, zaman zaman fikrî düzeyde
pek çok tartışmayı
beraberinde getirmiş;
zaman zaman da siyasî bir sorun olarak ülkenin gündemini işgal etmiştir. Üstelik bu konu günümüze
kadar tarih, sosyoloji, siyaset bilimi ve edebiyat gibi çok değişik
alanlarda oldukça geniş ve
çeşitli bakış açılarıyla ele alınmış ve irdelenmiştir.
Türklerin
Batı dünyası ile yüz yüze gelmeleri çok eskilere dayanmaktadır. XVII. yüzyılın
sonuna kadar Batı ile temaslar genellikle askerî düzeyde olmuştur ve o dönemlerde “batılılaşma” sözüyle ifade edilecek bir
sorun gündeme gelmemiştir.
Osmanlı Devleti’nin Karlofça antlaşması
(1699) ile sonuçlanan savaş yenilgisi,
Osmanlı yöneticilerine Batı’yı tanıma, hatta askerî, siyasî ve idarî alanlarda
bir reform hareketinin gerekliğini
hissettirmeye başlayacaktır.
Lâle Devri (1718-1730) adıyla anılan III. Ahmet döneminde Viyana ve Paris şehirlerine elçiler
gönderilmesi, Fransa’dan askerî alanda uzmanlar getirtilmesi, ilk matbaanın
kurulması (1728) gibi olaylar, XVIII. yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın Batı’ya
yönelişinin en çarpıcı
örneklerindendir.1
Bu
oluşum ve değişim
sürecinde XVIII. başlarında
Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin önce Viyana, ardından Paris elçiliği görevi ile Avrupa’ya [I]
gönderilmesi, bu yolda atılan önemli bir adım olmuştur. Avrupa’da kaldığı yıllarda izlenimlerini anı
tarzında Sefâret-nâme adıyla düzenleyen Çelebi Mehmet Efendi, ilk defa
yabancı bir kültür dünyasını Türk okuyucusuna anlatmıştır. Onun yanında görevli olan İbrahim Müteferrika’nın orada
matbaayı tanıması ve bu medeniyet vasıtasını İstanbul’a
taşıması çok önemli bir atılımdır.[II]
Ancak
III. Ahmet’i takip eden I. Mahmut (1730-1754), I. Abdülhamit (1774-1789) ve
III. Selim (1789-1807) zamanlarında daha da artan Batı’yla ilişkiler, “geleneksel Osmanlı
kültürünün tepkisi ve geçimleri tehlikeye girenlerin birleşen
akımlarıyla” sekteye uğrar.
[III]
Buna rağmen, bu dönemlerde Batı’ya
gönderilen hariciye memurlarının Batı’yla ilgili yaptıkları değerlendirmeler, Osmanlı
devletinin Batı’yı genel bir model olarak almasına ve bundan birtakım
“tanzimat” tekliflerinin ileri sürülmesine katkıda bulunmuştur.[IV]
yüzyılın
ikinci yarısından itibaren Batı ile ilişkiler
eğitim alanına da kayar. Askerî
okullar olarak önce Mühendis-hâne-i Bahrî-yi Hümâyûn (1776) sonra Mühendis-hâne-i
Berrî-yi Hümâyûn (1795) adlı okullar açılır. Bunun devamında da XIX. yüzyılın
ilk çeyreğinde devlet eliyle Batı’ya öğrenci gönderilmesi uygulaması
başlar.[V]
Türk
kültür dünyasında Batı denilince önce Fransa anlaşılır.
Çünkü orada olan bütün yeniliklerin bu ülke aracılığı ile Türk dünyasına ulaşması söz konusudur. Ancak,
Fransa ile olan ilişkiler
yukarıda da değindiğimiz gibi çok önceleri başlar. İlk eğitim kurumlarının açılmasını,
oradan yapılan ve 1733’ten sonra başlayan,
değişik
bilim dallarındaki karşılıklı
çeviriler takip eder. Öte yanda, İstanbul’da
açılan Dil-oğlanları
Koleji’nin, Türkiye’de Fransızcanın yerleşmesindeki
katkısı oldukça büyüktür. Bir de XIX. yüzyılda öğretime
başlayan bütün okullarda Fransızca
ilk sırayı alır. Böylece yeni yetişen
genç kuşaklar arasında Fransızca ve
Fransız kültürünü tanıma modası yaygınlaşmaya
başlamıştır.[VI]
Batılılaşmanın bir devlet politikası
olarak kabul görmesi, 3 Kasım 1839 tarihinde Reşit
Paşa tarafından okunan Gülhane
Hatt-ı Hümayunu ile olmuştur.
Tanzimat’tan önce askerî ve teknik alanda yoğunlaşan batılılaşma hareketi, Tanzimat’ın
ilânından sonra siyasî ve hukukî alana kadar genişlemesi
de amaçlanmıştır.
Getirilmek istenen yenilikler devlet adamları ve azınlıklardan gelen
tepkileriyle karşılaşırsa da Padişah ve Reşit Paşa’nın ısrarlı çabalarıyla devam
ettirilmiştir.[VII]
Tanzimat’la
birlikte getirilen yeni değer
yargıları, zamanla edebiyat alanında da bir yenileşme sürecini başlatmıştır. Halkı bilgilendirme ve
bilinçlendirme amaçlanan bu yenilik eğilimi,
gazete, tiyatro, hikâye ve roman gibi edebî türlerde kendini gösterir.
Batı’yı
tanıma olgusu ve oluşumu
içinde değerlendirilmek gereken bu
eserler, Türk edebiyatında eski geleneğin
çizgisinde yeni olarak nitelenebilecek nesir tarzına örneklik etmiştir diyebiliriz. Bunların
arkasından gene Batı dünyasından tanınan yeni edebî türler ile “gazete” ve
basın hayatı, Türk edebiyatının değişme ve gelişme sürecinde büyük ölçüde bir
hareketlilik kazandırıyordu.[VIII]
Türk
gazeteciliğinin
öncüsü olarak Şinasi’nin,
gerek Türk edebiyatının yenileşmesi
ve batılılaşması
gerekse Türk düşünce
dünyasına yeni değerleri
kazandırmasında büyük emekleri olmuştur.
O, Paris’te öğrenim
gördüğü yıllarda Batı’nın edebiyat ve
bilim dünyasını yakından tanıma fırsatını bulmuş,
gazeteciliğin önemini
ve temellerini orada öğrenmiştir. Nitekim Paris’te
edindikleri tecrübelerini İstanbul’a
döndükten sonra Agâh Efendi ile birlikte çıkardığı
Tercümân-ı Ahvâl (1860)’da ve sonra tek başına
çıkardığı Tasvîr-i Efkâr
(1862)’da uygulama imkânını bulmuştur.
Bu iki gazete etrafında hem yeni bir nesir edebiyatının oluşturulmasına hizmet edilmiş, hem yeni yetişen genç yazarlar ve
edebiyatçılar için gazete bir “mektep” olmuştur.[IX]
yüzyılın
ikinci yarısından sonra ise, gazete çevresinde yetişen gençlerin usta kalemler olması,
üstelik bunların bir kısmının Avrupa’da uzun süre kalması, gazetecilik mesleğinin yaygınlaşmasını sağlamıştır. Ayrıca gazete sayısının
artması, her gazetede siyasî, fikrî ve edebî yazıların sıkça görünmesi ve
okunması Batı’yı tanıma sürecinde önemli katkılar olarak değerlendirilmelidir. Bu yıllarda
adı ön plana çıkan yazarlar arasında Namık Kemal, Ali Suâvî yanında, Ebuzziya
Tevfik, Şemsettin Sami, Ahmet Mithat,
Muallim Naci, Mizancı Murat, Beşir
Fuat gibi gençlerin adlarını görmek mümkündür. Onların da katkılarıyla gazete
ve onun Türk edebiyatına getirdiği
“makale”, Tanzimat nesrine ayrıca yeni boyutlar kazandırmıştır.[X]
Bu
çerçevede Türk edebiyatının değişmesinde Batı’dan alınan yeni
edebî türleri de göz ardı etmemek gerekir. Özellikle modern tiyatronun ilk
örnekleri ile roman çevirileri, bu yolda önemli bir görev üstlenmişler; Türk okuyucusuna yeni
edebî türlerin tanıtılmasında öncü rol oynamışlardır.
Tanzimat
sonrasında bu yeni edebî türlerin Türk yazarlarınca da denenmeye başlanması, özellikle uzun
anlatıma dayalı edebî türlerin, başta
roman olmak üzere, pek çok sosyal ve toplumsal sorunları edebiyat dünyasına taşıdıkları söz konusudur.
Yüzyıllar
boyu Doğu kültür dünyasının değer yargıları ile beslenen Türk
toplumu, Batı ile karşı
karşıya gelince doğal olarak birtakım sıkıntı ve
çelişkileri beraberce yaşamıştır. Batılılaşma hareketinin etkisinde kültür
ikiliği ve değer çatışmaları şeklinde ortaya çıkan Doğu-Batı meselesi, bu sözünü ettiğimiz yeni edebî türler
sayesinde ve özellikle Türk romanının ilk örneklerini verdiği Tanzimat döneminden başlayarak pek çok esere konu olmuştur. Arkasından Meşrutiyet ve Cumhuriyet
dönemlerinde romancıların en çok işlediği konular arasında gene bu
“Türk sosyal hayatında Doğu-Batı
ikilemi” dikkate çekmeye başlar.
Nitekim Berna Moran bu konuda 1950’lere kadar olan süreç içinde Türk romanının
ana sorunsalının bu tema olduğunu
dile getirir.11 Ayrıca o, “Özellikle devrim sancılarının çekildiği,
ideolojik kavgaların yapıldığı çalkantılı dönemlerde yazarlar bu değer
kargaşalığı karşısında çarpışan ideolojileri
tartmak, sorguya çekmek ve kendi tutumlarını ortaya koymak gereğini
duyarlar”[XI]
[XII]
diyerek Türk romancılarının bu konuda gösterdikleri ilgi ve hassasiyete de
dikkati çekmeye çalışmıştır.
Bu
çizgide Ahmet Mithat Efendi, Recaîzade Mahmut Ekrem, Hüseyin Rahmi Gürpınar,
Halit Ziya Uşaklıgil,
Halide Edip Adıvar, Peyami Safa, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Ahmet Hamdi Tanpınar, değişik
bakış açılarından Türk sosyal
hayatını etkileyen bu batılılaşma
olgusunu romanlarında irdeleyen Türk edebiyatının önde gelen ve önemli
yazarları arasında yerini almıştır.
Ahmet
Mithat Efendi, Tanzimat dönemi edebiyatının en dikkat çekici konularından olan
“batılılaşma”yı pek çok romanında gündeme
getirirse de bu çizgide en çarpıcı örneği
Felâtun Bey ile Rakım Efendi (1875) romanı ile ortaya koymuştur. Yazar, bu romanda Felâtun
Bey ile batılılaşmayı
yanlış anlamış, cahil alafranga bir züppe
tipinin ilk örneğini
vermiştir. Felâtun Bey’in karşısına batılılaşmayı bilinçli anlayan ve
algılayan, bilgili ve çalışkan
Rakım Efendi’yi çıkarmıştır.[XIII]
Romanda bu iki tipin karşılaştırılması ile Doğu-Batı meselesi Türk romanında
ilk defa ayrıntılı bir biçimde ele alınmış ve
irdelenmiştir. Roman her ne kadar Felâtun
Bey’in temsil ettiği
alafranga züppe tipiyle dikkati çekerse de yazarın asıl öne çıkarmak istediği tip Rakım Efendi’dir. Bu
noktayı Zeynep Kerman şu
sözleriyle dile getirmektedir:
“Ahmet
Mithat Efendi, özellikle Felatun Bey ile Rakım Efendi romanında, batıyla
Türk kültürünün sentezine ulaşmış, Osmanlı tarafı ağır
basan Rakım Efendi tipini yücelterek, Servet-i Fünuncuların idealize ettikleri
insan modelinin ilk örneğini vermiştir.”[XIV]
Recaîzade
Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası (1889) adlı romanı da batılılaşmanın yanlış anlaşılmasını ve bu yolda aşırı özentiye kaçılması sonuncu
ortaya çıkan gülünçlükleri konu edinmektedir. Romanın baş kişisi Bihruz Bey, Batılı hayata
özenen bir tiptir. Batı’ya olan aşırı
özentisi onu sürekli gülünç durumuna düşürür.
Bu bakımdan Bihruz Bey, Ahmet Mithat Efendi’nin Felâtun Bey ile Rakım Efendi
romanında Felâtun Bey’in temsil ettiği
alafranga züppe tipinin bir benzeri, hatta onun daha da aşırısı olarak görülebilir. İsmail Parlatır, “Kısacası
Bihruz Bey, bir modanın, batılı hayata özenme modasının yarattığı bir
tip olarak edebiyatımızda yerini aldı. O, bununla da kalmadı, Hüseyin Rahmi’nin
Şıpsevdi’sine örnek oldu, Ömer Seyfettin’in daha adından başlayarak
Efruz Bey tipini yaratmasına öncülük etti.” sözleriyle Bihruz tipinin Türk
romanındaki yerini vurgulamaya çalışmıştır.[XV]
Türk
romanında batılılaşma
olgusunu irdelemek üzere züppe tipine olan büyük ilginin bir örneği de Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın
Şıpsevdi romanındaki Meftun Bey ile karşımıza
çıkmaktadır. Meftun Bey, her ne kadar Felâtun Bey ve Birhuz Bey gibi alafranga
züppe tipinin bir benzeri konumunda olursa da farklı ahlâk anlayışı ve ekonomik düzen karşısındaki tutumuyla onlardan
ayrılır.[XVI]
O, Batılı hayata özenirken ve onlar gibi yaşamaya
çalışırken ahlâkça yozlaşmış, kendi çıkarları için
alafrangalığı bahane
etmekten çekinmeyen bir başka
tiptir.[XVII]
Ahmet
Mithat Efendi ve öteki Tanzimat dönemi romancıları, batılılaşma olgusunu, daha çok dış görünüş ve taklit yönlerinden ele
alması ile o dönemde batılılaşmayı
gerçek ve yapıcı anlamda algılayabilen devlet adamı ve aydın tipinin eksikliğine bağlamışlardır. Ayrıca batılılaşma konusunda fikrî ve teorik
anlamda henüz yeterince çalışmaların
yapılmamasına dikkati çekmişlerdir.[XVIII]
Bununla birlikte Tanzimat romancılarının savundukları ortak tez, Batı
medeniyeti ve kültürü karşısında
“kendimiz olarak kalmayı, bu medeniyeti kendimizden kopmadan, kendimizi
unutmadan ve iyi yönleri ile benimsemeyi, bir başka deyişle
dengeli bir doğu-batı sentezi”dir.[XIX]
Tanzimat
edebiyatçılarına oranla Batı kültürünü ve hayat tarzını daha iyi tanıyan
Servet-i Fünûncular, verdikleri eserlerle hem teorik hem estetik anlamda Türk
edebiyatına modern bir kimliği
kazandırmaya çalışmışlardır. Batı’ya gönülden bağlanan ve Batı’yı model alan
Servet-i Fünûn romancıları, eserlerinde kendilerine benzer sanat ve dünya görüşüne sahip roman kişileri yaratmışlardır. Cahit Kavcar, “Edebiyat-ı
Cedide romancılarında doğu-batı arasında sentez arayışına
rastlanmaz. Onların biricik endişesi, batılı zevk ve estetik görüşü
ile hareket etmektedir.”[XX]
derken Zeynep Keman, Servet-i Fünûncuların ve özellikle Halit Ziya’nın
eserlerinde işlenen
“yeni Osmanlı” ve taklitçi alafranga tipleri arasındaki çatışmaya dikkati çeker.[XXI]
II.
Meşrutiyet döneminde yetişmiş olan Halide Edip Adıvar,
dönemin ideoloji olarak Osmanlıcılığa
karşı Türkçülük ve edebiyat
alanında Servet-i Fünûnculara karşı
tepkilerden oluşan
atmosferlerinden etkilenerek Doğu-Batı
meselesine yönelmiştir.
Fikrî eserlerinde olduğu
gibi, romancılığının ilk
başlarında bireye ve bireyselliğe ağırlık veren eserleri sayılmazsa
romanlarında geniş bir
ölçüde Doğu-Batı meselesini irdelemiş ve Doğu-Batı sentezini savunmuştur.[XXII] İnci Enginün, Halide Edip’in Doğu-Batı sentezi anlayışını şu sözleriyle dile
getirmektedir:
“Bütünüyle
ne Doğu kötü, ne de Batı iyidir. Her iki dünyada da bütün zaman içinde
aranan müsbet kıymetler vardır ve bunlar zannedildiği gibi birbirlerine
düşman da değildirler. Doğu kendi eksiklerini tamamlamak
için Batı’ya, Batı kendi noksanlarını kapatmak için Doğu’ya gitmeli,
birbirlerini öldürmeden bir terkip kurabilmelidir.”[XXIII]
Bu
doğrultuda Halide Edip’in Sinekli
Bakkal (1957) adlı romanı, Türk sosyal hayatında göze çarpan değişim
sürecini hem Batı hem Doğu
yönünden ele alan, sanatçının uzlaştırmacı
ve birleştirici tavrını sergileyen en
dikkate değer
eseridir.
Millî
edebiyat anlayışı
çerçevesinde eserleriyle toplumdaki sosyal sorunlarını irdeleyen ve sorgulayan
önemli bir Türk romancısı da Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dur. Kiralık Konak
(1922), Hüküm Gecesi (1927), Sodom ve Gomore (1928), Yaban
(1932), Ankara (1934), Bir Sürgün (1937), Panorama (1953) gibi
zaman açısından birbirini takip eden romanlarıyla Tanzimat’tan Cumhuriyet
dönemine kadar Türk toplumundaki değişen sosyal hayatının görünümünü
gözler önüne sermeye çalışan
yazar, eski-yeni kuşak
çatışması, ahlâk yozlaşması, halk-aydın kopukluğu, Anadolu-İstanbul çatışması, Batılı-millî gibi
toplumda göze çarpan zihniyet farklılıkları ve değerler
çatışmaları üzerinde durmuştur.
Bu
çizgide dikkati çeken bir başka
yazar da Peyami Safa’dır. O, gerek fikir eserlerinde gerek romanlarında Doğu-Batı meselesini geniş bir açıdan sorgulamış ve değerlendirmiştir.[XXIV] Düşüncelerine uygun olarak
romanlarında Doğu-Batı karşıtlığı veya ikilemi çerçevesinde
tipler yaratmıştır. Buna
rağmen yazar, uzlaşmacı ve dengeli bir Doğu-Batı sentezinin yapılmasını
savunur. Bu yönüyle Peyami Safa’nın Halide Edip’e benzer bir yaklaşımda olduğu gözlenir.[XXV]
Ahmet
Hamdi Tanpınar, Doğu-Batı
meselesine hem akademik titizliğiyle
hem sanatçı duyarlığıyla
yaklaşan Cumhuriyet döneminin önde
gelen aydın yazarıdır. Çeşitli
yazılarında ve romanlarında bu konuya eğilen
yazar, yüzeysel anlamda taklit etmek yerine kendi millî değerlerine bağlı bir batılılaşma anlayışını benimser.[XXVI]
O, Doğu-Batı karşıtlığını maddî ve manevî değeler çatışması şeklinde yorumlamaz.
Uygarlık
sürekliği olan bir kavram olduğu için yeniyi yaratmak için
eski değerlerden de faydalanmak
gerekir.[XXVII]
Bu bağlamda Tanpınar, kendi öz değerlerinden ödün vermeyen,
toplumun genel eğilimlerine
aykırı olmayan bir sentezden yanadır. Bu anlayışını
özellikle Huzur (1948) romanında işlemektedir.
Türk
romanının bu tarihî seyri içinde Doğu-Batı
meselesini irdeleyen ve bu çerçevede Batılı hayatı taklit eden, hatta aşırı bir biçimde özenme
noktasına varan tipleri romanlaştıran
yazarlar zincirine Attilâ İlhan’ın
da katıldığını
rahatlıkla söyleyebiliriz. Yazar, Birinci Dünya Savaşı, Mütareke ve Kurtuluş Savaşı yılları ile ve onu izleyen
Atatürk döneminden 1960’lı yıllara kadar uzanan zaman süreci içinde batılılaşma eğiliminin Türk toplumunda
yarattığı sorunları romanlarında tartışmakta ve değerlendirmektedir. Bu bakımdan
Attilâ İlhan’ın roman sanatında Doğu-Batı meselesi en dikkate değer temalardan biri olarak
dikkatimizi çekmektedir.
BİRİNCİ BÖLÜM
ATTİLÂ
İLHAN’IN
ROMANLARINDA FİKRÎ VE SİYASÎ
GÖRÜŞLER
14
XVII.
yüzyıl sonundan itibaren Batı karşısında
hızla gücünü kaybeden Osmanlı Devleti’nin çökmesini önlemek için Osmanlı
aydınları, XIX. yüzyıldan başlayarak
da birtakım yeni, ülkenin önünü her bakımdan açıcı ve milleti bilinçlendirici
hatta kurtarıcı ideoloji arayışları
içine girerler. Dönemin fikir hareketlerinden yola çıkarak bir siyasî terkip
oluşturmaya çalışırlar ve bu terkibi uygulama
düzeyine getirmenin yolunu ararlar. Nitekim XIX. yüzyıl boyunca bu arayış, hem fikrî, hem siyasî, hem
idarî, hem de edebiyat dünyasını geniş ölçüde
meşgul eder. XX. yüzyılın ilk
çeyreğinde ise Batı ile sıcak
temasların, yani savaşların
yoğunlaşması ile çatışmaya dönüşür. Hatta İstanbul’un ve Batı Anadolu’nun
işgali ile farklı bir boyut
kazanır. Yeni Türkiye Cumhuriyeti ise kuruluş felsefesinde
Mustafa Kemal’in liderliğinde
“çağdaşlaşma” sloganı ile Batı’nın karşısında yerini alır. Cumhuriyet
dönemi Türk aydınlarını bu yeni slogan iyiden iyiye meşgul etmeye devam eder. Bu sorun
yalnızca fikir dünyasında kalmaz; edebiyat dünyasında da önde gelen temalar
arasında yerini alır.
İşte bu
mesele, Attilâ İlhan’ın
romanlarında zaman zaman şahısların
aracılığıyla fikrî ve siyasî görüşler tartışması şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bu görüşlerin Doğu-Batı meselesi çerçevesinde
romancı tarafından nasıl ele alındığını
bu bölümde toplu bir şekilde
gözden geçirmeyi uygun görüyoruz.
MEDENİYET FİKRİ
Attilâ
İlhan’ın romanlarında “muasır
medeniyet seviyesi” sözüyle ifade edilen ve Türk fikir hayatında “çağdaşlaşma” olarak terimleşen ve yerleşen bu ilke, Atatürk’ün önemle
üzerinde durduğu ve Türk aydınının
ulaşmak istediği hedef olarak karşımıza çıkmaktadır. Atatürk’ün
demeçlerinden alınan şu
sözleri, medeniyet fikri üzerinde yorum getiren roman kişilerinin ortak çıkış noktası olma niteliğindedir:
“...
medeniyet yolunda muvaffakiyet, teceddüde vabestedir. İçtimai hayatta,
iktisadi hayatta, ilim ve fen sahasında muvaffak olmak için, yegâne tekâmül ve
terakki yolu budur. Hayat ve maişete hâkim olan ahkâmın, zaman ile
tegayyür, tekâmül ve teceddüdü zaruridir.” (KS, s.381) Kurtlar Sofrası
adlı romanın kişilerinden
Mahmud, Atatürk’ün bu sözlerini metodik yönünden ele alarak kavramın dogmatik
değil, diyalektik olma özelliği üzerinde durmuştur:
“—
... amacımız, diyordu, Türkiye’yi “muasır medeniyet” seviyesine çıkarmaktır;
metodumuz, ilimlerin kılavuzluğu. Muasır medeniyet seviyesi, sabit bir
şey değil ki! Yerinde durmuyor ki! Siyasi ve sosyal sahada olsun,
teknik sahada olsun, durmaksızın gelişiyor, değişiyor.
Şu halde inkılapçıların da, sürekli bir aksiyon üzerinde bulunması, şart.”
(KS, s.613)
Aralıksız
değişen
ve yenileşen bir “muasır medeniyet
seviyesi” kavramını da benimseyen Hüsnü Faik, ekonomi ve eğitim açılarından daha somut bir
şekilde hedefe ulaşmanın yöntemlerini şöyle dile getirir:
“...
Bir yandan milli geliri artıracak, planla bir iktisadi inkişaf programı
tanzim edip, tatbikatına geçerken; öbür taraftan bu gelirin, içtimai adalet
prensiplerine uygun olarak, dağılmasını temin etmek; hem de hâlâ daha
büyük ekseriyeti okuma yazma bilmeyen, geniş işçi ve köylü
muhitlerinin aydınlatılmasını gaye edinmiş, esaslı bir eğitim
faaliyetini teşkilatlandırıp, tahakkukuna imkân hazırlamak. Bu da bizi
dışta barışçı fakat irtica ve istibdata karşı, köylüsünü
kentlisini okutmuş, toprak reformunu ve endüstri inkılabını başarmış
bir Türkiye’yi götürecektir.” (KS, s.615-616)
Bu yaklaşım
çağdaşlaşma yolunda yeni Türkiye
Cumhuriyetinin rotasını çizer gibidir. Nitekim Bıçağın Ucu
romanında Mahmud ve Hüsnü Faik’in konuya siyasî ve sosyal yaklaşımlarına karşılık Doğan Bey, ülkenin medenîleşme, yani çağdaşlaşma yolunda kültür unsurlarının
önemini vurgular ve altını çizer:
“...
medeni bir ülke olmaya azmettiysek, kültürümüzün temellerini değiştirmek
zorundayız. Daha bir yüzyıl Müslüman skolastiği içinde bocalarsak, bu iş
biter: Bataklığa gömülüp boğulan fil gibi, kaynayıp gideriz.
Ondan sonra, artık ara Türkiye’yi!” (BU, s.156)
Burada Doğan
Bey, İslâm skolâstiğinin Türkiye’nin ilerlemesini
kısıtlayan başlıca unsur
olduğunu ve toplumdan atılması
gerektiğini düşünmüştür.
Yaraya Tuz Basmak romanından aldığımız aşağıdaki
paragraf ise, muasır medeniyet seviyesi ile ilgili yanılgılar üzerinde durmuştur:
“Mustafa
Kemal’in temennilerini hakikat bellemişizdir: Adam ulaşın demiş,
biz muassır medeniyet seviyesine ulaştığımızı sanır, dünyayı hor
görürüz.
Şu Japonun harpten çıkmış perişan haline bak, bizden kaç
gömlek
yukarıda,
ondan paha biç! Toplu iğne
bile ithal edip, radyonda alafranga çalmakla mı bunlardan baskın olacaktın sen,
yoksa ahalinin yarısı bitten kırılırken, muhalif gazete kapatıp, ağzını
açanı mapusane mapusane süründürerek mi?” (YTB, s.138)
Burada,
1950’li yılların Türkiye’sinde memleketin sosyal ve siyasî gerçekleri göz ardı
edilerek sırf Batı’dan maddî ve manevî değerlerin
aktarılmasına dayalı bir programın körü körüne alınmasının yanlışlığına işaret edilmiştir. Buna benzer bir eleştiriyi Kurtlar Sofrası’nda
İrfan’ın şu sözlerinde de görebiliriz:
“Biz
mahvolmuş bir nesiliz, anlıyor musun, mahvolmuş! Bize batılı olun
dediler, olduk; onlar doğulu kaldı! Bize öğrenin dediler, büyük
fikirlere heveslendik, kitaplarımızı yasak ettiler, okutmadılar. Şaka
maka otuz yıldır faşizm yaşadığımızın farkında mısın sen?
Üstelik hiçbir direnme imkânının da bulunmadığının. Onun için şiddete
başvuracaksın. O kadar. Göze göz, dişe diş.” (KS,
s.630)
Burada
İrfan, memleketin ilerleme
yolunda faşizme ve şiddete sapıldığı görüşünü bildirmektedir. Bu bir
anlamda Türk aydınının üzerine çöken büyük bir ağırlık
olarak da gösterilmektedir.
MİLLET
FİKRİ
Türk toplumunun ümmet bileşiminden millet bileşimine geçişi, Attilâ İlhan’ın yazılarında ağırlıklı olarak işlenen konulardan biridir.
“Millet fikri” olarak değerlendirdiğimiz bu konu, romanlarda ve
özellikle Yaraya Tuz Basmak romanında
Ahmet Ziya Bey’in şu
ifadeleri ile ön plana çıkmaktadır:
“...
ümmetten millet çıkarmak bir terkip meselesidir Binbaşı bey, ümmeti
millet yapmaya hamaset edebiyatı kifayet etmediği gibi, başka
milletleri taklide tevessül hiç etmez. Milletin evvela iktisadi temelleri
tahakkuk ettirilmek lazım gelir, kültür müesseseleri milli bir terkibin müşahhas
tezahürleri olarak bilahare bu temellerin üzerinde vücut bulur ve mütekabil
tesirlerle inkişaf ederler...” (s.379)
“Ümmet”
ve “millet” fikrinin tartışıldığı bu örnek, Türk aydınının
içinde bulunduğu ikilemi
çok iyi yansıtmaktadır. Ayrıca Batılı toplumlarda ümmetten millete dönüşümün üst yapısal bir mesele
olmadığı gibi1, burada
ekonomik platformda bir terkibin gerekliliği
vurgulanmaktadır:
“...
milli iktisadi terkip toprak reformu demek, sanayi inkılâbı demek Binbaşı
bey, üzerinize düşen bunu yapmaktır, evvelemirde bunun, Mustafa Kemal dahi
üstesinden gelememiştir ama, çare yok, zira milli kültür terkibini
getirecek olan budur: İrtica ancak bu takdirde kudretini kaybediyor,
neden derseniz, içtimai ve iktisadi istingâhı kalmıyor da onun için, belki bir
müddet daha eski bir altyapının mirası olarak debelenir, kaybolur gider!”
(YTB, s.380)
Öte
yanda toprak reformu ve sanayileşme
ile gerçekleşecek bir
iktisadî terkibin millî bir bileşim
getireceği, bunun toplumun yaşam biçimini büyük ölçüde değiştireceği ve şekillendireceği üzerinde de durulmuştur. [XXVIII]
TÜRKÇÜLÜK
Attilâ
İlhan’ın romanlarında karşımıza çıkan bir başka fikrî yapı da
“Türkçülük”tür. Bu fikir, 1909 yılında Balkanlar’daki siyasî dalgalanmaların
ele alındığı Dersaadet’te
Sabah Ezanları adlı romanda ön plana çıkmaktadır. Bu bölgede ortaya çıkan
milliyetçilik düşüncesinin
yayılışı ve etkilerinin anlatıldığı romanda Bulgar milliyetçiliğinin yanı sıra Türkçülük görüşü ayrıca dikkat çekicidir. Söz
gelişi Yüzbaşı Mahir Recep,
“—
... bunların hepsi nazariyat beyim. Bendeniz ameli bir adamım, neticeye
bakarım. Kanaat-ı âcizanem odur ki, Makedonya ahalisinden müttehit bir Osmanlı
milleti çıkarmak, abesle iştigaldir. O kadar. Bulgar nasıl domuz gibi
Bulgarlığını, Rum nasıl domuz gibi Rumluğunu biliyor,
‘milliyetine’ dört elle sarılıyorsa, Türk de öyle Türklüğünü bilmeli,
Türklüğüne dört elle sarılmalı!..
(...)
...
ya onlar bizi imha edecekler, ya biz onları. Gerisi lâf-u-güzaftır beyim! ” (DSE, s.239-240)
diyerek Osmanlıcılığa
karşı Türkçülüğü savunmaktadır. Yüzbaşı Mahir Recep’in bu keskin
tavrını Abdi Bey oldukça yadırgar:
“Abdi
Bey, ne de olsa Alliance Israelite üniverselle’den yetişme, M. Garaud’nun kolejinde öğrenciyken Josef Nehama’nın
yazılarını okumuş; belki bundan, belki Paris yıllarının aşıladığı
alışkanlıklardan, daha
‘cosmopolite’, daha ‘insaniyetçi’ düşünüyor: Muallim Rıdvan
Bey’in ‘nokta-i nazarını’ yadırgadıysa da belli etmedi; fakat iki gün sonra mı
ne, Köprülü’de konuştuğu ‘erkân-ı harp’ subayıyla, handiyse atıştılar:
Ne chauvin bir subaydı o, nereden bellemişse, bir ‘Türklük’tür
bellemiş, iki lâfının biri bu: “Türk, Türklüğüne sarılmalı..”
‘Jöntürklere’ böyle medeniyet düşmanı
tavırlar yakışır
mı? “Mazallah mon cher, herifin elinde selahiyet olsa, gayr-ı Müslüman
ahaliyi kıtır kıtır kesecek!”
(DSE, s.239)
Yetişme tarzından dolayı daha
kozmopolit bir dünya görüşünü
benimseyen Abdi Bey, Türkçülüğün
şovenizme kaçan yönünden büyük
tedirginlik duyar. Yüzbaşı
Mahir Recep gibi öyle bir tavır içindekileri medeniyet düşmanı olarak niteler.
Türkçülük
görüşünü belirten bir diğer örnek Gazi Paşa romanında görülür. Ziya
Gökalp, Sakarya Savaşı
cephelerinden gelen kötü haberlerin karşısında,
“...
Türklük ölmez!..” diyordu, “ ...Ankara’da olmazsa Sivas’ta; Allah bilir daha da
şarkta, yeni bir Türk
mukavemeti, mutlaka doğacaktır!..” (GP, s.236)
diyerek
ümidin kesilmemesi gerektiğini
vurgular. Romanda bu sözler aynı zamanda İttihatçıların
Rusya’da Bolşeviklerle
bir siyasî ve askerî iş birliği girişiminde bulunduğuna dayanılarak yapılmış bir yorum olarak verilmiştir.
Bunun
yanı sıra Ziya Gökalp, Valâ’nın “Asya” adlı bir mecmua çıkarma düşüncesine
“...
‘Asya’ isimli mecmua çıkarmak, ‘Avrupalılık’ mefhumunun karşısında, ‘Asyalılığı’ dikmek olur. Ben bunu câiz
görmem. Türkler Avrupalı olmalıdırlar...”
sözüyle;
imlâda Latin alfabesi kullanma fikri için de
“...
ona da hayır! Latin harflerini ancak, kıraatı kolaylaştırmak maksadıyla,
auxiliaire (yardımcı) olarak alabiliriz fakat...
Sustu,
dalgın dalgın, çayından bir yudum aldı: “...fakat,” diye cümlesini tamamladı:
“...Arap Alfabesi ile alâkamızı kesemeyiz, çünkü böyle birşey, kaç asırlık tarihimizle
alâkayı kesmek olur...” ”(GP, s.237-238)
diyerek
görüşlerini bildirir. Burada Avrupa
ve Asya, veya başka
bir deyişle Batı ve Doğu’nun birbirine karşı iki güç olarak belirlenmemesi
gerekliğine işaret edilmektedir. Ayrıca
yüzyıllarca Türk kültür tarihinde önemli bir yere sahip olan Arap Alfabesinden
birden vazgeçilmenin yanlış olacağı vurgulanmaktadır. Bu bir
anlamda Türklerin çağdaşlaşma yolunda kendi
geleneklerinden ödün vermesine karşı
tepkinin bir örneğidir.
TURANCILIK
Türkçülüğün bir ileri adımı olarak
“Turancılık”, İkinci Meşrutiyet yıllarında, Ziya
Gökalp’ın öncülüğünde
adını duyurmuştu. Atillâ
İlhan, romanlarında bu fikri de
işlemeyi ihmal etmemiştir. Nitekim, Turancılık
taraflısı olarak Bıçağın Ucu adlı romanda Osman Naci Hacıbeyoğlu’nu görmekteyiz. Demokrat
Partili milletvekili olarak verilen Osman Naci Hacıbeyoğlu’nun Turancılığı, Hukuk Fakültesi okuduğu yıllara kadar uzanır:
“Turan, büyük doğu: Sarışın
Tuna’nın yeşil kıyılarından, buzlu ve
sert
Türkistan içlerine kadar, bütün Türkleri tek bayrak altında toplayacak, o büyük
imparatorluk! Osman Naci’nin Hukuk’ta okuduğu sıralar, Turancılık, yarı gizli bir hareket
olarak gelişmekteydi. Genç Turancılar -nedense çoğu karamaça beyi gibi esmer, doğulu eşraf çocukları-, fakültelerde kuş uçurtmuyorlardı. Gizli saklı
bir yerlerde toplanırlar, yalan yanlış bazı kitapları okur, çoğu birbiriyle dalaşan kavgacı dergiler
çıkarırlardı. Hepsinin üzerinde aynı Bozkurt ulurdu.
Hepsinden
aynı slogan:
“—
Her ırkın üstünde Türk ırkı!”
”(BU, s.238)
Fanatik
Turancı öğrencilerinin elebaşısı olan Osman Naci, özellikle
komünistlere karşı
büyük bir düşmanlık
beslemektedir. Çete hâlinde olan Turancı öğrencilerle
fakülte koridorlarında komünist kovalamaktadır. O, üstelik kendi yazdığı Turan şiirlerini okuyarak yandaşlarını galeyana getirmekten de
geri kalmaz:
“Kartal
bakışları,
dürüst bıyıklarıyla tarihin karanlıklarından beri sürüp gelen, o güçlü, eli
kırbaçlı, yalnız ve yenilmez Türk! Soylu uygarlığına, baş eğmez yüceliğine rağmen, Rusu, Bulgarı, Rumu,
Yahudisi, onu hiçe saymaya mı yelteniyor? Varsın yeltensinler! Ergenekon’un
Bozkurt’u nerdeymişsin
yetişecek,
kılavuzluk ederek, onu yeniden zafere ulaştıracaktır.” (BU, s.238-239)
Faşistlerin ve Nazilerin desteğiyle komitacılığa heveslenen Turancıların
tutuklanmasından kurtulan Osman Naci, Demokrat Parti’ye girdikten sonra
partinin aşırı sağcı kanadının elebaşı olmuştur. İsmet İnönü iktidarına karşı yaptığı şu eleştiriler, onun ideolojisini iyi
tanımak bakımından ayrıca dikkat çekicidir:
“—
... iktidarları boyunca ne yaptılar? Mazimizin İslâm ve Türk olan bütün
kıymetlerini, sistemli olarak, tahribe tevessül etmediler mi? Millete cengâver
ruhunu dinini, örf ve âdetlerini unutturmaya kalkışmadılar mı? Enver Paşa
gibi güzide bir kahramanın hatırasını çiğnemediler mi? Hani nerdeyse
Türklüklerinden, Müslümanlıklarından utanıyorlar diyecek insan!
Vallahi
böyle! Daima gâvurlardan yana çıkarlar: En mühim meşgaleleri onlara benzemeye
çalışmak!” (BU, s.237-238)
Öte yanda Turancılık fikri Allahın Süngüleri
romanında ise şöyle bir
haber olarak geçmektedir; daha doğrusu
bir haber gibi sunulmaktadır:
“III.
Enternasyonal, Zinoyef’in ağzından ‘bilûmum Şark milletlerine,
bahusus âlem-i İslâm’a umutlar yağdırıyordu. İki Tatar
‘münevveri’, taraviş Vahidof ve Galiyef, Vladimir İlyiç ve Lev
Davidoviç’le mutabakata varmışlar: Sovyetler İttihadı’na Asyalı
Müslümanlar ‘müttehit’ bir Turan Sosyalist Respublikası olarak dahil olacaktır:
Kırım, Kazan ve Buhara ‘Türk’ hanlıkları, birleşiyor.” (AS, s.182)
Attilâ
İlhan, Resul Hocayef’in aracılığıyla bu haberi “Türklüğe
mahsus ‘Turan Beynelmilelliği’nin, sosyalistliğe mahsus Bolşevik
Beynelmilelliğiyle, izdivacı” (AS, s.182) şeklinde yorumlamaktadır.
OSMANLICILIK
Attilâ İlhan’ın
romanlarında söz konusu edebileceğimiz
bir başka fikir ise “Osmanlıcılık”tır.
Aslında bunlar, yukarıda değerlendirdiğimiz fikirler ile İkinci Meşrutiyet dönemi aydınlarının
gündeme getirdiği
sorunlardır. Yazar bu sorunlara bu yolla işaret
etmektedir.
Haco
Hanım Vay!..’da
Diş Tabibi Vahanak Mahçubyan, karısının
Ermenilik davasını gütmesine ve kızının Fransızlık taraftarlığına karşın, Osmanlıcılık fikrini
benimsemektedir. Eczacı Fuad el Ma’rûf Bey ve Muallim Aristidi Efendi’yle uyuşmaları, üçü de Osmanlıcılığı benimsediklerinden
kaynaklanır (HHV, s.18-19). Romanda “ömrünü Osmanlık mefkûresine vakfetmiş
bir münevver” olarak anılan Eczacı Fuad el Ma’rûf Bey, İngiliz birliklerinin tehdidi ve
Şam’da kurulacak bir Arap
Hükûmeti’ne karşı büyük
üzüntü duyarken (HHV, s.100) Aristidi Efendi Osmanlı’ya karşı düşmanla iş birliği yapar (HHV, s.235) ve İzmir’e döndükten sonra Yunan
Miralay Zafirios’un maiyetine girer (HHV, s.233).
Sırtlan
Payı’nda
Pandikyan Efendi, “redingotlu, yeleği gümüş köstekli, fesi
kalıpsız, orta yaşlı bir adamdı: son derece Osmanlı ve Çelebi!” (SP,
s.333) Ayrıca ağdalı
Babıâli Osmanlıcası konuşmasıyla
dikkati çeken bu Ermeni, İngiliz
istihbarat Dairesi’nde müdür olarak çalışır
(SP, s.335). Buna rağmen,
“...
oğlum, ben Osmanlıyım, Osmanlı doğdum, Osmanlı öleceğim,
bu lafıma mim koy, e mi? Hal-i hazırda sen bakma, İngiltere devlet-i
fehimesinin İstihbarat Dairesi’nden sebeplendiğime, ben bilirim
ki bu Avrupa keferesi bize ekmek vermez, hâşa huzurdan köpek gibi de
kullanır:” (SP, s.336)
diyerek Rıza Muhiddin’in ispiyonculuğu hakkında Binbaşı Ferid’i uyarır (SP, s.336).
Dersaadet’te
Sabah Ezanları’nda
Tabip Binbaşı şu sözleriyle Osmanlıcılık düşüncesini açıklamaktadır:
“—
... ismimiz, dedi, şiarımız olmalıdır. Evvelemirde Balkanlar’daki bütün
unsurların ittihadı; bilâhare, bu ittihadın medeniyet vaadinde süratle
terakkisi! Başka çare-i hâl görmüyorum. Bu da ancak Kanun-u Esasi’nin
tekrar mevki-i tatbike konulmasıyla mümkindir: “Müslim, gayr-ı Müslim, bilumum
anasır-ı muhtelife, müsavat dairesinde hürriyete kavuşursa...” (DSE,
s.236)
Osmanlı’nın
farklı etnik unsurlarını birleştirmeyi
amaçlayan bu düşünce,
Balkanlar’daki siyasî karışıklıklara
ve özellikle büyüyen Bulgar milliyetçiliğine
karşı ileri sürülmüştür.
İSLÂMCILIK
“İslâmcılık” fikri de bu çizgide
elbette unutulmamalı idi. Çünkü yüzyıllara dayalı bir ideolojinin göz ardı
edilmesi düşünülemezdi.
Nitekim yazar, bu fikri bazı romanlarında işlemekten
geri kalmamıştır.
Bıçağın Ucu’nda Bayraktar Paşazade Haluk Bey, sadece ünlü Kur’an
tefsirlerinin hepsini bilen, fıkıh okumuş dindar
bir Müslüman değil; aynı
zaman da “İslâm Birliği”ne inanmaktadır. Macaristan,
Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk ve Romanya’nın Osmanlı toprağından kopuşları Haluk Bey’i üzmüşse de asıl onu yıkan
Arabistan’ın kaybı ve dolayısıyla Mekke’nin elden gidişidir:
“— ... Mekke-i Mükerreme’yi bizden almak ne
demek, başımızı vücudumuzdan ayırmak demek! Biz ki Yavuz Sultan Selim
Han’dan bu yana, Allah’ın izni ve inayetiyle İslamın kılıcı olduk, onun
adına zuhur ve huruç ettik, halifesiz kalmamız, Mekke-i Mükerreme’yi
kaybetmemiz reva-yı hak mıdır?” (BU, s.252)
Haluk
Bey yukarıdaki sözleriyle acısını dile getirirken öte yandan cihatla yeniden
bir İslâm Birliğinin kurulacağına da inanmaktadır:
“Şam,
Halep, Kudüs, Bağdat, Beyrut, San’a... bütün buralar! Kabristanlarında
şühedamız yatıyor, camilerinde Türk minareleri var. Vak-ü saati gelince, inşallahuteâlâ,
yeniden fethile İslâmın gayr-ı kaabil-i taksim mülkünü ihyâ eyleyeceğız...”
(...)
“...
bir vazifedir bu -diyor-, bir vazife-i kudsi, hatta ondan da mühim, bir
zaruret-i ilâhi bir cihad...”
” (BU, s.252)
Osmanlı
Hanedanı mensuplarını ülkeden sürüp çıkardığı,
halifeliği ve şeriatı kaldırdığı için Mustafa Kemal’i suçlayan
Haluk Bey’in İslâm Birliğine ve Halifeliğe olan sonsuz inancı oldukça
dikkat çekicidir:
“Rejim
istediği kadar değişsin, görgü görenek başka bir
kalıba dökülsün, o ne idiyse o kalıyor, çevresindeki gerçekler huzurunu
kaçırdıkça, ne yapsın, kafasına ve zevklerine uygun başka gerçeklere sığınıyor:
Tarihe!” (BU, s.252)
Nitekim
Haluk Bey, günlerini Hammer Tarihi, Tarih-i Cevdet, Vekayiname,
Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Âşık Paşa Tarihi ve
bunlara benzer eser ve belgeleri inceleyerek Osmanlı soyuyla ilgili bir eser
hazırlamakla geçirir (BU, s.252-253).
Kurtlar
Sofrası’nda
Zihni Keleşoğlu, Mütareke yıllarında
babasının etkisiyle sultancılara, Büyük Millet Meclisi Hükûmeti sıralarında
halifecilere taraftarlık etmiştir.
Bu tutumu Cumhuriyet döneminde de bırakmayıp Mustafa Kemal’e karşı çıkmaya çalışan politikacıları gizlice
destekler:
“Biz
Osmanlı mayasıyla yoğrulduk. Aslını inkâr eden, namerttir. Ne demek?
Türkün satvetini yapan İslamdı. Türkü İslamlığından soyup
laiklik ve mümasili hokkabazlıklarla dinsizliğe sevk ettiler. Ne oldu
rica ederim, ne oldu? Bet bereket kaldı mı? Her gün başka bir tebeddül,
her an başka bir tahavvul derken, heyet-i içtimaiyemizin istikrarı zail
oldu. Üstüne üstlük istikrarsızlığın, medeni ve ruhi anarşinin
adına, utanmadan terakki dediler: Evet, İslam ahlakını çiğnediler,
terakki dediler, milli ahlakı hiçe saydılar; terakki dediler, kadın haysiyet
vekarını kaybetti, ortalarda dolaşan erkek bozması ve gayr-i ulvî bir
mahlûk haline geldi.” (KS, s.142-143)
Burada
sadece Türk toplumu için İslâmlığın önemi vurgulanmakla kalmamış, ilerleme ve yükselme adına
bazı dinî ve ahlâkî değerlerin
çiğnenmesine karşı eleştiri yapılmıştır. Toplumda gitgide artan
istikrarsızlık ve ahlâksızlıklar, ilerleme ve yükselme için ödenen ağır birer bedel olarak görülmüştür.
BATICILIK
Attilâ
İlhan’ın romanlarında işlenen en önemli konulardan
biri, Batı medeniyeti karşısında
Türk milletinin ve aydınının aldığı
tavırdır. Temelde Batı’nın üstünlüğünü
kabul eden Türk aydını, ülkeyi kalkındırmanın yolunu Batılı olmakta aramıştır. Bu bağlamda O Karanlıkta Biz
romanında Ahmet Ziya’nın şu
sözleri oldukça dikkate değer
niteliktedir:
“...
Meşrutiyet münevverinin de Cumhuriyet münevverinin de, temel tercihi
‘Garplı olmak’; zira bunu ‘müterakki olmak’ zannediyor!
Sosyalistliğe itibar da, ‘Garplılığın’
bir çeşidi olmasından mütevellit; memleketin, iktisadi ve içtimai
zaruretlerinden doğmuyor; bilakis bu zaruretler, münevverle ahalinin
arasını açmakta, münevveri ecnebinin safında yer almaya sevk etmektedir.”
(OKB, s.400)
Burada
dile getirilen sorun, sadece aydınların körü körüne batılılaşma hevesiyle kalmaz, memleketin
sosyal gerçeklerine dayanmayan, Batı’dan alınmış bir
ideolojinin sadece halkla aydının arasını açtığına
işaret etmektedir. Böyle bir
batıcılık ve batılılaşma
anlayışı, kendi halkından değil, Batılıdan yana bir aydın
zümrenin oluşmasına yol
açmaktadır. Attilâ İlhan,
bu görüşü Sırtlan Payı romanında
biraz daha ileriye götürerek aydın zümrenin bu ihanetini “batılılaşma numarası” olarak
nitelemektedir:
“...
bu ihaneti yutturmak için, dedi, batılılaşmak numarasını keşfetmişler.
Müthiş bir numara bu, zannedildiğinden çok daha müthiş.
Türk münevveri, (şimdi aydın diyoruz bunlara öyle mi?) inkılapçı olmak
için önce batılı olması icabettiğini sanıyor, o dakikadaysa halkı iki
asırdır istismar eden batılının, onun içerdeki uşağı olan
kompradorun yanı başında yer alıyor!” (SP, s.217-218)
Burada
inkılâpçı olmak için farkında olarak veya olmayarak, Batılının çıkarını koruyan
aydının varlığı bir kez
daha vurgulanmış oluyor.
Allahın
Süngüleri
romanında ateşli bir “Şark mefkûresi” yanlısı Hakkı
Behiç, Batı medeniyeti hakkında şöyle
bir yorumda bulunur:
“Garp
medeniyeti çökmüştür!.. medeniyet midir, yoksa bir vahşet-i asrî
mi, orası bile kaabil-i münâkaşa: bir ihtişâm ki, malûm Şark’ın,
ecsad-ı metrûkesi üzerine bina edilmiş!..” (AS, s.260)
Burada
Batı medeniyetinin bir çıkmaza girdiği
ve üstünlüğünü
korumak için Doğu’yu sömürme
yoluna başvurduğuna yönelik eleştiri söz konusudur.
DOĞU-BATI
DEĞERLENDİRMESİ
Bu
çizgide Doğu-Batı
çekişmesi veya iki dünyanın karşı karşıya gelmesi de kaçınılmazdı.
Haco
Hanım Vay!..’da
Rüknettin Şahap’ın
maddecilik anlamında yaptığı
Doğu-Batı karşılaştırması oldukça dikkat
çekicidir:
“...
hayatımıza hükmeden nedir? Mana mı, madde mi? Harp imtidadınca, düşündüm.
Zanım budur ki bu sualin, kâinatta bir tek muteber cevabı vardır: madde! Şarkın,
asırlardır sineye çekmeye mecbur olduğu hacâlet, filhakika, maddeyi
ihmal, manaya itibar etmesinden mütevellittir. Düşünsene, garbın şarka
teveffuku hangi tarihte başlıyor, vaktaki maddiyûn...” (HHV, s.134)
Burada
Doğu dünyasının geri kalışının, maddeye yeterince önem
verilmemesinden kaynaklandığı
düşünülmektedir. Doğu-Batı karşılaştırılması, maddî değerler ile manevî değerler karşıtlığı şeklinde ele alınmaktadır.
Yaraya
Tuz Basmak
romanında Ümid, Paris’e ayak bastığı
günden itibaren kendi memleketiyle ilgili hayal kırıklığına uğrar ve bu yanılgının nedenini şöyle açıklar:
“—
... bizim nesil dünyasını yalanlar üstünde kurmuştur; şahsiyetimiz
hakkında, memleketimiz hakkında, kendimizi aldatır dururuz. Hastalık yahu,
illet! Biz mi yatkınmışız, öyle mi öğretmişler, bilemem.
Fert
seviyesinde
bu aldatma, adamın asıl gerçeğini
es geçip kafasındaki hayali
öz şahsiyeti zannetmesi! Bu başka
bir seviyede yaşayıp, başka bir seviyede düşünmek acayipliğini
doğuruyor: Şahsiyetlerimiz edinilmiş tecrübelerle, bu
tecrübelerden çıkardığımız
synthese’lerle teşekkül
etmiyor Demir, kurduğumuz
hayallerden teşekkül
ediyor, en azından biz bunu böyle sanıyoruz, üst üste bu kadar çok sukut-u
hayale uğrayışımız da bundan!” (YTB, s.208-209)
Burada
Ümid, Batı karşısında uğradığı hayal kırıklıklarının
sebebini, düşünmeden
benimsediği yanlış dünya görüşüne bağlamaktadır. Gerçeklerden oluşan bir sentez üzerinden
kurulmayan bu dünya görüşü,
insanı her kıyaslama imkânını bulduğu
her yerde hayal kırıklığına
uğratacaktır. Aynı romanda Üsteğmen Demir’in “(...)
ilkokuldan Harb Okulu’na kadar, hep ‘bir Türk dünyaya bedeldir’ belledik, bir
yaptıysak on öğündük,
şişine şişine kendimizi nerelere çıkarmışız, dünyayı sahiden görünce
anlıyorum elbet (...)”
(YTB, s.139) sözleriyle Ümid’le bu konuda aynı acı tecrübeyi paylaştığını görüyoruz.
Bıçağın Ucu’nda Yüzbaşı Demir, Türkiye’nin Batı’dan
farklı olan sosyal yapısından hareket ederek Türkiye’nin devletçilik kavramını şöyle değerlendirmektedir:
“—
... bizde batıdaki biçimde ve anlamda toplumsal sınıflar yok, bu yüzden, taa
Jöntürklerden beri ilerici tek güç, ordu! Aksini söyleyene şaşarım: Abdülhamid’i devirip
Jöntürk intelligenzia’sının isteklerini kabul ettiren İttihat ve Terakki neydi,
devrimci bir askeri komita değil
mi? Cumhuriyet devrinde durum daha açık: Cumhuriyet Atatürk demek, Atatürk ise
ordu! Bizim ordunun bu özelliği,
varlıklıların değil,
daha çok yoksulların ordusu olmasından ileri geliyordu. Subayların bile, çoğunun toplumsal kökü
köylüdür, küçük memurdur vs...” (BU, s.350)
Fransız
İhtilâli modelinden ayrılan
nokta olarak Osmanlı döneminden Cumhuriyet’e kadar tüm devrimlerin başını çekenlerin asker sınıfı
olması üzerinde durulmuştur.
Meşrutiyet olsun Cumhuriyet olsun
rejimi gerçekleştiren ve
koruyan, aristokrasiden değil,
halktan oluşan Türk
ordusudur.
BATI
İLE SİYASÎ İLİŞKİLER
Attilâ
İlhan, romanlarında XIX. yüzyıl
sonu ve XX. yüzyıl başında
ülkenin Batı ile siyasî ilişkileri
üzerinde de durmaktadır. Sırtlan Payı romanında Ahmet Ziya aracılığıyla Tanzimat’tan Kurtuluş Savaşı’na kadar Batılılarla temasta
bulunan Türk devrimcilerini şöyle
değerlendirmektedir:
“—
... bizde devrimciliğin tarihi, bir bakıma yabancı müdahalelerin
tarihidir Suat: Mithat Paşa’yı İngilizler korur. Jöntürklerin
muhtelif gizli servislerin yardımıyla teşkilatlandıkları, muhakkak:
İtalyan mason localarından İntelligence Service’e kadar bu işe
burnunu sokmayan kalmamış. Zaten iktidara el koyunca, Libya’nın İtalyanlarca
işgaline gık demez, açık açık İngilizlere yamanmaya çalışırlar.
Anadolu ihtilali ki içlerinde devrime benzeyeni odur, onun bile bolşevikliğin
Ortadoğu’ya yayılmasına set çekmek için, emperyalistler arası bir uyuşmayla
gerçekleşebilmiş olması, aklıma yakın geliyor.” (SP, s.216)
Öte
yanda Tanzimatçılardan Jöntürklere, İttihatçılardan
Kuva-yı Milliyecilere kadar onların siyasî mücadelelerinin perde arkasında
yabancı devletlerin müdahalesi söz konusu olduğu
ileri sürülmektedir.
Bundan
başka Sırtlan Payı ve Dersaadet’te
Sabah Ezanları romanlarında, Birinci Dünya Savaşı sonrası Batılı devletlerin
Osmanlı yönetimine doğrudan
müdahale girişimi olan
manda sistemi ile ilgili tartışmaları
görebiliyoruz:
“Biz
neler duymaktayız: Saray, İngiltere’den medet ummaktadır, ‘mülkün’ on beş
sene müddetle müstemleke olması teklif edilmiş, icâra çiftlik mi
veriliyor reca ederim? İttihâtçılar, Almanya’dan melce aramıştı, şimdi
bambaşka bir şayia: Ruslardan himaye talebinde bulunmuşlar,
Ruslardan diyorsam, Bolşeviklerden! Münevverân, İngiliz mandat’sıyla
Amerikan mandat’sı arasında mütereddit, bunu anlamak için payıtaht
gazetalarına bir atf-ı nazar kâfidir.” (DSE, s.387)
Paris’te
yetişmiş Gülistan Satvet, Türklerin
kendi kendilerini yönetebileceklerine inanmayıp Osmanlı Devleti’nin Fransa gibi
güçlü bir devletin mandasına girmesi gerektiğini
savunurken (SP, s.117-118; DSE, 42-43) Hüsnü Faik, kurtuluş çaresini yabancılarda aramanın
memleket için asıl felâket oluşturduğunu düşünür (DSE, s.387).
İNKILÂPÇILIK
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Mustafa
Kemal’in liderliğinde
gerçekleşen inkılâpçılığın temelleri ve gelişimleri ile ilgili değerlendirmelerin önemli bir yer
tuttuğunu görmekteyiz. Mahmud, Ümid,
Ahmet Ziya, Miralay Ferid ve Yüzbaşı
Demir gibi Cumhuriyet’in aydın kadrosundan gördüğümüz
bu değerlendirmeler çerçevesinde
yazarın Atatürkçülük ilkeleri ve uygulanışları
hakkında ne gibi yorum getirdiklerine de tanık oluyoruz.
1919
inkılâbı, “‘muasır medeniyet seviyesini hedef ittihaz eden’, devamlı, şartlarla
gelişip yürüyen bir inkılaptır” (KS, s.328). Hareketin çıkış noktası “Emperyalizme ve
kapitalizme karşı, halkçı ve devrimci bir cephe”, yani bir
“Müdafaa-i Hukuk” cephesiydi (BU, s.228). Yüzbaşı
Demir’in “Onca devrim, her şeyden önce başarıyla sonuçlanmış
bir savaştı, bir bağımsızlık savaşı, sonra kültürce ve
yaşayışça batılılaşma, vatandaşların kanun karşısında
eşitliği, bir de laiklik!” (BU, s.230) sözüyle özetlenen bu
devrimin temelini ayrıca Allahın Süngüleri romanında Mustafa Kemal’in şu sözlerinden görebiliyoruz:
“(...) İttihatçılık, bir ocaktır; yetişmemizde
dahli var, bu... bu gayr-ı kaabil-i inkâr bir hakikat!... Ne var ki, onlar
Garplılaşmak temayülündeydi, biz medeniyetçi olacağız... Onlar
komitacıydı, biz inkılâpçıyız... Onlar Osmanlılaşma taraftarıydı, biz
milliyetçiyiz...” (AS, s.67)
Burada
Kuva-yı Milliyecilerin İttihatçılardan
farklı olan özelliklerinden hareketle inkılâbın ilkeleri vurgulanmaktadır.
Yalnız Mustafa Kemal’in ölümünden sonra bu inkılâbın birkaç yönden ihanete uğramış olması, Attilâ İlhan’ın romanlarında sık sık
gündeme getirilen bir konudur. Bıçağın Ucu’nda Miralay Ferid,
Demokrat Parti iktidarına karşı,
“Nerede
mürteci buldularsa teşvik ettiler. Kur’an kursları açtılar, ezanı Arapça
okuttular... Uzun sözün kısası, Kemal Paşa’nın inkılâplarına sünger
çektiler! Eksik olsun böyle seçim kazanmak! Üst üste üç seçim kazanmak değil
bu, muvaffak olmasına ramak kalmış bir inkılâbın üç
merhalede
fiilen canına okumak!”
(BU, s.53)
sözleriyle
eleştiride bulunurken; Yüzbaşı Demir, Miralay Ferid’in
mensup olduğu
Cumhuriyet Halk Partisi’nin devrime olan ihanetini şöyle değerlendirir:
“(...)
ülkülerinizin bütününü gerçekleştirecek yerde, Mustafa Kemal’in
ölümünden sonra, işi tatlısu faşistliğine döktünüz:
Gençlerde devrimci ruhu öldüren kim? Aydınları, sanatçıları kısıtlayan? Basının
evcilleştirilmesi ne zaman başladı? Menderes’ten çok önce, daha
İnönü, sizin parti işin başındayken. Menderes ve takımı, on
yıldır iktidardaysalar, neye borçlular bunu? Diktaya, siyasal baskıya karşı,
kendilerini özgürlük ve demokrasi şampiyonları olarak yutturmalarına değil
mi?” (BU, s.227)
Sırtlan
Payı romanında
Ahmet Ziya, aydınların inkılâpçı olma adına yabancıların çıkarını savunmasını
eleştirir (SP, s.217-218). Ayrıca
inkılâbın Emperyalizmin çıkarına yarayan bazı yönlerinin de olduğu üzerinde durulur ve bunlar
özellikle vurgulanır:
“...
Ankara’nın hilafeti ilgası, şüphesiz muasır bir devlet olmamızı temin
ediyor, lakin ne pahasına? Türkiye’nin Ortadoğu üstündeki yüzlerce
yıllık nüfuzundan vazgeçilmesi pahasına değil mi? Miralay saf saf
inkılap sandığı tahavvülatın büyük bir kısmı, hakikat halde, Türkiye’yi
Müslüman maziinden, dolayısıyla Araplardan, yani petrol bölgesinden tecrit eden
radikal tedbirlerdir” (SP, s.217)
Kurtlar
Sofrası’nda
kendilerini “yarım bırakılmış inkılâbın çocukları” (KS, s.300)
olarak niteleyen Mahmud, 1940’lı yılların siyasî olaylarını göz önünde tutarak
inkılâbın bürokrat ve ağalar
tarafından soysuzlaştırıldığını, devlet düzeninin artık
tüccar ve sanayicilerin çıkarına işlemeye
başladığını belirtir (KS, s.308-309)
Ümid ise Mustafa Kemal’in toplumda bir halk hareketinin siyasî ve askerî lideri
değil, dalkavukluk edilen bir put
olarak algılandığını
eleştirir (KS, s.301).
SOSYALİZM
Attilâ
İlhan’ın romanlarında sosyalizm
ile ilgili görüşlerin en
çok Ahmet Ziya’nın etrafında işlendiğini görmekteyiz. “Aynanın İçindekiler” dizisinde Ahmet
Ziya’nın Selânik’te başlayan,
Berlin’de devam eden ve Moskova’da şekillenen
sosyalist-aydın gelişim
çizgisi, oldukça çarpıcı bir şekilde
ele alınmıştır. Bu
özelliğiyle Ahmet Ziya, Attilâ İlhan’ın diğer yazılarında da savunduğu pek çok tezi 2
dile
getirmektedir.
Ahmet
Ziya, Türk aydınının sosyalizme olan hevesini, sosyalizmin Batı’dan gelen bir
ideoloji oluşuna bağlamaktadır:
“...
Meşrutiyet münevverinin de Cumhuriyet münevverinin de, temel tercihi
‘Garplı olmak’; zira bunu ‘müterakki olmak’ zannediyor! Sosyalistliğe
itibar da, ‘Garplılığın’ bir çeşidi olmasından mütevellit;
memleketin, iktisadi ve içtimai zaruretlerinden doğmuyor; (...)”
(OKB, s.400)
Ahmet
Ziya ve karısı Doktor Meleho Afram, sosyalizmin doğup geliştiği Almanya’da eğitim gördüklerinden dolayı
farkında olmadan bu konuda kendilerinde bir farklılık, hatta ayrıcalık ve
üstünlük hissederler. Özellikle Doktor Melek (Meleho Afram), Özbek ya da Kırgız
gibi Asyalı Türklerle tartıştığı zaman özünde bulunan bu
2 Turgut Göğebakan, “Attilâ
İlhan’ın Dumanlı Aynasından Yansıyan Manzaralar”, Gösteri, S.228,
Mayıs-Haziran 2001, s.38.
gizli
üstünlüğü dışa vurmaktan çekinmez:
“—
... sosyalizmi inşa edebilmek için, evvelâ adam olmak iktiza eder;
adam
olmak, Garplı olmaktır; sosyalizm Garplı bir ideoloji, Garp’da doğdu, Garp’da tekâmül etti;
bilumum Şarklı fikr-i sabitlerinizden vazgeçmelisiniz!” (OKB, s.377)
Dersaadet’te
Sabah Ezanları
romanında Nevres Bey, “Sosyalizmin milliyet esasını reddetmediğini,
binaenaleyh namuslu sosyalistlerin, evvelâ milliyetperver olmaları iktiza ettiğini”
söylerken (DSE, s.84) Ahmet Ziya, milliyetperverden çok “beynelmilelci” kimliğiyle dikkati çeker. Özellikle
de Rosa Luxemburg’la Karl Lirbknech’ın liderliğindeki
Spartakistlere ve onların düşüncelerine
sımsıkı bağlanır
(DSE, s.85).
Türk
sosyalistleriyle ilgili değerlendirmelerden
birini de Kurtlar Sofrası romanında Avukat Sadık’ın şu sözlerinden görmekteyiz:
“...
Osmanlı sosyalistleri, bir türlü memleketin içtimai gelişmesiyle
sosyalist fikirleri, birbirine bağlayamamışlar. Yanlış bir
içtimai zemin üzerinde, birtakım tasavvurlar. Mütareke öncesinde de bu.
Mütareke’de de bu.” (KS, s.349)
Yazara
göre dış dünyadan alınmış bir ideoloji olarak sosyalizmin
Türkiye’nin sosyal gerçekleriyle bağdaşmadıkça tüm tasarımların havada
kalması doğaldır. “(...)
sosyalizm, milli ve ortaklaşa bir ihtiyaç olursa güzel! Yaşadığımız
şartların getirdiği tarihi bir zaruret olursa iyi!” (KS, s.353)
sözüyle sosyal temelleri sağlam,
millî, halkçı ve sentezci bir sosyalizmin geliştirilmesi,
Türkiye için anlamlı olacağı
üzerinde durulmuştur.
BATILI GÖZÜYLE DOĞU
Doğu ve Batı dünyasının karşılıklı temas girişimleri artmış ve birbirlerini yakından tanıma
fırsatı bulmuşlardır.
Ayrıca Batılıların Doğu
dünyasına yönelik birtakım basmakalıp düşüncelere
sahip olduğu da söz
konusudur. Bu çerçevede Attilâ İlhan’ın
romanlarında zaman zaman Batılıların Doğu’ya,
özellikle de Türklere olan bakış açısı
karşımıza çıkmaktadır.
Fena
Halde Leman’da
Fransız kızı Jeanne, Ekrem Korkut’la ilk karşılaştığında gönlünü almak amacıyla
ülkesiyle ilgili birkaç tatlı söz söylemeye çalışır.
Ancak aklına bir sürü kulaktan dolma bilgilerin dışında başka bir şey gelmez:
“Türkiye
neresi? Hayalimden çizdiğim bütün haritalarda bir türlü yerini
bulamıyor. Yok, yok, yok! Arabistan’la ilgisi olmalı, peki nasıl bir ilgi? Gel
de büsbütün bunalma. Şuradan buradan kulağımda kalmış basmakalıp
şeyler, -gizemli haremağaları, peçeli kadınlar, ‘binbir hile ve
desiseyle dolu’ harem hayatı vs.- sıradan, tepeden tırnağa bıyık ve
cüppe, bir Doğuludan çok, Oxford’da okumuş bir İngiliz
‘centilmeni’ne benzeyen karşımdaki bu yakışıklı gence soylenemez
ki! İstersen söyle, gülünç olduğun gündür.” (FHL, s.79-80)
Burada
Batılı tarafından tam anlamıyla bilinmeyen Osmanlı hayatına dair imajların yakışıksızlığı üzerinde durulmaktadır.
Jeanne, Ekrem’le evlendikten sonra İzmir’e
yerleşir. İzmir Levantenlerin Türkler
hakkında yaptığın
birtakım olumsuz yorumların karşısında
rahatsızlık duyar:
“Türklere
ilişkin kötü niyetli imaları asabımı bozuyor çünkü, bu halkı hiç de
dedikleri gibi barbar bulmuyorum, kendi halinde ve sessiz. Türkçeyi sökmeye
karar verdim. Karmakarışık, tersyüz edilmiş bir dildir, kuralı
muralı yoktur, içinden çıkamazsınız dediler. Öğrenmeye girişir
girişmez, ses üzerine kurulu yazımının kullanışlığı,
kurallarının mantıklı sağlamlığı ile beni şaşırtıyor.”
(FHL, s.131-132)
Sonra
adı Leman olarak değiştirilen Jeanne, Bazı
Levantenlerin ön yargılarına rağmen
kendi gözlenimi ve tecrübesine dayanarak Türk hayatına adapte olmaya çalışır. Onun çabaları sadece Türkçe
öğrenmekle kalmaz. Türk
musikisine ve tasavvufa büyük ilgi duyar ve bu konularda kendini geliştirmeye çalışır.[XXIX]
Batılıların
Türklerle ilgili görüşleri,
çoğu zaman Osmanlı tarihine ilişkin çağrışımlarla doludur. Söz gelişi olayların Paris’te geçtiği Zenciler Birbirine
Benzemez romanında, Yugoslav siyasî mülteci Yankoviç, Mehmed-Ali’yi her
gördüğü zaman gözleri parlayarak “Bonsoir
Soliman le Magnefique!” olarak hitap eder (ZBB, s.68, 103). Mehmed-Ali
kaldıkları otelin arızalanan radyosunu onarırken aralarında geçen şu diyaloglar, Batılıların
Osmanlı tarihi ve Türkler hakkında görüşlerini
yansıtmak bakımından oldukça dikkat çekicidir:
“(...) Yankoviç ansızın tepelerine dikildi:
Eee,
diyor, Soliman
le magnefique! Viyana’yı alabilecek misiniz?
Mehmed-Ali;
— Viyana’yı değil,
diye mırıldanıyor, Viyana sonraki iş.
Daha
önce Budin.
El-Barudi,
oturduğu
yerden, bir güvercin gibi cümlesini uçuruyor:
Viyana’yı
hiçbir zaman! diye alay ediyor. Üstelik Budin’i de geri
vereceksiniz.
Saldırgan bir imparatorluğun
kaçınılmaz talihi.
Mehmed-Ali;
— Evet, diyor, Budin’i de vereceğiz,
Kahire’yi de. Budin’i
Macarlara
vereceğiz,
fakat Kahire’yi Araplara değil...
Kondansatörü
yokluyor. Gülerek;
İngilizlere!
deyip taşı gediğine yerleştiriyor.
Kıvırcık
gözlü; — Türkler, diyor, büyük millet!
Teşekkür ederim.” (ZBB,
s.103-104)
Görüldüğü gibi bir yandan Sultan
Süleyman’ın fetihleri ve Osmanlı Devleti’nin eski hâkimiyetini yücelten
Batılılar dururken Osmanlı’nın mağlubiyetini
ön plana çıkarmaya ve Türklerin ordu-millet özelliğini saldırganlıkla suçlamaya
çalışan Doğulu(Arap El-Barudi)nun varlığı da söz konusudur.
Allahın
Süngüleri’nde
Ayıntap’ta Yörük köylüsünün kurduğu
pusuya düşüp esir kalan Fransız Binbaşı Mesnil’in gördüğü muamele karşısında İngiliz muhabiri Edd’Jay, “Türkler,
Verdun’daki ‘kahramanlığını’ göz önünde tutarak, Binbaşı’nın
kılıcını almamışlar: ne garip bir millet!” (AS, s.228) sözüyle şaşkınlığını belirtir. Fransız Binbaşı’nın bu çatışmada mağlûp olmasına rağmen savaşlarda gösterdiği kahramanlık göz ardı edilmez.
Çünkü her şeyden önce
Türk milleti, insan özündeki değerlere
önem verir ve saygınlık gösterir. Bu anlayış,
Batılılar tarafından anlaşılmamaktadır.
Fransız
gazetecisi Marie-Laure’un İstanbul’a
Contantinopole demesine karşı
Halide Edip Hanım, “Constantinopole da neresi? O şehrin adı, beş yüz
senedir İstanbul, Mademoiselle!” sözüyle tepki gösterir (AS,
s.497). Mustafa Kemal için Marie Laure’un Napoleon Bonaparte (AS, s.498) ve
Yunan zabiti Yannis Seferis’in “Şarklı
bir Robespierre” (AS, s.499) benzetmeleri üzerine yazarın şu değerlendirme de ayrıca dikkat
çekicidir:
“O
dakika Hâlide Edip, niyeti ne olursa olsun, her ‘ecnebi’nin ‘Şark’a da, ‘Şarklı’ya
da, farklı bir mercekten baktığını düşündü; Miss Allan ki, onca
yıl Harput’ta yaşamıştı ve Türkçe bilirdi, o bile ‘sûretâ’ işgâli
tasvip etmez görünüyor; lâkin Yunan taarruzu ilerledikçe, gözlerinin içi
gülüyordu; (...)” (AS, s.499)
Bunlar,
Batılıların Doğu’ya daima
kendi değer yargıları çerçevesinde
bakmalarına, farkında olup olmayarak kendilerini Doğululardan üstün tutmalarına
yönelik eleştiri
olarak romanda yer almaktadır.
Bu
bölüm için baştan beri
yaptığımız değerlendirme, Attilâ İlhan’ın romanlarında Doğu dünyası ile Batı dünyası
arasında oluşan arayışların ve bu çerçevede gelişen fikrî yapının bir görünümü
olarak karşımıza
çıkmaktadır. Cumhuriyet döneminin önde gelen bir yazar ve aydın olarak Attilâ İlhan’ın romanlarında bu iki
farklı dünyayı karşı
karşıya getirmesi ve bunları fikrî
platformda irdelemesi gayet doğaldır.
Elbette bu fikrî yapı, edebî eserde farklı temalar olarak yerini alacaktır.
42
İKİNCİ BÖLÜM
ATTİLÂ
İLHAN’IN
ROMANLARINDA DOĞU
44
DOĞULU
MEKÂN
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Doğulu hayatı, merkezî yerleşim bölgeleri ve bu bölgelerin
dışında kalan uzak mekânlar olarak
düşünmek gerekir. Aslında bizi
böyle bir düşünceye,
yazarın romanlarında yer verdiği
geniş mekânlar yönlendirmektedir.
Buna göre Doğu imajını
önce mekân unsuruna göre değerlendirmek
gerekir diyoruz. Bu unsuru da “yakın mekân” ve “uzak mekân” olarak iki kolda işlemeyi uygun buluyoruz.
Yakın
mekân
Yakın ve merkezî mekân olarak İstanbul
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Doğulu hayatın merkezi olarak İstanbul ve çevresi yer
almaktadır. Coğrafî bölge
olarak Doğu ile Batı’nın birleştiği noktada bulunan İstanbul, ister istemez her iki
tarafın ve temsil ettiği
kültürlerin özelliklerini bir arada taşımaktadır.
Biz bu bölümde İstanbul’un
Doğulu görünümünü gözden geçirmeye
çalışacağız.
Attilâ
İlhan’ın romanlarında olayların
en çok geçtiği yakın
veya merkezî mekân İstanbul’dur.
Zaman zaman “Dersaadet” olarak da anılan İstanbul,
Attilâ İlhan’ın romanlarında çoğu zaman şahısların psikolojik
durumlarına bağlı olarak
ön plana çıkmıştır. Bunun
en çarpıcı bir örneğini
Bıçağın Ucu romanında Suat’ın anılarında
görmekteyiz:
“İki
savaş arasının, bir yerde çocukluğunun, o kibirli, handiyse vahşi
ve bomboş Boğaz’ı mı? Hani bir köyden ötekine uzanan
koruluklarda, eskiden kalma tenteneli arabalar sarsıla sarsıla dolaşır,
yaprakları yaldızlı kızıla dönmüş bahçelerden, bitmez tükenmez bir iç
çekişleri andıran sonbahar günleri, yarıdan çok fazla düş bir
Osmanlı cariyesi, alımlı gölgesiyle bir görünür bir kaybolurdu. Belki bu gördüğü,
bir hayalden başka bir şey değildi ama, balıkçı kahveleri
sahici balıkçı kahvesi, yalılar sahici yalı, iki kıyının oymalı sahillerini
iskeleden iskeleye dolaşıp duran, o eski püskü, o modası geçmiş,
o dokunaklı Boğaz vapurları, sahici Boğaz vapurlarıydı. Şimdi
bile kulak verse, yaz gecelerinin göz kamaştırıcı zenginliğiyle
yüklü gök kubbeden, yırtıcı çığlıklarının, ufuktan ufuğa
katlanarak, iç içe yankılandıklarını duyabilirdi.” (BU, s.215)
Bayraktar
Paşazade Haluk Bey’in kızı Suat,
çocukluğunu Boğaz’daki yalıda geçirir. Osmanlı
Devletinin son yıllarını yaşamış Suat’ın Boğaz ile ilgili anıları, kendi yaşadığı ve hayal kurduğu kadarıyla iç içe geçmiş, Doğulu saray çağrışımlarıyla karışmış nostaljik bir duygu derinliği ile karşımıza çıkar.
Aşağıda
Sırtlan Payı romanından aldığımız
Emirgân ile ilgili alıntıda Osmanlı evlerinin tabiatla kaynaşmış renkli dekoruna ve kahvehane
kültürünün zamandan soyutlanmış gizemli
havasına yer verilmiştir.
Geçmişe duyulan özlem ve huzur ön
plandadır:
“Çevredeki
güngörmüş korulardan, bir yıldız kümesi olarak her sabaha karşı
Boğaz’a dağılan bülbül sesleri olamaz mı? Sonra kocaman ve
Osmanlı çınarlar? Sahil kahvelerindeki kibirli nargilelerin bol dumanlı
felsefesi? Hatta gümüş çakıntılı semaverden yaldızlı çay bardağına
karanlık bir çayın dünyayı altüst edecek önemde bir sır gibi usulca fısıldanışı?”
(SP, s.190)
İstanbul’un
bir yüzü ise onun tarihî zenginliğidir.
Bu tarihî zenginliği
vermek bakımından Bıçağın Ucu romanında Galata Kulesi ekseninde
Bizans döneminden Cumhuriyet’in kuruluşuna
kadar şehrin tarihi ile ilgili
paragraflar oldukça dikkati çeker niteliktedir (BU, s.361-363). Romancı tarihî
perspektiften yola çıkarak İstanbul’un
zengin tarihî dekorunu gözler önüne sermeye çalışmıştır. Tarihî roman değildir; ancak tarihi yaşayan ve yaşatan bir şehri anlatan romandır.
V.
yüzyıldan beri ayakta duran Galata Kulesi, Bizans’ın ve Osmanlıların yükselmesi
ve yıkılması gibi pek çok tarihî olaylara tanık olmuştur:
“Kimler
geçti, kimler! İnce, anasının gözü Bizanslılar, patırtıcı Araplar,
gezgin ve işini bilir Cenevizliler! Türkler, 1453 yılının o müthiş mayıs
sabahında paldır küldür ortaya çıkıverdiler. Göz kamaştırıcı Allah nağralarıyla,
ateşten bir sel gibi, nasıl yayılmışlardır? Şehrin düştüğü
akşam, II. Mehmet’in kartal profili, yepyeni bir hilâl gibi gökyüzüne
nasıl çizilmiştir?” (BU, s.362)
Bu
tarihî süreç içinde 1453’te II. Mehmed’in İstanbul’u
fethi, bu şehrin
tarihine yeni bir sayfa açmıştır.
Çünkü bundan sonra Osmanlı Türkünün Doğulu
ve Müslüman kimlikleri şehre
damgasını vurmaya başlamıştır.
Osmanlının
yükseliş dönemindeki zaferlerinden
gerileme dönemindeki yenilgilerine kadar, “Galata Kulesi’nin tanımadığı
sultan yok. Hepsini, ama hepsini, Sofu Selim’i, Avcı Mustafa’yı, Deli İbrahim’i,
Genç Osman’ı” (BU, s.362) renkli kişilikleriyle
tanıdı. XVIII. yüzyıldan sonra Osmanlı Devleti içinde art arda meydana gelen
ayaklanmalar, askerlikte ve yönetimde yapılan yeniliklerden XIX. yüzyıla kadar
süregelen siyasî olaylara kadar pek çok tarihî olaylar ve şahıslar bu dekor önünde yer
alırlar (BU, s.363). Cumhuriyet’e kadar süregelen bu dekor içinde romancı,
mekân unsurunu tarihiyle birleştirip
işlemeye çalışmıştır. Doğu’nun tarihî zenginlikleri
burada bir dekor olarak sunulmuştur.
Attilâ
İlhan’ın romanlarında İstanbul üzerine yapılan geniş mekân betimlemelerinde genellikle
İslâmî unsurlara da yer verilmiştir. Camilerle süslenmiş şehrin kubbeli ve minareli
profilinden ve şehirde
yankılanan ezan seslerinden kesitler sunulmuştur:
“Salacak’ta
bir ışık yandı. (...) Az sonra ezanlar, o minareden o minareye atlaya
atlaya zincirlenecek, yarı Osmanlı yarı Bizanslı, çok yüksek ve ölümsüz bir
kadife lâcivertinin boşluklarında, uzun uzun yankılanıp kaybolacak.”
(BU, s.338)
derken
bu sesin şehrin tarihî kimliğiyle zenginleştiğini vurgulayan yazar, onların
içtenliğini ve insanı etkileyen yönünü şöyle dile getirir:
“Minareler,
iyice bilenmişler mi nedir, daha sivri ve ince; kubbeler, daha oturaklı
ve ağır; ezan sesleri, belki daha hafif, ama çok daha dokunaklı ve
içten. Aşağı Haliç’te yarı yıkık bir şadırvan, büyük
sırrını, çevresinde fır dönen güvercinlere fısıldamış; onlara hu
çekerek, gelip geçenlere binlerce defa tekrarlıyorlar.” (BU, s.79)
Kubbeleriyle
süslü İstanbul ayrıca büyülü bir şehirdir:
“Az sonra, dolgun kubbeleri, ince
minareleriyle; sırmalı eflâtun bir ufka, İstanbul’un inanılmaz profili
çizilecek: Yağmurun gizliliğine rağmen, su tozlarıyla
yaldızlanmış; vapur havlamalarıyla, telâşlı!” (OKB, s.47-48)
İstanbul’un
Müslüman ve Doğulu Türk
özellikleri yoğun olarak
yaşanılan bir semti olarak “Fatih”
karşımıza çıkmaktadır. Kargacık
burgacık sokakların ve yıkık dökük ahşap
evlerin arasında minareden minareye yankılanan ezan sesleriyle “sahici İstanbul’du,
Türkün İstanbul’u”dur (SP, s.68; BU, s.69). Gelişmemiş ve yoksul kalmış da olsa geleneksel yaşantısını ve kimliğini korumasını bilen bu semt,
hâlâ kültürel bir değer
olarak önemini ve değerini
bütün canlılığı ile
sürdürmektedir.
Dar mekân olarak yalı, konak ve
evler
Attilâ İlhan’ın romanlarında
Müslüman-Türk mimarîsinin özelliklerini yansıtan dar mekân olarak Osmanlı
konakları ve evleri vardır. “Aynanın İçindekiler”
dizisinde başta
Bayraktar Paşazade
Haluk Bey’in Vaniköy’deki Direkliyalı’sı olmak üzere Fatih’deki Manastırlı
Salih Paşa konağı ve Emirgân’daki Miralay
Ferid’in evi Osmanlı evinin birer örneğidir.
Genellikle bahçenin ortasında ahşaptan
yapılmış, pencereleri kafesli,
cihannümalı bu evlerin iç düzeni ve dekorasyonu da alaturka tarzdadır (SP,
s.34, 136, 219).
Geleneksel
haremlik-selamlık, salon, oda, sofa gibi bölümlerinin korunduğu konaklar, genellikle halılar,
hüsn-i hatt tabloları ve hatıra resimleri gibi eşyalarla
süslenirken (SP, s.219) kristal avizeler, kadife perdeler, sedef kakmalı
koltuklar, minyatür işlemeli
antika saatler ve dev şöminelerle
döşenmiş alaturka ve alafranga karışık bir saray dekorunun
zenginlikleri taşıyan
konaklar da göze çarpmaktadır (SP, s.111-112).
Attilâ
İlhan’ın romanlarında eski konak
ve evler, sadece dekor olarak kalmamıştır.
İçinde yaşayan insana ve hayatına ilişkin çağrışımlara da yer verilmiştir. Eski zamana ait, nostaljik
duygularla yüklü bu çağrışımların bazı örneklerini aşağıda
görebiliriz:
“Halim,
bir Osmanlı konağında sandı kendini, dört bir yanı örgü, tentene,
kanaviçe, duvarlarda Acem halıları (Şah İsmail, kaplan avlıyor),
semaver ve nargileler; yukardan, güm güm öten padişah öksürükleriyle,
Büyük Baba’nın huysuz yalnızlığı; her şeyden sızan o temiz çamaşır,
demli çay ve gizli ölüm korkusu!” (BU, s.402)
“Kafeslerin
ardında, ürkmüş gazeller gibi görünmesiyle kaybolması bir olan kadınlar,
nazlı gözlerini acele çekip alıyor, bıraksa bıraksa, geride hafif bir vanilya
ya da karanfil kokusu bırakıyordu. Sokak kedileri, akşam güneşinin
kızıllığıyla tutuşmuş, damdan dama birer tutam alev olarak
akıyordu.” (BU, s.69)
“Çamların,
çınarların, karaağaçların yemyeşil boğduğu Tanzimat
yalılarından, denize, renk renk sulu boya lekeleri olarak, zarif, çifte kürekli
kayıklar bırakılmış. Kafesli pencerelerin ardında ise, içinde güllerin
solduğu, bülbüllerin sevdadan ateş kesilip düştüğü
aşk şarkıları söyleyen, görünmez, görünmedikleri için midir nedir,
büsbütün alımlı ve çekici, eski zaman kadınları.” (BU, 217)
Bu örneklerde genellikle Doğulu insanlara özgü kendi
hâlinde, sessiz, hüzünlü, fakat insanı derinden etkileyen karakteristik
sıfatlar göze çarpar.
Yemek
kültürü
İstanbul
ve özellikle de konak hayatı içinde yemek ve sofra kültürü ağırlıklı bir yer tutmaktadır.
Attilâ İlhan, bu kültürü romanlarında
göz ardı etmemiştir. Türk
sofrası ile ilgili en dikkat çekici örnek Manastırlı Salih Paşa konağında görülür.
Kırım
Savaşı’ndan sonra İstanbul’da belirgin bir şekilde artan Frenk etkilerine
direnen Manastırlı Salih Paşa,
konağında eski gelenekleri sürdürür.
Konakta yemek yer sofrasında yenir:
“(...)
selamlık hizmetçileri, önce sofra bezini serip, orta yerine alçak boylu kandil
iskemlesini koyuyorlar, sonra onun üzerine büyük pirinç tepsiyi. Sofranın
çevresindeki kuştüyü minderlere herkes bağdaş kurup
oturunca, hizmetçiler tarafından peşkirleri, dizlerine rastlayacak bir
biçimde atılıyor.” (SP, s.300)
Salih
Paşa’nın ısrarla koruduğu bu eski sofra düzeni, gelini
Ruhsar Hanım’ın canını oldukça sıkar. Dönemin artık yaygınlaşmış alafranga sofra düzenine aykırı
bu davranışın
uygunsuzluğu üzerinde
durulur:
“(...)
millet konağında,
yalısında masalara kurulup çatal bıçakla alafranga yemek yerken, onların
konuklarını yer sofrasına çöktürerek eline, fildişinden yapılmış ve
mercan saplı da olsa, eski zaman kaşıklarını vermeleri yakışık
alır mı?” (SP, s.300)
Haco
Hanım Vay...
romanında Defterdar Emrullah Raci Bey konağı
ve Eczacı Fuad El Ma’rûf konağı
Doğulu özellikleri taşımaktadır. Emrullah Raci Bey
ailesi Bektaşî geçindiği için konağında haremle selâmlık
arasındaki kapı çıkarılıp perde konulur. Sedef kaplama dolaplar, dival işlemeli divanlar, ipek halılar,
av postlarıyla süslenen konakta kulaklarında iri küpeli, burnu hırızmalı
halayıklar hizmete hazırdır (HHV, s.70). Sofra geleneksel Türk sofrası
düzenindedir:
“(...)
örtü, üzerinde sehpa; sehpanın üzerinde, gümüş sini; sinide, çeşitli meze ve rakı. Karpuzlu
lambalardan, kükürt sarısı dağılan
ışık, tavana yükseldikçe kirlenip
kararıyorsa da; sedef takunyalı, burnu
hırızmalı
halayıkların, oyalı yemenilerinde pul pul titreşiyor.” (HHV, s.75)
Kadınların
sofraya katılması ve içki içmeleri gibi geleneğe
uymayan taraflarsa Emrullah Bey’in Bektaşîliğinden kaynaklanmaktadır (HHV,
s.76).
Yüksek
öğrenimini Fransa’da görmesine rağmen Eczacı Fuad Fuad El
Ma’rûf’un sofrası tamamen Arap usulüdür:
“Geçen
yıl Sina Çölü’nde, bedevilerle yemek yemişti, hiç aklından çıkmaz,
pilava avuçlarıyla dalar, kemikleri dişleriyle sıyırırlardı; El Ma’rûf’un
sofrası ‘bu mertebe iptidai olmamakla beraber’, tutumu aynı: lenger lenger kaz
çevirmesi, lenger lenger pilav, tepsi tepsi şuabiye, ibrik ibrik zahle!”
(HHV, s.50)
Doktor
Feridun Hakkı’nın önüne kaşıkla
bıçak konulduğu hâlde
çatal unutulur. Elle yemeye alışamadığından harıl harıl çatal aranmak
zorunda kalır (HHV, s.49). Bu ve benzeri örnekler ise eski sofra düzeni ile
alafranga yemek ve usulünün çatıştığını; yeniye geçişin kolay olmadığını göstermesi bakımından
dikkate değer
niteliktedir.
Cumhuriyet’in
hemen sonrasında ise Miralay Ferid’in eski tarz evinde yenilen yemekte gümüş takımlar kullanılır, sofra
çiçekli kristal vazoyla donatılır (BU, s.230). Yenilen yemekler ise nohutlu
tarhana çorbası, hindi dolması, yoğurtlu
karnıbahar salatası ve bezelyeli enginar gibi geleneksel Türk mutfağının en seçme örneklerindendir.
Ayrıca
Miralay Ferid yeğeni
Suat’ı her ziyarete gittiği
zaman kayısı, üzüm, dut gibi kuruyemiş ve
pestil ile şıra gibi
geleneksel yiyecek içecekleri götürür. O, gençlerin alafranga özentisinden
dolayı artık Osmanlı’dan kalma tatlara tenezzül etmediğinden söz eder ve bundan dolayı
gençleri eleştirir (BU,
s.47, 207).
Kore
Savaşı’na katılan Üsteğmen Demir, yaralanıp Tokyo’daki
hastanede yatarken ara sıra memleket yemeklerini hayal etmektedir (YTB, s.134).
Sofra düzeni ve mutfak eşyası
konusundaki değişiklikler zamanla yapılır da kuşaktan kuşağa
alışılmış damak tatlarından kolayca
vazgeçilir gibi görünmez.
Bayram gelenekleri
İstanbul’da
Müslüman kültürün en önemli unsurlarından bayram gelenekleri de Attilâ İlhan’ın romanlarında yer
almaktadır. Miralay Ferid’in gençlik yıllarından alınan aşağıdaki
paragraf, hem Osmanlı konağının
iç düzenini hem bayramlaşma
geleneğini göstermiştir:
“Kurban
Bayramı’ymış, Kanlıca’daki yalısında Saraylı Hala’nın elini öpecekler.
Evin erkeği olmadığından, selamlık kadınlarla dolu. Çırpıntılı
denize vuran güneş, pencerelerden işlemeli tavanda, cilveli cıva
yansımaları. (...) Halasının hafif gülsuyu ve sabun kokan tombul elini
yutkunarak öpüp başına koydu, armağanını alırken utancından
kızardı: işlemeli bir deste ipek mendil, üç altın, başlıbaşına
bir servet!” (SP, s.22-23)
Bayraktar
Paşazade Haluk Bey’in
Direkliyalı’sında da ramazan Osmanlı geleneğine
uygun olarak kutlanır: Geceleri davul seslerine göre sahura kalkma, “Gündüzleri
oruç, namaz ve dua, akşamları İstanbul’un uzak minareleri
kandillerle donanınca, iftar yemeği.” (BU, s.253-254)
İki
müttefik zabitin ramazanda Türk konağını
görmek isteği üzerine
Direkliyalı’da geleneksel iftar sofrası kurulur (SP, s.112, 116). İftar sonrası ramazan eğlencesi olarak tambur, kanun,
ud, kemençe ve darbukadan oluşan
bir saz heyeti çağrılır;
Karagöz oynatılır. Fakat gayrimüslimlere dinî müzik çalınmayıp lâdinî parçalar
tercih edilir (SP, s.118). Diyalogların tercüme edilmesine rağmen yabancı konuklar Karagöz
oyununu seyrederken gülmez, çünkü “kelime oyunlarının taklit ve nüktelerin
tadına varabilmeleri” (SP, s.120) kolay değildir.
Müslüman Türkün yüzyıllar boyunca geliştirdiği kültür incelik ve
derinliklerine sömürgeci zihniyetle gelen yabancıların nüfuz edememeleri
üzerinde önemle durulmuştur.
Uzak
mekân
Anadolu köyleri ve şehirleri
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Anadolu
köylerinin fazla yer aldığı
söylenemez. Çoğu zaman
olayların geçtiği geniş mekân olarak bir dekor
durumundadır. Allahın Süngüleri romanında “Yukarı Rahmanlı” köyü ile
ilgili bölümler bunun bir örneğidir
(AS, s.150-151). Yunan uçaklarının Anadolu’nun köy ve kasabalarına beyanname
saçma girişimleri
verilirken köyün manzarası ve halkı üzerinde durulmuştur:
“Sabah
ezanıyla kalkmış, köyün ağaç oluklu, tahta yalaklı çeşmesi
başında, su sırasını bekleyen köylü kızları; omuzlarında testileri,
ellerinde ağaçtan kovalar; uçuşarak üstlerine yağan,
beyannameleri izliyorlar; köylü çocukları, itişip tepişerek,
aralarında yakalamaca oynuyor: kim daha çoğunu yakalayacak?” (AS,
s.151)
Haco
Hanım Vay!..
romanında Anadolulu köy hayatının çeşitli
yönleriyle karşılaşmaktayız. Aşağıda
verdiğimiz alıntılarda Ödemiş “Gâvurun Mandırası”nda yaşayan Haco ve ailesinin yörenin
coğrafî şartlarına göre geçimini sağlamak için yaptıkları günlük
çalışmalar görülmektedir:
“Gâvurun Mandırası kır yeri, akşam sabah
hayvan peşinde koşuyoruz; işimiz başımızdan aşkın,
mevsimine göre bağ çapalamak, üzüm sermek, incir toplamak, zeytin
çırpmak” (HHV, s.307)
“Önümüz kış, küp küp turşu, gürbe
gürbe salça bastırılacak; pekmez ve günbalı süzülecek, tarhana yuğrulup
erişte kesilecek; o yıl zeytin mahsuldar, onun telaşı ayrı:
binbir gaile içineyiz.” (HHV, s.311)
Aşağıda gene “Gâvurun Mandırası”nda
kadın ve erkekler için ayrı ayrı sofranın kurulduğunu
görüyoruz:
“Oysa anamgil, iki sofra kurmuş:
erkeklerinki hayata, kadınlarınki sofaya! Emrullah Râci Bey, Sarı Kâhya, dedem,
hayatta yiyip içecekler; biz karı kısmı, başta Müzeyyen ablam, sofada
yiyeceğiz.” (HHV, s.318)
Ayrıca köyde hem ayıp hem haram sayıldığından kadınlar içki
kullanmadıkları söylenir (HHV, s.320). Emrullah Raci Bey’le Haco’nun evliliği için yapılan hazırlıklar da
köy düğününün âdetlerini göstermek
bakımından dikkat çekicidir.
“(...)
ömrümüzde görmediğimiz Şam ipeklileri, lâhûri şallar, ipek
kadifeler, top top, birbiri ardınca sökün ediyor; endamıma uygun, hazır dikilmiş
şehirli fistanları ki, her biri ağırlığınca altına bedel;
dahası hamam takımları, fildişi sık tarak, sedef kakmalı nalın, gümüşten
tas; en alttaysa, bana beş beşibiryerde, dedeme burrma altın
şimendiferli saat, anamgile de birer kese çil gümüş!” (HHV,
s.325-326)
Yukarıda görüldüğü
gibi geline çeşit çeşit değerli kumaş ve eşyayla yüklü sandık
gönderilmesi, bunun dışında
köçek ve çengi kolu dâhil davullu zurnalı gelin alayının silâh ata ata gösterişli bir şekilde gelin almaya gitmesi
(HHV, s.326-327), düğüne
katılan insan kalabalığı,
geleneksel köy düğününün
tipik bir tablosunu
çizmiştir:
“(...)
yağmur sebebine, düğün halkı cümbür cemaat, büyük hanaya doluşmuş,
iğne atsan yere düşmez! Aşağı hayatta, koca koca
lambaları duvarlara asmışlar, çengi kolu çıkmış ortaya, şakır
şakır göbek atıyor: (...) Etrafları çepçeve, karı kızan; el çırpanlar, türkü
çağıranlar, laf atanlar: ayak altında bir sürü çocuk!” (HHV, s.327)
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Anadolu şehri olarak İzmir, Bursa ve Ankara yer
almaktadır.
İzmir
İzmir’de Doğulu hayat ile ilgili izleri Haco
Hanım Vay!.. romanında Kesecibaşı
Konağı’nda görmekteyiz:
“Beyler
Sokağı’ndaki konak, saray yavrusundan farksız idi: selamlığı bir
âlem, haremi başka âlem; tabla tabla yemek çıkar, helva sohbetleri,
âyin-i cem sofraları, incesaz fasılları, hiç eksik olmaz; lalası ayrı, dadısı
ayrı; cariyenin halayığın sürüsüne bereket; kapısında ‘cedit yeni
lando’lar, kupa arabaları vs.” (HHV, s.317)
Yukarıda
görüldüğü gibi Kesecibaşı Konağı, ev düzeninden mutfağına, eğlence tarzından eğitimine, hizmetçisinden ulaşım araçlarına kadar her şey baştan başa geleneksel Osmanlı konağının tipik bir örneğini sergilemektedir. Aşağıda
verdiğimiz alıntıdaki Müzeyyen
Hanım’ın dairesine ilişkin
dekorasyon ayrıntıları ise Osmanlı el sanatının zengin çeşitlerini ve ince işçiliğini sergilemektedir:
“(...) hakikat muhteşemdi; anası döşemiş
dayamış, yani paşanın haremi! Anlayışım saraylı imiş,
eh, görgüsü göreneği ona göre, tabii dairesi de: etraf silme ipek,
kadife, sedef ve yaldız; telkâri şamdanlar, billur konsol lambaları,
karafakiler, bilmem kaç çeşmibülbül; müzehhep kitaplar ki, kısm-ı âzâmi
nâmdâr hattatların elinden çıkma eserlerdir, kiminin tezhibine hayran kalırsın,
kiminin ebrûsuna!” (HHV, s.339-340)
Beyler
Sokağı’ndaki Kesecibaşı Konağı’ndan Karşıyaka’ya taşınmış olan Emrullah Bey ailesinin
yeni konağının misafir odası da sedir,
yastık, örtü, halı, minder, hüsn-i hattlar gibi Doğulu tarz dekorasyon
unsurlarıyla dikkati çeker:
“Misafir
odası, loş; ağaçların, aydınlığı kesmesi yetmezmiş gibi,
perdeleri de örtülü. Şark usulü döşemişler: iki duvar,
sedir. ‘Saman yastıkları’, tığ işi ‘piçilya’ örtülerle donatılmış.
Yerde, lacivert üstüne kırmızı, Acem halıları; ‘pufla’ minderler. Duvarda,
Yesarizade taklidi, iki tâlik yazı: bir “Besmele-i şerif”, bir “Edep
yahu!” ”(HHV, s.220)
Kesecibaşı
Konağı’nın hamamı, Doğulu yaşayışın bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır:
“Beyler Sokağı’ndaki konağın hamamı,
basbayağı kubbeli, çift kurnalı, mavi damarlı beyaz mermerden, ufak
lâkin mükellef bir hamam; konağın, ağaçlı avlu yakasındadır,
haremden geçiliyor: önce kiler, arkasından mutfak, en nihayette o!” (HHV,
s.374)
Kubbeli
ve mermerden kurnalı konak hamamına bir ek olarak, romanın bir diğer bölümünden alınan aşağıdaki
paragrafta şehirdeki
umumî hamamın genel bir manzarasını görebiliriz:
“İçerde
buram buram, rutubetli sıcak mermer kokusu; kubbelerde aks-i seda yapan, nalın
şıkırtıları; soğuklukta, buğudan yarı kayıp hayalet natırlar.
Bizi salona buyur ettiler. Orası, henüz çıkmış, sedirlerde çay içen, ya
da bizim gibi içeri girmeye hazırlanan, kadınlarla dolu.” (HHV, s.350)
Nargile içme alışkanlığı Doğulu hayata özgü bir motif
olarak Emrullah Bey’in eşleri
Müzeyyen Hanım ve Haco Hanım’da görülmektedir.
“Camlık’taki
evimizdeyiz. Haco Hanım, havuzun başındaki şezlonga uzanmış,
nargile içiyor. Nargileyi, öyle ‘tefekküre dalmış’, öyle ‘ilahi’
sezgilerle yüklü bir içişi var ki, insan gizli bir dinsel törenin gereği
sanabilir. Kısa, siyah sık kirpiklerle donatılmış, güzel atmaca gözleri,
vahşi yeşil. Bakıştık mı, içimi karıştırıyor. Güleç
sesi, buzlu su gibi serinletici:
...
bizde kadın kısmı nargile içmez gelin, ben gençliğimde Şam’da alıştım
buna, o tarihte Emrullah Râci Bey, Kermo’nun babası, orada defterdar olarak
bulunuyor...” (FHL, s.73)
Bursa
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Bursa,
sadece Doğulu hayatla ilgili yönleriyle
kendini göstermiştir.
Osmanlı Devleti’nin eski başkenti
olarak Bursa, her şeyden
önce Osmanlı mimarîsinin yapıtlarıyla dikkati çeker:
“Doru
atların, yelelerini savurarak çektiği, tentenli arabalarla, akşamüstleri
Çekirge’ye doğru seyrana çıkan, şehrin kibarları; (...) ne
tarafına dönsen, bir Osmanlı hanı, ya da hamamı; bu şehre padişahlık
etmiş, sultanların ‘külliyeleri’!” (AS, s.324)
Yaraya
Tuz Basmak
romanında Çukurcalı ailesinin Muradiye’deki “konak yavrusu”, ahşap yapısı, bahçesindeki türlü
türlü çiçekler, saksılı cumba ve kafesli pencerelerle geleneksel Osmanlı evinin
bir örneğini sergiler:
“...
Bahçesinde telli kavakların pırıldadığı, o ahşap konak
yavrusundan, bazı akşamüstleri, yaylı tambur sesleri duyulurdu. Cumba
içlerindeki saksılarda, ağdalı mor üstüne pembe ebruli karanfiller,
çiçek açarsa da, pencerelerin kafesleri, usandırıcı bir inatla sımsıkı kapalı
dururdu. Yalnız seyrek misafirler uğurlanırken, çift kanatlı, çifte
fenerli cümle kapısının aralığından, billur bir kadın kahkahası sokağa
taşar, beklenmedik bir su serpintisi gibi ortalığı basbayağı
serinletirdi...” (YTB, s.35)
Çocukluğunu Bursa’da geçirmiş Yüzbaşı Demir, yıllardan sonra tekrar
Bursa’ya geldikten sonra şehrin
hızlı gelişme ve
büyüme etkisinde ahşap
Osmanlı evlerinin batının apartmanına çevrildiğini
görür. Buna rağmen Uzak
Doğu şehirlerinden Tokyo’yu,
Yokohama’yı, Seul ve Pusan’ı görmüş Yüzbaşı Demir için doğduğu şehir bakımsız bir taşra şehri gibi görünür:
“Kılıklarda
eski zaman fotoğrafları eskimişliği, geçen yüzyılın
çıngıraklarıyla belirip kaybolan köhne faytonlar, sokak aralarını kasabaya
çeviren mahalle çocukları, Müslüman sakallarının ağırlığıyla iki
büklüm ihtiyarlar, tesbih şakırtısı, şadırvan, nargile.”
(s.185-186)
Yukarıda
gördüğümüz çıngıraklı fayton, mahalle
çocukları, Müslüman sakallı ihtiyar, tesbih, şadırvan,
nargile gibi unsurların birleştiği zaman, karşımıza Doğulu hayata özgü bir imaj çıkar.
Böylece şahsın eski zamanlara duyduğu özlem duygusu ön plana
çıkarıldığını görebiliriz.
Allahın
Süngüleri
romanında ise Bursa, Fransız gazeteci Marie-Laure’un bakış açısıyla gözlenmektedir. Bursa
eşrafından Kaytancızade Hacı Şerafettin Bey’in konağında misafir kalan Marie-Laure
için konağın hayatı dış dünya gerçeğinden sıyrılmış, oryantalist romancıların
kaleminden çıkmış hayal
gibidir:
“Konağın harem hayatı, kuşluklara
kadar uzayan görkemli kahvaltılar;
ya
da etraf, renk renk akşam
sefası, vişneçürüğü küpe çiçekleri, fildişi beyazı
zambaklar; havuz başındaki çardağın altında, saltanatlı, akşam
çayları: Bunlar onu, izlemek ve gözlemek zorunda olduğu ‘savaş gerçeğinden’
koparıyor; tekrar Constantinopole’da ilk günlerde hissettiği o duygular,
içinde bir yerinde yeşeriyordu: sanki yanlışlıkla Pierre
Loti’nin, ya da Claude Farrer’in, bir romanına kaymış!” (AS, s.325)
“Madam”
Şerafettin tarafından hamama
götürülen Marie-Laure, hamamdaki buharlı sıcaklığın
ve kubbelerde yankılanan seslerin etkisinde belli belirsiz bir rüya dünyasına
kayıp bir çeşit
yabancılaşma duygusu içine girer:
“Buhar
dalgınlığında, dal gibi salınan genç kızlar; gerçek mi, hayâl mı? Altın
suyuna batırılmış taslarla, bu rastığı akmış ‘natırlar’,
kurnalardan dumanı tüten, sıcak suyu mu; yoksa, sıvaya dönüşmüş,
güneş aydınlığını mı, vücutlarına döküyor? Göbektaşı’nın
üzerine sere serpe uzanmış, abanoz siyahı saçları kalçalarını döven,
‘endâmı düzgün’, bakışları süzgün kadınlar, kimler? Bunca buğu,
sıcak ve ter içinde; nasıl kalaylı sahanlardan, zeytinyağlı dolmalar atıştırabiliyorlar?
O, ‘ecnebi bir Matmazel’, onların arasında, ne arıyor?” (AS, s.329)
İlk defa
tanık olduğu Doğulu hamam gelenekleri karşısında oldukça etkilenen
Marie-Laure, hamamdan çıktıktan sonra hem vücudunu hem ruhunu yıkanıp
temizlenmiş hisseder
ve bu tecrübeyi Hristiyan dinindeki günah çıkarma eylemine benzetir (AS,
s.329).
Fransızların 14 Temmuz Kurtuluş Günü adına Kaytancızade konağında verilen ziyafet, Doğulu tarzda düzenlenir. Sofralar
biri harem biri selâmlık olarak ayrı ayrı kurulur (AS, s.330). Hacı Şerafettin Bey’in ikinci eşi Şehbal, kanunla Türk müziğinden parçalar çalarak
misafirleri eğlendirir.
Marie-Laure, Şehbal’ın
kanunundan akan nağmelerin
büyüsüne kapılarak bir Pierre Loti çağrışımı yaşar:
“(...) parmağında garip yüzüklerle,
dinleyeni kapıp götüren;
Marie-Laure’nin
tam anlam veremediği,
fakat etkisinde kaldığı parçalar çalıyordu: iste yine o duygu, o bir
gerçeği yaşamıyor, Pierre Loti’nin bir romanındadır, onun gizemli
kahramanlarından biri!” (AS, s.325)
Allahın
Süngüleri’nde
sadece Marie-Laure’un Kaytancızade Konağı’nda
geçirdiği günlerden bize sergilenen
Bursa’daki Doğulu hayat,
Batılının Doğu’ya olan
bakış açısını vermek bakımından
dikkat çekicidir.
Ankara
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Ankara,
geniş mekân olarak bakıldığında daha çok Anadolu
köylülerinin doluştuğu kasaba havasıyla karşımıza çıkar. Bu bir bakımdan şehirde geçen olayların dayandığı zaman dilimine bağlıdır. Ayrıca bir karşılaştırma unsuru olarak kullanıldığında Ankara’nın Anadolulu
Türk’e özgü özelliğinin
ön plana çıkarılması söz konusudur.
Allahın
Süngüleri ve Gazi
Paşa adlı romanlarda Kurtuluş Savaşı dönemindeki Ankara’yı
görüyoruz. Aşağıdaki paragrafta çarıklı, şalvarlı köylüler ve hayvanlarla
karışmış bir Ankara manzarası
yansıtılmaktadır:
“Taşhan’a
giden caddede, yüklü kağnılar, ağır ağır akıyordu; yanları
sıra, ayağında çarık, elinde övendire, şalvarı yamalı kadınlar ki
soludukça sağa sola, buhardan kalın harfler bırakmaktadır: elif, lâm ve
cim! Soğuk,
kar
zerreleriyle yüklü ve bezdirici! Atlı eşekli köylü kalabalığı; nal sesleri,
anlaşılmaz konuşmalar ve
bol tütün dumanı dağıtarak, kırsala uzaklaşıyor; eskisine oranla,
daha yoğun ve hareketli, bir şehir görüntüsü: bu arada üşümüş,
avuçlarına hohlayan, izinli neferler.” (AS, s.452)
Şehirleşme yolunda ilerleyen Ankara’da
iş hayatı tarıma dayalı,
geleneksel tarzdadır. Doğu
usulü “salaş dükkânlar, beygir ve gurbet kokulu hanlar ve tömbeki
dumanlı kahvelerden ibaret” (AS, s.157) olan Karaoğlan Çarşısı’nın köhne fakat hareketli iş temposunu aşağıdaki
örnekte görebiliyoruz:
“Karaoğlan
Çarşısı’nda, hasad sonrasının uğultulu kalabalığı:
isyanların, yarı yarıya tahrip ettiği, talihsiz bir hasad; kış alışverişine
inmiş, yorgun köylüler; aralarında, sigarasını avucunda içen, parmak
parmağa tutuşmuş, izinli birkaç nefer: (...)
Kuruyemişçinin tezgâhı, renk renk;
erik, dut, kayısı kurusu ve pestili; üzeri, sinek kıyâmet! Zahirecide türlü çeşit
tahıl, hayvan yemi, ‘aşûrelik buğday’. Kalender sokak köpekleri,
kağnı kağnı dolaşarak; dönüş hazırlığındaki
şalvarlı kadınların, atacağı azık artıklarını kolluyorlar. Öküzler,
çöktürüldükleri yerde, mutlu ve dalgın, geviş getirmektedir; her şeye
rağmen, gözlerinin saydamlığında, yaşayan bozkır;
dudaklarında uçuşan pırıl pırıl, salya ipleri: Hayat.” (AS, s.494)
Yaraya
Tuz Basmak
romanında 1940’lı yılların Ankara’sını Demir Çukurcalı’nın izlenimlerinden
görmekteyiz. Bursa’da doğmuş, İstanbul’da liseyi bitirmiş Demir Çukurcalı için Harp
Okulu’nda okumak üzere geldiği
Ankara, birtakım çelişkilerle
dolu bir hayal kırıklığıdır.
Çünkü o, gelişmiş, modern bir şehir göreceğini beklerken köylümsü bir
manzarayla karşılaşmıştır:
“O,
Bursa’nın zengin yeşilliğiyle İstanbul’un saltanatını
birleştirmiş bir Ankara tasarlamıştı nedense, Gazi’nin bir
işaretiyle bozkırın göbeğinde çatır çutur kuruluvermiş,
her şeyi çağdaş, her şeyi yepyeni bir şehir;
oysa asfaltlarında eşekli köylülerin, şalvarlı kadınların kaçak
dolaştığı kasvetli bir taşra kasabasına benziyordu burası,
sazbenizli, alaca boz, kocaman bir kasaba!” (YTB, s.117)
Ankara’da
dar mekân olarak Doğulu
hayatın izlerini Refet Paşa’nın
Keçiören’deki bağ evinde
ve Taşhan’daki bekâr odasında
görmekteyiz. Refet Paşa’nın
bağ evi, Türk usulü döşenip süslenmiştir:
“Görgüye
göreneğe uygun döşenmiş bir salon: sedir, koltuklar, yer
minderleri; duvarda çapraz asılı iki kılıç, hattat elinden çıkma tâ’lik
yazılar: ‘Bismillahirrahmanirrahim!’ ve diğerleri.” (GP, s.451)
Taşhan’da Hacı Şükrü Bey’in kaldığı bekâr odasında, dağınıklıklar arasında pirinç
semaver, çaydanlık, menevişli
nargile, iskemle, sedir gibi eşya
ile yerleştirilmiştir:
“(...)
bir kenarda, kurulmuş pirinç semâver; üzerinde çaydanlık, fokur fokur;
öte yanda, menevişli nargile. Arkalıksız tek iskemleye, Ethem Bey, buyur
edilmiş; Hacı Şükrü Bey, geceleri yatak diye yattığı
sedirin üzerine yan gelmiş; semâverden, pul pul yaldızlı istikânlara,
çay koymakla meşgûl; (...)” (AS, s.454)
Bütün
bunlar modern Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti
olan Ankara’nın değişim sürecini yansıtmaktadır.
Rumeli
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Rumeli, Dersaadet’te
Sabah Ezanları romanındaki “1909 Mayıs/Haziran” başlıklı bölümünde yoğun bir şekilde işlenmektedir. Osmanlı
Devleti’nin “vilâyet-i selâse”sinde gelişen
siyasî ve ticarî olaylar üzerinde durulan bu bölümde en çok Selânik anlatılır.
Bu şehirde Doğulu yaşam tarzı çoklukla Halıcızade
ailesi çevresinde söz konusu edilir:
“Burası daha ‘alaturka’, daha oturmuş bir
‘Osmanlı’ ailesi;
Neveser’in
alışkanlıklarına
ters gelebilecek, türlü göreneği geleneği var ama, nedense
koymuyor ona. Sözgelişi, ‘kaç-göçe’ daha çok ‘riayet’ ediyorlar: Karı
kısmı öyle vırt zırt Selâmlık tarafına geçmez, erkeklerin Hareme geçmeleri bin
türlü şarta bağlanmış! Yaşama tutumları da, kapalı:
‘Ecnebi misafiri’ hoşgörmezler, sokak gezmesi sevilmez: Neymiş o,
‘oğul uşak, it yavşak’ sokaklara dökülüp, geceleri, elde
fener, mahalle aralarında ‘seyran sekmek’? Adam olan, evinin saltanatını sürer.”
(DSE, s.273-274)
Müslüman
bir Osmanlı ailesinde kadın ve erkeklerin farklı yaşam alanında vakit geçirdikleri
gibi sosyal hayata aktif bir şekilde
katılmaması bakımından Halıcızade ailesi oldukça geleneğe bağlı, tutucu bir ailedir.
Halıcızade’nın
konağında varlıklı alaturka
konaklarda hizmet vermek üzere çalıştırılan
kalfa, vekilharç, ahretlik ve halayıklar da vardır. Böylesine oturmuş geleneklerin yaşandığı Halıcızade Yalısı’nın mutfağı “saray mutfağından
farksız”dır (DSE, s.274). Ailenin yemek kültürüne olan düşkünlüğü konakta yenilen sarığıburma, dilberdudağı, bülbülyuvası, gerdan
tatlısı, keşkül,
tavukgöğsü, köfteli Eflak çorbası,
çevirme kuzu, mayonezli levrek, Türkistan pilâvı, kalburabastı, Çerkestavuğu, fava gibi tatlı ve
yemeklerin adlarından anlaşılabilir.
Bu yemekler meşhur
Osmanlı mutfağının
zenginliğini de göstermiştir.
Yalının
iç dekorasyonu ise Bohemya kristali avizesi, kristal boy aynalar, nakışlı tavanlar, “Hattat
Filibeli Cemâl’in, biri kûfî, biri sülüs-ü celî, iki görkemli ‘besmele’si”
gibi eşyalarla hem batılı hem doğulu özellikleri bir arada taşımaktadır (DSE, s.279, OKB,
s.130-131).
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nin
Rumeli kısmı çok uluslu bir yapıya sahiptir. Bulgar, Rum, Yahudi ve
Arnavutların barındığı
bu bölge kozmopolit özelliğiyle
göze çarpar. Böyle olmakla birlikte aşağıdaki paragraf bölgede oluşan güçlü İslâmî yapıya dikkatimizi
çekmektedir:
“Dışarı
bir çıkıyorlar, Serez’de bir akşam. Batının yangın kızıllığına,
Gazi Evrenos Cami-i Şerifi, bulut moru çizilmiş. Kırlangıçlar,
vızır vızır. Cumbalı evlerden birinde, kederli bir ud sesi. Komşu
avluda, ısrarla havlayan köpek. Akşam ezanı, o sırada işitildi.
İlkin Sultan Camiinden, sonra Gazi Evrenos, Halil Paşa ve öbür
camilerden. Sanki her minarede ayrı bir müezzin ezan okumuyor, okuyan tek bir
şerefede inanılmayacak kadar güçlü tek bir müezzin, ulu sesi dalga dalga
devrilip, şahlanarak, öbürlerinden yankılanıyor.” (DSE, s.237)
Bu
görünümüyle Rumeli, insanları belli bir inanç etrafından toplayan bir belde
gibidir. Yani İslâmiyet’in
farklı ulusları Selânik’te bir çatı altında toplayabilecek özelliği çok çarpıcı bir şekilde anlatılmaktadır.
Yakın Doğu
Attilâ
İlhan’ın Haco Hanım Vay!...
romanında Yakın Doğu
şehri olarak Şam ve Beyrut geçmektedir.
Osmanlı Devleti yönetiminde, Arapların yaşadığı bu iki şehirde
Arap kültürü hâkimdir.
Öğrenciliğini Beyrut’ta geçirmiş olan Arşaluys, yakın Doğu’da Beyrut’un Şam’a göre daha zengin, modern,
âdeta Avrupa olduğunu
söylerse de savaştan
deniz ablukası altındaki Beyrut, pis ve yoksul bir görünümdedir.
“Oysa deniz ablukasından limanı ölü, sokakları
dizboyu sefalet, esmer bir şehre indiler. Açlıktan kemikleri sızlıyordu.
Rıhtımdaki Belloum Oteli’ne gelirken, bir deri bir kemik yoksul hevenkleri
yollarını kesiyor: “... cûanî, cûanî!” Hayal atların çektiği
‘tanzifat’ arabaları, sokak aralarından ceset toplamaktadır: çoğu çocuk.
Ortalıkta ağır, burun deliklerine içyağı gibi sıvaşan, leş
kokusu.” (HHV, s.21-22)
Romanda Doğuluya
özgü giyim kuşam tarzını
Eczacı Fuad Bey’de görebiliriz:
“(...)
üzerinde mevsimine göre ya kemik beyazı sadakordan, ya külrengi lahurakiden
bornuzu, ayağında mestleri, başında püskülü su gibi ensesine akan
vişneçürüğüfesi (...)” (HHV, s.13)
Devlet
memuru olarak Emrullah Raci Bey’in her zaman giydiği redingot bir çeşit alafranga giysidir. Buna karşın ev içinde Emrullah Raci Bey
başında takke, ayağında mercan terlikler, üzerinde
de entari giyer (HHV, s.75).
Haco
Hanım da ev içinde “ayak bileğinden
boğma şalvar, içlik işlemeli cepken”, “saçları, oyalı bir
tülbentle, sımsıkı sarılı” (HHV, s.219) görüntüsüyle Anadolu köylü kadınına
özgü kıyafet içindedir.
Ayrıca
romanda Müzeyyen Hanım ve Haco Hanım’ın dışarı
çıkarken çarşaf ve peçe
kullandıklarından (HHV, s.55), Arapların maşlah
giydiklerinden söz edilir (HHV, s.13, 25).
Uzak Doğu
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Uzak Doğu’yu Yaraya Tuz Basmak’ta
Üsteğmen Demir’in Kore ve Japonya
anılarında görmekteyiz. Taegu ile Tokyo iki şehir
etrafında yoğunlaşmış Üsteğmen Demir’in Uzak Doğu izlenimleri gerçekçi olmaktan
çok hayalîdir.
Kore
dendiğinde Taegu’da tanıştığı, babası Japon annesi Koreli
olan melez kız Yoko’nun ince güzel elleri ve hüznü, sarı harmaniye içinde
saçları ve kaşları kazınmış Zen rahibelerin başka gezegenden gelme çağrışımından söz edilir (YTB, s.41).
Beş günlük izinlerini kullanmak
üzere Zizi Yüzbaşı
ile birlikte Tokyo’ya giden Üsteğmen
Demir’in belleğinde en
çok geyşa evi ve orada çalışan hayat kadını Mamasan Samisen
yer etmiştir. Ejderha işlemeli fenerler, boynuzlu
çatısıyla süslü Japon konağının
içi Japon göreneğine
göre döşenir: “(...) oturulacak
yerler, masalar, sehpalar alçak tutulmuş”tur (YTB, s.87). Misafirleri “(...)
kimonolu, başında
eski Japon topuzları, topuzlarında inci kakmalı fildişi taraklar (...)” olan kadınlar karşılar ve hasırdan örülmüş terlikler sunulur. Geyşaların giyim tarzı ve süslenişi de Japon geleneğine uygun özellikleri taşımıştır (YTB, s.85-87). Budha
heykeli, duman tüten buhurdan ve Budha rahibesi görünümüyle Mamasan Samisen
gerçekte, dinin mistik havasından faydalanarak dini kışkırtıcı bir araç olarak
kullanmıştır (YTB, s.88).
Kurtlar
Sofrası
romanında Amerikalı Freddy Mills’e ait anılarından Japonlara özgü “kimotori”
geleneğinden bahsedilir. II. Dünya
Savaşı sırasında Japonlara esir düşen Freddy Mills ve arkadaşı Yüzbaşı Horn, Cenevre Sözleşmesine göre “nizamî esir
mualemesi”ni talep ederken Japon esir kampı komutanı Albay Kitamura, Japonların
esir aldıkları düşmanı
öldürüp ciğerini
yemelerine dair geleneklerden söz eder. Kitomori adındaki bu Japon Samurai
geleneği ve geleneğe uymanın tarihi olmayan
Amerikalılar tarafından anlaşılamayacağını söyler (KS, s.188-189).
DOĞU DÜNYASINDA AİLE
Doğu insanının gözünde kadın
Her
ne kadar batılılaşmanın
etkisi ile Türk kadınının sosyal hayattaki konumu daha etkin ve önemli bir yere
gelmişse de toplumda kadına yönelik
kalıplaşmış değer yargılarının varlığı görülmektedir. Attilâ İlhan’ın romanlarında Doğu insanının kadına olan
geleneksel bakış açılarıyla
da karşılaşmaktayız.
Hem
Doğu hem Batı toplumlarında erkek
çocuğun kız çocuğundan üstün olması anlayışı Haco Hanım Vay!...
romanında İzmir eşrafı Kesecibaşı ailesinde görülür. Evin kızı
Müzeyyen Hanım, ağabeyi
Feyyaz Bey kadar cesur ve becerikli olsa da ailede ağabeyi kadar ilgi görmez. “Müzeyyen
Hanım kız çocuğu, el kapısına gidecektir; hayr-ül-halef, Kesecibaşı’ların
asıl ocağını yakacak olan, Feyyaz Bey, yaa!” (HHV, s.316) düşüncesi ile geleceğe olan bütün tasarım ve yatırım
erkek çocuk üzerinedir.
Sokaktaki
Adam romanında
Yakub, Türkçedeki “saçı uzun, aklı kısa” deyimini kullanarak kadınları nazlı,
aptal ve akılsız olarak nitelemektedir. Ayrıca günümüz kadınlarının erkekler
gibi davranması ve giyinmesi ayrıca saçlarını erkekler gibi kısa kestirmesiyle
artık sosyal yaşamda
onların erkeklerle benzer bir yaşam
tarzı sergiledikleri üzerinde durulur (SA, s.46).
Gazi
Paşa
romanında ise Zübeyde Hanım, “Erkeğin
okumuşu kadı, kadının okumuşu cadı” atasözünü söyleyerek
Lâtife Hanım’ın okumuşluğunu bir kusur olarak düşünmektedir (GP, s.464).
Sırtlan
Payı romanında
Osmanlı erkeğinin
alafranga kadınlara olan düşkünlüğü konusundan başlayan bir tartışma, bu erkelerin alafranga ve
alaturka kadınlara farklı bir tavır sergilediklerini de gündeme getirir:
“...
Osmanlının münevveri gözünü nerede açar? Ya Kemeraltı’nda, ya Beyoğlu’nda.
Tadına ilk baktığı kadın nedir? Rum, Ermeni, bilemedin tatlı su frengi,
yani alafranga karıları! Fikrimizde, alafranga karılar hoppa karı, bittabi
müsavileşiyor, alafrangalık fahişeliğin alamet-i farikası
oluyor adeta, alaturkalık da iffetin, faziletin! Irz ehli olur diye alaturka
karıları nikâhımıza alıp, işvelidirler zannıyla alafrangalarla çapkınlık
etmemizin menşei budur kocaoğlan!” (SP, s.313)
Batıyla
olan yoğun temaslar zamanla kadınların
yaşam tarzına büyük değişiklikler
yaratmıştır. Kadınlar, sosyal hayatta
daha hareketli bir yer almaya; sokak, lokanta, pastahane gibi kamu alanlarında
boy göstermeye başlar.
Bununla beraber yeni yaşayışın toplumda yaygınlaşması ve yerleşmesi birdenbire olmayacaktır:
“Mulatier’nin
döner kapısından girip, Münif’i orada göremeyince, adamakıllı bocaladı. İsterse
‘ecnebi’ havalı olsun, ‘Osmanlı’ kızlarının böyle yerlerde tek başına
oturması, yadırganır; Münif, herhalde bu düşünceyle, daima ondan önce
gelirdi” (DSE, s.435)
Hem
Doğulu hem Batılı tarzda yetişen, görünüşü alafrangalık kokan Neveser,
bir Osmanlı kadını olarak tek başına
bir pastahaneye girip oturmakta tereddüt ederken Müzeyyen ve Haco Hanım gibi
çarşaflı peçeli iki Osmanlı kadını
alafranga âdetine uyup lokantada şarap
içer. Bu rahatlığın
çevrede yadırganacağı
elbette söz konusudur:
“Evvelce
‘gâvur’ karıları içerdi, ‘Hürriyet’i müteakip bizimkiler almış yürümüş,
anlatıyorlar da, ohooo, Dersaadet’te filan, erkek kısmına taş çıkartıyorlarmış!
Müzeyyen ablamı bilemem, ama onların yanında ben hiç kalırım. Mamafih, ‘tango’
çarşaflı iki Osmanlı karısının, kocasıyla sofrada şarap içmesi,
mücavir masaların dikkatini celbediyor: mütecessis nazarlar, hafif fiskos!”
(HHV, s.367-368)
Bu
yaşam tarzı hem yadırganıyor, hem
de eleştiriliyor. Biraz da özenti olduğu için ön plana çıkıyor.
Doğuda evlilik
Doğu dünyasında evlilikte ilk önce
evlenecek kimselerin birbirlerine denk olmasına dikkat edilmelidir. Genellikle
yaş, soy sop, ailenin ekonomik
gücü gibi kriterlerin birbirine uyumlu olması evlilik için önemlidir.
Dersaadet’te
Sabah Ezanlarında
Köse İsmail Bey’in oğlunu Abdi’yi Alaman Ziya Bey’in
kızı Neveser’le evlendirmek istemesi Alaman Ziya Bey için hayal bile
edilmeyecek bir talihtir: “Onun gibi, ‘bulunduğu mevkie binbir müşkülatla
pençeleşerek ulaşmış bir kasaba çocuğunun gözünde’,
Halıcızadeler’e ‘dünür olmak’ ne demek?” (DSE, s.205) Buna karşın Neveser’in ‘Hamınne’si, bu
evliliği farklı bakış açısıyla değerlendirerek benimsemez:
“...
bir kere Halıcızadelerin ‘zadegânlığı lâfta, bunların yedi sülalesi
halıcıdır, ayni esnaf! Sen, bugüne bugün, kişizadesin, soyyerden: Deden
kadı, dedenin pederi, Şeyh
Nureddin Receb Efendi Hazretleri -nur içinde yatsın- Drama Mevlevihanesi’nde
postnişin
imiş! Davul bile dengi dengine vuruyor, birbirinizin küvfü değilsiniz...”
(DSE, s.221-222)
Esnaf
ailesini Osmanlı bürokrat ailesine denk bulmayan Hammıne, Abdi Bey’i ahlâk ve
fizikî özelliği
açılarından da beğenmez:
“...
bu Abdi Bey’i, Kadı deden bab adam saymazdı. Ahlâk, işret düşkünü
diye vasfettiğini hatırlarım. Hem dinimizde, ‘külli kassîr-ün fitne’
denilmiştir ki, kısaların fesadından hazer et manasınadır.” (DSE,
s.222)
Sırtlan
Payı’nda
Hayrunisa, “Sabık Paris Sefir-i kebiri”nin kızı Gülistan Satvet’e tanıştırmak üzere ağabeyi Binbaşı Ferid’i bir Osmanlı zabiti
olarak değil, Bayraktar Paşazade Haluk Bey’in
kayınbiraderi olarak tanıtır. Çünkü “Paşazâde Halûk Bey’in
kayınbiraderine, kim olsa kız verir” (SP, s.126).
Aile,
sosyal hayatın en temel birimi olduğuna
göre evlilik, sosyal hayatı düzenlemek için bir yöntem olarak da kullanılır.
Attilâ İlhan’ın romanlarında aşk evliliğinden öte ticarî ve siyasî
nedenlere bağlı olarak
sosyal hayattaki üstünlüğü
sağlamak amacıyla yapılan pek çok
evlilik vardır.
Selânik
Musevilerinden Barzilay ailesi, Selânik çuhacılarının en güçlüsüdür. Yeniçeri
Ocağı’nın kaldırılması ve
Tanzimat’tan sonra Osmanlı piyasasını dolduran Manchester dokumaları bu
sektörün düşününe
sebep olur. Buna rağmen
yüklü servetiyle mal mülk edinmeye devam edebilen ve hiçbir zaman gözü doymayan
ailenin reisi Mişon
Çelebidir: “(...) kurtuluşu
‘drahoması’ kuvvetli kızına, varlıklı olduğu kadar, becerikli bir koca bulabilmekte
görüyor: O unutulmaz Beyrut seyahatinde ‘namzet’ belli olmuştur: Leon
Mizrahi.” (DSE, s.145) Nitekim Leon Mizrahi, işi alanındaki üstün becerisiyle
ailenin servetine servet katar (DSE, s.146).
Kurtlar
Sofrası’nda
erkek çocuğu olmayan
Zihni Keleşoğlu da işini ve servetini koruyacak,
geliştirecek ve büyütecek bir damat
bulmak derdindedir. Bu düşünceyle
kızı Ümid’i kendi firmasından beğendiği Sıtkı Ocakçılar ile
evlendirmek ister (KS, s.297).
Yaraya
Tuz Basmak’ta İstanbullu Suat Hanım ile Bursa
eşrafından Feyzullah Bey’in
evlilikleri ise sürgün edilen bir ailenin yeni hayata adapte olma çabası ve bu
hayatı koruma ihtiyacından doğmuştur:
“...
cennetmekân pederim İsmail
Raci Bey, Abdülhamid’in sadık bendelerinden imiş, kendisi söylerdi, İttihatçı
makulesi Selanik’ten gelip payitahtı zaptedince, onu sadaka kabilinden bir
defterdarlıkla Bursa’ya nefyediyorlar, lâkin benim doğumum Üsküdar’dır.
Üsküdar, İhsaniye Mahallesi; soysop İstanbulluyuz, asil yerdeniz;
merhum pederim, devletin de, Dersaadet’in de âtisini gayetle karanlık gördüğünden,
bilahara memuriyetten çekilip Bursa’da yerleşmeyi muvafık buluyor; eh,
bunun münasip tariki, nedir, nikâh dolayısıyla yerlilerle sıhriyet peydah
eylemek değil mi?” (YTB, s.106)
Ancak
bu düşünceyle evlenen Suat Hanım ve
Feyzullah Bey’in mutlu bir hayatı sürdürdükleri denilmez. Çünkü “karı
kocanın yaşantılarını ayrı ayrı geliştirmeleri, gündelik sorunlar
dışında hiçbir şeyi paylaşmamaları” biçiminde görünmüştür (YTB, s.65).
Dersaadet’te
Sabah Ezanları
romanında Köse İsmail Bey,
yıllardır dünyanın masrafını yapıp Paris’te okuttuğu oğlu Abdi Bey’in devamsızlıktan
mektepten atıldığını
öğrendikten sonra küplere biner.
Kapalıçarşı’daki esnaf arkadaşlarıyla tartışarak oğlunu uslandırmak için
evlendirmeye karar verir (DSE, s.196).
Bu
arada Attilâ İlhan’ın
romanlarında dikkati çeken bir ayrıntıya da değinmek
istiyorum. O da evlenmede başvurulan
değişik
usullerdir.
Görücü usulü evlilik
Tutucu
toplumlarda yaygın olan görücü usulü evliliktir. Osmanlı sosyal hayatında bu
usul temelde İslâm’ın
yapısından ileri gelmekteydi. Genellikle evlenme kararı aile büyükleri
tarafından verilir, gençlere söz hakkı tanınmazdı. Ayrıca görücü usulü
evlilikte evlenecek gençlerin nikâhtan önce birbirlerini görmeleri yasaktı;
ayrıca da uğursuzluk
sayılırdı.
Dersaadet’te
Sabah Ezanları’nda
bu inancın dikkate alındığını
görüyoruz. Köse İsmail
Bey, Neveser ve Abdi Bey’in nikâhtan önce görüşmelerini
istemez (DSE, 223). Böyle olmakla birlikte Abdi Bey’in ısrarına direnemeyen
annesi, oğlu ve müstakbel gelini için
gizlice bir görüşme
düzenler (DSE, s.223). Haco Hanım Vay!... romanında Haco da aynı inanca
dayanarak kocası olacak Emrullah Raci Bey’i gerdek gecesinden önce görmeyi
beklemez (HHV, s.318).
Abdi
Bey’in Neveser’le evlenme isteği
üzerine Neveser’in ailesi içinde ortaya çıkan farklı görüşler ayrıca dikkatimizi
çekmektedir. “Alaman” Ziya Bey, kızının geleceğinin
güvenceye alınacağını
düşünerek bu teklifi olumlu karşılar. Neveser’in “Hammıne”si
ise iki gencin birbirine denk olmadığını
dikkate alarak olayı uygun bulmaz (DSE, s.221-222). Mürebbiye Schwester Magda,
“Saygın bir ‘familyadan’, Avrupa’da yıllarca ‘bulunmuş bir zat’; yol
bilir, yordam bilir, üstelik varlıklı!” diyerek bu evlenmeye sıcak bakarken
(DSE, s.220), Ahmet “ ‘Görücü usulüyle’ varacağı ‘zat-ı muhteremin ne
mene bir şey olacağı, nereden biliyormuş?” sözüyle
asrî olmakla övünen ablasının Abdi Bey’le evlenmesine karşı çıkar (DSE, s.222).
Çok eşli evlilik
Dersaadet’te
Sabah Ezanları’nda
Köse İsmail Bey’in iki karısı vardır.
Abdi Bey’in deyişi
ile “Büyük Valde”, çocuk doğuramayınca
soyunu sürdürebilmek İsmail
Bey’e için Abdi’nin annesi (Küçük Valde)’ni bulur. İslâm hukukuna göre onları
evlendirir. Ondan sonra bütün işlerden
elini eteğini çekip günlerini evin
limonluğunda turunçgilleri yetiştirmekle geçirir (DSE, s.177).
Haco
Hanım Vay!...
romanında Emrullah Raci Bey’in üç nikâhlı eşi
vardır. Kesecibaşı
ailesinin servetine konmak için eşcinsel
olan Müzeyyen Hanım’la anlaşmalı
evlenir. Bir süre sonra da çocuk sahibi olmak için Salise Nalân’ı nikâha alır.
Üçüncü eş olarak eşcinsel Müzeyyen Hanım’ın
kendine beğendiği Haco’la evlenir (HHV,
s.347-348). Feridun Hakkı, bu durum karşısında,
“Keyfiyet
Emrullah Râci Bey’in Bektaşiliğinden mütevellittir desek,
taaddüd-ü zevcat gibi haddızatında Sünni bir fikri nasıl tatbik etmiş,
nasıl üç karı almış? Malûm a Bektaşi kısmı...” (HHV, s.74)
sözüyle
şüphesini dile getirir.
Bıçağın Ucu’nda Halim Hacıbeyoğlu’nun babası da evli olmasına
rağmen yaşça kendisinden oldukça genç ve
köy öğretmeniyle zaten sözlü olan
Emine’yi babasından kuma olarak alır (BU, s.59-60).
Akraba evliliği
Akraba
evliliği örneğini Haco Hanım Vay!...’da
görebiliriz. Öksüz kalan Feriddun Hakkı, amcası Cevahiroğlu Hulusi Bey’in evine sığınır. Daha çocukluklarından
amca kızı Maide’yle evlenecekleri kararlaştırılır.
Maide’yle evlenmesi Feriddun Hakkı için onu özveriyle yetiştirip okutan amcasına olan
vicdan borcunu ödemektir (HHV, s.90). Ayrıca Cevahiroğlu servetinin bölünmesini de
önleyecektir (HHV, s.36). Dolayısıyla Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’den mezun olur olmaz
Feriddun Hakkı, hiç itiraz etmeden Maide’yle dünya evine girer:
“Ah
ah, bu ye’sin temel nedeni, Mâide’yle önceden, ama çok önceden, taa
çocukluklarından, evleneceklerinin kararlaştırılmış olmasıdır.
Feridun önce yetim, sonra öksüz kalarak, amcasının evine sığındı; aile,
daha işin başından, onu Mâide’nin ‘müstakbel zevci’ görüyor.
Cevahiroğlu Hulûsi Bey, Feridun’u, kızı Mâide’den ayrı tutmadı: birlikte
büyüdüler, ayrı okullarda fakat birlikte okudular: Mâide, İzmir’deki
Amerikan Kız Koleji’ni bitirdi; Feridun, İzmir İdadisi’ni:
arkasından Dersaadet, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane!” (HHV, s.35-36)
Feridun
Hakkı’nın kuzeni Maide ile olan evliliği
aşk ve sevgiye değil sosyal bir dayanışma temeline dayalıdır. Böyle
bir evliliğin
mutlulukla sonuçlanması da beklenmez. Nitekim Maide başarısız evliğinin sebebini “... kızın
hodbehot tecavüze kalkışamayacağı, bir mesafe bulunmak zaruridir.
Vaktiyle bana büyük birader tavırları takınırdınız, izdivacımızın adem-i
muvaffakıyetine müncer oldu” (HHV, 145) sözüyle dile getirirken, Feridun
Hakkı da evliğinin bir
vicdan borcunun ödenmesine dönüştüğü için sürekli yaşayacağı büyük aşkın özlemini çeker (HHV, s.36).
İç güveyi
Haco
Hanım Vay!...’da
Kesecibaşı Hamdi Paşa’nın iki çocuğu var: Feyyaz Bey ve Müzeyyen
Hanım. Feyyaz Bey ölünce Müzeyyen Hanım, ailenin tek mirasçı olarak kalır. O
tarihte Ödemiş Sandıkemini
olan Emrullah Raci Bey, Kesecibaşı’nın
servetine göz diker. Araya bazı sözü geçen kişileri
koyarak Hamdi Paşa’dan
kızıyla evlenmek için teklifte bulunur ve Kesecibaşı çiftliğine iç güveyi olarak girer
(HHV, s.348-350).
Bir diğer
iç güveyi örneğiyle de Dersaadet’te
Sabah Ezanları romanında karşılaşmaktayız:
“ ‘Sâbık’
Gümülcine Kadısı Dramalı Agâh Bey, ansızın sizlere ömür: Mübarek adam, sabah
karanlığında namaza kalkmış, abdestini alacak, gusülhaneye yığılıveriyor.
‘Sekte-i kalp’ imiş! (...) Namazında niyazında, nur yüzlü bir dul
bırakıyor, ‘namusu mücessem’ gelinlik bir kız, epeyce mal mülk! Başka
çözüm aranır mı? Akıl için ‘tarik’ bir: ‘Helâl süt emmiş bir bey,
kerimesi Seher Hanım’la başgöz edilip, içgüveysi alınacak.” (DSE,
s.209)
Rumeli Demiryolu Kumpanyası’nda müfettiş olarak çalışan Seficerli Ziya Bey bekârlığın sıkıntısından kurtulmak için
sonunda Gümülcine Kadısı Agâh Bey’in konağına
iç güveyi olarak girer (DSE, s.208-209).
DOĞULU
EĞİTİM
Attilâ İlhan’ın
romanlarında Osmanlı dönemindeki mektep, idadî, rüştiye ya da medrese gibi eski eğitim sistemi üzerinde durulmamıştır. Doğulu tarz eğitimin değişik
örneklerini ancak aile içinde uygulanan biçimiyle görebiliriz.
Ev içi eğitimi
Haco
Hanım Vay!..’da
Haco, Emrullah Raci Bey’in konağına
gelin gittikten sonra orada sanat, dil ve edebiyat alanlarına dair dersler
almaya başlar. Bu derslerin bir kısmını
Angelika, bir kısmını da Müzeyyen Hanım üstlenir. Köyde büyümüş, başıboş hareket etmeye alışmış Haco’ya köklü kibar ailelerde
geçerli olan “âdâb-ı mu’âşeret”
kuralları öğretilir:
“[Angelika]
(...) o şekerli Rum Türkçesiyle, araya telâffuzunu bir türlü beceremediğim
tumturaklı nezaket cümleleri sokuşturur; peşi peşine,
defalarca bana tekrarlatmaktan usanmaz. Çayımızı yudumlar dururken, yerinden
kalkmasıyla; usulüne uygun nasıl temenna edileceğini, nasıl el etek öpüleceğini,
bana şahsen gösterdiği ziyadesiyle vâkidir.” (HHV, s.339)
Konak
adap erkânının yanı sıra, kıraat ve imlâ, sarf, nahiv, inşat gibi bilgiler edinilir (HHV,
s.339). İlâhiler söylenir, nefesler
okunur. Ayrıca Türk musikisi de ihmal edilmez. Ud, keman, kemençe, cümbüş gibi sazları çalabilen
Angelika, Müzeyyen Hanım’ın isteğiyle
Haco’ya özellikle cümbüş çalıştırmaya özen gösterir (HHV,
s.338).
Yaraya
Tuz Basmak
romanında Suat Hanım, usul erkân görmüş bir
kız olarak yetiştiğinden övünür. Osmanlı bürokrasisinden
olan babası İsmail Raci
Bey’in, onun musiki dahil her yönüyle iyi yetişmesi
için çeşitli hocalar tuttuğunu anlatır (YTB, s.106-107).
Sistemli
yöntemlerle edinilen bilgilerin dışında
genellikle evin yaşlı
nineleri tarafından anlatılan halk masalları da ev içi eğitimin önemli bir parçasıdır.
Köklü bir sözlü geleneğe
sahip olan Türk toplumunda masallar, Doğulu
insanın zengin hayal dünyasının ve köklü kültürünün bir ifadesidir. Yüzyıllar
boyunca süregelen bu halk kültürünün örneklerini Alaman Ziya Bey ailesi,
Çukurcalı Rasim Efendi ailesi ve Hacıbeyoğlu
ailesinde görebiliriz.
Dersaadet’te
Sabah Ezanları’nda
Neveser’in “Hamınne”si onu kucağına
alır almaz Arnavut eşkıya
masalları yanında, “Kısas-ı Enbiya’dan Ashab-ı Keyif, Hüdhüd kuşu,
Hazret-i Süleyman, Saba Melikesi Belkıs” (DSE, s.215) gibi Doğulu masallar ve dinî
hikâyelerden anlatırdı.
Yaraya
Tuz Basmak’ta
Üsteğmen Demir, ağır yaralı hâlde hastahane yatağında ölümle mücadele ederken
sık sık çocukluğunun kış gecelerinde Kalfa Nine’den
dinlediği masalları hatırlar. Kimi
zaman Keloğlan’ın
akla sığmaz maceraları, kimi zaman
felsefe yüklü hikâyeler, Üsteğmen
Demir’in hayal dünyasını süslemiş,
hassas kalbini avutmuştur
(YTB, s.128).
Bıçağın Ucu’nda da kışın uzun ve yağmurlu gecelerinde Halim’in
annesinin dinlemeye doyamadığı
halk masallarından söz edilir:
“Emine’nin
önemi okuma yazma bilmesinden ileri geliyordu. Annem halk masallarının
özlemler, ayrılıklar, sonu yok çırpınışlarla dolu sihirli dünyasını o
tanıttı: Ferhad ile Şirin’i, Tahir ile Zühre’yi ve öbürlerini!.. Yoksul
bir delikanlıyla, sultanın ay parçası kızı arasındaki, o olmayası sevda.
Sılasından ayrı düşmüş, garip ozanların yası. Ortaçağ hanlarının
şaşmaz Tanrı konuğu, yörük abdallar. Asya içlerinden bir
yerlerden, artık Semerkand’dan mı, Buhara’dan mı, kutsal Arabistan’ın yıkılası
Bağdad’ından mı neredense, halı, ipek ve baharat yüklemiş deve
kervanları. Kale kapılarında Allah adına birbirine kılıç üşürenler.
Gökkubbeyi, düşmesin diye, mızraklarının ucunda bir tamam tutup
gezdiren, yanardağ sesli Osmanlı sipahileri.” (BU, s.60-61)
Dinî eğitim
Geleneksel
Müslüman-Türk toplumu için dinî eğitim
önemli bir yere sahiptir. Ancak batılı eğitim
sisteminin yaygınlaşması
ve yaşayış biçiminin modernleşmesi sonucunda dinî eğitim gittikçe ikinci plana
itilmiş olur.
Yaraya
Tuz Basmak’ta
Çukurcalı Hoca Rasim Efendi, torunu Demir’i vakitli vakitsiz rahlenin başına çöktürüp Mızraklı İlmihal’den bir bölüm belletmeye
çalışır. Bundan amaç şudur: “‘Mustafa Kemal’in
dinsiz imansız mektebine başlamadan’, torunu ille Mızraklı İlmihal’den
geçmeliymiş!” (YTB, s.109)
Alaman
Ziya Bey ailesinde Neveser ve Ahmet Ziya, Alman mürebbiyelerinden batılı
“terbiye ve tahsil” edinirler (DSE, s.209-210). “Hammıne”lerinden ise doğulu dinî eğitimi görürler. Ancak günlerini
namaz kılmakla ve dua etmekle geçiren Hammıne’nin verdiği dinî eğitim, sadece torunlarına
ezberletmeye çalıştığı dualardan ibarettir (DSE,
s.430, OKB, 282).
Zenciler
Birbirine Benzemez’de
Mehmed-Ali, Sanat Enstitüsü kapıcısı Rüstem Ağa’nın
aracılığıyla İslam dinini kabul edip ibadet
etmeye başlar. Çektiği yalnızlık ve yoksulluk
sıkıntılarını hafifletmek için dine sığınmaya
çalışır ve kurtuluşu ahrette bekler:
“Rüstem
Ağa aldı bizi, Allah’a götürdü. O her şeyi bilirdi. O’nun yaptığı
her işte bir hikmet bulunurdu. Çekilen her çilenin bedelini yarın
ahrette fazlasıyla ödeyecekti. Onun için sabırlı, namuslu ve itaatlı olmak
lâzımdır. (...) Rüstem Ağa’nın bütün din bilgisini limon gibi sıktık ve
Allah’ı sırtımıza aldık. Sonra oruç ve namaz faslı geldi. Geceleri yatarken dua
etmek. Sağdan yatıp sağdan kalkmak! Eksikliğimiz birden değilse
bile, ağır ağır, yükselen bir deniz gelmiş de bir mağarasını
doldurmuş gibi, tamamlanmıştı. Sınırları belirsiz bir buluta
girmiştik. Biz de buluta Allah diyorduk. Eğer bize bu kahrı
çektiriyorsa, elbet bir hikmeti olacaktı:
Yarın,
diyorduk, ahrette!..”
(ZBB, s.53-54)
Ancak
Mehmed-Ali, Allah’a olan inancını arkadaşı
Sadettin öldükten sonra kaybeder. Dini inkâr eden, her türlü pislik yapmaktan
çekinmeyen biri oluverir (ZBB, s.95-96).
Tasavvuf
Tasavvufun
temelinde, “vahdet-i vücûd” tabiriyle ifade edilen Allah’a yakın olma, ulaşma ilkesi vardır. İnsanın nefsini iyi ve kötü
yönlerini tanıyarak kötü yönlerden temizlenmesi amaçlanır. Başka bir deyişle tasavvuf bir din felsefesi
ve insanın kendini terbiye etme yoludur.
Fena
Halde Leman
romanında avukat Manisalı İsmail
Hakkın Bey’in Bursevî’nin Kitâbü’l-Hitâb eserinden aktardığı aşağıdaki
sözler, tasavvuf felsefesinin özünü yansıtmaktadır:
“...
ibadetin en önde geleni nefse muhalefettir, zira harici düşmandan daha
tehlikelidir, esir edilip öldürülmedikçe şerrinden halâs mümkin değildir.
Nefis yedi başlı bir ejderhadır ki, bu ejderhadan selamete çıkmak
ziyadesiyle müşkildir, kötü sıfatları arasında kibir, azamet, riya,
haset, gazap, mal iştiyakı, mevki ve şöhret iptilası
zikredilebilir.” (FHL, s.34)
Aslen
Fransız olan Leman Korkut, Ekrem Korkut’la evlendikten sonra İzmir’e yerleşir. Kayınvalidesi Haco Hanım
ona tasavvuf şiirinden
bahseder. Hatta Leman Korkut “Türkçeyi, tekke şairlerinin deyiş ve
nefesleriyle” öğrenir.
Devamlı “vahdet-i vücûd” felsefesi üzerinde kafa yorar (FHL, s.49). Haco
Hanım’ın Leman Korkut’a tanıttığı
Türk tasavvuf şairlerinden
biri de Yunus Emre’dir. Yunus Emre’nin yalın Türkçeyle yazdığı şiirlerinden iki dörtlük romanda
örnek olarak verilmiştir:
“Cennet
cennet dedikleri
birkaç
ağaç birkaç
huri
isteyene
ver onları
bana
seni gerek seni”
(FHL, s.109)
“İlüm
ilüm bilmektür,
İlüm
kenduyu bilmektür,
Sen
kenduyu bilmezsün
Ya
nice okumakdur?”
(FHL, s.228-229)
Romanda
tasavvuf ile ilgilenen bir diğer
şahıs da Nuri Uçarı’dır. Konuya
da meraklı bir Fransız arkadaşına
tasavvufu ve Türk mutasavvıflarını büyük bir coşkuyla
anlatmaya çalıştığından Leman Korkut’la olan
randevuya geç kaldığından
söz edilir (FHL, s.88-89).
DOĞUNUN EĞLENCE
DÜNYASI
Klasik Türk musikisi
Attilâ
İlhan’ın romanlarında klasik
Türk musikisiyle ilgilenen pek çok şahıs
vardır. Bu şahısların
bazıları klasik Türk müziğinin
çeşitli enstrümanlarını
çalabilecek düzeyde icracı, bazıları müzik tutkusu ile yüklü olanlardır. Ayrıca
yazar, şahısların psikolojik
tahlillerini yaparken zaman zaman da müzik parçalarının oluşturduğu çağrışımlar üzerinde durmuştur.
Allahın
Süngüleri’nde Şehbal Hanım, kanun; Sırtlan
Payı’nda Eczacı İhsan
Bey, Yaraya Tuz Basmak’ta Suat Hanım ve Gazi Paşa’daki
Hacı Rüstem Efendi ise tambur çalarlar. Müzik onların kendi duygularını ifade
etmek ve ruhlarını okşamak
için önemli bir kaynaktır. İcra
ettikleri eserler Hacı Arif Bey’in Karcığar
şarkısı, Şeyh Sait Dede Efendi’nin Şevk-efzâ Saz Semaîsi, Emin Ağa’nın Acemaşirân Peşrevi gibi klasik Türk müziğinin seçkin örneklerindendir.
Bu eserlerden söz edilirken Türk müziğinin
inceliği ve kendine özgü estetiği üzerinde de ayrıca durulur:
“Emin
Ağa’nın Acemaşirân saz semaisi olmasın, ne zarif bir ses
örgüsüdür o, ne vakur bir duygulanmanın bir lisan-ı hafiyle ifade edilişidir!”
(SP, s.204)
“(...)
‘tarih-i kadim’den tekrar, uğultulu ve derin, Hâfız Rüstem Efendi’nin,
tamburunu duyuyorlar: Şeyh Sait Dede’nin, Şevk-Efzâ nağmeleri...”
(AS, s.476)
“(...)
Şehbâl’in kanûnu, ‘Şark hassasiyeti’nin, bir Garplının asla
anlayamayacağı; o esrarengiz, âdeta yaradılışın sırlarıyla yüklü,
nağmelerini dağıtıyor.” (AS, s.334)
Fena
Halde Leman’da
Leman Korkut, etrafında kimsenin sevmediği
klasik Türk musikisine büyük ilgi ve hayranlık duyar. Dede Efendi’nin Hicaz
Yürük Semaîsi ve Emin Ağa’nın
Acemişiran Saz Semaîsi gibi eserleri
ömür boyu dinlese bıkmayacağını
belirtir (FHL, s.47-48).
Kurtlar
Sofrası’nda
Hüsnü Faik’in kızı Selma, konservatuar mezunu ve klasik Türk musikisi kültürüne
sahiptir. Sakin, kendi hâlinde görünen Selma’nın duygu dalgalanmaları romanda
daima müzikle birlikte dile getirmiştir:
“Emin
Dede’nin bir peşrevine ait, darmadağınık seslerin, içisıra
çırpındıklarını hissederek:
Mahmud!
diyor.” (KS,
s.400)
“Bir
damla gözyaşı, kumral kirpiklerinden kaydı, Emin Dede’nin peşrevine
ait, o dağınık ve serseri seslerin ortasına düştü. Daha başka
sesler de karıştılar. Tatyos Efendi’nin bir methalinden, Şevki
Bey’in suzinak bir şarkısından ipini koparmış, serüvenci, baldırı
çıplak sesler.” (KS, s.401)
Bıçağın Ucu’nda Suat, klasik
Türk müziğini bilirse de “‘alaturka’dan
tiksinir” (BU, s.189). Buna karşın
“Hafız Post’un dokunaklı kanun nağmesi”,
Suat’ın aykırı cinsellik gerilimiyle yüz yüze geldiğinde sürekli kullanılan bir
motif olarak karşımıza
çıkar (BU, s.193, 250, 270, 272, 327, 330, 384).
Kahvehane
Kahvehane,
Türk sosyal hayatının önemli bir parçasıdır. İnsanların
vakitlerini hem değerlendirmek
hem öldürmek için gittikleri bu mekânda çay, kahve, nargile içilir; tavla,
bilardo, kâğıt
oyunları oynanır. Hatta eğlence
dünyasının bir parçasıdır. Attilâ İlhan’ın
romanlarında da Türk kahvehanesinin bu özellikleri tokurdayan nargile,
fokurdayan semaver, tavla oynayan veya gazete okuyan yaşlılar olarak sergilenir:
“Semaverler, altın dişli taşralılar
gibi, parıl parıl sırıtıyorlar. Tavla pulları ve küfürler uçuşuyorlar.
Düşeş. Düşeş. Hepyek. Seşcıhar. Oğlum
biz oynarız bu oyunu. (...)” (KS, s.361)
“(...)
meneveşli nargilelerden, tömbeki; pirinç semaverlerden, demli çay; kalın
sarılmış sigaralardan, ağır tütün kokusu, üstlerine yığılmış
olurdu: (...)” (GP, s.382)
“Cıvar
masalardan, müzmin tiryakilerin uzun öksürükleri, insanın asabını bozan tavla
şakırtısı; yere düşen iki zar: ‘cihar-ı dü!’ ”(GP, s.382)
“Aynanın
İçindekiler” başlıklı romanlarda gördüğümüz “Kanun-u Esasî
Kıraathanesi”, Osmanlı döneminden Cumhuriyet’e kadar ayakta durabilen eski tarz
kahvehanenin en çarpıcı bir örneğidir:
“Kanun-u
Esasi, eski tarz kıraathane, geniş ve yüksek tavanlı; bu kalabalık da
olsa, değişik bir tenhalık izlenimi uyandırıyor; sessizlik,
cabası: Burada ne mahalle kahvelerindeki tavla şıkırtısı, gürültü ve
lâubalilik; ne ‘alafranga’ pastahanelerindeki, sohbet uğultusu! Ahmet
Ziya, sokaktaki dağınık, müphem ve değişebilir sis
ortamından, eski bir Osmanlı kıraathanesinin, sessiz ve sabit ‘hendesesine’
girmişti; (...) Siyah gözlüklü ‘âmâ’ tamburi; nargilesinin marpuçu,
sararmış pos bıyıklarında, ihtiyar kuklacı; dişsiz çenesi burnuna
değen, tıraşı sinekkaydı, kravatı papyon, dazlak darbukacı; kof
şişmanlıklarını iskemlelere sığdıramayan, âvâre meddahlar;
Jamanak gazetesine sarkmış, iki Ermeni piyanist... sanki insan değil,
bir kıyafet müzesinin balmumu heykelleri!” (OKB, s.461)
Kanun-u Esasî Kıraathanesi’nde ramazan eğlenceleri de vardır. “(...)
seyyâl parmaklarında, pırıl pırıl zilleri; fistanı pul pul ışıltı, Rum
çengi ‘Pedimu’; mendili omzunda, sopası elinde, fesi yırtık Meddah Hulûsi (...)”
(AS, s.384-385) geleneksel ramazan eğlencelerine
renk veren simalardandır. Binbaşı
Ferid’in babası Kolağası
Rüstem Bey, musikiye düşkündür,
Udî Nevres, Kanunî Zülflü Hüseyin Bey gibi ustaların Kanun-u Esasî
Kıraathanesi’nde çaldıkları geceleri hiç kaçırmaz. Oğlunu musikiyi sevdirmek, sazdan
anlar yetiştirmek
için yaşı daha küçük olan oğlunu sürükleye sürükleye
Kanun-u Esasî Kıraathanesi’ne götürürdü (SP, s.78).
Gazi
Paşa
romanında Cevahir Baba’nın işlettiği kahvede ‘akşamcı yarenliği’ yapılır. Çünkü Bektaşî Cevahir Baba, içki yasağına aldırmadan müşterilere kahve ya da çay
fincanlarında rakı verir. Kahvesi aslında “gizli meyhane” olarak bilinir (GP,
s.77).
Haco
Hanım Vay!..
romanında tebdilihavasını Şam’da
geçiren Doktor Feriddun Hakkı, İzmir’deki
“kıraathane” alışkanlığını devam etmek ümidiyle Şam’da kahve arar. Fakat Şam’da gördüğü kahveleri çok farklı bulur.
Temiz ve sessiz Türk kahvesinin aksine Arap kahvesinin kalabalık, gürültülü
atmosferi Feriddun Hakkı’yı hayal kırıklığına
uğratır:
“(...)
daha eşiğinden, kalın bir kahve-i merra, tömbeki ve gülyağı
kokusu! İçerde yağlı Arapçalarıyla harıl harıl tartışan,
peykelere bağdaşmış, sarıkları kirli, sakalları seyrek,
kara sarı ihtiyarlar. Maşlahlarının kıvrımları arasında kaybolup gitmiş,
delici gözleri sabit, kupkuru çöl bedevileri ki, ağaç köklerinden
farksız elleriyle, boşluktan görünmez örümcek ağlarını çeker
çeker alırlar. Bunlara ‘urban’ deniyor.” (HHV, s.12-13)
Romanda
gene Türklerinkiden farklı özelliği
olan Arapların nargilesi vardır:
“(...)
malûm-ı âliniz, onların nargileleri farklıdır, müteaddit marpuçlu; divanlara,
yer minderlerine, serili seriliveriyoruz; bir marpuç Müzeyyen
ablama,
bir marpuç, oh kekâ!”
(HHV, s.394)
Şam
halkının nargile düşkünlüğü sadece kahvehanede sınırlı
kalmaz. Romanda Emrullah Raci Bey’in konağında,
Eczacı Fuad Bey’in konağında
ve hatta eczanesinde nargile içildiği
görülür.
Türk
kadını nargile içmezken Emrullah Bey’in eşleri
Müzeyyen Hanım ve Haco Hanım Şam’da
nargile tiryakisi olurlar. Konakta sık sık keyifle nargile içerler. İzmir’e döndükten sonra da Haco
Hanım bu alışkanlığını sürdürür (FHL, s.73).
Meyhane
Attilâ
İlhan’ın romanlarında doğulu eğlence mekânı olarak çoğu zaman Rumların işlettiği meyhaneleri görüyoruz. Sırtlan
Payı’nda Baba Andon’un meyhanesi işte
böyle eski Rum meyhanesinin bir örneğidir:
“Barba
Andon’un Kalyoncukulluk’taki meyhanesi namlıymış, Rıza Muhiddin ‘selatin
meyhane’ diyor, eski çıngıraklı meyhanelerin bir eşi, tezgâh, tahta
masalar, duvar duvar rakı ve şarap fıçıları, hattâ şamdanlar
yerli yerinde, fazladan laterna dinlenilip ünü işgal zabitanının kulağına
kadar erişmiş olan Sakızlı köçek ‘Benli Panayot’ seyredilecek”
(SP, s.63)
Yukarıda
gördüğümüz Osmanlı meyhanesinde olduğu gibi Attilâ İlhan, romanlarında bize genel
olarak masada karafakiler ve meze tabakları bulunduğu, rakı içildiği, Rum havaları çaldığı, sarhoşların doluştuğu, yanmış yağ koktuğu ve garsonların Rumca avaz
avaz bağırdığı bir meyhane tablosu çizmiştir (SP, s.317; SA, s.32, OKB,
s.322).
DOĞUNUN
İNANÇ DÜNYASI
Dinî inançlar
Attilâ
İlhan’ın romanlarında dinî
inançlarla ilgili motif ve görüşler
de önemli yer tutmaktadır. Yüzyıllar boyunca Türk insanının düşünüş ve yaşayışını etkisi altına alan İslâmiyet, en önemli dinî değer olarak karşımıza çıkar. Nitekim incelediğimiz romanlarda dindar tiplerin
dışında İslâmiyet’le fazla alışverişi olmayan şahıslar çoğunlukta da olsa onların
hayatlarında İslâmî ile
ilgili inançlar daima içgüdüsel bir alışkanlık
olarak ortaya çıkmıştır.
Bıçağın Ucu romanında fıkıh
okumuş, ünlü Kur’an
tefsirlerinin hepsini bilen, koyu bir Müslüman olan Haluk Bey, ideoloji olarak
“İslâm Birliği”ni benimser. Ona göre
Müslüman olmanın temeli Allah’a inanmaktır ve bu inancı hayata geçirmek üzere
farza ve sünnete uymak gerekir:
“Halûk
Bey: “— ... Müslüman olmanın on şekli
yok -demiyor mu?- Aslolan Allaha iman etmek, onu sevmek! Sevgin kelâmda
kalmayacak, ef’alinde görünecek, bu da farzı ve sünneti yerine getirmekle
kabil. Şimdilerde
ramazana kimsenin ehemmiyet atfettiği yoksa da...” (BU, s.254)
Nitekim
Attilâ İlhan’ın romanlarında şahısların Müslümanlığı, iman ve ibadetin yaşayışlarındaki uygulanışı bakımından farklılık göstermiştir.
Kurtlar
Sofrası
romanında Zihni Keleşoğlu, İslâm buyruklarını yerine
getirmeye çalışan bir iş adamıdır. Yalnız onu dinî değerlerine bağlayan düşüncenin temelinde “ahret
korkusu” vardır. Mahşerde
yaptıklarının hesabını verebilmek için helâl para kazanmaya dikkat etmelidir:
“Biz
karaborsacılıktan ithalatçılığa geçmedik. Bizim servetimizde fakir
fukaranın ahı yok. Biz çoktan varlıklı kimseleriz. Git Isparta’ya, Keleşoğulları’nı
sor, bak bakalım tanımayan tek kişi çıkacak mı? Isparta’nın yarısı
rahmetli pederin. Bâtapu... Gözümüz toktur bizim, bu yüzden. Cenab-ı hak, rûz-ı
mahşerde, cümle ef’alimizin hesabını sormayacak mı, hem? Ben dini bütün
adamım. Biz böyle yetiştik, böyle biliriz. Cemiyeti tutan dindir. Onun
için dini bütün kimselerden korkma. Ama böyle Taga gibileri, Allah mallah
tanımazlar. Tövbe estağfurullah, tövbe! Tanımasınlar varsınlar, kendi
bilecekleri iş!” (KS, s.141-142)
Kendini günahsız sayan Zihni Keleşoğlu,
İslâmî değerlerin toplumda git gide
kaybolduğundan şikâyet eder, ama aslında kızı
ve karısının İslâmî örf
ve ahlâkına aykırı hareketlerinden öbür dünyada da sorumlu tutulacağından endişelenir:
“Cemiyet
halinde, Cenab-ı Hakka karşı gelmek! Bu yetmezmiş gibi, aile
halinde Cenab-ı Hakka karşı gelmek! Birincisi neyse ne, Zihni kulunun
takatini tecavüz eden bir şey, haramı veya günahı bana raci değil;
fakat ikincisinden dolayı boynumla beraber günahkârım. (...) Bu iki zaif,
iradesiz eksik eteğin, üstümüze taun gibi inmiş içtimai
mülevveslikten, kendilerini hariçte tutabileceklerine inanmak; biraz da, biraz
değil fazlasıyla, safdillik olur. Mamafih, her hal-ü-kârda mâni olmak;
icab-ı halinde, cebir istimaliyle ıslaha çalışmak, kimin vacibesi? Benim
değil mi? Yapamıyorum. Olmuyor. Kendi ef’alimle, Cebab-ı Hakkın ve
melekâtın indinde, ne kadar saf, ne kadar temiz ve pir-ü-pak olursam olayım; onları,
karım ve kızım, bilcümle İslami örf ve ahlakın haricine çıkıp, iblise
kulluk ettikçe
çirkefe
bulaşır
mıyım bulaşmaz mıyım? Ben ki bigünahım...” (KS, s.293)
Nitekim
kızı ve karısından kendisine yüklenen günahlarını affettirmek için cami
yaptırmak ister. Sürekli “Keleşoğulları Cami-i Kebiri”nde
cemaate vaaz etmenin hayalini kurar (KS, s.525-526).
Geleneksel
Osmanlı-Türk ailesinde yetişmiş Neveser, Ahmet Ziya ve Feridun
Hakkı gibi şahıslar,
aldıkları batılı tarz eğitimin
etkisinde namaz, dua, oruç gibi ibadet şekillerine
önem vermezler. Buna rağmen
psikolojik olarak bir sığınma
ihtiyacı duyduklarında din unsuru bilinç altlarından gün ışığına
çıkar. Aşağıdaki
alıntıda görüldüğü
gibi Münif’i kaybetme kaygısı içinde çırpınan Neveser, sık sık dua etmekten geri
kalmaz:
“ “...
ya onu kaybedersem?” Abdestsiz olduğunu bildiği halde, bu yüzden
mi dua etti? Çocukluğunda, ‘Hamınnesi’nin bellettiği dualar, o
‘semavi’ fısıltı kuşları, şaşılacak bir kolaylıkla gelip,
dudaklarını buluyordu: “... bismillahirrahmanirrahim, kul hüvallâhü ahad,
allahüssamed, lem yelid ve lem yûlad...” Üç ‘kul hüvallâhü’, bir ‘en’am’
okuyup arkasından ‘niyaza’ geçti: “... sen ki büyüksün ve kaadir-i mutlaksın,
ezan vakitleri yüzü suyu hürmetine, Neveser kuluna merhamet, Münif kulunu her
türlü kazadan belâdan ve düşman şerrinden hıfzet, yarabbi!..”
(DSE, s.430-431)
Ahmet
Ziya da annesi ve babasının mezarlarını ziyaret ederken duaların kendiliğinden akıverdiğini hayretle fark eder:
“(...)
Ahmet Ziya, çocukluğunda Hamınne’sinden öğrendiği bütün duaları,
‘bolşeviklik hayatında’ tamamiyle unuttuğunu sanır, bu iki sessiz
ve kederli mezarın önüne ne vakit dikilse, hayretler içinde hepsini hatırlıyor.
Boğazı düğümlenerek, farkında olmadan birer Fatiha okudu.”
(OKB,
s.282)
Bıçağın Ucu romanında Ali İhsan, annesini kaybettikten
sonra ruhunda birdenbire oluşuveren
boşluk duygusundan sıkıntı çeker
ve dinde, ibadette manevî bir dayanak aramaya çalışır:
“ —
... anam öldükten sonra -diye tamamlıyor- ben, kardeşler, Allaha inanmam, hiç
inanmadım, hiç!
Şimdi içimden inanmak geliyor, oturup saatlerce dua etmek! Yapamıyorum, alışamamışım!
Yapabilsem, açılacağım, iyi gelecek bana!” (BU, s.290)
Zenciler
Birbirine Benzemez
romanında Mehmed-Ali, sorgu sual etmeden Allah’a inanırdı. Ama hayatın acı
gerçekleriyle karşılaştıkça Allah’a olan inancında
sarsılma olur ve isyan durumuna geçer:
“(...)
Değil mi ki sen, dünyayı cennete çevirebilecek fikirlerin olduğunu
söylüyorsun; ve biz, yaşadığımız dünyanın bir cennet olmadığını
biliyoruz! Elbet soracağız. Bizim içimizde kurt var. Biz, bir zaman otuz
ramazan oruç tutmuş, Allah’a inanmış ve hayal kurmuşuz.
Aldanmışız. Bir başka zaman kendimize güveninizi kaybetmişiz.
Yine aldanmışız. Bize öyle geliyor ki, sen de bizi aldatabilirsin. (...)”
(ZBB, s.74)
“Biz
Sadettin’i gömdük. Sadettin’le birlikte Allah’ı da gömdük. O gece, Rüstem Ağa
ile ve bütün Rüstem Ağa’larla, bir cehennem çekişmesi çekişmiş;
bir kalemde, bezelye iriliğinde terler dökerek ettiğimiz bütün
duaları geri almışızdır. Biliriz ki Allah bizi affetmez. Fakat, biz ki
kendi hâlinde, fakir, anasız babasız bir çocuğuz; bize benzer bir
fukaranın canına kasteden bir Kâdir-i Mutlak’ı nasıl affedebiliriz?” (ZBB,
s.95)
Kurtlar
Sofrası
romanında Bekir, sürekli Allah, peygamber gibi sözleri ağzında dolaştırırsa da aslında dindar biri
değildir. Yapacağı ahlâksızlık için gerekçe
ararken ve çaresiz kaldığı
zaman Allah’ı aklına getirir:
“Allahım,
sen bunları görmüyor musun? Oralarda (nerelerde?) büyük başını, yorgun
bulutların ardına gizlemişsin; İstanbul’da, Yüksekkaldırım’da,
Yusuf Peygamber kadar talihsiz, Eyüp Peygamber kadar çilekeş bir kulun
olduğunu unutmuşsun! Beni düşünsene biraz! Bak, Namık
gelecek. Zehra kaçalım diyor. Athena hiç yüz vermiyor. Şu bir hafta
içinde, Namık kulunun canını alsana! Yoksa, o benim canımı alacak.
Revayı
hak mı?” (KS,
s.245)
“Rabbiyesir-velâtiâsir...
Yalan
yanlış dua
ediyor. Sıralı sırasız. İçinden dua etmek Allahına sığınmak
geliyor: Allahın buralarda bir yerde olması gerektiğini tahmin ediyor.
Fakat bir türlü arayamıyor onu, aramaya kalkışamıyor, boyundan büyük
günahlar işlemekten korkuyor. Yalnız duasını tekrarlıyor ve sonuna
gelince bir şarkı bitirir gibi uzatıyor: — ... bilhayırrr!” (KS,
s.454)
Aşağıda
Sokaktaki Adam romanından aldığımız
paragrafta değişen ve gelişen sosyal şartların altında dinle ilgili
ortaya çıkan sorunlara değinilmesi
de dikkat çekicidir:
“Allah
mı? Ben Allah’ıma inanırım. Ezanlar Türkçe okunurken de inanırdım. Herşeyin
başı odur. O istemezse, hiçbir şey olmaz. Herkes dua ediyor. Hele
şimdilerde, camiler adam almıyor. Sokaklarda sakallı kimseler türedi.
Köylerde şeyh salgını varmış diyorlar. İkide bir çat kapı:
Ne o?
Filân
cami inşaatı
için bağış. Şu din dergisini al. Buna abone ol. İşin
içyüzünü bilenlere bakarsanız, onlar da birbirlerine girmişler. Kimisi
ben Sünniyim diye bağırıyormuş, kimisi sen Şiisin diye.
Her birinin peşinde, işsiz güçsüz, dilenci kılıklı adamlar. Ben
namaz kılamıyorum. Vaktim olmuyor. Sabahtan akşama kadar işteyim.
Allah beni affeder ama. Değil mi ki, Adalar’da, Boğaz’da,
sabahlara kadar işret edenleri affediyor.” (SA, s.64)
Sürekli
kendini yenileyen, kendini tüketmeye elverişli
modern hayat şartları
altında insanın dine olan ihtiyacı daha da artar. Dinî inançlar, insanoğlu için kalıcı bir değer ve bir manevî sığınak durumundadır. Ancak
insanın bu manevî dayanağı
alet etmeye ve yozlaştırmaya
kalkışanlar, mezhep çatışmasına giden anlaşmazlıklar da söz konusudur.
Dinî buyruklarla çelişen
modern iş hayatı ve yeni yaşam tarzı üzerinde de durulur.
Bektaşîlik
İnanç
dünyası çerçevesinde gündeme gelen bazı tarikatler de Attilâ İlhan’ın romanlarında yer yer
karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan
biri de Bektaşîlik’tir.
Hacı Bektaş-ı Veli
tarafından kurulduğu
kabul edilen Bektaşîlik,
Haco Hanım Vay!... romanında Emrullah Raci Bey ailesinde görülür.
Emrullah
Raci Bey’in konağında
kaçgöç, tesettür gibi Sünnî durumlara pek itibar edilmez (HHV, s.74). Emrullah
Bey’in “sünnet-i şerif”e
aykırı bıyıkları, bazen selâmlıkta bazen haremde düzenlenen “âyin-i cem”ler,
Bektaşîliğe özgü dikkate değer bazı özelliklerdendir (HHV,
s.42-43).
Emrullah Raci Bey’in Bektaşîliğe girişi romanda şöyle verilmiştir:
“Çenesi
açıldı mı, Ruhi Baba’dan Yusuf Şemsettin Baba’ya, İzmir’in gelmiş
geçmiş olanca Bektaşi babasını, tespih gibi ardı ardına dizer.
Kâtiboğlu’na hiç çıktınız mı, orada Karadutlu Dergâhı vardır, ikrar
âyini orada tertiplenmiş; ‘talib’ kendisi, ‘rehberi’ şair Behçet
Efendi, ‘nasib’ alıyor. Bilahare Müzeyyen ablamı da teşvik etmiş,
onun zaten hazır tarafı, dem almaya inhimâki büyüktür; gel zaman git zaman,
erenler aşağı erenler yukarı, ailecek Bektâşi olup çıkmışlar,
vesselam!” (HHV, s.379)
Bektaşî
babalardan ikrar ayininde nasip alarak tarikata girmiş olan Emrullah Raci Bey, Bektaşîliği kabul etmesinin gerekçesini şöyle dile getirir:
“Sünni
şeriatıyla asrın icabatına intibakımız asla mümkîn olamayacaktır! Bendeniz
Bektaşi fikriyatını bu nokta-i nazardan tetebbu eyledim; gözüme
fevkalade müsait göründü: esası tesamuhtur, yani mütekabil hörmet, kadın erkek
müsavatı, aşk! Eh, garp âleminin müesses cemiyet nizamı, bu temel
üzerine bina edilmemiş midir?” (HHV, s.74)
Emrullah
Raci Bey, Bektaşîliğin yaşam tarzı üzerindeki ilkelerini
çağa uyduğunu göz önünde bulundurarak
seçtiğini söylerse de Haco Hanım’ın
gözlemlerine göre Emrullah Bey ve Müzeyyen Hanım’ın yaptıkları aslında Bektaşîlik adı altında sefahat ve
rezalettir:
“Bektaşi
töresi çalgıya, oyuna, dem almaya cevaz vermiyor mu, oh ne âlâ, körün istediği
bir göz Allah’ın lûtfettiği iki göz: âyin-i cem sofraları kurulu
kuruluveriyor, çerağlar uyandırılıveriyor; çalsın sazlar, oynasın
kızlar, sabahara kadar vur patlasın çal oynasın!” (HHV, s. 380)
Emrullah Raci Bey’in Bektaşîliğine yönelen bir diğer eleştiri ise birçok kadınla evlenmiş olması üzerinedir:
“...
nazar-ı dikkatimi celbeden odur ki, bu ailede kaçgöçe itibar edilmiyor,
tesettüre de! Nisâ tâifesi, nâmahreme rahatça görünebilmektedir: haremdeki
mevcudiyetimi kimse yadırgamadığı gibi, örtünmediler de! Keyfiyet
Emrullah Râci Bey’in Bektaşiliğinden mütevellittir desek,
taaddüd-ü zevcat gibi haddızatında Sünni bir fikri nasıl tatbik etmiş,
nasıl üç karı almış? Malûm a Bektaşi kısmı...” (HHV, s.74)
Yukarıda
görüldüğü gibi amacına uygun olarak
kimi zaman Sünnî şeriatından
kimi zaman Bektaşîlikten
yararlanan Emrullah Bey’in inanç konusunda ikilik göze çarpmaktadır. Aslında
Emrullah Bey, inanan biri değil,
dini alet etmekten çekinmeyen bir kişidir.
Bıçağın Ucu romanında
Bayraktar Paşazade
Haluk Bey’in Direkliyalı’sında ‘Topal’ Vijdani Baba adlı bir Bektaşî şeyhi görülmektedir. Vijdani
Baba’nın Bektaşîliğinden çok, vurdumduymaz ve
güven vermez fizikî özellikleri üzerinden durulur:
“‘Topal’
Vijdani Baba’nın gerçek adı Hüseyin İsmet imiş. Beygir suratı
sarkık, sağ elini göğsüne bastıra bastıra selam verir, pis seyrek
Türkmen bıyıklı bir Bektaşi şeyhi ki, nerden çıkmış, nasıl
çıkmış da kapağı Direkliyalı’ya atmış, belli değil.
Belli olan bu tekke havasını, bu aşırı kaderciliği onun yaydığı.
Dehşetli iri sarhoş burnunun iki yanında, açık midyeler gibi çiğ,
yapışkan ve titrek, o kırmızı ve hiç kirpiksiz gözler kıpırdar durur.
Her “Hak” deyişinde, yapma bir içtenlikle derin derin göğüs
geçirir.”(BU, s.267)
Ayrıca
Vijdani Baba’nın Direkliyalı’da “âyin-i cem”ler düzenlediğinden söz edilir (SP, s.153).
Mevlevîlik
İnanç
dünyasına bağlı
tarikatlerden bir başkası
da Mevlevîlik’tir. Bunun en çarpıcı örneği,
Haco Hanım Vay!.. romanında Konyalı Kâtip Yüzbaşı Celâlettin Nuri Bey ile karşımıza çıkar (HHV, s.14). Asıl
adı Celâlettin Nuri ve arkadaşları
arasında “Hoca” olarak çağrılan
Nuri Bey, Kuleli Askerî İdadisi’nde
okurken Mevlevîlik tarikatine girer. Ney de üfler. Arapça ve Farsça bilen
Celalettin Nuri Bey, “Kitab-ı Fî-hi Mâ-fih”, “Risalet-i Sultan Veled”,
“Esrar-ül Celâliyye” gibi kitapları okur. Özellikle de Kitab-ı Fî-hi
Mâ-fih’i Türkçeye çevirmeye çalışır.
Zabitliğinden çok, Mevlevîliği ile dikkati çekmiştir (HHV, s.40-43).
Mevlevîliğe özgü sema eden dervişler ile Mevlâna’ya özgü
motifleri Fena Halde Leman romanında Ekrem Korkut’un Paris günlerinden
görebiliyoruz. Bir rastlantı sonucu olarak ressamlığını fark etmiş olan Ekrem Korkut, ‘Paşa’ Nuri’dan ödünç aldığı Yunus Emre Divanı’nı
ezberleyebilecek kadar çok sever (FHL, s.95). Bir gece ‘Paşa’ Nuri ile birlikte Neyzen
Tevfik’in ney taksimini dinlerken gözlerinin önünde döne döne kendinden geçmiş Mevlevî dervişleri canlanıverir. Ondan sonra
uyurgezer bir şekilde
eline fırçasını paletini alıp içine doğmuş bir Hazret-i Mevlâna’nın
görüntüsünü tuvale dökmeye başlar:
“Yavaş
yavaş tuvalde, sarığı alevden, sakalı nur, bakışları
ilahi bir simâ peydah oldu, etrafı semah ayinindeki dervişlerle dört bir
taraftan sarılmış. Kimindir bu nurlu simâ dememe kalmadı, idrak ettim ki
Hazret-i Mevlânâ’nın mübarek simâsıdır.” (FHL, s.96)
‘Paşa’ Nuri, Ekrem Korkut’un bir
gecede böylesine bir şaheser
yaratmış olmasına aklı yatmaz ve buna
bir açıklama bulamaz. Bu olayı Ekrem’in ruhuna hükmeden bir iblise bağlar (FHL, s.96).
Aynı
romanın bir başka yerinde
gene Neyzen Tevfik’in dokunaklı ney nağmelerinin
yarattığı mistik din havası ve
Mevlevîlik çağrışımıyla karşılaşmaktayız:
“Neyzen
Tevfik’in ince ince yakınan, derinlemesine ney taksimi:
Kutsal
yazıların şaşırtıcı
eğrileri ivmeye uğramış da dokunaklı ezgilere dönüşmüş
gibi, alınyazısına boyun eğmiş Doğulu bir tevekkülün ağı
pırıl pırıl açılıyor. Beyaz sakalları göğüslerine lapa lapa yağan
Mevlevi dervişleri duaya durmuş, Tanrısal tutkuları gönüllerini
aydınlatmaktadır.
Allahın
görkemli suskunluğu
ve kelamı.” (FHL, s.139)
Bu
görünümüyle Mevlevîlik, derin bir inancın ve insan ruhuna huzur veren engin bir
dünyanın varlığı olarak
gösterilir.
Kadercilik
Genellikle
Doğu dünyasına atfedilen
kadercilik, İslâm dininde
önemli yeri olan bir kavramdır. Attilâ İlhan’ın
romanlarında kaderciliğe
fazla yer verilmemekle birlikte roman şahıslarının
çaresiz kaldıkları zamanlarda kadercilik, bir gerekçe olarak ileri sürüldüğü görülmektedir.
Bıçağın Ucu romanında
Bayraktar Paşazade
Haluk Bey’in ilerleyen hastalığına
çare bulunamayınca Vijdani Baba adlı bir Bektaşî
şeyhine başvurulur. Vijdani Baba dolayı
Direkliyalı’ya aşırı
bir kaderciliğin ve yoğun bir tekke havasının yayıldığı anlatılır:
“Ya
evin içini saran tekke havası? Bilime, bilimlerin gücüne inanç sarsılınca, her
yerde ne olursa olsun burada da o oluyor: Hastalığın çaresizliği,
umutsuzluk, uzak uzak hepsinin burnuna gelen çürümüş yaprak ve eski
mezarlık kokuları, doğulu bir Müslüman kaderciliğini
Direkliyalı’ya egemen kılıyor. Duaya düşmenin, alın yazısı Müslümanlığının
ardında, sanki görünmez bir tarikatçılık samanyolu, şurasında burasında
deli sessizlikleri, uzay pırıltıları ve aldatıcı ölümsüzlüğüyle gelmiş
üstlerine çökmüş, ne insan kalmış uyuşturucu etkisine
girmedik, ne de eşya: İlk sözün biri Allah, ikincisi Vijdani
Baba!” (BU, s.267)
Yaraya
Tuz Basmak
romanında Yüzbaşı Demir
için, Harbiye’deki hocası ‘Hımbıl Çavuş’un
sırası düştükçe söylediği,
“Ne kadar cehdetsen murâda
olmaz mukadderden ziyâde...”
sözü, ilk başta
“Osmanlı Müslümanlığından kalmış yersiz bir kadercilik”
gibi görünür. Kaderin kaçınılmazlığı
üzerinde yoğunlaşan bu sözün haklılığını ancak Kore Savaşı ve 27 Mayıs gibi olaylarının
yol açtığı siyasî dalgalanmalardan sonra
anlayacaktır (YTB, s.302).
Bıçağın Ucu romanında siyasî
polisler tarafından mimlenmiş Halim’i
çalıştığı yerden çıkarmak isteyen
gazeteci Kâmil Bey, bir yandan Halim’in kendi yaptıklarıyla sorumlu olması
gerektiğini vurgularken, bir yandan da
kadercilikten söz eder. Böylece elinden başka
bir şey gelmediğini ima ederek kendini haklı
çıkarmaya çalışmıştır.
“Alınyazımızı yazan kim, Cenab-ı Hak! İradesine
boyun eğmemek
mümkün
mü? Müslümanlık, kadere razı olmakla başlar...”
Arkasından,
kof kof öten bir cümle: “— ... gazete kendi evin, temize çıktığın gün gelmezsen, küserim
bak.”
Dua edermişçesine, ekliyor da: “— ... inşallah!”
(BU, s.22)
Sokaktaki
Adam romanında
eski sevgilisi Hasan’ın düşüncesini
değiştiremeyeceğini anlamış Ayhan, kadercilikten söz ederek
sonucu kabullenmeye çalışmıştır:
“Kur’an’da
bir cümle olduğunu biliyor musun? diyorum: “Herkesin kaderini boynuna
astık” diye.” (SA, s.203)
“Eden
bulur” düşüncesi, kadercilik felsefesinin
değişik
bir yorumu olarak Doğulu
toplumlar arasında yaygın olarak benimsenmiş bir
görüştür. Kurtlar Sofrası romanında
Kâtip Rıza, Sezai Yazmacı’dan intikam almak için “etme bulma dünyası” düşüncesini bir bahane olarak
ileri sürer:
“Kâtip
Rıza, iç cebinden yıpranmış bir defter çıkardı. Göz bebeklerinde,
dövülmüş bir karabiber rengi ve acılığı. Biraz Mahmud’a, yarıdan
fazlası kendine: — ... bu dünya, dedi, eden bulur dünyası. Gün Sultan
Süleyman’ın günüyse, katiyen mağrur olmayacak, öyle mi? Yarın Sultan
Selim’in günü gelir, onun esamisi okunmaz. Kur’an’da bile böyle yazılmş bu,
efendim. Dün Sezai’nin günüydü, bana madik attı; bügün benim günüm...” (KS,
s.14)
Aynı
düşüncenin Arapça söylenişi “men dakka dukka” Bıçağın
Ucu romanında karşımıza
çıkar. İnsan rahat etmek isterse
vurdumduymazlıktan gelmeli ya da başka
bir deyişle ilâhî adalete sığınmalıdır:
“—
... boşversene be! Böyle gelmiş, böyle gider, Allah yakamızı
bıraktı mı, kulları yapışır. Rahat yaşamak mı istiyorsun, kolayı
var, herkes gibi yapacaksın.
Salak salak gülerek, kestirip atıyor:
...
men dakka dukka! Her işin
temeli bu.
...
Ne demek? Ermenice mi?
Yok,
Arapçadır sanırım.
Anlamı
ne?
...
orası her ne kadar belli değilse
de, çok şey şıp deyi açıklıyor. Yalandır?
Halim,
ceplerinden yine sırra kadem başmış
kibritlerini aranıyordu, yampiri sarhoş gülümsemesiyle:
Ne
demezsin azizim -dedi-, çok şeyi
açıklıyor lâf mı, her şeyi
açıklıyor: Men dakka dukka!”
(BU, s.144-145)
Batıl inançlar
Attilâ
İlhan’ın romanlarında çoğu zaman yaşlı ve cahil kimselerin itibar
ettiği veya çaresizlik içinde kaldığı durumlarda başvurduğu batıl inançların bazı dikkate
değer örneklerini görmekteyiz.
Haco
Hanım Vay!..
romanında Müzeyyen Hanım’ın hastalığı
için “rahmetli ‘beybasının’ şifa
bulsun diye, kapısının ipini çekmediği
‘hükema’ mı kalmış,
eşiğini aşındırmadığı ‘hoca’ mı?” (HHV, s.72-73) Herhangi bir
sonuç alınamazsa da çaresizlikten dolayı muska takmak, nefes etmek, tütsü
yapmak, kurşun dökmek
gibi akıl dışı, hiçbir
bilim dayanağı olmayan
yöntemlere başvurulur.
(HHV, s.72-73)
Dersaadet’te
Sabah Ezanları
romanında Türk toplumunda oldukça yaygın olan “nazar” inancının bir örneğiyle karşı karşıya kalırız. Halıcızade
ailesine gelin gidecek Neveser, daha eve ilk ziyarete gittiği zaman ev halkı tarafından el
üstünde tutulur:
“Tu
tu tu kırk bir kere maşallah,
Allah nazardan saklasın! Elemtere fiş,
kem gözlere şiş!
Hele mutfakta, gözleri iğne topuzu ufak tefek Mercimek Nine, işi
‘tütsülemeye’ kadar vardırmasın mı? Vallahi zor önlediler.” (DSE, s.224)
Sırtlan
Payı romanında
doğacak bebeğin cinsiyetini tahmin etmek
için gene bilim temelinden yoksun bir yöntemi görmekteyiz:
“Gülfidan
Kalfa, bir minderin altına makas, ötekinin bıçak saklayıp, birisinden birisine
oturmasını isteyince, Hayrun bıçağın üstüne oturmasın mı, doğrusu
hepimiz çok şaştık. Halûk Bey derseniz, çocuğunun ismini
kararlaştırmış bile, Suat diyor başka bir şey
demiyor. Suat Bey de olurmuş, Suat Hanım da...” ”(SP, s.330)
Halk
arasında uğursuz
bilinen bazı durumlar söz gelişi,
Rumî Mart’ın 9’u, 19’ ve 29’u (DSE, s.201), nikâhtan önce gelinle güveyin görüşmesi (DSE, s.223; HHV, s.318)
gibi ne dine ne bilime sığan
düşünceler de olsa, buna benzer
batıl inançlar, insanın tehlikeden korunmak ve psikolojik rahatlık için başvurduğu yollardan biridir.
Fal bakmak
Geleceği öğrenmek veya gelecekte
olabilecek bazı olayları önceden bilip önlem almak kaydıyla fal bakmak hem Doğulu hem Batılı toplumlarda
görülen bir olgudur. Ancak falın akılcılıkla ve modern düşünceyle bağdaştırılamadığı gibi fal bakmak çoğu zaman Doğuluya mal edilerek gericiliğin bir kanıtı olarak algılanmıştır.
Nitekim
Haco Hanım Vay!.. romanında alafranga geçinen Rayegân Hanım’a karşı yöneltilen eleştiri, fal bakmanın modern
hayatla olan çelişkisi
yönünde yapılmıştır:
“Sözde ‘asri’ kadın, en büyük merakı, fal ve
büyü: fal olsun da, ne falı olursa olsun, makbülü: kahve falı, iskambil falı,
bakla falı. İzzet Bey, İzmir Tiyatrosu’na gelen İtalyan
Opereti’ndeki soubrette’e tutulunca; Mâide’yle kapı kapı, az mı falcı
gezmişler! Mâide’nin diyesi, Arap Fırını’ndaki Büyücü Feride’ye yarasa
kemiği okutmuş, soğukluk kuskası yaptırıyor, kahvesine
kedi tersi karıştırmalar filan...” (HHV, s.146)
Aynı
romanda ayrıca Arabistan toprağındaki
bedevîlerin fal geleneğinden
bahsedilir:
“(...)
‘tefeül’ bedevilerin şaşmaz âdeti: Suvareke kabilesinden Şeyh
Abdülkadir, bu işi yapacak: (...) Mezarlığa varınca, müfrezeyi
durdurdu. Onu elinden tutup, evliya mezarları çevresinde, üç daire çizdiriyor.
Sonra tavaf, sırtına ve hecinlere serpilen bir avuç kum. Falın sonucu,
olumludur: “Ucunda mevt görünmüyor, sağ gidip sağ döneceksiniz!”
”(HHV, s.79)
Fal
bakmak bazen de insan topluluğuna
heyecan ve neşe katan
bir eğlence olarak karşımıza çıkar. Gazi Paşa
romanında Miralay ‘Ayıcı’ Arif Bey, Halide Edip Hanım’ın el çizgilerini
inceleyerek yorumda bulunurken erkekli kadınlı bir kalabalık etrafını sarmış, merakla yorumlarını dinler
(GP, s.286). Fikriye Hanım falın uğursuzluk
getireceğine inandığından falını baktırmak
istemezken Halide Edip Hanım ona şöyle
bir cevap verir:
“...
çocuk muyuz canım? Hoşça vakit geçiriyoruz işte. Geliniz hadi...”
(GP, s.269)
Sonunda
kalabalığın ısrarlarına fazla
direnemeyen Fikriye Hanım’ın el falına bakılır. Fakat Arif Bey bu defa gördüğü falı müphem bir şekilde anlatmayı tercih eder
(GP, s.269-270). Attilâ İlhan
burada falın verdiği
olabilirlikten faydalanarak bir merak unsuru yaratmış ve Fikriye Hanım’ın talihsizliği hakkında ipucu vermiştir.
Rüya tabiri
Görülen
rüya üzerine yorum yapmak, diğer
batıl inançlar gibi bilimsellik ve çağdaşlıkla pek ilgisi olmazsa da
insan hayatında büyük etki gösterir. Nitekim Allahın Süngüleri romanında
Mustafa Kemal Paşa’nın
bir gecede gördüğü
karışık bir rüyayı anlatmasını
Halide Edip Hanım hayretle karşılar:
“Hâlide
Edip, iri kirpiklerinin altında, zekice gülümsedi: en ‘taaccüp ettiği’,
Mustafa Kemal gibi ‘muhârebede pişmiş’, son derece
‘hakikatperest’, basbayağı ‘rationnaliste’ bir münevverin; rüyalara,
rüya tâbirine, ehemmiyet vermesi!” (AS, s.247)
Bıçağın Ucu romanında Hayrun
(Hayrunisa), gecede gördüğü
akılla açıklanmaz rüyanın yorumlanması için Vijdani Baba’ya başvurur. Hatta içini rahatlatmak
için rahmetli kocası Haluk Bey için yasin okutup yasin indirtir:
“ ...
bizim Vijdani Baba’da, Haı Bektaş-i Veli’den kalma, makbûl bir tâbirnâme
vardır, rüyamı anlattım, ona göre tâbir etti: Kuzu sensin, meydanda bir şey,
Balık, para. (...) Böyle manidar bir rüyadan sonra, eli kolu bağlı
oturulur mu? Vijdani Baba’ya rahmetlinin ruhu için, üç Cuma üst üste yasin
okutup hatim indirttim, ben de, nerde ve ne halde olursan ol, seni arayıp bulup
baba ocağına geri getirmeye ahd ü peymân ettim.” (BU, s.391)
Bunlar
halk arasında sıkça karşılaşılan ve anlatılan olaylardan
bir örnek olarak değerlendirilmektedir.
“Gâvur”
tabiri
Attilâ
İlhan’ın romanlarında “gâvurluk”
üzerine iki çeşit yorum
görmek mümkündür. Birincisi olarak Anadolu insanının kendi dininden yani
Müslüman olmayanı gâvur olarak nitelemesidir:
“Ötede Kara Başefendi, sanki köy yerinde, yıldızlı bir harman
gecesi, oğluna dünyayı öğreten köy imamı, yayvan sesini taşıra
taşıra, Halil’e neler anlatıyor neler:
...
esasta Çini Caponu Korelisi hepsi bir, hiçbiri Müslüman olmamakla tekmili
kefereden mâduttur, ehl-i iman değillerdir
yâni, Arapçada bunlar ehl-i harb tesmiye olunmuştur ki, kırmak
ziyadesiyle sevaptır: Cenk hali bildiğimiz gâvurla cenk hali gibi
ölenler şehitlik mertebesini ihraz eyler, Hak Taâla hepimize nasip
eylesin, âmin!” (YTB, s.39)
İkincisi
ise, Anadolu insanın batılı hayat tarzını gâvurluk olarak yorumlamasıdır. Bıçağın
Ucu romanında İstanbul’a
yerleşmiş, batılı yaşayışını benimsemiş Halim’e yöneltilen eleştiri işte bu yönden yapılmıştır:
“Babası öfkesinden tir tir titriyordu:
“—
... ama sen kalk gâvurluğa
heves et, zındıklarla birlik ol, Ümmed-i Muhammed’e karşı gel, daha da
beteri, utanıp arlanmadan Cenab-ı Allaha söv, töbe töbe Yarabbi, işte bu
olmaz! Hacıbeyoğlu soyundan böyle nankör çıkmamış, böyle nâmert
görülmemiştir. Beni yaktın oğul, ne namus bıraktın, ne haysiyet:
İnsan içine çıkamaz, Cuma namazına gidemez oldum...”” (BU, s.32)
Zizi
Yüzbaşı, Ümid’in kendine özgü davranışını ve giyinişini yıllar boyunca Avrupa’da
okumuş olmasının bulaştırdığı gâvurluk olarak değerlendirir (YTB, s.152).
Ölüm düşüncesi
Attilâ
İlhan’a göre Doğu’da ölüm, sonuca bağlanmış bir kavramdır.[XXX]
Çünkü Doğulu insan, ezelden beri
dünyanın değişmeyen tek gerçeğinin ölüm olduğuna inanır. İnsanoğlu günün birinde ölür. Ölüm
gerçeğini kabullenmekten başka yol yoktur. Batılılar ise
bilim ve teknoloji imkânlarından faydalanarak ölümden kurtulmanın yolunu arayıp
dururlar. Hâlbuki ölümden kurtulmanın şansı
yoktur.
Nitekim
bu düşüncesini romanlarında değişik
şahısların ağzından dile getirmeye çalışmıştır:
“Âlemin
padişahı ölümdür, esrarlı ve heybetli bir padişah ki hikmetinden
sual olmaz” (FHL, s.58)
“Hâkim-i
mutlakın o olduğunu, şark-ı aksâda öğrenmiş bulundum.”
(DSE, s.156)
“ —
... ölüm -diyor-, Allahın emri! Kulun ölüme isyanı Cenab-ı Hakk’a isyanı değil
midir? Bu da günahların en büyüğü! Mademki ahiretin yolu ölüm kapısından
geçiyor, imanımızı bütün tutup hulûs-u kalple katlanmalıyız. Tevekkül...”
(BU, s.267)
Doğulu insan, ölümü nesnel bir
olgu olarak kabul ettiğinden
ölümü daha bilinçli bir şekilde
algılamaktadır. Bu tutum, onların hayat karşısında
aldıkları tavırları da büyük ölçüde etkileyecek ve değişiklik
gösterecektir. Söz gelişi
Hüsnü Faik, ölümün ölenden çok daha fazla kalanının olmasına hayıflanırken (KS,
s.257), Zihni Keleşoğlu “kabir azabı”ndan korkarak
günahlarından arıtmak için cami yaptırmayı, tarikate girmeyi düşünür (KS, s.304). Miralay
Ferid, ölüm karşısında
çaresizlik duyar ve hayatındaki sevap-günah hesaplaşmasını yapar (SP, s.421). İrfan ise ölümün kaçınılmazlığı karşısında kendi varlığını ve değerini reddederek bir nihilist
olmuştur (KS, s.415).
Bütün
bunların dışında Haco
Hanım’ın ölüme bakış açısı
ve bunun hayata yansıması diğerlerinden
oldukça farklı görünmüştür:
“Ruh,
kalûbeladan beri gayp âleminde mevcuttur, daha sonra da mevcudiyetini sürdürür.
Vakterişince, kısa yahut uzun bir misafiret için, insan suretinde bir
fani olarak halkediyor: ölüm, dünyadaki misafiretin nihayetini ifade
etmektedir, ruh tekrar gayp âlemine çekilir, mevcudiyeti daimdir.” (FHL,
s.177)
Ruh-beden
ikiliği şeklinde belirlenen bu inancın etkisinde
Haco Hanım, rahmetli kocası Emrullah Bey’den sözünü ederken yaşamış biriymiş gibi davranır, hatta onunla
konuşur. Buna benzer bir bakış açısı Haco Hanım Vay!..’da
Feridun Hakkı’nın yengesi Fahriye Hanım’da görülür. Fahriye Hanım, yetmiş yaşına dayanmış, tespihini elinden düşürmeyen dindar bir Doğulu kadındır. Rahmetli
insanların ara sıra dünyaya gelip görünmesini, Allah’ın sebep aranmaz
“hikmet”lerinden olarak kabul eder:
“Oyalı
tülbentlerin beyaz dindarlığı arasında, merhametli ve müşrik
gözleri buğuludur hep; tespihi elinden, anahtarı belinden düşmez!
Yaşlandıkça ufaldı, ağrısı sızısı bitmiyor: (...) sonra uyku
tutmuyor; nasıl tutsun, ‘rahmetlilerden’ rahat yok ki: ‘kaynatası’ Feridun’un
babası
‘rahmetlik’
Hakkı Bey, Meseret Hanım, gelip gelip önüne dikiliyorlarmış.
‘Okumak’
nafile, gözlerini yumar yumar, açar: hâlâ gitmemişler! Oysa ‘hatimlerini’
indirtti, her ‘gusül’ abdestinden sonra, ‘yâsinlerini’ ihmal etmez; niye ona
‘musallat oluyorlar’, bir sır! “Hikmetinden sual olur mu?” ” (HHV,
s.215-216)
Ölüm
inancı sarsılmaz; bir büyük tevekküldür. İsyan
da yok. Kısacası ölüm, özü kavranılamayan bir büyük sırdır.
DOĞU DÜNYASINDAN
BATIYA KAÇIŞ
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Batıya
kaçış, oldukça sık işlenen bir tema, aynı zamanda
arayış temasının bir yansıması olarak
karşımıza çıkmaktadır. Huzur,
mutluluk gibi psikolojik boyuttaki arayışların
yanı sıra batılı hayat, özgürlük gibi sosyal anlamdaki arayışlarla da karşılaşmaktayız.
Sokaktaki
Adam’da
Hasan’ın “... ve seni Bâbil’den öte götüreceğim” (SA, s.204) sözüyle
dile getirdiği kaçış isteği, yaşadığı dünyadaki bütün aşağılık
ve ahlâksızlıklara karşı
bir isyandır:
“Ben
Bâbil’deyim. Ahlâksızlıklar, dalavereler, karaborsalar, ihtilâller, hükümet
darbeleri, iki yanımda, beygir cesetleri gibi çürüyorlar. Aşağılık
ve kibar fahişeler, seviciler, puştlar; kumarbazlar, hırsızlar,
teşkilâtlı propagandalar, zehirli ağlarını geriyor. Ben bunların
ortasındayım ve Bâbil’deyim.” (SA, s.203-204)
Zenciler
Birbirine Benzemez
romanında Mehmed-Ali, yaşadığı yerden, her
şeyden
sıkılıp başka bir
yere çekip gitmek ihtiyacını duyar ve Paris’e gider: “Yankoviç; — Sen,
diyor, neden geldin? Paris’e?
Mehmed-Ali; — Biz, diyor, neden geldik?
Yankoviç; — Senin vatanın var! diyor.
Var,
diyor, vatanımız. Ama bizi huzursuz eden bir şey de var. Orada yaşarken
etrafımızdaki her şey bizi boğuyordu. Biz galiba dengeli bir
huzur peşindeyiz.
El-Barudi; — Sosyal çelişmeler, diyor ve mutluluk
özlemi!
Tamam! Mutluluk özlemi!” (ZBB, s.109)
Hâlbuki
Mehmed-Ali Paris’te aylaklık etmekten başka
bir iş yapmaz, aradığı huzuru da bulamaz. Paris’te
olduğu kadar, bir başka şehirde, Afrika’da mutluluk
arama hayali kurar.
Kurtlar
Sofrası’nda şair Turgut da Paris’e gider
orada bir süre kalır. Ancak Paris macerası onun için bir yanlış olduğunu düşünür ve “Yahudileri ve
zencileri Tevrat’tan çıkma Henry Miller New York’unu” (KS, s.597) hayal
ederek kapağı
Amerika’ya atmanın yolunu arar (KS, s.24).
Dersaadet’te
Sabah Ezanları
romanında Alman mürebbiyesinden Batılı bir terbiye almış, henüz on sekiz yaşına basmış Neveser’in hayali de ağırbaşlı bir kocaya varıp “Osmanlı
taşrasının katlanılmaz hayatını bırakıp, Paris’e yerleşmek. Onun,
her veçhile asrî bir kadın hüviyeti kazanması”dır (DSE, s.230).
Bıçağın Ucu’nda Halim ve
Suat çifti, evliliklerinin ilk yıllarında hep yolculuklar, büyük kaçışlar tasarlarlar. Fransa, İngiltere, İtalyan gibi Batılı ülkelere
gitme hayalini kurarlar. Ancak onların amacı bir turist gibi gezip tozmak,
günlük işlerin yorgunluğundan kurtulmak değildir. “Başkalarının,
başka yerlerde yaşadığı, handiyse bayağılaşmış
özgürlüklerinden bir yudum tadabilmek için” (BU, s.96). Batı onlar için
özgürlükle özdeşleşmiş bir dünyadır. Orada Lenin’den
olsun, Toçkiy’den olsun istedikleri kitapları alıp okuyabilir; işçi grevinin nasıl
örgütlendiklerini yerinden izleyebilir; benimsedikleri ideolojiyi ne olursa
olsun açıklayabilir; başını
belâya sokacak lâflar aramaksızın düşüncelerini
ifade edebilirler (BU, s.96-97).
Sırtlan
Payı’nda
Doktor Sevim de zaman zaman yabancı bir şehirde
olmayı ister:
“Amerika’ya,
Kanada’ya, Almanya’ya gidip yerleşen az sınıf arkadaşı mı var?
Akıllıymışlar canım, uygar bir çevre, güvenilir bir toplumsal düzen
içinde yaşıyorlar hiç olmazsa, devlet ve insanlar sözlerinde duruyor: ne
böyle on beş-yirmi yılda bir hayatı kökünden sarsan değişiklikler,
ne gündelik hayatta insanların akıl almaz dönekliği, ikiyüzlülüğü!
Dönüp
dolaşıp
vardığı yer hiç değişmez:
“... hadi canım sen de! Biz adam olmayız!” ” (SP, s.372)
Burada
romancı hem Batı dünyasının oturmuş sosyal
ve siyasî düzenine dikkati çekmiş,
hem Batı karşısında
Türk aydınının duyduğu
komplekse işaret etmiştir. Zaten topluca baktığımızda Attilâ İlhan’ın romanlarında Batı
dünyasına karşı sempati
duyan, özlem çekenlerin hemen hemen hepsi Batılı tarzda yetişmiş, aydın bilinen tiplerdir.
Attilâ İlhan’a göre böyle meslek ve
gelecek sahibi gençlerin başka
ülkeye gitmek istemesi, başka
ülkede yeni bir hayat araması, sadece bir hayat geliştirme biçimi olarak açıklanmaz.[XXXI]
Sorunun temelinde “kültürsüzleşme”
yatmaktadır:
“Eğer
bir millet çağdaşlaşacağına, Batılı bir kültüre
kapılanırsa, sonuç bu olur; bunun gerisinde, eğitim ve öğretim
sisteminin, ecnebi kültürü, kendi kültürü yerine benimsemesi yatıyor; üçüncü
ülkeyi kültürsüzleştiren, aydınlarını kendi kültürüyle yetiştiren,
gelişmiş ülke; zamanla onları, mıknatıs gibi çekmekte,
ülkelerinden kopmalarına, ona 3
yabancılaşmalarına neden olmaktadır.”
Bu
değerlendirme, Attilâ İlhan’ın körü körüne Batı’ya bağlanma veya orayı izleme anlayışına getirdiği bir eleştiridir. Bunda yatan bir başka gerçek de “yabancılaşma” olgusudur. Yani Batı uğruna kendi kültür değerlerinden uzaklaşma ve özüne yabancılaşmadır. İşte yazarın vermek istediği mesajlardan en dikkate değer olanı burada karşımıza çıkmakta ve sosyal eleştirinin en çarpıcı örneği böyle verilmektedir. Bu
yönüyle de romancı Attilâ İlhan,
roman sanatını başarıyla
kullanmaktadır.
110
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
ATTİLÂ
İLHAN’IN
ROMANLARINDA BATI
112
Tezimizin
üçüncü ve aslî teması olan Attilâ İlhan’ın
romanlarında Batı dünyası, çok yönlü olarak karşımıza
çıkmaktadır. Ancak bunların içinde iki önemli unsur ön plana çıkmaktadır.
Bunlardan biri İstanbul
içinde Batılı hayat, öteki de İstanbul
dışındaki Batılı hayattır. Elbette
bunların uygulanış biçimleri
de bu iki ana alt başlığın altında yer alacaktır. Öte
yanda “eğitim” ve “eğlence” hayatı da gene
romanlardaki konumu ile bu bölüme yerleştirildi.
Onları “Batının inanç dünyası”, “Batılı hayat içinde kötü alışkanlıklar” ve “Batılı Ticaret
Hayatı” izledi.
BATILI
MEKÂN
İstanbul’da Batılı hayat
XVIII.
yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı Devleti’nde
görülen ve gittikçe ağırlık
kazanmaya başlayan
batılılaşma eğilimi, siyasî askerî ve eğitim yoluyla Osmanlı sosyal
hayatına yansıyarak çarpıcı bir şekilde
kendini göstermeye başlar.
XIX. yüzyıldan sonra ise basın ve edebiyat dünyasının bu harekete ayak
uydurması ile İstanbul,
bir kültür merkezi olarak ön plana çıkar. Bir de buna İstanbul’da bulunan azınlıkların
ve yabancı temsilciliklerinin eklenmesi, bu şehrin
renkli hayatının oluşmasında
büyük rol oynar. Böylece İstanbul,
Doğulu kimliği yanında Batılı motifleriyle
ilgili çekici bir yeni dünya oluşturur.
Attilâ
İlhan’ın romanlarında da bu değişik
dünyanın ve yaşam
tarzının çarpıcı örnekleri bol bol görülür. Bu tarzın en dikkate değer olanlarını mütareke dönemi İstanbul’unda yabancı askerî
güçlerin şehri istilâsıyla ortaya
çıkmasıyla görmeye başlıyoruz:
““Kaderin
ihtizası mı?”, işe bak ki, Teşrin-i Sâni’nin haftası olmadan,
Britanya Donanması’ndan Basra torpidosu, Miralay Murphy başkanlığında
bir heyet getiriyor. Bir hafta sonra ise, İtilâf Donanması (Yunan
kruvazörü Averof dahil), Dolmabahçe önünde demirlemiştir. Üç bini aşkın
İtilâf askeri Beyoğlu’na çıkar; mızıkasını döve döve, bir gün
Fransız, ertesi gün İngiliz birlikleri, sefarethanelerine kadar gösteri
yürüyüşü yapar.” (DSE, s.20)
Yabancıların
istilâsı İstanbul’un sokak manzarasını da
değiştirmiştir. Sokaklarda doluşan Batılı asker ve subayların
yanı sıra “Paris modası madamları”, “şapkalı
tatlısu frenkleri” de göze çarpar ve bu değişim ve oluşum yoğun bir şekilde artmıştır:
“Paris
modası madamlarını kollarına takmış, şapkalı tatlısu frenkleri.
Olur olmaz her yerde, yabancı bayraklar, hele Yunan bayraklarının bolluğu,
sinirine dokunuyor. Galata’ya varıyorlar ki, rıhtım girişini Fransız
inzibatları tutmuş, kuş uçurtmuyorlar!” (DSE, s.90)
İstanbul’un
değişen
çehresini en belirgin bir şekilde
gösteren semt ise Beyoğlu
ve çevresidir. Batılı tarz yaşayış mekânlarının toplandığı gece hayatıyla dikkati çeken
Cadde-i Kebir (bugünkü İstiklâl
Caddesi)’in tipik bir manzarasını yazar tarafından şöyle gözler önüne
serilmektedir:
“Cadde-i
Kebir, gece yaşantısına geçmişti: Tünel’den, Eminönü’nden
gelmekte, ya da o tarafa gitmekte olan, tek bazıları römorklu tramvaylar;
onların arasında, iki tarafa akıp giden otomobiller: tannan, tramvay çan;
irkiltici, otomobil kornası... iki kaldırımda, hayatından memnun ‘Pera kalabalığı’
tenezzühe çıkmıştır: daha çok gayr-ı müslim ‘madam’lar, ‘matmazel’ler;
onlara ‘refâkatte kusur etmeyen’, üniformalı, İngiliz, Fransız ve İtalyan
zâbitleri; yer, yer, şapkalı, redingotlu, gayr-ı müslim ‘mösyö’lerin,
arasına karışmış, fesli fakat alafranga giyimli, İstanbul
ahalisi: çoğu erkek.
Mağazaların çoğunda,
Fransızca, Rumca, Ermenice tabelalar göze çarpıyor; ışıklı reklamlar,
renk renk, etrafı aydınlatmış; bazı işhanlarının, bazı binaların
kapı ve balkonlarına, İngiliz, Fransız, İtalyan, en çok da
Yunanistan bayrakları asmışlar; bazıları, yukardan aşağıya,
boydan boya sarkıtılıyor. Belli belirsiz, ilkbahar kokusu. Bazı müzikli pasta
salonlarından kıpır kıpır piyanolar; ecnebi şarkıcıların söylediği
şarkılar: Damia mı, yoksa Mistinguette mı?” (AS, s.141)
Yukarıda görüldüğü
gibi azınlıkların çoğunlukla
yaşadığı tünel ve Beyoğlu çevresi; tramvay, otomobil
gibi batılı ulaşım
araçları, gayrimüslim “madam, matmazel ve mösyö”ler, alafranga giyimli Türkler,
yabancı dillerde yazılmış mağaza tabelaları, yabancı
bayraklar, batılı tarzda çalışan
pastaneler ve eğlence
yerleriyle İstanbul,
daha çok Batılı bir şehri
andırmaktadır. Nitekim İngiliz
subayı Miralay Oliver Hugh Dickinson, Doğulu
ve Batılı şehirlerle
ilgili yaptığı bir karşılaştırmada, yaşayış bakımından İstanbul’un Batılı özelliklerine
dikkati çekmeye çalışmaktadır:
“‘Constantinopol’
neresinden bakılırsa bakılsın, Kahire ile ‘kaabil-i kıyas’ bir yer sayılamaz;
burası bir ‘metropol’, minarelerine rağmen, sanki Batılı bir şehir;
hele ‘Müttefiklerin yönetimine intikalinden’ sonra, büsbütün öyle!
Parisiana’nın Paris’deki bir gece kulübünden farkı nedir? Ya da, Gülistan
Satvet’in, ‘mondaine’ bir Fransız mademoiselle’inden
farkı?” (AS, s.78)
İstanbul’un
Batılı bir şehir
görünümü alması sadece Batılı işgal
güçleriyle birlikte şehre
gelen yabancıların etkisinden kaynaklanmaz. Bunda savaş nedeniyle Balkanlardan ve
Rusya’dan İstanbul’a
göç eden mültecilerin de rolü vardır:
“Tepebaşı
otellerinde, votka, kokain ve yurtsamadan sarhoş, soylu ‘beyaz Rus’
mültecileri. Tahtakurusu ve marsık kokan bekâr hanlarında, henüz terhis olmuş,
bitli ‘neferler’. Sokaklarda, İrkutsk, Kahire ve Selânik ‘üsera’
kamplarından, paldır küldür yıkılmış, binlerce tutsak. Ya ‘muhacirler’?
Balkan Savaşı’ndan bu yana, ‘işgal’ topraklarından ‘payıtahta’,
göçmen akını durmadı ki! Şimdi, İzmir’deki Yunan işgalinden
kaçanlar geliyor. Hepsi yüz kırk bin civarında imiş!” (DSE,
s.314-315)
Yukarıda
görüldüğü üzere, yirminci yüzyılın başlarında arka arkaya patlak
veren Balkan Savaşı
ve Birinci Dünya Savaşı’ndan
kaçarak İstanbul’un basit semtlerindeki
ucuz otellerine sığınmaya
çalışan bu ezilmiş insanların sefil hayatı,
Paris’in arka sokaklarında da görülebilen yoksul ve kozmopolit bir yaşamı andırmaktadır.
Karanlıkta
Biz romanında
ise İkinci Dünya Savaşı dolayısıyla İstanbul’a kaçan ve sığınan varlıklı insanların İstanbul’da sürdürdüğü Batı usulü sosyete hayatına
dikkat çekilir. Bunlar arasında değişik amaçla veya görevle bu şehre gelen yabancılar da yok değildir:
“Sonra
nezih, kibar ve heyecanlı, Boğaziçi Tenis turnuvası: Mevsimin sona erdiğini
duyuran kaçıcı aydınlık, sıralı sırasız bulut gölgeleri, ağaçların
yapraklarından yorulmuşluğu! Sümer Palas’ın (Eski ‘Sümer
Palace’) Tarabya’daki kortları, ‘güzide’ seyircilerle dolup taşıyor:
Harbin İstanbul’a ‘mahkûm ettiği’, hepsi ‘Avrupa müdavimi’ Şişli
‘sosyetesi’; işgale uğramış Balkan şehirlerinden,
Türkiye’ye sığınmış soylu ve varlıklılar; yarıdan fazlası casus,
ecnebi ajans temsilcileri; ‘beynelmilel’ kıratta, birkaç fahişe! (...)”
(OKB, s.227-228)
Cumhuriyet’ten
sonra günümüze yaklaştıkça
İstanbul’da sosyal hayat,
teknolojisinden eğlencesine,
giyim kuşamından iş hayatına kadar yerleşmiş ve herkes tarafından benimsenmiş Batılı tarzdadır. Bu yönüyle İstanbul’un, Paris benzeri şehirlerden pek farklı olmadığı gözlenir:
“Aaaa,
Beyoğlu’nda ışıklar yanmış. Vitrinlerde, floresan
lambaların çiğ aydınlığına bulanmış, insan etleri, kadın
butları. Otomobiller, kıç kıça vermişler, Taksim’den Tünel’e
uzanıyorlar. Sinemalar kusmuş. Taranmamış, kirli ve iştahlı
kalabalık, enine boyuna açılıyor. Nokta nokta, pastaneleri, meyhaneleri,
birahaneleri benekliyor. Fevkalade tıraş olmuş briyantinli
serseriler, çirkin çirkin tüküren okul kaçakları, sinema gişelerini
tutmuşlar. Bilet karaborsası açılmış. Sokağın başında
gözleri kayıp, eldivenleri yırtık, burnu kızarmış müvezzi, çığlık
çığlık:
İstanbul
Ekspres! Son Saat! Gece!..” (KS, s.263)
İleride
“Batılı eğlence dünyası” alt başlığında ayrıntılı değerlendireceğim İstanbul’un gece eğlencelerine çıkmış insan kalabalığın yarattığı canlı ve hareketli tabloyu
burada yozlaşmış ve karanlık bir diğer yüzü ile gözler önüne seren
yazar, bu hayatın farklı ve renkli hayat çizgisini şöyle tasvir eder:
“İstanbul’un
görüntüsü de değişmişti artık: Bakıyoruz, avuçları kanlı
fahişeler ellerini duvarlara yapıştırıyorlar. Beyoğlu’nda,
camlı kahvede ibneler, yuvarlak kalçalarını, kuğular gibi teşhir
ediyor. Bankalar Caddesi’ne yularlı bir domuz, İstanbul’un bütün
namuslarını, şu ya da bu kadar liraya, satın alabilirim, diyor. Mücevher
boyunluklu koyunlar, Moda’da bilmem ne kulübünde pokere dalmış. Biz
gizlice geceleri duvar diplerini çizip giden, cıgarasının ateşi
avucunda, toplumun tükürdüğü piç, Allahsızlığımızı biliyor,
bununla övünüyoruz.” (ZBB, s.96)
Görüldüğü gibi kötü yola düşmüş kadın ve erkekler, nasıl günlük
kazacı çıkarabileceğini
gözeten iş adamları, gününü gün eden
zenginler, başıboş gezen avareler ve serseriler
gibi şahıslar dünyası değişen
sosyal şartların yarattığı farklı kesitler olarak gözler
önüne serilir.
Yalı, konak ve evler
Bilindiği üzere Batı’yla ilk ciddî
temasların başladığı Lâle Devri’nden sonra mimarî,
müzik, resim, edebiyat ve yaşayış gibi alanlarda Batılı zevk ve
estetik değerlerin
önem kazandığı söz
konusudur. Bu çizgide mimarî tarzın en çarpıcı bir örneği Dersaadet’te Sabah
Ezanları’nda karşımıza
çıkmaktadır. Yahudi kökenli Mizrahilerin yalısını tasvir ederken romancı, Lâle
Devri mimarîsinin başlıca
özelliklerine şöyle
dikkati çekmektedir:
“Yeniköy’deki
bu ‘mükellef’ yalı, Nevşehirli ‘Damat’ İbrahim Paşa
döneminde yaptırılmış, ‘ehl-i keyif’ bir Reis-ül-küttap tarafından. Lâle
Devri beğenisinden belirgin izler taşıyor: İki kat, iki
kanat, tavanları minyatür işlemeli, içi dışı lâle motifleriyle
‘müzeyyen’; ‘müteellim bir kadın tavrıyla Boğaziçi’nin mavi hülyasına
dalmış’, ‘fevkalâde zarif ve kullanışlı’ bir yapı; hele ‘yol
güzergâhındaki bahçesi, âdeta cennet.’ ” (DSE, s.33)
Mizrahilerin
yalısında Abdi Bey’in misafir kaldığı,
bahçeye bakan ve “musiki
icrası ve tefekkür için ayrılmış” (DSE, s.33) “Mavi Oda”,
kitaplık, piyano, Ceneviz kadifesi, koltuk, karyola gibi batılı dekorasyon
unsurlarıyla dikkati çeker:
“(...)
O zaman, ‘Paris menfasında’ sık sık hışmına uğradığı,
yurtsamayı andırır, buruk bir içlenme gönlünü kaplıyor; bu duvarları silme
kitap, ‘nisbeten’ eprimiş mobilyaları Ceneviz kadifesi kaplı; ‘düz’
piyanosu, ‘salıncaklı’ koltuğu, yüksek pirinç karyolasıyla hayli ‘frenk’
odaya yabancılaşıyordu.” (DSE, s.33)
Esasen Mizrahilerin yaşayışı da tamamen Batılıdır. Akşamüstleri çay içilir, piyano
dinlenir, gelen misafirlerin milletinin beğenisine
göre yiyecekler hazırlanır:[XXXII]
“Riri,
Sevres porseleni zarif fincanlara, sinsi bir çay koyuyor: İçinde limon
dilimleri, acı sarı. Abdi Bey, kekin üzümlü tadı damağına hızlı
yayılırken, savaş boyunca bu yalıda ‘Alman zabitânına’ strudel,
İngilizlere üzümlü cake, Fransızlara croissant, İtalyanlara
pizza! “Misafir ağırlamakta, Madam Mizrahi’nin filvâki üstüne
yoktur.” ” (DSE, s.18)
Öte
yanda, Sırtlan Payı’nda Doktor Sevim’in evi, Rumelihisarı’nda, Boğaz manzaralı, balkonlu ve
bahçelidir. Ancak evin iç dekorasyonu tamamen Batılı tarzdadır. Ancak bu tarz
öncekilerden farklı olarak Amerikan tarzı diye gösterilmektedir:
“Evini
döşemesi gerekince, elinde olmadan bir Hollywood ‘living-room’una
özenmesi, villasını alçak plastik koltuklar, cart perdeler, cam masalarla
donatıp, yoksul ilk gençliği boyunca düşlediği bir dekoru
somutlaştırarak istemesi neden, besbelli bundan! Mutfağı bile
böyledir, aracı gereci Amerikan pazarlarından, Px’lerden, yemek
tarifleri İngilizce dergilerinden derlenmiştir; aşçılığını
Hatice’ye emanet etmesi önemli bir şeye, bu kızın daha önce iki yıl
Amerikalıların yanında çalışmasına bağlı: öyle hamburger yapar,
öyle sandviç hazırlar ki, Metro-Goldwyn-Mayer’in en debdebeli filmlerinde eşi
yoktur.
Hem,
çağdaş bir
evde, eski ve zararlı yemeklerin yeri mi olurmuş? O nohutlu et, kıymalı
pırasa, etli bamya türünden, insanı küçük düşüren berbat şeyleri,
Doktor Sevim ağzına koymaz, ağzına koymaz ne kelime, görmeye
katlanamaz; ilkel bulur çünkü, doğulu sayar, dudak büker!” (SP,
s.175)
Doktor
Sevim’in evinde göze çarpan Batılı unsurlar sadece eşya ile sınırlı kalmaz, yemek
alışkanlıklarına kadar uzanır. Evde
geleneksel Türk yemeklerinin yerini hamburger ve sandviçler almıştır. Ayrıca burada gözlenen
Batı usulü, Avrupa değil
Amerikan etkisinden kaynaklanmaktadır. Bu da diğer
örneklerden farklı olarak dikkatimizi çeken bir noktadır.
Karanlıkta
Biz romanında
Batı usulü mimarlığın
örneği olarak Meşrutiyet döneminde yapılmış olan iş hanı görülmektedir. Keleşoğlu
Ticaret Anonim Şirketi’nin
bulunduğu Elmasçıyan Hanı, Galata’da
1910 yılında inşa edilmiştir:
“Avrupa
taklidi Meşrutiyet yapıları yok mudur, sütunları eski Yunan, balkonları
heykelli, süsleri kabartma, onlardan biri: Cümle kapısı adamakıllı heybetlidir,
her balkonu iki arslan yüklenmiş, pencere çerçevelerinde, -Osmanlı mı,
Bizans mı, Ceneviz mi anlaşılmaz-, taş oyması guirlande’lar.”
(OKB, s.70)
Bu
örnekte de görüldüğü
gibi, mimarî ve dekorasyon özellikleriyle Batılı tarzda olan bu yapı, Avrupaî
mimarî özentisiyle ortaya çıkan binaların bir örneği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Romanda
sözü edilen bir başka
iş hanı Afrika Hanı, II.
Abdülhamit devrinde Beyoğlu’nda
inşa edilen hanlardan biridir
(OKB, s.119). Alt tarafı çarşı,
üstü konut olarak tasarlanan bu iş hanının
Batılı tarzını belirten ayrıntılar, Ahmet Ziya’nın oturduğu dairede görülür.
“Ahmet
Ziya’nın dairesi, geniş ve yüksek tutulmuş bir daire; süslü,
üstelik: Süsleri, eski ‘sakinlerinin, sahib-i tabiat olduklarını’ belli ediyor;
tavanlar meselâ, İtalyan modası, yağlı boya tablo; tombul tombul,
güzellikleri kaşsız kirpiksiz, süzgün kadınlar; denizin hârelendiği
bir palmiye sıcağında yelpazelenirken, dondurulmuş; rengi atmış
gondol, artık çok eskilerde kalmış bir Venedik mehtabında, tam
köprünün altından geçerken, yakalanmış; içinde, gözleri siyah kadife
maskeli bir kadın, yapma benli bir saray çapkınıyla öpüşmek üzere:
Casanova mı?” (OKB, s.123)
Tavan
süslemesine ağırlık
verilen bu alıntıda ise Batı’dan gelme yağlı
boya sanatıyla işlenmiş Venedik motifleri gözler önüne
serilmektedir.
Apartman hayatı
Attilâ
İlhan’ın romanlarında geleneksel
Türk evlerine karşı
olarak apartman hayatı, Batılı ve yeni bir yaşam
anlayışının ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Sırtlan
Payı’nda Mülazım İhsan
Bey’in anlattığı, aydın
çevrelerden oluşan
alafranga kesitlerin yaşayışı bunun çarpıcı bir örneğidir:
“Bunlar
kadınlı erkekli bir sanatçı grubu, Şair İhsan Raif Hanım’ın
Osmanbey’deki apartmanında toplanırlarmış! Eli kalem tutan, kalburüstü
kim varsa, aşağı yukarı hepsi: Şahabettin Süleyman,
Selahattin Enis, Halit Fahri, bazı bazı Ruşen Eşref, hatta Ahmet
Haşim! İhsan Raif Hanım, ince, soylu bir kadın, onlara likörler
ikram edip, piyanosunda insanın ruhuna ilkbahar çiçekleri gibi dağılan
Gülzâr Peşrevi’ni çalıyor, (...)” (SP, s.126-127)
Yukarıda
görüldüğü gibi, apartman dairesinde
kaçgöç gözetilmeden, içki ve müzikle eşlik
edilerek yapılan bu toplantı, İslâmî
örf ve âdetlere uymaz. Nitekim geleneksel bir Osmanlı ailesinden yetişmiş olan Binbaşı Ferid, Mülazım İhsan Bey’in anlattıklarını
yadırgar. Yaşadığı bu şehre karşı büyük bir yabancılaşma duygusu hisseder. Hatta
böyle bir yaşayış değişimini
bir çeşit yozlaşma olarak değerlendirmiştir[XXXIII]:
“(...)
o insanları, o çevreyi, o şehri, bildiği ve yaşadığı
Dersaadet değilmiş de, sanki frenk kitaplarında sözü edilen başka
bir insanlar, başka bir çevre ve şehirmiş gibi alırdı.
Oysa geleli savaşın İstanbul’u ne kadar değiştirdiğini,
hele mütareke ve işgalin her şeyi nasıl altüst ettiğini
gözleriyle görüyor, bu defa da yanlış, hiç tanımadığı, yabancı
bir şehre geldiğini sanıyordu: eskiden Aksaray’daki ‘malum’
evlerin, Galata, Kuledibi ve Beyoğlu’nun belirli çevrelerinde sürdürülen
bir yaşantı, ‘merkezden muhite’ yayılan dalgalar halinde, bütün şehri
kaplamıştı.” (SP, s.127)
Mütareke
yıllarından kalma apartmanın bir örneği
de Selânikli “Bacaksız” Abdi Bey’in oturduğu
Cihangir’deki Terakki Apartmanı’dır. Burada ağırlıklı
olarak evin döşenme tarzı
üzerinde durulmaktadır:
“(...)
daire, ‘mutantan’ zamanında, evin hanımı Neveser Abdi tarafından, onun ince
zevki ve özeniyle döşenmiş; Abdi Bey’in evhama varan titizliği,
aşırı kural düşkünlüğüyle, bugünlere ulaştırılmış;
Mütareke yıllarının, ağır, göz kamaştırıcı, fazla teferrüatlı,
güzelliğini taşıyor; on yıldır cubique mobilyalar, ev döşemede
kullanışlılık, ağır bastığından; bu eski debdebe, ne de
olsa hantal, koyu, modası geçmiş! ‘Kayıp’ bir dünyanın hayali! Doğan’a
sorarsan ‘müze’; kapısından giren, zaman tünelinin eşiğini aşmış
gibidir; kaşla göz arasında, İstanbul’un Müttefik işgaline
uğradığı, Şûra-yı Saltanat günlerine kayıyor; tarasa çıkıp
baksa, Dolmabahçe önünde demirlemiş, Müttefik Donanması’nı görecek!”
(OKB, s.93-94)
Asansörle çıkılan apartmanın altıncı katında
bulunan bu daire, beyaz önlüklü Rum hizmetçi ve salondaki XV. Louis dönemi
mobilyaları tarzıyla alafranga bir görünümü arz etmektedir (BU, s.159). Buna
karşın aynı romanda Doğan’ın odası hem Batılı hem Doğulu dekorasyon detaylarıyla
karışık bir şekilde döşenmiştir:
“Odanın
dört köşesine, dört ayrı yığın halinde, sanat dergileri,
gazeteler, felsefe ve şiir kitapları yığılmış. Neyin,
neden, nerde olduğu anlaşılamıyor. Şurada gayet modern bir
ayaklı abajur, orda yan yana iki alaturka divan, dokuz yavruları gibi tombul ve
pespembe yer yastıkları, öteden bronz bir Beethoven büstü, beride bir Kur’an
rahlesi, iki de bağlama! Yerde halılar, besbelli değerli Isparta
ve Sıvas halıları, sürüsüne bereket şişe: Boş, yarı dolu,
ağzı açık, mantarlı kâğıt tıkalı, konyak, votka, şarap, ya
da... İlâç şişeleri. Duvarlar başlı başına
bir âlem, her yerde bir çivi, her çivide bir reprodüksiyon, Picasso, Bracque,
Matisse vs.” (BU,
s.159)
Görüldüğü gibi odada divan, yer
yastıkları, Kur’an rahlesi, bağlama,
Isparta ve Sivas halıları, Doğu
tarzı dekorasyona ait ayrıntılar ve motifler bulunurken öteki tarafta ise
Beethoven büstü, ayaklı abajur, içki şişeleri, Batılı ressamlardan
kopya tablolar Batılı motifler olarak göze çarpmaktadır.
Batılı
dekorasyon unsurlarıyla dikkati çeken bir diğer
daire de Halim ve Suat’ın Kuledibi’nde oturduğu
evdir. Binanın eskiliğine
rağmen ev içi özenle döşenmiştir:
“O
köhne, merdivenleri çamurlu, su boruları inler, duvarları ıslak apartmanda,
insan Suat’ın kapısından içeri girmeye görsün, kaymak kâğıda renkli
basılmış yabancı dergilerdeki ev dekorasyonu resimleri yok mu, onlardan
birisine girmiş gibi olur: O kadar her şey yerli yerinde, her
renk birbirine uygun. İlk bakışta halının, koltukların, ayaklı
abajurun, duvardaki Gauguin ve Van Gogh kopyalarının, birbirine oranları kadar,
kapladıkları yer bakımından da ince ince düşünülüp hesaplanarak yerleştirildikleri
anlaşılır.” (YTB, s.268)
Apartman
hayatının yoğun olarak
yaşandığı bölge, Beyoğlu, Harbiye, Şişli,
Osmanbey ve Nişantaşı gibi genellikle Batılı hayat
ile özdeşleşmiş semtlerdir. Buna karşın Müslüman halkı, Aksaray,
Fatih ve Sultanahmet gibi semtleri tercih etmekte ve orada yaşamaktadır. Attilâ İlhan, romanlarında bu iki
farklı hayat tarzını yaşatan
semtlerin simgesel değerlerini
de dile getirmiştir. Söz
gelişi Doktor Melek, geceleri “Divanyolu’na
çıkan yorgun bir sokakta, ahşap, ‘nohut oda bakla sofa’” (DSE,
s.413) olan evine döneceğine
ailesinin Beyoğlu’ndaki
apartmanına gider; ayrıca Harbiye’ye ya da Şişli’ye taşınmak ister. Bu tercihinin
temelinde semt ve mekânın temsil ettiği
değerler yatmaktadır:
“Gece
sabaha karşı, Parisiana’dan çıkınca, bir otomobile ‘atlayıp’ evine
döneceğine, hayrettir, ‘... daha yakın, çok daha şayân-ı itimad
olduğunu’ ileriye sürerek, ailesinin Beyoğlu’ndaki apartmanına
gidiyor; bir keresinde, ‘gelip gitmek zor, öbür tarafta müşteri daha
çok!’ diyerek, Harbiye’ye, ya da Şişli’ye ‘taşınmaktan’
söz etti: acaba neden? Sultanahmet tarafının, nisbeten yoksul ve Müslüman
ahalisinden; edindiği yeni muhit ve dostları dolayısıyla, müşterisi,
gittikçe ‘levantenler’e ve Rus mültecileri’ne kayıyor da, ondan mı? Belki başka,
henüz kestiremediği bir nedeni var: ne olabilir?” (GP, s.306-307)
Kurtlar Sofrası romanından aldığımız
aşağıdaki
paragraf ise apartman hayatı ve semtinin insanda oluşturduğu yeni yaşayış hayali üzerinde durmuştur:
“Ömründe,
buna benzer bir evde oturmadığı halde, evvela semtini beğenmedi.
Arkasından küçük buldu. Sonunda kaloriferin noksanlığını, Garaj’ının
yokluğunu, parti vermek için salonunun, salonunda Amerikan barının
olmadığını bahane etti. Ne hizmetçi odası varmış ne misafirleri
için birkaç yatak odası. Ayrıca dönerken, elimi bir kedi yavrusu gibi
avuçlarına alıp, okşaya okşaya:
...
hem, diyor, ne diye Emirgân? Nişantaşı’nda,
Şişli’de, ne güzel apartmanlar yapılmış. Senin gibi bir adamın
oturacağı. Burası ihtiyarlamış biri için, bir de belki yazlık
olarak tutulabilir. Yoksa sosyetik yaşamak isteyen...” (KS, s.644)
Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi yeni neslin konforlu ve
sosyetik hayat hakkındaki çeşitli
beklentilerini Emirgân’daki geleneksel Türk evi değil, Nişantaşı ve Şişli’de
yeni yapılmış apartmanların
karşılayabileceği düşünülmektedir. Bu düşünce ile eski binaların yerine
yeni apartmanlar yapılarak şehrin
görünümü değişmektedir.
Bu sosyal değişim, Sırtlan Payı’nda da şöyle dile getirilmektedir:
“(...)
Papazyan’ın ağzına bakılırsa, Boyacıköy’deki eski yalılardan birisi daha
el değiştirmiş, şu pembe yalı hani, pancurları yeşile
boyalı olan? Yeni sahibi yıktırıp yerine apartman yaptıracakmış, üstü
kat kat satılacak, altı ya çay bahçesi olacak, ya da gazino!
Miralay onu gülümseyerek dinlemişti. Sözünü bitirince,
daldı;
-Her
neslin İstanbul’u
ayrı, dedi, bizimkisi çoktan kayboldu, şimdi
kaybolmakta olan, sanırım sizinkisidir. İşin hakçası aranırsa, insanlar zamanlarının şehirleriyle birlikte
kaybolmalı: yoksa, her tahavvül başka
bir hicran oluyor...”
(SP, s.198)
Apartmanın
yaygınlaşması olgusu, yenileşmekte olan sosyal hayatının bir
göstergesidir. Toplumda oluşan
sosyal değişimlere
ayak uyduramayan insanların mutlu ve huzurlu yaşamaları
mümkün değildir. Bu noktada Kurtlar
Sofrası’ndan çarpıcı bir örnek veriyoruz:
“Karısından
utanıyordu. Onu, bir taşra
kasabasından; sulanmış taşlıkların, fesleğen saksılarının, çamaşır tokaçlarının içinden,
köklemiş çıkarmış; Maçka’daki bu koca apartmana,
asansörlerin, buzdolaplarının, çamaşır
makinelerinin arasına dikmişti.
Tutsa tutardı. Tutmuyordu işte.
Kadında korkuya benzer, zaman zaman küstahlaşan, hatta saldırgan bir hal
alan bir yabancılık duygusu, gittikçe büyüyordu. Bozdolabını bırakıyor, ağzı kozalaklı testiden su
içiyor, banyoda takır tukur takunyayla dolaşıyor; pencere içlerinde, dibi
delik gaz tenekelerinde fesleğen
yetiştiriyor;
pek üstüne varıldı mı, gidip kapıcı karılarıyla çene çalıp, dertleşiyordu.” (KS,
s.183)
İş adamı
Asım Taga’nın karısı, evindeki tüm konforlara rağmen
mutlu değildir. Çünkü yetiştiği taşra yaşamının alışkanlıklarından vazgeçememiş ve şehir hayatına bir türlü uyum sağlayamamıştır. Üstelik bir de buna
apartman hayatının dar ve sıkıntılı atmosferi de eklenmiştir. İnsanı mutsuz, hatta huzursuz
eden de bu değişim olmaktadır.
Giyim kuşam
Giyim
kuşam alanındaki değişiklikler,
toplumun değişmekte olan hayat tarzını
yansıtan önemli unsurlardandır. Toplumun zevkteki eğilimini anlamak için ayrıca
önem taşımaktadır. Bu motifleri kadın
ve erkek giyimi olarak iki alt başlıkta
toplamak istiyorum. Çünkü yazar, Batılı giyim kuşam
ile ilgili durumları romanlarında ayrıntılı olarak ele almaktadır.
Kadın
giyimi
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Batılı
giyim tarzının belirgin bir biçimde ön plana çıktığı görülür. Üstelik kadınların
giyim tercihi ile aldıkları eğitim
tarzı arasında birebir bağlantı
söz konusudur.[XXXIV]
Gülistan Satvet, Arşaluys,
Ümid, Doktor Melek gibi şahıslar
Fransa veya Almanya’da okudukları için Avrupaî bir giyim tarzı benimserler.
Maide ve Nevnihal yurt dışına
çıkmamış olsalar bile de yabancı
okullarda eğitim
görmelerinden dolayı Batılı giyim kuşamın
ayrıntılarına yabancı değillerdir.
Öte yanda eğitim
durumu hakkında ayrıntılı bilgi verilmeyen Salise Nalân ve Rayegân Hanım
içinse, alafrangalık özentisi ve çevrenin etkisi söz konusudur.
Babasının
mesleği gereği uzun zaman Paris’te yaşamış ve bütün öğrenimini orada bitirmiş olan Gülistan Satvet, Paris
modasının ürünü olan kıyafeti yanında Avrupa kesimi kısa saçları ve kendinden
emin tavrıyla dikkati çeker:
“Muâyede
Salonu’na, limon küfü ve canfes kızılı, bir kraliçe gibi girmişti:
yüksek topuklu, lame iskarpinlerinin üzerinde; Paris modası şahâne bir
‘dekolte’ye, fıstık yeşili sarıp sarmaladığı o sımsıkı Osmanlı
tombulluğu; yürek biçimi boyanmış, ufacık ağzını kapatınca
dahi dışarda kalan, ünlü iki ön dişi; Avrupa kesimi, abanoz
siyahı kısa saçlarıyla; öyle kendinden emin, hâttâ mütehakkim bir salınış vardı
(...)” (AS, s.224-225)
Buna
karşın Beyrut’ta idadî okumuş, müzik eğitimini için Nice’te görmüş olan Haco Hanım Vay!..
romanındaki Arşaluys’un
giyim kuşam tarzı ise tamamen Batılı
tarzdadır:
“(...)
sırtında paillette’li erguvan tuvaleti, ayaklarında yüksek topuklu lame
iskarpinler, boynunda Mahçubyan ailesinin namlı elmas gerdanlığı (...)” (HHV, s.34)
Ailesi
atadan kuyumcu olduğundan
Arşaluys, gösterişli tuvalet ve topuklu
iskarpinlerden oluşan
Paris şıklığının yanı sıra değerli taşlarla yapılan takılarıyla da
ayrıca göz kamaştırır:
“İyice
takmış takıştırmış: gün batımında pembe kristale dönüşen,
ünlü Mahçubyan kuyumları: broşlar, pandantifler, yüzük ve bilezikler.
Üzerinde, siyah iplikten, Paris modası ‘dekolte’ bir tuvalet. Elinde tir tir
Japon yelpazesi, onlara gülümsedi.” (HHV, s.24)
Larissa[XXXV]
kökenli, Hariciye Nazırı Tevfik Paşa’nın
eşinden Fransızca ve piyano eğitimi almış Fikriye, Allahın Süngüleri
romanında “çarşaf yerine omzunda pelerini, peçe yerine gözlerini
örten seyrek bir tül; eflâtuna çalar, sarmaşık moru, ‘Avrupa’ giyinmiş!..”
olarak karşımıza
çıkmaktadır (AS, s.31, 33, 176, 343). Bu alafranga giyim tarzıyla Fikriye,
insana Osmanlı kızından çok, Avrupalı kızları hatırlatır (AS, 343).
Gazi
Paşa
romanında Lâtife Hanım da Fikriye gibi peçesiz, peleriniyle dolaşır ve ilk bakışta insana yabancı izlenimini
uyandırır (GP, s.322, 332). Nitekim Uşşakîzadelerin
köşkünde verdiği kabulde, Batılı giyim
modasına uygun ve oldukça şık
bir kıyafetle bütün dikkatleri üzerinde toplar:
“(...)
merdivenin başında, gerçek bir Fransız şıklığı içindeki
Lâtife Hanım belirlemişti: başına siyah bir tül sarmış,
yakası volanlı, dantel manşetli iplik bluz; uzun siyah, arkası godeli
ipek bir eteklik ve yüksek topuklu beyaz iskarpinler.” (GP, s.368)
Kimi
zaman Paris’te özel olarak diktirdiği
değişik
kıyafetleri de giyen Lâtife Hanım, makyaj yaparak bakımlı görünmeye ayrıca özen
gösterir:
“(...)
gece için giyinip süslendiği belli; Paris’te diktirdiği, son
moda, sırtı hafifçe açık, bir kıyafet; kirpiklerine rimel sürmüş,
dudaklarına ruj” (GP, s.419)
Allahın
Süngüleri
romanının Doktor Melek’i Almanya’da öğrenim
yapmış olmasından ve Rus soylusu Prens
Bragin’le olan yakınlığından
dolayı, giyim kuşam
konusunda Avrupa modasının yanı sıra Rus modasına da önem verir. Böylece farklı
yaşam tarzlarının motifleri bir
arada okuyucumuz sunulmuş olunur:
“Giyimi,
kuşamı, büsbütün başka; tıknaz vücudunu, daha da kalın gösteren,
dallı güllü, ‘Paris modası’, marquisette roplar! Ensesi tıraşlı
‘Avrupa’
saçlarını, Rus ‘muhacirleri’ gibi bir tüle sarıyor; buna ‘Rus başı’ diyorlarmış.”
(AS, s.295)
Beş yıl Paris’te yaşamış olan Ümid, İstanbul’a döndükten sonra bile
oğlan çocuğu gibi kısa kestirdiği saçları, parmakları arasında
siyah ebonit ağızlığıyla dikkati çeker. “Avrupa’da
iyice gündeliğe binmiş, biraz rahat ve kolay olduğundan,
biraz erkeklere inat” (YTB, s.248) diyerek pantolon giyme alışkanlığı edinir. Parisli gibi Fransızca
konuşması, görünüşü ve davranışıyla âdeta bir yabancıdan
farksızdır (YTB, s.374). Bu tarzıyla da herkes onu yabancı olarak görmektedir.
Haco
Hanım Vay!..
romanında ise Salise Nalân, gayrimüslim kadınlarına benzeyen giyim tarzı ve
hareketiyle köyden şehre
gelmiş Haco’yu şaşırtır:
“Bir
kere, giyimi kuşamı, aynen ‘gâvur karılarının’ giyimi kuşamı; başı
açık, saçlarını onlar gibi kestirmiş; suratı, onlar gibi boyalı.
Kefereye bu mertebeye benzer bir Müslüman karısını, müddet-i ömrümde ilk sefer
görüyorum, şaşarım zahir. O bunu fark etmezden geldi, aynı
teklifsiz nezaketle ‘hoşgeldin’ dedi; (...)” (HHV, s.335)
Aynı
romanda Maide, zıvanalı sigara içmek, makyaj yapmak, parfüm sürmek gibi alışkanlıkları alafranga çevreden
edinir. Ancak süslenme merakını çok ileriye götürerek kokona bir imajla karşımıza çıkmaktadır:
“Balkona,
elinde ‘zıvanalı’, uzun bir cıgarayla çıktı. Bu cıgaraları, şehirde
gittikçe çoğalan, ‘beyaz’ Rus mültecilerinden buluyorlar, günün modası.
Baloya gider gibi boyanmıştı: yaşlandıkça süse düşüyor,
pudradan suratı toz beyazı, allığı fazlaca kaçırmış; tombul ağzını,
gelincik kızılına boyayınca, kan yalamışa dönüyor. Balkona çıkar çıkmaz,
morsalkımların aydınlık kokusu, kayboldu, iç bayıltıcı ‘esans’ kokusu ortalığı
sardı.
Mâide’nin
yeni ‘parfümü’ bu. Lubin’in ‘souvenir’i. Cıgarasını ağzına götürdükçe, tombul
kollarındaki bilezikler şıngırdıyordu. Anlaşılan, nesi varsa
takmış. Boynunda incileri, nohut büyüklüğünde, altı dizi.”
(HHV, s.194-195)
Öte
yanda Maide’nin ahbabı Rayegân Hanım’ın giyim kuşam
tarzı ve süslenişi
ondan hiç aşağı kalmaz. Dekolte tuvaletleri,
topuklu lame iskarpinleri, tek gözlüğü
gibi ince ayrıntılar Batı usulüdür:
“(...)
Şıklığı dillere destan: onlar ne ‘dekolte’ tuvaletlerdir, ne yüksek
topuklu ‘lame’ iskarpinlerdir öyle? Renk renk, ‘sıkmabaş’la
geziyor; altın çerçeveli, ipek kordonlu tek gözlüğü, en çarpıcı süsü.”
(HHV, s.146)
Bu
arada Rayegân Hanım’ın “sıkmabaş”
modeli, bir örtünme şekli
olarak Doğu’ya özgü bir unsurdan çok,
modaya uymak için kullanılan bir aksesuar konumundadır.
Maide’nin
kızı Nevnihal ise ev içinde Batılı kıyafetle dolaşırken,
sokağa çarşafla çıkar. Bu tavır, onun
Türklüğünün ve Müslümanlığının bir göstergesi olarak
verilir:
“Yalıda
geçirdiği birkaç ay ‘zarfında’, giyimine kuşamına daha itina eder
olmuş: sokağa, Türklüğünün ve Müslümanlığının
altını çizmek hırsıyla, çarşaflanarak çıkıyor ama; evin içinde renk
renk, çeşit çeşit yazlık esvapla dolaşıyor ki, İzmir’deki
en son Frenk modasına uygundurlar.” (HHV, s.280)
Haco
Hanım Vay!..
romanındaki Nevnihal, aslında Batılı giyim tarzını benimsemiş, modayı da takip eden genç bir
kızdır. Sokağa inatla
çarşaf giyerek çıkması, annesi
Maide ve arkadaşlarının
alafrangalıktaki gösteriş yarışmasına bir tepkidir. O, sadece
Müslüman kadınının giydiği
çarşaf ile Türk-Müslüman kimliğini ön plana çıkarmak ister
gibidir.
Erkek giyimi
Attilâ
İlhan’ın romanlarında erkek
giyimi, kadın giyim kuşamı
kadar renkli olmamakla birlikte kendine özgü yapısıyla karşımıza çıkmaktadır. Nitekim fes
yerine melon veya fötr şapkası,
değerli kumaşlardan gömlek ve kravat ile
tamamlanan takım elbise, pırıl pırıl pabuçlar, tek gözlük, esans gibi giyim
ayrıntıları, romanlarda Batılı tarz erkek giyimindeki göze çarpan
özelliklerdendir. Batılı giyim tarzının en çarpıcı örneğini ise azınlıklar ile yabancı şahısların kıyafetlerinde
görebiliriz. Söz gelişi
Fena Halde Leman romanında Muhlis Cıvan, giydiği kıyafetten, üstüne sürdüğü kokuya kadar pahalı ve Batılı
bir şıklık içindedir:
“Yaşına
göre, aşırı şık bir adam: Bej ipek gömlek, tarçın rengi ipek
kravat, kemik rengi takım elbise, çorapları, kravatı ve mendiliyle aynı renkten
pabuçları İtalyan mokaseni. İçeri girmesiyle acı bir çam kokusu
ortalığı sarıyor. Pino Sylvestre kolonyasını neden sonra tanıyorum.”
(FHL, s.42)
Muhlis
Cıvan’ın kıyafeti Cumhuriyet dönemindeki Batılı şıklığı temsil ederken, Dersaadet’te
Sabah Ezanları romanında ise Samuel Afram’da gördüğümüz kıyafet Osmanlı’nın son
yıllarında yaygın olan Batılı modayı yansıtır:
“Samuel
Afram, ablak yüzlü tıknaz bir ihtiyar: Azametli kaşları, çatal sakalı ve
favorileriyle, Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Joseph’i andırır,
‘Avropalı’ giyiniyor: Melon şapka, redingot, kolalı takma yaka,
plastron, kravat, manşetli kollar. Süryânîce Semketh harfi kazılmış altın
kravat
iğnesine,
pırlantalı kol düğmelerine, paha biçilmez.” (DSE, s.415)
Haco
Hanım Vay!..
romanındaki Cerrahoğlu
Hulûsi Bey’in giyim tarzı da Samuel Afram gibi Batılı modaya uygundur. Ancak
ondan farklı olarak Doğulu
hayatın içinde yerli motifleri taşıması
onun önemli özelliğidir:
“Hulûsi
Bey, yakası kadife siyah paltosu, muazzam şemsiyesi, yandan düğmeli
potinleriyle, kapıdan ‘pürazamet’ gitmişti: Müslüman sakalı düzgün
kırpılmış, kalabalık kaşları taraz taraz, sıkma gözlüğünün
kordonu yaka deliğine iliştirilmiş. Paltosu, tıknaz ve
yayvan gövdesini öylesine sarmış ki, çıkmak bilmiyor. Cebinde, biri
Türkçe biri Fransızca, iki gazete: Ahenk ve L’Impartial; çevresinde, Pinaud’nın
ağır ve yağlı kokusu!..” (HHV, s.138-139)
Hulûsi
Bey’in sakalı Müslüman tarzına uygun kırpıldığı
hâlde paltosu, şemsiyesi,
potini, sıkma gözlüğü
ve kokusuyla Batılı giyimin çarpıcı bir örneğini
sergilemektedir. Cebindeki Fransızca gazete, giyiminde egemen olan Batılı
havayı bir kat daha pekiştirmiştir.
Dersaadet’te
Sabah Ezanları
romanında Rus soylusu olarak verilen Prens Bragin, günlük hayatın içinde “kaba
müjik çizmeleri, renk renk kazak kaftanlarıyla” (DSE, s.400) dolaşır. Buna rağmen Mizrahilerin düzenlediği yılbaşı balosuna katılmak üzere oraya
giderken Batılıların resmî davetlerde giydikleri frak takımını tercih eder:
“Rugan
pabuçlar, çizgili pantolon, frak, papyon kravat, haut de forme şapka!
İnsanı bu da yanıltıyor, tarak tutmaz saçlarının briyantinle evcilleştirilip
başına yapıştırılmış, kirki sarı sakalının ay ışığı
gibi düzenli taranmış olması da.” (DSE, s.400-401)
Aynı
romanda Fransa’da eğitim
görmüş Selânikli Halıcızade Abdi Bey
ise “vişneçürüğü fesi, tekgözlüğü, yelek cebinde iki
parmağı; kısacası, ‘Levanten’, alafrangalığı” (DSE, s.319)
olan giyim tarzıyla daima iki dirhem bir çekirdektir:
“Katran
siyahı saçları, parıl parıl arkaya taranmış. Kalıplı fesi, tekgözlüğü,
alafranga bıyıkları, ilk bakışta dikkat çekiyor. Hele giyimi, kusursuz:
Tam ‘Paris şıklığı’.” (DSE, s.221)
Giyim
kuşam ve yaşayışta pek çok Batılı alışkanlığı edinmiş Abdi Bey, Mizrahilerin yılbaşı balosuna da frakla katılır.
Fakat Osmanlılığını belli
eden başındaki festen dolayı
eksiklenir:
“(...)
gözü otomobilin camlarında hayaline iliştikçe bozuluyor: Ne zaman
sırtına frak giyse, başındaki festen utanır; ‘münasibi’ pırıl pırıl bir
silindir şapka bunun, ama nerde onda o cesaret: Geceyi istese de
istemese de, ‘altı kaval, üstü şişhane’ geçirecek!” (DSE,
s.397)
Yine
aynı romanda Münif Sabri’nin, başında
fes ayağında pantolon ile ortaya çıkan
Osmanlı aydını görünümünden Avrupaî bir şıklığa yönelmesi, ayrıca dikkati
çeker niteliktedir:
“‘Kalendermeşrepliği’
üstünden atıyor, neymiş o kalıpsız fes, ütüsüz pantolon! Artık bitti:
Giyimine kuşamına bir özen, bir dikkat: Kışa girerken
Ekonomidis’e palto diktirdi, ‘balıksırtı’, yakışmış doğrusu.
O ‘fersude’ çantasını hanidir taşımıyor. Bastonunu yeniledi,
Sultanhamamı’ndaki ünlü Robenson’dan, gümüş kakmalı mıymış ne?
Franguli’den aldığı yassı tabakadan, bir cıgara yakıyor; (...)”
(DSE, s.350)
Münif
Sabri, kılık kıyafetine fazla önem vermezdi. Âşık
olduğu Neveser’den karşılık görmeye başlayınca kendine çeki düzen
vermeye karar verir. Alafranga bir şıklığa kavuşabilmek için büyük mağazalardan yabancı markaları
tercih eder.
Ahmet
Ziya, O Karanlıkta Biz romanında “koyu lâcivert ‘reglan’ pardösüsü,
mavi yün kaşkolu, Tyroll tüylü fötr şapkasıyla” (OKB, s.24)
tam bir Batılı centilmen görüntüsündedir. Giyimindeki ayrıntılar kimi zaman değişirse
de Ahmet Ziya’nın giyim tarzı, bir Batılıdan farklı değildir. Yeğeni Doğan Rumeli’nin Batılı giyim
tarzına önem vermesinin başlıca
sebebi ise kendisine olan hayranlığı
ve özentisidir:
“Doğan
Rumeli, Ahmet Ziya’ya tapıyor. (...) aklı başına erer ermez, çocuk
dayısına özeniyor: Giyimine kuşamına, davranışlarına; tabii
solculuğuna da! O yıllar (1930’lar) Ahmet Ziya, ‘kırmızı boyun atkısı
rüzgârda’, lâcivert basque beresini kulağına indirmiş;
‘süed’ eldivenli elleri, pantolon ceplerinde mi dolaşıyor; Doğan,
iki eli kızıl kanda olsa Yüksekkaldırım’a düşüp, çenebaz Yahudi şapkacılarda
bere aranacaktır: Kırmızı boyun atkısı kolay, ‘süed’ eldiven kolay; Ahmet
Ziya’nın Avrupa’dan getirdiği basque bere bulunamıyor! Sağlığına
muzır olduğunu bile bile, pipoya alışması da, özdeşleşme
hevesinden (...)” (OKB, s.116)
Burada
Doğan’ın Ahmet Ziya’dan birebir
taklit etmeye çalıştığı atkılı, basque bereli, süet eldivenli
giyim ve pipo içme alışkanlığı, Batılı yaşayışa veya giyim kuşam tarzına bir özenti içinde
olduğunu da vurgulayalım.
Haco
Hanım Vay!..
romanındaki gazeteci Rüknettin Şahap,
Batılı modaya uyan kıyafetleriyle âdeta bir yabancı görünümündedir:
“Tarçıni
yazlık takımı, pırıl pırıl pabuçlar, ipek gömlek, İtalyan boyunbağı.
Fesi atmış. Panama bir şapka giymiş; tıraşı
sinekkaydı, iki dirhem bir çekirdek.” (HHV, s.224)
“Aman
bu ne şıklık? Örme, beyaz iskarpinler; tebeşir beyazı, keten
‘takım’;
canotier hasır
şapka; elinde Atina gazeteleri, en göze çarpanı, Elefteros Cosmos!”
(HHV, s.262)
Öteden
beri Osmanlı aydınlığıyla
övünen Rüknettin Şahab’ın
giyim kuşamındaki bu şaşırtıcı
değişiklik
konusunda romancı, şöyle
bir eleştiriyi getiriyor:
“Nerede
üç günlük sakalla dolaşan, o ‘pejmürde’ Osmanlı ‘münevveri’; nerede
çevresine lavanta kokuları saçan, Frenk bozması bu ukala ‘vatanperver’? (...)
‘Gâvur’ Mümin Bey’i taklit ediyor olmasın? O da, bazen şehrin en
‘mümtaz’ çevrelerinde, en mondaine kadınlarla beraber; bazen Belediye
Reisi Hacı Hasan Paşa’nın kolunda, Kuva-yı İşgaliye Karagâhı’na
giderken; böyle ‘alafranga’ bir şıklık içinde görülüyor. Kişiliği
layıkıyla oluşmamış her ‘münevver’, hangi kutsal davaya sahip
çıkma, onun ateşinde eriyeceğine, kutsallığından kendine
‘hazır’ bir kişilik biçmeye kalkışmaz mı? Rüknettin Şahab’ın
yaptığı da, galiba budur. ‘Gâvur’ Mümin Bey’e hayran, ona benzemeye
özeniyor, evet, muhakkak böyle...” (HHV, s.263-264)
Görüldüğü gibi Rüknettin Şahap gibi öz kimliğini iyice algılayamamış, kişiliği yerine oturmamış aydın kısmı, daima bilinçsiz
bir şekilde hazır forma aramaya ve
taklit etme yoluna gider.
İstanbul
dışı Batılı hayat
Yakın mekânlar
İzmir
İzmir’e
halk arasında “Gâvur İzmir”
denilmesi, İzmir’in
sayıca çok olan gayrimüslim ve Levantenlerin bölgede yaşaması ve dolayısıyla bölgeye
getirilen batılı yaşayış tarzının yaygınlaşması ile ilgili bir olgudur.
Attilâ İlhan romanlarında da sık sık bu
Gâvur İzmir’in göze çarpan batılılığı üzerinde durmuştur.
İzmir’in
Frenk Mahallesi, oteller, kafeşantanlar
ve büyük mağazaların
toplaştığı bir yerdir. Batılı tarz eğlence mekânların en göze çarpan
manzarası burada sergilenmektedir:
“Frenk
Mahallesi, Kordonboyu’na dökülmüştü. Tuhaf şey, Rum kızları oldum
olası, mavi beyaz mı giyerlerdi? Sağdan soldan laf atıldıkça, bembeyaz
dişleriyle, çağlayan gibi gülüyorlar. Birahaneler, kahvehaneler
(Sporting Kulüp, Poseidon, Cafe de Paris, Cafe Hermez, Kramer Palas ve
öbürleri) renk renk çatmalı masa örtüleriyle bahçeleri doldurup, kaldırımlara
taşmışlar: çaylarını içerek, kâh Fransızca, kâh İtalyanca
çene çalan, ‘levanten’ madamlar; akşam güneşiyle fesleri kıpkızıl
tutuşmuş Osmanlı ‘alafrangaları’; rakıya erken başlamış,
‘kıranta’ birkaç Rum. Atlı tramvaylar; hayatından memnun, kıl pranga kızıl
çengi bir akşam kalabalığını; taşıya taşıya
bitiremiyor: bir Punta’ya, bir Hükümet Önü’ne! Kısa, kalın ve kara Ermeni
‘duduları’, körükleri açık ‘karoça’larla, Basmahane çevresinden ‘tenezzühe
çıkmışlar’, yanlarında bahriyeli giydirilmiş topaç gibi oğulları,
dudakları bıyık gölgeli kızları.” (HHV, s.184-185)
Yukarıda
görüldüğü gibi eğlence mekânının çeşitliliği, Levanten ve gayrimüslimlerin
çokluğu, döneme göre modern ulaşım araçları, Frenk
Mahallesi’nin hatta İzmir’in
batılı özelliğini ortaya
koymaktadır.
Çalışmamızın İkinci Bölümünde İzmir’deki doğulu hayat izlerini Haco
Hanım
Vay!... romanındaki Kesecibaşı konağını örnek vererek gözden
geçirmiştik. Yalnız Haco Hanım
Vay!.. romanında Emrullah Bey ailesi, Şam’dan
döndükten sonra Arapfırını’ndaki eski konaktan vazgeçerek alafranga kesimlerin
itibar ettiği Karşıyaka semtine taşınırlar. Orada modern bir hayat
beklentisi içerisinde hayatlarını sürdürürler:
“Karşıyaka’da
şimdi oturduğumuz konak, Arapfırını’ndaki Kesecibaşı Konağı’na
nazaran, daha debdebeli, şatafatlıdır. Dünyanın parasını saydılar. Neymiş,
alafranga Osmanlı aileleri, beyzadeler ve kibarlar, artık bu semti tercih
ediyorlarmış! Hal böyleyken, Kesecibaşı’lar, gün geçtikçe
derbeder bir çarşı manzarası arzeden, Beyler Sokağı’nda ikamet
edebilirler mi?” (HHV, s.415)
Nitekim bunların ailece değişik
Batılı eğlence mekânlarında boy
göstermeleri, konakta o tarz davetler vermeleri herkesin dikkatini çekmektedir:
“...
ne günlerdi beyim! Pazar geceleri, aleddaim Kramer Palas’ta olurlardı, sair akşamları Klonaridis’de, bazen Cafe
Corsu’da! Maaile teşrif
olunuyor. Ecnebi muhitinde ahbapları ziyadedir, selamlıkta galiba Avrupa usulü
davetler verilirmiş, Sâlise Nâlân Hanım der ki...” (HHV, s.38)
Böyle olmakla birlikte, Emrullah Raci Bey’in hayat
tarzında bir ikilik söz konusudur:
“...
zevahire bakılırsa, Emrullah Râci, iki ayrı seviyede iki ayrı hayatın adamı:
Sâlise Nâlân’la ‘asri’ yaşıyor, mesela münevver muhitlerinde, vilayet
erkânı arasında, gayr-ı Müslimlerle temas lüzumu hâsıl olduğu zaman!
Halbuki, öteki zevceleriyle alaturka bir hayat sürmesi,
kuvvetle
muhtemel!”
(HHV, s.44)
Görüldüğü gibi sosyal hayat düzeyinde
Batılı eğlence tarzını benimsemiş Emrullah Raci Bey, özel hayat
düzeyinde ise doğululuktan
vazgeçememiştir. Bunun
dışında Emrullah Raci Bey, İzmir’in Yunanlıların elinde
kalacağını düşünerek malını, mülkünü ve
hayatını güvenceye bağlamak
amacıyla tebaa değiştirmek ister. Amacına ulaşmak için gayrimüslimlere konağında ziyafet verir:
“Tebaa
mı değiştirsek acaba? Eşraftan, Fransız veya İtalyan
tebaasına geçenler, pek çoğaldı. Biz niye geçmeyecekmişiz?
Çekeriz konağın kapısına Fransız bandıransını, gayr-ı Müslimlerin
nezdinde itibar elde etmek lazım, bilhassa yerli Rumların! Hadi konakta,
ziyafet sofraları: tanıdık tanımadık sürüyle gâvur, kollarına kokonaları takmışlar,
fan fin don çene çalıyor, zıbarasıya tıkınıyorlar.” (HHV, s.417)
Emrullah
Raci Bey’in Batılı yaşama
hevesi, sadece özentiden kaynaklanmamış,
kendi çıkarını korumak ve yabancı çevrede itibar kazanmaktan da doğmuştur.
Emrullah
Raci Bey’in Karşıyaka’daki
konağı, Cumhuriyet dönemine kadar
muhafaza edilir. Endam aynaları, ayaklı abajurlar, XV. Louis koltuk takımı,
piyano gibi eşyayla oluşan Meşrutiyet dönemi Batılı döşenişiyle dikkat çekicidir. Üstelik
burada yazar, bu tarza bir de ad veriyor: Meşrutiyet
alafrangası.
“Meşrutiyet alafrangası bir dayanış döşeniş,
jelatin yeşili kristal ‘endam’ aynaları, ayaklı abajurlar, XV. Louis
koltuk takımı. Köşede piyano. Duvarlarda, av hayvanı kafaları: Kurtlar,
boynuzları çatallı bir geyik, yırtıcı dişleriyle bir kaplan. (Avcılığa
meraklı olan kim, Leman Korkut mu?) Sağda solda, ‘Osmanlı’ fotoğrafları
göze çarpıyor (...)” (FHL, s.47-48)
Haco
Hanım Vay!..’da
Cerrahoğlu Konağı, Meşrutiyet dönemi Batılı etkisine
karşı duramayan geleneksel Osmanlı
konağının bir örneğidir. Buradaki motifler de
oldukça farklıdır:
“Cerrahoğlu
Konağı, an’anevi harem/selamlık tefrikinin azametli bir numunesiydi;
bâdemâ bu tefriki lağvetmişler, nâmahrem yok artık, ‘kabul
günlerinde’ kadınlı erkekli poker oynanıyor; evvelce müskirata el sürmezdi,
artık mubah; tütün ise, münebih imiş...” (HHV, s.136)
Artık Batılı eğlence
tarzının benimsendiği
bu konağın dekorasyonu da Batı usulü
gösterişli eşyalarla gerçekleştirilmiştir:
“‘Salon
takımları’ mutlaka değişmeliymiş’, Eksinoplu’da gördüğü
‘directoire’ koltukları istiyor; ‘ayrıyeten’, Samaritain mağazasının
yeni getirttiği o kuyruklu piyano yok mu, ‘kütüphanede’ çok zengin
duracakmış!” (HHV, s.130)
Gazi Paşa
romanında İzmir eşrafından Uşşakîzadelerin köşkleri ise Batılı iç düzeni ve
sosyal hayatıyla ayrıca dikkatimizi çekmektedir. Burası benzerlerine göre Doğu motiflerinin çokluğu ile gözler önüne
serilmektedir:
“Göztepe’deki
kadar değilse de, şatafatlı ve konforlu döşenmiş bir
salon; ağır kadife perdeler, batı tarzında oturma grupları, vitrinli iki
büfe, kristal birkaç ayna. Duvarlarda, ünlü hattatların tâ’lik yazılarıyla,
Latife’nin yağlı boya bir tablosu dikkati çekiyor; bir de, gösterişli
ve sarkaçlı bir duvar saati: yeknesak tik takları.” (GP, s.460)
Uşşakîzadelerin
Karşıyaka’daki bu köşkü Batılı döşenişiyle ön plana çıkarken
Göztepe’deki köşkü
görkemli kütüphanesiyle âdeta Avrupa malikânesini andırır:
“Köşkün kütüphanesi mutantan ve muazzam: Avrupa
malikânelerindeki
kütüphanelerin bir benzeri: hemen her dilden, renk renk
ciltli, ansiklopediler, romanlar, şiir kitapları, vs.”
(GP, s.396)
İzmir’in
Yunanlıdan geri alınışı
şerefine Lâtife Hanım köşkte Batı usulü bir resmikabul
düzenler:
“Köşkün, büyük kabul salonu; hol ve
verandadaki devetli kalabalığının, yumuşak ve kibar uğultusu
içindedir; ayrıca, ceviz mobilyalı şahane gramofondan, yayılan müzik:
Mistinguette, ya da Josephine Baker’den şarkılar; bazen de, rüya gibi,
Viyana valsleri...” (GP, s.366)
Batılı müziğiyle
yaratılan Avrupaî havanın yanı sıra Batı usulü sofra hizmeti de ayrıca dikkat
çekicidir:
“Muazzam,
kristal avizelerin altında, -biri önde, öbürü arkada,- iki muhteşem masa
hazırlanmıştı. Siyah giyimli, beyaz eldivenli garsonlar servis yapıyor.
Kolalı masa örtüleri, beyaz ve işlemeli; şamdanlar, çatal bıçak
takımları gümüş; sürahi ve bardaklar, kristal; tabaklar, Sevres
porseleni: herşey göz kamaştırıyor.” (GP, s.370)
Salon dekorasyonundan çalınan müziğine, sofra hizmetinden yemek
takımına kadar kabulün tüm ayrıntıları Batılı kibar ve zengin zümrenin elinden
çıkma gibidir.
Ankara
Tezimizin II. Bölüm’ünde üzerinde durduğumuz gibi Attilâ İlhan’ın romanlarında Ankara, çoğu zaman Anadolu kasabası
havasıyla karşımıza
çıkmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti
olarak ilân edilmesiyle çağdaş bir şehir olma yolunda ilerleyen
Ankara, zamanla yepyeni ve Avrupaî bir kimlik kazanır. Aşağıda
Yaraya Tuz Basmak’tan aldığımız
paragrafta Ankara’nın, bir süre Erzincan’da görevini yapmış Yüzbaşı Demir üzerinde bıraktığı izlenim verilir:
“Doğu
Ekspresi’yle Ankara’ya vardı ki, şehir toz mavi bir kar altında çatır
çatır buz tutmuştur: Soğuk, külrengi çelikten enli bir bıçak,
insanları yukardan aşağıya doğruyor; Erzincan’ın,
derinliklerinde hâlâ köpek havlamaları, sığır böğürmeleri işitilen
kasaba tenhalığına oranla, Ulus Meydanı, basbayaşı büyük şehir,
Yenişehir tarafları ise, Avrupa.” (YTB, s.251)
Tipik
Anadolu şehrinin soğukluğu yanında modernleşme eğilimine de dikkat çekilirken
Ankara’nın sadece dıştan
görünüşü değişmiş değil, sosyal hayat anlamında da
birtakım yenilikler kazandığı
söz konusudur:
“Bulvar
kahvelerinde akşamüstü insanları. Bakanlıklar’dan kıl pranga kızıl çengi
sekreterler, yabancı elçiliklerin metropol havasına susamış görevlileri
Peşmelba mı alırsınız, Çilek Chantilly mi hayatım, vallahi Flamingo’nun
profiteröl’ünü de çok methediyorlar ama, ben rejim yaptığımdan...”
(YTB, s.372)
Batı’nın
Türk sosyal hayatı için yeni olan bir motifi de “kokteyl”dir. Nitekim Batılı
tatlı çeşitlerinin tercih edildiği kahve ve pastanelerin yanında
Batı usulü düzenlenen toplantıların da yaygınlaştığı göze çarpmaktadır. Böylesine
toplantıların yapılmasına yabancı elçiliklerin büyük ölçüde örneklik ettiği söylenebilir:
“Çankaya’da
bir iki elçilik kokteyline birlikte gittiler. Yazları, bahçeleri elverişli
olanlar, kokteyllerini açık havada verirlermiş: baygın salkım söğütler,
iri çınarlar, uğultulu çamlar arasında seçkin kalabalık. Ankara’nın
kaymağı: İrili ufaklı diplomatlar, bakanlık ileri gelenleri,
yerli yabancı gazeteciler.” (YTB, s.374)
Bu
alıntılardan anlaşılacağı üzere açık havada verilen
kokteyller, toplumun seçkin kesitinden oluşan
yerli ve yabancı konukların katılımı, Ankara’da sosyetik bir yaşayışın benimsendiğinin bir göstergesi olarak
kabul edilebilir. Bunlar Batılı unsurların Ankara hayatına kattığı renklerdendir. Ankara’nın doğululuktan batılılığa giden bir değişim
çizgisinin sergilendiği
açıkça görülebilir.
Dar
mekân olarak Allahın Süngüleri’nde Mustafa Kemal’in kaldığı Direksiyon Villası, Batılı döşenişiyle dikkatimizi çekmektedir:
“(...)
ev, ‘ecnebi’den kalma, ‘o zevkle’ döşeli dayalı: mütevazı bir salon;
kenarda düz bir piyano, Sevres vazolarında, yapma güller; duvarlarda, iki
‘taklit’ Renoir; pencerelerde, kornişli kadife perdeler; maun bir
kütüphane ve ‘stil’ mobilyalar; öteki taraftaki, yoksul kışla hayatı düşünülürse,
‘aşırı’ mondaine bile sayılamaz mı? Şahâne çini soba, hava
poyrazdan karayele döndüğü için, yakılmış; hafif bir çıra ve is
kokusu, havada dolaşıyor.” (AS, s.504)
Bu
alıntıda da görüldüğü
gibi düz piyano, Sevres vazoları, Renoir tablosu, kadife perdeler, maun
kütüphane ve stil mobilyaların hepsi, Batı dünyasının beğenisine uygun motiflerdir.
1920’li yılların başında
Ankara’da bu kadar alafranga bir mekân, Mustafa Kemal Paşa’ya büyük bir yadırgama
duygusunu uyandırır (AS, s.503).
Selânik
Osmanlı
Devleti’nin Avrupa toprağındaki
önemli şehirlerinden Selânik, bölgenin
kozmopolit yapısından kaynaklanmış bir
zenginliğe sahiptir. Bu zenginliği yaratan unsurlardan biri,
Batı Avrupası’ndan gelmekte ve çeşitli
alanlarda kendini göstermektedir:
Selânik, eski Selânik mi? Beş on yıldır, Avrupa şehri
oldu çıktı. Hele
liman
yapılıp demiryolu bağlanalı,
şaşırtıcı gelişmeler gösteriyor. Ortalık ‘ateş pahası’
ama, ‘cemiyet hayatında’ alışılmamış bir canlılık; ‘piyasada şayan-ı
dikkat’ bir hareket. Adım başı ‘Avrupaî ticarethaneler’, ‘bonmarşe’
mağazaları, birahane truplarının temsilleri seyrediliyor, Cavallaria
Rusticana ya da Don Giovanni operası; bazen, Viyana Yaylısazlar Topluluğu,
Vivaldi, Bach, vs. Avrupa ve Balkan dillerinde, sürüyle gazete ve mecmua; yeni
yeni Fransız, Alman, Musevi okulları.” (DSE, s.214)
Görüldüğü gibi gün geçtikçe yoğunlaşan Avrupa etkisi, Selânik’in
sosyal hayatına Batılı bir görünüm kazandırmıştır.
Ticaret hayatı, eğlence
tarzı, basın ve eğitim
gibi alanlarda başgösteren
bu batılılık, şehrin doğulu kimliğinin yerini almıştır.
Geleneksel
Osmanlı ailesi olan Halıcızade Yalısı’nda da bu Avrupa etkisinin izlerine
rastlanır:
“Yeni
evlilere, Haremin ikinci katındaki, denize bakan balkonlu odayı ‘tahsis’
ettiler. Yatak odası takımları, Sabribey caddesindeki İtalyan mobilyacı
Pertini’den, halis ceviz, muhteşem şeyler. Geceleri, çardaklı
karyolanın cibinliği, kar beyazı bir sis gibi iniyor. (...)” (DSE,
s.275)
Buradaki Batılı mobilya seçiminde, Abdi Bey ve
Neveser’in lükse ve Batı’ya olan özentilerinin payı da olduğunu eklemeliyiz.
Şam
Haco Hanım Vay!.. romanında Şam, İngilizler tarafından işgal edildiği döneme rastlanmaktadır.
Dolayısıyla ilk planda sokaklarda dolaşan
“çingene esmeri gurkhalar, geniş kenarlı şapkaları, kısa
pantolonlarıyla ‘izciye benzeyen’ Anzac neferleri” (HHV, s.115-116)
dikkati çeker. Otellerde ise kozmopolit bir görünüm göze çarpar:
“Oteller
-daha çok ‘tatlıuu frengi’- bir başka
âlem: vişnerengi
kadife perdeler, Kahire ya da İstanbul
işi, Louis XV. taklidi koltuklar;
maun bazan ceviz karyolalar, beyazı maviye çalar, saltanatlı cibinlikler. Devlet-i
Aliyye, ‘Fransa devlet-i fehimesi’ ile ‘hâl-i harbde’ imiş, ne gam; lobby’lerde
çatır çatır Fransızca konuşuluyor.
Yöneticinin çoğu
Yahudi, Katolik Ermeni; Hırisiyan Araplara da rastlanır: burundan sıkma gözlük,
‘dindon’ sakal, Avrupa kesimi beyaz keten ceket, ince çizgili siyah pantolon.” (HHV, s.13)
Otellerin
döşeme ayrıntıları (kadife
perdeler, XV. Louis koltuklar, maun veya ceviz karyolalar) ve genellikle
gayrimüslim olan yöneticinin giyim tarzı (sıkma gözlük, Avrupa kesimi ceket ve
pantolon) Batı’ya özgü olup Doğu’ya
yayılmış unsurlardır.
Emrullah
Raci Bey’in ikinci eşi
Salise Nalân, işte böyle
otellerde kendine alafranga bir çevre edinir, Batı usulü sosyal hayatını
sürdürmeye çalışır:
“Sâlise
Nâlân, mutadı veçhile, Victoria Oteli’nde, Damascus Hotel’de seyran sekiyor; ne
yaptıysa, burada da ekseriyeti memur karısı, bazıları Hıristiyan yerli, kendine
benzer alafranga kazları bulmuş,
selamlıkta kabul günlerine başladı.” (HHV, s.394)
Şam’daki
konak hayatında batılılığın
izlerini Mahçubyan Konağının
yaşayışında görmekteyiz. Bu konak,
Çizmeciyan Paşa’nın
Dersaadet’teki konağının
bir benzeri olarak yaptırılmıştır:
“Saklım
salkım avizeler, ortalığı,
içisıra ışık
tozlarının titreşip
durduğu,
saydam bir kristal aydınlığına
boğuyor; ‘murassa’ ayaklı
şamdanlardan,
çevreye, sırmalı gümüş iplikleri, tel tel dağılyordu.
Başlıbaşına bir salon
sayılabilecek kadar ‘vâsi’ holden, asıl kabul salonuna geçtiler: sedef kakmalı
ceviz sehpaların, ‘rengârenk’ yastığa gömülmüş görkemli
divanların, ipek kadifesinden hünkâr koltuklarının, çerçeveleri yaldızlı yağlıboya
tabloların, dalgın yüzdüğü, ‘nâmütenahi’ bir şeffaflığa
battılar, (...)” (HHV, s.17-18)
Bu
çerçevede konağın iç
düzeninin Batılı, eşya
ve dekorasyonunun ise Doğu-Batı
karışımı olduğunu görmekteyiz. Konakta akşam yemeğine geçilmeden önce bezik
oynanır, piyano çalınır (HHV, s.61). Ayrıca buralarda zaman zaman Batılı tarz
davetlerin verildiği
de söz konusudur (HHV, s.34).
Uzak
mekânlar
Paris
Attilâ
İlhan’ın romanlarında en çok
geçen Batılı mekânlarından biri Paris’tir. Özellikle Zenciler Birbirine
Benzemez ve Fena Halde Leman romanlarında Paris, olayların geçtiği asıl mekândır. Diğer romanlarda ise şahısların kimi zaman öğrenim görmek, kimi zaman arayış isteğini gerçekleştirmek için gittikleri hayal şehri konumundadır: [XXXVI]
“Paris
bir hayal. Bizim, köklenmiş bir midye hüznü ve iştahıyla, İstanbul’lardan
kalkıp Paris’e gelmişiz, bir başka hayal. Nihayet Paris’te Jarry
sokağında; olmadı mı, Dupont’ta ya da Faubourg St-Martin’de yeni keşfettiğimiz
La Flench d’Or’da oturup; en az İstanbul’dakiler derecesinde cıvıltılı,
en az onlar derecesinde beşeri ve yürek ağartıcı hayaller
kurmamız da, başka bir hayal. Yalnız biz mi kuruyoruz? Herkes! Herkes!
Hayatlarını ve ilişkilerini diledikleri gibi düzenleyememiş olanlar,
mal bulmuş mağribi gibi, palas pandıras hayallere koşuyorlar.
Biz de palas pandıras hayallere koşuyoruz.” (ZBB, s.225)
Bu
bağlamda Attilâ İlhan’ın romanlarında çok sayıda
siyasî mülteci, öğrenci,
şair, ressam gibi pek çok
sanatçının ortak hayali, Paris’e gelip yaşamaktır.
Bir de bunlara yaşadıkları
ülkede huzursuzluk çeken veya mutsuz olan insanlar da eklenir. Zenciler
Birbirine Benzemez’de Yankoviç’in Paris’i “XX. Yüzyılın mezarlığı” olarak nitelendirmesi, bu
insanların kader birliğini
dile getirmiştir:
“Yankoviç; — ... Paris, diye gürleyip duruyor,
hep eski Paris!
Dünyanın bütün cesetleri buraya düşer. Burada kalmak ister.
İçkisini bir çizgide dikiyor: — ... Paris,
diyor, XX. yüzyılın
mezarlığıdır.
Bu mezarlıkta, sana da bir yer bulacağız.” (ZBB, s.143-144)
Her Paris’e gelenler, umduğunu bulmaz. Çoğu zaman hayal peşinde koştukça hayal kırıklığına uğrar:
“— ... gerçek Paris’i bulmak! diyor. Zor! Çok
zor! Gelirsiniz, ya çevrenizi sırtınızda getirirsiniz, ya da daha önce
getirilmiş çevrelerden birisine düşersiniz.
Şarabından bir yudum alıyor:
... her ikisi de, diyor, Paris
değildir.”
(ZBB, s.215)
Nitekim romandaki şahıslar
gerçek Paris’i bulmak yerine kendi alışkanlıkları
ve değer ölçüleri doğrultusunda Paris’ini yaşarlar.
Paris’in
semtleri
Fena
Halde Leman
romanının merkez kişisi
Leman Korkut aslen Fransız’dır. Romanda bir genç kız olarak Jeanne ve yıllar
sonra Leman olarak Paris’te yaşadıkları
günler veya anılar konu edilir. Bu kentin çeşitli
semtlerle ilgili geniş mekân
betimlemelerini çoğu
zaman onun anlatımından izlemekteyiz:
“Telli
pullu bir öğle sonu, büyük bir iç huzuru ve yürek rahatıyla, Quartier
Latin’e yerleşiyor. Kendimi insan seline bırakıp, St-Michel Bulvarı
boyunca, ta Denfert-Rochereau Meydanı’na kadar yürüyorum. İşte bu yürüyüş
sırasında, geldim geleli duyduğum, nedense bir türlü gerçek anlamını
çıkaramadığım bir duygunun, adını koydum. Çok da sevindim: Paris’e gelmiştim
ben, doğduğum şehre, çocukluğumun evrenine! Paris
demek, Seine Nehri demekti, biraz sisli rıhtımlar, akordeonların su gibi
pırıltılı gülüşleri,
biraz da St-Martin Kanalı. Hani La Mere Pierrier’nin ufacık kahvesinde, millet
tezgâhın başına
toplanır gecenin geç saatlerine kadar, Froni Populaire’i tartışırdı.
Babam da aralarında mı? Sonra sütlü kahve ve ay çöreği. Seine’de süzülen
yolcu gemilerinin soylu güzelliği.
Şehrin
nabzı gibi vuran lunaparklar (...)
Paris restera toujours Paris” (FHL, s.98-99)
Quartier
Latin, St-Michel Bulvarı, Denfert-Rochereau Meydanı, Seine Nehri, St-Martin
Kanalı, La Mere Pierrier, Grands Boulevard, St-Ouen Stadı gibi Paris’in belli
başlı yer adlarından söz edilerek şehrin genel bir görünümü gözler
önüne serilir. Leman Korkut’un çocukluk anılarıyla ve Paris’e duyduğu özlemiyle karışmış bu Paris tablosunda akordeon
sesleri, eski bir Paris şarkısı,
kahvelerin sıcak kalabalığı,
gemiler, lunaparklar başıboş gençler, maç sonrası kalabalık
gibi unsurlarla Paris’e özgü canlılık, sıcaklık ve hareketlilik ön planda
tutulmuştur.
Hâlbuki Paris’in bambaşka bir izlenim veren gece
görüntüsü de vardır:
“Araba
gecenin puslu karanlığına gömüldü. Yol boyunca ansızın beliren gizli ışıklar,
karanlığı yer yer aydınlatıyor; her kaçıcı aydınlıkta, alt alta, üst
üste birtakım gece görüntüleri görünüp kayboluyordu: İşte bir banliyö
kahvesi, işte gece devriyesine çıkmış pelerinli iki polis, göğüsleri
ve kirpikleri takma sarışın bir yosma, neon reklamlarının dilsiz şenliği,
ışıkları kösülmüş bir sürü de pencere.” (FHL, s.71)
Burada Paris’in ışıklı
ama güven vermez karanlık yüzü, her olasılıklar yüklü bilinmezliği göze çarpmaktadır.
Paris’te yeme-içme
Paris halkının yeme-içme mekânları olan lokanta ve
kahvelerle ilgili pek çok ayrıntıları Zenciler Birbirine Benzemez’de
görebiliriz:
“Garın
çevresi otellerle kahvelerle dolu. Kahveler, Paris kahveleri: Masaları
kaldırımlara taşımışlar. Müşteriler sokakta oturuyor,
sokakta yemek yiyor. Lokanta mı aramıştık? Sürüsüne bereket! Her yer
lokanta! Her kahvede, bir şeyler tıkınan insanlar. Ta karşıda,
altın yaldızlı harflerle bir yazı: ‘I’Ecu de France’. Lokanta. Bu tarafta bir
ötekisi. Lokanta!” (ZBB, s.35-36)
Adım
başı kahveler ve lokantalar, sokak
kaldırımlarına kadar taşınan
masalar, sokakta oturup rahat rahat yemek yiyen insanlar, Paris’e özgü sokak
görüntülerindendir.
Paris kahveleri, şehrin
kozmopolit yapısına bağlı
olarak dünyanın her köşesinden
gelen insanların uğrak
yeridir:
“Büyük,
ışıklı, kalabalık bir kahve. Her köşesinde, başka dil konuşuluyor.
İspanyolca ve Arapça, Çince ve İngilizce: Işık gözlerine
doluyor. Garsonlar, ışığı, kadehlerde taşıyorlar. (...)”
(ZBB, s.129)
Çoklukla Quartier Latin’de toplaşan bu kahvelerin müşterileri, halkın çeşitli kesiminden bir araya gelen
insanlardır:
“Gazeteni
okuyup dururken, birden, Quartier’de olmak istersin. Oranın kahvelerinde, hiç
olmasa, işsiz güçsüz ressamlar, okul kaçağı öğrenciler, ne
yapacağını bilemeyen devamlı yalnızlar bulunur. Her birisi, masasında,
sütlü kahve bardağını, iki avucuyla avuçlayıp, hapisten yeni çıkmış bir
hergele iştahıyla, sıcak sıvıyı ve özgürlüğü, can sıkıntısından
gebermek ve zamanını çarçur etmek özürlüğünü, eşekçesine
höpürdetir içer. Kirpiklerine, sinek kâğıdı gibi, bir beyhudelik duygusu
yapışır. Birer birer kopar kirpiklerin. Kurukafaya dönersin. Beyaz. Ve
yalnız.” (s.159)
Amaçlı
veya amaçsız Paris kahvelerine gelip oturanlar, sanatçı olsun öğrenci olsun, orada keyiflerince
zamanlarını harcarlar. Bir iki kruasan, yanında bir fincan sütlü kahve ile
mutlu olurlar. Beyhudelik etme kaygısını taşımazlar.
Çünkü özgürlük Paris’te yaşanılabilecek
en büyük değerlerden
biridir:
“Neden
geldiniz? diye sormadılar. “Ne yapıyorsunuz?” diye sormadılar. Değil mi
ki gelmiştik, buradaydık; demek ki gelmemiz lâzımdı. Ne yaptığımıza
gelince; besbelli umurlarında bile değildi bu! Adam Paris’te hiçbir
şey yapmayabilir: Bütün gününü kahvelerde geçirebilir. Seine boyunda
geçirebilir, Eiffel’in dibinde geçirebilir; ama, yine de bir şeyler
yapmış sayılır. Bu, büyük bir şeydir. Paris’tir bu be!” (ZBB,
s.212-213)
Görüldüğü gibi Paris yaşantısının ayrılmaz bir parçası
olan kahveler, sadece insanın karnını doyuran yeme-içme mekânı olmayıp şehrin özgürlük değerini de temsil eden
unsurlardan biridir.
Paris’te gündelik hayat
Paris
kahvelerde görülen başıboş zaman özgürlüğüne karşı Paris’teki gündelik hayat,
hızlı ve şaşmaz
bir düzende yaşanılır;
yani tekdüze bir hayat tarzı söz konusudur:
“Paris’in
gündelik hayatı, bir makine düzeniyle onun dışında sürüp gider.
Sabahları, ortalık henüz aydınlanırken, metrolar işçileri ve
gazetelerini taşımaya koyulurlar. Otobüslerin, ağır kamyonların
gürültüsünden uyuyamazsınız. Hal etraflarında, terli, sevinçli, utanmaz bir
kalabalık! Daha sonra öğrenciler, memurlar. Herkes hayatını yapan, ya da
bozan, günlük işkenceyi çekmeye koşar.” (ZZB, s.158)
Paris,
dünyanın her büyük kentleri gibi işçileri,
esnafı, memurları ve öğrencileriyle
gününe başlar. Bu insanların her biri,
kendi çapında hayat mücadelesini verir:
“Sokağın
çılgın ivmesi, bereket versin, daha kapının eşiğinden beni
kapıyor. Böyle ipe sapa gelmez, başı sonu belirsiz bir akıntıya karşı
koyabilmek olası mı? Herkes, sadece kendisinin bildiği bir nedenden
acele ediyor: Dalgın, suratı asık erkekler, üstübaşı özensiz erkeksemiş
kadınlar, kaybolmuşa benzer, dokunsan kırılacak okul çocukları.”
(FHL, s.87)
Kadın
olsun, erkek olsun geçimini sağlamak
için çırpınan bu heyecanlı insan kalabalığı
Paris’in gerçek halkıdır. Dalgın veya sevimsiz görünseler de onlar Paris’in
gerçek kahramanlarıdır. Çünkü Paris’i yaşamak
ve yaşatmak için sosyal anlamda somut
katkıda bulunan insanlardır.
Metropol
olarak Paris’in gündelik hayatında edebiyat, sanat ve politika gibi değişik
gündemler de bulunmaktadır. Kurtlar Sofrası’nda Ümid, kolej yıllarından
beri uzaktan tanıdığı
Paris’e ayak basar basmaz, şehrin
sunduğu kültürel, sosyal ve siyasal
boyutlardaki zenginliklerinden çok etkilenir:
“Paris
seni bozuyor. İstanbul’un hayatının alışkanlıklarını törpülüyor,
zevklerini aşındırıyor. Gözlerine, kulaklarına, ağzına, yeni yeni
zevkler ekliyor. (...) Kendisini bir orospu mahallesinde havagazı direğine
asıp boğmuş, ya da bir Nazi mangası tarafından kurşuna
dizilmiş şairler okuyorsun. Müzelerin büyük salonlarında klasik,
galerilerin küçük salonlarından modern ressamları gözlerine geliyor.
Gösteriler, siyasi mitingler, çeşitli konferanslar, Paris’i dört
yanından tutuşturuyor. Bir yerde, grev yapmış işçiler,
otobüsleri devirip barikat yapıyorlar. Bir başka yerde, fakülteli öğrenciler,
sinema kulübünün kapısında, Murnau’nun filmlerini tartışıyorlar.”
(KS, s.274-275)
Marjinallik,
klasik-modern karşılaşması, politika çalkantıları
kısacası Paris’in bütün problemlerinden doğan
bir ağırlık karşısında Ümid, ezildiğini hisseder. Nitekim Paris’te
bulunduğu sürece hep bu ağırlığın altından kalkmanın yolunu
arar. Paris tecrübesinden faydalanarak kendine özgü bir kimlik biçmeye çalışmıştır.
Fena
Halde Leman
romanında Leman Korkut, bir Fransız olmasına rağmen
yıllardan sonra Paris’e tekrar geldiğinde
büyük bir yabancılık duygusu çeker. Çünkü gördüğü
Paris, çocukluğunun
Paris’ine hiç benzemez. Bütün dünya şehirleri
gibi, özellikle İkinci
Dünya Savaşı’ndan
sonra Paris’te de belirgin birtakım değişiklikler söz konusudur.
Paris’in değişen yüzünü sergilemek bakımından
oldukça çarpıcı olan aşağıdaki alıntıyı uzun da olsa
vermeyi uygun görüyoruz:
“Viski,
iriyarı, sarhoş bir Amerikan eri gibi, ortalığa egemen olmuştu.
Bir
sürü görgüsüz içecek, (Coca Cola, Pschitt, Schweppers, vs...) yoksul akraba
derekesine düşürülmüş
geleneksel kırmızı şaraba, etmediğini koymuyordu. Kalbi
kırılan filtreli kahve almış başını taşraya gitmiş,
yerini tatsız tuzsuz endüstriyel bir sıvıya, ekspres kahveye bırakılmıştı.
Ne yanıma dönsem, cam, çelik, formika!.. Hiçbir kişiliği olmayan
yaldızlı mankenlerin, kusursuz bacakları. İngiliz yapısı, küçük, kırmızı
spor arabalar. Plastik kapaklı cep kitapları. “— Bu gece, Publicis Sineması’nda
bir İsveç filmi göreceğiz, bir eşi daha çekilmez.” “— Nasıl
Gauloise mi, hâlâ Gauloise mi içiyorsun? Boşversene sen, al şuradan
bir paket Peter Stuyvessant, ciğerlerin bayram etsin.” Metronun
tekerlekleri kauçuk olacakmış, oldu, oluyor; Hal, Rungis’e taşınacakmış,
taşındı, taşınıyor. Halkın sevmediği grevler, siyasal
mitingler. “— Bayanlar baylar, danışma ücretsizdir, sorun öğrenin,
Danimarka mobilyalarımız sağlamlıkla pratik yararı birleştirmiş
birer şaheser.” “Kış aylarından yaz tatilini
örgütlemeyenlerin, pişman olması kaçınılmaz.” Courreges, siyah ve beyaz
‘geometrik kadın’ı yaratıyor: Bütün çizgiler köşeler: “— Üçüncü stop işitildiği
zaman, saat sekizi tam elli dokuz dakika, otuz saniye geçecektir.” Çalışmaktan
feleğini şaşırmış bürokratlar, ne yapacağını
bilemeyen ‘süs’ milletvekilleri. Hafta sonunun acıklı bilançosu; trafik
kazalarında seksen ölü, altmış yaralı. Ungaro’nun gerçek dışı
mantoları. Cardin’in, erkekleri jigolo, hem de hafif
‘o
biçim’ giydirmek saplantısı! Televizyonda haberler, pazar-spor yazarlar ve
kitapları. Günlük ve haftalık diziler: Thierry la Fronde, Janique Aimee,
Müfettiş Bourrel.
Televizyon, yine televizyon, hep televizyon...” (FHL, s.144-145)
Görüldüğü gibi, Paris’te yeme-içme
âdetlerinden tüketim alışkanlıklarına
kadar pek çok geleneksel değerin
bir yana atıldığı söz
konusudur. Özgünlük yerine formalizm önem kazanmaktadır. Tüketim piyasası,
siyaset, moda, medya dünyası gibi konular gündeme getirilirken Paris’in
gündelik hayatı üzerinde ayrıntılarıyla durulmuştur.
Ve bu hayat tarzı bütün yönleriyle yozlaşmaya
yüz tutmuş durumdadır.
Paris’te
eğlence hayatı
Metropol
olarak Paris’te eğlence
hayatı, çeşitliliği ve zenginliğiyle ünlüdür. Dünyanın her
yanından gelen insanların zevklerine hitap eden türlü eğlence çeşitleri Paris’te bulunur.
Konser, opera, sinema, meyhane, kahvehane gibi eğlencelere
çıkan insanların oluşturduğu renkli manzara, Paris
gecelerini renklendirmektedir:
“Caddeden,
eğlenceye susamış, bir Cumartesi kalabalığının geçtiği
görülüyor. Muşamba ceketli bir çocuk, bir kızcağızı almış gidiyor.
Başka birtakım erkekler; başka birtakım kızları, Galerie
Lafayette’de, Printemps’da, ya da öteki uniprix’lerde çalışan, belki
onların hiçbirinde değil de, Montrouge’da bir pastacıda çalışan
kızları, almış gidiyorlar. Kızların rujları tutuşuyor. Bir tanesi
mutlaka Opera-Comique’e gitmek istiyor. Bir saat, gişenin önünde
kuyrukta beklemek, sonra en üst balkondan, Tristan ve İsolde’u
seyretmek. SNCF’de çalışan delikanlı, ille sinemaya gideceğiz
diye tutturmuş: Charlot’nun bir filmi varmış.
Sendikada
çocuklar övmüşler.
Oysa öbürleri, dancing’e gidecekler. Şarkılı
kahvelere
gidecekler.”
(ZBB, s.211-212)
Bu
da gösteriyor ki Paris’te gündelik hayatın yorucu düzeninden kurtulup rahatlama
ihtiyacı duyan insanlar, kendilerini avutabilecek çeşitli eğlencelere gitmeyi alışkanlık hâline getiriyor.
Zenciler
Birbirine Benzemez
ve Fena Halde Leman romanlarında Paris’te eğlence mekânı olarak en çok
kahve, pavyon ve barlar görülür. Bu mekânlarda genellikle yemek yenilir, içki
içilir, müzik dinlenir, dans edilir. Söz gelişi
Mehmed-Ali, Yankoviç’le birlikte gittiği
Republique’deki bir kahve vardır. Bu kahvede barmen tarafından çeşitli içkiler hazırlanır,
otomatik pikaptan şarkılar
dinlenir:
“(...) Republique’de bir kahvenin çinkosu
önündeyiz. Daha başkaları
da var. Çiçekçi bir kadın. Otomatik pick-up’ın önünde birikmiş gençler. Biz, barmene
dönüyor;
Un Ricard! diye tekrarlıyoruz.
Cambaz
gibi, abartılmış
el hareketleriyle, şişeleri, bardakları, atıp tutuyor; herkese
gülümsüyor; herkese, lâf yetiştiriyor: — Tamam, diyor, Un Ricard! Buz
kovasını önümüze bırakıyor. Aklımızın içine bakıyoruz. Hâlâ kimsecikler yok. Ne
Hilde, ne Sabiha, ne de bir başkası. İçki anasonlu ve soğuk.
Pick-up’ta Luis Mariano haykırıyor:
Andalousia
mia...” (ZBB,
s.169)
Paris’te
bu tip şarkılı kahvelerin bolluğunu, özellikle Strasbourg
Bulvarı’nda rastlanılabildiğini
de bu romandan öğreniyoruz:
“Strasbourg Bulvarı’ndaki, şarkıcı
dükkânlarından birine gideriz.
İçerisi
kalabalıktır. Çocuklar, Amerikan bilardolarını kuşatmışlardır.
Kasabadaki kadından dört marka alırız. Bu, dört şarkı dinleyeceğiz
demektir. Önce, bir Maurice Chevalier:
“Ya tant d’amours
sur toute la terre...” ”(ZBB, s.229)
Mehmed-Ali
ve arkadaşlarının sık sık uğradığı “Mikaido”, armonika,
balalayka, santur gibi enstrümanlardan oluşan
Rus orkestrasının bulunduğu
yerdir. Madrid Kahvesi ise, gene Mikaido’ya benzer atmosferde ama özellikle İspanyolların rağbet gördüğü ve İspanyol müziğinin ağırlık verildiği yerdir:
“Arkasından
Grands-Boulevards’da, Madrid Kahvesi. Orkestra kızlar.
Şimdi
şu köşede, kesik saçlı kadınla köse herifin kırıştırdıkları
masanın bu tarafında, yalnız başına oturacağız, garsona yeniden
grog söyleyeceğiz.
Orkestra
‘Les sabots...’ diye bir
şarkı tutturdu. Kızlar fena çalmıyor. Güzel de söylüyorlar. Halkın bir kısmı
da, şarkıya katılmasın mı? Paris halkı bu! Grog, sıcak ve hızlı. Ciğerimizi
ısıtıyor. (...)” (ZZB, s.199-200)
Fena
Halde Leman
romanında Leman’ın tercih ettiği
mekân, genellikle bodrum katında, mağara
havasında olan dans yeri veya pavyondur. Bu da değişik bir eğlence mekânı olarak karşımıza çıkmaktadır:
“(...)
St-Germain Bulvarı’ndaki cave’lerden birine sızdım. Dans edilen bir yermiş,
berbat bir müzik, orta yerde azgın bir boğa gibi dört dönüyor. Hava, aşk
serbest havası. Bir köşede, bunalımlarını felsefe gevezeliği
halinde kusanlar. Türü yeterinde tanıdığımdan, yanlarına uğramadım.
Oysa sığınacak birini bulmalıyım. Gözleri porselen akı, kadının beyazına
aç birkaç zenci, ötede oturmuş, ‘Siyah Afrika’yı emperyalizmin boyunduruğundan
kurtarıyor. Beride, tertemiz ve pespembe, iki mutlu domuzu andıran, iki semiz Amerikalı.
Tanıdık birini bulamayacak mıyım?” (FHL, s.77-78)
Öte yanda Leman’ın rastgele girdiği bir yer altı pavyon ile
ilgili betimlemeler de oldukça dikkate değer
niteliktedir:
“Rutubetli
bir mahzene, derli toplu bir ışık düzeniyle ‘özgün’ kabare havası vermişler.
Salon dedikleri bu! Tavanı basık bir yer için fazla gürültülü bir caz topluluğu,
sağı solu tokmaklayıp, herkesi serseme çeviriyor. Çalgıcıların hepsi
Amerikalı zenci, yaptıkları işe gönül verdikleri açık, başka
salonda olsa çaldıkları kulağa hoş da gelecek ama burada kafa
bırakmıyor. Bağıra bağıra konuşmak zorunlu: bakışları
donuk, gülüşleri bir örnek, füze memeleri çıplak garson kızlar,
dediklerimi duyabilsinler diye bağırıyorum. Herkes bağırıyor. Müşterilerin
çoğu zenci, giderilmez aşağılık duygularıyla mutsuz;
kadını erkeği, şişe moru güzellikleriyle ışıltılı
ve etkileyici.” (FHL, s.222)
Görüldüğü gibi bu tür gece eğlence mekânlarında insanı sağır eden müzik, müşterilerin bağırma çağırmaları, serbest kadın-erkek
ilişkileri, su gibi içilen alkol ve
sarhoş insanlardan oluşan bir manzara hâkimdir.
Paris’te
kadın-erkek ilişkileri
Zenciler
Birbirine Benzemez’de
Paris’e yeni gelmiş olan
Mehmed-Ali, Luxembourg bahçesinde aralıksız öpüşen
bir kızla oğlanın
rahat tavırlarını yadırgar. Çünkü bu kendi memleketinde pek olumlu karşılanacak bir durum değildir:
“ ...
ikisinin yaşını toplasan, diye düşünüyor, bizimki kadar etmez.
Okul çocukları bunlar. Anaları babaları görse ne der ki?
Süreyya; — Haa! diyor, Paris’in âdeti bu:
Sokaklarda öpüşürler.
Resmen
yasak ama, polis göz yumuyor. Turizm dalgası!” (ZBB, s.56)
Üç
yıldır Paris’te yaşayan
Süreyya ise bu durumu “Paris’in âdeti” diye doğal
karşılar. Hatta bunu şehre turist çekmek için yapılan
turizm planının bir parçası olarak niteler.
Bıçağın Ucu’nda Ressam Cavcav
da Paris sokaklarında herkesin gözü önünde öpüşen
insanlardan söz eder:
“ —
... Paris’te -diyor-, başka:
İnsan hür birader. Millet
sokaklarda şakır
şakır öpüşüyor, ağzını açan yok! Kıyak değil mi? Yalnız, öpüşenlere hayvan gibi
bakmayacaksın, ha, vallahi onlar değil
seni ayıplar.”
(BU, s.95)
Görüldüğü gibi Cavcav’a göre bu
Türkiye’de ayıplanabilecek bir durum olsa da Paris’te doğaldır. Hatta bunu insan özgürlüğünün bir göstergesi olarak
takdir eder.
Mehmed-Ali,
Paris’in rastgele bir kahvesinde Amerikalı havasında bir kadınla karşılaşır. Mehmed-Ali’nin ilgisini
çekmek için kadının gösterdiği
girişken tavır onu oldukça şaşırtır:
“(...)
Aynada, tekrar göz göze geldiler. Kadın donuk, zeytin rengi gözleriyle
Mehmed-Ali’ye asıldı. Mehmed-Ali içisıra:
Paris’te,
diye devam ediyordu, her şey
değişik ve başka! Kadınlar erkeklere
asılıyorlar.”
(ZBB, s.83)
Mehmed-Ali,
kadının erkeğe
asılmasını Paris’e özgü bir çapkınlık usulü olarak yorumlamaktadır. Nitekim adı
Marie-Te olan bu kadınla duygusal yönden yoksun bir ilişki yaşar.
Fena
Halde Leman
adlı roman, Paris’te yaşanılan
çarpık kadın-erkek ilişkilerinin
çok yoğun bir şekilde işlenmesi bakımından dikkat
çekicidir. Çok sayıda olan eşcinsel
ve travestiden oluşan
şahıs kadrosu bunun bir
göstergesidir. Jeanne ve Miss Higgins arasında, Ekrem ve Lili arasında, Lili ve
Boby arasında eşcinsel ilişkiler; Paşa Nuri ve ev sahibesi arasında
sadist-mazoşist ilişki vardır.[XXXVII]
Christiane ise “existensialiste’im diye önüne gelenle yatan” bir Fransız
kızıdır. (FHL, s.65)
Paris
veya Fransız hayranlığı
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Paris’e
gelmiş ve yaşamış şahıslarda, Paris şehrine veya daha geniş anlamda Fransız kültürüne olan
hayranlık açıkça gözlenir. Onların gözünde Paris ve temsil ettiği Fransız kültürü, modernlik ve
gelişmişlikle özdeşleşmiş durumdadır. Dolayısıyla
Paris’te yaşamışlık bu şahıslara bir tür ayrıcalık
kazandırır. Bu da doğal
olarak onların bakış açısını
ve hayat tarzını etkiler.
Dersaadet’te
Sabah Ezanları’nda
Halıcızade Abdi Bey, Selânik’te kolej okuduktan sonra yüksek öğrenimi için Paris’e gider ve
orada birkaç yıl kalır. Memleketine döndükten sonra da konuşmasında sık sık sokuşturduğu Fransızca kelimeleri ve
anlata anlata bitiremediği
Paris anılarıyla dikkati çeker:
“ —
... Fransız Meşahir-i
edebiyyesinden Renee Vivien vardır, Lesbos Culte’ünden bir şaire, fevkalâde kalem
sahibi, münhasıran kadın aşklarını terennüm ediyor, Paris ikametim
sırasında bşr Amerikalı kadınla hâl-i münasebetteydi, muazzam bir scandale!..
Fransız dilinden düşmüyor hiç, Küçük Valde’nin
ara sıra eksiklenerek söylediği gibi, sanki doğup büyüdüğü
şehir Selânik değil Paris, Selânik gurbet, o da ‘daussıla’ çeken bir
‘ecnebi’, gönlünü anılarla avutuyor: (...)” (DSE, s.284)
Abdi
Bey’in annesini yadırgatacak kadar bu Paris özlemi, yaşayışına kadar da yansımaktadır.
Abdi Bey çay içmekten hoşlanmaz,
sabah kahvaltılarında bile kahve ile yetinir. Nitekim eşi Neveser, kocasının “bu alışkanlığını,
‘âli tahsilini’ Paris’te yapmış olmasına bağlıyor”. (DSE,
s.17) Ayrıca Abdi Bey’in kayınpederi “Alaman” Ziya Bey’in Alman taraflığına sürekli tepki göstermesini
de şöyle yorumlar:
“Neveser
önceleri bunu kocasının ‘fevriliğine’, Almanlardan ‘hazzetmeyişine’
vermişti: Belki de, Fransızlık taslayışının bir uzantısı; sabah
kahvaltısında çay yerine kahve içmeyi, her sofrada şarap bulundurmayı
nasıl âdet etmişse, bu alışkanlığı da Fransızlardan kapmış
olabilir, sonra baktı ki, hayır, Abdi Bey ‘ailesinden’, hoşlanmıyor,
‘bahusus’ babasıyla kardeşinden.” (DSE, s.284)
Gülistan Satvet, babasının mesleği icabıyla bütün tahsilini Paris’te
görmüş, Paris modasına uyan giyimi ve
akıcı Fransızcasıyla ön plana çıkan alafranga bir tiptir. Onun Fransız
kültürüne olan aşırı
tutkunluğu, onu kendi millî kimliğinden utanacak dereceye kadar
götürür. Fransızların karşısında
bir çeşit eksiklenme duygusu hisseder:
“Marie-Laure
Oiselet adını, duyar duymaz, âdeta ilikleri donmuştu: ‘mondaine’ bir
‘Osmanlı kadını’ sıfatıyla, her ‘nokta-i nazardan’ kendisini, bu gösterişli
kadına ‘fâik addediyordu’; tek noksanı, Fransız olmayışı! Tanrının işlerine,
akıl mı erer? Niye Devlet-i Âliyye’nin Paris sefir-i kebiri Refiî Satvet Bey’in
‘kerimesi’ olarak dünyaya geleceğine; Fransa Devlet-i
Fehimesi’nin,
Dersaadet sefir-i kebiri Monsieur Falan’ın kızı olarak dünyaya gelmiyor? O
takdirde, hayatı ne kadar kolaylaşacaktı!
Osmanlı’dan ziyade, ‘ruhunu’ Fransız hissetmiyor mu; Rene’ye bu mertebede zayıf
olmasının, altında yatan hakikat de, belki bu!” (AS, s.77)
Öte yanda, Zenciler Birbirine Benzemez’de
üç yıldır Paris’te yaşayan
Süreyya, şehre yeni gelmiş olan Mehmed-Ali’ye Fransa’yı şöyle tanıtır:
“—
Fransızlar, diyor, bizden çok üstün bir millet. Gün geçtikçe daha iyi
anlayacaksınız ya! Herhangi bir şeyi, yapmaya niyetlendiler mi, tamam!
Mutlaka en iyisini yapıyorlar.
Duruyor
duruyor; — ... Bak! diyor, buradan baktın mı Türkiye köy gibi görünür, yâni
demek istediğim...”
(ZBB, s.64)
Görüldüğü
gibi Süreyya Fransız milletinin zekâsına teknolojik başarısına büyük hayranlık
duymakta, hatta kendi halkını ve ülkesini küçümsemektedir.
Bıçağın
Ucu’nda ressam Cavcav, yıllar önce Paris’te iki ay kalmış, sürekli Paris anılarını dile
getiren bir Paris hayranıdır:
““—
... ben Paris’teyken arkadaş, Sartre’ı iki kere görmüşüm. Sartre
diyorum yanlış anlama, Jean-Paul Sartre, tamam mı: Nah böyle bağa
gözlükler takmıştı, ve de...”
Ya
da iliklerine kadar özlemli ve duygusal: “— ... Paris’te -diyor-, başka: İnsan hür
birader. Millet sokaklarda şakır şakır öpüşüyor, ağzını
açan yok! Kıyak değil mi? Yalnız, öpüşenlere hayvan gibi
bakmayacaksın, ha, vallahi onlar değil seni ayıplar.”
Ondan sonra gelsin uydurma Paris serüvenleri.” (BU, s.95)
Cavcav Paris anılarını anlatarak çalım satarken,
kendi memleketindeki durumla karşılaştırma yaparak eleştiride bulunur:
“—
... n’aparsın, memlekette resim geleneği yok. Bu sorun, her şeyden
önce bir eğitim sorunu: Bizim burdaki inekler, natürmort boyayan
badanacıları büyük ressam sanıyor di mi, git bak Paris’e, amatörlerin en
dangalağı nasıl bir bakışta ne yapmak istediğini
çakallıyor. Hele bir cevher bulurlarsa, tamam, tabloların kapışılır. Bir
gün Picasso bana dedi ki...” (BU, s.96)
Hiç
Fransa’ya gitmediği
hâlde Paris’e ve Fransız kültürüne olan aşırı
hayranlığıyla dikkati çeken bir diğer şahıs da Allahın Süngüleri’nde
Ermeni Arsen Karagözyan’dır:
“Ne
adam, hayatını Paris hasretiyle tüketmiş: ne zaman, hangi sohbet boşluğunda,
baş başa kalsalar; ne yapıp edip sözü, iki büyük ‘perestişinden’
birisine getiriyor: Sarah Bernard ve Damia! Serüvenlerini öyle kapsamlı, o
kadar ayrıntısıyla biliyor ki; daha ilk açılışında, Marie-Laure’u ciddi
bir şaşkınlığa uğratmıştı: (...)
(...)
Sonra
ömründe hiç gitmediği
ve görmediği halde, doğup büyüdüğü, yıllardır özlemini
çektiği bir şehri anıyormuş gibi, içini çeke çeke söylediği,
o cümle:
“— ... Paris, ah Paris: La Ville Lumiere!..” ” (AS, s.331-332)
Görüldüğü gibi Arsen Karagözyan’ın
Fransa’ya ve Fransız sanatçılarına duyduğu
ilgi ve hayranlık, bir Fransız’ı bile şaşkına çevirecek kadar
çarpıcıdır. Fransız müziğinden
tiyatrosuna, edebiyatından şehirlerine
kadar çeşitli konularda bilgi sahibi
olan Karagözyan’ın en büyük hayali ise, Fransa’ya göç etmek ve özellikle
Marsilya’ya yerleşmektir
(AS, s.113).
Öteki
uzak mekânlar
Napoli
Zenciler
Birbirine Benzemez’ın
olayları hemen hemen hepsi Paris’te geçer. Romanın baş kişisi Mehmed-Ali, İstanbul’dan önce gemiyle
Marsilya’ya sonra trenle Paris’e gider. İstanbul-Masilya
yolculuğunun bir durağı da Napoli’dir. Mehmed-Ali
burada Hilmi’ye yardım etmek için kaçakçılığa
karışır. Bu işi yaparken Napoli’nin ara
sokaklarına girer. Buradan gördüğü
Napoli, hiç beklemediği
“(...) yoksul, bakımsız, kötümser; insanı beklenmedik şeyler düşünmeye,
Allah’ı, Pergamberleri düşünmeye iten bir şehir”dir (ZBB,
s.25). Kaçakçılığın
getirdiği gerilim ve yakalanma korkusu şehrin bu karanlık yüzüyle birleşerek Mehmed-Ali’nin gözünde
Napoli’yi belâlı bir belde konumuna getiriverir. İstanbul’dan
farklı olan havası da ayrıca Mehmed-Ali’nin dikkatini çeker:
“Napoli
belâlı şehir. Tramvayları, İstanbul’un tramvaylarına benzemez.
İnsanları başka. İtalyan bunlar. Dükkânlarda, pırıl pırıl dişli
kocaman kızlar, afişlere yan gelmiş gülüyorlar. Ellerinde
fısfıslı birer bardak, altında iri yazılar: ‘Bevetez Coca-Cola’.
Mehmed-Ali, aynı afişleri Türkiye’de ve Yunanistan’da gördüğünü
hatırlıyor. Türkçe ve Rumca olarak. Gidip bir Coca-Cola içiyor, soğuk!
Geçen yaz İstanbul Sergisi’nde, Sabiha ile beraber. Sabiha, ne kadar
merak ediyordu bu zıkkımı? Nasıl şeymiş bu zıkkım?” (ZBB,
s.26-27)
Ayrıca
teknoloji ve tüketim seviyesinde Napoli, tramvay gibi modern ulaşım aracı ve Coca-Cola gibi
küreselleşmiş Amerikan markası ile dünyanın
diğer büyük şehirlerinden farklı değildir.
Londra
Olaylar Londra’da geçmediği hâlde, Gazi Paşa’da
şehrin genel görünümü ile ilgili
bir bölüm bulunmaktadır. Bu da roman içinde Londra Konferansı’ndan söz edilmesi
ile ilgili bir durumdan ileri gelmektedir:
“Londra:
toprakları üzerinde, ‘güneşin asla batmadığı’ imparatorluğun,
mağrur ve mütehakkim ‘payıtahtı’; vapur dumanı ve linyit kokan, nemli
bir sis ağırlığının altında, âdeta ezilmiş, yamyassı:
Wesministre Sarayı, son derece soğuk; Big Ben Kulesi, yüksek ve ‘mutantan’;
Parlamento binası, yaşadıklarıyla mağrur, yaşayacaklarından
şüpheli; varla yok arası görünüp, göründüğü gibi kayboluyor:
sanki bir rüya!
Kilise
çanları, yorgun ve bezgin, karanlığa
dağılmaktadır; sis körlüğünün buğulu derinliklerinde; o
siyah, aristokrat şemsiyeler, amacını yitirmiş, âdeta yüzüyor.
Soho ortamında iç içe geçmiş, viski-soda, cazband ve çarliston dansı;
ensesi traşlı, kaşları kıl incesi çizilmiş fahişeler;
melon şapkalı, yakasında çiçek, dişlerinin arasında puro, gözünde
tekgözlük; hüviyeti gizli ‘gentleman’lar; yani kazanılmış bir ‘dünya
savaşı’nın, sefih çılgınları; halbuki hisse senedleri, o da lâf mı,
bütün ‘değerli kâğıtlar’; borsada, şaşılacak bir
hızla inip çıkıyorlar (...)” (GP, s.90-91)
Bu
görüntüsüyle Londra, öncelikle Westminister Sarayı, Big Ben Kulesi, Parlamento
binası gibi İngiltere’nin
parlamento tarihiyle anılan yapılarla Batı dünyasının mağrur havası içindedir. Ardından
dininden insanlarına, eğlence
ortamından ticaret hayatına kadar Batılı bir şehrin
belli başlı özellikleri gözler önüne
serilmektedir.
Moskova
Gazi Paşa
adlı romanda Tverskaya Bulvarı etrafında Moskova’nın batılı görünümü ile ilgili
aşağıdaki
bölüm oldukça dikkati çeker niteliktedir:
“Tverskaya
bulvarı, bir zamanlar şehrin en alımlı, en gösterişli caddesiydi;
hanidir, eskiden olduğu gibi ‘barina’ denilmeyip, kendilerine, prenses,
kontes ya da düşeş denilen soylu kadınlar; kışın ağzı
burnu duman atların çektiği gösterişli troykalarıyla gelir;
aralarında ya Fransızca ya Almanca konuştukları için, etrafa bir ‘Avrupa
havası’ dağıtırlardı; mağazalar, birbirinden büyük, vitrinleri,
birbirinden canlı; hangisinde, yanılıp yakılıp kuş sütü arasan, bulunur.
Kontes ya da düşeşler, -vizon, astragan ya da ziblin kürk ve
serpuşlarıyla, o mağaza senin bu mağaza benim, dolaşırlardı:
alışveriş yapıyorlar.
Moskova,
hele geceleri; renkli elektriklerle ve cadde boyunca uzayan havagazı lâmbaları
ile -kietraflarında âdeta pustan, sihirli bir hâle taşırlardı- bir hayal şehir
izlenimi uyandırırdı.” (GP, s.391-392)
Burada
söz konusu olan “Avrupa havası”, soylu kadınların gösterişli giyim kuşam merakı, Fransızca ve Almanca
gibi yabancı dille konuşmaya
özenmesi, lüks mağazalarda
su gibi para harcaması gibi sosyetik bir hayat çizgisi izlemesinden kaynaklanmıştır.
Moskova’nın bu gösterişli hayat tarzına karşı olarak, Bıçağın Ucu’nda
Tolstoy, Turgeniyev ve Dostoyevsiy’in romanlarında görülen ve kenar semtlerin
zavallı insanlarını anlatan yoksul Rusya çağrışımı göze çarpmaktadır:
“Kutsal
Rusya: Hiç kalkmayacakmış gibi, stepleri ve ormanları kaplamış,
süt mavisi kar örtüsü. Uzaktan troykaların iç titreten çıngırakları. Kiliseler,
kiliseler, kiliseler! Yağlı ve kömür sakallı Ortodoks babaları, kutsal
resimlerin önüne çökmüş, kavga eder gibi iri iri dua ediyor. Bir mahzen,
mahzende bir meyhane, meyhanede döke saça votka içerek tartışan
üniversite öğrencileri: Hepsi yoksul, yarısı üniformalı, yarısı veremli.
Ioraslav yöresindeki yazlık konağında nazlı bir prenses, yalnızlıktan ve
can sıkıntısından eriyip tükeniyor. Fransızcadan başka dil konuşmayan
Avrupa görmüş derebeyleri, elde kırbaç, yoksulluğun karanlık mağarasındaki
simsiyah mujikleri dövüyorlar. İlkbahar. Volga’nın buzları çözüldü
çözülecek.” (BU, s.254-255)
Burada çetin coğrafya
şartları altında yaşam mücadelesini veren insanlar
ön plana tutulmuştur.
Bunun yanı sıra, Hristiyan mezhebi olarak Ortodoks, Orta Çağ siyasî düzeni olarak
derebeylik, Batı’ya özgü motiflerdir.
Tokyo
Yaraya Tuz Basmak’ta Üsteğmen Demir ve ‘Zizi’ Yüzbaşı, iznini kullanmak üzere
Tokyo’ya giderler. Şehrin
en canlı, hareketli “Ginza Caddesi”ne çıkarlar:
“Ginza
Caddesi, barış hayalleri üreten vitrinleri, ışıklı reklamları,
trafik işaretleri, çekik gözlü kısa boylu kalabalığıyla, cömert
ve şaşırtıcı.” (YTB, s.83)
Şehrin eğlence mekânlarının toplaştığı bu caddede Amerikan etkisi ağır basmaktadır; hatta Amerika
tarzı bir yaşamın
izleri çarpıcı bir biçimde verilmektedir:
“Amerikan
işgali Tokyo’da yankee beğenisine uygun bir sürü eğlence
yerinin yerden fışkırmasına neden olmuş. Minyatür yapılı düş kadınları,
Japon eğitiminin soylu inceliğini, ruj, rimel, Allah ne verdiyse
parçalayıp, chewin-gum çiğneyen, Camel ya da Chesterfield
cıgaraları tüttüren Broadway yosmalarına öykünmüşler. Daha elini içki
bardağına uzatmadan, yanı başında birkaçı birden belirliyor: “Hello
darling!” Bazıları benzeyiş tam olsun diye gözlerinin çekikliğini
ameliyatla yok ettirmiş, umut bu ya, bakarsın Ohio’lu, ya da İllinois’lu
bir çavuş çıkar, gönlünü kaptırır, evlenmeye yeltenir!.. Tavanı dönen
aynalı dans pistlerinde, Frank Sinatra’nın, Doris Day’in ünlü şarkıları
yanıp yanıp sönüyorlar. (...) Üsteğmen Demir’se gerçeğin ana
çizgisinden sık sık kayıp, Tokyo’da cephe gerisi izninde değil de,
kendisini technicolor bir Amerikan filminde buluyor.” (YTB, s.85)
Görüldüğü gibi Uzak Doğu ülkesi Japonya’nın başkenti Tokyo’da gerek eğlence hayatında gerek kadın
tipinde büyük bir değişim söz konusudur. Amerikan
etkisi sonucunda kadınlar kendi öz kimliğini
feda ederek Amerikan filmlerinde gördükleri kadın tipine özenirler. Geleceğini de bir Amerikalı ile
evlenmekte ararlar.
Amerika
Attilâ İlhan’ın
romanlarında Amerika, olayların geçtiği
bir mekân değildir. Kurtlar
Sofrası’nda Amerikalı J.A.L. (Joel Archibald Lehmann) ve Freddy Mills ile
bağlantılı olduğu sürece söz konusu edilir. Bu
iki şahsın anılarından J.A.L.
Lehmann
Tractors’s
Company’nin büyük patronu, Türkiye’de yatırım yapmak üzere Freddy Mills’i
görevlendirir. Fakat romanda daha çok Kızılderili eşyası koleksiyoncusu özelliğiyle karşımıza çıkmaktadır. J.A.L.,
dünyanın parasını harcayıp Apache kralı Cochise’nin hançeri, Geronimo’nun başlığı, Apache’ların ok ve yayları,
Kızılderili tamtamları ve tomahawkları olmak üzere Kızılderililere ait ne
bulursa toplar (KS,s.238-239). Ayrıca onun Amerika ile ilgili şu görüşü dikkat çekicidir:
“...
biz, diyor, solukbenizliler, Amerika’yı Kızılderililerden çaldık; şimdi
bu aşağılık zenciler, köpek gibi üreyerek, bizden çalmaya uğraşıyor.”
(KS, s.238)
Freddy
Mills, ara sıra doğup
büyüdüğü New York’un 14. Avenue ile
ilgili anılarına dalıp gider. Kimi zaman New Yok’un sisli sokakları, kahvelerde
bulunan otomatik piyanolar, müşterilerin
beyzbol tartışmaları,
günlük siyaset ve ekonomi gündemleri gibi gerçek olayları hatırlar (KS,
s.240-241), kimi zaman film ve romanlarla karışmış bir hayal dünyasına girer:
“Freddy
Mills, çocukluğundan bu yana, 14. Avenue’de; New York’un ve öbür
Amerikan şehirlerinin bütün avenue’lerindeki sinemalarda yaşadığı
Kızılderili filmlerini, Zane Grey’in ve ona benzer öteki yazarların, çocukluğuna
ve ilk gençliğine bitiştirdiği kovboy romanlarını,
renkleri ve çizgileri birbirine karışmış, karman çorman bir
bulamaç halinde çevresinde hissediyor. Bir tomahawk. Bir Colt-45. Kişneyen
beygirler. Issız yollarda yakılmış bir posta arabası. Ve Batı’ya, daima
ve daima Batı’ya, durmaksızın akan, ılık ve hızlı bir kan gibi, o hırçın ve vahşi
Batı’ya akıp giden, göçmen kafileleri.” (KS, s.238)
Burada Kızılderili filmleri ve kovboy romanları
aracılığıyla tanıtılan “Vahşi
Batı”,
Amerika’nın göç tarihine özgü bir imajdır. Bilindiği üzere Amerika kıtasında
beyazların arazi kazanma çabaları, Doğu’dan
Batı’ya doğru
yapılırdı. Bu çerçeve içinde “Batı”, alıştığımız çağdaşlık, gelişmişlik kavramlarının aksine,
gerilik ve vahşiliğin bir ifadesidir.
BATININ KADINA BAKIŞI
Çağdaşlaşma yolunda ilerleyen Türk
toplumunda kadının değişimi, ayrıca dikkat çekici bir
konudur. Kadın için eğitim
imkânlarının çoğalması,
onların toplumda daha aktif ve önemli bir yer edinmelerini sağlamıştır. Sosyal hayattaki yeni
konumu ile birlikte yeni bir kadın görüşü
de oluşmaktadır.
Attilâ
İlhan’ın romanlarında kadınla
ilgili görüşlerin
önemli bir yer tuttuğunu
görmekteyiz. Zaman zaman çağdaş kadının eskiden farklı olan
konumuyla gündeme getirildiği
dikkati çekmektedir. Neveser, Gülistan Satvet, Rosa Mizrahi, Arşaluys, Maide gibi Osmanlı’nın
son dönemi kadın şahısların
ortak hayali, “asrî kadın” olmak ve asrî bir hayat yaşamaktır. Bu da çoğu zaman Batılı giyim kuşam, Batılı yaşayış hatta Batılı değer yargılarının benimsenmesi
demektir. Söz gelişi
Gülistan Satvet, geleneksel Osmanlı kadınından bambaşka olan karakteri ve davranışıyla herkesin dikkatini
çekmektedir. Alafranga giyimi, mükemmel Fransızcası, etkileyici cazibesiyle
çevresindekilere büyük bir hayranlıkla kendisi için “asrî kadın” sözünü
söyletir (SP, s.126; DSE, s.347).
Abdi
Bey’in “asrî kadın” ile ilgili görüşleri
de ayrıca dikkati çeker niteliktedir. Neveser ile evlilik planını çizerken
Paris’e veya Dersaadet’e yerleşip
müstakbel eşinin bu şekilde her yönüyle “asrî bir
kadın” olmasını diler (DSE, s.227). Gülistan Satvet’i her zaman “örnek
alınması gereken ‘asri bir kadın’” (DSE, s.347) diye takdir eder. Ünlü
Fransız aktris Sarah Bernard’ın sahnede erkek rolüne çıktığını örnekleyerek “asri
kadın, cür’retkâr kadındır” (SP, s.332) görüşünü
dile getirir.
Haco Hanım Vay!..da gazeteci Rüknettin Şahap, sevgilisini şöyle tanıtır:
“...
yoo, lalettayin bir kadın değil, münevver ve asri: âli tahsilini
Viyana’da ikmal etmiş, fevkalade piyano çalıyor! Bediiyat üzerine
bilmediği yok: evvelsi gün, muhabbete dalmışız, Goethe, Schiller
derken, akşamı ettik. (...)” (HHV, s.186)
Görüldüğü gibi Rüknettin Şahap’ın “asrî kadın” anlayışı, Batılı öğrenim görmüş olması, piyano çalabilmesi ve
Batı edebiyatını iyi tanıması gibi niteliklere dayalıdır.
Asrî
kadın olmayı sadece dış görünüşteki benzerliklerde arayanlar
da vardır:
“Yaşıtlarının
çoğu gibi, Sevim de, çağdaş kadın olmanın yollarını,
mahalle sinemalarında gördüğü Amerikan filmlerinden öğrenmişti.
(...) bilerek bilmeyerek davranışlarına Joan Crawford kesinliğini
ve keskinliğini nasıl yedirdiyse, burnunun Ava Gardner burnu olmasını
Viyana’daki estetik ameliyatlarıyla öyle sağladı.” (SP, s. 175)
Doktor
Sevim’in kurt köpeği,
Jaguar arabası, Bandit kokusu ile yarattığı
etkileyici kişilik,
sosyal çevredeki gerçekliklerden değil,
sinema filmlerinden edinilmiştir.
Kurtlar Sofrası’nda Güner ise sevgilisi Freddy Mills’in hoşlandığı gibi Amerikan filmlerinden
gördüğü “alnında incecik gerilmiş
kalem çizgisi kaşları, tek tek ayrılmış lacivert rimelli
kirpikleriyle” Amerikalı kadın imajını yaratmaya çalışır (KS, s.638-639).
Soeur’lerde
okumuş, Fransa’da müzik eğitimi almış Arşaluys, batılı tarz şık giyimiyle kendini daima
“asrî kadın” olarak niteler. Kadın-erkek ilişkisindeki
aşırı serbest tavrıyla özellikle
dikkati çeker. Erkeklerin asrî kadına olan bakış açısı
üzerine şöyle bir yorum yapar:
“...
erkeklerin tercihi, haddızatında zayıf kadınlardır, binaenaleyh şark esprit’sine,
ziyadesiyle mütemayil olanlar! Asri kadın, ekseriyetini dehşete
sevkediyor: fuhuşa ve dostluğa, evet; izdivaç mevzubahs oldu mu,
suret-i kat’iyede hayır!” (HHV, s.64)
Burada
Doğulu kadın, zayıf kadın olarak
nitelenir; ayrıca erkeklerin evlenmek için Doğulu
kadını, eğlenmek için asrî kadını tercih
etmesi görüşü dile
getirilir. Nitekim kendini asrî kadın olarak niteleyen Arşaluys, “... asri bir kadına,
Şark’ta hakk-ı hayat yok!” (HHV, s.121) diyerek en büyük tutkusu ve
teselli kaynağı olan
müziğe adayıp Avrupa’ya yerleşmek ister (HHV, s.121-122).
Arşaluys gibi Doktor Melek de
Batılı ve serbest hayatı benimsemiş bir
kadın olarak karşımıza
çıkmaktadır:
“Moskova’ya
geleli acayip serbestleşti: Yazın Udelnaya Kampüsü’nde, olur olmaz
gruplarla ortadan kayboluyor; güneş kavuşurken, gözleri halka
halka mor, tebessüm ve kahkaha, çıkageliyordu; söyleşilerde, bazı
sosyalist kadınların, -en çok da Clara Zetkin’le Alexandra Kollontai’ın- yazıp
çizdiklerine toz kondurmuyor, tabii, yaptıklarına da! Yok ‘serbest aşk’
esasmış; yok kadın ‘vücuduna tesahüp etme hürriyetine’ kavuşmalıymış;
neler neler!” (OKB, s.30)
Aşk ve cinsellik konusunda Batılı
sosyalist kadınların düşüncelerini
benimsemiş ve onları işine geldiğince savunan Doktor Melek’in
erkekle ilişkisi de
toplumun geleneksel tavrından farklıdır:
“Doktor
Melek, asla ‘hanım’ olmamıştı; bunu, ifrata vardırılmış bir
kadınlık izzetinefsiyle, ‘zül telâkki ediyordu’; erkekle ilişkisi,
isterse sevdiği erkek olsun, sürekli bir rekabet ilişkisi; o ne
yaparsa ben de yaparım, beni ‘olduğum gibi’ kabul etmek
mecburiyetindedir, filân!” (OKB, s.144)
Doktor
Melek, “a la garçonne” (erkeklere özgü) kestirdiği
kısa saçları, ense tıraşı,
dudaklarının üstünde bıraktığı
hatta biçim verdiği
bıyık gölgeleri ve kan kırmızı rujuyla erkeğe
daha yakın, fakat o kadar da çelişki
uyandıran bir izlenim bırakmaktadır. Ahmet Ziya ona,
“...
‘alafranga’ hanımlarımız hanidir kendilerini, ya Mary Pickford’a, ya da Lily
Damita’ya benzetmeye uğraşıyorlar; sen galiba Douglas Fairbanks’ı
tercih ediyorsun!” (GP, s.307)
diyerek
durumdan olan memnuniyetsizliğini
dile getirirken Doktor Melek, kendini şu
sözlerle savunur:
“...
yirminci asrı idrak ettiğimizi, unutma azizim!” diyor: “...
Artık
kadınlar da, erkekler kadar hak sahibidir: canları ne çekerse, yapabilirler:
isterse bıyık da bırakır, ona
şekil de verebilirler.” ”(GP, s.308)
Görüldüğü gibi Doktor Melek, kadının
kendi iradesine göre hareket etmesi gerektiğini
vurgulayarak kadın hakları savunucusu sıfatıyla karşımıza çıkar.
Ümid
de Doktor Melek gibi, toplumun alışılagelen
değerlerden farklı olan giyimi, yaşam tutumu ve fikirleriyle göze
çarpmaktadır. Saçlarını oğlan
çocuğu gibi kestiren, az ve hafif
boyanan, sigara içen, pantolon giyen Ümid, kadın güzelliğinin anlamını değişik
bir yönden ele alır. Ona göre yüzde simetri, vücutta orantı gibi ölçülerin
ifade ettiği kavram,
kadın değil, dişidir. Önemli olan başkalarına özenmek değil, kendi iç güzelliğini bulmaktır (KS, s.24-25). Bu
bağlamda Ümid, kendi kadınlığını da şöyle yorumlar:
“Birçokları beni, yeter derecede ‘kadın’
bulmuyorlarmış. Yalan!
Aradıkları
kadın değil
bir kere. Onlar etli butlu, süzgün gözlü ‘dişiler’ arıyor. Ben o değilim;
alaturkası da değilim: Lepiska saçlarını gerdanıma döküp mehtap gibi
sırıtmıyorum; alafrangası da değilim; bir bulut gibi salına salına dolaşmıyor,
burun yırtan parfümler dağıtmıyorum. Ben katı ve sağlamım.”
(KS, s.24-25)
Ümid,
kadının dış görünüşü konusunda Doğulu ve Batılı kadın tipi
arasında bir bileşim
üretmek çabasındadır. Kadının sosyal hayattaki konumuna gelince kadın-erkek
ayırımına karşıdır:
“Hadi
oradan! Hiçbir şey bu kadının, bu erkeğin diye ayrılamaz. Hele
sosyal planda. Eskidenmiş onlar. Erkekler ne yapıyorlarsa, şimdi
kadınlar da yapabilirler. Yapmaları icap eder. Bunun aksi de doğru
elbet.” (YTB, s.219)
Ümid’in ayırım karşıtçılığı, cinsellik görüşüne de yansımaktadır. “Erkeklerin
kullanabildiği bütün cinsel hakları, kadınlar neden kullanamayacakmış”
(YTB, s.371) sözüyle dile getirilen bu görüş,
Ümid’in kadın-erkek ilişkisinde
sergilediği girişken tavrını açıklar
niteliktedir.
Sırtlan Payı’nda Miralay Ferid, kız kardeşi Hayrunisa’nın evine aldığı Rus mürebbiye ile eşcinsellik ilişkisi kurduğunu ilk duyduğunda “namusunu silahıyla
temizleme”yi düşünmüştür (SP, s.158). Oysa Hayrunisa
kendisini suçlayanlara şöyle
cevap verir:
“(...)
ayol dünyanın gidişatından haberi olurmuş biraz insanın,
gazeteler Avrupa’nın bilmem hangi memleketinde erkeklerin birbiriyle
‘resmen’
evlendiğini
yazmıyor muymuş, hal böyle iken kurun-u vustai
fikirler
serdetmek gülünç mevkie düşürürmüş
seredenleri, (...)” (SP, s.156)
Görüldüğü gibi Hayrunisa, eşcinselliğin Batı’da doğal karşılandığı gibi kendi ülkesinde de artık
yadırganmaması gerektiğini
düşünür. Bu da kadın-erkek ilişkisinde etkisini gösteren Batı
özentisinin bir örneğidir.
Asım
Taga, taşralılığını bırakamamış olan karısından utanır.
Karısının modern sosyal hayata ayak uyduramadığı
bir yana, Asım Taga’yla kızının “medenî yaşama”
imkânlarını da kısıtlar. Günün birinde Asım Taga da arkadaşları gibi bir metres edinmeye
karar verir:
“—
Yahu, diye düşünmüştü, bütün ahbapların aşağı
yukarı birer metresi var. Evler açıyorlar kütür kütür karılar kapatıyorlar.
Bizim başımız kel mi? Felekten biz de...” (KS, s.183)
Burada
metres edinmek, Batı’ya özgü bir sosyal olgudur ve özenti olduğu için ön plana çıkmaktadır.
BATILI EĞİTİM
Tanzimat’tan
sonra daha sistemli bir şekilde
kurulmaya başlanan
Batılı tarz eğitim
kurumları, birtakım pozitif bilimlerin ve metotlarının ülkeye getirilmesini sağlamıştı. Eğitim alanındaki bu yenilikler,
ülkenin çağdaşlaşma yolunda ve zihniyet değişiminde
büyük rol oynamıştır.
Çünkü eğitim ve öğretim sisteminin batılılaşması, Batılı kültürün Türk
toplumuna yerleşmesini sağlamıştır.
Attila
İlhan’ın romanlarında zaman dilimi,
Osmanlı Devleti’nin son yıllarından
Cumhuriyet’in
60’lı yıllarını kapsamaktadır. Dolayısıyla şahısların
öğrenim görmek ve meslek sahibi
olmak için girdikleri eğitim
kurumlar, eski din merkezli sistem olmayıp Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane, Harp Okulu, iktisat
fakültesi, filoloji fakültesi, konservatuar ve kolej gibi modern okullardır.
Ancak bu bölümde “Batılı Eğitim”
diye üzerinde durmak istediğimiz
konu, eğitim dili olarak Batı
dilleriyle yapılan eğitimdir.
Çünkü Batı dilleriyle yapılan eğitim,
misyonerlik faaliyetleri gibi, temsil ettikleri ülkelerin dil ve edebiyat, yaşayış, beğeni, terbiye gibi değer yargılarını aşılamak için amaçlanmıştır. Bu tür eğitimin yetiştirdikleri kişiler, çoğu zaman da yabancı ülkelerin
çıkar ve kültür değerlerini
savunur. Bu bağlamda
Batılı eğitim, Attilâ İlhan’ın romanlarında tiplerle
bağlantılı işlenmiş bir tema olarak özellikle
dikkatimizi çekmektedir.
Ev içi eğitimi (mürebbiyelik)
Attilâ
İlhan’ın romanlarında varlıklı
ailelerin Batı dillerine ve “alafranga âdâb-ı muâşeret”e
özellikle önem verdikleri görülür. Çocuklarına alafranga âdâb-ı muâşeret kurallarını öğretebilmenin en kolay yolu da
eve yabancı bir mürebbiye tutmaktır. Örneğin
“Alaman” Ziya Bey ailesinde Alman Schwester Magda, Mizrahilerde Matmazel
Hortense, Bayraktarpaşa
Haluk Bey’in yalısında Beyaz Rus Nadejda, mürebbiye olarak bu ailelerin
çocuklarına Almanca veya Fransızca ve Avrupaî görgü kurallarını öğretirler:
“Neveser’in
iki yaşına bastığı yıl mı ne, Münih’lerden Schwester Magda
getirilmiş; onun, ondan sonra dünyaya gelecek Ahmet’in hem sağlığı,
hem ‘tahsil ve terbiye’; lahana kalçalı, lahana beyazı bu ‘tendürüst’ kadına
emanet edilmişti. İki çocuk da, ana dilleriyle birlikte, çatır
çatır Almanca öğrendiler. Mahalle komşularına bakılırsa, evin içi
zaten ‘Almanya’: Elmalı Alman çörekleri, Bavyera şarapları, cilt cilt
kitaplar vs.” (s.209-210)
“Alaman”
Ziya Bey, çocuklarının batılı şekilde
yetişmesi için mürebbiye tutmakla
yetinmez, zaman zaman Alman misafirleri eve davet ederek çocuklara yabancı bir
ortam yaratmaya çalışır:
“Neveser’le
Ahmet’in çocuklukları; ‘beyzî’ gözlüklü, saçak favorili ‘unkel’ler; korselerine
sığamayan, tombul, eteklikleri hışırtılı ‘tante’ler arasında
geçmemiş midir? Ziya Bey sağ olsun, şehirdeki olanca
Almanı sık sık Selâmlıkta toplar, ‘medeniyet öğrenirler’ diye, karısını
ve çocuklarını bu toplantılarda bulunmaya zorladı. Doğru dürüst dil
bilmeselerde, ‘ecnebiler’ arasında bunalsalar da!” (DSE, s.212)
“Alaman”
Ziya Bey’in gösterdiği
bu özen üzerine kızı Neveser ve oğlu
Ahmet Ziya, hem yabancı dil hem salon görgü kurallarını öğrenirler. Böyle olmakla
birlikte Neveser’in kafasını sürekli kurcalayan bir konu da Hammınesi’nden aldığı Müslümanlık terbiyesinin
daima mürebbiyesi Schwester Magda’nın öğrettiği Batılı hayat tarzı ile çatışmakta olmasıdır:
“Hamınnesi’nin
günah saydığı ne varsa, Schwester Magda, ‘kibar yetiştirilmiş
hanımların görgüsü gereği olduğunu’ söylemiyor mu? Schwester
Magda’nın yap dedikleriyse Hamınnesi’nin, omuzlarına bembeyaz dökülen bürümcük
tülbentini uçura uçura, ayıpladığı şeyler.
Akıl
erip, içinde çırpındığı
huzursuzluğa annesinden çare sorunca, Seher Hanım, renksiz yüzünde
büsbütün belirsizleşen ince sarı kaşlarını hafifçe çatarak demiştir
ki:
Hamınnene
hörmette kusur etme, Schwester Magda’nın
dediklerini
yap! Hamınnen mazidir, Schwester Magda, âti: Yoksa baban Selâmlıktaki namahrem
sohbetlere iştirakimizi
o kadar arzu eder miydi?” (DSE, s.216)
Yukarıda
görüldüğü gibi “Alaman” Ziya Bey
ailesinde Neveser’in üzerinde görülen bu eski-yeni çatışması, Doğu veya Müslüman gelenekleri
yerine Batılı değerlerin
çağa uyan, geleceği vadeden niteliğiyle sonuçlanmıştır.
Neveser
ve Abdi Bey, oğulları Doğan için mürebbiye tutmasalar da
çocuğa esaslı bir Avrupaî terbiye
vermeye çalışırlar:
“Doğan
Rumeli, ‘bohem’ geçinir, ‘kalendermeşrep’tir vesaire: Hikâye bunlar,
‘alafranga’ konak terbiyesi almıştır o; salon ‘adab-ı muaşeretini’
annesinden, şehir ‘adab-ı muaşeretini’ babasından öğrenmiştir;
Neveser Hanım, Abdi Bey, görgülü insanlar; ikisi de Avrupa görmüş,
yabancı dil bilir, shwester’le büyütülmüş; görgü birikimlerini
yegâne oğullarına aktarmayacaklar da kime aktaracaklar?” (OKB,
s.108)
Nitekim
Doğan, ailesinde Neveser ve Abdi
Bey’den öğrendiği Avrupa terbiyesi etkisinde
daima alafranga aydın imajı ile karşımıza
çıkmaktadır.
Haco
Hanım Vay!..
romanında Feridun Hakkı ve Maide, kızları Nevnihal’in batılı tarzda yetiştirilmesinde anlaşırlarsa da ebeveyn ile çocuk
arasındaki ilişki
konusunda farklı düşünürler.
Maide’ye göre baba ile kız arasında belirli bir mesafe korunması gerekir:
“...
kızın hodbehot tecavüze kalkışamayacağı, bir mesafe bulunmak
zaruridir. Vaktiyle bana büyük birader tavırları takınırdınız, izdivacımızın
adem-i muvaffakıyetine müncer oldu; Nevnihal’le akran gibisiniz, istikbâli
tehlikededir...” (HHV, s.145)
Feridun
Hakkı ise otoriter bir ebeveynlik yerine, çocukla arkadaşlık etmeyi tercih eder:
“(...)
ben iki insan arasında mütekabil tesamuh, hissi bir beraberlik, fikri bir
arkadaşlık arıyorum. Nevnihal’le karabetimiz, aynı zemin üzerinde inkişaf
etmektedir, onun kızım olması dostluğumuzun mahiyetini değiştirmez,
lâkin gel de bunu Mâide’ye anlat!” (HHV, s.145)
Nevnihal’in
babasına olan düşkünlüğünü hazmedemeyen Maide, kızını
sık sık bilgiçlik taslamakla ve küstahlıkla suçlar. Onun kıskançlığından doğan aşırı tepkisi, kızını âdeta “‘Avrupai
bir âdâb-ı muaşeret kitabı’nın ruhsuz uygulayıcısı” yaparcasına
kadar ileri götürür (HHV, s.145). Bu da Maide’nin alafrangalık hevesinin ve
anlayışının sadece yüzeysel bir
seviyede kaldığını
gösterir.
Batılı okullar
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Batı
dilleriyle eğitim yapan
çok sayıda okul karşımıza
çıkmaktadır. Söz gelişi
Kurtlar Sofrası romanında Ümid Keleşoğlu ve Dersaadet’te Sabah
Ezanları romanında Rosa Barzilay’in okudukları, İstanbul’daki Notre-Dame de
Sion; Haco Hanım Vay!.. romanında Mâide’nin bitirdiği İzmir’deki Amerikan Kız Koleji
(HHV, s.36); O Karanlıkta Biz romanında Doğan
Rumeli’nin okuduğu
St-Benoit (OKB, s.100); Fena Halde Leman romanında Muhlis Civan’ın
Selânik’te gittiği
Alliance İsraelite okulu (FHL, s.42); Dersaadet’te
Sabah Ezanları romanında Abdi Bey’in Selânik’te okuduğu M. Garaud Koleji (DSE,
s.170), sözü edilen Batılı okulların başlıcalarıdır.
Bunun yanı sıra Arşaluys’un
Beyrut’ta (HHV, s.16), Meleho Afram’ın Almanya’da (DSE, s.416) Soeur’lerde öğrenim gördüklerinden söz edilir.
Yukarıda
adını saydığımız
Batılı sermayenin desteğiyle
kurulan okulların rağbet
görmesi, incelediğimiz
romanlarda “asrîliğin
icabı” olarak ileri sürülüp son derece doğal
karşılanan bir olgudur. Hâli vakti
yerinde olan ailelerin böyle bir tercih yapması, toplumun Batılı eğitim sistemine ve dolayısıyla
elde edilebilecek seviyeli yaşam
düzeyine olan beklentilere bağlıdır.
Bunun bir örneği Kurtlar
Sofrası’nda karşımıza
çıkar:
“Hadi
bakalım Suzan! Bu senin işin. Göster kendini. Seni yetiştirdim,
bu boya getirdim, kolejlerde okuttum, elini sıcak sudan soğuk suya
sokmadın, kırk yılda bir fakir babana bir iyilik edeceksin. Hadi benim bir
tanecik kızım, ayçiçeğim!” (KS, s.182-183)
Kurtlar
Sofrası
romanında Asım Taga, olası iş ortağı Amerikalı Freddy Mills’i memnun
etmek ve gerekli bilgi alabilmek için kızı Suzan’ı ileri sürüp kullanmaktan
çekinmez. Bu durum Suzan’ı hiç rahatsız etmez. Zaten o manevî yönden iyi eğitilmemiş ve maddiyata önem veren bir
kızdır. Kendini Türk olmaktan çok bir Amerikalı gibi hisseder; geleceğini bir Amerikalı ile evlenmeye
bağlar (KS, s.217, 427).
Batılı
okullarda verilen eğitimin
olumsuz tarafına yönelik bir eleştiriyle
ise Dersaadet’te Sabah Ezanları’nda karşılaşmaktayız:
“Rosa, dengesiz davranışlarıyla, zaten
Barzilayları ürkütmektedir.
Notre
Dame de Sion’da okutmakla, kötü mi ettiler acaba? Osmanlı kızı olmaktan çıktı,
fazla Fransız, ‘ziyadesiyle’ serbest. Koca da beğendiremiyorlar, o sünepe,
bu çirkin, öteki savoir vivre cahili, beriki meteliksiz. Bu gidişle,
evde kalacak.” (DSE, s.173)
Rosa’nın
aşırı Fransızlığı ve davranışındaki serbestliği, ailesi tarafından hoş görülmez. Rosa’nın Osmanlı
kızına yakışmayan
tavır ve hareketleri, Notre Dame de Sion’daki öğrenciliğinden ileri geldiği düşünülebilir. Sırtlan Payı’nda
romancı gene Rosa’yı örnek göstererek Notre Dame de Sion gibi Batılı okulların
yetiştirdikleri sosyete kadın tipini
şöyle çizmektedir:
“(...)
olağanüstü ‘mondaine’ bir kadındı: Tanzimat-ı Hayriye’den bu
yana, Dersaadet’teki Fransız okullarının düzinelerce yetiştirip, varlıklı
Hıristiyan ve Musevi tüccarlarına eş olarak dağıttıklarından,
hani: piyanoya oturdu mu az buçuk Debussy, Fauret tıngırdatır, edebiyattan
açıldı mı Musset’den, Baudelaire’den bir-iki mısra okur, ya da Colette’in son
kitabındaki filan tipe benzemeye özenir (...)” (SP, s.263)
Burada piyano çalmak, yabancı dil bilmek, Batı
edebiyatından anlamak, birer marifetten çıkıp gösteriş amacıyla özenilen sosyete
özellikleri olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Haco Hanım Vay!.. romanında Nevnihal annesi
tarafından yatılı okula gönderilir. Ancak Nevnihal, bu durumdan hiç memnun
olmaz. O gayrimüslim ve yabancı kızlarla birlikte okuduğu bu yatılı okul yerine
Türklerin okuduğu
“idadî”yi tercih edecektir:
“...
harb olmasaydı, Rüştiye’ye ihtimal İnas İdadisi’nde başlayacak,
‘gâvur kızlarıyla’ birarada okumak külfetine düşmeyecektim! Annem bu
mektebe nasıl intibak edebilmiş, hâlâ nasıl bu kadar sevebiliyor,
anlayamıyorum.” (HHV, s.143)
Karanlıkta
Biz’de Zihni
Keleşoğlu,
kızını Fransız okulu Notre Dame de Sion’a göndermenin sebebini şöyle açıklar:
“Rahmetli
valdesinin ısrarı olmasaydı, ben onu Alaman mektebine verecektim; Dame de
Sion’da zerafet öğrenirmiş de, Fransızca beynelmilel kültür
lisanıymış, estek köstek; hangi tedrisat sisteminin üstün olduğunu,
harp âşikâr
eyledi; Fen Müdürü’müz Ahmet Ziya Bey -ki kendisi Berlin Mühendis Mekteb-i
Âlisi ’nden mezundur-, fikrimi hiç
şüphe yok teyit edecek, hatta bu münasebetle...” (OKB, s.388)
Alman
eğitim düzeninin üstünlüğüne inanan Zihni Keleşoğlu,
Almanya’nın sanayileşme
ve teknolojideki büyük atılımlarından oldukça etkilenir. Ona göre Almanya,
Fransa’nın karşısında
daha büyük bir güç olarak dünyada yerini almıştır.
Yurt dışında eğitim
Attilâ
İlhan’ın romanlarında okul
sonrası yüksek öğrenimi
ve meslekî eğitimi
görmek için Fransa, Almanya gibi Avrupa ülkelerine giden çok sayıda şahıs vardır. Söz gelişi Abdi Bey, “Ulûm-u Siyasiye
Mektebi”nde tahsil görmek için Paris’e gider (DSE, s.170). Ahmet Ziya, Berlin
Mühendis Mekteb-i Âlisi’nden mezundur (OKB, s.388). Diş hekimi Vahanak Mahçubyan ve Eczacı
Fuad el Ma’rûf birlikte Paris’te “âlî tahsil”ini yapmışlardır (HHV, s.14). Lâtife
Hanım, Paris’te hukuk eğitimi
görür (GP, s.335). Bunlardan başka
Ümid’in, hangi alanda okuduğu
belirtilmezse de eğitim
için Paris’e gittiğinden
söz edilir.
Haco
Hanım Vay!..
romanında Vahanak Mahçubyan, kızı Arşaluys’i
hem modern eğitimi
görsün hem piyanodaki yeteneğini
geliştirsin diye Nice’teki babasının
yanına gönderir:
“Arşaluys
Beyrut’ta tahsilde idi, Soeur’lerde okuyordu, musikiye fevkalade istidadı olduğu
katiyyet kesbedince, dedesi nezdinde göndermeyi
münasip
gördük, fena etmişiz?
Asrî terbiye alması, zamane
icabatındandır...” (HHV, s.16)
Düşündükleri sonunda gerçekleşemese de Kesecibaşı Hamdi Paşa, oğlu Feyyaz Bey’in parlak bir
geleceğe sahip olabilmesi için onu Avrupa’ya
göndermek istemiştir:
“Mekteb-i
Sultani’yi hayırlısıyla ikmal etsin, âlî tahsili için, Avrupa’ya gönderilecek!
Avdetinde, vezir vüzera olması, işten mi?” (HHV, s.316)
Görüldüğü gibi onun asrî ve Avrupaî bir
eğitim alması, devletin resmî
dairelerinde görev alabilmesi için etkili bir referans olur.
Dersaadet’te
Sabah Ezanları
romanında Selânik İdadîsi’nden
sonra Rumeli Demiryolları Kumpanyası’na giren Serficeli Ziya, önce Viyana’ya
sonra Berlin’e kursa gönderilir:
“Avrupa’ya
Serficeli Ziya gidecek, Selânik’e ‘Alaman’ Ziya Bey dönecektir. Ona demiryolu işletmeciliği
ve muhasebesi öğretiyorlar; ama o, bu kadarıyla yetinmeyip, başka
şeyler de öğreniyor: Viyana’da, Avrupa ‘âdâb-ı muâşeretini’,
vals ‘oynamayı’, viyana kahvesi içmeyi; Berlin’deyse, Viyana Almancasıyla
Berlin Almancası arasındaki farkı ve neden dolayı Almanya’nın XX. yüzyıla
damgasını basacak ülke olduğunu... O dönem, Almanların 1871 savaşında
Fransızları ezdiği dönemdi, aradan epeyce yıl geçmiş olsa da,
onun gururuyla yaşıyorlar. Batı Avrupa’da, İngiltere ve
Fransa’nın yanı sıra, genç, atılgan ve korkutucu bir güç belirmişti:
Almanya!” (DSE, s.206)
“Alaman”
Ziya Bey, Almanya’da sadece meslekî bilgileri almakla yetinmez; Alman dili ve
kültüründeki incelikleri de öğrenir.
Dahası Avrupa’nın siyasî ve
ekonomik
gidişatına karşı görüşlerini geliştirir.
Gazi
Paşa’da
Nazım Hikmet ve Vala Nurettin’in 1922 yılında Moskova’daki “Doğu Emekçileri Komünist
Üniversitesi”(KUTV)nde derslerine başladıkları
üzerinde durulur. Sovyet cumhuriyetlerinde ve Hindistan, Mısır gibi sömürge
ülkelerindeki devrimci kadroları yetiştirmek
için kurulmuş bu
üniversitede, Nazım ve Vala’nın, Marksizm ve Leninizm’den başka Fransızca ve Rusça dersleri
aldıklarından söz edilir (GP, s.392-393).
Bütün
bu örneklerin dışında
kalan bir istisna da eğitim
amacıyla değil, babası
“Sabık Paris Sefir-i kebiri” Refii Satvet Bey’in görevi dolayısıyla Paris’te
uzun zaman yaşamış olan Gülistan’dır:
“Babasının
mesleği ‘icabı’ Gülistan Satvet, ‘iptidai dahil’ bütün öğrenimini
Paris’te yaptığından, Türklerine kendi kendilerini yönetebileceklerine
inanmaz. (...)” (DSE, s.42)
Kendi
milletine olan güvensizliğin
yanı sıra Gülistan Satvet, mükemmel Fransızcası ve Paris modası giyim kuşamıyla bir Osmanlı kızı
olmaktan çok, bir Fransız kadınını çağrıştırır (DSE, s.347).
Batı dillerine hayranlık
Daha
önce de değindiğimiz gibi Batı dilleriyle
yapılan eğitimin gittikçe önem kazanması
ve yaygınlaşması, Türk
toplumunda bu Batı ülkelerinin kültür değerlerini
benimsemiş bir kesim yaratacaktır.
Mürebbiyelerden olsun, Batılı okullardan veya yurt dışında olsun öğrendikleri Batı dilleri, Türk
insanı için bir şekilde
meslek hayatlarına büyük yarar ve katkı sağlar.
Bu
bağlamda, Attilâ İlhan’ın romanlarında gerek
sosyal hayat gerek eğitim
yapısı bakımından Batılı tarzı benimsemiş Mahçubyan
ailesi, Mizrahiler, Abdi Bey, ve “Alaman” Ziya Bey’de Batı dillerine hayranlığın en çarpıcı örneklerini
görebiliriz.
Notre
Dame de Sion mezunu Rosa Mizrahi, Colette’in, Rachilde’in, Proust’un
romanlarını; Baudelaire’in Rimbaud’nun, Renee Vivien’in şiirlerini okuyabilecek kadar
iyi derecede Fransızca bilir. Konuşma
arasında sık sık Fransızca kelimeleri kullanmaktadır:
“Bonsoir mon bey şu kekten bir
lokma alır mısınız? Goutez, je vous
en
prie!”
(DSE, s.18)
“Ah! Quelle agreable surprise, mon bey?”
(DSE, s.320)
“Siz mon bey, (...) Je le Regrette bien!
(...) Ferid Bey’de aradığını
bulamz
mı? C’est un homme fort, celui-lâ!” (DSE, s.321)
Raşel Mizrahi de tıpkı annesi gibi
sözleri arasında Fransızca kelimeleri kullanmayı alışkanlık edinmiştir:
“Aşk nedir bilmiyor, yemin ederim. C’est
une vieille fille aigrie, elle a garde sa virginite, j’en suis sûre. Okumak,
bahs-ı diğer,
kitaplarla oyalanıyorum, bilhassa
şu eser passionnant...” (DSE, s.37)
“... ah bonsoir mon bey, siz de burada
mıydınız?” (DSE, s.335)
“... comme c’est drole, mon bey! Ortada
bir tercih yoktur ki, sebebi bulunsun!” (DSE, s.402)
“... voulez - vous danser avec moi?” (DSE,
s.403)
Eğitimin tüm aşamalarını Paris’te bitirmiş Gülistan Satvet, Paris modasına
uygun giyimi ve selis Fransızcasıyla insana zaten bir Osmanlı kadınından çok
bir Fransız kadını izlenimini bırakır. Konuşma
sırasında da Fransızca kelimelerine yer verir:
Bonsoir tout le monde, diye bağırıyor. Size Prens’i
getirdim.” (DSE,
s.47)
“... bu zevatın muhalefeti, chose curieuse,
(...) par exemple, (...) Prens
Sabahaddin
Bey hariç, quel charmant type, je l’adore...” (DSE, s.181)
“... Mesdames messieurs, Matmazel
Mizrahi’den müzik reca ediyoruz.
N’est-ce
pas? Tabii
lütfederlerse!”
(DSE, s.334)
Mizrahilerin
Türkçe konuşmalarda
bile Dersaadet’e Constantinople demeye özen gösterdikleri, ayrıca Abdi
Bey’in dikkatini çekmektedir. Abdi Bey bunun sebebini günün siyasî şartlarından oluşan eğilim ve salon züppeliği olarak iki şekilde yorumlar:
“Paris
Konferansı’ndan, şehrin Türklerden alınacağı yolunda haberler
geliyor, ondan mı? ‘Alelâde’ salon züppeliğinden mi? “Malum-u âliniz,
Tanzimat’tan beri şehri Constantinople tesmiye etmeyi,
Levantenler itiyat hâline getirmişlerdir.” ” (DSE, s.381)
Aslında
Abdi Bey’in salon züppeliği
Mizrahilerden hiç aşağı kalmaz. Neveser’in gönlünü
kazanmak sadece konuşmalarına
Fransızca eklemekle kalmaz, ona Paris’te bulunduğu
yıllarda kullandığı
Fransızca kartvizitle gül buketi gönderir. Yabancı dili Almanca olan Neveser,
Abdi Bey’in kartvizitlerin arkasına yazdığı
Fransızca mısraları okuyamayınca Fransızca öğrenmediğine hayıflanır. Mürebbiyesi
Schwester Magda’yla birlikte sözlüğü
karıştırarak Fransızca mısraları
çözmeye çalışırlar
(DSE, 223).
Dış zaman olarak 1960’ta geçen Bıçağın
Ucu’nda yaşı ilerlemiş Abdi Bey, Matmazel Raşel’le Fransızca konuşurken Suat’la karşılaşır. Sosyal değişimin
sonucunda ülkede Fransızcaya verilen önemin azaldığı, buna rağmen Fransızca konuşma alışkanlığından vazgeçemediği üzerinde durur. Ayrıca
Fransız kültürüyle yetişmiş olmaktan övünç duyar:
“Ham’fendi,
bendeniz, tarihe karışmış bir mazinin gayr-ı kaabil-i teselli bir
enkazıyım. Bizim zamanımızda Beyoğlu’nda Fransızca tekellüm edilirdi. O
müthiş tahavvülât-ı içtimâiyye tekevvün ederken, itiyatlarından
vazgeçemeyecek kadar yaşlanmıştım zaten, kaldı ki âlî tahsilini
Fransa’da ikmâl etmek mazhariyetine ermiş bir neslin evladıyız,
elli-altmış sene evvel Paris’i bir görseydiniz, bütün beşeriyetin...”
(BU, s.323)
Rumeli
Demiryolları Kumpanyası’nda müfettişliğe kadar yükselen “Alaman” Ziya
Bey’in, Fransızca kelimenin etkileyici gücüne tanık olması ile ilgili aşağıdaki
bölüm oldukça dikkati çeker niteliktedir:
“Hattı
Fransızlar işletiyor ya, müfettiş yerine ‘enspektör’ demeyi
benimsemişler: Enspektör aşağı, enspektör yukarı! Yapılan
işin niteliği aynı da olsa, Fransızca söylenişi daha
etkileyicidir, bunu ‘tecrübesiyle’ biliyor:
...
meşguliyet
mevzuunuzu kerem buyursaydınız, mirim?
Bendenizin
mi efendim? Estağfirullah!
Demiryolu Kumpanyası’nda enspektörüm.
Demiryolu
Kumpanyası’nda enspektör ha? Fevkalâde, fevkalâde! Allah daha büyük
muvaffakiyetler ihsan etsin!
Kelime
sanki sihirli, yeni tanıştıklarının
davranışı duyar duymaz değişir, ‘nazarlarında şahsiyetinin
bambaşka bir ehemmiyet iktisap ettiği’ besbelli olur. Kolay mı
canım, ömürlerinde ilk defa bir enspektör görüyorlar. Ne saklamalı, Ziya Bey
içisıra bundan memnundu.” (DSE,
s.208)
Kelimelerin
Batı dillerinde söylenişine
gıptayla bakılması, bir bakıma insan topluluğunun
sosyal değerlerini açıklamak için önemli
bir olgudur. Batılı değerlerin
itibar gördüğü bir
ortamda böyle bir olgunun yaşanması
yadırganmaz. Sorunun trajikomik boyutunu bir kat daha sergilemiş olur.
Türkçeye
kıyasla Batı dillerinin olağanüstü
büyüsünü Kurtlar Sofrası’nda da görmekteyiz. Keleşoğlu
Ticaret A.Ş.’nin Ege
bölgesi acentelerinin endişelerini
gidermek için Ahmet Ziya, Ankara’dan topladığı
bilgileri aktarır. Öte yandan Alman Doğu
Derneğinin Orient-Nachrichten
dergisindeki haberi önce Almanca okur, sonra Türkçeye çevirir. Zihni Keleşoğlu’na
göre Ahmet Ziya’nın mükemmel Almancası, bu problemi çözmenin en önemli
unsurudur:
“Zihni
Keleşoğlu’na bakılırsa, ‘Mühendis Bey’in ‘milleti’ yola
getirmesindeki en esaslı ‘âmil’, ‘mâhut’ dergideki yazıyı Almanca okuması olmuştu;
bunu ‘bilhassa’ yaptığından emin: Yabancı dilleri mükemmel konuşanların,
etrafındakileri (‘bahusus’ taşralıları) ne kadar etkilediğini, ‘şahsından’
biliyor: Almanlarla bir arada bulundular mı, Ahmet Ziya’nın ‘suhûletle’ sohbete
başlamasını, gizli haset, açık hayret, ciddi bir hayranlıkla izlemiştir,
hep” (OKB, s.66)
Burada
dikkati çeken nokta, toplumda yabancı dilleri mükemmel konuşabilenlere duyulan hayranlık ve
saygının söz konusu olduğu
üzerinedir.
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Batı
dillerini sırf gösteriş amacıyla
kullananlar da bulunmaktadır. Söz gelişi
Kurtlar Sofrası’nda Suzan, kolejde okumuş,
giyime modaya meraklı bir kızdır. Amerikalı Freddy Mills’le evlenme hayalini
kuran Suzan, konuşmalarına
mutlaka İngilizce kelimeleri sokuşturarak Freddy Mills’le yakınlığından övünür (KS, s.63-65, 217,
427, 584-585). Hayatındaki tek değer
ölçüsünü güzellikte gören ve güzel olmaya çalışan
Dürnev’in Fransızca seviyesi hakkında herhangi bir bilgi verilmezse de
Fransızca ukalâlığını
sevdiğinden söz edilir (KS, s.408).
Karanlıkta
Biz’de
Suavi’nin Fransızca konuşmaya
önem verdiği görülür:
“(...)
iskemleye çöker çökmez, Fransızca kelimeleri, özel bir ihtimamla telâffuz
ederek, ahkâm kesmeyecek mi:
...
Valery mon cher, bir matematiktir: Hassas, ince bir matematik; sensible
et subtil, her önüne gelen onu tercüme edemez...
Ya
da: — ... Baudelaire’i kimse anlayamadı: Ne Necip Fazıl, ne Ahmet
Muhip;
Cahit Sıtkı dersen, arka bahçesinde dolaşıyor...” (OKB, s.217-218)
Görüldüğü gibi Suavi de konuşma arasında Fransızca
kelimeleri sokuşturmayı
sever. Fransız şairini
Baudelaire’i göklere çıkarırken kendi ülkesinin şairlerini
küçümsemekten geri kalmaz.
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Fransızca,
Almanca ve İngilizce
gibi Batı dillerine olan hayranlığın
yaygın olduğu görülür.
Ama ilk etapta diğer
dillere göre Fransızcaya verilen önem çok daha fazladır. Çünkü 19. yüzyıl ve
20. yüzyılın başlarında
Fransızca, ülkede en çok bilenen ve kullanılan Batı dillerinden biridir.
Allahın
Süngüleri
romanında bütün Anadolu tren istasyonlarında şehrin
adı önce Osmanlı Türkçesi, altında Latin harfleriyle Fransızcası yazıldığından söz edilir (AS, s.512). Haco
Hanım Vay!.. romanında Diş hekimi
Vahanak Mahçubyan’ın Şam’daki
muayenehanesinin kapısında “selis-i celî yazıyla Türkçe ve Arapça, Latin
harfleriyle Fransızca olarak- dişçinin adı yazılmış: “Diş Tabibi Vahanak Mahçubyan / V.
Makhdjoubian, Medecin Dentiste.”
(HHV, s.11) Feridun Hakkı’nın İzmir’in
Frenk
Mahallesi’nde
açtığı muayenehanesinde de Türkçesi
Hattat Alaşehirli
Nurbaki Efendi’nin elinden çıkma, altında Fransızcası yazılmış bir tabelâ bulunur (HHV, s.125).
Gazi Paşa romanında Doktor Melek’in muayenesindeki durum ise çok
daha çarpıcıdır:
“(...)
evvelce levhada adı, önce Osmanlıca yazılmıştı; altında Fransızca
olarak: ‘Doktor Melek Ziya’ oysa levhada bu defa, önce Fransızca olarak ‘Dr.
Meleho Afram’ yazılı, altında -daha küçük ‘hurufatla’-, Dr. Melek Ziya! Bunun
ne anlama geldiğini sorduğu zaman, aldığı cevap, yine
mesleğiyle ve kazancıyla ilgili oldu:
“...
ahali Türk’ten, Müslüman’dan ziyâde; Ecnebiye Hıristiyan’a alâka gösteriyor;
tebeddülden sonra kazancım misliyle arttı!” ” (GP, s.306)
Burada
ne yazık ki yabancı dil Fransızcaya verilen önem, ana dili Türkçenin önüne bile
geçmiş durumdadır.
Olayların
1950’li yıllarda geçtiği
Kurtlar Sofrası romanında Zihni Keleşoğlu’nun kuracağı haber ajansının adı için, yabancı
kelimeleri içeren “İstanbul
Basın Ekspres Ajansı” önerilir. Gerekçesi ise “Amerikalaşıyoruz,
diyor, gidişe ayak uydurmalıyız” (KS, s.143) sözüyle ileri sürülür.
BATILI EĞLENCE
DÜNYASI
Yılbaşı ve partiler
XIX.
yüzyıldan başlayarak
Batı’dan Türk toplum yaşayışına yeni eğlence tarzlarının girdiği ve yayıldığı söz konusudur. Konak ve
evlerde çeşitli
sebeplerle düzenlenen partiler, yılbaşı
kutlamaları, kabul günlerinin gittikçe moda hâline geldiği görülür. Attilâ İlhan’ın romanlarında da
özellikle gayrimüslim ve alafranga Türk ailesi çevresinde bu tür eğlencelerin yapıldığı göze çarpmaktadır. Söz gelişi Dersaadet’te Sabah
Ezanları romanında Selânik’in en varlıklı, saygın ailesinden sayılan
Barzilayların yalısında “sabahlara kadar poker partileri çevrilip, bakara
oynamakta; dedikodusu kibar ‘mehafilinde’ haftalarca süren, çalgılı, danslı,
‘mevsim sonu’ baloları verilmektedir” (DSE, s.146).
Mizrahilerin
yaşayış ve eğlence tarzı da Barzilaylardan
farklı değildir. Raşel Mizrahi’nin “Constantinopole
sosyetesi”ne takdim edilmesi için Mizrahi yalısında gardenparti düzenlenmiştir:
“(...)
ne unutulmaz geceydi o, yalının bahçesi renk renk Japon fenerleriyle donatılmıştı,
deniz kenarında masalar, Abdi Bey’in bulup buluşturduğu Çigan
Orkestrası baygın havalar çalıyor, pul pul dökülen yıldızların altında dans
eden çiftler: Darısı Sara’nın başına!” (DSE, s.322)
Yazın
açık havada verilen müzikli ve danslı gardenpartilerin yanı sıra yine
Mizrahilerin yalısında geniş katılımlı
yılbaşı balosu da verilmiştir:
“Boy
aynalarından, gökkuşağı renkleriyle yansıyan erimiş metal
aydınlığı büfe çevresinde, bakara masasında, ya da ocağın başında
öbeklenmiş misafirlerin, tutuşmuş toz magneyzum gibi
üstüne yağıyor. Kimler, kimler, kimler! İnanılmaz ‘hotozları’,
evlere şenlik giyimleri, korkunç mücevher hevenkleriyle, kat kat
gerdanlarını titreten ‘vardakosta’ madamlar: Kavukçuyan’ın ‘refikası’,
Diamandis’in ‘hemşiresi’, Muzenidis’in hem ‘refikası’, hem baldızı. Yer
yer, meşale gibi parlayan, buğday sarışını ‘beyaz Rus
yosmaları’. Teni ipek, gözleri kadife, kaşları samur, edasından yanına
varılmaz, biri Yahudi, öteki Fransız iki ‘matmazel’ ki, birisi sigortacı
Eskenazilerin ortanca kızıdır, öbürü galiba Notre Dame de Lorette’de
‘muallime’. (...)” (DSE, s.398)
Mizrahilerin gösterişli
yalısında düzenlenen yılbaşı
balosuna çoğu
gayrimüslim ve yabancılardan oluşan
konuklar katılır. Onların özenli ve gösterişli
giyim tarzı, bu 7 tür sosyetik faaliyetlere verilen öneminin bir
göstergesidir.
Batı’dan gelen ve çoğu
zaman Levanten sosyetesi tarafından düzenlenen yılbaşı kutlaması, gitgide moda
hâline gelir. Neveser’in Terakki Apartmanı’ndaki komşusu Suriyeli Faruk el Mabruk,
dairesinde kendi usulüyle yılbaşı
kutlar:
“Suriyeli Ayan Azası Faruk el Mabruk’un
dairesinden, macun gibi uzayan baygın Arapça şarkıyı, darbuka sesini,
zil çınlamasını da! Merdivenleri çıkarken, elinde olmadan düşündü:
“... Aman yarabbi! Faruk Bey el Mabruk da yılbaşını mı tes’id ediyor?
Ne günlere kaldık!” ” (DSE, s.430)
Genellikle
Batı dünyasına karşı
daha kapalı ve geleneksel bir tutum sergileyen Arapların bile yılbaşını kutlaması, Batılı eğlence tarzının Doğu dünyasının yaşayış tarzına ne derecede yerleştiğini göstermektedir.
Dersaadet’te
Sabah Ezanları
romanında Mizrahilerin verdiği
partiler kadar Madam Sinos’un verdiği
davet de ayrıca dikkat çekicidir. Özellikle İzmir
ve yöresinin Yunanistan’a katılışını
kutlamak için verdiği
davet ise Batılı beğenilere
göre düzenlenir. Rum havaları çalan orkestradan İngiliz
usulü soğuk büfeye, ellerinde tepsilerle
içki dağıtan prostelalı hizmetçi kızlardan
ortalarda dalgalanan ağır
esans kokularına kadar bütün unsurlar Batılıdır (DSE, s.41-42).
7 Ayrıca bk. Tezimizin
Üçüncü Bölümü, “1.3.3. Giyim kuşam”, s.127.
Allahın
Süngüleri
romanında Hagop Bakırcıyan’ın, kızı Varsenik Bakıcıyan’ın doğum gününü kutlamak için
yalısında verdiği parti,
Batılı eğlencelerin bir örneğini gözler önüne sermektedir:
“Bakırcıyan
Yalısı’nın ‘muâyede salonu’, denize ‘nâzır’ verandasıyla, rıhtımın hemen
üzerinde idi; havai fişekler, birbiri ardı sıra, oradan atıldığı
için, dâvetliler şehrâyini seyretmeye, verandaya çıkmışlar: takmış
takıştırmış, tuvaletleri Paris modası madamlar; bakışları
işveli, gülüşleri şuh, matmazeller; tek gözlerinde
monocle, kırpık bıyıkları, pomatlı; smokin giymiş mösyöler; çoğunluğu
‘gayrımüslim anasır’dan, güzide ve mümtaz bir kalabalık; (...)
Salondaki
yaylı çalgılar orkestrası, hemen hiç susmuyordu; birbirine usturupla eklediği Viyana valslerinin,
dantel zarafetine; kalabalığın uğultusu; havai fişeklerin,
renk renk infilâkleri karışıyor; her patlayış, en çok da o zarif,
son derece şık ve seçkin ‘matmazeller’in, küçük ve sevimli hayret çığlıklarına
sebep oluyor.” (AS, s.220-221)
Görüldüğü gibi gayrimüslim sosyetenin
alafranga giyimli kadın ve erkeklerini bir arada topladığı bu parti, atılan havaî fişekler ve orkestradan yayılan
valslarla âdeta bir şenlik
havasını uyandırıyor.
Haco
Hanım Vay!..’da
Madam Rita ve Mösyö Pepo Elyakim, Fransızlarla haşir
neşir olduklarından dolayı
evlerinde âdeta bir Fransız hayatı yaşarlar:
“kışın maskeli balolar, yazın gardenpartiler vs. Paris, komşu
kapısı” (HHV, s.146) Elyakimlerin yaş günü
ya da evlilik yıldönümü dolayısıyla verdikleri gardenpartiler, İzmir sosyetesinden seçkin
konuklar, havuz kenarında kurulmuş soğuk büfe ve İstanbul’dan özel getirtilen
orkestrayla ün yapmaktadır (HHV, s.243-244).
Maide de Madam Rita, Rayegân Hanım gibi Batılı
hayatı benimsemiş ahbaplarıyla
haftanın günleri paylaşarak
kabul günü düzenler:
“(...)
çokluk, yalnız kadınlar, yağmurlu akşam üstleri, saat ‘alafranga’
beş, hava kararmış; gramofonda, sesi perde perde yükselip
alçalan, Enrico Caruso; ortalıkta demli çay, ağır ‘esans’, gizli çıra
kokusu; cıgaralar, üst üste tellendiriliyor; üzümlü cake, turunç reçeli,
Sakız macunu (...)” (HHV, s.148)
Ara
sıra kadınlı erkekli olan bu toplantılarda yemekler de yenilir ve poker
çevrilir. Feridun Hakkı, karısının Batı özentisinden dolayı eski konağa getirdiği yenilikler karşısında,
“Cerrahoğlu
Konağı, an’anevi harem/selamlık tefrikinin azametli bir numunesiydi;
bâdemâ bu tefriki lağvetmişler, nâmahrem yok artık, ‘kabul
günlerinde’ kadınlı erkekli poker oynanıyor; evvelce müskirata el sürmezdi,
artık mubah; tütün ise, münebih imiş...” (HHV, s.136)
diyerek şaşkınlığını ve üzüntüsünü dile
getirmekten geri kalmaz.
Yaraya
Tuz Basmak’ta
geleneksel Türk evinin bir örneği
olarak karşımıza
çıkan ve daima “Muradiye’deki konak yavrusu” sözüyle anılan Yüzbaşı Demir’in Bursa’daki evinde,
annesi Suat Hanım’ın ayda iki gün ahbaplarını çaya davet ederek kabul günü
düzenlediği görülür. Uzun aradan sonra
evine dönen Yüzbaşı
Demir, karşılaştığı bu yeni alışkanlığı oldukça yadırgar (YTB,
s.188).
Kahveler ve pastahaneler
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İstanbul’da özellikle Beyoğlu ve çevresi, İzmir’de ise Kordonboyu’nda
Batılı eğlence yerlerin göze çarpan bir şekilde çoğaldığı görülür. Herkesin zevklerine
göre eğlence mekânları bulunur. İsterse kahve veya
pastahanelerde çay ve kahvelerini yudumlar, isterse gazino, bar ya da
birahanelerde içkisini içer, müzikli danslı eğlenebilir.
Çay,
kahve içilen ve hafif yiyecekler yenilen kahve ve pastahanelerin başında Lebon, Markiz, Mulatier,
Park Pastahanesi, Hay-Layf ve Hatay Pastahanesi (eski Parisienne) gibi adları
sayabiliriz. Genellikle yabancı veya gayrimüslimlerin işlettikleri bu tür mekânların müşterileri de gene alafranga
kesimlerden çıkar. Söz gelişi
Dersaadet’te Sabah Ezanları’nda Münif Sabri, Neveser, Doktor Melek ve
Ahmet Ziya’nın tercih ettikleri Lebon, Markiz, Mulatier gibi o yıllarda Beyoğlu’nda gözde olan pastahane ve
çay salonlarında, yabancı subaylar ve tatlı su Frengi madamlardan oluşan tablo oldukça dikkat
çekicidir:
“(...)
Lebon, Markiz, Mulatier’deler. Şapkalı
tüllü, bakışları
baygın, sıvama boyalı tatlısu frengi madamlar; tepeden tırnağa poz, Fransız subaylarıyla ağız ağıza. Kıvamlı karma bir koku,
sanki görünmez bir duman, sinsi sinsi, masadan masaya dolaşıyor: Filtreli kahve, siyah
tütün, hafifçe terlemiş parfümlü
kadın kokusu. Amerikan Koleji ‘mezunu’ birkaç hanım, bir İngiliz subayını aralarına almış (...)” (DSE, s.103-104)
Haco
Hanım Vay!..
romanında Kordonboyu’na dizilen batılı tarz kahvehaneler, çoğu Rum veya Levanten olan müşterileriyle Frenk Mahallesi
izlenimi bırakır:
“(...)
renk renk çatmalı masa örtüleriyle bahçeleri doldurup, kaldırımlara taşmışlar: çaylarını içerek, kâh
Fransızca, kâh İtalyanca
çene çalan, ‘levanten’ madamlar; akşam
güneşiyle
fesleri kıpkızıl tutuşmuş Osmanlı ‘alafrangaları’; rakıya
erken başlamış, ‘kıranta’ birkaç Rum.” (HHV, s.184)
Sırtlan
Payı romanında
Petrograd Pastahanesi ise Tepebaşı
otellerini sığınak
edinmiş Rus ve Balkan mültecilerinin uğrak mekânı olarak karşımıza çıkmaktadır:
“Petrograd
Pastahanesi, boru sesli arşidüklerin, artık geçmez olmuş binlik
Romanof Rublelerini saya saya eskidikleri, creme caramel ve erimiş çikolata kokan çok camlı, az
garsonlu bir Tepebaşı
pastahanesi: günün her saatinde, gireni çıkanı belirsiz: İtibarlı
masalarda, zıvanalı Rus cıgaraları içen, iri kalçalı, beyaz sarışın
birtakım yoğun kadınlar, Dağıstanlı beyzade, işgal zabiti
ya da Düyun-u Umumiye memuru kılıklı birtakım gevşek erkekleri çevrelerine
toplamış, hüzünlü gözlerinde görünmez gözyaşlarıyla, inanılmaz
‘ihtilal’ serüvenlerini anlatıyorlar.” (SP, s.261)
Aslında
Attilâ İlhan’ın romanlarında olayların
ağırlığı bu tür Batılı tarz kahve ve
pastahanelerde yaşanmıyor.
Ayrıca dikkatimizi çeken bir nokta da bu mekânlardan okuyucuya sergilenen
görüntülerin birbirlerinden pek farklı olmamasıdır. Yani kadınları, şapkaları tüllü, “belki
Ermeni, belki Rum, belki ‘Levanten’; ama mutlaka Katolik”, ağır parfüm kokularını
çevrelerine dağıtan
madamlar (OKB, s.410, DSE, s.103, BU, s.235); erkekleri ise “bol bol cıgara
içip, rütbe sırasıyla birbirini çekiştiren, çene baz ve avare, emekli
generaller, konsolos artıkları...” (BU, s.235) olan gösterişe düşkün kimseler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Gazino, bar ve birahaneler
Attilâ
İlhan’ın romanlarında çeşitli gazino, bar ve
birahanelerin adları geçmektedir. Söz gelişi
O Karanlıkta Biz romanında Ankara’daki Gar Gazinosu; İstanbul’daki Londra Bar, Londra
Birahanesi, Cennet Bahçesi, Degüstasyon, Nisuvaz, Petrograd; Haco Hanım
Vay!.. romanında İzmir’deki
Sporting Kulüp, Poseidon, Kramer Palas, Klonaridis, Cafe de Paris, Cafe Hermes,
Cafe Corsu, Cafe Lucas gibi adları sayabiliriz.
Sırtlan
Payı’nda
Mütareke dönemi Cadde-i Kebir’de Türkçe, Rumca ve Fransızca afişleriyle süslenen Parisiana, hem
Doğulu zevke hitap eden kemençeci,
hanende ve diğer
çalgılardan oluşan incesaz
takımı, hem Batılı tarz varyete ve kabare dansları gösterisinin sunulduğu eğlence yeri olarak göze
çarpmaktadır (SP, s.273-274).
Attilâ
İlhan’ın romanlarında, şahısların bazen eğlenmek bazen sıkıntılarını dağıtmak amacıyla gittikleri bar
ve birahanelerin manzarası birbirlerinden pek farklı değildir:
“...
cinayet yeşili bir loşluğun, dağıldığı
salona sığamayan bir gitar tınlamasının derinliğine indiler: Işık
az ve yabancılaştırıcıydı, gitar çok ve kalabalık! Amerikan barda,
memeleri dizlerine düşmüş bir kadın barmen, iskemlelere tünemiş
sarmaş dolaş bir çiftin bardaklarına içki dolduruyor. Duvar
diplerindeki alçak masalarda, müziğin darmadağın ettiği
gece insanları, yalnızlığı yoğun bir hüzne sarkmışlar.”
(YTB, s.215-216)
Beyoğlu’nun eskimiş Mütareke yapılarının bodrumunda
yer alan bu tür eğlence
yerlerinde Amerikan barın önünde tünemiş insanlar,
teypten yüksek sesle çalınan yabancı şarkılardan
oluşan görüntü hâkimdir.
Beyoğlu’nda eğlence pazarının müşterileri çeşitli kesimlerden gelmektedir:
“Bıyıkları
ayağa kalkmış, yeleği altın köstekli, lâcivert ‘hacı ağa’;
fötr şapka, yakası kürklü pardösü, ipek kaşkol ve taşgözlük,
‘karaborsacı’ tüccar; salyalı tebessümü kaygan, rezil elleri yumuşak,
‘muhabbet telâlı’; gerçekten var olup olmadıklarını, sık sık, el aynalarına
davranıp kaygıyla araştıran fahişeler (...) Herkes yaşadığı
ânı, başkasıyla yaşamak üzere olduğunu, en pahalıya
pazarlamak derdine düşmüş; kimsenin gazete haberlerine aldırdığı
yok, Beyoğlu her geceki ihtişam ve sefaletini yaşıyor.”
(OKB, s.111)
Şehre gelmiş taşralı zengini veya alafranga
ticaret burjuvazisi olsun, kadın satıcılar ve fahişeler olsun Beyoğlu gecesinde kendi çapında
avuntu arayan ve hayatta kalma mücadelesini veren insanlarla doludur.
Konser ve tiyatro
Haco
Hanım Vay!..
romanında Nevnihal’in müzik repertuarını genişletmek
için Cerrahoğlu ailesi İzmir’e gelen opera heyeti ve
müzik topluluğunu hiç
kaçırmazlar. Napoli’den gelen bir müzik topluluğunu
dinlemek üzere Amerikan Tiyatrosu’nda bir konsere giderler:
“Konser
salonu az aydınlatılmıştı: tavandaki muhteşem avizeyi yakmayıp,
çepeçevre applique’lerle yetinmişler. Pürtüklü, pirinç sarısı bir
ışık, kırçıl favorili levantenlerin altın gözlüklerinden, löpür löpür
madamların paha biçilmez broche’larına, pendantif’lerine
yansıyor. Burundan buruna dolaşan, kokular: hafif nemli Cenova kadifesi,
İngiliz tütünü, Fransız ‘esansı.’ Ne tarafa dönsen, polilette’li göz
alıcı tuvaletler, gösterişli bahriyeli üniformaları, bir sürü smokin!
Nasıl da kalabalık! Bunların çoğu, şehirdeki ‘ecnebiler’, ‘Frenk
Mahallesi’nin tanınmış aileleri, Körfez’deki İtilâf donanmasının
‘güzide’ zabitanı! Tek tük Türklere rastlanıyor: ‘vilayet erkânından’ alafranga
birkaç aile, Avrupa’da bulunmuş ‘eşraf’ çocukları, bazı
gazeteciler.” (HHV, s.167)
Batı’da
konser, sadece müzik sanatının icra edilmesi olmayıp sosyal hayatın da önemi
bir parçasıdır. Resmî bir davete katılır gibi konsere gidenlerin özenli ve şık giyinmelerine dikkat edilir.
Nevnihal de bu âdete uyarak konsere “Paris modasına uygun ‘cloche’ eteği,
‘v’ yakası, yüksek topuklu iskarpinleriyle”, batılı bir şıklık içinde katılır (HHV,
s.166).
Dersaadet’te
Sabah Ezanları’nda
Münif Sabri, Neveser, Ahmet Ziya ve Doktor Melek bir araya gelip Halep Çarşısı’ndaki Varyete Tiyatrosu’nda
operet veya sinema seyrettiklerinden söz edilir.
Karanlıkta
Biz’de Abdi
Bey ve Raşel Mizrahi, Tepebaşı Bahçesi’nde Bakireler Ayini
adlı revü, Garden Bahçesi’nde Japon bale heyetiyle pandomim, Abdülhak Hamit’in
Eşber tiyatrosunu izlemeye
giderler. Matmazel Raşel,
Racine Corneille türünden trajediler yerine hafif bulvar komedilerini tercih
eder (OKB, s.227). Bunun yanı sıra, 1940 yılında Paris’ten Comedie
Française’den bir takımın Balkan Turnesi adına İstanbul’a
gelip Şehir Tiyatrosu’nda temsil verdiği anlatılır (OKB, s.228).
Bıçağın Ucu’nda aktör Halim
arkadaşı Galip Çakır ile birlikte bir
“Cep Tiyatrosu” kurmaya çalışırlar.
Halim, Suadiye’de bir açık hava sinemasını ayarlayıp piyesin galasını orada yapmayı
tasarlar:
“Suadiye
demek, kesesi dolu, yağlı ve semiz birtakım sıkıntılı konken karıları,
bezik beyleri demek. Dehşetli canları sıkılır bunların, gönüllerini eğlendirmek
için yapmayacakları sululuk yoktur, ama etkileri küçümsenemez: Oyunu bir tutarlarsa,
bütün İstanbul’u cebinde bil!” (BU, s.371)
Burada
parası bol, vakti çok olan sosyetenin çeşitli
batılı tarz eğlencelere
daha
fazla ilgi ve önem gösterdiği gerçeğine değinilmiş oluyor.
Sinema
Attilâ
İlhan’ın romanlarında sinema,
bir eğlence aracı olmaktan çok Batı
dünyasına açılan bir pencere konumundadır. Doktor Sevim, Güner, Akın ve arkadaşları sinema filmlerinden
Batı’ya karşı birtakım
bakış açıcı ve fikirler edinirler.
Sırtlan
Payı romanında
Doktor Sevim, çağdaş kadın olmanın yollarını,
mahalle sinemalarında gördüğü
Amerikan filmlerinden öğrenmiştir. Sinema dergisini okuyarak
ünlü oyuncuların hikâyelerini ve özelliklerini ezbere bilirdi. Gerek dış görünüşü gerek hareketleri Ava Garner,
Joan Crawford ve Esther Williams gibi yıldızlara benzemeye çalışmasındandır:
“Sevim’in
olduğuyla olmak istediği kadın arasındaki farkı, yaratan da
kapatan da sinema olmuştur denebilir: davranışlarıyla Joan
Crawford, alımıyla Ava Garner, sporculuğuyla Esther Williams olacaktı o.
Oldu da: bilerek bilmeyerek davranışlarına Joan Crawford kesinliğini
ve keskinliğini nasıl yedirdiyse, burnunun Ava Garner burnu olmasını
Viyana’daki estetik ameliyatlarıyla öyle sağladı. Doktor Sevim’in kurt
köpeği, Jaguar arabası, Bandit kokusu ile ulaştığı
etkileyici kişilik ortaokuldan bu yana seyredilmiş yüzlerce
filmden içisıra oluşturduğu, sonra gerçekleştirdiği
bir bileşim: bütün öğeleri, uzak ve yakın toplumsal çevresinden
değil, sinemadan geliyor.” (SP, s.175)
Doktor
Sevim’in kişiliğinin oluşmasında sinema filmlerinin
katkısı olduğu gibi,
evinin döşemesinden ve mutfağından çıkan yiyeceklere kadar
bütün unsurlar
Hollywood filmlerinden çıkma birer taklittir.[XXXVIII]
Kurtlar
Sofrası
romanında Güner de tıpkı Doktor Sevim gibi, sinema filmlerinden izlediği kadın tiplerini taklit etme
yoluna gider:
“(...)
kendisini, alnında incecik gerilmiş kalem çizgisi kaşları, tek
tek ayrılmış lacivert rimelli kirpikleriyle; hangi hayal kurma anında,
Freddy Mills’in karısı yerine koysa, yerleşeceği bütün Amerikan
evlerinin, renkli Amerikan filmlerinde kullanılmış olduğunu görüp
şaşırıyor.” (KS, s.638)
Akın
ve arkadaşları da sinemanın büyüsüne
kapılıp olumsuz yönde etkilenmişlerdir:
“İlkin
Ekspres’de sosisli sandviç ve bira tıkınıyor, sonra karga çığlıklarıyla,
salkım saçak, bir sinemayı basıyorlar. Bütün filmler, görmeden gözlerinde,
bütün şarkılar, duymadan dudaklarında hazır. Bobinler boşaldıkça
içlerine, haklı sayılmış egoizmler, övülmeye hak kazanmış, tek ve
toplu gangsterlikler doluyor. Sinemada yanlış yaşamayı ve hiçbir
işe yaramamayı öğreniyorlar.” (KS, s.257)
Sinemanın
kurgusal dünyasından birtakım yalan yanlış değerleri bilinçsiz bir şekilde benimsemiş bu gençler, kendi öz kimliğini oluşturamayıp sadece hazır
kalıplara özenmeyi öğrenmişler ve yeğlemişlerdir.
Yaraya
Tuz Basmak
romanında Demir’in askerî lisede okuduğu
yıllarında “Tayyare Sineması”nda gösterilen hiçbir filmi kaçırmayıp seyrettiği; hafta sonu izin günlerinde
annesi ile birlikte Münir Nurettin’le Feriha Tevfik’in rol aldığı ve Allahın Cenneti
gibi Türk filmlerini izlediğinden
söz edilir (YTB, s.115).
Savaş gerisi eğlence hayatı
Attilâ
İlhan’ın romanlarında her iki
dünya savaşı
sırasında İstanbul’a
gelen Batılıların bu şehirde
yaşadığı eğlence hayatı da söz konusu
edilir. Sırtlan Payı romanında Mütareke döneminde İstanbul’da eğlence yerlerinin yabancılığını göstermek bakımından aşağıdaki
paragraf oldukça çarpıcı ve dikkat çekicidir:
“Savaş
bitmişti sözde, bu sefer Concordia’da İngiliz, Fransız, İtalyan
zabitleri, küçümser can sıkıntılarını gidermek için, Kemeraltı’nın, Galata’nın
Pera’nın güzellerini ve otellerden taşan Beyaz Rusların en alımlılarını
kollarına takıp gönül eğlendiriyorlar, bazı bazı etki alanlarına ‘Avrupa
terbiyesi görmüş’ Türk kızlarını da düşürüyorlardı.” (SP,
s.85)
Binbaşı Ferid, Concordia’da yabancı
subayların küstahça eğlenmesini
yadırgar, kendini Osmanlı’nın başkenti
İstanbul’da değil, Beyrut’ta gibi hisseder. “...
Bunlar için mi savaşıyoruz? Cephe gerisi çoktan düşman eline düşmüş
yahu!” (SP, s.84) sözüyle üzüntüsünü dile getirir. Aynı acı manzara Haco
Hanım Vay!.. romanında da görülür:
“Hızlı
Rum garsonlar, boyalı dudakları maytap gibi kıpkızıl tutuşan levanten
kızlarını, apoletlerinin himayesine almış İngiliz ve Fransız
‘zabitanına’, içki taşıyorlar: anisette, mastika, İtalyan
vermutu, şarap.” (HHV, s.141)
Bu
görüntü karşısında Feridun
Hakkı da “Limanda onun sefineleri, kahvelerde onun zabitanı, şehirde
onun tarz-ı hayat, her tarafta onun şirketleri...” (HHV, s.141)
diyerek Batılı güçlerin İzmir’i
çoktan aldığına
hayıflanır.
Karanlıkta
Biz romanında İkinci Dünya Savaşı yıllarının İstanbul’undaki görüntü pek de
farklı değildir:
“Birkaç
günlüğüne, Almanya’daki bunaltıcı savaş atmosferinden kurtulmuş,
tarafsız bir ülkenin dinlendirici huzurunu yaşayan, çoğu
geçkince, kimisi şaşılacak kadar genç, Almanlar bunlar: Taksim
Belediye Gazinosu’nda, Park Otel’de ‘alafranga’; Arnavutköyü’ndeki salaş balık
meyhanelerinde ‘alaturka’ eğleniyor, ‘felekten, birkaç gece çalmış’
oluyorlar; şöyle bakarsan, ‘nihai zaferden’ hepsi emin, savaşın
uzamasından hepsi kaygılı!” (OKB, s.289)
Görüldüğü gibi subay olsun, iş adamı olsun, casus olsun İstanbul, emperyalist Batı’nın
vazgeçilmez eğlence
mekânıdır. Batı’dan Türk toplumuna yerleşmiş eğlence
tarzı ve anlayışı,
Batılıların varlığıyla
birlikte daha çarpıcı bir şekilde
kendini göstermektedir.
Klasik Batı müziği
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Batı müziğinin enstrümanlarından sadece
piyanonun sözü edilmiştir.
Müzik yeteneği farklı
düzeylerde de olsa piyano çalan şahıslar
olarak Rosa Mizrahi, Raşel
Mizrahi, Arşaluys,
Nevnihal ve Fikriye geçmektedir.
Mizrahiler
için piyano, batılı hayat tarzının bir parçasıdır. Yalıda akşam çayı âdeti, Raşel’in piyano çalmasıyla
tamamlanır:
“(...)
saplı gözlüğünü
‘ahkâmda’ gözlerine götüren annesi, ‘Raşel’i
o an görüyormuşcasına
tepeden tırnağa
şöyle bir süzer, piyanoya
geçmesini isterdi. Artık ya Chopin’den, ya Faure’den ya Debussy’den ‘bir şeyler’ çalacaktır: Belki
insanın yüreğini,
yumuşak
tüylü parmaklarıyla varla yok arası elleyen bir ‘berceuse’, belki ilk
gençlik yıllarında kalmış sevdaları,
‘tedavisi
gayr-ı kaabil’ derin gönül yaralarını tedâi ettiren bir ‘nocturne’,
mutlaka duygusal, (...)”
(DSE, s.24)
Ana
kız Rosa ve Raşel
Mizrahi, “piyanoya oturdu mu az buçuk Debussy, Fauret tıngırdatır,
edebiyattan açıldı mı Musset’den, Baudelaire’den bir-iki mısra okur”lar
(SP, s.263). Bu durum, onların müzik ve edebiyat meraklarından çok, sosyetik yaşamın gereği olarak özellikle yetiştirilmesinden kaynaklanmıştır.
Haco
Hanım Vay!..’da
Arşaluys’un müzikte özellikle de
piyanoda olağanüstü
yeteneği olduğu fark edilir edilmez Nice’e
dedesinin yanına gönderilmiştir.
Savaş nedeniyle Şam’da ailesinin yanına dönen Arşaluys, konakta verilen davette
ve akşam yemeğinden sonra, Pleyel piyanosunun
karşısına geçip bir oturuşta Beethoven’den bir iki sonat
çalar (HHV, s.34, 61). Piyanoda parça çalışırken
gözü hiçbir şey görmez.
Ara sıra da çalıştığı eseri yorumlamaya kalkışır.
“...
bu konçerto mon cher ami, Beethoven’in gençlik eseridir, terâveri ve
tecrübesizliği pek bâriz. Bittâbi Mozart’la Haydın’ın tesirleri de!
Lâkin bestekârın dehası hissolunyor, öyle bir çûş-u huruş ki
hayran olmamak gayr-ı kaabil!” (HHV, s.60)
Eseri
yorumlarken Klasik Batı müzik terimlerini birebir Batı dillerinden aldığı ayrıca dikkat çekicidir:
“ “...allegro con brio’nun iddiası
nedir?” diyor, “... mutad olan theme pnncipale’in orkestra ve piyano
tarafından bilmünavebe takdimi değil
mi? Bu adam ne yapmış,
piyano vakıa theme ’i orkestradan devralıyor, akabinde lyrique birtakım
variation’lar ki, oh mon Dieu...” ”(HHV, s.60)
Batı
kökenli bir sanat dalında terimlerin Batı dilinden olması doğal karşılanabilir bir durum da olsa,
aslında burada Batılı tarz yetişmiş Arşaluys’un Batı özentisinin rolü
büyüktür. Piyano çalarken şampanya
içme alışkanlığı da Nice’te bulunduğu yıllardan kalmadır.
Romanda
piyanoda yeteneği olan bir
diğer şahıs da Nevnihal’dir. Hocası
Maestro Forlani’nin tavsiyesi üzerine Nevnihal’in müzik dağarcığını zenginleştirmek için Cerrahoğlu konağına gramofon alınarak büyük
bestecilerin parçaları dinletilir. İzmir’e
ne zaman bir opera ya da müzik topluluğu
gelirse, ailece konsere gidilir (HHV, s.166)
Allahın
Süngüleri
romanında Fikriye’nin, çoğu
zaman alafranga giyimi ve piyanoda Chopin’den “La Tristesse” çalan narin, hafif
elleriyle anıldığını
görmekteyiz (AS, s.343, 464, 508).
Kurtlar
Sofrası
romanında herhangi bir enstrüman çalmadığı
hâlde klasik Batı müziğine
meraklı olan Ümid ve İbrahim
görülmektedir. Ümid, Paris’te yaşadığı yıllarda yakın dostu Gerda ve
Gianna ile ara sıra klasik Batı müziğinin
bestecileri hakkında söyleşirler:
“—
... haksızsın Gerda, diyor, haksızın! Beethoven’i dinlerken dünyamı daha iyi
anlıyorum ben. Ayrıca bir Borodin, bir Rahmaninof...
Ve
Ümid sen, gülümseyip tamamlıyorsun:
...
bir Brahms, diyorsun, kocaman ve ağır.
Gianna
yüzüyle seni de aydınlatıyor:
...
ve Brahms, diyor, Johannes Brahms! Bende, Milano’da, Birinci Senfonisi’nin iki
plağı var.
Birisini Toscanni çaldırmış. Mükemmel, tıkır tıkır işleyen bir
teknik. Büyük bir ustalık. Biraz hızlıca bir tempo. Ötekisi Bruno Walter’in. Ağır,
hacimli ve derin. Size dinletsem bu plağı, göreceksiniz ki...” (KS,
s.273)
İbrahim,
fizikî özelliği kaba (aşırı derecede şişman,
buldog suratlı, gözleri pörsümüş)
fakat Batı klasik müziği
konusunda ince zevklere sahip bir adamdır. Ne zaman yaptığı döviz kaçakçılığı ve çevirdiği dalaverelerden vicdan azabı
duyarsa, eski sevgilisi Türkan’ın ve müziğin
uyandırdığı temizlik duygusuna sığınmaya çalışır:
“Bach
mı, Haendel mı, Haydn mı? Kim olursa olsun! Hatta sırasında ince, tentene gibi
örülmüş bir Mozart, ya da zarif bir Rossini, ona yalnızlığını ve
temizliğini getiriyor.” (KS, s.67)
Dersaadet’te
Sabah Ezanları’nda
Ahmet Ziya’nın gramofondan Johann Strauss’un Viyana Ormanları’nın Efsanesi,
Wagner’in Uçan Hollandalı uvertürü gibi klasik Batı müziğinin ünlü eserlerini çaldığı görülür (DSE, s.420, 426).
Görüldüğü gibi klasik Batı müziği, Attilâ İlhan’ın romanlarında sosyete ve
burjuva kesiminin itibar ettiği
bir eğlence unsuru olarak karşımıza çıkmıştır.
BATININ İNANÇ DÜNYASI
Türk
kültürünün Doğu-İslâm çerçevesinde geliştiğine karşı olarak Avrupa uygarlığının temelinde Hristiyanlık yer
almaktadır. Nitekim Attilâ İlhan
pek çok yazısında Batı’nın yekpare olmadığını,
ortaklaşa bir zihniyet aranmak
istenirse Hristiyanlık, rasyonalizm ve emperyalizmin bulunduğunu vurgular.[XXXIX]
Ona göre Osmanlı Devleti’nin son dönemindeki misyonerlik faaliyetleri, “Doğu
Akdeniz’deki Asya’yı, üstelik Türkün bu egemenliğini dağıtmak; o
coğrafyada, ‘Doğu Roma
İmparatorluğu’nu (Hıristiyanlığı)
ihya etmek” amaçlanmıştır.[XL]
Bu
bağlamda Haco Hanım Vay!..
romanında Siranuş Mahçubyan’ın
misyoner derecesine kadar olan dindarlığı
oldukça dikkat çekici niteliktedir:
“Madam
Siranuş cenapları kiliseden çıkmaz, vaktini papazlarla geçirir:
Hıristiyanlık davası güdüyor. Kerimesi hanımı koluna taktığı gibi, Ayn
Toura Yetimhanesi’ne gidip, milleti ayağa kaldırdığı çok vâkidir:
Ermeni eytâmın, Müslümanlığa devşirmesine mâni olacak!” (HHV,
s.18)
Kocasının
Osmanlılığı ve kızının Fransız eğilimine karşın Madan Siranuş, Ermeni tehcirinde hayatını
kaybeden Ermenilerin yasını tutar, Osmanlılara düşmanlık
duyar. Hristiyan dindarlığını
Müslüman karşıtçılığına kadar götürür.
Allahın
Süngüleri
romanında beyaz kanatlı başlıkları
takan Carmelite rahibelerinden (AS, s.413) söz edilmesinin yanı sıra, Halide
Edip’in iki Amerikalı rahibe dostunun misyonerliği
üzerinde de durulur. ABD Yardım Heyeti’nden Miss Billings ve Harput’taki
Amerikan misyonundan Mrs. Allan’ın, Türk çocuklarının yabancı ülkelere
gönderilmesi konusunda emekleri geçtiklerinden söz edilir (AS, s.274).
Attilâ
İlhan’ın romanlarında çok sayıda
yabancı ve gayrimüslim şahsın
yer almasına rağmen,
onların dinî inanç ve anlayışları
üzerinde etraflıca durulmamıştır.
Söz gelişi Dersaadet’te Sabah
Ezanları’nda Barzilay ve Mizrahi ailesi Musevî, Afram ailesi ise
Süryanî’dir. Barzilay ve Mizrahilerin Musevîliğine
hiç değinilmezken; Aframların
Süryanîliği ile ilgili olarak sadece oğlunu kaybeden Samuel Afram’ın
Mardin civarında bulunan Deyyuzzafaran Manastırı’na çekileceğine dair söylentiden bahsedilir
(DSE, s.415-416). Bunun dışında
Abdi Bey’in anlatımından Süryanîlerin tarihi ile ilgili genel bilgiler verilir:
“—
... Hazreti Nuh’un üç oğlu olmuştu, malum: Sam, Ham, Yasef!
Sam’ın sûlbünden neşet edenler Elcezire havalisine yayılmışlardır
ki, bunlara Sâmiler denilmiştir. İşte Süryâniler, bu Samîlerin
Arâmi kolu, diğer iki kolu Amurîler ve Kenanîler...
(...)
...
Süryanîler, diyor, ... kudemâdandır. Nasrânîlerin en eskisi, Şem’un Petros tesmiye
eyledikleri, Saint Pierre’den tevellüt etmişlerdir; mamafih Katolik
olanlarına da rastlanıyor, Protestan olanlarına da!” (DSE, s.414)
Romanda
Allah’a inanmadığını
söyleyen Samuel Afram’ın torunu Doktor Melek (Meleho Afram)’in süslenmiş çam ağacıyla Noel’i kutlaması ayrıca
dikkati çeker niteliktedir:
“Doktor
Melek’in keskin sosyalistliğine, Allah’a inanmadığını tekrarlayıp
durmasına rağmen, Hıristiyan geleneğine bağlı kalışına
mı; Almanya’da geçirilmiş uzun yılların alışkanlığına mı?
Ufacık bir ağaç bu: Sarı, kırmızı, mavi, yaldızlı toplarla bezenmiş;
dallarına, renk renk serpentine ve confetti serpilmiş;
çevresinde, pır pır kilise mumları: ebrulî ve ağır.” (DSE, s.419)
Görüldüğü gibi buradaki Noel çamı, dinî
inancın bir ifadesi olmaktan çok, yaşayışa yerleşmiş bir alışkanlık olarak karşımıza çıkmaktadır.
Fena
Halde Leman
romanında sonradan Leman adıyla anılan Fransız kızı Jeanne’in babaannesi, sofu
bir Katoliktir (FHL, s.82). Torununu “bitmez tükenmez azizleri, din
dersleri, şaşmaz kuralları” (FHL, s.77) ile yetiştirmeye çalışır. Ancak
Jeanne bu sıkı din eğitiminden
bunalarak kaçmaya çalışır.
Dame de Sion’da okumuş, yıllardır Paris’te yaşamış, hâl ve hareketleriyle daha
çok bir yabancı çağrıştıran Ümid,
“... her ne kadar rahibe mektebinde okudumsa da
henüz Hıristiyan olmadım” (YTB, s.207)
derken, Kurtlar Sofrası’nda iş adamı Seyit Sabri,
“Hatta bir ara, Hacca gidip geliyor. O gün
bugündür, az bucuk kır düşmüş ama müthiş Hıristiyan, bir
de çene sakalı.” (KS, s.68)
olan alafranga centilmen görünüşüyle dikkati çeker.
Attilâ İlhan’ın
romanlarında ara sıra da Hristiyan dini ile ilgili motiflere rastlıyoruz. Söz
gelişi Sokaktaki Adam’da İtalyan Antonio, İkinci Dünya Savaşı’nın insanlığa yarattığı yıkıcı etkisini İsa’nın çilesine benzetir:
“Acı
da çekmesek, diyor Antonio, elleriyle havaya bir haç çiziyor ve acı da
çekmesek, diyor, artık dünyada insan kalmamış olurdu. Şu kadar
milyon adam gömdük ve bunca yüzyılda yapabildiğimiz saygıya değer
ne varsa, hepsini yerin dibine geçirdik. Peki ya bunun acısı? Bak göreceksin;
bu acı bizi ya adam edecek, ya da çıldıracağız. Topumuz birden çıldıracağız.
(...)
İsa da acı çekti. Acıların en ilâhisi hem de.
Biz dünya acısı çektik. Kan akıyor avuçlarımızdan. Daha önemlisi, içimizde
inanç kalmadı, ne İsa’ya, ne başkasına!..” (SA, s.173-174)
İkinci
Dünya Savaşı’nda her
iki cephede de yer alarak savaşmış Antonio için, savaştan kimse sağ dönmedi. Çünkü canını
kaybedenlerin ruhu sağ,
sağ kalanlar ise ruhunu kaybetmiş ceset gibidir. Savaş, insanlık için bir yıkımdır.
Kurtlar Sofrası’nda ise Meryem Ana ile ilgili bir motifle karşılaşmaktayız:
“O gidince, Athena burnunu cama yapıştırdı.
Ev, gecenin orta yerinde, hâlâ bir kefen gibi bembeyazdı. Yerdeki herifler
upuzun. Öbürleri yorgun ve sıkıntılı. Haygaz bir ara: — ... Sürprizin âlâsı,
bundadır! dedi. Athena duymadı. Ayayorgi Kilisesi’nde, boyasız, süssüz,
Meryem’in kendisi kadar uçuk ve aydınlık, diz çökmüş dua ediyordu.
Paltolu bir adam. Herhangi bir adam. Gece yarıları, ayaklarını kablolara dolaştırmadan
çırpınan, eteklerini fırıl fırıl döndürerek, projektörlerin sakızlı pırıltısına
sövüp sayan! Sen ebedi bakire! Sen daima bir zambak kadar temiz.” (KS,
s.128)
Film
yıldızı olma hayalinin peşinde
koşan Athena, umudunu kesmek
üzereyken Rejisör İhsan’ın
Mecidiyeköy’deki çekim yerine götürülür. Bu sürpriz karşısında âdeta mucize görmüş gibi şaşkındır.
Hz. Meryem’e yapılan bir gönderme ile bu olayın Athena üzerine yarattığı etki dile getirilmiştir. Bundan sonra Athena,
kariyerine adım atarak gerçek bir yıldız olacağına
dini gibi inanmaya başlar.
BATILI HAYAT İÇİNDE
KÖTÜ ALIŞKANLIKLAR
Daha
önce de gördüğümüz gibi
Türkiye’de azınlık, yabancı mülteci, Levanten ve alafranga Türk aydınından oluşan bir sosyetik çevre, pek çok
yönüyle Batılı hayat tarzını benimsemiş durumdadır.
Attilâ İlhan’ın romanlarında Batılı
hayatın içinde özellikle bu çevrede yaygın hâle gelmiş kumar, uyuşturucu madde kullanma gibi kötü
alışkanlıkların da işlendiğini görebiliriz.
Söz
gelişi Şam’daki Mahçubyan, Selânik’teki
Barzilay, Dersaadet’teki Mizrahiler gibi varlıklı gayrimüslim ailelerin akşam yemeğinden sonra poker partilerinin
çevrildiğine, domino veya bakaranın
oynandığına rastlamaktayız. Ortaya para
konulduğu gibi kumar özelliği alan bu alışkanlık, Batılı sosyal hayatının
bir parçası olarak karşımıza
çıkmaktadır. Sırtlan Payı romanında Eczacı İlhan Bey’in karısı da “Pokerci
Berrin” adıyla anılan bir kumar düşkünüdür:
“(...)
haftada birkaç gün “Boğaz’ın köşe bucağında kumar düşkünü
ne kadar kadın varsa başına toplanır, patırtı gürültü pokere otururlar,
kazandığı pek görülmemiştir, kaybettikleri cabası.” (SP,
s.157)
Konaklarda
yapılan özel misafir toplantılarında olduğu
gibi kumar şehir
içindeki özel kulüplerde de oynanmaktadır. Dersaadet’te Sabah Ezanları
romanında Abdi Bey’in poker ya da briç oynamak için gittiği Anadolu Kulübü (DSE, s.307)
ve Cercle d’Orient (DSE, s.415) geçmektedir. Ayrıca romanda Anadolu Kulübünde
çıkan cinayetin sonucunda İstanbul
Polis Müdürü Nureddin Bey’in işgal
polisiyle işbirliği yaparak İstanbul’daki kumarhaneleri
kapattırdıklarına dair bir olay anlatılır. Olaydan sonra Abdi Bey, olay
gecesinde kaybettiği
iki bin lirayı geri alabilecek bir kumar kulübü ya da özel bir poker partisi
bulamadığı için sıkılır (DSE,
s.308-309).
Karanlıkta
Biz romanında
Abdi Bey ve Matmazel, İkinci
Savaşı’nın ülkede yarattığı yokluklara aldırmayıp açık
hava tiyatrosu, pavyon, gazino gibi eğlence
yerlerinde boy göstermeye devam ederler. Gardenparti, tenis turnuvası, at yarışmalarına katılırlar:
“Hayır,
at yarışlarını da ihmal etmiyorlar; gerçi Veliefendi Çayırı, hiçbir
şekilde mondaine bir hipodrom sayılamaz, daha çok alaturka bir
‘teferiiç’’ mahallidir; birbirinden ‘elegante’ birbirinden şık, sosyete kadınlarına
rastlayacağını
sanmak, safdillik olur; yarışları seyredenler, nâdir; millet gişelerin
başına yığılmış, bahs-i müşterek oynuyor. Abdi Bey
de meraklısı, gençliğinin Paris’inden kalmış bu merak, bir ay
kadar evvel, iki bin liraya yakın bir meblağ kazanmıştı: Gazetelere
mevzu oldu! İki bin lira az para mı, ma douce, ye ye
bitiremezsin!” (OKB, s.227)
Abdi
Bey’in kumara gösterdiği
ilgi, at yarışında bahis
oynamada da görülür. İkinci
Dünya Savaşı’nın kötü
şartları altında at yarışı, Batı’da olduğu gibi gösterişli bir sosyetik faaliyet niteliğinde belirlenmezse de bahis
oynamak, Batı’dan gelmiş bir
alışkanlık olarak karşımıza çıkmaktadır.
Afyon,
eroin, kokain, morfin gibi uyuşturucu
madde kullanma alışkanlığının da Batı’dan geldiği bilinir. Dersaadet’te
Sabah Ezanları romanında Paris’te Mösyö Saint-Denis’in köşkünde afyonun içildiğini görüyoruz. Mösyö
Saint-Denis, afyonu ölümle irtibat kurmasına yardımcı bir araç olarak görür.
Abdi Bey afyonun tadına varamazken Gülistan Satvet afyon keyfine alışmış bir tiryaki olarak görünür
(DSE, s.156-157). Sırtlan Payı romanında Mizrahilerin yalısında Gülistan
Satvet, “asgari bir endaze boyunda” gümüş ağızlıkla “İngiliz cıgarası”
içmesiyle göze çarpmaktadır (SP, s.264).
Dersaadet’te
Sabah Ezanları’ndaki
Rosa Mizrahi de bir eroin düşkünüdür.
Ona eroine alıştıran da
Gülistan Satvet’tir:
“O
ve Abdi Bey, Paris’teki kibarların afyon merakını, ballandıra ballandıra
anlatırlar. Kokain ya da morfin kullanmak, seçkinlik sayılırmış,
kibarlık işareti.” (DSE, s.379)
Böylece
Rosa Mizrahi, Batı özentisinden ve sosyetik bir merakla eroine başlar. Ona eroin temin eden Rus
Prens Bragin’in tutsağı
olur:
“Rosa
Mizrahi, önceleri ciddiye almıyordu pek, keyfini sürer, gailelerini unutur;
içki gibi zaman zaman başvurabileceği, bir teselli kaynağı sayardı. Geliş gidiş durum ciddileşti, ciddileştikçe -garip şey- Prens’in tutumu değişiyor: Karşılığında olmadık şeyler bekler oldu: Koynuna
almak, bunların ilkiyse, Miralay Morley’le konuşabilmek, sonuncusu.” (DSE, s.379)
Eroine
olan aşırı düşkünlüğünden dolayı fuhuşa bile sürüklenen Rosa Mizrahi,
sonunda aklî dengesini kaybedip Şişli’de bir Fransız akıl
hastahanesine yatırılır (OKB, s.245).
BATILI TİCARET HAYATI
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Türkiye’de
ticaret hayatındaki değişimin izleri üzerinde de durulmuştur. Osmanlı döneminde ticarî
faaliyetlerle uğraşan esnaf sınıfının özellikle
Yahudi, Ermeni gibi azınlıklardan oluştuğu dikkati çekerken Cumhuriyet
döneminde Batılı sermayecilerle iş birliği yaparak zenginleşmiş Türk ticaret burjuvazisinin
ortaya çıktığı söz
konusudur.
Dersaadet’teki
Süryanî Afram ailesi (DSE, s.414) ve Şam’daki
Ermeni Mahçubyan ailesi (HHV, s.17), sülalece kuyumculukla uğraşan varlıklı aile olarak karşımıza çıkar. Yalnız bu iki
ailenin ticarî faaliyetleri hakkında fazla ayrıntılı bilgi verilmemiştir.
Dersaadet’te
Sabah Ezanları
romanında Selânik’teki ticaret faaliyetlerini Barzilay ve Halıcızade ailesi
etrafında görmekteyiz. Selânik Musevilerinden Barzilay ailesi, Yeniçeri Ocağının mavi çuha ihtiyaçlarını
karşılayarak Selânik çuhacı
esnaflarının en güçlüsü durumuna gelmiştir.
Ancak Yeniçeri Ocağı’nın
lağvı ve Tanzimat’tan sonra
Osmanlı piyasasına giren Manchester dokunmalarının etkisinde işleri düşüşe
uğrar. Durumun kurtarılması, gene
Selânik’in en itibarlı ailesinden gelen damatları Leon Mizrahi’nin ticaret
alanındaki üstün becerisiyle olur (DSE, s.145-146). Leon Mizrahi’nin dedesi,
Sultan II. Mahmut döneminin en saygın tüccarlarından biridir. Leon Mizrahi da
ihracat ve ithalât işlerine
girişerek ailesinin ticarî üstünlüğünü başarıyla sürdürür (SP, s.262).
Halıcılıkla
uğraşan Halıcızade ailesi, kendi
imalâthanesi ve mağazasıyla
gitgide ihracata uzanan ticaretleriyle ayrıca göze çarpmaktadır:
“Aşağı
Şehir’de ‘azametli’ bir imalathane kurmuşlar, o kadar geniş ki
halk ‘Köse’ İsmail Bey’in ‘fabrikası’ diyor; mağazayla
yazıhaneyse, Kapalıçarşı’da. Ticaretleri, şu yakınlara değgin,
sadece Rumeli’ye ‘inhisar ederdi’; Selânik, Manastır, Kosova vilayetleri; pek
pek Karadağ, biraz da Yunanistan. Leon Mizrahi, eksik olmasın, onları
Avrupa’ya yerleşmiş Musevi ve Ermeni halıcılarla ‘temasa
geçirdi’; o gün bu gün, Fransa’ya, İngiltere’ye ‘mal’ satıyorlar.”
(DSE, s.141-142)
Halıcızade
Abdi Bey, halı tüccarlığıyla
yetinmez, “Şark-ı
Karip Maadin Kumpanyası”nın hissedarı da olur. Romanda ayrıca merkezi Paris’te
bulunan bu kumpanyanın kurulmasında, Londra ve Paris sermaye gruplarının kurduğu Memalik-i Şarkiye Ticaret Bankası adlı
bankanın rolüne değinilmiştir (DSE, s.142-143). Bunun dışında Almanların metal endüstri
mamulleri Osmanlı pazarına sürmek için kurdukları “İttihad-ı İhracat Şirketi”, “Memalik-i Şarkıyye Alaman İhracat Şirketi”, deniz taşımacılığında “Alaman Seyrisefain İdaresi” gibi Batılı şirketlerin adları geçmektedir
(DSE, s.211).
Kurtlar
Sofrası, O
Karanlıkta Biz ve Fena Halde Leman romanlarında Cumhuriyet döneminde
Batılı sermayelerin yerli ticaret burjuvaziyle olan ilişkilerinin sık sık işlendiğini de görmekteyiz. Zihni Keleşoğlu,
babadan kalma Isparta’daki ticarethanesini satıp İstanbul
Bankalar Caddesi’nde Keleşoğlu Ticaret A.Ş. kurar. Alman şirketi Tauber und Kleist-UG’nin
Türkiye Umumî Mümessiliği’ni
yapar (OKB, s.67-68). Zihni Keleşoğlu’nun karaborsacılıktan
ithalâtçılığa geçti
diye alay ettiği Asım
Taga, Taga İthalât Şirketi’nin patronu, İstanbul ekonomi Bankası’nın
kurucusudur. Amerikan Lehmann Tractor’s Company’nin Türkiye Umumî Mümessilliğini alarak Türkiye’de bir
traktör montaj fabrikası kurmanın yolunu arar (KS, s.72-74). Leman Korkut, yurt
dışından Türkiye’ye traktör
getirtmek yerine dönemin yabancı sermayeden yana politikasından faydalanarak
Fransız Nattier et Fils’le anlaşma
yapıp İzmir’de traktörleri üretmeye
çalışır (FHL, s.193). Öte yandan
Fransızlarla ortak bir şirket
kurarak turizm sektörüne girişir
(FHL, s.15). Seyit Sabri de Bankalar Caddesi’nde bulunan Akın İşhanı’ndaki şirketinden Napoli’deki Yahudi
ortağı Mordohay Mordo ile birlikte
ithalât, ihracattan döviz kaçakçılığına
kadar kazanç getirecek bütün işlere
el atarlar (KS, s.248-249).
Görüldüğü gibi “Galata” ve “Bankalar
Caddesi” etrafında yoğun
olarak faaliyet gösteren, Batı sermaye güçleriyle birleşmiş bir ticaret burjuvazisinin geliştiği; ihracat-ithalâtçılıktan
montaj sanayiciliğe
doğru bir gidişin oluştuğu dikkatimizi çekmektedir.
DÖRDÜNCÜ
BÖLÜM
ATTİLÂ
İLHAN’IN
ROMANLARINDA DOĞULU VE BATILI TİPLER
216
Attilâ
İlhan’ın romanlarında işlenen temalar kadar oldukça
zengin bir şahıs
dünyasının varlığı
da söz konusudur. Bu zenginlik, sadece romanlarda çok sayıda şahsın bulunmasından
kaynaklanmamaktadır. Şahısların
hem sosyal hem psikolojik boyutlarıyla etraflıca ele alınması, bu zenginliği oluşturmaktadır. Ayrıca toplam yedi
romandan oluşan
“Aynanın İçindekiler”[XLI]
dizisinde pek çok şahsın
farklı yönden, farklı bakış açısından
işlendiği hâlde, kendi aralarında
oldukça tutarlı bir görünüm sergilediğini
hesaba katarsak Attila İlhan’ın
romancılık başarısı şüphesiz büyüktür.
Biz
Attilâ İlhan’ın bu zengin şahıs dünyasını tezimizin konusu
olan Doğu-Batı meselesi çerçevesinde
inceledik. “Doğulu
Tipler” ve “Batılı Hayata Özenen Tipler” olmak üzere iki ana başlık altında onların tipleşme özelliklerini gözden geçirmeye
çalıştık.
DOĞULU TİPLER
Attilâ
İlhan’ın romanlarında doğulu tipler, Doğu ahlâk ve gelenekleriyle yetişmiş insanlardır. Bunlar, gerek yaşayış gerek inanç konusunda Türk-İslâm kültürünün yarattığı değerler sisteminin savunucusu
olarak karşımıza çıkarlar
ve bu yönleriyle bir temsilcilik görevi üstlenmiş gibidirler.
Kadın tipler
Haco
Hanım Vay!..
romanında Haco Hanım, Anadolu köylü kadınına özgü giyim tarzı ve yaşayışıyla dikkatimizi çekmektedir.
Sokağa çıkarken Şam ipeklisinden peçeli çarşaf, göğüsten kavuşturulmuş pelerin, rob eteği giyerken (HHV, s.9) ev içinde
“ayak bileğinden boğma şalvar, içlik işlemeli
cepken, (...) saçları, oyalı bir tülbentle, sımsıkı sarılı” (HHV, s.219)
görüntüsüyle Anadolu köylü kadınına özgü kıyafet içindedir. Ödemiş “Gâvurun Mandırası”nda doğup büyüyen Haco, akşam sabah hayvan peşinde koşan, mevsimine göre ekin eken ve
biçen bir köylü kız iken (HHV, s.307-311) Kesecibaşı konağına gelin olarak girer. Konakta
görgü kurallarının yanı sıra, kıraat ve imlâ, inşat,
sarf, nahiv bilgilerini edinir (HHV, s.339). Cümbüş çalmayı, ilâhi ve özellikle
Bektaşî nefesleri okumayı da öğrenir.
Fena
Halde Leman
romanında Leman’ın kayınvalidesi ve Ekrem’in annesi olarak karşımıza çıkan Haco Hanım,
ilerlemiş yaşına rağmen köy yaşamına alışmış enerji dolu Anadolu kadını
görünümüyle dikkat çekicidir:
“(...)
bağın hangi köşesine adımımı atsam, atının
üstünde Kızılderili gibi çevik, orada peydahlandığını görüyorum: O tükenmez
enerjisiyle parlar, yaşama
sevinciyle sarhoş,
ırgatlara ya bağırıp
çağırıyor, ya dostça takılıyor.” (s.176)
Kimi
zaman nargilesini tokurdatan, cümbüşünü
çalan doğulu bir tevekkül içinde felsefî
bir söyleşi yapar:
“Haco
Hanım derdi ki, “Âlemin padişahı
ölümdür, esrarlı ve heybetli bir padişah
ki hikmetinden sual olmaz”, ya intihar, çözümü olmayan bir
bilmece!” (FHL, s.58)
Radyodaki
oyun havalarıyla coşup
salonda kıvırta kıvırta oynayan Haco Hanım için oğlu
Ekrem’in yaptığı “...annemin
sağı solu yoktur, ne şehir hayatına intibak edebildi,
ne yeni hayatımıza! Biraz köylü, fazlasıyla Osmanlı kaldı.” (FHL, s.130) yorumu ise Haco
Hanım’ın modern hayatı özümseyememiş yönünü
vurgulamaktadır.
Haco
Hanım Vay!..
romanında genç kızlık yıllarında geçirdiği
köy hayatından Emrullah Raci Bey ailesindeki konak hayatına ve Fena Halde
Leman romanında Leman’ın anılarından izlediğimiz
kadarıyla Haco Hanım, hayatı boyunca köyüne ve ailesine bağlı, kapalı ve geleneksel bir yaşam tarzını korumuş bir Doğulu köy kadınıdır.
Dersaadet’te
Sabah Ezanları
romanında “Alaman” Ziya Bey’in kayınvalidesi (Zerefşan Hanım), Neveser ve Ahmet
Ziya’nın “Hamınne”si, dine ve geleneklere bağlı Doğulu kadın tipi olarak yer
almaktadır. Vakitlerini konakta namaz kılmakla ve dua etmekle geçiren Hammıne,
torunlarına din eğitimi
vermek için duaları ezberletir ve “Kısas-ı Enbiya’dan Ashab-ı Keyif, Hüdhüd
kuşu, Hazret-i Süleyman, Saba
Melikesi Belkıs”
(DSE, s.215) gibi Doğulu
masallar ve dinî hikâyeleri anlatır. İslâmî
değerlere son derece sadık kalan
Hammıne “külli kassîr-ün fitne” sözünü göz önünde bulundurarak boyu kısa olan
Abdi Bey’den fesat beklenir diye hoşlanmaz
(DSE, s.222). Hammınesi, torunu Neveser’i İslâmî
ahlâk değerlerine göre yetiştirmeye çalışırken karşısına Batılı terbiyenin
savunucusu mürebbiye Schwester Magda çıkmaktadır:
“Hamınnesi’nin
günah saydığı
ne varsa, Schwester Magda, ‘kibar yetiştirilmiş hanımların görgüsü gereği olduğunu’ söylemiyor mu? Schwester
Magda’nın yap dedikleriyse Hamınnesi’nin, omuzlarına bembeyaz dökülen bürümcük
tülbentini uçura uçura, ayıpladığı
şeyler.” (DSE, s.216)
Burada
Doğulu İslâmî değer ölçülerinin Batılı yaşayış tarzıyla olan çatışmasına dikkati çekilmektedir.
Bu durum için Neveser’in annesi Seher Hanım’ın “Hamınnene hörmette kusur
etme, Schwester Magda’nın dediklerini yap! Hamınnen mazidir, Schwester Magda,
âti (...)” (DSE, s.216) sözleri oldukça anlamlıdır. Çünkü burada Doğu-Batı çatışması, eski-yeni karşıtlık şeklinde ele alınmış ve Doğu geleneklerinin önemi inkâr
edilmese de yerini Batılı değerlerin
alması gerektiği görüşü vurgulanmıştır.
Bıçağın Ucu ve Sırtlan
Payı romanlarında gördüğümüz
Ruhsar Hanım, geleneksel Türk kadınının tipik bir örneğidir. Fizikî olarak “Öyle
ince, nazik, dokunsan kırılacak. Altın çerçeveli gözlüklerinin ardında,
gözlerinin mavisi arılığıı ve maviliğini korumuş. Sesi,
yine son derece genç, genç ve tatlı” (BU, s.219) bir kadındır. Kocası
Miralay Ferid’le birlikte Emirgân’da geleneksel bir Türk evinde sakin bir yaşam sürdürür:
“Kocası
evde olmadı mı, o balkonda, hünerli parmaklarının arasında tuttuğu ışıltılı
şişlerle, inceliği ve ustalığı akıllara ziyan, örgüler
örüyor; geldi mi ‘Manastırlı’ Salih Paşa’nın saltanatlı semaverini
sobanın önüne kuruyorlar, pirinç yansımaları duvarlarda oynaşır, su
fısıltılarla kaynarken, bir çay, bir çay daha, bir çay daha! Fısır fısır konuşarak,
kedilere ikramlar! Beş vakit dua ve namaz, ramazanda oruç. O da,
öbürlerinden farksız, yaşlı bir Türk kadını, başına gelenleri
çeker, yakınmadan katlanmayı bilir, ölümünü nasıl hiç aklından çıkarmazsa,
kocasını hiç aklından çıkarmaz, birini nasıl dehşetle ve tevekkülle
beklerse, ötekini de öyle bekler.” (BU,
s.220)
Görüldüğü gibi Ruhsar Hanım, kocasına
hizmette kusur etmeyen, ibadetini yerine getirmeye özen gösteren ve günlerini
ev ve el örgüsü işleriyle
geçirmeye çalışan
geleneksel bir ev kadınıdır. Doğulu
insanlara özgü bir tevekkül içinde, inanç ve yaşayış konusunda örf ve âdetlere sadık
bir kimlik sergilemektedir.
Allahın
Süngüleri
romanında Kaytancızade Hacı Şerafettin
Bey’in ikinci eşi Şehbal
Hanım da Doğulu ev
hanımı tipi olarak karşımıza
çıkmaktadır. İnsana “ince,
uzun, hardal rengi bir sap zambağı” (AS, s.330) hatırlatan Şahbal, çoğu zaman üç dört yaşlarındaki kızıyla ilgilendiği için ortalıkta pek görünmez.
Konakta misafir kalan Fransız gazeteci Marir-Laure’un tıraşlı ensesine, erkekler gibi
sigara ve şarap
içmesine, akşamları eve
geç gelmesine oldukça şaşırır. Fransız kadınının Türk
örf ve âdetlerine uymayan bu hareketlerini yadırgatıcı bakışlarla ayıplar (AS, s.325-326).
Buna rağmen, konakta Fransızların 14
Temmuz Kurtuluş Günü
adına verilen ziyafet gecesini ev hanımı becerikliliğiyle düzenlemektedir:
“(...)
genç kadın, nasıl da görünmez bir güç sahibiymiş! Gevşek bir
topuzla, ensesinde topladığı, gün vurmuş bal rengi saçları, çağla
yeşili, sırmalı gözleri; kuğu boynu bilekleri, kendiliğinden
‘mütehakkim’ sesiyle, ‘halayıkları’ ve ‘yanaşmaları’ teshir etmişti;
onları, istediği işe kolayca yönlendiriyor; havuz başındaki
çardağın altında, -biri ‘harem’ biri ‘selâmlık’- arası mesafeli iki
masanın hazırlanmasını sağlıyor; ayrıca, ağaç dallarında, renk
renk Japon fenerleri; sofralarda ve sehpalarda üç ya da beş kollu gümüş
şamdanlar, vs.” (AS, s.330)
Gecede
harem masasında Şehbal,
kanunla Türk musikisinden parçalar çalar, “‘Şark hassasiyeti’nin, bir
Garplının asla anlayamayacağı; o esrarengiz, âdeta yaradılışın
sırlarıyla yüklü, nağmelerini” (AS, s.334) dağıtarak yabancı misafirleri
büyülemeyi başarır.
Gecenin sonunda Marie-Laure, Şehbal
Hanım’ın başarısına teşekkür etmek istemişse de Şehbal bunu sert bir tavırla
reddeder:
“ “— ... Matmazel beni bağışlasın, teşekkürlerini kabul edemem!”
Marie-Laure, önce bunu şaka zannetti; biraz şaşkın, gülerek sordu:
“— ... iyi ama, neden?”
Şehbâl’in
cevabı, önceki cevabından, çok daha dik, sert ve acımasızdı:
“— ... çünkü biz düşmanız’!” ” (AS, s.337)
Şehbal,
konakta olsun, şehirde
olsun Bursa eşrafının düşmana karşı gösterdiği vurdumduymaz ve yaltaklanıcı
tavırlara karşın, millî şeref ve onurdan ödün
verilmemesi gerektiğini
bu sözleriyle göstermiştir.
Erkek tipler
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Doğulu erkek tiplerine topluca
baktığımızda üç farklı düşüncenin temsil edildiğini söyleyebiliriz. Bunlardan
birincisi, vatanperverlik duygusundan yola çıkarak millî davalara kendini adama
(Miralay Ferid gibi); ikincisi, yenileşen
sosyal hayatta görülen alafrangalık eğilimlerine
aldırmayarak Doğu
geleneklerini devam ettirme (Manastırlı Salih Paşa
ve Ezcacı Fuad el-Ma’rûf gibi); üçüncüsü ise İslâmî
değerlere sıkı sıkıya bağlanmaktan dolayı toplumdaki
yenilikleri sindirememe ve tepki gösterme (Haluk Bey, Rasim Hoca ve Zihni Keleşoğlu
gibi). Bunların çıkış noktası
farklı olmasına rağmen,
Batı dünyasına karşı
Türk toplumunun millî, dinî ve ahlâkî değerlerini
savunma ve koruma misyonunu üstlenmeleri bakımından bu düşünceleri temsil eden şahsiyetler, Doğulu tip özelliğini taşımaktadır.
“Aynanın
İçindekiler” dizisinin pek çok
romanında yer alan, fakat en ayrıntılı bir şekilde
Sırtlan Payı’nda sivrilen Miralay Ferid (Ferid Eminönü), Doğu gelenekleriyle yetişmiş, Birinci Dünya Savaşı’ndan Millî Mücadele’ye kadar
vatan uğruna savaşmış milliyetçi bir asker tipi
olarak karşımıza
çıkmaktadır. Sultanahmet’te oturduğu
çocukluk yıllarında musikiye düşkün
olan babası Kolağası
Rüstem Bey tarafından özellikle ramazan gecelerinde “Kanun-u Esasî
Kıraathanesi”ne götürülüp saz heyetinin icra ettiği
klasik Türk musikisini dinlerdi (SP, s.78). Böylece iyi saz bulursa dinlemekten
hoşlanır, neşesi yerinde ise bir iki şarkı söyleyebilir. Batı müziğinin tadına ise pek varamazdı
(SP, s.331).
Kuleli
Askerî İdadîsi’nde ve Harbiye’deki öğrenimini bitirdikten sonra
Birinci Dünya Savaşı’nın
değişik
cephelerinde savaşmış, Çanakkale Savaşı’ndan sağ dönmüş Ferid, her zaman Osmanlı zabiti
olmanın gururunu taşır.
Dolayısıyla kız kardeşi
Hayrunisa’nın, kendisini Gülistan Satvet’e beş madalyalı
Osmanlı Binbaşısı Ferid
Eminönü değil, paşazade kocasının kayınbiraderi olarak
tanıştırmasına çok kırılır. “Yoksa
namlı nişanlı bir süvari zabitine kızını verecek Müslüman kalmamış mıdır?
Kalmamışsa, ne biçim bir zamanda yaşamaktayız? İlla bir
ecnebinin, bir saray mensubunun taht-ı himayesine iltica etmek bir zaruret
midir?” (SP, s.127) sözleriyle memnuniyetsizliğini dile getirir. Nitelim
Gülistan Satvet’le olan bir başka
karşılaşmasında,
“(...)
gayet ciddi, ‘alafranga’ el sıkıştılar. Gülistan, rimelden ağırlaşmış
kirpiklerini eğip, gözlerini kaçıra kaçıra;
“Bonjour
Ferid Bey,” dedi, “Ne mes’ut bir tesadüf!”
Binbaşı Ferid, inadına Osmanlı,
bayramını kutluyor:
“Bayram-ı şerifiniz mübarek olsun,
Gülistan Hanım.”” (SP, s.311) diyerek ona olan tepkisini açıkça dile
getirir.
Burada
Gülistan Satvet’in alafranga havasına karşın
Binbaşı Ferid, özellikle Osmanlı ve
Müslüman kimliğini ön
plana çıkarmak istemiştir.
Öte yanda Binbaşı Ferid,
Mütareke dönemi işgale
uğramış İstanbul’da özellikle eğlence dünyasında göze çarpan
Batı etkisine üzülür:
“Binbaşı
Ferid, bir an kendisini Beyrut’ta sandı: kolordu ikmaliyle ilgili bir iş için
görevli olarak gelmiş, gece dolaştığı birkaç eğlence
yerinin yabancılığı ve Hıristiyanlığından dehşete düşerek,
otelde sabaha kadar uyuyamamıştı:
“...
Bunlar için mi savaşıyoruz?
Cephe gerisi çoktan düşman eline düşmüş yahu!” (SP,
s.84)
Bir
asker olarak ülkesinin işgal
edilmesine karşı büyük
bir eziklik içinde olan Ferid, Gülistan Satvet, Mizrahiler gibi ülkenin düştüğü acı durumunu umursamadan sırf
Batılı subaylarla eğlenmeye
bakan iş birlikçi Osmanlı
alafrangalarının karşısında
kendisini daima “kimin için savaştık”
sorusuyla sorgular (SP, 111, 329). O, İstanbul’da
iş birlikçi görünerek istihbarat
toplamak yerine Anadolu’ya geçip Kuva-yı Milliyecilere katılmak arzusundadır
(SP, s.96).
Sırtlan
Payı’nda Manastırlı
Salih Paşa, Kırım Savaşı’ndan
sonra ülkede yaygınlaşan
her türlü Batı özentisine karşıdır.
Millet konağında
masada çatal bıçakla yemek yerken, Salih Paşa
yemekleri masada değil,
yer sofrasında yemekte ısrar eder (SP, s.300). Koyu bir II. Abdülhamit yanlısı
olmasına rağmen, söz
alafrangalık konusuna gelince II. Abdülhamit’i eleştirmekten geri kalmaz:
“...
balık baştan kokar binbaşı, bilmez değilsin a! Hayriye
tüccarının batmasına bizim Saray sebep olmuştur: Tophane Müşiri
Fethi Paşa’ya, kefereden hanedana türlü libas vesaire getirtmeye
vasıtalık ettiğinden ‘Bezirgân Paşa’ denildiğini hep işitmedik
mi? Zat-ı şahanenin dahi, Paris Sefir-i Kebiri Tahsin Paşa,
bilahare Satvet Refii Bey vasıtasıyla maalesef aynı yola tevessül etmiş bulunması...”
(SP, s.301)
Salih
Paşa, Osmanlı ticaretinin çöküşünü Saray çevresinin Batılıdan
yana tutum ve politikasına bağlamaktadır.
Görüldüğü gibi Salih Paşa’nın Doğulu özelliği, sadece millî geleneklerine
bağlı oluşundan kaynaklanmamış, biraz da Batı karşıtlığından dolayı ön plana çıkmış durumdadır.
Haco
Hanım Vay!..
romanında Şam-ı Şerif’in en varlıklı eşraf ailesinden Eczacı Fuad
el Ma’ruf, yüksek öğrenimini
Paris’te görmüştür. Buna
dayanarak Feridun Hakkı, Fuad Bey’in davetinde modern bir ev beklerken,
geleneksel harem-selâmlık ayrımının korunduğu,
halayıkların hizmet ettiği
bir evle karşılaşır (HHV, s.50). Arap usulü
sofra düzeni de Fuad Bey’in yaşayış bakımından vazgeçemediği Doğulu yönünü göstermektedir:
“Önüne
çatal koymamışlar. Geçen yıl Sina Çölü’nde, bedevilerle yemek yemişti,
hiç aklından çıkmaz, pilava avuçlarıyla dalar, kemikleri dişleriyle
sıyırırlardı; El Ma’rûf’un sofrası ‘bu mertebe iptidai olmamakla beraber’,
tutumu aynı: lenger lenger kaz çevirmesi, lenger lenger pilav, tepsi tepsi
şuabiye, ibrik ibrik zahle!” (HHV, s.50)
Fuad
el Ma’rûf, alafranga kadın erkek ilişkisine
genel olarak karşı
olduğundan Batı’nın serbest hayatını
benimsemiş Arşaluys’tan hoşlanmaz; onun Batılı subaylarla
yakın ilişkisini hep kötü yorumlar (HHV,
s.19). Öte yanda, II. Abdülhamit ricalinden bir paşanın kızıyla evlenmiş Fuad el Ma’rûf, Osmanlıcılık
fikrini savunmaktadır (HHV, s.19).
Bıçağın Ucu romanındaki
Bayraktar Paşazade Haluk
Bey, geleneklere bağlı,
dindar bir Doğulu olarak
karşımıza çıkar. Fıkıh okumuş ve ünlü Kur’ân
tefsirlerinin hepsini bilen Haluk Bey’in Müslümanlığı tartışılmaz:
“ — ... Müslüman olmanın on şekli yok -demiyor mu?- Aslolan
Allaha iman etmek, onu sevmek! Sevgin kelâmda kalmayacak, ef’alinde görünecek,
bu da farzı ve sünneti yerine getirmekle kabil. Şimdilerde ramazana
kimsenin ehemmiyet atfettiği yoksa da...” (BU, s.254)
Nitekim
Direkliyalı’da ramazan Osmanlı geleneklerine uygun bir şekilde kutlanır. Gündüzleri
oruç tutulur, dua edilir, namaz kılınır; akşamları
iftar yemeği yenilir;
sabaha karşı sahura
kalkılır (BU, s.254). Haluk Bey, ideoloji olarak İslâm
Birliğine inanır. Arabistan’ın kaybı
ve dolayısıyla Mekke’nin elden gidişine
son derece üzülür:
“...
Mekke-i Mükerreme’yi bizden almak ne demek, başımızı vücudumuzdan
ayırmak demek! Biz ki Yavuz Sultan Selim Han’dan bu yana, Allah’ın izni ve
inayetiyle İslamın kılıcı olduk, onun adına zuhur ve huruç ettik,
halifesiz kalmamız, Mekke-i Mükerreme’yi kaybetmemiz reva-yı hak mıdır?”
(BU, s. 252)
Millî
Mücadele boyunca padişaha
ve İstanbul Hükûmeti’ne bağlı kalır. Bu tutumdan dolayı Cumhuriyet’in
ilk yıllarında yurt dışına
çıkarılması tehlikesiyle karşılaşmışsa da Kurtuluş Savaşı kahramanı olan kayınbiraderi
Miralay Ferid’in çabalarıyla yurtta kalmaya devam eder (BU, s.49). Ancak
Osmanlı hanedan mensuplarını yurt dışına
sürdüğü ve şeriatı kaldırdığı için Mustafa Kemal’i
suçlamakta, günün birinde İslâm
Birliğinin yeniden canlanacağına inanmaktadır:
““—
... küre-i arzın bu tarafı, benim nazlı kızım, bir uçtan bir uca bizim
mülkümüz, duyuyor musun: Şam, Halep, Kudüs, Bağdat, Beyrut,
San’a... bütün buralar! Kabristanlarında şühedamız yatıyor, camilerinde
Türk minareleri var. Vak-ü saati gelince, inşallahuteâlâ, yeniden
fethile İslâmın gayr-ı kaabil-i taksim mülkünü ihyâ eyleyeceğız...”
(...)
“... bir vazifedir bu -diyor-, bir vazife-i kudsi,
hatta ondan da mühim,
bir
zaruret-i ilâhi bir cihad...”
” (BU, 252)
Cumhuriyet’in
ilânı ve onu takip eden inkılâplarını içine sindiremeyen yaşlı Haluk Bey, hüzünlü bir
sessizliğe kapanıp zamanlarını Osmanlı
tarihi araştırmalarına
ayırır, divan ve Kur’an’ı okuyarak günlerini geçirir.
Yaraya
Tuz Basmak
romanındaki Çukurcalı Rasim Hoca, “Müslüman, süt köpüğü
sakalı, muşmula kırışığı yüzü, rahlesi, kitabı ve ‘fakton’
enfiye kutusuyla” (YTB, s.40, 108) anılan sofu bir Müslüman tipi olarak karşımıza çıkar. İstanbul’da doğma büyüme gelini Suat Hanım’ın
hareketlerini dinî buyruklara göre kısıtlar:
“Rasim
Hoca, baba evinde iktisap ettiğim her türlü âdet ve itiyadı ‘Şer’an
günah addolunup Müslümanlığa sığmaz’ diyerekten yasakladıktan başka,
beni Bursa’nın yerlileri gibi giyinmeye icbar eder, aksi halde konağa
hapsederdi.” (YTB, s.106-107)
Rasim
Hoca, “‘Mustafa Kemal’in dinsiz imansız mektebine başlamadan’, torunu
ille Mızraklı İlmihal’den geçmeliymiş!” (YTB, s.109) diyerek
torunu Demir’i vakitli vakitsiz çağırtıp
rahlenin başına
oturtur. Ardından Mızraklı İlmihal’den bir bölümü ezberletmeye
çalışır:
“(...) ürkütücü bir dua sesiyle ‘Ya Allah’
deyip başlıyordu:
...
fukara-yı sâbirin, agniya-yı
şâkirinden yüzyıl evvel Cennete girse gerektir. Agniya-yı şâkirin
onları görünce, ‘Ne olaydı da, biz dünyada iken fukara-yı sâbirinden olsaydik
diye temennide bulunsalar gerektir...” (YTB, s.109)
Ulucami’in
eski imamlarından Rasim Hoca, memleketin her tarafında Arapça okunan ezanın
Bursa’da Türkçe okutulmasına cemaatle birlikte Hükûmet Konağı önünde tepki gösterdiğinden tutuklanır. Mustafa
Kemal’in Bursa’ya gelip olayı inceledikten sonra ortalıkta bir gerici
ayaklanması olmadığı
tespiti sonucunda Rasim Hoca serbest bırakılır. Fakat cezaevinde hastalanan
Rasim Hoca, kısa bir süre sonra ölür (YTB, 110-111).
Bıçağın Ucu romanındaki Zihni
Keleşoğlu, dinî inançlarına bağlı,
ölümden ve kabir azabından olan korkusuyla yaşayan
bir Doğulu olarak dikkatimizi
çekmektedir. Az konuşan
çok düşünen, hesaplı, titiz ve tutucu
mizacı, meslek hayatına da yansıyarak onu büyük başarılara ulaştırır. Zihni Keleşoğlu,
toplumun en önemli manevî değerinin
din olduğunu düşünmektedir:
“Cenab-ı
hak, rûz-ı mahşerde, cümle ef’alimizin hesabını sormayacak mı, hem? Ben
dini bütün adamım. Biz böyle yetiştik, böyle biliriz. Cemiyeti tutan
dindir. Onun için dini bütün kimselerden korkma.” (KS, 142)
Zihni
Keleşoğlu’nu
dine bağlayan en büyük etkenlerden biri
ise “ahret korkusu”dur:
“Ölüm,
orada bir yerde. Ölüm saplantısı, asıl önemlisi onun arkasından geleceğine
inandığı “kabir azabı”, Keleşoğlu’nun;
günahlarını
ne kadar görmezden gelirse gelsin, ne kadar tek suçunun karısına ve kızına
sahip çıkamamak olduğunu
sanırsa sansın; için için kemiriyor, boşaltıyor. Ya günahkârlığını
açıkça hiçbir zaman kabul etmeyecek, fakat onun gizli ve tehditkâr varlığını
duydukça, böyle gerilip kopacak; ya da kabul edip, eder etmez üstüne bir dağ
yıkılmış gibi yamyassı ezilecek: Daha şimdiden, ufak ufak,
Isparta’nın isimsiz bir köyüne bir cami yaptırmayı; hatta Kütahya taraflarında
hızla gelişen Kadiri tarikatına girmeyi kurmuyor mu?” (KS, s.304)
Zihni
Keleşoğlu,
kumarbaz ve alkolik karısı ile başına
buyruk kızının İslâmî örf
ve âdetlere uymayan hareketlerinden utanır. Kendini ne kadar günahsız sayarsa
da öbür dünyada karısı ve kızından sorumlu tutulacağından endişelenir. Bu düşünceden yola çıkarak cami
yaptırmayı, tarikate gitmeyi düşünür.
“Mütareke
yıllarında, Anadolu’ya karşı babasının etkisiyle sultancı; Büyük Millet
Meclisi Hükümeti sıralarında halifeci” olan Zihni Keleşoğlu,
“Türkün satvetini yapan İslamdı. Türkü İslamlığından
soyup laiklik ve mümasili hokkabazlıklarla dinsizliğe sevk ettiler.”
(KS, 142) diyerek Mustafa Kemal’i suçlamaktadır. Gerek toplumda gerek karısı ve
kızında gördüğü
kadarıyla kendi dünya görüşüyle
çelişen yeni yaşam tutumundan huzursuz duyar ve
tümünden reddeder.
Haco
Hanım Vay!..’da
gördüğümüz Kâtip Yüzbaşı
Celalettin Nuri Bey, askerden çok tarikat ehli kimliğiyle karşımıza çıkmaktadır. Konyalı
Yüzbaşı Nuri Bey, Kuleli Askerî İdadisi’nde okurken Mevlevîlik
tarikatine girmiştir.
Arkadaşları arasında “Hoca” diye çağrılır. Asker üniformasını derviş cübbesi gibi giyer. Sürekli
Mevlâna’dan bahsettiğinden
dolayı arkadaşlarının
alay konusu olur. Bir zamanlar ney de üfler. (HHV, s.43) Arapça ve Farsça son
derece iyi bilen Yüzbaşı
Nuri Bey’in en büyük isteği,
Hazret-i Mevlanâ’nın kelâmı olan Sultan Veled’in Fî-hi Mâ-fih adlı
eserini Türkçeye çevirmektir (HHV, s.41). Son derece yumuşak başlı, höşgörülü olan Yüzbaşı Nuri Bey, Defterdar Emrullah
Raci Bey’in yaşayışını sert bir üslûpla eleştirmekten geri kalmaz:
““...
rütbesi bâlâ, fevkalade iltimaslı: ucu Hey’et-i Vükelâ’ya kadar gider. Lâkin
teres, aklı fikri mel’ânettedir. Hareminde nikâhlı zevcesi, rivayet dört imiş,
câriyeler hâriç. Bilmem ki Cenab-ı Rab-bül-âlemin böyle erzel taifesini niye
tecziye eylemez?”
Korkmuş, iki yanına bakarak
ekliyor: “... tövbe tövbe Yarabbi!”” (HHV, s.39)
Yüzbaşı Nuri Bey, Emrullah Bey’in İslâm ahlâklarına aykırı
hareketlerini ayıplar. Özellikle Bektaşîlik
adına düzenlenen âyin-i cemlerde kadın erkek bir arada içki içilmesi, sazlı
oyunlu eğlence yapılmasına tepki
gösterir (HHV, s.43). Osmanlı Devleti Arabistan’ı kaybederse Emrullah Bey gibi
insanların sorumlu tutulması gerektiğini
düşünür. Çünkü bunlar kendi
sefahatini sürdürebilmek için evladını askere göndermek istemeyen Şam eşrafından rüşvet almaktan bile çekinmezler
(HHV, s.43). Böylece Yüzbaşı
Nuri Bey, Doğu
felsefesini benimseyen, manevî ve millî değerlere
bağlı bir Doğulu tip olarak dikkati
çekmektedir.
BATILI
HAYATA ÖZENEN TİPLER
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Batılı
hayata özenen tiplerin sayısı, Doğulu
tiplerin sayısına göre bir hayli fazladır. Bu tipler, aldıkları eğitim ve yaşadıkları çevrenin etkisiyle
Batı’nın üstünlüğünü
kabul etmiş insanlardır.
Bu inançtan doğan Batı
dünyasına özenti, giyim kuşam,
yaşayış tarzı, dünya görüşü gibi sosyal hayatın her
alanında kendini gösterir. Ayrıca dikkati çeken bir nokta da bu tiplerin körü
körüne Batı’ya bağlanmasının
getirdiği olumsuz yönleridir.
Kadın tipler
Romanlarda
Batılı hayata özenen kadın tipler, genellikle sosyeteye mensup, asrîlikle
övünen kadınlardır. Kimileri yüzeysel bir şekilde
sırf giyim, moda açısından Batı’yı taklit ederken kimileri Batılı serbest
hayatı benimseyip ahlâkça yozlaşmış olumsuz özellikleriyle dikkati
çekerler.
Aslî tipler
Kurtlar
Sofrası ve Yaraya
Tuz Basmak romanlarındaki Ümid, dünyayı ve dünya gidişatını başka bir gözle görebilen, kişiliğini alışılmış ölçülerin dışında kurmayı bilen batılı bir
kadın tipi olarak karşımıza
çıkar. İstanbul’da Notre Dame de Sion’u
bitirdikten sonra Paris’e gider ve orada beş yıl
kalır. Bu beş yıllık
Paris yaşam tecrübesi, Ümid’e yepyeni
bir boyut katmıştır. Ümid,
Paris’e gitmeden önce süslenmeye, boyanmaya özen gösteren, başıboş eğlenen
bir sosyete kızı iken Paris’te İtalyan
arkadaşı Gianna’nın yardımıyla başkalarına özenmek yerine iç
güzelliğini bulmaya çalışır:
“Tabii
yine Gianna, beni tutuğu gibi ilk rastladığı berbere sokup,
saçlarımı oğlan çocuğu kestiren; kaşlarımı, kuş gibi
inceltmekten vazgeçiren; az ve hafif boyanmayı; kişiliğimi
sözlerimle, hareketlerimle, sesimle kurmayı öğreten. Daha daha, çok
paralardan az paralara, incik boncuk ışıltılarından basit ve sade
çizgilere; sözün kısası, kuklalıktan gerçek kadınlığa doğru bir
sokuluş.” (KS, s.25)
Simetrik
bir yüz, orantılı bir vücut, mahcup bakışlar
gibi klasik anlamdaki güzellik ölçüleri peşinde
koşmayan Ümid, alışılmış Doğulu ve Batılı kadın tipleri dışında bir bileşim kurmak çabasındadır:
“Birçokları
beni, yeter derecede ‘kadın’ bulmuyorlarmış. Yalan! Aradıkları kadın değil
bir kere. Onlar etli butlu, süzgün gözlü ‘dişiler’ arıyor. Ben o değilim;
alaturkası da değilim: Lepiska saçlarını gerdanıma döküp mehtap gibi
sırıtmıyorum; alafrangası da değilim; bir bulut gibi salına salına dolaşmıyor,
burun yırtan parfümler dağıtmıyorum. Ben katı ve sağlamım.”
(KS, s.25)
Ümid,
İstanbul’da ünlü tüccar Zihni
Keleşoğlu’nun
çevresini, verdiği
imkânlarını yaşarken
Paris’te hem manevî hem maddî hayatını kendi gücüyle düzenlemeyi öğrenmiştir. Paris’te parayı çarçur
etmek yerine kendi imkânları çerçevesinde çalışıp
didinip, yaşam
mücadelesini vermiştir:
“Gianna
beni, zaman kaybetmekten kurtardı. Onun yardımıyla kişiliğimi, kişiliğimin
gerektirdiği yaşamayı, çok da uğraşmadan
kuruverdim. Tabii ya! Benim hayatım, Paris. Ancak, oradaki yıllarımda, her
günümü çalışarak hak ettim. Bu yüzden Paris dendi mi, etrafımdaki
kızlardan ayrı, onları şaşırtan şeyler düşünüyorum,
söylüyorum.” (KS, s.366)
Ümid,
Paris’te kişiliğini yeniden oluşturmaya çalışırken, kendi memleketi hakkında
birçok hayal kırıklıklarına uğrar
(YTB, s.210). Dame de Sion’da okuduğu
yıllarda uzaktan tanıdığı
Batı’nın kültürel, siyasî ve sosyal gerçekleriyle karşı karşıya kalınca ezildiğini hisseder (KS, s.274-275).
Fakat Ümid, bu ezikliklerin karşısında
boyun eğmez. Zamanla Paris’te edinilmiş tecrübelerle bir senteze ulaşmaya çalışır:
“(...)
realiste’im ben, gerçekçi, şahsiyetimin
gerçekler arasında, vecu, yâni yaşanmış deneyler seviyesinde teşekkül
etmesini arzuladım hep... hiç değilse Paris’ten döneli...” (YTB,
s.209)
Ümid’in
İstanbul’a dönme kararına üzerine
Halil, “... sen İstanbul için artık fazla alafrangasın, orası sana
fazla hafif ve alaturka gelecek, sen oraya ağır ve yabancı geleceksin.”
(KS, s.21) derken Mahmud, Ümid’i İstanbul’a
çevirenin memleketine olan sorumluluk duygusu olduğunu söyler:
“—
... İstanbul sana hafif ve alaturka gelecekmiş. Laf! İstanbul
sana ağır ve başa çıkılmaz bir vazife gibi geliyor. İçine
bir türlü giremediğin, temas kuramadığın bir gerçekler düzenini
küçümsemek kolay, yaşamak zordur. Önemli olan elbet ikincisi. Değiştirmek
amaçlarıyla bile olsa, önce yaşamak.” (KS, s.501-502)
İstanbul’a
dönmüş olan Ümid, oğlan çocuğu gibi kısa kestirdiği saçları, parmakları arasında
siyah ebonit ağızlığıyla hemen herkesin dikkatini
çeker. “Avrupa’da iyice gündeliğe binmiş, biraz rahat ve kolay
olduğundan, biraz erkeklere inat” (YTB, s.248) diyerek pantolon
giyme alışkanlığı edinir. Gene dostu Gianna’nın
etkisinde, “‘Ciao’ diye bir selâm sözgelişi, pantolonla sokağa
çıkmak, bardaki Campari şişeleri, kitaplıkta kimsenin bilmediği
o yazarlar, Gramsci, Pavese, Calvino, plakların arasına eski İtalyan
bestecileri, Pergolessi, Boccherini, Albinoni vb...” (YTB, 250)
özellikleriyle bir Türk kadınından çok bir Batılı kadın izlenimini uyandırır.
Yaşam tutumu ve fikirleri
bakımından Ümid, geleneksel Türk kadın tipine hiç benzemez. Söz gelişi “Hiçbir şey bu
kadının, bu erkeğin diye ayrılamaz. Hele sosyal planda. Eskidenmiş onlar.”
(YTB, s.219) diyerek erkeklerin yapabildiğini
kadınların da rahatlıkla yapabileceğini
iddia eder. Kadın erkek ilişkisinde
de erkeklerin kullanabildiği
bütün cinsel hakları kadınların da kullanması gerektiğini savunur (YTB, s.371).
Parisli
gibi Fransızca konuşması,
giyimi ve havasıyla Batılı bir gazeteciden farksız oluşuyla İstanbul’da bile dikkati çeken
Ümid, Anadolu’ya gidince doğal
olarak herkesin odak noktası olur:
“—
... asıl müthişi diyor, Anadolu! İlk görüşüm, kahırdan az
kalsın tıkanıyordum. Mahmud ne kadar haklıymış, o zaman. Biz, burada,
ohooo, ekmek elden su gölden. Notre Dame de Sion, ardından Paris...
Elini
Demir’in eli üstüne koydu: — ... herkes beni ecnebi sanıyordu, dedi. Utancımdan
öldüm. Böyle olduğumdan
değil, yanlış anlama, onların istediği gibi hiç olamayacağımı
bildiğimden.” (YTB, s.259)
Batı’da
ve üstelik Paris gibi bir metropolde uzun yıl yaşamış, İstanbul’daki şehir hayatına alışmış olan Ümid, Anadolu’nun çetin
hayat şartlarını gördüğü zaman âdeta sarsılmıştır. Memleketin insanlarıyla ne
derecede bağdaşamadığını anlayınca da büyük üzüntü
duymuştur.
Ümid,
hâli tavrındaki üstünlük nedeniyle kendisine “Barones” denilmesini reddetmezken
Ankara’da “Zizi” Binbaşı’nın
ona “yenge” olarak hitap etmesine tepki gösterir:
“—
... yenge demiyorlar mı, cin ifrit oluyorum. Neden mi, ne bileyim? Kendimi
kolları altın bilezikli, başı örtülü taşra gelini görüyorum da
ondan galiba!” (YTB, s.374)
Görüldüğü gibi Ümid, her ne kadar iç ve
dış gerçekleriyle bir sentez
yaratma çabasında olduğunu
iddia ederse de kendi memleketini yabancı gözüyle görmekten kurtulamamış, Batı’ya daima özlem duymuştur. Bu, onun yaşam tecrübelerindeki tüm geçekler
Doğu’ya değil, daha çok Batı’ya dayalı oluşundan kaynaklanmıştır.
Sırtlan
Payı
romanındaki Doktor Sevim, giyimiyle, yaşayışıyla Batılıya özenen bir tip
olarak karşımıza
çıkmaktadır. Doktor Sevim, görünüşü
ve davranışıyla çağdaş bir kadın olma çabasındadır.
Yalnız onun için çağdaş bir kadın olmanın anlamı,
Amerikan filmlerinden izlediği
Joan Crawford, Ava Gardner gibi aktrislere benzemektir:
“(...)
davranışıyla Joan Crawford, alımıyla Ava Gardner, sporculuğuyla
Esther Williams olacaktı o. Oldu da: bilerek bilmeyerek davranışlarına
Joan Crawford kesinliğini ve keskinliğini nasıl yedirdiyse,
burnunun Ava Gardner burnu olmasını Viyana’daki estetik ameliyatlarıyla öyle sağladı.
Doktor Sevim’in kurt köpeği, Jaguar arabası, Bandit kokusu ile ulaştığı
etkileyici kişilik ortaokul yıllarından bu yana seyredilmiş yüzlerce
filmlerden içisıra oluşturduğu, sonra gerçekleştirdiği
bir bileşim (...)” (SP, s.175)
Doktor
Sevim, evini gençlik yılları boyunca hayal ettiği
bir “Hollywood” filmi dekorunu somutlaştırır
gibi döşer. Aşçısı Hatice’yi de onun daha
önce Amerikalıların yanında çalışmış olması, filmlerdeki gibi
hamburger ve sandviç yapabilmesinden dolayı tercih eder. Nohutlu et, kıymalı
pırasa, etli bamya gibi Türk yemeklerini yemez, “ilkel bulur çünkü, doğulu
sayar, dudak büker!” (SP, s.175) Hatta Doktor Sevim’in ilk ve ikinci
kocasıyla geçinememesinin temelinde gene bunun gibi doğulu diye nitelediği ayrıntılara olan takıntısı
yatmaktadır:
“İlk
kocası Rıdvan’dan ayrılmasında, adamın sık sık Sirkeci’deki kebapçılara gidip
lahmacunlar, meyhane pilavları, yoğurtlu kebaplar tıkınması; ikinci
kocası Hakkı Saffet’le bozuşmasında ise, koskoca hukuk profesörü
olmasına rağmen, odaya bir kadın girince ayağa kalkmak gerektiğini
öğrenememesi etkili olmadı mı?” (SP, s.175)
Nitekim
yaşça kendisinden oldukça küçük
olan Akın’ı da “batılı çocuk: duygulu, akıllı da” diye beğenir (SP, s.176).
Doktor
Sevim, Miralay Ferid’in Emirgân’daki geleneksel Türk evine karşı gizli bir tiksinti duyar.
Çünkü ne zaman eski usul evleri görürse, “kendisini yoksulluk yıllarının
bilmem hangisinde, ayağı takunyalı, eli süpürgeli, taşları
yıkamak zorunda bir mahalle kızı olarak görürdü.” (SP, s.34) Suat’ı sinema
güzelliği ve şıklığını taşıdığından dolayı modern olarak
niteler. Bu nedenle onu Miralay Ferid’in alaturka evine yakıştıramaz:
“ -O
eve hiç yakı ş mıyorsunuz
da! Alaturka evleri sevmem, alaturkalıktan tiksinirim: sallanan bir salıncak,
ninni söyleyen bir kadın, taşlıktaki
takunya sesleri beni deli edebilir. Ne yaparsınız ki kanımıza işlemiş,
en Avrupalı görünenlerimiz, en kibar pavyonlarda, gecenin bir
saatinden
sonra çiftetelli oynuyorlar!..”
(SP, s.209)
Doktor
Sevim’e göre Türkler her ne kadar Batılı görünürlerse içinden bir türlü
kurtulamadığı bir
alaturkalığın
etkisinde kalmıştır. Hem
halkını hem milletini hor gören Doktor Sevim, zaman zaman bir Batı ülkesine
yerleşmenin hayalini de kurar:
“Amerika’ya,
Kanada’ya, Almanya’ya gidip yerleşen az sınıf arkadaşı mı var?
Akıllıymışlar canım, uygar bir çevre, güvenilir bir toplumsal düzen
içinde yaşıyorlar hiç olmazsa, devlet ve insanlar sözlerinde duruyor: ne
böyle on beş-yirmi yılda bir hayatı kökünden sarsan değişiklikler,
ne gündelik hayatta insanların akıl almaz dönekliği, ikiyüzlülüğü!
Dönüp dolaşıp vardığı yer hiç değişmez:
“... hadi canım sen de! Biz adam olmayız!”” (SP, s.372)
Bu
ifadeden de anlaşılacağı gibi Doktor Sevim, Batı
ülkelerinin yerleşik
sosyal ve siyasî düzenine hayranlık beslemekte, kendi ülkesine ve halkına ise
güven duymamaktadır. Batı dünyasının karşısında
âdeta bir aşağılama kompleksinin
içerisindedir.
Sırtlan
Payı, Dersaadet’te
Sabah Ezanları ve Allahın Süngüleri adlı romanlarda karşımıza çıkan Gülistan Satvet,
Batı’da yetişmiş ve kendi millî kimliğinden çok Batılılığı benimsemiş bir tiptir. Sabık Paris Sefir-i
Kebiri Refii Satvet Bey’in kızı olarak bütün öğrenimini
Paris’te görmüştür.
Avrupa kesimi abanoz saçları, rimelden ağırlaşan kirpikleri, yürek biçimi
boyanmış ağzı,
elinde ince uzun gümüş ağızlığı, dekolte tuvaleti, yüksek
topuklu lame iskarpinleriyle baştan
ayağa kadar Batılı giyimin
özelliklerini taşımaktadır
(SP, s.253, DSE, s.347, AS, s.224). Buna bir de akıcı Fransızcası ve kendinden
emin tavırları eklenince Gülistan Satvet’in herhangi bir Fransız matmazelden
farkı yoktur.
Gülistan
Satvet, göz alıcı görünüşünün
yanı sıra hoppa bir salon kadınıdır. Binbaşı
Ferid, Gülistan Satvet’in bu yanını “(...) bizde kadın kısmının asla ve
kat’a cür’et edemeyeceği ef’ali akla ziyan bir suhuletle yapıyor.”
(SP, s.264) sözleriyle olumsuz eleştirir.
Gülistan Satvet için Batılı hayat özentisinin getirdiği bir diğer kötü taraf da eroin düşkünlüğüdür. Gülistan Satvet, eroini
Paris’teki kibarlar çevresinden tanımıştır.
İlk başta seçkinlik işareti sanarak eroine başlamışsa da zamanla alışır. Eroinin tutsağı olur (SP, s.268).
Gülistan
Satvet, yetişme
tarzının etkisiyle Batı’nın üstünlüğünü
kabul eder. Türklerin kendi kendilerini yönetebileceklerine inanmaz. Bundan
dolayı, mütareke dönemindeki manda tartışmasında
ikinci vatanı saydığı
Fransa’yı tutar (DSE, s.42-43). Gülistan Satvet, sadece kendi memleketine
güvenmez değil,
bireysel anlamda da Batı’nın karşısında
eksiklenir:
“Marie-Laure
Oiselet adını, duyar duymaz, âdeta ilikleri donmuştu: ‘mondaine’
bir ‘Osmanlı kadını’ sıfatıyla, her ‘nokta-i nazardan’ kendisini, bu gösterişli
kadına ‘fâik addediyordu’; tek noksanı, Fransız olmayışı! Tanrının işlerine,
akıl mı erer? Niye Devlet-i Âliyye’nin Paris sefir-i kebiri Refiî Satvet Bey’in
‘kerimesi’ olarak dünyaya geleceğine; Fransa Devlet-i Fehimesi’nin,
Dersaadet sefir-i kebiri Monsieur Falan’ın kızı olarak dünyaya gelmiyor?
O takdirde, hayatı ne kadar kolaylaşacaktı! Osmanlı’dan ziyade, ‘ruhunu’
Fransız hissetmiyor mu (...)” (AS, s.77)
Gülistan
Satvet, her ne kadar Batı’da yetişmiş, modern, seçkin bir Osmanlı
kadını görünüşünde de
olsa, aşağılık
kompleksinin içinde çırpınmaktadır. Bu kompleks, Batı dünyasına olan aşırı hayranlığı ve özentisinden kaynaklanmıştır ve onu kendi öz ve millî
kimliğini reddedecek kadar götürmüştür.
Dersaadet’te
Sabah Ezanları
romanındaki Neveser, dindar bir Doğulu
olan “Hammınesi”nin aşılamaya
çalıştığı dinî değerlere rağmen, Batılı hayatı benimsemiş babası “Alaman” Ziya Bey’in
çabalarıyla esaslı bir Batılı terbiye ile yetişmiş bir kızdır.
Neveser,
küçük yaştan başlayarak babasının özellikle
Almanya’dan getirttiği
mürebbiye Schwester Magda’nın sayesinde Almanca ve Batılı görgü görenek gereğince ne gerekirse öğrenir (DSE, s.209-210).
Babasının evinden eksik etmediği
Alman konuklarıyla yapılan toplantılara da katılır (DSE, s.212).
“Hammınesi”nden ise Arnavut eşkıya
masallarını ve dinî hikâyeleri dinler (DSE, s.215). Ancak Neveser, Hammınesi ve
Schwester Magda bu iki zıt zihniyetin etkileri arasında nasıl davranacağını şaşırır.
Çünkü o, “içindeki Müslümanlıkla dışındaki frenkliğin”
yarattığı ikilemi yaşamaktadır:
“Hamınnesi’nin
günah saydığı ne varsa, Schwester Magda, ‘kibar yetiştirilmiş
hanımların görgüsü gereği olduğunu’ söylemiyor mu? Schwester
Magda’nın yap dedikleriyse Hamınnesi’nin, omuzlarına bembeyaz dökülen bürümcük
tülbentini uçura uçura, ayıpladığı şeyler.” (DSE, s.215)
Neveser,
içinden çıkamadığı
bu ikilemden kurtulmak için annesine başvurduğunda “Hamınnene hörmette
kusur etme, Schwester Magda’nın dediklerini yap! Hamınnen mazidir, Schwester
Magda, âti: Yoksa baban Selâmlıktaki namahrem sohbetlere iştirakimizi o
kadar arzu eder miydi?” (DSE, s.216) cevabını alır. Burada Hammıne’nin
temsil ettiği Müslüman
değerlerin geçmişte kaldığına, çağın gereği ve geleceği vadetmesi bakımından Batılı
değerlerin önemine dikkat
çekilmektedir.
Nitekim
Neveser, dine bağlı
olmaktan çok, modern görünmeye, asrî olmaya özenen bir kadın olarak karşımıza çıkmaktadır. Görücü
usulüyle evleneceği
Abdi Bey’den etkilenmesinde adamın Paris şıklığı giyimi, gönderdiği Fransızca kartvizitlerle gül
buketlerinin payı olmuşsa
da asıl önemlisi Neveser’e asrî bir hayat vadetmesidir:
“—
... birlikte, dedi, Osmanlı taşrasının tahammülfersa hayatını yaşamayacağız.
Bunu, bilhassa tebarüz ettirmek arzusundayım. Vaziyet tavazzuh etsin, ağleb-i
ihtimal Paris’e yerleşiriz, hiç olmazsa Dersaadet’e...
Gülümsedi, tekgözlüğü olanca güneşi
toplamıştı:
her veçhile asri bir kadın
olmanız, şâyân-ı
temennidir.
Dişlerinin
arasından Fransızca tekrarlıyor:
... une femme tout a fait
moderne! ”
(DSE, s.227)
Bu
ifade aynı zamanda Neveser’in Batılı hayata ne denli özendiğini ve özlemini duyduğunu göstermektedir.
Dersaadet’te
Sabah Ezanları,
O Karanlıkta Biz, Allahın Süngüleri ve Gazi Paşa romanlarında
karşımıza çıkan Doktor Melek,
Batı’da yetişmiş, Batı’nın serbest hayatını
benimsemiş ve kendi halkına yabancılaşmış bir tiptir. Süryanî olan Doktor
Melek, Almanya’da Soeur’lerde okumuş,
Darülfünun’a girmeyi başarmış son derece zeki bir kadındır.
Batı özentisi olan diğer
kadın tiplerinin aksine Doktor Melek, süslenip püslenmeye önem vermez:
“‘Marksist’
bir münevver sıfatıyla, kadının ‘tabiiliğini’ savunduğu için;
‘nasılsa öyle kalmayı’ tercih ediyor: ne krem, ne pudra, ne de ruj; kaşına
cımbız, kirpiğine rimel değmemiştir; üstdudağında
gittikçe
belirginleşen tüyler de o yüzden
‘alınmıyor’” (AS, s.85)
Ancak
zamanla Doktor Melek’in siyasî inancına dayanan bu tutumu değişir.
Rus soylusu Prens Bragin’in etkisinde Paris modası “marquisette ropları” giyer,
ensesi traşlı Avrupa
kesimi saçlarını Rus muhacirleri gibi “Rus başı”
yapar (AS, s.295). Doktor Melek’in sıra dışı
giyim tarzı bu kadarıyla kalmaz. Bir süre sonra erkek gibi kestirdiği saçları, traşlı ensesi, biçim bile verdiği bıyık gölgesi ile kendini
âdeta bir erkeğe
benzetmeye çalışır. Bu
erkeksi görünüşüne bir de
dudaklarına kan kırmızı ruj sürünce kocası Ahmet Ziyat büyük bir rahatsızlık
duyar. Fakat Doktor Melek, yirminci yüzyılda kadınların da erkekler kadar hak
sahibi olduklarını vurgulayarak kendini savunur (GP, s.307-308). Moskova’ya
gittikten sonra serbest hareketleriyle dikkati çeken Doktor Melek, gene
sosyalist kadınların düşüncelerini
ileri sürerek serbest aşkı
ve kadının kendi vücuduna sahip çıkma özgürlüğüne
kavuşması gerektiğini savunur (OKB, s.30).
Doktor
Melek, Müslüman halkının kadın hekime rağbet
edeceğini düşünerek muayenehanesini
Sultanahmet semtinde açmıştır.
Hekim levhasında adı önce Osmanlı Türkçesi, sonra Fransızca olarak yazılmıştır (DSE, s.115, GP, s.306).
Ancak bir süre sonra bu tutumu da değişir. Doktor Melek, ahalinin Türk
ve Müslümandan çok, yabancı ve Hristiyana ilgi gösterdiğini ileri sürerek Fransızca
olarak Dr. Meleho Afram, altında Dr. Melek Ziya yazılı levhayı kullanır (GP,
s.306). Burada Doktor Melek, kazancını arttırmak için Hristiyan kimliğini öne çıkarmak düşüncesi ön plana çıksa da
aslında onun Batılılığa
olan özentinin etkisi büyüktür. Nitekim o, Müslüman semti olan Sultanahmet’ten
ayrılıp Harbiye veya Şişli gibi modern apartman
hayatının toplaştığı semtlere taşınmayı bile düşünmektedir (GP, s.306).
Tali tipler
Sırtlan
Payı, Dersaadet’te
Sabah Ezanları, O Karanlıkta Biz romanlarında Rosa Mizrahi,
Batılı hayatı benimsemiş,
ahlâkça dejenere olmuş bir
tip olarak karşımıza
çıkmaktadır. Selânik Musevîlerinden Rosa Mizrahi, Notre Dame de Sion adlı
Fransız okulunda Batılı tarz eğitimle
yetişmiştir:
“Tanzimat-ı
Hayriye’den bu yana, Dersaadet’teki Fransız okullarının düzinelerce yetiştirip,
varlıklı Hıristiyan ve Musevi tüccarlarına eş olarak dağıttıklarından,
hani: piyanoya oturdu mu az buçuk Debussy, Fauret tıngırdatır, edebiyattan
açıldı mı Musset’den, Baudelaire’den bir-iki mısra okur, ya da Colette’in son
kitabındaki filan tipe benzemeye özenir (...)” (SP, s.263)
Rosa,
öyle bir okulda son derece iyi Fransızca öğrenmiş, Batı sanat ve edebiyatıyla
yetişmiş görünse de dengesiz ve serbest
davranışlarıyla ailesini endişelendirir. Çünkü o bir Osmanlı
kızından çok bir Fransızı andırır (DSE, s.173). Fransızca dergi ve kitaplardan
cinsel çeşitleme ve sapkınlıklarla ilgili
bilgiler öğrenir,
hatta öğrendiklerini uygulamaktan
çekinmez (DSE, s.175-176).
Rosa,
Leon Mizrahi ile evlendikten sonra Dersaadet’e yerleşir. Mizrahiler yalısında Batılı
subaylara ve şehrin
kibarlar çevresine türlü davet ve partiler verir:
“(...) savaş boyunca bu yalıda ‘Alman
zabitânına’strudel, İngilizlere
üzümlü cake, Fransızlara croissant, İtalyanlara pizza! “Misafir
ağırlalakta, Madal Mizrahi’nin filvâki üstüne yoktur.” ” (DSE, s.18)
Rosa Mizrahi, kızı Raşel Mizrahi’yi yetiştirmek için, İsviçre’den mürebbiye getirtir.
Kızı İstanbul sosyetesine takdim
etmek için görkemli bir gardenparti düzenler (DSE, s.322). Yılbaşında ise yalıda balo vermekten
geri kalmaz (DSE, s.396).[XLII]
Rosa
Mizrahi, sürdürdüğü
gösterişli Batılı hayattan kendini
mahvedecek kötü bir alışkanlık
da edinir. Batı özentisi ve sosyetik merakla başladığı eroine hemen alışır. Eroin bağımlısı olduktan sonra kendisine
eroin temin eden Prens Bragin’in tutsağı
olur. Eroin düşkünlüğü yüzünden kimi zaman
istihbarat toplamak zorunda kalır, kimi zaman da fuhuşa sürüklenir (DSE, s.379).
Sonunda Rosa Mizrahi, aklî dengesini kaybeder ve kızı Raşel Mizrahi tarafından bir akıl
hastahanesine yatırılır (OKB, s.245)
Bıçağın Ucu, Sırtlan Payı,
Dersaadet’te Sabah Ezanları ve O Karanlıkta Biz romanlarında karşımıza çıkan Raşel
Mizrahi, tıpkı annesi gibi Batılı sosyetik yaşam
tarzını benimsemiş,
ahlâkça yozlaşmış bir tiptir. Mizrahi ailesinin
kozmopolit, gösterişe
dayalı yaşayış tarzının etkisi altında yetişmiş Raşel Mizrahi’nin hayatı, bir sürü
aldatmacalarla doludur:
“Kültürlüyüm
der, herkesin bildiği şeyleri yarım yamalak bilir; hiç kimseye
benzememekle öğünür, hiç kimseye benzemeyişi, herkesinkine
benzer; Chopin’i, Debussy’yi dinlediği için kendini adamakıllı ince
genelevi yosmalarından söz edebildiği için geniş ve ileri fikirli
sanır, oysa tatlısu frenklerinin doluştukları Tepebaşı’ndaki,
Tünel’deki çay salonlarından çıkmaz; adamı ayakta uyutan konserleri bir gece
kaçırsa, uyku tutmaz; var mı ona nemli kadife, portakal kabuğu ve
kalorifer sıcağı kokan sinemalarda Amerikan filmleri seyretmek, eşcinsel
ilişkileri anlatan
Fransızca romanlar okumak, ya da çikolatalı Yahudi
pastaları tıkınmak, gerisi aldatmaca! Çevresindekileri ve kendi kendini
aldatıyor, aldattığına
inandıkça mutluluğu artıyor. (...)” (BU, s.130)
Görüldüğü gibi Raşel Mizrahi, kültürel ve sosyal
düzeyinde Batılı bir hayata özenir. Ancak onun Batılı hayatı ele alışı, yüzeysel ve biçimsel kalmıştır. O, gerçek ve yapıcı bir
anlamda Batılı hayatı yaşamamış ve züppe bir kadındır.
Karanlıkta
Biz romanında
gördüğümüz gibi Raşel Mizrahi, İkinci Dünya Savaşı yıllarında halkın yaşadığı yoksulluklara aldırmadan Abdi
Bey’le tiyatro, pavyon, gazino, at yarışı,
tenis turnuvası gibi eğlence
mekânlarında boy gösterir (OKB, s.226-229). İntikam
ve kendini kanıtlamak hırsıyla yabancılarla Beyoğlu
sosyetesini bir arada toplayan bir parti vermekten de geri kalmaz (OKB,
s.348-352). Bütün bu yönleriyle Raşel
Mizrahi, sefahate ve şehvete
düşkün bir salon kadını olarak
okuyucunun karşısına
çıkmaktadır.
Haco
Hanım Vay!..
romanında Arşaluys Mahçubyan, asrîliğiyle övünen, Batı’nın serbest
hayat tarzını benimsemiş bir
tip olarak karşımıza
çıkar. Şam’ın ünlü kuyumcu eşrafı ailesinden gelen Arşaluys, Beyrut’ta Soeur’lerde
okumuş, Nice’te müzik eğitimi almıştır. Dolayısıyla onun giyim kuşam tarzı, Batı’nın giyim
modasına uygun, ayrıca ailesinin zenginliğini
öne çıkaran özellikleri taşımaktadır:
“(...)
gün batımında pembe kristale dönüşen, ünlü Mahçubyan kuyumları: broşlar,
pandantifler, yüzük ve bilezikler. Üzerinde, siyah iplikten, Paris modası
‘dekolte’ bir tuvalet. Elinde tir tir Japon yelpazesi (...)” (HHV, s.24)
“(...)
sırtında paillette’li erguvan tuvaleti, ayaklarında yüksek topuklu lame
iskarpinler, boynunda Mahçubyan ailesinin namlı elmas gerdanlığı
(...)” (DSE, s.34)
Bu
göz alıcı görünüşünün
dışında Arşaluys, Pleyel piyanosunun karşısına geçip bir oturuşta Beethoven’den bir iki sonat
çalabilir (HHV, s.34). Nitekim müzik, onun en büyük tutkusudur. Piyano başında çalışırken gözü dünyayı görmez.
Ayrıca eseri yorumlamaya çalıştığı zaman şampanya içmeyi ihmal etmez:
“Piyanoda
parça çıkarırken şampanya içmeyi, Nice’de itiyat edinmiş.
“Tercihan
‘La cordon rouge’, mon cher ami!..” Beethoven’in konçertosu, galiba konağın mahzenindeki son
kasaları tüketecek.” (HHV, s.60)
Burada
Arşaluys’un şampanya içme alışkanlığı da onun şık giyim merakı gibi Batılı
hayata özentisinin bir örneğidir.
Bu yönleriyle Arşaluys,
kendisini daima asrî bir kadın olarak niteler.
Öte
yanda Arşaluys, kadın-erkek ilişkisindeki aşırı serbest tavrıyla özellikle
dikkati çeker. Alman subaylarla olan yakınlığının
yanı sıra, evli olan Feridun Hakkı ile ilişki
kurmaktan çekinmez. Bu yönüyle kendini Doğulu
kadından da ayıran Arşaluys,
erkeklerin onun gibi asrî kadına evlenmek için değil,
eğlenmek için ilgi
gösterdiklerinden şikâyet
eder (HHV, s.64). Şam’ın
düşmesinden sonra “... asri bir
kadına, Şark’ta hakk-ı hayat yok!” (HHV, s.121) diyerek Avrupa’ya
göçüp orada müzik kariyerini yapmanın hayalini kurar (HHV, s.121-122).
Haco
Hanım Vay!..
romanında Batılı hayatı sadece yüzeysel ve biçimsel yönden algılamış tip olarak Mâide ve Rayegân
Hanım geçmektedir. Maide, İzmir’deki
Amerikan Kız Koleji’ni bitirmiş (HHV,
s.36) ve mükemmel İngilizcesiyle
övünmektedir (HHV, s.169). Kocası Feridun Hakkı’nın Şam’da bulunmasından
faydalanarak geleneksel bir Osmanlı konağının
örneği olan Cerrahoğlu Konağı’nın düzenini değiştirir.
Haremlikle selâmlığı
birleştirerek büyük bir kabul
salonunu meydana getirir (HHV, s.142). Salonun dekorasyonu için de yabancı mağazalardan Batılı tarz
koltukları, ayrıca evin kütüphanesi için kuyruklu bir piyano almayı düşünür (HHV, s.130). Haftanın
belirli günlerinde kabul günü düzenler. Kadınlı erkekli olan bu toplantılarda
batılı müzik dinlenir, poker çevrilir, sigara ve içki içilir (HHV, s.148).
Kocası bu durumu ne kadar yadırgasa da Maide, bu şekilde
edindiği yeni çevre ve arkadaşlarından memnun görünür. Hatta
“asrîlik” diye Hristiyan dostlarına Noel ziyafeti vermeye kalkışır (HHV, s.144). Yazar, Cerrahoğlu Konağı’ndaki bu değişime
yönelik “eski hayatlarını yıllardır için için kemiren birtakım görünmez
böcekler (‘asrilik’ böcekleri mi?)” (HHV, s.142) ifadesiyle asrî olma
hevesi eski hayat tarzının yok olmasına neden olduğunu vurgulamaktan geri kalmamıştır.
Batılı
okulda eğitimini tamamlamış olmasına rağmen Maide’nin asrîlik anlayışı, sırf Batılı hayatın
biçimlerini taklit etmekten ibarettir. Nitekim Maide için Feridun Hakkı’nın
dile getirdiği “Mâide,
‘gâvur’ İzmir’de alafrangalık taslayan, hem kibirli, görgüsü kıt,
‘alelâde’ bir Osmanlı kadını!” yorumu, Maide tipinin tüm özelliklerini
özetlemektedir.
Maide’nin
ahbaplarından Rayegân Hanım, Mektupçuzade İskeçeli
İzzet Bey’in eşi, Selânik Liman Şirketi’nde çalışan müdürlerden birinin kızıdır.
Selânikli olmasından dolayı Anadolu’ya küçümser bir gözle bakar. Birinci Dünya
Savaşının ilk iki yazını Karlsbad’da
geçirmiş olmasıyla böbürlenir. Bunu
fırsat buldukça da “Evropa’da öyle yapmazlar, efendim: fevkalade ayıptır!”
sözüyle belirtmekten geri kalmaz (HHV, s.146).
Rayegân
Hanım, ayrıca giyim kuşam
konusunda Batılı modaya gösterdiği
özenle dikkati çeker:
“Şıklığı
dillere destan: onlar ne ‘dekolte’ tuvaletlerdir, ne yüksek topuklu ‘lame’
iskarpinelerdir öyle? Renk renk, ‘ııkmabaş ’la geziyor; altın çerçeveli,
ipek kordonlu tek gözlüğü, en çarpıcı süsü.” (HHV, s.146)
Bu
görünüşüyle kendini asrî bir kadın
sanan Rayegân Hanım’ın en büyük merakı ise fal ve büyüdür. Ne falı olursa olsun
hepsine büyük ilgi duyar. Nitekim kocası bir aktrise tululunca onu geri
kazandırmak için falcılara ve büyücülere gidip yarasa kemiği okutma, muska yaptırma gibi
batıl inançlara başvurur
(HHV, s.146).
Rayegân
Hanım da tıpkı Maide gibi, Batılılık taslamayı seven görgüsüz bir tip olarak
dikkati çekmektedir.
Gene
Haco Hanım Vay!.. romanında Salise Nalân, giyimi kuşamı ve hareketleriyle alafranga
zarifliğine sahip bir tip olarak karşımıza çıkmaktadır.
“(...)
düğme gözleri fazlaca sürmeli, ön uçları vırt zırt alnına yükselen ince
kaşları boyalı, ufacık ağzını büze büze konuşuyor,
kelimelerini özenle seçse de dilinde belli belirsiz Selânikşivesi.
Zarifliğine zarif, üstelik herşeyiyle: o ne bardak tutuş;
seyrek kirpiklerini indirerek, o ne gerdan kırış öyle!” (HHV, s.34)
Salise
Nalân, yazdığı
soneleri, yazıları ve romanıyla İzmir
edebiyat çevresinde ismi anılan bir yazardır (HHV, s.38, 165). Bu onun Batılı
görünüşüne aydın bir havası da
katmaktadır.
Salise
Nalân, Emrullah Bey’in ikinci eşi
olarak Beyler Sokağı’ndaki
Kesecibaşı konağında yaşasa da harem kısmına geçmez.
Onun yaşam alanı sadece selâmlıkla
sınırlıdır. Konaktaki hamama da itibar etmez, alafranga banyoyu tercih eder
(HHV, s.374). Konakta sık sık İzmir’in
sosyete çevresine gardenpartileri düzenler. Salise Nalân’ın bu gardenparti alışkanlığına Müzeyyen Hanım, hem israf
hem alafranga taklit diye karşı
çıkar:
“... bir gardenparti âdetidir çıkardı, dünyanın
parası gitti. Neymiş, Punta’nın keferesi yapıyormuş! Allah Allah,
bize ne efendim? Biz kefere miyiz? Babamız da mı gardenparti tertiplerdi?”
”(HHV, s.372)
Ailece
Şam’da kaldıkları zamanlarda
Emrullah Raci Bey’in diğer
iki eşinin kapalı bir yaşam sürdürdükleri hâlde Salise
Nalân, vakit kaybetmeden kendine yakın bir çevre edinmeyi başarır. Genellikle memur karısı,
Hristiyan yerli ve alafranga kadınlardan oluşan
bu çevre ile şehrin eğlence yerlerinde boy göstermeye
başlar. Konağın selâmlığında kabul günleri düzenler
(HHV, s.394).
Görüldüğü gibi Salise Nalân, romanda
özellikle Batılı hayata olan özentisi bakımından dikkati çeken bir tiptir.
Yaraya
Tuz Basmak
romanında Suat Hanım, Doğulu
konak terbiyesi ile yetişmiş, fakat Batılı yaşayış tarzına da özenen bir Osmanlı
kadınıdır. II. Abdülhamit bürokratlarından olan babası İsmail Raci Bey’in çabalarıyla
musiki dahil olmak üzere pek çok konuda değişik hocalardan ders almıştır. İstanbullu ve usul erkân görmüş asrî bir kız olmasından gurur
duyar (YTB, s.106-107). Ancak Bursa esnafı Feyzullah Efendi’yle evlendikten
sonra sofu bir Müslüman olan kayınpederi Çukurcalı Hoca Rasim Efendi’nin
baskısı altında konakta tamburunu eline alamaz, başörtüsüz dolaşamazdı (YTB, s.108). Böyle
tutucu ve baskıcı aile ortamında Suat Hanım’ın tek tesellisi biricik oğlu Demir’dir. Ve Suat Hanım, oğlunun kocası Feyzullah Efendi
gibi değil, kayınbiraderi Doktor
Hayrullah Bey gibi bir Osmanlı aydını olarak yetişmesini
ümit eder (YTB, s.107).
Rasim
Efendi’nin vefatından sonra konağın
dindar havası da dağılır.
Suat Hanım, eskiden yasak olan ne varsa artık gizlemeden yapamaya başlar. Nezihe Muhittin, Mebrure
Sami, Suat Derviş gibi
yazarların aşk
romanlarını; Resimli Ay, Boğaziçi ve Yedigün gibi
salon dergilerini evin her köşesinde
rahatlıkla okur. “Türkiye Güzellik Kraliçeliği”
yarışmalarını açık açık izler; ünlü
kraliçelerin resimlerini duvarlara asar. Yaylı tamburunu istediği zaman çalıp şarkı söylemekten çekinmez (YTB,
s.113). Salon dergilerinden gördüğü
yeni yeni rujları, kremleri, rimelleri İstanbul’dan
getirtir. Bu malzemelerle tuvalet aynasının karşısında
geçip saatlerce boyanıp süslenir. Hatta bu aşırı
süse düşkünlüğünden dolayı komşular onun arkasından “Sürmeli”
Suat Hanım diye lâkap takmıştır
(YTB, s.114).
Kurtlar
Sofrası
romanında iş adamı
Asım Taga’nın kızı Suzan, kolejde okumuş,
konuşmasında İngilizce kelimeleri sokuşturmayı seven, Batılı bir erkek
ile evlenip Batılı bir yaşam
hayalini kuran bir kızdır. Geleceğini
bulacağı zengin bir kocanın üzerine
yüklemeyi ve Amerikalı erkeklerin bu tasarısına son derece uygun olacağını düşünür (KS, s.428). Nitekim
zengin bir Amerikalı iş adamı
Freddy Mills’i, hem Türk erkekleriyle evlenmekten kurtulur hem babasının
ticaret işlerine yarar diye elde etmeye
çalışır (KS, s.217).
Öte
yanda Suzan’ın aşırı
Batı özentisi, onu kendi halkını küçümsemeye ve memleketine yabancılaşmaya kadar götürmüştür:
“Yoook,
never, never, never! Bizim erkeklere tahammül edemem; ne kadın kıymetini
bilirler, ne doğru dürüst yaşamasını! Hem sonra ben, kendimi başka
hayatlara hazırladım, bir bakıma: kendimi asıl burada, bu yaşama içinde
yabancı hissediyorum. Aa, elbet, bu hepimiz için böyle biraz da.” (KS,
s.427)
Burada
Batılı bir hayat uğruna
kendi özüne yabancılaşma
olgusu göze çarpmaktadır. Ayrıca kendi halkını ve memleketini yabancı gözüyle
görmek de söz
konusudur.
Erkek tipler
Batılı
hayata özenen erkek tiplerin arasında ahlâkça dejenere olmuş Batı taklitçisi, kendi
toplumuna yabancılaşmış aydınlar da önemli yer
tutmaktadır. Bunların arasında batılılığı
biçimsel anlamda algılayan gösteriş meraklısı
tipler de görülmektedir.
Aslî tipler
“Aynanın
İçindekiler” dizisinin hemen
bütün romanlarında karşımıza
çıkan Abdi Bey, en ayrıntılı bir şekilde
Dersaadet’te Sabah Ezanları’nda okuyucuya tanıtılmaktadır. Abdi Bey,
giyinişi, yetişmesi, çevresi ve yaşayışıyla Batılı hayatını her
yönüyle benimsemiş,
ahlâkça dejenere olmuş bir
tiptir.
Selânik
halıcı esnafından Köse İsmail
Bey’in oğlu Abdi Bey, tutucu bir Osmanlı
ailesinde büyümesine rağmen,
Türk toplumunun ahlâk değerlerine
önem vermez. Daha M. Garaude Kolej’de okurken, eğlenmeye
ve kadınlara olan düşkünlüğüyle babasının başını ağrıtır (DSE, s.172). Eğlence masrafına yetiştirmek için babasının halı mağazasında çalışan Yahudi kâtiple anlaşarak sahte hesapları uydurur
(DSE, s.174). Buna bir de komşu
yalıda oturan Rosa Mizrahi ile aşırı
yakınlaşması eklenince Köse İsmail Bey, oğlunu Paris’e “Ulûm-ı Siyasiye”
tahsiline göndermeye karar verir. Fakat bu karar Abdi Bey’i fazlasıyla
sevindirir. Çünkü o, “Paris’in bir zevk-u sefa payıtahtı” olduğunu Rosa Mizhahi’nin
anlattıklarından öğrenmiştir (DSE,
.
Nitekim Abdi Bey, Paris’te öğrenimiyle
değil, Montmartre ve Montparnasse
semtlerindeki renkli gece hayatına katılmakla meşguldür.
Fırsat buldukça Paris’te tanıştığı Gülistan Satvet’le buluşup tiyatro, opera, müzikhol,
gazino gibi eğlence
yerlerine giderler (DSE, s.184). Abdi Bey’in Paris macerası, Ulûm-ı Siyasiye
Mektebinde sadece dört dönem okuduğu
ve devamsızlıktan atıldığı
ortaya çıkınca sona erer (DSE, s.196).
Paris’ten
memleketine dönen Abdi Bey, Batılı modaya uygun giyim kuşam tarzıyla dikkati
çekmektedir:
“Katran siyahı saçları, parıl parıl arkaya
taranmış. Kalıplı fesi, tekgözlüğü, alafranga bıyıkları, ilk bakışta
dikkat çekiyor. Hele giyimi, kusursuz: Tam ‘Paris şıklığı’.”
(DSE, s.221)
Abdi Bey, Mizrahilerin verdiği yılbaşı balosuna Batılıların resmî
giysisi olan frakla katılır. Ancak başından
atamadığı festen dolayı utanç duyar:
“Ne zaman sırtına frak giyse, başındaki
festen utanır; ‘münasibi’ pırıl pırıl bir silindir şapka bunun, ama
nerde onda o cesaret: Geceyi istese de istemese de, ‘altı kaval, üstü şişhane’
geçirecek!” (DSE, s.397)
Burada
Abdi Bey, Batılı tarz giysileri kendine ne kadar yakıştırmışsa o ölçüde de Osmanlılığını belli eden festen o kadar
rahatsızlık duymaktadır.
Abdi
Bey, sabah kahvaltılarında bile çay yerine kahve içmeyi tercih eder. Neveser,
bunun Fransızların meşhur
kahve düşkünlüğünden kapma olduğunu düşünürken Abdi Bey, “Çay
tiryakisi ‘akşamcı’nerede
görülmüş, mon
cher?”
(DSE, s.17) sözüyle kahveye değil,
aslında içkiye düşkün
olduğunu belirtir.
Abdi
Bey, Paris anılarını anlatmaktan ve konuşmasında
Fransızca kelimeleri araya sokuşturmaktan
hoşlanır. Varsa Paris yoksa Paris,
karısı Neveser’in Almanya izlenimlerini dinlemeye tahammülü yok:
“Paris
dilinden düşmüyor hiç, Küçük Valde’nin ara sıra eksiklenerek söylediği
gibi, sanki doğup büyüdüğü şehir Selânik değil
Paris, Selânik gurbet, o da ‘daussıla’ çeken bir ‘ecnebi’, gönlünü anılarla
avutuyor (...)” (DSE, s.284)
Abdi
Bey, kendi yurdunu yabancı gözüyle görmek ve Batı dünyasına özlem duymaktadır.
Böyle olmakla birlikte, Mizrahilerin Dersaadet’e Costantinople demeye özen
göstermeleri, Abdi Bey’i rahatsız eder:
“Abdi
Bey, Türkçe ‘muhaverelerinde’ bile, bunların bir süredir Dersaadet’e Contantinople
demeye özen gösterdiklerini, içi sızlayarak fark etmişti. Bir Costantinople’dur
gidiyor. Acaba sebebi ne? Paris Konferansı’ndan, şehrin Türklerden
alıncağı yolunda haberler geliyor, ondan mı? ‘Alelâde’ salon züppeliğinden
mi? “Malum-u âliniz, Tanzimat’tan beri şehri Costantinople tesmiye
etmeyi, Levantenler itiyat hâline getirmişlerdir.” ” (DSE, s.381)
Aslında
Abdi Bey’in “salon züppeliği”
Mizrahilerden hiç aşağı kalmaz. Mizrahilerle birlikte
gösterişe dayalı sosyete yaşayışını benimserler. O
Karanlıkta Biz romanında İkinci
Dünya Savaşı
yıllarının yoklukları arasında halk büyük sıkıntı çekerken Abdi Bey, lüks ve
gösterişli eğlence hayatını sürdürmeye devam
eder:
“Kenar
semtlerde varlığı hissedilen yokluklar, ne Beyoğlu’na ulaşabiliyordu,
ne Suadiye’ye, ne Bebek’e. (...) Gücü yetenler, şehrin dört bucağında
hâlâ nefes alıp veren eğlenceleri, kaçırırlar mı; Selânikli ‘Bacaksız’
Abdi Bey’le ‘mahbûbesi’ Matmazel Raşel Mizrahi, bunların elebaşlarından;
yanlarından hiç eksik etmedikleri, birtakım yosmalarla, açıkhava tiyatrosu,
pavyon, gazino neresi olursa gidiyorlar.” (OKB, s.226-227)
Bunlara
at yarışları, tenis turnuvası gibi
sosyete kesiminde rağbet
gören faaliyetler de eklenebilir (DSE, s.227-228). Abdi Bey’in oğlu Doğan’ın aşağıdaki
düşünceleri, babasının yaşam tarzını özetlemek ve eleştirmek bakımından oldukça
dikkati çeker niteliktedir:
“(...)
bücür, toz pudralı, ağır esanslı, tekgözlüğünün kalaylı diliyle
sağı solu yalayan, bir salon züppesi; loş duvarları boncuk boncuk
şehvet terlemiş, çarşafları sperm haritalı, randevu evlerinde;
bacakları jiletle kazınmış, takma dişli yosmalarla sabahlayan,
‘kart bir zampara’; vaktini gazete idarehanesinde (Yeni Sabah, Vatan, Birlik),
Beyoğlu Pastahenelerinde (Lebon, Markiz, Viyana) çarçur eden, bir
‘sosyete gevezesi’ (...)” (OKB, s.117)
Görüldüğü gibi Abdi Bey, yapmacığa kaçan görünüşü, dejenere olmuş ahlâkı, ölçüsüz eğlence anlayışıyla Batılı hayatın getirdiği tüm olumsuzlukları kişiliğinde toplayan bir tiptir.
“Aynanın
İçindekiler” dizisinin bütün
romanlarında hayatının değişik dönemleri verilmesine rağmen, Dersaadet’te Sabah
Ezanları, O Karanlıkta Biz, Allahın Süngüleri ve Gazi Paşa
adlı romanlardaki görünümüyle Ahmet Ziya, Batılı eğitim görmüş, Batılı hayatı benimsemiş ve kendi toplumuna yabancılaşmış bir tip olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ahmet
Ziya, küçük yaştan beri
Alman mürebbiyesi Schwester Magda’dan Almanca öğrenir.
Böylece ana dili kadar çatır çatır Almanca konuşabilir.
Babası “Alaman” Ziya Bey, çocuklarının “medeniyet” öğrenmeleri için Selânik’teki
Almanları sık sık evine davet eder. “Doğru dürüst dil bilmeseler de,
‘ecnebiler’ arasında bunalsalar da!” (DSE, s.212) düşüncesiyle karısını ve
çocuklarını bu toplantılarda bulunmaya zorlar.
Ahmet
Ziya, Feyziye İdadîsi’nden
sonra “Berlin Mühendis Mekteb-i Âlisi”nde okumak üzere Almanya’ya gider. Orada
da Alman Sosyal Demokratlarının solcu kanadına bağlanır.
“Spartakist Ayaklanması”na katılır. Böylece Ahmet Ziya, Batı’nın kültürünü ve
teknolojisini öğrenmekle
kalmaz, Batı’da doğan
bir ideoloji olarak sosyalizmi de benimser. Nitekim Ahmet Ziya, O Karanlıkta
Biz’de kendisi gibi Türk aydının sosyalizmi batılılığın bir çeşidi olmasından dolayı tercih
ettiğini dile getirmektedir:
“...
Meşrutiyet münevverinin de Cumhuriyet münevverinin de, temel tercihi
‘Garplı olmak’; zira bunu ‘müterakki olmak’ zannediyor! Sosyalistliğe
itibar da, ‘Garplılığın’ bir çeşidi olmasından mütevellit;
memleketin, iktisadi ve içtimai zaruretlerinden doğmuyor (...)”
(OKB, s.400)
Ahmet
Ziya, memleketine döndükten sonra Batılı tarz giyim kuşamıyla, serbest hareketleriyle
ve mükemmel Almancasıyla halkından olan farklılığını
ortaya koymaktan çekinmez. Osmanlı erkeklerin taktığı fese itibar etmeyip
inatçılıkla başı açık
dolaşır (DSE, s.343). Kimi zaman “koyu
lâcivert ‘reglan’ pardösüsü, mavi yün kaşkolu, Tyroll tüyü fötr şapkasıyla”
(OKB, s.24); kimi zaman kırmızı atkısı, lâcivert basque beresi, süet
eldivenleri ve Bavyera piposuyla (OKB, s.116) bir Batılı izlenimini uyandırır.
Baytar Salih Bey’in “Şu hâline bir bak: çivili kar bastonu, Tyroll şapkası,
golf pantolon ve meşin palto; seni yanımda her gören, bilâhare aynı şey
soruyor: ‘-... kimdir bu ecnebi?” (AS, s.547) sözleri de Ahmet Ziya’nın
özellikle Batılı giyim tarzından doğan
yabancılığına dikkati çekmektedir. Ahmet
Ziya’nın “Hammıne”si ise torununun gâvur kızlarına olan merakına hep takılmıştır (OKB, s.44, 379-380).
Allahın
Süngüleri
romanında Ahmet Ziya, Ankara sokağında
geçen bir otomobilin içinde Mustafa Kemal, Halide Edip ve iki yabancıyla
birlikte görünce dayanılmaz bir özlem duygusunun içine düşer:
“Ahmet
Ziya Bey, o dakika, otomobilin içindekilerle beraber olmak için, önüne geçilmez
bir arzu hissetti.
“...
iyi de neden? Son derece merak ettiğim
Mustafa Kemal Paşa’yı görmek, onunla konuşmak arzusundan mı;
yoksa, kaç gündür içinde boğulduğum, köylülük vasatından
kurtulup, birkaç dakikacık olsun, Avrupa havasını teneffüs edebilmek için
mi?..”
Bu ikilemin onun -yalnız onun mu, bütün neslinin-
ömrü boyunca hayatına hükmedeceğini,
henüz tam manasıyla kestiremiyordu.” (AS, s.552)
Rumeli’de
büyümüş, Almanya’da eğitim görmüş Ahmet Ziya, Anadolu’nun
köylülük havası içinde bunalmaktadır. Kendi memleketi değil, onun asıl alıştığı dünya Avrupa’dır. Burada da
onun Avrupalılık özlemi ön plandadır. Yazar bu olay ile Türk aydınının içinden
kurtulamadığı bu
ikilemin altını çizmektedir.
Gazi
Paşa
romanında yazar tekrar Ahmet Ziya tipi ile Türk aydınının kendi toplumuna olan
yabancılaşma olgusunu işlemektedir. Ahmet Ziya,
partisinin görevlisi olarak birkaç ay Ankara’da kaldıktan sonra İnebolu’dan Fransız yolcu gemisi
S/S Crimee’ne binip İstanbul’a
döner. Güvenlik kaygısıyla Ankara’dan İnebolu’ya
kadar kılık değiştirerek gelen Ahmet Ziya, gemi
kamarasında iyice temizlenip giyindikten, hele de “kişiliğinin
‘alâmet-i fârikası’ saydığı ünlü Bavyera piposunu” eline aldıktan
sonra öteden beri benimsemiş Batılı
şıklık görünümüne kavuşur. Ahmet Ziya bu imajla ancak
kendini bulmaktadır:
“‘Halas-ı
vatan fikri’ yüreğinde, ne kadar sağlam durursa dursun;
İnebolu’nun,
kayıplara karışan ‘silueti’; ona, ruhen kendini ancak, S/S Crimee’nin
güvertesinde, birinci mevki salonlunda çalınan piyanoyu dinlerken, ‘kendi
vasatında’ hissettiğini hatırlıyordu. Güverteden dalgın ayrılıp, salona
girince, ‘ömrübillah unutamayacağı’ o melodiyi, piyanoda hayli dekolte
genç bir kadının, çaldığını gördü: “Albeniz’in Tangosu!”
Her
iki resim de, istikbal için vaad etmiyordu; -mahzun, bir hayli kederli,- barın
yüksek iskemlesine ilişip,
bir duble bira söyledi: “Pilsen!..”
Kendinden utanıyordu.” (GP, s.219)
Vatanı
kurtarmak coşkusuyla
Anadolu’ya geçen Ahmet Ziya, memleketin gerçekleriyle karşı karşıya kalınca hayal kırıklığına uğramıştır. Çünkü o, bu topluma göre
âdeta bir yabancı durumundadır. Fransız gemisinin birinci mevki salonunda
piyano dinlerken ve geminin barında bira içerken tekrar yüzüne vuran bu
yabancılaşma duygusu, Osmanlı aydını
kimliğiyle övünen Ahmet Ziya’yı
elbette huzursuz edecektir.
Karanlıkta
Biz romanında
ayrıntılı bir şekilde
tanıtılan Doğan Rumeli, alafrangalığa
özenen aydın tipi olarak karşımıza
çıkmaktadır. O, “İmparatorluğun son yıllarındaki çoğu Osmanlı
kibarları gibi, hafif tatlısu Frenk’ini” (BU, s.158) andıran Selânikli
Halıcızade Abdi Bey’in oğludur:
“Doğan
Rumeli, ‘bohem’ geçinir, ‘kalendermeşrep’tir vesaire: Hikâye bunlar,
‘alafranga’ konak terbiyesi almıştır o; salon ‘adab-ı muaşeretini’
annesinden, şehir ‘adab-ı muaşeretini’ babasından öğrenmiştir;
Neveser
Hanım,
Abdi Bey, görgülü insanlar; ikisi de Avrupa görmüş, yabancı dil bilir, shwester’le
büyütülmüş; görgü birikimlerini yengâne oğullarına
aktarmayacaklar da kime aktaracaklar?” (OKB, s.108)
Evinde
annesi ve babasından Batı adâb-ı muâşeretini
öğrenen Doğan, St-Benoit’dan sonra
Edebiyat Fakültesi Felsefe kürsüsünde asistanlık yapar. Babasının sefahat ve
kadın düşkünlüğünden nefret eder. Sosyalist
bir aydın olan dayısı Ahmet Ziya’ya büyük hayranlık duyar. Giyiminden kuşamına, davranışlarından solculuğuna kadar Ahmet Ziya’yı taklit
etmeye çalışır:
“O
yıllar (1930’lar) Ahmet Ziya, ‘kırmızı boyun atkısı rüzgârda’, lâcivert basque
beresini kulağına indirmiş; ‘süed’ eldivenli elleri, pantolon
ceplerinde mi dolaşıyor; Doğan, iki eli kızıl kanda olsa
Yüksekkaldırım’a düşüp, çenebaz Yahudi şapkacılarda bere
aranacaktır: Kırmızı boyun atkısı kolay, ‘süed’ eldiven kolay; Ahmet Ziya’nın Avrupa’dan
getirdiği basque bere bulunamıyor! Sağlığına muzır
olduğunu bile bile, pipoya alışması da, özdeşleşme
hevesinden: Elleri pantolonun ceplerinde, piposu dişlerinin arasında,
çevresini dumana boğarak; Cihangir’den Taksim’e çıkışını seyret,
hınk demiş Ahmet Ziya’nın burnundan düşmüş!” (OKB,
s.116)
Doğan, kendini dayısına ispat
etmek ihtiyacını hissetmektedir. “Rahatına düşkün, sağlığı
eğreti, ‘hayatın insafsız darbelerine karşı müdafaasız’, bir
‘muhallebi çocuğu’” (OKB, s.118-119) değil, bir fikir ve aksiyon adamı
olarak Ahmet Ziya’nın karşısına
çıkmak ister. Dolayısıyla bir sürü siyasî yazıları kaleme alır, kendisine
önerilen solcu bir dergide yazı işleri
müdürlüğü üstlenme teklifini duyar
duymaz kabul eder.
Doğan, hayalci ve hastalık
derecesinde hassas bir kişiliğe sahiptir. Hayalindeki ideal
kadın tipini, hiçbir filmini kaçırmadığı
Fransız yıldızı Edwige Feuillere ve Vivane Romance’de bulur (DSE, s.96-98).
Gerçek hayatında ise “esrarengiz kadın” diye nitelediği ve aslında nefret ettiği “komprador burjuvazisi”
kesiminden olan Raşel
Mizrahi ile ilişki kurar
(DSE, s.339).
Doğan, aile durumu ve yetişme tarzından dolayı, ara sıra
arkadaşlarının alay konusu olur.
Hayatı boyunca sadece İstanbul’da
yaşamış olmak, hiç İstanbul dışına çıkmamak, Doğan için büyük bir utançtır.
Hayalindeki Anadolu, Reşat
Nuri, Refik Halit, Sadri Ertem ve Sabahattin Ali’nin eserlerinden
okuduklarından öteye geçmez. Bü yüzden hapisten çok sürgün düşüncesi onu daha fazla korkutur
(OKB, s.207).
Doğan, Batılılığa özenen, memleket gerçeklerine
yabancı bir tip olarak dikkatimizi çekmektedir.
Tali tipler
Dersaadet’te
Sabah Ezanları
romanında “Alaman” Ziya Bey, Batı ilmini ve kültürünü öğrenmiş, Batılı hayat tarzını
benimsemiş bir tip olarak karşımıza çıkar. “Alaman” lâkabını
almadan önce Serficeli Ziya Bey olarak anılırdı. Selânik İdadîsi’ni bitirdikten sonra
Rumeli Demiryolları Kumpanyası’na girer. Ciddîliği
ve çalışkanlığından dolayı Kumpanya
tarafından Viyana ve Berlin’e kursa gönderilir. Bu Avrupa yolculuğu Sefirceli Ziya Bey’in hayatı
için bir dönüm noktası olur:
“Avrupa’ya Serficeli Ziya gidecek, Selânik’e
‘Alaman’ Ziya Bey dönecektir. Ona demiryolu işletmeciliği ve
muhasebesi öğretiyorlar; ama o, bu kadarıyla yetinmeyip, başka
şeyler de öğreniyor: Viyana’da, Avrupa
‘âdâb-ı
muâşeretini’,
vals ‘oynamayı’, viyana kahvesi içmeyi; Berlin’deyse, Viyana Almancasıyla
Berlin Almancası arasındaki farkı ve neden dolayı Almanya’nın XX. yüzyıla
damgasını basacak ülke olduğunu...” (DSE, s.206)
Tekniğe ve makinelere meraklı olan
Ziya Bey, Almanya’nın sanayileşmedeki
atılımlarına hayranlık duyar. Buna o dönemde Almanların Osmanlılara gösterdiği yakınlık eklenince Ziya Bey,
koyu bir Alman taraftarı olur. Alman ilmi ve kültürünü her yönüyle benimser.
Nitekim Selânik’e Almanya’da öğrendiği Batılı yaşayışı beraberinde götürür:
“Mahalle
komşularına bakılırsa, evin içi zaten ‘Almanya’: Elmalı Alman çörekleri,
Bavyera şarapları, cilt cilt kitaplar vs. Bunlara Ziya Bey’in, elinde
olmaksızın ‘muhaverelerine’ kattığı, Almanya anıları eklenirse;
Selâniklilerin ona, ‘Alaman’ Ziya Bey adını takması, yadırganır mı?” (DSE,
s.209-210)
“Alaman”
Ziya Bey, iki çocuğunun
Batılı görgü göreneğiyle
yetişmesi ve Almanca öğrenmesi için Almanya’dan
mürebbiye getirtir (DSE, s.209). Selânik’te yaşayan
Almanları evine davet ederek ağırlar.
Karısı ve çocuklarının bu toplantılarda bulunmalarını ısrar eder (DSE, s.212).
Öte
yanda “Alaman” Ziya Bey, oğlu
Ahmet Ziya’nın Doktor Meleho Afram’la evliğine
“süryânîliği nâkise teşkil etmez kızım, insan-ı kâmil olmasa
bile, ehl-i namus bir hanım mıdır sen ona bak!” (DSE, s.414) diyerek din
ayrımının evlilik için engelleyici bir unsur olmaması gerektiğini belirtir. Kızını görücü
usulüyle evlendirmişse
de oğlunun evliğiyle ilgili bu düşüncesi oldukça modern sayılır.
Görüldüğü gibi “Alaman” Ziya Bey,
Attilâ İlhan’ın yarattığı Batılı tiplerden daha çok
olumlu yönleriyle verildiği
için ayrıca dikkatimizi çekmektedir.
Kurtlar
Sofrası
romanında Seyit Sabri, batılılığa
özenen alafranga meraklısı bir tip olarak karşımıza
çıkar. Hristiyan sakalı, röleve şapkası,
viski düşkünlüğü ve centilmen tavırlarıyla
dikkati çeken Seyit Sabri, son derece kurnaz ve çıkarcı bir iş adamıdır. Araba kullanmasını ve
sosyete çevresinde nasıl hareket etmesi gerektiğini
iyi bilen göz alıcı bir kadınla evlenmiştir.
Çünkü böyle bir eş ancak
onun yaratmak istediği
Batılı, kibar bir centilmen görünüşünü
tamamlayabilmektedir (KS, s.253). Böyle olmakla birlikte, Seyit Sabri’nin
kadına bakış açısı, eş seçimindeki tutumuna uymaz ve
yazar tarafından “doğulu”
olarak nitelenmektedir:
“Onun içini bozan, yaşama sevincini
puslandıran daha başka şeyler, daha değişik, bütün
batılı centilmen görünüşüne, sürgündeki kral hallerine, buzlu ve buzsuz
viskilerine ve rölve şapkalarına rağmen, iyice doğulu bir
adam, o:
... kadın dedin mi teni peynir
beyazı olacak, saçları da topuklarında. Öyle güneşte yanmış, kesik
saçlı oğlan bozmalarına, ben kadın mı derim?” (KS, s.67-68)
Seyit
Sabri’nin gerçekten beğendiği kadın tipi, Batılı hayatın
etkisinde serbest tarzı benimsemiş kadın
değil, klasik anlamda (beyaz tenli
ve uzun saçları topuzlu) güzel olanıdır. Onu bunaltan da her zaman takınmaya
çalıştığı Batılı tavırlara aykırı olan
bu durumdur.
Seyit
Sabri, lükse ve gösterişe
de düşkündür. İş yerinde Amerikan Bar bulundurur
(SP, s.152), Avrupa’dan Havana purosunu getirtir (SP, s.240). Evinde “Sırtında,
küçük cebine marka işlenmiş, lacivert rodöşambr. Boynunda
kirli sarı eşarp.” ve “sürgündeki kral” tavrıyla konuklarını
karşılar (KS, s.68).
Seyit
Sabri’nin karakterini vermek bakımından Yahudi bir İtalyan olan iş ortağı Mordohay’la yapılan aşağıdaki
karşılaştırılması oldukça dikkat
çekicidir:
“Mordohay’la
iki çift lakırdı etmek zorunda kalsanız, kendinizi gerek sosyal, gerekse
entelektüel bakımdan, hiç değilse size eşit bir kimse karşısında
mı bulursunuz; Seyit Sabri, sakallarını tel tel gözünüzün camına batırarak,
size mutlaka kapıcı muamelesi edecektir. Ama birincisi Yiddiş ve İbranice
dahil altı dil konuşurmuş; konuşmakla da yetinmez, bütün
bu dillerde yayınlanan kitaplar bulur buluşturur, ipekböceği
sabrıyla okurmuş; ikincisiyse yarım Fransızcası ve İngilizcesi
ile gittiği ve gideceği herhangi bir yabancı ülkede, yemek
listelerinden ve uçak tarifelerinden başka,
hiçbir şeyi
okumak külfetine katlanamazmış (...)” (KS,
s.68-69)
Bu
ifadelerden de anlaşıldığı gibi, Mordohay’la
kıyaslanınca gerek sosyal gerek entelektüel anlamda Seyit Sabri’nin Batılılığı sadece yüzeysel bir şekilde algıladığı, üstünlük taslamak için bir
araç olarak kullandığı
söz konusudur. Batılı centilmen görünüşüne,
sürgündeki kral tavırlarına rağmen
Seyit Sabri, sadece bir Batı taklitçisi olarak kalmıştır.
Haco
Hanım Vay!..
romanında Hulûsi Bey ve Rüknettin Şahap,
Batılı hayata ve giyim kuşam
tarzına özentisiyle dikkati çeken tiplerdir. Hulûsi Bey, Müslüman
tarzına göre kırpılmış sakalına
rağmen burnunda sıkma gözlüğü, sırtında paltosu, ayağında potinleri, elinde şemsiyesi ve sürdüğü kokusuyla Batılı giyimin
özelliklerini taşımaktadır
(HHV, s.138-139). Cebinde Fransızca bir gazete taşımayı
da ihmal etmeyen Hulûsi Bey, bu görünüşüyle
Osmanlı alafrangasının tipik bir örneğini
sergilemektedir.
Öte
yanda Hulûsi Bey, yeğeni
Feridun Hakkı’nın muayenehanesini Müslümanların semti İslâm Çarşısı veya Beyler Sokağı’nda değil, gayrimüslimlerin rağbet ettiği Frenk Mahallesi’nde açması
gerektiğini savunur (HHV, s.125).
Ayrıca asrî bir ihtiyaç olarak telefonun hem muayenehaneye hem konağa alınması gerektiğini söyler (HHV, s.140).
Aynı
romandaki bir diğer
alafrangalık taklitçisi tipi Rüknettin Şahap, ilk başta kılık kıyafetine hiç özen
göstermeyen, sürekli tırnaklarını kemiren bir gazeteci olarak karşımıza çıkmaktadır (HHV, s.20).
Kuva-yı Milliyeciler için gizlice istihbarat faaliyetlerine de katılır. Ancak İzmir’in işgalinden sonra özensiz
kılıklarının yerine Batılı kıyafetleri tercih eder:
“Tarçıni
yazlık takımı, pırıl pırıl pabuçlar, ipek gömlek, İtalyan boyunbağı.
Fesi atmış. Panama bir şapka giymiş; tıraşı
sinekkaydı, iki dirhem bir çekirdek.” (HHV, s.224)
“Örme,
beyaz iskarpinler; tebeşir beyazı, keten ‘takım’; canotier hasır
şapka; elinde Atina gazeteleri, en göze çarpanı, Elefteros Cosmos!”
(HHV, s.262)
Rüknettin
Şahap’ın bu çarpıcı değişikliği, Feridun Hakk’yı şaşkınlığa uğratır. Feridun Hakkı, Rüknettin
Şahap’ın “pejmürde Osmanlı
münevveri” kimliğinden
vazgeçip “Frenk bozması bu ukala ‘vatanperver’” görünüşüne bürünmesini hayran olduğu ‘Gâvur’ Mümin Bey’i taklit
etmesine bağlar (HHV,
s.263-264). Burada yazar, Feridun Hakk’ın aracılığıyla
Türk aydınına yönelik bir eleştiri
de getirmektedir:
“(...)
Kişiliği layıkıyla oluşmamış her ‘münevver’, hangi kutsal
davaya sahip çıkma, onun ateşinde
eriyeceğine,
kutsallığından
kendine ‘hazır’ bir kişilik
biçmeye kalkışmaz
mı? Rüknettin Şahab’ın
yaptığı
da, galiba budur. ‘Gâvur’ Mümin Bey’e hayran, ona benzemeye özeniyor, evet,
muhakkak böyle...”
(HHV, s.263-264)
Öte
yanda Rüknettin Şahap,
âşık olduğu kadını tahsilini Viyana’da
yapmış, piyano çalmasını bilen, Batı
sanatı ve edebiyatına vâkıf olmasından dolayı “münevver ve asrî” olarak niteler
ve bu kadına olan hayranlığını
dile getirir (HHV, s.186).
Haco
Hanım Vay!..
romanında Defterdar Emrullah Raci Bey, Batılılığa özenen bir Doğulu olarak karşımıza çıkmaktadır. O, Batılı
hayat tarzını benimsemiş ikinci
eşi Salise Nalân’la birlikte,
Kramer Palas, Klonaridis, Sporting Kulüp gibi İzmir’in
seçkin çevresinin tercih ettiği
Batılı tarz eğlence
yerlerinde boy gösterir. Batılı hayat tarzına yabancı diğer iki eşi Müzeyyen Hanım’ı ve Haco
Hanım’ı da zaman zaman böyle yerlere götüren Emrullah Raci Bey, “‘alafrangalıkta’
usul-ü âdiyeden” diyerek onlara şarap
ısmarlamaktan geri kalmaz (HHV, s.367).
Emrullah
Raci Bey’in Batılı hayata olan özentisini gösteren bir diğer çarpıcı örneği ise semt tercihinde görülür. İzmir’in alafranga Osmanlı
aileleri ve kibarları Karşıyaka
semtine itibar ettiği
için Emrullah Raci Bey de bu eğilime
uyarak Arapfırını’nda Beyler Sokağı’ndaki
Kesecibaşı Konağı’ndan vazgeçip ailesini Karşıyaka’da yeni bir konağa yerleştirir (HHV, s.415).
Emrullah
Raci Bey, konağın
selâmlıkta Salise Nalân’la Batılı bir yaşayışı tercih eder. Çoklukla yabancı
ve gayrimüslimlerden oluşan
arkadaşlarına da selâmlıkta Batılı
tarz davet verir. Müzeyyen Hanım ve Haco Hanım’la ise Doğulu bir yaşam sürdürür. (HHV, s.38, 44).
Ancak burada söz konusu olan Doğulu
yaşamın kaçgöç, namahrem, tesettür
gibi İslâmî anlayışlarla uyuşmayan yönleri de vardır. Emrullah
Raci Bey, bu konu ile ilgili düşüncelerini
şöyle açıklamaktadır:
“(...)
nâciz kanaatımı sorarsanız, Sünni şeriatıyla asrın icabatına intibakımız
asla mümkîn olamayacaktır! Bendeniz Bektaşi fikriyatını bu nokta-i
nazardan tetebbu eyledim; gözüme fevkalade müsait göründü: esası tesamuhtur,
yani mütekabil hörmet, kadın erkek müsavatı, aşk! Eh, garp âleminin
müesses cemiyet nizamı, bu temel üzerine bina edilmemiş midir?”
(s.74)
Burada,
Sünnî şeriatının çağın şartlarına uymadığını eleştirip Bektaşîliği tercih eden Emrullah Raci
Bey, Batı’nın sosyal düzenindeki kadın erkek eşitliği, karşılıklı saygı ve sevgi gibi
ilkelere de dikkati çekmektedir. Yani Batılı olsun Doğulu olsun Emrullah Bey’in hayat
tarzını etkileyen unsurların temelinde onun Batı’ya olan özentisi yatmaktadır.
Hatta bu özenti, onun hesapçı kişiliğiyle birleşerek millî kimliğinden bile vazgeçer dereceye
kadar gider. Nitekim Emrullah Raci Bey, Yunanlıların İzmir’i ele geçireceğini ve malı mülkü ve hayatını
güvence altına almak için tebaa değiştirmeyi düşünür. Amacına ulaşabilmek için de konakta
Batılılara, yerli Rumlara ziyafetler verir (HHV, s.417).
SONUÇ
266
Türkiye’de
XVIII. yüzyıldan başlayarak
askerî ve siyasî sahada kendini gösteren Batı’ya yönelme hareketi, giderek XIX.
yüzyılın başlarından
itibaren edebiyat alanında da söz konusu olmaya başlar. Türk toplumunun Doğu ve Batı’yı bir arada yaşamasının yarattığı ikilik ve karmaşa, bu yüzyıldan itibaren de
Türk aydınının kafasını kurcalayan başlıca
sorunlardan biri olmuştur.
Batılılaşmanın yanlış algılanması, Batı medeniyeti
karşısında Türk milletinin ve
aydınının aldığı tavır,
gerek Türk romanının ilk ortaya çıktığı
Tanzimat döneminde gerek Meşrutiyet
ve Cumhuriyet dönemlerinde Türk romancılarının başlıca
işlediği konulardan olagelmiştir. Bu çizgide dikkati çeken
bir romancı da Attilâ İlhan’dır.
Bu çalışmamızda biz, Attilâ İlhan’ın romanlarından yola
çıkarak romancının Doğu-Batı
karşılaşması ve çatışmasından doğan sorunları nasıl ele aldığını tespit etmeye ve irdelemeye
çalıştık.
Uzun
bir geçmişi ve bu süreç içinde fikrî
düzeyde de farklı bakış açılarıyla
tartışılmış olan “Batılılaşma” olgusu, birinci bölümde
“Attilâ İlhan’ın Romanlarında Fikrî ve
Siyasî Görüşler” başlığı altında irdelenmiştir. Tanzimat’tan sonra ve
özellikle Meşrutiyet
döneminde ortaya çıkan fikir hareketleri ve bu hareketler doğrultusunda gelişen farklı ideolojiler
romanlardaki yansımaları ile tespit edilmeye çalışılmıştır. Toplam 12 alt başlık altında incelediğimiz bu fikrî ve siyasî görüşler ile Attilâ İlhan, Meşrutiyet döneminden başlayarak Cumhuriyet dönemine
kadar Türk aydınını meşgul
eden başlıca sorunları gündeme getirmiş ve fikrî platformda çalışmıştır.
Batı
dünyasına karşı koymak
ve varlığını sürdürmek amacıyla zamanın
tarihî ve sosyal şartlarından
doğan ideolojilerin hemen hepsine
yer veren Attilâ İlhan,
yarattığı değişik
tiplerin aracılığıyla
bu ideolojilerin en temel anlamını ve düşüncelerini
romanlarında dile getirmiştir.
Osmanlıcılık, İslâmcılık
ve Turancılık gibi zamanla etkisini kaybetmiş ve
ortadan kalkmış ideolojilerin
yanı sıra Attilâ İlhan’ın
üzerinde en çok durduğu
konu ise “muasır medeniyet seviyesi”ne ulaşmak
için Mustafa Kemal’in liderliğinde
gerçekleşen “inkılâpçılık”tır.
Attilâ
İlhan’a göre Mustafa Kemal’in
öngördüğü “muasır medeniyet seviyesi”
ilkesi, sürekli ilerleme ve gelişme
gösteren bir kavramdır. Başlangıçta
bu medeniyeti Batı dünyası temsil etmiş olsa
da Batılı olmak asıl hedef değildir.
Attilâ İlhan, Türk aydınının ve Mustafa
Kemal’den sonraki iktidarların en büyük yanılgılarını bu noktada görmüştür. Nitekim onun romanlarında
Türk aydını için getirdiği
en dikkate değer eleştiri ise aydınların batılılaşma veya Batılı olma uğruna kendi toplumuna yabancılaşmasına ve bilerek veya
bilmeyerek Batılıların çıkarlarından yana olmasına yöneliktir. Üstelik yazar,
Batılılara karşı bağımsızlık savaşını başarıyla vermiş Türk milleti adına yapılmak
istenen bu hareketleri, “inkılâba ihanet” olarak nitelemekten de geri kalmaz.
Öte
yanda Attilâ İlhan,
romanlarında Türk devrim tarihi sürecinde Batılı devletlerin müdahale girişimlerine de dikkate çekmeye
çalışır. Sırf yabancı eliyle ülkenin
kurtuluşu aranamayacağı gibi, Batı’dan alınmış bir ideoloji olarak sosyalizmin
Türkiye’nin sosyal gerçekleriyle bağdaşmadıkça olumlu bir sonuca
varamayacağı görüşünü sürekli gündeme getirmektedir.
Bu bağlamda Attilâ İlhan, ulusal şartlara dayalı bir sentez
yapmak gerekliliğini
ileri sürer. Zaten o, çağdaşlaşmayı üst yapısal bir mesele
olarak görmeyip bunun ilk etapta ekonomik platformdaki bir sentezle gerçekleşeceğine inanır. Yani toprak reformu
ve sanayileşme
programının uygulanmasıyla millî bir sentez oluşacağı ve bu sentezin toplumun yaşayışını değiştireceği ve şekillendireceği üzerinde durur. Ayrıca o, bir
de bunlara esaslı ve millî bir eğitim
faaliyetinin eklenmesiyle Türkiye’nin çağdaşlaşma yolunda hızla bir ilerleme
kazanacağını savunur.
Tezin
Birinci Bölümünde değerlendirildiği üzere Doğu dünyası ve Batı dünyası
arasındaki etkileşim
sonucunda gelişen ve
çoklukla roman kişilerinin
tartışmalarıyla verilen bu fikrî
yapı, romanlarda ayrıca farklı temalar olarak karşımıza
çıkmaktadır. Tezimizin ikinci ve üçüncü bölümlerinde ise Doğu ve Batı olmak üzere bu iki
dünyanın Türk sosyal hayatına yansımaları üzerinde durulmuştur.
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Doğulu hayatın yaşandığı mekânlar, dümdüz bir mekân
unsuru olarak tek başına
ele alınmamış, daima
tarihiyle ve içinde yaşayan
insanlarıyla birlikte verilmiştir.
Şahısların psikolojik
durumlarıyla birleşmiş geniş mekân tasvirleri, dar mekân içi
dekorasyon unsurları, yeme-içme alışkanlıkları,
dinî gelenekleri gibi değişik yönlerden Doğulu hayatın ayrıntıları gözler
önüne serilerek romana yerleştirilmiştir.
Batılı
mekân olarak bakıldığı
zaman birçok şehrin söz
konusu edildiği hâlde şehir hayatının içinde özellikle
toplumun değişmekte olan hayat tarzını
yansıtan unsurların ön planda tutulduğu
göze çarpmaktadır. Geleneksel Türk evlerine karşı
olarak apartman hayatı, Attilâ İlhan’ın
romanlarında Batılı ve yeni bir yaşamın
ifadesi olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bunun yanı sıra giyim kuşam
alanındaki değişiklikler de toplumun değişen
yaşayış ve zevk eğilimlerini göstermek bakımından
ayrıntılı bir şekilde işlenmiştir. Bu bakıma Attilâ İlhan, şahısları yaşadıkları mekân, eşya ve dekor ile birlikte
verirken bize yenileşen
ve gelişen bir toplumun değişim
çizgisine de dikkat çekmeye çalışmıştır.
Öte
yanda Attilâ İlhan’ın
romanlarında Paris, ayrıca önemli bir yer tutmaktadır. Bir mekân olarak Paris,
adım başı kahve ve lokantalarıyla, eğlencenin çeşitliliğiyle, özgür insan ilişkisiyle kısacası Batılı sosyal
hayatın renkleriyle ön plandadır. Ayrıca bu şehir,
pek çok roman kişisi
için bir arayış veya kaçışın mekânı konumundadır.
Özgürlük ve gelişmişlikle özdeşleşmiş Paris, onların asrî hayat
beklentisini karşılayan,
özgürlüğü vadeden bir hayal şehri gibidir.
Attilâ
İlhan, romanlarında sosyal değişim
açısından kadının yerine değinmekten
geri kalmamıştır. Doğu dünyasında kadını aile ve
evlilik kurumu içinde değerlendirirken
kadına yönelik basmakalıp düşüncelere
işaret etmiştir. Ayrıca tutucu toplumlarda
geçerli fakat zamanla önemini yitiren bazı evlenme usullerini de eleştirmekten geri kalmamıştır.
Öte
yanda Attila İlhan,
batılılaşma etkisinde Türk toplumunda
oluşan yeni kadın imajıyla ilgili
pek çok örnek vermiştir.
Romanlarda Osmanlı’nın son dönemi kadın şahıslar
çoklukla kendilerini Batlı gibi hissetmediğinden,
Batılı gibi giyinmediğinden
ve Batılı yaşayışa uymadığından eksiklenirken Cumhuriyet
döneminde kadın-erkek eşitliği, cinsel özgülük gibi Batı’dan
gelen yeni görüşleri
savunan bilinçli kadın tiplerin varlığı
ayrıca dikkat çekicidir.
Eğitim konusunda Attilâ İlhan, Doğulu tarz eğitimin değişik
örneklerini ancak aile içinde uygulanan biçimiyle vermiştir. Halk masalları, din
bilgisi ve tasavvuf içerikli bu eğitim
tarzı, Doğulu insanın geleneklere ve
manevî değerlere verdiği önem bakımından ele alınmıştır. Aslında yazar, Batılı eğitim ve özellikle Batı
dilleriyle yapılan eğitimin
örneklerine ve etkilerine geniş yer
vermiştir. Mürebbiye, Batılı okullar
veya yurt dışında eğitim yoluyla yetişen insan, ister istemez o Batılı
ülkenin çıkar ve kültür değerlerini
savunmaktan geri kalmaz. Sanatçı, bu bağlamda
pek çok Batı dillerine ve kültürlerine hayranlık duyan tipler yaratmıştır. Bu tiplerle toplumun değer yargılarının Batı’dan yana
değiştiğini göstermek ve vurgulamak
ister gibidir.
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Doğu ve Batı eğlence dünyasına baktığımız zaman, Batılı eğlence tarzının ağır bastığı söz konusudur. Doğunun eğlence dünyasında Türk musikisi
ve kahvehane gibi unsurlar, eski zamana yönelik bir çağırışım unsuru veya nostaljik bir
motif olarak yerlerini almışlardır.
Buna karşın Batılı eğlence dünyası, oldukça renkli
bir görünümüyle karşımıza
çıkmaktadır. Attilâ İlhan,
XIX. yüzyıldan başlayarak
Türk toplumuna giren ve gittikçe yayılan Batılı eğlence
tarzının birçok örneğini
romanlarında yansıtmaya çalışmıştır. Konak ve evlerde verilen
parti ve kabul günleri, İstanbul’da
ve özellikle Beyoğlu
ve çevresinde toplaşan
Batılı eğlence yerleri, sinema, klasik
Batı müziği gibi dallarda incelediğimiz bu eğlence dünyası, Türkiye’de
sosyal değişimin
önemli bir kesitini sergilemiştir.
Attilâ
İlhan, romanlarında Doğu dünyasının inançlarıyla
ilgili motif ve görüşlere
önemli bir yer verir. Bu inançların temelinde yüzyıllar boyunca Türk insanının
düşünüşüne ve yaşayışına yön veren İslâmî değerlerin rolü büyüktür. Attilâ İlhan, İslâmî buyruklarla zaman zaman
çelişen modern iş hayatı ve yeni yaşam tarzı üzerinde dururken
sürekli yenileşen,
tüketime dayalı modern hayat şartları
altında insanın inançlara olan ihtiyaçlarını da dile getirir. Ayrıca insanın
körü körüne dine veya batıl inançlara bağlanmasına,
inançların alet edilmesine ve yozlaştırılmasına
yönelik eleştiri de
getirir.
Attilâ
İlhan, Doğu’nun inanç dünyasına geniş yer vermesine rağmen, Batı uygarlığının temelinde önemli bir yeri
olan Hristiyanlık hakkında pek yorum yapmamıştır.
O, romanlarında çok sayıda yabancı ve gayrimüslim şahsın yer almasına rağmen, onların dinî inanç ve
anlayışları üzerinde etraflıca durmamıştır. Bunun yanı sıra, gene de
Anadolu’da Amerikan misyonerlik faaliyetlerinin varlığından söz etmesi ve birkaç
Hristiyan motifi kullanması da dikkatlerden kaçmamaktadır.
Osmanlı
sosyal hayatının yapısına özgü Levanten ve gayrimüslimler, Müslüman-Türk
insanına göre ülkeye yayılan Batılı hayatın unsurlarına daha çabuk ve kolay ayak
uydurabildikleri gibi kendilerine özgü yaşam
biçimlerini belirleyerek bir sosyete kimliği
kazanmışlardır. Bunlara ayrıca iki
dünya savaşından
dolayı Avrupa şehirlerinden
Türkiye’ye sığınmış soylu zenginler ve Cumhuriyet
döneminde palazlanan ticaret burjuvazisi de eklenmiştir. Attilâ İlhan, romanlarında bu sosyal
tabakalaşma olayını da göz ardı etmemiştir. Özellikle de bu kesimin
Batılı hayattan edindikleri israf, kumar, uyuşturucu
madde kullanma gibi kötü alışkanlıklar
üzerinde durmuş ve
onların halkın büyük çoğunluğundan kopmuş yaşam tutumunu eleştirmekten geri kalmamıştır.
Attilâ
İlhan, romanlarında Batı dünyası
ile yoğunlaşan temaslar sonucunda
Türkiye’de değişen ticaret hayatının yeni oluşumuna da dikkat çekmektedir. Bu
konuda özellikle Batılı sermayecilerin desteğiyle
zenginleşmiş Türk burjuvazisinin ortaya
çıkmasına ve küçük esnaf zihniyetinden sanayileşme
sürecine giren yeni bir ekonomi yapının gelişmesine
işaret etmiştir.
Attilâ
İlhan’ın romanlarındaki Doğu-Batı olgusunu ve sorununu
inceledikten sonra bunu sergileyen tiplerin incelenmesini ise tezimizin
Dördüncü Bölümünde ele aldık. Bu tipleri, aldıkları terbiye ve gördükleri öğrenim, mensup oldukları sosyal
kesim, benimsedikleri hayat tarzı, dünya görüşü
ve zevklerini göz önünde bulundurarak “Doğulu
Tipler” ve “Batılı Hayata Özenen Tipler” olmak üzere iki ana başlık altında incelemeye çalıştık. Bu çerçevede onların tipleşme özelliklerine ve temsil
ettikleri değerlere,
zihniyetlere ve kesimlere yer verdik.
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Doğulu tipler, mensup olduğu toplumun ahlâk ve
gelenekleriyle yetişmiş olup gerek hayat tarzı gerek
inançları konusunda Türk-İslâm
kültürünün yarattığı
değerler sisteminin savunucusu
konumundadırlar.
Bu
gruptaki kadın tiplere baktığımız
zaman millî örf ve âdetlerine bağlı,
aile içinde kapalı ve geleneksel bir yaşam
sürdüren ev kadını kimliğiyle
öne çıkarlar. Zaman zaman Batılı yeni yaşam
tarzıyla yüz yüze gelirlerse de kendi özünden ödün vermemeyi tercih ederler.
Doğulu erkek tipler ise, sadece
Türk toplumunun millî, dinî ve ahlâkî değerlerine
sahip çıkmakla kalmaz, Batı dünyasına karşı
tepkilerini göstermekten de kaçınmazlar. Kimileri vatanperverlik duygusundan
hareket ederek Batı devletlerinin istilâsına karşı
mücadele verirken, kimileri toplumda gittikçe ağırlık
kazanan alafrangalık eğilimlerine
karşı millî geleneklerini devam
ettirerek direnmeye çalışır;
kimileri de İslâmî değerlere sıkı sıkıya bağlanmaktan dolayı toplumdaki
yenilikleri ve modern hayatı özümsemekte zorlanır. Bu noktada Doğulu insan için geleneklerin ifade
ettiği büyük önem ve değer de vurgulanmış olur.
Attilâ
İlhan’ın romanlarında Batılı
hayata özenen tipler, aldıkları Batılı tarz eğitim
ve toplumdaki batılılaşma
eğiliminin etkisi altında
Batı’nın üstünlüğünü
kabul etmiş insanlardır.
Farklı sosyal kesimlere mensup olurlarsa da onları bir araya getiren en
belirgin özellik, Batı dünyasına duydukları özlem ve özentidir. Onları burada
yapısal özellikleri ve kimlikleri bakımından üç grupta değerlendirmeyi uygun bulduk.
Bunlardan
birincisi, Batı’yı sadece biçimsel ve yüzeysel anlamda algılayan, ne Doğulu ne de Batılı tarzda iyi eğitilmiş tiplerdir (Maide, Rayegân
Hanım, Suzan, Seyit Sabri, Hulûsi Bey ve Rüknettin Şahap gibi). Bu tiplerin Batı
özentisi, sadece giyim kuşam
ve eğlence tarzı düzeyinde sınırlı
kaldığı için onlar, Batılı hayatının
birer taklitçisi durumundadır.
İkincisi,
Batılı eğitim görmüş ve dolayısıyla Batılıların
çıkarını koruyan iş birlikçi
tiplerdir (Gülistan Satvet, Rosa Mizrahi, Raşel
Mizrahi, Arşaluys
Mahçubyan gibi). Çoğu
gayrimüslim olan bu tipler, Batılı hayatın unsurlarına çabuk ayak
uydurabilmekte ve bu yönüyle kendilerine Batılı bir görünüş kazandırmaktadır. Hem gösteriş meraklısı hem Batı hayranı olan
bu tipler, millî örf ve âdetleri reddetmiş,
ahlâkça yozlaşmış olduklarından Batılılarla iş birliği yapmaktan da çekinmezler.
Üçüncüsü
ise Batılı tarz eğitim
görmüş, fakat kendi özünden uzaklaşmış, halkına yabancılaşmış aydın tipidir (Ümid, Doktor
Melek, Ahmet Ziya, Doğan
Rumeli gibi). Bu tipler Batı dünyasının yakından tanıyıp gerek fikrî gerek
siyasî alanda modern görüşlere
sahip insanlardır. Ancak onlar memleketini yabancı gözüyle görmekten
kurtulamayıp Batı dünyasına daima özlem duyarlar. Çünkü onların gerçek anlamda
yaşayıp alıştığı dünya Doğu değil, Batı’dır. Memleketin
kalkınması ve gelişmesi
için can atıyorlarsa da halkıyla bağdaşamadığından doğan bir huzursuzluk
içindedirler. Bu tiplerle Attilâ İlhan,
Türk aydınının içinden bir türlü kurtulamadığı
ikilemin altını çizmiştir.
Bütün
bu değerlendirmelerin sonucunda
Attilâ İlhan’ın Doğu-Batı meselesine olan bakış açısını şöyle belirleyebiliriz:
Attilâ
İlhan, Doğu dünyasını daha çok tarihî ve
dinî yönden ön plana çıkarmayı tercih etmiştir.
Yüzyıllar boyu Türk-İslâm
sentezinden gelen bir toplumun karakteristik özelliğini böylece vurgulamıştır. Batı dünyasını işlerken ise onun Türk toplumuna
getirdiği yeni hayat tarzında ve yeni
değer yargıları çerçevesinde yoğunlaşmıştır. Doğu ve Batı dünyasına farklı
perspektiften bakan Attilâ İlhan,
bu iki dünya arasında bir tercih yapmak yerine birbirleriyle olan etkileşim sürecinde bireyin ve
toplumun sergilediği
tavırları öne çıkarmak istemiştir.
Bu
bağlamda Attilâ İlhan’ın gözünde Doğu-Batı meselesi, iki farklı
kültür dünyasının karşıtlığı şeklinde belirlenmekten çok bir
değişim
sürecinin ifadesi gibidir. Çağdaşlaşmak sözüyle gündeme getirilen
sorun, Doğu toplumunun kırsallıktan
kurtulup kentlileşmek
için verdiği
mücadelenin en belirgin ifadesidir. Cumhuriyet döneminin önde gelen bir yazarı
ve aydını olarak Attilâ İlhan,
romanlarında işte bu
mücadeleyi eleştirel bir
bakış açısıyla ele almış ve romanlarında işlemiştir. Bu yönüyle Attilâ İlhan, Cumhuriyet dönemi Türk
romanı içinde ayrı bir yere ve konumuna sahip olmuştur.
276
BİBLİYOGRAFYA
278 |
ÇALIŞMAYA
ESAS OLAN KAYNAKLAR
Attilâ
İlhan’ın Romanları
Sokaktaki Adam, Seçilmiş Hikâyeler
Dergisi Kitapları, İstanbul
1953 (Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, İstanbul
2003).
Zenciler Birbirine Benzemez, Dost Yayınları, 1957 (Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2003).
Kurtlar Sofrası, Ataç Kitabevi, İstanbul
1963, 2. Cilt 1964 (2.b., Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, İstanbul
2003).
Bıçağın
Ucu, Bilgi Yayınevi, Ankara 1973 (2.b., Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2003).
Sırtlan Payı, Bilgi Yayınevi, Ankara 1974 (4.b., Bilgi
Yayınevi, Ankara 2000).
Yaraya Tuz Basmak, Bilgi Yayınevi, Ankara 1978
(Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2002).
Fena Halde Leman, Bilgi Yayınevi, 1980 (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2002).
Dersaadet’te Sabah Ezanları, Bilgi Yayınevi, Ankara 1981
(Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2003).
Haco Hanım Vay!.., Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul 1984 (3.b., Bilgi
Yayınevi, Ankara 1999).
Karanlıkta Biz, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1988
(Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2003).
Allahın Süngüleri “Reis Paşa”, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2002 (8.b., Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2004).
Gazi Paşa,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2006.
Attilâ
İlhan’ın Denemeleri
Aydınlar Savaşı, 3.b., Bilgi Yayınevi, Ankara 1996.
Ulusal Kültür Savaşı, 2.b., Bilgi
Yayınevi, Ankara 1998.
... Ufkun Arkasını Görebilmek (Cumhuriyet Söyleşileri), Bilgi Yayınevi, Mayıs 1999,
Ankara.
Hangi Batı, 6. b., Bilgi Yayınevi, Ankara Kasım 2001.
Hangi Edebiyat, Türkiye İş Bankası
Yayınları, İstanbul
2002.
Batı’nın Deli Gömleği, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2002.
Dönek Bereketi (Cumhuriyet Söyleşileri), Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul
2002.
Hangi Atatürk, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, İstanbul
2003.
Attilâ
İlhan’ın Yazıları
“Attila İlhan’ın
Açıklaması”, Mavi, S.20, 1 Haziran 1954, s.5.
“Batılılaşmak
Üzerine”, Kaynak, S.87, 89, 91; Kasım-Şubat
1953-54.
“İki
Karşıt Uç ve Bileşkesi”, Varlık, S.545, 1
Mart 1961, s.7.
“Roman Roman Diyoruz ya”, Varlık, Temmuz
1965.
“Onikiden Vurmak”, Varlık, S.683, 1 Aralık
1966, s.4.
“Ne Yalnız Batı, Ne Yalnız Doğu Ulusal Bileşim”, Varlık, S.698, 15
Temmuz 1967.
“Madam George ya da Erkeğe Çeyrek Kala Bir Kadın”, Varlık,
S.764, Mayıs 1971, s.14-15.
“Le Dome Kahvesindeki İhtiyar Kız”, Varlık,
S.766, Temmuz 1971, s.8-9.
“Attila İlhan’ın
Defteri”, Varlık, S.792, Eylül 1973.
“Attila İlhan’ın
Defteri”, Varlık, S.796, Ocak 1974.
“Attila İlhan’ın
Defteri”, Varlık, S.798, Mart 1974.
“Biraz da Roman Yazsalar”, Milliyet Sanat
Dergisi, S.140, 11 Temmuz 1975, s.17.
“Hakem Olur Musunuz?”, Milliyet Sanat Dergisi,
S.162, 12 Aralık 1975, s.17.
“İşe
‘Kurtuluş Savaşı’ndan Başlamak Zorunluluğu”, Türk Dili Türk
Romanlarında
Kurtuluş
Savaş Özel Sayısı, S. 298, Temmuz 1976, s.116-120.
“Cinselliğin
Sanat ve Edebiyattaki Yeri, Aslında Hayattaki Yeridir”, Milliyet Sanat,
8 Ekim 1976.
“Bir Romancının ‘İtirafları’
”, Türk Dili, S.306, 1 Mart 1977.
“Hayatları Roman...”, Gösteri, Aralık 1980.
“Öznel Diyalektik Tüm Doğada Egemendir. Cinsellik de!”, Gösteri,
S.2, Ocak 1981.
“Allah Şaşırtmasın!”, Milliyet Sanat
Dergisi, Yeni Dizi S.27, 1 Temmuz 1981, s.30, 63.
“Dersaadet’te Sabah Ezanları Üstüne Varlık’ın
Sorularını Yanıtlıyor”, Varlık, S.887, Ağustos
1981.
“Kendi Koşullarımıza
Uygun Bir Birleşim
Gerçekleştirme Peşindeyim”, Sanat Olay,
Mayıs 1982.
“... Başka
Ülkeye Göçmek!..”, Cumhuriyet, 18.06.2004.
“... ‘Hıristiyanlığı
seçmek, ‘emperyalizm’i seçmektir!...’”, Cumhuriyet, 27.09.2004.
“... ‘Atı Alan, Üsküdar’ı Geçti’ mı?..”, Cumhuriyet,
29.09.2004.
“... ‘Asıl Tehlike’, Nerededir?”, Cumhuriyet,
01.10.2004.
“... Kültür, Zemin ile Mütenâsiptir!...”, Cumhuriyet,
25.10.2004.
“... ‘İnkılâp
Tek, Anti/ Emperyalist, Ulusal ve Demokratiktir...”, Cumhuriyet,
27.10.2004.
“... Gâzi’nin ‘İki
Eli Yakalarındadır’!..”, Cumhuriyet, 29.10.2004.
“... ‘Zil Takıp Oynayanlar’, İşte Onlar’...”, Cumhuriyet,
18.12.2004.
“... ‘Kültürsüzleşme’
Nedir?!”, Cumhuriyet, 31.12.2004.
“Gâzi’nin, O ‘Dev’ Yalnızlığı!...”, Cumhuriyet,
05.01.2005.
“... Gâzi’nin, Aradığı
‘Fark’!..”, Cumhuriyet, 14.01.2005.
“... ‘Kapitalizm Afeti’ ve Onun ‘Çocuğu!..”, Cumhuriyet,
19.01.2005.
“... En Vahimi, ‘Aydınların Yabancılaşması’!..”, Cumhuriyet,
28.01.2005.
“... ‘Tekel’i Savunmak, ‘Vatan’ı Savunmaktır!”, Cumhuriyet,
31.01.2005,
“... Herşey
‘Gün Gibi Açık’... ve Ortada!...”, Cumhuriyet, 07.03.2005.
“... ‘Sosyalizan Tek Parti’ mi; ‘Faşizan Tek Parti’ mi?”, Cumhuriyet,
21.03.2005.
“... Hoş Geldin,
Tanzimât-ı Hayriye!..”, Cumhuriyet, 20.04.2005.
“... Artık ‘Batı’, Bir ‘Emperyalizm Ortaklığı’dır...”, Cumhuriyet,
22.04.2005.
FAYDALANILAN
DİĞER KAYNAKLAR
Kitaplar
Adıvar, Halide Edip, Türkiye’de Şark,
Garp ve Amerikan Tesirleri, İstanbul
1956.
Akçura, Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset, 4.b.,
Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1998.
Aktaş,
Şerif, Edebiyatta Üslûp ve
Problemleri, 3.b., Akçağ Yayınları,
Ankara 1998.
——, Roman Sanatı ve Roman
İncelemesine Giriş, Akçağ Yayınları,
5.b., Ankara 2000.
Akyüz, Kenan, Modern Türk Edebiyatının Ana
Çizgileri, İnkılâp
Kitabevi (tarihsiz), İstanbul.
Aliye, Zeynep, Mavi Adam, Attila İlhan’la
Söyleşiler, Bilgi Yayınevi, Ankara 2001.
Andaç, Feridun, Edebiyatımızın Yol Haritası,
Can Yayınları, İstanbul
2000.
Ankara, Zeynep, Yalnız Şövalye Attila
İlhan, Bilgi Yayınevi, Ankara 1996.
Aytaç, Gürsel, Çağdaş Türk
Romanları Üzerine İncelemeler, Gündoğan
Basın Yayın, Ankara 1990.
Berkes, Niyazi, Türk Düşününde Batı
Sorunu, Bilgi Yayınevi, Ankara 1975.
——, Batıcılık, Ulusçuluk ve
Toplumsal Devrimler, 2.b., Kaynak Yayınları, Ağustos 2002, İstanbul.
——, Türkiye’de Çağdaşlaşma,
7.b., Yapı Kredi Yayınları, İstanbul
2004.
Baydar, Mustafa, Edebiyatçılarımız Ne Diyor?,
Ahmet Halit Yaşaroğlu Kitapçılık ve Kâğıtçılık, İstanbul 1997.
Cevizoğlu,
Hulki, Bütün Kaleler Zaptedilmedi-Attilâ İlhan’la Birkaç Saat,
7.b., Ceviz Kabuğu
Yayınları, Ankara 2004.
Civaroğlu,
Öner, Büyük Yolların Haydudu Attila İlhan, Sel Yayıncılık, İstanbul 1997.
Çelik, Yakup, Şubat Yolcusu, Attila İlhan’ın
Şiiri, Akçağ Yayınları,
Ankara 1998.
Çetin, Nurullah, Roman Çözümleme Yöntemi,
Öncü Basımevi, Ankara 2003.
Çıkla,
Selçuk, Roman ve Gerçeklik Bağlamında Kültür Değişmeleri
ve Servet-i Fünûn Romanı, Akçağ Yayınları,
Ankara 2004.
Durukan,
Kaan, Doğu-Batı İkilemine Dört Bakış, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2004.
Enginün,
İnci, Halide Edip Adıvar’ın
Eserlerinde Doğu ve Batı Meselesi, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1995.
———,
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, 3.b., Dergâh Yayınları, Ekim 2002, İstanbul.
Fethi
Naci, 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme,
2.b., Gerçek Yayınevi, İstanbul
1990.
———,
Yüzyılın 100 Romanı, Adam Yayınları, İstanbul
1999.
İleri,
Selim, Nâm-ı Diğer Kaptan, Attila İlhan’ı Dinledim,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2002.
Kantarcıoğlu, Sevim, Türk ve Dünya
Romanlarında Modernizm, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1988.
Kavcar,
Cahit, Batılılaşma Açısından Servet-i Fünûn Romanı, 2.b., Atatürk
Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara 1995.
Kerman, Zeynep, Halid Ziya Uşaklıgil’in
Romanlarında Batılı Yaşayış Tarzı İle İlgili
Unsurlar, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara 1995.
Kuran, Ercüment, Türk Çağdaşlaşması,
Akçağ Yayınları, Ankara 1997.
Kurdakul, Şükran,
Çağdaş Türk Edebiyatı/3, Bilgi Yayınevi, 2. b., Ankara Şubat 1972.
Lee, Nan A, Peyami Safa’nın Eserlerinde Doğu-Batı
Meselesi, Ötüken Neşriyatı,
İstanbul 1997.
Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu,
8. b., Türk Tarih Kurumu yayını, Ankara 2000.
Manisalı, Erol, Attila İlhan’la 1000
Saat, Bilgi Yayınevi, 2001.
Mardin, Şerif,
Türk Modernleşmesi, 13.b., İletişim Yayınları, İstanbul 2004.
Meriç, Cemil, Umrandan Uygarlığa,
11.b., İletişim Yayınları, İstanbul 2005.
Miyasoğlu,
Mustafa, Roman Düşüncesi ve Türk Romanı, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1998.
Modernleşme
ve Batıcılık (Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce 3), 3.b., İletişim Yayınları, İstanbul 2004.
Moran, Berna, Türk Romanına Eleştirel
Bir Bakış, C.1-3, 7.b., İletişim Yayınları, İstanbul 2002.
Mutluay, Rauf, 50 Yılın Türk Edebiyatı,
Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 1973.
Okay, Orhan, Batı Medeniyeti Karşısında
Ahmed Midhat Efendi, Millî Eğitim
Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1991.
Oktay, Ahmet, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı
1923-1950, Kültür Bakanlığı
Yayını,
Ankara
1993.
Ortaylı,
İlber, Son İmparatorluk
Osmanlı, 7.b., Timaş Yayınları,
İstanbul 2007.
Parlatır,
İsmail (Koordinatör) - Enginün, İnci - Ercilasun, Ahmet B. -
Kerman, Zeynep - Uçman, Abdullah, Çetin, Nurullah, Tanzimat Edebiyatı,
Akçağ Yayınları, Ankara 2006.
Safa,
Peyami, 20. Asır Avrupa ve Biz, 3.b., Ötüken Neşriyat, İstanbul 1990.
———,
Türk İnkılâbına Bakışlar, 4.b., Ötüken Neşriyat, İstanbul 1997.
Sarmaşık, Belgin, Attila İlhan’a
Mektuplar, Otopsi Yay., 2001.
Söker-Esemenli,
Gönülden, Attila İlhan’da Kültür Sorunsalı, Bilgi Yayınevi,
Ankara 2002.
Tanpınar,
Ahmet Hamdi, XIV. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 8.b., Çağlayan Kitabevi, İstanbul 1997.
Tekin,
Mehmet, Roman Sanatı 1 (Romanın Unsurları), Ötüken Neşriyat, İstanbul 2001.
Ülken,
Hilmi Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken
Yayınları, İstanbul
1998.
Yalçın,
Alemdar, Siyasal ve Sosyal Değişmeler Açısından Cumhuriyet
Dönemi Türk Romanı (1920-1946), Akçağ Yayınları,
Ankara 2002.
———,
Siyasal ve Sosyal Değişmeler Açısından Çağdaş Türk
Romanı (1946-2000), Akçağ Yayınları,
Ankara 2003.
Yılmaz,
Durali, Roman Kavramı ve Türk Romanının Doğuşu, Akçağ Yayınları, Ankara 1997.
Ziya
Gökalp, Türkçülüğün Esasları, 6.b., İnkılap Kitabevi, İstanbul 2001.
———,
Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, Akçağ Yayınları, Ankara 2006.
Yazılar
Akdağ, Mustafa, “Türkiye’nin
Batılılaşmasını Zorunlu Kılan Tarihsel
Koşullar”, Cumhuriyetin 50. Yıl
Anma Kitabı, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Yayını 239, Ankara 1974,
s.391-399.
Alangu,
Tahir, “Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman”, Türk Dili, Cumhuriyetin 50.
Yılında Türk Dili ve Yazını Özel Sayısı, S.266, Kasım 1973, s.109-115.
Altuğ, Taylan, “Hangi Pay”, Yeni
Ortam, 25 Nisan 1975.
Alver,
Köksal, “Züppeliğin
Sosyolojisi: Türk Romanında Züppe Tipler Örneği”,
Hece, Türk Romanı Özel Sayısı, Mayıs-Haziran-Temmuz 2002, s.252-266.
Aslankara,
M. Sadık, “Allahın Süngüleri / Reis Paşa”,
Cumhuriyet Kitap, S.719, 27 Kasım 2003, s.16.
Aytaç,
Gürsel, “Attila İlhan’ın
Romanı Haco Hanım Vay’da Cinsellik Dışı
Konular”,
Çağdaş Türk Romanları
Üzerine İncelemeler, Gündoğan
Basın Yayın, Ankara 1990.
———, “Attila İlhan’ın Yeni Romanı
Dersaadet’te Sabah Ezanları’nın Biçim
Özellikleri”, Yazko Edebiyat, 11 Eylül 1983, s.103-106.
Belge,
Murat, “Attila İlhan’ın
Aynanın İçindekiler Dizisinin İlk İki Kitabı Türkçede Yazılmış Önemli Romanlardandır”, Politika,
29 Nisan 1967.
———,
“Kültürümüzün Geleceği”,
Milliyet Sanat Dergisi, Yeni Dizi 31, 1 Eylül 1981, s.21-24.
———,
“Cumhuriyet Döneminde Batılılaşma”,
Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C.1, İletişim Yayınları, İstanbul 1983, s.260-264.
Berkes,
Niyazi, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde Batı
Uygarlığına Yaklaşım”, Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Ansiklopedisi, C.1, İletişim Yayınları, İstanbul 1983, s.251-254.
Çavdar,
Tevfik, “Dersaadet’te Sabah Ezanları ve Çağdaş Romanda Tasarım”, Yazın
Dergisi, Eylül 1981.
Çelik,
Yakup, “Attila İlhan’ın
Roman Öncesi ve İlk
Romanı Sokaktaki Adam”, Türkiye Günlüğü, S.70, Aralık 2002.
Çetin,
Nurullah, “Ahmet Hamdi Tanpınar’a Göre Batı ve Batılılaşma”, Ankara Üniversitesi Dil
ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, C.34, S.1-2, Ankara 1990,
s.53-56.
———, “Tanzimat Döneminde Türk Romanı (1860-1878)”,
Hece, Türk Romanı Özel Sayısı, Mayıs-Haziran-Temmuz 2002, s.21-33.
———, “II. Abdülhamit Dönemi Türk Romanı
(1878-1908)”, Hece, Türk Romanı Özel Sayısı, Mayıs-Haziran-Temmuz 2002,
s.34-52.
Dinamo, Hasan İzzetin,
“Bıçağın Ucu”, Yeni Ortam, 26
Mayıs 1975.
Doğan,
Mehmet H., “Türk Romanında Kurtuluş Savaşı”, Türk Dili, Türk
Romanında Kurtuluş Savaşı Özel Sayısı, S.298, Temmuz 1976,
s.7-40.
Duru, Orhan, “Hangi Attila İlhan”, Varlık, S.1105,
Ekim 1999, s.51.
Emil, Birol, “Ziya Gökalp’de “Muasırlaşmak” Fikri ve Öncesi”, Millî
Kültür, C.1, S.9, Eylül 1977, s.17-26.
Enginün, İnci,
“Ankara Romanında Batılılaşma
Meselesi”, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergâh Yayınları,
Mayıs 1983, İstanbul.
Erhat, Azra, “Dergilerde “Aydın” ve “Roman”
Konusu”, Varlık, S.890, Kasım 1981, s.13-17.
Ertop, Konur, “Kurtlar Sofrası”, Varlık,
S.632, 15 Ekim 1964, s.14-15.
———, “Türk Romanının 50 Yılı”, Türk Dili, Türk
Dili ve Yazını Özel Sayısı, S.266, Kasım 1973, s.116-123.
Ferhad, Hüseyin, “Doğu-Batı
Sorunu Üzerine Bir Genelleme”, Varlık, S.937, Ekim 1985, s.3-5.
Fethi Naci , “Roman ve İmge”, Milliyet Sanat Dergisi,
Yeni Dizi S.26, 15 Haziran
1981, s.30, 60.
———, “Türk Romanında ‘Tipik Kişiler Olmayışına ve Attila İlhan’a Dair’, Milliyet Sanat
Dergisi, Yeni Dizi S.28, 1 Temmuz 1981, s.31.
Göğebakan,
Turgut, “Attila İlhan’ın
Dumanlı Aynasından Yansıyan Manzaralar”, Gösteri, S.228, Mayıs-Haziran
2001, s.36-39.
Göneç, Turgay, “Attila İlhan ile Zamana Yolculuk”, Gösteri,
S.215, Aralık 1999, s.56-57.
Günyol, Vedat, “Batılılaşma”, Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Ansiklopedisi, C.1, İletişim Yayınları, İstanbul 1983, s.255-259.
Hançerlioğlu,
Orhan, “Garp Dünyası ve Biz”, Varlık, S.373, 1 Ağustos 1951, s.4.
Hızlan, Doğan,
“Attila İlhan ‘Hangi Edebiyat’ı
Savunur...”, Dil Dergisi, S.84, Ekim 1999.
İleri,
Rasih Nuri, “Attila İlhan
Karanlıkta Oynuyor”, Gün, Mart 1988.
İleri,
Selim, “Romancının Eleştirmene
Sorumu”, Gösteri, S.4, Mart 1981, s.68-71.
İlhan,
Biket, “Dostum Attila İlhan”,
Dil Dergisi, S.83, Eylül 1999.
İnam,
Ahmet, “Attila İlhan’la
Türkiye’deki Düşünce
Hayatının Bazı Görünüşleri”,
Dil Dergisi, S.84, Ekim 1999.
İnce,
Özdemir, “Attila İlhan
Deyince”, Varlık, S.1009, Ekim 1991.
İz,
Fahir, “Yüzyılımız Türk Romanı Üzerine Düşünceler”,
Gösteri, S.4, Mart 1981, s.60-63.
Kahraman,
Hasan Bülent, “Tarihsel Roman ve O Karanlıkta Biz”, Gösteri, Şubat
1988,
s.23.
Kalyoncu,
Cemal A., “Büyük Yolların Haydudu”, Aksiyon, 2 Ekim 1999.
Kaptan,
Mehmet Saim, “Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Siyasi ve Siyasal Yapı
Değişmelerinin
Edebiyata Yansıması”, Töre, S.165, Şubat
1985, s.7-10.
———,
“Batılılaşma”, Töre, S.166, Mart
1985, s.28-31.
———,
“Tanzimat”, Töre, S.167, Nisan 1985, s.42-44.
———,
“Batılılaşma ve Türk Edebiyatına
Yansıması”, Töre, S.168, Mayıs 1985, s.40-46.
———,
“Batılılaşmanın Şiirdeki Yankısı”, Töre,
S.167-170, Haziran-Temmuz 1985, s.35-37.
Kaya,
İ. Güven, “Aynanın İçindekiler’de İnsan Kesitleri”, Varlık,
S.874, Temmuz 1980, s.17-18.
———,
“Aynanın İçindekiler’de İnsan Kesitleri (2)”, Varlık,
S.877, Ekim 1980, s.15-16.
———,
“Aynanın İçindekiler’de İnsan Kesitleri (3)”, Varlık,
S.879, Aralık 1980, s.16-17.
Kekeç,
Ahmet, “Darbeler ve Romanlar”, Hece Türk Romanı Özel Sayısı,
Mayıs-Haziran-Temmuz 2002, s.82-96.
Koloğu,
Orhan, “Doğulu’luktan
Batı Asyalı’lığa”, Tarih
ve Toplum, S.194, Şubat
2000, s.60-61.
Kongar, Emre, “Toplumbilim Açısından Bıçağın Ucu ve Sırtlan Payı”, Özgür
İnsan, Mart 1978.
Körükçü, Muhtar, “Sokaktaki Adam”, Varlık,
S.410, Eylül 1954, s.30-31.
———, “Zenciler Birbirine Benzemez”, Varlık,
S.481, 1 Temmuz 1958, s.21-22.
Meriç, Cemil, “Batılılaşma”, Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Ansiklopedisi, C.1, İletişim Yayınları, İstanbul 1983, s.234-244.
Moran, Berna, “Batılılaşma Sorunu ve Türk Romanının
Bazı Özellikleri”, Gösteri, S.4, Mart 1981, s.63-65.
Mutluay, Ruaf, “27 Mayıs Umudu 2”, Cumhuriyet,
16 Ağustos 1973.
Okay, M. Orhan, “Edebiyatımızın Batılılaşması Yahut Yenileşmesi”, Büyük Türk Klâsikleri,
C.8, Ötüken-Söğüt, İstanbul 1988, s.301-316.
———, “Edebiyatımızda Batılılaşma”, Sanat ve Edebiyat
Yazıları, Dergâh Yaynları, Haziran 1990,s.44-53.
———,
“Modernleşme ve Türk Modernleşmesinin İlk Dönemlerinde İnanç Krizlerini Edebiyata
Yansıması”, Doğu-Batı, Yıl:6, S.22,
Şubat-Mart-Nisan
2003, s.53-63.
Oktay, Ahmet, “Kendi Kendisiyle Çelişen yahut Sokaktaki Adam’a
Dair”, Mavi, S.19, 1 Mayıs 1954, s.5.
———,
“Roman ve Tarihsel Dönem”, Yazko Edebiyat, C.5, S.31, Mayıs 1983.
Okur,
Enver, “Çok Partili Demokrasi Dönemi Türk Romanı”, Hece Türk Romanı Özel
Sayısı, Mayıs-Haziran-Temmuz 2002, s.67-81.
Oluklu,
İbrahim, “Attila İlhan’da Düşünce Adamı Kimliğinin Kökenleri”, Dil Dergisi,
S.84, Ekim 1999.
Özkırımlı,
Attila, “Attila İlhan’ın
Üç Romanında Kurtuluş Savaşı”, Türk Dili Türk Romanında
Kurtuluş Savaşı Özel Sayısı” S.298, Temmuz 1976, s.94-100.
Parlatır,
İsmail, “Cumhuriyet Devri Türk
Romanında Konular”, Türk Dili, Türk Dili ve Yazını Özel Sayısı, S.266,
Kasım 1973, s.124-131.
———,
“Türk Romanında Tipler: Dilber”, Türk Dili, S.388-389, Nisan-Mayıs 1984,
s.216-223.
———,
“Türk Romanında Tipler: Bihruz Bey”, Türk Dili, S.390-391, Haziran-
Temmuz 1984, s.265-271.
———,
“Türk Romanında Tipler: Rakım Efendi”, Türk Dili, S.392-393, Ağustos- Eylül 1984, s.326-331.
———,
“Türk Romanında Tipler: Ahmet Cemil”, Türk Dili, S.399, Mart 1985,
s.49-54.
———,
“Türk Romanında Tipler: Bihter”, Türk Dili, S.402, Haziran 1985,
s.559-566.
,
“Türk Romanında Tipler: Kaya”, Türk Dili, S.405, Eylül 1985, s.84-88.
,
“Türk Romanında Tipler: Naim Efendi”, Türk Dili, S.411, Mart 1986,
s.242-248.
———, “Türk Romanında Tipler: Feride”, Türk Dili,
S.413, Mayıs 1986, s.368-375.
Sevinçgil, Efdal, “Türk Yazınında Doğu Sorunu”, Gösteri,
S.57, 1985, s.63-67.
Sezer, Sennur, “Dumanlı Bir Aynada”, Yazko
Edebiyat, C.1, S.6, Nisan 1981, s.128-131.
Soysal, İlhami,
“Attila İlhan’ın Nehir Romanı ‘Aynanın İçindekiler’in Beşinci Cildi: O Karanlıkta Biz”, Milliyet
Aktualite, 3.4. 1988.
Şahin,
Turgut, “Tanzimat ve Türk Aydınının Modernleşme
Anlayışı”, Millî Kültür, C.1,
S.5, s.29-33.
Şardağ, Rüştü, “Tarih ve Coğrafya Teknesinde Doğu”, Varlık, S.695, 1
Haziran 1967, s.4.
Tangör, Ataman, “ “Fena Halde Leman”ın Düşündükleri ve Diyalektik”, Yazko
Edebiyat, C.2, S.12, Ekim 1981, s.114-122.
Toker, Şevket,
“Batılılaşma ve Alafrangalık”, Ege
Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi IV, İzmir 1985, s.79-109.
Türkcan, Ergun, “İki
Yıkımın Romanı: Haco Hanım Vay. Attila İlhan’ın
Aynı İsimli Romanı Üzerine”, Sanat
Olayı, S.46, Mart 1986, s.32-33.
Türkeş, Ömer, “Cumhuriyet Romanında
Cumhuriyet Tarihi (1920-1970)”, Tarih ve
Toplum,
C.33, S.198, Haziran 2000, s.42-50.
Yurttaş,
Salih, “Aynanın İçinden
Türkiye”, Türkiye Defteri, Mayıs 1974.
Söyleşiler
Aliye, Zeynep, “Attilâ İlhan İle Söyleşi: Sevdanın ve Kavganın
Yolcusu”, Cumhuriyet Kitap, 26 Ekim 2000.
Ankara, Zeynep, “Attilâ İlhan İle Söyleşi: Edebiyat, Hayat Bilgisine
Dahildir”, Milliyet Sanat, 01 Eylül 1995.
“Attilâ İlhan”,
Milliyet Sanat Dergisi S.139, Temmuz 1975, s.3, 23.
“Attila İlhan’la
Konuşma”, Ataç, nr.16, Ağustos 1963, s.18-19.
“Attila İlhan’la
Şiir ve Roman Üzerine Söyleşi”, Yağmur,
Yıl:1, S.1, Ekim-Kasım-Aralık 1998.
“Attila İlhan
ile Konuşma”, Özgür İnsan,
C.3, S.26, Aralık 1975, s.83-86.
“Attila İlhan
ile Söyleşi: Türkiye Cumhuriyeti’nin
Temel Felsefesi Laiklik Değil,
Anti-emperyalizmdir”, 2023, Yıl: 5, S.52, Ağustos 2005.
Ayral, Cüneyt, “Attila İlhan ile Her Şey Üstüne”, Gösteri,
S.33, Ağustos 1983, s.36-38.
Cem, Mustafa, “Gerçekçilik Savaşı Üzerine Attila İlhan’la Söyleşi”, Yazko Edebiyat, C.I,
S.2, Aralık 1980, s.84-86.
Eroğlu,
M., “Bıçağın Ucu - Sırtlan Payı Derken
Attilâ İlhan’la”, Varlık, S.810,
Mart 1975, s.12.
Eşmekaya,
Demet-Gürgüz, Aysun, “Attilâ İlhan:
“Bilimler Toplumu, Sanat İnsanı
Öğretir” ”, Dil Dergisi,
s.84, Ekim 1999, s.7-18.
İyinam,
Şebnem, “Yazarken Allah Yarattı
Demem”, Radikal, 01 Aralık 2001.
Kahraman, Hasan Bülent, “Roman Dedik Attilâ İlhan ile”, Varlık,
S.851, Ağustos 1978, s.24-26.
Karakuş,
Hidayet, “Attilâ İlhan
ve Yapıtları, Bağımsız,
Demokrasi ve Toplumcu Bir Yazar”, Cumhuriyet Kitap, 5 Nisan 2001.
Kılıç, Savaş,
“Attilâ İlhan İle Söyleşi: Çağını Anlamaya ve İfade Etmeye Çalışan Bir Sanatçı”, Gösteri,
Mart 2001.
Öz, Erdal, “Attilâ İlhan
İle”, Dil Dergisi, s.84,
Ekim 1999, s.19-27.
Özyalçıner, Adnan, “Attilâ İlhan ile Söyleşi: Kartallar Yüksek Uçar”, Gösteri,
Ekim 1984.
“Sokaktaki Adam’ın Yayınlanması Dolayısıyla Attila
İlhan’la Konuştuk”, Seçilmiş Hikâyeler
Dergisi, S.21, Ekim 1953, s.33-35.
Şengel,
Piraye, “Attilâ İlhan:
bugün bâki gibi yazamazsın; irticâ olur bu...”, Varlık, S.1028, Mayıs
1993, s.7-9.
Tuğcu,
Nemika, “Tarihsel Gerçek Romancıdan Yansır, Attila İlhan’la Söyleşi”, Milliyet,
06.02.1988.
Yavuz,
Hilmi, “Attila İlhan’la”, Varlık,
S.781, Ekim 1972, s.10-11.
Tezler
Arseven,
Tülin, Attila İlhan’ın Romancılığı, Doktora tezi, Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2004.
Balaban,
Cemile, Attila İlhan’ın Romanlarında Kadınlar, Yüksek Lisans
tezi, Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1995.
Göğebakan, Turgut, Gunter
Grass’ın Dangiz Üçlemesi ve Attila İlhan’ın Aynanın İçindekiler
Roman Dizisinde Toplumsal Panorama, Doktora tezi, Atatürk Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum 1995.
Hüseyinoğlu, Aşkın, Attila İlhan’ın
Türkiye’de Aydın Sorununa Yaklaşımı, Yüksek Lisans tezi, Cumhueiyet
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2001.
Işık, Serhat, Attilâ İlhan
ve Batı, Yüksek Lisans tezi, Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir 2006.
Söker-Esemenli,
Gönülden, Herman Broch'un "Schlaşwandler" Attila İlhan'ın
"Aynanın İçindekiler" Başlıklı Roman Dizisinde Kültür
Krizi Sorunu Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1991.
Taşdemir, Muzaffer, Sosyal Düşünce
Tarihimizde Attila İlhan ve Ulusal Birleşim Düşüncesi,
Yüksek Lisans tezi, İstanbul
Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, İstanbul
1995.
Yazıcıoğlu,
Nuray, Attila İlhan’ın Romanlarında İttihat ve Terakki,
Yüksek Lisans tezi, Çukurova Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Adana
1998.
ÖZET
Batı
medeniyeti karşısında
Türk milletinin ve aydınının aldığı
tavır, gerek Türk romanının ilk ortaya çıktığı
Tanzimat döneminde gerek Meşrutiyet
ve Cumhuriyet dönemlerinde Türk romancılarının başlıca
işlediği konulardan olagelmiştir. Bu çalışmada biz, Cumhuriyet döneminin
önde gelen bir yazarı ve aydını olarak Attilâ İlhan’ın
romanlarından yola çıkarak onun Doğu-Batı
meselesini nasıl ele aldığını
tespit etmeye ve irdelemeye çalıştık.
Tezimiz
Türk edebiyatında Doğu-Batı
meselesinin geçmişini
gözden geçiren “Giriş”ten
sonra dört bölümden oluşmaktadır:
Birinci
Bölümde Attilâ İlhan’ın
romanlarında fikrî ve siyasî görüşlerlerin
Doğu-Batı meselesi çerçevesinde
romancı tarafından nasıl işlendiğini toplu bir şekilde gözden geçirdik.
İkinci
Bölümde “Attilâ İlhan’ın
Romanlarında Doğu” ve
Üçüncü Bölümde “Attilâ İlhan’ın
Romanlarında Batı” olmak üzere, bu iki dünyanın Türk sosyal hayatına
yansımalarını farklı temalara ayırarak incelemeye çalıştık.
Dördüncü
Bölümde ise “Doğulu
Tipler” ve “Batılı Hayata Özenen Tipler” iki ana başlık altında Attilâ İlhan’ın şahıs dünyasının tipleşme özelliklerini değerlendirmeye çalıştık.
“Sonuç”ta
ise baştan beri yaptığımız değerlendirmeler sonucunda Attilâ İlhan’ın Doğu-Batı meselesi karşısında nasıl bir tavır aldığını ortaya koymaya çalıştık. Ayrıca tezin sonuna çalışmamız sırasında başvurduğumuz kaynakları veren bir
bibliyografya ekledik.
ABSTRACT
The
attitude Turks and Turkish intelligentsia have taken toward the Western
civilization has been one of the major topics which Turkish novel has dealt
with both in its early stages in the Tanzimat era and in the subsequent
Constitutional and Republicans periods. In this thesis, by focusing on the
novels written by Attilâ İlhan,
a prominent author and intellectual of the Republican era, we aim to examine
and explore how the writer approached the East-West topic.
Our
thesis consists of four chapters following the “Introduction”, which
establishes the history of the East-West issue in Turkish literature.
In
Chapter One, we offer an overall perspective on how intellectual and political
ideas are intricately tied to the East-West topic by the author Attilâ İlhan in his novels.
In
Chapter Two, “East in the Novels of Attilâ İlhan”
and Chapter Three “West in the Novels of Attilâ İlhan”,
by identifying different themes, we analyze the reflections of these two worlds
on Turkish social life.
In
Chapter Four, we examine the typical personality traits of Attilâ İlhan’s characters under the two
subheadings of “Eastern characters” and “Characters Coveting Western
Lifestyle”.
In
the “Conclusion”, as a result of our discussion in the preceding chapters, we
demonstrate how Attilâ İlhan
approached the East-West issue. In addition, we have provided a bibliography at
the end which includes the sources we have consulted in the writing of this.
[I] Gündüz Akıncı, Türk-Fransız
Kültür İlişkileri,
Ankara 1973, s.8-12; Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri,
İnkılâp Kitabevi, İstanbul (tarihsiz), s.5-7.
[II] İsmail Parlatır, Tanzimat
Edebiyatı, Akçağ Yayınları, Ankara 2006, s.9.
[III] Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, 13.b., İletişim Yayınları, İstanbul 2004, s.11.
[IV] a.g.e., s.11.
[V] İsmail Parlatır, Tanzimat
Edebiyatı, Akçağ Yayınları, Ankara 2006, s.9.
[VI]
a.g.e., s.9-10. Ayrıca bu konuda geniş bilgiler için bk. Gündüz Akıncı, Türk-Fransız
Kültür İlişkileri,
Ankara 1973, s.8, 12, 55, 65.
[VII] İsmail Parlatır, Recaî-zade
Mahmut Ekrem, 3.b., Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 2005, s.21.
[VIII] İsmail Parlatır, Tanzimat
Edebiyatı, Akçağ Yayınları, Ankara 2006, s.12.
[IX] İsmail Parlatır, “Şinasî”, Tanzimat
Edebiyatı, Akçağ Yayınları, Ankara 2006, s.83.
[X] İsmail Parlatır, Tanzimat
Edebiyatı, Akçağ Yayınları, Ankara 2006, s.14.
[XI] Berna Moran, Türk Romanına
Eleştirel Bir Bakış 1, 14.b., İletişim Yayınları, İstanbul 2003, s.24.
[XII] a.g.e., s.24.
[XIII] Rakım Efendi tipinin ayrıntılı
tahlili için bk. İsmail Parlatır, “Türk Romanında Tipler: Rakım Efendi”,
Türk Dili, S.392-393, Yıl:1984, s.326-331.
[XIV] Zeynep Kerman, Halit Ziya
Uşaklıgil’in Romanlarında Batılı Yaşayış Tarzı İle İlgili
Unsurlar, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, İstanbul 1995, s.182.
[XV]
İsmail Parlatır, Recaîzade Mahmut Ekrem, Millî Eğitim Bakanlığı
Yayınları, 3.b., İstanbul 2003, s.200.
[XVI] Berna Moran, Türk Romanına
Eleştirel Bir Bakış 1, 14.b., İletişim Yayınları, İstanbul 2003, s.259-261.
[XVII] a.g.e., s.142.
[XVIII] Cahit Kavcar, Batılılaşma Açısından Servet-i Fünun Romanı, 2.b., Atatürk Kültür
Merkezi Yayını, Ankara 1995, s.24-25.
[XIX] a.g.e., s.26.
a.g.e., s.276.
[XXI] Zeynep Kerman, Halit Ziya
Uşaklıgil’in Romanlarında Batılı Yaşayış Tarzı İle İlgili
Unsurlar, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, İstanbul 1995, s.182.
[XXII] Geniş bilgi için bk.
İnci Enginün, Halide Edip Adıvar’ın Eserlerinde Doğu ve Batı Meselesi, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları,
İstanbul 1995.
[XXIII] a.g.e., s.529.
[XXIV] bk. Nan A Lee, Peyami
Safa’nın Eserlerinde Doğu-Batı Meselesi, Ötüken Neşriyat,
İstanbul 1997.
[XXV] Berna Moran, “Batılılaşma
Sorunu ve Türk Romanının Bazı Özellikleri”, Gösteri, S.4, Mart 1981,
s.63-65.
[XXVI] Nurullah Çetin, “Ahmet Hamdi
Tanpınar’a Göre Batı ve Batılılaşma”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, C.XXXIV, S.1-2, Ankara 1990,
s.53-56.
[XXVII] Berna Moran, Türk
Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, 14.b., İletişim Yayınları, İstanbul 2003, s.284-290.
[XXVIII] Attilâ İlhan, “Sorunu
Doğru Koyalım!”, Ulusal Kültür Savaşı,
2.b., Bilgi Yayınevi, Ankara 1998, s.24.
[XXIX] bk. Tezimizin İkinci
Bölümü, “3.3. Tasavvuf” ve “4.1. Klasik Türk musikisi”.
[XXX] “Attila İlhan ile Söyleşi:
Türkiye Cumhuriyeti’nin Temel Felsefesi Laiklik Değil, Anti-emperyalizmdir”, 2023,
Yıl: 5, S.52, Ağustos 2005.
[XXXI] Attilâ İlhan, “... Başka
Ülkeye Göçmek!..”, Cumhuriyet, 18.06.2004.
a.g.m.
[XXXII] Mizrahilerin batılı
yaşayışı ile ilgili ayrıntıları “Batılı Eğlence Dünyası” başlıklı bölümde
etraflıca gözden geçireceğiz.
[XXXIII] Bu hayatın tipik bir
örneğini Türk romanında daha önce Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Kiralık
Konak adlı romanında görürüz. Aradaki fark, bu romanda Osmanlı sosyal
hayatındaki konak yaşayışı yerini apartman hayatına bırakmaktadır.
[XXXIV] Ayrıca bk. Tezimizin
Üçüncü bölümü, “3. Batılı Eğitim”.
[XXXV] Bir diğer adı Yenişehir,
bugünkü Yunanistan’ın Tesalya bölgesindedir.
[XXXVI] Ayrıca bu konuda tezimizin
İkinci Bölümündeki “6. Doğu Dünyasından Batıya Kaçış” başlıklı alt bölümüne
bakılabilir.
[XXXVII] Tülin Arseven, “Attila
İlhan’ın Romancılığı”, yayımlanmamış doktora tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Ankara 2004, s.109-110.
[XXXVIII] bk. Tezimizin
Üçüncü Bölümü, “1.1.1. Yalı, konak ve evler”, s.119 .
[XXXIX] Attilâ İlhan, “... Artık
‘Batı’, Bir ‘Emperyalizm Ortaklığı’dır...”, Cumhuriyet, 22.04.2005.
[XL] Attilâ İlhan, “... ‘Asıl
Tehlike’, Nerededir?”, Cumhuriyet, 01.10.2004.
[XLI] Bu yedi romanın çıkış
sırasına gore adları şöyledir: Bıçağın
Ucu, Sırtlan Payı, Yaraya Tuz Basmak, Dersaadet’te Sabah
Ezanları, O Karanlıkta Biz, Allahın Süngüleri, Gazi Paşa.
[XLII] Ayrıca bk. Tezimizin
Üçüncü Bölümü, “4.1.Yılbaşı ve partiler”.
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder