Felsefenin Bin Yılı
| |
Hint, Çin Ve
Bati Felsefesinin Son Bin Yılına Yöneiik Kapsamlı, Karşllaştırmalı Ve Nesnel
Bir İnceleme
RAMANUJA'DAN
WITTGENSTEIN' A
ROMHARRE
İngilizce 'den
çeviren:
İBRAHİM ŞENER
Felsefe neden hala
üzerinde bu kadar çalışma yapılacak kadar önem taşımaktadır? Her şeyden önce
felsefe yaşamın eleştirel bir incelemesidir. Entelektüel ya da pratik olsun,
tüm insan uygulamalarını, inanç ve tutumların tüm türlerini içermektedir,
üstelik bunların çoğu uygulayıcıları tarafından bilinçli bir şekilde
formülleştirilmiştir. Filozofun rolü en azından bu varsayımları gün ışığına
çıkarmaktır. Biz bir kez onlardan haberdar olduğumuz zaman eleştirel
nitelikleri onların üzerine taşıyabiliriz. Bazı varsayımlar bizim incelememize
hayat verecektir. Bazıları ise bunu yapmayacaktır. Doğal olarak, felsefenin
kendi varsayımlarına sahip olduğu şeklindeki bu analitik ve eleştirel uygulama
felsefi soruşturmanın yasal konuları olacaktır.
Böyle bir araştırma
yapılırken, içerikteki ve felsefi yöntemlerdeki ilk binyılın bitiminden
sonraki binyıl içinde meydana gelen değişiklik ve sürekliliklerden haberdar
olunması gerekmektedir. Hindistan'da yaklaşık bu dönemde, filozoflar evren ve
benliklerinden ayrılarak bir birleşim içinde olarak, ölümden sonra bile kişisel
kurtuluşun kavramlarını yeniden şekillendirmişlerdir. Çinli filozoflar temel
olarak pratik konular üzerinde düşünmeyi sürdürmüşlerdir. Onlar Konfüçyüs ve
Konfüçyüsçülerin düşüncelerini iki bin yıl boyunca taşıyacaklardır. Politik
felsefenin kuruluşuna yönelik olarak bile ilgileri Dünyadan kaçış araçları
üzerine yoğunlaşan Budizm'in izlerini taşımaktadır. Bu yapı ilk Hıristiyan
binyılının sonunda Çin'de kurulmuş bir yapı olarak ortaya çıkacaktır. İkinci
binyılın ilk yansında İslam ve Hıristiyanlık mensubu filozofların din
eksenli düşünce yapılan ağırlığını hissettirmektedir. Bu yapı Batı Avrupa'da
bilimin kuruluşuna yönelik çalışmaları etkileyecek bir boyut kazanacaktır.
Ben
bu proje üzerinde çalışma yaparken tartışmak için seçtiğim konuların, çok seçici
bir araştırmadan ibaret olmasından kaçındım. Felsefi düşüncenin son bin yılı
sırasında bana önemli gözüken bazı konulan ön plana çıkarmaya çalıştım. Konu
seçimleri benim (izerinde çalıştığıııı felsefeler ve filozoflardan güçlü bir
şekilde etkilenmiştir. Eldeki bilgileri konularına göre düzenleyerek okuyucuya
tartışma ve analizlerin ışığında belli ayrıntıları sunmayı amaçladım. Bu
çalışım bir ansiklopedi olma iddiasında değildir. Ben okuyucuya tartışmaları
izlemesi için yeterli derecede ayrıntı verebilmiş olmayı umuyorum. Benim konu
ve yazar sayısını sınırlandırnıaktaki amacını kitabın ünlü ve etkin
düşüncelerin yalnızca bir derlemesinden ibaret olmasını önlemektir. Söz konusu
filozofların ifadelerini sık sık kullanarak onların bu düşüncelere nasıl
ulaşmış olduklarını göstermeye çalıştım.
Bin
yıl ve onu oluşturan yüzyıllar karnıaşık bir öyküyü anlatmak için uyun bir
platformdan başka bir şey değildir. Dönemleri oluşturmanın başka yolları c!a
bundan daha az yapay değildir. 11 Rönesans" ve 11 Aydınlanma" zaman
zaman belli düşünce şekilleri için kaba rehberler olarak gözükmektedir, fakat
ben onları felsefe tarihi içinde katı bir şekilde sınır belirleyici anlar
olarak görmüyonını.
Felsefenin
kendine özgü terimleri bulunmaktadır. Bu konuda eğitim alan kişiler için her
zaman felsefi terminolojinin ima ve nüansların bir yankısı bulunmaktadır. Ben
felsefenin belli bir uzmanlık alanında çalışan kişilerden felsefi bir tartışma
ve onu oluşturan arka plan kavramları için ciddi bir yardım aldım ve bu yönde
yoğun bir çaba içinde oldum. Yine de her konu için başarılı olduğumdan emin
değilim. Umarım felsefe konusunda forma! bir birikimi olmayan okuyucular için
yeterince başarılı olmuşumdur.
Peki bin yıllık bir
entelektüel çabanın konuları nelerdir? Göreceğimiz gibi, geçmişin
varsayımlarının çoğu günümüz uygulamalarında bulunmaktadır. Düşünce örnekleri
ortaya çıkar, kaybolur ve yeniden ortaya çıkar. Bin yıllık dönemin felsefi
duruşunun en güçlüsü göreceliliktir. Bu, ölümlülük, bilgi ve anlamın, insanlık
tarihi içindeki kendi dönemlerinin her birine göre göreceli olduğu ve yerel
içerik ve kültürel biçimler üzerinde bağlı olduğu savıdır. Bizim dönemimizde
görecelilik akla makul gelen bazı tartışmaları destekleyen bir yapıya sahipti.
Ancak o uzun felsefe tarihi içinde birden daha fazla kez oıtaya konulmuştur.
Doğal olarak, günümüz filozofları görecelilik görüşünü geçmişte olduğundan
farklı bir şekilde değerlendirmektedir.
Ancak ne olursa
olsun, karşılaştırmalı felsefe içindeki gelişimin kendinden önce gelen için
açık olmayan ya da diğer kültürlerin geçmişinde herhangi bir yankısı
gözükmeyen bir çizgisi vardır. Bu, onun ifade araçlarının araştırılması ile ifade
edilen bir çalışmadan dönüştür. Bu "dilsel dönüş" olarak
adlandırılır. Bazı etkin filozoflar geçmişin çözülmesi zor sorunlarının
bazılarını gerçek sorun olarak kabul edip kanıtlama niyetinde olmamışlardır.
Çözüm için araştırmadan yola çıkarak bir çözümsüzlüğe ulaşılır. Pek çok uzun
ömürlü felsefi sorun derin kavramsal kargaşanın yüzeysel görünümlerinden
başka bir şey olmadıkları belirtilmiştir.
Bir düşüncenin
geçmiş tarihinden yola çıkarak olası bir geleceği belirlemek tehlikeli bir
girişim olabilir. Çözülmüş olarak görülen konuların pek çoğu yeni bir görünüm
içinde yeniden ortaya çıkma eğilimindedir. Ancak ne olursa olsun, felsefi
sorunların varlığına olan eleştirel duruşun terk edilmesi çok şaşırtıcı
olacaktır. Yeni sorunların ortaya çıkacağına kuşku yoktur. Ancak eğer
haklıysam, onlar sonuç olarak çözümsüzlüğün tekniklerini ortaya koyacaklardır.
Bazı büyük
üniversitelerin kütüphanelerindeki felsefe koleksiyonları gözden geçirilerek,
araştırmalar ve tarih konusunda çok geniş bir kaynağa kolayca ulaşılabilir.
Ancak bunların pek azı hem Doğu hem de Batıdaki felsefi düşünceyi ele alma
girişiminde bulunmuştur. Bu, genel olarak sıradan okuyuculara hitap
etmemektedir. Ninian Smart'ın World Philosophies (Dünya Felsefeleri, 1999)
kitabı göze çarpan bir istisnadır. Bunun dışında benim dikkatimi çeken dört
kültürel merkezin karşılaştırmalı tarihlerini veren bir ya da iki kitap daha
bulunmaktadır. Her bir önemli filozof, her bir bölüm için kütüphanedeki bir ya
da daha fazla çalışmasıyla temsil edilmiştir.
Bazı büyük
filozofların çok sıkıcı yaşamları olmuştur. Kant bu kategorinin lideri olarak
ilk akla gelen isimdir. Ancak buna karşın Hintli Aurobindo gibi, çok fırtınalı
bir gençlik yaşamasına karşın dünyadan çok erken bir şekilde elini eteğini
çeken kişiler de bulunmaktadır. Diğerleri çok değişken yaşantılar sürmüştür.
Örneğin John Locke, Maimonides gibi birden fazla alanda çalışmalar yürütmüş ve
politik sürgün yaşamıştır. Konfüçyüs ve Clairvaux'lu St. Bernard gibi
diğerleri etkin bir şekilde politik çalışmalar yürütmüşlerdir. Ben onların
yaşantılarını daha ayrıntılı olarak betimlemek isterdim fakat bu daha geniş
bir zaman da yapılabilecek bir çalışmadır.
Yalnızca bizim
yaşantımız üzerinde düşünmek değil, bizim yaşantımız üzerinde nasıl
düşündüğümüz konusundaki uzun süreli itme gücü nereden gelmektedir? Sistematik
ve sürekli bir şekilde oluşan felsefi tutumlar bizim içinde yaşadığımız
evreni ve insanlık olasılıklarının görünümlerini uygun hale getiren yaşam
yollarını ortaya koymak için mücadele verir. Peygamberler, reformcular, din
liderleri ve pek çok başkaları aynı oluşum içinde yer almışlardır. Filozofları
diğerlerinden ayıran farklılık nedir? Bu, onların yalnızca insan durumu
hakkında düşünmeleri değil, bu düşünceler üzerine düşünme konusundaki
isteklilikleridir. Pek çok alan için, bir filozof olmak yalnızca
ikinci-sıradaki düşünmeye ilişkindir. Herhangi bir kişi neden bu etkinliği tüm
yaşamını ona adayacak derecede önemli olarak düşünür? "Felsefe"
sözcüğü hem yaşam üzerinde düşünme hem de yaşam üzerine düşünme üzerine
düşünme için kullanılır. İkinci binyılda felsefeye bakıldığında, biz tarih
içinde bir düşünme seviyesinden diğerine geçişi izleyeceğiz.
İnsanlar kırılgan
bir yapı içinde etten olarak cisimlendi- rilmişlerdir. Onlar kabileler ve
aileler içinde yaşamaktadır. Onlar, öyle ya da böyle dünyaya dar bir açıdan
bakmaktadır. Onların geçmiş dönemde kavrayıcı güçleri kendileri üzerine
dönmüştür. Onlar ne algılamışlardır? İstesin ya da istemesin herkes
ölmektedir. En güçlü ve en kurnaz olanlar daha zayıf ve daha budala olanların
önüne geçecektir. En zeki olan bile, üzüntü verici bir şekilde düny<ıyı
bilme konusunda dar bir bakış açısına sahiptir. İnsanlar bilgisiz, sömürülen ve
ölümlüdür.
Felsefi duruşun
çıkış noktaları
Evren içinde
insanlık alanının gelişen bilinçliliği hangi yöne ilerlemektedir? Antik
yaşantının en erken yazılı kayıtlarının çoğu, her ne kadar bürokratik olsa da,
biz kısa süre içinde evrenin herhangi birinin dünyadan çevresini gözlemle-
yebileceğinin ötesinde karmaşık bir evrenin var olduğunu buluruz. Belki de
kişisel varlık bedenin ölümü ile sona ermemektedir. Belki de insan eşitsizliği
için eşitleyici görevi görecek aşkın bir güç bulunmaktadır. Belki de biz karşı
karşıya geldiğimiz dünya içinde gizemli olguları açıklayan gizli bir nesneler
ve oluşumlar bölgesini hayal edebiliriz. İnsan yaşamı konusundaki düşüncelerden
ortaya çıkan spekülasyonlar geleneksel olarak "felsefe" olarak
adlandırılır. Eğer biz yalnızca mateıyal mekanizmalar isek, bu durumda bedenin
çözülmesi aynı zamanda bir kişinin ölümü anlamına gelmektedir. Acaba biz
yalnızca maddesel mekanizmalar mıyızdır? Biz bunun bilimin kesin olarak yanıt
veremediği bir soru olduğını görüyoruz. Biz psikolojik kavramların maddesel
kavramlarla yer değiştirebildiği bir yapı üzerinde düşünmeliyiz. Kişisel özgürlük
ile toplumsal eşitlik arasında nasıl bir denge sağlayabiliriz? O bizim
"özgürlük" ve "eşitlik" kavramlarından ne anladığımıza
bağlıdır.
Son bin yıl içinde
her iki biçim içindeki felsefe dört büyük kültürün kalbinde önemli bir yer
bulmuştur: bunlar Hindistan, Çin, İslam ve Batı Avrupa kültürleridir.
Bu çalışma bin yıl
boyunca dört merkezdeki felsefe tarihini ele almaktadır. Pek çok okuyucu için
felsefe ilk kez bu şekilde ele alınmaktadır.
Pek çok insana göre
felsefe ve din birbirleriyle içtenlikle ilintilidirler. Her ikisi de bizi sıkıntıya
sokan büyük fakat belirsiz soruların bazılarına yönelik ifadeler içermektedir.
İnsan yaşamı kararsız bir yapıya sahiptir ve bazen mükemmel ve korkunç olanın
açıklanamaı: ve ussal olmayan karışımı olarak görünmektedir. Korkunç
hastalıklar, şimdi bile, yaşamlarını fedakarlık içinde ve erdemli olarak
sürdüren insanlara saldırmaktadır. Uzlaşmaz ve hatta günahkar insanlar bazen bu
tür acı çekişlerden kurtulmaktadırlar. İnsanlar birbirlerine başkaları için
aşağılayıcı ya da önemsiz görünen nedenlerle ihanet etmektedir. Buna karşın
ihanet edenlerin pek çoğunda kalplerinde sanki ihanet etmekte haklıymışçasına
bir duygu hissetmektedir. Biz şimdi kendi kendimize bakıyoruz, gerçi gönülsüzce
olarak, hayvanlarla yakın ilişki içinde olarak, hayal edilemez enginlikte bir
evren içinde, şu küçük yeryüzü dışında, hiçbir yere sahip olunmadığını görürüz.
Türlerin durumu üzerinde insan düşüncesinin ilk kayıtlarından, her yerde var
olan ve sonuç olarak bedensel ölüm gerçekliği olan yapı hayal gücü için
harekete geçirici bir unsur olmuştur. Bu yazgının bir şekilde önüne geçilebilir
mi? Bu yaşamın noksanlıkları bir şekilde giderilebilir mi? Tüm kültürler
ölümün kişisel yeniden canlanışı konusunda çözüm bulmamış olsalar bile,
onların hepsi sonuçta umut içinde olmuşlar ve onun için plan yapmışlardır.
Aynı zamanda insan
yaşamının başka bir görünümü belli bir olgunluk seviyesine ulaşmıştır. Eski
dönem arkeologları bu kapasitenin ilk kez olarak Taş Devri'nde ortaya konmuş
olan ve taşlar üzerinde çalışılmış olan değerlendirmeler içinde doğrulama
standardı uygulanabilir. Mükemmellik ölçütü, söz konusu varlıkların
performansları ve ürünlerinin niteliği üzerinde düşünülmedikçe hiçbir anlam
ifade etmeyecektir. İyi ve kötü çalışmanın ölçütüne göre değerlendirme için,
eleştirel yorum için kapasitenin, kavrayış ile ilgili olanlar da dahil olmak
üzere insan ürünlerinin tümüne uygulanabileceğine kuşku yoktur. Felsefe bizim
evrendeki yerimize ve yaşam tarzımıza ilişkin sezgilerin bir ifadesinden
ibaret değildir. Aynı zamanda bu sezgiler üzerinde ve onların altında yatan
nedenler üzerinde eleştirel muhakeme uygulamanın ürünüdür.
İkinci binyılda
felsefenin öyküsü kozmik sezgiler ve eleştirel öngörülerin karmaşık bir
şekilde iç içe dokunmasından oluşmaktadır. Bin yılın entelektüel ve hayal
gücüne dayalı yaşamı sezgi ve eleştirel öngörü arasındaki dengeyi ortaya
koyar. Şimdi ise, felsefe yaşam hakkında vaaz veren bir tarzda yazmış olan
Thomas Cariyle ve S0ren Kierkegaard'ın filozof olarak adlandırılmaya
başlandıkları 1 50 ya da daha uzun bir zamandan beri ağırlıklı olarak
eleştirel bir entelektüel çevre anlamına gelmektedir.
Bu araştırmada ben
insanoğlunun yaşamı ve evrendeki yeri konusunda en erken dönem kayıtlı
düşünceleri bir araya getirmeye çalıştım. Bunu yaparken özellikle Hindistan ve
Çin felsefesindeki antik dönem kaynaklarından yararlandım. Mencius'un,
Konfüçyüs'ün politik öngörüleri üzerine çalışmaları, Ramanuja'nın insan
varlığının tinsel çekirdeği olan Atman ile evrenin özü olan Brahman arasındaki
geleneksel ilişkiyi eleştirel bir analiz içinde ele alması konu edilmiştir.
Biz Batı'ya, Orta Çağlardaki İslam ve Hıristiyanlık felsefesine döndüğümüz
zaman, onların ortak ataları olan Musevilik ile çok şey paylaştıklarını
görürüz. Vahiy edilmiş bir dinin öngörüleri insan yaşantısının nasıl yaşandığı
hakkında düşünceler için en iyi kaynaktır. Yalnızca bu değil, bizim kozmos
içindeki yerimizi anlamamız için bir kaynak olarak da bu ele alınmalıdır.
Bütün bu iddialar doğrulanmış mıdır? Filozoflar vahiy konusunun yeterli olup
olmadığını tartışmaya başlamışlardır. Bin yılın dönüşü ile birlikte felsefenin
İslam içindeki rolü vahiy edilmiş dinin temel öngörülerinin incelenmesi ve
savunmasına yönelik olarak değişmiştir. Binyılın ikinci yarısında, çok kısa
bir zaman öncesine kadar, din hala büyük sorular için bir kaynak olarak baskın
bir yer kaplamıştır. Din, yalnızca on dokuzuncu yüzyılda Batı düşünce
dünyasının üyeleri arasında yerini kaybetmeye başlamıştır. Örneğin burada
Hegel'in matemi görülmektedir:
Tanrı öldü-Tanrı ölüdür-bu tüm düşüncelerin en
korkunç olamdtr, her şeyin sonsuz ve gerçek olmadığını, yokluğun Tanrı içinde
kendisini yoksadığı bir düşünce en korkunç düşüncedir. En derin kızgınlık, tam
bir tekrar edilemezlik duygusu, her şeyin bozulduğu düşüncesi, hep bu düşünceye
bağlıdır. Olu- şurn bu noktada bir tereddüde ulaşmasa bile bunun yerine bir
tersine dönüş yaşanacaktır: Tanrı, bu oluşum içinde kendisinin varlığını
sürdürür, ve daha ötesi yalnızca ölümün ölümüdür. Tanrı yeniden yaşama
yükselir ve nesneler tersine çevrilmiştir (A. N. •
Wilson'dan alıntı
yapılmışttr, 1999).
Tanrının İslam
dininde Allah olarak tekrar ortaya çıktığına kuşku yoktur, fakat Avrupalı
Batıdaki düşünce daha derin olarak din dışı bir yapı göstermektedir. Yeni
binyılın ise ne getireceğini kimse bilmiyor.
FELSEFENİN
GELENEKSEL DİSİPLİNLERİ
Yorum ve eleştiri
açısından geleneksel felsefe geniş düzlemde metafizik, epistemeloji (bilgi
kuramı), etik ve mantık bölümlerine ayrılmıştır. Bunlarla bütünleşmiş olarak
daha dar alanları içeren politika ve hukuk felsefesi, bilim felsefesi, zihin
felsefesi, uzam ve zaman felsefi sorunları ve benzeri alanlar bulunmaktadır.
Üç büyük alanla bağlı olarak, mantık Aristo'nun ifadeleri açık bir şekilde
ortaya koymak için doğru uslamlamanın ilkelerini ilk kez ortaya koymasından
beri felsefenin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bizim geleneksel bölümler ile
ilgili olarak amacımız düşüncelerimizi bir araya toplamak için faydalı bir
başlangıç noktası yapmaktır. Şimdi ilk olarak bu disiplinlerin kısaca
açıklanması için iyi bilinen bir felsefe ansiklopedisine ( Edwards, 1967)
başvuralım.
Metafizikçiler ... dünyada olan şey hakkmda düşünürler
. .. [Onlar] varlık ve gerçekliğin kavramları ile meşguldürler.
[Metafizik] sorgulamanın en temeli olanı ve kavranılabilenidir.
[Bilim adamları] felsefecilerin ortaya
koymadıkları ve doğrulamadıkları konular ile ilgili çalışmalar yaparlar.
(Edwards içinde Walsh, 1967: 5: 5. cilt, 301)
Metafizik,
sorgulamanın her türü ile ilgili olarak temel varsayımlarla ilintilidir.
Özelikle kavramların içeriklerini vurgulayan bir yapı ele alınmaktadır. Örnek
olarak, biz sık sık rastlantılar, birbiriyle ilgisiz görünen olay çiftleri
arasında bir ayırım yaparız. Bu ayırımı yapabilmek için bizim gerçekten
bağlantılı olan olay örneklerini belirleyebileceğimiz araçlar ile bazı
nedensellik kavramlarına gereksinimimiz vardır. Biz nedensel yapının iki
kavramını kullanıyor görünürüz. Yaşamın pek çok alanında, biz insanları ve
nesneleri, istenen sonucu veren kaynaklar olarak ele alırız. Ancak ne olursa
olsun, biz aynı zamanda istenen sonucu veren olayların kavramlarını da
kullanırız. Bu kavramlardan birisi diğerinden daha temel olarak görülebilir •
mi? Metafizikçiler bu tür soruları tartışırlar. Onlar, bunu yaparak, neden
olarak olaylar ve neden olarak maddesel şeyler ve kişiler arasındaki belirgin
ayırımı ortaya koymaya çalışırlar.
Epistemoloji
{Bilgi Kuramı)
Epistemoloji, ya da bilgi kuramı doğa ve bilgi
eğilimine ilişkin, bilginin genel olarak güvenilebilirliğine ilişkin, onun varsayım/arı ve remel/erine ilişkin olan felsefe koludur. (Edwards içinde Hamlyn, 1967:
Cilt 3, 7-8).
Epistemoloji olgu
konuları ile değil, örııeğih "bilgi" kavramında ifade edilen olgunun
varsayılan konusu tarafından kavramlar ve ölçütler ile ilgilidir. Dünya ve diğer
insanlar hakkında bulgularımızın pek çok şekli içinde bilgi olarak güvenilir
kabul etmemiz için bu konuda zorlu bir çalışma yapılması gerekmektedir.
Bilginin mutlak kesinlikte olabilmesi için yanılabilir doğal dünya hakkında
ortaya konan tüm iddiaların ortak gözlem ve bilimsel araştırmalar ile
doğrulanması gerekir. Ancak böyle bir çalışmadan geçen bilgi gerçek bilgi olabilir.
Ancak bu şekilde o, "bilgi" olarak değerlendirilebilir.
"Kesinlik" ve "güven" gibi zihin durumları önemlidir.
Kuşkuculuk önem kazanmıştır. Bizim sahip olabileceğimiz tek gerçek bilgi
kavramlar arasındaki ilişkiler yamlabilir algılamalara güveniyor
görünmemektedir, çünkü onlar bizim yarattığımız şeylerdir. Peki bu durumda
acaba iki tür bilgi mi vardır? Epistenıolojik araştırmalar içinde
tartışılanlar bu tür konulardır.
[Gelenekse/
olarak] ahlak felsefesinin pratik bir a- macr vardır ...o bizim nasıl yaşamamız
gerektiği pratik bilgisini içermektedir ... Ah/ak/ıllğın felsefi boyutunu ayırt
edebilmek için onun genel kavram- larmın, onun sistematiğinin ve onun
iddialarını doğrulama girişimlerinin ortaya konması gerekmektedir. ( Edwards
içinde Nielsen, 1 967: cilt 3, 1 17).
Bu bin yılı içeren
araştırmanın amacı etik, politik felsefe, ve hukuk felsefesini bir alan
çalışmasının bölümleri olarak ele almaktır: Yaşamanın en iyi yolunun ne olduğu
ve bunun için neler yapılması gerektiği ele alınmaktadır.
Doğru davranışın
felsefi çalışması, ahlaki yaşantıyı betimlemek ve tartışmak için kullanılan
kavramların onaya konmasını içermektedir. Aynı zamanda filozoflar en genel
ahlak ilkelerini kabul etmeye karşı eleştirel bir taıtışnıa incelemesi
içindedirler. Örnek olarak, eğer biz en büyük sayının en büyük iyisi arayışı
içinde olarak faydacı bir ilkeyi ön planda tutuyorsak, ve insanın iyiliğinin
mutluluğa bağlı olduğunu varsayıyorsak, bizim bireysel mutluluğun yanı sıra
herkes için mutluluk sorununun nasıl. çözüleceğine ilişkin bir yapı ile karşı
karşıya gelmemiz gerekmektedir. Toplum mutluluğu ve bireysel mutluluk
birbirinden tamamen farklı kavramlar olarak görünmektedir. Bu, etik alanı
içinde bulunan bir konu türüdür.
Mantığın bir tarihi
vardır. O, Aristo'nun yazılarıyla ilk kez olarak ortaya konmuş ve Oıta
Çağlar'da işlenerek, son yüzyıl içinde şaşırtıcı bir gelişim sağlamıştır,
Başlangıçtaki mantıkta doğru ve yanlış çıkarsama ilkeleri konusunda çalışmalar
yapılmıştır. Mantlksal olarak geçerli bir yargının verilen önermeler izlenerek
nasıl şekillendiği ortaya konulmuştur. "Mantıksal izlemek" içerik
açısından değil, tasımın biçiminin niteliği açısından kullanılmaktadır.
Öncel/erine benzer olarak çağdaş mantık yaygın olarak
tasırım geçerliliğini sınamanın bir aracı olarak kullanılmaktadır-bu özellikle
tümdengelimsel tartışmalar için böyledir. ( Edwards içinde Blumberg, 1967: cilt
5, 13).
Aristo konu ne
olursa olsun uygulanabilecek bir dizi ortak uslamlama biçimi ilkesi ortaya
koymuştur.
Ortaçağ
mantıkçıları Aristocu sistemin mirasını kullanmışlar, fakat uslamlama
örneklerini seçerken, "gereklilik" ve "olanaklılık" gibi
"kipsel" kavramlar üzerine yoğunlaşmışlardır.
Yirminci yüzyılda
mantık çalışması, pek çok özel alanın gelişmesi ile filizlenmiştir. Ancak onun
felsefe içindeki rolü yirminci yüzyılın başına kadar merkezi olmamıştır.
Mantıksal biçimin
incelenmesi için önceden gerekli olan bir şey, yalnızca doğru uslamlama için
'anahtar .düşünce değil, tüm felsefedir. Neden mi? Çünkü mantıksal biçim- çalışması
yalnızca uslamlama örneğinin yapısını' değil, aynı zamanda tüm türlerin
önermelerinin gerçek yapısını ortaya koyar. Bir kez, sorun yaratan önermenin
"doğru" doğası felsefi problem olarak ortaya konduğu zaman başka bir
düşünce ortadan kaybolacaktır. Örnek olarak, biz "tek boynuzlu hayali
atlar beyazdır" önermesinin anlamlı olduğu doğrudur. • Bazı tek boynuzlu
hayali atların beyaz olduğu doğrudur. Ancak bazı tek boynuzlu hayali atların
beyaz olmama olasılığı üzerinde düşünmeliyiz. Mantıksal analiz farklı bir
biçimin, örneğin "Filler gridir" biçiminin sorun yaratan önermesini
ortaya koyabilir. Bu, varolmayan varlıkların biı; bölgesinin var- sayılmasını
gerektirmeyen bir biçimdir. İkinci binyılın son yüzyılında mantıkçılar
tarafından tartışılan çok sayıdaki sorunların arasında bu vardır.
Felsefi düşünme,
taıtışma ve uygulamaların tüm çeşitlerinde gizli olarak bulunan önerme ve
varsayımlara ışık tutmak amacındadır. Kavramlar ve onların ilişkide olduğu
olgular mercek altına alınmıştır. Örnek olarak, zamanın geriye çevrilemeyeceği
konusu üzerinde düşünmek, nedensel ve dönemsel kavramlar üzerinde yakın bir
bağlantı kurulması gerektirir. Felsefe çalışması yalnızca analitik değil, aynı
zamanda eleştireldir. Varsayımlar, incelenebilecek felsefi analizler
tarafından ortaya konmaktadır. Onlar uyumsuzluk, paradoks ve başka
yetersizlikler gibi çeşitli durumlar için eleştirilecektir. Düşüncenin kesin
örnekleri, doğru uslamlama s- tandaıtları oluşturularak ortaya konabilir. Bu
standartlar, eleştirel felsefi değerlendirmenin başka bir seviyesinin odak
noktası olabilecek şekilde kendilerini araştırma altına alabilirler.
Felsefe, insan
'uygulamalarının tüm türlerinden bir çıkarım, analiz ve eleştirel taıtışnıa
oıtaya koyma çalışmasıdır. Filozofların çoğu tartışma ' konusu olan kavramsal
ilişkileri açığa çıkarmak için 'deneyim ve sezgiye güvenmektedir. Ahlaki
konuların taıtışılnıası için herhangi bir evrensel reçete var görünmemektedir.
'Bilim alanında deneyin kullanımına benzer olarak, ■ bilgi-toplama uygulamalarının araştırılması hem bilimsel
bir topluluğun çalışmasının deneyimini hem de uygulamayı başarılı kılacak
'keskin bir sezgi gücünü içermektedir.
Sezgiye güvenmekten
daha sistematik araştırma yöntemleri için ' öneriler yapılmaktadır. Filozof
Collingwood ( 1940) bu konular üzerinde düşünerek bazı insan uygulamalara
"mutlak" saptamaları için bir teknik önermiştir. Araştırılan sorular
dizisinin ' her birisi için yanıtlar olması gerektiğini varsayarak ya'da
koşulları göz önünde bulundurarak bunlara ulaştığını düşünmektedir. Varsayımlar
setinin her bir basamağı bizi bir sonraki soruya götürecektir. Bu soru ve
varsayımlar zinciri bir ınutlak önerme seviyesinde sona erene kadar daha
sonraki önermelere bağlı olan yanıtlarla ilerleme kaydedilir.
Biz bu düşünceyi
genel olarak ifade edebiliriz. Bir filozof olarak "Ben ya da başka birisinin
mantıklı bulacağı şekilde bazı iddialarını için inanmam gereken, doğruluğunu
ya da yanlışlığını ortaya koyabileceğim bir şekilde ne yapmam gerekir, "
sorusunun sorulması gerekmektedir. Bu inancın kendisi bir iddia olarak,
inancın başka bir seviyesine ya da başka bir şeye bağlı anlamlı bir yapı olarak
ele alınabilir. Burada en fazla dikkat edilmesi gereken konu iddianın doğru
olup olmaması değil, onun anlamlı olup olmamasının gözlem ve deney ile
incelenmesidir. Örnek olarak, deneysel olarak elde edilen kanıt doğa
yasalarına evrensel olarak uygulanabilen inancı destekler. Bunun için bizim
doğal oluşumların her yerde ve her zaman aynı olduklarına inanıyor olmamız
gerekmektedir. Açık bir şekilde, bu inancın deneysel olarak sınanması
olanaklı değildir! Biz aynı etkilerin her yerde ve her zaman aynı sonucu
doğurduğunu nasıl bilebiliriz? Biz, kendi yargımızı pratik nedenler konusu
üzerine dayandırabiliriz? Bu iddianın mantıklı olması için neye inanmamız
gerekmektedir? Ve benzeri sorular. Belki de onun "mantıklı" olduğu
gösterilemeyecektir. Ancak ne olursa olsun, bu bizi bu bin- yılda yeryüzü
üzerinde elde edilmiş olan bölgesel kanıtlardan evrensel doğa yasalarına
ulaştırmanın ilk adımı olarak kuşkuculuğa yönlendirecektir. Biz bunun yerine
doğanın değişmezliği içinde bir inanca sahip oluruz. Bu bizim için her yerde
ve her zaman olan doğru bir örneğe dönüşmüştür. Ve deneysel bilimin
ussallığının mutlak bir varsayımı olarak görev görür.
Yalnızca bilimsel
inanışlar ve yöntemler değil, aynı zamanda her din ve yaşam felsefesi de
anlamlı varsayımların bir toplamına sahiptir. Doğal olarak, insan ürünü olarak,
bizim için uygun olsun ya da olmasın varsayımların bazı durumlarında
savunulabilir bir şey bulamamak şaşırtıcı olmayacaktır. Ancak uygun olan iddialar
belki de her şeyden öte mantığı oluşturacaktır. Burası felsefe yapma konusunda
yorumlama ve eleştirinin kendi rolünü oynamaya başladığı yerdir.
Varsayımların
Eleştirel İncelemesi
Felsefi bir tez,
geçerliliğin eleştirelliği, anlamsızlık ya da bazı kavramların
uygulanabilirliği çeşitli yollarla tartışılabilir. Varsayımlar böylece bir
tartışma örneği içinde eleştirel bir örneği konu etmiştir. Burada
eleştiriciliğin kendisi eleştiriciliğin konusudur.
Hayal edilmiş
durumlarm kullanımı
"Özgür
istenç" kavramının geçerliliği ve anlamı hakkında psikolojinin
felsefesinde uzun zamandır devam eden bir tartışma vardır. Bazıları, bütün
davranışlar belirlenmiş olduğu için özgürce seçilmiş bir hareket olarak,
hiçbir şey bulunmadığını söylemektedir. Bu, gerekircilik (determinizm)
tezidir. Bu size anlamlı geliyor mu? Eğer öyleyse varsayılmış olan şeyi ortaya
koymamız gerekmektedir. Meselenin püf noktası şudur: karşılıklı olarak
birbirini tanımlayan "özgür olmak" ve "belirlenmiş olmak"
kavram çifti varsayılmaktadır. Özgür olmak belirlenmiş olmak demek değildir.
Belirleyicilerin tartışması yalnızca gerçeklik içindeki herhangi bir
uygulamayı göstermek için vardır.
Ancak eğer hiçbir
özgür istenç yoksa, bu durumda tüm davranışlar zorunlu kılınmıştır, böylece
özgürce hareket etmek ile zorlama altında hareket etmek arasındaki ayırım
boştur. Filozof A. G. N. Flew ( 1965) "özgürce hareket etmek"
kavramı içindeki durum çeşitlerinin kendi anlamına sahip olduğuna dikkat
çekmiştir. Onu reddetmek için bile bizim neyi reddettiğimizi anlamamız
gerekmektedir. O, iki durumun karşılaştırılmasını ister. Birincide damat
somurtkan bir şekilde, arkasında dolu bir silahla gelinin babası olacak şekilde
platformun önünde bulunmaktadır. Diğerinde herkes gü- lümsemektedir ve damat
kendi özgür istenci ile platformda mutlu bir şekilde bulunmaktadır. Bu, özgür
hareketin bir paradigma durumudur. "Özgürce hareket etnıe"nin anlamı
gizli bir "belirleyici" durumu olarak oluşturulamaz. Biz ikisi arasındaki
farkı görmede herhangi bir sıkıntı yaşamayız. Deten nıinistlerin iddiası bu iki
durum arasında gerçekten hiçbir fark olmadığıdüşüncesine dayanmaktadır.
Burada biz tipik
bir "tartışmaya" sahibizdir. Onun işlevi kavramsal bir konuya parmak
basmasıdır. Burada determinist hiçbir davranışın gerçekten özgür olmadığı
iddiasında bulunulmaktadır. Doğal olarak, davranışın yaradılışı içindeki
moleküler oluşumun rolünün doğru bir şekilde oıtaya konulması gerekıiıektedir.
Bu tür konulardaki dogmatik inanışların, içsel olarak uygunluğunun, kendi
kendini olumsuzlanıası- nın ya da başka yetersizliklerden acı çekmesinin iyi
bir şekilde incelenmesi 'le ortaya konulması ile yaparız. Bir nedenler dünyası
içinde özgür davranışın olanaklılığı hakkında düşünceye sahip o/an lıer
filozof tarafından paylaşılmayan şey bu tartışma örneğinin üzerindeki
varsayımlardır. Aristo üç kategori olarak ayırım yapmıştır; bunlar istekli
davranış, istekli- olıııayan davranış ve isteksiz davranıştır.
Kendi kendini
yoksayan bir paradoksun
ortaya konması
Dramatik bir sonuca
ulaşmış gözüken başka bir tartışma bazı filozofları hiçbir evrensel ahlak
ilkesinin olmadığını açıklamaya yönlendiren bir mantığa büründürme bulunmaktadır.
Bu mantığa göre biz kendimizden farklı kültür ve dönemlerin insanlarını
herhangi bir şekilde yargılayanlayız ( Rorty, 1 98 9). Bu iddia, eleştire/
tartışmanın başka bir türünün kullanımı ile mücadele etmiştir.
Ahlaki görecelilik-
uzun bir tarihe sahiptir. Yakın zamanlarda o antropoloji ve tarihten yeni bir
hız almıştır. Tartışma farklı dönemlerdeki farklı insanların çok farklı ahlak
ilkeleri ile uyum göstermesiyle başlamıştır. Bu durumda insanların bizim
sahip olduğumuz her ahlaki ilkeyi paylaşma ya da reddetme ' hakkı - ortaya
çıkmaktadır. Ancak ne olursa olsun, böylece insanlar uyumlu ve tamamlayıcı yaşantılar
sürmüşlerdir. Örnek olarak, - biz yeni doğan bir çocuğu öldürmenin büyük 'bir
günah- olduğunu düşünürüz. Antik dönem Yunanistan'da hasta ya da istenmeyen
çocukların bir dağ tepesinde ölüme terk edilmesi doğru olmasının yanı sıra,
aynı zamanda övgüye değer bir davranış olarak değerlendiriliyordu. Kısa bir
süre öncesine kadar çalışan kadınların ahlaksız olduğu düşüncesi yaygın olarak
kabul ediliyordu, ve bu nedenle eğitim almaları istenmiyordu. Şimdi ise tam
ters bir görüşte olarak herkesin eğitim alma hakkının olduğunu düşünüyoruz. Ve
benzeri. Bu tartışmanın olumlu tarafı çok nadir olarak duyulan seslerin halka
açık bir tartışma ortasında dile getirilmesidir. Böylece bunlar toplumun uç
noktalarında tartışılmanın ötesine geçmişlerdir. Ancak bu şekilde duyulmamış
şeylere ayqcalık tanımanın bedeli ağır olacaktır. Artık çok farklı fikirlere
sahip olan insanlar fikirlerini benimsetme uğraşısı içinde olacaklardır.
Bunların her biri bizimkiyle aynı olmayan yerel bir kültürü temsil etmektedir.
Onları nasıl eleştirebilir ki?
Doğal olarak biz
soykırımın, hem politik hem de biyolojik temellerde, kötü bir şey olduğunu
düşünürüz. Bazı filozoflar, örneğin Richard Rorty, Hitler'in Yahudi
soykırımının gerekli olduğunu iddia etmektedir. Rorty'ııin mantığına göre bizim
Nazi Almanyası içinde yapılmış olanları yargılamak için hiçbir ussal temel
bulunmamaktadır. 1 930'1u yıllarda Almanya'da yaşamış olan insanlar
için böylesine bir soykırım halk tarafından haklı temeller üzerine
oturtulabiliyordu. Oysa bizim liberal demokrasimizde bu kabul edilemez bir düşüncedir.
Ancak bu bizim ahlak standartlarımızm başkaları tarafından tarif edilmiş olan
kültürel bir karmaşanın içine sokulmasından başka bir şey değildir. Ve biz onu
yasallaştıra- mayız ya da tartışamayız. İyi karakter ve doğru davranışın
savunulabilir evrensel ilkelerini reddetmek "radikal ahlak gö-
receliliği"dir.
Ancak ne olursa
olsun, radikal görecelilerin iddiaları arasında onunla çelişen biri vardır.
Böyle bir iddianın yazarı onu yazmış ya da bir konferansta sözlü olarak ifade
etmiştir. Bunu yapmak için lisanın kullanılması gerekmektedir. Ahlaki
göreceliliğin doğruluğu konusunda bizi ikna etmek çabaları yalnızca göreceli
düşünceye sahip olan düşünürün iddianın savunması içinde yazılmış ya da
söylenmiş olan şeyi bizim anlayacağımıza inanması durumunda anlamlıdır.
Gerçekten de, her iddia yazarının anlaşılması gerekmektedir. Olanaklılı- ğııı
genel koşullarını oluşturan bütün bu varsayımlar göreceli düşünceyi ortaya
koyacaktır. Bu koşulların bazıları ahlakidir. Örnek olarak, hiç kimse ne anlama
geldiğini bilmediği sesleri birleştirerek bir dili öğrenemez. Bunun için
sistematik bir çalışma gerekmektedir. Bunun yapılmaması durumunda bir nesil
kendi dilini asla bir sonraki nesle geçiremez. Onlardan geçen şey basit bir
şekilde lisan olmayacaktır. Çünkü bu insanların çıkardıkları sesler anlamlı
bir konuşma değildir. Böyle- ce, ahlaki göreceliliği savunabilmek için bir
filozofun evrensel olarak en azından ahlaki ilkeleri lisanı olanaklı kılacak
şekilde paylaşarak kabul etmek zorundadır.
Burada biz bir
paradoksa sahibizdir. Savunulan ahlaki konum, radikal ahlak göreceliliği
yalnızca bu ahlaki konumun reddedilmesini içeren koşullar altında ileri
taşınabilir. Daha sonraki bölümlerde yer alan bazı dramatik felsefi iddialara
yakından baktığımız zaman benzer başka paradoks örnekleriyle karşılaşacağız.
Ben kavramlarımızın
radikal bir şekilde yeniden gözden geçirilmesi için tartışılan eleştirel
iddiaların iki türünün örneğini ortaya koydum, ve bunların her ikisinin de
karşıt tartışma noktalarını belirledim. Başarılı bir felsefi iddia -örneğin
Tanrının varlığının rasyonel bir kanıtı olamayacağı iddiası- savunulabilir
varsayımlar üzerinde temellendirme gereksinimi taşımaz. Bu, paradoksların ya
da karşı örneklerin bulunmadığı anlamına gelir.
Yanlış
yönlendirilen
dilbilgisel benzerliklerin ortaya konması
Bilim adamları,
kimya ve metalürji alanlarında, maddeler üzerinde çalıştıkları zaman,
"öz" ifadesini kullanırlar. Bu, cismin tüm özeffiklerini bünyesinde
barındıran gerçek bir örnek olarak değerlendirilmelidir. Bu öz basit bir
şekilde, belli bir türün varlığı olarak herhangi bir şeyi tanımlamak için
gerekli ve yeterli olan özellikler setidir. Bir şeyi gümüş olarak kabul etmek
için, onun belli bir özgül kütlesinin olması, !Jelli bir atom numarasının
olması ve benzeri özellikler gerekmektedir. Kimya alanında, bu tür özellikler
iki sete ayrılmıştır. Gözlemlenebilir olanlar ve gümüş örneğinde olduğu gibi,
parçacıklar olarak elle tutulabilir olanlar. Filozoflar bu seti "adsal öz"
olarak adlandırırlar. Bunun dışında teorik ya da gözlemlenemez olanlar, örneğin
söz konusu maddenin atomlarının yapısı, bulunmaktadır. Bunlar adsal özler
içinde ifade edilen özelliklerin gruplara ayrılmasını açıklamak için kullanılırlar.
Bu, "gerçek öz" olarak adlandırılır. Örnek olarak, gümüş atomlarının
atomik yapısı metalin elektriksel ve kimyasal özelliklerini taşır. Böylece
doğru bir şekilde "gümüş" olarak adlandırılan her şey hem adcı! hem
de gerçek bir öze sahiptir. Bazen aynı madde tek bir adcı! özden daha
fazlasına sahiptir. Onlar gözlemciler için farklı dış görüşe sahip görünürler.
Örnek olarak, karbon yanan kömür olarak, elmas olarak ve kaygan grafit olarak
görünür. Her bir durumda, madde aynı gerçek öze sahiptir. Kömürün, elmasın ve
grafitin atom bileşenleri aynı yapıya sahiptir. Yalnızca moleküler yapılan
farklılık göstermektedir.
Biz böyle düşünmeye
yönlendiriliriz çünkü aynı sözcük durumların ve içeriklerin bir çeşitliliği
içinde kullanılır. Oysa tüm durum ve açıklamalar için aynı sözcüğün onların her
birinde aynı şeyi ifade etmesi gerekmektedir. Kimyanın "dilbil-
gisi"ne, diğer bilimlerin, örneğin psikoloji, terminolojilerin anlaşılması
için bir model olarak hizmet görmelidir. Eğer "altın" olarak
adlandırılan her şey ortanı bir anatomik yapıya sahipse "inanç"
olarak adlandırılan her şeyin de ortak bir öze sahip olması gerekmektedir.
Kişi düzenlenmiş
bilginin yarar sağlayan örneğinin her yerde uygulanabilir olduğunu
düşünmelidir. Varsayımlar üzerinde çalışırken farklı durumlar içinde olduğu
görünen yapı içinde aynı sözcük bulunduğu zaman, tüm bu durumlar içinde oıtak
olan bir şeyin olması gerekmez mi? "İnanç" konusunu bir adını daha
ileriye taşıyalım. Biz "inanç", "inanma",
"inanış" ve benzeri sözcüklerin geniş bir insan kitlesi tarafından
ve pek çok şekilde kullanıldıklarını görürüz. Kişi burada kullanılan aynı
sözcüğün herkes için oıtak bir kullanıma sahip olduğunu düşünme eğilimindedir.
O, çok derin ya da çok soyut ya da her ikisi birden olabilir. Ancak ne olursa
olsun, biz dikkatli bir şekilde bu birbiriyle yakından ilgili bu sözcüklerin
farklı kullanımlarını betimlediğimiz zaman onları bir arada tutan hiçbir tek
ortak özellik olmadığını görebiliriz. Onlar benzerlikler ve farklılıkların bir
ağı tarafından ilintilidir. Biz "Ben inaıııyorum ki ..." ifadesinin
en az iki çok farklı kul- lammı olduğunu görebiliriz. İçeriğin bir türünde,
örnek olarak, dinsel hizmet ve tartışmalarda söyleyenin her şeye teslim oluşu
ifade edilir. Örnek olarak, Hıristiyan inancı "Ben Tanrıya inanıyorum ki
.. ." diye başlar. Ancak bazen ayııı ifade kuşkuyu, belirsizliği,
teslimiyetin olmayışını ifade etmek için kullanılır. Biz emin olmadığımızda bir
ifadenin başına "ben inanıyorum ki" ön ekini koyarız. Örneğin,
yabancısı olduğumuz bir caddede ilerlerken burası ile ilgili bir ifadede
"Ben inamyoruın ki burası . . . " diye başlayan bir cümle sarf
edebiliriz. Burada söylediğimiz şeyin doğruluğundan emin değilizdir. Doğal
olarak, bazı anahtar ifadelerin anlamları içinde, mükemmel bir şekilde tarihsel
açıklamalarda bulunulabilir. Bir sözcük ya da ifadenin farklı kullanımları
dogmatik olarak ortaya konularak oıtak bir öz içinde kaynaştırılanıaz. Bunun
yerine onun tek anlamının olmama olasılığının her zaman akılda tutulması
gerekmektedir.
Ben bu örnekleri bilimsel
araştırmalar, ahlak tartışmaları ve diğer insan uygulamaları içinde saklanmış
olarak bulunan varsayımlar konusunda eleştirel bir şekilde düşünmede
kullanılan )!Öntemlerin bazılarım ortaya koymak için seçtim.
Felsefi
Geleneklerin Dinamikleri
Bu çalışmada
felsefenin filizlendiği her bir büyük merkez olan Hindistan, Çin, İslamiyet ve
Hıristiyanlık alanlarında uzun süreli felsefe geleneğin gelişimi ile ilgili
bilgiler bulacaksınız. Üzerinde çalıştığını filozofları seçerken, felsefenin
karakteristik olan analitik ve eleştirel çalışmalarını yaparken benim için
itici güç ne olmuştur? Her bir durumda, biz başlıca konuların insanlara ilişkin
konum ya da konumlarını ele aldık. Belli bir noktada bu konumlar felsefi
inceleme altında tutulacaktır. Bu tür konumlarda bulunan kavramların soyutlanması
bilimsel incelemeler için yeterli değildir. Ancak felsefeci dikkatini
kullanılan kavramsal sistem üz.erine yoğunlaştırır ve özellikle onun
dilbilimsel ifadesi üzerine çalışır. Hintli ve Çinli filozoflar daha çok
insanların kendi hayatlarını nasıl düzenlemeleri gerektiği konusu ile ilgili
olmuşlardır. Bu kültürlerde hiçbir tanrısal vahiy yoktur. Kahramanlık öyküleri
ve resimli anekdotların metinleri bulunmaktadır. Brahman, herhangi bir şekilde
bir insan olarak var değildir, Upanişad'la- ra hükmetmemiştir. Analects'in
(Seçmeler) yazarı olan Kon- füçyüs daha çok bir insandır. Hıristiyanlık'ta ve
İslamiyet'te Tanrı tarafından emredilen ve kutsal metinlerde vahiy edilmiş
olan bir yaşam şekli ile vahiy edilmiş bir din bulunmaktadır.
Metinlerin
eleştirel yorumlaması olarak felsefe
Bir kültürün
maddesel uygulamaları ve tezlerinin varsayımları üzerine bir yorum olarak
felsefe, anlaşılması zor ya da metaforik kutsal veya oluşturulmuş metinler ve
bu yorumlamalar için değerlendirmelerin bulunduğu yaşam sorununa bir yanıt
arama arayışı içinde olmuşlardır. Hindistan'da, filozofların dikkatini çeken
metinler Upanishadlar ve Bha- vad-gfta olmuştur. Bunlar dinsel literatürde yer
alan iki so- yuJama setidir. Çin'de Konfüçyüs'ün dinsel yazıları Hindistan ve
Batıdaki dinsel metinlere benzer bir role sahiptir. Akdeniz'e sınırı olan
bulunan bölgeler içinde felsefeleştirme konusunda büyük bir itme gücü olduğuna
kuşku yoktur. Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet'in kutsal metinlerini
yorumlamak için bu bölgede yoğun bir çalışma yürütülmüştür. Tüm üç durumda da
aynı felsefi düşünme tekniği uyarlanmıştır. Antik dönem Yunan felsefesi,
felsefi analiz ve eleştiricilik için araçlar sağlamıştır. Bu son derece
şaşırtıcıdır, çünkü tüm üç dinsel topluluğun filozofları Aristo'nun ve diğer
antik dönem filozoflarının yazılarının Arapça'ya çevrilmesiyle Yunan felsefesinden
haberdar olmuşlardır.
Bilim savunması olarak felsefe
İnsan
girişimlerinin idealize edildiği bilim antik dönemden itibaren filozofların
dikkatini çekmiştir. 1 500 yılından beri çağdaş dönemde bilim yoğun felsefi
araştırmanın odak noktası olmuştur. Bilim dalları ortaçağ Hıristiyanlık dünyası
içinde olduğu gibi din ile aynı rolü oynamıştır. İnsan teşebbüslerinin
metafiziği ve yöntembilimi üzerinde 500 yıl boyunca düşünme, çevremizdeki
dünyayı ve kendimizi anlamamızı sağlamıştır. Bilim artık düşüncenin üç temel
okulu olmuştur.
Daha sonraki bir
bölümde biz onu daha ayrıntılı bir şekilde inceleyeceğiz fakat şimdi ana
hatlarıyla tanımlamamız gerekmektedir.
OLGUCULUK: Bilim,
duyu organlarımız tarafından bize verilmiş olarl- fenomenler arasındaki
ilişkinin kavrayıcı ve düzenli bir katalogunu yapmayı amaçlayan bir projedir.
Kurumlar yalnızca kavramları oluşturmak için gözlemsel genelleştirme
araçladır.
GELENEKÇİLİK: Bilim
insan deneyiminin tamamını sınıflandırmak için kavrayıcı ve yorumlayıcı bir
şema oluşturmayı amaçlayan bir projedir. Doğa kanunları deneylerden tümeva-
rımsal genelleştirmeler değildir, bunun yerine deneyim duyusunu yapmak için
geliştirilmiş kavramsal yapılardır. Dünyanın bize açıkladığı şey
belirlenmiştir. Bu, en azından bir kısım olarak, bizim deneyim duyularımızda
oluşturacağımız kavramsal sistemler aracılığı ile anlaşılır.
GERÇEKÇİLİK: Bilim,
gözlemlenebilen mekanizmalar ve oluşumların anlaşılmasını elde etmek için
ortak deneyim dünyasının arkasındaki dünyaya nüfuz etmeyi amaçlayan bir projedir.
Kuramlar gerçek oluşumları, yapıları ve varlıkları tanımlarlar. Hatta insan
duyu organlarıyla genel olarak göz- lemlenemeyen fakat doğaları ve varlıkları
dolaylı olarak anlaşılan yapılar tanımlanmaktadır.
Her bir dayanak
noktası kendi savunmasına sahiptir. Biz doğal bilimlerin bu rakip
yorumlamalarının varsayımlarını araştıracağız. Onlar çok sayıda astronomik
modelin duyu organlarıyla kavranabilnıeye başladığı on altıncı yüzyıldan beri
tartışmanın odak noktası olmuşlardır. Bilimi yonımlamanın üç büyük şeklinin her
biri bilimin kavranılabilir ve algılanabilir iddiaları için gerekli olan
varsayınıların ayırıcı dizisini ortaya koyar.
Din alanından bilim
alanına kaymak felsefi sorunlar konusunda odaklanma soı:unun dinsel tezinin
tamamen terk edildiği anlamına gelmemektedir. Din Rönesans'ta ortadan
kaybolmamıştır!. Evrenin kavranmasından uzlaşmaz gözüken yolları olarak bilim
ve dinin uzlaştırılmasının yollarının araştırılması bu dönemin önemli
uğraşlarından biri olacaktır. Diğer üç merkezin hiçbirinde felsefe, din ya da
din-benzeri bir odaklanmadan bilime odaklanmaya geçiş yapmamıştır. Ben bu
geçişin yaklaşık 1500 yılından beri Avrupalı Batıda felsefenin karakteristik
tarzından büyük ölçüde sorumlu olduğuna inanıyorum.
İnsan
uygulamalarına yoğun bir şekilde bakmak kavramsal kaynakları ortaya çıkarmaya
yardımcı olacaktır. Biz kavramları kendi algılamalarımız çerçevesi ve düzeni
içinde görürüz. Onlar arasındaki ilişkiyi gün ışığına çıkarırken kendi
yargılarımızı ve düşüncelerimizi kullanırız. Bütün bunların diğer insanlarla
olan tartışma ve öngörüleri paylaşan bir yapı içinde gerçekleşmesi
gerekmektedir. Ortaya konan önermelerin bizim düşündüğümüz ve davrandığımız
şekilde ifade edilmesi gerekmektedir. Peki bu önerme türleri nelerdir? Onlar
daha derin olgu maddelerinin raporları mıdır? Onlar kafası karışık olanların
rehberi için kurallar mıdır? Onlar aritmetik kanunları olarak aynı yapının
gerekli doğruları mıdır?
Dünyanın
görünümleri, simgesel sistemlerin yardımı ile insan varlığına olan insan
varlığı tarafından temsil edilirler. Biçimler geometrik olarak temsil edilirler,
nicelikler sayısal olarak temsil edilirler, türler sınıflandırılarak temsil
edilirler, düşünceler dilbilimsel olarak temsil edilirler, maddesel çevreler
resimsel olarak temsil edilirler, ve benzeri. Temsil edilmenin araçları temsil
ettiği şeyden bir bağımsızlık derecesine sahip görünür. Dünyadaki farklı
görünümlerin tüm türleri aynı temsili araçlarla temsil edilebilir. Geometrik
figürler şekillerdir, ve resimler algılanabilirdir. Ancak sayılar çarpım değildir,
ve sözcükler düşünce ve duygular değildir.
Temsil edilmelerin
ve temsil edilenlerin ilintili olabileceği pek çok yol vardır. Bu temsil
türlerinin her biri yukarıda başlangıç simgelerinin biçim kurallarına bağlı
olarak birbiriyle ilintili olduğu bir sistem olarak sunulmuştur. Geometri teoremleri
Öklit tarafından ortaya konulan bir aksiyom sistemidir. Onlar, iki ya da üç
boyutlu belli bir alan türü içinde düzenlenmiş olan çizgi ve düzlemleri ortaya
koyarlar. Bitki ve hayvanların sınıflandırılma bilimi cinsler tarafından
düzenlenen tür-hiyerarşisidir: Canis familiaris, köpek bir etoburdur, bir
memelidir, bir hayvandır, ve benzeri. Sözcükler semantik (anlambilimsel}
ve syntaktik (sözdizimi kurallarına uygun} bir uylaşıma sahiptir.
"Dilbilgisi" terimi artık felsefe çevrelerinde her iki uylaşım türü
için yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu kullanım Wittgenstein'ın ( 1 953} dil
ile ilgili sözdizimsel doğrulamalarının standartlarının ifadesi olarak yer
almaktadır.
Pek çok filozof bu
simgesel sistemleri ve bunların simgelediği farklılıkları açıklama girişiminde
bulunmuşlardır. E^ ğer bir simge sistemi, simgelediği şeyden bağımsız ise, bu
durumda iyi-biçimlenmiş bir simgeler karmaşasının gerçekten kendi
uygun alanı içinde herhangi bir şeyi simgelemesinin hiçbir kesinliği yoktur.
Geleneksel olarak, bu öngörü gerçekliğin her iki türünün bulunduğu ilke içinde
ifade edilmiştir. iki kere ikinin dört ettiği aritmetik kuralları gibi
karmaşık simgelerin uygun yapısı için kurallar dizisi bulunmaktadır. Bunlar,
bu sözcüğün daha geniş kullanımı içinde dilbilgisidir. Ar dından bu ifadeleri
kullanan tümceler gelmektedir. Bunlar 'henüz kırpılmamış bir çift koyun var'
gibi ifadelerdir.
Görmüş olduğumuz
gibi, filozofların işi, kavramların anlamlan ve birbiriyle olan ilintilerinin
önerme ifadelerinin soyutlayıcı ve eleştirel bir incelemesi iledir. Bilim
adamları olgu maddeleriyle daha yoğun olarak ilgilidirler. Doğal olarak,
filozoflar bilgilerini dünyanın ne olduğu konusunda yoğunlaştırırken, bilim
adamları çabalarını ifadelerin damıtılmasına ve diğer kavramsal maddelere
adarlar.
Bu şekilde kabaca
oluşturulmuş ayırımla bağlantılı olarak, yoğun felsefi tartışmaların pek çok
başka konusu bulunmaktadır. Örnek olarak, zorunlu ve koşullara bağlı doğrular
arasında ayırım vardır. Zorunlu doğruların olgu maddelerinden bağımsız olduğu
düşünülür. Koşullara bağlı doğrular ise durumun ne olduğuna bağlı olarak ele
alıoır. Kavramsal ya^ pının arasındaki bağlantı analitik ve sentetik ifadeler
arasındaki ayırıma dikkat çekmektedir. Zorunlu doğrular kavramların analizinin
sonuçlarını ifade eder, örneğin bu ebeveynlerin çocukları vardır. Koşula bağlı
doğru ise ortak dünyanın deneyimlerini yansıtan kavramlar ilişkisini ifade
eder, örnek olarak )ones ailesinde on yaşın altında döıt çocuk vardır.
Biz dört batılı
filozof olan Leibniz (1 646-1 716), Reid ( 1 710-1 796), Kant ( 1 724-1 804) ve
Wittgenstein ( 1890-1962) tarafından ortaya konan kavramsal doğrular ve
maddeler arasındaki ayırımın değerlendirilmesi ile bu konuyu daha iyi bir
şekilde öğrenebiliriz. Ben bu yazarların tümünü Avrupa bölgesinden ve Batı
geleneğinden seçtim. Onlar, Hint, Çin ve İslam filozoflarından ayrı olarak,
insan düşünce ve uygulamasının temelinde önerme ifadesinin doğası üzerinde
çalışmalarda bulunmuşlardır. Diğer geleneklerde, en ince düşünen yazarlar
tarafından bile bu konu az ya da çok önemsiz gibi algılanmıştır.
Varsayım
kümeleri nereden gelmektedir?
Leibniz
usun doğruları ve olgunun doğruları arasındaki ayırımı tanrının sınırsız
entelektüel kapasitesi ve insan varlığının sınırlı entelektüel kapasitesi
arasındaki farkta bulur. Reid ortak duyunun genel ilkelerinin kaynağını
tanrısal olarak mukadder kılınmış ilk insan doğası içinde bulur. Kant sentetik
öncel önermelerin çıkış noktasını, deneyimin olanaklılığı içinde genel
koşullar içinde bulur. Wittgenstein ise dilbilgisini insan yaşamının genel
koşulları ile insan birliklerinin tarih ve geleneği arasındaki karşılıklı
etkilenme içinde bulur. Her ne kadar bu dört filozofun terminolojileri
farklılık gösterse de aynı konu üzerinde çalışmışlardır: bu konu bizim düşünce
ve algılamalarımızı, uygulamalarımızın önermelerini çerçevelediğimiz
önermelerin doğasının ne olduğudur. BÖLÜM 1
DOGUDA FELSEFE Hindistan: Gelenekler
Milattan önce 579
yılında genç bir adam eski zamanlarda kullanılan arabasıyla kasabanın dışına
doğru yol alıyordu. O, ilk çocuğunun doğumunu bekliyordu. Yol boyunca ilerlerken
çok yaşlı bir adamla, çok hasta bir adamla ve ölmüş bir adamla karşılaştı.
Ölen adam yakılmak için götürülüyordu. O zamana kadar hiç bu tür bir olayla
karşılaşmamış biri olarak gördüklerinden çok fazla etkilendi. Onun yanından
geçtiği bir sonraki kişi ise bir din adamıydı, belki de dinsel yaşantı içinde
olan bir şeylerin onun rahatsızlığını giderebileceğini düşünmüştü. Hemen
sonrasında, bir hizmetkar ona yanına ulaştı ve bir oğlunun doğmuş olduğunu
haber verdi. Burada onu buraya bağlayan evi ve ailesi vardı. Geriye
döndüğünde, genç kadın Kisagotami balkondan ona bakıyordu ve onun gelişini
görmüştü. Kadın kocasının soğukkanlılığından şaşkınlığa uğramıştı. Adam
karısına bir inci gerdanlık gönderdi. Kadın bunu sevginin bir ifadesi olarak
algılamıştı. Oysa o zaman 29 yaşında olan adam hayatının geri kalanı boyunca
devam edecek bir yolculuğa çıkmaya karar vermişti. Bu genç adamın adı
Siddhatta Gautama idi. Biz hepimiz onu Buda olarak biliyoruz.
Buda'nın yaşamında
yer alan olaylar Hint felsefesinin ve dinsel düşüncesinin özünü
oluşturmaktadır.
Hindistan'da
felsefenin ikili görünümü 1. bölümde vurgulanmıştı. Bir tarafta, "en
iyi" yaşantının ana hatlarının çizilebileceği kavrayıcı bir evrenbilim
oluşturmaya yönelik bir görünüm bulunmaktadır. Diğer taraftan, yaşamın uygun biçimlerinin
birleşik kavramları ve evrenbilimlerin varsayımlarının incelenmesine yönelik bir
görünüm vardır.
Hint düşüncesinin
ana hatları yaklaşık MS. 500 yıllarında kurulmuştur. Bu dönemden sonra yeni
felsefe okulları kurulmuştur. Antik dönem felsefe kaynaklan üzerinde yeniden
çalışılarak, Hint felsefesinin ikinci kaynakları üzerinde yeniden çalışılarak
Hint felsefesinin ikinci bin yıl boyunca ilerlemesinin sürdürülmesi
sağlanmıştır. 1 MS. 1000 yılından sonraki yazılarda biz her zaman için klasik
Hint felsefesinin ana hatlarını ayırt ederiz. Tarihçiler ilk binyılın son beş
yüz yılında ortaya konmuş olan sistem üzerine dikkat çekerler. Bu sistem son
halini ikinci binyılm ilk yansında almıştır ve o zamandan sonra çok az
değişiklik göstermiştir. (Frauwallner, 1 973: 14-1 7). İkinci binyılın
sonundaki çağdaş Hint felsefesi Batı felsefesinin iyi bir şekilde kurulmuş
gelenekleri ile yaşayan klasik düşüncenin bir karışımını ortaya koymaktadır.
Antik ve klasik
Hindistan'daki filozoflar kimlerdi? Şu açıktır ki bizim şimdi "felsefe
yapmak" olarak adlandırdığımız etkinlik türlerinin göz önünde bulundurulabilir
bir yoğunluğu vardı. Bir öğretmen ve daha sonra öğretmen olan bir öğrenci tüm
Hindistan tarihi boyunca bulunmaktadır. Öğretmenler kendi konumlarını
aydınlatmayı başarmak için gerekli teknikleri içerecek şekilde yaşam
reçetelerini varlıklarının özü olarak kabul etmekteydiler Bunlar herhangi bir
Batılı filozofun yaptığı gibi, kavramsal analizler, metafiziksel tartışmalar
ve varlıkbilimsel tartışmalar ile desteklenmişti. Disiplinler ve rakipleri
ustanın öğretilerini tartışmaktadır. Halk taıtışnıalarını kazanmak ve kaybetmek
büyük öğretmenlerinin yaşamlarının öyküsü içinde bir merkez konu oluşturmaktadır.
Uygulama ayrıca yeni bir yaşam tarzı için öğretmenlerin oıtaya koydukları
öğretileri içerir. Doğal olarak, bu kendi içinde felsefi öğretileri
içermektedir. Bazen disiplin içinde yer alan öğrenciler bağlı oldukları
disiplinden ayrılarak kendilerinin öğretmen olduğu yeni bir disiplin
kurarlardı. Ancak şaşırtıcı olan şey Hindistan felsefe tarihi içinde bu tür
kişilerin çok fazla olmasıdır. Yedinci yüzyılda Ramanuja okulunu tanımlarken,
basgupta ( 1 940: 100-1 3) efsaneden etkilenen ya da onunla temas içinde
bulunan insanların isimlerini sayfa sayfa yazmıştır. Felsefe okulları
Hindistan'da çok erken dönemde oıtaya çıkmıştır ve felsefi gelenek üzerinde
yüzlerce küçük varyasyon kurulmuştur.
Hindistan
Felsefesinin Evrimi:
Tanrıcı-olmayıştan
Tanrıcılığa
Hindistan'ın
felsefe ve dinin birbirinden asla ayrılmadığı bir ülke olduğu söylenir
(Prablıavanda, 1963: 7). Hint felsefesi antik dönemde yazarı bilinmeyen çeşitli
kutsal yazılar olan Vedalar tarafından bin yıl boyunca etkilenmiştir. En resmi
Hint felsefesi Upanishad'lar üzerine yorumları içermektedir. Upanislıad'lar
dört Veda'nın her birinin dört bölümünün son kısımlarıdır. Hint eleştirel ve analitik
felsefesinin iki büyük okulu antik dönemde Veda'ya ait kaynaklar olan Samkhya
ve Yoga'dan meydana gelmiştir. Her ikisi de Veda'- dan kaynaklanmasına karşın
onlar kişisel bir tanrı konusunda üstlendikleri rol açısından büyük bir
farklılık içermektedirler.
Üçüncü bir felsefi
derinlik Gautama'nın öğretilerinden meydana gelen Budizm'dir. Bu öğreti
Vedanta felsefi okullarında uzun bir süredir etkinliğini sürdürmektedir. Dünya
tarihi açısından bakıldığında o belki de Samkhya ya da Yoga'dan daha büyük bir
öneme sahip olmuştur.
Hıristiyanlık
döneminin başlangıcıyla birlikte, antik dönem felsefi sistemler Yedik
yazılarındaki dinsel arka planlarından varlıkbilimsel ve ahlaki konumlarını
tamamen sistematik bir şekilde ortaya koymuşlardır. Kaynakların pek çok bölümü
Upanishad ve Bhagavad-grta idi. Tarihçiler, varlıkbilim- sel konulara yönelik
olarak erken bir sistem oluşturma aşaması saptamışlardır. Burada Hint dünya
görüşüne egemen olan daha sorunlu niteliklerin bilgisinin tartışması
bulunmaktadır.
Zengin bir
çoktanrıcı düşünceye sahip olmalarına karşın Hint düşüncesi tanrıcı değildir.
Dünyanın tinsel özü kişi- selleştirilmiştir. Ancak ne olursa olsun ikinci
Hıristiyanlık bin- yılı tanrıcı bir dönemdir, ve çevresindeki dinsel
hareketlerle birlik içindeydi. İkinci binyılın felsefi okulları bir kişisel
Tanrının fikrini destekliyordu. Bunlar Shiva ve Vishnu gibi biçimlerde farklı
şekillerde ortaya çıkmıştı. Dünyanın bu Tanrıları birbirine rakip tanrılar
değildi fakat başka her şey gibi, Brahman'ın görünümleri tüm varlıkların
tinsel zeminiydi. Bir bakıma onlar aynı tanrıydı. Avrupa'da Orta Çağlar'daki
felsefeler Hıristiyanlığın entelektüel bilmeceleri içinde çıkış noktası
bulunan sorunlarla uğraşıyorlardı. Daha sonraları Hint felsefesinin okulları
da bu yeni tanrıcı konularla ilgilenmişlerdir. Tanrıcı öğretiler dinsel
geleneklerin kutsal yazılarından meydana gelmiştir. Ancak paradoksal olarak,
onlar kişisel bir tanrı olan Tsvara düşüncesi içinde antik dönem okullarında
felsefi düşüncelere yer bırakmamışlardır. Felsefi düşünceye hizmet etmenin çok
uzağında olarak ikinci bin yılın ilk yarısının yeni tanrıcılığı gayretli ve
çeşitli etkinliklerin yaşandığı kısa bir dönemi kışkırtmıştır (Frauwallner, 1
973: 15).
Hindistan'da
dönemin klasik felsefesinin itmesi ile kişi bu sefil dünyaya bir yeniden doğum
döngüsü içinde tekrar tekrar geri dönecektir düşüncesine yönelinmiştir. Bu
dönüş zorunlu olarak insan biçiminde olmayacaktır. Yaşamdan yaşama
"ruhların" dönüşümü bir kişisel kaçış içinde -:'eğil, bencillikten
tamamen soyutlanma şeklinde olacaktır. Atman, kişinin kendisi evrenin tinsel
gerçekliği olan Brahman içinde eriyecektir. Gautama'nın kendisi, tüm budaların
Buda'sı, ani bir aydınlanma ilkesi ile Atman'ın Brahman içinde eridiği Nir-
vana'ya ulaşmıştır. Daha sonraki Budist mezhepler, en azından kısmen,
gelişmişler ve bu düşüncenin ahlaklılığının eleştirel incelemesini ortaya
koymuşlardır. Doğal olarak yalnızca bir kişinin Nirvana'ya ulaşması ve geri
kalan tüm insanlığın yetkin olmayan bu dünya içinde acı çekmeyi sürdürmesi büyük
bir bencillik olmayacak mıdır?
İlk binyılın sona
ermesiyle Hint felsefesi töz içine dönüşmüştür. Biçim içinde değil, kişisel
ölümsüzlüğün ideasının görünümü ile, teslimiyet yerine kurtuluş ile bir dönüşüm
sağlamıştır. filozoflar kendilerini 1 500 yıldır kutsal metinlerde, özellikle
Upanishad'larda sıkı sıkıya yer almış bulunan bir geleneğin yeniden çalışılması
görevi ile bulmuşlardır.
Tanrıcı-olmayan bir
şema olan Brahman'dan, kişisel bir Tanrı olan Tsvara'ya geçiş nasıl açıklanabilir?
"Dışsal" bir açıklamanın bir tasarımı riskli olabilir. Burada bir
önerim var. Hint politik ve kültürel tarihi içinde birbiri peşi sıra Ari istilacıları
bu toprakların üzerinden geçmişler fakat gerçek antik Hindistan kültürünü yok
edememişlerdir. İstilacılar kuzeyden gelerek kuzeybatı bölgesi ile altkıta ve
güney bölgeleri arasında güçlü ve dirençli bir ayırım yapmışlardır. Sondan bir
önceki gelişte, Moğol İmparatorluğunu kuran Müslüman istilacılar kuzeybatı
egemenlikleri altında bulundurmuşlardır. Hala etkisini devam ettiren yapı
içinde bu bölge şimdi ayrı bir politik .yapı olarak Pakistan'dır. Son olarak
İngilizler gündelik yaşam içinde etkin olan yaşayışlarını kabul ettirmişlerdir.
Bu bölgede Hintli yaşam tarzına karşı bir yaşam biçimi etkinliğini
sürdürmektedir. Ancak Shiva ve Vishnu dinsel kültlerinin ve yeni felsefelerin
etkin olduğu bölgelerde Hint kültürü varlığını devam ettirmektedir.
Müslümanların fethi on yedinci yüzyıla kadar tamamlanmıştır. Yaklaşık olarak bu
dönemde Avrupalı güçler Hindistan bölgesi ile ilgilenmeye başlamışlardır.
Başlangıçta bu yalnızca ticari açıdan olmuştur. Böylece ikinci binyıl direnen
Hint geleneği tarafından harap olmuş bir Ari süpergücüne sahne olmuştur. Aynı
zamanda, belli yeni fikirler ve İslamiyet de dahil olmak üzere Batının etkisi
Ve- danta'dan beri felsefi yazılarda kendini belli etmektedir.
Yirminci yüzyılda
Hindistan'ın büyük bir bölümünde İslamiyet'in egemen olması üç yüzyıllık bir
geçmişe sahip olan bir oluşumdur. Daha öncesinde burada hanedanlıklar egemendi.
Büyük bir hızla krallıklar yükseliyordu ve çöküyordu. Bu dönemde askeri
saldırılar hiç eksik olmamıştır. Bu dönem Smith ( 192 4) tarafından
"hanedan savaşları ve dev- rimlerin sonu-gelmeyen dönemi" olarak
tanımlanmıştır. Bölgedeki her bir devlet despotik bir hükümdar tarafından yönetiliyordu
ve o Brahman veya diğer dinsel rehberler tarafından kontrol edilmedikçe, gücü
tamamen sona erinceye kadar hükümdarlık sürüyordu (Smith, 1924: 181)
Sosyal kaoslar ve
kişisel güvensizlikler insanların zihinlerini kaçışa yöneltmiştir fakat bu, bu
dünyada olabilecek bir şey değildir. Bu, bilinen bir Hint konusudur. Doğal
olarak, bölgedeki Müslüman istilası devlet yönetiminde İslamcı tarzı getirmekle
kalmamış, ayııı zamanda yaşam sonrası yüksek derecede kişileştirilmiş İslamcı
düşüncenin bazı işaretlerini ortaya koymuştur. Ancak bu işareti destekleyecek
hiçbir metinsel kanıt olmadığını biliyorum. Büyük bir rastlantı olarak kişisel
ölümsüzlük, teslimiyet yerine kurtuluş düşünceleri bu dönemde oıtaya çıkmış ve
en büyük Hintli filozoflardan Ramanuja'nın felsefi çalışmalarının ödak noktası
olmuştur.
Antik gelenek ve
ithal edilmiş felsefelerin eklektik bir birliğini yaratma çabaları her zaman
için Hint yaşamının bir özelliği olmuştur. Ancak bu tür ithal düşünceler çok
ender olarak yerli geleneği radikal olarak değiştirmede başarılı olmuştur.
İslam, Hint felsefesi ve dini ile bütünleşmiş kalmamıştır. Bölgedeki Hindu ve
Müslüman kültürü arasında derin bir ayrılık olagelmiştir. Düşmanların bazılar^
İslam'ın tektanrı- cılığı ile Hintli tanrıların arasındaki karşıtlığı, ortaya
koymuşlardır. Eğitimci olmayan Hindu dinsel yaşantısının, karmaşıklığı Yedik
felsefi okullarının bilgiye dayanan soyutlamalarının temel ilkelerinin
basitliği ile karşıtlık taşır.
Son iki yüzyılda
Batı felsefesi hızlı bir şekilde Hindistan düşüncesi tarafından özümsenmiştir.
Ancak hiçbiri İslanıi- yet'in büyük klasik okullar üzerindeki etkili olduğu
kadar büyük bir değişiklik yaratmamıştır. İngiliz egemenliği altında bulunulan
dpneıiıde Hint düşüncesinde yeni ve özgün olarak çok az şey
gözlemlenebilmektedir. Ancak son 100 yıla kadar Batı felsefesi kendisini
-hissettirmeye başlamıştır. O dönemde bile, geleneklerin ağırlığı egemen unsur
olmuştur. İleride göreceğimiz gibi ne Aurobindo ne de Radlıakrislınan bize
ılımlı bir batılı düşünceden farklı özsel olarak geleneksel felsefi bakış
açısının daha fazlasını sunamayacaktır.
Vedanta'dan ortaya
çıkmış olan temel felsefi okullar olan Samklıya, Yoga ve Budizm temel bakış
açıları. konusunda büyük bir paylaşıma sahiptir.2 Onları, antik dönemden beri
Hint düşüncesini egemenlik altında bulunduran kozmik var- lıkbilime çeşitli
yayınlar olarak görmek yanlış olmayacaktır. Klasik Hindistan felsefesini Batılı
terimleriyle karakterize etmek yanlış yönlendirme olacaktır. Bu üç büyük okul
maddesel dünyadaki eylem üzerine değil, düşünme teknikleri ve öznel durumlar
üzerine odaklanmıştır. Ancak bu ana akıntının kenarlarmda bulunan başka
hareketler ve felsefi okullar da bulunmaktadır. Bu okullar içinde en etkili
olanı Carvaka okulu idi. Okul, Vedaların düşüncesinden meydana gelen materyalist
olmayan felsefelerin karşıtlığı içinde sunuluyordu. Vaisesika okulu, maddesel
hücrelerin değişen bir yapısı olarak oluşturulmuş olan dünyaya bağlı olarak bir
atomcu materyalizm geliştirmiştir. Yedinci yüzyılda kişisel olmayandan kişisel
bir materyalist metafiziğe geçiş tamamen ortadan kaybolmuştur.
Hint düşüncesinin
sürekli olarak değişen ve gelişen görünümüne karşın ilgi çekici bir
tutarlılığı ve sürekliliği olmuştur. Hiç de küçük olmayan bir oranda bu saygı
duyulan metinlerin varlığına bağlıdır. Bunların çoğu destan ve kahramanlık
öyküleri olmalarına karşm, onlar felsefi öğretiler olarak vücut bulmuşlardır.
Veda metinleri, bin yıl boyunca varlığını sürdürmüştür. Kahramanlık öyküleri,
öğütler, özlü sözler, vaazlar ve faydalı bilgiler vermektedir. Vedanta'nm ana
konusu savaş ve yolculuk sürecinde geçmektedir. Antik dönem felsefi öğretiler
bu konuşmalarda ortaya konulmaktadır. Biz, benim "klasik Hint felsefesi"
ofarak adlandırdığım bu öğretileri iki derleme metni ile oıtaya koyacağız.
İsa'nın doğumundan
önce kuzeybatı Hindistan'da egemenlik sürmüş olan Ari'lerin Veda kültürünün
düşüncesi U- panishad'larda ortaya konulmuştur. Ben Hint düşüncesinde tekrar tekrar
ortaya çıkmış olan başlıca kavramları gözler ö^ nüne seren bir metin seçkisi
ile başlayacağım. Bu kavramlar asla düz değillerdir. Onların yorumları her
zaman için baskr !ayıcı ve çelişkili olmuştur. Bu, zengin ve çeşitli felsefe
ürün !erini elde etmek için ideal bir topraktır. Ancık ne olursa olsun, Veda
felsefesinin lezzeti Upanishad'ların uzun süreli bir tadı olmasından
gelmektedir.
Veda metafiziği,
Batı düşüncesindeki metafizik ile aynı role sahiptir: yani, dünyanın
ayrıntılarına ilişkin çok genel kavramların ortaya konması sistematik bir yapı
içinde kavra^ nabilir. Daha sonra, şimdi olduğu gibi, soyut bir şekilde me^
tafiziksel ve etik olarak bilimin öncelini oluşturan olarak ka^ bul
edilebilecek bir kavramlar ağı bulunmaktadır.
Hint felsefesini
keşfimizdeki ilk basamak kutsal metin ler içinde yer alan başlıca kozmik ve
ahlak öğretilerinin kaynaklarını tasarlayacak, hem yaşam rehberi hem de
eleştirel yorum olarak rol üstlenecektir.
Atman ve
Brahman'ın özdeşliği
Dünyanın zemini,
arı varlığın özü Brahman'dır. Ancak bizler bireysel kendimiz olarak yaşayan
insan varlıklarıyız. Saf, gerçek ya da özsel kendinin her bir insan varlığında
ger çekleşmesi Atman'dır. Atman Batı kavramı olan ruh ile karışa
tırılmamalıdır. Her bir insan varlığı kendi ruhuna sahiptir, fa. kat Atman her
yerde aynıdır. Burada, Upanishad'da yer a^ lan, Atman'ın Brahman ile olan
ilintisini ele alan bir alıntı yer almaktadır (Radhakrishnan ve Moore, 1957:
45-6).
Bilge
kişi doğmaz, ölmez. O herhangi bir yerden gelmemiştir, herhangi biri
o/mamıştTr. Doğmamış, sabit, sonsuz, ilkseldir, beden öldüğünde o ölmez.
Küçükten
en küçük, büyükten en büyük olarak buradaki yaratımın özünde bulunmaktadır.
Etkin .olmayan kişi onu gözlemler ve üzüntüden özgür kılı- ııır.
Atman'ı
bilmek bir arabada gitmek gibidir. Beden araba gibidir. Buddhi'yi bilmek, araba
sürücüsü olarak ve dizginleri elinde bulunduran zihin olarak işlev görür ...
Anlamamış olan kişi ...amaca ulaşamaz ... Anlayan kişi, kio akla sahiptir ve
amaca ulaşır.
Bu
uykudan uyaııık olan kişi, onu sürekli arzulayan kişi, gerçekten Saf'rır. Bu
Brahman'dır ...Bütiin dünya onun üzerinde bulunmaktadır.
Her
şeyin İçsel Benliği, Tek denetleyicisi bir biçimi katlayacaktır-onu algılayan
bilge kişi kendi içinde bulunacaktır, onlar ve diğerleri değil, sonsuz mutluluğa
sahip olacaklardır.
Böylece Atman
ve Brahman aynıdır. Her bir yaratımın en içteki benliği aynı zamanda
ti.im varlıkların zeminidir. Bu gerçekten zor bir düşüncedir ve onun yorumları
birinci ve ikinci binyıl arasında köprü kuran eleştirel, analitik felsefenin
itici gücüdür. Upanishad'lar ayrıca, deneysel ya da kavramsal bir
soruşturma ile bile olanaksız olan Brahman hakkında bilgi sahibi olmayı
sağlar. Dünyanın niteliklerinin hiçbirisi Brahman'a ait olsun ya da olmasın,
bilinmemektedir. Onlar onaylanmamıştır ya da inkar edilmemiştir. Aynı Upanishad'-
der biz şu yazıya sahibizdir:
O, konuşma ite, zihin ite ya da sezgi ile
kavrana- maz. Kişinin "Onun var olduğunu" söylemesi dışm- da o
kavranamaz.
Bu tema Munkukya Upanishad'i
içinde daha fazla işlemiştir (Radhaknishnan ve Moore, 1957: 56).
Bu her şeyin efendisidir. Bu her şeyi bilendir. Bu
içsel kontrol edendir. Bu, tüm varlıkların başında ve sonunda olan her şeyin
kaynağıdır. İçsel olarak kav- ramsa/ değil, dışsal olarak kavramsal değil,
kavram- sal-o/mayan, görünmeyen değil, bir kavrama kütlesi değil, elle
tutulamayan, ayırt edici özelliği olmayan, düşünülebilir değil, gösterilemez,
kendi ite (Atman), ikinci bir türü olmayan, sakin, iyi kalpli bir yapıdır. O kendisidir (Atman). Onun
ayırt edilmesi gerekmektedir.
Bu bölümler
yalnızca Atman aranarak, kişinin kendi varlığının özü aranarak Brahman'ın
bulunabileceğini ortaya koymaktadır. Brahman tüm varlıkların zeminidir.
Onlar aynıdır, fakat aynı değildir. Bu paradoksun çözümü karakteristik olarak
karmaşık Hindistan maya kavramına yönlendirecektir. Bu, insan varlığının
dünyayı nasıl yetkin olmayan bir şekilde bildiğidir. Sonuç olarak, Chanogya Upanishad'
den bir bölüm vardır (Radhakrishnan ve Moore, 1957: 65).
Tüm çalışmaları içererek, tüm arzuları içererek,
tüm kokuları içererek, tüm bu dünyayı kuşatarak, konuşmayan ve ilgili
olmayandır-bu kalbin içindeki henim Kendimdir, bu Brahmaıı'dır.
Doğum ve yeniden
doğum döngüsü, samsara, maddesel bir dünya içindeki yaşama geri dönüşü
tekrarlamıştır. Bu, pasajların arka planında açık olarak yer almıştır. Bu, Brahman'a
giden yolu izleyen kaçış olanağı tanımayacaktır. Daha önceki Upanishad'lar
döngüsel ilkeler tarafından belirlenmiştir. Doğal döngülerin soyutlaması antik
Hint evrenbilimi içinde önem taşımaktadır. Samsara döngüsü canlı bir
şekilde aşağıdaki bölümde maitri Upanishad içinde betimlenmiştir:
Bu bedende, ki arzu, kızgmflk . . . hile . . .
açlık, yaşlılık ...ile doludur, arzulann giderilmesinin iyi tarafı nedir? Bu var.':k
döngüsü biçiminde (samsa- ra) arzularm giderilmesinin iyi tarafı nedir? Bir insan
onunla beslendikten sonra onun buraya dünyaya dönüşü sürekli olarak
görülmüştür. Bunun bana dağltllmış olmasmdan memnunluk duyuyorum. Bu varlık
döngüsü içinde ben susuz bir kuyu gibiyim- dir. [yalmzca o Atman'm gerçek
doğasmı bilir] siz bizf;n kaçış yolumuzdasımzdlf. ( Radhakrishnan ve Moore,
1957: 93-4).
Doğal döngüler
ideası erken dönem Hindistan düşüncesinde ortaya çıkmış görünmektedir.
Maddesel evren, onun içinde insan varlığını içerecek şekilde, üç temel
döngünün, suyun, nefesin ve ateşin sonucudur. Bu kavramların nihai kaynağı
insanın organik yaşantısının döngüsel biyolojik örnekleri. içinde
önerilmiştir. Sıvı bir ortam içinde döllenmiş olarak, nefes alırken yaşam, ve
ölen gelişen soğuk içinde, biz bu cinse ait döngülerin ortaya konulmasına
olanak sağlamıştır. Kozmik bir bağlantı suyun kaynağı olarak Ay ve ateşin
kaynağı olarak Güneş arasında ağır ve devamlı bir şekilde ilerlemiştir.
Samsara'nın daha sonraki öğretisi, insan yaşamının tüm karakterini ifade eden
döngüyü ortaya koyan bir sonuç soyutlaması olarak görünmektedir.
Burada güçlü
dogmaların ve öngörülerin bir kümesi bulunmaktadır. Bunlar gelenekler
tarafından desteklenmiştir ve antik yazılardan ortaya konmuştur. Yaşam
döngülerinin i- deasının genelleştirilmesi evrenbilim konusunda iki problemin
çözülmesini gerektirmektedir. Bir etik sorun bulunmaktaydı: bir kişinin
yeniden doğmuş olmasının ölçütü nedir? Bundan başka bir metafiziksel sorun
bulunmaktadır: yeniden doğuşun döngüsü boyunca kişisel özdeşliğin doğuranı
nedir?
Etik
Etik, döngüsel bir
değerlendirmeye alınmalıdır fakat evrenin ilerlemeci bir karakteri ve onun
içindeki insan varlığının yeri değerlendirilmelidir. Sahip olduğumuz daha
önceki metinlerden, Hint düşüncesinin doğum-ölüm-yeniden doğum ve benzeri bir
yazgısal döngü ile kuşatılmış olduğu bilinmektedir. Bu durumda kişi
teslimiyete yönelik olarak yaşam içinde ne yapmalıdır?
Genel olarak,
Upanishad'ler kişinin yaşamın üstesinden gelmesi konusunda iyi ve kötü
"işlerin" bir denge içinde olması konusunda uzlaşmışlardır. Döngüyü
sona erdirecek olan şey nedir? Bu, Upanishad'ler ve Bhavad-gita' da, antik Hint
felsefesini tanımlayan metinlerin toplamı içinde, yalnızca ana hatlanyla
sağlanmıştır. Örnek olarak, yine Maitri Upanishad'- dan aşağıdaki öğüte sahip
oluruz:
Veda bilgisini çalışın ve kişinin düzenli görevini
izleyin. Kişinin düzenli -görevini izlemek dinsel yaşamın kendi aşaması içinde
olmamaktadır. (
Radhakrishnan ve Moore, 1957: 95)
Bu,, "gayretli
ve iyi olun!"' demekten daha fazla bir şey değildir. Bu, daha sonraki
filozof nesilleri için şaşırtıcı değildir. Daha sonra göreceğimiz gibi bu etik
tartışmalar için bir sonuç maddesi olmuştur.
Basit, erken dönem
evrenbilim bilgi olarak oıtaya ko- nabilen her bir insanın ateş-görünümü ele
almıştır. Sonunda yeniden doğumların döngüsünden (Mokşa) teslimiyet için
gerekli olan bilgiye ulaşılmıştır, ancak teslim olma bilgisi Brahman ve
Atman'ın özdeş olduğunun gerçekleşmesinden başka bir şey değildir. Bazı
efsanelerde bilginin bir bedenden diğerine geçişinin "gizli beden"
olarak ortaya konduğuna inanılır. Hint psikolojisinde maddesel beden dolaylı
olarak, başka bir beden ile ilgili olarak ele alınır. Bu doğa içinde daha
gizli bir yapı içinde bulunur. Ben kişisel özdeşliği doğuran varlıkbilinısel
sorunun yalnızca Upanishad metinlerinde olduğundan emin değilim. Biz,
daha sonraki. Hint eleştirel felsefesi içinde kavramsal konuları ele alacağız.
Çok yaygın bir
popülerliğe 'sahip olan Hint destanı Ma- habharata, Upanishad gibi
ahlaki ve kozmik düşünceleri ifade eden metinleri içermektedir. Bunlar
teslimiyet tezleri olarak, Mokşa-sastras yazısından ortaya konmuştur.
Onların antik döneme ait oldukları görünmektedir. "Antik" metinlerin
özetlenmesi. özellikle Manu ve Brhaspati arasındaki bir diyalogda
sunulmuştur. Burada çok keskin bir metafiziksel şema bulunmaktadır, ve doğumdan
yeniden doğuma sürekliliği olan bir doğanııı ve sonuçta teslimiyetin sorusuna
yanıt aranmaktadır.
Bir kişinin
hiyerarşik organizasyonu içindeki en yüksek varlığı Atman'dır. Her ne kadar o
var olsa da, algılanamaz ve düşünülemezdir. Atman yeniden doğum döngüleri
aracılığı ile geçer. Kendinin cisme sahip bir insan plarak ortaya konması ona
üç görünüm içinde kendisini açar. Bilgi (buddhi) vardır, daha sonra bir düşünme
kapasitesi vardır, ya da belki de düşüncenin zihinsel bir organı (manas)
olduğunu söyleyebiliriz. Sonuç olarak, beş duyu organı vardır (indriyas). Böy-
lece Atman, maddesel dünyanın bir zemini içinde, bir duyum içinde
bulunmaktadır. Ancak bu idealizm değildir. Yani kendisini açan Atman bu dünyayı
oluşturmaz, fakat kendisini ona açar. Sonuç olarak, dünyadaki yaşamın iyi ve
kötü eylemleri (karma), buddhi, bilgi; manas, zeka; ve indriyas, duyular
yapısına bağlanmış olur ve biz yeniden doğumların döngüsü içinde bir rol
oynamasını görebiliriz.
Ancak bütün bunlar
verildiğinde, bir kişi teslimiyet bilgisini nasıl elde eder? Beş duyum onu
sağlayamaz, çünkü onlar yeniden doğumların meydana gelmesinin zorunlu olduğu
maddeyle dünyaya olan psişik yapıya bağlıdır. Peki o nasıl elde edilmiştir?
Kişi sistematik olarak ve isteyerek algıladığı dünyadan -dikkatini çevirir. Bu
anda, eğer bu arınma tam olarak başarılı olursa, bireysel cisimli insanın tüm
psikolojik yapısı Atman' a doğru çöker ve döngü sona erer. Yapının çökmesi ile
birlikte onun bağlantıları da çözülür, böylece karma artık ölümcül bir rol
oynayamaz.
Metafizik
Temel evrenbilimsel
ilkeler klasik Hint düşüncesinin tüm tarihi boyunca çeşitli biçimlerde ve
görünümlerde meydana gelmiştir. Dünya Brahman'daıı oluşmuştur; insanlar onların
kendi doğalarını yanlış anlamışlardır. Onlar her kişinin kendi özünün Atman
olduğunu, Atman'ın da Brahman görünümü içinde olduğunu kavramada başarısız
olmuşlardır. Dünyanın tamamen maddesel olduğuna inanma, maya onları yeni.
doğumun kendi döngüsü ile maddesel dünya olan sam- sara içinde bağlar.
Teslimiyet insanların ve kozmosun doğasının doğru bir bilgisine ulaşarak
başarılmış olur. Bu bilginin özü Atman ve Brahman arasındaki gerçek ilişkinin
gerçekleşmesi, yani özdeşliktir.
Bu bakış açısının
varsayımları nelerdir? İkinci binyılın başlarında Vedanta çalışmalarında ortaya
konmuş olan derin bölünmelerin olduğu yerdir. Eğer Atman ve Brahman özdeş ise,
bu durumda yeniden doğum döngüsünün kırılmasından sonra, bireysel kişi, ayrı
bir kendi-bilinçliliğine sahip olarak, Brahman'ın birliği içine karışacak ve
böylece kaybolacaktır. Ancak Brahman kişisel bir Tanrı gibi bir şey değildir.
MS 1000 yılında, bu konular bazı sofistike analitik ve eleştirel felsefelerin
odak noktası olmuştur. Eğer Hint felsefesi, bir yaşam reçetesi olarak duyulara
hitap ediyorsa, bir eleştirel disiplin olarak Hint felsefesinin onu sağlaması
gerekmektedir. Buradaki paradoks çözülmelidir. Yaşamdan yaşama geçen şey nedir?
Dünyanın maddeselliği hakkında doğal varsayımların ortaya konması
gerekmektedir. Ancak kişi bir kez kendisini Atman içinde gördüğü zaman
kendisini c.nun içinde kaybedecektir. Daha özlü bir şekilde söylemek gerekirse;
"siz onu elde ettiğiniz zaman, onu kaybedersiniz."
Biz, tüm Hint
düşüncesi içinde teslimiyet sorununun kapladığı alanın ne kadar merkezi
olduğunu şimdi gördük. Metafizik ve etik şu ya da bu şekilde teslimiyetin
gerçekleştirebileceği çeşitli yolları ortaya koymuştur. Hintli düşünürler
isteklilik konusunu arka plana atmışlardır. Eğer yeniden doğuş döngüsü
olmasaydı ne olurdu? Bu durumda hiçbir teslimiyet sorunu olmaz mıydı? Bu, Hint
düşüncesi için tamamen yabancı bir durumdur.
Bu bölümdeki nihai
amaç kişisel bir Tanrı olan Tsvara'- nın "eklenmesi" desteğinin neden
olduğu felsefi tartışmaların gelişimini izlemektir. İkinci binyılın başlıca
felsefecilerinden ilki Ramanuja'dır. O, özellikle evrenbilim konusunda önemli
çalışmalarda _bulunmuştur. Tanrı Vishnu kültü onun çalışmalarında
desteklenmektedir. Samkhya felsefi geleneği Upanis- had'ların gelişiminde çok
farklı bir evrenbilim eleştirel gelişimi içinde, filozofların felsefi
kavramlarının ana kaynağı olarak hizmet görmüştür, çünkü kişisel bir tanrı
kavramı Samk- hya okulunda açık bir şekilde reddedilmiştir.
Burada Samkhya
okulunun metafiziği içinde kişisel olarak hiçbir şey bulunmamaktadır. Onların
etiği basit bir şekilde onu aşmak için araçların bir değerlendirmesidir. Yoga,
büyük klasik felsefelerin ikincisi, teslimiyete ulaşmak için çok farklı araçlar
geliştirmiştir. Samkhya ve Budizm için, teslimiyet edimi belli bir bilgi
seviyesinin kazanımında entelektüel iken, Yoga geleneğinde o fenomenolojiktir,
kişinin dikkati algıladığı şeylerden daha ötesine yoğunlaşmıştır.
Biz doğa ve bilgi
kaynağının felsefi tartışmalarını, teslimiyet araçları ile ayırt ederiz.
Samkhya felsefi bir yoldur, ve mantık ile şekillenen bilgiye giden yoldur. Yoga
uygulamaya yöneliktir ve meditasyon aracılığı ile bilgiye giden yoldur.
Bir felsefi hareket
ve Veda düşüncesi olarak Samkhya arasındaki göze çarpıcı fark maddesel olan ve
maddesel olmayan arasındaki dengedir. "Ruh"-ve "madde"
sözcükleri yorunıçufar tarafından bu gelişim üzerine kullanılır, ancak ben
Batılı okuyucuların Avrupa geleneğinde ve özellikle Hıristiyan düşüncesinde
yer alan ağır bir yük olarak taşıyacaklarını düşündüğüm için bunları
kullanmaktan kaçınacağını. Samkhya öğretisinde beş maddesel öğe açık bir
şekilde At- maıı'dan çok farklı bir yolla var olarak açıklanır. Bu beş öğe
şunlardır: akasa (en arı niadde), agııi (ateş), vayu (rüzgar), a- pas (su), ve
prthivl (toprak). Her bir öğe duyusal bir önerme gerekliliği ile birleşmiştir,
örneğin, akasa ses ile birleşmiştir. Manas ve buddhi, Atman'dan
kaynaklanmaz, fakat maddesel öğelerin düzenlemeleri ve yapılarından
kaynaklanmaz.
Bu metafizik içinde
iki anahtar düşünce vardır. Prakrti başlangıçta olan maddedir fakat
etkin ya da potansiyel bir duyum içindedir. Purusa deneysel kendidir, bu
dünya içinde ortaya konmuş olarak, üç nitelik ya da bileşik nitelik tarafından
karakterize edilmiştir. Bunlar üç guııa'dır. Sattva
aydınlatıcıdır, ve potansiyel bilinçliliktir. Raja'lar hareketlidir ve potansiyel
etkinliğe sahiptir. Son olarak, Tamas ağır hareket eden ve kuşatıcıdır, ve
potansiyel olarak direnç göstermektedir. Bu niteliklerin herhangi biri,
diğerleri tarafından etkilenmektedir. Ancak ne olursa olsun, herhangi birine
yapılan işlem diğerleriyle olan işbirliğine bağlıdır. Onlar"birleşik
olarak etkindir ve bağımsız olarak varolanıazlar. Prakrti onlar arasındaki
bir denge durumudur. Akıllı buddhi, etkin zihin olarak meydana gelir. Prakrti
yalnızca tüm şeylerin kaynağı değil, aynı zamanda purusa, kendi olarak
bilinen şeydir. Üç guna, haz, acı ve sıkıntı olarak üç görünüme
sahiptir.
Biz etkin
teslimiyeti nasıl elde edebiliriz? Kişi zihninde teslimiyetin kurtuluş
olmadığını doğurmalıdır. O, kendi gerçek doğasının bilinçliliğine Atman
ile gelir. Bu maddesel değildir. Bu, kendisine ait olmayan fakat maddeye ait
olan haz,
acı ve sıkıntıdan
haberdar olur. Bu teslimiyete giden mantıksal ya da felsefi bir rotadır, çünkü
o duyuların, düşünce organlarının ve algılamalarının bir düşüncesidir. Onun
bize söylediği şey hakkında düşünerek biz dolaylı olarak Atman' kavrayabiliriz.
Böylece o maddenin içinde yer almayacaktır.
Kişisel bir Tanrı
olan lsvara için adaylık nedir? Samk- hya Pravacana Sutra'da
kişisel bir Tanrının olanaklılığının birkaç açık reddedilmesi vardır. Örnek olarak,
aşağıdaki metni verebiliriz:
1.95:
lsvara'dan bahseden kutsal metinler özgür kendinin
övülmesi ya da mükemmel olarak karşı sadakattir. (Radhakrishnan ve Moore, 1957:
448).
1.98:
[Diinyanm] yönetimi, bir durumunda'o/du- ğu gibi prakrti'ye olan yakınlık
aracılığı ile olur. (Radhakrishnan ve Moore, 1957: 448)
Sonuç olarak biz
çok sağlam olan şu ifadeye sahip oluruz:
111.5:
i: 1
O: Kai11tın varolmayışınm değerlendirilmesinde sonsuz bir Tsvara'ıım ka111tı
yoktur (Radhak- rishnan ve Moore, 1957:451 ).
Samthya'da
lsvara meydana
gelir. O sonsuz değildir.
Pancasikha:
çelişkilerin çöziilmesi
Bu dönemin en büyük
Hintli filozofu Pancasiklıa idi. O, ikinci binyılın dinsel çıkışlı doğu
filozoflarına tarafından bu düşüncelerin pek çoğu için uyum sağlama yolu
hazırlamıştır. O, Samklıya'nın radikal olarak ikicil olduğunu ve görünür bir
çelişki taşıdığını fark etmiştir. Bir maddesel sistem yeniden doğumun döngüsü
içinde maddesel olmayan bir At- man'a nasıl bağlanabilir? Duygular, bizim
teslimiyet arayışı içinde olduğumuz bir olgu durumunu nasıl yaratabilir? Ve
Atman, maddesel olgu durumundan bir bağlı olmamayı kendi kendine düşünme
içinde nasıl başarabilir?
Bunun böyle olması
gerektiği kaanatine sahip olarak -Cher şeyden önce onun ana hatları
Upanislıad'larda verilmiştir- o Hint düşüncesinin başlangıcından beri bulunan
iki nıe- tafor sunmuştur. En draniatik olanı doğru eylemde bulunamayan kör
adam ve eylemde bulunamayan sakat adam (At- man)'dır. Sakat adanı kör adamm
sırtına biner ve birlikte yola koyulurlar. Hint düşüncesini çok derin bir
şekilde biçimlendiren ikinci görüntü dişi ilke (prakrti), maddesel ve yaratıcı,
ve erkek ilke (purusa), bilme ve yönlendirmedir. Bu cinsiyet ayırımı pek çok
görünüm içinde görünmüş ve yeniden görünmüştür. Samkhya içinde, "prakrti
ve onun ürünleri zihin maddesini, duyuları, bedeni ve daha fazlasını içerir .
. . Purusa bilinçliliğin değişmeyen ilkesidir" (Prabhavananda, 1963: 221).
Prakrti ve purusa
üzerine temellenmiş olan şema Yoga tarafından paylaşılmıştır. Yoga'nın ayırt
edici karakteri antik dönem öğretmeni olan Patanjali (y. İÖ 150) Samkhya'nın
eleştirel analizinden gelmiştir, ve Yoga Aforizması içinde oluşmuştur. Yoga
metafiziği tanrıcı bir yapıya sahiptir, "yoga"- nın kök anlamı Tanrı
ile birliği ifade edecek şekilde "bir- lik"tir. Biz burada bilinen
Hindu bölgesinde olarak, Brahman ile birliği başarmak için kendimizi Atman
ile kavrarız.
"Yoga"
sözcüğü ayrıca elde edilen birlikle ilgili uygulamaları da ifade eder. Zihnin
dönüşüm yaşadığı bir basamaklar dizisi vardır. Zihin yapısı bize kendi gerçek
yapısında olmayan şeyleri sunar. Algılama bir kişiye bağlı olarak kişinin
kendisine olan saygısını düzenler. Bu kendi hoş olan ve hoş olmayan şekillerde
düşünceler tarafından etkilenir. Gerçek kendi, purusa, sıradan düşüncelerin
karakteri ile değişmez ve etkilenmez. Zihin dinginliği yalnızca eğer purusa'ya
ulaşabilirse elde edilebilir. Yoga'lar, içsel zihin kontrolü uygulamaları
olarak purusa'ya ulaşmayı amaçlamışlardır.
Bu değerlendirme
içinde bazı felsefi ilgi maddeleri vardır. Zihnin gündelik yaşantısının
düşünceleri katılamaz. Her düşünce bize iz ya da olgunlaşmamış bir biçim
bırakacaktır. Samskara bizim düşündüğümüz ve yaptığımız her şey üzerinde bir
etki oluşturmayı sürdürecektir. Purusa'ya ulaşmak için tüm ruhun yenilenmesi
gerekir. Bunlar daha önceki yaşantının tümü için samskara'ların artık
fazlalıklarına yönelik olarak aşamalar kaydedilmesine bağlıdır. Yoga
uygulamalarının ayrıntıları felsefi bir yapıya sahip değildir. Onlar acı dolu
düşüncelerin hoş düşünceler ile yer değiştirmesi için ilk olarak yapılması
gerekli olan şeylerdir. Ancak sonunda hoş olan düşüncelerin de terk edilmesi
gerekmektedir.
Antik dönemdeki son
büyük felsefi okul Budizm'dir. Bu okul ikinci binyıl felsefesini kaplamıştır. Budizm
Hint kökenli diğer düşüncelerden daha hızlı olarak Asya'nın diğer
bölümlerinde, özellikle Sri Lanka ve Çin'den Japonya'ya kadar yayılmıştır.
Günümüze kadar Hindistan'da bir güç olarak kalmıştır, ve bu nedenle bu
araştırmada yerini almıştır. İkinci binyılın felsefi eğilimlerinin daha büyük
resmi içindeki onun rolünü kavramak için Budizm'in uluslararası aşamalarının gelişimini
izlemek gerekmektedir.
Budist öğreti tek
kişinin, Siddhattlıa Gauta_ma'nın, öğretisinden meydana gelmiştir. Yaklaşık
olarak, İÖ 560 yılında küçük bir devletin hükümdarının oğlu olarak dünyaya
geldi. O, böyle biri için normal bir yaşantı içinde yetişti. Biz onun nasıl bir
dinsel lider olduğunun öyküsünü anlatmıştık. İki farklı öğretmen ile
çalıştıktan sonra, aydınlanmaya yönelik olarak geleneksel bir yol izlemeye
karar vermişti. Bu, ya- şamııı zor bir yolu olan bir meditasyondur. Ancak bu da
tıpkı iki öğretmenin olduğu gibi, onu tatmin etmeyecektir. Sonuç olarak, bir
ağacın altında meditasyon yaparken, ki bu ağaç Aydınlanma Ağacı olarak ün
kazanmıştır, o Buda olduğunu açıklamak için ayağa kalkmıştır ve o yeniden
doğum döngüsünün ötesine geçmişti. O, teslimiyeti başarmıştı, ve açığa çıkan
bilgiyi bulmuştu. Bu aydınlanma açık bir şekilde ani idi! Bu büyük öngörü
diğerlerine nasıl geçmişti? Daha sonra, Çin'de, Budist hareket aydınlanmanın
aniden mi yoksa derece derece mi olduğu konusunda tartışmalar yaşanmıştır.
Budist öğretinin
özgün basitliği teslimiyet sorunu üzerine Buda'nın kendisinin dikkatini
odaklayarak açıklamaktadır. Gautama teslimiyet konusuna her şeyden fazla olarak
yer vermiştir. Başka hiçbir şey insan varlığı için bu denli öneme sahip olamaz.
Ancak ne olursa
olsun, Gautama, aydınlanmanın Budist anının doğasının disiplinlerini açıklamak
için çaba göstermiştir. O, derin bir metafiziksel ilkeyi, nedensellik ilkesini
ortaya koymuştur. Eğer samsara döngüsü kırılırsa, kişinin ilk aşamada
kalmasının nedenini anlamalıdır. Varlık, arzunun etkisidir. Onun sezgileri ve
psikolojik durum basit bir şekilde arzudan ayrılmasına yöneliktir. Nirvana'ya
ulaşmak için evlenmeme, israf etmeme, başkalarına karşı iyi davranma ve özellikle
yaşamın kendisine karşı iyi olma uygulaması yapılmaktadır. Başka bir ad
altında olarak Brahman var olan bu dünyanın aydınlanmamış insanlara karşı
birey, bilinç ve acı çeken kendiler olarak Nirvana'ya ulaşmak için önem taşımaktadır.
İkinci binyılın
bakış açısından Budizm'in gelişmiş biçimleri Çin'de ve Japonya'yı yayılmıştır.
Budizm bu ülkelerde hala yoğun etkisini hissetmektedir. Bizim ilgimiz yeniden
felsefe olarak Budizm üzerine yoğunlaşmaktadır. O, bir yaşam felsefesi ve
metafizik ve etik bir sistem olarak önem taşır. Özellikle metafiziksel
varsayımlar yaşam uygulamaları üzerinde önemli etkide bulunur.
Burada geleneksel
literatürden bazı alıntılar Gautama'- nın kendisinin sözleriyle verilmektedir.
Şimdi bu acının nedeninin soylu doğruluğudur: yeniden
doğuşa yönlendiren bu şiddetli arzu, zevk ve neşe ile birleşmiştir, burada ve
orada haz bulur, yani tutku için şiddetli arzu, varolmak için şiddetli arzu,
varolmamak için şiddetli arzu duyar.
Şimdi bu acının nedeninin soylu doğruluğudur: şiddetli
arzunun bir kalam olmaksızm kesilme, terk etme, vazgeçme, btrakma, bağlı
olmama. ( Radhkrish- nan ve Moore, 1 957: 274)
Bu, genel Hint
felsefesi geleneği ile tamamen tutarlıdır. Ancak Nirvana'nın nihilizmi çok
derindir. Ve burada Budist kendisinin evren ile erimesinden çok farklı bir şey
sunar gözükmektedir, ve bu Atman'ın Brahman olduğu düşüncesindedir. Bir
disiplin olan Vaccha ile taıtışma içinde, Gau- tama aşağıdaki gibi bir özet
yapar:
Kişinin
azizin varlığını doğrulayabilmesi ile tüm bi- linçlilikler terk edilmiştir,
köksüz kalmışttr ve bir palmiye ağacmın kötü gibi kopanfmışttr ve varof- mayan
olmuştur, ve gelecekte tekrar kök salacağm dair bir güvence yoktur. Bilinçli
olma konusunda styrtlabi/diği zaman güçlü bir okyanus gibi ölçülemez,
anlaşılmaz bir yapı ortaya çıkar.
O yeniden doğmuştur. (Radhakıishnan ve Moore, 1 957: 292).
Bodhisattva'nm
meydana gelmesi
Budizm hızlı bir
şekilde iki büyük okula ayrılmıştır. Hi- nayana Budizm de yaşamın amacı
Nirvana'ya ulaşmaktır. Burada kişi bir birey olarak kaybolur. Herkes
teslimiyet arayışı içinde olmalıdır. Ancak ne olursa olsun, eğer bir yaşam
felsefesinin genel bir tanımlaması olarak ele alınırsa, kim bu dünyada, hala samsara
içinde yaşamayı hak edecektir? Bu soru Mahayana okulunun kaynağıdır. Bu
tanımlamaya göre gerçekten iyi insan, nihai aydınlanma ve Nirvana'ycı
doğru adım atmasını erteleyerek bir Bodhisattva olur. O, kendisini
diğerlerinin yaşamına adamıştır. Bu durum başka bir soruyu doğuracaktır. Eğer
biz Njrvana'yı herhangi bir nedenle ertelersek, yaşam ve
teslimiyet arasındaki boşluğu ne dolduracaktır? Bu hava boşluğu içinde
Budistler cennetlerin ve cehennemlerin tüm çeşitlerine dahil olacaklardır.
Dünyadaki yaşamların milyonlarcası şimdi ve aydınlanma anı arasında Araf
bölgesinde bulunmaktadır.
Ayırım Nan
Huai-chin (1955:52) tarafından iyi bir şekilde özetlenmiştir: "Mahayana
bodhisattva yolunun felsefesi, dünyaya etkin bir girişin bir tini olarak
Hinayana felsefesine eklenmiştir. "
Budist
"hareket'' özellikle mezhepçilik açısından doğurgan gözükmektedir. Budizm
Mahayana okulu kısa bir süre içinde Madhyamika ve Yogacara okullarına
bölünmüştür. Bunlar Çin ve Japonya'da etkin olan baskın Budist düşünce
biçimleridir. Çeşitli Zen okullarının kaynağı olarak da onlar görünmektedir.
Ancak, okullar arasındaki ortak unsur aşkın- lığın altı yolunun Mahayana
öğretisidir. Çileciliğin merdiveni altı basamaktan oluşmaktadır. Zirvede prajna
bilgeliği vardır. İlk yol verme, ikincisi disiplin, üçüncüsü hoşgörü, dördüncüsü
çaba, ve beşincisi yoğunlaşma (meditasyon)'dır. Altıncı aşama olan prajna beş
yolun uygulaması içinde kazanılan erdemlerin bir tür toplamıdır. Ancak bu
ahlak felsefesi ile bizim bildiğimiz diğerleri arasında büyük bir farklılık
vardır. Bu, aşkınlığın bir yoludur. Erdem ve kusurlar arasındaki ayırım her
bir seviyede aşılmış olmalıdır. Bu aydınlanmanın araçları verme ile saklama
arasındaki ayırımın terk edilmesi ile gelir. Yeniden Nan Huai-chin (
1955:52)'den alıntı yaparsak, "içsel zihin içinde hiçbir hoşgörü ideasına
sahip olmadan, hoşgörülü bir insan olmak olanaksızdır. /1
Buda'nm doğası
Budist düşüncenin
çeşitli okullarının yönlendirdiği me- tafiziksel konuları ortaya koymak basittir,
fakat kişinin bu yola girmesi hiç de kolay değildir. Özsel olarak konu,
Buda'nın doğasıdır. Buda, Gautama'nın kişiliği içinde "aydınlanmış bi-
ri"dir. O, yalnızca bir insan mıydı? Onun kendisi bunu kaçamak bir
şekilde inkar ediyor gözükmektedir. O, zaman zaman kişisel arzulara sahip biri
olarak görünmektedir. Ancak bunun yerine aydınlanmış biri olarak Buda
olmaktadır. İki yapı arasında belirsizlik vardır. Daha sonraki Mahayana metinlerinde
(Kalupahan; 1976:118) Tathata (nesnellik) ve dharmakaya (dharma bedeni)
gibi tektanrıcılık düşüncesi vardır. Böylece Gautama'nın kendisi dünyasal
görünümlerin bir çokluğunu kendisinde taşımaktadır. Çok sayıda buda görünümü
vardır. Aynı zamanda, benim yukarıda tanımlamış olduğum gibi,
Prajnaparamita-sutra bir bodhisattva'nın durumunu elde etmek için tamamen özel
bir oluşum öğretir. "Zengin / yoksul" gibi yanlış karşıtlıkların bir
dizisini aşmak öğrenildikten sonra, en sonunda "aydınlanmış olmak / aydınlanmış
olmamak" öğrenilecektir. Böylece yeniden doğum döngüsü olan samsara' dan
teslimiyet elde edilir. Bir bodhisat- tva, Nirvana'ya ulaşabilir, bunun için
"bilgi" seviyesini elde etmiş olması gerekmektedir fakat böyle
yapmayı seçemez. Yine burada bir paradoks gözükmektedir: eğer konuyu klasik
Hint terimleriyle ele alırsak, Atman'ın Brahman olduğu bilinmektedir. Öyleyse
kendiliğinden olarak teslimiyetin elde edilmesi gerekmez mi?
Bu, öğretici
öykülerin biçimi içinde Diamond Sutra'da ortaya konur, ancak Prajnaparamita
öğretileri içinde çok derin bir paradoks gizlenmez. Başkalarına yardımcı
olabilmek için, ve bodhisattva'nın aydınlanması içinde bir aşamaya ulaşabilmek
için, kişinin yeniden doğum döngüsünün maddesel dünyası olan samsara içinde
olması gerekmektedir. Yalnızca böyle bir insan Nirvana'ya ulaşmada diğerlerine
yardımcı olabilir. Ancak yalnızca bunda başarılı olmak, yüksek bir amaç içinde
olmak bodhisattva olmak için yeterli değildir. Bodhi- sattva'nın yardımına ve
bilgeliğine gereksinimi olan insanlar vardır. Böylece erdemli davranışın
koşulları erdemli davranışı olanaksız yapacaktır. Bodhisattva herhangi bir ve
tüm duygulu varlıkları korumak için fırsat elde etme amacıyla teslimiyet
kutsanmıştır.
Zorlukların bu
türünün bazıları Madhyamika okulu tarafından bir kenara atılmıştır. Gerçekliği
gösterebilen kavramlar kabaca inkar edilmiştir. Tutarsız düşünceler bizim ve
gerçeklik arasında bulunmaktadır. Böylece bodhisattva'nın paradoksal karakteri
aydınlatmayı kavramsal olarak formülleştirme yolunda olduğu zaman şaşırtıcı
değildir. Gautama'nın kendisi için, tek kural yalnızca edimde bulunmaktı. Bizim
göreceğimiz gibi "yalnızca yap" okulu Çin ve Japonya'da kök bulan ve
ikinci binyılda filizlenen Budizm'in biçimlerini egemen kılmaya başlar.
Artık Nirvana için
samsara'nın yeniden doğumlarıyla kaplanmak zorunda değildir. Cennetlerin ve
cehennemlerin, arafların ve diğer geçici yerlerin aydınlanmayı arayan insan
olarak ve böylece teslimiyete ulaşan insan olarak gelişmiş bir işlenmiş şema
vardır. Bu yaşamlardan milyonlarca olabilir!
Biz, çeşitli
değişimler ve arınmalar aracılığı ile bir düşünce hattını izlemiş olduk, ancak
onun uzun tarihi içinde Atman / Brahman kavram karmaşası maddeselci olmamıştır.
Hindistan'da ikinci binyılda egemen olan felsefenin başlangıç noktası olan
Sankaran felsefesinin gücünü kavramak için bizim radikal olan ve hatta
saldırgan bir şekilde materyalist Ca- varka hareketine dikkati yoğunlaştırmamız
gerekmektedir. Bir sonraki bölümde biz materyalizm ve immateryalism arasındaki
karşıtlığa bakacağız. İmmateryalizm zaferi binyıl için Hint felsefesinin
biçimini belirlemiştir.
Antik Yunanistan'da
felsefenin zaferinin birisi, mantık -doğru mantıklamanın forma! ilkeleri-
çalışmasının keşfi ve işlenmesidir. Çalışmanın bu alanı, yanlış fikir ve sofızmin
bir incelemesi yayılmıştır. Ayrıca kategoriler ve yöntemlerin çalışmaları
yapılmıştır. Aristo'nun yazılarında belli bir olgunluğa ulaşmıştır. Mantık
hala yirminci yüzyılda bile Aristo üzerine temellenmiş metinlerden
öğretilmektedir.
Yunan mantığının
merkez noktası doğru ya da geçerli tümdengelim tasımlarının ilkeleri ve
örnekleriydi. Mantığın diğer biçimleri çalışılmıştır fakat kenarda kalmıştır.
Hint mantığı Yunan mantıksal geleneğinin bağımsızlığı içinde gelişmekle
kalmamış, aynı zamanda yeni bilgilere ulaşmak için en iyi uyumu sağlayan ilke
ve yöntemlerin bir çalışmasıdır. Tü- mevarımsal mantık zaten bilinen
düşünceleri açığa çıkarmıştır. Çağdaş terminolojide, Hint mantığı
tümdengelimseldir.
Bunun nedenini
görmek kolaydır. Teslimiyete giden rota bilgi elde edimi, ve özellikle
aydınlanma anından önce sahip olunmayan bilgi elde edimi aracılığı ile olur.
Tümden- gelinısel mantık yeni bilgiyi elde etmek için kural ve ölçütleri
kapsar. Hint mantıkçıları syllogisnı (tasını) üzerine yorumlamalarda bulunmaktadır,
fakat tümdengelimsel mantık, keşfetmenin bir mantığı için ikinci bir yer alır.
Budistler sofistike
bir tümevarımsal mantık geliştirmişlerdir. Burada merkez nokta Gautama'dır. O,
halk tartışmaları ile insanlara aktarılır. Tasımsal mantık konusunda ilk büyük
tez olan Naya-sastra MS 400 yılında oluşturulmuştur. Burada iki önermeden bir
sonuca ulaşılır. Bunun şöyle bir genel biçimi vardır.
A, B'dir
B, C'dir
A, C'dir
Bu önermeler
çeşitli şekillerde nitelendirilebilir, ve böylece biçimsel yapıların bir
çeşitliliği ortaya konulmuştur.
Deneysel sonuç
çıkarma bölgesine genişletildiği zaman, Budist mantıkçılar Yeterli Us Batılı
ilkesine çok benzer bir şey ortaya koymuştur (Vibyabhusana, 1971: Bölüm il).
Ancak ne olursa
olsun, Hint felsefe geleneği içinde mantık üzerine en önemli kitap
Tattva-cintamani'dir. O, yirminci yüzyılda düzenlenmiştir. Kitapta dört ana
konu vardır. Bunların her biri bir savı ortaya koymaktadır.
1.
. Algılama konusu, duyular aracılığı ile elde
edilen bilgi alanlarını kaplar. Bir iddianın geçerliliğinin bilinçliliği,
iddia ile birlikte mi gider? Tabii ki hayır. Geçerliliği nasıl saptayacağız?
Yanıt çarpıcı bir şekilde çağdaş ifadeler taşır.
Bu bilgi geçerlidir çünkü o verimli olan etkinlik
için yardım edicidir; verimli olan etkinlik için yardımcı olmayan herhangi bir
şey, bilgi değildir (Vidyabhu- sana, 1971:409).
Uygunluk,
verimlilik işareti olarak ortaya konur.
2.
Sonuç çıkarma. Mantık konusu altında taıtışılan
bir uslamlamanın. genel karakterine sahiptir. Önemli unsur önermeyi izleyen
sonucun nedeninin yeterli bir usu olarak hizmet eden öğrenmedir. Bir tasımın
tam gelişimi bir analiz türü gerektirir. Burada önermelerin varsayımları adım
adım açık kılacaktır.
3.
"Karşılaştırma" öğretisi tümellerin
altındaki tikellerin kapsamasıyla ilgilidir. Genel sözcüklerin bilgisi sonuç
çıkarmadan farklı olan kavrayışsal bir edim gerektirir, çünkü aynı ve farklı
olan herhangi bir şey içinde çok sayıda sonsuz yol vardır.
4.
Son bölüm bilgi taşıyan eylemsel bir rapor
altındaki koşullar ile ilgilidir. Savın bu bölümünün yenilikçi görünümü
nesnelerin yeniden toparlanmasının algı ve konuşması arasındaki yazar
ayrımıdır. Her ikisi de bilginin geçerli kaynağıdır.
Böylece bu araçlar
aracılığı Atman'ın Brahman olduğunu bilmeye ulaşan aydınlanma sağlanacaktır.
Antik dönem Hint
felsefesi Upanishad'lar ve diğer metinler ile temsil edilmiştir, ve üç ana ve
ayn geleneğe geliştirilmiştir. Burada onlar arasında ortak olarak bulunan
büyük bir yapı vardır. Her biri maddesel varlığa, samsara'ya bağın korkusunu ortaya
koymuştur. Her biri teslimiyet için, mokşa için, yeniden doğumun döngüsünden
kaçış için gerekli olan gereksinimi vurgulamıştır. Her biri teslimiyet için bir
tekniğe sahip olan bir metafiziksel şema üzerine temellenmiştir. At- man'ın
Brahman olduğunu fark etmek aydınlanma anıdır. Bu bilgilendirme sonucunda
dünyaya ait her şeyden arınmak gerekmektedir. Daha sonra bireysel bencillik
duyumu kaybolacaktır. Atman, Brahman olmuştur.
NOTLAR
' Klasik Hint
felsefesinin kavrayıcı bir araştırması için Ninian S- nıart'ın World
Plıilosophies ( 1 999), 2. bölüme başvurmaktan daha iyi kaynak yoktur.
2 Klasik Hint
felsefesinin "ana okulları" filozofların ve felsefelerin daha zengin
bir düzeninden seçme yapılarak hazırlanmıştır.
3
İkinci
Binyılda Hint Felsefesi
Yaklaşık olarak
1150 yılında küçük bir grup insan Ta- mil Nada'nın küçük bir kasabasına yakın
ormanlık bir bölgede yaşıyorlardı. Onlar hayvancılık ile uğraşıyorlardı. Ancak
aralarından biri bu arazi içinde kaybolmuştu. Diğerleri onun artık
bulunamayacağını düşünerek geriye dönmemişlerdi, ve o ormanın içinde gerçekten
ölebilirdi. Ancak her nasılsa, bir süre sonra onu bırakıp gidenlerden biri olan
bir avcı ve karısı geri geldiler. Ona kuyudan çektikleri sudan getirmişlerdi.
Onların hayatını kuıtardıkları adam Ramanuja'dan başkası değildi.
Geleneklere
baktığımız zaman biz Hint felsefesinin kavramsal coğrafyası içinde iki sabit
noktaya sahibizdir. Kozmik bir düzlemde ise kişinin değişmeyen özü Atman
bulunmaktadır. Onlar birbiriyle nasıl ilişkide bulunmaktadırlar? Klasik bakış
açısına göre onlar özdeştir. Kişiliğin sonsuza dek yaşaması olanaksızdır.
Kişisel varlık, bir birey olarak, yalnızca nesnelerin yanlış görünümü olan maya
içinde hapsedilmiştir. Kişi sonsuz yeniden doğuş, samsara döngüsü içine
girmiştir. Kozmos bir kez doğru bir şekilde görüldüğü zaman, bencillikten
arınma ve bir bireysel bilinç olarak varoluştan arınma başarılmış olur.
İlk biııyılın son
bölümünde, Upanishad felsefesine San- kara ( 788-820) tarafından belli bir
şekil verilmiştir. O, U- panishad'ın Yedik geleneğinin ana hatlarını ortaya
koyan iyi bir yorumlamada bulunmuştur. Ancak, o analitik ve kritik duyu
içindeki felsefe olarak hiçbir zorluğa sahip olmayan kavram ve tartışmaların
bir çerçevesi içinde bunu yapmayı düşünmüştür. 1
İkinci binyılı büyük
ölçüde etkileyecek olgular MS 1 000 yılından önce dokuzuncu yüzyılda ortaya
konmuştur. Sankara'nın idealizmi Hint düşüncesini antik dönemde olduğundan
farklı bir yere taşımıştır. İkinci binyıl içinde Hint felsefesi genel olarak
idealisttir. Sankara'nın etkisi uzun süreli ve derin olmuştur.
Onuncu ve on
birinci yüzyıllar içinde Hint felsefesi, dinsel bir geleneğin sonucu olarak
görünmektedir. Ari felsefesinin "katı" analitik türüne bir tepki
olarak, Brahman ve Atman'ın soyut ve entelektüel kavramlarını ön plana çıkarmaktadır.
Daha sonraki Orta Çağlar'da Hıristiyanlığın etkisinden bahsetmeden önce
"antik" Hint felsefe geleneği felsefi öngörünün bir kaynağı olarak
Aristo'ya dikkat çekmek gerekir. Vishnu ve Shiva tanrıları etrafında gelişmiş
olan dinsel hareket için felsefi düzlem bu düşünürden ödünç alınan bilgiler
ile gerçekleştirilmiştir.
Ayrn zamanda, büyük
filozof Sankara tamamen idea- listik bir metafizik oluşturmuştur. Bu, popüler
materyalizmlerin ortadan kaybolmasıyla aynı zamana rastlamıştır. Bunu kişisel
ölümsüzlüğün kozmik bir şemasının görünümü izleyecektir. Ramanuja'nın
çalışması içinde, popüler dinin kişileşti- rilmiş karakteri yüksek derecede bir
felsefenin geleneği ile kaynaşır.
Sankara'nın
idealizminin gücünü anlamak için bizim materyalizme (Lokayata) daha yakından
bakmamız gerekmektedir.
Materyalistler
genel olarak Carvaka'nın takipçileri olarak düşünülürler. Bu tanrıcı olmayan
ve kuşkucu materyalizm karşıtlarının yazılarında Carvakan öğretilerinin sunumu
olarak bilinmektedir. Binanın iki temel sütunu vardır, bunlardan biri din
karşıtlığı ve diğeri ussallık karşıtlığıdır.
Mablava'nın kitabı Sarvadarsanasamagrada'da
bazı saldırgan Cirvakan öğretileri ortaya konulmuştur.
Bu
okulda dört öğe ...özgün ilkelerdir; yalmzca bunlardan, bedene dönüşüm
sağlandığı zaman, akıl üretilir. Bu belli bileşenlerin karışımından meydana
gelen bir güçtür; bunlar akıl ile yok edildiği zaman akim kendisi ortadan
kaybolur . . . herhangi bir kendinin bedenden uzak olduğuna dair hiçbir kamtı
yoktur.
(Radhakrishnan ve Moore, 195 7: 229}
"Ben'
zayıfım" gibi bir ifade materyal nitelik ve "aynı özne (beden)
içindeki kendi-bilinçliliği" taşıdığı için materyalist şema içinde anlama
sahiptir.
Sankara aşağıda
olduğu gibi özlü bir şekilde savaşmak istediği materyalizmi özetlemiştir.
Bu dünyadan başka
bir dünya yoktur; hiçbir cennet ya da cehennem yoktur. Siva bölgesi ve benzer
bölgeler akılsız birileri tarafından icat edilmiştir.
Cehennemin
aosı düşmanların meydana getirdiği sıkıntılardan kaynaklamr . . . özgürleşme [teslimiyet] (mokşa) yaşam
nefesinin sona erdiği ölümdür. (Radhakrishnan ve Moore, 1957: 235)
Bu güçlü fikirler
sezgilerin sonucu değil, sıkı bir kuşkuculuğun sonucudur. Filozof Janara.Si
bilgi elde etmek için tü- mevarımsal araçların sınırlamaları üzerine (JrvJkan)
görüşlerini oıtaya koymuştur. Algılama bizim gerçekten gördüğümüz şeyin
ötesinde hiçbir şeyi ortaya koymaz. Nedensellik basit bir şekilde
akıldışılıktır. "hiçbir şey bir nedenin zorunlu olmasının bir nedenini
belirlemez. " Aynca biz etki ve tepkinin ne olduğuna karar vermek için
belli bir düzeneğe sahip deği- lizdir. Biz bir ineğin boynuzlarını belli bir
ardışıklık içinde algılarız fakat onu ilk gören kişi onu daha sonra gören
kişinin nedeni değildir. Tümevarım, bizim yalnızca tikel olarak algıladığımız
gözlemlerin genelleştirilmesinden ibarettir. Bu nedenle biz tümel bir ifadeyi
başka bir tümdengelim önerme olmaksızın doğru kabul edemeyiz.
Bütün bunlar güçlü
olgulardır. O, dokuzuncu yüzyıl döneminde popüler olmuştur. Din ve teslimiyet
arayışı taraftarları genel olarak derbeder kişiler olarak görülmektedir.
Sankara'nın öğretilerinin yönlendirmesiyle kuşkuculuk ve materyalizm
reddedilmektedir.
Sankara
788 yılında doğmuştu. O, çalışmalarının büyük bir bölümünü gençlik yıllarında
tamamlamıştır. Kısa yaşantısının çoğu antimateryalist bakış açısını yaymak
amacıyla seyahatlerde geçmiştir. Onun dini güçlendirme çabalan pratik yaşantı
içinde tapınakların inşa edilmesi ve dinsel toplulukların oluşmasına da yol
açacaktır. O, 820 yılında kendi kurmuş olduğu tapıııakların birinin yakınında
ölmüştür. Pek İkinci Binyılda Hint Felsefesi
çok Hintli
akademisyen onu Hint kültürünün yetiştirdiği en önde gelen filozof olarak
görmektedir. Onun çalışması, bizim alışkın olduğumuz analitik düzlemde
"felsefi" olarak ta- nınılanınaktadır. Onun tekniği mantıksal ve
kavramsal öğreti varsayımlarına derin bir şekilde bakmak, ve buradaki mantığa
büründürme temel örneklerini incelemektir.
Mantıksal
ve Varlıkbilimsel Yapılar
Sankara tarafından
geliştirilen temel mantıksal kavr.:ım doğrulamaktır. Bu, hata ya da yanlışların
doğrulanmasıdır. Bir yargılama bazı uslar için doğrulama yaptığı zaman, biz
yanlış olan ya da yanlış yönlendiren şeyin ne olduğunu görebiliriz, ve bunu
yaparak başka ve daha iyi bir yedeğini yerine koymamız gerekmektedir.
Algılanmış maddesel dünya ve bizim kendi doğamız hakkındaki yargılamalar
doğrulanabilir, böylece dünya ve bu doğalar gerçekliğin bileşenleri değil, görünümler
olmalıdır. Böylece biz "varlığın mantıksal bir zinciri"ne sahip
oluruz. Doğrulanabilen herhangi bir şey, kendisini doğrulayandan daha az bir
gerçekliktir. Maddesel ve deneysel dünyanın sonucunun evrenden daha az gerçek
olduğu sonucunu görmek kolaydır. Gerçeklik herhangi bir şeyle doğrulanamaz.
Gerçek olmayan şey ne doğrulanabilir ne de doğrulannıayabilir.
Uygulama alanında,
görünüm özne / nesne ayrımı içinde çerçevelenmiş bilme ıııodu olduğu için bir
şey (nesne) bir kişi (özne) için belli bir şekilde gözükür; bu ayırımın aş-
kınlığı genel olarak görünümlerin doğrulanmasına yönlendirecektir. Bu şekilde,
biz Brahman ve Atman'ın bir olduğu bilgisine ulaşacağız. Derin birlik görünüm
açısından hiçbir yere sahip değildir. Bu yalnızca Brahman ve Atman'ın özdeşliğinin
biçimsel bir kanıtıdır. "Brahman" deneyimi yaşayan kişi tüm
ayırımları aştığı zaman doğrulanamayan gerçeklik olarak, özne ve nesne
arasında birleşme sağlayacaktır. (Pulingandla, 1 975: 222-3). Bu birleşme Atman
deneyimidir. Brahman deneyimi hem yaşanır hem de yaşanmaz.
Sankara'nın sistemi
içindeki temel varlıkbilimsel kavram maya'dır. Pulingandla ( 1 975: 216-17)
maya'nın yanlış yönlendirilen bir "yanılsama" olduğu konusunda ikna
edici bir tartışmada bulunur. Sankara onu en az aşağıdakileri içerecek şekilde
kullanır: "gerçeklik olarak görünümlerin tutarlı bir eğilimi";
"görünüm ve gerçeklik arasında.ki farklılığı bilmememiz";
ve son olarak, "varlığın çeşitlilik dünyası içinde olan Brahman'ın
yaratıcı gücü." Maddesel dünya, varolmayan duyusu içinde yanılsama
değildir. O bir görünümüdür fakat Brahman olan gerçeklik içinde kök salmıştır.
Bu şemadaki temel
varlıkbilimsel kavram altkavramla- rın bir üçlü yapısıdır: gerçeklik, görünüm
ve gerçek olmayış. Bu üçlü yapının üyelerinin doğrulanabilir kavramına ilişkin
olarak mantıksal bir şekilde açıklanması gerekmektedir. Algılanmış dünya
isimlerin ve biçimlerin eklenmesi yapısının altında bize görünür, böylece
bizim maya deneyimimiz doğrulanabilir: Bu maddesel dünya vardır fakat ne
gerçektir ne de gerçek değildir. Yalnızca Brahman gerçektir, ve yalnızca varolmayanın
gerçek olmadığı tek şey odur. Maddesel dünyanın tersine olarak, varolmayan ne
olduğuna dair bilgimiz güçbela düzenlenebilir. O yalnızca mantıksal dönüşümlerle
acı çekebilir.
Bu eleştirel
felsefe kavramların ve kavramsal sistemlerin çeşitliliği ve etkileşiminin bir
çalışmasıdır. O, bir yaşam felsefesi sergilemesi değildir. Sankara Atman /
Brahman öğretisini ön plana taşımıştır, ve eleştirel analiz için bu kavramın
doğrulanmasını kullanmıştır.
Brahman ve Atman
hakkındaki doğrular daha yüksek düzene sahip doğrulardır. Bunlar
"teslimiyet" mokşa kavramını içerirler. Klasik dönemin tüm Hintli
filozofları, Brahman ve Atman'ın bir olduğu düşüncesine sahiptirler. Çok fazla
kendi var gibi görünse de aslında yalnızca bir kendi bulunmaktadır. Sankara
daha düşük doğrular için olanak tanımıştır, ve bunlar gündelik yaşamın ve
ortak duyunun doğrularıdır. Bu seviyede çok sayıda kendi olduğu doğrudur,
fakat çok açık olarak, gündelik yaşantının içeriği içinde Brahman'ın kişisel
tanrı, lsvara olduğu daha düşük bir gerçekliktir. Bu felsefeyi ikinci binyılın
en önemli filozoflarından biri olan Ra- manuja kurmuştur. Bunu kısmen Sankara
felsefesini karakte- rize ettiği gözükülen yapay bir farklılık ile derin
birliğin birleştirilmesine bir tepki olarak ortaya koymuştur.
Ramanuja tarafından
kurulan felsefe okulu binyılın dönüşüm dönemine rastlamıştır. İleride
göreceğimiz gibi Hint düşüncesinin temel yapısı önceki binyıl içinde kurumuş ve
neredeyse değişmeden miras olarak kalmıştır. Ancak sistemin yorumlanması
üzerinde konuşulan konudur. Ramanuja'- nın eleştirel kavramsal analizinin
Sankara'nın çalışmasının rakibi olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Dikkatli bir
araştırma altında iki kavram kişiliğin gerçek özünü oluşturmaktadır. Bunlar
Atman, ve tüm varlıkların zemini olan Brahman'dır. Acaba Atman teslimiyet
aracılığı ile kişisel özdeşlik taşıyan bir ruh mudur, ve acaba Brahman,
Tsvara'dan farklı bir adda kişisel bir Tanrı mıdır? Sankara'nın her iki soruya
da olumsuz yanıt vermiş olmasına dair küçük bir kuşku olabilir. Ramanu- ja
genel olarak Hindistan'ın en önemli filozoflarından biri olarak kabul
edilmektedir. En azından yapı oluşturduğu için böyledir. O, klasik Hindu
felsefesini kozmik azametten yeryüzüne indirmiştir. Yüce Varlığın rolünü
kişisel bir Tanrıya indirgenmiştir.
Ramanuja 1O17
yılında Güney Hindistan'da bulunan Tamil Nada'da dünyaya geldi. O, bir ortodoks
Brahman ailesinde doğmuş ve evde eğitim almıştı. Ancak onun anne tarafından
büyükbabası Yamuna disiplininin tanınan bir öğretmeniydi. Ramanuja resmi
eğitimini tamamladıktan sonra evlendi, kendi sınıf ve kastının görevlerini
yerine getiriyordu. Ancak büyükbabasından ona bir şeyler geçmişti ve o Yada-
vaprakara ile çalışmaya başladı. Ramanuja gelişiminin bu aşamasında bile,
erdemli yaşam olarak bir meditasyon hayatı i- deasından tatmin olmamıştı. Onun
öğretmeni ile olan tartışması neredeyse hayatına mal olacaktı. Büyükbabasının
örneğini izleyerek Yamuna ile çalışmaya başladı, fakat kısa bir süre sonra
yaşlı adam öldü. Katı Brahman düşüncesini izleme konusunda gönülsüz olarak, bir
"iç" kast olan Kancipürna'da bir öğretmen ile çalışmaya başladı.
Başlangıçta toplumsal sıkıntılar onların ilişkilerini kuşatmıştı. Bu dönemde
Ramanuja başka bir öğretmen yerine Kaşmir'e görevli olarak gitmişti. Burada
Bhadara'nın çalışmalarını inceleyecekti. Bu inceleme onun ufkunu açtı. Antik
metinler ve Samkhya geleneğinin yeni bir yorumlamasını kafasında oluşturmaya
başladı. Bu yolculuk onu tüm diğer sınırlamalardan özgür kıldı ve kısa bir süre
sonra büyük çalışması olan Sri Bhasya'yı yazdı. Bunda ve diğer çalışmalarında
Hint felsefesini bu dünyaya doğru çevirmiştir. Tanrısal görevler yerine halka
hizmet etmeyi ön plana çıkarmıştır. O 112 7 yılında ölmüştür. Bu tarih onun
ömrünün 1 20 yıl olduğunu göstermektedir. Benim düşüncesine başvurduğum
yetkililer bu kadar uzun bir ömrünün olmasının doğru olduğunu
düşünmekteydiler. (Bu ilginç adamın yaşam ayrıntılarının daha fazlasını
öğrenmek için Laks- hamma, l 990 kitabına bakınız.)
Hint kozmosu
Brahman'dan başka bir şey değildir. Her şeyin özü ve kaynağı olan sürekli ve
bilinmez bir yapıdır. Felsefe okulları temel konularda uzlaşmışlardır, fakat
"Brahman" kavramının değerlendirilmesinde çok derin ayrılıklara
sahiptirler. Ramanuja Brahman'ın öz açısından kendisini dünyaya
dönüştüremeyeceğini ve değişmez kaldığını söylemiştir. Bu konuda o katı
materyalist bir düşünce ile mücadele etmektedir. Onun konuya yaklaşımı
nasıldır? Çok fazla bir analitik filozof olarak yaklaşmaktadır. Onun kullanmış
olduğu teknik uygulamalardan 1. bölümde bahsetmiştik. O, karşılaştığı
koşulların varsayımları içinde bir çelişki arayışındadır. Bunu bulmak
kolaydır. Eğer Brahman gerçekten maddesel dünya ise bu dünyanın
karakteristik yapısını bozmak ya da çürütmek ile suçlanacaktır. Ve bu
Brahman'ın özünün bir çelişkisidir. O, hem yetkin ve değişmeyen ve hem
bozulmuş ve çürümüş olamaz. Bunu Brahman'ın onun özünden ayrı bir beden olarak samsara
maddesel dünyasını vücuda getirebilecek tek şey olduğu izler. Tsvara, kişisel
Tanrı Brahman özünün bir görünümü olamaz. Onun varlıkbilimsel olarak
ayrı olması gerekmektedir. Eğer bu öğretiyi doğru olarak anlamışsam, maya
kozmosun yanlış bir görünümü değildir, o doğru bir bakış açısının kesişim
noktası olabilir. Bu yalnızca sınırlı insan gücünün sahip olabileceği bir
görüştür. O, Brahman ve Atman'ın bir olduğu bilgisine sahiptir. Aydınlatılmış
olmak ve aydınlatılmamış olmak birbirinden farklı olarak bilinen maddesel
dünya olarak kendisini ifade etmeyi sürdürecektir.
Bu sonucu akılda
tutarak, bizim materyal dünyanın temel bir nedenselliğini, ortaya koymamız
gerekmektedir. Görünüm ve gerçeklik arasındaki ayırımı sürdürerek, artık maya
dünyasına girerek Ramanuja dünyanın kendi içinde sıradan maddesel algılanabilir
niteliklere (gung'lar) sahip olmadığı görüşüne sahiptir. Onun psikolojik bir
yapıya sahip olması gerekmektedir. Bu antik filozoflar tarafından kullanılmış
olan bir düşüncedir.
Sattva, rajas ve
tamas, sırasıyla haz, tutku ve karanlık ifadelerinin kullanımıdır. Sanırım
bunların kişisel psikolojik kuwetler olarak okunması gerekmektedir. Çünkü bu öğretinin
tamamı genel bir etkin olarak doğal nedensellik çerçevesi içinde ifade edilmiştir.
Maddesel düny!l gündelik algılamanın sıradan algılanabilir nitelikleri
aracılığı ile insanların deneyim yaşamasına neden olmaktadır.
Ramanuja'nın mantık
görüşü sistem içinde önemli bir rol oynamaktadır. Çünkü "Tanrı"
duyuların ötesindedir. Hiçbir deneyim Tanrının varlığını ortaya koymamaktadır.
Bunun ötesinde Brahman doğasının içinde maddesel dünya olarak saf, biçimsiz
varlıkların bulunduğuna yönelik bir ikicilik düşüncesine sahip olan bazı
filozofların döneminden farklı olarak, Ramanuja aynı varlık içinde hem birlik
hem de farklılık olmayacağın konusunda ısrar etmektedir. Bir varlığın nitelikleri
kendisinden farklı değildir. Dasgupta'nın işaret ettiği gibi, bu düşünce Batılı
filozoflar için bilinen bir düşüncedir. Leibniz'in ünlü düşüncelerini çağrıştırmaktadır.
Brahman'ın vücuda getirdiği dünya kendisinden biraz farklıdır.
Bu
Sistemdeki İnsanlar Nelerdir?
Hindistan'da çok
erken dönemlerde felsefe okulları olmuştur. Buralarda bireysel ruhun
"gerçeğin" tartışılan konulardan biridir.2 "Ruhun" çok
katlılığı başka bir maya görünümü olarak bilinmektedir. Ramanuja ve benzer
düşünceye sahip olan düşünürler çok sayıda kendi kendine bilirçli olan varlık
olduğu konusunda ısrarlıdırlar. Ruh beden içine yerleşmiştir, fakat bir odayı,
saran bir lamba ışığı gibi etrafı kuşatmaktadır. Ruh .tarafından emilen ışık
bilgidir.
Ancak Tsvara'nın
bedeninin içinde olan bir dünyada özgür hareket olabilir mi? Batı avrupa bakış
açısından Hint düşüncesine bakan herhangi biri Ramanuja tarafından MS 1070
yılında ortaya konulan felsefe Malebranche ve yedinci yüzyıldaki
Occasionalistler (Vesileciler) tarafından ortaya konan felsefeye büyük
benzerlikler taşımaktadır. Tsvara arzular ve istekleri formüle etmek için
bireye "ruh" özgürlüğü verir, ve böylece onların gerçekleştirdiği
materyal dünyayı düzenler.
Ramanuja
felsefesinde teslimiyet çubuğu hala bilinmezdir (aridya). Bu, olumlu bir
şeydir, çünkü en azından dünyasal arzuların karmaşıklığı bir önsezi yoksunluğu
olarak görülmektedir. O gelir çünkü kendi, madde ile- temas halindedir.
Ramanuja'ya göre teslimiyet olanaklıdır, bu yalnızca entelektüel bir önsezi
nedeniyle değil, dünyayı doğru anlama nedeniyle de böyledir, fakat kendi
kendini kontrol ve çalışma gerektirir. Felsefe bu uygulama repertuan olarak
din ile kaynaşmıştır.
Kişisel kimlik
Râmânuja gerçekte
Yâmunâ altında çalışmamıştır. Ancak ne olursa olsun ondan Sankara karşıtı çok
sayıda düşünce öğrenmiştir (Dasgupta, 1 940: 101-2). Ramanuja bu etki altında
Vedanta'nın sistematik felsefi gelişimini planlamıştır. Veda bir kişisel tanrı
lsvara'nın varlığı ile uyumludur. Onun teslimiyetten sonra kişisel kimliğinin
devamı içinde inanç ile uyumlu olması gerekmektedir. Yeniden doğum döngüsünden
kurtulduktan sonra, ve böylece maddesel varlığın kendisinden kurtulduktan
sonra, kişisel kimliğin yaşamını sürdürmesi gerekmektedir. Kendi biçimsiz ve
değişmeyen Brahman'a dağılmaz.
Ramanuja'nın
sorduğu soru Hint felsefesi içinde ikinci binyıl için biçem oluşturur. O,
binyılı anlamlı kılan yapay bir bölünme sağlar, çünkü bu soruyu daha önce hiç
kimse sormamış görünmektedir. Brahman ile birleşme içinde hiçbir kişisel
kimlik yok ise, teslimiyete ulaşmak için tüm bu çaba ve kendini-inkarı neden
yapmalıyız?
Burada temel bir
felsefi sorun ortaya konulmuştur: Eğer her bir insan varlığı, Atman olarak,
aynı zamanda Brahman ise, ve samsara'nın açığa çıkmasından sonra, kendi ya da
ruh geldiği yere geri döndüğünde, bu başkalaşım aracılığı ile kişisel kimlik
nasıl korunacaktır? Birbirine yakın bu sorularda ortak olan şey samsara'nın
kendisidir, yani yeniden döğumla- rın döngüsü aracılığı ile kişisel kimliğin
korunmasının zemininin ne olduğudur? Eğer yanıt Atman olarak
kendi ise, ve At man "değişmeyen" Brahman ise biz Ramanuja'nın ortaya
koyduğu başka bir sorunla yüzyüze geliriz. Eğer insanın kendisi ve Brahman
özdeş ise, değişmeyen bir şey ile değişen bir şey arasında nasıl bir ilinti
vardır? Bizim için iyi olan şey, Ra- manuja'nın felsefi tartışmaların
metinlerinin Radhakrishnan ve Moore tarafından ayrıntılı olarak ortaya konulmuş
olmasıdır.
Ramanuja tüm
kavramların farklılık ilkesinin konusu olduğunu söylemiştir. Başka bir şeyden
farkı ele alınmadan hiçbir şey bilinemez.
Ramanuja tartışmayı
kök ve içerik açısından farklılaştırmış olan sözcükler üzerinde düşünme ile
sürdürür. Böylece onlar farklılıklardan yoksun bir şeyin bilgi elde edilmesi
için bir aracın olamayacağını ortaya koymuş olacaklardır. Ancak bizim
teslimiyet için gereksinim duyduğumuz şey yalnızca bu bilgidir. Ve böylece
algılama için, algılanmış bir şeyin olması gerekmektedir. Bu, her şeyden farklı
olarak belli bir türe sahip olmak anlamındadır. Aynı şey sonuç çıkarma için de
ge- çerlidir. Sonuç çıkarma için gerekli olan şey farklılık olgusudur.
Şaşırtıcı ve
kaçınılmaz sonuç algılamanın yalnızca Varlık olarak açığa çıkamayacağıdır.
Deneysel, olgusal ifadeler, biz farklılığı ayırt etmedikçe
anlamsızlaşacaklardır. Bir adam bir bufalodan memnun olmadığı zaman neden bir
at arayışına girer? Ve eğer algılama yalnızca bir şey ise, farklılığın olmaması
durumunda, her şeyin bir kavrama eylemi içinde kavranması gerekmektedir. Ancak
biz bunun olmadığını biliyoruz. Bunun ötesinde, aynı mantık çizgisi ile,
çokluluk gerçek değildir. Karşıtlıkların, doğrulama ilkesi aracılığı ile nasıl
çözülebildiğini görmek kolaydır. Hatalı bir yargılama daha iyi bir yargı ile
doğrulandığı zaman, daha önceki yargılamanın durumu ne olacaktır?
Ramanuja'nın
radikal sonucu yalnızca Varlığın gerçekliği oluşturamayacağıdır. Ya da bazı
alanlarda söylenmiş olduğu gibi Brahman tüm farklılıklardan yoksun değildir.
Gerçekten de Ramanuja Brahman'ın sıradan kendilerin mükemmel dışılığından
yoksundur ve onların vücuda getirdiği madde, maddesel dünyanın maddesidir.
Samsara'ya olan bağ, Brahman'ın bedenine olan bağdır. Brahman kendi içinde
çok- luluğu taşımaz, çünkü, kendi gücünün ortaya konması gibi, maddesel dünya
gerçektir fakat onun gerçek doğası görünüm ile örtünmüştür.
Bilinçlilik
kendinin bir niteliği olduğu için, biz "bilinçli- lik öznesinin ...
sürekli olduğunu" görebiliriz. "Onun niteliği olan bilinçlilik,
neşe, keder ve benzerlikten farklı değildir . . . ve bir sona ulaşır"
(Radhakrishnan ve Moore, 1 957: 546). Bilinçli özne, "bilinçlilik"
niteliğine sahip olarak, gerçektir. Bunun ötesinde " 'Ben' yalnızca
kendinin bir niteliği değildir ...fakat o kendinin doğasını oluşturur"
(Radhak- rishnan ve Moore, 1957:547). Böylece o samsara'dan teslimiyet ya da
aÇ1ğa çıkma durumu içinde kalır. Teslimiyet kurtuluş olmuştur.
Bilgisizlik de
düşünüldüğü gibi bir şey değildir. Maya varlığın çokluluğunun açıklaması
olamaz. Bu durumda teslimiyet nasıl gerçekleşebilir? Antik dönemde işlerliği
olan formül çok açıktı: bilgisizliği aşarak. Bu Brahman'ın Evrensel Kendi
olduğunu anlama ile olmaktadır. Böyle değil diye açıklar Ramanuja. Kurtuluş
"tapınan kişinin içten meditasyon aracılığı ile en yüksek kendi
tarafından" etkin bir müdahaleyi gerektirir (Radhakrishnan ve Moore, 1957:
552). Ramanu- ja'nın analitik felsefesinin biçemindeki küçük bir gelişme onun
ölümünden sonraki yüzlerce yıl içinde bile meydana gelmemiştir. Ancak ne
olursa olsun, kişisel bir Tanrı "niteliği" büyük bir etki yapmıştır.
O, etkin bir şekilde kişisel Tanrı'- nın nedenini ortaya koymaktadır. Vishnu için
çok sayıda tapınak yapılmıştır. Isvara'nın gerçekleşmesi içinde böyle bir
durumun olması gerekmektedir.
Sanırım sonraki 900
yıl boyunca Hint düşüncesi en derin öngörülerin öğretisi ve sunumu etrafında
dönmüştür ve Sankara ve Ramanuja'nın taraftarları arasında sonuçsuz tartışmalar
yaşanmıştır. Hiçbir şey çözüme ulaşmamıştır. Moğol istilası ile İslamiyet'in
bölgeye yerleşmesi ve İngiltere aracılığı ile Hıristiyanlığın etkisinin ortaya
çıkmaya başlaması Hint düşüncesi etkisi altına almıştır.
Yaklaşık bin yıllık
bir dönem ortaya konulan kavramlar ya da sorunların kökünde hiçbir derin ve
temel değişikliğin olmaması ile geçmiştir. Biz antik dönemde Brahman, Atman,
maya, samsara, prakrti, purusa ve bilgi aracılığı ile teslimiyet gibi anahtar
kavramların var olduğunu görmüştük. Çok sayıda felsefe okulu ortaya çıkmıştır.
Bunlar genişlemiş ve binyıl içinde kaybolmuşlardır (bkn. Prahavanda, 1963,
kitap 5). Biz onlarm çok sınırlı bir örneğini ele aldık, fakat umarım iki
binyıl Hint düşüncesi daha fazla rafine edilmiş, ve temel bir sistem şeklinde
gözden geçirilmiş olarak ortaya konur. İlk binyıl sırasında yaşamm Yedik
felsefesi analitik bir değerlendirme elde etmiştir. Aynı zamanda, o
Sankara'nın çalışması içinde tamamen gerçekleştirilmiş olarak görünen analitik
bir felsefe türünün ötesinde değişikliğe uğramıştır. Yoga açık bir şekilde
Vedanta'nın daha az versiyonudur, daha rafine edilmiş bir Yedik yaşam
tarzıdır. O, ağırlıklı olarak, kavramların felsefi analizinin sonucu değildir.
Hint düşüncesinin öyküsünün bakış açısından, felsefenin her iki seviyesindeki
tek gelişim Hindistan3 sınırlarının ötesinde etkide bulunması ve ikinci
binyılın sonunda dünya ölçeğinde bir etkinlik içinde olmasıdır. Budizm'in
Çin'de olağanüstü bir dönüşüm sağlaması bir sonraki bölümde ele alınacaktır.
Hint felsefesi
üzerindeki Müslüman etkisi genel olarak az olarak düşünülür. Ancak ikinci
binyılda Ramanuja'nın yazılarından kişisel tanrılar hakkındaki yeni
düşüncelerin Batıdan Hindistan'a geldiğini anlıyoruz. Yine de benim bildiğim
kadarıyla, doğrudan bir alıntı ya da referans ile ilgili belge bulunmamaktadır.
İngilizler on dokuzuncu yüzyılın başlarında genişleyen imparatorlukları ile
kültürel etkilerini hissettirmişlerdir. 1947 yılındaki çözülmeden sonra bile
bu etki hissedilmektedir. Her ne kadar Hıristiyanlık kişisel bir Tanrının
öğretilerinin doğrudan çıkış noktası olmasa da ve teslimiyetten sonra Brahman
içinde kişisel özdeşlik yaşamına devam etmese de, bu gelişimlere az da olsa
bir etkide bulunmuştur.
Yirminci yüzyılın
en önemli iki filozofu Sir Aurobindo (Ghose) ( 1872-1950) ve S. Radhakrishnan (
1888-1975) idi. Onların her biri kendi tarzında benim ana hatlarını çizmiş
olduğum Hint düşüncesinin uzun dönemli gelenekleri ile Hindistan'a İngiliz
etkisi ile ulaşmış olan Batılı felsefi gelenekler arasında bir birlik
arayışındadırlar. Bu gelenek bilgisi on dokuzunc;u ve yirminci yüzyıllarda
İngiliz Üniversitelerinde okuyan çok sayıdaki Hint aracılığı ile de olmuştur.
Ancak ben iki uzman Hintli filozofu okuyanların temel bir şekilde Doğu ve Batı
düşüncelerinin bir sentezini yapabileceğini düşünüyorum. Aurobindo'nun
evrimciliği ve Radhakrishnan'ın idealizmi geleneksel felsefi çerçeve içinde
özümsenmiştir.
Aurobindo Ghose
Hindistan devlet hizmetinde çalış^ mayı amaçlamış biri olarak İngiltere'de
eğitim görmüştür. Hindistan'a geri dönerken, gelişmeye başlayan bağımsızlık
hareketi içinde çok etkin olmuştur. İthal edilmiş batılı liberal düşünceler
yerine Aurobindo Hindistan mistik geleneği üzerine kurulu bir politik çerçeve
geliştirmeye koyulmuştur. Onun hareketinin başarısı kaçınılmaz olarak onu Raj
ile çatışma içine sokmuştur. Ancak yine geleneksel Hint tarzında düşünerek
yaşantısının geri kalanını meditasyon yaparak ve yazarak geçirmiş ve politik etkinliğini
bu şekilde oluşturmuştur. Bu çalışmaları ile bir filozof olarak kabul
edilmiştir. Onun çalışması daha önce uygulanmış olan felsefelerin her ikisinin
seviyesinde de vücut bulmuştur. O, belli bir yaşam, düşünme ve inzivaya
çekilme şeklini savunmuştur. Aynı zamanda gündelik dünyanın karmaşası ve
politik karışıklık geliştirmiştir.
Aurobindo'nun ele
aldığı sorun "iki şeyin, varlığın temel doğrusunun ve bizim deneyimimizin
ortaya koyduğu varlık içindeki biçimlerin" birliğini sağlamanın yolunu bulmaktır.
" Bunların ilki tinin doğruluğu; diğeri ise yaşamın doğruluğu olarak
anılmaktadır." (Aurobindo, 191 8:764).4 Ancak Batı ve Doğunun her birinde
farklı bir kutup vurgulanmaktadır. "Tinsel varlık, varlığın temel
doğruluğu, yaşam yalnızca onun görünümü olabilir . . . fakat yaşam biçimleri
bize görüldükleri gibi, kendi kendine-görünümün araçları ve görünümleri olur.
" (Aurobindo, 191 8:765).
Ancak biz kozmik
görünümü nasıl oluşturabiliriz? Onun Upanishad'ların bir hatırlatıcısından
daha fazlası ile olması gerekmektedir. "Sıradan maddesel akıl, onların
geçerliliğine karşı bir son tartışma olan gerçekleşmemiş ideallerin doğrudan
bir karşıtlığıdır." Eşit olarak, kişi derin bir kuşkuculuk ve üzüntünün
kaynağının karşıtlık olabileceğini söyleyebilir. Fakat Aurobindo bizim fiziksel
zihnin ötesine sahip olarak tanrısal varlığın hem bilgisine hem de kavramına
ulaşabileceğimiz konusunda bizi temin eder. Biz bunu göremeyiz çünkü biz
kendimizi özne olarak ve geri kalan şeyleri nesne olarak ayırmışızdır. Bizim duyu
organlarımızı kullanmaksızın doğrudan doğruya kavrama yollarına geliştirmemiz
gerekmektedir. Bizim duyu organlarımızın güçlerine sınırlamak kaçınılmaz bir
gerçeklik değildir. Yalnızca böylece biz özne I nesne ' ayırımını aşabiliriz.
Aurobindo'nun ortaya
attığı en şaşırtıcı iddia, gerekli bilgiye ulaşmak için usun araç olmadığıdır,
çünkü us ve organizma tarafından ulaşılan doğrulara onları doğrulamak için bir
araç olarak zaten sahip olmak zorundayız. Bilinçlilik evriminin son basamağı
mistiktir. O, Upanishad'lardan alınmış- tıı'.. Biz, Brahman içinde hem vidya'yı
(birlik bilgisi) hem de avidya'yı (çokluluk ve çeşitlilik bilgisi)
uzlaştırmalıyız. Bir, gerçeklik olduğu için, Çok bir yanılsama değildir. Maya
"yanılsama" anlamına gelmez. Bu bilinçlilik neye aittir? Bireysel
bir insana.
Bilinçlilik bir
evrimi ideası Aurobindo'nun düşüncesinin merkezini oluşturur. Brahman
genişlemez fakat "o bilinç- liliğin pek çok ardışık biçimi içinde
kendisini ifade eder." Aurobindo, Ranıanuja'nın öngörüsünü yankılayarak
bireyin doğru bilgiye sahip olma konusunda aşkın olmadığı iddiasında bulunur.
Kendinin bireyselliği tüm sistem tarafından gerekli kılınmıştır. "bireyin
içindeki aşkının bilinçli ortaya konulması kolektif, ve tümelin aynı zamanda
bilincin kendisinin olduğu araçlardır. (Aurobindo, 1 947: 350).
Burada özet olarak
şu söylenmek istenmektedir:
Aşkın,
Supra kozmik mutlaktır ve zaman ve uzayın ötesinde kendisi içinde özgürdür ve
sonlu ve sonsıı-
zun
kavramsal karşıtlığının ötesinde özgürdür. Ancak kozmos içinde onun özgürlüğü
ve kendi kendini biçimlendirmesi, Onun maya'sı, birlik ve çokluğun tamam/ayıo
terimleri içinde kendisinin bir şe- masmı yapar. (Aurobindo, 1947: 40)
Ancak biz bunu
neden ciddiye alalım? Burada analitik filozof bilgeliği destekler görünmektedir.
Biz, nesnelerin akış durumu olarak bilgi ve mutluluk ile bozulma ve sefaletin
birbirinden ayrılmaz bir şekilde karıştığını görürüz. Acaba bu olgu durumu
sürekli midir? Eğer o daha yükseğe doğru gelişmiyorsa, iki olanaklı varsayıma
sahibizdir. Evren düzensiz enerjinin bir akışının ürünüdür, ya da o dünyanın
sabit olmayışından öğrenilecek koşulları sağlayan yapay bir yaratıcının
çalışmasıdır. Her iki alternatif Aurobindo'ya göre reddedilebilir çünkü
onların hiçbiri "bu karmaşık evrenin büyük ve dayanıklı
fenonıenlerine" uygulanamaz. Ancak, ne olursa olsun, matematik konusunda
yoğunlaşmış evrenbilimciler ve evrim konusunda yoğunlaşmış biyologlar bunu
göstermeye çalışmaktadır. Fakat Aurobindo daha ileri bir tartışmaya sahiptir.
Tözlerin yukarı doğru çıktığı bir dizi vardır, bu "zihin tarafından
doğrudan doğruya ortaya konan biçimlere sahip olmak için ince ve esnek"
bir yapıdır. (Aurobindo, 194 7: 237). Böylece biz kozmosun Gnostik Varlıkların
oluşumu yönünde genişlemektedir. Peki biz neden bu daha yüksek aşamanın
yalnızca olanaklı değil, aynı zamanda kaçınılmaz olduğuna inanmalıyız? Çünkü
bilinçlilik ve yaşama yönlendiren maddesel doğa içindeki evrim, bilinçlilik ve
yaşamın tamlığı- na eğilimli olmalıdır.
Bu şekilde, batılı
evrem kavramı, ve özellikle organik ve duyusal yaşamın evrimi, kaynağı
Upanishad'ler olan San- kara ve Ramanuja metafiziğine dokunmuştur. Evren
genişler, her şey Brahman'a geri dönmektir fakat değişmeyen basit döngüler
içinde değildir.
Biraz kabaca bunu
basitleştirmek için, Aurobindo'ya göre, hiçbir zihin / beden zorunu yoktur. O,
madde ve tinin uç noktalarında karşıtlıklar olduğunu düşünmektedir. Geleneksel
Hint düşüncesine göre, her ayrı gözüken şey Brahman içindeki çıkış
noktası nedeniyle birleşmiştir, ve bu tindir. Böylece bilinçliliğin daha yüksek
biçimlerinin evrimi, kavramsal ya da felsefi sorun sunmaz çünkü evrimin her
bir aşamasında açık bir şekilde birbirine benzemeyen kavramların kar-
şılaştırılmazlığı yoktur. Varlığın her bir biçimi Brahman ile birdir.s
Gerçek Hint geleneğinde,
Aurobindo insan varlığının onlardan daha fazla olabileceği konusunda
ısrarlıdır. Onlar maddesellik içinde hapsedilmiş olarak kendilerini buldukları
zaman, meditasyon uygulama ile, duyuların ayrılması ile, onlar bedensel olarak
aşkın olabilirler. Upanishad geleneği içinde deneysel-ussal ve
duyusal-entelektüel yaşam tarzı benimsenir. Ancak biz Brahman içinde olmak
şeklinde, daha yüksek bir gaye sahibi olabiliriz. Böylece Brahman'dan meydana
gelmiş bir evren Hint ideası ile birlikte Batılı genişleyen bir evren ideasının
sentezini yaparız. O, evrim kavramını özümseyerek, maddesellik içinde varolan
yapıyı aşmanın insan ola- naklılığını geliştirmenin ussal bir yolunu oıtaya
koyar. Maya dünyası genişlemektedir. Bralıman'ın bir anlayışına ulaşmak için
onun içindeki yaratımların genişlemesinin ona daha fazla uygun olması
gerekmektedir.
Mutlak İdealizmin Bir Dokunuşu
Radlıakrishnan,
Aurobindo Ghose'dan farklı olarak Hindistan'da eğitim görmüştür, fakat Doğu
dinleri profesörü
olarak Oxford'u
ikinci evi olarak benimsemiştir. Yaygın olarak, Hindistan'ın önce gelen bir
filozofu olarak kabul görmesinin yanı sıra politik yaşamda etkin olmuş ve 1962
yılında Hindistan Başkanı olmuştur.
Onun felsefi
katkısı Hint ve Avrupalı geleneklerin bir sentezini oluşturmanın ötesinde Hint
klasik düşüncesinin yanlış anlaşılmaları üzerine daha rakidal bir şekilde
gitmiştir. Özellikle Vedanta düşüncesinde, çok önemli bir kavram olan maya
konusunda farklı fikirlerini ortaya koymuştur. Bilginin bir
"yanılsama" olduğu düşüncesine karşı çıkar. Görünüm olarak maya
gerçek değildir ve dünyanın nasıl olduğunun final göstergesi değildir.
Bu görünümün
algılanması bir şekilde nesneleri bilmek anlamına gelmektedir. Bizim görünümden
oluşan dünya içinde yaşadığımızı ve sonuçta dünyanın bir görünümden ibaret
olduğunu düşünmek doğru bir düşünce değildir, Brahman bir yanılsama değil,
"bizim daha önce yalnızca bulutlu bir şekilde görebildiğimiz şeyleri açık
bir şekilde görmek" anlamına gelmektedir. Puligandla, Radhakrishnan'ın
felsefi konumunun yorumlamasında onun özsel olarak Sankara'nm maya hakkındaki
düşünceleriyle karşıtlıklar taşıdığını sö)emiştir. Radhakrishnan maya konusunda
ikinci binyılın sonuna kadar süren yanlış bir izlenimi doğrulamaya çalışmıştır.
Radhakrishnan
kozmosunun ontolojisi dinamiktir. Brahman etkindir. Ancak ne olursa olsun,
onun etkinliği bağımsız bir maddesel dünya oluşturma konusunu içermez. Bu,
Ramanuja'nın ikiciliği değildir. Gündelik dünya yalnızca onun etkinliğidir.
Aynı şekilde insanlar Brahman'ın etkinlik görünümleridir. Ancak Radhakrishnan
"daha yüksek bir ken- di"yi ayırır. Bu yalnızca mistik deneyim
aracılığı ile kavrana- bilmektedir ve bu durumda Atman, Brahman'dır. Onun düşüncesinin
bu görünümü Sankara'dan çok Ramanuja'yı anımsatmaktadır, çünkü onun ele aldığı
kendi mistik deneyim ile, başkalaşım içinde yok edilınenıiştir. Mokşa aracılığı
ile teslimiyet sağlanır. Burada maya, görünüm, Atman olarak kendi bir üstün
insan durumundaki kişidir. Radhakrishnan bunun için Aurobindo'nun yaptığı gibi
aynı geleneksel ifadeyi, Saf Varlık / Saf bilinç / Saf Mutluluk saccidananda
ifadesini kullanır.
Hint klasik
felsefesi hiçbir zaman için kendisine sunulan evrenin varlıkbilimsel durumunu
tam olarak analiz etmemiştir. Ancak ne olursa olsun, Radhakrishnan Batı felsefesi
temeli üzerinde on dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru gelişmiş olan Mutlak
İdealizm'i ele almıştır ve Oxford'daki yazıları F. H. Bradley'in çalışmalarının
başlangıç noktasını oluşturacaktır.
Varlığın yollarının
iki olanaklılığının bir temsili olarak Zihin / Beden ayırımını kabul ederek,
İdealistler düşüncenin maddesel gerçekl!ğini asimile etmişlerdir. Düşünce,
tutarlılık, doğruluk ve benzeri olarak bu tür kategorilerin konusudur. Eğer
kozmos özsel olarak düşüncesi, bu durumda mükemmel doğruluk ve uyum onu
karakterize etmelidir. Bu, Batıdaki İdealist okulların en radikal olanının
Mutlak'ının Rad- hakrishnan bir din retoriği içinde maddeyi şöyle ifade eder.
Biz Yüce olanın soyut ve kişisel görünümü göz önüne
aldığımız zaman onu mutfak olarak adlandırırız;
biz Yüce olanı kendiliğinden bilinçli ve
kendiliğin- den-neşeli varlık olarak düşündüğümüz zaman, tan- nya ulaşmz.
Gerçek tüm kişisellik ve kişisellik-dışı kavramlarm ötesindedir. Biz onu tüm
terim ve ifadelerin yetersizliğinin duyumunu göstermek için "Mutlak"
olarak adlandırırız. Biz onun her şeyin amacı ve varoluş temeli olduğunu
göstermek için "Tanrı" olarak adlandırınz. (Radhakrishnan, 1 929).
Gerçeğin bir
kavrayışı olarak bir bedene bürünmüş ve sınırlı varlıklar olarak bizim sınırlı
bir bakış açımızı nasıl aşabr liriz? Radhakrishnan, Hindu düşüncesinin uzun
süreli gelene^ ği içinde bize şöyle söylemektedir:
Meditasyon kendini-keşfetmenin [yani Atman'ın Brahman
olduğunu keşfetmenin] yoludur. Onun aracılığı ile biz zihnimizi kendimize
çeviririz ve yaratıcı merkez ile temas içinde oluruz.
Hint düşüncesinin
batılı okuyucusunun aklına gelen so^ ru, "eğer evren özsel olarak tin ise,
biz tin-olmayan olarak o^ nun görünümünü nasıl değerlendirebiliriz?"
olacaktır. Maddesel görünüm bir yanılsama mıdır? Bir kez daha maya'nın
yorumlaması içinde, eğer sıradan deneyim dünyasının yetkin dünyanın zayıf bir
temsili olduğunu hatırlarsak [Mutlak ile] uyum içinde olabiliriz düşüncesine
işaret edecektir. Burada ilk akla gelen mantık "birin gerçek olduğu, çokun
yanılsama olduğudur. Bir, çok içinde kendisini ortaya koymaktadır." Ancak
benim gibi batılı bir okuyucu için soru hala yanıtlanmamış görünmektedir.
Milyonlarca sefil
insan kendi çokluluklarından teslimiyete ulaşmanın bir yolunu bulma umudu
içindeyken, gerçek olan neden kendisini bir çokluk içinde açığa çıkarmalıdır.
Korkarım ki
Radhakrishnan'ın yazıları içinde açığa çıkarmalıdır. Korkarım ki
Radhakrishnan'ın yazıları içinde bile bu sorunun tam olarak yanıtı olabilecek
bir ipucuna rastlan mamaktadır.
Hint felsefesi
ikinci binyıl başlamadan çok önce kendine özgü bir biçeme sahipti. Ancak o
nihai ve sonsuz kişisel Tanrı düşüncesinden yoksundu. Tanrılar herkesin bildiği
bronz heykeller şeklinde canlı bir şekilde betimleniyordu. Hint tapınaklarının
dış avlularında çok sayıda hayvan ve bitki görüntüsü bulunuyordu.
Kişileştirilmiş Tanrıların ilk içsel alanı içinde çok renkli rölyefler ve
heykeller görünüyordu. Burada Vishmı'nun, Krisna'nın ve Shiva'nın görüntüleri
görünmektedir. Binanın merkezinde boş bir oda bulunmaktadır. Gri renge
boyanmış burada kişi bu dünyada kaybetmiş olduğu sadhu'yu görebilir. Burada
kendisi içinde Atman olarak, Brahman ile birlik arayışında olabilir.
Din ve felsefenin
bu kendini özgü bütünlüğü Budizm adı altında pek çok biçim içinde ortaya
konmuştur. Özellikle Çin ve Japonya'da Budizm düşüncesi çok yaygın bir yaşam
felsefesi olarak kabul edecektir.
Ancak zamanla bazı
değişiklikler olmuştur. Uzun süre önce değil, 1 960'1ı ve yetmişli yıllarda
genç Amerikalılardan oluşan küçük grupları safran cübbeler içinde,
lıavaalanla- rının bekleme salonlarında Budizm'i anlatırken görebilirdiniz.
Onlar büyülenmiş gibi görünmektedirler. Ancak onların heyecanı Batılı
ülkelerin uzak diyarlarındaki tekkelerle sınırlı kalmıştır. Buralarda Doğudan gelen
guru!ar bir arayış içinde olarak çok sayıda kişiyi aydınlatmıştır. Brahman ve
Atman temeline bağlı olarak Batı düşüncesi içinde büyük ölçekli çalışmalar
yapılmıştır.
Hinduizm neden
Batıda çok az temsil edilmektedir? Bu, Hint dünyasının tarihsel olarak direnç
özelliğine derin bir şekilde bağlıdır. İslamiyet ve Hıristiyanlık neredeyse
fark edilemez etkilerle onun üzerinde etkinlikte bulunmuştur. Hem Aurobindo
hem de Radhakrishnan Batı fincanından su içmişler fakat bunu kafalarına
dikmemişlerdir.
NOTLAR
1 Ben
özgün metin olarak Pulingandla'nın (
1975) yazılarını izleyeceğim.
2 Benim
bu bölümü çalışırken kullanmış olduğum metin ve yorumlar İngilizce
yazılmıştır. Pek çoğunun yazarı Hintli akademisyenlerdir. Burada birey, kendi
bilinçliliği bu yazarlar tarafından "ruh" sözcüğü ile ifade
edilmiştir. "Saf bilinçlilik" sözcüğü için Hintçe Atman, kelimesini
kullandım.
3 Hinduizm
çoğunluğu Müslüman olan Endonezya'da önemli bir yere sahiptir.
4 Bu
alıntılar Radhakrislman ve Moore (
194 7) yazıları içinden XVI. Bölümden alınmıştır.
s Aurobindo
evrimsel ideaların Hegel'den etkilendiği gözlemini D. N. Robinson'a borçluyum.
Aurobindo İngiliz eğitimi sırasında bazı İngiliz Hegelciferin etkisi altında
kalmıştır.
Bir gün Chang Chu
ve Chieh Ni birlikte tarlalarında çalışıyorken Konfüçyüs oraya gelmiş ve Tzu
Lu'ya onu kimin gönderdiğini sormuştu. O, bu kişinin Konfüçyüs olduğunu
söyledi. "Ne, Lu devletinin Konfüçyüs'ü mü?" "Evet" dedi
Tzu Lu, "O ırmak kenarının .nerede olduğunu biliyor. "1 Daha sonra
Chieh Nu "Sen kimsin?" diye sordu. "Ben Tzı'.i Lu'yum."
"Konfüçyüs disiplininden misin?'' "Evet, " diye yanıtladı.
"Tüm imparatorluk, " dedi Chieh Ni, "büyük bir yıkıma doğru
ilerliyor, ve onu kim kurtaracak? Prens için yaşayan bir adamı izlemek yerine,
dünyayı birlikte tutacak birini izlemen daha iyi olmaz mı? Ve o ara
vermeksizin toprağı çapalamayı sürdürdü. Tzı'.i Lu geri gitti ve bu
konuşulanları iletti. Konfüçyüs ona şaşkın bir şekilde baktı ve "Biz
kuşların ve hayvanların dünyasına katılamayız. Eğer yönetici sınıfın adamları
ile işbirliği içinde değilsek, kiminle işbirliği yapacağız? Eğer imparatorluk
içinde doğru ilkeler egemen olmazsa, bu durumda benim için onu kurtarma
gereksinimi yoktur." (AnalectsJ xviii: 6).
Çin ve Japonya'da
ikinci binyıl boyunca egemen olan felsefi düşünce, Hindistan'da gördüğümüz
felsefi düşünce ile bazı benzerlikler taşımaktadır. İsa'nın doğumundan önce sofistike
ve güçlü felsefi bir gelenek kurulmuştu. O, ilk binyıl boyunca işlenmiş ve
geliştirilmişti. İkinci binyılda daha sağlam bir yapıya sahip olmuştu. Bütün
bunlar yerli geleneklerden kaynaklanmıyordu. Budizm, ilk binyılın ilk
yarısında Hindistan'dan Çin'e gelmişti. O, Çinliler için çekici bir yapıya
sahipti çünkü Budizm'in bazı öğretileri Taoculuk öğretileri ile benzerlikler
taşıyordu. O, yaşamın egemen yollarının biri olmuştu. O, insan kavramı ve insan
ilişkileri ile ilgili olarak eleştirel incelemelerin uzun bir ardışıklığının
sonucu destekleyici bir felsefeye sahipti. İkinci binyıl boyunca bu yapısını
korumuştur. Konfüçyüsçüler ve Taocular'ın karşıtlığı eksik olmamıştır. Ancak
Çin ve )aponya'nın Batı Avrupa'dan uzun bir dönem boyunca soyutlanmış
olmalarına karşın, on dokuzunucu yüzyılın ortalarında Avrupalı filozoflar
bölgedeki çok sayıda entelektüel tarafından el üzerinde tutulmuştur. Aynı
zamanda, göreceğimiz gibi, bu etkileri reddedecek ve Çin'in geçmişine saplanıp
kalacak çok sayıda insan olmuştur.
Fung Yu-lan'ın ( 1
973) büyük çalışmasında olduğu gibi, Çin felsefelerinin tarihleri zengin ve
karmaşık bir okullar ve tartışmalar örnekleri içermektedir. Çin'deki güçlü
edebi gelenek dönemimizin akademisyenlerine ışık tutmaktadır. Böyle bir
çalışmada uzun soluklu tartışmaların ve düşüncenin yalnızca ana hatları ortaya
konabilir.
Çin ve Japonya'daki
felsefeyi tartışırken bizim gereksinim duyduğumuz şey, onun kökeninden çok,
yaşam reçeteleri şeklinde olan felsefe ile bu reçetelerde kullanılan kavramların
eleştirel bir incelemesi olan felsefe arasındaki ayırımı ortaya koymaktadır.
Bu ayırım, Çin entelektüel kültür tarihinin her bir dönemi içinde damgasını
vurmuştur. Konfüç- yüs temel olarak bir "yaşam şekli" filozofu idi.
Konfüçyüsçü politik ve ahlaki felsefenin oluşumu görevini üzerine alan Mencius,
insan doğasının kavranmasının ve onun potansiyelini tatmin edecek yaşam
şeklini belli bir şeklinin desteklenmesi içinde tartışmasını geliştirmiştir.
Modern zamanların büyük ithal düşüncesi olan Marksizm Çin düşüncesi üzerinde,
kısmen güçlü pratik yönü nedeniyle, insan yaşamının analizini yapıyor
görünmesi nedeniyle, böyle bir çekim sağlamıştır. Burada nasıl yaşanacağını ve
tek doğru yaşaııtınm neden bu olduğu yer almaktadır.
Konusal olarak
bakıldığında, Çin felsefesi politik yaşantının temel .sorunları ile ilgili
olmuştur. Filozoflar kozmik bir ölçekte metafizik ya da etik ile ilgili
olmamışlardır. Bu konulardaki çalışmalar Hindistan'da ve Batıda ele
alınmıştır. Çin'de daha ağırlıklı olarak insan ve devlet arasındaki ilişkiler
üzerinde çalışmalar yürütülmüştür. Bu, yurttaşlar ve yöneticilerin
ilişkilerini onaya koyan bir yapıdır. Konfüçyüs'ün yaıı- larında temel olarak
bu ilişkileri yansıtan öğeler bulunur.
Ben kitabın bu
bölümünde bazı yazarlardan aldığım başlıklar altında Çin düşüncesini ortaya
koyacağım. Çin'de, Japonya'da olduğu gibi, "öğretmen" ve
"öğrenci" ilişkisi ya da disiplin bu güne kadar gelen büyük bir öneme
sahip olmuştur. Japoncada "öğretmen " sözcüğü sensei'dir, ancak o
yalnızca bilgi veren kişiden çok daha büyük bir anlama sahiptir. Sensei, eş
seçimi hakkındaki tavsiyeleri içerecek şekilde pek çok konuda öğrenciler
üzerinde büyük bir etkileme gücüne sahiptir. Çinli bilgeler, Hıristiyanlık ve
İslamiyet dünyasının büyük düşünürlerinde olduğundan çok daha doğrudan bir
şekilde öğretmen olarak onurlandırılırlar. Konfüçyüs ve Mao Tse-tung arasında
iki bin beş yüz yıllık bir zaman dilimi olmasına karşın "büyük
öğretmen"e olan saygılı tutum lıiç değişmemiş bir şekilde kendini belli
etmektedir.
Aristo'dan 200 yıl
önce, MÖ 5 51 yılında doğmuş olmasına karşın Konfüçyüs'e atfedilen yazıların
güvenilebilir olduğunu söyleyebiliriz. Creel, ( 1969:25) Konfüçyüs'ün hem
hayranlarının ona soylu bir paye sağlamaya çalıştıklarını ve karşıtlarının ise
onun söylediklerini daha az çekici ve daha az mantıklı olarak yeniden
yorumladıklarını belirtmiştir. Kon- füçyüs, çok önemli yönetim görevlerinde
bulunmasına karşın, etkin bir politik yaşantı içinde olmuştur. Onun büyük
etkisi öğrencilerinden gelmektedir. Onun öğretici uygulaması derece derece bir
okul biçimini almıştır ve ona katılan yetenekli ve zengin ailelerin çocuklarının
yönlendirmesiyle büyük bir etkiye sahip olmuştur.
Konfüçyüs'ün
yaşadığı dönemde Çin toplumu çeşitli kısımlara ayrılmış bulunuyordu. Toplum
toprak sahipleri ve köylüler olarak iki ana sınıftan oluşuyordu. Toprak sahibi
sınıf da askerler ve yöneticiler vardı. Bu yapı Konfüçyüs'ün öğretilerinin
arka planında ne olduğunun bilinmesi açısından ..önem taşımaktadır. Dünyanın
diğer bölgelerinde olduğu gibi, buradaki toplumsal, ekonomik ve pragmatik
bölünmeler aile ile birlik içinde olmuştur. Burada doğumdan gelen ayrıcalıklar
önem taşımaktadır. Konfüçyüs'ün yaşadığı dönemde üst sınıfın üyeleri arasında
bozulma hakimdi ve onlar insan yaşantısının daha iyiye gitmesinin olanakları
konusunda en fazla desteğe gereksinim duyan kesimi oluşturuyorlardı. Sosyal
konumdan kaynaklanan kibir ve gurur bu kesim içinde egemen olan düşünceydi.
Oysa onların da yerine getirme zorunluluğu bulunan işleri yapmaları
gerekiyordu. Konfüçyüs'- ün amacı bu rolleri yerine getirecek yeni insan
türleri yaratmak için yollar bulmaktı. Onun okulunda verdiği eğitimin temel
noktası buydu. O, MÖ 479 yılında öldüğünde acaba başarılı mı, yoksa başarısız
mıydı? On yılını Konfüçyüsçü Tarzı benimsemeye ikna olabilecek bir yöneticiyi
aramak amacıyla geçirmişti: Konfüçyüs'ün kendisini dinleyen tek kişi- ni:ı
yönetim konusunda çok yetersiz bir yapıya sahip olduğu için bezginlik içinde
orayı terk ettiği söylenmektedir. Onun öldüğü dönemde projesinin hiçbir işe
yaramadığı söylenmiştir. Ancak iki bin beş yüz yıl sonra biz çok farklı bir
şekilde bakmalıyız. Onun Çin'deki etkisi ölümünden sonra sürekli olarak artmış
ve asla tanı olarak kaybolmamıştır.
Seçmeler ilk
okumada anekdotlardan oluşan ve didaktik bir yapıya sahip olarak insanı
çarpmaktadır. Bu, nasıl yaşanması gereği üzerine bir el kitabı niteliğindedir.
Konfüçyüs ve dostlarının tanıdığı belli insanların karakterleri üzerine yorumlamalarda
bulunulur. Ancak bu yapay bir izleninı1olacak- tır. Konfüçyüsçü yaşam kavramı
desteklenmemiş bir dogma değildir. O, insanın doğası ve birlikte yaşam
olanaklarının analizi üzerine temellenmiştir. O, bilginin bireyselci olmayan
bir kavramına bağlıdır. Onun sistematik bir eleştirel yapı içinde olması için
Mencius'un çalışmasına kadar beklemek gerekir. Bu çalışma kavramsal analiz ve
deneysel gözlemlerin bir birleşimi ile geliştirilmiştir. Konfüçyüsçü dünya
ideali aynı zamanda olanaklı bir dünyadır. O, insan doğasının yansımaları
üzerine temellendirilmiş olduğu için, politik idealar kitapta vatandaşların
gücünün birlik içinde olduğu ideal bir işbirliği biçimini önerir. Biz en
azından Konfüçyüsçü düşüncenin böyle olduğunu söyleyebiliriz. Azizlere özgü bir
erdemden çok, sıradan bir ılımlılık böyle bir dünyanın oluşturulması için
gerekli görünür. İkibin beşyüz yıl sonra bu öngörü doğruluğundan hiçbir şey
kaybetmeden kalmayı başarabilmiştir.
insan doğasmm
analizi
Konfüçyüs'ün ideal
yaşam koşullarının analizinin iki uç noktası bir tarafta insan bireyleri ve
diğer tarafta onların yarattığı toplumlardır. Onların her ikisi de gerçektir
fakat toplum onu oluşturan insanların birleşik ve kolektif hareketlerinin bir
ürünüdür. İnsanlar toplumsal varlıklar olmanın dışında var olamazlar. Ancak
bir toplumda kendi üyelerinin bağımsızlığı ile var olamaz. Konfüçyüsçü
kavramlar insan doğasının düşünceleri ile kendi içeriklerine sahip olurlar.
Üç
yönlendirici Konfüçyüsçü kavram
Konfüçyüsçü
öğretinin içeriği üç temel kavram içinde ifade edilebilir.
CHUN TZÜ Bu ifade
niteliğin bir insanını ifade eder. Onun bizim dilimizde "centilmen"
sözcüğündeki üstü kapalı anlama sahip olduğu düşünülebilir.
Usta der ki:
"Soylu zihinli bir adam bir tamamlama
değildir" (Analects,
il: 12)
Usta der ki: "Soylu zihinli olanlar her şeyi
kuşatıcıdır, öğretiler arasına sıkışıp kalmamıştır. Küçük insanlar öğretiler
arasına sıkışıp kalmışlardır. " (Ana- lects, il: 1 4)
Konfüçyüs'ün
yazılarında yer alan ve disiplininin önerdiği yapı Çin düşünce dünyasında
derin bir değişim yaratmıştır. Orijinal olarak chün tzü iyi bir ailenin ferdi
anlamına gelir. Bu Batıda şimdi anlaşıldığı anlama göre böyledir. Fakat
Konfüçyüs'e göre, terim davranış ve karakterin doğru niteliklerini
göstermelidir. Bu nitelikler nelerdir? Bu bizi ikinci yönlendirici Konfüçyüsçü
kavrama taşır.
LI Konfüçyes'e
göre, bizim davranışlarımız gelenekler, kurallar ve toplumsal uygulamalar,
bunların arasında özellikle geleneksel saygı kuralları vardır, toplamı içinde
çerçevelendiği zaman en iyi şekilde yaşamış oluruz. Bu sav, yalnızca pratik
psikolojinin genel bir ifadesi değil, aynı zamanda ahlaki bir ilkedir. Li sözcüğünün
kök anlamı kurban etme, fedakarlıktır. Bu, iyi davranış modellerinin
geliştirilmesi ve işlenmesi için bir başlangıç noktası olarak görülebilir. Bir
centilmenin davranışının bu karmaşıklığa ve bilgeliğe ulaşabilmesi için böyle
bir doğru davranış modelinin geliştirilmesi gerekir.
"Yaşamda onlara fAnnebabanıza] Ritüe/'e göre
hizmet edin" diye yanıtladı Usta.
"Öliimde onlara Ritüel'e göre hizmet edin. Ve
Ri- tüel'e göre onlara takdimde bulunun." (Analects, 11: 6)
Aile yaşantısının
ritüelleri, toplum yaşamının ritüelleri için model oluşturur. Bizim saygımız
hangi yöne doğru yönlendirilmelidir?
Daha önce görmüş
olduğumuz gibi, li konusunda yeterli olan herhangi biri gerçekten
centilmendir. Geleneksel çerçeve içinde yaşama konusunda başarısız olmuş soylu
bir doğuma sahip insanlar bu yapıya değer bir durum içinde olmayacaklardır.
Ancak iyi bir
yaşantı oluşturabilmek için yerel gelenekleri yerine getirmek yeterli
değildir. "Yapılan şey" ahlaki incelemedir. Konfüçyüs düşüncesinin
merkezinde bazı yöresel ifadeler bulunmaktadır, çünkü ahlaki incelemenin
temeli, yerel geleneklerin yerine getirilmesidir. Li, ahlaki sezgilerin hem
kaynağı hem de ürünü olarak görünmektedir. Bu, yakından incelendiğinde belli
ilkelere bağlı olmaktan çok pragmatik bir yapıya bağlı olduğu görülmektedir.
TAO Bu kavram daha
sonraki Çin düşüncesinde pek çok biçimde görülecektir. Konfüçyüs'ün yazılarında
yer alan nüanslarda bu konuda izler bulunur. Creel, Konfüçyüs'ün kendi
düşüncesi içinde tao'nun sıradan bir yorumlamasını vermemiz gerektiğini
önermektedir. Yapılması gereken şey de yalnızca Yolun ne olduğudur.
Li yalrnzca saygı ve ahfakfıfık ofarak
yorumlanmasına karşın, Yol bir yandan bunları içerirken, diğer yandan bireyin
etik kodunu ve yönetim modellerini içerir. Her insanm kendini-gerçekleştirmesi
için mümkün olan en fazla ölçütte iyi olmak gerekmektedir. (Creel, 1969:33).
Konfüçyüsçü Yol
insan davranışı içinde mutlak bir tür olarak tanımlanmıştır. Özellikle feodal
sistemin zorluklarını aşmak için Yolun bulunması gerekmektedir. Bu, bir Konfüç-
yüsçü'nün adil olmayan ve sömürücü yöneticilerine karşı durmak gibi ahlaki bir
göreve sahip olduğu anlamına gelmektedir. Onları eleştirmek ve davranışlarını
değiştirmek gerekmektedir. Ancak eleştiren için hiç hoş olmayan, hatta ölümcül
sonuçlar doğurabilir.
Usta
dedi ki: "öğrenmeyi sev ve ona derin bir şekilde güven. Erdemin ve
iyifikseverliğin Yolunu ölünceye kadar koru. Asla tehlikeli bir iilkeye girme,
ve asla karmaşa içindeki bir ülkeye yerleşme.
Tüm
Cennet Yol üzerinde bulunduğu zaman, kendini bilinir ktl; ve Yol kaybolduğu
zaman, saklı kal.
Yol
senin ülkeni yönettiği zaman yoksulluk ve ahlaksızlıkta utanç vardır; ve senin
ülkende Yol kaybolduğu zaman, zenginlik ve şöhrette utanç vardır"
(Analects, Vlll: 13)
Bu etkili sözcükler
Çin düşüncesi içinde bir yer bulmayı sürdürmüştür. Ancak daha sonra
göreceğimiz gibi onlar zaman içinde bazı anlam değişikliklerine uğramaktan
kurtulamamıştır.
Her ne kadar üç
yönlendirici kavramın da anlamı iyi kötü açık olsa da, Konfüçyüs'ün yazılarında
hiçbir ortak temel bulunmamaktadır. Onlar kavramsal bir birlik içinde bütünleşmişlerdir.
Onların birbirleriyle olan ilgileri pragmatik- tir, ve iyi-yaşamın yollarına
katkıda bulunmaktadır. Konfüç- yüs'ten iki yüz yıl sonra yaşamış olan Mencius
onun yazılarını ve öğretilerini eleştirel ve tamamlanmış bir Konfüçyüsçü
felsefe şeklinde toplamıştır.
Eğer Konfüçyüs
kendi adıyla ortaya çıkmış olan hareketin "babası" ise, Mencius da
onun "fılozofu"dur. Temel konular olan chün tziı, fi ve tao'yu ifade
etmek için gerekli olan kavramsal zorunluluklar üzerinde çalışılmıştır. O, MÖ
372 yılında doğmuş ve MÖ 289 yılında ölmüştür. Menci- us, Konfüçyüs'ten bile
daha fazla bıkmak usanmak bilmez bir şekilde çalışmıştır. Mencius yaşamının
büyük bir bölümünü günümüz Çin'inin politik mozaiğini oluşturan yapı içinde çalışmalarda
bulunmakla geçirmiştir. O, Çin'deki devletlerin yöneticilerinin bazılarının
danışmanı olarak ciddi görevlerde bulunmuştur.
1. A. Richards ( 1
932) çok iyi bilinen kitabı Mencius on the Mind'da Mencius'un ortaya koyduğu
bazı karakteristik özellikleri anlatmaktadır.
a) Onlar ikna
edici bir amaç ile belirlenmektedir/er.
b) [Muhalifleri
ile] farklilık noktalarını ortaya koy-
ma amaçları yoktur. c) Rakibinin tartlşma biçemine
dikkat edilmiştir. Bunlar delillerle çürütmede ku{{a- mlacakttr. Ancak bunlarda
özeJ/ik/e hata bulunması amacıyla inceleme yapılmayacaktır. (Richards, 1932:
55).
Mencius'un ortaya
koyduğu şey bizim yaşantımızı şekillendirmesi gereken temel ahlaki ayırımların
belli bir bakış açısıdır. O, Cennetin soyluluğu ile insanların soyluluğu arasında
ayırım yapar. İnsanların soyluluğu bir dünyasal güç seviye ve etki
niteliğidir. Cennetin soyluluğu ise bir karakter meselesidir:
"iyiliksever, dürüst, yüksek derecede ilkeli ve inançlı ve iyi olmak için
yorulmak bilmez bir çaba içinde olan" (Mencius in Legge, 1 895:6( 1 ),
16.1). Creel, "bu yüceltme yalnızca bir soyut ilke meselesi değildir.
Koşullar her ne olursa olsun özellikle aristokratlar ve yöneticiler tarafından
bunun yerine getirilmesi gerekir" ( Creel, 1 969: 77)
Mencius'un etiği
iki ekstra-etik konuya bağlanmıştır. O, insanların yaşam standardı ile ilgili
olarak, erdem olanak- lılığına sıkı sıkıya bağlıdır. Açlık çekmek doğru
davranma düşünceyi sahip olmayı olumsuz olarak etkilenmektedir. Ancak ekonomik
durum, erdem sahibi olup olma konusunda tek başına yeterli bir koşul değildir.
Bunların öğretilmesi gerekmektedir.
İkinci kol,
geleneklere saygıdır. O, doğru yaşam modelleri için tarihsel olarak daha önce
meydana gelen olgulara bakmaktadır. Bu, insan doğasının her yerde aynı olduğu
ve iyilik kapasitesine sahip olduğu savı ile bağlantı bulunmaktadır. Eğer
ikisi Yolu bulursa, doğal iyilik yetenekleri fılizleye- cektir.
Mencius'u anlamak
için 1. A. Richard'ın yapıtından iyi bir kaynak yoktur ve ben onu yakından
gözler önüne sermeye çalışacağım. Konfüçyüs düşüncesinin açıklanması görevinde
olduğu gibi, Mencius'u anlamanın, onun öğretilerinin lezzetini alabilmenin en
iyi yolu kullanılan ve üzerinde yorum yapılan başlıca kavramları açıklamaktır.
Bu kavramlar onun felsefesi ile ilintilidir. O, bu kavramlar ile, Konfüçyüsçü
ahlak felsefesine insan doğası içindeki ussal temelini oluşturacaktır.
HSING Bu sözcük her insanın zihinsel olarak
aynı ol
duğunu ortaya
koymaktadır. O, insan varlığını hayvanlardan ayırt etmektedir. Bu, yalnızca
entelektüel yetenekleri ve kapasiteleri değil, aynı zamanda eyleme yönelik
itici gücü de içermektedir. Bunlar iyi ve doğru hareketler ya da kötü ve
yanlış hareketler olarak belirlenir. Hsing erdemli ya da kötücül davranışların
dışsal koşullara bağlı olduğu düşüncesine ivme kazandırmaktadır. Özellikle
ekonomik koşulların ve yönetim uygulamalarının bunda etkili olduğu
düşünülmektedir.
Bu itici güçler
doğru ve yanlış duyusu ile evrensel bir şekilde ortaya konulmaya
çalışılmaktadır (Richards, 1 932: 67). Ancak bunlar henüz erdem değildir. Onlar
olgunlaşmış insan varlığının ahlak olarak nitelikli görünümleri ve erdem
gelişimleri için gerekli olan psikolojik öngörülerdir. Menci- us'a göre, bu
ilkel eğilimler evrenseldir. Doğru toplumsal koşullar içindeki uygun eğitim,
erdemin evrensel gelişimini yönlendirecektir, çünkü onlar insan psikolojisinin
evrensel özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Bu çıkarımlar aşağıdaki hatlar
boyunca ilerlemektedir.
Biz, eğitim ile,
acımaya yönelik doğuştan gelen özelliğimiz nedeniyle ]en erdemini
geliştirebiliriz. Bu, platonik aşka benzer bir anlam taşımaktadır. Bu, diğer
insanlara sempatik ve çıkarsız bir şekilde bakma erdemidir. Onların ne hissedebileceğine
yönelik olarak empati yapma ile ilgili bir duygudur. Richard'a göre, bu
Konfüçyüs'ün kişinin kendi ailesine hizmet etme öğüdüne benzer destekleyici bir
durumdur ve bu kez göreceli olarak daha genel bir model oluşturmaktadır.
Utanmaya yönelik
doğal bir eğilim duyma nedeniyle biz Y erdemini geliştirebiliriz. Bu, utanma
konusuna daha fazla yoğunlaşmamız anlamına gelmektedir. Özellikle toplumsal
görevler açısından başarısız olunduğunun hissedildiği durumlarda ahlaki
rahatsızlık hissetmede bu önem taşımaktadır.
Li erdeminin
gelişmesi için, saygı gösterme yönündeki doğal eğilim önem taşır. Bu,
ritüellerinin yerine getirilmesinde iyi davranış ve anlamına gelmektedir. O,
ayrıca kişinin toplumsal bir dünya içinde kendine uygun olan yeri kavraması,
ve böyle bir yere uygun olan doğru davranışta bulunması anlamındadır. Richards
( 1932:70) "Mencius iki karakter çifti kullanır: 'uyum-saygı zihni' ve
'reddetme-bedelini ödeme zihni.' Bunlar ifade ettikleri erdemleri ve toplumsal
kullanım karmaşık örneklerine eklenmişlerdir.
Doğru ve yanlışa
ilişkin doğal duyu Chih'i geliştirir. Bu erdem, özellikle toplumsal ve ahlaki
konularda yargılamada bulunma ve ayırım yapmada gösterilir.
Richards'a göre,
zihnin iyiliği dört erdem olarak, ya da toplumsal ve ahlaki eğilim olarak
düşündüğümüzde, zihnin r yiliği kişinin kendi kendini geliştirmesine yönelik
zihin eğilimidir yalnızca. Söz konusu olan toplumsal erdem gelişiminde kendini
geliştirme, batılı "kendini-gerçekleştirme" duyusu ile aynı değildir.
Bu duyu içinde erdemin gelişimi doğal bir eh kinlik olmasına karşın, o bir
rehbere gereksinim duyar. O, bilgi temeli üzerine bir üstünlük hesaplamasının
sonucu değildir. Biz, herhangi bir faydacı nedenle toplumsal erdemleri elde
edemeyiz.
CH'I Bu,
"yaşamsal tin", her şeyi kapsayan "buhar" ya da
"nefes" gibi bir şeydir. O, "bedeni doldurur." Richards bunu
"istenç" olarak çevirmiş olsa da Hsing (zihin) ile neredeyse
eşanlamlı olduğunu söyler. Hsing ve ch'i arasında karşılıklı bir eylem vardır.
Richards bazı koşullarda istenç ya da zihnin ya da başka bir deyişle ch'i'nin
baskın olduğunu söylemektedir. Sonuç olarak, Hint karma kavramı içinde
ch'i'nin doğru yaşam ile bir paralelliği vardır.
Mencius'un insan
karakterinin yapısının kavramı kişinin doğasında bulunan özelliğinin bir
örneğinin genel bir ideası üzerine temellenmiş gözükmektedir. Eğitim ve deneyim
ile bu elde edilebilir. Kişinin eğilim ve kapasitesinin toplamı hsing altında
anlaşılmıştır. Ancak eğilimin eğilimli olmayan bir şey içinde yerleşmesi
gerekmektedir. Bu kişi içinde dayanıklı olan ch'i'dir. Çağdaş bir örnek vermek
gerekirse bir müzikal alet çalma yeteneği beden içinde sürekli bulunan bir
durum içinde yerleşmiştir, o pratik yaparak elde edilecektir.
Çizimle göstermek
gerekirse, olgun insanın zihin / karakteri aşağıdaki gibi bir yapıya sahiptir.
Ch'i
Hsing
Jen y Li
Chih
Töz
Yerleşme
Eğilim ve
yetenekler
Erdemler
Sevgi utanç iyi huy doğru
I yanlış
Burada toplumsal ve
politik bakış açısında sunulan bir ahlak felsefesine sahibizdir. Onun kökeni
psikolojidir. Ch'i, erdemlerin bulunduğu Hsing'de yerleşmiştir.
Mencius,
Konfüçyüs'ten farklı olarak yalnızca psikoloji temelinde değil, aynı zamanda
kavramsal şema analizinde bulunarak politik yaşam konusunda çeşitli ilkeleri
sistematik bir yapı içinde ortaya koyar.
Çin'de,
Hindistan'da olduğu gibi, akademisyenler, ilk binyıl ve öncesinin yazılarına
dayalı olarak birbirinden ayrı, bölünmüş okulların ve yapıların olduğunu
söylemektedir. Bu ayrılık durumu özellikle Taoculuk için doğrudur. Taoculuk
Konfüçyüsçülük ve Budizm'den farklı bir yapıya sahiptir.
Konfüçyüs'ün
ölümünden sonra iki yüzyıl geçtiğinde iki Taocu sınıf bulunuyordu. Lao Tso'nun
kitabı, daha sonra yayınlanmış olmasına karşın MÖ 400 yılından itibaren söylenmiş
olan düşüncelerin bir derlemesidir. Diğer büyük çalışma Chuang Tso'nun
kitabıdır. Yaklaşık MÖ 300 yılında öldüğü düşünülen Chuang Tsu küçük
devletlerin birinin alt kademeden bir yöneticisi olduğu bilinmektedir. Onun
hükümdar Ch'u'nun yüksek dereceli bir yöneticilik teklifini reddettiği bilinir.
Bu gerçekten de Taoculuk düşüncesinin politik felsefesine çok uygun bir
davranış olmuştur. Dönemin tarihçilerine göre, Chuang TsO Kitabı da bir
derleme olarak bilinir.
Benim
"kök-Taoculuk" olarak adlandırdığım şeyi anlamının anahtarı klasik
Taocu derlemelerinde yer alan "Tao" ifadesinin anlamında
bulunmaktadır. Konfüçyüsçü yazılarda "Tao" "Yol" anlamına
gelmektedir. Hükümetlerin yönetimi ve bireylerin davranışının uygun biçimleri
için izlenmesi gereken yol anlamındadır. Taoculukta bu kavram hem daha geniş
hem de daha derin bir yapıya sahiptir. Tao yalnızca bir yöntem ya da uygulama
değil, bizim sahip olduğumuz ya da yoksun olduğumuz bir şeydir.' O, ayrıca
evrenin varlığı olarak da bilinir. Ch'en Ku-ying'e ( 1 977) göre Tao'nun üç tane
açık şekilde ayırt edilebilir fakat birbiriyle bağlantılı anlamı klasik
kitaplar için bulunmaktadır. Bu, metafiziksel bir gerçekliktir. Bu, bir tür
doğal yasadır. Ve bu insan yaşamı için bir ilke ya da örnek türüdür. Eğer her
şey birin görünümleri ise, bu durumda uyum egemendir. Biz Lao Tsu'den alınan
aşağıdaki alıntı ile ilk duyunun örneklerini görebiliriz.
Tao
ne kadar da anlaşılması olanaksızdır! O, her şeyin geçmişteki atası olarak
görünmektedir (Lao Tsü, := 600 [ 1937]: 19).
Etkin
kuvvetin en güçlü görünümleri Tao'dan akar gibi görünmektedir. (a.g.e.: 20)
Tao her şeyi
üretmektedir. (a.g.e.: 22)
Taoculuğun kök
düşüncesi her doğal şeyin zemini ya da evrensel töz olarak Tao ideasını
içermektedir. Bu, evrensel olarak sabitlenmiş olan bu zeminin başka bir
sorusunu ortaya çıkarır. Bu döngüsel değişimin de temel olduğu görünmektedir.
Tao'nun
başlangıcı ya da sonu yoktur. Şeyler ö/iir- ler ve doğarlar ...çürüme gelişimi
izlemektedir, ve tamlık boşluğu izler: bir son olduğu zaman aynı zamanda bir
başlangıç da bulunmaktadir ...Tüm ya- ratımlarm varlığı dörtnala giden bir at
gibidir. Her harekette bir değişim vardır. Onlar her an değişmektedir. (Chuang
TsCı, yak. MÖ 300: 6.1 1 a)
Yalnızca sürekli
değişim yoktur, aynı zamanda değişim döngüseldir.
Nesnelerin
tüm fark// türleri oluşum ile birfJirlerine dönüşürler. Onların başlangıç/an ve
bitişleri kırık olmayan bir halka gibidir. (a.g.e.: 9.7b)
Böylece
metafiziksel kökleri olan uygun bir öğretiye sahip oluruz. Burada en derin
gerçekliğin elde edilen bilgisinin olanaklılığı olarak kuşkuculuğun sıkı bir
ifadesi bulunur.
Tao, yaradılış
içindeki her türden tüm gerçek varlıkları içermekle kalmaz. Tao, her şeyi
ortaya çıkaran olarak, bölünmeyen, değişmeyen bir bütündür. İnsan varlığı
Tao'nun görünümleri ya da parçalarıdır. Bu nokta bir kez kavrandığı zaman,
özellikle ölüm ve çürüme konusunda, bizim kaygı duymamıza gerek kalmaz.
Evrende
her şey birdir. Bütün ile ayrılmaz bir birlik oluşturulmuştur. Bedenin
parçaları tozdan ve kirden, ölümden ve yaşamdan, sondan ve başlangıçtan daha
fazlası olarak, günün ve gecenin birbirini takip etmesi gibi bir oluşum
içindedir. Onlar kendi dinginliğini rahatsız etmeyecek bir güçsüzliiğe sahiptir.
(Chuang TsCı, 7.18b)
Tao'nun Doğa ile
özdeşleştirilmesi genel olarak inanılması güçtür, çünkü Taoist bilgeliğin
öğütlerinin bazıları insanoğlunun "yapay çalışmalara sırtını dön ve
Doğayı düşün," olarak yorumlanabilir. Ancak bu basit bir özdeşlik
değildir, çünkü Tao kendi içinde isterse aydınlanmış ve bilgilendirilmiş olsun,
herhangi biri tarafından bilinemezdir.
Tao kendi
görünümleri içinde isme sahip değildir ...
Tao
düzeni yarattığı zaman, o isimlendirilebilir olur (Tao Tsfı, yak. MÖ. 600
[ 1937]: 21).
Kök-Tao'nun ölüme
olan yaklaşımı doğrudan doğruya birlik öğretisinden kaynaklanır. Chuang Tso
Kitabı'nda bulduğumuz aşağıdaki alıntıda bu yaklaşım tekrar edilerek ifade
bulmaktadır:
Yaşam
geldiği zaman, bunun nedeni onun böyle olması için zamamn gelmiş olmasıdır.
Yaşam gittiği zaman, bu olaylarm doğal sırasıdır. Her şeyi sakinlikle kabul
etmek için olayların doğal sıralaması ile uyum içinde olunması gerekmektedir.
Antik dönemde yaşayanlar bunu "kölelikten kurtuluş" olarak
adlandırmışlardır. {a.g.e.: 1, 248).
Bilge
adam evren boyunca kalbinde ışık ile dolaşır. Burada hiçbir şey kaybolmamışttr
çünkii her şey kuşatılmıştır (a.g.e.: 242-3)
Burada
doğal bir yasa olarak Tao'ya sahibizdir.
Bundan hangi ahlak
felsefesi elde edilir? O, erken dönem Taoculuk, en dingin ve
göreceliliktir..Tao'yu anlayan kişi, ahlaki tutum açısından görecelidir.
"Her bir birey için, farklı bir 'doğru' ve farklı bir 'yanlış' vardır.
Böylece Doğru ve Yanlış, İyi ve Kötü gibi ahlaki karşıtlıklar
bulunmaktadır" (Creel, 1982:3).
Wu-wei
Bu ilkeden wu-wei
öğretisi için kısa bir basamaktır: eğer siz hiçbir şey yapmazsanız, her şey
başarılmış olacaktır. Aşağıdaki bölüm canlı bir şekilde kök-Tao ahlak
felsefesini ifade etmektedir.
Küçük
insan kendisini kazancın peşine adar, üstün insan tüm varlığı ile ün için
mücarfele ı: Jer. Onlarm insanoğlunun normal duygularrm ve doğalarrm terk
etmelerinin nedeni tama.11en rarklıdır, fakat trrk ettikleri şeyde uygun insan
davramşı olarak aym şeyi yaparlar. Bu durumda şöyle söylenebilir: "Küçük
insan olmayın, böylece varlığımızm özünü yok etmemiş olursunuz. Ve üstün insan
da olmaya çalışmayın. Doğal süreci izleyin. Onun eğri ya da düz oluşunun
önemi yoktur, her şeye sizin içinizde bulunan doğanın büyük güçlerinın ışığmda
bakın. Etrafınıza bakın! Mevsimlerin ritmi ile kendinize ahenk kazandmn. Onun
'doğru' ya da 'yanlış' olarak ad- landmlmasmm ne önemi vardır? Sizi k1S1tlayan
bağlardan kurtulun, kendi düşüncelerinizi yaşayın, yalnızca Tao ile eğilin. (Chuang
TsO: 9.23a)
Burada en dingin
ahlak felsefesi açık bir şekilde tanımlanmıştır. Bu, Konfüçyüsçülüğün reformist
eğilimine göre keskin bir karşıtlık taşımaktadır. Tao'nun takipçileri yönetim
görevi almak amacıyla yöneticilerin iki dudağının arasmdan çıkaczk sözcükleri
takip etme arayışı içinde değillerdir. Onlar balık avlamayı ve sebze
yetiştirmeyi tercih etmişlerdir.
Kök-Tao ahlak
felsefesinin merkezinde wu-wei kavramıdır. Yönetmek yerine balık tmınayı
tercih eden kişi-hiçbir şey yapmamayı seçmiştir. Ancak bu şekilde hiçbir şeyi
başarmış olmaz mı? Taoculara göre hayır. Wu-wei paradoksal bir ilke taşıyor
gözükmektedir. "Hiçbir şey yapılmadığında, yapılacak hiçbir şey yoktur.
" Daha akademik bir tarzda söylemek gerekirse wu-wei yoruma göre
değişiklik gösterebilmektedir. Kişi wu-wei'yi nasıl yapar? Kimse mutlak olarak
hiçbir şey olanı tam ;)(arak yapamaz. Bunun ötesinde, Tao düşüncesinde en
iyisini yapmak için belirli bir düşünce geliştirilmesine izin yoktur. Buna
yanıt her şeyin zemini olarak Tao'nun dinamik karakteri içinde gibi
görünmektedir. Sürekli bir değişim oluşumu varsa, ve "eşit derecede iyi
olan on bin dönüşüm varsa, bazı insan varlıkları onu gerçekleştirme çabası içinde
olur, daha sonra Tao kendisine bakacaktır. Olan şey Yolun gerçekleşmesidir.
Hareketsizlik
erdemi
The Book of
Lao-Tsü
kitabında akıllı yöneticiyle ilgili o^ !arak "hareketsizlik uygulamaları
ve sonuç olarak uygun bir şekilde yönetilmiş olan hiçbir şey yoktur"
ifadesi yer alır. Bu bana iki açıdan mantıklı görünüyor. Birincisi onlar zaten
de^ vam ettiği için bazı kurulmuş doğruluğa sahip olan olgulara müdahale
etmenin bir uyarısıdır. Bu öğüt tüm yöneticilerin kalplerinde işlenmiş olması
gereken bir aforizma içinde Zdpt edilmiştir: "Eğer o kırılmamışsa, onu
tamir etme." Diğer anlam "Tao'da inanç sahibi olmak" gibi bir
şeydir. Tao sürekli^ dir fakat hiçbir bireysel insanın sahip olmadığı
şekillerde değişmektedir. Bu düşünce başka bir faydalı aforizma içinde zapt
edilebilir. "Onları kendi hallerine bırak." Tao'nun kuşkucu görünümü
açıktır. "Doğru ve yanlış arasındaki bir ayırımın nasıl olması gerektiği
konusunda Tao anlaşılması zor bir düşünceye sahiptir. Doğru ve yanlış
arasındaki bir ayırımın olması gereken konuşma nasıldır? (Fung Yu-lan'dan
alıntı, 1923, Creel, [ 1 982: 53]). Eğer Tao'da doğru ile yanlış arasında
hiçbir ayırım yoksa, bu durumda doğruluğu tercih etmekte bilgece bir karar
vermenin gerçekte hiçbir oluşumu yoktur! En iyisi hiçbir şey yapmamaktır.
A/çakgönül/ülük
paradoksu
Ancak ne olursa
olsun, Tao'nun gerekli olmayan davranışlardan kaçınma hareketi, kök-Tao'nun
varlıkbilim ve bilgi kuramı ile uyumlu olarak görünmektedir. Aynı temel noktadan
yola çıkarak karşıt ahlak konumuna ulaşmak olanaklıdır. Tao'da hem kendini
geri çekme hem de baskın olmanın yolları bulunmaktadır. Ve böylece biz Creel'in
"maksatlı Tao" olarak adlandırdığı olguyu buluruz.
İnsanlar ve
devletler üzerinde mutlak kontrol elde etmek için bir reçete olarak en dingin
Tao felsefesinin kullanımı halihazırda Lao TsCı'ya atfedilen yazılarda
bulunur. Tao tarafından oluşturulan karakterin niteliği diğer insanlar üzerinde
üstünlük elde etmek için gerekli olan şeyin niteliğidir.
İnsanlar üzerinde olmak isteyen kişi sanki
onlardan aşağıdaymış gibi konuşmalıdır . . . bunun nedeni dünyada bunu iddia
edebilecek hiç kimsenin bunu iddia etmemesidir. (Lao Tsu, bölüm 66: Creel'den
alınmıştır, 1982: 5)
1 Ching
Tao ile yakından
ilintili olarak Taoculuk ve Konfüçyüs- çü!ük'ten bazı temel kavramlar
alınmıştır. Bunların başlangıç noktası I Ching adlı bir kitaptır. Kitap bir
dizi çizimden oluşmaktadır, bununla birlikte özlü sözler bulunmaktadır. Evrenbilim,
ya da T' ai Chi iki kuvvetin ya da ilkelerin dengesi üzerine temellenmiştir.
Yin soğuk ve ışığın ilkesidir, ve yang ısının ve karanlığın ilkesidir. Bu
kuvvetler kendi etkileşimlerinin örneğinin değişmesiyle kalmaz, aynı zamanda
birbirlerine dönüşebilmektedir. Bazı evrenbilimsel kuramlar l Ching'den geliştirilmiştir,
örnek olarak, Shao Yung ( 1O11-1077) verilebilir (Fung Yu-lan, 1937. 382-95).
Ancak 1 Ching'in kendi içinde önemli bir felsefi hareketin kaynağı olduğunu
söylemek zordur. Ancak ne olursa olsun, kuvvetlerin ikiciliği Çin'de, onların
evrenbilimlerinin bütünleyici bir parçası olarak büyük felsefi okullar
tarafından ele alınmıştır.
Çin dinsel düşünce
tarihçileri, Konfüçyüsçülük ve kök- Taoculuğun karakteristiği olarak görünen
sonlu yaşam kavramını vurgulamışlardır. İnsan bilinçliliğinin sonu olan ölüm
doğal ve kaçınılmaz bir olay olarak kabul edilmelidir. Bilge bir kişi için tek
olası davranış şekli onu sakince karşılamaktır. Ancak bu geri çekilme tutumu
herkesi memnun etmemektedir. Samsara içindeki birbiri peşi sıra olan yaşamlar,
yeniden doğumların döngüsü, yalnızca eğer insanlık ve belli bir kısa dönemli
maddesel vücuda gelmenin birbirinden çok ayn olması nedeniyle Budizm temel bir
dualizm gerektirmektedir.
Felsefi
konular
Yaklaşık olarak
İsa'nın doğduğu dönemde Budiznı'in Çin'de yayılması, bir taraftan Budistler ve
diğer taraftan Konfüçyüsçüler ve Taocular arasında uzun süren tartışmalara yol
açmıştır. Konu, Budizm için özsel bir kavram olan, ölümden sonra kişisel
olarak yaşamı sürdürmenin olanaklılığı sorunuydu. Daha kapalı olarak kişisel
ölümsüzlük konusu tartışılıyordu. Geleneksel Hint felsefesine göre teslimiyet
ile ya- şamııı sürdürülmesi olanaklıydı. Tartışma bir kişi olarak insan
varlığının doğası etrafında gelişen konularda yoğunlaşıyordu.
Fung Yu-lan (
1937), metinlerinin özetinde, Budist yaşamı sürdürme düşüncesine karşı
Konfüçyüsçü ve Taocu tipik tartışmaların iki ana hattını ortaya koyuyordu.
Birinde kişinin
yaşamını sürdürebileceği, fakat bunu bir ruh olarak yapamayacağı savunuluyordu.
Kişi öldükten sonra torunlarında yaşamayı sürdürürdü. Bu, insanların atalarına
karşı törenler yapmaya yönlendiren önemli bir nedendi. Benzer bir şekilde,
yaşamayı sürdürmenin yolu kişinin ün sahibi olmasıydı. Bunun gerçekleşebilmesi
için ölümünden sonra tanınıyor olması gerekiyordu.
Daha saldırgan bir
karşı çıkış Fan Chen'den (450515) geldi. O, bedenin ruh olduğu konusunda
ısrarlıydı. Han Hanedanlığı'nın sonuna doğru, Fung Yu-lan'ın ( 193 7, cilt il:
4 2 5) "dinsel Taoculuk" olarak adlandırdığı hareket ortaya çıktı.
Onların öğretileri, Lao Tsü'nun sözlerinden alınmıştır. Bunlar özellikle bu
dünyadaki uzun bir yaşam ile "ölümsüzlüğü" özdeşleştirmiş
görünmektedirler.
Çin düşüncesindeki
bölünme asla sona ermemiştir. Çin'deki felsefi yapı her zaman için pragmatik ve
materyalist olmuştur. Bu dünya her zaman için pragmatik ve materyalist
olmuştur. Bu dünya ölümsüzlüğü ideası Çin düşüncesinin tarihinde pek çok kez
geri dönmüş bir düşüncedir.
Bedeni
korumak
İlk Hıristiyan
binyılının başladığı dönemde ve dört ya da beş yüz yıl sonrasına kadar kişinin
doğası üzerindeki felsefi tartışmalar içinde oluşturulan materyalist çerçeve
içinde ölümsüzlük kültü işlenmiştir. Bedeni koruma ile ilgili çalışmalara bu
dönemde büyük önem verilmiştir. Ölümsüzlük iksiri ya da ilacı için araştırmalar
da bu dönemde yaygınlaşmıştır. Bu ve diğer simyasal projeler popüler çağını
yaşamaya başlamıştır. Bu projeler lıükümetler tarafından finanse edilmektedir
çünkü yöneticiler de ondan yararlanmayı ummaktadırlar.
Ancak Taocu
yazılarda bu çabalar ironik ve alay edilerek ele alınmakta-dır. Konfüçyüs de
dahil olmak üzere ilk Taocular bunun ümitsiz bir çaba olduğunu düşünüyorlardı.
Bu tür ölümsüzlük kültleri onlar tarafından gülünç bulunuyordu. Taocu düşünce
ile ölümsüzlük arayışları arasındaki gerçek ilişki ilk Hıristiyan binyılının
ilk yüzyılında iyi bir şekilde kurulmuş gözükmekteydi.
Budizm ve kök-Tao
arasındaki ilişki, Tao öğretilerinde herhangi bir derin değişikliğe yol
açmamıştır. MS altıncı yüzyılda Budist yaşam felsefesi Çin'de iyi bir şekilde
kurulmuştu. Hindistan'da, Budizm hızlı bir şekilde iki kola ayrılmıştı. Bunlar
Hinayana ve Mahaya'dır. Budizm de böli.ınme eğilimi olan bir düşünce haline
gelmiştir. Bunların en yaygın olanlarından birini biz "Zen" olarak
adlandırırız.
Budizm daha önce
ithal edilmiş olmasına karşın, MS 700 - 800 yılları döneminde T'ang Hanedanlığı
zamanında Çin'de ve Japonya'da çok geniş ölçekte yayılmıştır. Bu dönemde iki
büyük Zen okulu bulunmaktadır. Güneyde ani aydınlanma okulu vardır, ve kuzeyde
derece derece aydınlanma okulu bulunmaktadır. Budist yaşam tarzının büyük bir
görünümü olarak monarşik sistem bu dönemde kurulmuş ve popüler olmuştur. Bu,
Çin dinsel felsefesinin hoşgörülü çerçevesi içinde genel olarak bazı
çatışmalara yol açmıştır. Kon- füçyüsçüler monarşik sisteme sert bir şekilde
karşı çıkmaktadırlar. Bu sistem Konfüçyüs tarafından ortaya konulan aile ve
devlet düzenleme kaynaklarına uygunluk göstermektedir.
Yaşam biçimi
olarak, felsefi gelişmenin tüm öykülerinde olduğu gibi Zen öyküsü de
karmaşıktır. Benim buradaki amacım Zen biçeminin Himalayaları aşarak Çin'e
ulaştığı dönemde Hindistan'daki Budizm düşüncesinde yaşananları gözler önüne
sermekten ibaret olacaktır.
Aydınlanma Yolu
Doğu felsefi
yazılarının karakteristik özelliği olarak, soyut anlatımlar içinde öyküler ve
anekdotlar verilmektedir. Bu, Budist yazılarında özellikle belirgindir. Biz
bunu daha önce Konfüçyüs'ün Seçme/er'inde görmüştük.
Yaşamın uygun yolu
nedir? Burada onun için bir yol sunulmuştur. Yoksul bir çocuk olan Hui-neng
Diamond Sut- ra'nın ezberden okunmasını duymuştur. O, "Kişi herhangi bir
şey üzerine yerleşmeden zihninin canlandırmalıdır" dizelerini duyduğu
anda aydınlanmaya doğru ulaşmaya başlamıştır. O, aydınlanma yolunu izlemesinin
gerektiğini düşünerek bir tapınağa girer. Bir sonraki aşamaya geldiğinde şu
dizeleri yazacaktır.
Beden
aydmlanmanm ağaodır,
Zihin, onun önünde
duran açık bir ayna gibidir.
Dikkatli bir şekilde
onu temizleyin
Üzerinin
toz/anmasma izin vermeyin.
Gece olunca
Hui-neng aynı hizmet aşkıyla şu dizeleri yazacaktır,
Aydmlanma temel
olarak ağaca sahip değildir,
Ve açık aynanın
dayanacak yeri yoktur.
Başlangıçta tek bir
şey bile yoktur,
Tozlar nerede toplanabilir?
Aydınlanma çabuk
bir şekilde gelmemiştir. Bu dizelerin temelinde tapınak yöneticisi Hui-neng'i
çağırmıştır. Genç adam Atman I Brahman kuruluş öğretisinin standart bir listesini
ezberden okuyarak raporunu sunar. Bu, bizim yaradılıştan gelen doğamızın her
şey ile özdeş olduğu ve doğrulmadı- ğı, ölmediği, bütün ve hareketsiz
olduğudur. Bu ve benzer öğretiler üzerine yıllar boyunca daha fazla meditasyon
yaptıktan sonra, Hui-neng kendisi tapınak yöneticisi olacaktır.
Aydınlanma nasıl
elde edilmiştir? Diamond Sutra'yı ezberleyerek ve onun üzerinde düşünerek zihin
kendi özsel doğasını gerçekleştirmek için açık bir hale gelmektedir. Zen ve
diğer budist okulları arasında daha büyük kozmik sorular konusunda herhangi bir
özsel farklılığı kavramak çok zordur. En iyi hayatı yaşamak için yapılan
gündelik uygulamalar birbirinden çok farklıdır. Sessiz bir meditasyon ve
bilgelik elde edimi üzerine vurgu yapılmaktadır. Ancak ne olursa olsun etik
düşünceler konusunda bir boşluk bulunmaktadır. Bodhi- sattva rolü üzerine
odaklanmayan Zen, Mahayana Budizm'i için temel teşkil etmektedir. İyi
işler Zen yaşantısı içinde büyük önem taşımaktadır.
Aydınlanma nasıl
gelir? Bir gerçekleştirme anında birdenbire olarak mı yoksa zihnin açıklığını
sağlamak içiıı yönlendirilmiş sıkı meditasyon uygulamaları aracılığı ile
derece derece mi? Zen güney okulu ilk düşünceyi, kuzey okulu ise ikinci
düşünceyi benimsemiştir. Ancak felsefi açıdan bakıldığında bu ayırımın önemi
yoktur. Teknik ne olursa olsun, ilke aynıdır. O, antik Hint düşüncesinin temel
metafıziğinden, zaman ve yer kavramı olmaksızın doğrudan doğruya meydana
gelmektedir.
Zihin Bölümleri
Burada Zen
felsefesinin kayda değer bir görünümü göze çarpmaktadır, ve onun Hintli
atalarından ayıran bir özelliği göze çarpmaktadır. Burada "zihin" üç
bölüme ayrılmaktadır, geçmiş zihin, şimdiki zihin ve gelecek zihin. Bu
ayırımlar bilincin düşünce içerikleri arasındadır ve hepsi şimdiki düşüncelerdir.
Bu içerikler içsel gözlem için uygundur. Çaba şimdi üzerine dikkat
yoğunlaşmasıdır. Zihnin ideal olarak boş olması gerekmektedir. Düşüneceğim
şeyi düşünmek bir şimdi düşüncesidir. Düşünüyor olduğu şeyi düşünmek bir şimdi
düşüncesidir. Böylece "zihni temizlemek" için meditasyon yapma
şimdiye katılmalıdır. Bu şekilde geçmiş, şimdi ve gelecek ayrılmış olacaktır.
Filozoflar
"Zihnin, düşüncenin ve bilinçliliğin doğası nedir?" diye
sorabileceklerdir. Ancak buna yanıt vermek için doğanın zihnin karşıtı
olmadığının açıklanması gerekmektedir. Budist metafiziğinin nihai kaynağı her
şeyin oluştuğu Atman I Brahman olgusudur. Onun hiçbir anlam taşımadığını
düşünmek hiçbir şeyin bizim özsel doğamızdan uzakta olmadığı gerçeğini
kavramaktır. Bu Atman'ın Brahman olduğu anlamına gelir. Bu düşünce
aydınlanmanın bir parçasıdır.
Yüzyıllardır Budizm
Konfüçyüsçülük ve Taoculuk ile birlikte var olmuştur. Bir zamanlar yerli
felsefeler ve ithal felsefeler arasındaki ilişki düşmanca olmuştur. Başka zamanlarda
ise Budizm düşüncesinin Konfüçyüsçülük ve Taoculuk'- un temel konuları üzerinde
varyasyonlar sunulmuştur. Bunlar öğreti açısından bağımsız olmalarına karşın,
radikal olarak fi'nin oynadığı rol açısından tamamen farklıdır.
Sonuç
Hindistan'da olduğu
gibi, Çin'deki ikinci Hıristiyan binyılında, MS 1000 yılından önce kurulmuş
olan entelektüel sermaye fonunun geniş ölçekte yeniden işlenmesi görünmektedir.
Özet olarak, biz Çin felsefesi tarihini Konfüç- yüsçüler ve anti-Konfüçyüsçüler
arasında bir diyalektik olarak görebiliriz. Hem Konfüçyüs hem de Mencius
ahlaki ve politik felsefe olarak ortaya koyabileceğimiz yapı içinde meydan
okuyan öğretiler ve öngörüler bulunuyordu. Aynı zamanda onlar farklı tartışma
seviyelerinde çalışıyorlardı. Pek çok açıdan Konfüçyüs Yol'u açıklama, Mencius
ise Yol üzerinde düşünme ile ilgiliydi. Mencius uygun bir yaşamın Kon- füçyüsçü
kavramının ana görünümlerini meydana getiren felsefi girişimlere başlamıştır.
Eğer Konfüçyüs ahlak ve politik felsefe hakkında genelleştirme seviyesinde
düşünmüşlerse, biz Ana/ects içindeki bu düşünme tarzının herhangi bir açık bir
ifadesini bulmalıyız.
Creel'in iddiasına
göre Anti-Konfüçyüsçüler rakiplerine oranla daha verimli görünmektedirler.
Onlar birleşik bir Çin büyük projesi için çeşitli çalışmalarda bulunmuşlardır.
Ancak ne olursa olsun, Taocular kesin olarak Konfüçyüsçü öğretinin doğrudan
karşıtı olarak görünmektedir. Onların Doğa ile birlik üzerine odaklanmaları,
bir yöneticinin doğru karakterde olması ve sivil hizmet organizasyonları ve
eğitim gibi şehir sorunları üzerine dikkatini yoğunlaştırmış bulunan yapı ile
farklılık göstermektedir. Hint yaşam felsefesinin Budist görünümünün içeri
girmesi başka bir karışıma eklenmiştir, ancak Budizm ve Taoculuğun büyük kısmı
için bu yeterince karşıt görünmemektedir, ve genellikle birlikte uygulanmıştır.
Genel olarak konuşmak gerekirse Çin'de çeşitli yaşam felsefelerinin
uygulamacıları arasında eklektik bir hoşgörü
bulunmaktadır.
Konfüçyüsçü bir düşünceden Tao'ya ve hatta Budizm'e bir dönüş olasılığı
vardır.
Burada geçmiş
binyılın yerli felsefeleri Çin'de ikinci binyıl için de etkin bir yere sahip
olmuştur. Ve biz Hint düşüncesinin MS 1000 yılından itibaren keskin bir
değişim içinde olduğunu görebiliriz. Sung hanedanlığı döneminde (960-1279)
yeni-Konfüçyüsçü felsefe ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Bu karışıma ikinci
binyıldan çok önceleri Çin'e ulaşmış bulunan Budizm'in de eklenmesi
gerekmektedir. Ve bu dönemde Çin'in kendine özgü biçimleri ikinci binyıldan
önce evrim geçirmeye başlamıştı.
Politik olaylar
Çin'in felsefi atmosferi üzerinde derin ve ani bir etkiye sahip gözükmektedir.
Üç yaşam felsefesi eşzamanlı olarak ve uyum içinde bu bölgede bir arada yaşamaya
devam etmiştir. Nan Hiai-chin ( 1995) "Ne zaman ki düzensizlik ve
isyanlar ortaya çıktıysa, barışın yeniden egemen kılınması için orada her zaman
için Tao'cu öğretinin rehberliğinin kullanılması gerekli gözükmektedir. Ülkeye
barış geri döndüğü zaman, yönetim stratejisi Konfüçyüsçü sanatların dışa dönük
bir gösterimi olarak Taoculuk içsel olarak kullanılmıştır. "
NOTLAR
1 Sanırım bu
anekdot boyunca ironik olarak Chieh Ni'nin yorumlarını duymaya davet
edilmişizdir.
İkinci
Binyılda Çin ve
Japon Felsefesi
Yaklaşık 1170
yılında yaz başlarında bir günde dostça rekabet içindeki iki filozof olan Chu
Hsi ve Lu Hsianshan Kaz Gölü Tapınağı'nda bir araya geldiler. Daha sonra Lu
şöyle yazmıştır.
Benim büyük
abim Fu Chai bana dedi ki "Tsu-ch'- ien Chu Hsi ile özellikle buluşmamızı
istemiştir çünkü öğreti açısmdan biz ondan farklıydık. JJ Chu Hsi benim
kardeşimle tartışıyordu. Ben dedim ki "Benim bir yazma yolumda ...basit
ve kolay olan iş sonunda uzun dönemli ve büyük olacaktır / Bunun parçalı ve
soyutlanmış ayrmtılara adanmış olduğunu anlamak amaçsızlık içinde sürüklenme
ile sona erecektir. " Ben şiirimin bu satırlarını ezberden okuduğum
zaman, Chu Hsi'nin yüzü soluklaştı.
Ancak ne olursa
olsun, biz Chu Hsi'nin son gülen olduğunu biliyoruz. Yüzyıllar boyunca egemen
olmuş Çin düşüncesi üzerine kamusal hizmet verecek olan metinleri oluş^ turmak
ona kısmet olmuştur.
Dönemin toplumsal
ve politik karakteri bu bölgede ta^ rih ve felsefe açısından belirleyici bir
konuma sahipti. Bu dönemdeki felsefe, bilim ve diğer entelektüel' konuların
daha iyi anlaşılabilmesi için politik ve toplumsal yapının iyi bilinmesi
gerekmektedir. Sung Hanedanlığı ikinci binyıla dönüş noktasında sallantı
içindeydi. Bu, dünya tarihi için öykünün zaman çerçevesini oluşturmaktadır. Bu
dönemde Çin'in toplumsal ve politik yaşantısında önemli bir şey meydana gelmiştir,
ve aynı kısa dönem içinde ikinci binyılın en etkin Çinli filozofları
Konfüçyüsçülüğe yeniden yaşam kazandırmanın çabası içinde olmuşlardır.
Çin'de bu dönemdeki
yaşam ile ilgili tüm görünümler, özellikle ekonomik alandaki yapı dönemin
politik durumuna ilişkin olarak ele alınmalıdır. Çin politik tarihi az ya da
çok hanedanlıklar tarihidir. Biz felsefi düşüncenin yeşermesine ilişkin olarak
Sung hanedanlığının başlıca karakteristik yapısına yakından bakmalıyız.
Sung Hanedanlığının
ortaya çıkması Çin'in tümünde uzun zamandır süregelen küçük devletlerin
birbiriyle savaş halinde olması durumunu sona erdirdi. Hiçbir ülke yüzyıldan
daha fazla bir süre için rakiplerinin karşısında başarı göstererek onları
denetimi altına alamamıştı. Sung Hanedanlığı birkaç güney ülkesini kendisine
katarak ve birkaç kuzey ülkesini kendisi ile birlikte hareket etmeye ikna
ederek bölgede barışı sağlamış ve dışarıdan gelebilecek tehditlere karşı
koymuştur.
istikrarlı bir
devlet yapısı bölgede felsefi konuların, özellikle ölümsüzlük kültü
düşüncesinin gelişmesi için zemin hazırlayacaktır. Eğer yaşam en azından bazı
dünyasal tatminler sunuyorsa, ölümden sonra da bunun sürmesinin bir yolu
olmalıdır. Daha önce görmüş olduğumuz gibi, önceki binyıl- da kişisel
ölümsüzlük hakkındaki tartışmalar içinde, ölümsüzlüğün teknolojisinin
geleneksel Çin anlayışı "eklenebilir" bir ruhun kavramından yoksun
olmaktan etkilenmiştir. Daha çok Mısır teknolojisi olarak bilinen ölünün
mumyalanması tekniği Sung Hanedanlığı sırasında geliştirilmiştir. Bu, bedenin
korunmasıyla kişinin varlığının sürdürülmesinin bağlantılı olduğunun düşünülmesi
anlamına gelmektedir. Ancak Çin'de ikinci binyılın ilk iki yüzyılının en göze
çarpıcı görünümleri yeni-Konfüçyüsçülük düşüncesinin yükselişi ve nihai zaferidir.
Bu, bir grup yenilikçi filozofun çalışmalarıyla sağlanmıştır. Bunların başında
Chu Hsi ( 1130-1200) gelmektedir.
Bu dönemde
Konfüçyüsçüler her yerde Budizm'in ba- şanlarıyla yüz yüze geliyorlardı. Çin ve
Japonya'da Budizm'^ in özellikle Zen versiyonu başarı kazanmıştı. Onların
yanıtı, öğretinin tüm görünümleri içinde Budistler ile uyum sağlamayı denemek
şeklinde oluyordu. Bu, dünya ve onun üzerinde bulunan insanların
kavrayışlarına uygun olan güçlü bir metafiziğin, kavramsal bir sistemin
gelişimi anlamına geliyordu. Aynı zamanda Budistlerle rekabet edebilecek bir
ahlak felsefesinin ortaya konması anlamındaydı. Onlar Konfüçyüs'- ün benimsemiş
olduğu dünyasal oıtak-duyu vaazından ayrı bir şekilde bir felsefi tür
geliştirmeye başlamışlardı. O, bizim çağdaş anlayışımız içinde yargıların
kullanımını, ya da insan varlığının ahlak yaşantısı ve maddesel dünya
farklılığının aracı şeklinde bir "dilbilgisi" olarak kavramların
soyut bir sitemine ilişkin değildir. Seçmeler (Analects) yapıtının çekiciliği
geleneksel bir tarzda olması ve yalnızca felsefe alanında değil, aynı zamanda
edebiyat alanında da büyük ölçüde zenginleştirilebilecek gündelik anekdotlar
şeklinde olmasıdır. Yeni-Kon- füçyüsçü tartışmalar genellikle başka
filozofların söyledikleri üzerine eleştirel yorumlar ile geliştirilmiştir. Bu
yazarlar, kendi tarzları içinde Batıya özgü tartışmacı bir biçeme benzer olarak
felsefe yapmanın bir yolunun geliştirmişlerdir.
Ustanın
düşüncesinde yoksun olan, yeni-Konfüçyüsçü- ler tarafından oluşturulması
gerekli olan şey neydi? İlk olarak, bu Konfüçyüsçüli.iğün bir evrenbilinıe, Budistler
tarafından ortaya konulandan daha açıklayıcı bir dünya resmine sahip
olduğunun gösterilmesi gerekiyordu. Ayrıca Konfüçyüs- çü geleneksel ahlak
düşüncesinin ve uygun toplumsal davranış modellerinin de ahlaki erdemin anlam
ve kaynağı olarak ortaya konması gerekiyordu. Bu iki görünüm, birleşik bir felsefe
içinde, birbiriyle ilintili olarak tanıtlanmalıydı. İnsan dünyasının düzeninin
kuruluşu olarak insan ahlaklılığının zemin bulduğu kozmik düzen içinde bir
şeylerin olması gerekiyordu.
Yeni-Konfüçyüsçülük
hareketinin başlangıcı Ch'eng kardeşlerin, Ch'eng Hao (1032-85) ve Ch'eng 1
(1033- 1107)'nin düşüncesinde bulunabilir. Onların her biri farklı bir
Konfüçyüsçülük görünümü ele almışlardır.
Kardeşlerin
felsefeye olan asıl katkısı tüm yeni-Konfüç- yüsçülük hareketi içinde li ya da
ilke kavramının radikal bir şekilde yeniden ele alınması ve yeniden
canlandırılmasıdır. O, bir dünya içindeki tüm tikellerin birliğinin ilkesi ve
aynı zamanda tüm bireylerin, hem maddesel hem de insan olarak, farklılığının
ilkesidir. Ch'eng 1 "Bir şeyin ilk ilkesi tüm şeylerin ilkesi ile birdir.
Bir günün süreci, bir yılın süreci ile birdir," demiştir (Wing-tsit Chan,
1 963: 551). Tarihsel olarak, Clı'eng kardeşlerin önemi metafiziğe katkı
içinde olarak Budist öğretinin açık bir şekilde reddedilmesinde yatmaktadır.
Ch'eng 1 konuyu üç noktada Budistler ile ele almıştır. Gerçek Konfüçyüsçü
düşünce içinde, onların ailenin terk edilmesi ve aile bağlarının kopartılması
düşüncesini reddetmiştir. Zaman boyunca aynı durumda kalan sürekliliğin Budist
metafiziksel savı onun tarafından reddedilmiştir. Her şey, her zaman
değişmektedir. Tüm ilgilerin en derin konusu Budizm için temel olan bir şeydir.
Kişi bir kez "ilke"yi anLv dığı zaman bu ilke aydınlanmaya giden yol
üzerinde artık bir engele dönüşecektir, ve onun aşılması gerekmektedir. Ch'eng
1 yalnızca bir /i'nin olduğunu söylemiştir ve bunun bir engel olmayacağını,
ilkeyi aşma çalışmasının içinde olan kendi ile yalnızca kendi varlığını veren
ilke arasında bir ikiye bölünme olacaktır.
Tarihçi ve çevirmen
Wing-tsit Chan, Ch'eng kardeşle^ rin yeni-Konfüçyüsçülerin iki okulunun
başlatıcısı olduğunu ifade etmektedir. Bunlar batılı felsefe terminolojisi
içinde rasyonel ve idealist düşünceler olarak adlandırılabilir. Ch'eng 1 ve Chu
Hsi gibi rasyonalistler kendi sistemlerini li, ilke temeli üzerine kurarlar.
Onlar herhangi bir zihin içinde onun gerçekleştirilmesinden daha temel bir
nesnel varlık olduğunu savunmuşlardır. Ch'eng Hao ve Lu Hsiangshan gibi
idealistler kendi sistemlerini her şeyi kuşatan olarak kendi zihinlerinde
merkezlendirirler. Li yalnızca zihinsel olarak vardır. Bu rotaya girildiği
zaman Budizm'e olan karşıtlık açık bir şekilde görülecektir.
Chu Hsi 1 1 30
yılında eğitimli bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Hindistan'da Râmânuja
gibi, Chu Hsi Çin'in en büyük klasik felsefe okulunun belli bir versiyonunu
kurdu. Bu, ikinci binyılın çoğunda varlığını sürdürecek bir okul olmuştur.
Onun yaşantısı birbiri peşi sıra gelen sıkmtılı hükümetler dönemi içinde
geçmiştir. O, kısa bir süre ;Çin de olsa, bir bölge yöneticisi olarak
görev yapmıştır. Yaşantısı içindeki tüm bu karmaşaya karşın, birbirinden farklı
ve uzlaştırılamaz olarak görünen Konfüçyüsçü mezhep okullarını temel konularda
bir araya getirecek olan bir felsefi çalışma yapısı oluşturmuştur. Tarihçiler
onun düşüncelerinin kaynağının Ch'eng kardeşlerin bütünleştirici öğretileri
olduğu konusunda görüş birliği içinde bulunmaktadırlar. Chu Hsi'nin eklektik
Konfüçyüsçülüğü Çin felsefesinin sonraki bin yılı içinde çok büyük bir etkiye
sahip olacaktır. Tarihçi Wing-tsit Chan onun çalışmasını "Büyük
Sentez" olarak nitelendirmiştir. Belki de bu nedenle onun Konfüçyüsçü
Seçmeler, Mencius kitabı ile birlikte, kendi çalışmalarının ikisi ile
birlikte, Büyük Öğrenme ve Anlamın Öğretisi 700 yıl boyunca etkisini sürdürecek
olan bir ahlak felsefesi oluşturulmuştur. O, 1200 yılında ölmüştür.
""Li"
kavrammm genelleştirilmesi .
Onun metafiziksel
yenilikleri fi kavramının rafrneleşti^ rilmesi ve genelleştirilmesi
etrafında gerçekleşmiştir. Ben bu kavramı Batı dillerinde "ilke"
kavramına dönüştürerek devam edeceğim. Ancak ne olursa olsun, o geleneksel
kullanımlarından daha kozmik bir eğilim kazanmıştır. Li, Chu Hsi
tarafından Ahlak İncelemesi (Wing-tsit Chah, 1963:614) çalışmasında
açıklanmıştır. Burada iki başka kavram ile Yol, Tao ve "doğa"
kavramları ile ilintili olarak açıklanmıştır. Chu Hsi, Ch'eng l'ın söylediği
"Doğa ilke ile aynıdır," sözü üzerine yorumda bulunarak kavramın
çift-anlamlılığını açıklar.
Zihin ile ilintisi içinde o doğa olarak
adlandırıllr. Olaylarla ilintisi içinde, o ilke olarak adlandırılır. Yaşam
ilkesi doğa olarak adlandml1r. {Wing-tsit Chang, 1963: 614).
Böylece fi
kabaca, nesnelerin ayırt edici bir karakterinin kaynağı olarak görünür.
Chu Hsi ve diğer
yeni Konfüçyüsçüler antik dönem Hint filozofları ile aynı derin metafiziksel
bilmece ile karşılaş^ mış görünmektedirler. Maddesel nesnelerin farklılığı ve
insanların bireyselliği Büyük Varlık'ın birliği ile nasıl uzlaştırıla- bilmektedir?
Li bireyden bireye farklılık gösterdiği için, fi'nin kendisinin de
farklı olması gerekir. "Doğa [dünyası} tanrı tarafından yaratılmış
sayısız ilkelerden oluşmaktadır," der Chu Hsi.
Zihin ve
maddesellik nasıl birbiriyle bağdaşmaktadır? Çözüm beni şaşırtıcı bir şekilde
çarpmıştır. Eğer çeviriyi doğru bir şekilde anladıysam, Doğanın hiçbir
fiziksel biçimi yoktur, ve
İlkeden başka hiçbir şeydir. İnsanlarda bulunan,
iyilik,
doğruluk, uygunluk ve bilgelik onım doğasıdır, fakat onlar hangi
fiziksel biçim ya da şekle sahiptir? Onların sahip olduğu tek şey iyilik,
doğruluk, uy- gıınluk ve bilgelik ilkeleridir. Onlar bu ilkelere sahip
olarak, pek çok davraııış, kader paylaşımı duygusuna sahiptir. Utanç, saygı ve
uyum, ve doğru ve yanlış duygusuna sahiptir. (Wing-tsit Chan,
1963:615)
Chu Hsi bu konuyu
ilaçların etkisi benzetmesi ile açıklar. İlaçlar fiziksel durum olarak madde
üzerinde görünmezler fakat hareket ile etkilerini madde üzerinde görünmezler
fakat hareket ile etkilerini ortaya koymaktadırlar. Bu bana li'nin yaptığı şey
olarak gözükmektedir. Nesnelerin ve insanların doğası olarak, düzenli bir
kavram ile karşı karşıyayızdır. İlkeler bu ya da şu görünümü oıtaya koyan
düzenlerdir.
"Ch'i"nin
evrenselleştirilmesi
Burada başka bir
kavrama gereksinim vardır. Maddeden önce varolan biçimler kendilerini
dayanıklı bir yol içinde gerçekleştirirler. Bir şeyin li'si mantıksal olarak
gerçekleşen madde ile ilintilidir. Gerçekleştirme her zaman maddesel tözlerin
bireysel nitelikleri olarak görünmez. İlintisel nitelikler de kendi /i'lerine
sahiptir. Ben "madde" sözcüğünü önceki cümlede /i'nin nasıl olduğunu
ve onun gerçekleşmesinin ilintileri içinde açıkladım. Ancak bu yanlış
yönlendiren bir ifadedir. Bunun Çincideki kavramı ch'i'dir. Ch'i her şeyin içindedir,
ve bir şeyin başka bir şeyden farklılığı, fi'nin kendi anıdır.
Ancak ne olursa
olsun, bu ilkeler derin bir duyu içinde gerçekte farklılaşmamışlardır. Onlar
daha büyük bir şeyin parçalarıdır. Li de belki de ilkelerin ilkesidir. Böylece
/i nihai olarak değişmezdir. Peki öyleyse değişiminin kaynağı nedir? Onun evren
içinde başka türsel bir şey olan tek şey olması gerekmektedir: yani Ch'i.
Wing-tsit Chan ch'i'yi töz ya da madde olarak değil, "maddesel güç"
olarak çevirmiştir. Bu, başka bir düzenleyici kavramdır. Li ve ch'i öğretisini
yalnızca Platoncu biçimin ve madde metafiziğinin Doğuya özgü bir versiyonu
olarak yorumlamak ciddi bir yanlışa düşmek anlamına gelecektir. Yin ve yang'ın
tamamlayıcı sıradan kuvvetleri dinamik ve etkin-temelli bir sistem oluştururlar.
Konfüçyüsçü
felsefenin işlemesi ve gelişimi için itici güç Budiznı'in artan popülerliğine
karşı önceden tasarlanmış bir direnç olarak görünmektedir. Li ve ch'i öğretisi
içinde Chu Hsi tarafından ortaya konan birlik içindeki farklılık metafiziğinin
bulunması şaşırtıcı değildir. Bu, Budist metafiziğine benzer bir
"duygu"ya sahip olmalıdır.
insan doğası ve
etik ilke
İnsan doğasının bir
teorisi basit bir şekilde herkes için aynı olması gerektiği /i'nin iddiasının
birleşmesi ile ortaya konur, çünkü o nihai varlık ile birlik. Onların ch'i'si
ise insanlar arasındaki farklılığı yaratmaktadır. Ancak ch'i başka bir şekilde
farklılaştırabilir: nitelik açısından. Bozulmuş ch'i'ye sahip olanlar hem zihin
hem de karakter açısından zayıftır. Bu nasıl olabilir?
Tüm insanlarm doğası [li] iyidir, ve onlar doğumdan
itibaren iyi olanlar ve doğumdan itibaren kötü olanlar vardır. Bunun nedeni
maddesel kuwet [ch'i]içindeki farklılıktır ...Eğer güneş ve ay açık ve parlak
ise . . . böyle bir zamanda doğmuş olan insanlar böyle bir maddesel kuwet ile
donatılmış olacaklardır ... bunlarm iyi insan olması gerekmektedir. Ancak
eğer güneş ve ay karanlık ve kasvetli - ise ...bunlar şiddet dolu maddesel
kuvvetin kanıt- /andır. Hiç kuşku yok ki böyle bir ortamda doğmuş olan insan kötü
bir insan olacaktır. (Wing-tsit C- han, 1963: 625).
Bizim bu noktada
Konfüçyüsçü ahlak kavramı jen'e geri dönmemiz gerekmektedir. Bu, iyilik için
uygun olan şeydir. Bizim şimdi çerçevesini çizmiş olduğumuz genel metafiziğe
uygun bir yapısı bulunmaktadır. Chu Hsi dikkatli bir şekilde jen'i ahlak
niteliklerinden ayırır.
Bencilce
arzulardan tamamen annılabildiği ve Doğa İlkesi özgür olduğu zaman, bu jen'dir
...]en ilkedir (fi), insanoğlunun zihninde ilk olarak yaratılmış- ttr.
Tarafsrzltkta jen vardır . . . Ancak böyle bir ta- rafslzlık jen ile eşit
kı/mmaktadır. (Wing-tsit Chan, 1 963: 633).
Budist yankılar
burada da güçlüdür. Başka bir yeni- Konfüçyüsçü onu açık bir şekilde ortaya
koymuştur: "Eğer biri kendi doğasına engel olan şeyin insan arzusu olduğunun
farkına varırsa, o aydınlanmış olacaktır." (Chtl Tsu Yu Le, 4.3a). Ve bu
az ya da çok bizim Gautama'nın ağzından daha önce duymuş olduğumuz şeydir!
Ancak bu ahlak felsefesi yukarıdaki metafiziksel sav ile nasıl
uzlaştırılabilir. Yanıt varlığın iki "bileşeni" olan fi ve chJi
arasındaki farklılıkta yatmaktadır. İnsan varlığının doğası /i'nin bir
gerçekleşmesidir, insanlar Yüce Varlık ile birdir. Chu Hsi, yeniden Cheng
l'den bir alıntı yaparak dünyadaki her şeyi kapsayan bir zihin genişlemesine
vurgu yapmıştır. Bu, hem maddesel hem de ahlaki bir yorumlamadır.
"Bencilliğin engel teşkil ettiği" sürekli vurgulanır. Böylece kişinin
doğası Kozmosun li'sinden yoksun kalmaktadır. Maddesel kuvvetlerin ying ve
yang'larında olduğu gibi ani açıklanamaz değişiklikler bu kuvvetlerin artış ve
azalmasından kaynaklanmaktadır. Maddesel şeylerin çalışması zihnin ahlaki
konular üzerine bir düşünmesi olarak genişlemesi anlamına gelmektedir.
Chu Hsi'nin
yeni-Konfüçyüsçü versiyonunun tarihsel etkisi felsefe tarihi içindeki büyük
tartışmalara yol açan Lu Hsiang-shan ile olan tartışması ile meydana gelmiştir.
Chu Hsi'ye yakın
bir çağdaşı Lu Hsiang-shan ( 1139- 93)'dır. Onun yeni-Konfüçyüsçülüğü, Chu
Hsi'ninkine benzer olarak, genel bir metafizik içinde bulunmaktadır. Chu
Hsi'nin ikiciliğinden farklı olarak, "li"nin "ch'i" benzeri
bir tözü şekillendirdiği bir evrenin yerine, yalnızca fi'nin olduğu bir evren
tasarlanmıştır. Bu onu bilgi kuramı konusunda derin bir farklılığa
yönlendirmiştir. Clıu Hsi nesnelerin somutluğunu hem "töz" hem de
"ilke I biçim"den kaynaklanan olarak ele alır. Li'nin
anlaşılabilmesi için dünyanın deneysel bir araştırmasının yapılması
gerekmektedir. Hiçbir madde olmadığı için, Lu Hsiang-shan gerekli olan tek
şeyin kişinin kendi zihninin dikkatli bir tefekkürü olduğunu söyler. lu,
"evren benim zihnimdedir; benim zihnim evrendir, " demiştir (C-
reel'den alıntı., 1982:2 J 3). İki yeni-Konfüçyüsçüııün aralarındaki
tek farklı düşünce bu değildir. Ancak onlar metafizik açısından farklı
görüşlere sahip olmalarına karşın, etik öğretiler konusunda nispeten benzer
bir tutuma sahiptirler. Chu Hsi'ye göre kötülük ch'i' den gelmektedir. Lu ise
insanların başlangıç itibarıyla iyi olduklarını, kötülüğün kaynağının maddesel
şeylerin arzusu tarafından bir lekelenme olduğunu iddia eder. Bu, Zen
Budizm'ine ve genel olarak Hint düşüncesine çok yakındır. Chu Hsi'nin, Lu'yu
Budistlerin düşüncesine neredeyse özdeş bir yaşam şekline sahip olmakla suçlaması
şaşırtıcı değildir.
Bu on ikinci yüzyıl
tartışmasının sonucu (bu felsefi konular hakkında iki filozofun yaptığı gerçek
bir tartışmaydı) Chu Hsi'nin çalışmalarının bazılarının 1 313 yılında
resmi hükümet araştırmaları için metinler olarak seçilmesi ile belirlendi. Bu
seçim Çin'de çağdaş döneme kadar devam eden düşünce yapısı için yüzlerce yıllık
bir belirleyici olacaktır.
Chu
Hsi'den sonra Yeni-Konfüçyüsçülük
Resmi filozoflar ve
onların yeni-Konfüçyüsçülüğü Ch'ing Hanedanlığı'nda şiddetli saldırılara maruz
kaldı. Hedef Lu Hstang-shan'dan çok Chu Hsi idi. Ye casus belli (an İkinci
Binyı/da Çin ve Japon Felsefesi laşmazlığın kökeni) Zen Budizm'inin kuşkuculuğu
idi. Bu aforozun nedeni neydi? Tepkinin önde gelen kişiliği Ku Yen-wu (
1613-82) idi. Belki de onun tutumu böylesine şaşırtıcı değildi çünkü o Çin'i
Mançu istilacılarına karşı savunmada önemli bir rol üstlenmişti, ve daha sonra
aynı başarıyı toplunr sal alanlarda sürdürmek istemişti. Böylesine hırsa sahip
olan kişi adalet ve iyilik için mücadele etmekle yetinmeyecektir.
Bu tür düşünceye
sahip insanların Çin' de etkin bir ko^ numa gelmesi yeni-Konfüçyüsçü felsefenin
şu ya da bu açıdan eleştirilmesini de beraberinde getirecektir. On sekizinci
yüzyıla kadar devam eden bu mücadele içinde dünyaya farklı şekillerde bakan
yapılar olagelmiştir. Yeni-Konfüçyüsçülere olan direnç, Konfüçyüsçülerin bir
zaferi olarak ortaya çıkmıştır. İkinci binyılda Çinli düşünürlerin zihinlerini
meşgul eden şey ne olursa olsun, en azından yirminci yüzyılın ortalarına
kadar Konfüçyüsçü bakış açısı uzun soluklu bir içerik sağlamıştır.
Yirminci
yüzyılda yeni-Konfüçyüsçülük
Ben Marksizm ve
Komünist Partinin, ve Mao Tse- tung'un bir filozof olarak yazılarının etkisi
ile geçmiş düşüncelerin nasıl radikal bir şekilde kırıldığını betimleyeceğim.
Ancak ne olursa olsun, 1 960'1ardaki bu noktaya kadar yeni- Konfüçyüsçü
felsefenin yeni bir dalgası Fung Yu-lan tarafın^ dan başlatılmıştır.1 O, 1895
yılında doğmuştu ve Pekin'de ve Batı klasik Çin felsefesi okumuştu. Daha
sonraları da sık sık ziyaret ettiği Batının etkisi onun yeni-Konfüçyüsçi.i
düşüncesinin sistematik ve biçimsel gelişimini belirlemiştir. O, on ikinci ve
on üçüncü yüzyıllardaki Chu Hsi ve Lu'nun yazdıklarının ve söylediklerinin
karşıtında anekdotlar ve yorumlamalarda bulunmuştur. Yirminci yüzyılın yeni-Konfüçyüsçüleri
evreni kavrayabilmek için için bir kavramlar sistemi oluşturuyorlardı, ancak
onlar en azından kısmen tümevarım yöntemi uyguluyorlardı. Burada nesneler ve
insanların dünyası bize olması gerektiği gibi gösteriliyordu. Fung Yu-lan'ın
yaklaşımı soyut ve a priori (öncel) bir yapıya sahipti.
Kabaca söylemek
gerekirse, o kavramların nesnelerin önceli olduğu genel yöntembilimsel ilkeden
yola çıkarak çalışmalarını yürütüyordu.
Bir kareyi kare yapan şey nedir ...bir kare gerçek
olabilir fakat aktüel değildir ...Bizim sistemimizde biz hala "ilke birdir
fakat onun görünümleri çoktur" diyebiliriz [Chu Hsi ile]. Ancak biz böyle
söylediğimiz zaman, bizim üzerimizde konuştuğumuz ilke hala bizim bu şekilde
tartıştığımız ilkedir ... [bu tamşma] gerçeklik hakkmda herhangi bir doğrulama
sağlamaz. (Wing-tsit Chan, 1963:756).
Benzer bir şekilde
Fung Yu-lan maddesel kuwet olan ch'i kavramına ulaşır. Ancak onun düşüncesi
Batının tözsel düşüncesinin bir yansıması olarak görülmektedir. Böylece o
mutlak ch'i .ile göreceli ch'i arasında ayırım yapar. Tuğlalar ve kiremitlerin
özgün doğasını soyutlayarak, dünyanın oluşum biçimini biz mutlak ch'i'ye
ulaşıncaya kadar sürdürürüz. Bu noktada Aristocu ilk madde konusuna ulaşılmış
görünmektedir. Yine bu kavram gerçek olan herhangi bir şey için öncüdür. Bu da
ancak fi ve ch'i'nin bir arada bulunması ile sağlanabilir.
Fung Yu-lan,
öncellerine benzer olarak, evreni büyük Varlık oluşumu olarak genelleştirir. O,
"tüm ilkelerin toplamıdır.,, Batılı terimlerle söylemek
gerekirse ch'i aracılığı ile hazırlanmış olan fi olarak aktüelliğin
potansiyelliğinin gerçekleşmesi ortaya konulmaktadır.
Şema içindeki
dördüncü öğe ahlak ile bağlantılıdır. Anahtar bir mükemmelliğin
gerçekleştirilmesi olarak "insanoğ- lu"nun doğasını tatmin etmek için
gerekliliktir. Fung Yu-lan, "insan ilişkilerinin nihai standardının"
bizim davranışlarımız için bir model oluşturduğu şeklindeki düşüncesinde"
Menci- us'dan alıntı yapar.
Yeni-Konfüçyüsçülüğün
bu yeni görünümünde Chu Hsi'nin düşüncesi üzerine bir gelişim olduğuna kuşku
yoktur. Ancak ne olursa olsun, onların lezzeti farklıdır.
Creel ( 1 969) ve
Wing-tsit Chan ( 1 963) gibi Çin felsefesinin tarihçileri ikinci binyılda Çin
düşüncesinin baskın kuwetinin özellikle Chu Hsi tarafından geliştirilmiş olan
yeni- Konfüçyüsçülük olduğu konusunda bizi biraz kuşkuda bırakmışlardır. İlk
binyıldaki durumdan farklı olarak, MS üçüncü ve dördüncü güçlü bir yeni-Taocu
hareket ortaya çıkmıştır. Ancak ikinci binyıldaki yeni-Konfüçyüsçülük çok
sayıda farklı düşünce modelleri açmasına karşın, hiçbir ciddi ve temel bir
mücadele ortamının oluşmasını sağlayamamıştır. Bunun için Komünist devrimin
beklenmesi gerekmiştir.
Hindistan'dan
kaynaklarını alan Çin felsefesi komşu ülkelerde, özellikle Japonya'da
etkinliğini hissettirmiştir. Daha sonraları, ilk olarak on sekizinci yüzyılda
batıda da bir etkinliğe sahip olacaktır. Konfüçyüs'ün çalışmaları burada tanınmaya
başladığı zaman pek çok yerde bu büyük yankılar doğurmuştur. Yirminci yüzyılda
Kaliforniya'da Budizm'in bazı versiyonları kurulmuştur.
Gerçekten şaşırtıcı
bir durum olarak Japon kültür tarihi ithal düşüncelerin tarihidir. Yazı
sistemleri, endüstri, tekstil ve benzeri şeylerde olduğu gibi felsefe de ithal
edilmektedir. Geleneksel ve antik Japon evren kavramları doğal kuvvetlerin
kişileştirilmesinin üretimi ile şekillenmiştir ve ölünün ruhu ile
uğraşılmıştır.
Ancak ne olursa
olsun, Japonlar tüm kültürel "mallarını" komşuları Çin'den, ilk
Hıristiyan binyılının üçüncü yüzyılından itibaren almışlardır. Resmi
görevliler özel bilgi ve teknik kazanımı amacıyla Çin'e gönderilmiştir. Çin
düşüncesinin Japonya'ya en güçlü ihraç dönemi Budizm'in yükselmesi ile birlikte
olmuştur. Felsefi ithallerin Budizm ve öz.ellikle Zen uygulaması ile olması
şaşırtıcı değildir. Şimdi Shinto olarak adlandırılan evrenbilim düşüncesi
Budist düşünce ve uygulamasının büyük bir emilişi ile oluşmuştur.
Budizm'in belki de
en ilginç ve paradoksal görünümü Japon kültüründe yaşanmıştır. Burada askeri
konular ve özellikle kılıç kullanan görevliler açısından resmi bir bağlantı kurulmuştur.
Teslimiyete yönelten en sessiz felsefe, maddesel dünyanın tüm bağlarından
arınma ve meditasyon öğretisi, nasıl olup da en büyük askeri sanat olmuştur?
Yanıt "boş
zihin" ideası içinde bulunmaktadır. Nasıl ki bir Budist usta zihnini,
maddesel olan her şeyden arındırıyor- sa, Zen kılıç ustası da tamamen kendisini
sanatına, ve kullandığı araca vermektedir. Bu, özellikle ölüm düşüncesi ya da
sonuç hakkında kaygılanmak açısından önem taşımaktadır. Zen ile askeri düşünce
ve karakter arasındaki tarihsel bağlantı on üçüncü yüzyılda Hogo ailesinin
acımasız ve askeri rejiminin Budizm'e dönüştürülmesi ile yaşanmıştır. Bu
ailede Budist olan ilk kişi Tokijori (1227-63) idi. Munen (hiçbir-dü-
şünce-olmaması) ve mushin (hiçbir-zihin-olmaması) Budist kavramları
Japonya'daki savaş sanatlarına doğrudan uygulanmıştır. Kılıçlı kuvvetler
sanatı yalnızca öldürme yolu değil, aynı zamanda Yol'a, Tao'ya yönlendiren bir
yapıya sahiptir.
Başkomutan/Jkta
yeni-Konfüçyüsçülük
Ancak ne olursa
olsun, Japonya'daki politik iklim ve merkezi bir hükümet on yedinci yüzyılda
Tokugawa Başkomutanlığı tarafından kurulmuştur. Başkomutanlar İmparator
olmadan önce sıkı bir askeri eğitimden geçerlerdi. Bu eğitim Budizm'in temel
öğretilerini de kapsıyordu. Tokugawa döneminde Çin'den başka bir düşünce olan
Konfüçyüsçülüğün de ithal edilmesi şaşırtıcı değildir. Bu, aydınlanmış
bürokratların felsefesiydi. Bu dönemde Çin'de, yeni-Konfüçyüsçüler politik
felsefe alanında egemen durumdaydılar, özellikle Chu Hsi'nin yazıları halk
tarafından yaygın bir şekilde biliniyordu.
Bu yeni yapının
etkisi aşağıdaki gibi özetlenebilir:
Çin'de Konfiiçyüsçüliiğün vurgulanması evlada yakışır
bir acıma görevi şeklinde, ]aponya'da ise soyluluğun vurgulanması şeklinde
olmuştur. (Ho, 1 992: 171).
Tokugawa'ların uzun
bir dönem boyunca istikrarlı yönetiminin sonucunda felsefi tartışmalar için
doğru koşullar sağlanmıştır. Japon bürokrasisi aynı biçimi idealize edilmiş
Konfüçyüsçü düşünceden almıştır.
İlginç olan başka
bir şey askere kaydolmanın nedenlerinden birinin Konfüçyüsçü düşünce
olmasıdır. Pek çok durumda yeni-Konfüçyüsçüler Zen keşişi olmuşlar ve ömürlerini
sonsuz bir düşünceden arınma arayışı içinde geçirmişlerdir. Bu şekilde din
değiştirenlerin pek çoğu daha sonraki dönemlerde Konfüçyüsçülük ve Shinto'nun
bir sentezini oluşturma görevini üstlenmişlerdir. Bu, tıpkı onların
öncellerinin Shinto ile Budizm'i birleştirmeye çalışmaları gibi olmuştur. Örnek
olarak, Yamazaki Ansai ( 1618-82) bu örneği izleyerek Zen keşişliğinden
hükümdar Hoshina Masayoku'nin yeni- Konfüçyüsçü öğretmenliğine geçmiştir, ve
son olarak bu felsefeyi Shinto ile kaynaştırmıştır. O, Shinto'nun
"güneşin doğduğu en uzak yer olan doğu [Japonya] için bu yöreye özgü bir
inanç olduğunu" söylemiştir. Onun Konfüçyüsçü etik ile Japon
milliyetçiliğinin sentezi Suika Shinto olarak adlandırılır.
Günümüzde Japon
dini ağırlıklı olarak Shinto'dur. Bunun yanı sıra Hıristiyan ve Budistler de
bulunmaktadır. Sanırım Japonya'da hiçbir zaman için yerli bir politik ya da
genel bir felsefe geleneğinin olmadığını söylemek doğru olacaktır.
Konfüçyüs
ve politik düşünce
)esuit Matteo
Ricci'nin Çin yazı sistemi üzerine yaptığı tanımlamaların sonucu olarak
Konfüçyüs'ün yazılarının on sekizinci yüzyıl Avrupa'sında Aydınlanma
felsefeleri arasında etkin olduğu bilinmektedir. Leibniz ve başkalarının
çabaları ile Konfüçyüs politik düşünce üzerinde de etkide bulunmuştur.
"İlkelciler" (primitivist) adlı bir bir politik düşünür grubu Çin
politik felsefesini hayata geçirme uğraşısı içinde olmuşlardır. Onlar
özellikle Konfüçyüs'ün uygarlık erdemi standardına ilişkin düşünceleri
üzerinde çalışmışlardır. Ancak aydınlanmanın kahramanları olan Voltaire ya da
Diderot'- nun çalışmalarında Çin bilgelik düşüncelerinin herhangi bir etkisi
gözükmemektedir.
Konfüçyüsçü
Analects'in çok sayıda İngilizce çevirisi bulunmaktadır; İngilizce okuyanlar
için bunların en ünlüsü hiç kuşku yok ki Arthur Waley'in 1938 yılında yaptığı
çevn ridir. On yedinci yüzyıldan itibaren Konfüçyüsçü düşünce Batı dünyası için
bilinir duruma gelmiştir.
Yirminci
yüzyıl ortasmda Zen Budizmi
Budizm ise Batı
Avrupa için en azından on altıncı yüzyıldan beri bilinmektedir. Ancak yine de
yirminci yüzyıla ka^ dar Batıda bu yaşam ve düşünce şekli tam olarak anlaşılamamıştır.
Avrupa ve ABD'nde onun görünümüne ilişkin iki ö^ nemli an olmuştur.
1950'1i yıllarda
Christmas Humhreys'in ( 1955) po^ püler yazıları aracılığı ile çok sayıda insan
Budizm ile tanışa mıştır. Bir Budist Topluluğu kurulmuştur. Bu yapı halkın ilgisini
çekmektedir. Budizm İngiltere için bir merak konusu olmuştur.
Kaliforniya ve
ABD'nin geri kalan bölümlerinde ise 1 960'1ı ve yetmişli yıllar bu mistik
düşüncenin yayıldığı dö^ nem olacaktır. Bu dönemde genel olarak "Doğu
yaşam felse^ feleri"ne olan ilgi artmıştır. Ancak Budizm kavram ve uygulamaları
yaygın olarak "çiçek çocukları"nın çoğunluğu tara^ fından yanlış
anlaşılmıştır. Allan Watts'ın yazılarındaki edebi ifadeler ile Budizm'in Zen
versiyonu rağbet görmeye başla^ mıştır.
Zen ustaları, en stradan olgularım terimleriyle
kendi ferini gerçekleştirirlerdi. Onlarm amacı Zen'in mükemmel derecede doğal
bir şey olarak göstermekti.
O,
gündelik yaşam içinde kolayca uygulanabiliyordu. Buda'mn "kendi evinde
yaşayan yaşlı bir a- dam"dan başka biri olmadığım söylüyorlardı; o ömrü
boyunca s1radan bir yaşantı sürmüştü. (Watts, 1 936: 81)
Bu düşünce şekli
Budizm'den daha çok Taoculuğun wu wei öğretisini andırmaktadır. Klasik Zen ve Motosiklet
Bakım Sanatı (Persig, 1 975) kitabı anlık aydınlanma arayışından daha fazla
"Taocu" bir yapı ifade eder gibi görünmektedir.
Paradoksal olarak
batının Çin felsefi düşüncesi üzerindeki etkisi daha fazla gözükmektedir.
1842'de yaşanan İngiliz savaşından sonra Çin ulusal gücünü kaybetmekle kalmamış,
3000 yıllık kültür birikiminde yoğun bir yıpranma söz konusu olmuştur.
Yabancılar Çin geleneksel yapısı üzerinde etkide bulunmaya başlamışlardır.
Geleneksel hizmetler, demiryolları ve posta hizmetlerini hastane ve okul
organizasyonu ile bir misyonerler tufanı izlemiştir.
Cree! (1969: 237)
Çin'de yaşanan bu dönem ile ilgili olarak canlı bir betimlemede bulunmuştur.
Bazı
Çinliler Çin gelenekse/ yaşantısı ve düşüncesinin tüm diğerlerine göre daha
üstün olduğu konusunda ısrarcıydılar, ve onlar böylesine muhafazakar oldukları
için geleneksel düşüncelerin yok olmayacağını düşünüyorlardı; eğer Çin bu
konularda güç/O olursa sıkıntıların ortadan kalkacağını düşünüyorlardı.
Diğerleri ise daha ılımlı bir bakış açısına sahipti; onlar-Çin kültürünün Çin
gelişiminin temelini oluş- curmadığmı, ve çağdaş dünyanın koşul/arma kendisini
uydurması gerektiğini düşünüyorlardı. Ve böy- lece batılı teknikler bir
üstünlüğe dönüşebilirdi. Üçüncü bir grup ise Çin'in tüm politik, toplumsal ve
ekonomik organizasyonun günümüz dünyasına uygun olmadığını ve tüm yaşam ve
düşünce şeklinin baştan aşağı değiştirilmesi gerektiğini savunuyorlar
dı dı. '
Komünizme geçiş
böyle bir ortamda olmuştur. İngiliz- lerin oluşturduğu demokratik yapıya
Fransız Devrimi'nin ekledikleri ile yeni bir düşünce yapısına ulaşmış olan
Çin'de diğer Avrupa geleneklerinin kurumsal monarşisinin farklı bir
cumhuriyetçi . yapı olmuştur.
Ancak . 1936
yılındaki Japon istilası ile sağlam, kendi- ni-yenileyen, ■ cumhuriyetçi demokrasinin uygulanmaya devam
edilmesi olanaksız hale gelmiştir. Savaşın getirdiği zorluklar ve istilacıların yarattığı ekonomik tahribat Çin'i korkunç
bir yoksulluk ve kaos ortamına sürüklemiştir. Basit Marksist ' açıklamaların ve
Birinci Dünya Savaşı sonuna doğru Rusya'nın benzer bir durumda olmasına karşın,
o dönemde göz alıcı ilerlemeler sağlamış olmasının cazibesi şaşııtıcı olmamıştır.
Ve böylece Kızıl Ordu tüm Çin'e egemen olmuş ve sonrasında, entelektüel yapı
buna bağlı olarak değişim göstermiştir.
Marksizm
Marksizm- tam
olarak yorumlanmış ve tutarlı bir sistemden daha ' fazlasını kapsamıştır.
Marksizmin bir felsefe olarak en göze çarpıcı özelliği Çin'de Mao Tse-tung'un
yazılarında gözükmektedir. Kızıl Muhafızlar döneminde yapılan politik ve
ekonomik düzenlemeler ile kapitalist sistem terk edilmiştir. Mao'nun felsefi
yazılarının analizine dönmeden önce onun hakkında bilgiler vermek yararlı
olacaktır.
Mao Tse-tung 1 893
yılında doğdu. O, asistan kütüphaneci olarak 1918 yılında Pekin'e geldi.
Çalışmaları ile Marksizm Çalışma Topluluğu'na katıldı. 1920 yılında C-
hangsha'da ilkokul öğretmeni oldu. Aynı yıl Yang K'hai-hui ile eıılendi. O,
Milliyetçiler tarafından 1930 yılında idam e- dtrdi. Mao daha sonra Chiang Ch'ing
ile evlendi. 1927 yılında başarısızlığa uğrayan bir Komünist ayaklanmasına önderlik
etti. Kiangsi eyaletine kaçması ona köylü önderliğinde devrim yapma
fikirlerinin gelişmesi için şans sağladı. Sonunda o ve adamları Çin istilasına
katıldılar. 1934/5 yıllarında, Shensi eyaletine gitmek için 6.000 mil yolculuk
ettiler. 1937-45 Japon istilası sırasında Komünistler, Kuomintang
milliyetçileri ile ortak bir amaca sahiptiler, fakat hemen sonrasında bir iç
savaş patlak verdi. Komünistler 1949 yılında Çin'in tamamını denetimleri altına
aldılar. Mao'nun etkisi çok büyüktü fakat onun projeleri çok az başarı kazandı.
1 9 56-9 Büyük Sıçramaya Doğru ekonomik reformları başarısız oldu, ve 1967-
Kültür Devrimi bir felakete dönüştü. Mao 1976 yılında öldü.
Mao'nun erken dönem
yazılarında katı Marksist-Leni- nist felsefi tezleri özellikle Çin için uygun
bir şekilde sunulmuştu. Mutlak ve göreceli gerçeklik arasındaki ayırım Marx'ın
Avrupası'ndan çok farklı bir toplumsal ve ekonomik yapıya sahip bir ülkede
devrimsel bir hareketin gelişmesi için son derece yüksek bir uygunluğa sahipti.
Bir
Marksist evrenin tüm oluşumunun gelişimini mutlak olarak ortaya koyar. Bu
toplum oluşum içindeki her bir tikel oluşumunun gelişiminin bulunduğu yer
görecelidir. Bu durumda, mutlak doğruluğun büyük nehri içinde, gelişimin her
bir aşamasındaki belli bir oluşumun insan bilgisi göreceli olan tek doğrudur.
Mutlak doğruluk göreceli doğruluğun top/anımın bileşenidir. (Mao Tse-tung,
1961: 1, 284; Cohen'den alıntı, 1 964: 11).
Bu, Mao'yu başarılı
devrim liderlerinin dikkatli bir gözlemine yönlendirmiştir. Bunun için
koşullara uygun olarak fikir ve tutum değişikliklerine hazır olunması gerekmektedir.
Mao'nun daha
sonraki yazılarında Çin'in koşullarının yeganeliği ve esnekliği üzerine vurgu yapılmıştır.
Devrim durumunda burjuvanın rolüne ilişkin pratik sorun, diyalektik karşıtlık
içinde karşıtlığın doğasının kuramsal sorusu ile yakından bağlıdır. Eğer her
iki sınıf da Yeni Çin'de önemli bir rol oynuyorsa, çelişkinin kuramsal bir
analizi içinde karşıtlıkların birliği üzerine vurgu yapılması zorunludur, çünkü
çalışan kesim ve burjuva karşıt çelişki içindedir. Bir karşıtlığın her bir
kutbu kendi çelişkisinin Hegel'in diyalektiğinin önemli bir ilkesi olmasını
gerektirir, ve Hegel'in oıtaya koyduğu tartışma bir sonraki bölümde
tartışılacaktır. Yeniden Mao çok katı bir şekilde karşıtlıkların birliğinin
savını ifade etmektedir.
İlk olarak, bir şeyin gelişiminin oluşumu içindeki
her bir karşıtlığm iki görünümünü bir varlık içinde birlikte bulunan karşıt
görünümlerin her biri içinde kendi varlığmı ortaya koyar. İkinci olarak,
verilen koşullara göre, iki karşıt görünüm, kendini karşıt görünüme dönüştürme
eğilimi içindedir. (Mao Tse- tung: l 961:1, 315).
Böylece
muhalif-olan ve muhalif-olmayan çelişkiler bulunmaktadır. Çin'de çalışan sınıf
ile burjuvanın sosyalist bir ülke içinde bir arada yaşamalarını olanaklı kılan
bir kuram geliştirilmiştir.
Çin'deki devrim
oluşumu yerel koşullara göre ele alınmalıdır. Başarı umudunda olan herhangi
bir politik liderin böyle bir öngörüye sahip olması gerekmektedir. Mao'nun
doğruluğun göreceliliğini vurgulamasında, tarihsel gelişimin bilimsel
yasalarının evrenselliği ile herhangi bir somut tarihsel içerik içinde
biçimlenen tikellik arasındaki bir ayırım için bir zemin hazırlandığı
görülmektedir. Mao Marksist-Leninist düşünce içine bir roman ideası katmıştır.
Bu, karşıtlıkların kutuplarının simetrik olmadığı ideasıdır. Bir birincil
kutup ve bir ikincil kutup vardır. Böylece karşıt kutuplar -arasındaki denge
olarak farklı somut biçimleri oluşturabilir. O ayrıca her bir kutbun katkısı
ile, genel olarak, bileşenlerin eşit olmasını sağlayabilir. Birincil görünüm,
ikindiden- daha fazla katkıda bulunacaktır. Böylece değişiminin kaynağı
simetrik olmayacaktır. Bütün içindeki değişim üretiminde en etkin olanı
birincil görünümdeki değişim olacaktır.
Çin gibi bir ülkede
olası toplumsal karşıtlıkların hangi görünümü birincil görünüm olacaktır? Mao,
bu soruyu tartışarak etrafına bakmış ve devrimin dinamik çekirdeğini bulmuştur.
O, bunu köylülerde bulmuştur. Burada yaşayanların büyük bir çoğunluğu bölgesel
hükümdarların denetimi altında çalışan köylülerdi. Ancak yalnızca kırsal alan
proleterleri ile bir devrimin gerçekleştirilmesi olanaklı görünmüyordu. Bunun
için silahlı bir mücadelenin de verilmesi gerekiyordu.
Yoksul
köylülerin liderliği mutlak olarak gerekliydi.
Yoksul köylüler olmaksızın devrim
gerçekleştirile- mezdi. Onları reddetmek devrimi reddetmek anlamına
geliyordu. Onlara saldırmak devrime saldırmak demekti. Devrim içinde onların
sahip olduğu genel yönlendirme asla yanlış olamazdı. (Mao Tse- tung,
1961: 1, 21).
Bir kez daha Mao
teori ile pratiği birbirine uydurmuştu.
Mao, bir filozof
olarak, Marksist diyalektiğin merkez savlarını kendi amacı doğrultusunda
kullanmıştı. Onun ortaya konulan çalışmaları, özellikle yaşadığı dönemde,
sanki felsefe ilk ve uygulama ikinci dereceymiş gibi görünüyordu. Bir filozof
olarak Mao için geçmişe bakış onun kendi ülkesinin durumunu açık bir şekilde
kavramış olan bir politik ve askeri lider olduğunu ortaya koymaktadır. Onun
kuramsal analizleri öncüdür ve sonrasında kaçınılmaz olarak pratik uygulamalar
gelmektedir. Bunun ölümcül bir çatlak olarak görülmesi kolay değildir. Politik
felsefe bu karaktere sahiptir. Thomas Hobbes'un Leviathan ( 196 7) yapıtı 1660
yılında monarşinin yeniden Düzenlenmesinden sonra hüküm sürmüş olan il.
Charles örneğindeki bir bağımsızlık gereksinimine iyi bir şekilde uyan devlet
doğasını ortaya koymaktadır.
Sonuç
İkinci binyılda Çin felsefesinin
gelişimi iki temel yol izlemiştir: Değişen yaşam koşullarına uyum sağlamak
için Kon- füçyüsçü felsefenin sürekli olarak yeniden düzenlenmesi ve onun
sürekli olarak sessiz alternatifleri olan Tao ve Budizm, Konfüçyüs'ün kendisi
tarafından kullanılan terminoloji aynı olabilir, fakat en önde gelen
yeni-Konfüçyüsçü filozoflar fi ve ch'i'ye kendi farklı yorumlamalarını
katmışlardır.
Bana öyle geliyor
ki Çin felsefe düşüncesinde baskın olan unsur politik yapı olmuştur. Marksizm
Japon istilasının hemen sonrasındaki karmaşık koşullar içinde Konfüçyüsçü
geleneğin yerini doldurmak için ideal bir adım atmıştır. Kon- füçyüs ve Mao
Tse-tung arasında 2000 yıldan daha fazla bir süre olmasına karşın, onlann
düşünme şekilleri şaşırtıcı derecede birbirine benzer görünmektedir. Konfüçyüsçü
filozof devletin hükümetine girme birincil görevine sahiptir. Zor kazanılan
bilgelik bu şekilde kullanılacaktır. Mao ilk olarak devrimci ve ikinci olarak
filozof olabilir, fakat onun Marksist-Le- ninist düşüncesi Konfüçyüsçü ruh
taşımaktadır. Filozof kendi bilgeliğini devlet yönetiminde kullanır, ve böylece
yurttaşla- nnın yaşantılarının dönüşümünü olanaklı kılar. Bizim, Mao'- nun
Konfüçyüsçü biçeminin içten olmadığını düşünmemiz için hiçbir neden yoktur. O,
derin bir şekilde Çinlidir.
Böylece bir tür
ticaret şeklinde Budizm Zen versiyonu ile Batıda kendine yer bulurken, Çin
Batının en materyalist felsefesini kendi bünyesine katmıştır.
NOTLAR
1 Ben birkaç yıl
önce Çin' de onu ziyaret etme ayrıcalığına sahip oldum. O, hala genç
filozoflar tarafından saygı görüyordu. Kızıl Muhafızlardan sonraki dönemde,
onun analitik felsefe çalışması yeniden oluşturulmuştu.
BÖLÜM
il
BATl'DA
FELSEFE
Ortaçağ Felsefesi
6
1075 yılının
ilkbaharında, bir kervan Hazar denizi üb zerinde bulunan Gurgen'den Tus şehrine
geri dönüyordu. Kervan ■
bu sırada
bir soyguncu çetesinin saldırısına uğradı. Onlar yolcuların her şeyini gasp ettiler. Grubun arasında genç bir öğrenci vardı. O, defterlerinin alınmasıyla perişan olmuştu. Bunlar onun Gurgen'de aylar
boyunca yaptığı ça^ lışmaların yazılı olduğu defterlerdi. O, diğerlerinin
uyarılara na aldırmaksızın soyguncuların peşinden gitti. Onlara yetiştiği
zaman soyguncuların şefine defterlerini geri vermesi için yalvardı.
"Böylesine kolay bir şekilde alınabiliyorsa, onlar çok önemli
olamaz!" diye yanıtladı şef. Ancak yine de defterleri geri •verdi. O
zaman 1 7 yaşında olan genç duyduğu bu yorumu'anladı ve öğrendiği bilgilerin
her bir parçasını ezberledi. Belki de bu şekilde en büyük İslam filozofu olan
Gazali şaşkınlık verici akademik kaynağını elde etmiş oldu.
Tıpkı Hint ve Çin
felsefelerinde olduğu gibi, ikinci Hıristiyan binyılı Batıda da filozoflar
için çok farklı konularla yol gösterici görevini üstlenmiştir. Akdeniz
bölgesinde gelişmiş olan felsefe geleneği bu bölgenin tarihi ile sıkı sıkıya
bağlıdır. Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan filozoflar ortak tektan- rılı
geleneğin yanı sıra dinsel konularda benzer sorunlarla yüz yüze ' gelmişlerdir.
Büyük İslam filozoflarının Antik Yunan düşünce sistemini incelemesi ve Yahudi
ve Hıristiyan filozof- !arının ortaçağ döneminde aynı sorunlarla uğraşması dönemin
karakteristik yapısını oluşturmaktadır.
Biz, ikinci
binyılın başladığı dönemin gelişimi ile sıkıntılı sorular ve entelektüel
birikimin bir özeti ile İslam felsefesini incelemeye başlayacağız.
İslam felsefesini
anlayabilmek için genel olarak klasik Yunan düşünce dünyasının özümsenmesi
gerekmektedir. Yaklaşık 700 yılında Halife el-Mansur Yunan metinlerini Arapça'ya
çevirmiştir. Başlangıçta bunlar tıp ve astronomi / astroloji alanlarına aitti.
Çeviri alanında yetkinleşilmesiyle birlikte diğer Yunan çalışmalarının da
çevirilerinin yapılması olanaklı hale geldi. Yaklaşık 830 yılında Platon'un
Timaeus ve Aristo'nun aralarında De Anima ve Prior Ana/ytics de bulunan birkaç
çalışması Arapça'ya çevrildi.
İslam
felsefesinin yaradılışı
Hunain bin İshak'ın
çalışmalarıyla yaklaşık 830 yılında başlayan Yunan çevirileri devlet tarafından
komisyonlar aracılığı ile desteklenerek yaygınlaştırıldı. Ancak elde edilen
bilgilerden yalnızca birkaç zengin aile yararlanabiliyordu. Yaklaşık 900
yılında, Aristo'nun tüm çalışmaları ve Galen'in felsefi araştırmaları
Arapça'ya çevrilmişti. Artık dinsel metinlerin ussal analizi için bir dizi
araç bulunuyordu. Yalnızca Ku- ran'ın anlamı değil, aynı zamanda Hı.
Muhammed'in ölümünden itibaren yüzyıllar içinde yazılmış olan Kuran ile ilgili
yazıların uygun yorumlaması da yapılabiliyordu.
İslam felsefesinin
gerçek başlangıcı Avrupa Orta Çağlarında karşımıza çıkan bir sorunun
tartışılması ile belirlenebilir. Burada dinsel dogmalar ile usun felsefi
kategorileri ve disiplinleri uzlaştırılmaya çalışılmıştır. Kuran veciz ve
metaforik bir biçemde yazılmıştır. Farklı ve çelişen okumalar için çok sayıda
boşluk bulunmaktadır. Genel olarak, vahiy edilmiş dinin bildirilmesi bir
sağlam yapı olarak kabul edilmiştir, çünkü onlar değişmez metinler olarak
ortaya konulmuştur. Yunan felsefesi yorum ve açıklama için araçlar sağlamıştır.
O dönemden günümüze
kadar, İslam dünyasındaki felsefi tutum yorumsal ve eleştirel çalışmalara
yönelik olarak iki çelişen durum etrafında kutuplaşmış görünmektedir. Bir
taraftan, inancı ölçüt olarak alan us bölgesine hitap edenler vardır. Diğer
taraftan ise kutsal metinlerin okunmasından başka her şeye direnç gösterenler
bulunmaktadır. Kuran'ın dili çok metaforik ve insanbiçimci olduğu için, iki
taraf da meseleyi tam olarak ortaya koymak konusunda başarı kazanamamıştır.
Kuran'ın öğretisi mutlak bir tektanrıcıdır. Bu konuda usun gücünün yardımıyla
sorgulamada bulunmak dinden çıkmak anlamına gelmektedir. Metaforik ve vecizsel
bildiriler harfi harfine bilgisizlik ve batıl inanç konusunda suçlamalarda
bulunmaktadır. İslam düşüncesindeki bu kutuplaşma hiçbir zaman tam olarak
çözüme kavuşturulamamıştır. Biz günümüzde de bunun yankılarını bulabiliriz.
İslam'da yüzyıllar
boyunca tartışma konusu olarak üç büyük sorun ortaya konmuştur. Kuran
değişmeyen, bilinemez birliğe sahip, yaratan ve yaratılmamış Tanrıyı bildirmektedir.
Ancak Yetkin Olan'dan Yetkin-olmayan çok sayıda varlık nasıl olanaklı olabilir?
Bu, "yaradılış sorunu" olarak bilinmektedir. Bu bir metafiziksel
yöndür. Tanrının iyiliği dünyadaki kötülük ile nasıl uzlaştırılabilir?
Kuran aynı zamanda
Tanrının tüm dünyanın belirleyicisi olduğunu açıklar. Bu, davranışlarını
seçmede özgür olan insan varlıklarının bunu yapabilme kapasiteleri ile nasıl
bağ- daştırılabilir? Biz bunu "özgür davranış sorunu" olarak .'adlandırıyoruz.
Kişinin bedenin
ölümünden sonra bireysel ruhu nasıl ■
korunmaktadır? Tanrıyla doğrudan bir bağlantı içinde olarak ve sonunda Bir'e katılarak mı? Ya da çok hassas. yasalar. ■ aracılığı ile mi? Ben bunu "kurtuluş sorunu" olarak adlandıracağım.
Kuran, kutsal bir
metin olarak, Hz. Muhammed'in öğretilerini içermektedir. Burada yaradılış,
özgür istenç ve kurtuluş gibi sorunlu konuların tartışması etrafında sağlam
bir nokta biçimlendirilmiştir. Söylenmiş sözcükler ile ilgili hiçbir sorun
yoktur. Onların yorumlanmasıyla ilgili olarak sayısız tartışma bulunmaktadır.
Ancak ne olursa
olsun, bu üç konunun felsefi yorumlamasının gelişimini izlemek için, bizim
İslam düşüncesi içinde kurulmuş olan üç özsel bileşeni kavramamız gerekmektedir.
Aristo'nun Metafizik yapıtı ve Plotinus'un Yeniplatoncu- luğu bulunmaktaydı.
Kuran'da insan davranışı ve yaratım öğretisi bulunmaktadır. Yunan kaynaklarının
otoriter baskılarının yokluğunda, Aristocu ve Yeniplatoncu ideaların karışımı
İslam filozofları tarafından "Yunan Felsefesi" olarak ' ö-
zümsenmiştir. Bu gelişmenin başlangıcında Yunan. çıkışlı her şey genellikle
Aristo'nun imzasını taşımaktaydı. Kaynakların . açığa çıkarılması İslam
felsefesinin anlaşılması için özsel bir . hazırlayıcıdır.
Yaradılış, kurtuluş
ve özgürlük temaları hakkında önemli çalışmalarda bulunmuş olan en önde gelen
filozoflardan ikisi "Yunan Felsefesi" konusunda bilgi sahibidir.
Bunlar Farabi (y. 890-950) ve İbıı-i Sina (980-1037)'dir. İbı>i Sina Latin
Batı dünyasında Avicenna olarak bilinmektedir. Onların en ünlü eleştirmeni olan
Gazali ( 1058-11 11) Kuran metinlerini Yunan felsefi otoritesinden esinlenerek
tartış-
maktadır.
Köktendinciler ve eserlerin çevirmenleri de çeşitli yorumlamalar yapmışlardır.
Daha sonraları "Averroes" olarak bilinen İbn-i Rüşt ( 1
126-98) Aristocu etkiyi yeniden oluşturmuştur. Aristo'nun yazılarını- dikkatli
. bir şekilde inceleyerek, gerçek Aristocu düşünceyi "Yunan"
felsefesinin daha önceki çevirileri .ile oluşturulan :Yeniplatonculuktan
'ayırmıştır. İbn-i Rüşt'ün kutsal metinlerin "Yunan" yorumlamaları
Farabi ve İbn-i Sina'nın yorumlamalarından çok . farklıdır. İbn-i Rüşt, Gazali'nin
çalışmalarını da eleştirerek Aristo'nun öğretilerini Kuran ile mükemmel
derecede uyumlu olacak şekilde yeniden yorumlamıştır. Geleneksel dogmalar
sıradan insanların yaşantılarının temeli olmuştu, ve onlara olan güveni yok
etmek filozofların işi değildi.
İSLAM
-FELSEFESİNİN ÜÇ KAYNAĞI
Aristo'nun Metafiziği
İslam filozofları
tarafından üzerinde ağırlıklı olarak. durulan Metafizik yapıtı Tanrıya
özel bir ilgiye sahip olması ile tanınmaktadır. Burada Aristo öğretisine uygun
olan iki bölüm vardır.
İlk
bölüm güç sahibi olmak ile gerçekçilik arasındaki ilişkiyi ortaya koyar. ' Bu,
hareketin, yaradılışının içeriğine ilişkindir. Değişmez olduğu için hareket
etmeyen Tanrı, harek€t ve değişimden sorumlu 'olmalıdır çünkü o her
şeyden sorum- • •
ludur. Bu nasıl
olabilir?
O,
[hareketin kaynağt' olarak] işleve sahip olsa bile bu yeterli,
olmayacaktır.O Onun özü onun' gücü olsa. bile bu yeterli olmayacaktır;
sonsuz hareket Olma- yacakttr çünkü, o potansiyel olarak' varolmayabilir.
Bu durumda özün gerçeklik olduğu bu [tannsal]
türün bir ilkesi olmak zorundadır. Bunun ötesinde, bu tözler [hareketin
kaynaklan] maddesel-olmayan o/maltdır; eğer herhangi bir şey ise, onun sonsuz
olması zorunludur. (Metaphysics, Lambda, 1071b).
Hareketin kaynağı
ne olursa olsun, onun hem aktüel hem de maddesel olması gerekmektedir, bu
durumda onun özü onun varlığını içerir. Bu ne anlama gelmektedir? En basit
olarak, onun var olması zorunludur. Bu, Tanrısal ilkenin var olmasının konusu
değildir. O, İslamiyet ve Hıristiyanlık felsefesinin tamamı içinde bulunan en
zor kavramsal hareketlerden biridir. Biz kendimizi tekrar ve tekrar ona geri
dönerken buluruz.
İkinci bölüm tanrı
ideasına bir kişi olarak, ya da en azından bir kişiye benzerliklere sahip
olarak bu bağlantıyı kurmaktadır.
Böylece
ilk ilke duyumsanabilir evren ve doğa dün- yasma bağlıdır. Ve onun yaşantısı
biıim dönemsel olarak hoşlanacağım1Zln en iyisine benzerdir. Onun her zaman bu
durumda olması zorunludur ...çünkü onun gerçekliği aym zamanda hazdır . . . Ve
dü- şüncek kendisini düşüncenin içindeki kattlımı aracılığı ile düşünür
. . . o, bu nesneye sahip olduğu zaman gerçek işlevini ortaya koyar. Bu durumda
onun gerçekliği ussal düşüncenin tannsal sahipliğine ilişkindir, ve onun
etkin kavrayışı en fazla haz veren ve en iyisidir . . . ve Tanrmm özsel
gerçekliği en iyi ve sonsuz yaşantıdtr ...ve böylece yaşam ve süregi- den
sonsuz varoluş Tannya aittir. (Metaphysics, Lambda, 1 073a).
Bu bölümlerin,
Aristo'nun çalışmalarında bulunan en saydam düşünceler olduğu söylenemez, fakat
onların anlamı açıktır. Tanrı gerçektir, yaşamaktadır ve yetkin doğası ile
sonsuz olarak düşünmektedir. Ve evren içinde hareketin kaynağını sağlayan da
aynı ilkedir. Bu nasıl olabilir?
Tanrının doğası ile
tüm dünyasal hareketler arasında ussal bir bağ olması gerekmektedir. Madde
hareketsizdir ve yalnızca tanrı ile aynı doğaya sahip olduğu için etkin
olabilir ve böylece hareketin bir kaynağıdır. Aristo'nun düşüncesine göre
alanların ötesinde bir primum mobile, hareketin ilk kaynağı olmalıdır. Tanrı
dünyaya bu hareketi vermiştir. Tanrı değişemediği için, tanrı olmadığı halde,
tanrının nedensel etkisini paylaşan ara noktanın bir hiyerarşisi olmalıdır.
Bunlar uslardır. Plotinus ve Yeniplatoncular bunlara Us demektedir. Biz,
değişmeyen, tamamen gerçek olan Tanrının maddesel dünya içindeki değişimin
kaynağı nasıl olabildiğini düşünmeliyiz. Örnek olarak, teniste servis atmak
için oyuncu topun içindeki potansiyel enerjiyi harekete dönüştürmek amacıyla
topa vurur. Bu, topun kortun bir tarafından diğerine gitmesine, yeni yerinde
gerçek bir değişikliğe neden olacaktır. Ancak Tanrı, bu ve diğer tüm dünyasal
hareketin nihai kaynağı olarak tamamen gerçek olmalıdır.
Daha önce
vurgulamış olduğum gibi, İslam felsefesi Yunan düşüncesinden yararlanmıştır.
Özellikle Aristo'nun yazıları İslam felsefesi için kaynaklık etmiştir. Bu
nedenle İbn-i Sina gibi yazarların Yeniplatoncuların, özellikle Ploti- nus'un
öğretileriyle kaynaşması şaşırtıcı değildir. Plotinus'un temel çalışması olan
Enneads (Dokuzluklar) Porphyry tarafından bir araya getirilmiş ve yayına
hazırlanmıştır. Ancak bu metin, erken dönem İslam filozofları tarafından
bilinmemektedir. Aristo'nun olduğu düşünülen pek çok düşünce aslında
Plotinus'a ait idealardır.
Yeniplatoncular
evreni Usların bir hiyerarşisinin bir alanı olarak kavramışlardır. Uslar
öğretisi aynı zamanda Tanrının birlik olarak dünyayı nasıl Çokluluktan
yarattığını açıklamaktadır. Bu, Çok'un çıkış noktasının nasıl Bir
olabileceğini açıklamak anlamına gelmektedir.
Biçim ve madde,
Platon'a göre her şeyin iki mantıksal "bileşeni"dir. Nesnelerin
nitelikleri türlere ayrılmıştır. Bunlar maddenin içindeki Biçimlerin örnekleri
olarak açıklanır. Böy- lece, bir çapa kendi şekline sahiptir ve çapalık Çapalık
Biçiminde gerçekleşmiş olan bir araç türünü örneklendirmektedir. Platoncu
düşüncede belli bir çapa duyular tarafından algılanmaktadır, fakat Çapalık
Şekli ise us tarafından bilinmektedir. Bu Biçim belli bir çapa içinde bulunan
gerçek nitelikler değildir. Platon'a göre, o ayrı bir varlıktır ve bahçeyi
çapala- maktan başka bir yerde bulunmaktadır. Platon ayrıca Biçimlerin bu
düşüncesinin estetik olarak heyecan verici bir etkinliğe sahip olduğunu
düşünmektedir. Bunu yaparken, yalnızca güzel şeylerin deneyimi değil, aynı
zamanda entelektüel sezi de Güzellik Biçiminin kendisini kavrayacaktır. Bu,
herhangi bir gerçek güzel şeyden ölçülemez derecede daha güzeldir.
Plotinus'un bu
konudaki düşünce gelişimi Schroeder ( 1992: 15) tarafından iyi bir şekilde
özetlenmiştir. Platon'- un kuramındaki Biçim hem bir neden ya da nesnelerin karakterinin
açıklaması hem de yaradılıştan gelen değerin bir nesnesidir.
[Plotinus]
kullanma ve haz almamn iki am arasmda aymm yapar. Biz, neden ya da [belli
şeylerin karakteristik yapmna ilişkin] açıklamadan bahsettiğimiz zaman,
kullamm terimleriyle düşüniiyoruzdur. Onun yaradıllşmdan gelen değerli bir
nesne olduğunu düşündüğümüz zaman, haz alma açısmdan değerlendirme
yapworuzdur. Bu şema içinde, haz alma kul/amma göre üstünlüğe sahiptir.
Değişen bir sıradan
çokluluktan değişmeyen birliğe giden varlıklar hiyerarşisi Tanrıdan başka bir
şeyle, Tanrı hakkında düşünerek başlamıştır. Bu Us Tanrının İlk Yaratımıdır.
Biri (Tanrı) düşünebilmek için Bir'in birliğinin niteliklerinin bir çokluğu
içinde çözülmesi gerekmektedir. Ancak bu bir'in bölünmesiyle olamaz. Tanrı
bölünmezdir. Tanrının sahip olduğu çok sayıda nitelik Us tarafından
düşünülmektedir. Böy- lece, İlk Us zorunlu olarak çok katlıdır çünkü Tanrı,
bölüne- bilirlik aracılığı ile, çok sayıda niteliğe sahiptir. Bir sonraki daha
yüksek aşamının düşünce oluşumu^\JsJarın hiyerarşisinin en düşük seviyesinde
Ruh bulunmaktadır. Ruh, daha yüksek Biçimlere bölünebilmekte ve analiz
edebilmektedir. O, bir insan olarak kendisini yaratır. Böylece potansiyellik-
ten gerçekliğe dönüşmüş olur.
İçsel varlıklar
nasıl üstün varlıklara yükselebilir? Burada Plotinus ünlü görüntüsünü
geliştirmiştir. O, bu konuyu hem harfi harfine hem de metaforik olarak ele
almaya niyetlenmiştir. Bu, ışığın görüntüsüdür. Onun yardımıyla, biz kavranabilir
gerçekliğin doğasına en parlak öngörüyü alabiliriz. Usların hiyerarşisi
güçlerin ya da etkinliklerin bir dizisidir. P- lotinus tözün içinde bulunanlar
ile tözden gelenleri ayırmıştır. Dokuzluk/ar ( 6.4.22) yapıtında güçlerin
ardışık hiyerarşisi arasındaki ilişkiyi tartışmaktadır. Uslar, Güneşten gelen
ışık ile aydınlatılmış olan şey arasındaki ilişki gibidir. Işık, kendi
kaynağından başka herhangi bir şeyin üzerindeki varlığına bağlı değildir, fakat
o aydınlattığı nesnenin görünümünü ortaya koyar.
Bütün bunlar bir arada
düşünüldüğünde biz daha yük- - - .
sek bir Usun bir
görüntüsüne kendisini dönüştüren bir Us i- deasına sahip oluruz. O, farklı
düşüncelerin bir çokluluğu olarak kendisini temsil etmelidir. Daha yüksek
varlığın tüm nitelikleri bu varlık içinde birleştirilmelidir. Böylece temsil
edilen Us hala tam olarak bir olan temsil edilmiş Us varken, çok olacaktır.
Eğer dünya bu şekilde var olmuşsa, ve Uslar aynı zamanda nesnelerin Biçimleri
iseler, ya da onlarla işbirliği halinde bulunan bir şey iseler, bu durumda biz
Tanrının, kendisini bölünmeksizin Çok olarak nasıl dünyanın yaratıcısının Bir
olduğunu görebiliriz. Bunlar Usların dinamik doğası aracılığıyla olur, onlar
analitik olarak kendileri üzerinde bulunan nitelikleri yansıtır. Ancak neden
bu şekilde olmalıdır?
Bu yanıtlanamaz
sorudur. Belki de Uslar öğretisini düşünmenin en iyi yolu şöyledir:
Yeniplatoncu düşünme örneği içinde iki sabit nokta bulunmaktadır. Birincisi
Tanrıdır, tiim gerçekliğin merkezi olarak kabul edilir. O, değişmezdir, yet.
kindir, ve benzeri. İkinci sabit nokta Dünyadır. O, değişen, yetkin olmayan, ve
benzeridir. Usların hiyerarşisi, hem bir (Tanrı) hem de çok (Dünya} olduğunu
bildiğimiz için var olmak zorundadır. Böylece biz Tanrı hakkında düşünme rolüne
sahip olan İlk Usu yaratmak için Tanrı için bir us bulmak için
mücadele vermek zorunda kalmayız. Biz Onun bunu yapmış olduğunu biliyoruz,
çünı<ü Dünya açık bir şekilde vardır. Bu kördüğümü kesmenin yolu bir Tanrı
olduğunu inkar etmektir, çünkü bizim bir Dünya olduğunu inkar etmemiz kolay
değildir. Ancak bu seçenek gelenekçiler ya da İslam filozofları için açık
değildir.
Kuran Bildirileri
Kuran
yorumcularının karşı karşıya kaldığı zorunu hissetmeye yardımcı olması için,
en ünlü paragraflarından bazı- !arına göz atalım. Aşağıdaki paragrafların her
birinde çok ge^ niş bir yorumlama vardır.
YARADILIŞ ÜZERİNE:
Yeryüzü ve gökyüzünün Yaratıcısıdır! (Kuran: ii, 117)
VAROLAN ŞEYLER
ÜZERİNE: O, dünyadaki her şeyi yaratandır. Daha sonra O gökyüzüne yönelmiştir
ve yedi kat göğü yaratmıştır. Ve o her şeyi bilendir. ( Kuran: ii, 29).
KÖTÜLÜK ÜZERİNE:
İyi olan ne varsa o Allah'tandır, ve kötü olan ne varsa o kendisindindir. Biz
onu (Muhammed} insanlığa elçi olarak gönderdik ve o Allah'ın tanığıdır. (Kuran:
iv, 79)
KURTULUŞ ÜZERİNE:
Kim iyi çalışan ve bir inanan ise, o^ nun çabaları sonuçsuz kalmayacaktır.
(Kuran: xxi, 94).
Tanrının yaratıcı
olarak rolü İslam için merkezdir. İıv sanlar yaşadıklarından sorumludur. Bu
yaşantılar kaydedilmiştir. Filozofların ilk sorunu, yaratım sorunudur.
Birleşik ve yetkin bir varlıktan nasıl böylesine farklı ve yetkin-olmayan dünya
yaratılmıştır? Filozofların bu soruna Yeniplatoncu çözümler bulması şaşırtıcı
değildir.
Birinci bölümde
analitik ve eleştirel felsefe bölgesinin kültürel olarak önemli öğretiler,
kuramlar ya da uygulamalar içinde her yerde bulunan kavramlarının en azından
bazılarının bir açıklaması olarak düşünülebileceğini önermiştim. İslam
filozoflarının çalışması bu reçeteye çok iyi uymaktadır. Kuran öğretilerinin
mantıksallığı ciddi entelektüel sorunlar için çözümler sunmaktadır. Filozoflar
sorunları çözmek için en iyi şekilde donanmışlardır. Onlar çözümlere gereksinim
duyarlar ve Müslümanlar arasında onaylanmış çözümler bulunmaktadır. Kuran
öğretileri verilmiştir. Onların mantıksal- lığı ya da mantık dışılığı
tartışılmamaktadır.
SORUNLAR
VE ONLARIN
FELSEFİ ÇÖZÜMLERİ
Burada Yunan
felsefesinden ödünç alınmış felsefe araç^ !arından birini deneme kabilinden bir
kavrayışa sahibizdir. Biz üç başlıca sorun olarak yaradılış, özgür davranış ve
kurtu luş konularını ayrıntılı bir şekilde yeniden incelemek durumundayız.
İkinci binyılın ilk
yüzyılının en önemli Aristocusu İbn-i Sina'dır. O, 980 yılında İslam bölgesinin
doğu kısmında doğmuştur. Çocukluğunu Buhara'da geçirdi. Eğitimi gele^ neksel
metinler ve İslam hukuku üzerine temellenmişti. 1 7 yaşındayken Farabi'den
okuduklarından etkilendiğini belirt miştir. Buhara sultanının kapsamlı bir
Yunan kütüphanesi bu lunuyordu ve genç akademisyen büyük bir heyecanla bu kütüphaneyi
kullanıyordu. 998 yılında babasının ölmesi ile luu yatını kendisi kazanmak
zorunda kaldı. Birkaç yıl düzensiz yolculuklar yaptı. 1O15 yılından 1022 yılına
kadar Hama^ dan yöneticisi için çalıştı. Bir süre daha yolculuklar yaptıktan
sonra 1032 yılında prensin desteği ile İsfahan'a yerleşti. 1037 yılında öldü.
Arapça fayd sözcüğü
"akış" anlamına gelmektedir ve İlk Neden olan Bir ile maddesel dünya
olan Çok arasındaki k lişkiyi anlatmak için kullanılır. İslam felsefesinin
öyküsü ele a^ lındığında yaradılış sorununun zaten "kitaplarda"
anlatıldığı görülmektedir.
Yaradılış
öğretisinin şematik versiyonu Farabi tarafın dan verilmiştir. İkinci binyılın
hemen başında İbui Sina bu konuda daha iyi bir çalışma ortaya koymuştur.
Böylece Aristo'nun Tanrısı ile uyumlu, kendi kendine düşünme erdemine sahip,
Usların hiyerarşisinin başlangıcı anlatılmıştır.
Bir zorunlu olan
bir birliktir ve onun hakkında düşünülemez. Bir düşünce nesnesi olabilmesi
için uzam ve zaman içinde yerleşik olması ve bazı ayııt edici özelliklere
sahip olunması gerekmektedir.
Eğer Bir yetkin ise ... [Aristo] Yüce Var/Jğm parçası
üzerine herhangi bir entelektüel ilişki olasılığını yok sayar ... [yetkin
olmayan bir dünya ile] bir a/Jşverişin olması olanaklı değildir ... Onun kendi
dışındaki herhangi bir şeyin l'üm bağımsızlığına kar- şm ...o, yaratmış olduğu
kendi kendine kavrayışın edimi içinde düşünmektedir. (Fakhry, 1983: 1
54).
Bir
ve Çok Yeniplatoncu düşüncesinin İslam versiyonu
Yeniplatoncu İslam
filozoftan Bir ve Çok sorununun çözümü için Uslar merdiveninin bir
hiyerarşisinin ideasını geliştirirler. Bu, Plotinus tarafından ortaya konulan
hiyerarşi ile yakın bir yapıya sahiptir. Onlar Bir tarafından nedensel
oluşumlarla yaratılmamıştır, ya da bir yaratım düşüncesinin sonucu değillerdir.
Bir'in Bir tarafından kendi kendine düşünmesi onları meydana getirir. Bu örnek
varlıkların düzeni içinde daha düşük bir seviyede yeniden oluşturulur. Böylece
Bir'in kendi kendine düşüncesi ve tefekkürü içinde ilk varlık yaratılmış
olunur. Bu, gerçek Yeniplatoncu biçem içinde varlıkların bir hiyerarşisinin
geliştiren bir zincirin ilk bağlantısıdır. Maddesel dünyaya en yakın seviyede İnsan
ruhu kendisini düşünür ve kendi özdeşliğini ve tekliğini kavrar. İnsan varlıkları
kendi kendine bilinçli olan en küçük ustur.
Us-varlığı
ilk olarak Zorunlu-varlıktan gelmelidir. Bu ustan meydana gelen başka bir us,
başlangıçta varolan bedenlerden meydana gelen başka bir beden içinde
bulunmaktadır. Eğer onlar çok sayıda ise ... bu durumda bu ustan başka usların
meydana gelmiş olması durumunu zorunlu krlar. Başlangıçta varolan bedenden
diğer bedenler meydana gelmiştir. Başlangıçta varolan bedenlerin son
seviyesine kadar ardışık meydana gelişler benzer bir şekilde devam eder . . .
Bir gerçeklik içinden çeşitli çokluklar meydana gelecektir. (İbn-i Sina,
1050 [1983J: 103).
Yaradılış öğretisi,
tanrının, kendi bütünlüğünü tehlikeye atmaksızın kendinden başka her şeyin
kaynağı olduğunu ortaya koyar. Biz onun dünyaya gereksinimi olduğunu ya da
dünyadan yoksun olduğunu düşünmeyiz.
Fakhry bu kavrama
modunun evrensel tür ya da biçimler seviyesinde olmasının gerekliliğine işaret
eder. Bir'in, somut tikellerin bilgisi ile uzlaştırılmaya çalışılmasından kaçınılması
gereklidir. Biçimlerin düşünce oldukları arı bir ente^ lektüel davranış
olmalıdır. Bu kavramla, tanrının yaratılmış, maddesel dünyanın somut
tikellerinden herhangi birisini nasıl kavrayabildiği açık değildir. Bu,
Tanrının maddesel ve yaratılmış evren içindeki her son şey ile özel bir ilgisi
olduğuna dair Kuran bildirisi ile başka bir sorunu oıtaya çıkarmaktadır.
Zorunlu
Varlık değişim ya da çokluluk konusunda /Jassas değildir, çünkü o dünyayı ve
bir çokluluk olduğunu bilmektedir. Ancak bunu nasıl yapabilmiştir ve kendi
varlığının çokluğunu nasıl kabul etmemiştir? Bunun kısa yanıtı "akılcı
bilgi"ye sahip olması- drr. (İbn-i Sina, 1050 [1983]: 62).
Yaradılış öğretisi
ve bir şeyden gelebilen tek şeyin ilkesi üzerine bağımlılık Fakhry ( 1 982:
321) tarafından iyi bir şekilde özetlenmiştir.
ifk varlık ifk usa hayat vermiştir, bunun
sonucunda ikinci usa da hayat vermiş olacaktır. Bu İlk Ruh ve Bedendir. İlk
ya da Zorunlu Varlık'm aksine, ilk us bir çokluluk unsuru içermektedir, kendi
içinde bir karaktere sahiptir, fakat onun nedeni aracılığı ile zorunlu
değildir. Mutfak olan İlk İlke'den meydana gelen bir dünya içinde bu olgu
çoklu/uğun nihai nedenidir.
Sonunda dünyanın
çokluluğu olası olan ile zorunlu olan arasındaki mantıksal ayırımda
bulunmaktadır. Şimdi olasılık ve zorunluluk arasındaki ilintinin birlik ve çokluluk
arasındaki ayırımın nasıl olduğunu açıklayalım.
Zorunluluk
ve olasılık
Zorunluluk ve
olasılık arasındaki ayırım Aristocu felsefenin ortaya koyduğu başka bir temel
kavramsal ayırımdır. Bu ayırımın sürekli olan ve değişen, geçici olan ayırımı
ile, birlik ve çokluk ayırımı ile uyumlu bir yapıda bulunduğu görünmektedir.
Eğer belli bir olasılık yerleşmişse bu durumda başka bir olasılığın da
gerçekleşebileceği doğrudur. Yeşil olan elma, kırmızı da olabilir ve
elmalar için bir yaşam olasılığı olduğu için, o daha sonra kırmızıya
dönüşebilir. Her değişiklik bir olasılığın gerçekleşmesidir.
Şimdi kavraması en
zor olan düşünceye geliyoruz. En fazla varolan şey var olmayabilirken, ya da
olduğundan farklı bir şekilde var olabileceğinden, zorunlu bir varlık var
mıdır?
Böyle bir varlık
var olmayabilir. Belki de o bundan başka bir şekilde var olamayan bir
varlıktır? Var olma konusunda başarısız olabilecek bir varlık var mıdır?
Aristo böyle bir varlığı düşünmüş görünmektedir. Onun Metafizik kitabında betimlediği
Tanrı budur.
Öz
ve varoluş
Bu soru başka bir
ayırım olan öz ile varoluş arasındaki ayırım sorusunu ortaya çıkarmaktadır. Bir
şeyin özü, onun onsuz düşünülemeyecek niteliklerinin bir toplamıdır. Biz nesneleri,
sahip oldukları nitelikleri olmaksızın varolduklarını düşünemeyiz. Mitolojide
yer alan bir Boynuzlu-at, alnının ortasında bir boynuz bulunan beyaz,
at-benzeri bir yaratıktır. Bu nitelikler Boynuzlu-at'ın özünün parçalarıdır.
Bir nikah yüzüğünün dairesel ve değerli bir metalden yapılmış olması gereklidir.
Nikah yüzüğü vardır, boynuzlu-at ise yoktur. Ancak her ikisi de öze sahiptir.
Böylece öz ve varoluş genel olarak birbirinden bağımsızdır. Ancak sorunlu bir
varlığın durumu üzerinde düşünürsek, bu durumda Yunan düşüncesi genel olarak
varoluşuna eklenmiş böyle bir varlığın özünü ele almaktadır. Örnek olarak,
eğer hem zorunlu hem de yetkin ise, bu durumda varoluş bir yetkin olmayış
olmayacaktır.
Tüm bunların sonucu
Tanrının hem zorunlu hem de Bir olduğunun değerlendirilmesidir. Bu, evrenin
tutarlı ve çoklu olmasının yaradılışını ortaya koymaktadır.
İnanç
us'a karşı
Bu konudaki
tartışmalar us ve tanrısal otorite arasında gitgide artan çatışmalara yol
açmıştır. Bazı insanlar doğru ve yanlışın ne olduğuna us ile karar
verilebileceğini söylerken, diğerleri Kuran'ın öğretilerinde bunun zaten
verilmiş olduğunu düşünmektedir. Bizim göreceğimiz gibi, inanç ve us ara^
sındaki bölünme Hıristiyanlık1ta da bulunmaktadır. Benzer sorunlar her iki din
geleneğinde de yaşanmıştır: örnek olarak, insan özgürlüğü nasıl olanaklı
olabilir? İnanç bunun olması gerektiğini bildirir, çünkü Tanrı ahlaki olarak
bizim yaptıklarımızdan sorumlu olduğumuzu bildirmiştir. Us, bunun olamayacağını
açıklar, çünkü Tanrı her bir insanın kendi yarattığı evren içinde ne
yapacağını öngörmektedir. Bunun ötesinde, maddesel dünyada her şey nedensel
yasalarla belirlenmiş görünmektedir. Bizim davranışlarımız maddesel dünyanın
durumları içinde gerçekleşmiştir. Olduklarından başka bir şey olamayacaklarsa
onlar nasıl özgürce seçilmiş olabilirler?
Bu konu kötülük
sorunu ile bağlantılıdır. Eğer Tanrı dünyadaki her şeyin olmasını istemişse, ve
Dünyada kötülük varsa, bu durumda Onun bu kötülüğü de istemiş olması gerekmektedir.
El Kubafa (Nasr ve Leaman, 1996:413) göre bu çözüm şuna benzer bir şeyi yeniden
yorumlamak anlamına gelmektedir: "Kötülük bir ilaç gibidir, görünümde
kötü dür fakat gerçekte iyidir. " Tanrının iyilikseverliği ve adaleti
kötülüğün iyilik için olması gerektiği sonucunu doğurur.
Tanrı dünyayı
yaratmış ve onu kendi haline mi bırakmıştır? Ya da etkin bir şekilde etki ve
tepki akışını sürdürerek insanların nasıl davranması gerektiğini belirlemekte
mü dir? İslam filozofları Tanrının her şeye gücü yeten bir niteliği olmasına
karşın maddesel şeyleri kendi hallerine bırakmış olduğunu söylemektedir.
Maddesel şeylerin doğal bir etkinliğe sahip olmadığı ilkesini ele alırsak,
sabit olan bir şey ile çarpışan hareketli bir bedenin hareketinin transferi
olarak böyle bir fenomeni nasıl değerlendirebiliriz? Bir çözüm İslam fılo-
zoflan arasında popüler olan ve Hıristiyan batıda on yedinci yüzyılda yeniden
canlanmış olan Vesilecilik'tir. Hareketli bir beden, sabit bir bedene çarptığı
zaman tanrı ikinci bir hareket etmenin bir vesilesidir. Bu nedensellik
düşüncesi Tanrı ile olan tüm nedensel etkinliği saklar. Benzer olarak, insan bedeninin
duyu organlarına maddesel bir tepki olduğu zaman, Tanrı zihin içinde uyumlu bir
düşünce yaratır. Eğer Tanrı dünyadaki her şeyi belirlemiş olsaydı, insanın davranış
özgürlüğü kendisine nasıl bir alan bulabilirdi?
Her nedensel
etkileşim içinde, tanrı varlığa tepki kazandırmaktadır. Gazali'nin
açıklamasına göre (Nasr ve Leaman'dan alıntı, 1 996);
Birin
varlığı ya da var olmayışı, diğerinin varlığı ya da var olmayışmm o/um/anması,
olumsuzlanması içinde bulunmaktadır... Eğer ateş olmazsa alev ışn ğı
olmayacaktır ... Bu şeylerin birbirine olan bağlantısı ardışık bir düzen
içinde onları yaratması için Tanrınm bir öncü gücü üzerine temellenmiştir.
(Incoherence of the Philosophers
kitabından bir alın^ tı, s. 316)
Bu öğreti çağdaş
Batı felsefesi için tanıdık bir halka oluşturmaktadır. Bu, neredeyse kelimesi
kelimesine David Hu- me tarafından ortaya konulmuş bir düşüncedir. Gazali aynı
tartışmayı bizim onları algıladığımız gibi nedensel dizilerin zo-
runlu-olmayışlarını oluşturmak için kullanır. Olguların ilgili durumları
arasında hiçbir mantıksal ilişki yoktur. Bir, diğeri olmadan, karşıtı
olmaksızın var olamaz.
İslam filozofları
ilahi takdir (kader) olgusunu nasıl açıklamaktadırlar? Hı. Muhammed'in
yaşadığı dönemden beri katı Müslümanlar ahlak yaşantısının bir
değerlendirmesini yaparken özgür istenç yerine ilahi takdiri ön plana
çıkarmışlardır. Filozoflar, bazen gerçekten hayatlarını tehlikeye atarak,
günah ile yargılama ideasının kader düşüncesiyle uzlaşmadığını söylemişlerdir.
Eğer bizim bu davranışı yapacağımız zaten belirlenmişse, bu nasıl günah olarak
değerlendirilebilir? Burada davranışı yapan kişi olacak şey hakkında edilgen
bir çözü me kavuşturulabilmiş değildir. Eğilim, tanrısal otoritenin in sanlan
davranışları belirleme yönünde bir irade vermiş olduğu düşüncesidir. On
dokuzuncu yüzyılda M. Abdu ( 1849 yılında Mısır'da doğmuştur) Kuran'ın özgür
istenç gerçekliğini ve evrenin tanrısal yönetimini ayrıntılı bir şekilde
ortaya koyma girişiminde bulunmuştur. Hz. Muhammed'in bu soruna felsefi bir
çözüm aramak yerine kaderciliği reddettiği iddiasında bulunmaktadır. Gerçek bir
Müslüman olacağı ön ceden belirlenmiş şeyi oturup beklemez. Olacağı önceden
belirlenmiş şey onun yapmaya karar vereceği şeydir. Biz, çağdaş Batı
düşüncesinde bu sofizmden daha ilerisine geçebildik mi? Hiç zannetmiyorum.
Tann ile birlik, temas ya da birleşme ile kurtuluş
İbn-i Sina'ya göre
kurtuluş Tanrı ile birlik olmakla sağlanır. Ancak Aristo Metafizik'te ( 19)
"Zorunlu Varolan, karşılıklı bir birlik içinde bir şey ile
birleşmez," demektedir. O, yalnızca kendisiyle birleşebilir. Zorunlu
Varlık, kendi kendine düşünme içinde en büyük hazza sahiptir, çünkü bu yetkinliğin
düşünülmesidir. Daha düşük bir tin ile birlik bunu olanaksız kılar. Bu durumda,
eğer kurtuluş Tanrı ile birlik aracılığı ile oluyorsa, onun Zorunlu Varlığın
bir şeyi ile temas ya da birleşme içinde olması zorunludur. Bu, felsefenin
kaçış yolu bulamadığı başka bir kördüğüm gibi gözükmektedir. Bir insan ruhu
Tanrı olamaz. Kişi kendisini buna adasa bile, Ruh asla Tanrı olamaz. İkinci
binyılın Hint filozoflarında olduğu gibi Tanrı ile ruhun kendini kurban eden
birliği ile mücadele edilmesi gerekmektedir. İbn-i Sina yapılması gereken şeye
açıklık kazandırmıştır. Böyle bir birliğin olanaklı kılınabilmesi için Ruhun
karakterinde Tanrı-benzeri bir şeyin var olması gerekmektedir. İbnd Sina bunu
şöyle söylemektedir,
Usun gücü kendi kendine ve hareketsiz olarak bu-
lunmaktadtr. Onlar Zorunlu Varltk'ın oluşumunu temsil ederler ... algtlama
niteliği ile ussalltk niteliği arasmda hiçbir ilişki yoktur. (İbn-i Sina, ı
050 [19831: 73).
İbn-i Sina bunun
nasıl olabileceğine dair ustaca bir değerlendirme ortaya koymuştur. Algılama
niteliği algılayan ve algılananı birbirinden ayırır. Us niteliğinde, düşünce
ile hakkında düşünülen şey birleştirilir. Böylece tanrı ile birlik olan us
niteliği aracılığı ile bu gerçekleştirilmiş olur. Algılama ile, biz madde ve
Biçimin içinde birleştikleri belirli şeylerin dene^ yimini elde ederiz. Us ile
biz yalnızca Biçimleri düşünürüz.
İbn-i Sina'nın
incelikli Aristocu dlişüncesine ve bir Us olarak Ruhun ölümsüzlüğü ile bu konu
arasında akıllıca bir bağ oluşturmasına karşın, bu analizler ve açıklamalar
bazı kuşkular ile karşılanmıştır. Bu, gerçekten de, ileride görebileceğimiz
gibi, Gazali'nin tepkisine ve ciddi bir şekilde eleştirilmesine yol açacaktır.
FELSEFE
ÜZERİNE GELENEKÇİLERİN
FELSEFİ SALDIRILARI
Sert uçlu bir
çerçeveye sahip olan analitik Aristocu geleneğin mistizmine yönelik yaradılış
özgür istenç ve kurtuluş konularında oluşturduğu sorunları anlayabilmek için
bizim Sı,ıfi geleneğine yakından bakmamız gerekmektedir. Bu gelenek yirminci
yüzyılda hala canlıdır. Aristocu Yeniplatoncula- ra karşı en keskin eleştiriyi
yapan kişi Gazali olmuştur fakat eleştirilerinin nasıl olduğunu anlayabilmek
için genel olarak İslam'a Sufızm kültü açısından bakmamız gerekmektedir.
Binyılın başlarında Sufızm tarihsel olarak önemli bir etkinliğe sahipti ve
bunun uygulayıcılarından olan Gazali onun bir sonraki binyıla daha sağlam
temeller üzerinde aktarılmasında önemli bir rol oynamıştır. Sufıst bakış
açısının ana hatlarını belirledikten sonra Yeniplatoncu / Aristocu ya da Yunan
etkisinde olan düşüncelere saldırılar konusuna geri döneceğiz.
Sufi mistik
geleneğinin anahtar ideaları ve ilkeleri Hint geleneğine benzerlikler taşıyan
bir yapıda olarak kolaylıkla ortaya konabilir.
1 . Dünyasal
şeyleri terk etmek ve tanrının zihninde bir idea olarak kendini bir varolmayış
koşuluna indirgemek.
2 . Kendi
gayreti ile Tanrı ile dostluk yolculuğunda bir dizi istasyonu mistik bir
şekilde başarı ile geçmek (Fakhry, 1983: 239).
Bu uygulamanın
sonucu ruhun Tanrı ile ilk birliğinin oluşturulmasıdır. Bu, dünyasal
yaşantının ötesinde var olan bir birliktir.
Akademisyenler Sufi
geleneğinin İslam'ın yapısından uzak olduğu düşüncesine karşı çıkarlar.
Kuran'da Tanrı ile doğrudan doğruya bir temas içinde olunması düşüncesi yoktur.
Fakhry ( 1983: 241) Tanrı hakkında içtenlikle düşünerek ve ona ibadet edilerek
Tanrı katına yaklaşmanın söz konusu olabildiğini belirtir. Ancak bazı Sufiler
İslam ile çelişki içinde olmuşlardır. Buna örnek olarak bekar kalma
verilebilir. Mistik yaşantı evlilik ile uyumlu değildir ancak Hz. Muham- med'in
kendisi evlenmiştir, ve cinsiyetler arasındaki ilişkilerin uygun yönetimi için
çok sayıda ayrıntılı kurallar bulunmaktadır.
Tanrıya giden Sufi
yoluna saygı gösteren ve aynı zamanda bir filozof olarak çok geniş bir düşünce
birikimine sahip olan Gazali İslam düşüncesi içinde deneysel ve mantıksal
olanın en yüksek sentezini temsil etmektedir.
Çok sayıda kişi
Gazali'yi İslam geleneği içinde önde gelen bir filozof olarak kabul
edilmektedir. O, 1058 yılında Horasan'ın Tus kasabasında doğmuştur. O dönemde
burası Pers İmparatorluğu'na ait bir bölgedir. Bu kasaba güçlü entelektüel
yapısı ile göze çarpmaktadır. Çocuk yaşta öksüz kalan Gazali bir Sufi koruyucu
sayesinde kutsal metinlerin özetleri üzerine çalışmalarda bulunmaya
başlamıştır. Genellikle kendi memleketinde çalışmış olmasına karşın, zaman
zaman, bu bölümün başında da anlatıldığı gibi, tehlikeli yolculuklarda
bulunmuştur. O, katı dogmatizme karşı çıkarak kendisini tamamen us yoluna
adamıştır. Bunu yaparken Tanrıdan doğrudan haberdar olmanın Sufi ilkesini
savunmuştur. O kısa sürede kariyerini oluşturmuştur. Nizam-üt Mülk tarafından
Bağdat'ta bir üniversitede dinbilim bölüm başkanlığına atanmıştır. Ancak o ani
bir kararla bu görevden ayrılmış ve kendisini bir meditasyon yaşantısına ve
özel çalışmalarına adamıştır. Birkaç kez geri dönmeye zar zor ikna olmuş ve
her defasında yine kendi çalışmalarına geri dönmüştür. Doğduğu kasabada 1
111 yılında ölmüştür.
Yunan
mirası ile ilgili sorunlar
Gazali, İbn-i
Sina'nın Yeniplatoncu / Aristocu düşüncesinin güçlü bir eleştirmeni olmasının
yanı sıra aynı zamanda yetkin bir Sufi'dir. Yaradılış konusunda Yeniplatoncu
çözüme şiddetle karşı çıkmıştır. Bunun bir hayal ürününden başka bir şey
olmadığını iddia etmiştir. Ancak yine de konu üzerindeki metin kitabını
yazarken Aristocu mantığı büyük ölçüde kullanmıştır.
Gazali'ye göre
bilgiye giden üç yol vardır. İnanç (iman) en düşük olanıdır. Bu bilgi
seviyesini desteklemek için kişi otoritelerinden alıntı yapmaktan daha
fazlasını yapamaz. Diğer bir yol bilimsel bilgiye (ilim) ulaşmak için usun
kullanımıdır. Ancak daha yüksek bir bilgi biçimi daha vardır. Bu ani deneyim
(dhawq) ile gelir. Kişi bu dünyadan elini eteğini çekerek Tanrıya ulaşabilmek
için hazırlanmalıdır.
Biz neyi
öğrenebiliriz? Tanrı Bir'dir. Ve bunu yaparken kendi kimliğimizi
kaybettiğimizi düşünebiliriz, çünkü biz onunla bir olmuşuzdur. Hangi durumda
ben hala bir bire- yimdir? Hindistan'da Ramanuja yaklaşık aynı zamanda aynı
sorunla uğraşıyordu. Katı bir Aristocu, Hıristiyanlık ve İslamiyet için ortak
olan geleneksel katı çözümlemelere sempati ile bakmaz. O, bir bireyin yalnızca
bir ruh maddesi olmadığını düşünür, o aynı zamanda zamanım sonunda hayat
bulmuş bir bedendir. Aristo yalnızca usun tinsel olduğunu ve bunun sonucunda
ölümsüz olduğunu söylemiştir. Eğer böyleyse, bu durumda ölümsüzlük kişisel
değildir, çünkü entelektüel kavrayış, tikellerde değil, yalnızca
tümellerdedir.
İbn-i Sina Tanrının
tikeller tarafından değil, yalnızca tümeller tarafından bilinebileceğini
söyleyerek yaradılış sorununa farklı bir açıdan yaklaşması, ve insan ruhunun
Tanrı ile birliği konusunda usun evrensel karakterini vurgulaması nedeniyle,
onun öğretilerinin Gazali tarafından eleştirilmesi şaşırtıcı değildir.
Kuran'da yer alan en derin felsefi konulardan biri "ne kadar küçük olursa
olsun, hiçbir şey Tanrı'nın dikkatinden kaçmaz," (34, 3) ifadesidir.
İbn-i Sina bunu Tanrının yalnızca tümelleri bildiği ideasının bir yorumlaması
için kullanmıştır. Böylece dünyanın Tanrı tarafından, Tanrıdan başka bir şey
ile yaratılmasının olanaklılığı ortaya çıkacaktır. Bu, Kuran'daki ifadelerle
taban tabana zıt görünmektedir. Eğer Tanrı maddenin en küçük birimine dikkat
ediyorsa, o yalnızca tümellere (Biçimler) dikkat etmiyor, aynı zamanda Biçimlerin
maddesel görünümleri olan tikellere de dikkat ediyor demektir. Yalnızca
çapalığa değil, çapalara da dikkat etmektedir. Felsefe Kuran öğretilerini
yeniden gözden geçiremez. Kuran Hz. Muhammed'in kişiliği aracılığı ile
gönderilmiş tanrısal vahiydir. Bu durumda felsefe Kuran'ı mantığa büründürüp
tutarlı bir şekilde değerlendirmelidir. Gazali'ye göre, Tanrının bilgisi zaman
ve uzam içinde bulunan tikellere ilişkindir. Bu ilişkiler değişebilirken,
değişimleri bilen olarak Tanrının özü bu değişimden sorumlu değildir. Değişen
dünyanın bilgisi, değişmeyen bir varlık tarafından nasıl bilinebilir?
Gazali'nin yazılarında bu sorunun yanıtının olmadığı görünmektedir. Ancak bu
soruya yanıt verilmelidir.
Sufi
uygulaması ile felsefi analizin uzlaştmlması
Gazali'nin pozitif
felsefesi kişinin kendi bilgisini elde etme yönünde düşünceye dayalı bir
dikkat' içinde olmasının tekniğini kullanmaktadır. Gazali, "Kendini
bilmek, Tanrı bilgisinin anahtarıdır, " der (Gazali: y. 1105 [1958]: 5).
İnsanın özünde bulunan şeyin meleksel nitelikler olduğunu nasıl bilebiliriz?
Bunun nedeni bir yaratığın özünün onun içindeki en yüksek şey olmasıdır.
Peygamber, "Kendini bilen kişi Tanrıyı biliyordur, " demiştir. Bu
yukarıda belirtilen konunun yankılanmasına neden olmuştur. Nasıl mı? Tartışma
aşağıdaki gibi devam etmiştir:
Bir
kişi, kendisinin var-olmadığı bir zaman olduğunu bildiğini düşündüğünde,
Kuran'da yazılı olduğu gibi "O hiçbir şey olmadığı bir zamanda
yoktur" . .. Ne zaman ki yetkinlik derecesine ulaşmışsa, o kendisini
yapmamıştır (Gazali, y. 1 100 [ 1983]: 15).
Kişinin Tanrıyı
nasıl bilebileceği konusu Gazali'nin yazılarında ağırlıklı olarak yer
almaktadır. İbn-i Sina gibi filozoflar tarafından savunulan usun kullanımı
Gazali için Tanrı. ya ulaşma konusunda anlaşılması zor bir yol olarak görünmektedir.
Üstelik bu insanları dinsizliğe sürükleyebilecek bir yöntem olarak
gözükmektedir.
O, Tanrı arayışı
konusunda önemli ve etkin metinlere imza atmıştır. Usu kullanarak Onu bulmak
yerine, bizim Onun tarafından bulunmuş olduğumuzu söylemektedir. E. L.
Daniel'den alıntı yaparak Gazali'nin The Deliverance from Er- ror kitabının
önsözünden bir bölüme bakalım:
Kim
ki dinbilimin soyut kanıtlardan ve sistematik sı- mflandırmJ/ardan oluşması
gerektiğini düşünüyorsa, o inancın keşfedilmesi gerektiğini düşünüyordur.
Oysa bunun yerine, inanç Tanrının Yaratımlarının kalplerine bir armağan olarak
vermiş olduğu bir ışıkttr. O, bazen açıklanabilir düşünceler şeklinde
görünebildiği gibi, bazen uykuda görülen bir rüyadır. Bazen dindar bir
insanın yaşadığı huzurda, bazen de huzurun kendisi aracılığı ile görünür.
Dünyanın
sonsuzluğu
Yine de Aristoculuk
düşüncesinde sorun yaratan görünümler bulunmaktadır. Bunlardan biri dünyanın
sonsuzluğu sorunudur. Aristo bu konuda kesin bir şey söylememiş ve iki
seçeneğin de hiçbir kanıtının olmadığını belirtmiştir. İbn-i Si, na açık
yüreklilikle bir çözüm sunmuştur fakat bu tikellerin durumu halrkında daha
temel sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Dünya tanrısal hareketin bir
ürünüdür. Dünya Tanrıya bağlıdır, ve bu durumda başlangıcı ve sonu yoktur.
Ancak ne olursa olsun, tikellerin geçici sonlu dünyası ile Tanrının sonsuzluğu
arasında bir farklılık bulunmaktadır. Dünya sonsuzluğu yalnızca tanrısal duyu
içinde paylaşır. Gazali'ye göre, bu mantık-bölünmesi din konularında açıklamalarda
bulunan filozofların yetkilerini aşmaktan başka bir şeye hizmet etmez (Urvoy,
1991: 99).
Mistik dönüş
Sufiler doğrudan
tanrı bilgisi umudu içindedirler, ve onlar bu umudu gerçekleştirebilmek için
bir .yaşam tarzını benimserler. Bu, onlar ile Mollalar arasındaki çelişkinin en
temel kaynaklarından biridir. Sufiler yalnızca Tanrı ile birliği gerçekleştirme
sorununa yanıt arama arayışı içindedirler, ve bu kutsal metinlerdeki otoriteden
kaynaklanmaktadır. Suflz- min bu iki görünümü bir arada düşünüldüğünde, Gazali
Ku- ran'daki Sufızm için sağlam bir temel oluşturma çabası içinde olacaktır.
Gazali'nin kurtuluş
öğretisi mistiktir. Tanrı ile birlik, Sufiler tarafından savunulan yol ile elde
edilebilir. Kuran yasalarıyla uzlaşma-, erdemli yaşamın ideası aracılığı ile
olur. Tanrı, kendisini arayan kişilere yardımcı olacaktır. Ancak bu İbn-i Sina
ve Farabi'nin Yeniplatonculuğu ile karşıtlık içinde sunulmuştur. Onlara göre,
tanrı ile bir olma yönündeki ilerleme kavranabilir tözlerin biri olarak us
aracılığı ile olur. Ye- niplatoncu " Aristocular" için yaradılış ile
kurtuluş arasında temel bir birlik bulunmaktadır. .
YAHUDİLİK . KATKISI
Hıristiyanlık ve
İslamiyet'in aksine, Yahudilik dinin yoğun felsefi araştırması uzun sürmemiştir.
. Ancak yine de on. ikinci yüzyıl ortaçağ döneminin büyük filozoflarından biri
olan Moses Maymonides ( 1135-1204) yetişmiştir. O, neredeyse tek başına
Musevilik inancı ile Aristocu felsefenin araçlarıyla .usu ■ uzlaştırma görevini üstlenmiştir. Maymonides'- in ■ çalışması hem İslamiyet hem de Hıristiyan
felsefesi içinde ortaya konmuş olan tüm büyük temalar üzerine dokunmuştur.
Tanrısal vahiyler için ussal yorumlamalar ■ yapılmaya çalışılmaktadır.
Yahudi felsefesi
her zaman için Hıristiyanlık ve İslamiyet'e yakından bağlı olmuştur.
Maymonides'in. uğraştığı sorun İslam .filozoflarıyla ikinci binyılda yaklaşık
aynı dönemde yaşanılan sorunlardır. Burada büyük Yunan filozofları tarafından
verilmiş olan üstünlüğün Kutsal kitaplar ile uzlaştırılması- nın nasıl .olacağı
konusunda çalışmalar yapılmıştır. Bu sorun Bokser ( 1950: 1) tarafından The
Legacy of Maimonides kitabında aşağıdaki şekilde ele alınmıştır.
Moses
Maymonides ... uzlaşmaz gözüken iki dünya görüşü -Yunan ve Musevi- arasmda bir
arabulucu idi. Antik Yunan'dan insanoğlunun kendisi ve dünya hakkmda gerçeğe
yönlendirmede akim kulla- mlması gerektiği düşüncesini almıştı ... Musevilik
dünya görüşünde ise insanoğlu usa karşı uyanlıyor ve tannsal olarak vahiy
edilmiş Kutsal YaZilara sor- gulamasız olarak inamlması gerektiği
belirtiliyordu;.
Maymonides İspanyol
asıllıydı. O, Cordoba kentinde doğmuştu. İslam dünyasındaki hanedanlık
savaşları Yahudiler için sıkıntı yaratıyordu. Onun ailesi zulüm tehdidi ile
karşı karşıya kaldıklarında Afrika'nın Akdeniz kıyısı boyunca ilerleyerek
Mısır'a göç etmişlerdi. Tıp eğitimi almıştı, çok hızlı bir şekilde kariyer
yaptı. Sultan Selahaddin'in özel doktoru olmuştu. Burada felsefi çalışmalar
yapmak için zaman buldu. Bunları Kafası Kanşık Olanlar için Rehber (Guide far
the Per- plexed) kitabında topladı. Bu büyük çalışmasına 1 185 yılında
başlamıştı ve yaklaşık 1200 yılında bitirdi. İlginç bir şekilde o Arapça
yazılmıştı, fakat kısa bir süre sonra Batının felsefi dili olan Latince'ye
çevrildi.
Maymonides kutsal
metinler üzerine bazı yorumlamalar yaptığı ve Yahudi yasaları üzerinde etkin
çalışmalarda bulunduğu için, biz onun Aristocu felsefe ile Yahudi geleneğini
bir araya getirme çabalarına odaklanacağız. Onun burada izlediği yol İslamiyet
ve Hıristiyanlık için de uygulanabilir bir yöntem niteliği taşımaktadır.
Aristocu felsefi kavramlar dinsel inançların ussal temellerini ortaya çıkarmak
için kullanılmaktadır. İslam dünyasında İbn-i Sina'nın çalışmalarının gördüğü
tepkiye benzer bir tepkiyi Yahudi dünyasında onun çalışmalarının görmesi
şaşırtıcı değildir. Tanrısal vahiylerin kutsal metinlerine ölümlü insan aklı
ile açıklama getirilmesi katı Yahudi kesimlerince büyük bir tepki He
karşılaşmıştır. May- monides'in yazdıkları kendi dindaşları arasında onun inançlı
olup olmadığı sorusunu beraberinde getirmiştir. O, bu konuda kendisini yazılı
olarak savunmaya zorlandığı halde böyle bir savunma yapmayı reddetmiştir.
Onun ölümünden
sonra tartışmalar daha da alevlenmiştir. Hatta kitapları Fransa'da
yakılmıştır. Ancak zaman içinde tarihsel olarak şansı dönmüştür. Maymonides en
önemli Yahudi filozofu olarak görülmeye başlanmıştır. Yunan mantıksallığını
İslamiy.et, Musevilik ve Hıristiyanlık din geleneklerini açıklamak için
kullanması ile onun görkemli kitabı, tarih içindeki tartışılmaz yerini
almıştır.
Us
ve onun insan yaşammdaki yeri
Maymonides usun
insan varlığına özgü bir nimet olduğunu söylemektedir. İnsanoğlu "usa
sahip olduğu için diğer hayvanlardan ayrılmaktadır."2 Us, pratik yaşantı
için gereklidir, çünkü "insanoğlu için gerekli yiyecek çok fazla çalışma
ve hazırlık gerektirmektedir. Bu yalnızca düşünme ve plan yapma ile elde
edilebilir. " Ancak us, etkinliğin daha yüksek seviyelerine ulaşma
kapasitesine sahiptir. Ve bu daha yüksek mod içinde bilimin kaynakları ortaya
çıkmaktadır. Us, "nesnenin bileşenlerini analiz eder ve böler. Onların
soyut ideala- rını biçimlendirir . . . insana özgü nitelikleri kullanarak çıkarımlarda
bulunur."
Ancak ne olursa
olsun, usun bilgiyi elde edebilmesinde başka bir seviye vardır, ve bu Tanrının
doğasının seviyesidir. Ancak böyle bir bilgiye sahip olmanın getirdiği sonuç
sevgi ve korkudur. "O [filozof] Onun çalışmaları üzerine düşündüğü zaman,
Onun mükemmel ve etkileyici yaratımları üzerine düşündüğü zaman, ve Onun
karşılaştırılamaz ve kuşku duyulmaz bilgeliğini algıladığı zaman, o hemen büyük
Tanrıyı bilme arzusu içinde sever, övgüler yağdırır ve hislenir." Ve aynı
zamanda, yalnız başına onu bilen bir insan olmak onu bunaltır ve korkuya sevk
eder. Aristo'nun basamakları izlenerek tüm bunlar gerçekleştirilebilir.
Usun gücü ile
geleneksel kutsal metin otoriteleri nasıl uzlaştırılabilir? Yanıt gerçekten çok
basittir. Bir filozofun eğitimi zor ve uzundur. Pek çok insan onu yapabilme
için akıl gücüne sahip değildir. Us, Tanrı bilgi ve sevgisi için evrensel bir
rehber görevi üstlenemez. Burada dinsel geleneklere görev düşmektedir.
Tamamen başka bir rota aracılığı ile aynı noktaya ulaşılır, fakat herhangi biri
tarafından bu rotanın izlenebilmesi için kutsal metinlerde yer alan vahiylerin
yönlendirilmesine gereksinim vardır.
Felsefenin
sımrlan: akla uygunluk ve kamt
Felsefe alanında
iki zor soru bulunmaktadır. Birincisi evrenin sonsuzluğu ya da sonluluğu
sorunudur. Us, evrenin gelip geçici durumunun gerçekte ne olduğunu belirleyemez.
Aristo evrenin sonsuz olduğu görüşüne sahiptir, fakat bir final gerçeklik
olarak bunu ortaya koymamıştır.
Ahlak yaşantısı
konusunda da aynı düşünce uygulanabilir. Us Aristocu düşüncenin akla
uygunluğunu destekleyebilir, fakat o belirleyemez. Hiçbir sıradan insan bu
konuda belirleyici rol oynayamaz. Sonuç olarak, us deneysel olarak çalıştığı
için, usun bir etiği insanların ortak düşüncelerinin bir tür eleştirel
toplamının en iyisi olacaktır. Daha otoriter bir şey gerekli olduğu zaman,
kutsal yazılar ve dindarlık geleneği içindeki yorumlamalar ortaya konulacaktır.
Biz, Tanrının
varlığını us ile nasıl kanıtlayabiliriz? May- monides'e göre, yanıt dinsel
fizikte yatmaktadır! Hareket kendi kendini meydana getiremez. Bir hareket
varsa, bu hareketin bir Final nedeni de olmalıdır. Bu yalnızca Tanrı olabilir.
Ancak Bokser'in işaret ettiği gibi bu kanıtta tehlikeli bir yan bulunmaktadır
(Bokser, 1 950: 26). Böyle bir analizde bulunmanın yolu evrenin sonsuzluğunu
kabul etmek ve bunun sonucunda hareketini kabul etmek gerekmektedir. Ancak
Maymonides, sonsuz bir evren düşüncesinin katı dindarlar için nasıl tahrik
edici bir düşünce olduğunu iyi bilmektedir.
Tanrının doğası
konusuna gelince, Maymonides Tanrının popüler ve geleneksel insanbiçimci
kavramlarına şiddetle karşı çıkmaktadır. Maymonides Hıristiyan ve Müslüman çağdaşlarıyla
aynı düşünme çizgisine sahip olarak aynı sonuca ulaşmıştır: tanrı bedensel
olmayandır ve kendisinden başka hiçbir şeye bağlı değildir. Tanrı "uzay
içinde" değildir ve zaman kavramına tabi değildir. Güç ve bilgelik gibi
sıfatlar Tanrıyı anlatmada kullanılamaz. Tanrının özü ve varlığı aynıdır.
Böylece ''Tanrı, sahip olmak niteliğine sahip olmaksızın vardır." Bu
konumun bilinemezliği çok inceliklidir. Biz Tanrının herhangi bir şeyini
bilmeyiz, ve böylece her şeyi bilen nitelikleri kattığımız zaman, bu sözcüğün
içerik açısından ne anlama geldiğini bilemeyiz. Bizim Tanrıya isnat ettiğimiz
nitelikler yalnızca olumsuzlama anlamına sahip olabilir.
Maymonides'in
çalışması ile Musevilik felsefesi Avrupa düşüncesinin ana akıntısına girmiştir.
Onun kitabının Aqui- nalı St. Thomas üzerindeki etkisi iyi bilinmektedir ve o
oıta- çağ Latin Batısınııı tüm büyük filozofları tarafından hissedile- bilir.
Maymonides,
Aristocu felsefe geleneği içine ait olarak, kutsal metinlere olan ilgiyi
arttırmıştır. Yahudi felsefesi yok olmamıştır. Onun yazgısı Batı düşüncesi
içinde özüm- senmek şeklinde olmuştur.
Ben İslam
felsefesinin öyküsünü üç tema üzerinde ele aldım. Bunlar yaradılış, Tanndan
Dünyaya hareket, özgür istenç, Tanrının Dünya içinde insan varlıklarıyla olan
ilişkisi, ve kurtuluş, Dünyadan Tanrıya olan hareket kavramlarıdır. Ancak bu
tartışmaların arkasında İslam düşüncesindeki daha derin bir çatlak bulunmaktadır.
Felsefe ile kutsal ve otoriter metinler arasındaki ilişki nedir? İbn-i Sina'da
açıkça görüldüğü gibi, Yunan felsefesi Kuran ve Hı. Muhammed Gelenekte- ri'nin
yorumlanması için bir araç olarak kullanılmıştır. Burada "Tanrının
tahtında oturduğu" gibi insanbiçimci görüntüler bir kenara bırakılmıştır.
Süslenmemiş gerçekliğin hazinesi olarak Kuran yeni bir bakış açısıyla tekrar
incelenmektedir. Vahiy edilmiş doğrular, usun süzgecinden geçirilerek yeniden
ortaya konmaktadır.
İbn-i
Rüşt ve Aristocu Metinlere
Geri Dönüş
İbn-i Rüşt'ün (
1126-98) çalışmaları bu tartışmaların üzerine gelmiştir. O, Latin geleneğinde
Averroes olarak bilinmektedir. Cordoba'da zengin bir ailenin içinde doğmuştur.
Yalnızca İslam klasikleri üzerinde değil, felsefe, Arap edebiyatı ve bilim
alanında da iyi bir eğitim almıştır. Onun yaşadığı dönemde Endülüs'te
felsefenin ve filozofların durumu belirsizdi. Daha önceki yönetim sırasında
yetkililer tüm hukuk düşüncelerini yeniden düzenlemişti. 1 t 68 yılında AI-
homades yönetimi sırasında Ebu Yakup yönetimin ikinci adamı olarak İbn-i
Rüşt'ü Aristo üzerine yorumlar yazılması için oluşturulan komisyonun
başkanı olarak görevlendirdi. İbn-i Rüşt on yılını Seville'de yorumlar üzerine
çalışarak geçirdi. 1 1 81 yılında Cordoba valisinden bir çağrı aldı, böyle- ce
sonraki yıllarını oluşturacağı felsefe üzerinde çalışmakla geçirdi. İbn-i Rüşt
1 198 yılında öldü.
Onun felsefi
çalışması dengeli bir araştırmadır. Fakhry'nin (1983: 27) ortaya koyduğu gibi,
"İbn-i Rüşt Kuran'ın doğruluğuna tam olarak inanan biri olarak ...aynı
zamanda gerçeğin arayışı üzerine çalışmalarda bulunmuştur." Onun yaptığı
şey, Aristo'nun metinlerine geri dönerek, orada bu filozofun "doğru"
yorumlamalarını bulmak ve bunları Kuran'ın anlaşılması için gerekli sorunlara uygulamaktır.
Böylece kutsal metinler de "doğru" bir şekilde yorumlanmış olacaktır.
Yapılması gereken şey, Farabi ve İbn-i Sina'nm Aristocu felsefesine
Yeniplatoncu bir anlam kazandırmaktır.
O, Aristo üzerine
yazdığı yorumlarla ünlü olmuş biri olarak felsefe ve kutsal metin arasındaki
ilişki tartışmasına önemli bir yeni bakış açısı kazandırmıştır.
İbn-i Rüşt'e göre,
tanrısal yaratım diğer yaratım biçimleri gibi meydana gelir. Madde ve biçim
bir araya gelmektedir. Potansiyel olan gerçek olmuştur. Tanrıdan meydana gelmiş
olan Uslar kendi kendilerine düşünebilme yeteneğine sahiptir. Ancak onlar
Tanrı değildir, yine de Tanrının niteliklerinin en azından bazılarını temsil
etmeli ve paylaşmalıdır.
İbn-i Rüşt, daha
derin bir seviyede İbn-i Sina'nın öz ve varoluş ayırımını eleştirmiştir. Öz
öncüdür ve varoluş onu destekler tezinin doğru olmadığını söylemiştir. Herhangi
bir şeyin gerçek varoluşu, gerçeklik içinde onun özünün kavranması için
gereklidir. Entelektüel bir uygulama olarak bir şeyin özünün analiz edilmesi
bize herhangi bir şey anlatmaz, çünkü o herhangi bir varoluş düşüncesi
olmaksızın yapılmış olamaz.
Aristo'ya ait
metinler üzerinde titiz bir çalışmanın lezzetini vermek için, ben
sonsuz-olmayan ve sonsuz-olan iki töz türünün yapısını ortaya koyacağını:
...
o [Aristo] bu kitaba [Metaphysics Lambda] sonsuz-olmayan tözün ilkesi ile
başlar ... Bundan sonra sonsuz-olan özün ilkelerini açıklamaya başlar .
. . Onun varlık t6zü, ilk biçim ve ilk sonuçtur;' daha sonra hareket
edemeyen tözü inceler. O, bir ya da çok olabilir. Eğer onlar çok ise, bu
durumda: onlar nasıl bire dönüşmüştür, ve bu çoklu/uğun hiyerarşisi
nasıl meydana gelmiştir? (l'bn-i Rüşt, y, 1140 [ 1984]: 75).
Burada birlik ve
çokluğun bildik teması yeniden karşımıza çıkmaktadır. Yeniplatoncularla
özdeşleşmiş .olan 've .Aristo'nun düşünceleriyle desteklenen hiyerarşi İbn-i
Rüşt'ün formülleştirmesiyle tekrar ortaya konmuştur. Burada tanrısal bedenlerin
kendi kendilerine hareket etmeleri gerektiği, söylenir, çünkü onların
hareketlerinin görülebilir bir kaynağı yoktur. Onlar diğer kendi kendine
hareket eden varlık türleriyle, yani insanlarla benzer bir şekilde hareket
etmelidirler.
Bu
bedensel yapılar ruhlara ve dünya güçlerine sahip o/ma/ıdırlar, onlar yalnızca
usa ve arzunun nite- ligine sahiptirler ... bu onları yerel hareket ile sınırlar. (İbn-i Rüşt [1984]: [1594]).
Şimdi tanrının
doğası ile ilgili olarak neler düşündüğünü ortaya koyabiliriz.
Eğer
tanrının kendi varlığını kavramadaki hazzı bizim onun kendi özünü kavradığımız
zaman hissettiğimiz
hazza eşitse, sonsuz olarak Tannya ait olan • şey kısa bir süreliğine bize
ait olmuştur. Bu çok mükemmel bir şeydir. (İbn-i Rüşt, [ 1984]: [
1618]).
Ve bizim hazzımız ne kadar
büyükse, o kadar mükemmel olacaktır. Sıradan bir dünya içinde Tanrıya
benzerlik insan aklının gücünün tartışması içinde bulunmaktadır. En yüksek
mutluluk usların entelektüel kavrayışında olmalıdır. Tanrı sürekli olarak bu
durumdadır. Biz kendi özümüzü düşünerek zaman zaman ona ulaşabiliriz. Ancak
bizim bu "benzerlik" duygusunun "aynısı" anlamına
gelmediğini akıldan çıkarmamamız gerekmektedir.
İbn-i Rüşt
Hıristiyan Üçlülük yorumlaması hakkındaki eleştirilerini anlatırken,
varlıkbilimsel olarak •aynı olan şeylerin kavramsal olarak ayrı olma ile
karıştırıldığına işaret etmektedir. Tanrının kendisini bir şekilden daha fazla
şekilde ortaya koyabileceği belki doğrudur, fakat bu görünümleri ifade etmek
için birden fazla ayrı kavram gerekir. Oysa Tanrı bir birlikten başka bir
şekilde kendisini göstermemiştir.
Yunan mirası ile
ilgili üç sorun
İbn-i Rüşt
İslamiyet'i desteklerken Aristocu felsefenin üç temel düşüncesi ile karşı
karşıya kalmıştır. Bunlar Tanrının yalnızca tümelleri bildiği ilkesinin
Kuran'ın tanrının her bireyin davranışına dikkat ettiği düşüncesiyle nasıl
uzlaştırılabile- ceğini; evrenin sonluluğuna karşı bir yargılama oluşturmuş olan
Aristocu . düşüncenin Kuran'daki dünyanın sona ereceği kıyamet anı öğretisi ile
ilgili olarak nasıl uzlaştırılacağı; ve son olarak bedenin yeniden hayat
bulması öğretisi ile ilgili olarak Kuran'da yer alan ruhun ölümsüzlüğü
düşüncesiyle nasıl bir uzlaşma sağlanacağıdır. İbn-i Rüşt bu sorunları asla
çözme- miştir. Zaten başkasının da çözdüğü söylenemez.
İSLAMİYETİN
LATİN BATI DÜNYASI
ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
İslami düşüncenin
Latin Batı üzerindeki etkisi büyük ölçüde erken dönem Orta Çağlar sırasında
Aristo'nun öğretilerini birincil kaynak olarak kullanan Arap ve Mağribi yazarlar
aracılığı ile olmuştur. İslamcı yazarlar Aristo'ya kendi "bakış
açılarını" vermişlerdir. Ben burada bu etkinin kısa bir taslağını
vereceğim. Bunlar önde gelen iki Müslüman Aristocu olan İbn-i Sina (Avicenna)
ve İbn-i Rüşt (Averroes)'dir.
İbn-i Sina'nın
Aristo'nun Metafizik yapıtı üzerine yorumları tanrı varlığının gerekliliği ve
başka her şeyin tek olasılığı terimlerinde Tanrı ve Yaratımı hakkındaki
görüşlerini içermektedir. Öz ve varoluş, Tanrı haricinde ayrıdırlar. Po-
tansiyellikten gerçekliğe geçiş koşullara bağlıdır. Böylece varoluş (bir şeyin
olması) özden (olan şeyin türü) ayrılmıştır. Varoluş bir rastlantıdır. Bu konum
ortaçağ yazarları tarafından tartışılmış ve genel olarak eleştirilmiştir.
Bunlar arasında St. Thomas Aquinas eleştirileri en etkili olandır. Eleştiriler
özün ve varoluşun güce ve hareket yeteneğine sahip olduğu ve dolayısıyla rastlantısal
olamayacağı üzerine odaklanmıştır. İbn-i Rüşt de bu konuda İbn-i Sina'yı
eleştirmiştir.
Biz İbn-i Rüşt'ün
Aristo'nun felsefi öğretilerini ve çözümlemelerini nasıl titiz bir şekilde
incelemiş olduğundan bahsetmiştik. İbn-i Rüşt'ün çalışmaları yaklaşık 1220
yılından itibaren ortaçağın sonuna kadar Paris ve Oxford üniversitelerinde
Aristocu düşüncenin başlıca kaynağı olarak oku- tulmuştur.
Sanırım İslam
felsefe tarihi içinde en etkin olan yazarlardan bahsettik. Bunlar Farabi,
İbn-i Sina, Gazali ve İbn-i Rüşt'tür. Onların düşünceleri özellikle yaradılış,
özgür istenç ve kurtuluş konularında büyük etkilerde bulunmuştur. Ancak aynı
zamanda dinbilim konusunda yoğunlaşmış filozoflara karşı güçlü bir tepki de bulunmaktadır.
Biz şimdi 'bunu daha yakından inceleyeceğiz.
Felsefeciler
üzerine Saldırılar
İslam felsefesinin
başlangıcından itibaren felsefecilere karşı bir tepki oluşmuştur. Felsefeci
karşıtları ve gelenekçiler kutsal metinlerin yorumlanmasına eleştirel
yaklaşmışlardır. Bunlar arasında en önemli ve etkin olanı İbn-i Taymiyah
(1262-1327) olmuştur.
Ona göre, bu
yazıları yorumlama konusunda tek yetkili kişi Hz. Muhammed ve Halifelerdir.
Sorun filozofların kullandıkları yöntemlerden, özellikle mantık yönteminden
kaynaklanmaktadır. Aristocu idealar kanıt gerektiren bir yapıya sahiptir. Oysa
din konusunda böyle bir kanıtlama sistemine yer yoktur. Bunun ötesinde,
kullanılan tanımlamalar asla bizim bilgimizin ötesine geçemez. Onlar yalnızca
bizim bildiklerimizle sınırlı olarak ifade edilirler.
Aristocu kanıtlama
yöntemi ile yalnızca tümellerin bilgisine ulaşılabilir. Tikellerin herhangi
bir bilgisine ulaşılamaz. Böylece o bize tanrı, Yüce tikel hakkında hiçbir şey
söyleyemez. Tanrı gibi başka hiçbir şey yoktur. Tanrı bilgisi yalnızca
vahiyden gelir. Tanrının varlığı ya da niteliklerine ilişkin hiçbir
kanıtlayıcı bilgi yoktur.
Şiir
Şeklinde Felsefe:
Rumi'nin Çalışmaları
Celaleddin Rumi
1207 yılında İran'da Balkh'da doğ^ du ve 1273 yılında öldü. O, Sufi ozanlarının
en ünlüsüdür. Felsefi düşüncelerini ifade etmek için şiiri kullanmıştır. İslam
felsefesinin üç egemen konusuna ilişkin şiirleri din yorumla^ malan konusunda
önemli rol oynamıştır. Sufi düşüncesinin tüm teması birliktir. Rumi'nin
görüntülerinde, öğretmen ve disiplin arasındaki birlik Platonik mistik
sevgi ideali olarak sunulmuştur. Onun şiirselliği güçlü bir tektanrıcılığı
ifade eder; dünyanın çokluluğu ve bizim algıladığımız karmaşık görünümü
altında, evrensel bir uyum, algılanabilir mistik deneyim yatmaktadır. Tanrı ile
bir olan Yetkin İnsan'ın bir ideali var dır. Aşağıda Rumi'den ( 1 997} alınan
şiirler bulunmaktadır.
Birlik teması
İnançlılar çoktur, fakat inanç
birdir: onların bedenleri çok sayıdadır, fakat ruh birdir.
Anlayış ve ruhun
yam sıra öküz ve eşeğin içinde, insanoğlu başka bir akıla ve ruha sahiptir.
Yeniden,
tanrısal nefesin sahipliği içinde insan ruhundan başka bir rııh vardır.
Hayvan ruhu
birliğe sahip değildir: bu hafif tinden birlik a- rayışmda değildir.
Eğer onun sahibi
ekmek yerse, onun komşusu doymayacaktır:
Eğer o bir yük s1rtlarsa, onun
komşusu yüklü olmayacak- tJr; O, komşusunun ölümünü neşe ile karş!lar ve komşusunun
zenginliğini gördüğü zaman kıskançlıktan ölür. .
Kurtların ve
köpeklerin ruhtan aymdır; Tanrmm aslanların ruhları birleşmiştir.
Onların ruhları
isim olarak çoğuldur, tek bir ruh bedene ilişkin olarak yüzlercedir,
Tıpkı güneşin tek
bir ışığı gibi gökyüziinde parladığında, onunla ilgili yüzlercesini
ışıtacaktır;
Siz duvarları
kaldırdığımız zamaıı, tüm dağılmış ışıklar bir ve aynı olacaktır.
Bedensel olarak
evlerin geride kalan temelleri olmadığı zaman, inanç bir ruh olarak
kalacaktır.
Bu şiirde, gerçek
birlik içindeki çokluluk üzerine sentezde bulunulması çok açıktır. Onunla
birlikte başka bir öğretiye, insan ruhunun birliğine gidilir. Daha önce görmüş
olduğumuz gibi, bireysel ruh içinde değişim yaşanmaktadır. Bu şiir,
Hıristiyanlık dünyasına ulaştığı zaman Averroes'in ünü için büyük bir
sıkıntıya neden olmuştur.
Davranış
özgürlüğü
Tanrı bizim
önümüze bir merdiven yerleştirmiştir:
Onu basamak
basamak tırmanmalıyız.
Siz ayağa
sahipsinizdir: neden sakatmış gibi davranıyorsunuz?
Sizin elleriniz
var: neden parmaklarınızla kavramıyorsunuz?
Özgürlük Tanrıya
Onun iyilikseverliğini inkar eder.
Özgürce hareket
etme gücü için şükran duymak size daha fazla ona teşekkür etme gücü verir;
Haydutlar
yoldadır: kaptyı ve eşiği görene kadar uyumayın.
Eğer tanrıya
güvenirseniz, ona işinizle güvenin.
Tohum ekin, daha
sonra Onun her şeye gücünün yettiğine inanın.
Daha önce de belirtmiş
olduğum gibi, Sufiler Tanrı tarafından yaratılmış bir dünya içinde özgür
olmanın olanaksızlığı felsefi kördüğümü çözme konusunda sabırsızdırlar. Burada
biz verilen özgürlüğün keskin bir şekilde ortaya konulduğunu görürüz.
Tanrı ile
birlik olarak kurtuluş
Ben bir mineral
olarak öldüm ve bir bitki oldum,
Ben
bitki olarak öldiim ve hayvanlığa yükseldim, Ben hayvan olarak öldiim ve insan
olmuştum.
Neden korkaym1
ki? Öldiiğiimde daha az mı olacağım?
Ben bir kez daha
insan olarak öleceğim.
Meleklerin kutsaması
ile; ve hatta melek olarak
Ben yaşamayı
sürdüreceğim: Tanrıdan başka her şey ölecek.
Ben melek-ruh
olarak kııtsandığ1111 zaman,
Asla kavranmamış
zihin olacağım,
Benim var olmama
izin verme! Var olmamak için
Organların
sesiyle ilan edilir, "Biz ona geri döneceğiz. "
Bu şiir pek çok
açıdan şaşırtıcıdır. O, doğal dünyanın çeşitli seviyeleri aracılığı ile
Hindu yeniden doğum döngüsü kavramının yankısını içermektedir. O, açık
bir şekilde Tanrı ile birlik içinde kendinin çözülmesini kabul etmektedir. O,
kurtuluştan çok teslimiyet için bir övgü şarkısıdır.
İslamiyet
ile Çağdaş Batı Felsefesinin
Sentezini Yapma Girişimi
İslamiyet içinde
modernist lezzeti betimlemek için ikinci binyılın sonunda ortaya çıkan
Muhammed İkbal'in çalışmalarını anlatacağım. O, 1877 yılında şimdi
Pakistan'da bulunan Sialkot'ta doğdu. O dönemde İngiliz egemenliği bulunduğu
için Muhammed İkbal Lahor'daki Devlet Lisesinde ve daha sonra Cambridge
Üniversitesi'nde eğitim görmüştür. Münih Üniversitesi'nde doktorasını
yapmıştır. Çalışmalarını Batı kurumlarında tamamladığı için genel olarak Kant
felsefesinden etkilenmiş görünmektedir. Henri Bergson'un zamanın doğası üzerine
çalışmalarından da etkilenmiştir. Hindistan'a döndüğünde çeşitli görevlerde
bulunmuştur. Bir süre devlet lisesinde profesörlük yapmış, daha sonra etkin
hukuk kariyerinde bulunmuştur. Bu kariyerinde başarısız olarak, yazdıklarıyla
hayatını sürdürmeye başlamıştır. Felsefe ve edebiyat konularında ulaştığı yer
nedeniyle Raj'ın dikkatini çekmiş ve 1930 yılında ödüllendirilmiştir. İkbal,
bilinçli olarak, İslam felsefesi için yeni bir strateji oluşturma arayışı içinde
olarak, başlıca çalışması olan İslam'da Dinsel Düşüncenin Yeniden Oluşturulması
(Tlıe Reconstruction of Religious Thought in İslam) kitabını yayınlamıştır. O,
politikaya girmiş ve Pakistan ile Hindistan'ın iki-ulus kuranımı ilk
imzalayanlardan biri olmuştur. Daha sonraki yıllarda sağlığı hiç düzelmemiş
ve 1 93 8 yılından Lahor'da ölmüştür.
Onun yeniden oluşum
ile ilgili, birbiriyle bağlantılı üç ilkesi şunlardır:
1
. Kişinin üzerinde çalışabileceği temel olarak üç
varlık türü bulunmaktadır: cansızlar, yaşayanlar ve zihinler. Bunları inceleyen
üç bilim grubu fizik, biyoloji ve psikolojidir. İkbal psikolojiyi
zihin-çalışmalarının bir grubu içinde değerlendirir. Diğerleri dinbilim ve
mistik deneyimdir. İkbal, bu üçünden elde edilen tüm dünya resmini
"din" olarak adlandırır.
2
. Bir birey için etkin olmak uygundur. Yazgıya
körü körüne itaat ölümsüzlük umudu için herhangi bir zemin hazırlamaya- caktır.
Yazgının kabullenilmesi yerine üç alanın herhangi birinde deneyim ile
desteklenmesi gerekmektedir.
3_. Bizim üzerinde
çalıştığımız nesnelerin üç şeyi olduklarından başka bir şeye doğru
değişmektedir. Dünya, canlı yaratımlar, ve Tanrı değişmektedir. Hz. Muhammed
son peygamberdir fakat deneyimin üç alanına bir nihai betimlemede
bulunmamıştır. Ancak o değişikliklere ayak uydurabilmemiz için bir
araştırma yöntemi önermiştir.
Tüm bu son derece
radikal öğretinin metafiziksel arka planı bir zaman kuramı ile sağlanmıştır.
İkbal'e göre, deneyimin üç alanı olmasına ve üç kök bilim olmasına karşın, yalnızca
fizik bize zamanın bir kuramını verecektir. Bu kuramın en gelişmiş biçimi A. N.
Whitehead'in tezidir. O, "Doğa di- namik-bir yapı içinde durağan bir olgu
değildir, fakat sürekli yaratım akışının karakterine sahip olan bir yapıdır.
Uzam ve zaman kavramları karşılıklı olarak birbiriyle ilintilidir" {İkbal,
1 934: 33) demiştir. Bu bakış açısı belli bir geçici deneyim türünün fiziksel
bir açıklaması olarak tatmin edicidir. Ancak tam bir felsefi kurama hizmet
edemez. O, yalnızca "Gerçekliğin bölgelerinin " üçünden biri ile
ilgilidir. İkbal, "Özgür yaratım hareketi olarak zaman, kuram için hiçbir
anlama sahip değildir. O geçmez, olaylar meydana gelmez (bu kuram üzerine),
biz basit olarak onlarla karşılaşırız, " der (İkbal, 1 934: 37). Tam bir
kuram için bizim deneyimin başka seviyesine dönmemiz gerekmektedir.
İkbal her bir
insanı yapan iki kendi olması gerektiğini düşünmektedir. Bunlar etkin olma
kendi ve değerlendirme kendidir. Etkin kendi, izlenimlerin ardışıklığmı kavrar.
Değerlendirme kendi değişmeyen bir "k(ymetlendirme zamanı" oluşturur.
Bu deneyim betimlenemez. çünkü bu yalnızca dizi zaman içinde uygun olan
kategorileri içermektedir. Değerlendirme kendi, deneyimlerinin edilgen bir
alıcısı değildir, o yaratıcıdır.
Bu şema İslam
felsefesinde karşılaşılan sorunlardan birini akla getirir: tanrının doğası ve
onun yaratımla olan ilişkisi. İkbal'e göre, Tanrı değişme kapasitesine sahip
olmalıdır. Ancak bu sürekli'- bir değişim değildir. Biz Tanrıyı yalnızca
varlığının bu görünümlerinde deneyimleyebiliriz. Tanrı sürekli yaratıcı olarak
değişim içindedir. Burada başka bir yaradılış öğretisi bulunmaktadır, ancak bu
kez İbn-i Sina'nın Ye- niplatonculuğundan çok farklı bir yapı bulunmaktadır.
İslam felsefesinin
tarihi otoritenin üç kaynağı arasında karşılıklı bir etkilenme
görülebilir-kutsal metinler, Sufilerin yaptığı gibi mistik uygulamalar
aracılığı ile Tanrının doğrudan kavranması, ve Yunan felsefesi içinde ortaya
konulan usun kullanımının teslimiyeti. Üç büyük sorun bulunmaktadır: Bir'den
nasıl Çok'un yaradılışı mümkün olabilir? Tanrısal olarak düzenlenmiş ve
yaratılmış bir dünya içinde özgür davranış olabilir? Tanrı ile birlik içinde
kişisel kurtuluş nasıl olanaklı olabilir? Onlar, otoritenin tüm üç kaynağının
temeli üzerinde araştırmalarda bulunmuşlardır. Kuran'ın kendisinin tanrısal
çıkış noktası üzerine kurulmuş vahiy edilmiş öğreti zemininin bu düşüncelerle
uzlaşma noktası yoktur.
Evren ve içinde
yaşayan insanların doğaları hakkında bizi sıkıntıya sokan sorunlar İslam
tarafından şu ifade ile ortaya konmuştur. "Evren ve onun içinde
yaşayanlar Tanrının yaratımlarıdır." Bu evren konusunda bilebileceğimiz
şeyler konusunda İslam felsefesi üç yanıtı eşit olarak vermişlerdir:
"Kitabın metninden"; "Kitapların yorumlamalarından"; ve
"Tanrının doğrudan kavrayışı içinde vahiy edilmiş olarak Ki- tap'ın
anlamından. "
Ben şimdi ortaçağ
Batısında felsefenin paralel öyküsüne döneceğim. Burada da vahiy edilmiş dine,
filozofların çalışmaları ile hem karşı çıkılmış hem de desteklenmiştir.
NOTLAR
1
Hıristiyanlıkta olduğu gibi İslam geleneğinde
kadın mistikler de bulunmaktadır. Avila'lı Terasa ile Rabia el-Adawiyah
karşılaştırılabilir.
2
Bu bölümdeki tüm çeviriler Bokser'den ( 1950: 1 7-23)
alınmıştır.
Aquinas Kontu'nun
yedinci oğlu olan Thomas, soylu ailesini şaşkına uğratacak şekilde
Dominiken'lerin alt tabaka düzenine katılmaya karar verdi. Böyle bir gruba
katılmasının nedenini ailesinin etkisinden uzakta olmak istemesiyle açıklamıştı.
Annesi
bıı haberi aldığı zaman, genç adamın iki kardeşini onıı geri getirmesi için
görevlendirdi. Tho- mas bulundu ve at sırtında Roccasecca'ya getirildi.
Rahipler onu kurtarma girişiminde bu/ıınmamışlar- dı. Böylece Thomas bir
seneden daha uzıın bir süre bir göz hapsinde tutuldu. Bu sürede kaçmak için her
yolu denemesine karşın başarı/J olamadı. Hatta ailesi onun kalmasını
sağlayabilmek için odasına çok alımlı bir kadın bile gönderdiler. Kadının
etkisi genç adamın kafasını karıştırmıştı fakat yine de ailesinin umduğu
olmadı. O, şömineden
kızgın bir demir çıkardı ve kadmı odadan kovdu ve sonra kapının üzerine
kızgın demirle haç işaret çizdi ... Yine de ailesi ile iyi ilişkiler içindeydi
...büyük ablası Marotta ile ıızıın ve içten konuşmalar yapıyordu, ve sonunda
kızın onu dinsel alışkanlığını terk etmeye ikna etmesi yerine, o ablasının St.
Benedict'in bir rahibesi olmasını sağlamıştı ...Hatta annesi bile düşüncesini
değiştirmiş ... ve ona kaçmasında yardımcı olmuştu. (D'Arcy,
1930:35).
Sonunda o Paris'e
ulaştı. Orada Büyük Albert ile çalışmak için büyük bir şansa sahip olacaktı.
Biz bu genç adamı tüm Hıristiyan felsefecilerin en büyüğü olan St. Thomas A-
quinas olarak tanıyoruz. Onun büyük çalışmaları Summa Theofogiae ve Summa
Contra Gentiles ortaçağ felsefesinin ve belki de tüm diğer zamanların en
yüksek noktasıdır.
Ortaçağ
Avrupa'sında ve ilk binyılı takip eden 500 yıl boyunca felsefedeki ana konu
basit olarak şöyledir: Hıristiyan öğretisini anlamlı kılmak ve onun ussal bir
temele ve doğruluk dayanağına oturtmak. İlk binyılda, Hıristiyan düşünce temel
olarak bir Ortodoksluk oluşturmaya yönelik olarak ilerlemiştir. Bunun için
kabul edilir öğretilerin ortaya konması gerekiyordu. Aynca Ortodoks
olmayanların da suçlanması gerekmekteydi. Bu tamamlayıcı hareketler Kilisenin
çeşitli büyük konseylerin ' çalışma alanlarını oluşturuyordu. Örnek olarak,
Nicea Konseyi'nde (325) Nicene İtikadı oluşturuldu ve Arius'un öğretileri
tartışıldı. Tartışmanın bir konusu isa'nın Tanrı ile aynı tözden mi yoksa
benzer bir tözden mi geldiğiydi. Muhafazakarlar kazandı ve İsa'nın tanrı ile
aynı töze sahip olduğu dogması kabul edildi. Orada bulunanlar İsa'nın Baba ile
aynı töze sahip olduğuna tanıklık ettiler. Bu konuda yapılan eleştiriler daha
az önemliydi, çünkü onların etkisi zaman içinde sessizleştirilecekti. Örnek
olarak, 431 yılında Efes'te Nector isa'nın iki tözü olduğuna dair öğretisi
nedeniyle suçlandı. Ona göre bunlar bir maddesel ve bir tanrısal tözlerdi ve
bir insanda birleşmişti. Birkaç yıl sonra Kaldeon Konseyi'nde İsa'nın
ikili doğası olduğunu savunan Nestorianlar zafer kazanmıştı. Ortodoksluk ve
dince kabul olunmuş inançlara aykırı düşünceye sahip olma birbirine gereksinim
duyuyordu. Tarihçiler bu dönemi bazen Kilise Babalarının çağı olarak
adlandırırlar.
İlk binyılda
felsefi alanda etkin olan birkaç dinbilimci olmasına karşın, örnek olarak
Origen ( 185-253), Boethius (480-524) ve John Scotus Erigena (830-877), sanırım
ikinci binyılda tek büyük filozof olarak St. Augustine'in olduğuna dair görüş
birliği bulunmaktadır. Hıristiyan düşünürlerin ilk binyıl boyunca yüzeysel
olarak ele almış olduğu inanç ve us dengesinin nasıl olacağı sorunu İslam
felsefesi için de baskın bir konudur. Augustine'in Credo ut intelligam (anlayabildiğim
şeye inanırım) sözü genel olarak körü körüne inancın üzerindeki us yolunu
tekrar etmektedir. Hıristiyan felsefesinin ana ağırlığı, Müslüman filozoflar
ile aynı kuvvetler ile itilmiş olarak, bir yıllık bir süreçten sonra
geliştirilmiştir. Biz onun başlangıcını İslam düşüncesi içinde görülen
hareketten hemen sonra başlamış olduğunu görüyoruz. _
Hıristiyanlığın
başlangıcından itibaren, İslamiyet'te olduğu gibi, uzlaşmaz gözüken ilkelerin
bir arada bulunması üzerine kurulmuştur. Belki de en can sıkıcı olanı,
gündelik yaşantının sorularına en doğrudan bir şekilde uygulanabilirliğidir:
Tanrı dünyayı uzayda ve zamanda yaratmıştır ve onun içinde insanları
yaratmıştır. Tanrının yaratımları olarak insanlar kendi davranışlarından nasıl
sorumlu tutulabilir ki? Bu ilkeler Havarilerin Davranışlarından çok iyi
bilinen bölümlerde zaten bulunmaktadır. St. Paul Atinalılara seslenmektedir. O,
konuşmasına din için duyduğu heyecanı yücelterek başlamıştır. Daha sonra şöyle
devanı etmektedir:
Ben şehir boyunca gezdim ve taptığınız nesnelere
dikkatli bir şekilde baktım. Onlar arasında üzerinde "Bilinmeyen bir
tanrıya " yazılı bir sunak gördüm. Bilinmeyen bir Tanrıya tapınmak ne
anlama gelmektedir. Dünyayı ve içindeki her şeyi yapan Tanrı insan eliyle
yapılmış türbelerde yaşayamaz. Ayrıca insan eliyle olan herhangi bir şeye de
gereksinimi yoktur, çünkü o tüm öliimlülere yaşam ve her şeye nefes vermiştir
... "Biz onun içinde yaşanz ve varlığımıza sahip oluruz" ...Tanrı
insanların yaptıklarından tövbe etmesini isteyecektir, çünkü o dünyayı
doğruluk içinde yargılayacaktır, ve Onun güvencesiyle herkes ölümden
uyanacaktır.
Burada biz bir
kozmik ve ahlaki sistem olarak iki büyük düşünceye sahibiz:
1
. Dünyayı ve her şeyi, içinde insanlar da dahil
olmak üzere Tanrı yaratmıştır. İnsanlar onun içinde yaşarlar, hareket ederler
ve varlığa sahip olurlar.
2
. Sonuç olarak, herkes kendi yaşantısının ahlaki
niteliği üzerine yargılanacaktır. Biz yapacaklarımızdan tövbe etmeyi seçebiliriz.
Bu düşünceler bir
arada ele alındığında çözülmez bir bilmece gibi gözükmektedir. Eğer biz Tanrı
içinde yaşar, hareket eder ve varlığımıza sahip olursak, biz ahlaki olarak yaptıklarımızdan
nasıl sorumlu tutulabiliriz? Eğer Tanrı onları yapmışsa, o yaptıklarından
ahlaki olarak sorumlu mudur?
Bu sorunlar daha
derin bir varlıkbilimsel ve metafizik konu için bir çözüm sunacak şekilde
formülleştirilebilir. Biz, tanrının varlığı ve doğası hakkında ne
öğrenebiliriz? Hangi kavramlarla, sahip olabileceğimiz bu tür bilgilere ifade
etme^ yi deneyebiliriz? Bu sorulara hangi yanıtı verirsek verelim, İs^ lam
felsefesinde temel bir konu olarak görünen bir bilmece ile karşı karşıya
geliriz. Eğer Tanrı yetkin, değişmeyen birlik, Bir ise, dünya nasıl son derece
farklı, sürekli değişen ve yet kin-olmayan, Çok olabilmektedir? Dünya ve
üzerinde yaşa^ yanlar nasıl oluyor da Tanrıdan bu denli bir bağımsızlık dere^
cesinde olabilmektedirler? Burada iki soru ortaya çıkmakta^ dır. Bir nasıl
Çok'u meydana getirebilir? Ve insanlar nasıl tanrısal olarak yaratılmış bir
evren içinde gerçekten özgür o^ labilirler?
Biz çokluk içindeki
teklik sorunu ile İslam filozoflarının nasıl uğraştıklarını görmüştük. Burada
da aynı paradoks göze çarpmaktadır. Ancak Hıristiyaıılık için konu daha
karmaşıktır çünkü Üçlülük, Teslis inancı için özel bir yerin bulunması ge^
rekmektedir. Oğul Tanrı'dan baba Tanrı'ya ve kutsal Ruh Tanrı'ya ilerlemek
varlıkbilimsel açıdan derin bir sorunu da beraberinde getirmektedir. İsa
yalnızca bir insan değil, aynı zamanda insan görünümüne bürünmüş Tanrıdır.
Kutsal ruh yalnızca Yüksek Tanrının bir bildiricisi değildir. O, saydam bir
habercidir fakat aynı zamanda Tanrıdır. Eğer Tanrı Bir ise, nasıl aynı zamanda
Üç olabilmektedir? Bir taraftan, bu sorunlar dinbilimseldir, araştırılması ve
yorumlanması gere^ ken bir konudur, ve Hıristiyanların doğru olduğuna inanmaları
için verilmiştir. Diğer taraftan, onlar felsefedir, ya da en azından Hıristiyan
öğretisine bağlı mantıksallık üzerine kurulmuş felsefi düşüncelerdir. Filozoflar
Hıristiyan öğretilerinin birbiriyle olan ve insan etkileşiminin tüm çerçevesi
içindeki tutarlılığını sorgulayabilir.
İnancın us ile
desteklenmesine yönelik felsefi sorunların çoğu İslam filozoflarının karşı
karşıya kaldığı sorunlarla benzerlikler taşımaktadır. Hıristiyan Batı bu
sorunları çözmek için aynı kaynağa başvurmuştur: Aristo'nun çalışmaları.
Ben bu bölümde
tartışmayı üç ana bölüme ayıracağım. Birincisi Tanrının varlık ve doğası ile
ilgili ortaçağ girişimlerini kapsayacaktır. İkincisi insan yaşamının en derin
sorunlarına ilişkindir: Bu, her şey onun yaratmış olan tanrının öngörüsü ile
olmasına karşın, insan davranışının ahlaki olarak nasıl
değerlendirilebileceğidir. Bu temel konuların her biri felsefi sorun tekniği ile
ele alınacaktır. Üçüncü bölüm ise, inancın us içinde temellendirilmesi
deneyimine karşı on dördüncü yüzyıl tepkisi olacaktır. Bunlar büyük felsefi
konulardır çünkü dinbilim ve felsefe arasındaki radikal ayırım için zemin hazırlamışlardır.
Onlar yalnızca bir reddetme değil, incelikli ve derin bir şekilde düşünceler
üzerine kurulmuştur. Müslüman- larda Gazali'nin yaptığını, Hıristiyanlarda
Ockham'lı William yapacaktır.
Kutsal Yazılar
Yeterlidir
Latin Batıda
oluşmaya başlayan felsefi gelenek bizim "skolastizm" olarak
adlandırdığımız gelenektir. Ben bu konudaki betimlemeler için Clairvaux'lu St.
Bernard'ın ( 10911153) çalışmalarını kullanacağım. O, felsefecilere karşı, özellikle
Abelard'a karşı katı bir muhafazakarlık göstermiştir. O, inancının felsefi
desteğe ya da analize gereksinimi olmadığına inanmaktadır. Güneş ve günün
zamanları Tanrının mistik kavrayışını ifade etmek için ona güçlü görüntüler
sağlamaktadır. "Şafak vakti İsa'nın dünya üzerindeki tüm yaşantısıdır"
(St. Bernard, 1 990: 146 ). O güçlü bir Yeniplatoncu düşünceye sahiptir.
St. Bernard'a göre,
insanın kozmos ile olan ilişkisi (Tanrı kişiliğinde) sevginin dört aşamasında
ifade edilebilir: bedensel arzu (insandan insana), bencillik (Kurtuluş hatınna
insandan Tanrı'ya), Tanrı hatırına Tanrı sevgisi, ve son olarak tanrı ile tam
bir birlik içinde olarak sevgi ile kendinden geçme durumu. Burada felsefi
çalışma için hiçbir yer yoktur. "Tanrıyı sevmenin nedeni, tanrının
kendisidir: ona göre sevginin ölçütü ölçülemezdir ...Burada bizim Tanrıya olan
sevgimiz en büyük sevgi olarak görülmektedir. St. Bernard'a göre kurtuluş onun
dinbilimindeki Meryem Ana'nın rolüne bağlıdır. Onun bakire olarak Tanrı İsa'yı
doğurmaya rıza göstermesi kozmik dönüş noktasıdır.
Bernard her şeyden
önce uygulayıcı bir filozoftur. O, yandaşlarının belli bir yaşam tarzını
benimsemelerini öğüt vermektedir. O, manastır yöneticisi olarak, zengin ve
güçlü insanların danışmanı ve güvendikleri bir kişi olarak ve her konuda çok
sayıda çalışmalarda bulunmuş bir yazar olarak on yedinci yüzyılın etkin bir
Hıristiyan'ı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ancak bir
Hıristiyanlık çerçevesi içinde felsefenin büyük konularını ele alan çağdaşı
iki filozof Anselm ve Abelard olmuştur. Latin Batı dünyasındaki ortaçağ felsefesinin
büyük çeşitliliği ve zenginliği dört önemli düşünür olan Anselm, A- belard,
Aquinas ve Ockhaın ile temsil edilir. Hiç kuşku yok ki başkaları da
seçilebilirdi fakat ortaçağ düşüncesinin tüm boyutlarıyla aktarılabilmesi için
bu dört kişiliğin ortaya koydukları düşüncelerin birbirini tamamlayan bir
bütün olarak doğru seçim olduğunu düşünüyorum.
TANRI,
ONUN DOĞASI
VE VARLIĞI BİLGİMİZ
Hıristiyan inancı
Tanrının varlığına sıkı sıkıya bir inanmayı içerir. Ancak bu inanma us ile
desteklenmekte midir? İnanmanın mantıksallığı Tanrının gerçekten var olduğunun
bir kanıtı olarak değerlendirilebilir mi? Daha sonraki yüzyıllar sırasında,
hatta çağdaş dönemde böyle bir kanıt geliştirmenin çok sayıda girişiminde
bulunulmuştur. Bununla ilgili iki önemli örnek vardır. Bir tanesi deneyseldir.
Doğru olarak bakıldığında, bildiğimiz gibi kozmosun doğası bir Yaratıcının
varlığı içinde bir inancı desteklemeye yetecek ortak bir deneyimimiz vardır.
Doğayı yaratan varlık kanıtı için doğanın kendisi yeterli görünmektedir. Diğer
örnek Tanrının varlığının onun doğasının mantıklı bir analizinden
çıkarılmaktadır. Görev, Hıristiyanlıkta anlaşıldığı gibi, Tanrı kavramının, o-
mın varlığına bağlı olduğunu göstermektir. Bu kanıtların en ünlüsü St. Anselm (
1033-1109) tarafından ilk olarak çalışılmıştır. Bu kanıt ikinci binyıl boyunca
farklı görünümlerde yeniden ortaya çıkmıştır.
St.
Anselm'in Tanrının Varlığı Kanıtı
Tanrı kavramı
üzerine düşünmesin ürünü olarak, St. Anselm'in değerlendirmesi felsefi bir
nitelik taşımaktadır. Bu, Tanrının Hıristiyan kavramının, kavramsal
öngörülerinin bazıları üzerinde çözümleyici ve eleştirel bir çalışmaydı. An-
selm'in, Prosloguim (Anselm, 1077-8 [ 1 965] yapıtında değerlendirme iki amacı
gerçekleştirmeyi hedeflemiştir. Birincisi Tanrısal doğa ya da özün
kanıtlanmasıdır. İkincisi ise tanrının, böyle kavranmış olarak, mutlaka
varolıııası gerektiğini kanıtlamaktır.
Tartışma çok
basittir. İlk basamak Tanrının tanımının anlaşılmasının olanaklı olup
olmadığıdır. Eğer öyleyse, tanrı onun varlığından kuşku duyanların zihinlerinde
bile, bir varlık türüne sahip olmalıdır, çünkü kuşku duyan kişiler de kavramı
anlamaktadır. Ancak eğer Tanrı düşünülebilecek kadar büyük değilse, zihinde
olduğundan daha fazla gerçeklik içinde var olmaktadır. Böylece, tanrı gerçeklik
içinde var olmalıdır. Tanrı zorunlu olarak vardır. Eğer Tanrı olmasaydı, var
olmayışın olasılığı bile var olamazdı. Tanrı varlıkların tüm diğer türlerinden
farklı bir yapıya sahiptir, çünkü o her zaman mutlak yetkinliğe sahiptir.
Anselm bunu şu şekilde ifade etmektedir.
Ve kesin olarak bu varlık öylesine gerçek bir
şekilde vardır ki, onun var olmadığı düşünülemez bile. Herhangi bir şeyin var
olduğu ya da var olmadığı düşünülebilir fakat onun var olmadığı düşünülemez.
Ve bu onun var olmadığmı düşünebilmekten daha büyüktür. Bu durumda eğer
bu-daha-büyük-olduğu- düşünülemeyecek-olan-şeyin ay11 olmadığı saçmadır.
Daha-büyük-olamayacağı-düşüniilen-bir-şey gerçekten varoluyorsa, onun var
olmadığı düşünülemez bile. (Anselm, 1077-8 [1965]: bölüm 3).
Copleston ( 1972:
77) Hıristiyan Tanrısının bir çözümlemesi olarak, onun varlığının bir
kanıtından daha fazla bu bölümler üzerinde yorumlamalarda bulunmuştur. O, bana
her iki şekilde de mükemmel derecede mantıklı görünüyor. Kavramın içsel
yapısı, her şeyden önce, tartışmanın zeminini oluşturmaktadır. Anselm kesin
bir şekilde Tanrının diğer dikkat çeken niteliklerinden, tümdengelim
yapılabileceğini düşünmüştür. Tanrı her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten
niteliklere sahip bulunmaktadır.
Ortaçağ döneminde
bu zarif felsefi uygulama çok sayıda kişi tarafından eleştirilmiştir. Biz St.
Thomas'ın Tanrının varlığının kanıtlaması tartışmasına geri döneceğiz. O, arı usun
gücüne bağlı olarak Kant'ın ortaya koyduğu çağdaş eleştirel felsefenin
başlangıç noktalarından biri olarak yeniden ortaya çıkmıştır. Kantçı kanıt
eleştirisinde varlığın kendisinin kavramı üzerinde titiz bir çalışmada
bulunulmaktadır.
St.
Thomas Aquinas'm
Tanrının Varlığı Kanıtlan
Orta çağların tüm
filozofları içinde, St. Thomas Aqu- inas ( 122 5-7 4) Hıristiyanlık düşüncesine
yeni bir bakış açısı kazandırma konusunda en önemlisidir. Hıristiyanlığın
dinbili- mi ve onun us ile desteklenmesinin anlaşılabilmesi için çaba
gösterilmektedir. Kuran bildirilerinde olduğu gibi, Hıristiyan dogması 500 yıl
boyunca belli bir noktada bulunmuştur. St. Thomas dönemi ile birlikte, ve
kısman İslamcı Aristoculann etkisi altında, sorunun çözümleri Aristo'nun
yazılarında aranmaya başlanmıştır. Anselm'in ölümü ile St. Thomas'ın doğumu
arasında 200 yıllık bir zaman dilimi olmasına karşın bu bölümün konusunun
çalışması büyük bir ilerleme kayde- dilememiştir. Aristocu felsefe bilgisini
sorunun çözülmesinde kullanılmasını sağlayan kiŞi Aquinas. olmuştur.
Ancak bu konunun
tartışılmasına devam edebilmek için temel bir felsefi ayırımın yapılması
gerekmektedir. Bu, öz ile varoluş arasındaki ayırımdır. Biz bunun İslam
felsefesinde oynadığı rolü daha önce anlatmıştık. Bir şeyin özü o şeyin türünde
olması gereken nitelikler setidir. Genel olarak, bireyler türleri örneklendirdikleri
özlere sahiptir. Aquinas öz ve varoluşun bağımsız olduğu şeklindeki pek çok
ortaçağ filozofunun görüşünü genel olarak paylaşmıştır. "Ben bir adamın
ve bir Anka kuşunun ne olduğunu anlayabilirim, fakat onların doğa içinde var
olup olmadığını henüz bilemem." (Copleston'dan alıntı, 1 972: 1 85).
Öz / varoluş
ayırımı iki önemli felsefi ayırım ile bağlantılıdır. Bunlar potansiyellik ile
gerçeklik arasındaki bağlantı ve madde ve biçim arasındaki bağlantılıdır. Öz,
potansiyelli- ğe sahiptir ve varoluş gerçeklik olarak hareket eder. Madde,
kendi içinde, potansiyelliğe sahiptir. Ancak madde ve biçim birlikte,
potansiyelin gerçeğe dönüştüğü tözleri oluştururlar. Böylece, bunu bir benzetme
ile anlatmak gerekirse, çömleğin kili genel olarak madde gibidir. Ondan bir
parça alınması ile olası biçimlerin pek çoğu gerçekleştirilebilir. Çömlek yapılmış
olduğunda o madde lizerinde biçime sahiptir. Onun potansiyelliği gerçekliğe
dönüştürülmüştür. Çömlek tek bir varlık yaratmıştır fakat içinde bir türün ya
da cinslerin özelliklerini barındırmaktadır.
Yalnızca Tanrı
durumunda öz ve varoluş özdeştir. Başka bir şekilde söylemek gerekirse
Tanrının ne olduğunun kavram ya da tanımlaması onun kendi varlığını içerir. O
olmaksızın, O olabileceğinden daha azdır, ve böylece Tanrı değildir. Anselnı
tarafından geliştirilen Tanrının varlığının kanıtı boşlukları dolduruyor
görülmektedir. Ancak Thonıas'ın hala anlayamadığı bir şeyler vardır. Eğer,
gerçekten Tanrının özü ve varoluşu özdeş ise, bunu kavramak için biz insanlar
neden açık bir Tanrının varlığı ideasına sahip olma gereksinimi içindeyizdir.
"Tanrı vardır" ifadesinin zorunlu bir doğruluk olması gerekmektedir.
Biz bu anlayış seviyesine ulaşama- yız. Öyleyse Tanrının varlığını nasıl
kanıtlayacağız?
Aquinas tarafından
ortaya konulan Tanrının varlığını kanıtlamanın ünlü "Beş Yolu"
deneysel kanıt üzerine temel- lenmiştir. 1 Tanrının varlığına yönelik
olarak beş farklı madde vardır. Olgunun ilk maddesi hareketin varlığıdır;
ikincisi etkin nedenlerin bir hiyerarşisinin varhğıdır; üçüncüsü gelip geçen
nesnelerin varlığıdır; dördüncüsü sonlu nesneler içindeki yetkinlik derecesinin
varlığıdır; beşincisi ise maddesel dünyanın eğilim içinde göründüğü nesnelerin
sonuna yönelik final nedenlerin kaynağıdır. Her bir durumdaki yargılama örneği
aynıdır. Çünkü St. Thonıas'ın düşüncesine göre, sonluluğun herhangi bir
dizisini izlemek olanaksızdır. Bir önceki basamağı geçmeden başka bir adını
atılması olanaksızdır.
İlkin hareket
olgusunu ele alalını: dünyanın yüzeyi üzerinde nesnelerin hareketleri
gözlemlenmektedir. Bunun yanı sıra gezegenlerin hareketleri de hareketsiz bir
hareket ettirici olduğunu gösterir. Bu ilginç "bir şey" yalnızca
Tanrı olabilir. O olmaksızın hareketler olanaklı değildir. Biz bir kortta hareket
eden tenis topunu gördüğümüz zaman orada oyuncular olması gerektiğini biliriz.
Topların hareketi oyuncuların raketleri ile başlatılmıştır. Hareket etme
potansiyeli olan toplar oyuncular tarafından harekete geçirilmiştir.
Tartışmanın
ayrıntısı şöyle anlatılabilir:
Hareket2
potansiyellikten gerçekliğe geçiştir ...Bu ancak, gerçeklik durumu içinde bir
şey tarafmdan yapılabilir ...bir şey hareket etmişse, o başka bir şey tarafmdan
hareket ettirilmiştir . . . fakat bu sonsuza kadar süremez çünkü o zaman ilk
hareket ettirici ve sonuç olarak diğer hareket ettirici olma- yacakttr.
Ardışık hareket ettirici/er ancak ilk hareket ettirici tarafımdan hareket
ettirilmiştir. • . herkes bunun Tann olduğunu anlar. {Aquinas, 1273
[1964]: Q, Makale 2, s. 22)
Hareketlerin,
nedenlerin ve varoluşların dizisi tarihsel ya da dönemsel geriye çekilişler
değildir. Oyuncuların raket- !erinin hareketi topun hareket etmesini açıklayan
öncüdür. Eğer oluşumu devam ettirecek bir bahçe toprağı yoksa bitkilerin
tohumlanması, filizlenmesi ve ölmesi meydana gelmeyecektir.
Beş yolun her
birinin ayrıntıları farklıdır. Örnek olarak, Aquinas etkin nedenin kendisinin
nedeni olamayacağına işaret eder çünkü o kendisi için öncü olmalıdır, ki bu da
olanaksızdır. Benzer olarak, hiçbir sıradan hareket kendi kendine hareket
etmiş olamaz. Hareketin zinciri içindeki final hareket ettirici sıra dışı bir
şey olmalıdır, çünkü o kendisini hareket ettirmelidir. İlk üç yol tarafından
ortaya konulan ilke, gerçekleşen potansiyellerin sonsuz bir geri çekilişinin
olanaksızlığıdır.
Dördüncü ve beşinci
tartışmalar ayrıntı açısından farklıdır, fakat potansiyellerin sonsuz
dizisinin yasaklanması içinde bir temel paylaşmaktadır.
Dördüncü tartışma iyi, doğru, soylu ve benzer olan
varlıklar arasında gözlemlemeye bağ/id1r. Fakat onlar farkfl şekillerde
doğrulay1Cılara sahiptir. Bu, maksimum olan bir şeydir. lsınm maksimumu, tüm
sıcak şeylerin kaynağıdır ...biz bunu Tann olarak adlandırıyoruz. (Aquinas, t
273 [ t 964]: Q, 2, nıa- kale 3, s. 23)
Beşinci kanıt yine
farklıdır. Aquinas en iyi s0nucu almak amacıyla bu doğal bedenlerin bir
son için hareket ettiklerini açıklar.
Ancak onlar bilgiye sahip değildir .•• bilgiden
yoksun olan, bilgi ve akıl sahibi bir varlık tarafmdan yönlendirilmedikçe,
sonuca yönelik olarak hareke( edemeyecektir... bu da tüm doğal varlıkların
bilgi ve akıl sahibi biri tarafımdan yönlendirildiğini göstermektedir; ve biz
bunu Tanrı olarak adlandmyo- ruz. (Aquinas, 1273 [ 1 964]: s. 23).
Bu kanıt türleri,
on sekizinci yüzyılda Kant tarafından tamamen yıkılıncaya kadar, felsefeciler
tarafından ortaya konması sürdürülen bu niteliğin kaynağı için tanrısal bir koşul
olarak tartışılmıştır.
St. Thomas,
Anselm'in aksine tanrının varlığının kanıtlarını ortaya koyduktan sonra
tanrının nitelikleri sorunu ile uğraşmıştır. Onun kanıtları olgu maddeleri
temelinde gözüktüğü için, on yedinci yüzyıl girişimleri "doğal din"
projesi için temel teşkil edecektir. Tanrının gerçek doğasını kavrayabilmek
için insan varlıklarının iddialarının kanıtlanmasına gerek yoktur. Biz Tanrıya
bazı olumlu nitelikler yükleyerek Hıristiyan dininin vahiy edilmiş doğruluğu
ile uyumlu hale getirebiliriz. Ancak bunlar yalnızca benzetme şeklinde
olacaktır. Biz Tanrıya bilgelik niteliğini kattığımız zaman, insana uygulanan
bir kavram anlaşılmaktadır. Oysa bizim Tanrının bilgeliği hakkında hiçbir
bilgimiz yoktur. Biz bunu yalnızca benzerlikleri kullanarak öne sürebiliriz.
Hıristiyan dinbiliminin tanrıya isnat ettiği niteliklerden bazıları her şeyi
bilmek ve her şeye gücünün yetmesidir. Biz bilginin ve gücün insan varlığına
ilişkin olduğunu biliriz fakat bu sözcükler tanrısal varlık için
kullanılmazlar. Böylece, sonunda, biz, gerçekten tanrısal varlık hakkında
herhangi bir şey söyleyemeyiz.
Kitap boyunca vurgulamış
olduğum gibi felsefe belli bir yaşam şekli için savunma ve öğüt verme etkinliği
olabilir. O ayrıca yaşam şekillerinin eleştirel bir çözümlemesini de yapabilir.
Erdemli olma yönünde ahlaki öğütler verme bir şeydir ve erdem ideasının
eleştirel bir analizi başka bir şeydir. Bu ayırım kolayca gözden kaçabilir. Bu
nedenle ben başka bir örnekle bunu betimlemek istiyorum. Bu öykü aynı zamanda
felsefenin binyılın başlarında eleştirel bir mod olarak gelişmeye başladığı
Latin Batı ile, buna benzer herhangi bir şeyin görünmediği doğu Avrupa'daki
felsefe arasındaki farkı betimlemeye yardımcı olacaktır.
Ahlak dinbilimi ile
ahlak felsefesi hakkındaki tartışmalar arasındaki farkı görmek için ikinci
binyılın başlarında Bo- gumil hareketi ile meydana gelen sıradışı karmaşaya
bakabiliriz (Davies, 1 997). Bu, bir Bulgar keşişin radikal öğretileri ile
Avrupa'nın doğu bölümleri boyunca etkili olan revizyonist bir Hıristiyan
kültüdür. Hıristiyan dinbiliminin ışığında Hıristiyan ahlaklılığı için derin
bir sorun vardır. Bu, bizim daha önce karşılaştığımız bir sorundur. Eğer Tanrı
bir kişinin ne yapacağını önceden biliyorsa, bu kişi yapacağı hareketi seçmede
gerçekten özgür olabilir mi? Özgürce seçim yapabilmek için kişinin ne
yapacağının başka biri tarafından önceden bilinmemesi gerekmektedir. Eğer
Tanrı kişinin bu kötülüğü seçeceğini biliyorsa, herhangi bir kişinin gerçek
bir seçim yapma olasılığının bulunmadığı bir dünya yaratmış demektir.
İyiliksever bir Tanrı tarafından yaratılmış olan bir dünya içinde kötülük nasıl
var olabilir? İlk binyılın bitiminde doğu Avrupa'da Bogumil kültüne hayat veren
sorun buydu. Ancak Bogumil izdaşları Ortodoks hasımlarının felsefi analiz ve
eleştirilerini geliştirmemişlerdi. Onlar yeni bir Ortodoksluk icat etmişlerdi.
Evren içinde
Şeytana ve kötülüğe, Tanrı ve iyilik ile eşit bir rol verilmiş olabilirdi.
Manichean'lar (MS 3. ve 5. Yüzyıllar arasında rağbet bulan ve Zerdüştlük
mezhebinden esinlenip, hem Tanrıya hem de Şeytana inanan bir mezhep) bizim
bildiğimiz dünyanın açık bir şekilde kötü bir varlığın çalışması ile kurulduğu
sonucuna kadar gitmişlerdir. Yaratıcının aynı ahlak doğasını yaratmış
olmasında da bir paradoks yoktur. Mısır çıkışlı bir Hıristiyan mezhebi olan
Gnostikler kötülüğe de, iyilik ile eşit bir yer vermişlerdir. Gnostiklere göre
Tanrının iki oğlu vardır, Şeytan ve İsa. Bu dünyada İsa, Şeytanın bölgesini
Tanrı adına ele geçirmek için mücadele etmektedir.
. Şeytan, İsa ile
yaşıt olarak Ortodoksluk içinde sahip olduğu baskın rolü kaybetmek
istememektedir. Bugomiller İncil'de tanımlanan mucizeleri reddetmişlerdir.
Ortodoks Hıristiyanlığın simgesi olan Haç, onlara göre şeytani dünyanın
kötülük işaretlerini elinde bulunduran İsa'nın utancının ve ıstırabının
işaretidir. O, adanmanın zaferi ya da yeniden hayat bulmanın vaadi değildir.
Bogumil öğretisi
açık bir paradoksa sahip olarak Ortodoksluğu etkilemişti. Batıda ise durum çok
farklıydı. Teolojik Ortodoksluk felsefi analiz ve yeniliklere karşı sağlam bir
arka plana sahipti. Hiçbir Batılı filozof Teslis inancını reddetme öğretisini
benimsememişti.
Augustine,
Abelard ve Güdülerin Önceliği
St. Augustine'in
düşünceleri Hıristiyan dünyasında yüzlerce yıl boyunca etkili olmuştur. Ancak
tanrının her şeyi önceden- bilme öğretisi ile insanların yaptıklarından sorumlu
olması ilkeleri arasındaki uyumsuzluk sorununa çözüm bulabilmiş değildir. St.
Augustine insanları motive eden davranış^ farın ahlaki yargılamalarına
odaklanmıştır. Onlar İsa'nın zihninde bulunan günah işleme ile ilgili
bildirilerle uyum içindedir. Ancak tanrının dünya içindeki yaratıcı rolü
sorunu yenilenmiş bir kuvvet ile ortaya çıkar. Hiç kuşku yok ki kişiye kötü
davranışları yaptıran ruh kötü ruhtur. Tanrı onu diğer her şey ile birlikte
yaratmıştır. İyiliksever bir Tanrı nasıl kötü bir ruh yaratmış olabilir?
St. Augustine'in
"Tanrının yarattığı dünyada kötülük nasıl olabilir?" sorununa
getirdiği öneri bireysel bir insanın ruhu içindeki kötü davranış kaynaklarını
incelemek olmuştur.
İstenç, daha düşük seviyede o/an kötülüğe dönüştüğü
zaman bunun nedeni ona dönüşen kötülük değil, dönüşün kendi isteğidir. Bu
durumda, o isteği kötü kılan bir içsel şey değildir, fakar bir içsel
şeyi arzu/ayan onun kendisidir. (Augustine, 412-26 [1950]: Xll, 6).
Ancak bu dönüşün
"daha yükseğe" olması nasıl mümkün olabilir? Hatalı olan ruh değil,
kötülüğün kendi içindeki dönüş noktasıdır. Daha yüksek olan yerine daha düşük
olanı seçmede bir kusur vardır. Tanrının yarattığı evren içinde kusurlu ruh
nasıl olabilir?
St. Augustine'in
çözümü bir sofizm olarak beni çarpmıştır. Tanrı yalnızca herhangi bir şeyde
bulunan pozitif nitelikleri yaratmıştır. Bir kusur, bir yoksunluk, bir
noksanlıktır. Bu pozitif bir nitelik değildir. Tanrı bunu bir ruhun yalnızca bu
kadarı olarak yaratmıştır. Kusurlu ruh bu pozitif niteliklere sahiptir
fakat en iyisini seçmeyi sağlamada yeterli değildir. Yetkin ruhlara sahip
azizler dünyasında hiçbir ahlaki yaşantı olmayacaktır. Bunu başka bir şekilde
ortaya koyalım. Eğer-ahlaki varlıklar varsa, o zaman daha az iyi olanı seçme
olasılığı da vardır.
Ancak her ne kadar
kötü için kapasitenin kaynaklarının bu analizi ikna edici olursa olsun, burada
psikolojik davranış yaradılışı oıtaya çıkmaktadır. St. Augustine davranışta
bulunan zihin durumuna yönelik ahlak felsefesi konusunda Orta Çağlar boyunca
etkinliğini sürdürecek bir ahlak felsefesinin ana hatlarını çizmiştir.
Abelard ( 1079-1
142) Augustine ile aynı çizgiye sahip olarak, etik konuları tartışmaya
açmıştır. Ahlak, davranışta bulunanın zihninin ve kişisel niyetlerin bir
maddesidir. Tartışma büyüklük olarak kozmikten kişisel ölçeğe taşınmıştır.
Felsefi bilmeceler artık tanrının-yarattığı bir dünya içinde meydana gelebilen
kötü davranışların nasıl olabildiği üzerine değil, tanrı tarafından yaratılmış
zihinlerde kötü niyetlerin nasıl olabildiği konusuna kaymıştır.
Konu ile ilgili
diğer sorun ahlak teolojisi ile ahlak felsefesi arasındaki çelişkiden
kaynaklanmaktadır. Eğer Tanrı insanın yapacağı seçimi önceden biliyorsa, bu
seçimler nasıl özgür olabilir? Biz, paradoks olarak görünen bu konunun St.
Thonıas Aquinas tarafından nasıl etkin bir şekilde ele alındığına geri
döneceğiz. Ancak önce onun ünlü Doğal Yasa tartışmasının ilk çerçevesini
ortaya koynıaiıyız. Hiç kuşku yok ki, eğer biz Tanrının isteğini bilseydik, her
zaman onu gerçekleştirmeyi denerdik. Eğer bunu yapmada başarısız oluyorsak
bizim Tanrının yasaları olarak bildiğimiz şey ile gerçekte olan şey arasında
bir uçurum bulunmalıdır.
Aquinas, Doğal Yasa
kuranımı geliştirirken ahlak yaşantısı tartışmasındaki kavram ve düşüncelerin
toplamına büyük bir katkıda bulunmuştur. Aquinas'ın projesi tanrının evreni
yönetmesi ile gündelik yaşantının insanı yönetmesi arasındaki temel bağları
kurmak olmuştur. Bağ, insanın mantık gücüdür.
"Yasa"
kavramı
Bu projeyi izlerken
atılan ilk adım St. Thomas'ın genel "yasa" kavramının ortaya
konulmasıyla gerçekleştirilmiştir.
Yasa, us tarafından
davranışların yönetiminin ilk maddesidir, çünkü "insanın davranış kural
ve ölçüsü" ustur (A- quinas, 1273 [ 1964]: 1-11, 90, 1). Bunu, "her
yasa, ortak iyilik için oluşturulmuştur" izleyecektir, çünkü bu insan topluluğunun
doğru amacıdır. Son olarak, "bir yasanın güce sahip olması için onun ilan
edilmiş olması gerekmektedir. " Ancak bu şekilde insanların davranışları
etkin bir şekilde yö- netilebilecektir. Kısaca söylemek gerekirse, bir emir,
eğer o insan ilişkilerinde ussal bir düzenleme sağlıyorsa, eğer ortak bir çıkar
için yönlendirilmişse ve eğer toplumdan sorumlu bir otorite tarafından
açıklanmışsa, bir yasadır. St. Thomas'a göre, tanrının insanlık için bir planı
vardır. Herkesin toplumsal bütünün uygun bir şekilde işleyebilmesi için bir
yeri vardır.
Yasamn
"seviyeleri"
St. Thomas
tarafından betimlenen toplumsal düzenin nihai kaynağı aşağıdaki gibidir:
bir
yasa, mükemmel bir toplumu yöneten yönetici- /erin pratik usunun söyleminden
başka bir şey değildir. Şimdi dünyanm tanrısal bir hükümdarlık tarafından
yönetildiği açıktır . . . evrendeki tüm topluluklar tanrısal us tarafından
yönetilmektedir. Yönetici tanrmı evreni yönetmesi yasanın doğasına sahiptir.
Ve tanrısal usun kavramları sonsuz olduğu için ...bu tür bir yasa da sonsuz
olmalıdır. (Aqui- nas, 1273, [1964]: 1-11, 91, 1).
Burada bir pürüz
vardır. Sonsuz yasa nasıl ayırt edilebilir? Doğal Yasa'nın gelişiminde us
uygLilaması kullanıldığına göre, Sonsuz Yasa da usun bir ürünü olarak
yetkin-olmayan olabilir.
[ussal yarattm] sonsuz usun bir pay/aşınıma sahiptir.
Doğru davranmaya olan doğal eğilim ve ussal yaratım içindeki sonsuz yasa, doğal
yasa olarak ad- /andtnlır. (Aquinas, 1273 [1964]: 1-11, 91, 2).
İnsan yasası, doğal
yasadan meydana getirildiği zaman sağlam bir temele sahip olacaktır.
Bunların hepsi çok
iyi, fakat biz başka bir yasa seviyesi olarak Kutsal Yazılarda sunulmuş olan
tanrısal yasalara neden gereksinim duyarız? Doğal yasa ve onun ortaya koyduğu
insan yasaları yeterli değil midir?
St. Thomas tanrısal
yasanın neden gerekli olduğuna dair birkaç neden sıralar. Bunların en temel
olanlarından birisi insan yazgısının kesin olmayışıdır. "İnsanın doğru
davranış için Tanrı tarafından verilen bir yasa ile yönlendirilmesi
gerekmektedir, böyle bir yasanın hatalı olmadığı kesindir. " Eninde
sonunda tanrısal yasanın referans olarak kabul edilmesi gerekmektedir.
Kısaca söylemek
gerekirse, tanrısal yasa insanlara vahiy edilmiş olan sonsuz yasanın
görünümüdür.
Doğal yasının
içeriği, St. Thomas'a göre, üç temel ilkeden gelmektedir. İyi olanı yap ve
kötüden sakın; yaşamını koru ve ona yönelik tehlikelerden sakın; gerçeği ara ve
bilgisizlikten sakın. St. Thomas'ın burada ulaştığı önemli fakat çok şaşırtıcı
ilke iyi olanı yapmak ve kötüden sakınmaktır.
İyi, bir karaktere sahiptir ve kötü, karşıt bir
karaktere sahiptir. Böyle olduğu için insanoğlu iyi olana yönelik olarak doğal
bir eğilim içindedir, ve sonuç olarak o kaçmılması gereken kötülükleri bilmektedir.
(Aquinas, 1273 [1964]: la, llae, Q. 94, mak. 2).
Peki neden
"Doğal Yasa"? St. Thomas insan varlığı içinde tanrısal olarak
bahşedilmiş usunu kullanma ve ahlaki kararlar verme doğal eğiliminin
bulunduğuna inanmaktadır. Bunlar tanrısal olarak bahşedilmiş olduğu için,
onların kullanılması Tanrının planını yerine getirme eğilimi içinde olacaktır.
Ancak biz bunları özgür olarak seçeriz. Özgür seçimimiz Doğal yasanın
kavramlarıyla uyumlu olursa iyiyi seçmek için doğal bir eğilime sahip olduğumuz
anlamındadır. Bunda seçimimiz üzerinde dışsal etkiler bulunmamaktadır. Bunun
yerine ussal kendi kendini belirlenim vardır. Biz birbirlerinin yerine geçen
sonuçların bir hiyerarşisi içinde kendi sonlarımızı seçeriz. Bunlar bizim insan
doğamızı tatmin eden sonuçlan yerine getirme eğilimi içindedir.
Bu, bir insan
varlığının uygun bir ahlaki davranışta bulunma için her şeye sahip olmadığı
sonucunu beraberinde getirecektir. İnsan varlıklarının hata yapabilirliği zaman
za- . man bildirilmiş olan yasaların doğru olmayabileceği olasılığını ortaya
koymaktadır. .
Bu nasıl olabilir?
Bir yasa uygun bir şekilde oluşturulmuş bir otoritenin emridir. O, her zaman
için insan usunun yanlış yapabileceği olasılığına sahiptir. Onun doğru olarak
düşündüğü şey yanlış olabilir. Yasanın belirleyici gücü otoritenin statüsünden
kaynaklanmaktadır. Ancak Tanrının sonsuz yasası insanların kavrayabileceği
tanrısal yasaları ortaya koymaktadır.
Aristocu
bağlantı
Aquinas insan
erdemi ve ahlaklılık konularında Aristo'nun düşüncelerini ele almıştır. O, iki
tür ahlak kavramı olduğunu söylemektedir. Erdem temeli üzerine kurulmuş Aristocu
düşünceler ve pratik us ile belirlenen erdemler (Aqu- inas, 1273 [ 1 964]:
lallae, 5 7, 4 ). Bu araçlarla bir gündelik davranışların sonuçlarına
ulaşırız. Bunların hepsi Tanrı tarafından belirlenmiş olduğu için, pratik us
gerçek ahlak sonuçlarına yönlendirecektir. Daha sonra, dinbilimsel erdemler,
bu erdemlerin gelişimi için araç ve fırsatların sevgisi ve sonsuz güzellik
vardır. İnsan usu tanrısal yasayı anlamak için en iyi girişimde bulunarak Doğal
Yasanın emirlerini formül- leştirmeıııizi sağlar.
Özgür
davramş
Aquinas geleceğin
belirlenmiş olarak gözüktüğü bir dünya içinde bir yere sahip olan sorumluluk
düşüncesinin nasıl olduğu şeklindeki derin sorunla ilgilenmiştir. Aquinas'ın
önerdiği çözüm yolu diğer felsefi geleneklere oranla beni çok fazla
etkilemiştir. Özgür istenç ussal kendi kendini belirlenimdir. Us aracılığı ile
doğrunun ne olduğunu bilirim. Bu St. Thoıııas'a göre Tanrısal olarak önceden
bilme ile uyumludur. Tanrı benim yapacağını şeyi bana yapmamıştır. O beni
yapacağım şeyi kendi kendime yapmam için yaratmıştır. Fakat benim ne yapacağımı
bilir. Tanrı insana neyin iyi olduğunu bilmesi için bir tür fazladan güç vermiştir.
Modern etik
konusunda özgürce seçme ve davranma olasılığı her zaman için "ben başka
bir şey yapabilir miydim?" sorusunu akla getirir. Eğer yapamayacaksam
benim davranışım özgürce seçilmemiştir. Mantıksal olarak, başka davranış
şekilleri mümkün olduğu halde, ben başka bir şey yapamıyorsam, ben özgür
değilimdir. Ancak St. Thomas'ın ahlak dünyasında, yalnızca bir tanesi
gerçekleştirilmiştir ve tanrı bunun hangisi olduğunu bilmektedir. Çünkü o
farklı bir zaman kavramına sahiptir. Tanrının önceden bilmesi kadercilik ile
aynı şey değildir. Çünkü kadercilik belirlenmiş bir gelecek içinde bir rol
yapmaktan ibaret gibi görünmekte, bizim usumuz ve kararımız buna bağlı olarak
şekillenmektedir.
Aristocular kozmosu
zorunlu ilişkilerin ve yaradılıştan gelen niteliklerin bir ağı olarak
görmüşlerdir. Filozoflar kavramların içsel yapıları ve etkileşimleri üzerinde
çalışmaktadır. On üçüncü yüzyılın projesi karşılıklı olarak felsefe ve vahiy
edilmiş dinsel doğruların anlamlarını uzlaştırmaktır. Us ve inanç bir araya
getirilmeye çalışılmaktadır. On dördüncü yüzyıl ile birlikte derin kuşku ve
güçlü tartışmalar ortaya çıkmıştır. Dinbilim felsefeden radikal bağımsızlık
kazanmaktadır. Antik (antiqua) düşünceye karşı çağdaş (moderna) düşünce kendi
kişiliğini bulmaktadır. Bu, daha derin ve daha incelikli felsefi çözümlemelerin
yapılmasına önayak olacaktır. Bu açıdan bakıldığında, Hıristiyanlığın
felsefeye olan tepkisi, filozofların projelerine İslamcı itirazlarından farklı
bir yapıya sahiptir. Birkaç istisna ile birlikte gelenekçiler felsefeyi tamamen
reddetmişlerdir. Hıristiyanlıkta çağdaş yaklaşım zorunlu varlıklar, zorunlu
nitelikler ve zorunlu ilişkiler ile ilgili olarak dinbilimi temel almışlardır.
Ancak insan varlığının algılayabileceği, dünya içinde bu tür ilişkiler yoktur.
Dinbilim ile felsefenin ayırımı mutlaktır. Bunda Ockham'ın etkisi büyük olmuştur.
Ockham ( 1 2 8 5-1
3 4 7) döneminde yalnızca felsefe alanında değil, aynı zamanda karmaşık felsefi
yapı içinde düşüncelerini ortaya koymuştur. Buna karşın onun düşünceleri Latin
dünyasında çok hızlı bir şekilde yayılmıştır. On beşinci yüzyıl Hıristiyan
dünyası onun düşüncelerinden büyük ölçüde etkilenecektir. Ockham'ın sorunu,
tanrısal alanın zorunluluğuna karşıt olarak, dünyanın anlık yapısını ve onun
içinde yaşayan her şeyin karşılıklı bağımsızlığının nasıl oluşturulacağıdır.
Ockham'ın projesinin anahtarı tümellerin doğası hakkında uzun soluklu bir
tartışma içinde bulunmaktadır.
Biz ortaçağ
filozoflarının düşüncesinde tanrı ile ilgili olarak öz ve varoluş arasındaki
ayırımın nasıl olduğunu görmüştük. O dönemden bugüne kadar başka bir derin
felsefi konu bir bireysel varlıktan daha fazlasının nasıl aynı türü ör-
neklendirebildikleri sorusudur. Biz bu sorunu İslam felsefesinde de görmüştük
ve kaynağının antik dönem olduğunu söylemiştik. Bu bağımsız bir sorun değildir
çünkü özlerin doğası sorununa bağlıdır.
Her bireyin bir
türe ait olduğu şeklindeki teze karşı A- belard'ın tartışması yedinci yüzyıla
damgasını vurmuştur. Eğer bahçedeki gelinciklerin tümü kırmızı ise, bunun
nedeni, bir tümel olarak aynı "kırmızılığa" sahip olması mıdır? Bu
tümel, herhangi bir gelincik rengi ya da duyusal niteliği olamaz. Tek tek tüm
gelinciklerin aynı renkte olmasını açıklayacak başka bir şey olmalıdır. Bu
tümellerin gerçekçi değerlendirmesidir. Diğer taraftan bireylerin nitelikleri
arasında benzerliklerin olgusundan sınıf ve gruplara ayrılmış şeylerin herhangi
bir olgusu var mıdır? Kırmızı gelincikler arasında ortak olan şey, bizim her
bir gelinciği betimlemek için aynı sözcük
olarak
"kırmızı"yı kullanmamızdır. Bu, tümellerin adcı değerlendirmesidir.
Gerçekçilere göre, tümeller dil ya da zihinde değil, dünyadadırlar. Adcılara
göre, onlar kullanılan belli sözcük türlerinin yansımalarından başka bir şey
değillerdir.
Abelard'a göre,
dünya nesnelerden oluşmaktadır ve nesneler bireylerdir. Ancak tümeller dünya
içindeki yaşantımızda bir role sahiptirler. Onlar sözcüklerdir. Onlar flatus
vocis, boş sözdizimi halkaları değil, vox significata, anlamlı işaretlerdir.
Yukarıdaki örnekteki tümel "kırmızı" sözcüğüdür. Bu, renk olgusuna
bağlı olarak pek çok nesne için kullanılabilecek bir tümeldir. Abelard'ın
düşüncesine göre bunu bizden alıkoyacak bir şey yoktur. Ortak zihinsel
temsillerine bağlı olarak, onların nasıl olduklarına dair psikolojik bir kuram
oluşturularak bireysel nesneler kırmızı olarak tanımlanmıştır ve biz onları
"kırmızı" olarak adlandırırız. Burada keskin bir adcılık
(nominalizm) vardır. Buna göre tümeller addırlar. Ancak bu genel görüşten uzak
olarak, on dördüncü yüzyıla kadar "gerçekçilik" eğilimi daha ağır
basacaktır.
Tümellerle ilgili
olarak gerçekçilik Moody ( 1967: cilt 8, 307) tarafından güzel bir şekilde
betimlenmiş olarak antik dönem düşüncesi için öncellik görevini üstlenmiştir.
İnsan zihni soyut özlerin ve onun ilişkilerinin
kavranabilir bir düzeninin duyumsal deneyimi tarafından tikel/eri kavrar.
Bunlar varlıkbilimsel olarak belli şeyler için öncüdür ve koşullara bağlı
o/aylardır, ve bu düzenden, zihin Tanrının nitelikleri ve varlığı ve ilk
nedenlerle ilgili olarak zorunlu gerçeklikleri ka- mtlayabilir.
Ockham bu görüşü
her ayrıntısıyla reddetmiştir. Ona göre, tek zorunluluk tanrının doğası ve
varlığında bulunmaktadır. Geri kalan her şey radikal olarak koşullara
bağlıdır. Tanrı olanaklı olan her şeyi kavrayabilir ve bu onun doğasının
zorunlu bir niteliğidir. Ancak o bu olasılıkları özgürce seçebilmektedir.
Ockham hiçbir zaman bu temel Hıristiyan düşüncesinden
ayrılmamıştır-bu dünyadaki hiçbir şey için yaradılıştan gelen zorunluluk
yoktur. (Boehner, 1930: s. xix).
Bizim için en ilgi
çekici görünüm bunun felsefi biçem içinde bir değişiklik yaratmasıdır. Ockham
adcı ve betimleyi- ci ifadelerin derin bir şekilde yanlış anlaşılması temeli
üzerine dayanan tümellerin gerçekçi değerlendirilmesinin nasıl olduğunu
dikkatli dil çözümlemesiyle ortaya koymuştur. Hiçbir tümel yoktur. Bağımsız
nesneler arasındaki benzerlikleri tanımlamak için ku!lanılan sözcükler
ya da işaretler vardır yalnızca.
Ockham ve diğer
"modernistler" ile St. Thomas tarafından oluşturulan Aristoculuk ve
Hıristiyan dinbiliminin keskin bir karışımı olduğunu öğrenmek şaşırtıcı
olacaktır. Mantık terimleriyle ifade edilerek, ahlaklılığın anahtar sorusu, insan
özgürlüğünün davranışlardan sorumlu olma ile nasıl uz- laştırılabileceğidir. Ne
yapacağımızın Tanrı tarafından bilinmesi durumunda biz davranışlarımızda nasıl
özgür olabiliriz. Tanrı dünyayı, geçmişi, şimdiyi ve geleceği yaratmıştır ve
halihazırda davranış süreci içinde neler olup biteceğini bilmektedir. Öyleyse
insan özgürlüğü bir yanılsama mıdır ve sorumluluk saçma bir düşünce midir?
Ockham'ın radikal
uygunluk öğretisi yalnızca Tanrı tarafından yaratılmış olan ve Onun sahip
olduğu niteliklere ait varlıklara uygulanmaz. Ne olacağına dair herhangi bir
zorunluluk yoktur. İnsanların hangi davranışta bulunacaklarına dair zorunluluk
yoktur. Davranma ya da davranmama isteği gücü kendisinden başka herhangi bir
şey tarafından belirlenmemiştir. Ancak bir davranışın olgusu onun ahlaki
olarak doğru olmasıyla belirlenmez. Onun, doğru usun gereklerine uygun olarak
istenmiş olması gerekmektedir. Ancak ne olursa olsun, doğru us yalnızca sağduyu
değildir. Sağduyulu davranmak doğru hareketi sağlamaz. Nihai us Tanrı sevgisi
için yapılması gereken bir davranıştır (Prepper, 1988; bölüm 3). Tanrının neyi
seçebileceğimizle ilgili öngörüsü ile isteğin koşulsuz özgürlüğü ve olayların
tutarlılığı nasıl uzlaştırılabilir? Ockham'- ın yanıtı Gazali'nin yanıtı gibi
değildir. İnsan varlıkları Tanrının önceden bilme doğasını anlayabilecek
donanımda değildir.
Tanrmm tüm gelecek o/aylarını açık ve kesin bir şekilde
bildiğine kuşku yoktur. Ancak bunu açık bir şekilde açıklayabilmek ve ifade
edebilmek için tüm gelecek tutarll olgularm bu yaşam içinde herhangi bir
akıl için olanaklı değildir. (Boehner içinde Ock ham, 1990; 133).
Tanrının zihnini
bilmeyen biri için erdemli davranışın belirleyicisi nedir? Açık bir şekilde,
onun isteğiyle uyumlu olarak davranmak erdemli olmak zorundadır. Bu durumda zorunlu
erdemli davranışlar vardır. Ancak biz asla onların ne olduğunu bilemeyiz. Biz
doğru bir us için hareket etmeliyiz. Hiçbir zorunlu erdemli davranışın olmadığı
da doğrudur, çünkü her hareket, aynı ile özdeş olarak kalır.
Ockham'ın bu
karmaşık soruya olan kanıtı ahlaklılığın olanaklılığı için iki kuramı oıtaya
koyar. O, bir taraftan usun belirlenimlerine olan ilişkisinden kaynaklanan bir
niteliğin ve rızadan yoksunluğu olan istençten bahseder. Diğer taraftan aynı
davranışın iyi ya da kötü olabileceğinden bahseder. Bu istenç kavramı, ilk
kuramdaki istencin doğallığından çok farklıdır. Ben bu bilmece için bir sonuç
olduğunu zannetmiyorum. O bizim için sorunun zorluğunu ortaya koyar. İkinci
binyılın sonuna kadar bu soru yanıtsız kalmıştır.
Aristo mantığı
Latin batıda yoğun bir şekilde çalışılmış ve öğretilmiştir. Örnek olarak,
Shyreswood'lu William yaklaşık 1 225 yıllarında Aristo mantığı üzerine yazılar
yazmıştır, ve onun yanı sıra başkaları da vardır. Ancak buna karşın, on ikinci
ve on üçüncü yüzyılda mantıksal araştırmalarda iki alanda ilerleme
sağlanmıştır.
Abelard bir
dinbilimci ve filozof olarak mantık konusunda büyük bir yeteneğe ve inceliğe
sahiptir. Kneale ve Kneale (1975: 202-24) kitabında 20 sayfayı Abelard'ın
mantığının ayrıntılı bir açıklamasına ayırmıştır. Abelard türdeş olarak
zorunluluklardan bahsetmiştir. "Kar zorunlu olarak beyazdır, " bir
moda! önermedir.
Sofizm ya da sözel
bilmeceler döneminde çok popüler olmuştur. Yalancı paradoksu bu dönemde çokça
konuşulan bir tartışmadır. "Tüm Giritliler yalancıdır, " demiştir
Giritli. Bu eğer yanlış ise doğru ve eğer doğru ise yanlış gözükmektedir. Ve
farklı zorluklar temelinde bulunan, çok sayıda başkaları vardır.
On birinci
yüzyıldan on dördüncü yüzyıla kadar olan dönem içinde filozoflar tarafından
ortaya konulan mantık çalışmalarına karşın çok derin bir ilerleme
sağlanamamıştır. Ortaçağ mantığı yirminci yüzyıla kadar göz ardı edilmiştir.
NOTLAR
1
Beş Yol'un mükemmel bir eleştirel tartışması Kenny
( 1 969) çalışmasında bulunmaktadır.
Genellikle
"motion" (hareket) olarak çevrilen motus yalnızca,
uzamsal konumlarda değil, tüm değişiklik türleri anlamına gelir. BÖLÜM 111
BATIDA
FELSEFE
Çağdaş Felsefe 1
ZİHİN VE KOZMOS Dünya, Zihni Şekillendiriyor:
Gerçekçilik ve Olguculuk
İkinci binyılın ilk
500 yılında, Batı felsefesi din tarafından ortaya konulan sorunlarla
yönlendirilmiştir. Filozoflar vahiy edilmiş dinleri insan yaşam ve maddesel
evren ile uyumlu hale getirmeye çalışmaktadır. Biz Hıristiyanlığın bu gelişim
içinde İslam dinindeki gelişmelere paralel bir yapı içinde olduğunu görmüştük.
İbn-i Sina (Avicenna) ve İbn-i Rüşt (Averroes) gibi İslam filozoflarının
çalışmalarıyla İslam felsefesinin Avrupa düşüncesi üzerinde derin bir etkisinin
bulunduğuna kuşku yoktur. 500 yıl boyunca felsefe ve dinbi- lim sıkı sıkıya
bağlı olarak gelişim göstermişlerdir.
Modern çağda
felsefenin çeşitliliği ve derinliği belki de antik dönemde Hindistan'da
olduğundan daha büyük değildir. Radhakrishnan ve Moore'un ( 1957) Hint
felsefesi karşılaştırmalı tarihi Batıda olduğuna benzer düşünce ve ekollerin
gelişmiş olduğunu göstermektedir. Aynı şey Fung Yu-lan'ın ( 1937)
çalışmalarıyla ortaya konan bilgilere göre, Çin felsefe tarihi için de
söylenebilir. Her ne kadar felsefi düşüncenin dokusu doğu uygarlıklarında olan
yapıya göre daha yoğun ve etkin olsa da aralarında bir paralellik
bulunmaktadır.
Biz dikkatimizi
ikinci binyılın ikinci yarısına çevirdiğimiz zaman odaklanan konularda derin
bir değişiklik olmuştur. Son 500 yılda insan doğası ve evren üzerine felsefi
düşünceler yeni taleplerle yönlendirilmiştir. Doğal bilimlerde yaşanan
gelişmeyle birlikte, feodal sistem çökmüş ve Batının ulus-devletlerini
oluşturacak şekilde ekonomik temelleri olan toplumsal düzenlemeler ve üretim
araçlarının sürekli bir dönüşümü yaşanmıştır. On altıncı yüzyıldan itibaren
yeni kavramlar ve yeni sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştır.
Ancak on dokuzuncu
yüzyılın ortalarına kadar, din Avrupa kültüründe hala çok ön planda
bulunmaktadır. Doğal bilimlerde bulunan şeylerle ilgili olarak sorun gitgide
daha fazla artmaktadır. Rönesans'tan itibaren, bilimler hızlı bir şekilde
felsefi konularda etkin olmaya başlamışlardır ve eleştirel inceleme gereği
ortaya çıkmıştır. Örnek olarak, şimdi ve burada elde edilen bilgilerin her
yerde ve her zaman geçerli olup olmadığı sorunu ortaya çıkmıştır. Maddesel
dünya içinde gözlenemeyen durumların yaşandığı konularda gözlem yapmanın
olanakları araştırılmaktadır.
İkinci binyılın
ikinci yarısında, felsefe doğal bilimler ile elde edilen bilgilerle
belirlenmiştir. Deneysel yöntem 1 600'Iü yıllarda William Gilbert'in De Magnete
çalışmasından itibaren başlamıştır. Bu, statik elektrik ve iletkenlik fenomeni
üzerine sistematik bir deneysel çalışmadır. Bu yapıt başka iyi çalışmalar için
örnek teşkil etmiştir.
Gilbert tarafından
ortaya konan uzayda ve zamanda tüm evreni kuşatan yapıya anlam kazandıran
kuramlar bilimsel olarak ortaya koymuştur. Buna Rene Descartes'ın 1 644
yılında Latince ve 1647'de Fransızca olarak yayınlanan büyük çalışması
Princip/es of Phi/osophy (Felsefenin İlkeleri) eklenmiştir. Bu eğilim 168 7
yılında lsaac Newton'un Principia yapıtıyla en yüksek noktasına ulaşmıştır.
Bilim, Hıristiyan Kilisesinin öğretisinden bağımsız bilgiler ortaya koymaya
başlamıştır. Kutsal kitaplarda yer alan bilgilerden farklı veriler
toplanmaktadır. Bilim, felsefi düşünmenin en derin seviyesinin odağında olarak
dinbilimin yerini almaya başlamıştır.
Ancak ne olursa
olsun, bu bilim ile din arasında ilişkilerin tamamen kopuk olduğu anlamına
gelmez. Binyılın ikinci yarısının düşüncesinin pek çok alanında dinsel
savunmanın önemini göreceğiz. Biz on yedinci yüzyılda İngiliz bilim adamları
arasında Doğal Din'in yükseldiğini göreceğiz. Dar- win'in evrim kuramına
muhafazakar tepkiler bu konuda örnek olarak verilebilir. On dokuzuncu yüzyılda
jeolojik zaman ölçütü düşüncesine de benzer nedenlerle bilim adamları tarafından
karşı çıkılmıştır. Bir filozofun (Nietzsche) tanrının öldüğünü ilan edebilmesi
ve bir şairin (Thomas Hardy) onunu cenaze nutkunu yazabilmesi on dokuzuncu
yüzyıla kadar olmamıştır.
Bu ölümden üzüntü
duyan çok sayıda söylem olmuştur. Ben Thomas Carlye'nin Geçmiş ve Şimdi (Past
and Pre- sent, 1 886-93) yapıtından aşağıdaki alıntıyı aldım. O, konuyu
tutkulu bir şekilde ifade eder gözükmektedir.
[Biz]
gözlerimizi nesnelerin sonsuz Tözüne kapattık ve onların nesnelerin
Sahteliklerine ve Gösterilerine açtık. Biz sessiz bir us dışılık tarafından
yaratılmış olabileceğimize inandık ...Artık bizim için herhangi bir Tanrı
yoktur! Tanrımn Yasaları En Büyük mutluluk İlkeleri olmuştur; Gökyüzü
Astronomik Zaman- Tutkusuna dönüşmüştür. İnsanoğlu ruhunu kaybetmiştir; ve
şimdi onu bulmak istemektedir! . . . Din yoktur, Tanrı yoktur; insanoğlu ruhunu
kaybetmiştir ve mikroba karşı tuz aramaktadır.(Kitap ili, s. İ).
Son 500 yıl içinde
insanlar ile kozmosun arasındaki ilişkinin oluşturulmasının iki temel yolu
ortaya çıkmıştır. Görgücülük (Empricism, her türlü bilginin esasının tecrübeye
dayandığını ileri süren felsefi görüş} insan bilgisini şekillendiren ilkeler
üzerine temellenmiştir. Karşıt görüşler, İdealizm, Rasyonalizm ve Gelenekçilik
algıladığımız evrenle ilgili olarak farklı düşünce biçimlerini ifade etmiştir.
On beşinci ve on
altıncı yüzyıllarda insan doğasının bi- reyselci kavramları toplumsalcı yapıya
doğru değişim göstermiştir. Politik ve ahlaki felsefe insanın iyilik terimleri
içinde insan davranışının ahlaki ve politik sonuçlarını tanımlamanın yollarını
ortaya koymaktadır.
İkinci binyılın
tarihinin bir tasarımını sunarken her filozofun her söylediğini aktarmak
olanaksızdır. Ben burada başka bir şey denedim. Felsefi tartışma içinde bazı
baskın konuları yeterli derecede ayrıntılı olarak vermeye çalıştım. Kaçınılmaz
olarak seçmiş olduğum konular son 500 yıl içinde bizim kültürümüzün
gelişiminde önemli olduğunu düşündüğüm kendi görüşlerimi yansıtmaktadır.
Dinin ussal bir
temele oturtulması arayışından, doğal bilimin ussal bir temele otuıtulması
arayışına geçiş dine olan tutkulu ilginin sona erdiği anlamına gelmemektedir.
Din ile bilimi kaynaştırmanın ilk girişimi on yedinci yüzyılda yapılmıştır.
Tanrının varlığı doğal dünyanın yaratımı üzerinde çalışılarak ortaya konulmak
istenmiştir. Dünyadaki rakiplerinden oldukça farklı bir şekilde, on yedinci
yüzyıl İngiliz bilim adamı-filozoflar bilimi dini destekleyen bir olgu olarak
görmüşlerdir. Örnek olarak, lsaac Newton, Richard Bentley'e yazdığı mektupta:
"Ben bir Tanrıya inanarak çalışmalarımı yürütürken ilkelere bir gözümle bu
şekilde bakıyorum, " demiştir. Robert Beyle açık bir şekilde insanların
varlıklarına vahiy edilmiş olan Tanrının doğasının, doğal dünyanın bilimsel
çalışması aracılığı ile ortaya konulabileceğini söylemiştir.
Tanrının varlığının
bir kanıtı, yerçekiminin doğası temeline oturtularak on yedinci yüzyılın
sonlarında popüler olmuştur. Bunun bir versiyonu aşağıdaki gibidir:
[Yerçekimi]
Maddenin Yüzeyi üzerinde hareket eden Maddeden kaynaklanmaz . . . onun kendi
katı Tözüne sürekli olarak nüfuz eden başka bir şeyden kaynaklanması gerekir. (Clarke
ı 717: [1956] 83).
[Yerçekimi]
üstün bir Aracmın Gücüdür ...bu Gücün Yazarının Maddesel-olmayan ya da Tinsel
olduğu kesindir. {Whiston, 1717: 45).
Newton açık bir şekilde
bu tartışmayı desteklememişti fakat kendisine ait birkaç desteği vardı. Evrende
maddeyi düşmekten alıkoyan bir şey vardı ve "nesnelerin bu çerçevesi
tanrısal bir Güç olmadan onu her zaman korumayı sürdüremezdi" (Newton'un
Bentley'e Üçüncü Mektubundan). Bunun ötesinde, o güneş sisteminin mekaniksel
olarak tamamen mükemmel olmadığını ve tanrının zaman zaman onu doğru duruma
getirdiğini düşünmüştü. Leibniz'in bu düşünce ile alay etmesi ünlüdür. Sonuç
olarak Newton evrendeki etkinlik miktarının azalmakta olduğunu ve bunun ara
sıra düzeltilmiş olması gerektiğini düşünmüştür. Her bir durumda maddesel
evrenin kurtarıcısı Tanrıdır.
Dinbilim, tanrının
insan varlığından bağımsız olarak var olduğu öngörüsü üzerine
temellendirilmiştir. O, insan etkinlikleri ile icat edilmemiş ya da var
edilmemiştir-o yalnızca oradadır. Tanrının insan varlığını yaratmadan önce
kozmosun geri kalanını yaratmış olduğu düşünüldüğü için, onun bu insan
varlıklarından, Adem'den, Havva'dan ve onların torunlarından bağımsız olarak var
olması gerekmektedir. Zengin ve karmaşık bir nesnel bölge vardır, bu insan
ırkının zihninin dışında onun hakkında bildiklerinden daha fazlasını bulmanın
yollarını geliştirmiş olabilirler. Gerçekçiliğin temel tezi orada nesnel ve
bağımsız bir dünyanın bulunmuş olmasıdır. On yedinci yüzyılın tüm büyük
düşünürleri tarafından bu düşünce savunulmaktadır. Soru her zaman için şöyle
olmuştur: Biz Kozmos hakkında ne kadar fazla şey bilebiliriz?
Başlangıçta, bilim
dinin bu öngörülerini paylaşmıştır. Descartes, bizim daha önceden bildiğimizi
düşündüğümüz her şeye kuşku ile yaklaşma programını işleme koyduğu zaman,
Tanrıyı ve anlık kişisel deneyimlerin sınırlarının dışındaki maddesel evreni
dışarıda tutmuştur. O, Tanrının iyilikseverliği sayesinde, doğal dünya hakkında
daha fazla şey bulma yönünde ilerleyebileceğimiz düşüncesine sahiptir. Her ne
kadar Tanrının varlığından kuşku duyulabilse de, onun gerçekliğinin Tanrı
tarafından güvence altına alınmış olduğunu düşünmektedir. Descartes'ın kuşku
yöntemi, bizim kuşkuculuk (skepticism) olarak bildiğimiz felsefi sorgulamadan
farklı bir kesinlik derecesine sahiptir.
Bilimsel
araştırmalar sonucunda ortaya çıkan bilgiler, on altıncı yüzyılın neredeyse
tümünde gökbilimciler ve din- bilimciler arasında sert tartışmalara neden
olmuştur. Güneş sisteminin güneş-merkezli ve dünya-merkezli modelleri arasındaki
mücadele Galileo ve Kilise otoriteleri arasındaki bilinen öykünün yaşanmasına
neden olmuştur. Bu olay gerçekten olmuştur, fakat Galileo'dan neredeyse yüzyıl
önce gök- bilimsel kuramların yorumlanması hakkında tartışmalar başlamıştır.
Kopernik güneş-merkezli kuramını 1543 yılında yayınlamıştır. Onun matematiksel
bir evrenbilimden ibaret olduğu asla öne sürülmemiştir. Burada bir soru
bulunmaktadır. Rakip evrenbilimlerden hangisi gökyüzüne doğru bir temsili
ortaya koyuyordu? Ve bu soruya nasıl karar verilmişti? On altıncı yüzyılın
gökbilimcileri ve filozofları bu duruma karşı çeşitli tutumlar takındılar. Her
bir kuram gezegensel konumların, elipslerin ve benzerinin mantıksal bir
öngörüsünü veriyordu, fakat onların her biri güneş sisteminin farklı bir resmine
dayanıyordu.
On altıncı yüzyılda
kozmosun en az beş rakip geometrik modeli bulunuyordu: Bunlar Ptolemy, Aristo
ve Tycho Brahe'nin dünya-merkezli kuramları ve, Kopernik ve Kep- ler'in
güneş-merkezli kuramlarıdır. Bunların her biri göksel yapıların gözlenebilen
hareketlerinden hesaplamalar ile elde edilmiştir. Hangisi doğruydu? Ya hiçbiri
doğru değilse? Bu kuramların her birini desteklemek için yapılan tartışmalar hala
bizimle olan, bilimsel sorgulamanın doğası hakkında çeşitli düşünceleri ortaya
koymuştur. •
Christopher Clavius
( 1 5 70) rakip evrenbilimlerin, gezegenlerin bilinen hareketlerine karşı
öngörüler sınanarak yapıldığı için birbirinden ayrılamayacaklarını işaret
etmiştir, çünkü onların her biri az ya da çok aynı yanıtı vermektedir. Bu durum
bilim tarihi içinde birkaç kez olmuştur, ve Clavi- us'un yorumu birden daha
fazla kez gündeme gelmiştir. Yirminci yüzyılda bu "bilgiler ile kuramın
belirlenmesi" olarak adlandırılmaktadır. Sonsuz olarak çok sayıda kuram
verilerek birbirine uygun gözlemlerin tümdengelimi yapılabilir. Oysa burada bir
kuram diğerini desteklememektedir.
Gökbilimciler
filozofların dikkatini bu konuya çevirmişlerdir. Onlar arasında, üç
hesaplanabilir kuram oluşturulmuştur. İlginç bir şekilde, bu yorumlamalar on
dokuzuncu yüzyılda görülen ve yirminci yüzyıla ulaşamayan bilimle ilgili temel
değerlendirmeleri içermektedir. Üç yorumlama aşağıdaki gibidir.
İlki, bizim
öngörüde bulunmamız için kapasitemizi vurgulamaktadır. Bu yorumda, kuramlar
kozmosun gerçek durumu için hiçbir düşünceye sahip değildir. Bu yorumlama
Kopernik'in De Revolutionibus yanıtının ilk baskısına eklenmiş olan önsözde
göze çarpmaktadır. Bu kitabın basımını üstlenmiş olan Osiander bu pragmatik
yorumlamanın kuramın herhangi bir muhafazakar eleştiriye yol açacağını düşünmüş
olduğu gözükmektedir. Kopernik'in kendisi açık bir şekilde kurama olan bu
yaklaşımı paylaşmamıştır ve onu ancak kitabın içine bir ekleme yapılmış
olduktan sonra gördüğünü söylemiştir. Doğal olarak, Osiander güneş-merkezli
kuramın otoriteler arasında kızgınlığa yol açacağını bilmektedir ve onun
güdüsü iyi niyetinden ya da biraz fazla tedbirli davranmasından
kaynaklanmaktadır. Osiander'in yorumlaması çağdaş positivism (olguculuk}
düşüncesinin anımsatıcısıdır.
İkincisi, Tycho
Brahe tarafından geliştirilmiş ilginç bir melez modelin Ursus savunmasında
betimlenmiştir. Burada güneşin yörüngesinde olan gezegenler, dünyanın yörüngesin-
dedir. Ursus psikolojik nedenlerle resimsel modellerin zorunlu olduğunu
söylemiştir, fakat onlar öyküler gibi kurgusal olarak ortaya konulmuştur.
Onların her biri göksel yapıların durumunu öngörecek şekilde bir makine olarak
başarılı görünmelerine karşın, kozmosun gerçek resmini verme konusunda hiçbir
noktaya sahip değildir. Alternatif modeller yalnızca kozmosun rakip
resimlerinc'.e görülebilir. Onlar kolaylaştırılmış düşünce olan alternatif
kurgular, öyküler durumuna sahiptirler. Bu bakış açısı çağdaş conventionalism
(gelenekçilik) düşüncesinin anımsatıcısıdır.
Felsefi düşünceye
sahip gökbilimcilerin başka bir grubu ciddi bir şekilde ele alınması gereken
sorunun, ister güneş- merkezli isterse dünya-merkezli kuramda olsun, gökyüzünün
yapısının ve gerçek düzenin rakip temsillerinin olması gerektiği ve bunların
yargılanmasının gerektiği konusunda ısrarlıdırlar. Kepler kendi güneş-merkezli
kuramının üstün temsili gerçekçiliği için onun rakipleri ile tartışmıştır.
Melanchton, Ptolemy'ye ait dünya-merkezli sistemin gerçekçi bir yorumlamasını
savunmuştur. Her ikisi de gerçek bir kozmik yapı olduğu ve gökbilimcilerin onu
temsil olarak göstemıeye çalışmaları gerektiği konusunda aynı fikre sahiptir.
Biz burada bir bakış açısı örneği olarak bilimsel gerçekçiliği görüyoruz.
Burada madde söz
konusudur. Tüm dünyadaki bilimsel çevrelerde güneş-merkezli kuram
benimsenmiştir. Kuramların gerekçesi yorumlamalarının mantığa büründürülmesi
felsefi sorunu bu bakış açısında terk edilmiştir. Bizim şimdilerde "Aydınlanma"
olarak adlandırdığımız olgu bu dönemde yeniden alevlenmiştir. Batıl inancın
yerini us almıştır. Positivizmin çağdaş versiyonu David Hume'un eleştirel felsefesi
ile başlatılmıştır. Biz bu konuya geri döneceğiz.
Pozitivist ve
realist yorumlamalar, onların ilki öngörüler üzerine, ikincisi ise fiziksel
gerçeklikler üzerine odaklanmış olmalarına karşın, görgücülük örnekleridir. Her
ikisi de gözlem ve deneyden kaynaklanan bu kuramları geliştiren bilim
adamlarının inanışlarından kaynaklanmaktadır. Zihin, dünya tarafından
şekillendirilmiştir.
Zihin
ve Dünyanın Bağımsızlığı
Çağdaş felsefenin
öyküsü Rönesans ile başlar: Ancak onun temel konuların çıkış noktası Rene
Descartes tarafından ortaya konulmuştur. Descartes 1 596 yılında Loire bölgesinde
La Haye'de doğmuştur. O, Jesuit'ler tarafından eğitilmiştir. Onun entelektüel
güdüsünün nasıl geliştiğini biliyoruz, fakat kısa zaman içinde maddesel dünya
üzerinde çalışarak ve zihnin kendi durumu üzerinde düşünerek açık ve seçik
bilginin kavranabileceğini ortaya koymuştur. O, Bavyera ordusunda askeri
mühendis olarak bir kariyer yapmıştır. Hollanda'da elinde ölçüm aletleriyle,
yerleşik inançların sistematik bir incelemesine başlamıştır. Bu onu, ömrü
boyunca uğraşacağı bir proje olan açık ve seçik ideaların temelinde bilgi
oluşumuna yönlendirecektir. Descartes'ın matematik alanındaki başarısı ve
doğal bilimler alanlarındaki çalışmaları ona uluslararası bir ün sağlamıştır.
Ancak bir davet onun için ölümcül olacaktır. İsveç Kraliçesi Christina'yı
ziyaret ettiği zaman ölüm ile karşı karşıya gelmiştir. Kraliçenin Kartezyenci
düşünce hakkındaki merakı ve çok erken saatlerde kalkma alışkanlığı
bulunuyordu. Bu ve İsveç'in iklimi büyük filozof için çok gelmişti ve o 1650
yılında Stockholm'de zatürree hastalığından ölmüştür.
Eğer zihin dünya
tarafından şekillenmişse, eğer inanışlar dünyada olanların algılanması ile
değerlendiriliyorsa, onlar her ne kadar yaradılıştan gelen bir birlik içinde
olsalar da, Dünya ve Zihin birbirlerinden bağımsız olarak da var olmalıdırlar.
Zihin ve madde güç uygulaması ile bizim için bilinir o- İur, ancak derin bir
duyu içinde, ortak olan hiçbir şeye sahip değildir. Descartes zihinsel ve
maddesel arasındaki radikal ayırımın çok açık bir değerlendirmesini sunar.
Bizim,
boyut, şekil, hareket gibi "bedensel" olarak adland1rdığımız bazı
kesin ilinikler [bir tözün özellikleri] vardır ...ve biz "beden "
terimini onlarm yaradılışmda bulunan tözü anlatmak için kul/anını
...Bizim
"düşünce edimleri" olarak adlandırdığımız, anlayış, isteme, hayal
etme gibi başka ilinek/er de vardır... bunların her biri düşünce ya da algı ya
da bilinçlilik ortak kavramı altında bulunurlar, ve biz onları bir
"düşünen şey" ya da "bir zihin" içinde töz olarak
adlandmrız. (Descartes, 1647 [ 1984]: 121-2).
Bu ayırım on
altıncı ve on yedinci yüzyılların pek çok filozofu tarafından incelenmiştir.
Duygu ve inanç gibi zihinsel durumlar, biçim ve hareket gibi maddesel
durumların karak terinden farklıdır. Böylece biz bilimsel tinin öncü düşüncesi
nin şunun gibi bir şey olduğunu söyleyebiliriz:
Gündelik
yaşantının kavram ve kurallarını oluşturabilmek için, otoritelerin
çalışmalarıyla yetinmek yerine, gözlem ve deney yapmak dünya hakkında daha
fazla bilgiye sahip olmak için daha iyi bir yoldur.
Ancak
ne olursa olsun, doğanın daha aÇ1k bir şekilde ortaya konulabilmesi için yeni
kavramların kavranmasına gereksinim vardır. Bunun için şimdi algılanamaz olan
şeyleri temsil eden ve onlar hakkında bir düşünce şekline gerek vardır, fakat
hangi bilimsel araştırmalar bizi gözlemleyebileceğimiz şeyin gerçek
kaynaklarını düşünmeye yönlendirebilir.
Pek çok şekilde, bu
yeni bakış açısı dinbilimsel çıkış noktası olan bir yapıya sahiptir. Tanrı,
insan zihinlerinden bağımsız olarak vardır fakat usun uygulaması ile biz onun
hakkında bir şeyler bilebiliriz. Bilimin realist yorumlamasına göre, kozmos
insan zihninden bağımsız olarak vardır. Bilimsel yöntemlerin kullanımı ile,
insanlar onun bazı bilgilerini elde edebilirler. Bilim ve dinbilim arasındaki
farklılık onların nasıl ele alındıklarında yatmaktadır, çünkü deney dinbilim alanında
hiçbir role sahip değildir, doğal olarak mistik deneyim yaşanmamaktadır.
Francis Bacon J 56
J yılında doğmuş, Cambridge'de eğitim görmüştür. Döneminin politikası ile
yakından ilgiliydi. 1 584 yılında Parlemento'ya girmiştir. Kraliçe Elizabeth ve
1. )ames için hizmette bulunmuştur. 1621 yılında hükümetteki etkinliğini
kaybetmiş ve ülkeden ayrılmıştır. O, yaşam süreci içinde toplumsal konularla
yoğun bir şekilde ilgilenmesine karşın, çok kapsamlı ve etkin yazılar yazmak
için de zaman bulmuştur. Bunlar genel olarak doğa hakkında ve doğal bilimlerin
olanaklılığı hakkındadır. Kendisini adadığı uygulamalardan biri ölümüne yol
açmıştır. Eti bozulmadan korumak i-' çin soğuğun gücünü sınamak amacıyla kar
kullanarak yaptığı deneyler sonucunda soğuk almıştır ve J 626 yılında ölmüştür.
Binyıl içinde
bilimsel yöntemin sistematik taıtışnıası ve ilk kavranışı Bacon'ın Novum
Organon ( 1 620) kitabında bulunmaktadır. Oıtaçağ felsefecileri keşfin
deneysel yöntemlerinin durumu üzerine kapsamlı ve sistematik bir araştırma
yapmamışlardır. Bacon merkezi sorulardan biri ile yoğun bir şekilde
uğraşmıştır. Biz genel bilgileri deneylerden ve gözlemlerden çıkarıyorsak,
onun sırrı nedir ve nasıldır? Hangi yöntemle deney ve gözlemlerin temeli
üzerinde doğanın bir yasasını oluşturabiliriz? Tek tek olgulardan genel
yasalara geçmek için güvenifir bir mantık nasıl oluşturulabilir?
Bacon'ın
yöntenıbilimi, diğerlerinden daha "gerçek" olan, daha temel olan
maddesel şeylerin bazı özellikleri hak- kındaki düşüncesinden
kaynaklanmaktadır. Deneysel yöntem "en gerçek olan" özellikleri
bulmak için bir tekniktir. Nesnelerin gözlenebilir özellikleri arasındaki
ilişkinin deneysel çalışması içinde onların özellikleri elde edilebilir.
Bunların, doğal fenomeninin açıklaması içinde bu özelliklere ilişkin değil, aynı
zamanda teknolojinin en gerçek özelliklerini yönlendirerek maddesel dünyanın
gerçek niteliklerinde değişiklik meydana getirilebileceğini belirmiştir.
Özelliklerin ya da
"doğaların" türleri arasında birkaç önemli ayırım bulunmaktadır.
Onlar herhangi bir maddesel şey içinde görülebilirdir ya da gizli görünümlere
sahiptir. Nesnelerin gözlemlenebilir şeylerinin sistematik çözümlemesi basit ve
karmaşık doğalar ya da özellikler arasında bir ayırma yönlendirir. Örnek
olarak, Bacon maddesel şeyler içinde yaygın olarak gözlemlenmiş olan
özelliklerin, daha basit özelliklerin bir birleşimi olarak karmaşık
"doğalar" olduğunu düşünmüştür. Bilim adamının (Bacon'ın yaşadığı
dönemde henüz bu sözcük kullanılmıyordu) görevi basit doğalann "en
gerçeğini" bulmaktır. Örnek olarak, o "hareketin" ısıdan daha
gerçek basit bir doğa olduğunu düşünmüştür. Böylece ısı fenomeni algılanamayan
hareketler ile açıklanmıştır.
Bacon nesnelerin
içsel doğalarının çalışması olan metafizikten farklı olarak "fizik"
bilimini etkin nedenlerin ve maddenin çalışması olarak ele almıştır. Biz,
ateşi eriyen bir balmumunun ve kilin sertleşmesinin etkin nedeni olarak
gözlemleyebiliriz. Nitelikler arasındaki böylesine gözlemlenebilir ilişkiler,
Fiziğin yöntemleri olarak ortaya konulmuş şekilde, son derece yapaydır.
Karşıtlıkların çözülebilmesi için daha derin bir bilginin olması gerekmektedir.
Metafizik maddesel nesnelerin gerçek fakat gizli doğalarının bir çalışması
olacaktır. O, görülemeyen bölümlerin düzenlemesi ve hareketleridir. Bu açık bir
şekilde bilimsel Gerçekçiliğin bir versiyonudur.
Biz doğal
fenomenlerin "biçimleri" hakkında kendi varsayımlarımızı ortaya
koyarken söz konusu fenomene ne olduğunu deney aracılığı ile bulabiliriz. Bacon
."biçim"in bu düşüncesinin, belli maddesel nesnelerin doğasını ■ açıklayan P- latoncu biçim çalışmasından yararlanır. Ancak . Platon'un biçimleri soyutlanmıştır ve maddeden ayrı bir yapısı vardır. Bacon'ın biçimleri ise, bedenlerin içsel yapıları olarak, maddesel şeylerin özüne aittir. Bir fenomenin
biçimini, diyelim ki rengini ya da ısısını, bir kez bildiğimiz zaman, insan
varlığının düşüncesi içinde onu yönlendirmenin yollarını geliştirebiliriz. Biz,
yapmak istediğimiz değişiklikler hakkında hangi . özellikler üzerine çalışmamız
gerektiğini biliriz. Eğer ısının biçimi hareket ise, bu durumda yapı içinde
hareketin niteliğini değiştirilebilecek yönlendirmeler onun ısısını
değiştirecektir. "Herhangi bir biçimin ne olduğunu bilen kişi, maddenin
herhangi bir değişikliği üzerinde onun doğasının olasılıklarını da bilecektir"
(Bacon , 1605: ii, 5). Biz parçacıkları ne kadar hızlandırırsak, bir şey o
kadar sıcak olacaktır.
Bacon'ın yöntemi
deney ve gözlemin .iki aşamasını içermektedir. İlk aşamada, araştırmacı
fenomen ile diğer doğalar ya da özellikler arasında keşfedilebilecek ilişkinin
bir sınıflandırılmasını yapar. Böylece ısı, ışık ile, sürtünme ile, fermantasyon
ile, vb. bulunur. Bu ilişkilerin 'hangisinin söz konusu fenomenin en basit
gerçek doğası ya da biçimi olduğunu bulmak için, "yakınlık içindeki
yokluk". örneklerine bakılması gerekmektedir. Böylece ısı biçimi
'aydınlatıcı olmayacaktır. Karşıt örneklerin araştırılması içinde deneysel
program aracılığı ile, biz ısı ve hareketin çeşitli 'biçimleri ' arasındaki
ilişkinin ne olduğunu bulabiliriz.
Biz Bacon'ın
deneysel sonuçlarını yer ve . zaman bağlantısının ötesinde genelleştirdiğini
görürüz. O, . genel olarak en gerçek basit doğanın ne olduğu hakkında
varsayımlarını ortaya koyar. Bunun ötesinde, biçimleri (onlar nesnelerin
gözlemlenemeyen içsel yapılarıdır) sanki açık bir şekilde gözümüzün önünde
bulunuyorlarmış gibi betimler. İki büyük felsefi sorunu göz ardı ettiğimizi
önemsemez. Bunlar yüzyıllar boyunca tartışma konusu olmuş ve olacak olan
felsefi sorunlardır. Biz ■
deneylerimizin sonuçlarını genelleştirirken bunların her yerde ve her zaman doğru olup olmadığını nasıl bileceğiz? Hangi zeminlerde, gözlemlenemeyen oluşumlar hakkında herhangi bir varsayımı kabul ederiz. Onun geçerliliğini yalnızca yeni yeni gelişen bilim
için kabul edilebilen standartlara göre, gözlem ve deneye göre kontrol
edemediğimiz zaman ne olacak? Bu sorunlar bilimsel Gerçekçilik savunmasında
tekrar tekrar ortaya çıkan sorunlar olmuştur. Onlar yeni bir binyıla girdiğimiz
günümüzde de sorun olarak geçerliliklerini süraürmektedir.
Gerçekçilik
için
Alternatif Metafiziksel Yapılar
On altıncı yüzyıl
biterken maddesel dünyanın doğasının iki farklı kavramı ortaya konulmuştur.
Bunlar acaba evren daha küçük parçacıklar üzerinde hareket eden bedensel bir
kitle midir, yoksa kuwetlerin sürekli-değişen karşılıklı etkileşimi olan
dinamik bir yapıya mı sahiptir.
Bedensel
(corpuscularian) felsefe
On altıncı yüzyılın
son kısmından itibaren farklı İngiliz filozofları antik dönem Yunan
atomculuğuna halkın dikkatini çektiler. Bunun araçlarından biri Lucretius'un
Latince yazılmış şiir kitabı De Rerum Natura'nın çevirisiydi. Bu kitapta Yunan
kaynaklarında bulunan atomculuk düşüncesi büyük bir yer kaplıyordu.
Görgücülüğün Gerçeği versiyonu İngiltere'de maddesel atomculuğun bir biçimi
olarak ortaya çıktı. Dinamik metafizik savunmadan yoksun bir durumdaydı. Atomcu
dünya görüşünün felsefi temellerini oluşturmak için girişim John Locke
tarafından gerçekleştirildi. O, pek çok çağdaşı gibi, atomculuğu kesin bir
şekilde destekliyordu. Maddenin görülemeyen parçaları üzerine bir yapı
kurmuştu. Bunun için "beden" (corpuscle) terimini kullanıyordu. Bedenler,
pratik amaçlar için maddesel nesnelerin en küçük parçacıklarıydı. Ancak onlar
düşünce içinde bölünebilirdi. Biz daha küçük parçacıkları hayal edebilirdik.
Onların daha fazla bölünmeleri için hiçbir tekniğin olmadığını kanıtlamak
olanaksız olacaktı.
Bedensel felsefe,
maddesel dünyanın algılanamaz görünümleri ilkesi üzerine temellenmişti. Onlar
gözlem ve deneyin sonuçlarına göre değerlendirilebilirdi. Onlar birbirleriyle
özdeştiler fakat dünyanın karakteristik yapısının tümünü oluşturmuyorlardı.
Bunlar birincil niteliklerdi. ]ohn Locke onları "hacim, figür [şekil],
doku [yapısal düzenlemeler] ve hareket" olarak listelemişti. Onlar her
şeyde algılanabilir olmakla kalmayıp, aynı zamanda maddesel nesnelerin
algılana- mayan parçaların nitelikleriydiler. Renk ve tat gibi diğer algılanabilir
nitelikler renkli ya da tatlı karakterler içinde basit bir şekilde
kopyalanamaz. Onlar insan duyu organlarını etkileyen algılanamaz bedenlerin
düzenlemeleri ve şekilleri olarak açıklanırlar. Bunlar ikincil niteliklerdir.
William Gilbert
doğal dünya için çok farklı bir metafiziğin öncülüğünü yaptı. Galileo gibi
bedenciler evrensel bir bilim için kendi modelleri olarak mekaniği kullanırken,
Gil- bert kendi evrenbilimini manyetizma üzerine temellendirmiş- ti.
Mıknatıslar belli bir uzaklıkta edimde bulunuyorlardı. Onlar demir
parçacıklarını manyetik kutupları aracığı ile kendilerine doğru
çekmektedirler. Aralarında herhangi bir mekanik bağlantı olmamasına karşın, bu
gerçekleşmektedir. Gil- bert bu durum için "orbis virtutis" ya da
"güç alanı" terimini kullanmıştır. Maddesel nesnelerin manyetik
olarak birbi- riyle etkileşim içinde olduğunu düşünmektedir. Doğal güçlerin,
kuvvetlerin, eğilimlerin ideası Aristo fiziğinin merkezi bir kavramı olmuştur.
Aristo'ya göre tüm değişiklikler potansiyel olanın gerçekliğe dönüşmesidir.
Hem potansiyel hem de gerçek durumlar eşit bir şekilde gerçektir ve eşit bir
şekilde bağımsız bir doğanın görünümleridir. Özellikle Gilbert'in geliştirdiği
manyetik evrenbilimde (Gilbert, 1 600) "yük" ve 11alan"
gibi kavramların çıkış noktası antik dünyada bulunmaktadır. Kuvvet ve doğal
aracılar üzerine vurgu yapılması nedeni ile bu felsefe 11dinamizm" olarak
adlandırılır.
Dinamizm,
bedencilikten çok farklı bir yapıya sahiptir. O, farklı bir mantık ve
gerçekliğin farklı örneklerini kulbn- maktadır. Bedenler, kipler içinde
betimlenmiştir. Onların özellikleri meydana gelendir. Güçler ve düzenlemeler
belli ko^ şulların yerine getirilmesi durumunda gerçekleşmektedir. Bir nesne ya
da töz genel olarak her zaman içinde barındırdığı düzenlemeleri ortaya koymaz.
Benzin henüz yakılmamış olduğu zaman da yanıcıdır!
Bilimsel bir
gerçekçi bir bedenci ya da bir dinamikçi o^ labilir. Her iki durumda da
gündelik nesne ya da olayların ortak deneyimini meydana getirmek için insan
duyumları üzerinde edimde bulunan gözlemlenemeyen yapıların bulun duğu
düşünülmektedir. On yedinci yüzyılın görgücülüğü baskın bir şekilde
Gerçekçidir. İnançlar konusunda ayırım yapılmaktadır. Örnek olarak, Locke,
bilimsel araştırmaların varsayılan sonuçlarını "düşünceler" ve
geometrinin zorunlu doğruluklarını "bilgi" olarak ele alır ve bunlar
arasında böy- lesine bir ayırım yapar.
John Locke bu
sayfalarda sürekli olarak yeniden ortaya çıkacaktır. Bunun nedeni belki de
döneminin entelektüel devlerinin çoğundan daha fazla bir etkide bulunmuş olmasıdır.
John Locke 1632'de doğdu ve Hıristiyan kilisesinde eğitim gördü. Oxford'da
Aristoculuk hakkında yaşadığı derin hayal kırıklığından sonra bir daha asla
üniversite çevrelerinde bulunmadı. Buna karşın 1684 yılında Oxford'da bulunduğu
dönemden tanıdığı Robert Boyle aracılığı ile Newton ve çevresiyle tanışmıştır.
1680'1i yıllara kadar hükümet için çalışmıştır. İki uzun dönemi ise
yurtdışında geçirmiştir. İlkinde Fransa'nın güneyinde ve diğerinde Hollanda da
politik sürgün olarak yaşamıştır. Onun İnsan Anlayışına ilişkin
Makale ( Essay concerning Human Understanding, 1 690) kitabı bilim çevrelerinde
ilgi görmüştür. Ancak o yoğun olarak toplum yapısına ilişkin yazılar
yazmıştır. 1 704 yılında son yıllarını birlikte geçirdiği arkadaşlarının
birinin evinde ölmüştür.
Locke insan
deneyiminin zihnin içeriği olan idealarla kuşatılmış olduğunu kabul ederdi. Ona
göre idealar, ona sahip olan kişi tarafından deneyimi yaşanan zihinsel
varlıklardı. İkinci düzen idealar hakkında biçimlendirilebilir. Locke'a göre,
biz maddesel şeylerden haberdar olamayız, yalnızca onların ideasından haberdar
olabiliriz. Temel kategorileri formülleştirmenin nasıl olduğunu tartışmadan
önce "maddesel nesnelerin ideaları"nın kavramlarını kullanmak için
bazı serbestliklere sahip olmamız gerekmektedir. Yalnızca bu şekilde ide- alar
ve nitelikler, zihinsel varlıklar ve onlara neden olan maddese! nesnelerin
durumları arasındaki büyük ayırım olanaklı olabilir. Bir nesnenin şekli bizim
içimizde bir şeklin bir ideası- na neden olur. Bir şeyin küçük parçalarının
titreşimleri bizim içimizde bir sıcaklığa neden olduğu zaman, içimizdeki bir şekil
ya da bir ideanın, bir nesnenin şekline neden olur. Bazı durumlarda onları
meydana getirenin maddesel nitelikleri temsil eden meydana getirilmiş idealar
vardır, fakat bazı durumlarda ise idealar kendilerini meydana getiren maddesel
niteliklere uyumlu olmaksızın birlikte meydana gelmişlerdir. Algılanmış
şekiller birinci türden idealardır, sıcaklık hissedilenler ise ikinci türden
bir ideadır.
Locke'a göre,
hepimiz idealardan haberdar olduğumuz için, biz doğal dünyanın bilgisinin elde
edimi ile ilgili araştırmalarımıza onlarla başlamalıyız. Böylece biz birincil
niteliklere sahibizdir. Bunlar onları meydana getiren nitelikler tarafından
ve ikincil niteliklerin ideaları tarafından temsil edilmektedir. Hareketin
ideası onu meydana getiren materyali temsil ettiği hareketin ideasıdır, yani
başka şeylerin sabit bir arka planına karşı bazı maddesel şeylerin hareketi,
tatlı idea- sı, ona neden olan niteliği temsil etmez. Bu görünmez bir düzenleme
olacaktır. İkincil nitelikler bir Lockean düşüncesinde bir tatlı lezzeti
deneyimi yaşayan bir kişinin neden olduğu güçten başka bir şey değildir. Ancak
bu güçler maddesel özün durumları içinde zemin bulmuştur. Birincil niteliklerin
demetleri maddesel şeylerin gerçek özleridir. Sıcaklık duyusuna neden olan güç
moleküllerin hareketinde temellen- miştir. Bizim nesneleri sınıflandırmak için
kullandığımız nitelikler, onların isimsel özleri, birincil ve ikincilin
karışımı olacaktır. Örneğin altın, onun sarı renginde ve onun yoğunluğunda
olan diğer metallerden toplanmıştır. İlki, ikincil niteliğin bir ideasıdır ve
diğeri birincil niteliğin bir ideasıdır.
Algılama
psikolojisindeki bir araştırmanın sonucu olarak, biz bu yorumlamanın doğru
olamayacağını çok kolaylıkla söyleyebiliriz. Biz yalnızca ideaların deneyimini
yaşadığımız için Locke'un betimlediği şekilde idea ve niteliklerin deneyimini
asla oıtaya koyamayız. Biz idealardan bağımsız niteliklerin bir deneyimine
asla sahip olamayız, çünkü Locke tüm deneyimlerimizin, ideaların deneyimi
olduğunu düşünmektedir. Böylece o sanki onun birincil ve ikincil niteliklerinin
öğretisine benziyor gibidir, ve ideaların birbirine uygun boşlukları iki uygun
grup oluşturur. Bu, bir bilim felsefesi olarak yeterli değildir. Böyle bir
felsefe, bu dünyanın bir metafiziği ile maddesel dünyanın bilgisine nasıl sahip
olabileceğimiz sorununa bir çözüm getirmelidir.
John Locke
kendisini Newtoncu bilimin alt-çalışanı olarak sunmuştur. O, maddesel dünyanın
mekanikçi bir değerlendirmesi için ussal bir zemin oluşturmaktadır. Locke'un
şemasındaki bilimsel bilginin durumu nedir?
Bu konularda biz, bize ofgu maddesinin deneyimini
veren belli bir yapmm ötesine geçemeyiz, ve bedenlerin neye benzedikferini
ancak tatmin edebifi- riz. Fakat doğal bedenlerin yetkin bir bilimi için, biz
onun arayış çaflşmasmdan uzaktayızd/f. (Locke, 1690 [1974]: il, 1640).
Locke'a göre tümel
ve doğru olanı garanti eden tek önerme, gerçekten zorunlu olan doğru, idealar
ve durumlar arasındaki değil, idealar arasındaki ilişkileri ifade eder. Yalnızca
bunlar uygun bir şekilde bilim olarak adlandırılır. Fizik ve diğer doğal
bilimler bize yalnızca düşünceleri verebilir, onlar gündelik yaşantının pratik
olguları içinde faydalıdırlar.
İngiliz görgücüleri
Olguculuk'un kaynaklarından biri olan kendi felsefelerin maddesel atomculuğun
en güçlü savunucuları arasında olduğunu düşünürler. Onlar bir gerçektir fakat
görülemeyen bedenlerin görülmeyen dünyalarıdır. Bu konudaki en tutarlı kişi
Robert Boyle'dır. O, deney temeli üzerinde bedensel olanın metafiziksel tezini
oluşturabilmek için ciddi bir çaba harcamıştır.
Robert Boyle,
sağlam bir gelire sahip olarak çeşitli kimya ve fizik konularında sistematik
bir araştırma grubunun lideri olmuştur. O, 1627 yılında İrlanda'da doğmuş ve Avrupa
kıtasında eğitim görmüştür. İsviçre'deki okulundayken hayatını şekillendirecek
olan bir dinsel deneyim yaşamıştı. Yürüyüş yaparken bir fırtınaya yakalanmıştı.
Yaşadığı yere geri döndüğünde bir ışık parlaması görmüştü. Bunun tanrısal bir
amacı olması gerektiğini düşünüyordu. Kendisini Hıristiyanlığın savunulmasına
adaması, fakat her şeyden önce bilime adaması gerekiyordu. Uzun yıllar
Oxford'da kaldı. Burada Robert Hooke'ın asistanı olarak büyük başarılar elde
etti. 1668 yılında Londra'ya taşındı ve burada Kraliyet Topluluğu ile temasta
bulundu. Doğu Hindistan'a olan ilgisi bir misyoner kuruluşu ile buraya gitmesine
neden oldu. Bilimsel ve felsefi yayınlarının yanı sıra dinsel konularda da
yoğun bir şekilde yazılar yazmıştır. O, 1691 yılında öldü.
Robert Boyle
Biçimlerin ve Niteliklerin Çıkış Noktalan (Origins of Forms and Quantities,
1666) yapıtında dönemin diğer filozof-bilim adamlarının da üzerinde çalıştığı
fiziksel dünyanın gözlemlenemeyen temeli hakkında mekanik bedenlerin
gerçekçiliğini ortaya koyma amacıyla ilginç bir tartışma sunmuştur. Boyle,
Locke ile aynı düşünceyi paylaşarak birincil ve ikincil nitelikler öğretisinin
ne olduğunu iyi biliyordu. Bu, "yapıların" (moleküler seviyedeki
yapılar), bedenlerin gözlemlenmiş niteliklerinden sorumludur. Bunlar algılamanın
sınırları ötesinde bir yapıya sahiptir. Locke, bundan karamsar bir sonuç
çıkarmıştır. Gerçek özün ne olduğunu bilmediğimiz için biz olabilecek şey
hakkında tahmin yapmanın ötesinde hiçbir şey yapamayız. Çünkü onlar hiçbir
zaman algılanamazlar.
Bedensel felsefenin
iki derin mantık sorunu üzerine dayandığının kabul edilmesi Bacon tarafından
göz ardı edilmiştir. Bilimin gelişim içinde olduğu dönemde iki felsefi sorun
ortaya çıkmıştır. Ben bunları "alan sorunu" ve "derinlik sorunu"
olarak adlandıracağım.
Bilimsel yasaların
alam nedir? Doğal fenomenler hakkında yerel keşifler zaman ve uzay içinde, tüm
evren için ne kadar uzağa kadar genelleştirilebilir?
Bilimsel kuramların
derinliği nedir? Doğal fenomenler hakkında kuram oluştururken bilim adamlarının
çalışması ne kadar derine gidebilir? Duyumlar tarafından ulaşılabilinen
bilgilerin ötesine nasıl geçilebilir?
Bu bölümde, mantık
ilkeleriyle ilişkin olarak bu sorunlarla nasıl uğraşıldığına bakacağız.
"Alan
sorunu" evrensel yasalar içindeki inanç için zemin oluşturma üzerinde
düşünüldüğünde ortaya çıkar. Uzayın daha geniş alanlarında ve zamanın başka
dönemlerinde örnek fenomenlerin sınırları hakkında düşünülmektedir. Yerçekimi
kanunu dünyanın yüzeyi için geçerlidir fakat evrende her yerde geçerli olup
olmadığı bilinmemektedir. Kepler yerçekiminin bir evrensel yasasını ortaya
koyan bir evrenbi- limcidir. O, kısa bir bilimkurgu öykü olan Somnium adlı bir
kitap bile yazmıştı. Burada ayın yerçekiminin onun hayali yaşayanları için
nasıl bir etkide bulunduğu yer almaktadır. Bu araştırmalarda yer alan gözlemler
ve deneyle'r söz konusu yasaların evrensel uygulamaları içindeki inancı
oluşturabilecek kanıtlardan yoksun bulunmaktadır.
"Derinlik
sorunu" kuramların anlam ve kabul edilebilirliği üzerine düşünen
filozofları çarpar. Bu tür kuramlar bizim gözlemleyebildiğimiz fenomenlerin
açıklamalarını ortaya koyar. Gezegensel yörüngelerin hayali örnekleri,
yıldızların ve gezegenlerin gözlemlenmiş davranışının açıklamalarını
sunmaktadır. Eğer varsa, onların hangisi doğru resimdir?
Yirminci yüzyıla
kadar her filozofun arka planında, ussallığın sınırlarının ve biçimlerinin
Aristo mantığı ilkeleri üzerine kurulu olduğu düşünülmektedir. Alan ve
derinlik sorunları ile oıtaya çıkan konular binyılın ikinci yarısında Aristocu
mantığının tekniği ile çerçevelenmektedir.
Formal mantığa geri
döndüğümüzde biz "tüm" ve "bazı" çıkarımların Aristo
tarafından açık bir şekilde formül- leştirilmiş olduğunu görürüz.
1.
Eğer biz "Tüm ördekler suda yaşar"
ifadesinin doğru olduğuna inanıyorsak, "Bazı ördekler suda yaşar"
önermesinin de geçerli olduğunu kabul ederiz. Eğer "Hiçbir kuş yüze- mez,
" ifadesinin doğru olduğuna inanıyorsak, "Bazı kuşlar yüzemez, "
önermesinin de geçerli olduğunu kabul ederiz.
2.
Eğer "Bazı köpekler dost canlısıdır,"
ifadesinin doğru olduğuna inanıyorsak, "Hiçbir köpek dost canlısı
değildir," ifa^ desinin de yanlış olduğunun geçerli olduğunu kabul ederiz.
Eğer "Bazı kuşların kanatları yoktur," ifadesinin doğru olduğuna
inanıyorsak, "Bütün kuşların kanadı vardır," ifadesinin yanlış
olduğunu kabul ederiz.
Mantıksal yasa,
"Tüm elmaslar saydamdır, " gibi genel ifadeler ortaya koymaya
çalışmaktadır. Buna mantık açısından baktığımızda "Bazı elmaslar
saydamdır," ifadesinin de doğru olduğunu söyleyebiliriz. Kanıt uzayda ve
zamanda her zaman için yereldir, fakat doğa yasaları tamamen genel olarak
düşünülmektedir. Tüm uzay alanları ve tüm zamanlar b çin herhangi bir istisna
olmadığı düşünülür. Herhangi bir kanıtın verilen sınırlı alanı içinde onlar
nasıl desteklenecektir?
Bu bilmece
"tümevarım sorunu" olarak adlandırılmış^ tır. Mantık ve inanç ile
uzlaşılan sonuçlar arasında köprü kurulamaz bir boşluk olduğu görülmektedir.
Derinlik
sorunu
Derinlik sorunu
kuramsal açıklamaların pek çok türün de kullanılan kavramların yorumlanmasıyla
ilgilidir. Onların pek çoğu gerçekten gözlenemeyen durumları işaret eder gözükmektedir.
Bu kavramları kullanarak teorik önermelerin doğru mu yoksa yanlış mı
olduklarını nasıl bulabiliriz?
Biz bu bulmanın
mantıksal kaynağını "tasını" içinde görebiliriz. Bir tasım iki öncül
üzerine temellenmiştir. Bunların biri büyük öncül, diğeri küçük öncüldür.
Büyük öncül genellikle "Tüm A'lar B'dir" ya da "Hiçbir S, T
değildir" gibi genel öngörüleri ifade etmektedir. Küçük öncül de başka
bir genel öngörü olabilir fakat bilim alanında o genellikle "Bazı X'ler
Y'dir" ya da "Bazı X'ler Y değildir" biçiminde gözlem ve deney
sonuçlarına dayanan ifadeler içerir. Aristo tasını için geçerliliğin temel
ilkelerini ortaya koymuştur. Doğru mantığa uslamlamanın örneklerini analiz
etmenin daha fazla yolu artık olanaklıdır, fakat basit tasımsal uslamlama
bizim amacımız için yeterlidir.
Şu iki örneği
karşılaştıralım:
Tüm ördekler dişi kuştur . Tüm dişi kuşlar
yumurtlar
Bu durumda
Tüm ördekler
yumurtlar
Tüm ördekler
taştan yapılmıştır
Taştan yapılan her şey yumurtlar
Bu durumda
Tüm ördekler
yumurtlar
Her iki tasım da
geçerlidir. Biz her ikisinden de doğru bir ifadeye ulaştık. İkinci taıtışmayı
reddediyor olmanız sıkıntı yaratmaz. Öncüllerin her ikisinin de yanlış olması
sorun yaratmamaktadır. Ancak bilimsel kuramlarda her öncülün doğru olması önem
taşımaktadır. Biz kuramsal öncüllerin doğruluğunu bağımsız olarak sınayamayız,
çünkü varsayımlar ile, bu öncüller olguların gözlenemeyen durumları hakkındadır.
Böylece bizim gözlemlerimiz karşıt kuramlar arasında karar vermemizi olanaklı
kılmaz. Onların her biri bilinen gözlemlere indirgenmiştir. İşte size
kördüğüm! Bu, "bilgi ile kuramların altbelirlenimi" olarak
adlandırılmıştır.
Bu iki sorun,
tümevarım ve altbelirlenim, bilimin gerçekten sağlam olmayan bir zeminde
bulunduğu görünümü yaratmaktadır. Bu sorunları çözmek için çok sayıda girişimde
bulunulmuştur. Onlar bu güne kadar filozoflar arasında tatminsizlik kaynakları
olarak kalmıştır.
Locke'un gerçekçi
felsefesi idealar ve nitelikler arasındaki, zihinde olan ile dünyada olan
arasındaki ayırımın geçerliliğine büyük ölçüde bağlıdır. Onun görgücülük
anlayışı
nesneler
içindeki niteliklerin zihin içinde idealara neden olduğu iddiasından
oluşmaktadır. Onun bedensel metafiziği birincil ve ikincil niteliklerin
ideaları üzerine temellenmiştir. Locke'un gerçekçi görgücülüğüne karşı en fazla
söylenen eleştiri Berkeley tarafından ortaya konulmuş olan bedenselcili- ğin
temel öncülünün, dünyadaki birincil ve ikincil nesneler nitelikleri
ideaları"nın zihindeki birincil ve ikincil nesneler ni^_-
lik!erini teşvik
etmesidir.
Berkeley'in
"idealar" felsefesi
On sekizinci
yüzyılın en radikal ve ilginç filozoflarından biri George Berkeley idi. O, 1685
yılında İrlanda'da doğmuştur. Dublin'de Trinity Üniversitesi'nde eğitim gördü.
Bir Anglikandan (İngiliz kilisesine mensup kişi) kutsal emirler almıştı. Onun
bilimsel çalışmaları ilk olarak algı sorunu üzerine odaklanmıştı. Örneğin en
fazla ne kadar uzaklığın görülebilen ceği konusu üzerinde çalışmalar yapmıştı.
Onun felsefeye o^ lan ilgisi bu araştırmalarından kaynaklanmaktadır. Bizim gerçekten
var olduğuna inanabileceğimiz tüm şeyler, yalnızca al- gılayabildiklerimizdir
demiştir. 1713 yılında döneminin pek çok entelektüelinin yaptığı gibi
araştırmalar yapmasına olanak sağlayacak bir dizi hami ile çalışmak üzere
Londra'dan ayrılmış ve birkaç yıl zengin ailelerin yanında vaiz olarak görev
yapmıştır. Bu süreçte İtalya ve Fransa'ya yoğun seyahatlerde bulunmuştur. 1
728 yılında bir üniversite kurmak amacıyla Amerika'ya gitmiştir. Proje
finanssal nedenlerle başarısız olunca 1 731 yılında İngiltere'ye dönmüştür.
Oxford Üniversitesinden emekli olmuş ve 1 753 yılında ölmüştür.
Berkeley, Doğal Din
savunucularının görüşlerinin bazı- farını paylaşmaktadır. Biz dünyayı yaratan
Tanrının kurallarını bilmek zorundayız. Böylece bilimin yöntemleri ile doğanın
yasalarını keşfedebiliriz.
. Berkeley'in ünlü
ilkesi "Olmak algılamaktır," Locke'un idea ve nitelikler
değerlendirmesinin öngörülerinin bazılarının eleştirel bir incelemesi üzerine
temellenmiştir. İdealar zihin içinde ve nitelikler madde içinde bulunmaktadır.
Birincil niteliklerin ideaları, ikincil niteliklerin olmadığı yerlerdeki uygun
nitelikleri temsil etmiştir. "Beyaz renkli olmak" gibi bir nitelik
bir insan içindeki beyaz duygusunu ortaya çıkarmak için bir güç anlamına
gelmektedir. Bu güçler madde içinde bulunan birincil niteliklerin demeti içinde
bulunmaktadır. Berkeley'in tartışması büyük bir incelik içermektedir. Onu
göstermek için ilk basamak Locke'un ideaları ayırma ile ikincil niteliklerin
idealarının birincil niteliklerinin idealarından ayrılmasıdır. İdealar ve
nitelikler arasındaki ayırım terk edilmelidir. İkinci basamak bu ideaların
hareketsiz olduğuna işaret etmektir. Ve insanların ideasına neden olan yapı içinde
etkin bir rol oynamak için hiçbir gözlemlenebilir maddenin olmamasıdır. Bizim
algıladığımız dünya, ideaları içermelidir. O, zihinden bağımsız nitelikleri
içermez (Berkeley, 1719).
Samuel Johnson bir
taşı tekmeleyerek Berkeley'in felsefesine karşı çıkmıştır, "Ben sizi
böyle yalanlıyorum!" John- son taşın maddesel yapısını tekmeleyerek onu
görebilmek ya da duyumsayabilmekten öte bir şey yapmamıştı. Onu tekmeleyerek
taşın kendindeki birincil niteliklerini göstermişti.
Berkeley evren
içinde aracı olduğu konusunda ısrarlıydı, fakat bu tinsel varlığın bir
niteliğinden ibaretti. Otonom bir yapıya sahip toplumlarda aracılar
bulunuyordu. Berkeley bu sonuçtan yola çıkarak materyalist psikolojinin karşıt
görüşünü ortaya koymuştur. On sekizinci yüzyılın başlarında ortaya çıkmaya
başlayan psikolojiler ahlak ilkelerinin otoritesini zayıflatmıştı. İnsan
doğasının materyalistik kavramlarının gelişimine geri döndüğümüz zaman
materyalizmin yükselişini izleyeceğiz.
Bilim önemlidir
çünkü insan varlığını evreni yaratan ve bir arada tutan tanrının kurallarını
kavramasını sağlar. Ancak o ideaların türlerinin eşzamanlı olarak meydana
gelmesini ve ilişkilerini ve birbirini doğuran benzerliklerin yapısını ortaya
koymaz. Bizim algıladığımız şeyin "arkasında" hiçbir maddesel töz
yoktur, ya da bizim algıladığımız ideaların ya da niteliklerin herhangi birisi
onları bir araya getirecek güce sahip değildir.
Hurııe'un
doğal arao ve maddesel töze saldmsı
David Hume 1 71 1.
yılında Edinburgh'da doğmuştu. Onun eğitimi düzensizdi, ve sonunda 23
yaşındayken Fransa'da La Fleclıe'e gitti. Orada felsefenin büyük yapıtlarından
biri olan İnsan Doğasııım İncelemesi (Treatise of Human Na- ture) adlı kitabını
İngilizce olarak yazdı. Onun kalitesi yayınlandığı zaman anlaşılamamıştı, ve
Hume yazmaya devanı ederek Edinburgh'da büyük bir kütüphanede çalışmaya başladı.
O, burada büyük ölçekli İngiltere Tarihi ( Histoıy of Eng- land, 1
754-62) kitabını yazdı. Bu kitap ona ün ve kariyer kazandırdı. O, Paris'te
İngiliz Büyükelçiliği'nde Büyükelçi Sekreteri olarak çalışmaya başladı. Yıllar
geçtikçe politik ve diplomatik kariyerini pekiştirdi: 1 776 yılında kanserden
öldü ve ölüm döşeğinde bile din ile uzlaşmayı reddetti.
Bizim maddesel
dünya hakkındaki inançlarımızın gücü yalnızca mantık ile kesin bir
değerlendirmeden geçen bilimsel araştırmalardan kaynaklanmaktadır. Mantığın
doğru dedikleri ile bizim inançlarımızın talepleri arasındaki uçurum nasıl
aşılacaktır? Metafiziksel düşünceler Gerçekçi bir yaklaşım ile
değerlendirilebilir mi?
Hume kendi felsefi
analizini basit bir ilkenin üzerine te- mellendirıııişti. O, kendisine
bedenselcilerin ve dinanıikçile- rin iki öncü ideasının kaynaklarının ne
olduğunu sormuştu. Nesnelerin tüm görünümlerinin arkasında maddesel bir tözün
ideasına nerede sahip olabiliriz? Bu görünümlerin izlenimlerini oluşturan
nedensel gücün bir demeti olan varsayımın kaynağı nedir? Hume'a göre, bir
ideanın anlamı, ondan meydana gelen izlenimdir. Eğer bizim inançlarımız
psikolojik olarak açıklanabiliyorsa meydana gelmiş öncü idealar psikolojik
fenomenlerdir, bu durumda biz algılayamayacağımız fakat inanmamız gereken bir
varlıklar bölgesinin belirleyicileri olarak onların rolünü değerlendirme
görevini üzerimize alırız.
Burada Hume'un konu
hakkında son yazdıkları verilmiştir:
Ancak olayların bir türü, tüm örneklerde,
birbiriyle birleştiği zaman, biz diğerinin görünümü üzerinde önceden söylemenin
herhangi bir tereddüdü artık yoktur, ve bu uslamlamayı kullanarak herhangi bir
madde ya da varlık bizim için bilinir kılmır. Biz, bu durumda bir nesneyi Etki;
ve diğerini Tepki olarak adlandırırız. OnlarHl aralarında bir bağlantı olduğunu
düşünürüz: birinin içindeki bazı güçler yanılmaz bir şekilde diğerini üretir,
ve en büyük kesinlik ve en büyük zorunluluk ile işlemde bulunur ...Ancak çok
sayıda örnek içinde hiçbir şey yoktur ...yalnızca, benzer örneklerin bir
tekrarından sonra, zihin alışkanlıklar tarafından taşınır, bir olayın görünümü
diğerinin hazırlayıcısı olarak düşünülür ve onun stra- dan katılımmm bir
nesnesi olarak biz zorunlu bağlantı ya da güç ideasını biçimlendiren izlenim
ya da duygulara sahip oluruz. (Hunıe, 1777 [ 1 963]: Bölüm VIll, Kısım
il, s. 59).
Hume, bu ünlü
yazısında nedensel ilişkilerin ve nedensel sonuçların zorunlu görünmelerinin
zihnin bir alışkanlığından başka bir şey olmadığını tartışmaktadır.
"Nedensel güç" ideası hiçbir gerçek-dünya kaynağına sahip değildir.
Onun kullanımı bir mantık konusu değildir, psikoloji konusudur. Nedensel sonuç
ideası olayların düzenli örneklerinin uzun bir deneyimi ile var olur.
Hume, benzer bir
damarda felsefedeki "töz" kavramının açıklayıcı ve nitelik-taşıyan
rolüne saldırmaktadır.
Bir
tözün ideası ...hayal gücü ile birleştirilmiş olan basit bir toplamından başka
bir şey değildir. Onlara verilmiş olan bazı adlar vardır, ve onlar bu şekilde
yeniden çağnlmaktadır . . . bu tözü oluşturan belli nitelikler ortak olarak
bilinmeyen bir şey için isnat edilmiştir. (Hume, 1739 [ 1965]: kısım 1,
Bölüm VI).
Yalnızca psikolojik
çıkış noktası olan güç ideası değil, töz ideası da eleştirilmektedir. Böylece
doğanın bir metafiziği için her iki aJternatif insan varlığından ve onların
düşü.ncesin- den ayn bir gerçeklik olarak ortaya konulmaktadır.
Hume'un tartışma
yöntemi gerçekten çok basittir. Herhangi bir ideanın gerçek içeriğini
bulabilmek için biz onu meydana getiren izlenimine bakmalıyız. Söz konusu olan
iki durumda nedensel güç ve maddesel töz açısından, Hume izlenimleri meydana
getiren şeyin, onun dünyasal olguların bir durumu değil, psikolojik bir fenomen
olduğunu göstermeye çalışmıştır. "Etkin güç" ve "gözlemlenmeyen
töz" kavramları bizim sahip olduğunu düşündüğümüz anlamlara sahip değildir.
Onlara bu anlamı veren şey, Gerçekçi felsefe içinde onlara verilmiş olan
yerdir. Onları bir kenara bırakın ve bu felsefe, onun en önemli kavramlarından
yoksun kalacaktır.
Bu, bilimsel
gerçekçiliğin ölüm fetvasına benzemektedir. Hayali gerçek için hiçbir zemin
yoktur fakat algılanama- yan bedensel (moleküler) yapılar vardır.
Hume'un
dinamikçilik eleştirisi, doğal bilimlerin felsefi yapıları üzerinde çok az
etkide bulunmuştur. Her ne kadar Kant yaptıklarının çoğunu Hume'a borçlu olsa
da, O Hu- me'un nedensel güçlerin gerçekliğini reddetmesi düşüncesini takip
etmemiştir. Gerçekten de Kant kendi Doğal Bilimin Me- tafiziksel Yapılan
(Metaphysical Foundations of Natura! Sci- ence, 1788) kitabmda maddenin
dinamikçi kuramı üzerinde çalışmalarını yürütmüştür. Locke'un anladığı madde ya
da herhangi bir birincil nitelik yoktur. Bütün nitelikler ikincildir, güçler
diğer yapıları ve insan duyularını etkilemektedir. Kant, Locke'un tersine
olarak, çekici ve uzaklaştırıcı güçlerin temel olduğunu, bunların birincil
niteliklerin demeti içinde bulunmalarına gereksinim olmadığını söylemiştir.
Nedensel güçlerin
gerçekliği sorusu, felsefe alanında hala canlı olan bir konudur. Ancak ne
olursa olsun Hume'un felsefesinin ikna ediciliği önemli bir gelişim üzerinde,
olguculuğun yükselişinde bir etkiye sahip olmuştur.
Olguculuk
(pozit1vism) düşünceden kesinliğe bir geri çekiliş olarak düşünülebilir. O, en
küçük bir itme gücü, davranış ya da zihin çerçevesi tarafından çeşitli felsefi
töz ve tartışmalarda kendisini ifade eden bir felsefi akımdır. Olguculuk
akımının yirminci yüzyılın ilk yarısında popüler olmasını sağlayan on
sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıla dair birkaç kaynak bulunmaktadır.
Hem Berkeley hem de
Hume olguculuğun kurucuları olarak adlandırılmalarına karşın, İngiliz
görgücülüğü Avrupa kıtası üzerinde hiçbir zaman uç noktada anti-kuramcı bir duruş
geliştirmemiştir. Fransa'da olguculuk bir toplum biliminin olanaklılığı için
zorunlu koşullar üzerine düşünceler ile başlamıştır. Almanya ve Avusturya'da
Hegel düşüncesine karşıt bilinç içinde başlatılmıştır, ve insan davranışının
tüm alanları için doğal bilimlerin ussallığı ve görünür gücünü ge-
nelleştirnıe amacındadır. Olguculuk modernizmin merkezinde bir yaşam biçimi
olarak görülmektedir. O "bireysel insan yaşamı ve özgürlüğü üzerine en
yüksek değere sahip dünyanın bilimsel bilgisi ve değerin ussal bilgisi üzerine
kurulmuştur ve böyle bir özgürlük ve ussallığın toplumsal ilerlemeyi
yönlendireceği düşünülmektedir ( Cahoone, 1 996: 12).
Fransız olguculuğu
on sekizinci yüzyılın eleştirel felsefeleri ve kilise karşıtı tutumundan
gelişmiştir. Her ne kadar olgucular bilginin kaynağı olarak duyumlarına
güvenseler de, onlar daha çok din eleştirisi niteliği taşıyan ahlak ve politik
ilkelerin farklı görüşlerine sahiptir.
Fransız
olguculuğunun merkez kişiliği Auguste Com- te'dur. O, 1 798 yılında
Montpellier'de doğmuştur. Eğitimini Paris'te Ecole Polytechnique'de almıştır.
1 818 yılında özel öğretmen olarak çalışırken Saint-Simon ile tanışmış ve onunla
uzun tartışmalar yapmıştır. 1 825 yılında kısa sürecek bir evlilik yapmıştır.
Kendi sistemini konferanslar aracılığı ile yaygınlaştırma girişimi de kısa
sürecektir. O, genellikle işsizdir. Yaşantısının son yıllarında İngiliz
arkadaşları, özellikle John Stuart Mil! tarafından destek görmüştür. 1 8 5 7
yılında ölmüştür. Mili ve Harriet Martineau ile arkadaşlığı konusunda şanslıdır.
Martineau onun çalışmalarını İngilizce'ye çevirerek Fransa dışında da
tanınmasını sağlamıştır.
Comte kendi
felsefesini anlayış yolunun üç aşamalı bir gelişim ideası üzerine kurmuştur. Bu
aşamaları betimlemek ya da tarihsel safhalar olarak ortaya koymak yerine,
onları zihnin durum ya da tutumları olarak adlandırmayı tercih etmiştir, çünkü
etrafında tartıştığı kişilerde üç temel şeklin tümü içinde düşünen insan
örnekleri görmüştür. "Dinbilimsel zihin durumu"nda bir kişi
"doğaüstü aracıların sürekli ve keyfi davranışları" terimleriyle
açıklama yapmaya çalışır. (Comte, 1830-42 [1853]: 5). Sonraki daha gelişmiş bir
zihin durumu olarak ilkinin bir şekil değişikliğinden başka bir şey değildir.
Doğaüstü güçler "tüm fenomenleri kendi kendilerine gözlemleyebilen onları
yükseltme kapasitesine sahip . soyut kuvvetler" tarafından yer
değiştirmiştir. Üçüncü ya da olgucu durumda, insan zihni "uslamlama ve
gözlemin iyi bir birleşimi ile fenomenlerin gerçek yasasını keşfetme çabasında
bulunur."
Çarpıcı bir bölümde
(Comte, 1853, I: 23) "Biz fenomenlerin gerçek nedenlerini açıklar gibi
görünmüyoruz, bu zorluğu daha da ileri götürmekten başka bir işe yaramaz"
demiştir. Newton'un Yerçekimi Yasası fenomenlerin büyük bir çeşitliliğini bize
gösterebilir. "Bunların her birinde dünyanın yüzeyindeki bir yapının
ağırlığı ...farklı bir bakış açısıyla değerlendirilmektedir," (s. 26).
Comte'un görgücülüğü öylesine sağlamdır ki elde edilemeyen bilginin birinci
örneği olarak yıldızların kimyasal bileşimini seçmiştir.
Toplum yasaları,
maddesel doğanın yasalarının keşfedilmesinde kullanılanlarla tanı olarak aynı
yöntemler tarafından keşfedilebilir olmalıdır. Bilimsel bir sosyolojinin
oluşturulması olanaklı olmalıdır. Gözlem, deney, karşılaştırma ve tarih olarak
dört yöntem ile, herhangi bir gözlemlenemez nedeni göz ardı etmeksizin toplum
yasalarına ulaşılabilmeli- dir. Anc.ık bunun yapılabilmesi için dinbiliııısel
düc;ünceden olgucu "zihin durumu"na geçilmesi gerekmektedir. Comte
döneminin batıl inanışlarının yerine doğru bir dinin oluşturulması
savunulmuştur.
Ancak ne olursa
olsun, zihnin olgucu tutumunu benimsemek bir ahlak sistemine yönlendirecektir.
Eğer biz fenomenlerle kuşatılmışsak gerçekte ne olduğunu, ve ne olabileceğini
nasıl bilebiliriz? "Zihin durumları"nın üç katlı şemasına göre
ilerleme dinbilimselden olgucu olana geçmek zorundadır. Yeni bir toplumsal
ahlak anlayışı oluşturabilmek için Comte bunun yeterli olduğunu söyler. Zihnin
olgucu durumunda insan doğasının gerçek ahlaki yapısı toplumsal ilişkilerde
egemen olacaktır. Böylece görülemeyen kuvvetler içindeki batıl inanışlar
aşılmış olacaktır. Bu, "ilerleme yasa- sı"dır. Sosyoloji devletin
hasta olduğu bir tıp gibidir. Doğal sağlığa ulaşılabilmesi için müdahale
yapılması gerekmektedir. Comte bu yapı içinde dinin rolünün destekleyici bir
ahlaklılık olduğunu düşünmektedir. Bunun avantajını kullanabilmek için, yeni
din içinde yapılması gereken uyarıları sıralamıştır.
On dokuzuncu
yüzyılda Alman felsefesinin öyküsünde biz bilimsel araştırmalar, pozitif bilim
üzerine temellenmiş olan bilgilere ilişkin iddialar arasında büyük bir
karşıtlığa sahi- bizdir. Burada Alman olguculuğu Alman idealizmi ile çelişki
halindedir. Biz Alman idealizmini daha sonraki bir bölümde ele alacağız.
Mach ve
duyumsalctlık
On dokuzuncu yüzyıl
olgucu yazarlarının tümü arasında hiç kuşku yok ki Ernst Mach filozof ve bilim
adamları içinde en etkin olanıdır. Onun çalışmalarının üçü, Mekanik Bilimi
(The Science of Mechanics, 1 893), Duyularm Analizi (The Analysis of Sensations,
6. baskı, 1906) ve Popüler Bilimsel Konferanslar (Popular Scientifıc Lectures,
1 894), çok yaygın bir şekilde okunmuş ve, hemen diğer dillere çevrilmiştir,
ve daha sonraki onyıllarda sıkça alıntılar yapılmıştır. Mach 1838 yılında
Moravia'da doğru. Viyana Üniversite- si'nde eğitim gördü. Daha sonra geleneksel
bir akademik kariyer izledi. Graz, Prag ve son olarak Viyana üniversitelerin
de öğretim görevlisi olarak çalıştı. Fizik ile ilgili çalışmalarının çoğu
gazların davranışı ile ilgiliydi. Bunlar arasında ses ötesi hızlara sahip
gazlar da bulunmaktadır. Sesten hızlı uçan uçakların hız birimi olarak onun
adının kullanılmasının nedeni bu- dur. Kardeşi Leopold'un buluşu olan
Görecelilik kavramına karşı açık bir düşmanlık beslemiştir. O, 1 916 yılında
elekrs romanyetizma üzerine büyük çalışmasını bitiremeden ölmüştür. Viyana
Dairesinin mantıksal Olgucularının en karakteristik tezlerinden çoğu, Mach'ın
yazılarında açık bir şekilde fors mülleştirilmiş olarak bulunmaktadır.
Mach'ın olguculuğu
bilgi sorunları üzerine felsefi düşüncelerden kaynaklanmaz, o doğal bilimler
konusunda göz- lemlenemeyen alanı ortaya koymak amacıyla yapılan fizik çalışmalarının
bir uzantısı olarak belirlenmiştir. O, projesini çok açık bir şekilde
betimlemiştir.
Benim
["kütle"] tanımın fenomenlerin karşılıklı etkileşimini oluşturmak
için çaba gösterilmesinin sonucudur. Ayrıca tüm metafiziksel engellerin ortadan
kaldırılmasına çalışılmıştır. (Mach, 1 883: 267).
Onun yöntemi
basitti. Fizikteki tüm kavramları göster mek için görülebilir ve elle tutulur
yapıların karşılıklı etkileşimleri ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bir yapı
içindeki madde miktarı olan Newtoncu kütle yalnızca bir mutlak değil, aynı
zamanda, Mach'ın terimleriyle, gözlenemez olduğu için metafizikseldir. O, bir
"mekanik mitoloji"den bahsetmektedir. Atom, matematik işlemlerinde
olduğu gibi fenomenleri temsil etmek için bir aracın kullanılmak zorunda
olmasıdır. " (Mach, 1 894: 205). Bu bakış açısını özetlemek gerekirse,
Mach doğa yasalarının "bilimsel bilginin iletişimi" için araçlardan
başka bir şey olmadığını iddia etmiştir. Bu, düşünce içindeki gerçeklerin
taklidi olarak bir yeniden üretimidir. (Mach, 1 894: 192).
Ancak fenomenler,
gerçekler nelerdi? "Gerçekler alanını incelerken, biz mozaiğin basit
saydam öğelerini keşfederiz." (Mach, 1 894: 194 ). Mach'a göre, tek
olgucu bilgi, kişinin kendi duyularının bilgisidir. Burada bir tekbencilik
(solipsizm) sorumluluğundan, onun tek yer kaplayan olduğu bir dünya
yaratımından nasıl kaçınılabilir? Bu tehlikelerden haberdar olarak, o maddesel
nesnelerin dünyası için bir yer bulmaya çalışmıştır.
1 920'li yılların
başlarında, bir grup Avusturyalı ve Alman filozof, fizikçi ve matematikçi
Moritz Sclılick ( 18821936) başkanlığında düzenli olarak toplantılar yapmaya
başladılar. Onların açıkça belirtilmiş olan amacı doğal bilimlerle uzlaşmayan
fakat onların yöntem ve ideallerini paylaşan bir felsefe biçimi geliştirmekti.
Grup kendisini "Viyana Dairesi" olarak adlandırdı. Onlar açık ve
güçlü bir şekilde aııti-Hegel- ciydi. Kendilerini Almanca konuşulan
üniversitelerin Hegelci katılığına karşıt bir güç olarak görüyorlardı.
Felsefenin
"bilimsel" bir biçimini oluşturma amacını gerçekleştirebilmek için
yapmaları gereken ilk görevin metafizikten arınmak olduğunu düşünüyorlardı.
Deneyler aracılığı ile elde edilen bilginin yanında metafiziğe herhangi bir
şekilde yer yoktu. Onlar, Mach'ın olgucu görüşlerine hayranlık duyarak, duyu
organlannı ya da özel deneyimlerini bilginin temeli olarak ortaya koymaya
çalışmışlardır.
Her gözlemci kendi içeriği ile doludur ...kendi
simgelerine yegane bir anlam vererek, ve bir çocuk olarak içeriğini doldurarak
yalmzca kendisine verilmiş olan şeylerin ana hatlarım çizebilir. (Schlick,
1 932, Passmore'dan alıntı, 1957: 376)
Olgucuların metafizikten
arınma tekniği basitti. Eğer yalnızca bir doğrulama yöntemi ile önermenin
anlamlı olduğu betimlenebilirse önermenin doğru olduğundan söz edilebilirdi.
Bütün dinler ve Hegel felsefesinin çoğu bu sınamada başarısız olmuşlardır.
Anlamlı bir sorunun olduğu yerde her zaman için
çözüme doğru giden bir yol vardır. Bu yol onun anlamı ife birlikte
bulunmaktadır ...Çözüme giden yolun doğrulama edimi eninde sonunda aynı sonuca
ulaşacaktır: anlık deneyim aracılığı ile tanımsal bir gerçek ortaya
konulacaktır. (Schlick, 1959: 56).
Etik problemlidir.
Ahlaki düstur nasıl doğrulanacaktır? Dairenin sonunda tercihlerin ifadesinin
bir maddesi olarak ahlaki düşünce gelmiştir.
Anlamlılığın
doğrLılama ilkesi kısa zaman içinde tanışılmış ve Daire dışından pek çok
filozof tarafından benimsenmiştir. O, anlamlılığın bir ölçütü mü, yoksa bir
önermenin anlamını keşfetmek için bir formül müdür? Bir önermenin mantığı az ya
da çok onu gerçekleştirmek için uygun yöntem midir? Daire yaygın olarak
doğrulama ilkesinin ikinci versiyonunu savunmaktadır.
Grubun üyeleri,
tartışmaların yapısının analizini yapmanın tek yolunun forma! mantık
ilkelerini kullanmak olduğunu düşündükleri için, onlar kendi konumlarını
"mantıksal olguculuk" olarak adlandırmaya başlamışlardır. Bu düşünce
İngilizce konuşulan dünyaya A. J. Ayer'in (1910-92) best seller olan küçük
kitabı Dil, Doğruluk ve Mant1k (Language, Truth and Logic, 1 936} ile
aktarılmıştır. Onun aracılığı ile Viyana Dairesi bu dönemde Batı felsefesinde
popüler olmuştur. 1 930'1u yıllarda Nazi rejimi ile Yahudiler ve liberallerin
baskı görmesi ile Viyana Dairesi üyelerinin pek çoğu Amerim ka Birleşik
Devletleri'ne gitmişlerdir. Orada mantıksal olguculuk, pragmatizm ile
karşılaşmış ve felsefi çözümlemenin başlıca aracı olarak mantık ideasını
almışlardır.
Olguculuk
Pragmatizm ile Karşılaşıyor
Amerika Birleşik
Devletleri'nde olguculuğun etki altında kalmasının öyküsü Amerikan
pragmatizminin dayandığı "pragmatik" ilke ile başlamalıdır. Her ne
kadar C. S. Peirce ( 1 8 39^ 1 914) pragmatist hareketin en derin idealanna sahip
olarak değerlendirilse de, gerçek ve uygulama arasındaki pragmatist ilişkilerin
en makul düşünceleri William James'e ( 1842-191O) borçluyuzdur. Bir önermenin
doğruluğu onun işlem içindeki rolü ile belirlenir. Bu formülleştirme Ja- mes'e
anlamlılığın alanı içinde dinsel ifadelerle işbirliği yapma olanağı sağlar,
çünkü onlar gündelik yaşantının uygulamaları içinde bir yere sahiptirler.
Peirce, James için çok uzak olan, anlaşma ve uzlaşma için basit bir şekilde
gerçeği başlamıştır.
Viyana Dairesi
öğretisi, doğrulamanın tek yönteminin onun anlamını ortaya koyan bir önerme
olduğunu savunmaktadır. Onlar Amerikan sahnesine Viyana'dan gelmiş olan
göçmenler olarak, kendilerini evlerinde gibi hissederek doğru bildiklerini
savunma cesaretinde bulunmuşlardır. Aynı zamanda genç Amerikan filozoflarının
bir ikisi de, onların düşüncelerini geliştirmeye çalışmışlardır. Bunlar
arasında Harvard'da eğitim gördüğü için Russell'in "Matematiksel fel-
sefesi"nden haberdar olan W. V. Quine (d. 1908) bulunmaktadır. Quine (
1953) varlık alanlarını belirlemek için mantıksal bir ölçüt kullanmasıyla
tanınmaktadır. Rudolph Carnap ( 1891-1970) gibi mantıksal olgucular böyle bir
atmosfere kolayca uyum sağlamışlardır.
Sonuç
Dünyanın zihni
şekillendirmesi ideası, birbirinden farklı iki felsefeye çok şey borçludur.
Eğer dünya yalnızca duyumlar aracılığı ile insanlar için varsa, onlar kendi
algılama organlarıyla bunu anlarlar. Biz görgücülerin nasıl iki ekole ayrıldıklarını
gördük. Bunlar gerçekçiler ve olguculardır. Gerçekçiler bilim yöntemlerinin
duyu bağlarının ötesine nüfuz edebileceğine inanırlar. Onların dünyanın
algılanamaz bölgelerinin güvenilir bilgilerini vereceğini düşünürler.
Gözlemlenebilir fenomenlerin açıklaması için temeUer burada bulunmaktadır.
Algılanamayan moleküllerin dansı gazların, sıvıların ve katıla- rın
gözlemlenebilir davranışı ile açıklanmıştır. Doğal din savunucuları için,
tanrının kendisi bilimsel yöntemlerin uygulaması ile açıklanabilir. Olgucular
istemeden de olsa, algılanabilir şeylerin ötesine adım atmışlardır. Atomlar,
ya da kuvvetler ya da tanrılar gibi algılanamaz olarak görünen kavramlar
bizim düşüncemize yardımcı olacak en iyi araçlardır. Hiçbir koşulda onlar
kesin doğru olarak ele alınmamalıdırlar.
Ussalcılık ve
Gelenekçilik
Dünyanın insan
zihni tarafından şekillendiğine dair paradoksal bir düşünce oluşmaya
bağlamıştır. Ben bunun daha az dramatik bir düşünce olduğuna inanıyorum. Biz
Doğal Din savunucularının Tanrının elini maddesel dünyadan nasıl çekmiş
olduklarını görmüştük. Ortaçağdan, itibaren yoğun bir şekilde rağbet gören
düşünce ise bir tanrısal yaratıcının zorunlu olarak olması gerektiği
yönündedir. Descartes ve Le- ibniz bu düşünceyi kullanarak farklı derecelere
ulaşmışlardır. İnsan varlığı maddesel dünyanın, onu yaratan Tanrının zorunlu
doğası üzerine düşünerek evrenin kesin bilgisine ulaşabileceğini
varsaymaktadır. Maddenin bu görüşüne göre, dünya ve insan zihni hala
birbirinden bağımsız olarak vardırlar, fakat insan varlığı onun öncü
karakterlerini keşfetmek için dünyayı incelemek zorunda değildir. Düşünmek
yeterli olacaktır.
Bu düşünce çizgisi
farklı bir şeyi geliştirmiştir. Kant ve onun görüşünü paylaşan uzun bir
frlozotlar dizisi dünyanın varlığının, insanın bildiği gibi, insan zihninin
etkinliği ile şekillendiğini ortaya koymaktadır. Kant, şekillendirmenin insan
zihninin yaradılışından gelen özellikler tarafından gerçekleştirilmiştir.
İnsanoğlu her şeyin deneyimine halihazırda sahiptir. Algılanmış dünyanın ortak
niteliklerini sentezleyebilmek için duyuların akışına gereksinim vardır. Aynı
"anda" zihin ayırt edici ve düzenli düşünceleri olarak zihnin
içerikleri insan varlığı tarafından belirlenmektedir.
Kant bu durumu
şöyle ifade etmiştir: "İçeriği olmayan düşünceler boştur, kavramı olmayan
sezgiler ise kördür."
Dünya insan varlığı
için yaratılmıştır. Dil gelenekleri, matematik ve diğer simgesel sistemler beş
duyu için olanaklı dünyanın soyut yapısını bizim için olanaklı kılmaktadır. Maddesel
dünya içinde her yerde geçerli olan ilkelerin zorunlu olduğunu öne süren
ussalcılara karşı, gelenekçiler bu tür ilkelerin yalnızca i<lilti.irel
olarak tutarlı ve göreceli değil, aynı zamanda son derece kendiliğinden
olduğunu iddia etmektedir.
BİLGİNİN
USSALCI DEĞERLENDİRMESİ
Descartes
ve Tanrının Değişmezliği
Descartes'in
yazılarının pek çok yerinde maddesel dünyanın belli başlı genel yasalarını
kanıtlamak için Tanrısal Doğa hakkında varsayımlar kullanılmıştır. Mekanik
yasalarına göre Tanrının değişmezliği temel ilkedir. Descartes'a göre bir beden
kendisinden "daha zayıf" olan bir beden ile çarpıştığı zaman diğer
bedenin hareketinin bir miktarı kaybolur. Des- cartes'ın toplam hareketin
korunması genel yasasına göre bu bölümüıı.-kanıtı aşağıdaki gibidir.
Tanrmm
işleyişinin değişmezliğinin kanıtları olan yasa, yaratımın özgiin edim ile
özdeş olan bir hareket aracılığı ile siirekli olarak diinyayı korur ... başlangıçta
Tanrınm yaratmış olduğu cünya, dünyanm farklı bölümleri için çeşitli
hareketleri bildirmekle kalmaz, aynı zamanda parçalar arasındaki hareketin
karşılıklt itme gücünü ve dönüşümünü üretir. Böy- lece, Tanrt, onu yaratttğı
zaman ile aym yasalarla uyum içinde olarak ve aym edim ile dünyayı koruyarak,
maddeye sürekli olarak karşılıklı dönüşüm sağlamaktadır. (Descartes, 1647
[1985]: 243).
O, dünyayı kendi
yarattığı aynı yasalarla koruduğu için ve değişmediği için, hareket yalnızca
yaradılıştan ve maddenin parçacıklarının sabit niteliği yasası değil, aynı
zamanda toplam hareketin her zaman için aynı olduğuna dair başka bir yasa da geçerlidir.
Eğer böyle olmasaydı, tanrı değişmiş olacaktı.
Leibniz bu düşünce
çizgisini bir adım daha ileriye taşımıştır.
Leibniz ve Zorunlu Dünyalar
Gottfried Leibniz 1
646 yılında Leipzig'de doğdu, akademik bir aileden geliyordu. Resmi eğitimini
20 yaşında tamamladı. Akademik bir kariyere devam etmedi, bunun yerine Hume
gibi, çeşitli işlerde çalışarak hayatını kazandı. Hem matematik hem de felsefi
düşüncelerde olağanüstü bir gizem bulunduğunu düşünüyordu. Diplomatik bir
görevle gittiği Paris'te önde gelen Fransız filozof ve bilim adamlarıyla tanıştı.
Daha sonra İngiltere'yi ziyaret etti. Yolculukları sırasında uluslararası bilim
adamları topluluğu ile tanışma fırsatı elde etti. Tanıştığı bilim adamlarından
biri Newton'du. Onunla din ile ilgili konularda görüş ayrılığına düştüler,
mutfak zaman ve uzamın gerçekliği gibi fiziğin felsefesi konularında da bazı
görüş ayrılıklarına düşerek yollarını ayırdılar. Leibniz daha sonra bir
kütüphanenin sorumlusu oldu ve kütüphanenin kaynaklarını çoğaltmakla uğraştı.
Bu görevi onun çok sayıdaki projesini askıya almasına neden oldu. O, 1716
yılında ciltler dolusu yayımlanmamış yazı bırakarak, hayata gözlerini kapadı.
Leibniz'in Tanrı
ile maddesel evren arasındaki ilişkiye dair antik dönem sorusu, sıkı sıkıya
görgücülük-karşıtıdır. O, evrenin Tanrının yaratımı olduğuna inanmaktadır.
Maddesel dünyanın karakteri kendi yaratıcısının doğasını yansıtmalıdır. Tanrı
mantık yasalarıyla uyumlu olandan farklı bir şekilde düşünülmelidir. Mantık
ilkeleri üzerine düşünme Tanrının dünyasının kendisine benzer bir yapıyı ortaya
koymasını gerekli kılmaktadır. Leibniz'in 1 71O yılında yayınladığı Theo- dicy
adlı çalışmasında yapma girişiminde bulunduğu şey de budur.
Mantık yasalarının
bir hiyerarşisi ile tek olanaklı dünyanın bu dünya olduğu düşüncesine
ulaşmıştır. Tanrı evren içinde bundan daha mantıklı ve mekanik bir yapı
kurmamıştır. Biz olanaklı dünyaların çokluğu ideası ile başlayabilir ve adım
adım onları yalnızca bire indirgeyebiliriz. Her bir basamak daha güçlü
mantıksal ilkelerin bir uygulamasını içermektedir.
Olası dünyaların
çokluğu içindeki ilk kesim Çelişmezlik Yasası uygulanarak gelir. "Hiçbir
şey aynı anda hem A, hem de A-değil olamaz." Bu ilke tüm çelişen dünyaları
ortadan kaldırır. Bu dünyalar, eğer varlarsa, aynı anda birbiriyle çelişen bir
yapıya sahip olamazlar. Bu doğal olarak sözcükler üzerinde bir oyun
oynanmasıdır, çünkü biz böyle bir dünyayı hayal bile edemeyiz.
İkinci kesim
birbiriyle çelişmeyen dünyaların kalanlarının Yeterli Us Yasası ile
sağlanmasıdır. Bu, yeterli usa sahip olmayan tüm dünyaların elenmesine yol
açacaktır. Örnek o- ıarak Leibniz'e göre, dünya uzam ve zamanın mutlak bir
çokkatlılığı içinde bulunmaktadır. Tamamen tek bir uzam ve zaman içinde, bir
yerde dünyayı yaratmak ve başka bir zaman diğerini yaratmak için hiçbir neden
olmayacaktır. Bir yer ve diğeri arasında hiçbir fark bulunmamaktadır. Bizim
dünyamızın uzam ve zamanı yeterli us yasasını bozmaksızın mutlak olamaz.
Gelişme olmayan, us
ile desteklenmiş olanaklı dünyalar dizisi içindeki üçüncü kesin Farkına
Varılmayanlarııı Özdeşliği Yasası ile sağlanır. Bu yasa, tüm nitelikleri
paylaşan iki varlık olarak görüldüğünde, onların gerçekte yalnızca bir varlık
olduğunu ortaya koymaktadır. Ya da şöyle söylenebilir: Her varlık bazı
açılardan birbirinden ayrılmalıdır. Bu ilkeyi yorumlamada bazı sorunlar
bulunur. Maddeye daha yakından bakmadıkça tüm dünyalar yalnızca sayısal olarak
birbirinden farklı gözükecektir. Bu, dünyaların bağımsız ve ayn varlıklar
olmasını gerektirir, fakat onlar tanı olarak benzer nitelikler taşımaktadır.
Her bir olası dünya diğerinden farklı olmalıdır.
Tüm çelişmeyen,
us-destekli, özdeş olmayan olası dünyalar dizisi içinde dördüncü ve son kesim
Maksimum Birliktelik Yasası ile sağlanır. Bu yasa Tanrının başka bir şey yaratmış
olabileceği ilkesi üzerine dayanmaktadır. Böylece, yaratılmış olan dünya
birlikte var olabilecek varlık ve durumların maksimum oranını içermelidir. Bu
ilke karşılıklı olası durumların nıaksimuııı çeşitliliğinin var olduğundan
daha azına sahip olan tüııı dünyaları elemektedir. Leibniz'e göre, yalnızca
tek bir böyle dünya vardır, ve bu da bizim üzerinde yaşadığımız dünyadır. Bu
sonuç şöyle bir ifade ile belirtilir: "Bu, olası dünyaların en
iyisidir." Bu, Voltaire'in Leibniz ile alay etmesine neden olacaktır.
Caııdide ( J 759) kitabında absürd Dr. Pangloss Lebniz'i temsil etmektedir ve
Candide'in başına başka bir felaket geldiği zaman bunun ofası dünyaların en iyisi
olduğunu söyleyerek onun teselli eder.
Bu gün bu ifade
yanlış anlamalara sebep olabilir. Leib- niz bu dünyanın mantıksal olarak en
iyisi olduğunu söyler. Onun ahlak nireliğinin sorununun insan varlığı
tarafından çözüme kavuşturulması olanaksızdır, çünkü Tanrının planı kavranılmazdır.
Tanrının yarattığı bir evren içinde kötü olarak görünen şeyler gerçekte iyi
olmalıdır, bizim yapmamız gereken yalnızca doğru bir şekilde bakmaktır.
Zorunlu ya da
kendini kanıtlayan ilk ilkelerden maddesel dünyanın doğasına tümdengelim
projesi uzun süreli bir büyülemesi olmuştur. Biz Leibniz'in, Descartes'in ( 164
7) yaptığı gibi aceleci olmak yerine beklemeyi tercih etiğini görüyoruz.
Descaıtes kendi mekanik yasaları tümdeııgelimini Tanrının değişmezliği üzerine
temellendirirken, Sir Aıthur Eddington (1935) "grup kuramı" adlı bir
matematiksel sistemin belli genel özeliklerinden programı oluşturma girişiminde
bulunmuştur. Grup kuramı, verilen bir yapının dayanabileceği tüm olası
dönüşümleri belirtmenin bir yönetimidir. Eddington maddesel dünyanın
tanımlayıcı özelliklerinin tümdengelimi sistemi üzerine sınırlamaları ifade
etme yolu olarak kullanmak için denemiştir.
Bağımsız bir
dünyanın temel karakteristik yapısını oıta- ya koymayı denemek için bir yol,
onun var olması için zorunlu olan koşullar üzerine düşünmektir. Biz dünyayı
algıladığımız zaman inandığımız başka bir şey, ister bizim zihnimizde,
isterse Tanrının zihninde olsun, ilkelere göre onun oluşması ya da yeniden
oluşmasıdır. Dünya bizim kendi yaratınıı- mızın önemli bir görünümü içinde
olursa ne olur? Kant dünyanın a priori ilkelerinin Tanrının zihninden insan
varlıklarının zihnine tasarlandığını söylemiştir. Oıtak bir mirasa zorunlu 1
olarak sahip olarak herhangi bir tür deneyim mantıksal koşullarını yansıtan
dünyaların sentezini yapmak için kurallar olduğundan, insanlar bir oıtak dünya
oluştuıınuşlardır.
ZİHİN DÜNYAYI
ŞEKİLLENDİRİYOR
Gelenekçiler
dünyanın yaradılışı içinde kavramlara duyuların üzerinde öncelik vermişlerdir.
Gelenekçiler, tanrının zorunlu doğası içindeki dünyayı şekillendiren koşullara
odaklanmış olan Descartes ve Leibniz'in aksine, bu koşulları insan olarak
görmüşlerdir. Bir açıdan Kant da bir. gelenekçidir. A priori düzenleyici
ilkeler, deneyimin olanaklılığı için mantıksal koşullar içinde kök bulmasına
karşın, dünyayı bilme açısından insan varlığı ile gerçekleştirilirler. Başka
bir açıdan o a priori kavramsal sistemin tüm olası yargılama biçimleri üzerine
mantıksal sınırlardan kaynaklandığını düşündüğü için bir ussalcıdır.
Gelenekçiler
deneyimin belirlenmesinde Kantçı kavram öncelliğini paylaşmaktadır. Ancak yine
de onlar kavramlar sistemini, geleneklerin birkaç olası seti arasında bir seçeneğin
sonucu olarak ele alırlar. Örnek olarak, uzayın doğası, maddesel şeylerin
düzenlemesi içinde onun deneyimini yaşadığımız gibi, Öklid geometrisinin
ilkeleriyle uyum içinde olan bir kavramlar sistemi içinde ifade edilir.
Matematikçiler uzam deneyimimizin düzenlenmiş olabileceği diğer tutarlı geometrileri
bulmuşlardır. Bu alternatiflerin birisi olan Rieman- nian geometrisi fizikteki
uzamsal ilişkiler hakkında düşünme yolunu tercih etmiştir. Başka bir örnek
vermek gerekirse, biz insanları yetişkinler, gençler ve çocuklar olarak belli
bir şekilde yaş gruplarına ayırırız. Tarihçi Phlippe Aries ( 1962) bizim
kategorilerimizin, bizim kendi kültür tarihimiz içinde bile, kesinlikle
evrensel olmadığını göstermiştir. Bu, onların gelenekler olduğunu düşünmemiz
için bir yol olabilir. Onlar "olgular" tarafından bizim üzerimizde
kuvvette bulunmamış
..
!ardır. Ya da insan
zihninin evrensel nitelikleri olarak gözükmezler. Burada deneyimin
olasılığının mantıksal koşullannın bazıları ifade edilmiştir. Diğer olasılıklar
arasından seçilmiş olarak onların uygulaması bizim algıladıklarımızın
bölünmesi ve gruplandırılması için araçlar sağlayarak şimdi algıladığımız
olguları ortaya koyacaklardır. Ancak dünyayı şekillendirmenin bu yolu farklı
olabilir.
Gelenekçilerin
olgulann yaradılışına olan tutumlarının kuweti basit bir benzetme ile, bakteri
camı tekniği betimlenebilir. Bakteri hücrelerinin iyi bir yapısının
özellikleri farklı camların seçimi ile gün ışığına çıkartılabilir. Her bir yapı
gerçek bir yapı içinde meydana getirilmiştir, fakat içsel yapıların tümü bir
anda görülemez. Bizim gördüğümüz şey, camın üzerine koymayı seçtiğimiz şeydir.
Nesne, nitelik, ilişki, yapı ya da oluşumun bazı türlerinin bir örneği olarak
gözlemlene- bilen ve kimliği ortaya konulabilen şey, fenomeni daha da ileriye
taşıyacak olan araçlar ve onu betimleyebileceğimiz kavramların bir işlevidir.
Bu durumda, bilim, Whilliam Whe- well'in ( 1 860} uzun zaman önce işaret etmiş
olduğu gibi, gözlemler (olgular) ve kavramlar (idealar) arasında bir döngüdür.
Bilim, dünya ile insanlar arasındaki sürekli bir etkileşimin sonucudur.
İnsanlar ona yanaşmak için çeşitli aletler, araçlar ve kavramlar kullanırlar. Dünyanın
gösterdiği şey, bu araçların kullanımı ile insanlar için uygun olan şeyin
yapılmasıdır.
Gelenekçi bakış
açısı yüzyıl önce Henri Poincare (1905) tarafından popüler yapılmıştır. O, bazı
açılardan değişiklik göstermesine karşın, hala geçerliliğini sürdürmektedir.
En genel biçiminde o gözlemlenebilir olanın söz konusu fenomenleri tanımlamak
ve betimlemek için kullanılan kavramsal sistemin bir işlevidir. Bir kimyacı
kavrama tanıdık olmadıkça çifte aynşmanın örneklerini toplayamaz. Gelenekçi
bakış açısına göre, önce bir fenomeni gözlemleyip ve daha sonra bunun bir
oksitlenme durumu olduğunu bilemeyiz. Biz "oksitlenme"yi bir
kavramlar çerçevesinde tanımlarız. Onların bazılarına kuram- içinde anlam
verilmiştir. Daha sonra fenomenin tanımlamasını yaparız. Kavramlar a
prioridir, onların anlamları deney için öncü olarak oluşturulmuştur. Bunun
ötesinde, kavramlar koşullara uygun olması için yeniden düzenlenebilir.
Kavramlar değerlendirilir, doğrulanır ve bilginin halihazırda varolan yapıları
içine katılır.
Kant'ın görüşleri
insan deneyimi içinde gerçekleştirilen yalnızca bir kavramlar sisteminin
bulunduğunu belirtmesi açısından ussalcılık ile görüş birliği içindedir. Onlar
gelenekçilik düşüncesini insan davranışının gerçek biçimini belirleyen uygulamadaki
bu sistem içinde paylaşır.
lmmanuel Kant 1 72
4 yılında Königsberg'de doğmuştur. O, sıkı bir Protestan eğitimi almıştır, tüm
yaşamını doğduğu şehirde geçirmiştir. Hayatının düzenliliği efsaneleşmiştir.
Komşularının saatlerini onun gündelik yürüyüşüne göre ayarladıkları
söylenmektedir. İngiliz adasında bazı akrabaları bulunmaktadır ve İngiltere ve
Fransa'daki politik ve felsefi gelişmelerden haberdardır. Onun politika ve din
alanındaki liberalliği yetkililerle bazı sıkıntılar yaşamasına neden olmuştur.
Ancak o bunları aşmıştır. l 804 yılında doğduğu şehirde ölmüştür. Entelektüel
yaşamının olağanüstü zenginliği, ve yazılarındaki geniş konu yelpazesi ile çok
sıkıcı bir taşra yaşantısı sürmesi arasında çarpıcı bir zıtlık görülmektedir.
Locke,
maddenin etkin gücü tarafından nihai olarak belirlenen zihin içeriğinin
düşüncesine sahipken, K<yıt'ın yenilikçi felsefesi zihinsel etkinlik ile
algıladığımız dünya arasın Umlcılık ve Gelenekçilik
daki ilişki
hakkında düşünmenin çok farklı bir yolunu başlatmıştır. Leibniz ve Descartes,
bir şekilde incelemeden önce dünya hakkında bir şeyler bilebileceğimiz tanrının
zorunlu nitelikleri hakkında düşünme ile idea üzerinde kendilerinin bir a
priorisnı'inin biçimini oluşturmuşlardır. Kant'a göre, bizim
algıladığımız dünya, duyuların akışı ile şekillenen bir işleyişin ürünüdür.
Belli a priori kurallarına göre, biz bunu bilinçli düşünce olmaksızın yaparız.
Bu şekilde, nesnelerin, nedenlerin, olayların, vb. deneye dayalı bir dünyasının
sentezini yaparız. Biz ortak bir dünyada yaşarız çünkü düşüncelerimizi ve duygularımızı
şekillendiren aynı sentetik etkinlik ile dünyaların sentezini yapmak için
kuralları paylaşırız. Bu etkinliği biçimlendirmenin anahtarı dünyanın ve her
bir bireysel zihnin birliğidir.
Kant, t 787 yılında
gözden geçirilmiş ikinci baskısını yayınladığı Arı Usun Eleştirisi ( Critique
of Pure Reason, t 78 t) kitabında, zihinlerin ve dünyaların biçimlendirilmesi-
nin şaşırtıcı ve keskin bir değerlendirmesini yapmıştır. Onun yazıları zordur.
Bunun nedeni kısmen düşüncelerinin inceliği ve karmaşıklığı, kısmen de kendi
amacı için kesin bir terminoloji oluşturmuş olmasıdır. Ben burada onun
felsefesinin ana hatlarını çizmeye çalışırken, onun düşüncelerinin derinliğini
göz ardı etmeden, nispeten daha basit bir yol izleyeceğim.
Felsefenin amacı,
bizim tüm bilgi ve deneyimimize bir açıklık kazandırmaktır. Kant,
11deneyim" sözcüğü ile aşağıdaki anlamı kastetmektedir: 11Deneyim,
nesnelerin bize vermiş oldukları tüm idraklerin toplamıdır." Burada onun
çözmeye çalıştığı sorunların kaynağı bulunmaktadır.
Tüm
bildiklerimiz deneyim ile başlamış ofr113s111a
karşın, bunu deneyimin ortaya koydukları izlemez. Bizim deneye dayalı bilgimiz
izlenimlerden aldığımız ve bizim kendi yeteneğimiz ile algıladığımız şeyler
olmasma karşm, onlar kendi kendilerine vardırlar.
Eğer
bizim bilme yeteneğimiz herhangi bir şekilde ek/eme sağlıyorsa, biz onu
hammaddeden ayırabilecek bir konum içinde olamazdık, ya da ondan ayrılmak
için uzun bir dikkat uygulaması yeteneğine sahip olmamız gerekirdi. (Kant, 1
787 [ 1 996]: B 1 ).
Kant'ın amacı
deneyim bölgesi için sentez oluştururken ortaya konmuş 11eklemeler"i
bulmaktır-bu hem bizim algıladığımız dış dünya, hem de düşünerek bulabildiğimiz
kendi zihnimiz için geçerlidir.
O, düşünce içindeki
kavranılan yönetmek zorunda olan gücün "kavrayışı" ile bir şeyi
doğrudan anlamak anlamına gelen "sezgi" arasında ayınm yapar. Bu
ayınmı yorumlarken onun çok bilinen bir sözünü kullanmalıyız:
"İçeriği
olmayan düşünceler boştur, kavramı olmayan sezgiler ise kördür." (Kant,
1787 [1996]: 875).
Biz ayrıca arı olan
ile deneye dayalı olan arasındaki ayırımda Kant'ın ne demek istediğini
kavramamız gerekmek tedir.
Sezgi
ve kavramlar ...bizim tüm kavrayışımlln öğelerini oluştururlar . . . [onlar]
eğer duyuları kap- sworsa, deneye dayalıdır/ar; onlar, eğer sunumunda hiçbir
duyu ile kanşmamışsa, arıdırlar. (Kant, t 787 [ 1 996]: 106)
Anlayış
herhangi bir şeyin sezgisi olamaz, ve duyular herhangi bir şeyi düşünemez ...
Yalmzca onla- rm birliğinden kavrayış meydana gelir. {Kant, 1787, [1996]: 107).
Burada düşünme ve
algılamanın somut edimlerinden yapılmış olan "eklemeler"i nasıl
soyutlayabiliriz? Bu, iki basamak gerektirir. İlk basamak, aşağıda gösterilmiş
olduğu gibi, "Aşkın Estetik"tir.
Duyulara ait olan her şeyi duyumsanabilirden ay1r-
dığmızda, geriye hiçbir şey kalmayacaktır ...yal- mzca görünümlerin biçimleri
...[bu] iki arı biçim meydana getirir - uzam ve zaman. (Kant, 1787 [1996]:
74-75).
Şimdi biz, kendi
zihnimize tamamlayıcı olarak, uzum ve zaman içinde bulunan bir nesneler dünyası
yaratabilmek için yalnızca duyuların eklenmiş olduğunu görebiliriz. Burada
düşünceler ve duygular, zamanın düzeni olarak deneyim yaşamıştır.
Ancak ne olursa
olsun, dünya bundan çok daha ayrıntılı bir yapı ortaya koyar. Her yerde
görülebilen saydam nesneler ve nedensel diziler bulunmaktadır. Böylece başka
bir safha ve "eklemeler"imizi gün ışığına çıkarmanın oluşumu içinde
ikinci bir basamak olmalıdır. Kant bu basamağı "Aşkın Mantık" olarak
adlandırır.
Aşkın mantıkta biz anlayışımızdan soyutlanmz [tıpkı
1. basamakta duyusal olarak soyutlanmış olduğumuz gibi] ve bizim kavrayışımız
yalmzca anlayış içindeki çıkış noktasına sahip olarak düşünce bölümlerinden
seçilmiştir . . . onun uygıılanabilirliği nesneler bize sezgi içinde
verilmişlerdir. (Kant, 1787 [1996]: 115).
Elde ettiğimiz şey
şudur.
Eğer biz bir yargının tüm içeriğinden
soyııt/anırsak ve yalnızca onun içindeki anlayışa dikkatimizi yo-
ğıınlaştırırsak, bu durıımda yargı içindeki düşiince- nin işlevinin dört başlık
altında incelenebileceğini buluruz. (Kant, 1787 [1996]: 123}.
Bu çalışmanın
analitik safhası üç kavramın dört setinin bir örneğini ortaya koymaktadır.
Bunlar, algılamış olduğumuz, sezginin nesneleri içinde görüleceklerdir, çünkü
bu nesneler, bizim algıladığımız dünyaya duyuların çokkatlılığını şekillendiren
anlayış tarafından oıtaya konulan bir sentezin ürünleridir.
Anlayışın bu
sentezlendirme etkinliği hem insan içindeki birleşik bir bilinçliliği lıem de
bilen zihin için tamamlayıcı bir düşünce olarak yalnızca bir dünyanın olduğunu
ortaya koyar. Bizim kavramamız gereken bir başka Kant'a ait terim
"aşkın" (transcendenral) sözcüğüdür. Eğer bir şey deneyim için
zorunlu ise fakat deneyim içinde verilmemişse o aşkındır. Biz onu uzayı ve zamanı,
doğrudan kavradığımız gibi sezeme- yiz. Yalnızca nesneler ve olaylar bu şekilde
sezilmektedir. Benzer olarak, biz böyle bir nedenselliği kavrayamayız fakat
böyle bir şekilde düzenlenmiş olayların koşullarını kavrayabiliriz. Biz
kendimizi, kendi benliğimizi kavraıııayız, fakat birleştirilmiş olarak kendi
zihinlerimizin deneyimini yaşayabiliriz. Bu kavrayışın sentetik bir
birliğidir. Kant bununla kendimizinki gibi temsil edilmiş birleşik bir yapıyı
kastetmektedir. Ben, "Ben düşünüyorum ki" ifadesi ile kendi
sezgilerimizin herhangi birisi için giriş yapabilirim. Bütün bu görünümler
aşkındır. Filozofun "'örevi onları, anlayışın arı kavramı olarak
düşünebileceğimiz bir şekil içine sokmaktır.
A priori
kategoriler ve sahip olduğum deneyim ile düzenli ve belirli bir arasındaki
ilişki nasıldır?. Kant onun orta noktada bir şey olması gerektiğini
düşünmektedir. (Kant, 1787 [1996]: 8177). O, bu orta noktalarını
"tasarılar" (schemata) olarak adlandırır. Bunlar sentez yapma
kurallarıdır. Bunlar aracılığı ile dünya düzenli bir görünüm olarak bir arada
bulunmaktadır. Tasarıların her biri için genel bir önerme vardır. "Tüm
değişimler etki ve tepki bağlantısı yasası ile uyum içinde meydana gelir."
(Kant, 1787 [ 1996]: 8235). Bu "ilişki"nin kategorilerinden biri olan
etki tasarısının önerme ifadesidir. Etkisel ilişkiler, "Eğer böyle ve
böyle ise, bu durumda şöyle ve şöyledir, " biçiminde ifade edilebilen
ilişkilerdir.
Tasarıları ifade
eden önermeler sentetik a priorilerdir. Onlar bizim deneyimini yaşadığımız
dünyanın gerçeğidir fakat biz böyle bir dünya deneyimi yaşayıncaya kadar
onları bilemeyiz. İnsan varlıklarının kendilerini idrak edilebilir bir dünya
içinde bulmalarının nedeni budur. Tasarıların kullanımı ile onun olanaklı bir
yargılama biçimine uygun olarak bir arada bulunuyor olması gerekmektedir.
Sentetik a priori önermeleri tüm deneye dayalı bilgiler içinde temel biçimleri
belirlemelidir, yani tüm bilimler ifade edilmelidir.
Yargılar,
kategoriler, kavramlar ve tasarılar sistemi bizim algıladığımız deneye dayalı
dünyanın yaratımı içinde ve algılayıcının zihninin içeriğinde ve yapısındadır.
Ancak bu sistem kendiliğinden değildir. O, yalnızca bir gelenek değildir. Kant
onun olası olabilecek yegane^ sistem olduğunu düşünmektedir. O, yargılama
biçimlerinin örneğinin başka türlü olamayacağını düşünmüştür. Biçimlerin
kapalı seti içinde tüm olası deneyimin mantıksal koşullarını bulmuştur. Bu, onun
yaklaşınıının çok fazla tartışılmasına ve eleştirilmesine neden olmuştur. Neden
yalnızca on iki yargı biçimi olsun ki?
Kant'ın olağanüstü
başarısının ayrıntıları, tarih ile olan bağlantısıyla birlikte düşünülmelidir.
Kendisini izleyen çok sayıdaki başka filozoflar onun düşüncesinde heyecan
verici bir çözümleme bulmuşlardır.
Ussalcı bakış
açısını arındırarak gelenekçiliğe yönelik en etkileyici ve derin girişim
Whilliam Whewell ( 1 7941 866) tarafından gelmiştir. O, çalışmasını bilimin
özel alanlarının tarihi içinde yer alan "idealar" ve
"olgular" arasındaki etkileşim üzerine kurmuştur. O, karşıtlıkların
birkaç denk çiftinin kutupları arasında döngüsel bir gelişim olduğunu göstermiştir.
"İdealar" ve "olgular" arasında, "kuramlar" ve
"gözlemler" arasında, vb. döngüler bulunmaktadır. Eğer biz bazı
kavramlara sahip isek, olguları elde edebiliriz ve böyle olgular zorunlu olarak
böyle kavramları gösterecektir. Bir meyve seçeneği olarak "elma"
kavramını kullanmışsak, onun niteliklerinin "elma" kavramını
belirleyen nitelikleri göstermesi gerekmektedir. Ancak Whewell'in tarihsel
çalışmaları karşıt görünen her iki terimin değişebilirliği üzerinedir. Bizim
kavramlarımız değiştikçe ve geliştikçe, bizim için uygun olan olgular değişecek
ve gelişecektir. Ancak ne olursa olsun, bu değişiklikler tanımlanmış bir
bilimin "öncü ideası" olarak adlandırılarak oluşturulmuşlardır.
Diğer taraftan, gözlem ve deneylerin yeni ve şaşırtıcı sonuçları
bulunmaktadır. Bunların söz konusu bilimin yapısı içinde uygun hale
getirilmesine gereksinim vardır. Bunu yapmak için, bilimin ideaları, onun teorilerinin
geliştirilmesi gerekmektedir. Ve böylece yeni olguların kavranması olanaklı
olacaktır. Bu şekilde biz düşünce ve deneyim arasında karşılıklı dönüşüm ve
düzenlemenin dön- güsel bir oluşumunu gerçekleştirmiş oluruz. (Whewell, 1 860
[l970J.
Döneminin en büyük
matematikçi ve fizikçilerinden biri olan Henri Poincare 1854 yılında
doğmuştur. O geleneksel ve başarılı bir akademik kariyer yapmıştır. Fransız
Akademisi (Akademie Française) üyesi olarak 1 908 yılında rutin ders verme
zorunluluğundan kurtularak kendini yalnızca bilimsel çalışmalara vermiştir.
Geometrinin ilkelerini öğrenmek doğa yasaları değil, yalnızca gelenektir. O
bilim felsefesi üzerinde yoğun çalışmalarda bulunmuştur. 1 912 yılında
çok sayıda onur madalyası almış olarak ölmüştür.
Poincare'nin
gelenekçiliğinin anahtarı geometrinin ve zamanbiliminin ilkelerin gelenekler
olduğuna dair tezi idi. Onları uzamsal ve zamansal deneyim düzenlemeleri olarak
kullanmıştı. Uzam ve zaman, birbiriyle ilişkili sistemler olarak, deneyimin
tam zenginliğinden soyutlanmıştır.
Doğa
bize kendisini zorla kabul ettirmez, biz doğaya kendimizi zorla kabul
ettiririz çünkü biz onu uygun buluruz ...Bu durumda matematiksel analizler
boş çerçevelerin bir çalışması mıdır? Zihnin kibirli oyunundan başka bir şey
değil midir? O fizikçiye yalnızca uygun bir dil verebilir ...bu dil olmaksızın
nesnelerin yaradılıştan gelen benzerlikleri bizim için sonsuza dek bilinemez
olarak kalacaktır. (Poincare, 1903 [1958]: 13).
Ancak ne olursa olsun,
Poincare bizim bilim içindeki geleneklerin rolünü abartmamamız gerektiği
konusunda ısrarlıdır. Evren ile ilgili olarak meydana getirilmiş tüm şeyler
insan zihninin özgür bir yaratımıdır.
Poincare, Edward Le
Roy'un göreceliliği ile tartışırken gelenekçiliğin bilim adamının olguyu
yarattığını söylemek zorunda olup olmadığı sorusu üzerinde yoğunlaşmıştır. O
iki ayırım yapmıştır. Bilim dilinin biri içinde ifade edilmiş olgular vardır.
Ancak bunlar yalnızca gelenekler değillerdir. Toplumsal geleneklerin dışında
olarak, örnek olarak onlar doğru ya da yanlış olabilir. Olgular sınıflandırma
ifadeleridir, ancak "verilmiş olan bu gelenek doğru bir olgu mudur?"
diye bana sorulmuşsa, ben her zaman söyleyeceğim yanıtı bilirim, ve benim
yanıtım benim duyumlannıın tanıklığı ile benim üzerime zorla kabul ettirilmiş
olacaktır. {Poincare, 1903 [1958]: 118).
Kısaca söylemek
gerekirse, gelenekler yalnızca dil kurallarına benzer değillerdir; onlar
dillerin kurallarıdır. Eğer geleneklerin her bir setini bir kuramın temeli
olarak alırsak, bu durumda rakip kuramlar özsel olarak rakip dillerdir, ve Fransızca'nın
Almanca'dan farklı olduğu gibi birbirinden farklıdır. Önermeler birbirinden
farklı görülebilir, fakat kullanılan dil ne olursa olsun olgular aynıdır.
Dünyanın nesnelliği tüm insan varlıkları ve diğer sezgisel yaratıklar için
ortaktır.
Deneyler
fenomenleri elimizde bulunan kavramların repertuan üzeride temellendirilirler.
Bromun koyu kırmızı bir sıvı olarak görülebilmesi için bir deney gereklidir.
Biz bir element ve bir halojen olarak onu betimlemek için periyodik tabloya
gereksinim duyarız. Ussa/cılık ve Gelenekçilik
Düşünce ve deneyim
her zaman birbiriyle uyumlu olmalıdır. Karşılıklı ayarlamaların uzun
bir süreci içinde her biri diğerine dönüşür. Bu öngörünün yanlış olduğunu söyleyerek
kaçmak kolaydır fakat bizim kavramlarımız ve bağımsız bir maddesel gerçeklik
arasındaki uyumu keşfetmek gerçekten heyecan vericidir. Bizim kavramlarımız ve
bağımsız bir maddesel gerçeklik arasındaki uyumu keşfetmek gerçekten heyecan
vericidir. Bizimi algıladığımız şeyler, kavramlarımız tarafından yaratılmıştır.
Örnek olarak Hacking şöyle söylemektedir:
Madde/eri
uyumlııluğa döniiştiirdiiğiimiiz zaman ...
dünyanın gerçekliğini okuımmışızdır. Genellikle rapor
edilen deneyimin önceden varolan bazı fenomenleri yoktur. O onları yapmıştır.
Onaylanmış olan kuram ve gerçeklik arasında önceden düzenlenmiş bir uyum
bulwımamaktadır. ( Hacking, ı 992: 58).
Hacking'in
alıntısının ilk yarısındaki deneyler hakkın- daki işaret ettikleri kesin olarak
doğrudur. Ancak onaylanmış ya da onaylanmaıııış kuranı ve gerçeklik arasında
önceden düzenlenmiş uyum yoktur ifadesi doğru sonuç değildir. Gelenekçilik,
idealizm değildir, dünyanın maddesine ilişkin öğreti düşüncedir.
Bu bizi tüm
bitkiler, hayvanlar, mineraller, dünyanın gökbilimse! çevresi, insan
kavrayışırıırı doğası, vb. oluşıımla- rııı yalnızca bir türden meydana geldiği
tartışmasına götürür. Bilim gerçekliğe giden soylu bir yol olarak ayrıcalıklı
değildir. Ayrıca fenomenlerin sınıflandırılması, tanımlanması ve düzenlenmesinin
yegane bir güçlü yolu değildir. Olguculuk ilk ifadeyi, gelenekçilik ise ikinci
ifadeyi destekler. Thomas Kuhn yeni ve tam bir dünyanın, dünyaya bakmak ve
anlamanın her bir ayrı yolunun kabul edilmesi ve kullanılması ile yaratıldığını
iddia eder. Bizim maddesel çevremizin ve diğer insanların davranışlarının
mantıklı kılınabileceği sayısız olası öykü-çizgisi bulunmaktadır.
Öykü-çizgileri arasında karar vermenin bir kaynağı olarak dünyayı kullanmanın
herhangi bir girişimi amaçsızdır çünkü bu öykü-çizgilerin- den bağımsız bir
dünyaya geçişi gerektirmektedir. Zorlayıcı bilimsel anlatımlar, onunla ilgili
bir şiir ya da romanın zorlamasının ötesine geçemeyecektir. Her bir anlatıcı
onunla genel uyum içinde bulunan bir "dünya" meydana getirir.
Sözcük dünyayı yansıtmaz ya da temsil etmez; sözcük
dünyayı içermekten başka bir şey yapmaz. Böylece metinler yalnızca kendilerine
ilişkindir, onlar kendileri dışında herhangi bir şey değillerdir.
Gerçek dünya olarak böyle bir şey yoktur ...Geriye
kalan tek şey yanlış yönlendiren işaretlerin bir ardışıklığıdır, insanlığın
gücünün ötesinde, onlan denetim altında tutmak için bir sözcükler geçitidir.
(Lehman, Murphy'den alıntı, 1997: 1 36).
Bu, idealizmin daha
güçlü bir biçimi olarak görülmektedir. Biz postmodernizm ile aynı yolu
izlemeden gelenekçiliğin öngörülerini koruyabilir miyiz?
Paradigmalar
için Bilginin Göreceliliği
1 960'1ı yıllarda
bilimsel ilerleme konusu üzerinde keskin ve hatta sert bir taıtışma başladı.
Tartışmanın çok sayıda katılımcısı arasında iki kişinin düşünceleri öne
çıkıyordu. Bu kişiler T. S. Kuhn ve P. K. Feyerabend idi. Bu yazarlar, bilimsel
tartışma ve uygulamanın mantıksal çözümlemesi üzerine, ve çalışan bilim
adamlarının gerçek inançları üzerine temellenmiş olgu ve kuramlardaki inanç
dereceleri arasında bir uçurum bulunduğunu düşünüyorlardı. Eğer bilimin
değerlendirilmesi için mantık yeterli değilse, başka bir şeye gereksinim
vardı? Bu neydi?
ilerleme sorunu
T. S. Kuhn'un bilimsel
ilerlemenin doğası üzerine yazmış olduğu etkili kitabının yayınlanmasının
üzerinden kırk yıldan daha fazla bir zaman geçmiş bulunuyor. O, başlangıçta
bunun kabul gören inanç ve uygulamaların varlığı ile içerik ve yönteme ilişkin
bir değişim yaratabileceğinin farkında değildi. Metafiziksel ve yöntembilimsel
öngörüler birbiri ile sıkı sıkıya bağlıdırlar. Ancak o bilimsel toplulukların
toplumsal görünümleri ile bir bağ oluşturarak yeni bir itme gücünün bakış
açısını ortaya koymaktadır. O, bu idea, örnek ve teknikler demetini
"paradigmalar" olarak adlandırmıştır (Kuhn, 195 7). Daha sonraki
yazılarında o ilk ifadenin belirsizliğinden kaçınmak için "disiplinli
matriks" ifadesini kullanmayı tercih etmiştir. Metafizik ve yöntembilimde,
bir disipline ilişkin matriks ya da paradigmayı tanımlamak için, ayrıca iyi
bir yöntemin örneği ve iyi bir iş modeli ifadeleri de kullanılmaktadır.
Kuhn,
paradigmaların yardımı ile, bilimsel ilerlemenin yeniden yorumlanmasını
yapmıştır. Kuhn'a göre, evrenin dünya-merkezli kuramındaki güneş-merkezli
resmine geçiş gibi bir değişiklik, eski resme karşı deneysel kanıt ortaya koyarak
yapılan ussal bir gelişim değildir. O, karşı konulmaz bir mantıksal şemanın
uygulanmasının sonucu değildir. Bunun yerine o bir meydana getirme türüdür, bir
perspektif değişikliğidir, bir paradigma değişimidir. Bütün bunlar geçmiş
dönemde terkedilmiş olarak kabul edilmektedir, ve yeni anlamlar, yöntemler, ve
benzeri yaratılmıştır. Paradigma değişiminden önceki ve sonraki bilimsel
durumun ölçülemez olduğunu söylemiştir. O, bununla öncesi ve sonrası durumları
arasında bir karşılaştırma olasılığının olmadığım kastetmiştir. Yeni
paradigmanın dünyası eskisinden daha farklı bir dünyadır. "Bu dünya
[gerçek, değişmeyen, bağımsız, materyal dünya] bilimsel devrimden sonra bilim
adamlarının farklı bir dünya olarak gördükleri yerdir {Kuhn, 1 996: 11 l ).
İlerleme, doğrusal
bir ilerleme olarak düşünülmemelidir. Bu, ölçülemez dünya resimlerinin bir
ardışıklığı olarak düşünülmelidir. Bir paradigmadan diğerine geçiş toplumsal,
kişisel ve entelektüel olarak tüm kuwet türleri aracılığı ile olur. Bu
kuwetlerden tamamen bağımsız hiçbir paradigma yoktur. Bir paradigma hem
bilimsel bir topluluğun sahipliği hem de onun karakteristik yapısının
tanımlanmasıdır. Kişi bir topluluğa katıldığında bu topluluğun düşünme tarzını
belirler ve böylece yerel paradigma kişinin kendi düşünme tarzı olur.
Feyerabend ( 1 975)
Galileo'nun çalışma ve etkisi üzerine yoğun bir çalışmada bulunarak,
Galileo'nun yeni mekanik gücünün günümüzün fizikçileri üzerine geçtiğini
göstermiştir. Galileo'nun yargıları tikel olguların bir toplamının genelleştirilmesinin
tümevarımı ya da karşı örnekler bularak hareketin nedenleri ve doğa hakkında
rakip varsayımların çürü- tülmesi değildir.
Eğer bir varsayım
yanlış bir sonuca sahipse biz bu varsayımın yanlış olduğunu ortaya koymak için
tümdengelim mantığını kullanabiliriz. Örnek olarak, biz sıtma hastalığının
zararlı buharlardan kaynaklandığını ve onun solunmaması durumunda hastalığa
neden olmaması gerektiğini düşünüyor olabiliriz. Ancak yine de hastalığa
yakalanılması durumunda buhar varsayımının yanlış olması gerektiği düşünülür.
Gali- leo'nun İki Yeni Bilime İlişkin Tamşmalar (Discourses Concer- ning Two
New Sciences, 1 638) kitabı bunu yapmakla kalmamış, aynı zamanda okuyucuların
zihinlerinin bu şekilde işlemesine yönelik uyarılarda bulunmuştur.
Gafi/eo
doğal bir yorumlama ile, en azından kısmen doğal olmayan çok farklı bir
yorumlamanın yerlerini değiştirmiştir ( 1630). O, nasıl bu sonuca ulaşmıştır?
GalileoJnun söylemleri yalmzca görünümlerde bulunan yargılardır.
Gali/eo propaganda yöntemini kuflanmaktadır. O, entelektüel nedenlerine ek
olarak psikolojik hileler kullanmıştlf . . . Galileo paylaşılan hareketin
karakteri içindeJ diğer tüm durumlarda tüm hareketin karakterinin
ideası olduğuna açık bir şekilde ve sıkı sıkıya inanılan durumlar olduğunu
bize "hatır/attr. " (Feyeabend, 1 975: 81).
Feyerabend ikna
edici bir şekilde, insanlara yeni bir düşünme şeklini kabul ettirme yaklaşımını
ortaya koyar. Burada "doğal" olan şey ve özel bir açıklama yapılması
gereken şey tartışılmaktadır. Galileo'nuıı yaşadığı dönemde dışarıdan bir
kuvvet onu durdurmadıkça hareket halinde olan bir şey doğal olarak hareketini
sürdürecektir saptamasında bulunmuştur. Dünyanın merkezine doğru düşen bir şey
için bu, herhangi bir fazladan itici kuvvet kullanılmaksızın, doğru gözükmektedir.
Ancak dörtnala giden bir süvari mızrağını yukarıya fırlatır ve onu tekrar
yakalayabilir. Neden? Çünkü mızrak iki bağımsız hareketi paylaşmaktadır, bunlar
atın yatay hareketi ve yukarı doğru fırlatılan nesnenin dikey hareketidir. Bu
ve başka anlatılan örnekler açıklanması gereken ve açıklanmamış olan şeyler
hakkında okuyucunun algısını değiştirerek, bir ikna etme kuvveti taşırlar. Bilimde
her bir dönem için doğal olana sık bık başvurulmuştur. Bu, Kuhn'un disiplinli
matriksinin rolüne çok benzemektedir.
Bütün bu sezgiler,
daha ileri arındırma işlemleri bizi göreceliliğin güçlü bir biçimine
yönlendirmektedir. Bilimsel bilgi konusunda böylesine bir görecelifik yaşanması
sorunlara ve çözüm yollarına bakış açımızı etkileyen bir öğe olarak karşımıza
çıkmaktadır. Eğer dünya bizim benimsediğimiz paradigmalara bağlı olarak
meydana geliyorsa, o bizim içinde yetiştiğimiz topluluğa bağlı olarak da
şekillenmektedir. Böylece bilimsel bilginin sosyolojisi, bilimi kavrayışımız
içinde daha derin bir yere sahip olmaktadır.
1970'1i yıllarda,
birkaç yerde, yeni bir disiplin, bilim sosyolojisi kendisini hissedilir kılmaya
başladı. Yaradılışı ve bilgiye dair bilimsel iddiaların göreceli niteliğini
açıklamak için kullanılan uslamlama örneklerinin analizi, bu iddiaların
yapıldığı insan sezgilerinin gerçekliğinden ayrı tutulmuş gö^ zükmektedir. Kuhn
ve Feyerabend'in göreceliliğinin sonuçları, Edinburgh Okulunun
sosyologları tarafından, özellikle Da^ vid Bloor ve Barry Barnes tarafından
yorumlanmıştır.
Barnes ve Bloor'a
(1 996: 22) göre bilimlerin yorum !anmasının üç göreceli niteliği
bulunmaktadır.
t . Belli bir konu
hakkındaki inanışların gözlemi değişiklik gösterir.
2.
Bu inanışlara ilişkin düşünce, kullanıcının
koşullarına ilişkin ya da verilen içeriğe bağlı olarak kabul edilebilir
bulunur.
3.
Onların doğruluğu ya da yanlışlığı göz önünde
bulundu rulmaksızın, tüm inanışların güvenilirlikleri sorunludur. Güvenilirliğin
yerel ve özel nedenleri vardır.
Sosyolojik
değerlendirme tartışması sona ermemiştir. Darwin fosillerin uzak geçmişin
kalıntıları olduğuna inanmasına karşın, Fitzroy buna inanmamaktadır.
İnsanların nelere inanması gerektiğini kesin bir şekilde ortaya koyan açıklamalar
yoktur. Tarihin-ötesinde ve kültürel standartların-ötesin- de doğru uslamlamaya
yardımcı olabilecek yollar belki de vardır. Barnes ve Bloor, ve diğerleri doğru
uslamlamanın standartlarının çıkış noktaları hakkında her . zaman soru sorabileceğimize
işaret etmişlerdir. Onlar nereden gelmektedir? Standartların geçiş noktaları
konusunda hiçbir standart yok gibi gözükmektedir. "Göreceli düşünceye
göre, bazı standart ya da inançların ideasına bağlı hiçbir anlam yoktur. Onlar
yalnızca yerel olarak kabul edilmiş durumlardır." (Barnes ve Bloor, 1 996:
27).
Hangi anlamda
bilimsel ilerleme sağlanabilir? Bizim gelişimini tanımlayabileceğimiz her bir
paradigma içinde, ardışık paradigmalar arasında nasıl hüküm verebiliriz? Ya bunlar
yalnızca paradigmalarla göreceli olarak "gelişmeler" şeklinde
sınıflandırılmış hareketler ise? Bu konuların bir final hükmü için, biz üçüncü
binyılı beklemek zorunda kalacağız. Bu konunun özenli bir incelemesi için lan
Hacking'in The Sociaf Construction of What? ( 1999) kitabına başvurabilirsiniz.
On dördüncü
yüzyılın orta noktasından beri, mantık pek çok filozof tarafından, yakın bir
müttefik ya da hatta bilimsel tutumun elverişli bir parçası o!.:rak
görülmüştür. O, ikinci binyılın ikinci yarısındaki felsefenin öyküsü içinde bu
' noktadaki yeni gelişimlerin kısa bir taslağını içerme konusunda da
elverişlidir.
Ortaçağ döneminde
mantık çalışmaları, Aristocu düşüncenin arılaştırılması ve uzantısı olarak
kısa bir yaşam alanı bulmuştur. Bunun üzerinden çok sayıda yüzyıl geçmesine
karşın, mantık hala doğru uslamlamanın ilkelerinin sistematik çalışması olarak
ele alınmaktadır. Ancak, çağdaş dönemde, kavrayış oluşumunun bir çözümlemesi
ideası kendi biçimsel karakterini ortaya koyarak yeni bir derinlik kazanmaya
başlamıştır. Belki de, bizim dil-doğumlu düşüncelerimizin tümü biçimsel bir
sistem içinde ifade edilebilir. Mantık bir tür dil bilimi olabilir.
Leibniz böyle bir
proje için hevesli olmakla kalmamış, "evrensel karakter" kavramını da
ortaya koymuştur. Açık ve belirsizliklerden uzak olarak bir simgesel sistemin
yaratımı, son derece arzu edilebilir bir proje olarak insanların düşünme
yöntemlerini kolaylaştıracaktır. Leibniz Çince yazım tekniğini biliyordu. Bu
sistemi kullanarak simgesel olarak temsil edilen kavramları gerçekleştirme
girişiminde bulundu. Onun kendi çalışması başarı ile sonuçlanmadı.
Bir "kavram
yazısı " düşüncesi on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Gottlob Frege ( 1
8 48-1 92 5) tarafından yeniden gün yüzüne çıkarılmıştır. Aristo mantığının
matematiksel temsili, örneğin George Boole ( 1815-64) tarafından
geliştirilmeye başlanmıştı. Frege bu düşünceyi daha ileriye taşıdı. Özellikle
nicelik gösteren ifadelerin kurallarını geliştirmiştir. (Frege, 1879 [ 1
952]). Önermese! mantık doğruluk ve yanlışlık arasındaki ilişkilerle ilgilidir
yalnızca. Nicelik göstericiler önermelerin içsel yapılarının iyi-tohumlu bir
çözümlemesinin olanaklılığını sağlamaktadır. Bu, Aristo'nun şemasına
benzerdir fakat daha genel bir yapıya sahiptir. Örnek olarak, "Bir x
vardır ki, bu x ..." ve "Tüm x'ler için, x ..." birlikte
önermese! bir mantık oluşturmaktadır. Bu, güçlü bir şekilsel sistemin
gelişimini sağlayacaktır. Frege, özellikle matematikten kaynaklanan felsefi
sorunlarda bu ideaları uygulama girişiminde bulunmuştur.
Russell'in
analitik mantık kullammı
Felsefe tarihi
açısından bakıldığında, Bertrand Russell'- ın mantığının biçimsel sistemini
kullanması, felsefi yöntem içinde önemli bir basamak olarak görülmektedir. O
bunu yalnızca yargıların yapısını ifade etmek için kullanmamıştır. Fre- ge
gibi, Russell de paradoksal ve felsefi açıdan sorunlu önermeler için tek bir
mantıksal biçimin kullanılmasının zorlukları basit bir şekilde çözüleceğine
inanıyordu. Bu görüş aynı zamanda Ludwig Wittgenstein'ın erken dönem mantık
çalışmalarının gerisindeydi. Onun şifreli yazılmış fakat güçlü çalışması
Tractatus Logico-Phifosophicus (1922) açık ve nihai biçimsel dilin gelişimi
ile felsefi sorunların bir defada ve tamamen çözülmesi niyetini taşıyordu. O,
projenin yanlış kavrandığını fark etmesine karşın, felsefi sorunların
mantıksal biçimler değiştirilerek çözülmesi ideasını hep korumuştur. Bu yöntemi
basit bir örnek ile betimleyeceğim. Bu, Russell'in ünlü "betimlemeler
kuramı" yazısında yer alan ve hayali ve varolmayan varlıklara ilişkin
önermeleri içermektedir. ( Russell, 1919).
Biz "Fransa
Kralı keldir" önermesini Fransa Kralı olan hiç kimse olmadığı zaman nasıl
ifade edebiliriz? O, yanlış mıdır? Bunu nasıl bilebiliriz? Mükemmel ve
değişmez bir dilde onun doğru ya da yanlış olarak, bir ya da öbür
"doğruluk" kategorilerinden birine ait olan anlamlı bir önerme olması
gerekirdi. Russell'in stratejisi genel olarak bu türden önermelerin mantıksal
biçimini ortaya koymaya çalışmaktır. (Rus- sell, 1905).
Mantık araçları
kullanılarak, biz buna benzer sıkıntı yaratan önermelerin biçimini ifade
edebilirdik.
Bir Fransa Kralı vardtr ve birden daha fazla
Fransa Kralı yoktur ve Fransa Kralı olan herhangi bir şey yoktur ve kel
değildir.
Eğer hiçbir Fransa
Kralı yoksa ilk ifade kesin olarak yanlıştır. Çünkü eğer bitişik cümlelerin
herhangi biri yanlış ise bağlaç ile oluşturulmuş herhangi bileşik önerme
yanlıştır, böylece tüm önerme yanlıştır.
Russell bu
çözümlemeye güçlü bir felsefi bir dönüş noktası vermiştir. Dünya ile temas
halinde olan bir kişinin temel yolunun basit ve doğrudan duyarlı deneyimler
aracılığıyla olduğunu söylemiştir. Bu durumda kavranmış olan şey,
"bu" ya da "şu" gibi "mantıksal olarak uygun bir
isim" ile elde edilebilir. Bunlar bizim söz konusu varlığın niteliklerinin
herhangi birisini bağımsız olarak tanımlamamız ile elde edilmiştir. Bunları
başka bir şekilde belirtmek, uygun isimleri içerecek şekilde, bir ya da başka
bir betimleme içinde olur.
İsimlerin
dilbilgisi hakkında bu önemsiz görünen konudaki derin nokta, sıradan türlerin,
isimlerin ve belirli betimlemelerin ifade edilmesinin yanlış olabilirliği
üzerinde temasta bulunmasıdır. Ancak Russell itiraz kabul etmez bir şekilde
var olan mantıksal olarak uygun bir isimden herhangi bir şeyin elde
edilemeyeceğini düşünmüştür. "Bu vardır" gibi bir ifade yalnızca
ağdalı değil, aynı zamanda içi boş bir ifadedir.
Russell, mantıksal
biçimler olarak tüm kavrayışların içsel yapılarını ortaya koyma programı için
çok hırslJ planlara sahip olmuştur. Onun en büyük projesi, mantık kavramlarıyla
ve biçimcilik içinde, matematiğin tümüne karşılık verilebil- mesidir. A. N.
Whitehead ile birlikte yürüttüğü bu çalışma Matematik İlkeleri (Principia
Mathematica, 1 910-13) adıyla yayınlanmıştır.
Bu idealar ve
istekler varlıklarını sürdürmekten ne kadar uzaktır? Sanırım mantığın
matematiğe indirgenmesi projesi genel olarak bir başarısızlık şeklinde
düşünülebilir. Bu girişimlerden doğan çok derin paradoksal sonuçlar vardır. Bu
yalnızca Russell tarafından değil, aynı zamanda örneğin Da- vid Hilbert ( 1
899) gibi başka mantıkçı ve matematikçiler tarafından ortaya konan çalışmalar
için de geçerlidir. Tüm felsefi sorunların mantık kullanılarak çözülmesine
ilişkin daha büyük bir proje daha fazla ateş altında bulunmak anlamına
gelecektir. Özellikle Wittgenstein çok farklı bir analiz türü geliştirmiştir.
Burada dilin çokkatlı biçimleri, biçimsel olmayan bir şekilde felsefi sorunlar
üzerine bilmecelerden kaçmanın bir yöntemi olarak gösterilmiştir
(Wittgenstein, 1 953). Son yüzyılın ellili ve altmışlı yıllarında Oxford'da
filizlenen felsefe okulu da mantığın daha kesin biçimleri ile açıklayıcı
çözümleme yöntemlerine dayanmakta idi (Hacker, 1996).
Evren
bilgisine nasıl sahip olacağımıza yönelik en akla uygun değerlendirme olarak
ılımlı bir gelenekçilik düşüncesi etkili olmuş gözükmektedir. Felsefecilerin
görevi olguculuk ve görecelilik arasında bir denge oluşturmak olmuştur. Kant'ın
çözümlemesi derin ve keskin bir yapıya sahip olmasına karşın, deneyimin tüm
yapısının bir insan ürünü olduğu kesindir. Deneyimlerimizi anlamlı kılabilecek
çok sayıda öy- kü-çizgisi bulunmasına ve bizim onlar arasında hüküm veremeyecek
olmamıza karşın, onların herhangi birisi daha fazla ikna edici değildir.
Whewell'in doğru hakkında söyledikleri bana tutarlı görünüyor. Algılama ve
kavram, gözlem ve ku Felsefenin Bin Yrlr
ram arasında
etkilerin gelişen bir döngüsü vardır. Belki de üçüncü binyılda onun sağduyulu
uzlaşmasına yeniden hayat verebiliriz. 10
Zihin
ve Dünya Birliği:
İdealizm, Fenomenalizm,
Fenomenoloji
Felsefe genellikle
tehlikeli olan bir uğraş olarak bilinmez. Çok az filozof şiddet dolu bir ölüm
ile karşılaşmıştır. Moritz Schlick 1936 yılında öğrencisi tarafından
"tüfekle vurularak11 öldürülmüştür. Bu trajik olay, bu kişiyi filozof yapan
bir olgu değildir. Diğer taraftan, felsefi kuramlar suikast- çinin silahından
çıkan kurşunlar için bir koruma olarak hizmet göremez. Bu düşünce 1 5 Nisan
19441te Floransa1da meydana gelen felsefe ve gerçeklik arasındaki meraklı bir
karşılaşmaya bizim zihinlerimizi çevirebilir.
Giovanni Gentile,
Benedetto Croce ile birlikte iş savaş yıllarının en usta İtalyan filozoflardır.
O, Mussolini yönetimi altında öne çıkmıştır. Gentile o dönemde İtalya'da ortaya
çıkan faşist devlet için bir felsefi temel oluşturma çalışması içinde
olmuştur. O, eğitim Bakanı olmuştur. Ancak bu öyküdeki ana nokta onun genel
felsefesinden çıkarılır.
O, Hegel ya da
Bradley1den daha fazla olarak idealizmin daha uç bir biçimi üzerinde
çalışmıştır. Onun konumu aşağıdaki gibi özetlenebilir: "Tüm öznel
bilinçlere bağlı olan düşünme edimi sıradan gerçekliğin tüm dünyasının yaratımı
ile arı edime dönüşür.11 Düşünce ve nesne bir ve aynıdır. Bu bir tekbencilik
örneğidir. Bu öznel idealizmin en uç noktasıdır. Dünya ve dünyanın özne
deneyimi uyum içindedir.
Burada bir paradoks
vardır. Gentile bu tarihte bir partizanlar çetesinin eliyle Floransa'da
ölmüştür. Onlar Salo'- nun kukla faşist cumhuriyetini desteklemesi nedeniyle
ona kızgınlık duyuyorlardı. O, dar bir yolda hiçbir şeyden kuşkulanmadan
yürürken kafasının arkasına sıkılan kurşunla öldürülmüştü. Giovanni
Gentile'nin solipsistik dünyası içinde suikastçının kurşununa gerçekliği veren
hangi "arı edim" idi? (Bakınız Divine, 1975: 205). Ya da partizan
suikastçının "dünyası" içinde suikasta kurban gitmesi gerektiğini,
fakat basit bir şekilde kendisininkinin yok olduğunu mu söylemeliyiz?
Kant'ın felsefesi,
felsefe tarihi içinde iki farklı ardışık gelişmenin kaynakları arasında bulunmaktadır.
Duyumların akışından meydana gelen dünyanın sentezi içinde a priori kuralların
rolü üzerine baskı yaparak gelenekçiliğin kaynakları arasında yer almalıdır.
Ancak bazı filozoflar hissedilemeyen, yalnızca olduğu varsayılan bölgede
duyuların kaynakları boştur ve onlar olmaksızın olamayacak bir felsefe
bedelsiz bir eklemedir. Böylece Kant'ın yapısalcı felsefesi idealizm için büyük
bir kaynak vermiştir. Onun tezi dünyanın, zihin ile aynı doğadan oluşmasıdır.
Zihnin sentetik etkinliği içinde bi- linçliliğin içeriği ve deneye dayalı
dünyanın çıkış noktası hak- kındaki Kant'çı değerlendirme bireylere özgüdür.
Biz ortak bir dünyada yaşarız çünkü biz yargı biçimlerini ve bununla uyumlu
olan kategori, kavram ve tasarılar sistemini paylaşırız.
Buradan kısa bir
adım atarak bizim algıladığımız dünyaya ulaşmak insan zihninin bir
yaratımıdır. Bu şaşırtıcı iddia iki biçimde olmuştur. Bunlardan biri Kant
felsefesinden, diğeri ise Locke ve Berkeley'in görgücülüğünden gelmiştir. Du-
yumsalcıhk (Sensationalizm) ya da olaycılık (phenomela- nizm) insan varlığının
yalnızca idealardan haberdar olabileceğine dair Locke'a ait ilke üzerinde
temellenmiştir. Bizim algılar olarak deneyimini yaşadığımız şey, duyuların
demetleri olmalıdır, onlar bu duyulara neden olduğunu düşündüğümüz nesnelerin
birlikte varolan özellikleri değildir. İdealizm, deneyim biçimlerinin zihnin
sentezleme gücü tarafından zorla kabul ettirildiği Kantçı ilke üzerine
temellendirilmiştir. Algılanan dünya ve onu şekillendiren zihin aynı karaktere
sahiptir.
İlk duyuşta,
dünyanın zihin ile bağımlı olduğunun ortaya konulması ilginç görünebilir.
Dünya ve zihnin aynı özsel karakterlerden geldiğini söyleyen usta filozofların
olması daha da ilginç gelebilir. Madde ve düşünce olabilecek herhangi bir
şeyden daha farklı görünür. Dünyanın maddesel olduğu ve bizim algılamalarımız
ve onun bilgilerinin zihinsel olduğu kesindir. Ancak ne olursa olsun, karşıt
düşünce on dokuzuncu yüzyılda yaygın olarak benimsenmiştir. Biz şimdi on sekizinci
yüzyılın başlarında İngiltere'de son anlarını yaşamış olan idealizm
düşüncesini izlemeyi sürdürelim.
Kant felsefesi
zihne öncelik verilmesi üzerine güçlü bir öneride bulunmaktadır. ]. G. Fichte
(1762-1814) ve F. W. J. Schelling (1775-1854) insan yaşamının ahlaki ve
kavramsal görünümlerinin bir etki-tepki ilişkisine indirgene- meyeceğine olan
bir inanç temeli üzerine felsefi bir evrenbilim geliştirmişlerdir. Kant'a
göre, bunlar, duyular üzerine uygulamada bulunan zihnin sentez yapma gücünün
ürünleridir. Duyular, bilincin görünümleridir. Bizim maddesel nesne olarak ele
aldığımız şey, başka biri tarafından deneyimlenmiş olarak, yalnızca insan
duyumsanabilirliğine olan ilişkilerin erdemi ile var olabilir. Diğer taraftan,
zihnin onu sürdürmek için ilişkilere gereksinimi yoktur. Bir duyu içinde, o
mutlaktır. İdea şunun gibi bir şeydir: bir duyum, bir zihin ile ilişki içinde
var olmalıdır, çünkü o bir deneyimden başka bir şey değildir. Zihin var olmak
için hiçbir belirli deneyime gereksinim duymaz. O, herhangi bir şey ile
ilişkide değildir. Bunu başka bir şekilde anlatmak gerekirse: gerçekten gerçek
olan şey koşulsuz olmalıdır. O, herhangi bir başka şeye bağlı olamaz. Bunun
böyle olması durumunda nihai gerçekliğe sahip olacaktır. Fichte ve Schelling'e
göre, bireysel insan zihni koşulsuz bağımsızlığın bu karakterine sahip
olmuştur. Hegel, temel idealist ilkeleri genelleştirerek bunu bir adım daha
ileriye taşıdı. O, tamamen koşulsuz, zihin-benzeri bir varlığın, Geist ya da
Tin, olması gerektiğini düşünüyordu. Geist, kabaca tüm insan ırkının
bilinçliliğidir. Eğer isterseniz, onun gerçekten gerçek olan şey olduğunu
söyleyebilirsiniz.
Hegel
ve Mantığın Tarihsel Gerçekleştirilmesi
G. F. W. Hegel'iıı
on dokuzuncu yüzyıl Alman düşüncesine olan etkisi büyüktür. Pek çok açıdan bu
etki, Marx'ın sisteminin yapısındaki rolü aracılığı ile, hala devam etmektedir.
Hegel 1 770 yılında Stuttgart'ta doğmuştur. O, eğitimine Tübingen dinbilim
fakültesinde başladı. İlk üniversite görevi Privatdozent olarak Jena idi. Bu,
Alman akademik sisteminde sıradan bir "başlangıç-seviyesi" görevi
idi. Bu unvana sahip kişi, öğrencilerin derslere katılmak için ödedikleri paralar
ile geçimlerini sağlardı. Napo!yon savaşları onun kariyerine ara verdirdi ve
yaklaşık on yıl boyunca hayatını bir okul yöneticisi olarak kazandı. 1 816
yılında Heidelberg'e profe- olarak ele aldığımız şey, başka biri tarafından
deneyimlenmiş olarak, yalnızca insan duyumsanabilirliğine olan ilişkilerin erdemi
ile var olabilir. Diğer taraftan, zihnin onu sürdürmek için ilişkilere
gereksinimi yoktur. Bir duyu içinde, o mutlaktır. İdea şunun gibi bir şeydir:
bir duyum, bir zihin ile ilişki içinde var olmalıdır, çünkü o bir deneyimden
başka bir şey değildir. Zihin var olmak için hiçbir belirli deneyime gereksinim
duymaz. O, herhangi bir şey ile ilişkide değildir. Bunu başka bir şekilde
anlatmak gerekirse: gerçekten gerçek olan şey koşulsuz olmalıdır. O, herhangi
bir başka şeye bağlı olamaz. Bunun böyle olması durumunda nihai gerçekliğe sahip
olacaktır. Fichte ve Schelling'e göre, bireysel insan zihni koşulsuz
bağımsızlığın bu karakterine sahip olmuştur. Hegel, temel idealist ilkeleri
genelleştirerek bunu bir adım daha ileriye taşıdı. O, tamamen koşulsuz,
zihin-benzeri bir varlığın, Geist ya da Tin, olması gerektiğini düşünüyordu.
Geist, kabaca tüm insan ırkının bilinçliliğidir. Eğer isterseniz, onun gerçekten
gerçek olan şey olduğunu söyleyebilirsiniz.
Hegel
ve Mantığm Tarihsel Gerçekleştirilmesi
G. F. W. Hegel'in
on dokuzuncu yüzyıl Alman düşüncesine olan etkisi büyüktür. Pek çok açıdan bu
etki, Marx'ın sisteminin yapısındaki rolü aracılığı ile, hala devam etmektedir.
Hegel 1 770 yılında Stuttgart'ta doğmuştur. O, eğitimine Tübingen dinbilim
fakültesinde başladı. İlk üniversite görevi Privatdozent olarak Jena idi. Bu,
Alman akademik sisteminde sıradan bir "başlangıç-seviyesi" görevi
idi. Bu unvana sahip kişi, öğrencilerin derslere katılmak için ödedikleri paralar
ile geçimlerini sağlardı. Napolyon savaşları onun kariyerine ara verdirdi ve
yaklaşık on yıl boyunca hayatını bir okul yöneticisi olarak kazandı. 1816
yılında Heidelberg'e profe- dir. O, diğeriyle ilintili değildir, fakat onun
diğeri için, ve bu gizli kimlik birliğin bir yeniden ortaya konulmasını zorunlu
kılacaktır."
Tin olarak dünya,
daha yüksek bir birlik içinde toplanacak olan ilerlemeci karşıtlıklar
aracılığı ile onun ilkel birliğinin bir kırıklığından meydana gelir. Bu
karşıtlıklar, karşıt görünen kutupların sentezi ile birbiri peşi sıra aşılır.
Bu Hegelci diyalektiktir. En temel karşıtlık bilinç, tüm daha yüksek organik
varlıkların bir niteliği ve kendi-bilinçlilik, bir bütün olarak insan
kapasitesi, arasındadır. Karşıtlık düşünülebilir olan ile düşünülemez olan
arasındadır. Bu karşıtlık tarih içinde kendi kendine bilinçli tek tür olan
insanlığın varlığının erdemi ile ortaya çıkar. İnsan ırkının tarihsel gelişimi
her bir ardışık karşıtlığın sentezi ile karşıtlıktan sonra karşıtlığın geçişi
aracılığı ile meydana gelir. Tarih, kendi kendine bilinçliliğin evrimi ile kırılmış
olan ilkel birlikten, insanoğlunun tam olarak gelişmiş zihninin daha yüksek bir
birliğine doğru hareket eder. Burada bilinçlilik ve kendi kendine bilinçlilik
sonuç olarak sentez- lenmiştir. Karşıtlıkların ilerlemeci dizisi arasında
cisimlendirilmiş olan insanın maddesel doğasının gerekirciliği ile olgunlaşmış
insan temsilcisi tarafından ortaya konmuş ussal seçim özgürlüğün arasındaki
karşıtlığın aşılması gerekmektedir.
İnsan ırkının
birlikten karşıtlığa ve tekrar birliğe gelişimi aynı zamanda Geist'ın ifadesi
olarak evrenin gelişimidir. Dünya Tini, tüm diğer zihinsel olanlar gibi,
cisimlendirilmiş olmalıdır. O, kendi maddesel alt tabakasını kendi insan ırkı içinde
bulur. Hegel bir panteist (kamutanrıcı) değildir. Tanrı, tüm maddesel evren
içinde cisimlendirilmiştir, fakat insanlığın organik varlığı içinde maddesel
olarak gerçekleştirilmiştir.
Hegel'in iddiaları
ile bilimin kurulu buluşları arasındaki çokça-övülen karşıtlık on dokuzuncu
yüzyılda Alman üniversitelerinin "politik" gelişiminde çok önemli
bir rol oynamış- dir. O, diğeriyle ilintili değildir, fakat onun diğeri için,
ve bu gizli kimlik birliğin bir yeniden ortaya konulmasını zorunlu
kılacaktır."
Tin olarak dünya,
daha yüksek bir birlik içinde toplanacak olan ilerlemeci karşıtlıklar aracılığı
ile onun ilkel birliğinin bir kırıklığından meydana gelir. Bu karşıtlıklar,
karşıt görünen kutupların sentezi ile birbiri peşi sıra aşılır. Bu Hegelci
diyalektiktir. En temel karşıtlık bilinç, tüm daha yüksek organik varlıkların
bir niteliği ve kendi-bilinçlilik, bir bütün olarak insan kapasitesi,
arasındadır. Karşıtlık düşünülebilir olan ile düşünlilemez olan arasındadır. Bu
karşıtlık tarih içinde kendi kendine bilinçli tek tür olan insanlığın
varlığının erdemi ile ortaya çıkar. İnsan ırkının tarihsel gelişimi her bir
ardışık karşıtlığın sentezi ile karşıtlıktan sonra karşıtlığın geçişi
aracılığı ile meydana gelir. Tarih, kendi kendine bilinçliliğin evrimi ile
kırılmış olan ilkel birlikten, insanoğlunun tam olarak gelişmiş zihninin daha
yüksek bir birliğine doğru hareket eder. Burada bilinçlilik ve kendi kendine
bilinçlilik sonuç olarak sentez- lenmiştir. Karşıtlıkların ilerlemeci dizisi
arasında cisimlendirilmiş olan insanın maddesel doğasının gerekirciliği ile
olgunlaşmış insan temsilcisi tarafından ortaya konmuş ussal seçim özgürlüğün
arasındaki karşıtlığın aşılması gerekmektedir.
İnsan ırkının
birlikten karşıtlığa ve tekrar birliğe gelişimi aynı zamanda Geist'ın ifadesi
olarak evrenin gelişimidir. Dünya Tini, tüm diğer zihinsel olanlar gibi,
cisimlendirilmiş olmalıdır. O, kendi maddesel alt tabakasını kendi insan ırkı içinde
bulur. Hegel bir panteist (kamutanrıcı) değildir. Tanrı, tüm maddesel evren
içinde cisimlendirilmiştir, fakat insanlığın organik varlığı içinde maddesel
olarak gerçekleştirilmiştir.
Hegel'in iddiaları
ile bilimin kurulu buluşları arasındaki çokça-övülen karşıtlık on dokuzuncu
yüzyılda Alman üniversitelerinin "politik" gelişiminde çok önemli
bir rol oynamış- nomluğu için bir bozulma olarak görecektir. Hegel'in kendi
sözleriyle ifade edersek, "Bu duyusal materyal görgücülük için verilen
bir şey olarak kalır, bu bir özgür olmayış öğretisidir. Özgürlük yalnızca bana
karşı olan kendimden başka hiçbir şey içermez (lnwood'dan alıntı, 1983: 67).
Benim başa çıkmak zorunda olduğum verilmiş olan dünya durumu nedeniyle, o benim
üzerimde bir sınırlamadır.
Sonucun şöyle
olduğu görünmektedir: dünya doğal bilimcilerin boş zamanlarında
keşfedebilecekleri sabit ve final varlık değildir. O, maddesel ve aynı zamanda
tinsel olan "bir şey"in bir gelişimidir. Geist düşüncedir, fakat onun
cisimlendirilmiş olması gerekmektedir. Bilimler yalnızca bu gelişimi açığa
çıkarmaya hizmet edebilirler. Bunun karşıtlıkların diyalektik bir sentezi ile
olması gerekmektedir. Onların ortaya çıkardığı dünya, kendi kendine bilinçli
olan insan ırkının kendisini gerçekleştirmesidir. Bu diyalektik ilerlemenin
süreci içinde, doğal bilimlerin gelişimi sağlanmış olacaktır. Onlar düşünce
zorunluluklarının ve karşıtlıklann sentezinin gelişimsel mantığının konusu
olacaklardır.
Alman idealizmi
kısmen, anlaşılmayacak dile düşmüş şekilde sunulduğu için heyecan yaratmıştır.
İngiltere'de gelişen idealizm versiyonunun ise göreceli olarak daha fazla açık
bir incinebilirliği ve erdemi vardır. İngiltere'de döneminin öncü idealist
yazarı F. H. Bradley'in (1846-1924) yazılarında birkaç temel konu vardır.
Bilgi yalnızca aşağıdaki koşullar sağlandığı zaman olanaklıdır.
1 . İlke olarak,
iki ilişki türü vardır. İçsel ilişkiler, ilintili oldukları varlıkların
oluşturucularıdır, ve dışsal ilişkiler ilintili oldukları bu nesnelerin
doğalarından bağımsızdırlar. İdealist- nomluğu için bir bozulma olarak
görecektir. Hegel'in kendi sözleriyle ifade edersek, "Bu duyusal materyal
görgücülük için verilen bir şey olarak kalır, bu bir özgür olmayış öğretisidir.
Özgürlük yalnızca bana karşı olan kendimden başka hiçbir şey içermez
(lnwood'dan alıntı, 1983: 67}. Benim başa çıkmak zorunda olduğum verilmiş olan
dünya durumu nedeniyle, o benim üzerimde bir sınırlamadır.
Sonucun şöyle
olduğu görünmektedir: dünya doğal bilimcilerin boş zamanlarında
keşfedebilecekleri sabit ve final varlık değildir. O, maddesel ve aynı zamanda
tinsel olan "bir şey"in bir gelişimidir. Geist düşüncedir, fakat onun
cisimlendirilmiş olması gerekmektedir. Bilimler yalnızca bu gelişimi açığa
çıkarmaya hizmet edebilirler. Bunun karşıtlıkların diyalektik bir sentezi ile
olması gerekmektedir. Onların ortaya çıkardığı dünya, kendi kendine bilinçli
olan insan ırkının kendisini gerçekleştirmesidir. Bu diyalektik ilerlemenin
süreci içinde, doğal bilimlerin gelişimi sağlanmış olacaktır. Onlar düşünce
zorunluluklarının ve karşıtlıkların sentezinin gelişimsel mantığının konusu
olacaklardır.
Alman idealizmi
kısmen, anlaşılmayacak dile düşmüş şekilde sunulduğu için heyecan yaratmıştır.
İngiltere'de gelişen idealizm versiyonunun ise göreceli olarak daha fazla açık
bir incinebilirliği ve erdemi vardır. İngiltere'de döneminin öncü
idealist yazarı F. H. Bradley'in ( 1846-1924} yazılarında birkaç temel konu
vardır. Bilgi yalnızca aşağıdaki koşullar sağlandığı zaman olanaklıdır.
1 . İlke olarak,
iki ilişki türü vardır. İçsel ilişkiler, ilintili ol- duklan varlıkların
oluşturucularıdır, ve dışsal ilişkiler ilintili oldukları bu nesnelerin
doğalarından bağımsızdırlar. İdealist-
Sonuncu ve en
önemli olarak Bradley dünyanın sıradan görünümünü kendi kendine varolan
maddesel şeylerin bağımsız bir bölgesi olarak göstermek için tamamen farklı bir
karakterin zihinleri ile kaqılaşmıştır. Bu kendi kendine çelişendir. Bunu 1.ve
3. maddelerin bağımsız tezi ile birleştirirsek, karşıtlıkların olmadığı bir
Mutlak olacaktır. Mutlak sıradan zihinlerin toplamıyla gerçekleştirilmiştir.
Bağımsız ürünler olan bireysel zihinlerden daha öte bir zihin yoktur. Dinsel
açıdan Mutlak olanın Tanrı olduğu düşünülmektedir. Biz ilerlemeci olarak
deneyimin bu tamamen uyumlu olasılığının bir kavranışını elde ederiz. Bu, insan
ırkı içinde Mutlak Zi- hin'in kendisini gerçekleştirmesidir. Bu, açık bir
şekilde insan türünün tarihi içinde kendisini gerçekleştiren evriminin He-
gelci ilkesinin bir gelişimidir.
Klasik Hint
felsefesinin temel ilkesinin bir yankısını bulmak bana hiç de uzak bir
olasılık olarak görünmüyor. Bu ilkeye göre bireysel kendi olan Atman ve evrensel
varlık zemini olan Brahman aynıdır. Ben Bradley'in doğu düşüncesinden haberdar
olup olmadığını bilmiyorum. Ancak sanırım o bu konuda hiçbir şey bilmiyordu.
İdealizmin nihai
yazgısı 1 930'1u yıllarda gözükmektedir. Cambridge filozofları Russell ve Moore
tarafından güçlü eleştirel saldırıların hedefi olmuştur. Bilimin ve bilimden esinlenen
felsefenin Viyana Dairesi olgucuları tarafından gelişimi ile ussal olmayan
noktalar ortaya çıkmıştır.
Bu bölümün konusu
kişisel, öznel deneyimin, insan bilgisinin gerçek konusu olduğu tezinin bir
açıklaması olarak sunulabilir. Filozofun görevi kişinin kendi bilinçliliğinin
bir mahkumu olarak öngörü ışığında ortak bir insan yaşamının çerçevesi içinde
bulunan düşünceleri saptamak ve incelemektir. Fenomenalizm Locke'un idealar
kuramı ve Berkeley tarafından geliştirilen eleştirel kuram ile ortaya konmuş
olan bir bakış açısının adıdır.
Fenomenalizm
bakış açısından bakıldığında, filozofun görevi en birincil duyu birimlerini
algıladığımız bölgelerin çözümlemesini yapmaktır. Bu bize, algılamanın
nesneleri içine bu birimlerin düzenlenmesinde gelişen ilkeleri tanıma olanağı
sağlayacaktır. Bu, açık bir şekilde Kantçı bakış açısı eğilimine sahiptir.
Duyuların akışı görgücü ve bir insan bireyinin öznel deneyimi kurallarına göre
sentezlenmiştir. Maddesel nesneler bizim algılamalarımızın nedenleri olarak
görünmezler. Onlar birincil duyuların yapıları olarak ele alınırlar. .
Fenomenaloji aynı
soruyla, yani dünyanın yaratımında bizim yaşadığımız deneyimin ne olduğu sorunuyla
uğraşmaktadır. Fenomenolojistler nesnelliğin işaretleri, zamanın geçişi, vb.
araçlarla bir teknik geliştirmeye çalışmışlardır.
Fenomenalizm ilk
olarak birincil birimlere bakar ve yalnızca daha sonra düzenin ilkelerine
bakar. Fenomenoloji ilk olarak belli bir şekilde varolan nesnelerin, olayların
ve benzerlerinin işaretlerine bakar ve birincil duyumları bir tür kalan şey
olarak bırakır. Fenomenalizm'in en etkin modern versiyonu "duyu başlangıç
noktası" kuramıdır.
Filozofların
sürekli olarak kafa yordukları bilmeceler arasında bizden bağımsız olarak
varolan bir dünya hakkında herhangi bir şeyi nasıl bilebileceğimiz vardır.
Bertrand Rus- sell, kendi felsefi gelişiminin erken döneminde, "duyu başlangıç
noktası" kavramının öneminin keskin bir savunuculuğunu yapmıştır.
Bertrand Russell
1872 yılında Monmouthshire'de doğmuştur. Büyükannesi tarafından kuralcı bir
ortamda yetiştirilmiştir. Resmi eğitimine Cambridge, Trinity Kolej'de
başlamıştır. Yetişme döneminden itibaren ilgi alanları matematik ve felsefe
olmuştur. Bu, onun katı bir şekilde disiplinli oluşunun nedenini
açıklamaktadır. Cambridge'de A. N. W- hitehead ile birlikte büyük çalışması
olan Matematik İlkeleri (Principa Mathematica) kitabına başlamıştır. Bunu
felsefe sorunlarını ele alan çok sayıda bağlantılı kitap izleyecektir. O
matematik mantığının ışığında felsefi alandaki en zor konuları incelemektedir.
O, ahlaki duruşu ile uzlaşmaz olduğu için birinci Dünya Savaşı'na karşı
çıkmıştır. Yaşamının geri kalanını şu ya da bu radikal nedene adamıştır. O
özgür ifade ilkesine dayalı bir okul kurma düşüncesiyle eğitim alanına yoğunlaşmıştır.
Daha sonra nükleer silahlara karşıt olarak öncü bir kişilik olmuştur. Onun özel
yaşantısı ise evlilik sorunları ve finanssal sıkıntılar içinde geçmiştir. O,
1970 yılında öP müştür. Onun bir dönemler yükselmiş olan ünü son yıllarda
azalmıştır. Bunun nedeni kısmen felsefe sorunlarına çözüm bulma konusunda
mantığın gücünü kullanma konusunda iyimser bir inanç içinde olmasıdır.
Russell iki biliş
türü ayırmıştır. Bunlar, bilme ve betimlemedir. Duyu başlangıç tarihi,
bilinçliliğin birincil içerikleri, bilme ile bitiştir. Kişi deneyim duyusunu
yaşarken herhangi bir kuşku içinde olamaz. Kişi sonbaharda açan isfendan ağacı
yaprağı görmemiş olabilir, fakat kuşku duyulmaz bir şekilde görsel alanı içinde
kırmızı bir parçanın deneyimini yaşamıştır. Bu aynı zamanda betimleme ile
biliştir. Varolmanın duyu başlangıç noktasının neden olduğu maddesel şeylerin
bilgisi sonuçsaldır. Biz nesneleri ve diğer insanları betimleyebiliriz fakat
biz onları doğrudan doğruya "bilemeyiz".
Benim öğretimi mantıksal atomculuk diye adlandtr-
mamm nedeni çözümlemede geride kalan şey olarak fiziksel atom değil, mantlksal
atom/arm olması- m istememdir. Onlarm ban/an benim renk ya da seslerin küçük
parçacık/arı olarak böyle şeyleri "tikeller" olarak adlandıracağım.
Onlarm baztları ise "tümeller" olarak adlandırılacaktır. (Russell,
1975: 179).
Birincil duyu
başlangıç tarihi nesnelerin ve insanların temsilini nasıl biçimlendirmişlerdir.
Russell, maddesel nesnelerin duyu başlangıç noktalarından meydana gelmiş
mantıksal yapılar olduklarını söylemektedir. Russell'in bu doğurgan ifade ile
söylemek istediği tam olarak nedir?
Piccadif/y'nin mantıksa/ durumu [maddesel varlıkların
sımflarının bir dizisi olarak] .•. diziler ve sınıflar, mantıksal kurguların
doğasıdtr ...[bu] Picca- dily 'nin [mantıksal] bir kurgu içinde çözümleyecektir.
(Russell, 1975: 191).
İdea gerçekten çok
basittir. Maddesel nesneler, daha birincil varlıkların, örneğin duyu başlangıç
noktasının sınıflarından yapılmıştır. Çünkü, Russell'e göre, sınıflar
mantıksal kurgulardır, böylece maddesel nesneler olmalıdır. Neden o bir sınıfın
mantıksal bir kurgu olduğunu düşünmüştür. Bu, bizi tümellerin durumunun
tartışmasına geri götürecektir. Bir sınıf, bizim tarafımızdan birlikte ele
alınan bir varlıklar grubudur. Bireylerin daha yüksek durumunda varolan hiçbir
"sınıf" yoktur. Sınıflar faydalı kurgular olarak ifade edilmektedir.
Husserl'in
Analitik Teknikleri
Bir bilgi kaynağı
olarak algı düşüncelerini incelemenin bir başka yolu ise Edmund Husserl'in (
1859-1938) çalışmalarım incelemektir. O, günümüze kadar etkisi devam eden bir
felsefe yapma yolu bulmuştur. Bu fenomeno/ojidir. Husserl gençlik heyecanını bir
psikoloji mantığının indirgemesi için terk etmiştir. Onun programı Kantçı
sentez kuramının bir tür "deneysel" çalışması olarak düşünülebilir.
Hus- serl, bizim özsel olarak özel bilinçli deneyimimiz incelenerek, bize
sunulmuş olan maddesel dünyanın ve diğer insanların her yerde var olduğu bir a
priori mantıksal ilkesinin çıkarılmasının olanaklı olması gerektiğini
düşünmüştür.
İdea basittir,
fakat bunun gerçekleştirilmesi zor ve sorunludur. Bilinç durumlarının çeşitli
niteliklerinin gün yüzüne çıkarılabilmesi için bizim için bilinir olan maddesel
nesneler, insanlar ve diğer dünya görünümlerinin ayırt edilmesi gerekmektedir.
Bu oluşum duyuları ekstrakişisel gerçeklik için ayrı bir noktada bırakacaktır.
Biz okullarda,
konularla ve eğilimlerle ilgili olduğumuz için, ben Husserl'in entelektüel
gelişimini izlemeyeceğim, bunun yerine onun düşüncesinin en etkin görünümüne,
aşkın fenomenolojiye doğrudan ilerleyeceğim. Bunu açıklarken bazı terminolojik
yeniliklerin de akılda tutulması gerekmektedir. Ben, Husserl'in felsefesinin
ancak bu terminoloji ile açık ve anlaşılır bir hale geleceğini düşünüyorum.
Husserl'in kendini
adadığı sorun basit olarak şöyledir: bilinçli deneyim her şekilde kendisinin
ötesini işaret eder. Bi- linçlilik içinde, ona aşkın olan şey ile ilintili
olarak içkin (her yerde mevcut olan şey) nasıldır? "Kavrayış nasıl
kendisinin ötesine ulaşabilir? Bilincin kendi sınırları içinde bulunmayan bir
varlığa nasıl ulaşılabilir?" (Huserl, 1964: 3)
Tüm görünümler içindeki kavrayış psişik bir edimdir
. • • o biz özneyi kavrammm kavrayışıdır. Kavranmış nesne kavrayışa karşı
koyar . . . Bilgi nasıl kendisini aşabilir ve kendi nesnesine ulaşabilir? ...
üstelik algılama basit olarak benim zihinsel bir edimim iken. (Husserl,
1950 [ 1950]: 15).
Bu soru göründüğünden
daha karmaşıktır. Bilinç deneyimi için aşkın olan maddesel nesneler yalnızca
bu tür şeyler değildir, Husserl bu tümellerin de böyle olduğunu düşünmüştür.
Tümeller, belli türden bir varlık olarak şu ya da bu şeyi tanımak için insan
kapasitesinin temeli oldukları için tüm düşünceler içinde var olarak kabul
edilmektedir. Tümeller "kırmızılık" gibi soyut isimler ile ifade
edilerek, benzer şeylerin bir grubunun her bir üyesini tanımlamak için aynı
sözcük olan "kırmızı" kullanılarak dilbilgisel bir uygulama sağlanır.
Husserl için en fazla sıkıntı yaratan konu kendinin konumudur. O, bilinçlilik
içinde içkin midir yoksa onun için aşkın mıdır?
Husserl, deneyime
yönelik zihnin doğal tutumunun karşıtı olarak, analitik gözlem deneyiminin
öznelerinin felsefi tutumunu ortaya koyar. Felsefi tutum, doğal tutumun tipik
yapısından farklı bir tavır gerektirmektedir. Husserl, bu özel tavrı ifade
etmek için bir roman terminolojisine gereksinim olduğunu düşünür. Konuyu
kavramak için gerekli olan ilk terimler noetik, noematik ve doxetik'tir.
Zihin içeriğinin
noetik araştırması bilinç biçimlerinin deneysel olarak sunulmasıdır. Biz bir
ağacı, parkta bir nesne olarak, bir ağaç şeklinde görürüz. Onun bir ağaç
olduğunu bilmemiz olgusunu "destekleyerek", parkta bir şey olarak bir
ağacın nesnelliğinin bilinçlilik içinde nasıl olduğunu ayırt edebiliriz. Bir
noematik araştırma nesnelliklerin kendilerinin çalışmasıdır. Onların düşünme
içinde yeniden sunumudur. Bir ağacı deneyimlemek ve deneyimlenmiş bir ağaç
üzerinde düşünmek iki farklı edimdir. Birinde odaklanma ağaç üzerinedir,
diğerinde deneyimlenmiş olan ağaç üzerinedir. Bu edimlerin içerikleri
farklıdır. Bu örnek hiyerarşik olmalıdır çünkü biz açık bir şekilde, ağacı
görme deneyimi üzerinde düşünmenin deneyimi üzerinde düşünerek bu oluşumu
sürdürebiliriz.
Herhangi bir böyle
hiyerarşinin çözümlenmemiş zemini olarak hizmet eden şey doxetik'tir. Parkta
bir şey olarak sunulmuş olan bir ağacın deneyimi hakkında düşündüğümüz zaman,
ve deneyim ile buna destek olduğumuz zaman, biz biçim, renk, vb. en basit
duyular ile bırakılmışızdır. Bir yönde ilerleyerek noematik seviyeye, diğer
yönde ilerleyerek ise doxetik seviyeye ulaşırız.
"Varlığın
Varlığını" Keşfetmek
Her ne kadar
Husserl'in fenomenolojisini kavramak zor ise de, onu izlemenin olanaksızlığı
kanıtlanmamıştır. Yirminci yüzyıl felsefe tarihi içinde, Husserl'in hem kendi
ülkesinde hem de diğer ülkelerdeki akademik filozoflar üzerindeki etkisi çok
büyüktür.
Onun öğrencileri
arasında en tanınmış olanı hiç kuşkusuz Martin Heidegger'dir. Onun çalışması 1
930'1u yıllarda bilinmekteydi. Husserl'in projesini genelleştirmek için yoğun
çalışmalarda bulunmuştur. Her deneyim içinde olması gereken kavram nedir?
Varlık. Biz onu nasıl karakterize edebiliriz? Bir nihai açıklayıcı olması
gerektiği için onu başka bir herhangi şeyin terimlerinde açıklayamayız.
Heidegger çağımızın
çok tanınan filozofları arasında bulunmaktadır. Bu nedenle biz onun yazılarında
bulunan mesajların en azından ne olduğunun ana hatlarını çizmeliyiz. Bu konuda
ben Steiner'in ( 1 978) Heidegger'in yazıları üzerine yaptığı mükemmel
yorumlamasına çok şey borçluyum. Onun sayesinde çok geniş ve zor bir yazı
yapısına sahip olan Heidegger'in çalışmaları daha anlaşılır olmuştur.
Heidegger'in düşüncesini
meydana getirdiği görünen iki temel düşünce bulunmaktadır. Birincisi basit
olarak Var- lık'ın felsefi araştırmanın konusu olduğudur. İkinci temel düşünce
bir şeyi felsefi açıdan incelemenin her şeyden önce etimolojik bir girişim
olduğudur. Bizim sahip olduğumuz kavramsal araçlar kendi tarihçelerinin erdemi
ile vardırlar. Felsefe yapmak için kullanılan dilbilimsel araçların tarihi,
kökleri Antik Yunan'a dayanan bir dile sahiptir.
Felsefe yapmanın
kök sorunu Varlık'ın bir değerlendirmesini yapmaktır. Bu genel bir
değerlendirme olmalıdır. Heidegger'in ifade ettiği gibi, "tüm varlıklar
[çok sayıda varlık arasında sıradan varlık olarak} varlık içinde [genel olarak
varlık] bulunmaktadır."
İçerik
ne kadar uzağa giderse, fenomenofoji rar/:C- farın varlığının
bilimidir—varlıkbilim. Varlıkbilinlin görevlerinin açıklanmasında zorunluluk,
omolojik olarak Da-sein 1 olarak ortaya konur. Bizim var/ıl(bi- limimiz genel
olarak varlık sorunu ile karşılaşmak zorunda kalmaktadır. (Heidegger, 1953 [ 1996]: 33).
Değerlendirme ne
olursa olsun biz onu dil ıle ifade ederiz. Betimlemek için kullanılabilecek
tek araç d:Uir.
"Var olan her
şeyin karakteri nedir ve o hiçbir şeyden nasıl ayrılabilir?" Heidegger'in
üzerinde uğraştığı genel bir sorundur. Eğer bu sorun ise, neden onun
formülleştirilmesi böylesine basit görünmektedir? Eğer evrenbilimsel fizik bir
yanıt vermenin yolu değilse, olası yanıt nasıl olabilir?
Heidegger projesini
reductio absurdum, saçmalığa indirgemekten çok bir tür kültürel patoloji
belirtisi olarak ele almış görünür. Onun modern dünyanın hastalığına teşhisi,
tarih süreci içinde yanlış ilerlemiş gözüken bir şeydir. Biz "unutulmuş
Varlık"a sahibizdir. Bu nereden gelmektedir?
Heidegger, bu
"unutmayı" anlayabilmek için ve modern entelektüel dünyanın çürümesinin
kaynağı üzerine parmak basmak için Da-sein terimini kullanmıştır. Bu, kabaca
"orada olmak" anlamındadır. "Orada" kelimesiyle dünya
kastedilmektedir. Biz "dünyaya fırlatılmışızdır. " Bununla zaten var
olan ve dilbilimsel olarak düzenlenmiş olan bir gerçekliğin içine atıldığımızı
anlatmak istemektedir. Burada bizim gibi başka varlıklar da vardır. Herkes
tarihin bir ürünüdür. Diğer insanların varlığı, her biri tarihsel bir ürün
olarak, önceden yayılmamış dünyaya fırlatılmış, unutulmuş Varlık'ın olasılığını
açmıştır.
Da--sein
ilk örnekte kendi varlığı için güvenilir bir potansiyellik olarak, kendisinden
aynlmışttr. O, "dünya"ya düşmüştür. "Dünya "nm içine
"düşmek" bir-diğeri-ile-varlık içinde özümsenmek anlamına gelir.
Da-sein de onun varlığı içinde kaybolmuştur. (Heidegger, Steiner'den
alıntı, 1978: 94).
Ve burada benim ve
Heidegger'in düşüncelerini önemseyen tanıdığım kişiler için çok çekici gözüken
Heideg- ger'in düşüncesinin bir bölgesine giriyoruz. Ona göre, teknoloji kendi
içinde bir son olarak, sanıkların birisi olarak, çeşitli nihilizm türlerinden
biridir. Bu işaret büyük bir ölçekte uygarlığın bir çöküşüdür. Ancak yukandaki
alıntı daha sıradan bir şeyi önerecek gibi gözükmektedir. Heidegger'in zihninde
ayrıca sıradan akış ve gündelik yaşamın gidişi de bulunmaktadır. Sıradan bir
döngü yaşamak insanlığın doğru odaklanması için bir ümitsizliktir.
Uygarlığın kalbi
iyileştirilebilir mi? Heidegger, Platon ve Aristo' dan önceki erken dönem
felsefe biçimlerine bir geri dönüşü önermektedir. Biz ayıraca şiir gibi sanat
ürünlerinin üzerindeki teknolojik uygarlık ürünlerini kaldırmalıyız. Bu
tavsiye kolaylıkla aydınlanma ruhundan ve modern psikoloji tarihinden bir
ayrılış olarak görülebilir. Heidegger, bilimin varlığının hem felsefi düşüncenin
ilkel konularına hem de bu düşünce modeline baskı yapan bir öykü-çizgisi
izlemiş olduğunu düşünür. On yedinci yüzyıldan başlayarak bizim uygarlığımızın
ruhu üzerinde baskı kuran neden, bilime olan hayranlık olmuştur.
Heidegger'in
projesinin fenomenolojik görünümü bize sunulmuş olan nesnelerin varlığının
nasıl yakından incelenebileceğidir. O başlangıç noktasını Husserl'in
fenomenolojisin- den almıştır. Onun düşüncesini destekleme teknikleri varlığın
çeşitli birimlerini ayırt etmek için niteliği dışarıda tutan özenli analizler
izlemektir. Varlığın çeşitli biçimleri ayırt edilerek genel olarak varlığın
karakteri, Varlık belki ayırt edilebilir.
Heidegger'in
yazılarında Varlık ile ilgili soruna yanıt aranırken başka öğeler de görülürr.
Değersiz olmayan çok sayıda gözlem ve öngörü bulunmaktadır. Örnek olarak, onun
dilin tarihsel karakteri üzerine yaptığı vurgu günümüz dilbilimlerinde
yankıları bulunan bir yapıya sahiptir. Onun Aydınlanmaya karşı olan
güvensizliği bazı postmodernizm düşüncelerinin bir özelliğidir. Teknolojiden
hoşlanmaması çevrebilimcilerinin yazılarının bazılarının önemli bir konusudur.
Dünyanın kendisini
bilinçli insana sunmasının en açık yolu bu bilinçliliğin öznel içeriğinde
bulunmaktadır. Deneyimin kaynağı olarak bulunan bir maddesel dünya en iyi
şekilde bir düşüncedir. Belki de zihinsel olan, var olan tüm şeydir. Biz bunu
Hegelci kozmik görünüm içinde büyük bir ölçekte ele alabiliriz. Ya da biz
bilinçliliğin içeriğinin ayrıntılarının çözümlenmesinde onu en ince noktasına
kadar ele alabiliriz. Biz duyu başlangıç noktası hakkında öngörülerle mi başlamalıyız
yoksa nesneleri ve olayları mantıksal ilkerer içinde kaynaştırmayı mı
denemeliyiz? Ya da Husserl'in anlaşılması zor bilinçliliğinin içeriğinin
çözümlenmesinden mi başlamalıyız.
Günün sonunda büyük
bir kozmik vizyon olarak idealizm taraftarı olduğunu söyleyen çok fazla kişi
yoktur. Ve en azından, bizim inanç sistemlerimizi tamamlayabilecek yollar için
sınırlar vardır. Engeler bizim zihin durumlarımızdan başka bir şeyden meydana
çıkıyor gözükmektedir. İster olgucu isterse realist olalım, kabul etmeliyiz ki
Zihin ve Dünya birbirinden bağımsızdır. Ayrıca sahip olduğumuz algılama sistemlerinin
türleri ile kısmen belirlenmiş olan dünyaya ilişkin olarak gelenekçilerin
görüşlerinin bazılarını da kabul etmeliyiz. Bizim fenomenleri betimlemek,
açıklamak ve sınıflandırmak için geliştirdiğimiz kavram türleri,
etkinliklerimiz tarafından ortaya konulmaktadır.
NOTLAR
1 Heidegger bu
sözcüğü etkin bir yapıya kavram oluşturmak için vermiştir.
BÖLÜM
iV
BATIDA
FELSEFE
Çağdaş Felsefe
11
İNSANLAR
VE ONLARIN
İLİŞKİLERİ 1 1
161 7 yılının soğuk
bir kış gününde Rene Descartes adlı bir Fransız askeri mühendis Hollanda'da
Bavyera ordusu için çalışıyordu. Sıcak ve davet edici bir sobası olan sığınacak
bir yer bulmuştu. Derin derin düşünceye dalmışken, odanın dışında olan şey
hakkında kişi nasıl emin olabilir diye düşünmeye başladı. Gerçekten de
kendisinin etrafında bir oda olduğundan bile ya da bir bedene sahip olduğundan
bile emin olamayacağı düşüncesiyle sarsıldı. Onun emin olabildiği tek şey, rüya
gördüğü zaman bile, bir şeyler düşünüyor olmasıydı. O, her şeyden öte, düşünen
bir varlıktı.
Felsefi düşünceye
sevk eden en derin kaynak, insan doğasının bilmecesi olmalıydı. Biz nasıl bir
varlık türüyüz? Hayvanlardan daha yüksek, fakat meleklerden daha düşük mü?
Organik evrimin uzun itme gücünün zirve noktası mı? Bilgi-sahibi mekanizmalar
mı? Filozotıar, bu sorulara yanıt vermeye çalışırken, yaşamın insan biçimine ilişkin,
özellikle onun pratik, ahlaki ve toplumsal görünümlerine ilişkin öngörülerin
bazılarını gün ışığına çıkarmışlardır. Bizim cisimlendirdiğimiz ve böylece
maddesel dünyaya katılmamız, sahip olduğumuz kapasite ve niteliklere
tamamlayıcı bir olgu olarak görülmektedir.
Bir kişinin
kavramını betimlerken önceliğimiz nedir? Biz, bireysel insanları, örneğin bir
polis hattı önündeki insanları bedensel görünümler olarak algılama
eğilimindeyizdir. Ancak her bir insan kendisinin bir duyusuna sahiptir ve onun
kendi kimliği aynadaki görünümüyle doğrulanmayı ya da bedensel niteliklerin
kontrol edilmesini gerektirmez. O, kaçınılmaz bir şekilde bilinçliliğin
gizemli bir olgusuna ve daha fazla olarak özellikle kendi-bilinçliliğine
ilişkindir.
Bu bölümde
izleyeceğimiz yol bize filozofların çoğunun insani bir örnek olarak maddesel
nesnenin sıradan bir türü şeklinde ele almadığını göstermektedir. Eğer biz
kendi tipik maddesel varlığımızı bir taş gibi bir şey olarak algılarsak, bizim
zihinsel ve ahlaki niteliklere sahip olmamızı hayal et nıek gerçekten çok zor
olacaktır. Bitkilerin ve hayvanların da canlılık niteliklerine sahip
olduklarını hayal etmek hiç de kolay değildir. Maddesel bir şey nasıl
bilinçliliğin yeri olabilir? Ancak tabii ki biz maddesel varlıkların olası
özelliklerinin sınırlarının ne olduğunu bilmiyoruz. Belki de onlar arasında
düşünme ve hissetme kapasitesi de bulunmaktadır.
Ancak ne olursa
olsun, ikinci binyılın son 500 yılında insan doğası hakkında felsefe yapma
uğraşı birbirinden tamamen farklı olan kişilerin zihinsel ve maddesel
nitelikleri hakkında düşünceler üzerine temellenmiştir. İnsanlar maddesel
şeyler olarak bazı aynı özelliklere sahiptir. Bunların bazıları hayvanlar için
de geçerli olan özelliklerdir. Bu nasıl mümkün olabilmektedir? Descartes on
yedinci yüzyılın başlarında bu sorunun biçimini ortaya koymuştur. Onun insan
niteliklerinin farkına ilişkin açıklaması bir insanın iki farklı türün bir
birleşiminden oluştuğu ideası üzerine dayanmaktadır. Zihinsel nitelikleri
içeren zihinsel bir töz, zihin vardır ve bir kişinin maddesel niteliklerinin
tümünün toplandığı, maddesel bir töz, beden vardır.
Biz bu araştırmaya
Descartes'in insan düşüncesiyle başlayacağız. Filozoflar onu reddetmiş, onu
değiştirmiş ya da farklı şekillerde ele almışlardır, fakat onlar asla onu
gözardı edememişlerdir. Biz filozofların kişisel kimlik sorunu üzerine
düşündüklerini içeren bir incelemeye daha sonra döneceğiz. Hangi ölçütlere göre
insanlar diğerlerinden ayn olarak kim- likleştirilir ve bireyselleştirilir?
Benim kendime olan bireyselliğim ve kimliğim nedir? Ya da konuyu başka bir
şekilde ortaya koymak için, diğer insanlar hakkında sahip olduğum ü-
çüncü-şahıs düşüncesi nasıldır ve beninı kendim hakkımda sahip olduğum
birinci-şahıs düşüncesinden nasıl farklıdır? Ben bugün, dün olduğum insanla
aynı kişi olduğumu kontrol etme şansına sahip değilim. Aynı kişi olup olmadığım
hakkında yanlış düşünceye sahip olabileceğim olasılığı herhangi bir anlama
sahip değil midir? Sonuç olarak, biz kişinin kendisi ve diğerleri hakkında
bilebileceklerinin sınırlarının sorununa kısaca bakacağız.
Kişinin kendisini
felsefi açıdan değerlendirmesinin tarihi beş çok-tanınan filozofta ana
hatlarıyla görünmektedir. Descartes kendinin, bir varlık, maddesel-olmayan bir
töz olduğunu açıklamıştır. Hume bu iddia edilen varlığın, kendinin içsel bakış
ile gözlemlenemeyeceğine işaret etmiştir. Her şeyin gözden geçirilmesiyle kişi
"içsel bölge" içinde bir düşünceler ve duygular yumağı olacaktır.
Araştırılan "ben" asla kendisini dikkatli bir inceleme altına alamaz.
Bir sonraki adım Kant tarafından atılmıştır. O, kendinin asla kendisini de-
ğerlendiremeyeceği konusunda Hume ile aynı görüşü paylaşmaktadır. Ancak o iki
aşkın birleştirici merkez bulmuştur, bunların deneyim bölgesinin dışında ve
deneysel ya da algılanabilir "kendi" eğiliminin dışında olan
merkezlerdir. Biz düşünce ve duygularımızın bir zihin içinde birleşik olduğunu
biliriz ve karar vermede usun hükümlerini izleme gücüne sahip olduğumuzu da
biliriz. Son basamak Wittgenstein ( 1 9 5 3) ve Strawson ( 1 956) tarafından
atılmıştır. Onların her ikisi de, Descartes'ın öznelliğin derinliklerinde
saklanmış olduğunu söylediği, Hume'un içe dönük olarak bakarak onu bulamayacağımızı
belirttiği, ve Kant'ın herhangi bir olası deneyimin bölgesinin dışına
yerleştirdiği varlığın gerçekte gözümüzün önünde olduğunu işaret etmiştir. O,
halkın içinde, cisimlendirilmiş, dil-kullanan kişidir. O asla kişisel varlığın
içsel çekirdeği içine gömülmemiştir ya da aşkınlık bölgesine yükselmemiş- tir.
Rönesans-sonrası
Avrupa'da insan varlığının doğasının değerlendirilmesine ilişkin olarak iki
temel girişim olduğu gözükmektedir. Düalistler (ikicilik düşüncesini
savunanlar) kişilerin zihinsel ve maddesel görünümleri arasında bire indirgenemez
bir farklılık olduğunu savunmaktadırlar. Monistler (birci düşüncesini
savunanlar) ise kendi çözümlemelerini her ne kadar görünümler karşıt olarak
görünse de, bir kişinin yalnızca bir tür maddeden yapıldığını ve yalnızca bir
tür niteliğe sahip olduğu üzerine temellendirirler.
Düalistlere göre,
bir kişi varlığın iki radikal farklılığının bir birliğidir. Bunlardan biri
maddesel beden ve diğeri mad- desel-olmayan zihindir. Descartes ( 1641 ) gibi
bazıları, zihinsel fenomenleri, zihinsel bir tözün nitelikleri olarak ele
almıştır. Bizim bedenlerimiz aynı maddesel özden oluşmuştur ve her bir
bireysel zihin yegane bir "düşünen nesne", bir benliktir. Bazı
filozoflara göre, o ruh olarak ikiye katlanmıştır. Locke ( 1 690) ve Hume ( 1
739) gibi diğerleri, zihinsel fenomenlerin, birlikte zihni oluşturan,
maddesel-olmayan varlıklar olduklarını iddia ederler. Onlara göre, zihin
algılamalar ve duyguların bir "yumağı"dır. Her iki versiyon da
düalistik- tir. Hem bedenler hem de zihinler vardır.
Biz yalnızca
duyularımızın mesajlarından değil, aynı zamanda kendi duygu, arzu ve
idealarımızın en- azından bazılarından haberdar olduğumuz için, her bir insan
yalnızca bi- linçliliğin bir' merkezi değil, aynı zamanda kendiliğinden-bi- linçli
olmalıdır. Ancak maddesel-olmayan zihin ve maddesel bedenin etkileşimi nasıl
olmaktadır. Bir duyu organının fiziksel bir uyarısı nasıl olup da bir duyuya
yönlendirebilmektedir? Maddesel bir dünya içinde bir davranışa yönlendiren bir
karar nasıl olabilmektedir?
Descartes'm
tözler düalizmi
Descartes zihin ve
bedenin farklı tözler olduğu görüşüne ulaşmıştır. O, kuşku götürmez emin bir
alana ulaşabilmek için yöntemin bir hatırlatması ile başlar.
Başlangıç
olarak, ben duyular tarafından önceden algılanmış olan ve doğru olduğu kabul
edilen her şeye geri döneceğim; ve bunu düşünmek için nedenlerimi
inceleyeceğim. Daha sonra, bu şeyleri ardışık olarak çağrıştıran sebepleri
ortaya koyacağım. Ve son olarak, onlar hakkmda şimdi neye inanmam gerektiğini
göz önünde bulunduracağım. (Descartes, 1641 {1985]: 51).
Bizim
ulaştığımız yerin ötesinde kalmış olan hiçbir şey yoktur, ya da bizim
keşfedemeyeceğimiz şekilde gizli kalmış olan bir şey yoktur. Biz doğru olan
şeyi yanllş olarak kabul ederiz ve her zaman bir doğruluğun diğerinin
tümdengelimi için zorunlu olduğunu düşüncelerimiz içinde sak/anı. (Descartes,
1644 [1985]: 16).
Ancak kendimiz
hakkında kesin bilginin tümdengelimi için bir öncül önerme olarak hizmet
verebilecek olan şey nedir? Onun hem düşünülebilir hem de kuşku götürmez
olması gerekmektedir.
Descartes, daha
önceki kaynaklarından ödünç alarak, tüm felsefi çıkarımlar içinde en ünlüsü
olan ifadeyi bize vermiştir: cogito ergo sum, "Düşünüyorum öyleyse
varını." Onun rolü inanç için sağlam bir temelin kaynağı olarak hizmet
görmesidir. İnanç yoksunluğu olarak görünen kuşku, gerçekte ona destek
verecektir. Eğer birisi düşündüğünden kuşku duyuyorsa, bu durumda, kuşku duyma
bir düşünme biçimi olduğu için, bu kişi düşünüyordur. Böylece düşünmenin varlığı
kuşku götürmezdir. Şimdiye kadar gayet iyi. Ancak bunun içinde insan
nerededir?
Onun sık sık alıntı
yapılan çıkarımı düşünen bir nesnenin varolduğunu kanıtlamış olduğunu
varsayar. Yani bir zihin, ruh, ya da benlik, zihinsel bir töz Descartes için
gerçekten vardır (Descartes, 1641 [1985]: 19). Tasını çok basittir.
"Düşünüyorum öyleyse varım" (Descartes, 1644 [1985]: 194).
Descartes ismi
beden ve zihnin bir bütün olarak düşünülmesine işaret ederken, Descartes
"Ben" zamirinin benliğe işaret ettiğini kabul etmektedir. Gerçekten
gerçek olan Des- cartes, Rene Descartes'in, bütünleşik kişinin zihin kısmmın
maddesel-olmayan varlığıdır.
Kartezyen
düalizminin eleştirilmesi
Düşünme edimlerinin
varlığının kuşku götürmezliğin- den hareket ile en az bir maddesel-olmayan
düşünen nesne olduğu sonucuna ulaşmanın bazı açık zorlukları bulunmaktadır.
Biz düşünmenin var olması gerektiğini biliriz fakat düşünmeyi yapan varlık
olarak bir töz olmasının zorunlu olduğunu bilmeyiz. Tasımın döngüselliği
Fransızca'da, Latince'de olduğundan daha açıktır.
]e pense
done
]e suis
Bir kartezyenci
benliğin varlığını kanıtlamaktan uzak olarak gerçek ben olan maddesel-olmayan
bir töz ile tasım döngüseldir. "Je" (Ben) Descartes'ın kendisinin
özünü, kartezyen egoyu ifade eden sözcüktür. O, tasımın öncülünde ve sonucunda
bulunmaktadır. Kuşku götürmez bir öncülden tümdengelim sağlanmaktadır.
Kuşku duyma
paradoksu da bunu destekleyen tek geçerli tasınıdır.
Kuşku duyma vardır
öyleyse
Düşünme vardır
Birisi düşünme,
hissetme ve isteme maddesel-olmayan oluşumlar iken, kişilik ideasının
maddesel-olmayan bir varlık içinde kök bulmasını pekala reddedebilir. Bir kişi
olmanın temeli olarak Kartezyen benliği reddetmek bizim materyalizmi kabul
etmek zorunda olduğumuz anlamına gelmez.
Zihinsel olan
düşüncenin arkasında yatan, maddesel olandan tamamen farklı bir töze ait olmak
zorunda olan şey nedir? Descartes bir kişinin zihinsel niteliklerinin maddesel-
olmadığını kabul etmektedir. Eğer bunlar bölünemeyen bir zihin olarak zihinsel
bir tözün nitelikleri ise, onlann ölümsüz olması zorunludur. Beden parçalardan
oluşmuştur ve bunlar ayrılabilir. Beden ölümlüdür.
Zihin / beden
düalizminde daha radikal bir zorluk bulunmaktadır. Birbirinden tamamen farklı
gözüken bu tözlerin birbiriyle olan ilintileri nasıldır? Onların birbiriyle
ilintili ol- duk/an kuşku götürmezdir. Bedensel duyum organları zihin içinde
duyumlar sağlamaktadır. Zihin ise bedenin uygun bir şekilde hareket etmesini
sağlar. Bu durumda zihin ve beden etkileşim içinde olmak zorundadır. Böyle bir
etkileşim nasıl meydana gelmiştir? Maddesel-olmayan bir şey ile maddesel olan
bir şeyin birbirini etkilemesi olanaksız gözükmektedir.
Spinoza'nm
görünümlerin düalizmi
Zihin-beden
sorununu açıklamak için ortaya konan felsefi değerlendirmelerin tümünü
anlayabilmek için, bizim tözler ve onların özellikleri arasındaki ayırımın
zihin içinde doğurduklarını bilmemiz gerekmektedir. Yalnızca bir töz türünden
oluştuğuna ikna edilmiş bir insana, kendisinin tözünün maddesel mi yoksa
zihinsel mi olduğunu sorabiliriz. Bunlar birbirlerine indirgenemez iki özellik
türüdür. Bilinçlilik durumları, bedenin fiziksel durumlarından tamamen farklı
özellik türleri olarak gözükmektedir. Böylece başka bir düalist konuma ulaşmış
oluruz. Bu, özelliklerin ve oluşumların bir düalizmidir. Bu bakış açısı
hakkında en iyi çalışılmış versiyonlar arasında, kozmik bir ölçeğe
genişletilmiş olan, Spinoza felsefesi bulunmaktadır.
Baruch de Spinoza
1632 yılında Amsterdam'da doğmuştur. Ailesi İspanya'daki Yahudi aleyhtarlığı
çatışmalarından kaçan göçmenlerdir. O, gençlik yıllarında Musevilikten
kopmuştur. Hıristiyanlık düşüncesini iyi bilmesine karşın, hiçbir zaman vaftiz
edilmemiştir. Din değiştirmesinin bir parçası olarak adını Benedict de Spinoza
olarak değiştirmiştir. Yahudi topluluğundan ayrılmış ve Hıristiyan kurumlarına
katılmamış biri olarak hem Katoliklerden hem de Protestanlardan olumsuz
tepkiler görmüştür. Hayatının son yıllarını basit işler yaparak geçirmiştir.
Her iki topluluktan da düşmanca tavır görmesinin bir başka nedeni dinsel ve
politik otoritelere karşı tutkulu bir direnç içinde olmasıdır. 1677 yılında
öldüğünde arkasında ölümünden sonra gelen ünü ile onun düşüncelerini öğrenmiş
olan çok sayıda hayran bırakmıştır.
Spinoza, daha geniş
kozmik çerçeve içinde kendi düa- list bakış açısını ortaya koymuştur. Ona göre
madde ve tin, evren içinde kendisini meydana getiren Tanrının altındaki iki
moddur. Spinoza "insan zihnini oluşturan ideanın nesnesinin beden
olduğunu, başka bir deyişle zaten var olan belli bir uzam modu olduğunu"
açıklamıştır ( 1677: Xlll). O, "biz yalnızca insan bedeni ile birleşik
olan insan zihnini değil, aynı zamanda zihin ve beden arasındaki birliğin
doğasını da kavram" çünkü her ikisi de Tanrı olan bir
tözün modlarıdır, " demiştir. Düşünce tanrının bir niteliğidir ve ayrıca
maddesel olan herhangi bir şeyin özsel karakteridir. Bunu basit bir şekilde
ortaya koymak için, Spinoza'ya göre yalnızca bir töz vardır, fakat bu hem
düşünen bir nesne olarak hem de maddesel bir şey olarak meydana gelmiştir.
Zihin ve bedenin arasındaki etkileşimlerin nasıl olduğu sorunu yoktur, zihin
ve beden açıklanmıştır. Onların böyle bir etkileşimi yoktur. Modlar arasındaki
ilişkiler nedensel değildir. Biz onları. ayrı maddenin iki şekilde görünümü
olarak düşünebiliriz.
Spinoza Ethics
kitabında zihin I beden sorununun çözümü için çok önemli bir tez ortaya
koymuştur. Buna göre i- deaların düzeni ve bağlantısı nesnelerin düzeni ve
bağlantısı ile aynıdır. Bunun nedeni basit olarak Spinoza'nın "Tanrı"
olarak adlandırdığı aynı gerçekliğin görünümleri olmasıdır. Onların arasında
daha önceden ayarlanmış bir uyum vardır. İki mod içinde, düşünce (zihin) ve
uzam (madde), kendisini meydana getiren tek varlık vardır.
Geleneksel olarak,
materyalistler zihin ve beden sorununu zihinsel olanı
"maddeleştirerek" çözmeye çalışmışlardır. Eğer zihinsel olarak ele
alınan fenomen gerçekte maddesel ise, ortada hiçbir sorun kalmayacaktır. Bir
insan yaşayan bir bedenden başka bir şey değildir.
Deney ve gözlemin
bu konuyu ortaya koyabileceği düşünülebilir. Filozoflar bunu hala görev
edinmektedir çünkü bir kişinin zihinsel ve maddesel görünümleri her zaman radikal
olarak farklı görünmektedir. En iyi deneysel araştırmada maddesel ve zihinsel
durumlar arasında sistematik "ve istisnasız ilintiler olduğu
gösterilebilir. Biz her iki türün de durumlarını betimlemek için iyi bir
şekilde oluşturulmuş sözcüklere sahibizdir. Onun yüzünde, zihinsel kavramlar ve
maddesel kavramlar radikal olarak farklı gözükmektedir. Bu tür ilintiler,
kavramsal analizler ile karar verilmiş olması gereken bazı diğer çözümlemeler
ya da idealizm ya da materyalizm di.i- şüncesiııe yönlendirecektir. Kavramların
bir setinin diğerine indirgenebileceğini gösterebilir miyiz? Böyle bir
indirgemenin olanaksız olduğunu düşünmek için nedenler var mıdır? Bu
filozofların işidir.
Materyalizm zayıf
ve güçlü biçimlerde gelmiştir. Zayıf biçimine göre, düşünce ve eylemin
mekanizması tamamen maddeseldir. Yalnızca bir tür töz gelişmektedir, fakat biz
bunun bir kişinin zihinsel ve maddesel durumların ne olduğu hakkında, onların
karşılıklı olarak birbirlerine indirgenebilirli- ği hakkında bilinemezci
(agnostik) kalmalıyız. Zihinsel durumlar, maddesel mekanizmaların,
maddesel-olmayan ortaya çıkan durumları olabilir. Güçlü metaryalizmde yalnızca
maddesel mekanizmalar değil, aynı zamanda zihinsel durumlarda beyin ve merkezi
sinir sisteminin gerçekten maddesel olan durumlarıdır.
]. O. De La Mettrie
bile, L'Homme Machine ( 1 748) kitabında Hıristiyan ruhu olarak zihnin tanımlanmasına
karşı kendi tavrını ortaya koyduğu halde, zihinsel durumlar ve oluşumların
gerçekte fiziksel durum ve oluşumlar olduğunu tartışmak için hiçbir girişimde
bulunmamıştır.
O, "Ruhun
çeşitli durumları her zaman için bedenin çeşitli durumlarıyla ilintilidir"
(La Mettrie, 1 7 48) diyerek genel olarak çok farklı örnekler ortaya koymuştur.
Bu deneye dayalı bir tezdir, fakat aynı zamanda bilimsel bir araştırma
programının mutlak bir öngörüsüne hizmet etme amacını taşımaktadır. La
Mettrie, insan türünün özü hakkında herhangi bir iddiada bulunmaktan dikkatli
bir şekilde kaçınmıştır. "İnsanoğlu, onun hakkında açık bir düşünceye
ulaşmanın olanaksız olduğu şekilde düzenlenmiş bir Makinedir."
Psikolojik ve
zihinsel durumlar arasındaki ilişki açık bir şekilde nedenseldir, fakat çok dar
bir duyum içindedir. "Bizim zayıf anlayışımız, " der "ham
gözlemlerden kaynaklanmaktadır, onlar bize etki ve tepki arasındaki ilişkileri
göstermezler. " Psikoloji bilinçliliğin nasıl maddeden meydana geldiğini
göstermez, o yalnızca bunun böyle olduğunu söyler. Nöropsikolojinin bilimsel
programı insan varlığının zihinsel durumları ile maddesel durumları arasındaki
gözlemlenebilir ilişkiler üzerine temellenmiştir.
La Mettrie'nin
ortaya koyduğu en önemli tez insan organizmasının etkinliği ile ilgilidir. O,
Hayvan / Makine kavramını Descartes'den almış olmasına karşın, onu insan
varlıkla: rına genişletmiştir. Maddesel mekanizmaya dinamik bir yorumlama
kazandırmıştır. Organizmalar etkin güçlere sahiptir. "Canlı bedenler kendi
kendilerine hareket, duygu, düşünme . . . ve hareket etmek için gerekli olan
her şeye sahiptirler (La Mettrie, 1 748). Locke gibi, o da maddenin zihinsel güce
sahip olabileceğini düşünmüştür, fakat onun kendi kurulu düşüncesi olduğunu
iddia etmekten kaçınan Locke'un aksine, bunu öne sürmüştür. Bu düşünce onu
]oseph Priestley'e ( 1 777) yaklaştırır. O, fiziksel ve kavramsal güçler için
ortak maddesel temel olduğu iddiasına sahiptir.
Ben materyalizmin
daha ılımlı biçimini betimlemek için on sekizinci yüzyılda yazılmış olan, onun
kurucularının birinin çalışmasını seçtim. Bu dönemde, güçlü ya da zayıf olsun,
materyalizmin iyi-bilgilendirilmiş insanların "resmi öğretisi"
olduğunu söylemek zordur. On dokuzuncu yüzyıl boyunca filozoflar genel olarak,
düalizm sorunu ile mücadele etmişlerdir. Yirminci yüzyılda nöropsikolojik
keşifler konusunda, patlama yaşanıncaya dek, güçlü bir materyalizm biçimi
oluşmamıştır. On dokuzuncu yüzyılın biyolojik devrimi, etkin bir şekilde,
insan varlığının tanrısal yaratımın özel bir ediminden kaynaklanan faydalarını
inkar etmektedir. Darwin'in ( 1 859) insan varlığının türlerine ilişkin olarak
bir doğal seçim oluşumunu ortaya koyması düalizmin dinsel versiyonuna
başkaldı- ran tamamen maddesel bir dünyanın olduğu düşüncesini doğurmuştur.
Mutasyonun seçimi ile dönüşmüş olan, maddesel varlıkların aralıksız dizisi
içinde ruhlar nasıl birdenbire ortaya çıkmışlardır?
Bizim dönemimizin
baskın materyalizmi güçlü bir şekilde indirgemecidir. Ben bunu iki popüler
tartışma çizgisi ile betimleyeceğim. Eğer zihinsel kavramların kullanımı ile
şimdiye kadar ifade edilmiş olan her şeyi gösterebilseydik, bu durumda
zihinsellik bölgesi, maddesel bir dünya içinde fazlalık olacaktır. Diğer
popüler tavır, özellikle yapay zeka yaratma projeleri ile işbirliği içinde
olan nörobilimlerin başarısı üzerine dayanmaktadır. Her iki tartışma çizgisi,
güçİü bir materyalizm için bir destek olacaktır. Her ikisi de ciddi zayıflıklar
içermektedir.
ZİHİNSEL
KAVRAMLARIN ELENMESİ Eğer tüm zi
hinsel kavramların
içeriğinden hiçbir şey kaybetmeden maddesel kavramlarla yer
değiştirebildiğinin gösterilmesi olanağı olsaydı, zihin / beden sorunu çok
temel bir şekilde buharlaşıp yok olacaktı. Yeniden biçimlendirilmiş sözcükler
üzerindeki mantıksal özne, maddesel bir nesneden, bedenden başka hiçbir şey
ile doğrulanamaz. Eğer biz yalnızca fiziksel durumlar için sözcüklere
sahipsek, bu durumda yalnızca maddesel nesneler hakkında konuşabiliriz. Bu
sözcük programı "elemeci materyalizm" olarak adlandırılır.
Bir sözcüğün başka
sözcükler dizisi ile yer değiştirmesinin radikal bir şekilde hatalı olması
nasıl gösterilebilir? 1 950'1i yıllarda, birkaç bilim felsefecisi, bunlar
arasında öne çıkan olarak Norwood Harson ( 1958} bulunmaktadır, sözcüklerin
açıklamalarda kullanılan anlamları ile tanımlamalarında kullanılan sözcüklerin
anlamları arasında keskin bir ayırım olmadığına işaret etmiştir. Tanımlamada
kullanılan sözcük anlamları her zaman kuramsal kavramlarla işbirliği içindedir.
Örnek olarak, biz bir ısı fenomeninin betimlemesi b çinde "sıcak"
sözcüğünü kullandığımız zaman, bilim ile ilgili kişiler bunun karmaşık bir
anlamı olduğunu anlayacaklardır. O kısmen fenomonolojiktir, nasıl
hissedileceğini göstermek tedir ve kısmen kuramsaldır, hareket içindeki kinetik
mole^ kül kuramına ilişkindir. Bu, bir şeyin neden sıcak ve diğerinin neden
soğuk olduğunu açıklar. On sekizinci yüzyılda bilim adamları ısının,
görülmeyen bir sıvı olduğunu düşünmüşlerdir, fakat aynı anlam ilkesini
uygulamışlardır. Bir şeyi "sıcak" olarak adlandırmak ısıya ilişkin
konularda, bu konuda eğitim almış insanlar tarafından söylenmesi yadırganıcı
olabilir. "Sıcak" sözcüğü bir şeyin nasıl hissettirdiğini betimlemek
için bilim adamları ve yüksek eğitimli insanlar tarafından asla kullanılmaz.
Psikoloji
sözcüklerinde de benzer bir durum geçerlidir. Paul Churchland ( 1 984)
"halk psikolojisi" kavramlarının kullanılmasınm hatalı olduğunu
söylemektedir. Elemeci materyalistlere göre, "inanç" ve
"bellek" gibi zihinle ilgili sözcükler zihinsel varlıkları işaret
etmek için sıradan insanlar tarafından kullanılmaktadır. Bu tür varlıklara
sahip olan kavramlar resmi olmayan ya da "halk" psikolojisinin
temeli olarak ele alınırlar. Ancak elemecilere göre, hiçbir zihinsel varlık
yoktur. Halk psikolojisi yanlış bir psikolojik kuramdır. Zihinsel sözcükler
yanlış yönlendiren düşüncelerle yüklüdür.
Elemecilere göre,
kavrayışın gelişen ve gerçek bir kuramı vardır. O, nöropsikoloji üzerine
temellenmiştir, ve beyin ve merkezi sinir sisteminin durum ve oluşumlarından
başka hiçbir şeyi gerektirmez. Biz "acı" gibi duygu içeren gündelik
ifadeleri elemeliyiz. Bunun yerine "liflerin ateşte yanması" gibi
maddesel oluşumlardan bahsedilebilir. "Flütün sesi" ifadesi, flüt
tarafından yayılan ses dalgalarının biçiminin betimlenmesi açısından
elenmelidir. Bunun yerine hava moleküllerinin titreşmesi ile dinleyenin sinir
sisteminde uyarımda bulunma oluşumu betimlenmelidir.
Zihin. I beden
sorunu yoktur çünkü bilimsel olarak tanımlanmış "zihin" kavramı
yoktur.
Bu öneriyle
sorunların çoğu kendiliğinden ortadan kalkmış olacaktır. Böyle bir sözcük
temizlemesi tüfeği ateşler. İngilizce'de zihinsei varlıklarm bir varlıkbilimi
üzerine temellenmiş olan bir psikoloji temeli bulunmaktadır. On sekizinci
yüzyılda Thomas Reid, zihinsel gücün bir varlıkbilimi üzerine insan kavrayışı
değerlendirmesi temellendirmiştir.
Giiç bizim dışsal duyularımızın bir nesnesi, ve
hatta bilinçliliğin bir nesnesi değildir. Bizim doğrudan doğruya sahip
olduğumuz bazı şeyler vardır, ve ya!- mzca göreceli bir kavram olarak sahip
olduğumuz başka şeyler vardır, giiç ikinci sınıfa aittir ...giiç bir niteliktir
ve ait olduğu bir nesne olmaksızın var olamaz. (Reid, 1 788: Bölüm 1
).
Daha yakın bir
dönemde Gilbert Ryle ( 1 94 7) ve Wittgenstein ( 195 3) İngiliz ve Alman
dillerindeki psikolojik sözcükleri inceleyerek zihinsel varlıkların kavramları
yerine düzenlemeci kavramlar ile çalışmış gözükmektedir. Birisinin bir şeye
inandığını söylemek bu kişinin iddia edilmiş bir zihinsel varlık, "bir
inanç" hakkında bir varsayımda bulunması üzerine bir iddia olarak
anlaşılabilir. Başka bir örnek vermek gerekirse: "zeka" bir kişiden
başka bir kişiye nitelik olarak değişen zihinsel bir özellik için kullanılan
sözcüktür. Bir kişi akıllı, hoş görünümlü, becerikli, vb. olarak
adlandırılabilir.
Aynı şekilde,
karakter ve kişilik zihin durumlarından çok bir şey söylemek ya da yapmak için
düzenlemeler olarak değerlendirilir. "Yufka yürekli" sunulmasına
göre bazıları için "sempati ve acıma dolu" diğerleri için ise
"diğer insanların üzüntüleriyle gereğinden fazla ilgili" anlamına
gelebilmektedir.
Zihinsel olanın
indirgenebilirliği sorunu hala tartışılan bir konudur. Onun ikinci binyılda
olduğu gibi, üçüncü binyıl boyunca da tartışılacağına dair hiçbir kuşku
duymuyorum.
ZİHİNSEL
MAKİNELER İkinci güçlü materyalizm ör
neği bizim zihne
ilişkin sözcüklerimizin anlamları hakkında kuşkulu iddialara bağlı değildir.
İnsan varlığının yaptıklarını yerine getirebilecek bir makine yapmak konusunda
uzun bir tarih dilimi içinde girişimler olmuştur. Mekanik oyuncaklar insan
hareketlerinin her türünü taklit edebilmektedir. Onlar müzikal aletler
çalabilir, yürüyebilir, vb. Bu aletler on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda
popüler olmuştur. Kısa bir süre sonra pratik etkinlikler için bu mekanik
araçların kullanılması düşünülmeye başlanmıştır: Her yüzyılda, zamanın en
gelişmiş mekanizması olarak beyin için modeller oluşturmanın temelleri
atılmaya çalışılmıştır. On yedinci yüzyılda modeller tüpler içinde bulunan
sıvılar temeline dayalı, hidrolik bir yapıya sahipti. Charles Babbage,
aritmetik hesaplamalar gibi, zihin sel işlemleri taklit edebilen ilk makineyi
tasarlamıştır. Yirminci yüzyılda telefonun icat edilmesi beyin ve sinir
sisteminin çalışması esasına dayalı olarak gerçekleştirilmiştir.
Pek çok meraklısı
için, nihai zihin makinesi İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya
çıkmıştır-elektronik bilgisayarlar önceden yalnızca insan varlığı tarafından
gerçekleştirilebilen çok sayıdaki kavramsal işlevleri yerine getirme
kapasitesine sahiplerdi. Alan Turing modern bilgisayarları icat etmekle
kalmadı, düşünme ve maddesel temel arasındaki uzun zamandır devam eden felsefi
tartışmaya yeni bir boyut kazandırdı (Turing, 1950).
O, bu makinelerin
düşünebileceğini kanıtlamak için basit bir test yapmayı önerdi. Telefon ile iki
konuşmanın yapılacağını hayal edin: Konuşmaların birisi denetleyici ve başka
bir insan arasında, diğeri ise denetleyici ve uygun bir şekilde programlanmış
bilgisayar arasında olacaktır. Denetleyici hangi konuşmanın insanla ve hangisinin
bir makine ile olduğunu bilmemektedir. Turing eğer denetleyici hangi konuşmanın
kiminle yapıldığını söyleyemezse, makinenin düşünebildiğini kanıtlamış
olacaktır.
Materyalizmin bu
biçiminin temeli basit bir benzerliktir:
Beyin
: Düşünme : Makine : Bilgisayar
Yeterli derecede
geliştirilmiş makineler kavramsal yeteneklerin çoğunu taklit edebilir, ancak
bu onların düşünebildiklerini söylemeyi zorunlu kılmak için yeterli değildir.
Zihin, bilgisayar gibi bir varlık değildir. Zihinsel alan, uygun programların
kullanımı ile bilgi işlemlerin gerçekleştirilmesidir. "L'Homme
machine" (İnsan makine) bilgisayar benzetmesi içinde yaşamın yeni bir
alanı olarak verilmiştir.
Bilgisayarı zihin
modeli olarak kullanma merakı olağanüstü gelişmelerin yaşanmasına yol
açmıştır. "Bilgisayar bilim adamları" gitgide daha fazla
geliştirilmiş kavrayış oluşumları için programlar yaratmışlardır. Filozoflar,
zihinsel olanın maddesel olana nihai indirgenmesi hakkında abartılı iddialarda
bulunmuşlardır. Ancak iki tür zorluk hemen su yüzüne çıkmıştır. Teknik açıdan,
böylesine basit kavrayış oluşumların taklidi bile ancak mühendislerin yoğun
çalışması sonucunda olabilmektedir. Felsefi açıdan ise, insan zihinselliğinin
iki görünümü makine resmi içinde hiçbir yer bulamamış görünmektedir. Bunlar,
kasıtlı olarak, bir simge yolunun bir insan varlığı için anlama sahip olması,
bilinçlilik, kişinin çevresinden ve kendi durumundan haberdar olmasıdır
(Searle, 1 983). Bilgisayar alanındaki yenilikler, temel analojiye yeni bir
yaşam vermiştir. Ancak ne olursa olsun, yapay zeka programı konusunda meraklı
olanlar bile mühendisler aracılığıyla gerçekleştirilen sınırlı pratik
başarıların indirgemeci çıkarımlarda bulunmak için yeterli olmadığını itiraf
etmek zorunda kalmaktadır.
Bu tartışma ile
ortaya çıkar literatür gerçekten çok geniş bir alana yayılmaktadır. Bu konuda
bir kütüphane dolusu fantastik kitap yazılmıştır. Ben bu konunun meraklılarına
Jack Copeland'in Artificial lntelligence (Yapay Zeka, 1992) kitabını okumakla
başlamalarını tavsiye ediyorum. Yeni bin- yıl için ne söyleyebiliriz?
Bilgisayar metaforunun eski bir meraklısı olarak "zihin ve makine"
tartışmasının gelecekte yok olup gideceğini düşünüyorum. İkinci binyılın son
yirmi yılında daha basit materyalizmlerin ön plana çıktığı görülmektedir.
Bunun bir çözümü yoktur. Belli bir şekilde düzenlenmiş molekül grubu, düşünce
ve duyguları "saklayabilir mi?"
Nomenal
(Hissedilmeyen) Kendiler
Kişiliğin kaynağı
araştırma girişimlerinin her birinde bizim algılayabileceğimiz şeylerin bölgeleri
kuşatılmıştır. Kişilik kaynağını bulma konusundaki başarısızlığımızın onun
gerçek fakat algılanamaz olmasına bağlı olduğunu varsayalım. Kant'- m çözümü
bir görgücü kendi ortaya koymaktır. Bu, kişisel varlığın bir görünümü, bir
aşkın kendidir. Biz bunların var olmasının zorunlu olduğunu biliriz, fakat
doğrudan deneyime sahip değilizdir.
Algılanamayan
kendiye iki yönde ulaşırız. Bu açıktır ki zihin düzenli bir bütün, bir
birliktir. Aynı zamanda, insanların onların doğurduğu kuwetlere ve içtepilere
karşı edimde bulunabilecekleri de açıktır.
Kant, bir düşünce,
bir duygu, bir zihinsel edimin bana ait olduğunu sezmek için
"algılama" (apperception) sözcüğünü kullanır. Ancak hiçbir sezgi
yoktur, bu birliğin kapsamlı görünümü yoktur. O kendisini bir sezgi şeklinde
bana sunar. Birleşik alanım parçası olmak zorunda olarak bu benim zihnimdir.
Algılama birliği aşkın olmalıdır. O, tüm düşünebildiğim ve yapabildiğim şeyler
içinde bulunmaktadır, çünkü ben kendi zihinsel yaşantımı kendime kendim olarak
temsil ederim, ancak o bu şekilde algılanabilir değildir.
Kant fenomenal
dünya, nedensellik bölgesi ile nome- nal dünya, us bölgesi arasında ayırım
yapar. Görgücü kendi, her birimizin kendi-düşüncemiz içindeki deneyim özgür davranma
kapasitesine sahip gözükmemektedir. "Bu [içsel] duyu yalnızca kendimiz
için görünür olan kendimizin bilinçliliği- ni temsil eder." (Kant, 1787
[1996]: B153). Ben, bir kendiliğinden etkin varlık olarak kendi deneyimimi
belirleye- mem: benim yapabileceğim tek şey, kendi düşüncemin an- lıklığı ile
kendimi temsil etmektir . . . benim varlığım hala yalnızca belirlenebilir
duyumsallığa sahiptir. Ancak bu anlık durumu ben zeka olarak adlandırmışımdır
(Kant, 1787 [ 1 996]: B1 5 8, dipnot B). Bir zekaya sahip olabilmek, etkiler
yerine us ile hareket etmektir. Ben, yalnızca us ile hareket ettiğimde,
koşulsuz olarak hareket etmek için özgürlüğe sahip olduğumu bulurum. Bu bana
nedeni olmayan bir olay, anlık bir olay olarak görünür. Ben böyle
davranabileceğimi bilirim. Böylece usumu kullanarak davranışımı seçerim, benim
üzerimdeki nedensel kuwetleri göz önünde bulundurmam. Ben kendim olarak hiçbir
deneysel, görgücü kendi bilgisine sahip değilimdir fakat yalnızca kendim için
ben ortaya çıkarım.
Kant'a göre,
kişilik çekirdeği, sezgi ile bana verilmiş olan bölgenin ötesindedir. Ancak
ben böyle bir birlik ve böyle bir güç olduğunu bilirim. Bu aşkındır.
Kendi doğasının
felsefi çalışması son yıllarda dilbilimsel araçların bir araştırmasına yönelik
olarak yön değiştirmiştir. Bu, derin bir sezgiyi yansıtmaktadır. İnsan
bireyselliği her birimizin saklı, özsel bir Kartezyen ruhuna sahip olduğu bir
sonuç değildir. Ayrıca algılanamaz aşkın bir aracı da değildir. O, herkesin
görmesi ve etkileşimde bulunması için oradadır. Kendilik felsefesi dilbilimsel
bir dönüş yaşamıştır. Zihin ve bedenin nasıl etkileşimde bulunacağını hayal
etmeyi denemek yerine, insanları tanımlamakta kullanılan doğrulama türlerini
analiz etmeliyiz. Biz, kendimiz ve bize benzer varlıkları tanımlamak için kullandığımız
araçları çalışırız. Eğer kendinin çekirdeği insana indirgenebilir ise, bu
durumda kişisel zamirlerin dilbilgisinin anlamlılığının öngörüsü içinde açık
olmalıdır.
İndirgemeci
programın başarısızlığı, insanı tanımlayan doğrulayıcı öğelerin indirgenemez
setleri iyi bir şekilde ortaya konulabilir. Bir set beden ve onun durumları
tanımlamak için kullanılabilir. Basit neden "ağırlık" ve
"yükseklik" gibi insan varlığı için sıra dışı olmayan öğeleri
doğrular. Onlar herhangi bir maddesel şeyi tanımlamak için kullanılabilirler.
Başka bir doğrulama seti yalnızca organizmalar için kullanılabilir. Biz
kurbağaların ve hatta bakterilerin ölümlü olduklarını tar- tışıyorken, bir
taşın canlı ya da ölü olduğunu söylemek anlamlı olmayacaktır. Üçüncü bir set
bilinçli varlıkların zihinsel yaşantısını betimlemek için kullanılır. Zihinsel
doğrulamalar, pek çok açıdan, yalnızca insan varlıkları için kullanılabilir.
Bunların bazıları ise hayvanlar için de kullanılabilmektedir. Bir köpeğin
tetikte olduğu söylenebilir. Filler asla unutmazlar. Dördüncü bir set ise
yalnızca kendiliğinden bilinçli varlıklar için kullanılabilir. Yalnızca
insanlar, bir hata yaptıklarını fark ettikleri zaman suçluluk hissedebilir, ve
benzeri. Bir taşı betimlemenin yalnızca bir yolu vardır. Bir bitki ya da bir
mikroorganizmayı betimlemenin iki yolu vardır. Daha yüksek dereceli bir hayvanı
betimlemenin üç yolu vardır. Kişiler olarak insan varlıklarını betimlemenin
dört yolu vardır. Kişi, insan yaşamının temel tikelidir (Strawson, 1 956). Bir
insanı betimlemenin dört yolu, insan yaşamı olgularının adaletli bir şekilde
uygulanmasını gerektirir.
Bir kişi bu şekilde
cisimlendirilmelidir ve bu kişi farklı koşullarda bir ve aynı insan olarak
yeniden kimliğini ortaya koymalıdır. Pek çok açıdan bu maddesel doğrulamaların
kullanılmasını içerir. Bunlar gözlemlenebilir nitelikler şeklinde ortaya
konulmuştur. Zor durumlarda zihinsel doğrulamalar uzak geçmişten olayları
çağrıştırarak bir kimlik oluşturma denemesinde bulunur.
"Ben"
sözcüğünün kullammlan
İnsanlar özel
isimlere ya da Sosyal Güvenlik Numarası gibi kendilerini belirleyen unvanlara
sahiptir. Ancak bu unvanlar kişinin yegane ve tek bir varlık olarak sahip
olduğu duyunun kalbini ifade edemezler. Bu görev zamirlere yüklenmiş
görünmektedir. "Ben", "kendi" sözcüğü gibi görünür. Bu, bir
kişi için özel bir adın yerine geçebilir mi? Belki de "Ben" özel bir
ismin kendine özgü bir türüdür, ve o kullanana göre kendi referansını
değiştirmektedir. Birinci tekil şahısa dilbilgisi açısından yakından baktığımızda,
"Ben", "beni" ve "benimki" gibi sözcükler
görürüz. Bunlar isim olarak işlev görmezler. "Ben" sözcüğü herhangi
birisini belirtmez ya da işaret etmez, yalnızca konuşan kişiyi ifade eder.
Ancak bundan çok daha fazlasını yapabilir.
Özel bir isme
ulaşıncaya kadar bir dizi zamir aracılığı ile konuşulur. "Kleopatra içi
yılanlarla dolu olan sepete elini soktu ve o öldü," gibi bir ifadede
birinci tekil kişi başka bir şekilde işlev görmüştür. "Ben"in
kullanımı o an konuşan konuşmacıya göre bir şeyi ifade etmektedir. Ancak bu
kişinin özel ismi için bir alternatif değildir. Wittgenstein ( 195 3: 41O)
"Ben" sözcüğünü "burada" ve "şimdi" gibi
sözcüklere benzetmiştir. "Burada, " "Champaign-Urbana" gibi
bir yerin adı değildir. "Şimdi", "1 Ocak 2000" gibi bir
zamanın adı değildir. Bu üçü ve pek çok diğerleri belirteçlerdir. "Burada"
konuşan kişinin uzamsal yerini bir ifade içeriğinde belirtir,
"şimdi" ise aynı şeyi zaman açısından yapar.
"Ben"
sözcüğünün oynadığı rol nedir? O, konuşan kişinin çeşitli özellikleri ile ne
söylendiğinin içeriğini belirtme görevi görür. "Ben" sözcüğü bunu
söyleyen kişinin uzamsal yerini, ne söylediğinin toplumsal kuwetini
belirtebilir. Örnek olarak, "Ben çıkış yolunu görebiliyorum" gibi
bir ifade içinde, birinci tekil şahıs dinleyene uzaydaki bir noktadan çıkış
yolunu görebildiğini, yani konuşanın bedeninin nerede olduğu konusunda
bilgilendirmektedir. "En üst rafa şimdi ulaşabilirim" tümcesinde ise
zamir, konuşanın bulunduğu yerde hareketi göstermektedir. "Ben kapıya
bakacağım" gibi bir ifade içinde, dinleyici kişinin ne yapacağı konusunda
bilgilendirilmek ile kalmaz, aynı zamanda onu gerçekleştirecek kişiye bir
görev yüklemektedir. "Ben çamaşırı içeri alacağım" ifadesinde zamir
sorumluluk almak için kullanılmıştır. O, kimin sorumlu olduğunu gösterir.
Birinci tekil şahıs belirteçlerin rolü, cisimlendirilmiş konuşmacı olarak,
cisimlendirilmiş kişinin niteliklerini ortaya koyar.
Wittgenstein bizim
kendimiz olmak hakkında hata yapmış olamayacağımıza işaret eder. Ben, dün
olduğumla aynı kişiyimdir. "Ben" sözcüğünü kullanarak kendimi yanlış
olarak adlandıramam. Kendi, bu durumda ne olursa olsun, içsel bir
"şey" değildir.
Bu dilbilgisi
içinde biz kendinin bazı görünümlerinin bir ipucunu buluruz. Duyuya sahip olan
kişi, bir insan olarak tekliğe ve yeganeliğe sahiptir. "Ben"
sözcüğünün yer belirtme rolü tüm dillerde evrensel olarak görülmektedir. Biz
tüm dillerde birinci tekil kişinin bu amaç için kullanıldığını biliriz. Ancak
bunun uygulayıcı rolü çok fazla değişiklik göstermektedir. O, toplum içinde
tanımlanmış olan sözel uygulamaların sezgilerinin derecesine bağlıdır, ve
kişisel ya da toplumsal olarak uygulama edimlerinin derecesine bağlıdır. Kişi
gerçekten de tüm doğrulamaların kuşatılmış olduğu analizin nihai birimidir. O,
tüm zihinsel ve ahlaki niteliklerle kuşatılmış olan gözlemlenebilir,
cisimlendirilmiş varlıktır.
Burada yeniden,
ikinci binyılın sonunda çarpıcı -bir br çimde dilbilimsel bir dönüş
bulmaktayız.
Bir ve aynı insan
olmak nedir? Bu soru göründüğünden daha karmaşıktır, çünkü o iki konuyu
içerir: bireycilik, ki o bir insanı tüm diğerlerinden yegane ve farklı kılar;
ve kimlik, ki o bir kişiyi dün ve yarın aynı kişi yapar. Kavrayış sorunu ile
ortaya çıkan konuda kimlik ve bireycilik kavramları kişinin bir kendi
duyusuna, tek bir birey olma duyusuna sahip olmasına uygulanan kavramlardır.
Bir kişi olma
kavramları John Locke'da açık ve farklı bir şekilde görülmektedir. Kişisel
kimlik sorunu bulunmaktadır. Ancak hangi ölçüte göre biz önümüzde duran
kişinin daha önce karşılaşmış kişi ile aym insan olduğuna hüküm verebiliriz?
Locke'un düşüncesine göre, bu konu insan bedeninin kimliği ve sürekliliği ile
belirtilmiştir. O, aynı düzendeki beden ile yaşamsal şekilde birleşik olarak
ardışıklık içinde maddenin sürekli olarak gelip geçen parçacıkları tarafından
aynı sürekli yaşamın bir katılımından başka bir şey değildir. " (Locke,
1690: Kitap il, bölüm 27, Kısım 16).
Bizim kendimizin
bir kişisi kavramını kullanmamız biraz farklıdır. Bir kişinin sahip olduğu
duyumun biçim ve içeriği nedir? Locke, kişinin kendi kişilik sorununu
belirleyerek bir ölçüte gerek olmadığını söylemiştir. Onun tartışması bir insan
olmanın kişilik duyumunun bir çözümlemesidir. Kişi geçmişinin ve şimdisinin ve
beklenen geleceğinin idealarına sahip olma konusunda bilinçlidir. Kendilik,
bilinçliliğin belli bir yapı ve içerik maddesidir. Bu bir Kartezyen benlik
olarak düşünülemez. O, belli bir deneyim türüne, belli ideaların düzenlemesine
sahiptir. "bilinçlilik her zaman düşünme ile işbirliği içinde olduğu
için, ve herkes bunu kendi olarak adlandırdığı için, kendisini tüm diğer
düşünen şeylerden ayırmış olmaktadır ...ve bu bilinçlilik herhangi bir geçmiş
davranış ve düşünceye uzatılabilir, böylece bu kişinin kimliğine ulaşılabilir."
(Locke, a.g.e.). Bu, bir kendi, bir kişi olmak demektir. Kişinin kendi kişisel
kimliğine sahip olduğu duyusu, bi- linçliliğin sürekliliği ile belirlenmiştir.
Zihin, herhangi bir zamanda bilinçli bir birlik olduğu için, böylece kendi
zaman boyunca bilinçliliğin bir birliğidir. Kendi duyusunun psikolojik temeli
bellek olmalıdır. Zaman boyunca bilinçliliğin sürekliliği, birinin bir ve aynı
kişi olup olmadığını yargılamak için bir ölçüt değildir. Böyle herhangi bir
ölçüt olamaz.
Locke, aynı kişi
olmak ile bir kişi ya da kendi olmak arasındaki farkı ortaya koyan bir düşünce
deneyi önermiştir. Bir prensin ruhu ve bir ayakkabı tamircisinin ruhu bedenlerini
değiştirmişlerdir. Ruh prensin bilinçliliğini taşıdığı için, soylu ruh ve zanaatkarın
bedeninin karışımından oluşan melez varlık prens ile aynı kendi ya da kişi
olacaktır, fakat Loc- ke onun aynı insan olmadığıııı düşünür. "Beden
insanı yapmaya çalışır'; (Kısım 15). Melez varlığın "kendi
duyusu" yalnızca belli bir düzen ve idealar dizisine sahiptir.
İngiltere'de
Locke'un ortaya koyduğu kendilik kavramı çoğunlukla reddedilmiştir. Joseph
Butler ( 1 736) ve Thomas Reid ( 1788) belleğin kendililiği belirlediğini
söylemişlerdir. Onlar "bel.lek" kavramının kendinin sürekliliğini
sağladığını düşünmektedir. Kişinin hatırladıkları, onun bu kişi olarak
yaptıklarının bir toplamıdır. Bilinçli olarak hatırladığı şeylere ulaşmak
kendinin duyusunun temeli olamaz. Reid basit bir karşı-örnek önermiştir. Yaşlı
bir adam, gençlik yaşantısında olanları hatırlamaktadır, fakat çocukken
yaptıklarını hatırlamamaktadır. Genç iken, o bir çocukken elma çalmış olduğunu
hatırlamıştır. Eğer kendiliğin belirlediği bellekten yola çıkarsak bu insanın
iki kişi olması gerekecektir. Ve bu saçmadır.
Hume, kendi adına,
bir varlık olarak "kendi" düşüncesini inkar etmiştir. Kişinin elde
edebileceği tüm şeyler onun kendi zihinsel durumlarının akışıdır. Saydam bir
kendi ideası kişinin idealarınııı tutarlılığını ve sürekliliğini
açıklayacaktır. Neden tipik olarak görgücüdür. Hume ( 1 739 [ 1962]: 311 )
belleğin "kişisel kimlik keşfetmeyeceği "ne işaret etmiştir. O,
zihinsel durumlar arasındaki bir tutarlı ve ardışık ilişkiler örneğinden başka
bir şey değildir. Hume, "bir kendi ide- asından hangi izlenimi
alırız" diye sorar (s. 301 ). Böyle bir izlenim kişinin yaşantısı boyunca
aynı olmak zorundadır, çünkü o kişiye ait gelip geçen tüm deneyimler için
saydam bir "şey"in izlenimi olacaktır. Zihin yeni ideaların bir akışıdır.
Kendi, uygun bir kurgudur. Bizim sahip olduğumuz lıer şey izlenimler ve ondan
meydana gelen ideaların bir dizilimidir. Bilinçlilik, gelip geçici zihinsel
durumların bir yumağından başka bir şey içermez. Ancak onların tümünün
bilincinde olan kim vardır.
Bu noktada biz
Wittgenstein ve Strawson öngörülerine geri dönebiliriz. Yeganeliği ve kimlik
duyusu olan kişi şaşırtıcı bir yapıya sahiptir. O çok-yönlü bir karaktere
sahiptir. Bizim sorunumuz halihazırda ortadan kalkmıştır. Kişisel kimlik ola-
naklılığı düşüncesi özel isim ve kişi zamirlerinin kullanımı için koşullardan
başka bir şey değildir.
Binyılın sonunda
maddenin durduğu görünmektedir. Biz acaba metafiziğin gerçekten yoğun bir
okyanusunda bir dilbilgisi damlasına mı sahibizdir?
Bir insanın
zihninin geçerli durumunu ve kişisel niteliklerini bilmenin herhangi bir
iddiası nasıl ortaya konabilir? Ben kendi düşünce ve duygularımı, eğilimlerimi
ve güçlerimi nasıl bilebilirim? Ve diğer insanların zihinsel yaşantıları hakkında
ne bilebilirim?
On yedinci ve on
sekizinci yüzyıllarda kendi-bilgisinin eğimi ve niteliği hiçbir zaman büyüteç
altına konulmamış gözükmektedir. Descartes, Locke ve Hume kişinin kendi düşünce
ve duygularının, kesin ve belli bilginin bir kaynağı olduğunu kabul
etmişlerdir. Her ne kadar Kant bilginin kaynağı hakkında nahif öngörülerde
bulunmuşlarsa da, o kişinin kendi zihninden kuşkulanmış olduğunu düşünmemiştir.
Kuşkular ancak başkalarının zihinlerini bilmek konusunda odaklanmıştır.
Biz uzun zamandır
insan varlığını bilme ve onları anlama konusu üzerinde felsefi düşünce
tarihini incelemiş bulunuyoruz. On dokuzuncu yüzyılda insan zihinsel
yaşantısının bir biliminin ideası ortaya çıkmaya başlamıştır. Kimya uygulamaları
aracılığı ile, maddesel özün doğası ve potansiyelliği bilinebilir. Peki, zihin
nitelikleri hakkında bilgi elde etmek için uygun olan bilim var mıdır? Daha
önceki çabalar Newtoncu atomculuğun bir benzeri üzerine temellenmiştir. Bu,
ideala- rın bir kabı olarak zihnin Locke'cu kavramının uygulanmasıdır. Doğal
bilimler maddesel atomlar arasındaki birleşme ve etkileşimin yasalarını
araştırırken, psikologlar da zihinsel atomlar olan ideaların türleri arasında
birleşmenin örneklerini araştırmalıdır. Genel olarak, birleşmeler bilgi elde
etmek için kişisel bakış ile sağlanmaktadır.
Ancak, on dokuzuncu
yüzyılın sonunda böylesine iyimser bir düşünce ile uyumlu olmayan bir yapı
kendisini göstermeye başlamıştır. Sigmund Freud eski bir iddianın çarpıcı bir
versiyonunu ortaya koymuştur: bu, zihinde söyleyebildiğimizden daha fazlasının
olmasıdır. Daha fazla rahatsız edici olanı kişinin yaptığı şeyin nedeninin ne
olduğunu bilmemesinin sorgulanmasıdır.
Sigmund Freud'un
yazılarının insanlar arasında çok geniş bir etkiye sahip olduğuna kuşku
yoktur. Freud 1 856 yılında Moravia'da doğmuştur. Viyana'da doğmuştur. Viya-
na'da tıp eğitimi almıştır ve daha sonra Paris'te J. M. Char- cot ile birlikte
nöroloji alanın geçmiştir. Histerinin psikopatolojisi onun baskın ilgi alanı
olmuştur. Nevrozların kaynakları ve bu hastalıkların nasıl tedavi edilebileceği
üzerine yoğun araştırmalar yapmıştır. O, psikopatolojinin kaynaklarının erken
dönem çocuklukta, özellikle cinsel deneyimler konusunda unutulmuş deneyimler
içinde bulunduğuna inanmaktadır. Bu düşünceden yola çıkarak, zihnin bir
düalizminin radikal varsayımına ulaşmıştır. Zihinde düşünce ve duyuların
bulunduğu bilinçli bir alan ve kendilerini düşünce ve davranışlarda farklı bir
şekilde gösteren belleğe bağlı çarpık birleşimlerin geçit vermez bilinçsiz
bölgesi. Kişi üç tür "kuvvet" tarafından etki altındadır: İd, ilkel
içtepiler, Ego, ussal kavrayış ve Süperego, toplumun sınırlamaları. O,
bilinçsizliğin kendisini rüyaların içeriklerinde ve geçmiş hakkında doğrudan
konuşmalarda gösterdiğine inanmaktadır. Freud'un çalışmaları standart bir baskıda
toplanmıştır, fakat okuyucu Fre- ud'un kendi ( 1 933) kuram.ve uygulamalarının
özetine başvurabileceği güvenilir bir gözden geçirilmiş çalışma elde etmek
istemektedir. Naziler tarafından Viyana'ya sürülen Fre- ud, İngiltere'ye
yerleşmiş ve 1939 yılında Londra'da ölmüştür.
Onun yaşamöyküsü
kendi felsefesini anlatmaktadır. Başlangıçta onun zihin bölgelerine
nörofızyolojik bir yorum yapılmıştır, fakat gitgide daha fazla zihne ilişkin
bir kuram ortaya koymasıyla bu düşünce kaybolmuş görünmektedir. Felsefe tarihi
açısından bakıldığında anahtar öğe Freud'un tanımladığı kendi-bilgisinin
olasılığı içindeki sınırlamalardır. Herkes, yalnızca nevrotik hastalar değil,
geçişken olmayan bir bilinçsizliğe sahiptir. Bu, kişinin düşündüğü, hissettiği
ve yaptığı her şeyi etkilemektedir. Bilinçsizlik bölgesine geçiş dı- şandan
yardım gerektirir. Bunun en iyisi psikanaliz uygulamacıları tarafından
sağlanabilir.
Kişinin Freudcu
resminin eleştirisi Freud'un ortaya koyduğu tedavi uygulamaları ve genel
kuramlar üzerine odaklanmıştır. Bir taraftan, psikolojik düşünce, özellikle
cinsel dürtülerin ve onların insan gelişimindeki rollerinin egemenliği
altında, geniş ölçüde reddedilmiştir. Aynı zamanda Fre- ud'un nevrotik
belirtilerin tedavisinde kullandığı tekniklerin etkinliği üzerine ciddi
kuşkular bulunmaktadır.
Filozoflar ise
zihnin iki katlılığına ilişkin varlıkbilimin eleştirisinde bulunmuşlardır.
İnsanın haberdar olmadığı kavra- yışsal zihinsel oluşumların bulunduğunu
düşünmek mantıklı mıdır? Orada hissedilmeyen duygular nasıl olabilir? Bilinçsiz
zihinsel durumlar yerine, sinirsel izler ideası üzerine temellendirilmiş daha
az abartılı bir değerlendirme yapılamaz mı? Zaman zaman Freud'un kendisi
kuramını bu şekilde yorumlamıştır.
Son dönemde kendi
kendini aldatma kavramının mantıklı kılınması sorunu Freudcu zihnin
tartışmalarında başlıca öğe olmuştur. Freud'un düşüncelerin bilinçaltına
itilmesi konusundaki düşüncelerinin eleştirilmesi, kendi kendini kandıran
kişinin birinin kandıran ve diğerinin kandırılan olarak iki "yarım
insan"a bölüneceği uzlaşmaya kapalı eleştirisinin yapılmasına yol
açmıştır.
Freudcu insanlar ve
onların yaşantıları değerlendirmesi kesin bir şekilde çürütülmüş müdür? Bunu
söylemek zordur, fakat batılı kendi-anlayış konusunda onun etkin yerinin kaybolduğu
söylenebilir. Kişinin kendi hakkında bilmediği çok şey vardır. Ancak ne olursa
olsun, madde bilinçli zihnin bir tür benzeri içinde saklanmış olduğu ideası
gitgide daha fazla inanılmaz gözükmektedir.
Freud kendi
psikoterapisini rüyaların içeriğinde bulu nan dil sürçmeleri ve diğer istemsiz
davranışların yorumla^ ması ile hastanın kendisini anlamasına sevk etmenin bir
yolu na sahip olan psikanaliz ilkeleri üzerine temellendirmiştir. Psikanaliz,
hastanın zihninin, hastanın kendisinin sahip olduğun dan daha iyi anlaşılması
anlamına gelmektedir. Ancak, ne o^ !ursa olsun, bu konuşmalar aracılığı ile
oıtaya çıkarılanlar başka bir insan varlığının düşünce ve duygularına geçirile-
mezler.
Başkalarmm Zihinlerini Bilme
Descartes sobanın
dibinde düşüncelere dalıp gitmiş^ ken, duyuların kendisine söylediklerinin
kesinliğinden emin olunamayacağını düşünmektedir. Ben, algı aracılığı ile, mad^
dese! dünya hakkında öğrendiklerime güvensem bile, başka insanların düşünce ve
duyguları sonsuza kadar sorun oluştun maya devam etmektedir. Ben yalnızca
başkalarının hissettiği şey hakkında emin olmamakla kalmanı, ayrıca söz konusu
varlığın bilinçli olduğundan, ya da daha dramatik bir şekilde ifade etmek
gerekirse, onun bir zihne sahip olduğundan bile emin olamam.
Ben başkalarının bu
konular hakkında benim deneyimlerime benzer olarak dünyayı ve kendi
zihinlerini nasıl dene^ yimlediklerinin karakterini nasıl bilebilirim?
Bizim kendi
bilinçliliğimizin sınırları ile bağlı bulunan bireysel adalar ortak bir dünya
alanı oluşturmaktan uzak gö^ rünmektedir-ne kadar insan varsa, o kadar dünya
vardır. Bu düşünce treni daha öteye taşınabilir. Eğer diğer insanlar hakkındaki
benim deneyimim yalnızca benim kendi öznel bölgem içinde onların
görünümlerinden ibaret ise, herhangi bir diğer bilinçlilik hakkındaki inancımı
nasıl doğrulayabil^
rim? Bu, dünyanın,
benim dünyama indirgendiği bir kelime oyunudur.
"Diğer
zihinler" sorunu birkaç yöne sahiptir. Bir tanesi bizim kendi özel duygu
ve düşüncelerimizi betimlemek için kullandığımız sözcüklerin anlamına
ilişkindir. Kuşkucu, benim başka birisi için kullandığım sözcüğün ne anlama
geldiğini mm sıl bilebileceğimi merak eder, çünkü onlar yalnızca bu diğeri için
bilinir olan olgu durumlarını işaret ediyor görünmekte^ dir. Wittgenstein bu
sorunu kendi Philosophical Investigations (Felsefi Araştırmalar) kitabının bir
anahtar bölümü içinde ele almıştır. Başka zihinler sorunu olması, daha genel
düşüncele^ re bağlıdır. Halk dili ile kullanılan kavrayış yetenekleri, ger çek
düşünmenin meydana geldiği özel kavrayışın gizli bir bölgesinde bulunmaktadır.
Bu düşünce Ryle'in The Coııcept of Mind (Zihin Kavramı) kitabının ana amacıdır.
Wittgenstein'm
"diğer zihinler"
sorununa yaklaşımı
Wittgenstein'ın
fikirleri ve sözleri bu çalışmada zaman zaman görünmektedir. Bu binyılın
dönümünde onun bir filozof olarak büyük önemi giderek artmaktadır.
LudwigWittgenstein
1889 yılında Viyana'da doğdu. Tanınmış ve eğitimli bir sanayici olan Kari
Wittgenstein'ın geniş ailesi içinde en küçük oğuldu. Ludwig 1 4 yaşına kadar
özel olarak yetiştirildi. Onun ilkokul arkadaşları arasında A- dolf
Hitler da bulunmaktaydı. Daha sonraki eğitimi büyük ölçüde teknikti.
Manchaster'da denizcilik hakkında çalışma^ !arda bulunduktan sonra Canıbridge'e
geçti ve Bertrand Rus^ sell topluluğuna katıldı. Onların içten ve fırtınalı bir
dostluk lan olmuştur. Birinci Dünya Savaşı'nda Avusturya ordusuna katılmış ve
savaşın son birkaç ayını savaş esiri olarak geçirmiştir. Tractatus
Logico-Plıilosophicus kitabını burada bitirmiş-
tir.
O, bu çalışmanın uzun felsefe tarihinin sonu olduğuna inanmaktaydı. 1930
yılında Cambridge'e geri döndü, bu da çalışmasının felsefenin sonu olduğuna
dair iddiasının erken söylenmiş bir söz olduğunun farkına vardığını göstermektedir.
Savaş yıllan dışında, 194 ?'ye kadar orada kaldı. İnzivaya çekilme
alışkanlığına rağmen, onun kişisel etkisi çok büyük olmuştur. Sık sık
Norveç'teki dairesine giderek insanlardan uzaklaşırdı. Hayatının geri kalan
kısmını batı İrlanda'nın uzak bir bölgesinde geçirmiştir. Neredeyse tüm
çalışmaları onun ölümünden sonra yayınlanmıştır. 1951 yılında ölmüştür. Ray
Monk'un The Duty of Genius (Dehanın Görevi, 1 996) adlı ilgi çekici bir
yaşamöyküsü bulunmaktadır. .
Wittgenstein
gençliğinde bir gazete köşe yazarı olan Kari Krausz'un yazılarından büyük ölçüde
etkilenmiştir. Krausz bir dil eleştirisi olarak, toplumsal bir eleştiri tekniği
geliştirmiştir. O, dildeki bozulmanın bir göstergesi aracılığı ile yaşamın
bozulmasını göstererek, Viyana yaşantısının bazı görünümlerinin süssüz bir
betimlemesini yapmıştır.
Wittgenstein'ın
felsefedeki tekniği aynı sezgi üzerine temellenmektedir. Çözülemez görünen
sorunlar dilin grameri hakkında bazı düşünce köklerine sahiptir. Onların açık
bir şekilde ortaya konması sorunu oluşturan dilin tuzaklarından kaçmayı
olanaklı kılacaktır. Diğer insanların düşünce ve duygularının bilgisi
durumunda, bazı yanlışlıklara ya da kafa karıştıran düşüncelere daha yakından
dikkatlice bakmak, çözülmez görünen sorunlar konusunda kördüğümlerin
aşılmasını sağlayabilir.
Bu, diğer zihinler
sorunu hakkında daha farklı bir düşünme şekli için bir yol ortaya koyacaktır.
Özel deneyimlerin sözcüklerinin anlamlarının bilinmesi hakkında bir sorun ortaya
konur. Bu, Wittgenstein'ın ünlü "Özel Dil Tartışması"nın çok verimli
bir görünümüdür.
Özel Dil.Tartışması
Yalnızca benim
kendi özel bilinçlilik durumumun kullanılması ile bir dil oluşturmak olanaklı
mıdır? Russell'in dil ve anlam hakkındaki idealarının bazılanna göre, bu öngörü
olanaklı görünmektedir. Özel Dil Tartışması böyle bir dilin olamayacağını,
zihnin özel durumuna ilişkin özel edimler aracılığı ile anlam kazanan
sözcüklerden oluşan bir dilin olamayacağını göstermek için tasarlanmıştır.
Tartışmanın ilk
aşamasında, Wittgenstein atfedebildikleri nesneler olarak sözcüklerin anlamını
ele almaya karşı kendi kampanyasını sürdürmüştür. O, tek öğretme ve öğrenme
yönteminin hem öğretmen hem de öğrencinin katılacağı bir örneğin işaret
edilmesi ile olduğu, özel duygular için sözcüklerin öğretilemeyeceğini ya da
öğrenilemeyeceğini göstermekle ilgilidir. Öğretmen "kaşınma"
sözcüğünü kullanarak içsel olarak işarette bulunduğu zaman öğrencinin doğru
türden bir duyum yaşayıp yaşamayacağı söylenemez. Bu şekilde öğrenilen
sözcükler nasıl anlamlı olabilir? Wittgens- tein'ın çözümü, özellikle acı duyma
ve hoşlanma duyularına ilişkin olarak, belli özel deneyimlerin doğal
ifadelerinin olduğunu ortaya koymaktır (Wittgenstein, 1 953: 242).
İnsan
varlığı duyular için kullamlan isimlerin anlamım nasıl öğrenebilir? ...Burada
bir olasılık bulunmaktadır: sözcükler duyumlarm ilkel ve doğal ifadeleri ile
bağlantılıdtr ve kendi yerlerinde kullamlmış- lardır. Bir çocuk kendisini
incitir ve ağlar; daha sonra yetişkinler onunla konuşur ve ona ünlemleri ve
daha sonraki tümceleri öğretirler. Onlar çocuklan- na yeni bir acı-davramşı
öğretmişlerdir. (Wittgen- stein, 1953: 244).
Böylece sözel ifadeler,
doğal ifadelerle aynı "dilbilgisi"ne sahip olur. Bu şekilde
kullanılan sözcükler duyguları betimlemezler fakat onları ifade ederler. İnleme
eğilimi acı içinde bulunan şeyin bir parçasıdır ve bu hoş olmayan duygunun
kendisinden daHa fazla ya da daha az önemli değildir.
Bir öğretmen
tarafından, bir örnek işaret edilerek, öğrenilen zihinsel sözcüklerin yanlış
ideası yalnızca anlam hakkında belli bir bakış açısında değil; aynı zamanda
bedensel duyguların ve diğer "zihinsel durumlar"ın özel nesneler olmasındadır.
Eğer hiçbir özel zihinsel nesne yoksa, bu durumda anlamın değerlendirilmesini
benimsemek için girişimde bulunulması, ümitsizce bir yanlışlığa yol açacaktır.
Paylaşılan örnekleri işaret etmekten başka, sözcüklerin kullanılmasının
öğrenilmesinin farklı yolları bulunmaktadır. Örnek olarak özel deneyimlerin
halk ifadeleri kullanılabilir.
Bazı yorumcular
Wittgenstein tarafından ortaya konan bu anlam değerlendirmesini davranışçılık
olarak düşünmektedir. Bunlar sanki yeni yeni öğrenilen, ifade edilen duyguları
değil, ifadeleri işaret eden, psikolojik sözcükler olarak düşünülmektedir.
Burada da anlamın sözlük manasından gelen başka bir yanlış anlama
görülmektedir. Wittgenstein ünlü bir paragrafında hayali konuşmacısı ile
yaptığı tartışmada bu yanlış anlaşılmaya ilişkin ifadeler kullanmaktadır.
Fakat sen kesin olarak kabul etmelisin ki acı ile
birlikte olan acı-davranışı ile herhangi bir acı olmaksızın acı-davranışı
arasmda bir farklılik bulunmaktadir. Bunu kabul ediyor musun? Nasıl daha büyük
bir farklı/Jk olabilir? Ve sen tekrar ve tekrar duyunun kendisinin bir hiç
olduğu sonucuna ulaşrrsm. Hiçbir şey değil. O, bir şey değildir [maddesel nesne
olarak aym genel türün bir varltğı], fakat bir hiçbir şey de değildir. (Wittgenstein,
1953: 304).
Wittgenstein bu
ayrımı neden yapmaktadır? "Maddesel şey"in kavramı hakkında bunun en
fazla açıklayıcı olması ne anlama gelmektedir? Bizim onlara "aynı"
sözcüğü uygulayabildiğimiz ölçüt nedir? Biz bir ve aynı şeyi, ya da bazı durumlarda
birbirine benzeyen iki şeyi bireyselleştirir ve kimlik- leştiririz. Duygulara
diğer zihin durumlarına, maddesel şeylere uyguladığımız ile "aynı"
sözcüğü uygulamak kural mıdır?
Biz "Ben dün
aynı duyguya sahiptim" ve "Kazayı duyduğum zaman seninle aynı
duyguyu hissettim" gibi iddiaları nasıl anlayabiliriz? O yalnızca
insanların nasıl davrandıkları hakkında kişisel farklılıkların tüm türlerini
içerecek şekilde halk ifadelerinin karşılaştırılması ile olabilir. Bir zihnin
durumunu belli bir şekilde ifade etme eğilimi anlamına gelen bütünleyici
ilke, normal koşullarda duygunun aynılığına iyi bir rehber olan ifadenin
aynılığını sağlJyan, zihin durumunda olan şeyin parçasıdır.
Gerçekte
"diğer zihinler sorunu" yoktur. "Kaşınmak",
"aynı" gibi sözcükleri kullanmak için kapsamlı kurallar vardır, ve
bunlar bir kez açıklığa kavuşturulduğu zaman bulmacanın hiçbir boşluğu
kalmayacaktır. Doğal olarak, bu tartışma da belli temeller üzerine
kurulmuştur, özellikle insan yaşam biçiminin "doğal" olan
görünümlerinin olduğu üzerine temellendirilmiştir. Bu bizim ortak bir sözcük
dağarcığına sahip olmamızı sağlar. Ortak bir dağarcığa sahip olmak ise ifade
edilen duyguların bir birliği içinde, doğal ifadelere ulaşılmasını sağlayacaktır.
Ryle'nin
11makinedeki .hayalet"
mitinin eleştirisi
Gilbert Ryle (
1900-76) The Concept of Mind ( 194 7) adlı etkin çalışmasında insan yaşamının
zihinsel görünümleri ile Descartes'in çizdiği insan portresi ile ilgili olarak
tüm Kar- tezyenci düşünceyi yıkma girişiminde bulunmuştur. O, Des- cartes'ı
ciddi bir hata, bir kategori yanlışlığı yapma içinde olmakla suçlamıştır.
Descartes, insan bedeni ve insan zihni arasında ayırım yaparken, töz adı
altında onları aynı kategoride ele almıştır. Ryle'nin projesi, farklı bir
kategoriye ait olan insan yaşamının zihinsel görünümleri ve maddesel beden, bizim
kullandığımız gündelik zihinsel olgulara ilişkin sözcükler ile bir çalışma
şeklinde göstermektir.
O, iki özellik türü
ayırımında bulunmuştur, bunlar meydana gelen ve eğiliminde olan niteliklerdir.
Meydana gelen nitelik algılanmış biçim gibi bir şeydir. Eğilimsel nitelik ise
gösterilmediği ya da uygulanmadığı zaman bile bir şey tarafından sahip olunan
özelliktir. Ryle, yanlışlığın insanların zihinsel ya da kavrayış
niteliklerinin yorumlanmasında olduğunu söyle1J1iştir.
Ryle davranışçı
değildi. Özel deneyimin gerçekliğini inkar etmekten uzak olarak, kendi
analizini de bu doğrultuda genişletmiştir. Birinin bir şeyi akıllıca yaptığını
söylemek yapılan şeyin içsel bir oluşumunu belirtmek değildir. O, görevin
nasıl yapıldığını söylemek içindir, bu görevin özel ya da açık olarak
yapıldığını göstermektir. Birisinin bir şey bildiğini söylemek, bir görevin
başarılı bir şekilde yerine getirildiğini gfterir.
Ryle'nin genel
olarak haklı olduğunu görmek kolaydır. Kartezyen geleneğinde, geleneksel olarak
kavranmış olan diğer zihinler sorunu basit bir şekilde ortadan kaybolmuştur.
Tabii ki insanlar düşündükleri ya da hissettikleri hakkında yalan
söyleyebilirler, duygu ve düşüncelerini gizleyebilirler. Ancak ne olursa olsun
bu yetenekler bir kavramlar çerçevesi içinde insanların söylediklerini anlamlı
kılarak ve onların doğru söyleyebilecekleri ve kalplerini açabilecekleri ve
anlaşılabilecek/eri bir yapıya ulaşacaktır. Biz tahmin yürütmeden diğer
insanların zihinsel niteliklerini mükemmel bir şekilde kuşatabiliriz.
İnsan varlığının,
kavrayış kuwetini geliştirmiş olan tek organizma olduğu yönünde
cisimlendirilmiş bir ruh olarak kabul edilmesi, son yüzyılda yaygın olarak
benimsenmiştir. Batı düşüncesinde buiıun düalizm içinde olduğuna yönelik bir
eğilim bulunmaktadır. Biz materyalizmin ve idealizmin geldiğini ve aynı şekilde
gittiğini gördük. Bunlar düşünme ve varolma konusund<} güçlü monist girişimlerde
bulunma oluşumları olarak ortaya çıkmışlar fakat daha sonra etkilerini yitirmişlerdir.
Aynı düalistik eğilim Doğu felsefesinde de açık bir şekilde görülmektedir. ’
Bir kişinin nihai yazgısı bir kültür tarafından ortaya konan belirli bir
düalizm çeşitliliğine bağlı olarak kavranmıştır.
Kişi
Felsefelerinde
Kavramsal Düalizmin Oluşu
Geçmişe dönük ve
küresel bir açıdan baktığımızda, bin yıl boyunca üç farklı geleneğin insan
doğası hakkında çeşitli düşünce ve uygulamaları olmuştur. Üç gelenekte de belli
bir ölçüde ayrı ve kimliğe sahip birey ile evrensel ya da kişisel üstw matriks
arasında bir düalizm kurulmuştur. Brahman kozmosun derin doğası olarak
evrenseldir. Atman ise kozmik doğanın bir kişi içinde bireysel
gerçekleşmesidir. Li etrafında kristalleşmiş olan diğer şeyler arasında gelenek
ve uygulamaların evrensel bir sistemin antik dönem anlamı bulunmaktadır. Ch'i
tersine olarak insanları bireysel olarak ele almaktadır. Batı felsefesinde
Descartes, İslamiyet, Musevilik ve Hıristiyanlığın benzer bir derin düşüncesi
olarak yalnızca bir maddesel özün olduğunu ve bunun da bireysel bedenlere
bölünmüş olduğunu açık bir şekilde ifade etmiştir. Her bir zihin / ruh, tek ve
yegane tözdür. Yalnızca bir madde vardır fakat çok sayıda zihin bulunmaktadır.
Bu ikinci töz nedir?
Uzun bir bakış
açısı içinde Hint ve Batı düşüncesinde ayırt edilebilecek açıklıkta görünen
başka bir temel ayırım bulunmaktadır. Her iki gelenek de, kişide maddesel-olan
ve maddesel-olmayan arasındaki ayırımda ortak bir metafiziksel zemin oluştururlar.
Batı geleneğinde, biri maddesel-olan ve diğeri maddesel-olmayan beden ve zihin
arasındaki ayırımı ortaya koymak için ortak bir harita oluşturulur. Hint
felsefesi maddesel-olan I maddesel-olmayan ayırımı, gerçek olan ile yanılsama
olan, maya arasında derin bir ayırımın temellerini ortaya koyar. Buna göre
dünya maddesel ve yok olabilirdir. Bizim çağdaş düalizmimiz de farklıdır.
"İkinci töz" anlamdır ve simgesel etkinlik dünyası işaretlerin
maddeselliği üzerinde meydana gelir.
Binyıllık dönem
içinde, biyolojik indirgemelerin çeşitli biçimleri ile dilbilimsel kaynaklı
psikolojiler ve sosyolojiler arasında çarpıcı bir kutuplaşma vardır.
Psikobiyolojistler, psikoloji ve biyoloji bilim dallarının doğrudan doğruya
etkileşim içinde olduklarını ortaya koyarak genel bir materyalizme yönelik
olarak çalışmaktadır. Davranış yaradılışındaki genlerin rolü, beyin yapıları ve
oluşumların soyut temsilleri olarak yorumlanmış olan zihin modelleri ile
tamamlanmışlardır. Hatta biz "zihin-beyin" ifadesinin çok yaygın
olarak kullanıldığını görüyoruz.
Dilbilimsel
kaynaklı toplumsal yapılar, beyini düşüncenin araçları olarak kabul ederek,
bir tür düalizme yönelik olarak çalışmışlardır. Simgelerin kullanımları
doğruluğun ölçütü ve kuralları olarak işlev görmüştür. Ben önümüzdeki yüzyıllarda
maddesel beyinler ile maddesel olmayan kavrayış ürünlerini bağlayan ilkelerin
ortaya konulacağı beklentisi içindeyim.
İnsanın nihai
yazgısı hakkındaki inançlar, üç büyük geleneğin psikolojileri içinde genel
olarak metafiziksel şemalarla ele alınmıştır. Batı geleneğinde ruh, maddesel
olmayan, zorunlu bir şekilde maddesel bedene yaşam verir. Bu inancın kanıtı
arayışında olan birisi için ortaya çıkabilecek sorunlar çok basit bir şekilde
bir tarafa konabilir. Maddesel olmayan varlıklar algılanamazlar. Ruhlar
görülmezdir, duyulmazdır ve dokunulmazdır. Bunlar ölümsüzlük inancının bir
karşıt kanıtları olarak ortaya konur. Karanlıkta titreyen ve zincirlerini
şakırdatan hayaletler çok farklı bir gelenekten gelmektedir. Örnek olarak
Virgil'in Aeneid yapıtında yeraltı dünyasında Aeneas'ın ölüsü maddesel olarak
betimlenmiştir. Kartezyen düşüncesinde bile maddesel olmayan zihin karakteri
"hayvan tini" hareketi ile yer bulan zihinsel etkinliğin varsayımı
içinde bir tür arındırılmış materyalizm ile ele alınır.
Hint düşüncesi daha
önce görmüş olduğumuz gibi kozmik bir monizm içerir. Burada Atman tek
görünümdür. Bir insanın nihai yazgısı sonsuz bir yeniden doğuştur ya da nirva-
na'ya ulaşılmasıdır. Aydınlanmış olanların ve aydınlanmış olmayanların yapısı
metafiziksel temelde ele alındığında aynıdır. Tartışılacak hiçbir metafiziksel
konu yoktur. Bir Hindu ya da Budist olmak için ttim paketi birlikte satın almak
zo- rundasınızdır.
İnsanların nihai
yazgısı konusu üzerine Çin düşüncesinde ilginç bir benzerlik bulunmaktadır.
Daha önce belirtmiş olduğumuz gibi Çin düşüncesi Budist felsefenin Çin ve Japonya'ya
ihraç edilmesi üzerine temellenmiştir. Kişisel yaşantı, bireysel bilinçliliğin
sürekliliği içinde görülmez. Ölen kişilerin varlığı torunlarının düşünce ve
uygulamalarında bulunmaktadır. Bu nedenle kimse tarafından unutulmamak büyük
bir önem taşımaktadır. Hatırlama ritüelleri topluluk içinde kişinin konumunu
sürdürmesini sağlamaktadır. Ben yirmi birinci yüzyıl düşüncesi içinde gitgide
daha kurulu olarak, organik yaşamın genetik temelleri olarak meydana gelen benzer
bir bakış açısını görmenin çok gülünç olduğunu düşünmüyorum. Klonlama tekniği
ile insanların kopyalanması düşüncesi bana daha fazla gülünç geliyor.
Doğal olarak, bu
düşünce Avrupa kültürünün her zaman için bir parçası olmuştur. Son dönemde
genetik buna "bilimsel" bir zemin kazandırmıştır. Granit mezar
taşları yaptırmak, bilgi teknolojisi kullanılarak yaşamöyküsü, antolojiler ve
her türden kayıtları saklamak ise nispeten daha alçakgönüllü uygulamalardır.
Ölümden sonra yaşam görüşü Konfüç- yüsçü ve Taocu düşüncede de ifade
edilmiştir. Ben, üçüncü binyılda genetik ve kültür arasında gitgide daha sıkı
bir işbirliği görüleceğini tahmin ediyorum.
"Kişi"
kavramının felsefi araştırması Descartes'ın halk bilgisi üzerine özel bilgi
konulması kaynaklı zihin I beden sorunu ile büyük ölçüde etkilenmiştir. O, bir
taraftan iki farklı varlık türünün nasıl etkileşim halinde bulundukları, ve
diğer taraftan bedensel süreklilik ya da bilinçlilik ile kişisel kimliğin
yargılaması için temel olarak bellek arasında ayrıcalığın ortaya konulmasını
sağlayan yapı olarak görülmektedir. Materyalistler zihinsel olan her şeyi
insan organizmasının maddesel görünümlerine indirgemeye çalışmışlardır. Ancak
indirgemeci programlann hiçbirisi tam olarak başanlı olmamıştır.
Bu maddeler nereye
yerleştirilirse yerleştirilsin, diğer insanlann düşündükleri ve
hissettiklerinin genellikle özel olarak kaldığı doğrudur. Eğer insan yaşamının
bir bilimi varsa, diğer insanlann öznel durumları hakkında bir şeylerin bilinebilmesini
destekleyecek bazı yolların olması gerekmektedir. Bu olmaksızın, psikoloji
gelişmiş bir davranışçılıktan başka hiçbir şey değildir. Sosyoloji, kurumsal ve
ekonomik davranışın gözlemlenebilir örnekleri üzerinde istatistiki araştırmadan
daha fazlasını yapamaz, ve antropoloji gezginlerin öykülerinin bir toplamından
başka bir şey olmaz.
İnsan yaşamı ancak
içinde bulunduğu sosyal çevre ışığı altında tam olarak ortaya konulabilir. Biz
başkalarının düşünce, duygu ve inançları üzerine bilgi sahibi olarak kendi
bilgimizi sağlam bir zemine oturma girişiminde bulunabiliriz. Filozoflar
doğru ve yanlış, iyi ve kötü, erdemli ve erdemli olmayan hükümler konusunda
ussal bir temel oluşturmaya çalışmaktadır. İnsan toplulukları için hem büyük
hem de küçük ölçekte verimli ve zenginleştirici bir olanaklılık sağlamak ancak
bu tür çabalar ile gerçekleştirilebilir. 12
İnsanlar
Arasındaki İlişkiler 1
Ahlak Felsefesi
Kişi kavramlarıyla
ilgili olarak, en önemli metafiziksel konulara ilişkin araştırma sürdürülürken,
tamamlayıcı olarak şu sorunun sorulması gerekmektedir: İnsanların davranmasının
gerekli olduğu normlar ve standartlar nelerdir? Bu ahlaki felsefenin ve politik
felsefenin ilgi alanıdır.
Din ile belirlenmiş
bir dünya görüşünden bilim ile belirlenmiş bir dünya görüşüne geçiş yalnızca
genel metafiziği değil, aynı zamanda ahlak ve politik kavram ve hükümler için
destek arayışında olanların yönlerini de değiştirmiştir. Tanrı Yasası'nın insan
versiyonu olarak Doğal yasa öğretisi ortaçağ döneminde tutarlı bir ahlak /
politika iklimi yaratmıştır. İnsancılığa yönelik olan yeni çıkış noktalan ise
vahiy edilmiş din tarafından kurulmuş gözüken tüm soruları yeniden açacaktır.
Biz iyi yaşantı için yeni reçeteleri nasıl savunuruz ve insan erdemlerinin şu
ya da bu sınıflandırmasını nasıl vurgulayabiliriz? Bu, insan yaşamının olguları
içinde bulunan görgücü soruşturmanın bir konusu mudur? Ya da arı us ile bir
yanıtın ana hatlarına ulaşmak olanaklı olabilir mi? Her iki alternatifin de
savunucuları olmuştur.
Her şeyin ötesinde,
Rönesans'tan sonra insancılığın "keşfı"nin akılda tutulması
gerekmektedir. İnsan bilgi ve ahlaklılığının merkezi durumuna gelmiştir.
Binyılın ikinci yarısında ahlak ve politika felsefelerinde yetki usa
verilmiştir. Bu eğilimin yüceltilmesi bizim Aydınlanma olarak adlandırdığımız
büyük Avrupa hareketidir.
Felsefenin yeniden
bireyin üzerinde merkezleştirilme- siyle birlikte, davranış özgürlüğünün nasıl
olanaklı olduğu eski sorunu yeniden filozofların derin düşünceleri içinde merkezi
bir konum kazanmıştır. Leibniz, bu bildik sorunu her şeyi bilen bir Tanrı
tarafından tüm kendi tarihi içinde kişisel bir sorumluluk nasıl olabilir
şeklinde ele almıştır. O, doğalcı bir görünüm içinde yeniden ortaya çıkmıştır.
Doğa oluşumları tarafından önceden belirlenmiş maddesel bir temele sahip olan
her bedensel olay içindeki bir evrende insan özgürlüğü nasıl olabilir? Aynı
zamanda, politik otoritenin bulunduğu yer sorunu analizin gereksinimleri
içinde bulunmaktadır. Dünyevi bir devlet içinde kurulu otoriteye itaat etmek
zorunda olan kişinin görevleri nelerdir? Hangi koşullarda bu otorite hükmetme
hakkını kaybeder?
Alisdair Maclntyre
ahlak ve politika felsefelerin ortaçağ ve modern içerikleri arasındaki
karşıtlığı aşağıdaki gibi betimlemiştir.
Orta Çağlarda toplumsal bağlar ve politik bağlar,
tıpkı Yunanlılarda olduğu gibi bir birliğe sahipti. [Çağdaş dünyada ise] bir
insan, eski dünyada olduğu gibi bir feodalizm birliği ya da [Yunan şehir-dev-
letlerindeki] şehir birliğinden farklı olarak, yalmzca bir özne olarak bir
toplumsal ilişkiler ağmm bir parçası olarak yer almaktad1r. Kişi ekonomik
düzene kurumlar ve lonca/arm bir seti içinde iyi-tanımlan- mış bir durum içinde
değil, sözleşme yapma yasal hakkma sahip olan bir birey olarak kat1/Jr ...bu ahlaki
yapı için yeni bir kimlik sahibi olması demektir. (Maclntyre, 1 966; 124).
Filozoflar artık
özgürlüğü yalnızca nedensellik ile değil, aynı zamanda dünyevi otorite ile de
uzlaşmak zorundadır, ve başkalarının çıkarları ve taleplerini kendi çıkarları
söyleminde ele almalıdır. Politik otorite temeli olarak feodalizmin sonu ve
Katolik Kilisenin etkinliğinin azalması toplumsal dünya boyunca inanç ve ahlak
konularında farklı bir yapının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Böyle bir ortam
içinde olan kişi özgürlük talebinde bulunmaktadır. İnsanlar kendi yaşam şekillerini
seçmek ve kendi çıkarlarını arama hakkına sahip olmak istemektedir. Böyle bir
yapı içinde ahlak, mülkiyet hakkı ve otoritenin işlevi nasıl olmalıdır?
Böylesine özgür bireyler tarafından yönetimi onaylayan ve kabul edilen kurulu
bir otorite nasıl olmalıdır? Eğer egemenlik gücü yurttaşlara otoriteyi
belirleme hakkı veriyorsa, onun yetki sınırları nasıl olmalıdır? Özgür insanlar
arasındaki düzenli birliklerin herhangi bir biçimi içinde ortaya çıkan
sorunlar nasıl çözülecektir?
Bu bölümde biz
gitgide artan bir şekilde dünyevi bir toplulukta ahlak otoritesinin bir
zeminini geliştirme arayışı içinde olan ahlak felsefecilerinin yaptıklarını
izleyeceğiz.
AHLAK
FELSEFESİNİN
TEMEL NOKTALARI
Ahlak ve politika
felsefeleri arasındaki ayırımı genişletmek yapay olacaktır. Her ikisi de
yaşamın düzenli ve tatmin edici bir biçimi hakkında etkin olan ya da etkin
görünen doğru ve yanlış davranış ilkelerinin temellerini arayışı içermektedir.
Politik felsefe otoriteler ve vatandaşlar arasındaki ilişkilere, ahlak
felsefesi ise bireyler arasındaki ilişkilere odaklanır.
İnsan davranışının
ahlak niteliği konusunda hangi ölçütler geçerlidir? Görgücülüğün
egemenliğindeki on yedinci ve on sekizinci yüzyıl ikliminde, İngiliz
filozoflarının davranış ve karakter konusunda psikolojik unsurlar üzerine vurgu
yapması şaşırtıcı değildir. Hume'a göre, ahlak felsefesinin ilkeleri, temel
ve zorunlu ilkeler üzerinde usun uygulamalarında değil, "insan yaşamının
dikkatli bir gözlemi"nden gelmelidir. {Hume, 1 739-40 [1962]: 44).
Çünkü ahlak ... davranış ve duygular
üzerinde etkiye sahiptir. Bunlar ise ustan kaynaklanıyor olamaz; ve us
tek başıma . .. böyle herhangi bir etkiye asla sahip olamaz. Ahlak, tutku/an
harekete geçirir, ve davranış/an üretir ya da önler. Usun kendisi bu konuda
tam olarak potansiyele sahip değildir. Bu durumda ahlak kural/an, usumuzun
sonuç/art değildir. (Hume, 1739-40 [1962]: 192-3).
Hume, ahlaklılığın
kaynağının, ahlaki bir duyu olması gerektiğini düşünür. "Bir erdem
duyusuna sahip olmak, bir erdemliliğin karakterinin düşünülmesinin belli bir
türünün bir tatminini hissetmekten başka bir değildir ...Biz erdemli olmak
karakteriyle kuşatılmış değilizdir, fakat belli bir şekilde bizi memnun kılan
bu deneyimi hissettikten sonra, erdemli olmanın bizi nasıl hissettirdiğini
biliriz." {Hume, 1 739-40 [1962]: 205 ) . Kısacası, erdemli bir karakter
ve hoşa giden bir karakter kavramları aynıdır. Nihai olarak, ahlaklılığın tüm
yapısı acı ve haz duyusuna bağlıdır. Ancak ahlaki olarak uygun bir -
şekilde bize haz veren şey nedir? Bu, bizi yapılan şeyin faydası ve
başkalarının beğenisini kazanma konusuna götürür.
Evrensel
Ahlak İlkeleri Nasıl Olabilir?
Hume'un ahlak
yargıları zeminin analizi üzerinde düşünüldüğünde onun evrensel ahlak
yargıları için bir temel oluşturma konusunda başarısız olduğu görülecektir.
Bir grup insan, erdemli, faydalı ve hoşa giden şeyin farklı bir kavramına sahip
olabilmektedir. Ahlaki bir ilke olarak herhangi bir yerde ve herhangi bir
zamanda geçerli olacak ölçüte nasıl ulaşabiliriz? Bu, Kant'ın çözmeye
çalıştığı sorundu. Göreceğimiz gibi, o, Hume'un psikolojik kaynaklı ahlak
yargıları temeli değerlendirmesinden daha radikal bir ahlaklılık alanı oluşturmayı
vurgulayacaktır.
Kant'a göre, kendi
hakkındaki değerlendirmemizde gördüğümüz gibi, her insan davranışı iki
"düzen" ile ilintili kabul edilmelidir. Bunlar nedensel yasalar
tarafından sıkı bir şekilde yönetilen fenomenal dünya ve us tarafından yöneti-
fen kavranabilir dünyadır. Fenomenal dünya içinde, insan varlıklarının
nedensellik ile bağlı olduğu ve özgürce hareket edemeyecekleri düşünülmektedir.
Ancak kavranabilir dünyada, usun egemen olduğu dünyada, insanlar özgürdür. Bu
özgürlük bizim bazı düşünce ve davranışlarımızın anlık sezgileri içinde ortaya
konulmuştur. Böylece bizler aynı anda hem fe- nomenal organizmalar hem de
nomenal aracılar olarak varız- dır.
Kant, koşulsuz olan
iyiyi bulmaya çalışmaktadır. Haz ya da hatta bazı faydalar uğruna yapılan
hareketler, davranışın koşulsuz bir ilkesi için yalnızca tek bir aday
görünmektedir: bir görevi, görevi yapma uğruna, yapmak.
Bu ona, arzu edilen
ve arzu edilebilir sonuçların değerine göre değerlendirildiği davranışların
performansı için kuralları ifade eden kategorik koşulsuz zorunluluklar ve
varsayımsal zorunluluklar arasında ayırım yapma olanağı verir. Gerekli olan
teknik bilgi için yetenek kuralları vardır, bizim kendi çıkarlarımız içindeki
davranışlarımızı sağlayan sağduyulu kurallar vardır. Varsayımsal
zorunlulukların hiçbir türü meselenin kalbine gitmez. Yalnızca kategorik bir
zorunluluk, belli durum ve kişisel güdülerden bağımsız olan hareketin ilkesi
nihai ahlak yasası olabilir. Kant'ın kategorik zorunluluğun doğasının
açıklaması, felsefe tarihindeki büyük anlardan biridir.
Kategorik
zorunluluk Kant'ın yazılarında iki ayrı versiyon içinde görülür. İlk
formülleştirme aşağıdaki gibidir:
Aym
zamanda herkes için geçerli olacak davramş evrensel bir yasa olmalıdır. (Kant,
1785 [ 1964]: 52/421 ).
Kant bunu
"hakkın üstün ilkesi" olarak adlandırır. O, ahlak yasalarıyla uyum
içinde olarak herkesin hakkına saygılı olmayı gerektirir. Bu, herhangi bir
zorlama olmaksızın kendiliğinden olmalıdır. Bu, zorunlu olarak kategorik
yapıyı koşulsuz yapan şey nedir? O koşulsuzdur çünkü "eğer [bir davranış]
k€ndi içinde iyi olarak düşünülüyorsa, ve bu durumda zorunlu olarak
düşünülüyorsa, o, bu istencin ilkesi olarak kendisini usa uyduracak bir
istencin ürünüdür." (Kant, 1785 [ 1969]: 36). Usa uydurmak basit olarak
çelişkilerden kaçınmaktır. Ahlaki açıdan yanlış davranışlar kendi kendisiyle
çelişecektir.
Kategorik
zorunluluğun ikinci formülleştirmesi ilkinden çok farklı görünmektedir.
Her zaman insancıl olarak görülen böyle bir davranış
asla basit bir şekilde bir araç olarak düşünülmez, her zaman aym zamanda bir
son olarak düşünülür.
(Kant, 1 785 [
1964]: 66-7/249).
Bu versiyon Kant'ın
ahlak felsefesinin başka bir ilgi çekici görünümü ile bağlıdır. Bu bizim
dışsal kuwetlerden bağımsız, özgür olarak davranma kapasitemiz üzerine vurgu
yapmaktadır. Kategorik zorunluluğun bu versiyonu "Sonların Krallığı"
olarak tanımlanır, tüm insanlar özgür ve sorumlu varlıklar olarak düşünülerek,
idealize edilmiş bir toplumsal düzen oluşturulur.
Ussal
bir varflk kendi içindeki evrensel yasaların bir üyesi olarak sonların
bölgesine aittir. O, başka hiç kimsenin isteğinin öznesi olmaksmn kendi bağımsızlığa
sahiptir. (Kant, 1785 [1969]: 59).
Bu iki versiyonu
aynı idea şeklinde ifade etmek zor değildir. İnsanlar kendi içlerinde olan
yasayı ahlak ilkeleri olarak benimsemektedirler. Onlar herhangi bir belirli
ahlak kuralının kaynağı olarak hizmet görmemektedir.
Verilen bazı
varsayımsal ahlaki sistemler, kategorik zorunluluklar bizim tüm diğer
düsturlardan farklı gerçek ahlak yasalarını süzgecimizden geçirmemizi
sağlayacaktır. Bir yargı ya da bir kuralı ahlak yapan şey onun içeriği değil,
onun biçimidir. "O, davranışın maddesi ve niyet edilmiş sonucuyla •ilgili
değil, bu sonucu oluşturan biçim ve ilke ile ilgilidir." (Kant, 1785
[1969]: 38). Kant, ahlaki olarak hatalı bir kuralı göstererek kategorik
zorunluluklara karşı davranış sınamasında bulunur. Burada yalan söyleme
örneğini verir. "Her zaman yalan söylerim, " sözü kendisiyle çelişen
bir ifadedir. Onu benimsemek doğru ve yalan arasındaki ayırımı yok edecek ve
onu anlamsız kılacaktır.
Böylesine
hoşgörüsüz bir felsefenin, ahlaklılığa olan daha popüler yaklaşımların
temelini biçimlendirmesini ummak çok ...zor olacaktır. Bazı içeriklerin felsefi
yargılar tarafından desteklenmeye gereksinimleri vardır, bunlar kavramsal
olarak iyi yaşantıyı tanımlayan bazı önemli değerlerle bağlantılıdır.
• Ahlak
felsefesinin üç büyük ekolü daha sonraki yüzyıllarda ortaya çıkmıştır, bunların
her birisi ahlak yargılarının içeriğinin genel bir değerlendirmesini
sunmaktadır.
Etik üç büyük
düşünce ekolü geliştirmiştir. Ahlaki doğruluk zemini arayışında, davranışların
sonuçları ile ilgili olmaları açısından faydacı olan ekol vardır. Ahlak
edimlerinin yaradılışında bulunan karakter içinde doğrudan bir ahlaki sezgi
türü ile zemin arayışında bulunan ekol vardır. Etiğin üçüncü büyük ekolü,
ahlak yargılarının biçimsel özelliklerinin yakın bir incelemesi üzerine ■ kurulu, analitik felsefenin
bir dalı
olarak geliştirilmiştir. Bunlar "kuralcılardır" (prescripti- vist}.
Ahlaki konularla ilgili başka düşünceler de ortaya konulmuştur. Burada ikinci
binyılın son yüzyılında uygulanmış olan ahlak felsefesinin yol göstericisi olan
üç düşünce incelenecektir.
Edimler yalnızca
sonuçları referans alınarak değerlendirilmelidir düşüncesi, yalnızca şimdi
popüler olan bir görüş değildir. On dokuzuncu yüzyılın başlarından hemen sonra
ilk tam olarak endüstrileşmiş ülke olan Birleşik Krallık'ta ortaya çıkmıştır.
Ayrıca bu dönemin en etkin ve en yetenekli filozoflarından biri olan John
Stuart Mil! tarafından savunulmuş olması da ayrı bir önem taşımaktadır. Ahlakın
temelinin edimlerinin sonuçlarında olduğu düşüncesi bir önceki nesilden hem
Hume ( 1 740} hem de Jeremy Bentham ( 1 789) tarafından ortaya konulmuştur,
ancak o daha büyük bir felsefi içeriği Mill'in yazılarında bulmuştur.
John Stuart Mili 1
806 yılında bir filozof ve ekonomist olan James Mill'in oğlu olarak doğmuştur.
Üç yaşında Yunanca öğrenme ile başlayan çok katı bir eğitim almıştır. Babasının
himayesinde yaşayarak kendisini felsefi konularda çalışmaya vermiştir. James
Mili, Bentham tarafından ' kurulmuş olan politik hareketin liderliğini oğlunun
yapmasını istemektedir. Bu harekette açıklanan amaç yaşam yönetimi içinde
sezgi ve duyguların, us ile yer değiştirmesidir. Genç Mili, bir inanç
"krizi" yaşamış ve kültürel konuların . derinliği ve önemi ile
ilgili olarak daha zengin bir duyu ortaya koymak için faydacılığın katı bir taraftarı
olmuştur. Onun yaşaııtısı, babasının ölümünden sonra evleneceği Harriet
Martineau Taylor ile ilişkisiyle daha ileri bir noktaya taşınmıştır. Onların
birlikte çalışmaları daha sonraki çalışmaların çoğunda açıkça görülmektedir.
Mili cesaretli bir polemikçiydi. Özellikle Viktor- ya döneminde kadınlara
yönelik konulardaki saldırılarında bu görülmektedir. O, 1873 yılında ölmüştür.
Hangi sonuç türleri
ahlaki davranışlar için uygun düşmektedir? Açık bir şekilde mutluluk veren her
şey bu sorunun yanıtını vermektedir. Hazlar mutluluk kaynaklarıdır, bu '
durumda
davranışların en fazla haz ve en az acı yaşamaya yönelik olması gerekmektedir.
Bu basit önermede açık bir şekilde görülen iki temel sorun bulunmaktadır. Bazı
hazlar diğerlerinden daha değerli görülebilirler, bu durumda onlar nasıl
sıralanacaktır? Bentham buna arı bir şekilde niceliksel bir ölçüm önermiştir.
Bu kötü bir kelime oyunudur: "Haz nicelikleri .■ eşittir, pushpin [bir oyun] şiir kadar iyidir."
(Bentham, 1789: il, ' 253).
En büyük mutluluk arayışında
olan bireylerin mutluluk arzularını dizginleyebilir miyiz? Belki de tüm
bireysel mutlulukların toplamı yalnızca tümünün mutluluğudur. Daha temel
olarak, bizim hazzı neden en üst noktaya getirmemiz gerektiğini sorabiliriz.
Mill bu sorularla karşılaşmış ve onları çözmeye çalışmıştır. O, davranışların
doğruluğunun ne olduğunu basit bir şekilde ortaya koymakla başlamıştır:
Faydacılık, ya da En Büyük Mutluluk İlkesi mutluluğu
sağlama eğiliminde olarak doğru davranışlar, mutluluğun tersini üretme eğiliminde
olarak yanlış davranışlar değerlendirmesinde bulunur. Mutluluk ile hazım olması
ve acınm olmaması istenir; acınm olması ve hazdan yoksunluk ise mutsuzluk
olarak değerlendirilecektir. (Mili, 1861 [ 1998]: 55).
O, insanlarla
ilgili olarak antropolojik bir olguyu ortaya koyar. "Bu sıkı yapı"
der, "insanlığın toplumsal duygusudur; dostlarımızla bir birlik içinde
olma arzusudur" (Mill, 1861 [1998]: 77).
Ancak tüm hazlar,
en azından herhangi bir birey için eşit değildir. "Sokrates olarak
memnuniyetsiz olmak, bir budalanın memnuniyetinden iyidir. " Şimdi soru
şudur: Değerlendirmeyi kim yapacaktır? Mill'e göre, yalnızca her iki haz
türünün deneyimini yaşamış olanlar niteliklidir ve onlar daha yüksek hazları
tanımlayacak kuşku götürmez bir yanıta ulaşacaklardır.
Faydacı tavırda
güçlü bir seçkin sınıf esintisi bulunmaktadır. Ahlaki yargılar ve kuralların
içeriği belirlenirken, değer ölçütü artık haz ve acı değil, göreceli olarak
daha bilgili olan kişilerin yaşadıkları deneyimdir.
Benim kendi kişisel
mutluluk arayışım ile en büyük sayıda en büyük mutluluğun işlenmesi arasındaki
ilişki nedir? İlki kendiliğinden ikincisinin üstesinden gelir mi? Mill'in buradaki
hamlesi başka birinin hissettiği hazzın benim için mutluluk kaynağı olduğunu
iddia etmektir. Böylece bireysel amaçlardan doğrudan doğruya grup amaçlarına
geçiş sağlanır. Psikolojik bir genelleme olarak, bu ilke açık bir şekilde
yanlıştır.
Mill'in insanların
haz arayışında olmaları gerektiğine dair ilkesini koruma girişimi onun yanlışa
düşmesine neden olmuştur. Herkesin haz arayışında olduğu genel iddiasında
bulunmak bunun bir sonucudur. Herkes bunu yapsa bile, herkesin bunu yapmak
zorunda olduğunu söylemek yanlış bir yargıya varmak anlamına gelecektir.
Üstelik herkesin haz arzusunda olduğu basit bir şekilde doğru değildir.
Manastır yaşamının katı kuralları göstermiştir ki kişilerin değerlerinin
bazıları yaşam koşullarına bağlı olarak değişiklik gösterebilmektedir. Eğer
soğuk taş zeminlerde gece yarısı saatler boyunca diz çökerek dua etmek haz
kavramı içeriğinde değerlendirilirse, ahlaki olarak değerli davranışların
evrensel ilkesini saptamak olanaksız olacaktır.
Faydacılığın tüm
bakış açısı için açık bir itiraz vardır. Kendi içlerinde erdem arzulanmakta ve
kötü davranıştan sa- kınılmaktadır. Bunlara başka herhangi bir şeyin yardımı olmasına
gerek yoktur. Mill'in yargısı bu noktada kararlı bir şekilde kaçamak bir yapıya
sahiptir.
Onlar kendi içlerinde ve kendileri için arzu
edilmiş ve arzu edilebilirdir; araçlar olmamn yam sıra, onlar sonun parça/andır.
Erdem, faydact öğretiye göre, doğal ve özgün olarak sonun parçası değildir,
fakat böyle olma kapasitesine sahiptir; ve arzulanmış ve üstün tutulmuş olarak,
onlar mutluluğun araç/an değil, kendi mut/uluklanmn parçasıdtr. (Mili, 1861
Il998]: 83).
Mill'in haz
duyulabilir olarak iyiyi tanımlamadığının farkına varifması önemlidir. O, bir
ölçüt ortaya koymak yerine iyiyi tanımlamanın bir yolunu belirtmeliydi. İyi,
insanlığın genel faydasıdır çünkü haz duyulabilir olan en yüksek faydacılıktır.
Kant ve MiWin görüşleri arasında daha büyük bir uçurum olamazdı. Her ikisi de
ahlaklılık konusuna bireysel açıdan odaklanmışlardır. Kant'a göre bireylerin
kavrayış güçleri ahlak ilkelerinin en bağlayıcı kaynaklarıdır. Mill'e göre ise,
bireyin duygu kapasitesi iyi olan şeye, en derin ahlak sezgisinin kaynağıdır.
Sezgicilere göre,
bir davranışın ahlak niteliği, herhangi bir diğer nitelik gibi, sezgisel olarak
kavranabilen bL’ edimin bir niteliğidir. Ancak ne olursa olsun, renk ve şekil
gibi doğal niteliklerin tersine olarak, ahlak nitelikleri doğal-olmayan ni-
teliklerdir.1 Bu görüşün başlıca savunucusu hiç kuşkusuz G. E. Moore'dur. O, 1
903 yılında Principia Ethica (Etik İlkeleri) kitabını yayınlamıştır. Bu
kitapta ve başka yerlerde iki temel ilke ortaya konulmuştur.
İlki ahlak
niteliklerinin doğasını tanımlamıştır. O, davranışların, onların sonuçlarının,
deneyimlerin, vb. yaradılışından kaynaklanan iyilik olarak böyle bir şey
bulunduğunu iddia etmiştir. İkinci ilke etik düşüncenin temeline iyiliği yerleştirir.
Yaradılıştan kaynaklanan iyilik tanımlanamazdır. Kavramlar, örneğin
"sarı" gibi bir renk kavramına benzer olarak belli bir davranışta
bulunur. Biz "sarı"nın ne anlama geldiğini ancak bir örnek
gösterildiği zaman öğrenebiliriz. "Sarı"nm hiçbir sözel açıklaması
olamaz.
Bu iki basit fakat
tartışılır ilkeden yola çıkarak, etik alanında bilinen en iyi katkıyı sunan
formülleştirmesine ulaşmıştır. Ancak bu doğalcılık açısından hatalıdır. Eğer
iyi, nesnelerin çok geniş bir çeşitliliğinin yaradılışından gelen, doğal olmayan
ve tanımlanamaz bir niteliği ise, bu durumda, onun ’ anlamını ifade edecek
hiçbir doğal nitelik seti yoktur. İyiliğin kavramını tanımlayan herhangi bir
set olduğunu iddia etmek doğalcı bir hataya düşmek anlamına gelir.
Onun tartışmada
ortaya koyduğu ünlü söylemi şöyle- dir.
Bazı doğal nitelikler olan "P"nin
"iyi" anlamı oldu. ğunu varsayalım. ""P, iyi midir?"
diye sormak onu mükemmel bir şekilde duyusal yapar. Örnek olarak, eğer
"mutluluk" "iyi" bir şeydir önermesinde bulunuyorsam, bu
durumda o "Mutluluk iyi midir?" diye sormayı mükemmel duyu yapar.
Ancak ne olursa olsun, eğer biz bu sorgulama içinde "iyi"- nin yerine
yedeğini koyarsak "Mutluluk mutlu mudur?" şeklinde açık bir şekilde
duyusal olmayan sahte-soruya ulaşırız.
Bu öğretinin iki
ileri sonucu vardır. Moore genel olarak iyilik ile mantıksal olarak zorunluluk
arasında bağ kurma konusunda isteksizdir. O kişinin bir dünya yaratma görevinin
içindeki iyilik niteliği nedeniyle olması gerektiğini düşünür. Bir şeyin iyi
olduğunu söylemek onun yaratıldığını ya da korunduğunu ya da esirgendiğini
zorunlu kılmaz.
İkinci olarak,
iyilik niteliği kişinin hoşlanma, korkma gibi herhangi bir etkin durumuna
bağlı değildir. Yargı içinde bu maddelerin herhangi birini kapsamak doğalcı bir
hata içine düşmek demektir.
Hancock ( 1983)
etik bilgilerin ideasında zorluklar bulunduğuna işaret eder. Moore'un
söylediğine göre biz gerçekleri yalnızca doğrudan sezgi aracılığı ile
bilebiliriz. Eğer benim sezgim sizinki ile uyum içinde değilse ne olacak? Doğal
nitelikler durumunda biz yaygın olarak kabul edilmiş örneklere başvurabiliriz.
Daha ciddi olarak,
"doğal-olmayan ve basit" bir nitelik kavramının nahif görünmesidir.
Ahlaki bir tartışma iki insanın yerel •sanat galerisindeki yeni bir sergiye bakması
gibi farklı anlaşmazlıklara neden olabilir.
Davranışların-
doğruluğu bir toplumun daha bilgili üyelerinin hoşuna gidecek şekilde kendi
güçleri tarafında açıklanması uygun bir . şekilde görünmez. "Görevini
yap" ifadesi, benim, bir şey . yapmam gerekli olduğu zaman söylenmediğinde
faydalı görülebilir. Ancak bunun doğal-olmayan bir nitelik içinde. bir
tartışmada görevin dayatılması şeklinde olması aynı etkiyi bırakmaz. Yirminci
yüzyılın ikinci yansında bazı filozoflar etik ifadelerin mantıksal biçimlerine
yakından bakmaya başlamışlardır. Bunun nedeni belki de davranışların nitelikleri
ortaya konulurken daha derin bir "dilbilgisi"ne gereksinim
duyulmasını ortaya 'koyar. Eğer ahlak tartışmasının biçimsel yapısı
gösterilebilseydi, belki de ahlak- felsefesi tarihi için bir sorun olarak
gözüken sonsuz . tartışma ve hatalar ortadan kalkmış olacaktı. Biz ahlak
ifadelerini neden kullanırız? Onlar 'dikkatli bir şekilde çözümlendiği -zaman,
herhangi bir şeyin' -niteliğini anlamak için kullandığımız ifadelerin mantıksal
biçiminin hiçbir izi olmayacaktır.
Bu- hamleyi yapan
birkaç yazar içinde R. M. Hare öne çıkmaktadır. -Ancak fılozoflann -dikkatini
dağıtan ifade türlerinin mantıksal biçimi nedir? Hare, -kitabını uzlaşmaz bir
şekilde açmaktadır. '
Ahlak ilkelerinin
işlevi davramşlan yönlendirmektir.
Ahlakm dili,
kuralcı bir dil türüdür. (Hare, 1 952: 1)
Bir davranışın açık
bir şekilde ve doğrudan doğruya yönlendiren zorunluluk kipleri vardır.
"Bunu yap!" Ve "Bu güzel bir avakadodur, " gibi değer
yargılamaları vardır. Kuralcı bir okuma içinde, "ben sana bunu yemeni
tavsiye ediyorum!" şeklinde söylenebilir, ama kuralcı bir işlevi vardır.
Kuralcı dili,
betimlemeci dilden ayırmanın ilk basamağı ilkinin ikinciye indirgenemeyeceğini
göstermektedir. Her iki ifade türünün mantıksal biçimi içeriği ifade eden bir
söylem içerir. Örneğin "Sen kapıyı kapatıyorsun" ifadesi bir kuwet
ifade eden bir söylemdir ve "Onu yap" anlamına gelebilir. Hare, bu ve
başka anlamların zorunluluk kiplerinin betimle- yici ifadelerden farklı bir
biçime sahip olduğunu göstermek amacıyla ortaya koyar.
Tartışmadaki son
hareket değer yargılarının doğrudan olmayan ya da eğimli zorunluluklar olduğunu
göstermektir. Bir şeyin iyi olduğunu söylemek birine tavsiyede bulunmaktır, ya
da birisini onu yapmaya, onu yemeye, onu seçmeye, vb. sevk etmesidir.
flİyi"
sözcüğünün birincil işlevi tavsiye etmektir ...
biz herhangi bir şeyi tavsiye ettiğimiz ya da
ondan sakmdığımız zaman, o her zaman düzen içindedir, en azmdan doğrudan
olmayan bir şekilde, şimdi ya da gelecekte bizim ve diğer insanların
seçeneklerini yönlendirir.
Ahlaki açıdan diğer
önemli sözcük olan "gerekli" açık bir şekilde zorunluluk kipine
sahiptir. Bir kez daha Kant'ın kategorik zorunluluk, ahlak felsefesi
versiyonları içerikten yoksun görünmektedir.
İkinci Dünya
Savaşı'nın sonundan 1 970'1i yılların sonuna kadar başka bir ahlak felsefesi
tarih halısına dokunmuştur. Bu düşünce, özellikle Jean-Paul Sartre (
1905-1980) ile birlikte anılmaktadır. Onun kaynaklan çok çeşitlidir fakat S0ren
Kierkegaard'ın ( 1813-55) yazıları bunların başlıcaları arasında sayılmalıdır.
İkinci binyılın
ikinci yarısına yönelik bu araştırma içinde yer alan ahlak felsefeleri, seçim
yapma ve bunun sonucunda davranışta bulunma için usun belli türlerinin kullanımına
ilişkin bir belirleme ve doğrulama amacında olmuştur. "Neden?" sorusu
sorulduğu zaman on sekizinci yüzyıl filozofları "Çünkü o haz üretir"
yanıtını verme eğiliminde olmuşlardır. On dokuzuncu yüzyıl İngiliz filozofları
"çünkü o en büyük sayıda en büyük mutluluğu getirir, " yanıtını verme
eğiliminde olmuşlardır. Kant "Çünkü bu benim görevim" kesin yanıtını
vermekle yetinecektir. Bu yanıtların herhangi bir tanesi neden bizi tatmin
etsin? Biz onlar için hangi nedenleri ortaya koyabiliriz? Biz doğalcı bir teze
sahip gibi görünmekteyiz, "Çünkü insan doğası bu şekilde oluşturulmuştur"
Varoluşçular dikkatlerini ahlaklılık içeriğinden bir yaşam şekli olarak kişisel
karar anına odaklanmayla yöneltmişlerdir.
Kierkegaard
ve Varoluşçuluğun
Çıkış Noktalan
Kierkegard
özellikle Either / Or başta olmak üzere çok sayıda çalışmasında, ahlaki
edimlerin temel noktalannın örneklerini sunmuştur. Şu ya da bu yaşam şeklini
seçmek için bulunabilecek nedenler, diğer nedenlerin zinciri ile sonsuz bir
şekilde desteklenemezler. Bazı noktalarda biz yalnızca seçeriz. Kişi, daha öte
bir neden olmaksızın kendisi için temel bir ilke, öğreti ya da yaşam şekli
belirler.
Ben şu ya da bu aymmı yapttğım zaman ne olur? O
iyi midir yoksa kötü mü? Haytr, ben iyi ya da kötü arasmda seçimin bulunduğu
noktaya kadar sizi taşımak ile yetineceğim. Bunlarm iyi ya da kötü olduğunu
siz değerlendireceksiniz. (Kierkegaard, 1843 [1944]: 172).
Ahlak yaşantısının
anahtar noktası, seçilmiş bir etik yaşantısına sahip olmasıdır. "İlk
seçim, her ardışık seçim içinde bulunmaktadır." (Kierkegaard, 1843 [1944]:
223). Bu durumda yaşam iyi ve kötü arasındaki seçenekler etrafında inşa edilmiş
olacaktır.
Daha geniş anlamda,
bizim seçebildiklerimiz arasında b ki olası yaşantı bulunmaktadır. Kierkegaard,
bunların her birini hayali bir kahraman spzcükleri içinde sunar. Yaşamın etik
biçimi bir yargıç tarafından tavsiye edilmiştir. Bunun yanı sıra isimsiz biri
tarafından bir estetik yaşantı tavsiye edilmiştir. İlkini seçmek iyi ve kötü
arasındaki ayırımı benimsemeyi seçmektir. İkincisini seçmek ise kişinin
yaşantısını düzenlemek için başka bir ikilemi seçmesi anlamına gelir.
Estetik bir yaşantı
ve etik bir yaşantı arasında seçim yapılırken, genel olarak görevler ile
bağıntılı bir seçim yapılmaktadır. Bu kişinin kendi karakteri, güdüleri ve
.arzularına yönelik olarak dikkat gerektirmektedir. "Etik olarak kendisini
seçen .kişi, kendi görevi olarak kendisine sahiptir." (Kierke- gaard; 1
843, [1944]: 262). Diğer taraftan "estetik birey . . . rastlantısal olarak
kendisine ait diğer şeyler ile ilgilidir. Ayırım son derece görecelidir.
İyi ile kötü
arasındaki, ayırımın 'bulunduğu önemli nokta belli bir şekilde yaşam
seçiminden gelmektedir. Seçim, nedenler tarafından .belirlenmemiştir. Bir neden
olarak şunu ya da bunu değerlendirmek halihazırda yapılmış olan bir seçeneği
içermektedir. Sonunda seçenekler basit ve doğrudan yapılmış olmalıdır.
Kierkegaard'a göre, ahlak yaşantısı içinde, ' bunlar görevi . bağlı .olarak '
estetik bir şekilde yaşamak arasındaki duruma indirgenecektir. Ona göre etik
bir şekilde yaşamak bir Hıristiyan yaşantısı sürmek anlamına gelmektedir. '
Sartre
ve 'Fransa'da Varoluşçuluk
Jean-Paul 'Sartre
İkinci. Dünya Savaşı'ndan hemen sonraki onyıllar boyunca Fransız entelektüel
yaşantısı içinde baskın rol oynamıştır. O, . 1905 yılında Paris'te doğmuştur
ve yaşantısının erken döneminde bir üniversite öğretim üyesi olarak geleneksel
bir kariyer ■
izlemiştir.
Ancak savaş süreci ile birlikte Direnişçiler ' arasında etkin ' bir hizmette
bulunmakla kalmamış, bir gazeteci, romancı ve oyun yazarı olarak görev yapmıştır. Onun .varoluşçuluğunun ilk olarak bilinir olması
bu dönemde gerçekleşmiştir. Onun büyük çalışması Being and Nothingness■ (Varlık ve 'Yokluk) .savaş
sırasında yazılmıştır, fakat ilk İngilizce çevirisi ancak . l 958 yılında
yayınlana- bilmiştir. O, yaşantısı boyunca güç merkezlerinin baskısına karşı
radikal' bir duruş içinde olmuştur. Bu onun sık ' sık kişisel bedel ödemesine '
neden. olacaktır. Onun "kurulu" yapılardan nefret etmesi 1 964 '
yılında layık görüldüğü Nobel Edebiyat Ödülü'nü reddetmesine ' neden '
olmuştur. O, 1980 yılında ölmüştür. ' • ■
Sartre'ın etik ve
politik konulardaki seçimin radikal gücünün öğretisi versiyonu, Kierkegaard'da
olduğu gibi dinsel bir inanç savunması içinde sunulmamıştır. Sartre'ın
"varoluşçuluk" düşüncesine • bakış açısında iki temel ayırım bulunmaktadır.
Bunların biri insan varlığının doğasına, diğeri yaşamın güvenilirliğine
ilişkindir.
İnsan kendi
varoluşunun ve ne yaptığının bilincindedir. Bu durumda bir insan,
Etre-pour-soi, kendisi için bir vJrlıktır. Bir nesne ise bilinçten yoksun
olarak, Etre-en-soi, kendisi içinde bir varlıktır. Ancak bir
"kendisi-için-varlık" olmak hakkında paradoksal bir şeyler vardır.
Kendi gerçek bir varlık olarak kavranamaz; özne
kendi olamaz. Kendisi ile aym zamanda meydana gelmek ... kendinin kaybolmasma
neden olur. Ancak o kendi olamadığı için, kendi öznenin kendisinin bir
görünümüdür. (Sartre, 1 943, [1958]: 76).
KiŞi dikkatini
kendisinde yoğunlaştıramaz. Kendisi arayışı içinde olan "Ben"
bulunmuş olan "Ben" olamaz. Ancak ne olursa olsun, ben kendimi
kavrayamayacağım için, ben kendimi kavramaktan yoksun olduğum konuları bilemem.
Ancak bu özgürlüğü nasıl yaratır? İlk olarak, özgürlük olasılık ile, benim
yapabileceğim şey ile bağlantılıdır, ve bu da algılanmış bir yoksunluk
ile bağlantılıdır. "Olanaklılık, kendisi olmak için Kendisinden-Yoksun
olan bir şeydir.11 (Sartre, 1943 [ 1 958]: 102).
Kendi-için-varlık
olmak, her şeyden önce, yoksunluk olasılığının bilincinde olmak ve böylece
özgürlüğün temel koşulu ile karşı karşıya olmaktır. Seçilebilir olması
yoksunluğu iyi kılmaktadır. Bu, hem heyecan verici hem de korkutucudur.
Korkutucudur çünkü, insan olmanın bu görünümü bir kez kavradığımız zaman, biz
kendi geleceğimizi belirlemiş olduğumuzun farkına varırız. Bu bizim edilgen
bir kabullenme ile basit bir şekilde kenara çekildiğimiz bir şey değildir. Ancak
Sartre, çoğu insanın çoğu zaman bu radikal özgürlüğe sahip oldukları
düşüncesine karşı ve böylece yaşantıları için radikal sorumluluğa karşı
direndiklerini işaret eder.
Bir sonraki basamak
okuyucuya çarpıcı bir şekilde anlaşılmaz gelebilir. Özgürlük bir öze sahip
midir? Özgür olmak için bazı güçlerin zorunlu ve yeterli nitelikleri var
mıdır? Sartre bu edimlerin öze sahip olduğunu savunur. Biz, bir grup işçinin
grev yapmak için zorunlu ve yeterli koşullara sahip olduklarını
söyleyebiliriz. "Ancak eğer biz kurulu güce ulaşmak istiyorsak, onda bir
öz bulma umudunu terk etmeliyiz." (Sartre, 1943 [1958]: 431). Ve bu
nedenle özgürlük, nedenler bölgesinin ötesindedir. Eğer tüm bu nedenlerin ve
güdülerin farkında isem, bende onların hiçbirinde olmayan bir şey var
demektir.
Gerçekten de benim davramşımı belirleyen nedenlerin
farkında olmam sebebiyle, bu nedenler benim bilinçli/iğim için halihazırda
aşkın nesnelerdir; onlar dışarıdadır ...ben kendi varlığım aracılığı ile onlardan
kaçarım. Ben kendi özümün kendi nedenlerimin ve davramşımm güdülerinin
ötesinde sonsuza dek varolmaya mahkum edilmişimdir. Ben özgür olmaya mahkum
edilmişimdir ...Biz özgür olmayı sona erdirmek konusunda özgür değilizdir. (Sartre,
1943 [1958]: 439).
Bu hamle şaşırtıcı
şekilde Kant'ın görgücü ve aşkın kendi arasındaki ayırım yapma şekline
benzemektedir. Eğer biz gerçekten böylesine radikal bir şekilde tamamen özgür isek,
insan dünyası neden kendi yaşantısını belirleyen, özgür tinlerle dolu değildir?
Neden çok sayıda insan kendilerine dayatılmış olan yaşantıları sürdürmektedir.
Sartre'ın yanıtı
onun başka bir başlıca kavramı olan mauvaise foi, kötü kader kavramına
ulaşmamızı sağlar. O, bunu yaşamın belli ortak bir türünü karakterize etmek
için kullanmıştır. Bu, varolan ve .incelenmemiş- olan ahlak 'kuralları ve
ölçütleri örneğine göre yaşanmış 'bir yaşantıdır. Böyle bir yaşantıya yönlendirilmiş
insanlar kendilerini onun içine kuşatılmış olarak görmektedirler, anlar başka
olasılıkların olduğunu ve -kesin olarak birini seçebileceklerinin bile
farkında değillerdir.
Kötü kadere maruz kalan kişi hoşa ^gitmeyen bir
gerçeğin arkasma saklanmaktadır. Kötü kader yanlışlık yapısından bir görünüme
sahiptir. Her. şeyi' değiştiren tek şey, benim arkasına ' saklandığım zaman '
gerçekten kendini kurtarmamdır. ' (Sartre, 1943 ■ [ 1958]: 49).
Ancak benim
kendimden saklamış olduğum derin bir şekilde ahlaki olan şey nedir? Benim'
yaşam - -şeklimi seçmede radikal bir özgürlüğe sahip olmam ' dünyanın çağdaş
devletlerini nasıl etkileyecektir? Güvenli ' bir şekilde var olmak için,
radikal seçeneklerin, varolan ahlak - düzeni ve ' yaşamı şekillendiren toplumsal
uygulamalar ile -oluşturulmuş koşulsuz seçeneklerin - olanaklılığından
haberdar almaktır. Ben Sartre'ın ahlak felsefesini geliştirirken çıkış-
noktasının politik olup olmadığını bilmiyorum. Ancak ne olursa olsun, o kısa
sürede politik bir boyut kazanmıştır. -Özellikle -sol - politikalarda etkin bir
kişilik olarak ön planda görülmüştür. Sartre'ın kendisi de 1968- yılında
yaşanan olaylarda Fransa'nın işgal tehlikesinin yaşandığı birkaç gün boyunca
öğrencilerle birlikte yürüyüşleri katılmıştır.
GELENEKSEL
ETİK KONULARIN
SON DÖNEM UZANTILARI
Ahlak ve politika
felsefesinin tarihi içinde, şimdiye ka^ dar ana hatları çizilmiş olan
düşüncelerin günümüze uzanan • etkileri bulunmaktadır. İkinci binyılın bittiği
günümüzde bun tarın iki tanesi sonraki sayfaların konusunu oluşturacaktır.
Aynı ahlaki ve
politik kavramlar ve aynı adalet ilkeleri, hakları, vb. tüm insanlara eşit bir
şekilde uygulanabilir mi? Feminizm ikinci binyıl boyunca bu soruya verilen
geleneksel olumsuz yanıt için başkaldırma düşüncesi olarak tekrar tekrar ortaya
çıkmıştır. Ahlaki ve politik ayrımlar bir topluluk içinde cinsiyet ya da
benzer bir şekilde ortaya konulabilir mi? Yalnızca son dönemlerde bu soruya
gerçekten işitilebilir bir ses ile karşılık verilmiştir.
Aynı kavramlar
insan olmayan varlıklara da uygulanabilir mi? İkinci b!nyılda, on yedinci
yüzyıldan başlayarak çevrecilik konusunda çok kapsamlı çalışmalar yapılmıştır.
Gitgide artan sayıda yazar ve eylemci insanlar ile doğal dünya arasındaki
ilişkinin yalnızca pratik değil, aynı zamanda ahlaki olduğunu belirtmektedir.
İnsanlar ile yaşamak zorunda olan bitki ve hayvan çevresi arasındaki ahlak
ilkesi nedir? Bu sorunun ' .yanıtı nasıl verilebilir? Ancak ne olursa olsun,
insanın çevreye ' ilişkin uygulamalarının temel kaynaklarının yakın felsefi
incelemesi ancak son dönemlerde yapılabilmiştir.
Tüm toplumsal ve
entelektüel konularda erkeğin üstün olarak kabul edilmesi tutumu, basit bir
şekilde kadınların ve erkeklerin doğalarının temel olarak ve doğal olarak
farklılık gösterdiği inancına dayanmaktadır. Bu durumda kadınla"ın
kıymetçe aşağı olmalarına karşı hiçbir çözüm bulunmamaktadır. Örneğin eğitim
kadınların çocuk doğurma güçlerine zarar veren bir olgu olarak düşünülmüştür.
Kadın karakterinin önemsiz görünmesi ciddi politik konularda herhangi bir rol
üstlenmelerine engel teşkil ettiği sonucunu doğurmuştur. Erkekler yönetmiş ve
kadınlar boyun eğmiştir. Bu ilke, geleneksel ahlak düzeninin temel
niteliklerini teşkil etmiştir.
"Erkek"
ve "kadın" arasındaki farklılıklar geleneksel yapı içinde keskin bir
şekilde kutuplaşmıştır. Böylece insan varlığı ya bir ya da öbür cinse ait
olması ile sınıflandırılmaya başlanmıştır. "Erkek" ve
"kadın" arasındaki biyolojik karşıtlıklar açısından böyle bir
kutuplaşma doğal ve kaçınılmaz görünmektedir. Ancak konu burada bitmemektedir.
Bu ayırımlara karşı
üç temel şekilde mücadele edilmiştir. Bunların en radikal olanı tüm ikili
karşıtlıklara karşı mücadele edilmesidir. Helere Cixous ( 1987) gibi çok
sayıda yazar bu yolu izlemiştir. Onlar genel olarak kültürel çalışmalarda
yapısalcı bir hareketin zeminini oluşturan ilkelerle saldırıda bulunmuşlardır.
Daha az radikal olan bir tartışma politik ve ahlaki ayrılıkları bir yana
bırakılarak "ussal" / "duygusal" gibi ayırımlar üzerine
odaklanmıştır (Richards, 1 982). Üçüncü bir tartışma türü özsel ayırımların
bir inkarı temeli üzerine kurulmuştur. Kadınlar ve erkekler arasında özsel olarak
herhangi bir farklılık bulunmadığı savunulmaktadır. Özsel olarak hiçbir fark
yoksa, gözlemlenebilir farklılıklar kültürel olarak yapay şekilde
oluşturulmuşlardır (Davies, 1999).
Son yıllarda yaygın
olarak kamuoyunun ilgisini çeken "yeşil" hareketi insanların dünya
ile olan ilişkileri konusunda felsefi tartışmalarla yakından ilgilidir.
Bu yapı, iki temel
konuya ilişkin olarak ele alınmaktadır. Birincisi insan olmayan yaratıkların
belli bir yaşam şekli içinde yaşama hakları ve İkincisi insanların doğal çevre
ve kaynaklarına karşı olan görevleridir.
Hayvan hakları
felsefe açısından savunulurken temel olarak bir benzerlik ilkesi
kullanılmaktadır. Hayvanlar ile insanlar zihinsel kapasiteleri olmamaları
dışında karşılaştırılmaktadır. Örneğin hayvanlarda acı hissi, insanlarda
olduğu gibidir (Singer, 1 976).
İnsanların çevreye
karşı görevleri vardır. Bunu yapma gücüne sahip olmaları, onları görevli
kılmaktadır. Çevreyi korumalı ve düzenlemelidirler (Lovelock, 1 987). Ancak bu
şekilde çevreye ilişkin tahribat en az seviyesine inecektir.
Bu bölümde
betimlenen tartışmalar ve konumlar yazarların ele alış şekilleriyle ortaya
konulmuştur. Mutluluk, görev, toplumsal bir anlaşma yapmanın ussal avantajı
herkes için az ya da çok aynı olarak düşünülmektedir. Tam bu noktada bir dünya
politik ve ekonomik düzeni yavaşça ve acı veren bir şekilde ahlak ilkelerinin
göreceliliğinin gürültülü savunuculuğundan yerel kültürlere ve ahlak tümelleri
ideasını reddetmeye yönelmiştir. Bu idea nerede başlamıştır?
Antropoloji
ve Ahlak Göreceliliği
1940'1ı yıllarda
Hıristiyanlıktan farklı bir yaşam düşüncesi Batı felsefesi süzgecinden
geçerek, ahlaki görecelilik için bir zemin hazırlamaya başlamıştır.
Antropologların keşiflerinin bu yorumlamalarının başlangıcı genellikle Franz
Boas'e atfedilir. Onun bu konulardaki tartışması çok inceliklidir ve burada
bazı ayrıntıları verilecektir. 2
Boas, kültürel
tümelleri oluşturabilmek için, kültürel göreceliliğin karşılaştığı soruları
tartışmıştır. O, kültürel farklılıkların çeşitli şekillerde açıklanabileceğini
işaret etmekle başlamıştır. "İnsanların zihinlerini etkileyen dışsal konular
ve içsel nedenler" vardır (Boas, 1986 [1940]: 272). Eğer insan
organizmaları ya da insan zihni üzerindeki yapay varyasyonları göstererek bu
açıklamaları ele alırsak, uygun tümeller olduğunu görürüz. Gelişimleri her
yerde aynı olan fakat etnolojik bir fenomen olarak bağımsız bir şekilde
gelişmiş olan yapılar insan zihninin her yerde aynı olduğunu kanıtlayan bir
durumdur." (s. 273). Böylece farklılık sabit bir temel üzerindeki yapay
bir varyasyon olacaktır.
Ancak ne olursa
olsun, bu uslamlamada bir boşluk bulunmaktadır. Fenomenin kimliği, çıkış
noktalarının kimliğinin kanıtı değildir. "Aynı fenomen pek çok farklı
şekilde gelişebilir." "Her yerde gelişmiş olan insanoğluna uygun
olarak büyük bir sistem bulunması sonucu" için hiçbir mantıksal temel
yoktur (s. 275). Boas, belli kültürlerin gelişimi içinde, belli tarihsel
bağlantıların önemini vurgular. Biz etnolojik fenomeni, bir soyutlama içinde
değil, tüm belli kültürel yapı n çinde çalışmalıyız. Birbirinden uzak insanlar
arasında tek bir kültür izi bulmak ... onların bağımsız olarak ortaya çıktıklarını
gösterecektir. " (s. 277).
Boas'ın ortaya
koydukları görgücü bir yaklaşım taşımaktadır. Çıkış noktalarının bağımsız olup
olmadığı sorusu hala ucu açık bir konu olarak kalmaktadır.
İnsan bilimlerindeki
tümelciler ve görgücüler arasındaki kapsamlı tartışma Clifford Geertz ( 1989)
adlı bilim adamının ortaya koyduğu antropolojik keşifler ile farklı bir boyut
kazanmıştır. O, antropolojik literatürden hatları belirlenen iki sonuç
arasında bir ayırım yapmıştır. Antropologlann çok farklı insan gelenekleri ve
uygulamalan betimlemiş olduklarına kuşku yoktur. O, bunlarla ilgili farklı
yaşam şekillerine yönelik örnekler vermiştir.
Ne söyleyebiliriz
ki? Yanlış olan şey, hiçbir kültürel tümel olmadığı sonucuna ulaşmaktır.
Hiçbir antropologun amacı böyle bir şeyi kanıtlamak olmamıştır. Gerçekten de,
Boas bu yöndeki herhangi bir kanıtın geçerli olmayacağını göstermiştir. Doğru
olan şey, bizim kendi yerel kültürel biçim ve uygulamalarımızın
eleştirilmeksizin tümel olduklarını kabul etmemiz gerektiği değildir. Bunun
yerine "ilgi çekici görünümler"in altında yatan gerçeklere bakmaktır.
Wittgen- stein ( 1 979) yabancı kültürel uygulamalar üzerine araştırmalar
yapan )ames Frazer'in ortaya koyduklarına karşı bazı noktalarda kendi eleştirel
düşüncelerini belirtmiştir. Bu bilgiler bilim olmadığı için onlar iyi ya da
kötü bilim diye değerlendirilemeyeceğini söylemiştir.
Antropolojik
çalışma alanı radikal görecelilik ya da radikal tümelcilik kurmaz. Onların
"farklı bakış açılarının uzlaştırılması ve ufuklarının yeniden
konumlandırılması" olarak okunması daha iyi olacaktır (Geertz, 1 989:
31). Bu durum astronomide Kopernik devrimi ile karşılaştırılabilir.
Ahlak
Tümellerinin Olanakhhğı Üzerine
Postmodernist Saldın
Bilim kaynaklı
bilgideki güvenilirliğin bir temeli olarak doğa için geçerli olan görgücü
ölçütü destekleyen aynı göreceli tartışma, aynı şekilde politik ve ahlaki
konulara da uygulanmıştır. Postmodern düşünceyi benimseyenler ahlak göreceliliği
tartışmasını, özsel bir insan doğası düşüncesinin geçerliliğine karşı ortaya
koymuşlardır. Onlar, ahlak ölçütü olarak koşullar-ötesi ve kültürler-ötesi
herhangi bir iddianın doğru olmadığını söylemişlerdir.
Bu [Aristocu ve Kantçı Etik] insan özsel doğasına
ya da yaradılıştan gelen bir yapıya oturtma yönündeki daha temel sorun böyle
bir şeyin olmadığına yönelik olarak bizim güçlü postmodernist kuşku- muzdur . .
. tümel olarak bulunan hiçbir tarihsel öz yoktur. (Shusterman, 1990: 1 19).
Postmodernist
yerelleştirmeyi ve böylece ahlaklılığın göreceliliğini dengelemek için, bu konu
hakkındaki literatür^ de yer alan en iyi kısa tartışmayı özetleyeceğim. Bu,
Richard Rorty ( 1989) tarafından ortaya konmuş bir tartışmadır. O, en iyi
postmodernist savunmaların tüm karakteristik özelliklerini taşımaktadır.
Rorty, kendisi yüksek derecede ahlak ilkesine sahip olan bir kişi
olarak, postmodern konumun merkezi bir ilkesini terk ederek, bizim ahlak
eleştirimizden kaçb nır ve ileride göreceğimiz gibi, gerçekten de kendi
yargısını altüst eder.
Onun tartışması
insanların yaşantılarını anlamlı kılma^ nın iki yolu arasındaki bir ayırım ile
başlar. Birisi "bir topluluğa katkıda bulunmanın öyküsünü
anlatmaktadır" ve diğeri "insan-olmayan bazı gerçekliklere ilişkin
olarak kendi kendim lerhe betimlemesi"dir (Rorty, 1 989: 35). Birisi
temelini dayamşma içinde, diğeri ise nesnellik içinde bulur. Gerçekçiler
dayanışmayı nesnelliğe indirgemek istemişlerdir. Böylece insan varlıkları,
insan olmayan gerçekliğin temsillerini biçim- lendirebilecektir. Pragmatistler
nesnelliği dayanışmaya indirgemek istemişlerdir. Pragmatistlere göre,
"nesnellik arzusu, toplum sınırlamalarından kaçınma arzusu değil, basit
bir şekilde mümkün olduğunca özneler arasında anlaşma zemininin oluşturulması
arzusudur" (s. 37).
Şimdi ölümcül
uzlaşmaya geldik. Rorty, Aydınlanma^ nın değerlerinin varisi ile, bizim
"hoşgörü ve özgür sorgulama" içinde adalet arayışında olmamız ve
bunu benimseme^ miz konusunda, anlaşmaya varmıştır (s. 43).
Bu önemli hamle
içinde tüm savunmanın yaşamsal hamlesi içinde göze batan bir boşluk
bulunmaktadır. Kişi neden hoşgörülü olmayı ve özgür sorgulamayı tercih edecek
tir? Rorty'ye göre, herhangi biri bunu denediği zaman, diğerleri onları
seçecektir. Bu, Mill'in ahlaklılığı daha yüksek hazlar üzerine temellendirme
deneyimine benzemektedir. Ancak kişinin yapacağı seçim pek çok farklı öğeye
bağlı olabilir. Rorty, burada kendi ırkının üstünlüğüne inanma ile görecelilik
arasında bir ikileme düştüğünü kabul etmiştir.
Geertz ( 1 989)
kültürel tümellerin genetik ve biyolojik yapı içinde bulunma düşüncesini haklı
olarak sert şekilde eleştirmiştir. Çünkü o yalnızca felsefenin ulaşabileceği
yaşama kaba bir dokunuştur.
Ahlaklılığın
Yeniden Ele Alınması
Yalnızca filozoflar
değil, çok sayıda insan bazı evrensel ahlak ilkelerinin yeniden kurulmasının
gereksinimini hisset^ mişlerdir. Bunların yokluğunda, ahlak duyusallığı içinde
yerel düşüncelerin son derece uç göreceli yorumlamaları baskın hale
gelmektedir. Eğer bunlar diğerleri ile eşit duruma sahip olurlarsa, Kızıl
Kmerler üyesi olmayan herhangi birini görmek zor hale gelecektir. Her şeyden
öte, eğer siz bir post modernist iseniz, şunu kabul etmelisiniz ki, yaşam
şekilleri olarak, onlar insanlara haklı görünmektedir. Rorty'nin üst sınıfı,
Doğu Amerikan yapısı, bölgedeki etnik kökene sahip insanlara karşı üstün
gösterilmektedir. Ancak aynı tarihsel çıkış noktalarına sahip olarak, onların
kabilelerinin ahlak yapıları farklılıklar göstermektedir.
Rorty "insan
dayanışmasının duyusu" yerine tarih-öte- si genel bir kavram içinde bir
çıkış noktasına sahip olarak "tarihin arkasında bir şey" öne
sürmektedir. Bu nasıl temellenebilir? Duyular izlenerek mi?Ve böyle bir
duyunun dayanışmadan uzak, merkezdi bir yapıya sahip olduğu nasıl kanıtlanabilir.
Arjantin ya da Kuzey İrlanda'da yaşananların bu tür duygular üzerine
temellenmemiş olduğunu kim bilebilir? Ya Kosova katliamının kurbanları için
neler hissetmeliyiz? Bu gerçekten ince bir ahlak dengesidir. Bundan daha sağlam
bir şeye ihtiyacımız vardır. Duyguları izlemek, ahlak değeri elde etmek için
zayıf bir ölçüttür.
Koşullarındaki
Ahlaklılık
Geçtiğimiz yıllarda
birkaç filozof dil olanaklılıklarının koşullarının bir çözümlemesi üzerine en
azından bazı ahlak tümellerinin varlığı durumunu temellendirmiştir. (Lukes, 1
075; Habermas, 1984-7; Holiday, 1988). Görecellik için karşıt-tartışma bir
paradoks üzerine temellendirilmiştir. Ahlak göreceliliğinin lehinde
anlaşılabilen tartışmaların içinde bulunduğu koşullar, tartışmanın ifade
edilebileceği bir dilin varlığının olanaklılığı için koşulları içerir. Eğer bu
koşullar, ahlak koşullarını içeriyorlarsa, bu durumda onların dili kullanan
herhangi biri tarafından zaten kabul edilmiş olması gerekir ve anlaşılması
umulur. Herhangi bir tümel ahlak ilkesine karşı tartışma ya da hatta konuşmak,
en azından bazılarını kabul etmek anlamına gelmektedir.
Bir sonraki aşama,
dilin olanaklı olmasını gerektiren koşullar arasında en azından bazı ahlak
koşullarının bulunduğunu göstermektir. Holiday ( 1 988) üç zorunlu koşul ortaya
koyar.
1.
. Dilsel iletişimin bağlı olduğu olasılık üzerine
geleneklerin ritüel gücünün genel bir kabul edilmesi olmalıdır. Anlam kuvvet
ile kurulamaz. Konuşanların ve dinleyenlerin topluluğu içindeki her bir kişi,
bu topluluk içindeki kuvvete sahip gelenekler tarafından bağlı olmak
istemelidir.
2.
Karşılıklı saygı ve adalet olmalıdır. Tüm insanlar
anlamlı ifadeler kullanma hakkında sahip olmalıdır. Eğer bir grubun üyeleri,
başka bir grubun kendi ifadelerini anlamasını bekliyorlarsa, onlar, onlar için
anlama sahip olan bir grup tarafından oluşturulmuş ifadeleri inkar edemezler.
3.
Doğru söylemenin toplumsal bir yaptırımı
olmalıdır. Yalan söyleme ve kandırmanın yaygınlaşmış olması durumunda, böyle
bir "doğru / yanlış" ayırımı çökecektir.
Buradaki önemli
nokta insanlar arasında karşılıklı saygı ve içtenliğin sağlanmasıdır. Başka bir
deyişle, insanların korunması için uygun koşulların sağlanmasıdır. Bunlar
evrensel ahlaklılığın kökleri arasında bulunmaktadır.
Ahlak tümellerine
ulaşmanın tek yolu bu değildir. Konuya yönelik başka yaklaşımlar
bulunmaktadır. Fakat bence bir konumun iddialarının paradoksunun kanıtlanması,
bu felsefi tezin nasıl başarısız olabileceğini göstermek açısından önem
taşımaktadır.
Toplumsalcılar ve
bireyciler arasındaki Rönesans döneminde ortaya çıkan ayırım 300 yıl boyunca
devam etmiştir. Bireysel duygular ve usun bireysel uygulamaları ahlaki sezgilerin
iki temel kaynağı olmuştur. Her ne kadar, bu bireysellik nitelikleri insanlık
içinde evrensel olarak düşünülse bile, bunun bir topluma aktarılması her zaman
için sorunlara yol açmıştır. Bu sorun bir sonraki bölümün konusunu oluşturacaktır.
Biz Vico ve Marx'ın bir toplumsal biçimden diğerine geçişini anlamanın
yollarını ortaya koymalarını göreceğiz. On yedinci yüzyılda popüler olan
toplumsal anlaşma, politik zorunluluğun duyusal doğasını ifade etmek için
kullanılan bir metafor olarak açıklayıcı bir kuram değildir.
John Stuart Mill'in
faydacılığında yer alan, ahlaki seçim olarak haz / acı nihai versiyonu çok
sayıda zayıflığa sahiptir, fakat zirve noktası insan gruplarının iyi
düşüncesinin aritmetik olarak değerlendirildiği durumdur. Kant'ın Sonların
Krallığı, evrensel ahlak yasaları meydana getirmiştir fakat bu ancak tek tek
tüm bireylere uygulandığında geçerlidir. Toprumsar yapılardaki ahlaki
sınrrfamafar ideası hiçbir rol üst- lenmemiştir. Bireysel ve toplumsal düzenler
yalnızca ürünlerdir.
Hegel ve Marx çok
farklı bir şey sunmuşlardır. Onlara göre, bireysel ahlaklılık ikincil
derecededir. Onlar, herhangi bir yaşam biçimi içinde toplumsal ilişkileri ifade
etmekten daha fazlasını yapamazlar. Bireylerin ahlak sezgilerinin yeniden
baskın bir idea olmasını sağlayan koşullar ancak başka bir 200 yıl geçmesinden
sonra olabilmiştir. İkinci binyılın sonunda bireysel düşünceler, pek çok
biçimde her şeyde ortaya . çıkmaya başlamıştır. İronik olarak tam da bu
zamanda postmodernist hareketin başlangıcı Fransa'da görülmeye başlanmıştır.
Bu ülke varoluşçuluk gibi en radikal bireyselci ahlak felsefesinin ortaya
çıktığı ülkedir. Buna göre ahlak anı yaşamın bazı şekilleri için bir bireysel
seçim edimi ile belirlenmektedir. Ve Kearkegaard'ın ortaya koyduğu gibi, bu
seçim bir kez yapılmış olduğu zaman, seçimin tüm diğer anların biçimine
halihazırda karar verilmiştir.
Batıda son dönemde
daha çok benimsenen ahlak felsefesi, iyinin doğasını anlamının toplumcu ya da
varoluşçu yollan değil, Kantçı düşüncedir. O, ahlaki yargılar ve kuralların
karakteristik mantıksal biçiminin bir araştırması olmuştur. Yöntem analitiktir
ve konu ahlak yargılarının mantıksal biçu mi şeklinde ele alınmıştır. Biz,
ahlak yargılarının çok sayıda çalışmasının biri olarak kuralcı yaklaşımları
incelemiştik. Doğal olarak, bu bizi daha yeni tersine çevrilmiş olan ahlak
ilke^ !erinin içeriğinde faydanın bir yoksunluğuna yönlendirmiştir.
İçerik
tartışmalarına odaklanan en ilginç yaklaşım toju !umun ahlak temelinin feminist
ve çevreci eleştirisi içinde olmuştur. İkili karşıt görüşler felsefi açıdan
incelenmiştir.
Kilisenin
otoritesinin yıkılmasıyla birlikte Tanrının ah lak otoritesi sıradan bir
ifadeye dönüşmüştür. Değişik dö^ nemlerde ve farklı yerlerde ahlak düzenlerinin
çeşitliliği gö^ rülmektedir. Bunların kurumsal insan biçimleri için sistemler
oluşturması çok çarpıcı görünmektedir. Ahlak felsefesi soru nu kendisini ortaya
koymanın bir yolunu bulmuştur, ancak yine de ahlaki göreceliliğe direnmektedir.
Tüm toplumlar ahlaki uygulamalar için bir kaynağa sahip olmalıdır. Bu, ulus^
lararası bir davranışın bir standardı olarak hizmet görebilme^ lidir. Tüm insan
yaşam biçimlerini biçimlendirme ve koru mada dilin rolü, ahlaklılığın en makul
evrensel kaynak olarak kendisini sunar.
İnsanların
yaptıklarından sorumlu ..olması düşüncesi de bu konuda önemli bir yere
sahiptir. Kişinin yaptığı davranış^ tan dolayı olarak suçlanması ya da övgüye
değer bulunması bu koşullar içinde başka bir unsuru oluşturmaktadır. Yaptığımız
şey, eninde sonunda "bize geri dönecek"tir. Eğer biz bunları başka
bir şekilde yapamayacaksak, bu nasıl mümkün olabilir? Biz bu sorunun Hint,
İslam ve Hıristiyan filozofları u çin ne denli önemli olduğunu görmüştük.
Onlara göre evre^ nin merkezinde yaratıcı ve her şeyi bilen Tanrı bulunmakta^
dır ve tanrısal önceden bilme ile paradoks içinde olarak tüm insanlar
yapacaklarından sorumludurlar. Materyalistlere göre olayların gerekirci akışı,
tüm ahlak sezgileriyle uzlaşmaz bir yapıya sahiptir. İnsan içinde bulunduğu
koşullara bağlı olarak farklı davranışlar gösterir.
İkinci binyılın
sonunda filozofların bin ya da hatta iki bin yıl öncesine göre çok daha fazla
mesafe kat edebildikleri görünmemektedir. Çok güçlü bir sezgiye sahip olan
insanlar olayların gidişatına karşı davranışta bulunabilirler.
Bizim incelemiş
olduğumuz filozoflar şaşııtıcı bir şekilde özgürlük konusunda karamsar bir
sonuca ulaşmaktadır. Bu konu çözülemez olarak görülmektedir. Dilbilimsel dönüş
bile bizi "iki-katlı" bir yapıya götürür. Ockham'lı William tutumuna
uygun olarak onları uzlaştırma hakkında kaygılanarak zaman kaybedilmemesi
gerekmektedir. İnsanların yaptıklarını betimlemenin yalnızca iki yolu vardır.
Bunların hiçbiri diğerinin yerine geçemez: İnsan yaşamının tamamının anlamlı
kılınabilmesi için her ikisine de gereksinim vardır.
NOTLAR
ı Sezgiciliğin
mükemmel bir değerlendirmesi için Warnock'a bakınız (1979: 3. bölüm).
2 Frans Boas'ın
konumunda olarak lllinois Üniversitesi'nde görev yapan M^ıti Bunzl da önemli
çalışmalarda bulunmaktadır.
13
İnsanlar
Arasındaki İlişkiler il
Politik Felsefe
Wittgenstein bir
kafede karşılaştığı arkadaşlarını kendi itiraflarım okurken gördüğünde
utanmıştı. ]ean-Jacques Rousseau'nun itirafları ise arkadaşlarına Rousseau'nun
kendisi tarafından dağıtılmıştır. Rousseau aslında arkadaşları ve dostları
için güven vermeyen ve inancı olmayan biridir. O, yaşam boyu metresi olan
Therese'nin beş çocuğunu öksüzler yurduna göndermiştir. Birlikte kaldığı
ailelerden birinde onlar kendilerine ait olan şeyleri toplarken, bir daktilo
şeridinin kayıp olduğu ortaya çıkmıştır. Hemen bunu onun aldığı düşünülmüştür.
O, hırsızlıkla suçlandığı zaman, hizmetçi kızlardan birinin bunu ona verdiği
konusunda ısrar etmiştir. Kızın üzgün inkarlarına rağmen, o yanlış suçlamasına
sürdürmüştür ve sonunda ikisi de evden kovulmuştur (Dobinson, 1 969). Ancak bu
adam devletin ahlak temelleri konusunda öylesine iyi yazılar yazmaktadır ki, bu
onun soylu bir karaktere sahip olduğunu düşündürmektedir. Onun, kendi içindeki
ahlaki zayıflığı görmesi nedeniyle insan kalbinin derin bir sezisine sahip
olduğu da söylenmiştir. Bu ifade Rousseau'ya daha fazla uymaktadır. Yaşamları
ve öğretileri birbirinden çok farklı gözüken başkaları da vardır. Özgürlük
yanlısı olan Locke, son derece ketum biriydi. Karakter ve düşünceleri arasında,
genel bir kural olarak, böylesine bir karşıtlık bulunabilir mi? Sanırım hayır.
Benim bu bölümde tartışacağım politik felsefelere sahip filozofların
yaşantıları ortak bir örnek oluşturur gibi görünmemektedir. Felsefi sezgiler,
zorunlu olarak derin kendini anlayışın ürünü değildir.
Çağdaş dönem, her
şeyin ötesinde, politik zorunluluk- farın sınırlarıyla kişisel özgürlüğün
uzlaştırılması sorunu açısından politika filozoflarını şaşırtmaktadır.
Böylesine iyi bir zemine oturtulmuş bir uzlaşma nasıl mümkün olabilmektedir?
Ahlak ve politika felsefesine ayırt edilen bir şekilde çağdaş bir yaklaşımm ilk
basamakları, yalnızca insan olma erdemi ile bir bireyin sahip olduğu doğal
haklar düşüncesini içermektedir. Onlar hükümetlerin emirlerinden ya da
toplumsal geleneklerin yaptırımlarından bağımsızdırlar. Onlar özgürlük ide-
asının temelinde bulunmaktadır. İnsanlar kendilerinden alınamaz haklara
sahiptir. Feodal toplumlarda olanların aksine görevler tanımlanmış ahlak
yaşantısına uygun bir yapıda belirlenmektedir.
Bireylere özgü
doğal haklar varsa, bu durumda sivil toplum ve onun ahlaki atmosferi, en azından
ilke bakımından, kendisine ait olan bir birey adına gönüllü bir edim tarafından
var olmalıdır. Bu tür gönüllü edimler olsun ya da olmasın toplumsal bir
anlaşma ile sivil bir otorite güç elde etmektedir. Bireylerin bir yaratımı
olan otorite ahlaki ve politik sistemler arasındaki farklılığı uzlaştıracak
toplumsal bir anlaşma ortaya koyar. Otorite tarafından ortaya konan ilkeler
bireylerin istekleri doğrultusunda yapılmaktadır.
Locke'un anlaşma
öyküsü
Locke ( 1 690)
toplumsal anlaşma kavramını özgür bireyler arasında politik zorlamanın
doğasının bir değerlendirmesi olarak kullanmıştır. Onun anlaşma metaforu
değerlen. dirmesi aşağıdaki gibidir:
her
insan, hangi Hükümetin hangi bölümünün parçası olursa olsun Hükümet tarafmdan
konulmuş olan Yasalara Boyun Eğme zorunluluğu içindedir. (Locke, 1 690:
Bölüm 119).
Locke ahlaki
"yasalar" olarak ifade edilen bu önermelerin zorunlu bir şekilde
doğru olduğunu düşünmüştür, çünkü onlar tek tek konuları betimlemez, idealar
arasındaki ilişkileri ortaya koymaktadır. Örnek olarak, "iyi"
kavramı içsel olarak "hazza neden olan" şey ile ilintilidir.
Böylesine ahlaki onaylamalar yalnızca hazzın ödüllendirilmesi ve acının cezalandırılması
olabilir. Bu psikolojik durumlar kişisel ve bireyseldir, ve
"anlaşma" aydınlatılmış kendi-çıkarının bir ifadesidir. Diğerleriyle
birleşerek ben kendimi onlardan korurum. Bu idea Hobbes'un Leviathan ( 1651)
kitabında ünlü bir ifade olarak yer almaktadır:
Sivil
hükümet yaratma anlaşması Onaylama ya da Bağdaşmadan daha faz/asıd1r; o tümünün
gerçek bir Birliğidir. Her insamn her insan ile bir Bağıt imzalamasıdır ...Bu
bir Ortak zenginlik yaranr. Herkesin birbiriyle yapmış olduğu karşılıklı
anlaşmalar ile herkes gücü kullanabilir ve onlarm tümünün araCI ile kendi
Banşlan ve ortak savunma/an sağlanmış olur. (Hobbes, 1651 [ 1914]: Bölüm 2,
17).
Bunun alternatifi
anarşi ve kaostur, herkesin zalimce bir savaş içinde olmasıdır. Hobbes, on
yedinci yüzyılın ikinci çeyreği boyunca devam eden İngiliz iç savaşı sırasında
böyle bir anarşi durumunun yaşanmış olduğunu düşünmektedir.
Filozoflar ve
diğerleri Hobbes, Locke ve başka yazarlara devletin varlığı ve toplumsal
anlaşma egemen olan otorite varlığı konularında sorular sormuşlardır. Onlara
tüm toplulukların tarih öncesi dönemlerinde olduğuna inanılan temsili bir
demokrasi için topluluk olarak mı, yoksa bir birey olarak mı yaşamak
istedikleri sorulmuştur. Bana öyle geliyor ki dönemin çoğu yazarı toplumsal
bağıt ideasını sivil bir topluluk olanaklılığı için bir metafor olarak
kullanmışlardır. Böyle bir topluluk olanaklıdır çünkü üyeleri egemenliğin
otoritesini söylenmeden anlaşılan bir şekilde onaylamaktadırlar. Mantıklı
insanlar bunu kendi faydaları için yapmaktadır.
Aquinas'ın Doğal
Yasa'dan anladığı insanın tanrısal bir yasa ile yönlendirilmesidir. Ancak
ikinci binyılın politik felsefesinde bu düşünceye yer yoktur. Şu ya da bu
şekilde, sivil yasaların kaynakları ve ahlak söylemteri insan olan bir şeyin içinde
bulunmalıdır? Doğal yasa kuramının dünyevi görüşü, insan usunun gelişen yaşam
içindeki koşulların zorunlulukları üzerinde düşünmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu
düşünce )ohn Finnis ( 1 980) tarafından geçtiğimiz yıllarda ele alınmıştır.
Bir devletin
yönetiminin toplumsalcı temelleri düşüncesi yalnızca İngiltere için saygınlık
gören bir şey değildir. Jean-Jacques Rousseau'nun politik yazılarında o en
güçlü ifadelerinden birini bulmuştur. Rousseau 1712 yılında Ceno- va'da
doğmuştur. Hayatının erken dönem yılları felaketler ve macera arayışlarıyla
geçmiştir. Katolik bir kadın olan Madam de Waren'in şefkati ile bir süreliğine
kendisine bir ev bulmuştur. Bu dönemde bazı müzikal yetenekler geliştirmiştir.
Bundan kazandığı bir miktar para ile 1 714 yılında Paris'in yolunu tutmuştur.
Onun Voltaire ve Diderot ile tanışması ona yeni ufuklar açmıştır. Madam
d'Epinay'ın himayesinde geçirdiği bu dönemden sonra yine yollara düşmüştür. İlk
olarak, Lüksemburg'a yerleşmiştir. Burada ilk kez olarak 1764 yılında
yayınlanan Soda/ Contract (Toplumsal Bağıt) yapıtını yazmıştır. Aynı yıl eğitim
üzerine bir çalışması olan Emile yayınlanmıştır. Çeşitli kısa-süreli
göçmenliklerden sonra 1 766 yılında İngiltere'ye gitmi_ştir. Burada Hume'un himayesinde
yaşayacaktır. Burada zihinsel açıdan bozukluklar başgöstermeye başlamıştır. O,
sürekli tehlike kuşkusu içindedir. Politik yazılarında bunun izleri
görülmektedir. Bu davranış bozukluğu daha sonra paranoyaya dönüşmüştür. Bir
kez daha 1 770 yılında Fransa'ya geri döner ve Paris'te yavan bir yaşam
sürdürür. Rousseau 1 778 yılında ölmüştür. Saint- Simon gibi Fransız
"Aydınlanma" düşüncesinin radikal filozofları, Rousseau'nun politik
yazılarından büyük ölçüde etkilenmişlerdir. Ve bir açıdan onun düşüncelerinin
bazılarının Fransız Devrimi için bazı kuramsal zeminler hazırladığı söylenebilir.
Rousseau, ünlü
çalışması Toplumsal Bağıt'ta (1764) kolektif politik kurumların temeli için
ayrıntılı bir açıklama sunmuştur. "Genel istek" bireylerin istek ve
arzularını ön plana çıkaran bir yapıya sahiptir. Politik felsefenin sorunu bir
topluluğun sınırlamalarının bir topluluğun üyesi olan bireyle^ rin radikal
özgürlükleriyle uzlaştırılmasıdır. Çözüm belli bir yasal kurum oluşturmaktadır.
Doğal olarak
politik özgürlük anarşi, ya da istediğimiz an her istediğimizi yapabileceğiniz
anlamanı gelmektedir. Sorun bunun nasıl başanlabileceğidir. Rousseau, daha
önceki yüzyılın İngiliz filozofları gibi, bunun toplumsal bir anlaşma ile
başarılabileceğini düşünmüştür. Ancak bunu İngiliz öncellerinin yaptığından
daha güçlü bir sonuç çıkararak yapmıştır.
Bu
durumda toplumsal anlaşma boş bir formül olmayacaktır, o açıkça söylenmeden bu
işlevi bünyesinde barmdırmaktadtr. Genel isteğe boyun eğmeyi reddeden kim
varsa o tüm yapı tarafmdan smtrlan- dırtlacaktır. Bu da özgür olmaya
zorlanmaktan başka bir anlama gelmez. (Rousseau, 1 764: kitap 1, bölüm 7,
s. 64).
Rousseau'nun
ilkelerini izleyenler arasında bulunan P- lamenatz ( 1 963: 395-41 1) çok küçük
topluluklar için bile uygun olan bir konsey çalışmasında bulunmuştur. Ancak ne
olursa olsun Rousseau'nun ortaya koyduğu ilkeler sivil toplum idealleri
açısından uzun bir dönem boyunca aşılmayacak bir yapı içermektedir.
Bu ilkeler
birbirini izlemektedir. Onlar basit fakat, özgür vatandaşların politik bir
birliği olanaklılığı için güçlü düşünceler üzerine temellendirilmiştir. Düzenli
ve güvenli bir hayat yaşayabilmek için biz yasalara bağlı olmalı ve onlara
uymalıyız. Bu, ancak yasalar yapılırken bizim de katkımız olması durumunda
olabilir. "Bir yasaya itaat etme, kişinin özgür olduğunu gösterir"
der Rousseau. Daha ayrıntılı bir şekilde söylemek gerekirse, genel istek
oluşumu belli gereklilikleri içeren bir topluluğun yasaları içinde
gerçekleşmiştir.
1.
Hukuksal karar almada görev alacak insanlar belli
özel çıkar grupları ve birliklerinin değil, tüm toplumun temsilcisi olmalıdırlar.
"Böylece, eğer genel istek açık bir şekilde ifade edilmişse, devlet içinde
hiçbir sektöre! birliğin zorlayıcı bir etkisi olmayacaktır, ve her an vatandaş
kendi kararını kendisi için verecektir. " (Rousseau, 1 864: Kitap 11,
bölüm 3).
2.
Anlaşma toplumun bir varlık olarak var olmasını
sağlar. "her birimiz toplumun içindeyizdir ve her insan kendi gücünü
genel istek doğrultusunda yönlendirir; bizler bütünün görülmeyen birer
parçasıyızdır. " (Rousseau, 1 764: Kitap 1, bölüm 6, s. 61 ).
3.
Kanun yapmanın anahtar noktası genel isteğe
uygunlulu- ğun sağlanmış olmasıdır. Herkesin isteği bireysel arzuların
toplamından ibarettir. Bir grubun düşüncelerinin, genel istek ifadesi içinde
sonuçlanacağından nasıl emin olabiliriz? Rous- seau toplumun uygun
işleyişlerinin halkın aydınlatılmasını gerektirdiğini kavramıştır. İnsanlar
ortak iyiye ulaşma özel arzusuna sahip bireyler olarak yetiştirilmelidir.
Bunun için yönlendirme gerekmektedir. Ancak bu görevi yerine getirmekten kim
sorumludur?
Rousseau,
ahlaklılık konusunda devletin yönlendirmesiyle kişilerin erdem kazanması
gerektiğini düşünmektedir. Bu, ahlaki yaşantının temelini oluşturmaktadır.
Bu filozofların
yazılarında politik zorunluluğun kayna^ ğının ve egemenlik haklarının
yurttaşlar tarafından kullanılması gerektiği düşüncesini görmek zor değildir.
Ancak ne olursa olsun, genel isteğin oluşumunda bireylerin bir yurttaş olarak
topluca hareketleri Hegelci felsefeyi çok farklı bir devlet ve vatandaşlık
kavramına dönüştürmüştür.
Politik düzen ve politik
zorlamanın kaynağı olarak toplumsal anlaşmanın varsayımlarına iki farklı yanıt
Locke'un popüler görüşleri üzerinde çok hızlı gelişen bir düşünce ile
gelmiştir. Daha önce görmüş olduğumuz gibi, Rousseau anlaşmanın metaforu
içinde ifade edilmiş toplumsal koşulların psikolojik akla yatkınlığı sorusuyla
uğraşmıştır. Hemen hemen aynı zamanda Vico farklı bir değerlendirmede bulunmaktadır.
Vico.'
ve İstenmeyen Sonuçların Rolü
, Birey gruplarının
nasıl toplumsal bir kimliğe sahip olabilecekleri sorunu Giambattista Vico'yu (
1668-1 744) sıkıntıya sokmuştur. O, sıradışı önceli NiccolO Machiavelli'nin
tersine, kolektifi egemenlik isteği ve gücünün ürünü olarak görmemiştir.
Şu gerçektir ki insanlar bu ulusfarrn dünyasım
kendi kendilerine yapmışlardır ..•Ancak bu dünya, hiç kuşku yok ki, sık sık
değişen bir zihin yapmna sahiptir, bu zaman zaman tam tersine değişimler şeklinde
olmaktadır, ve her zaman insanoğlunun kendi kendilerine sunmuş olduğu belirli
uçlara üstün olmaktadır; dar uçlar, daha geniş uçlara hizmet edecek an/amma
gelmektedir. O, her zaman için insan ırkını bu dünya üzerinde korumak için
kullanılmaktadır. (Vico, l 725: 1108).
Bu nasıl mümkün
olabilmektedir? Anarşiden devletin kurumlarına geçiş nasıl mümkün olacaktır?
Vico'nun görüşlerinde bulunan düzenin koşullannm sağlanabilmesi için bir
toplumsal anlaşmaya gereksinim bulunmamaktadır. Toplumsal düzen ■ zaten varlığı içinde bulunan koşulları sayesinde sağlanır.
Doğal
düzen içinde ortak zenginlikler oluşturulmaya başlandığı zaman, madde hazırlanmış
ve bir biçim almaya haztr hale getirilmiş olur, ve orada ortak zenginlikler
beden ve zihnin birleşiminden meydana gelmektedir. Haztrlanmış materyaller bu
insanlarım kendi dinleri değildir, kendi dilleri değildir, kendi toprakları
değildir, kendi isimleri değildir ... ve bu şeyler tamamen özgür olduk/an için
gerçek ortak zenginlikleri oluştururlar . . . Bu Bağlantıda babalar, bir düzen
içinde kendilerini birleştirerek bağımsız sivil gücü oluşturur/ar. Bu tlpkı
aile gücünde olduğu gibidir.
(Vico, 1725: 630)
Ailenin yapısında
olduğu gibi, kendi . dil ve yaşam' ku- rallan ortaya konulur. Ortak
zenginliklerin yönetiminde kullanılan doğal yasalar geçerli 'duruma
gelmişlerdir.
Vivo'nun devletin
oluşturulması değerlendirmesi, bireylerin birleşerek bir yapı oluşturmaları .
konusuna girmekten kaçınmıştır. O, bireylerin daha basit kurumlar oluşturarak
bir role sahip olması gerektiğini reddeder. Vico, özsel olarak, kuruluşların
doğal karakterini ön plana koyar. Onlar tam buradadır. Faydacılar insan
varlıklarının kolektifleriyle hiçbir zorluğa sahip değillerdir. Grupların
nitelikleri, bireysel üyelerinin niteliklerinin toplamıdır. Herkesin mutluluğu,
her birinin mutluluğunun aritmetik toplamıdır. Mili ve takipçileri yalnızca bireylerin
gerçek olan zihin ve beden durumlarına sahip olduklarını söylemişlerdir.
Yirminci yüzyılda
konu tekrar su yüzüne çıkmıştır. İnsan topluluklarının kolektif görünümleri,
bireyin niyetlerine göre, bireyin davranışlarının istenmeyen sonuçlarının örneklerinden
mi ibarettir? Eğer öyleyse, bu durumda, bir bilim olarak kabul edilen sosyoloji
için daha önemli bir sonuca sahip görünecektir. Kitle fenomenlerinin
açıklamaları başka bir kitle fenomeninin içinde değil, bireysel oyuncuların
niyetlerinde aranmalıdır. Bu yapı "yöntembilimsel bireyselcilik"
olarak adlandırılır (Popper, 195 7).
Devletin ussal
davranışın birleşiminin bir ürünü olarak değerlendirilmesi girişimi John
Rawls'den ( 1971) gelmiştir. Bu, bir kez daha, bir toplumsal anlaşma
değerlendirmesidir. İnsanlar bunu belli tçplumsal ve ahlaki iyilerin
korunmasının gerekli olduğu bir anlaşmayı yapmak üzere bir araya gelmeleri
'şeklinde hayal etmektedir. Rawls'ın çözümlemesinin merkez noktasında
"adil prosedür" ideası bulunmaktadır. Bu, ödüllerin dağıtımının
zorunlu olarak herkes için eşit paylaşımla sonuçlanmasının gerekli olmadığı
düşüncesidir. Ancak o adil olanı yansıtmalıdır. Rawls, adaletin doğruluk olduğunu
söyler.
Bu
ortak noktadaki iyi nasıl elde edilebilecektir? Rawls'a göre, ödüllerin
dağıtımındaki eşitsizlik herkes için temel hakların uygulanmasıyla
giderilebilir. Böyle bir ölçüt kullanılması üstünlüğe ya da ayrıcalığa sahip
olmayanlar için e- şitleyici bir görev görecektir. . "
Rawls'ın adalet
değerlendirmesindeki kendi mensubu olduğu sınıfı üstün tutma eğilimi çok
çarpıcıdır. Anlaşma temel hakları sağlamaktadır, fakat temel görevler
konusunda herhangi bir yaptırıma sahip değildir. Burada/ Rousseau'nun vatandaşı
yerleştirdiği yer açısından anlaşmadan kaynaklanan talepler konusunda yetersiz
kalmaktadır.
TOPLUMSAL
KURALLARIN
TARİHSEL KOŞULLARI "
Aşağıda, çağdaş
dönemde etik düşüncenin gelişiminin bireysel insan varlığının etrafında
merkezlenmiş olduğu düşünce dizileri içinde yer almamaktadır. Bu geleneğe
göre, ahlak yaşantısının çekirdeği, ya haz, acı ya da diğer durumlar olarak
bireysel deneyim içinde, ya da kişinin başkaları için koyması gerektiği
kurallar olarak, us uygulamasında bulunmaktadır. Bunların hepsi çağdaş
dönemdeki felsefenin kalbinde bulunan kartezyen geleneği ile ilintili
durumdadır. Ancak bu gelenek rakipsiz değildir. Ahlaklılığı kavramının alternatif
bir yolu, toplumsal ilişkileri zirve noktasına taşıyacak bir yol, Hegel'in
yazıları ile kendi yolunda ilerlemeye başlamıştır. Onun gerçek sosyal reformlara
uygulanabilmesi için Kari Marx: tarafından girişimde bulunularak içindeki
potansiyelin harekete geçirilmesi gerekmektedir. Çok temel bir şekilde, bu yol
ahlaki ve politik felsefenin bir ve aynı olduğu anlamına geldiği afllak
yaradılışının anlaşılmasına giden yoldur. Bu bölümün ilk kısmında taıtışılan
sorun, bireyler ve onların üye oldukları kurumlar arasındaki ilişkinin nasıl
kavrarıacağı, Hegel ve Marx felsefelerinde yeniden ortaya çıkmıştır. İnsanların
birbirlerine nasıl davranacakları daha büyük bir sosyal ve tarihsel eylem
çerçevesine bağlıdır.
Anahtar düşünce, bu
ahlaklılığın, genel olare1k insan doğasının her yerde mevcut olan ve zorunlu
niteliklerin türe- yebilen bazı sabit ve evrensel kodlar olmadığıdır. Tarihin
geçiş noktalarında o farklı biçimlerde ortaya çıkmıştır. Biz He- gel'in
insanlık tarihini ilkel, toplumsal düzenini yavaş yavaş geliştiren bir durumdan
çağdaş insanlığın kendi-bilinçliliğine geçişi olduğunun resmini çizmiştir.
Burada dünya tini ya da Geist cisimlendirilerek kendi nihai gerçekleştirmesini
bulmuştur. Bu, yalnızca kavrayış güçlerinin bir gelişimi değil, aynı zamanda
ahlaki duyarlılığın bir gelişimidir.
İlkel olan
toplumsal düzenleri kendiliğinden-bilinçli değildi. İnsanlar basit bir şekilde
kendilerine verilen rolleri yerine getirmektedir. Ancak değişim tohumları
halihazırda ekilmiştir. Diyalektik bireylerin kendilerine verilen rollerin
tersine olarak kendilerinin birey olarak bilincinde olmaları ile başlamıştır.
Bunun olduğu toplumlar daha karmaşık hale gelmiştir. Bu notada eleştiricilik
doğmuştur. Ve burada toplumsal düzenlerin ya da yaşam biçimlerinin tarihsel
dönüşümlerini yönlendiren paradoks bulunmaktadır. Bir yaşam biçimi, üyelerinin
belli bir yaşam biçimi içinde tatmin olamayacakları yaşam olanakları sunabilir.
Onların. tatmin edilmesine yönelik olarak çaba zorunlu olarak yaşam biçimini
başka bir şeye dönüştürmektedir. Bu, tarihin diyalektiğidir. Her bir aşamada,
dönemin ahlak standartlarını ifade eden ve belirleyen mevcut toplumsal düzenin
belli normları olacaktır. Böylece her bir geçişte, onlar değişecektir.
Hegel'in bu
dinamiğinin kavramını ifade eden en güçlü görünüm efendi ile kölenin karşılıklı
olarak bozulan ilişkisidir. Bu görünüm içinde Marx'ın bazı karakteristik idealarının
çıkış noktalarını görmek zor değildir. Kendiliğinden-bilinçli olan ve
ikilinin baskın üyesi olan efendi, köleye bir nesne gibi davranmaktadır,
böylece köle gelişimin olanaklılığı içinde inkar edilmektedir, çünkü onun tek
değişen egosu nesne-ben- zeri köledir. Bu açmaz nasıl aşılacaktır? Hegel Roma
İmpara- torluğu'nun toplumsal düzeninin ya da onun ardılı olan Hıristiyan
kilisesinin efendi-köle ilişkisini gerçekte aşamadığını kanıtlamaya
çalışmıştır.
Her toplumsal düzen
yalnızca hareket olanaklarını değil, aynı zamanda hareket kısıtlamalarını da
içermektedir. Yavaş yavaş bir toplum kendi-bilinçliliğine sahip oldukça, bu
sınırlamalar kendisini hissettirmektedir. İnsanlar bunu aşmaya çalışmaktadır.
Bu özgürlük arayışıdır, o her bir toplumsal düzen içinde kavranabilmektedir.
Özgürlük her bir toplumsal düzen için farklıdır çünkü insan davranışı
üzerindeki sınırlamalar her bir dönemde özgürlüğün anlamını sabitler. Aynı
zamanda onlar sorumluluk alanlarını belirler ve böylece dönemin olanaklılığı
da belirlenmiş olur. Her bir geçiş, sorumluluk alanı daha geniş olur.
Olanakhlığının anlaşılması kendi- bilinçliliğin eğimi ve hareket üzerine
sınırlamalar . insan davranış değişikliklerinin olanaklılığının alanı uygun
hale gelir. He- gel bu gelişim örneğinin eninde sonunda mükemmele dönüşmek
zorunda olduğunu düşünmüştür.
Ahlaklılık ancak
verilen bir toplum düzeninin içinde anlamlı olabiliyorsa, modern dönem .
filozoflarına hayat veren bazı tarih-ötesi ve belki de zorunlu bireysel
kavrayış görünümleri üzerinde merkezlenmiştir, düşüncesi yanlış olmalıdır. O,
birey kendiliğinden-algılama ya da birey 'içinde ussal, kendiliğinden
doğrulayıcı Sonlar Krallığının isteği bulunmaz.
Marx
ve Diyalektik Materyalizm
Yerel toplumsal
düzenin ahlaklılığının göreceliliği içindeki son basamak, hiç kuşkusuz Marx'ın
Hegel felsefesinin gözden geçirilmesidir. Marx'ın yaşantısının ana motifi Mac-
lntyre ( 1966:21 1) tarafından iyi bir şekilde özetlenmiştir.
Hegel
gibi, Marx da toplumsal düzenin smırlamala- rının birbiri peşi sıra aşılarak
özgürlüğün sağlanacağını söylemiştir. Ancak o Hegel'in aksine, bu sınır- ’
lama/an
verilen bir kavramsal şemanm sınırlama/an olarak görmemiştir. Bir top!umsa/
düzeni oluşturan şey, hem onun olanaklarmı hem de sınırlamalarmı oluşturan şey,
onun maddesel devamlılığmm üretilebileceği ça/jşmanm egemen biçimidir. ,
Teknoloji herhangi
bir zamanda çalışmanın temel biçimini belirlediği için biçimin gerçekten
gerçekleştirildiği biçim aracılığı ile üretimin toplumsal ilişkileri
bulunmaktadır. Bu zorunluluklar işlev içinde ayrılıklar içerir. Bunlar çatışan
çıkarlar ile sınıf ayırımlarına yol açmaktadır. Böylece on dokuzuncu yüzyılda
kapitalistler ve işçiler vardır. Herhangi bir gerçek toplumsal düzenleme içinde
yaşayan insanlar, onu anlamlı kılan kavramsal bir şemaya sahiptir. Genel olarak
böyle bir şema toplumsal düzenin gerçek doğasını açıklar ve gizler.
Kari Marx 1818
yılında Almanya'da Trier'de do_ğ- muştur. O, hukuk eğitimi gördü fakat meslek
olarak gazeteciliği seçti. Gazete editörlüğü ve politik alanlarda yayınlar
yaptı. Radikal görüşleri onun peş peşe pek çok kriz yaşamasına neden oldu: 1
843 yılında, Paris'e ve oradan da Brüksel'e taşındı. Frederick Engels ile
birlikte Komünist Manifes- to'nun yayınlanmasındaki rolü nedeniyle buradan sürgüne
gönderildi ve en sonunda 1849'da Londra'ya yerleşti. Yaşam gereksinimleri
Engels tarafından karşılanarak, British Museum'da, hem teorik hem de pratik
açıdan ekonomik konularda geniş bir birikime sahip oldu. Bu çalışmalar onun ünlü
çalışması Das Capital'in temelini oluşturmuştur. Yayın alanındaki
tahrikçi yapısına karşın Marx gündelik yaşam içinde kibar bir cazibeye sahip
biriydi. O, 1883 yılında ölmüştür. Onun Highgate Mezarlığı'ndaki mezarı uğrak
bir ziyaret yeri olmuştur.
Marx'a göre,
ahlaklılığın ilkeleri kesin bir şekilde yereldir, ve bir sınıfın
egemenliğindedir. Burjuva yaşantısının ahlaki temeli ile işçilerin
yaşantısının ahlaki temeli, bu sınıfların üyeleri tarafından algılanmış,
sınıflar arasındaki ilişkinin açıklaması ya da değerlendirilmesi değildir. Bu,
üretimin varolan modlannın gerçekleştirilmesi için toplumsal gereksinimler tarafından
belirlenmiştir (Marx, 1 867). Herhangi bir zamanda üstün olan ahlak
standartlarının yargılanmasında başvurulabilecek hiçbir tarih ötesi ahlak
ilkesi yoktur. Eğer bağımsız bir sınıf içindeki insanlar, egemen sınıf için
üretimin belli bir modunu sağlamıyorlarsa sınıflar arasında devrim yaratabilecek
bir karşıtlık meydana gelecektir. Yeni bir toplumsal düzene geçiş yeni bir
toplumsal düzen ile uyumlu yeni bir ahlaka yön gösterecektir. Bu yeni üretim
araçlarının tamamlanması için toplumsal gereksinimlerden başka herhangi bir
şey ile yapılamaz.
Bazı açılardan,
Marx'ın toplumsal düzenin kaynağı ve durumuna ilişkin düşüncelerini Vico'nun
düşüncelerinden farklı değildir. O, birbirini takip eder ve Marx'ın kuramı geçişi
açıklamak için Marx'ın kuramına anlam katacaktır. Ancak nasıl bir kolektif
olacağı metafiziksel sorunu, Marx'ın yazılarında bir formülü ya da çözümlemesi
bulunmayan niteliklere sahiptir.
TEMSİLİ
HÜKÜMETİN FELSEFİ
TEMELLERİ
Hükümetin
demokratik biçimleri pek çok dönemde ve pek çok yerde ortaya çıkmıştır. Temsili
hükümetin Viking biçimi İzlanda'da gününüzde varlığını sürdürmektedir. On
sekizinci yüzyıl ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında İngiliz monarşisi bizim
bugün gördüğümüz örnek içinde gelişmiştir.
İngiliz ve
İskandinavya demokrasileriyle karşılaştırıldığında, Amerikan demokrasisi
sınırlı gözükmektedir. Gündelik yaşantıda kurumlar küçük ölçeklerde otoriteye
sahiptir. Ulus seviyesinde o yalnızca liberal bir demokrasinin örneğini değil,
yüksek derecede eğitim görmüş bir insan grubu tarafından tasarlanmış politik
bir özgürlük bulunmaktadır. John Locke'un politik yazıları tarafından
esinlenmiş olmasına karşın, felsefi temeller James Wilson, Thomas Jefferson,
A- lexander Hamilton, John Adams ve diğerleri tarafından ortaya konulmuştur.
Bu bölüm için benim James Wilson'ın yazılarını seçmenin nedeni Amerikan
kurumlarının değerlendirilmesinin politik felsefenin ayırt edici bir karakteri
olarak gösterilmesidir.
Cumhuriyetin İcat Edilmesi
James Wilson'ın ( 1
742-98) yazılarından sonra temsili demokrasinin felsefi zemini başlamıştır.
Wilson 1 790-1 döneminde yaptığı konferanslarda Amerikan politik kurumları-
nın vatandaşlarının yaşamı içinde kendi ahlaki rolünün bir güvencesini
sağlamaktadır.
Wilson Amerikan
Kurumsal Yapısının temel noktalarını insan varlığının doğası hakkındaki iki
teze dayandırmaktadır. Bunlar kısmen antropolojik ve kısmen dinbilimseldir.
İlk tez insanlığın üyelerinin doğal "toplumsal entelektüel" güçlerini
ortaya koyar.
Bizim varlığımızm
yazan toplumsa/ varlıklar olarak bizi zihninde tasarlamıştır: ve bu son için
bize toplumsal entelektüel güçler vermiştir. Onlar bizim kurum/anmmn özgür
parça/andır ve onların çabalan ya/mı ve bencil olan bu güçlerin çaba/anndan
daha az doğal değildir. (Wilson, 1896: cilt 1, 258).
İkincisi bizim
ahlak kapasitemize benzer bir şekilde- uygulamada bulunur. O, aynı doğrultuda
"bizim ahlak --algılamalarımız anlayışın diğer güçlerini gösteren olarak,
en güçlü olası biçiminde, bizim toplum için amacımızı işaret eder." - .
İnsan türünün doğal
kuwetlerini içindeki bu temelden, entelektüel ve ahlaki, biz sivil topluluğun
gerçek temellerini meydana getiririz. "İnsan doğasının derinine işlenmiş
olarak, biz özel kurul yasasının temel direklerinden biri olarak
bulunmaktayız: Anlaşmaları korumak için yasal yaptırımlara gereksinim yoktur.
Bunun yerine, doğal eğilimlerin bulunduğu şehir yasalarının olanaklılığı
yapılmıştır. "Bunlar bizi toplum olarak hazırlayan iki büyük
ilkedir." Burada anlaşmaya gereksinim yok gibi görünmektedir. "Biz
hepimiz duyulara sahibizdir" der (s. 263). Bir toplum olmak için '
gerekli olan şey biçimlendirilebilir ve korunur.
Temsili
demokrasinin kaynaklan
Biz hala temsili
demokrasinin temelleri üzerine oturtulmuş bir politik yapı içinde bulunuyoruz.
Wilson, hükümetin yasama, yürütme ve yargı organlarını birbirinden ayırmıştır.
Wilson, demokrasinin yerleşebilmesi için bazı yetki ve sorumlulukların ayrı
kollardan yapılması gerektiğini düşünmektedir. Alexander Hamilton demokrasi
konusunda aynı güvensizlik içinde değildir. Gerçekten de, Wilson bir anlaşma
teorisinin ana hatlarını ortaya - koymaya çalışmaktadır.
Toplumsal
bütünlük içinde, her bir birey tüm kolektiflik içinde ilgilidir ve her bir
birey ile ilgilidir. Bu ilintili
olma durumu zorunludur, çünkü onlar karşı- lıkltdır. Onlara uymayan bireyler
toplumun üyeleri değildir. (Wilson, 1 896: cilt 1, 272).
Hangi araçlarla
genel istek bilinir kılınmıştır? Çoğunluğun sesi ile "bütüne yönelik
karar alınmaktadır." Wilson bu öğretiyi daha büyük sayıda olan grubun,
daha küçük sayıda olanlar üzerinde etkide bulunması olarak değerlendirilir. Hükümetin
bu ideal biçimine Rousseau'nun düşünceleri eklen- meksizin, temele oturtma
konusunda bir yetersizlik olacaktır. Ancak bunu bağımsız bir açıklama olarak
görmek kolaydır.
Wilson'un düşüncesi
içinde, ortaya konulan çok farklı mantıksal seviyelerin bir çeşitliliği
bulunmaktadır. Bir toplumun bir üyesi olmak için bize bir çözümleme sağlayan
toplumsal yapı tartışması kolektif olan ile bireysel olanın arasındaki
ilişkinin araçlarıyla belirlenir. Herkesi politik alana çeken ana tartışma
antropolojiktir. Bu "bizi bir devlet kurmaya davet eden" belli güç
ve duyusal eğilimler ile bağlı olarak, antropolojiktir. Tartışmanın erken
döneminde, Wilson doğal olarak erdemli olan insan karakterini sunmuştur. Ancak
kitabının 352. sayfasında farklı bir yaklaşım görürüz, o insan varlıklarının
kötü eğilimlerinin engellenmesi gerektiğini belirtmiştir. Yasalar şimdi bir
olanak olarak değil, bir sınırlama olarak sunulmuştur. Orada Yüce Yargının Bir
Adaleti konuşmaktadır!
Eğer ahlak
felsefesinin sonunda, dilin olanaklılıkları için zorunlu koşullar bulunuyorsa,
bazı filozofların günümüzde tartışmış olduğu gibi, 'devlet ve toplum ideasının
öngörüleri üzerine felsefi yansımaların sonu için nereye bakılacaktır?'
sorusunu gündeme getirmiştir.
1992 yılında
Francis Fukuyama The End of History - and The Last Man (Tarihin Sonu ve
Son Adam) adlı kitabını yayınladı. Bu çalışma politik tartışmaya ve politik
felsefeye bir son bildiri olarak görünmüştü. O, bu kitabını daha önce bir
makalede beliıtilen bir konunun üzerine temellendirmişti (Fukuyama, 1 989). O,
bu makaledeki görüşlerini ise güçlü bir psikolojik öngörüye dayanak olarak
belirlemişti. İnsanoğlunun gereksinim duyduğu iki evrensel ve temel şey
özgürlük gereksinimi ve eşitlik gereksinimiydi. Yalnızca liberal demokrasi
bunun her ikisini de aynı anda tatmin edebilirdi. Konu felsefeydi: bu nedenle
çökmüş olan hiçbir otoriter ve ahlaki ve politik sistem asla yeniden ortaya
çıkamazdı. Tartışma herhangi bir toplum yönetim biçiminin liberal demokrasi
kavramının yerine geçemeyeceğini göstermeye yönlenmişti.
Kitap tartışmayı bu
teze teknoloji artı serbest pazarın maddesel gereksinimleri tanı olarak
karşılayabileceğini belirtmeyi içerecek şekilde yeniden şekillendirmiştir.
Psikolojik tümel yeniden gözden geçirilmiştir. Her insan için başkaları tarafından
tanımlanacak bir gereksinim olarak ele alınmıştır. Bu, çok sayıda sosyolog ve
sosyal psikolog tarafından işaret edilmiştir. Örneğin Erving Goffnıan ( 1 967)
bu konudaki araştırmalarıyla tanınmaktadır. Yalnızca liberal demokrasi herkes
için bu gereksinimi karşılayabilir. Bir piyasa ekonomisinin ve bir liberal
demokrasinin müttefikliği insan yaşam biçimini en iyi şekilde
şekillendirebilecek bir yapıyı temsil eder. Bu 1 müttefiklikten ortaya çıkan
biçim Batıda görülmektedir.
Tartışma güçlü bir
psikolojik düşünceye sahiptir. Fuku- yama'nın kendisi kişinin başkalarına
yönelik olarak eşit psikolojik güç olarak yaradılıştan gelen bir yapı olduğunu
gözlemlemiştir. Bu tartışma tamamlanmamıştır (Sim, 1 999) fakat gerçekten
ilgiye değerdir.
Çin'de, etkinin
yönü toplumsal yaşantının biçimlerinden insanların psikolojik niteliklerine .
doğrudur. Bu Batı politik felsefesinde olanın tersi yöndedir. Wilson ve
Fukuyama, insan doğası ile sivil toplum arasındaki ilişkileri ortaya koyan
öngörülerde bulunmuşlardır. Böylece liberal demokrasinin söylenenlerin
taleplerini' karşılamanın bir biçimi olarak ortaya çıkmıştır ya da doğal insan
. karakteristik özelliklerine sahip Çin filozofları, özellikle egemen
Konfüçyüsçü ve Yeni-Kon- füçyüsçü okullara ait olan yapı içinde, her şeyin
üzerinde bir toplumsal aktör olarak kişinin -bir kavramı ön plandadır. Me-
tafiziksel-psikolojik ch'i ve fi kavramları yurttaş ve aile üyesi olarak
kişinin rolünün toplumsal olarak önemli görünümlerini geliştirmiştir. Li'nin
etrafında kristalleştirilmişt olan her şey arasında, onun antik anlamı
bulunmaktadır. O, toplumsal uygunluğun yapısalcı uygulamalarının bir evrensel
sistemini belirtmektedir. Ch'i bireyler olarak insanların yapısını ortaya
koymaktadır. Tao ismini aynı ideanın bir şeyini paylaşma olarak düşünmek
gülünç değildir. Wu-wei'nin arzu edilebilir psikolojik durumu, politik
etkinlik bölgesinin psişik bir geri çekilme olarak bakılabilir.
Çin ahlak
.felsefesi aynı yönde hareket eder. Konfüç- yüsçü erdemler toplumsaldır.
Mencius insan psikolojisinin zengin karmaşıklığından davranışın dört doğal
içtepisini belirlemiştir. - Bunların dördü de kişiler arası ve ' toplumsaldır.
Onlar - açma, utanç, saygı ve bir 'doğru ve yanlış duyusudur. Eğitim ile .
bunlar 'dört erdeme dönüştürülebilir. ]en, platonik aşk; y, herhangi bir toplumsal
etkinlik içinde bir yetersizliğin belirlenmesi kapasitesi; fi, toplumsal
davranış uygun bir duyusu; chih, doğru ve yanlış, davranışı ayırma gücü,
Erdemlerin toplumsal odak noktası 'çok açıktır. Erdemin yalnızca eğitim.
aracılığı ile evrensel doğal eğilimlerin meydana geldiği Korifüçyüsçü düşünce
içinde de açıktır. Biz bunu Mao'nun
"kültürel
devrim"inin öngörüsü içinde, Konfüçyüsçü bir okulun açılışında olduğu
gibi, açık bir şekilde görebiliriz. Kısaca belirtmek gerekirse, Çin düşüncesi
içinde, ahlak dönüşümü pişmanlık ve mutlaklık aracılığı ile değil, hatanın bir
itirafı ve bir yeniden eğitim programı ile olur. Doğu politik felsefesinde,
ahlaklılık ve politik eğilim keskin bir şekilde ayrılmamıştır. Toplum
insanları yaratmıştır. Batının politik felsefesinde, en azından on yedinci
yüzyılda insanların toplumu yarattığına dair liberal demokrasinin temellerine
ilişkin ;araştır- malar yapılmıştır.
Politik felsefenin
gündemi Rönesans'ta belirlenmiştir. Bu, politik zorunlulukların dünyevi bir
devlet içine nasıl iyi bir şekilde temellendirileceği konusudur.
Machiavelli'nin çözümü düzenbaz bir prens tarafından otoriter bir yönetim
şekli, kuzeybatı Avrupa atmosferi için yaşam şansı bulunabilecek bir düşünce
değildir. On yedinci yüzyılın ortalarında vatandaşlar arasında ussal bir temel
oluşturma arayışı başlamıştır. Ben projeye katkıda bulunan çok sayıdaki kişi
arasından çok sınırlı bir seçim yaptım. Antropolojik açıdan bakıldığında
"Doğal Yasa" gelişen bir yaşam için sıradan koşullar olarak, felsefi
tartışmaların öncelleri arasında gözükmeye başlamışlardır. Dinbilim ile olan
bağ James Wilson'un yazılarında çok açık bir şekilde yer almıştır.
Fukuyama'nın bir politik felsefe "türetmesi" James Wilson ve John
Locke'un yaptığından çok farklıdır. O, hiçbir yerde Tanrıya dua etmemektedir.
Bunun yerine doğal bilim onun "doğal yasa" düşüncesinin temel taşını
oluşturmaktadır. Belki de, ikinci binyılın sonu belli bir duyu içinde politik
felsefenin sonunu işaret etmektedir.
İkinci binyılın son
yüzyılı aynı zamanda tarihsel değişimin Hegelci kavramının pratik alanda
uygulanması için girişimin bir sınama türü olarak görülebilir. İkinci Dünya
Savaşı'nı izleyen komünist rejimler diyalektik materyalizmi gerçekleştiren
olarak kendilerini öne çıkarmışlardır. Kuzeybatı Avrupa demokrasilerinin
bazılarındaki daha az otoriter olan sosyalist deneyim, kağıttan kalelerin
arkasında hendek kazmış olan bürokrasilerden oluşmuştur. Belki de Fukuyama
haklıdır, ve her iki düşünce de bizim doğamızda bulunan kaynaklardan gelmiştir
ve politik felsefe her zaman için bir uzlaşma yönetimi olacaktır.
KAYNAKÇA
Genel
Okuma
Edwards, P. ( 1
967) The Encyc/opedia of Philosophy, 8 cilt, Londra: Macmillan.
Kenny, A. J. P.
( 1 999) A Brief
History of Western Philosophy.
Oxford: Blackwell.
Kneale, W. C. ve
Kneale, M. ( 1 962) The Development of Logic.
Oxford:
Clarendon Press.
Law, S. (2000)
The Philosophy Fi/es. Londra: Orion Dolphin
Passmore, J. ( 1
957) A Hundred
Years of Philosophy. Londra: Duskworth.
Scharfstein,
B.-A. ( 1 978) Philosophy East I
Philosophy West.
Oxford:
Blackwell.
Scruton, R. ( 1 996) An lntelligent
Person's Guide to Philosophy.
Londra:
Duckworth.
Smart, N. ( 1
999) Wor/d Philosophies. Londra: Routledge.
Wilson, A. N. (
1 999) God's Funerat. New York: W. W. Norton
Bölüm
1: Fesefe Nedir?
Blumberg, A. E.
( 1967) "Logic, Modern." P.
Edwards'ın içinde, The Encyctopedia of Phitosophy, cilt 5, 1 3-28.
Collingwood, R. G. ( 1 940) An Essay
on Metaphysics. Oxford: Clarendon Press.
Flew, A. G. N. (
1965) Essays in Logic and Language. Garden City, NY: Anchor.
Hamlyn, D. ( 1
967) "Epistemology: History of" P. Edwards'in içinde, The Encyclopedia of Philosophy,
cilt 3, 8-38.
Kant, 1. (1787) [1996] Critique
of Pure Reason, çev. W. S. Pluhar. lndianapolis: Hackett.
Leibniz, G. (1710)
[1951] Theodicy,
çev. A. Farrer. Londra: Routledge and Kegan Paul.
Nielsen, K ve
Abelson, R. ( 1 967) "Ethics: History of" P. Edwards'ın içinde, The Encyclopedia of
Philosophy, cilt 3, 81 • 116.
Prior, A. N. ( 1
967) "Logic, History of." P. Edwards'ın içinde, The Encyc/opedia of Philosophy,
cilt 4, 509.
Reid, T. ( 1
788) [ 1 969] Essays
on the lntel/ectual Powers of Man [The Human Mind]. Cambridge, MA: MiT
Press.
Shweder, R. (
1998) Welcome
to Middle Agel (and other Cultural Fictions). Chicago: Chicago University
Press.
Walsh, W. H.
(1967) "Metaphysics" P. Edwards'ın içinde, The Encyclopedia of Philosophy,
cilt 5, 301.
Wilson, A. N. (
1999) God's
Funeral. New York: W. W. Norton.
Wittgenstein, L.
( 1992) [ 1991] Tractatus
Logic&Phi/osophicus, çev.
D. F. Pears ve B. McGuiness. Londra ve New York: Routledge.
--( 1956) Remarks on the Foundations of
Mathematics,
çev. G.E.
M. Anscombe, R.
Rhees ve G. H. Von Wright. Oxford: Blackwell. --( 1 969) On Certainty. Oxford: Blackwell.
Bölüm
2 ve 3: Hint Felsefesi
Aurobindo, S. (
1918) [ 1 990] The
Life Divine.
Pondicherry: Aurobindo Ashram.
Dasgupta, S. ( 1
940) A
History of lndian Philosophy.
Cambridge
University
Press, cilt 4.
Frauwallner, E.
( 1 973) History
of lndian Philosophy.
Delhi: Motilal Banarsidass.
Kalupahana, D.
J. ( 1976)
Buddhist Philosophy: A Historical Analysis. Honolulu: University of Hawai
Press.
Lakashamma, G. ( 1 990) The lmpact of
Ramanuja's Teaching on Ufe and Conditions of Society. Delhi: Sundeep
Prakasha.
Ling, T. ( 1 973) The Buddha. Londra:
Temple Smith.
Nan Huia-chin ( 1 995) The Story of Chinese
Zen, çev. T. Cleary.
Bostan: Charles
E. Tuttle.
Prabhavanda,
Swami ( 1963)
The Spiritua/ Hericage of lndia.
Garden City, NY:
Doubleday.
Puligandla, R. ( 1 975) Fundementals of lndian
Philosophy.
Nashvllle:
Abingdon Press.
Radhakrlshnan, S
( 192 7) The
Hindu Wiew of Life. Londra: George Ailen.
Radhakrlshnan,
S. Ve Moore, C. A. (
1957) A Source Book in Indian Phllosophy. Princeton: Princeton
University Press.
Vidyabhusana, S.
C. ( 1971) A History
of Indian Logic. Delhi: Motllal Bananklass.
Bölüm
4 ve 5: Çin ve Japon Felsefesi
Chen Ku^ying ( 1977) Lao T.su: Text,
Notes ancr Comments. San Fransisco: China Materlals Center.
Chuand Tsı:ı [ 1 927] Tao te Ching: The
Writings of Chuang Tso, çev.
J. Legge. The Wrltlngs
of Kwange içinde. Taipei: Ch'eng Wen.
Cohen, A. A. ( 1 964) The Communism of Mao
Tse-cung. Chicago University Press.
Confucius (y. MÖ 500) [ 1 998] The Analeccs, çev.
D. Hinton, Washington DC: Counterpoint.
Creel, H. G. ( 1 969) Chinese Thought from
Confucius co Mao Tse- tung. Chicago: University of Chicago Press.
--( 1 982) What is
Taoism? Chicago: University of Chicago Press.
Eberhard, W. ( 1 964} A History
of China. Londra:
RoutJedge and Kegan Paul.
Fung Yudan ( 1937) A
Hiscory of Chinese Phi/osophy, çev. D.
Bodde, 2
cilt, Londra: George Ailen and Unwin.
Ho,
F. M. ( 1 992} The Receptlon of Confucius in }apan. Totowa, NJ: Optima
Press.
Humphreys, C. ( 1955) Buddhism. Harmondsworth: Penguin.
/ Ching, çev. C. F. Bayan ( 1 950) Princeton: Prlnceton University Press.
Lao Tsü (MÖ. 600} [ 1937] Tao n Ching[Thıe Sayings of
Lao TsU],
çev. L. Giles.
Londra: John Murray.
Mao Tse<ung ( 1961) Mao Tse^tung. Pekin: Foreign Languages Press,
cilt 1.
Persig, R. M. ( 1975) Zen and the Art of Motorcycle Maintenance. New York. Bantam. _
Richards, 1. A. ( 1 932) Mencius on the Mlnd. Londra: Kegan Paul.
Suziki, D. ( 1958) Zen and Japaneese Culture. Princiton: Bollingen.
Waley, A. ( 1 939) Three Ways of Thought in Ancient China.
Londra. George
Ailen & Unwin.
Watts, A. ( 1 936) The Spirit ofZen. London: John Murray.
Wing<sit Chin
( 1963) A Source Book in Chinese Philosophy. Princeton: Prlnceton University
Press, ve Londra: Oxford University Press.
Bölüm
5: İslam Felsefesi
AV-Ghazâti, A. H. M. {y. 1100) [19831 The Alchemy of Happiness, çev. C. Field. Armonk, NY:
Sharpe.
--(y. 1105} [ 1 958] The lncoherence of the
Philosophers, çev.
S. A. Kamali.
Lahore: Anarkali Press.
Aristotle (y.
MÖ. 395) [1993] Metaphysics, çev. C. Kirwan.
Oxford:
Clarendon Press.
Kaynakça
Bokser B. Z. (
1950) The
Legacy of Maimonides. New York: Philosophical
Library.
Fakhry, M. ( 1983) A History of lslamic Philosophy. londra: Longnıan: longnıan.
The Hoty
Koran, çev.
M. M. Plckthall ( 1977) Rabita. Muslim World league.
Hourani, G. F. ( 1 976) Averroes.
londra: luzac.
lbn Sina
(Avicenna) (y. 1020) [ 1 973] Metaphysica, çev. P.
Morwedge. New
York: Colombia Unlversity Press.
İbn Rushd (y.
1180) [ 1 984] Metaphysics, çev. C. Genquand. Leiden: Brill.
--(y. 1 t93) [ t
967] Averroes on the Harmony of Religion and Phitosophy, çev. G.
Hourani. londra: Luzac.
lqbal,
M. ( t 934} The Reconstrualon of Religious Thought in lslam.
Oxford: Oxford
University Press.
Maimonides, M.
(y. t 200} [ 196 t] A Guide for the Perplexed, çev. M. Friedlander. New
York: Dover.
Nasr, S. H. Ve
leaman, O ( t 996) History of lslamic Philosophy, Bölüm il, 2 cilt,
londra: Routledge.
Plotinus (y.
253-270} [t969] Enneads, çev. C. Banks. San Fransisco: Harper.
Schroeder, F. M.
( 1992) Form and Transformatlons. A Scudy in the Philosophy of Plotinus.
Montreal ve Kingston: McGill-Queens University Press.
Urvoy, D. ( 199
t) lbn Rushd (Averroes} çev. O.
Steward. londra ve New York: Routledge.
Bölüm
7: Ortaçağ Avrupa'smda Felsefe
Anselm, St. (1077-8)
[1965] Proslogium, çev. M. J.
Charlesworth.
Oxford: Oxford University Press.
Aquinas, St.
Thomas (1273) [1964] Summa Theologiae, çev. A.
C. Gibbs. Garden
City, NY: Dubleday.
--(y. 1 263) [ 1 975] Summa Contra Gentiles, çev. A. C. Pegis, Notre
Dame: Notre Dame University Press.
Augustine, St. (412-426) [1950] The City of
God, çev. M. Dodds. New York: Hafner.
Bernard, St. (of
Clairvaux) (y. 1130)
[ 1 633] The Rufe of Good Life, çev. A. Balt, Londra: Downey.
--(y. 1130) [ 1 990] Love without
Measure, ed. P. Diemer.
Londra: Darton,
Longman and Todd.
Boehner, P. ( 1 990) Ockham: Philosophicaf
Writings. lndianapolis. Hackett.
Copleston, F. C.
( 1972) A
History of Medieva/ Phifosophy.
Londra:
Methuen. ,
D'Arcy, M. C. ( J 930) St. Thomas Aquinas. Boston:
Little Brown.
Davies, N. ( 1 997) Europe. Oxford:
Oxford Universlty Press.
Frepper, L. ( 1988) The Basis of Morafity
according to Wi/fiam Ockham. Chicago: Fransiscan Press.
Kenny, A. J. P. ( 1 969) Five Ways. Londra:
Routledge and Kegan ' Paul.
Lisske, A. J. ( 1 996) Aquina's Theory of
Natura! Law. Oxford: Clarendon Press.
Marenbon, P. ( J 997) The Phi/osophy of Peter
Abelard. Cambridge: Cambridge University Press.
Mclnerny, R. ( J 993) The Cambridge
Companion to Aquinas, ed.
N. Kretzmann ve
E. Stump. Cambridge. Cambridge University Press, bölüm 7.
Moody, E. A.
"Willlam of Ockham. " P. Edwards'ın içinde, The Encyclopedia of Philosophy,
cilt 8, 306- J 7.
Ockham, William
of (1328)
[1974] Summa Logicae, ed. P.
Boerner, G. Gal,
ve S. Brown. New York: st. Bonaventure.
--(1324) [1991]
Quodlibetaf Questions, çev. A. J. Freddoso.
New Haven ve
Londra: Yale University Press.
--( 1 324) [1991]
Quodlibetaf Questions, çev. A. J. Freddoso.
New Haven ve
Londra: Yale University Press.
Bölüm
8: Dünya Zihni Şekillendiriyor: Realizm ve Olguculuk
Aries, P. A ( 1 962) Centuries of
Childhood, çev. R. Baldick, New York: Kropf.
Ayer, A. J. ( 1 936) Language, Truth and
Logic. Londra: Gollancz --( 1 978) Logical Positivism Westport, CT:
Greenwood.
Bacon, F ( 1605) [ 1 973] The
Advancement of Learning. Londra: Dent.
Berkeley, G. (1719) [1985] Principles of
Human Knowledge. Londra: Fontana.
Boyle, R. ( 1 666) On the Origins of
Forms and Qualities. Oxford. Davies.
Cahoone, L. E. ( 1 996) From Modernism to
Postmodernizm. Cambridge, MA: Blackwell.
Cariyle, T. ( 1 886-93) [ 1 977] Past and
Present. New York: New York University Press.
Carnap, R. ( 1 950) Testability and
Meaning. New Haven: Yale University Philosophy Club.
Clavius, C. ( 1 570) in Sphaeram loannis de
Sacrobosco. Roma: Apud Vitorum Helicanum.
Comte, A. ( 1853) The Positive Philosophy
of Augııste Comte, çev. H. H. Martineau. Londra: Chapman.
Descartes, R. ( 164 7) [ 198 5] Principles of
Philosophy. in The Philosophical Writing of Descartes, ed. ). Cottingham, R.
Stoothoof, ve D. Murdoch. Cambridge: Cambridge University Press, cilt 1.
Gilbert, W. ( 1 600) [ 1 958] De magnete, çev.
P. F. Mottelay. New York: Dover.
Hacking, 1. ( 1 999) Social Construction
of What? Cambridge, MA: Harvard University Press.
Hilbert, D. ( 1971) Foundations of
Geometry. La Salle, iL: Open Court.
Hume, D. ( 1 739) [ 1 965] A Treatise of
Human Nature. Oxford . Clarendon Press.
--(
1 777) [ 1963] Enquiries concerning
the Human
Understanding and
the Principles of Morals. Oxford: Clarendon Press.
--Locke, J. ( 1690) [ 1 974] An Essay
concerning Human Understanding, ed. W. J. Yolton, Londra: Dent.
Mach, E. (1883) [1914] The Analysis of
Sensations, çev. T. J. McCormack. Chicago: Open Court.
--( 1 894) [1918]
Popular Scientific Lectures, çev. T. J.
McCormack. La
Salle, İL: Open Court.
Mili, J. S. (1872) [1996] A System of
Logic. Londra: Routledge.
Newton 1. ( 161 7) [ 1 992] "Third
Letter to Bentley" The Correspondence of lsaac Newton içinde, ed.
H. W. Turnbull. Cambridge: Cambridge University Press, cilt 3.
Popper, K. R. ( 1 965) Conjectures and
Refutations. New York: Harper and Row.
Psillos, S. ( 1 999) Scientific Realism. Londra:
Routledge.
Quine, W. V. ( 1 953) From a Logical Point
of View. Cambridge, MA. Harvard University Press.
Schlick, M. ( 1 949) Philosophy of Nature. New
York: Philosophy Library.
Whiston, W. ( 1 71 7) [ 198 3] Astronomical
Principles of Religion.
Londra:
Heldestein, ve New York: Olm.
Bölüm
9: Zihin ve Kozmos: Ussa/cılık ve Gelenekçilik
Barnes, B. Ve
Bloor, D. (1996)
Scientific Knowledge: A Sosiofogical Analysis. Londra: Athlone Press.
Descartes, R. (1647) [1985] Principles of
Philosophy. The Philosophicaf Writing of Descartes'in içinde, ed. J.
Cottingham, R. Stoothoff, ve D. D. Murdoch. Cambridge: Cambridge University
Press, cilt 1 .
Eddington, A. ( 1 93 5) New Pathways in
Science, Cambridge University Press.
Frege, G. ( 1879) [ 1 952] Translations
from the Philosophical Writings of Gottlob Frege., ed. P. Geach ve M. Black.
Oxford: Clarendon Press.
Feyeabend, P. K.
( 1975)
Against Method, Londra: Verso.
Galileo Galilei ( 1 638) [ 1 952] Dialogues
concerning Two New Sciences, çev. H. Crew ve A. De Salvio. New York: Dover.
Goodman, N. ( 1 978) Ways of World Making. lndianapolis:
Hackett.
Hacker, P. ( 1 996) Wittgenstein's Place
in Twentieth-century Anafyticaf Philosophy. Oxford: Blackwell.
Hacking, 1. ( 1 992) "The
self-vindication of the laboratory sciences." Science as Practice and
Cu/ture içinde, ed. A. Pickering. Chicago. Chicago University Press, bölüm 2.
--( 1 999) The
Sociaf Constraction of What? Cambridge, MA: Harvard University Press.
Hilbert, D. ve
Ackermann, W. (
1 928) [ 1 950] Principfes of Mathematichaf Logic, çev. L. M. Harword, G. C.
Lackie, ve F. Steinhardt. New York: Chebea.
Kant, 1. ( 1 78 7) [ 1 996] Critique
of Pure Reason, çev. W. S. Pluhar, lndianapolis: Hackett.
Kuhn, T. S. ( 1 957) [ 1 996] The Structure
of Scientific Revolutions.
3.
baskı, Chicago. Chicago University Press.
Leibniz, G. (1710) [1953] Theodicy, çev.
A. Ferrer. Londra: Routledge and Kegan Paul.
Murphy, N. ( 1997) Anglo-American
Postmodernity. Landon: Routledge and Kegan Paul.
Poincare, H. ( 1903) [ 1958] The Value of
Science, çev. G. B.
Halstead. New
York: Dover.
Russell, B. A.
W. ( 1919)
lntroduction to Mathematical Philosophy.
Londra: Ailen
and Unwin.
Whewell, W. ( 1 860) [ 1970] On the
Philosophy of Discovery. Londra. Parker.
Whitehead, A. N.
Ve Russell, B. A. W. (
1910-13) Principia Mathematica. Cambridge. Cambridge University Press.
Wittgenstein, L.
( 1 953)
Phi/osophicaf lnvestigations, çev. G. E. M.
Anscombe.
Oxford: Blackwell.
Bölüm
1 O: Zihin ve Dünyanın Birliği: İdealizm, Fenomenaliım ve Fenomenaloji
Austin, J. L. ( 1 962) Sense and Sensibilia. Oxford:
Clarendon Press.
Bradley, F. H. ( 1 893) Appearence and
Rea/ity. Oxford: Clarendon Press.
Chalmers, D. ( 1 996) The Conscious Mind. New
York: Oxford University Press.
Devine, E. ( 1 975) Thinkers of the
Twentieth Century. London: Macmillan.
Ewing, A. C. ( 1 934) Jdealism: a Critical
Survey. Londra: Methuen.
Hegel, G. W. F. (1807) [1949] The Phenomenology
of Mind, çev. J. B. Bartlie. Londra: Allan and Unwin.
--( 1 837) [ 1956]
The Philosophy of History, çev. J. Silbee. New York: Witley.
Heidegger, M. (1953) [1996] Being and Time, çev.
J. Stambaugh. Albany: SUNY Press.
Husserl, E. ( 1 950) [ 1 960] Cartesian
Meditations, çev. D. Cariras. The Hague: Martinus Nijhoff.
-- ( 1 964) The
idea of Phenomenology, çev. W. P. Alston ve G. Nakhnikian. The Hague:
Martinus Nijhoff.
lnwood, M. ( 1983) Hegel. Londra:
Routledge and Kegan Paul. Leibniz, G. (1710) [1952] Theodicy, çev. A.
Farrer. Londra. Routledge.
---- ( 1 71 7) [ 1956] The
C/arkeleibniz Correspondence, ed. H. G.
Alexander.
Manchester: Manchester University Press.
Rorty, R. ( 1 989) Contingency, lrony and
Solidarity. Cambridge: Cambridge University Press.
Russell, B. A.
W. ( 1 975)
Logical Essays, ed. R. C. Marsh. New York: Capricorn.
Sainsbury, M. ( 1979) Russell, Londra:
Routledge and Kegan Paul.
Schutz, A. ( 196 7) Phenomenofogy of the
Social Worfd. Evanston, iL: North-western University Press.
Steiner, G. ( 1 978) Heidegger, Londra:
Fontana Press.
Shusterman, R. ( 1 990) "Postmodernist
ethics of taste" G.
Shapiro (ed. ) After the Future, Albany:
SUNY Press.
Taylor, C. ( 1979) Hegel and Modern
Society. Cambridge:
Cambridge
University Press.
Wittgenstein, L.
( 1 953)
Phi/osophical lnvestigations, çev. G. E. M.
Anscombe,
Oxford: Blackwell.
Bölüm
11: İnsan Doğası
Berkeley, G. ( 1 734 [ 198 5] A Treatise
concerning Princip/es of Human Knowledge, Londra: Fontana.
Butler, J. (1736) [1886] "Of
Personal ldentity." The Anafogy of Religion içinde, Londra: Beli.
Churchland, P.
M. ( 1 984)
Matter and Consciousness. Cambridge, MA: MiT Press.
Copeland, J. ( 199 2) [ 1 998] Artificial
Jntelligence, Oxford: Blackwell.
Darwin, C. ( 1859) The Origin of Species,
or, the Preservation of Favoured Races. Londra: John Murray.
Descartes, R. ( 1641) [ 1985] Meditations on
First Phifosophy. The Phifosophicaf Writings of Descartes, ed. J.
Cottingham, R. Stoohoff, ve D. Murdoch. Carnbridge: Carnbridge University
Press, cilt il.
Freud, S. ( 1933) New lntroductory
Lectures vn Psychoanalysis.
Londra: Hogarth
Press.
Hacker, P. S. M.
( 1 996)
Wittgenstein's P/ace in Twentieth-Century Analyticaf Philosophy. Oxford:
Blackwell.
Hanson, N. R. ( 1958) Patterns of Discovery. Carnbridge:
Cambridge University Press.
Hume, D. ( 1 739) [ 1 962] A Treatise of
Human Nature. Oxford. Clarendon Press.
La Mettrie,
Julien Offray de (
1 748) L'Homme machine. Leyden: Elie Lizac.
Leibniz, G. W. (
171 4'de yazılmıştır) [ 1 960] The
Monadology. Philosophical Text içinde, çev. R. Francks ve R. S. Woolhouse.
Oxford: Oxford University Press.
Locke, J. (1690)
[1974] An
Essay Concerning Human Understanding, ed. J. W. Yolton. Londra: Dent.
Monk, R. ( 1
990) Ludwig
Wittgenstein: The Duty of Genius. Londra. Cape.
Nagel, T. (
1998) "Conceiving
the lmpossible and to Matter and Spirit" New York: Arno Press.
Reid, T. ( 1788)
Essays on
the Intellectual Powers of Man.
Edinburgh: John
Beli.
Ryle, G. ( 1
947) The
Concept of Mind.
Londra: Hutchinson.
Searle, J. R. (
1983) lntentionality:
an Essay in the Philosophy of Mind.
Cambridge: Cambridge University Press.
-- ( 1 992) The Rediscovery of the Mind
Cambridge,
MA: MiT Press.
Spinoza, B. De (
1677) [ 1930] Ethics, çev. W. Hale ve A. H.
Stirling.
Londra: Oxford University Press.
Strawson, P. F.
( 1 956) lndividuals. Londra: Methuen.
Turing, A. ( 1
950) "Computing Machines and lntellligence." Mind, 59, 433-60.
Vartanian, A. (
1 960) La Mettrie's
L'Homme Machine. A Study in the Origins of an idea. Princeton: Princeton
University Press.
Williams, B. A. O. ( 1 973) Problems
of the Self. Cambridge: Cambridge University Press.
Wittgenstein, L.
( 1 953) Philosophical
lnvestigations,
çev. G. E. M. Anscombe. Oxford: Blackwell.
Bölüm
12: İnsanlar Arasmdaki İlişkiler 1: Ahlak Felsefesi
Austin, J. L. (
1 962) How
to do Things with Words.
Oxford: Clarendon Press.
Benthem, J.
(1789) [1834] Deontology:
or, the Science of Morality.
Londra: Reese, Orme.
Boas, F. (1896) [1940] Race, Language
and Culture. New York. Free Press.
Cixious, H. ( 1 987) The Newly Bom Woman, çev.
C. Clement ve S. Gilbert. Manchester: Menchester University Press.
Davies, B. ( 1 999) A Body of Writing. Heemsteede,
Hollanda: Alta Mira Press.
Derrida, J. ( 1 982) Margins of Philosophy,
çev. A. Bass. Brington: Harvester.
Geertz, C. ( 1 989) "Anti
anti-relevatism". Relevatism: lnterpretations and Confrontation içinde,
Notre Dame. Notre Dame University Press, 12-34.
Habermas, J. ( 1984-87} The Theory of
Communicative Action, çev. T. McCarty. Boston: Beacon Press.
Hare, R. M. ( 1 952} The Language of
Mora/s. Oxford. Clarendon Press.
Holiday, A. ( 1 98 8) Moral Powers. Hassocks:
Harvester Press.
Hume, D. ( 1 740} [ 1 998] An
Enquiry concerning the Principles of Morals. Oxford: Oxford University Press.
Kant, 1. ( 1 785) [1969] Foundations
of the Metaphysics of Morals, çev. L. W. Beck. Indianapolis: Bobbs-Merrill.
Kierkegaard, S. ( 1 843) [ 1 944] Either / Or, çev.
W. Lowrie.
Princeton.
Princeton University Press.
Lovelock, J. E. ( 1987} Gaia. A New Look at
Life on Earth. Oxford:
Oxford
University Press.
Lukes, S. ( 1 975} lndividualism. Oxford:
Blackwell.
Laclntyre, A. C.
( 1 966} A
Short History of Ethics. Londra: Macmillan.
Mill, J. S. ( 1861} [ 1998] Utititarianism.
Oxford: Oxford University Press.
Moore, G. E. ( 1903) Principia Ethica. Cambridge:
Cambridge University Press.
Richard, J. R. ( 1 982} The Sceptical
Feminist. Harmondworth: Penguin.
Rorty, R. ( 1 989} Contingency, lrony and
Solidarity. Cambridge University Press.
-- ( 1 989) "Solidarity
or objectivity?" Relativism: lnterpretation and Confrontation içinde,
Notre Dame: Notre Dame University Press, 35-50.
Sartre, ). -P. (
1 943) [ 1
958] Being and Nothingness, çev. H. E.
Barnes. Londra:
Routledge.
Shusterman, R. 81990) "Postmodernist
ethics of taste". G.
Shapiro (ed.), After the Future Albany:
SUNY Press.
Singer, P. (1976) Animal Right and Human
Obligations. Princeton, NJ: Princeton University Press.
Warnock, M. ( 1 9 79) Ethics since 1900. Oxford:
Oxford University Press.
Wittgenstein, L.
( 1979) Remarks
on Frazer's "Golden Bough", çev. A. C. Miles. Atlantic Hills,
NJ: Humanitles Press.
--( 199 3)
Philosophical Occasions: 1912-1951, ed. J. C.
Klagge ve A.
Nordham, lndiapolis: Hackett.
Bölüm
12: İnsanlar Arasmdaki İlişkiler il: Politik Felsefe
Bentham, ). (1789) [1834] Deontology; or,
the Science of Morality. Londra: Reese, Orme.
Finnis, ). ( 1 980) Natura/ Law and
the Natura/ Rlghts. Oxford.
Clarendon Press.
Fukuyama, F. ( 1 989) "The End of
History?" Natlonal lnterest (Yaz), 3-17.
-- ( 1993) The End
of History and the ust Man. New York:
Avon. .
Giddens, A. ( 1998) The Third Way: The
Renewaf of Social
Democracy. Cambridge. Polity Press. -
Goffman, E. ( 1967) Interaction Ritual.
New Rltual. New York: Anchor Books.
Hegel, G. W. F. (1821) [1945] Philosophy of
Right, çev. T. M.
Knox. Oxford:
Clarendon Press.
Hobbes, T. (
1651) [ 1914] Leviathan,
Londra: Dent.
Locke, J. ( 1
690) [ 1 924] Of
Civil Government: Two Treatises. Londra: Dent.
Marx, K. ( 1
867) [ 1 990] Capita/:
A Critique of Po/itica/ Economy.
Londra: Penguin.
Plamenatz, J. (
1963) Man and
Society. Londra: Longman.
Popper, K. (
1957) The
Poverty of Historicism. Londra: Routledge.
Rawls, J. (
1971) A Theory
of ]ustice. Cambridge, MA.: Belknap Press.
Rousseau, J. J.
(1764) [1968} The
Socia/ Contract, çev. M.
Cranston.
Harmondworth: Penguin Books.
Sim, S. ( 1 999)
Derrida and
the End of History. Cambridge: lcon Books.
Vico, G. ( 1
725) [ t 948]
Scienta Nova [The New Science], çev. T.
G. Bergin ve M.
H. Fisch, lthaca, NY: Conell University Press.
Wilson, J. (
1896) Co//ected
Works, ed. J. D. Andrews. Chicago: Callaghan.
-- ( t 930) Selected Po/itical Writing, ed. R. G. Adams. New York: Knopf.
Bu
yenilikçi araştırma üç büyük geleneğin —Hint, Çin ve Batı— ayırt edici
karakterini geçtiğimiz bin yıl açısından gitgide artan bir egemenliğe sahip
felsefi düşünceler olarak ele almaktadır. Kitap bu büyük gelenekleri
karşılaştırmak olarak vermesi açısından kendi alanında tektir. Batı düşünce
tarihi ile birlikte Hint Veda Felsefesi, Konfüçyüsçülük, Taoculuk ve Budizm,
ayrıca İslam ve Musevilik düşüncelerinin felsefeye olan katkdan kitapta ele
alınmaktadır.
Felsefenin
Bin Yılı kitabında son bin yıllık süreçte, düşünce tarihi
din kaynaklı düşüncelerden, büyük ölçüde dünyevi olan girişimlere kadar geniş
bir kapsam içinde İncelenmektedir. Felsefi düşünce ve konuların geniş bir alanı
araştırma konusu içindedir. Bunlar arasmda metafizik, varlıkbilim, etik,
varoluşçuluk, bilim felsefesi, toplumsal ve politik düşünceler bulunmaktadır.
Büyük filozofların tartışmalarının özü ve incelikleri tarihsel gelişünlerin
kapsamı içinde açıklanmıştır. Bu, okuyucuya dünyayı şekillendiren ve önümüzdeki
bin yılda şekillendireceği düşünülen fikirler için bir geçiş noktası oluşturmaktadır.
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder