Print Friendly and PDF

Felsefenin Bin Yılı

|

 


Hint, Çin Ve Bati Felsefesinin Son Bin Yılına Yöneiik Kapsamlı, Karşllaştırmalı Ve Nesnel Bir İnceleme

RAMANUJA'DAN WITTGENSTEIN' A

ROMHARRE

İngilizce 'den çeviren:

İBRAHİM ŞENER

ÖNSÖZ

Felsefe neden hala üzerinde bu kadar çalışma yapıla­cak kadar önem taşımaktadır? Her şeyden önce felsefe yaşa­mın eleştirel bir incelemesidir. Entelektüel ya da pratik ol­sun, tüm insan uygulamalarını, inanç ve tutumların tüm tür­lerini içermektedir, üstelik bunların çoğu uygulayıcıları tara­fından bilinçli bir şekilde formülleştirilmiştir. Filozofun rolü en azından bu varsayımları gün ışığına çıkarmaktır. Biz bir kez onlardan haberdar olduğumuz zaman eleştirel nitelikleri onların üzerine taşıyabiliriz. Bazı varsayımlar bizim inceleme­mize hayat verecektir. Bazıları ise bunu yapmayacaktır. Do­ğal olarak, felsefenin kendi varsayımlarına sahip olduğu şek­lindeki bu analitik ve eleştirel uygulama felsefi soruşturmanın yasal konuları olacaktır.

Böyle bir araştırma yapılırken, içerikteki ve felsefi yön­temlerdeki ilk binyılın bitiminden sonraki binyıl içinde mey­dana gelen değişiklik ve sürekliliklerden haberdar olunması gerekmektedir. Hindistan'da yaklaşık bu dönemde, filozoflar evren ve benliklerinden ayrılarak bir birleşim içinde olarak, ölümden sonra bile kişisel kurtuluşun kavramlarını yeniden şekillendirmişlerdir. Çinli filozoflar temel olarak pratik konu­lar üzerinde düşünmeyi sürdürmüşlerdir. Onlar Konfüçyüs ve Konfüçyüsçülerin düşüncelerini iki bin yıl boyunca taşıya­caklardır. Politik felsefenin kuruluşuna yönelik olarak bile il­gileri Dünyadan kaçış araçları üzerine yoğunlaşan Budizm'in izlerini taşımaktadır. Bu yapı ilk Hıristiyan binyılının sonunda Çin'de kurulmuş bir yapı olarak ortaya çıkacaktır. İkinci binyılın ilk yansında İslam ve Hıristiyanlık mensubu filozofla­rın din eksenli düşünce yapılan ağırlığını hissettirmektedir. Bu yapı Batı Avrupa'da bilimin kuruluşuna yönelik çalışmala­rı etkileyecek bir boyut kazanacaktır.

Ben bu proje üzerinde çalışma yaparken tartışmak için seçtiğim konuların, çok seçici bir araştırmadan ibaret olma­sından kaçındım. Felsefi düşüncenin son bin yılı sırasında ba­na önemli gözüken bazı konulan ön plana çıkarmaya çalış­tım. Konu seçimleri benim (izerinde çalıştığıııı felsefeler ve filozoflardan güçlü bir şekilde etkilenmiştir. Eldeki bilgileri konularına göre düzenleyerek okuyucuya tartışma ve analiz­lerin ışığında belli ayrıntıları sunmayı amaçladım. Bu çalışım bir ansiklopedi olma iddiasında değildir. Ben okuyucuya tar­tışmaları izlemesi için yeterli derecede ayrıntı verebilmiş ol­mayı umuyorum. Benim konu ve yazar sayısını sınırlandırnıaktaki amacını kitabın ünlü ve etkin düşüncelerin yalnızca bir derlemesinden ibaret olmasını önlemektir. Söz konusu fi­lozofların ifadelerini sık sık kullanarak onların bu düşüncelere nasıl ulaşmış olduklarını göstermeye çalıştım.

Bin yıl ve onu oluşturan yüzyıllar karnıaşık bir öyküyü anlatmak için uyun bir platformdan başka bir şey değildir. Dönemleri oluşturmanın başka yolları c!a bundan daha az ya­pay değildir. 11 Rönesans" ve 11 Aydınlanma" zaman zaman belli düşünce şekilleri için kaba rehberler olarak gözükmekte­dir, fakat ben onları felsefe tarihi içinde katı bir şekilde sınır belirleyici anlar olarak görmüyonını.

Felsefenin kendine özgü terimleri bulunmaktadır. Bu konuda eğitim alan kişiler için her zaman felsefi terminoloji­nin ima ve nüansların bir yankısı bulunmaktadır. Ben felsefe­nin belli bir uzmanlık alanında çalışan kişilerden felsefi bir tartışma ve onu oluşturan arka plan kavramları için ciddi bir yardım aldım ve bu yönde yoğun bir çaba içinde oldum. Yi­ne de her konu için başarılı olduğumdan emin değilim. Umarım felsefe konusunda forma! bir birikimi olmayan okuyu­cular için yeterince başarılı olmuşumdur.

Peki bin yıllık bir entelektüel çabanın konuları neler­dir? Göreceğimiz gibi, geçmişin varsayımlarının çoğu günü­müz uygulamalarında bulunmaktadır. Düşünce örnekleri or­taya çıkar, kaybolur ve yeniden ortaya çıkar. Bin yıllık döne­min felsefi duruşunun en güçlüsü göreceliliktir. Bu, ölümlü­lük, bilgi ve anlamın, insanlık tarihi içindeki kendi dönemle­rinin her birine göre göreceli olduğu ve yerel içerik ve kültü­rel biçimler üzerinde bağlı olduğu savıdır. Bizim dönemimiz­de görecelilik akla makul gelen bazı tartışmaları destekleyen bir yapıya sahipti. Ancak o uzun felsefe tarihi içinde birden daha fazla kez oıtaya konulmuştur. Doğal olarak, günümüz filozofları görecelilik görüşünü geçmişte olduğundan farklı bir şekilde değerlendirmektedir.

Ancak ne olursa olsun, karşılaştırmalı felsefe içindeki gelişimin kendinden önce gelen için açık olmayan ya da di­ğer kültürlerin geçmişinde herhangi bir yankısı gözükmeyen bir çizgisi vardır. Bu, onun ifade araçlarının araştırılması ile i­fade edilen bir çalışmadan dönüştür. Bu "dilsel dönüş" ola­rak adlandırılır. Bazı etkin filozoflar geçmişin çözülmesi zor sorunlarının bazılarını gerçek sorun olarak kabul edip kanıtla­ma niyetinde olmamışlardır. Çözüm için araştırmadan yola çıkarak bir çözümsüzlüğe ulaşılır. Pek çok uzun ömürlü felse­fi sorun derin kavramsal kargaşanın yüzeysel görünümlerin­den başka bir şey olmadıkları belirtilmiştir.

Bir düşüncenin geçmiş tarihinden yola çıkarak olası bir geleceği belirlemek tehlikeli bir girişim olabilir. Çözülmüş o­larak görülen konuların pek çoğu yeni bir görünüm içinde yeniden ortaya çıkma eğilimindedir. Ancak ne olursa olsun, felsefi sorunların varlığına olan eleştirel duruşun terk edilme­si çok şaşırtıcı olacaktır. Yeni sorunların ortaya çıkacağına kuşku yoktur. Ancak eğer haklıysam, onlar sonuç olarak çö­zümsüzlüğün tekniklerini ortaya koyacaklardır.

Bazı büyük üniversitelerin kütüphanelerindeki felsefe koleksiyonları gözden geçirilerek, araştırmalar ve tarih konu­sunda çok geniş bir kaynağa kolayca ulaşılabilir. Ancak bun­ların pek azı hem Doğu hem de Batıdaki felsefi düşünceyi ele alma girişiminde bulunmuştur. Bu, genel olarak sıradan oku­yuculara hitap etmemektedir. Ninian Smart'ın World Philosophies (Dünya Felsefeleri, 1999) kitabı göze çarpan bir is­tisnadır. Bunun dışında benim dikkatimi çeken dört kültürel merkezin karşılaştırmalı tarihlerini veren bir ya da iki kitap daha bulunmaktadır. Her bir önemli filozof, her bir bölüm i­çin kütüphanedeki bir ya da daha fazla çalışmasıyla temsil e­dilmiştir.

Bazı büyük filozofların çok sıkıcı yaşamları olmuştur. Kant bu kategorinin lideri olarak ilk akla gelen isimdir. An­cak buna karşın Hintli Aurobindo gibi, çok fırtınalı bir genç­lik yaşamasına karşın dünyadan çok erken bir şekilde elini e­teğini çeken kişiler de bulunmaktadır. Diğerleri çok değişken yaşantılar sürmüştür. Örneğin John Locke, Maimonides gibi birden fazla alanda çalışmalar yürütmüş ve politik sürgün ya­şamıştır. Konfüçyüs ve Clairvaux'lu St. Bernard gibi diğerleri etkin bir şekilde politik çalışmalar yürütmüşlerdir. Ben onla­rın yaşantılarını daha ayrıntılı olarak betimlemek isterdim fa­kat bu daha geniş bir zaman da yapılabilecek bir çalışmadır.

Yalnızca bizim yaşantımız üzerinde düşünmek değil, bi­zim yaşantımız üzerinde nasıl düşündüğümüz konusundaki u­zun süreli itme gücü nereden gelmektedir? Sistematik ve sü­rekli bir şekilde oluşan felsefi tutumlar bizim içinde yaşadığı­mız evreni ve insanlık olasılıklarının görünümlerini uygun ha­le getiren yaşam yollarını ortaya koymak için mücadele ve­rir. Peygamberler, reformcular, din liderleri ve pek çok baş­kaları aynı oluşum içinde yer almışlardır. Filozofları diğerle­rinden ayıran farklılık nedir? Bu, onların yalnızca insan duru­mu hakkında düşünmeleri değil, bu düşünceler üzerine dü­şünme konusundaki isteklilikleridir. Pek çok alan için, bir fi­lozof olmak yalnızca ikinci-sıradaki düşünmeye ilişkindir. Herhangi bir kişi neden bu etkinliği tüm yaşamını ona adaya­cak derecede önemli olarak düşünür? "Felsefe" sözcüğü hem yaşam üzerinde düşünme hem de yaşam üzerine düşün­me üzerine düşünme için kullanılır. İkinci binyılda felsefeye bakıldığında, biz tarih içinde bir düşünme seviyesinden diğe­rine geçişi izleyeceğiz.

İnsanlar kırılgan bir yapı içinde etten olarak cisimlendi- rilmişlerdir. Onlar kabileler ve aileler içinde yaşamaktadır. Onlar, öyle ya da böyle dünyaya dar bir açıdan bakmakta­dır. Onların geçmiş dönemde kavrayıcı güçleri kendileri üze­rine dönmüştür. Onlar ne algılamışlardır? İstesin ya da iste­mesin herkes ölmektedir. En güçlü ve en kurnaz olanlar da­ha zayıf ve daha budala olanların önüne geçecektir. En zeki olan bile, üzüntü verici bir şekilde düny<ıyı bilme konusunda dar bir bakış açısına sahiptir. İnsanlar bilgisiz, sömürülen ve ölümlüdür.

Felsefi duruşun çıkış noktaları

Evren içinde insanlık alanının gelişen bilinçliliği hangi yöne ilerlemektedir? Antik yaşantının en erken yazılı kayıtla­rının çoğu, her ne kadar bürokratik olsa da, biz kısa süre i­çinde evrenin herhangi birinin dünyadan çevresini gözlemle- yebileceğinin ötesinde karmaşık bir evrenin var olduğunu buluruz. Belki de kişisel varlık bedenin ölümü ile sona erme­mektedir. Belki de insan eşitsizliği için eşitleyici görevi göre­cek aşkın bir güç bulunmaktadır. Belki de biz karşı karşıya geldiğimiz dünya içinde gizemli olguları açıklayan gizli bir nesneler ve oluşumlar bölgesini hayal edebiliriz. İnsan yaşamı konusundaki düşüncelerden ortaya çıkan spekülasyonlar ge­leneksel olarak "felsefe" olarak adlandırılır. Eğer biz yalnızca mateıyal mekanizmalar isek, bu durumda bedenin çözülmesi aynı zamanda bir kişinin ölümü anlamına gelmektedir. Aca­ba biz yalnızca maddesel mekanizmalar mıyızdır? Biz bunun bilimin kesin olarak yanıt veremediği bir soru olduğını görü­yoruz. Biz psikolojik kavramların maddesel kavramlarla yer değiştirebildiği bir yapı üzerinde düşünmeliyiz. Kişisel özgür­lük ile toplumsal eşitlik arasında nasıl bir denge sağlayabili­riz? O bizim "özgürlük" ve "eşitlik" kavramlarından ne anla­dığımıza bağlıdır.

Son bin yıl içinde her iki biçim içindeki felsefe dört büyük kültürün kalbinde önemli bir yer bulmuştur: bunlar Hindistan, Çin, İslam ve Batı Avrupa kültürleridir.

Bu çalışma bin yıl boyunca dört merkezdeki felsefe ta­rihini ele almaktadır. Pek çok okuyucu için felsefe ilk kez bu şekilde ele alınmaktadır.

Felsefe ve din

Pek çok insana göre felsefe ve din birbirleriyle içtenlik­le ilintilidirler. Her ikisi de bizi sıkıntıya sokan büyük fakat belirsiz soruların bazılarına yönelik ifadeler içermektedir. İn­san yaşamı kararsız bir yapıya sahiptir ve bazen mükemmel ve korkunç olanın açıklanamaı: ve ussal olmayan karışımı ola­rak görünmektedir. Korkunç hastalıklar, şimdi bile, yaşamla­rını fedakarlık içinde ve erdemli olarak sürdüren insanlara saldırmaktadır. Uzlaşmaz ve hatta günahkar insanlar bazen bu tür acı çekişlerden kurtulmaktadırlar. İnsanlar birbirlerine başkaları için aşağılayıcı ya da önemsiz görünen nedenlerle i­hanet etmektedir. Buna karşın ihanet edenlerin pek çoğunda kalplerinde sanki ihanet etmekte haklıymışçasına bir duygu hissetmektedir. Biz şimdi kendi kendimize bakıyoruz, gerçi gönülsüzce olarak, hayvanlarla yakın ilişki içinde olarak, ha­yal edilemez enginlikte bir evren içinde, şu küçük yeryüzü dışında, hiçbir yere sahip olunmadığını görürüz. Türlerin du­rumu üzerinde insan düşüncesinin ilk kayıtlarından, her yer­de var olan ve sonuç olarak bedensel ölüm gerçekliği olan yapı hayal gücü için harekete geçirici bir unsur olmuştur. Bu yazgının bir şekilde önüne geçilebilir mi? Bu yaşamın noksan­lıkları bir şekilde giderilebilir mi? Tüm kültürler ölümün kişi­sel yeniden canlanışı konusunda çözüm bulmamış olsalar bi­le, onların hepsi sonuçta umut içinde olmuşlar ve onun için plan yapmışlardır.

Aynı zamanda insan yaşamının başka bir görünümü belli bir olgunluk seviyesine ulaşmıştır. Eski dönem arkeolog­ları bu kapasitenin ilk kez olarak Taş Devri'nde ortaya kon­muş olan ve taşlar üzerinde çalışılmış olan değerlendirmeler içinde doğrulama standardı uygulanabilir. Mükemmellik öl­çütü, söz konusu varlıkların performansları ve ürünlerinin ni­teliği üzerinde düşünülmedikçe hiçbir anlam ifade etmeye­cektir. İyi ve kötü çalışmanın ölçütüne göre değerlendirme i­çin, eleştirel yorum için kapasitenin, kavrayış ile ilgili olanlar da dahil olmak üzere insan ürünlerinin tümüne uygulanabile­ceğine kuşku yoktur. Felsefe bizim evrendeki yerimize ve ya­şam tarzımıza ilişkin sezgilerin bir ifadesinden ibaret değildir. Aynı zamanda bu sezgiler üzerinde ve onların altında yatan nedenler üzerinde eleştirel muhakeme uygulamanın ürünü­dür.

İkinci binyılda felsefenin öyküsü kozmik sezgiler ve e­leştirel öngörülerin karmaşık bir şekilde iç içe dokunmasın­dan oluşmaktadır. Bin yılın entelektüel ve hayal gücüne da­yalı yaşamı sezgi ve eleştirel öngörü arasındaki dengeyi orta­ya koyar. Şimdi ise, felsefe yaşam hakkında vaaz veren bir tarzda yazmış olan Thomas Cariyle ve S0ren Kierkegaard'ın filozof olarak adlandırılmaya başlandıkları 1 50 ya da daha u­zun bir zamandan beri ağırlıklı olarak eleştirel bir entelektüel çevre anlamına gelmektedir.

Bu araştırmada ben insanoğlunun yaşamı ve evrendeki yeri konusunda en erken dönem kayıtlı düşünceleri bir araya getirmeye çalıştım. Bunu yaparken özellikle Hindistan ve Çin felsefesindeki antik dönem kaynaklarından yararlandım. Mencius'un, Konfüçyüs'ün politik öngörüleri üzerine çalış­maları, Ramanuja'nın insan varlığının tinsel çekirdeği olan Atman ile evrenin özü olan Brahman arasındaki geleneksel i­lişkiyi eleştirel bir analiz içinde ele alması konu edilmiştir. Biz Batı'ya, Orta Çağlardaki İslam ve Hıristiyanlık felsefesine döndüğümüz zaman, onların ortak ataları olan Musevilik ile çok şey paylaştıklarını görürüz. Vahiy edilmiş bir dinin öngö­rüleri insan yaşantısının nasıl yaşandığı hakkında düşünceler için en iyi kaynaktır. Yalnızca bu değil, bizim kozmos içinde­ki yerimizi anlamamız için bir kaynak olarak da bu ele alın­malıdır. Bütün bu iddialar doğrulanmış mıdır? Filozoflar va­hiy konusunun yeterli olup olmadığını tartışmaya başlamış­lardır. Bin yılın dönüşü ile birlikte felsefenin İslam içindeki rolü vahiy edilmiş dinin temel öngörülerinin incelenmesi ve savunmasına yönelik olarak değişmiştir. Binyılın ikinci yarı­sında, çok kısa bir zaman öncesine kadar, din hala büyük so­rular için bir kaynak olarak baskın bir yer kaplamıştır. Din, yalnızca on dokuzuncu yüzyılda Batı düşünce dünyasının ü­yeleri arasında yerini kaybetmeye başlamıştır. Örneğin bura­da Hegel'in matemi görülmektedir:

Tanrı öldü-Tanrı ölüdür-bu tüm düşüncelerin en korkunç olamdtr, her şeyin sonsuz ve gerçek olma­dığını, yokluğun Tanrı içinde kendisini yoksadığı bir düşünce en korkunç düşüncedir. En derin kızgınlık, tam bir tekrar edilemezlik duygusu, her şeyin bo­zulduğu düşüncesi, hep bu düşünceye bağlıdır. Olu- şurn bu noktada bir tereddüde ulaşmasa bile bunun yerine bir tersine dönüş yaşanacaktır: Tanrı, bu olu­şum içinde kendisinin varlığını sürdürür, ve daha ö­tesi yalnızca ölümün ölümüdür. Tanrı yeniden yaşa­ma yükselir ve nesneler tersine çevrilmiştir (A. N. •

Wilson'dan alıntı yapılmışttr, 1999).

Tanrının İslam dininde Allah olarak tekrar ortaya çıktı­ğına kuşku yoktur, fakat Avrupalı Batıdaki düşünce daha de­rin olarak din dışı bir yapı göstermektedir. Yeni binyılın ise ne getireceğini kimse bilmiyor.

FELSEFENİN GELENEKSEL DİSİPLİNLERİ

Yorum ve eleştiri açısından geleneksel felsefe geniş düzlemde metafizik, epistemeloji (bilgi kuramı), etik ve mantık bölümlerine ayrılmıştır. Bunlarla bütünleşmiş olarak daha dar alanları içeren politika ve hukuk felsefesi, bilim fel­sefesi, zihin felsefesi, uzam ve zaman felsefi sorunları ve ben­zeri alanlar bulunmaktadır. Üç büyük alanla bağlı olarak, mantık Aristo'nun ifadeleri açık bir şekilde ortaya koymak için doğru uslamlamanın ilkelerini ilk kez ortaya koymasın­dan beri felsefenin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bizim gele­neksel bölümler ile ilgili olarak amacımız düşüncelerimizi bir araya toplamak için faydalı bir başlangıç noktası yapmaktır. Şimdi ilk olarak bu disiplinlerin kısaca açıklanması için iyi bi­linen bir felsefe ansiklopedisine ( Edwards, 1967) başvura­lım.

Metafizik

Metafizikçiler ... dünyada olan şey hakkmda düşü­nürler . .. [Onlar] varlık ve gerçekliğin kavramları ile meşguldürler.

[Metafizik] sorgulamanın en temeli olanı ve kavranılabilenidir.

[Bilim adamları] felsefecilerin ortaya koymadıkları ve doğrulamadıkları konular ile ilgili çalışmalar ya­parlar. (Edwards içinde Walsh, 1967: 5: 5. cilt, 301)

Metafizik, sorgulamanın her türü ile ilgili olarak temel varsayımlarla ilintilidir. Özelikle kavramların içeriklerini vur­gulayan bir yapı ele alınmaktadır. Örnek olarak, biz sık sık rastlantılar, birbiriyle ilgisiz görünen olay çiftleri arasında bir ayırım yaparız. Bu ayırımı yapabilmek için bizim gerçekten bağlantılı olan olay örneklerini belirleyebileceğimiz araçlar ile bazı nedensellik kavramlarına gereksinimimiz vardır. Biz ne­densel yapının iki kavramını kullanıyor görünürüz. Yaşamın pek çok alanında, biz insanları ve nesneleri, istenen sonucu veren kaynaklar olarak ele alırız. Ancak ne olursa olsun, biz aynı zamanda istenen sonucu veren olayların kavramlarını da kullanırız. Bu kavramlardan birisi diğerinden daha temel ola­rak görülebilir • mi? Metafizikçiler bu tür soruları tartışırlar. Onlar, bunu yaparak, neden olarak olaylar ve neden olarak maddesel şeyler ve kişiler arasındaki belirgin ayırımı ortaya koymaya çalışırlar.

Epistemoloji {Bilgi Kuramı)

Epistemoloji, ya da bilgi kuramı doğa ve bilgi eğili­mine ilişkin, bilginin genel olarak güvenilebilirliğine ilişkin, onun varsayım/arı ve remel/erine ilişkin olan felsefe koludur. (Edwards içinde Hamlyn, 1967: Cilt 3, 7-8).

Epistemoloji olgu konuları ile değil, örııeğih "bilgi" kavramında ifade edilen olgunun varsayılan konusu tarafın­dan kavramlar ve ölçütler ile ilgilidir. Dünya ve diğer insan­lar hakkında bulgularımızın pek çok şekli içinde bilgi olarak güvenilir kabul etmemiz için bu konuda zorlu bir çalışma ya­pılması gerekmektedir. Bilginin mutlak kesinlikte olabilmesi i­çin yanılabilir doğal dünya hakkında ortaya konan tüm iddia­ların ortak gözlem ve bilimsel araştırmalar ile doğrulanması gerekir. Ancak böyle bir çalışmadan geçen bilgi gerçek bilgi olabilir. Ancak bu şekilde o, "bilgi" olarak değerlendirilebi­lir. "Kesinlik" ve "güven" gibi zihin durumları önemlidir. Kuşkuculuk önem kazanmıştır. Bizim sahip olabileceğimiz tek gerçek bilgi kavramlar arasındaki ilişkiler yamlabilir algılama­lara güveniyor görünmemektedir, çünkü onlar bizim yarattı­ğımız şeylerdir. Peki bu durumda acaba iki tür bilgi mi var­dır? Epistenıolojik araştırmalar içinde tartışılanlar bu tür ko­nulardır.

Etik

[Gelenekse/ olarak] ahlak felsefesinin pratik bir a- macr vardır ...o bizim nasıl yaşamamız gerektiği pratik bilgisini içermektedir ... Ah/ak/ıllğın felsefi boyutunu ayırt edebilmek için onun genel kavram- larmın, onun sistematiğinin ve onun iddialarını doğ­rulama girişimlerinin ortaya konması gerekmekte­dir. ( Edwards içinde Nielsen, 1 967: cilt 3, 1 17).

Bu bin yılı içeren araştırmanın amacı etik, politik fel­sefe, ve hukuk felsefesini bir alan çalışmasının bölümleri ola­rak ele almaktır: Yaşamanın en iyi yolunun ne olduğu ve bu­nun için neler yapılması gerektiği ele alınmaktadır.

Doğru davranışın felsefi çalışması, ahlaki yaşantıyı be­timlemek ve tartışmak için kullanılan kavramların onaya konmasını içermektedir. Aynı zamanda filozoflar en genel ahlak ilkelerini kabul etmeye karşı eleştirel bir taıtışnıa ince­lemesi içindedirler. Örnek olarak, eğer biz en büyük sayının en büyük iyisi arayışı içinde olarak faydacı bir ilkeyi ön plan­da tutuyorsak, ve insanın iyiliğinin mutluluğa bağlı olduğunu varsayıyorsak, bizim bireysel mutluluğun yanı sıra herkes için mutluluk sorununun nasıl. çözüleceğine ilişkin bir yapı ile kar­şı karşıya gelmemiz gerekmektedir. Toplum mutluluğu ve bi­reysel mutluluk birbirinden tamamen farklı kavramlar olarak görünmektedir. Bu, etik alanı içinde bulunan bir konu tü­rüdür.

Mantık

Mantığın bir tarihi vardır. O, Aristo'nun yazılarıyla ilk kez olarak ortaya konmuş ve Oıta Çağlar'da işlenerek, son yüzyıl içinde şaşırtıcı bir gelişim sağlamıştır, Başlangıçtaki mantıkta doğru ve yanlış çıkarsama ilkeleri konusunda çalış­malar yapılmıştır. Mantlksal olarak geçerli bir yargının verilen önermeler izlenerek nasıl şekillendiği ortaya konulmuştur. "Mantıksal izlemek" içerik açısından değil, tasımın biçiminin niteliği açısından kullanılmaktadır.

Öncel/erine benzer olarak çağdaş mantık yaygın o­larak tasırım geçerliliğini sınamanın bir aracı olarak kullanılmaktadır-bu özellikle tümdengelimsel tar­tışmalar için böyledir. ( Edwards içinde Blumberg, 1967: cilt 5, 13).

Aristo konu ne olursa olsun uygulanabilecek bir dizi ortak uslamlama biçimi ilkesi ortaya koymuştur.

Ortaçağ mantıkçıları Aristocu sistemin mirasını kullan­mışlar, fakat uslamlama örneklerini seçerken, "gereklilik" ve "olanaklılık" gibi "kipsel" kavramlar üzerine yoğunlaşmışlar­dır.

Yirminci yüzyılda mantık çalışması, pek çok özel alanın gelişmesi ile filizlenmiştir. Ancak onun felsefe içindeki rolü yirminci yüzyılın başına kadar merkezi olmamıştır.

Mantıksal biçimin incelenmesi için önceden gerekli o­lan bir şey, yalnızca doğru uslamlama için 'anahtar .düşünce değil, tüm felsefedir. Neden mi? Çünkü mantıksal biçim- ça­lışması yalnızca uslamlama örneğinin yapısını' değil, aynı za­manda tüm türlerin önermelerinin gerçek yapısını ortaya ko­yar. Bir kez, sorun yaratan önermenin "doğru" doğası felsefi problem olarak ortaya konduğu zaman başka bir düşünce ortadan kaybolacaktır. Örnek olarak, biz "tek boynuzlu ha­yali atlar beyazdır" önermesinin anlamlı olduğu doğrudur. • Bazı tek boynuzlu hayali atların beyaz olduğu doğrudur. An­cak bazı tek boynuzlu hayali atların beyaz olmama olasılığı ü­zerinde düşünmeliyiz. Mantıksal analiz farklı bir biçimin, ör­neğin "Filler gridir" biçiminin sorun yaratan önermesini or­taya koyabilir. Bu, varolmayan varlıkların biı; bölgesinin var- sayılmasını gerektirmeyen bir biçimdir. İkinci binyılın son yüzyılında mantıkçılar tarafından tartışılan çok sayıdaki so­runların arasında bu vardır.

FELSEFENİN YÖNTEMLERİ

Felsefi düşünme, taıtışma ve uygulamaların tüm çeşit­lerinde gizli olarak bulunan önerme ve varsayımlara ışık tut­mak amacındadır. Kavramlar ve onların ilişkide olduğu olgu­lar mercek altına alınmıştır. Örnek olarak, zamanın geriye çevrilemeyeceği konusu üzerinde düşünmek, nedensel ve dönemsel kavramlar üzerinde yakın bir bağlantı kurulması gerektirir. Felsefe çalışması yalnızca analitik değil, aynı za­manda eleştireldir. Varsayımlar, incelenebilecek felsefi ana­lizler tarafından ortaya konmaktadır. Onlar uyumsuzluk, pa­radoks ve başka yetersizlikler gibi çeşitli durumlar için eleşti­rilecektir. Düşüncenin kesin örnekleri, doğru uslamlama s- tandaıtları oluşturularak ortaya konabilir. Bu standartlar, e­leştirel felsefi değerlendirmenin başka bir seviyesinin odak noktası olabilecek şekilde kendilerini araştırma altına alabilir­ler.

Varsayımları Ortaya Koymak ;

Felsefe, insan 'uygulamalarının tüm türlerinden bir çı­karım, analiz ve eleştirel taıtışnıa oıtaya koyma çalışmasıdır. Filozofların çoğu tartışma ' konusu olan kavramsal ilişkileri açı­ğa çıkarmak için 'deneyim ve sezgiye güvenmektedir. Ahlaki konuların taıtışılnıası için herhangi bir evrensel reçete var görünmemektedir. 'Bilim alanında deneyin kullanımına ben­zer olarak, bilgi-toplama uygulamalarının araştırılması hem bilimsel bir topluluğun çalışmasının deneyimini hem de uy­gulamayı başarılı kılacak 'keskin bir sezgi gücünü içermekte­dir.

Sezgiye güvenmekten daha sistematik araştırma yön­temleri için ' öneriler yapılmaktadır. Filozof Collingwood ( 1940) bu konular üzerinde düşünerek bazı insan uygula­malara "mutlak" saptamaları için bir teknik önermiştir. A­raştırılan sorular dizisinin ' her birisi için yanıtlar olması gerek­tiğini varsayarak ya'da koşulları göz önünde bulundurarak bunlara ulaştığını düşünmektedir. Varsayımlar setinin her bir basamağı bizi bir sonraki soruya götürecektir. Bu soru ve varsayımlar zinciri bir ınutlak önerme seviyesinde sona erene kadar daha sonraki önermelere bağlı olan yanıtlarla ilerleme kaydedilir.

Biz bu düşünceyi genel olarak ifade edebiliriz. Bir filo­zof olarak "Ben ya da başka birisinin mantıklı bulacağı şekil­de bazı iddialarını için inanmam gereken, doğruluğunu ya da yanlışlığını ortaya koyabileceğim bir şekilde ne yapmam ge­rekir, " sorusunun sorulması gerekmektedir. Bu inancın ken­disi bir iddia olarak, inancın başka bir seviyesine ya da başka bir şeye bağlı anlamlı bir yapı olarak ele alınabilir. Burada en fazla dikkat edilmesi gereken konu iddianın doğru olup ol­maması değil, onun anlamlı olup olmamasının gözlem ve de­ney ile incelenmesidir. Örnek olarak, deneysel olarak elde e­dilen kanıt doğa yasalarına evrensel olarak uygulanabilen i­nancı destekler. Bunun için bizim doğal oluşumların her yer­de ve her zaman aynı olduklarına inanıyor olmamız gerek­mektedir. Açık bir şekilde, bu inancın deneysel olarak sınan­ması olanaklı değildir! Biz aynı etkilerin her yerde ve her za­man aynı sonucu doğurduğunu nasıl bilebiliriz? Biz, kendi yargımızı pratik nedenler konusu üzerine dayandırabiliriz? Bu iddianın mantıklı olması için neye inanmamız gerekmekte­dir? Ve benzeri sorular. Belki de onun "mantıklı" olduğu gösterilemeyecektir. Ancak ne olursa olsun, bu bizi bu bin- yılda yeryüzü üzerinde elde edilmiş olan bölgesel kanıtlardan evrensel doğa yasalarına ulaştırmanın ilk adımı olarak kuşku­culuğa yönlendirecektir. Biz bunun yerine doğanın değişmez­liği içinde bir inanca sahip oluruz. Bu bizim için her yerde ve her zaman olan doğru bir örneğe dönüşmüştür. Ve deneysel bilimin ussallığının mutlak bir varsayımı olarak görev görür.

Yalnızca bilimsel inanışlar ve yöntemler değil, aynı za­manda her din ve yaşam felsefesi de anlamlı varsayımların bir toplamına sahiptir. Doğal olarak, insan ürünü olarak, bi­zim için uygun olsun ya da olmasın varsayımların bazı du­rumlarında savunulabilir bir şey bulamamak şaşırtıcı olmaya­caktır. Ancak uygun olan iddialar belki de her şeyden öte mantığı oluşturacaktır. Burası felsefe yapma konusunda yo­rumlama ve eleştirinin kendi rolünü oynamaya başladığı yer­dir.

Varsayımların Eleştirel İncelemesi

Felsefi bir tez, geçerliliğin eleştirelliği, anlamsızlık ya da bazı kavramların uygulanabilirliği çeşitli yollarla tartışılabilir. Varsayımlar böylece bir tartışma örneği içinde eleştirel bir örneği konu etmiştir. Burada eleştiriciliğin kendisi eleştiricili­ğin konusudur.

Hayal edilmiş durumlarm kullanımı

"Özgür istenç" kavramının geçerliliği ve anlamı hak­kında psikolojinin felsefesinde uzun zamandır devam eden bir tartışma vardır. Bazıları, bütün davranışlar belirlenmiş ol­duğu için özgürce seçilmiş bir hareket olarak, hiçbir şey bu­lunmadığını söylemektedir. Bu, gerekircilik (determinizm) tezidir. Bu size anlamlı geliyor mu? Eğer öyleyse varsayılmış olan şeyi ortaya koymamız gerekmektedir. Meselenin püf noktası şudur: karşılıklı olarak birbirini tanımlayan "özgür olmak" ve "belirlenmiş olmak" kavram çifti varsayılmakta­dır. Özgür olmak belirlenmiş olmak demek değildir. Belirle­yicilerin tartışması yalnızca gerçeklik içindeki herhangi bir uygulamayı göstermek için vardır.

Ancak eğer hiçbir özgür istenç yoksa, bu durumda tüm davranışlar zorunlu kılınmıştır, böylece özgürce hareket etmek ile zorlama altında hareket etmek arasındaki ayırım boştur. Filozof A. G. N. Flew ( 1965) "özgürce hareket et­mek" kavramı içindeki durum çeşitlerinin kendi anlamına sa­hip olduğuna dikkat çekmiştir. Onu reddetmek için bile bi­zim neyi reddettiğimizi anlamamız gerekmektedir. O, iki du­rumun karşılaştırılmasını ister. Birincide damat somurtkan bir şekilde, arkasında dolu bir silahla gelinin babası olacak şekil­de platformun önünde bulunmaktadır. Diğerinde herkes gü- lümsemektedir ve damat kendi özgür istenci ile platformda mutlu bir şekilde bulunmaktadır. Bu, özgür hareketin bir pa­radigma durumudur. "Özgürce hareket etnıe"nin anlamı gizli bir "belirleyici" durumu olarak oluşturulamaz. Biz ikisi ara­sındaki farkı görmede herhangi bir sıkıntı yaşamayız. Deten nıinistlerin iddiası bu iki durum arasında gerçekten hiçbir fark olmadığıdüşüncesine dayanmaktadır.

Burada biz tipik bir "tartışmaya" sahibizdir. Onun işle­vi kavramsal bir konuya parmak basmasıdır. Burada determi­nist hiçbir davranışın gerçekten özgür olmadığı iddiasında bulunulmaktadır. Doğal olarak, davranışın yaradılışı içindeki moleküler oluşumun rolünün doğru bir şekilde oıtaya konul­ması gerekıiıektedir. Bu tür konulardaki dogmatik inanışla­rın, içsel olarak uygunluğunun, kendi kendini olumsuzlanıası- nın ya da başka yetersizliklerden acı çekmesinin iyi bir şekil­de incelenmesi 'le ortaya konulması ile yaparız. Bir nedenler dünyası içinde özgür davranışın olanaklılığı hakkında düşün­ceye sahip o/an lıer filozof tarafından paylaşılmayan şey bu tartışma örneğinin üzerindeki varsayımlardır. Aristo üç kate­gori olarak ayırım yapmıştır; bunlar istekli davranış, istekli- olıııayan davranış ve isteksiz davranıştır.

Kendi kendini yoksayan bir paradoksun
ortaya konması

Dramatik bir sonuca ulaşmış gözüken başka bir tartış­ma bazı filozofları hiçbir evrensel ahlak ilkesinin olmadığını açıklamaya yönlendiren bir mantığa büründürme bulunmak­tadır. Bu mantığa göre biz kendimizden farklı kültür ve dö­nemlerin insanlarını herhangi bir şekilde yargılayanlayız ( Rorty, 1 98 9). Bu iddia, eleştire/ tartışmanın başka bir tü­rünün kullanımı ile mücadele etmiştir.

Ahlaki görecelilik- uzun bir tarihe sahiptir. Yakın za­manlarda o antropoloji ve tarihten yeni bir hız almıştır. Tar­tışma farklı dönemlerdeki farklı insanların çok farklı ahlak il­keleri ile uyum göstermesiyle başlamıştır. Bu durumda insan­ların bizim sahip olduğumuz her ahlaki ilkeyi paylaşma ya da reddetme ' hakkı - ortaya çıkmaktadır. Ancak ne olursa olsun, böylece insanlar uyumlu ve tamamlayıcı yaşantılar sürmüş­lerdir. Örnek olarak, - biz yeni doğan bir çocuğu öldürmenin büyük 'bir günah- olduğunu düşünürüz. Antik dönem Yuna­nistan'da hasta ya da istenmeyen çocukların bir dağ tepesin­de ölüme terk edilmesi doğru olmasının yanı sıra, aynı za­manda övgüye değer bir davranış olarak değerlendiriliyordu. Kısa bir süre öncesine kadar çalışan kadınların ahlaksız oldu­ğu düşüncesi yaygın olarak kabul ediliyordu, ve bu nedenle eğitim almaları istenmiyordu. Şimdi ise tam ters bir görüşte olarak herkesin eğitim alma hakkının olduğunu düşünüyoruz. Ve benzeri. Bu tartışmanın olumlu tarafı çok nadir olarak duyulan seslerin halka açık bir tartışma ortasında dile getiril­mesidir. Böylece bunlar toplumun uç noktalarında tartışılma­nın ötesine geçmişlerdir. Ancak bu şekilde duyulmamış şey­lere ayqcalık tanımanın bedeli ağır olacaktır. Artık çok farklı fikirlere sahip olan insanlar fikirlerini benimsetme uğraşısı i­çinde olacaklardır. Bunların her biri bizimkiyle aynı olmayan yerel bir kültürü temsil etmektedir. Onları nasıl eleştirebilir ki?

Doğal olarak biz soykırımın, hem politik hem de biyo­lojik temellerde, kötü bir şey olduğunu düşünürüz. Bazı filo­zoflar, örneğin Richard Rorty, Hitler'in Yahudi soykırımının gerekli olduğunu iddia etmektedir. Rorty'ııin mantığına göre bizim Nazi Almanyası içinde yapılmış olanları yargılamak için hiçbir ussal temel bulunmamaktadır. 1 930'1u yıllarda Al­manya'da yaşamış olan insanlar için böylesine bir soykırım halk tarafından haklı temeller üzerine oturtulabiliyordu. Oy­sa bizim liberal demokrasimizde bu kabul edilemez bir dü­şüncedir. Ancak bu bizim ahlak standartlarımızm başkaları tarafından tarif edilmiş olan kültürel bir karmaşanın içine so­kulmasından başka bir şey değildir. Ve biz onu yasallaştıra- mayız ya da tartışamayız. İyi karakter ve doğru davranışın savunulabilir evrensel ilkelerini reddetmek "radikal ahlak gö- receliliği"dir.

Ancak ne olursa olsun, radikal görecelilerin iddiaları a­rasında onunla çelişen biri vardır. Böyle bir iddianın yazarı onu yazmış ya da bir konferansta sözlü olarak ifade etmiştir. Bunu yapmak için lisanın kullanılması gerekmektedir. Ahlaki göreceliliğin doğruluğu konusunda bizi ikna etmek çabaları yalnızca göreceli düşünceye sahip olan düşünürün iddianın savunması içinde yazılmış ya da söylenmiş olan şeyi bizim anlayacağımıza inanması durumunda anlamlıdır. Gerçekten de, her iddia yazarının anlaşılması gerekmektedir. Olanaklılı- ğııı genel koşullarını oluşturan bütün bu varsayımlar göreceli düşünceyi ortaya koyacaktır. Bu koşulların bazıları ahlakidir. Örnek olarak, hiç kimse ne anlama geldiğini bilmediği sesleri birleştirerek bir dili öğrenemez. Bunun için sistematik bir ça­lışma gerekmektedir. Bunun yapılmaması durumunda bir ne­sil kendi dilini asla bir sonraki nesle geçiremez. Onlardan ge­çen şey basit bir şekilde lisan olmayacaktır. Çünkü bu insan­ların çıkardıkları sesler anlamlı bir konuşma değildir. Böyle- ce, ahlaki göreceliliği savunabilmek için bir filozofun evrensel olarak en azından ahlaki ilkeleri lisanı olanaklı kılacak şekilde paylaşarak kabul etmek zorundadır.

Burada biz bir paradoksa sahibizdir. Savunulan ahlaki konum, radikal ahlak göreceliliği yalnızca bu ahlaki konumun reddedilmesini içeren koşullar altında ileri taşınabilir. Daha sonraki bölümlerde yer alan bazı dramatik felsefi iddialara yakından baktığımız zaman benzer başka paradoks örnekle­riyle karşılaşacağız.

Ben kavramlarımızın radikal bir şekilde yeniden göz­den geçirilmesi için tartışılan eleştirel iddiaların iki türünün örneğini ortaya koydum, ve bunların her ikisinin de karşıt tartışma noktalarını belirledim. Başarılı bir felsefi iddia -ör­neğin Tanrının varlığının rasyonel bir kanıtı olamayacağı id­diası- savunulabilir varsayımlar üzerinde temellendirme ge­reksinimi taşımaz. Bu, paradoksların ya da karşı örneklerin bulunmadığı anlamına gelir.

Yanlış yönlendirilen
dilbilgisel benzerliklerin ortaya konması

Bilim adamları, kimya ve metalürji alanlarında, mad­deler üzerinde çalıştıkları zaman, "öz" ifadesini kullanırlar. Bu, cismin tüm özeffiklerini bünyesinde barındıran gerçek bir örnek olarak değerlendirilmelidir. Bu öz basit bir şekilde, belli bir türün varlığı olarak herhangi bir şeyi tanımlamak i­çin gerekli ve yeterli olan özellikler setidir. Bir şeyi gümüş o­larak kabul etmek için, onun belli bir özgül kütlesinin olması, !Jelli bir atom numarasının olması ve benzeri özellikler gerek­mektedir. Kimya alanında, bu tür özellikler iki sete ayrılmış­tır. Gözlemlenebilir olanlar ve gümüş örneğinde olduğu gibi, parçacıklar olarak elle tutulabilir olanlar. Filozoflar bu seti "adsal öz" olarak adlandırırlar. Bunun dışında teorik ya da gözlemlenemez olanlar, örneğin söz konusu maddenin atom­larının yapısı, bulunmaktadır. Bunlar adsal özler içinde ifade edilen özelliklerin gruplara ayrılmasını açıklamak için kullanı­lırlar. Bu, "gerçek öz" olarak adlandırılır. Örnek olarak, gü­müş atomlarının atomik yapısı metalin elektriksel ve kimya­sal özelliklerini taşır. Böylece doğru bir şekilde "gümüş" ola­rak adlandırılan her şey hem adcı! hem de gerçek bir öze sa­hiptir. Bazen aynı madde tek bir adcı! özden daha fazlasına sahiptir. Onlar gözlemciler için farklı dış görüşe sahip görü­nürler. Örnek olarak, karbon yanan kömür olarak, elmas o­larak ve kaygan grafit olarak görünür. Her bir durumda, madde aynı gerçek öze sahiptir. Kömürün, elmasın ve gra­fitin atom bileşenleri aynı yapıya sahiptir. Yalnızca moleküler yapılan farklılık göstermektedir.

Biz böyle düşünmeye yönlendiriliriz çünkü aynı sözcük durumların ve içeriklerin bir çeşitliliği içinde kullanılır. Oysa tüm durum ve açıklamalar için aynı sözcüğün onların her bi­rinde aynı şeyi ifade etmesi gerekmektedir. Kimyanın "dilbil- gisi"ne, diğer bilimlerin, örneğin psikoloji, terminolojilerin anlaşılması için bir model olarak hizmet görmelidir. Eğer "al­tın" olarak adlandırılan her şey ortanı bir anatomik yapıya sahipse "inanç" olarak adlandırılan her şeyin de ortak bir ö­ze sahip olması gerekmektedir.

Kişi düzenlenmiş bilginin yarar sağlayan örneğinin her yerde uygulanabilir olduğunu düşünmelidir. Varsayımlar ü­zerinde çalışırken farklı durumlar içinde olduğu görünen yapı içinde aynı sözcük bulunduğu zaman, tüm bu durumlar için­de oıtak olan bir şeyin olması gerekmez mi? "İnanç" konu­sunu bir adını daha ileriye taşıyalım. Biz "inanç", "inanma", "inanış" ve benzeri sözcüklerin geniş bir insan kitlesi tarafın­dan ve pek çok şekilde kullanıldıklarını görürüz. Kişi burada kullanılan aynı sözcüğün herkes için oıtak bir kullanıma sahip olduğunu düşünme eğilimindedir. O, çok derin ya da çok soyut ya da her ikisi birden olabilir. Ancak ne olursa olsun, biz dikkatli bir şekilde bu birbiriyle yakından ilgili bu sözcük­lerin farklı kullanımlarını betimlediğimiz zaman onları bir ara­da tutan hiçbir tek ortak özellik olmadığını görebiliriz. Onlar benzerlikler ve farklılıkların bir ağı tarafından ilintilidir. Biz "Ben inaıııyorum ki ..." ifadesinin en az iki çok farklı kul- lammı olduğunu görebiliriz. İçeriğin bir türünde, örnek ola­rak, dinsel hizmet ve tartışmalarda söyleyenin her şeye tes­lim oluşu ifade edilir. Örnek olarak, Hıristiyan inancı "Ben Tanrıya inanıyorum ki .. ." diye başlar. Ancak bazen ayııı ifade kuşkuyu, belirsizliği, teslimiyetin olmayışını ifade etmek için kullanılır. Biz emin olmadığımızda bir ifadenin başına "ben inanıyorum ki" ön ekini koyarız. Örneğin, yabancısı ol­duğumuz bir caddede ilerlerken burası ile ilgili bir ifadede "Ben inamyoruın ki burası . . . " diye başlayan bir cümle sarf edebiliriz. Burada söylediğimiz şeyin doğruluğundan e­min değilizdir. Doğal olarak, bazı anahtar ifadelerin anlamları içinde, mükemmel bir şekilde tarihsel açıklamalarda bulunu­labilir. Bir sözcük ya da ifadenin farklı kullanımları dogmatik olarak ortaya konularak oıtak bir öz içinde kaynaştırılanıaz. Bunun yerine onun tek anlamının olmama olasılığının her za­man akılda tutulması gerekmektedir.

Ben bu örnekleri bilimsel araştırmalar, ahlak tartışma­ları ve diğer insan uygulamaları içinde saklanmış olarak bulu­nan varsayımlar konusunda eleştirel bir şekilde düşünmede kullanılan )!Öntemlerin bazılarım ortaya koymak için seçtim.

Felsefi Geleneklerin Dinamikleri

Bu çalışmada felsefenin filizlendiği her bir büyük mer­kez olan Hindistan, Çin, İslamiyet ve Hıristiyanlık alanlarında uzun süreli felsefe geleneğin gelişimi ile ilgili bilgiler bulacak­sınız. Üzerinde çalıştığını filozofları seçerken, felsefenin ka­rakteristik olan analitik ve eleştirel çalışmalarını yaparken be­nim için itici güç ne olmuştur? Her bir durumda, biz başlıca konuların insanlara ilişkin konum ya da konumlarını ele al­dık. Belli bir noktada bu konumlar felsefi inceleme altında tutulacaktır. Bu tür konumlarda bulunan kavramların soyut­lanması bilimsel incelemeler için yeterli değildir. Ancak fel­sefeci dikkatini kullanılan kavramsal sistem üz.erine yoğunlaş­tırır ve özellikle onun dilbilimsel ifadesi üzerine çalışır. Hintli ve Çinli filozoflar daha çok insanların kendi hayatlarını nasıl düzenlemeleri gerektiği konusu ile ilgili olmuşlardır. Bu kül­türlerde hiçbir tanrısal vahiy yoktur. Kahramanlık öyküleri ve resimli anekdotların metinleri bulunmaktadır. Brahman, herhangi bir şekilde bir insan olarak var değildir, Upanişad'la- ra hükmetmemiştir. Analects'in (Seçmeler) yazarı olan Kon- füçyüs daha çok bir insandır. Hıristiyanlık'ta ve İslamiyet'te Tanrı tarafından emredilen ve kutsal metinlerde vahiy edil­miş olan bir yaşam şekli ile vahiy edilmiş bir din bulunmakta­dır.

Metinlerin eleştirel yorumlaması olarak felsefe

Bir kültürün maddesel uygulamaları ve tezlerinin varsa­yımları üzerine bir yorum olarak felsefe, anlaşılması zor ya da metaforik kutsal veya oluşturulmuş metinler ve bu yo­rumlamalar için değerlendirmelerin bulunduğu yaşam soru­nuna bir yanıt arama arayışı içinde olmuşlardır. Hindistan'­da, filozofların dikkatini çeken metinler Upanishadlar ve Bha- vad-gfta olmuştur. Bunlar dinsel literatürde yer alan iki so- yuJama setidir. Çin'de Konfüçyüs'ün dinsel yazıları Hindis­tan ve Batıdaki dinsel metinlere benzer bir role sahiptir. Ak­deniz'e sınırı olan bulunan bölgeler içinde felsefeleştirme ko­nusunda büyük bir itme gücü olduğuna kuşku yoktur. Muse­vilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet'in kutsal metinlerini yorumla­mak için bu bölgede yoğun bir çalışma yürütülmüştür. Tüm üç durumda da aynı felsefi düşünme tekniği uyarlanmıştır. Antik dönem Yunan felsefesi, felsefi analiz ve eleştiricilik için araçlar sağlamıştır. Bu son derece şaşırtıcıdır, çünkü tüm üç dinsel topluluğun filozofları Aristo'nun ve diğer antik dönem filozoflarının yazılarının Arapça'ya çevrilmesiyle Yunan felse­fesinden haberdar olmuşlardır.

Bilim savunması olarak felsefe

İnsan girişimlerinin idealize edildiği bilim antik dönem­den itibaren filozofların dikkatini çekmiştir. 1 500 yılından beri çağdaş dönemde bilim yoğun felsefi araştırmanın odak noktası olmuştur. Bilim dalları ortaçağ Hıristiyanlık dünyası i­çinde olduğu gibi din ile aynı rolü oynamıştır. İnsan teşeb­büslerinin metafiziği ve yöntembilimi üzerinde 500 yıl bo­yunca düşünme, çevremizdeki dünyayı ve kendimizi anlama­mızı sağlamıştır. Bilim artık düşüncenin üç temel okulu ol­muştur.

Daha sonraki bir bölümde biz onu daha ayrıntılı bir şe­kilde inceleyeceğiz fakat şimdi ana hatlarıyla tanımlamamız gerekmektedir.

OLGUCULUK: Bilim, duyu organlarımız tarafından bize ve­rilmiş olarl- fenomenler arasındaki ilişkinin kavrayıcı ve dü­zenli bir katalogunu yapmayı amaçlayan bir projedir. Ku­rumlar yalnızca kavramları oluşturmak için gözlemsel genel­leştirme araçladır.

GELENEKÇİLİK: Bilim insan deneyiminin tamamını sınıflan­dırmak için kavrayıcı ve yorumlayıcı bir şema oluşturmayı a­maçlayan bir projedir. Doğa kanunları deneylerden tümeva- rımsal genelleştirmeler değildir, bunun yerine deneyim du­yusunu yapmak için geliştirilmiş kavramsal yapılardır. Dünya­nın bize açıkladığı şey belirlenmiştir. Bu, en azından bir kısım olarak, bizim deneyim duyularımızda oluşturacağımız kav­ramsal sistemler aracılığı ile anlaşılır.

GERÇEKÇİLİK: Bilim, gözlemlenebilen mekanizmalar ve o­luşumların anlaşılmasını elde etmek için ortak deneyim dün­yasının arkasındaki dünyaya nüfuz etmeyi amaçlayan bir pro­jedir. Kuramlar gerçek oluşumları, yapıları ve varlıkları ta­nımlarlar. Hatta insan duyu organlarıyla genel olarak göz- lemlenemeyen fakat doğaları ve varlıkları dolaylı olarak anla­şılan yapılar tanımlanmaktadır.

Her bir dayanak noktası kendi savunmasına sahiptir. Biz doğal bilimlerin bu rakip yorumlamalarının varsayımlarını araştıracağız. Onlar çok sayıda astronomik modelin duyu or­ganlarıyla kavranabilnıeye başladığı on altıncı yüzyıldan beri tartışmanın odak noktası olmuşlardır. Bilimi yonımlamanın üç büyük şeklinin her biri bilimin kavranılabilir ve algılanabi­lir iddiaları için gerekli olan varsayınıların ayırıcı dizisini orta­ya koyar.

Din alanından bilim alanına kaymak felsefi sorunlar ko­nusunda odaklanma soı:unun dinsel tezinin tamamen terk e­dildiği anlamına gelmemektedir. Din Rönesans'ta ortadan kaybolmamıştır!. Evrenin kavranmasından uzlaşmaz gözüken yolları olarak bilim ve dinin uzlaştırılmasının yollarının araştı­rılması bu dönemin önemli uğraşlarından biri olacaktır. Diğer üç merkezin hiçbirinde felsefe, din ya da din-benzeri bir o­daklanmadan bilime odaklanmaya geçiş yapmamıştır. Ben bu geçişin yaklaşık 1500 yılından beri Avrupalı Batıda felsefe­nin karakteristik tarzından büyük ölçüde sorumlu olduğuna i­nanıyorum.

FELSEFENİN ÜRÜNLERİ

İnsan uygulamalarına yoğun bir şekilde bakmak kav­ramsal kaynakları ortaya çıkarmaya yardımcı olacaktır. Biz kavramları kendi algılamalarımız çerçevesi ve düzeni içinde görürüz. Onlar arasındaki ilişkiyi gün ışığına çıkarırken kendi yargılarımızı ve düşüncelerimizi kullanırız. Bütün bunların di­ğer insanlarla olan tartışma ve öngörüleri paylaşan bir yapı i­çinde gerçekleşmesi gerekmektedir. Ortaya konan önerme­lerin bizim düşündüğümüz ve davrandığımız şekilde ifade e­dilmesi gerekmektedir. Peki bu önerme türleri nelerdir? On­lar daha derin olgu maddelerinin raporları mıdır? Onlar ka­fası karışık olanların rehberi için kurallar mıdır? Onlar arit­metik kanunları olarak aynı yapının gerekli doğruları mıdır?

Önermelerin iki türü

Dünyanın görünümleri, simgesel sistemlerin yardımı ile insan varlığına olan insan varlığı tarafından temsil edilirler. Biçimler geometrik olarak temsil edilirler, nicelikler sayısal o­larak temsil edilirler, türler sınıflandırılarak temsil edilirler, düşünceler dilbilimsel olarak temsil edilirler, maddesel çevre­ler resimsel olarak temsil edilirler, ve benzeri. Temsil edilme­nin araçları temsil ettiği şeyden bir bağımsızlık derecesine sa­hip görünür. Dünyadaki farklı görünümlerin tüm türleri aynı temsili araçlarla temsil edilebilir. Geometrik figürler şekiller­dir, ve resimler algılanabilirdir. Ancak sayılar çarpım değil­dir, ve sözcükler düşünce ve duygular değildir.

Temsil edilmelerin ve temsil edilenlerin ilintili olabile­ceği pek çok yol vardır. Bu temsil türlerinin her biri yukarıda başlangıç simgelerinin biçim kurallarına bağlı olarak birbiriyle ilintili olduğu bir sistem olarak sunulmuştur. Geometri teo­remleri Öklit tarafından ortaya konulan bir aksiyom sistemi­dir. Onlar, iki ya da üç boyutlu belli bir alan türü içinde dü­zenlenmiş olan çizgi ve düzlemleri ortaya koyarlar. Bitki ve hayvanların sınıflandırılma bilimi cinsler tarafından düzenle­nen tür-hiyerarşisidir: Canis familiaris, köpek bir etoburdur, bir memelidir, bir hayvandır, ve benzeri. Sözcükler semantik (anlambilimsel} ve syntaktik (sözdizimi kurallarına uygun} bir uylaşıma sahiptir. "Dilbilgisi" terimi artık felsefe çevrelerinde her iki uylaşım türü için yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu kullanım Wittgenstein'ın ( 1 953} dil ile ilgili sözdizimsel doğ­rulamalarının standartlarının ifadesi olarak yer almaktadır.

Pek çok filozof bu simgesel sistemleri ve bunların sim­gelediği farklılıkları açıklama girişiminde bulunmuşlardır. E^ ğer bir simge sistemi, simgelediği şeyden bağımsız ise, bu du­rumda iyi-biçimlenmiş bir simgeler karmaşasının gerçekten kendi uygun alanı içinde herhangi bir şeyi simgelemesinin hiçbir kesinliği yoktur. Geleneksel olarak, bu öngörü gerçek­liğin her iki türünün bulunduğu ilke içinde ifade edilmiştir. i­ki kere ikinin dört ettiği aritmetik kuralları gibi karmaşık sim­gelerin uygun yapısı için kurallar dizisi bulunmaktadır. Bun­lar, bu sözcüğün daha geniş kullanımı içinde dilbilgisidir. Ar dından bu ifadeleri kullanan tümceler gelmektedir. Bunlar 'henüz kırpılmamış bir çift koyun var' gibi ifadelerdir.

Görmüş olduğumuz gibi, filozofların işi, kavramların anlamlan ve birbiriyle olan ilintilerinin önerme ifadelerinin soyutlayıcı ve eleştirel bir incelemesi iledir. Bilim adamları olgu maddeleriyle daha yoğun olarak ilgilidirler. Doğal ola­rak, filozoflar bilgilerini dünyanın ne olduğu konusunda yo­ğunlaştırırken, bilim adamları çabalarını ifadelerin damıtılma­sına ve diğer kavramsal maddelere adarlar.

Bu şekilde kabaca oluşturulmuş ayırımla bağlantılı ola­rak, yoğun felsefi tartışmaların pek çok başka konusu bulun­maktadır. Örnek olarak, zorunlu ve koşullara bağlı doğrular arasında ayırım vardır. Zorunlu doğruların olgu maddelerin­den bağımsız olduğu düşünülür. Koşullara bağlı doğrular ise durumun ne olduğuna bağlı olarak ele alıoır. Kavramsal ya^ pının arasındaki bağlantı analitik ve sentetik ifadeler arasın­daki ayırıma dikkat çekmektedir. Zorunlu doğrular kavram­ların analizinin sonuçlarını ifade eder, örneğin bu ebeveynle­rin çocukları vardır. Koşula bağlı doğru ise ortak dünyanın deneyimlerini yansıtan kavramlar ilişkisini ifade eder, örnek olarak )ones ailesinde on yaşın altında döıt çocuk vardır.

Biz dört batılı filozof olan Leibniz (1 646-1 716), Reid ( 1 710-1 796), Kant ( 1 724-1 804) ve Wittgenstein ( 1890-1962) tarafından ortaya konan kavramsal doğrular ve maddeler arasındaki ayırımın değerlendirilmesi ile bu ko­nuyu daha iyi bir şekilde öğrenebiliriz. Ben bu yazarların tü­münü Avrupa bölgesinden ve Batı geleneğinden seçtim. On­lar, Hint, Çin ve İslam filozoflarından ayrı olarak, insan dü­şünce ve uygulamasının temelinde önerme ifadesinin doğası üzerinde çalışmalarda bulunmuşlardır. Diğer geleneklerde, en ince düşünen yazarlar tarafından bile bu konu az ya da çok önemsiz gibi algılanmıştır.

Varsayım kümeleri nereden gelmektedir?

Leibniz usun doğruları ve olgunun doğruları arasındaki ayırımı tanrının sınırsız entelektüel kapasitesi ve insan varlığı­nın sınırlı entelektüel kapasitesi arasındaki farkta bulur. Reid ortak duyunun genel ilkelerinin kaynağını tanrısal olarak mu­kadder kılınmış ilk insan doğası içinde bulur. Kant sentetik öncel önermelerin çıkış noktasını, deneyimin olanaklılığı için­de genel koşullar içinde bulur. Wittgenstein ise dilbilgisini in­san yaşamının genel koşulları ile insan birliklerinin tarih ve geleneği arasındaki karşılıklı etkilenme içinde bulur. Her ne kadar bu dört filozofun terminolojileri farklılık gösterse de aynı konu üzerinde çalışmışlardır: bu konu bizim düşünce ve algılamalarımızı, uygulamalarımızın önermelerini çerçeveledi­ğimiz önermelerin doğasının ne olduğudur. BÖLÜM 1

DOGUDA FELSEFE Hindistan: Gelenekler

Milattan önce 579 yılında genç bir adam eski zaman­larda kullanılan arabasıyla kasabanın dışına doğru yol alıyor­du. O, ilk çocuğunun doğumunu bekliyordu. Yol boyunca i­lerlerken çok yaşlı bir adamla, çok hasta bir adamla ve öl­müş bir adamla karşılaştı. Ölen adam yakılmak için götürülü­yordu. O zamana kadar hiç bu tür bir olayla karşılaşmamış biri olarak gördüklerinden çok fazla etkilendi. Onun yanın­dan geçtiği bir sonraki kişi ise bir din adamıydı, belki de din­sel yaşantı içinde olan bir şeylerin onun rahatsızlığını gidere­bileceğini düşünmüştü. Hemen sonrasında, bir hizmetkar o­na yanına ulaştı ve bir oğlunun doğmuş olduğunu haber ver­di. Burada onu buraya bağlayan evi ve ailesi vardı. Geriye döndüğünde, genç kadın Kisagotami balkondan ona bakıyor­du ve onun gelişini görmüştü. Kadın kocasının soğukkanlılı­ğından şaşkınlığa uğramıştı. Adam karısına bir inci gerdanlık gönderdi. Kadın bunu sevginin bir ifadesi olarak algılamıştı. Oysa o zaman 29 yaşında olan adam hayatının geri kalanı boyunca devam edecek bir yolculuğa çıkmaya karar vermiş­ti. Bu genç adamın adı Siddhatta Gautama idi. Biz hepimiz onu Buda olarak biliyoruz.

Buda'nın yaşamında yer alan olaylar Hint felsefesinin ve dinsel düşüncesinin özünü oluşturmaktadır.

HİNDİSTAN'DA FELSEFE EĞİLİMİ

Hint Felsefe Geleneği

Hindistan'da felsefenin ikili görünümü 1. bölümde vurgulanmıştı. Bir tarafta, "en iyi" yaşantının ana hatlarının çizilebileceği kavrayıcı bir evrenbilim oluşturmaya yönelik bir görünüm bulunmaktadır. Diğer taraftan, yaşamın uygun bi­çimlerinin birleşik kavramları ve evrenbilimlerin varsayımları­nın incelenmesine yönelik bir görünüm vardır.

Hint düşüncesinin ana hatları yaklaşık MS. 500 yılla­rında kurulmuştur. Bu dönemden sonra yeni felsefe okulları kurulmuştur. Antik dönem felsefe kaynaklan üzerinde yeni­den çalışılarak, Hint felsefesinin ikinci kaynakları üzerinde yeniden çalışılarak Hint felsefesinin ikinci bin yıl boyunca i­lerlemesinin sürdürülmesi sağlanmıştır. 1 MS. 1000 yılından sonraki yazılarda biz her zaman için klasik Hint felsefesinin a­na hatlarını ayırt ederiz. Tarihçiler ilk binyılın son beş yüz yı­lında ortaya konmuş olan sistem üzerine dikkat çekerler. Bu sistem son halini ikinci binyılm ilk yansında almıştır ve o za­mandan sonra çok az değişiklik göstermiştir. (Frauwallner, 1 973: 14-1 7). İkinci binyılın sonundaki çağdaş Hint felse­fesi Batı felsefesinin iyi bir şekilde kurulmuş gelenekleri ile yaşayan klasik düşüncenin bir karışımını ortaya koymaktadır.

Antik ve klasik Hindistan'daki filozoflar kimlerdi? Şu açıktır ki bizim şimdi "felsefe yapmak" olarak adlandırdığı­mız etkinlik türlerinin göz önünde bulundurulabilir bir yo­ğunluğu vardı. Bir öğretmen ve daha sonra öğretmen olan bir öğrenci tüm Hindistan tarihi boyunca bulunmaktadır. Öğretmenler kendi konumlarını aydınlatmayı başarmak için gerekli teknikleri içerecek şekilde yaşam reçetelerini varlıkla­rının özü olarak kabul etmekteydiler Bunlar herhangi bir Ba­tılı filozofun yaptığı gibi, kavramsal analizler, metafiziksel tar­tışmalar ve varlıkbilimsel tartışmalar ile desteklenmişti. Disip­linler ve rakipleri ustanın öğretilerini tartışmaktadır. Halk taıtışnıalarını kazanmak ve kaybetmek büyük öğretmenleri­nin yaşamlarının öyküsü içinde bir merkez konu oluşturmak­tadır. Uygulama ayrıca yeni bir yaşam tarzı için öğretmenle­rin oıtaya koydukları öğretileri içerir. Doğal olarak, bu kendi içinde felsefi öğretileri içermektedir. Bazen disiplin içinde yer alan öğrenciler bağlı oldukları disiplinden ayrılarak ken­dilerinin öğretmen olduğu yeni bir disiplin kurarlardı. Ancak şaşırtıcı olan şey Hindistan felsefe tarihi içinde bu tür kişile­rin çok fazla olmasıdır. Yedinci yüzyılda Ramanuja okulunu tanımlarken, basgupta ( 1 940: 100-1 3) efsaneden etkile­nen ya da onunla temas içinde bulunan insanların isimlerini sayfa sayfa yazmıştır. Felsefe okulları Hindistan'da çok erken dönemde oıtaya çıkmıştır ve felsefi gelenek üzerinde yüzler­ce küçük varyasyon kurulmuştur.

Hindistan Felsefesinin Evrimi:

Tanrıcı-olmayıştan Tanrıcılığa

Hindistan'ın felsefe ve dinin birbirinden asla ayrılmadı­ğı bir ülke olduğu söylenir (Prablıavanda, 1963: 7). Hint felsefesi antik dönemde yazarı bilinmeyen çeşitli kutsal yazı­lar olan Vedalar tarafından bin yıl boyunca etkilenmiştir. En resmi Hint felsefesi Upanishad'lar üzerine yorumları içermek­tedir. Upanislıad'lar dört Veda'nın her birinin dört bölümü­nün son kısımlarıdır. Hint eleştirel ve analitik felsefesinin iki büyük okulu antik dönemde Veda'ya ait kaynaklar olan Samkhya ve Yoga'dan meydana gelmiştir. Her ikisi de Veda'- dan kaynaklanmasına karşın onlar kişisel bir tanrı konusunda üstlendikleri rol açısından büyük bir farklılık içermektedirler.

Üçüncü bir felsefi derinlik Gautama'nın öğretilerinden mey­dana gelen Budizm'dir. Bu öğreti Vedanta felsefi okullarında uzun bir süredir etkinliğini sürdürmektedir. Dünya tarihi açı­sından bakıldığında o belki de Samkhya ya da Yoga'dan daha büyük bir öneme sahip olmuştur.

Hıristiyanlık döneminin başlangıcıyla birlikte, antik dö­nem felsefi sistemler Yedik yazılarındaki dinsel arka planla­rından varlıkbilimsel ve ahlaki konumlarını tamamen sistema­tik bir şekilde ortaya koymuşlardır. Kaynakların pek çok bö­lümü Upanishad ve Bhagavad-grta idi. Tarihçiler, varlıkbilim- sel konulara yönelik olarak erken bir sistem oluşturma aşa­ması saptamışlardır. Burada Hint dünya görüşüne egemen o­lan daha sorunlu niteliklerin bilgisinin tartışması bulunmakta­dır.

Zengin bir çoktanrıcı düşünceye sahip olmalarına kar­şın Hint düşüncesi tanrıcı değildir. Dünyanın tinsel özü kişi- selleştirilmiştir. Ancak ne olursa olsun ikinci Hıristiyanlık bin- yılı tanrıcı bir dönemdir, ve çevresindeki dinsel hareketlerle birlik içindeydi. İkinci binyılın felsefi okulları bir kişisel Tanrı­nın fikrini destekliyordu. Bunlar Shiva ve Vishnu gibi biçim­lerde farklı şekillerde ortaya çıkmıştı. Dünyanın bu Tanrıları birbirine rakip tanrılar değildi fakat başka her şey gibi, Brah­man'ın görünümleri tüm varlıkların tinsel zeminiydi. Bir bakı­ma onlar aynı tanrıydı. Avrupa'da Orta Çağlar'daki felsefe­ler Hıristiyanlığın entelektüel bilmeceleri içinde çıkış noktası bulunan sorunlarla uğraşıyorlardı. Daha sonraları Hint felse­fesinin okulları da bu yeni tanrıcı konularla ilgilenmişlerdir. Tanrıcı öğretiler dinsel geleneklerin kutsal yazılarından mey­dana gelmiştir. Ancak paradoksal olarak, onlar kişisel bir tanrı olan Tsvara düşüncesi içinde antik dönem okullarında felsefi düşüncelere yer bırakmamışlardır. Felsefi düşünceye hizmet etmenin çok uzağında olarak ikinci bin yılın ilk yarısı­nın yeni tanrıcılığı gayretli ve çeşitli etkinliklerin yaşandığı kı­sa bir dönemi kışkırtmıştır (Frauwallner, 1 973: 15).

Hindistan'da dönemin klasik felsefesinin itmesi ile kişi bu sefil dünyaya bir yeniden doğum döngüsü içinde tekrar tekrar geri dönecektir düşüncesine yönelinmiştir. Bu dönüş zorunlu olarak insan biçiminde olmayacaktır. Yaşamdan ya­şama "ruhların" dönüşümü bir kişisel kaçış içinde -:'eğil, ben­cillikten tamamen soyutlanma şeklinde olacaktır. Atman, ki­şinin kendisi evrenin tinsel gerçekliği olan Brahman içinde e­riyecektir. Gautama'nın kendisi, tüm budaların Buda'sı, ani bir aydınlanma ilkesi ile Atman'ın Brahman içinde eridiği Nir- vana'ya ulaşmıştır. Daha sonraki Budist mezhepler, en azın­dan kısmen, gelişmişler ve bu düşüncenin ahlaklılığının eleşti­rel incelemesini ortaya koymuşlardır. Doğal olarak yalnızca bir kişinin Nirvana'ya ulaşması ve geri kalan tüm insanlığın yetkin olmayan bu dünya içinde acı çekmeyi sürdürmesi bü­yük bir bencillik olmayacak mıdır?

İlk binyılın sona ermesiyle Hint felsefesi töz içine dö­nüşmüştür. Biçim içinde değil, kişisel ölümsüzlüğün ideasının görünümü ile, teslimiyet yerine kurtuluş ile bir dönüşüm sağlamıştır. filozoflar kendilerini 1 500 yıldır kutsal metinler­de, özellikle Upanishad'larda sıkı sıkıya yer almış bulunan bir geleneğin yeniden çalışılması görevi ile bulmuşlardır.

Tanrıcı-olmayan bir şema olan Brahman'dan, kişisel bir Tanrı olan Tsvara'ya geçiş nasıl açıklanabilir? "Dışsal" bir açıklamanın bir tasarımı riskli olabilir. Burada bir önerim var. Hint politik ve kültürel tarihi içinde birbiri peşi sıra Ari istila­cıları bu toprakların üzerinden geçmişler fakat gerçek antik Hindistan kültürünü yok edememişlerdir. İstilacılar kuzeyden gelerek kuzeybatı bölgesi ile altkıta ve güney bölgeleri arasın­da güçlü ve dirençli bir ayırım yapmışlardır. Sondan bir ön­ceki gelişte, Moğol İmparatorluğunu kuran Müslüman istila­cılar kuzeybatı egemenlikleri altında bulundurmuşlardır. Hala etkisini devam ettiren yapı içinde bu bölge şimdi ayrı bir po­litik .yapı olarak Pakistan'dır. Son olarak İngilizler gündelik yaşam içinde etkin olan yaşayışlarını kabul ettirmişlerdir. Bu bölgede Hintli yaşam tarzına karşı bir yaşam biçimi etkinliği­ni sürdürmektedir. Ancak Shiva ve Vishnu dinsel kültlerinin ve yeni felsefelerin etkin olduğu bölgelerde Hint kültürü var­lığını devam ettirmektedir. Müslümanların fethi on yedinci yüzyıla kadar tamamlanmıştır. Yaklaşık olarak bu dönemde Avrupalı güçler Hindistan bölgesi ile ilgilenmeye başlamışlar­dır. Başlangıçta bu yalnızca ticari açıdan olmuştur. Böylece i­kinci binyıl direnen Hint geleneği tarafından harap olmuş bir Ari süpergücüne sahne olmuştur. Aynı zamanda, belli yeni fikirler ve İslamiyet de dahil olmak üzere Batının etkisi Ve- danta'dan beri felsefi yazılarda kendini belli etmektedir.

Yirminci yüzyılda Hindistan'ın büyük bir bölümünde İslamiyet'in egemen olması üç yüzyıllık bir geçmişe sahip o­lan bir oluşumdur. Daha öncesinde burada hanedanlıklar e­gemendi. Büyük bir hızla krallıklar yükseliyordu ve çöküyor­du. Bu dönemde askeri saldırılar hiç eksik olmamıştır. Bu dönem Smith ( 192 4) tarafından "hanedan savaşları ve dev- rimlerin sonu-gelmeyen dönemi" olarak tanımlanmıştır. Böl­gedeki her bir devlet despotik bir hükümdar tarafından yö­netiliyordu ve o Brahman veya diğer dinsel rehberler tarafın­dan kontrol edilmedikçe, gücü tamamen sona erinceye ka­dar hükümdarlık sürüyordu (Smith, 1924: 181)

Sosyal kaoslar ve kişisel güvensizlikler insanların zihin­lerini kaçışa yöneltmiştir fakat bu, bu dünyada olabilecek bir şey değildir. Bu, bilinen bir Hint konusudur. Doğal olarak, bölgedeki Müslüman istilası devlet yönetiminde İslamcı tarzı getirmekle kalmamış, ayııı zamanda yaşam sonrası yüksek derecede kişileştirilmiş İslamcı düşüncenin bazı işaretlerini ortaya koymuştur. Ancak bu işareti destekleyecek hiçbir metinsel kanıt olmadığını biliyorum. Büyük bir rastlantı ola­rak kişisel ölümsüzlük, teslimiyet yerine kurtuluş düşünceleri bu dönemde oıtaya çıkmış ve en büyük Hintli filozoflardan Ramanuja'nın felsefi çalışmalarının ödak noktası olmuştur.

Antik gelenek ve ithal edilmiş felsefelerin eklektik bir birliğini yaratma çabaları her zaman için Hint yaşamının bir özelliği olmuştur. Ancak bu tür ithal düşünceler çok ender olarak yerli geleneği radikal olarak değiştirmede başarılı ol­muştur. İslam, Hint felsefesi ve dini ile bütünleşmiş kalma­mıştır. Bölgedeki Hindu ve Müslüman kültürü arasında derin bir ayrılık olagelmiştir. Düşmanların bazılar^ İslam'ın tektanrı- cılığı ile Hintli tanrıların arasındaki karşıtlığı, ortaya koymuş­lardır. Eğitimci olmayan Hindu dinsel yaşantısının, karmaşıklı­ğı Yedik felsefi okullarının bilgiye dayanan soyutlamalarının temel ilkelerinin basitliği ile karşıtlık taşır.

Son iki yüzyılda Batı felsefesi hızlı bir şekilde Hindistan düşüncesi tarafından özümsenmiştir. Ancak hiçbiri İslanıi- yet'in büyük klasik okullar üzerindeki etkili olduğu kadar bü­yük bir değişiklik yaratmamıştır. İngiliz egemenliği altında bulunulan dpneıiıde Hint düşüncesinde yeni ve özgün olarak çok az şey gözlemlenebilmektedir. Ancak son 100 yıla ka­dar Batı felsefesi kendisini -hissettirmeye başlamıştır. O dö­nemde bile, geleneklerin ağırlığı egemen unsur olmuştur. İle­ride göreceğimiz gibi ne Aurobindo ne de Radlıakrislınan bi­ze ılımlı bir batılı düşünceden farklı özsel olarak geleneksel felsefi bakış açısının daha fazlasını sunamayacaktır.

VEDA GELENEĞİ

Vedanta'dan ortaya çıkmış olan temel felsefi okullar olan Samklıya, Yoga ve Budizm temel bakış açıları. konusunda büyük bir paylaşıma sahiptir.2 Onları, antik dönemden beri Hint düşüncesini egemenlik altında bulunduran kozmik var- lıkbilime çeşitli yayınlar olarak görmek yanlış olmayacaktır. Klasik Hindistan felsefesini Batılı terimleriyle karakterize et­mek yanlış yönlendirme olacaktır. Bu üç büyük okul madde­sel dünyadaki eylem üzerine değil, düşünme teknikleri ve öz­nel durumlar üzerine odaklanmıştır. Ancak bu ana akıntının kenarlarmda bulunan başka hareketler ve felsefi okullar da bulunmaktadır. Bu okullar içinde en etkili olanı Carvaka o­kulu idi. Okul, Vedaların düşüncesinden meydana gelen ma­teryalist olmayan felsefelerin karşıtlığı içinde sunuluyordu. Vaisesika okulu, maddesel hücrelerin değişen bir yapısı ola­rak oluşturulmuş olan dünyaya bağlı olarak bir atomcu ma­teryalizm geliştirmiştir. Yedinci yüzyılda kişisel olmayandan kişisel bir materyalist metafiziğe geçiş tamamen ortadan kay­bolmuştur.

Hint düşüncesinin sürekli olarak değişen ve gelişen gö­rünümüne karşın ilgi çekici bir tutarlılığı ve sürekliliği olmuş­tur. Hiç de küçük olmayan bir oranda bu saygı duyulan me­tinlerin varlığına bağlıdır. Bunların çoğu destan ve kahraman­lık öyküleri olmalarına karşm, onlar felsefi öğretiler olarak vücut bulmuşlardır. Veda metinleri, bin yıl boyunca varlığını sürdürmüştür. Kahramanlık öyküleri, öğütler, özlü sözler, vaazlar ve faydalı bilgiler vermektedir. Vedanta'nm ana ko­nusu savaş ve yolculuk sürecinde geçmektedir. Antik dönem felsefi öğretiler bu konuşmalarda ortaya konulmaktadır. Biz, benim "klasik Hint felsefesi" ofarak adlandırdığım bu öğreti­leri iki derleme metni ile oıtaya koyacağız.

İsa'nın doğumundan önce kuzeybatı Hindistan'da ege­menlik sürmüş olan Ari'lerin Veda kültürünün düşüncesi U- panishad'larda ortaya konulmuştur. Ben Hint düşüncesinde tekrar tekrar ortaya çıkmış olan başlıca kavramları gözler ö^ nüne seren bir metin seçkisi ile başlayacağım. Bu kavramlar asla düz değillerdir. Onların yorumları her zaman için baskr !ayıcı ve çelişkili olmuştur. Bu, zengin ve çeşitli felsefe ürün !erini elde etmek için ideal bir topraktır. Ancık ne olursa ol­sun, Veda felsefesinin lezzeti Upanishad'ların uzun süreli bir tadı olmasından gelmektedir.

Veda metafiziği, Batı düşüncesindeki metafizik ile aynı role sahiptir: yani, dünyanın ayrıntılarına ilişkin çok genel kavramların ortaya konması sistematik bir yapı içinde kavra^ nabilir. Daha sonra, şimdi olduğu gibi, soyut bir şekilde me^ tafiziksel ve etik olarak bilimin öncelini oluşturan olarak ka^ bul edilebilecek bir kavramlar ağı bulunmaktadır.

Evrenbilim

Hint felsefesini keşfimizdeki ilk basamak kutsal metin ler içinde yer alan başlıca kozmik ve ahlak öğretilerinin kay­naklarını tasarlayacak, hem yaşam rehberi hem de eleştirel yorum olarak rol üstlenecektir.

Atman ve Brahman'ın özdeşliği

Dünyanın zemini, arı varlığın özü Brahman'dır. Ancak bizler bireysel kendimiz olarak yaşayan insan varlıklarıyız. Saf, gerçek ya da özsel kendinin her bir insan varlığında ger çekleşmesi Atman'dır. Atman Batı kavramı olan ruh ile karışa tırılmamalıdır. Her bir insan varlığı kendi ruhuna sahiptir, fa. kat Atman her yerde aynıdır. Burada, Upanishad'da yer a^ lan, Atman'ın Brahman ile olan ilintisini ele alan bir alıntı yer almaktadır (Radhakrishnan ve Moore, 1957: 45-6).

Bilge kişi doğmaz, ölmez. O herhangi bir yerden gelmemiştir, herhangi biri o/mamıştTr. Doğmamış, sabit, sonsuz, ilkseldir, beden öldüğünde o ölmez.

Küçükten en küçük, büyükten en büyük olarak bu­radaki yaratımın özünde bulunmaktadır. Etkin .ol­mayan kişi onu gözlemler ve üzüntüden özgür kılı- ııır.

Atman'ı bilmek bir arabada gitmek gibidir. Beden araba gibidir. Buddhi'yi bilmek, araba sürücüsü ola­rak ve dizginleri elinde bulunduran zihin olarak işlev görür ... Anlamamış olan kişi ...amaca ulaşamaz ... Anlayan kişi, kio akla sahiptir ve amaca ulaşır.

Bu uykudan uyaııık olan kişi, onu sürekli arzulayan kişi, gerçekten Saf'rır. Bu Brahman'dır ...Bütiin dünya onun üzerinde bulunmaktadır.

Her şeyin İçsel Benliği, Tek denetleyicisi bir biçimi katlayacaktır-onu algılayan bilge kişi kendi içinde bulunacaktır, onlar ve diğerleri değil, sonsuz mutlu­luğa sahip olacaklardır.

Böylece Atman ve Brahman aynıdır. Her bir yaratımın en içteki benliği aynı zamanda ti.im varlıkların zeminidir. Bu gerçekten zor bir düşüncedir ve onun yorumları birinci ve i­kinci binyıl arasında köprü kuran eleştirel, analitik felsefenin itici gücüdür. Upanishad'lar ayrıca, deneysel ya da kavramsal bir soruşturma ile bile olanaksız olan Brahman hakkında bilgi sahibi olmayı sağlar. Dünyanın niteliklerinin hiçbirisi Brah­man'a ait olsun ya da olmasın, bilinmemektedir. Onlar o­naylanmamıştır ya da inkar edilmemiştir. Aynı Upanishad'- der biz şu yazıya sahibizdir:

O, konuşma ite, zihin ite ya da sezgi ile kavrana- maz. Kişinin "Onun var olduğunu" söylemesi dışm- da o kavranamaz.

Bu tema Munkukya Upanishad'i içinde daha fazla işle­miştir (Radhaknishnan ve Moore, 1957: 56).

Bu her şeyin efendisidir. Bu her şeyi bilendir. Bu iç­sel kontrol edendir. Bu, tüm varlıkların başında ve sonunda olan her şeyin kaynağıdır. İçsel olarak kav- ramsa/ değil, dışsal olarak kavramsal değil, kavram- sal-o/mayan, görünmeyen değil, bir kavrama kütlesi değil, elle tutulamayan, ayırt edici özelliği olmayan, düşünülebilir değil, gösterilemez, kendi ite (At­man), ikinci bir türü olmayan, sakin, iyi kalpli bir yapıdır. O kendisidir (Atman). Onun ayırt edilmesi gerekmektedir.

Bu bölümler yalnızca Atman aranarak, kişinin kendi varlığının özü aranarak Brahman'ın bulunabileceğini ortaya koymaktadır. Brahman tüm varlıkların zeminidir. Onlar aynı­dır, fakat aynı değildir. Bu paradoksun çözümü karakteristik olarak karmaşık Hindistan maya kavramına yönlendirecektir. Bu, insan varlığının dünyayı nasıl yetkin olmayan bir şekilde bildiğidir. Sonuç olarak, Chanogya Upanishad' den bir bölüm vardır (Radhakrishnan ve Moore, 1957: 65).

Tüm çalışmaları içererek, tüm arzuları içererek, tüm kokuları içererek, tüm bu dünyayı kuşatarak, konuşmayan ve ilgili olmayandır-bu kalbin içinde­ki henim Kendimdir, bu Brahmaıı'dır.

Kozmik döngüler

Doğum ve yeniden doğum döngüsü, samsara, madde­sel bir dünya içindeki yaşama geri dönüşü tekrarlamıştır. Bu, pasajların arka planında açık olarak yer almıştır. Bu, Brah­man'a giden yolu izleyen kaçış olanağı tanımayacaktır. Daha önceki Upanishad'lar döngüsel ilkeler tarafından belirlenmiş­tir. Doğal döngülerin soyutlaması antik Hint evrenbilimi için­de önem taşımaktadır. Samsara döngüsü canlı bir şekilde aşa­ğıdaki bölümde maitri Upanishad içinde betimlenmiştir:

Bu bedende, ki arzu, kızgmflk . . . hile . . . açlık, yaşlılık ...ile doludur, arzulann giderilmesinin iyi tarafı nedir? Bu var.':k döngüsü biçiminde (samsa- ra) arzularm giderilmesinin iyi tarafı nedir? Bir in­san onunla beslendikten sonra onun buraya dünya­ya dönüşü sürekli olarak görülmüştür. Bunun bana dağltllmış olmasmdan memnunluk duyuyorum. Bu varlık döngüsü içinde ben susuz bir kuyu gibiyim- dir. [yalmzca o Atman'm gerçek doğasmı bilir] siz bizf;n kaçış yolumuzdasımzdlf. ( Radhakrishnan ve Moore, 1957: 93-4).

Doğal döngüler ideası erken dönem Hindistan düşün­cesinde ortaya çıkmış görünmektedir. Maddesel evren, onun içinde insan varlığını içerecek şekilde, üç temel döngünün, suyun, nefesin ve ateşin sonucudur. Bu kavramların nihai kaynağı insanın organik yaşantısının döngüsel biyolojik ör­nekleri. içinde önerilmiştir. Sıvı bir ortam içinde döllenmiş o­larak, nefes alırken yaşam, ve ölen gelişen soğuk içinde, biz bu cinse ait döngülerin ortaya konulmasına olanak sağlamış­tır. Kozmik bir bağlantı suyun kaynağı olarak Ay ve ateşin kaynağı olarak Güneş arasında ağır ve devamlı bir şekilde i­lerlemiştir. Samsara'nın daha sonraki öğretisi, insan yaşamı­nın tüm karakterini ifade eden döngüyü ortaya koyan bir so­nuç soyutlaması olarak görünmektedir.

Klasik Hindistan Felsefesi

Burada güçlü dogmaların ve öngörülerin bir kümesi bulunmaktadır. Bunlar gelenekler tarafından desteklenmiştir ve antik yazılardan ortaya konmuştur. Yaşam döngülerinin i- deasının genelleştirilmesi evrenbilim konusunda iki proble­min çözülmesini gerektirmektedir. Bir etik sorun bulunmak­taydı: bir kişinin yeniden doğmuş olmasının ölçütü nedir? Bundan başka bir metafiziksel sorun bulunmaktadır: yeniden doğuşun döngüsü boyunca kişisel özdeşliğin doğuranı nedir?

Etik

Etik, döngüsel bir değerlendirmeye alınmalıdır fakat evrenin ilerlemeci bir karakteri ve onun içindeki insan varlı­ğının yeri değerlendirilmelidir. Sahip olduğumuz daha önceki metinlerden, Hint düşüncesinin doğum-ölüm-yeniden do­ğum ve benzeri bir yazgısal döngü ile kuşatılmış olduğu bilin­mektedir. Bu durumda kişi teslimiyete yönelik olarak yaşam içinde ne yapmalıdır?

Genel olarak, Upanishad'ler kişinin yaşamın üstesinden gelmesi konusunda iyi ve kötü "işlerin" bir denge içinde ol­ması konusunda uzlaşmışlardır. Döngüyü sona erdirecek olan şey nedir? Bu, Upanishad'ler ve Bhavad-gita' da, antik Hint felsefesini tanımlayan metinlerin toplamı içinde, yalnızca ana hatlanyla sağlanmıştır. Örnek olarak, yine Maitri Upanishad'- dan aşağıdaki öğüte sahip oluruz:

Veda bilgisini çalışın ve kişinin düzenli görevini izle­yin. Kişinin düzenli -görevini izlemek dinsel yaşamın kendi aşaması içinde olmamaktadır. ( Radhakrishnan ve Moore, 1957: 95)

Bu,, "gayretli ve iyi olun!"' demekten daha fazla bir şey değildir. Bu, daha sonraki filozof nesilleri için şaşırtıcı değil­dir. Daha sonra göreceğimiz gibi bu etik tartışmalar için bir sonuç maddesi olmuştur.

Basit, erken dönem evrenbilim bilgi olarak oıtaya ko- nabilen her bir insanın ateş-görünümü ele almıştır. Sonunda yeniden doğumların döngüsünden (Mokşa) teslimiyet için gerekli olan bilgiye ulaşılmıştır, ancak teslim olma bilgisi Brahman ve Atman'ın özdeş olduğunun gerçekleşmesinden başka bir şey değildir. Bazı efsanelerde bilginin bir bedenden diğerine geçişinin "gizli beden" olarak ortaya konduğuna i­nanılır. Hint psikolojisinde maddesel beden dolaylı olarak, başka bir beden ile ilgili olarak ele alınır. Bu doğa içinde da­ha gizli bir yapı içinde bulunur. Ben kişisel özdeşliği doğuran varlıkbilinısel sorunun yalnızca Upanishad metinlerinde oldu­ğundan emin değilim. Biz, daha sonraki. Hint eleştirel felsefe­si içinde kavramsal konuları ele alacağız.

Çok yaygın bir popülerliğe 'sahip olan Hint destanı Ma- habharata, Upanishad gibi ahlaki ve kozmik düşünceleri ifade eden metinleri içermektedir. Bunlar teslimiyet tezleri olarak, Mokşa-sastras yazısından ortaya konmuştur. Onların antik döneme ait oldukları görünmektedir. "Antik" metinlerin ö­zetlenmesi. özellikle Manu ve Brhaspati arasındaki bir diya­logda sunulmuştur. Burada çok keskin bir metafiziksel şema bulunmaktadır, ve doğumdan yeniden doğuma sürekliliği o­lan bir doğanııı ve sonuçta teslimiyetin sorusuna yanıt aran­maktadır.

Bir kişinin hiyerarşik organizasyonu içindeki en yüksek varlığı Atman'dır. Her ne kadar o var olsa da, algılanamaz ve düşünülemezdir. Atman yeniden doğum döngüleri aracılığı i­le geçer. Kendinin cisme sahip bir insan plarak ortaya kon­ması ona üç görünüm içinde kendisini açar. Bilgi (buddhi) vardır, daha sonra bir düşünme kapasitesi vardır, ya da belki de düşüncenin zihinsel bir organı (manas) olduğunu söyleye­biliriz. Sonuç olarak, beş duyu organı vardır (indriyas). Böy- lece Atman, maddesel dünyanın bir zemini içinde, bir du­yum içinde bulunmaktadır. Ancak bu idealizm değildir. Yani kendisini açan Atman bu dünyayı oluşturmaz, fakat kendisini ona açar. Sonuç olarak, dünyadaki yaşamın iyi ve kötü ey­lemleri (karma), buddhi, bilgi; manas, zeka; ve indriyas, du­yular yapısına bağlanmış olur ve biz yeniden doğumların döngüsü içinde bir rol oynamasını görebiliriz.

Ancak bütün bunlar verildiğinde, bir kişi teslimiyet bil­gisini nasıl elde eder? Beş duyum onu sağlayamaz, çünkü on­lar yeniden doğumların meydana gelmesinin zorunlu olduğu maddeyle dünyaya olan psişik yapıya bağlıdır. Peki o nasıl el­de edilmiştir? Kişi sistematik olarak ve isteyerek algıladığı dünyadan -dikkatini çevirir. Bu anda, eğer bu arınma tam o­larak başarılı olursa, bireysel cisimli insanın tüm psikolojik yapısı Atman' a doğru çöker ve döngü sona erer. Yapının çökmesi ile birlikte onun bağlantıları da çözülür, böylece kar­ma artık ölümcül bir rol oynayamaz.

Metafizik

Temel evrenbilimsel ilkeler klasik Hint düşüncesinin tüm tarihi boyunca çeşitli biçimlerde ve görünümlerde mey­dana gelmiştir. Dünya Brahman'daıı oluşmuştur; insanlar on­ların kendi doğalarını yanlış anlamışlardır. Onlar her kişinin kendi özünün Atman olduğunu, Atman'ın da Brahman görü­nümü içinde olduğunu kavramada başarısız olmuşlardır. Dünyanın tamamen maddesel olduğuna inanma, maya onları yeni. doğumun kendi döngüsü ile maddesel dünya olan sam- sara içinde bağlar. Teslimiyet insanların ve kozmosun doğası­nın doğru bir bilgisine ulaşarak başarılmış olur. Bu bilginin ö­zü Atman ve Brahman arasındaki gerçek ilişkinin gerçekleş­mesi, yani özdeşliktir.

Bu bakış açısının varsayımları nelerdir? İkinci binyılın başlarında Vedanta çalışmalarında ortaya konmuş olan derin bölünmelerin olduğu yerdir. Eğer Atman ve Brahman özdeş ise, bu durumda yeniden doğum döngüsünün kırılmasından sonra, bireysel kişi, ayrı bir kendi-bilinçliliğine sahip olarak, Brahman'ın birliği içine karışacak ve böylece kaybolacaktır. Ancak Brahman kişisel bir Tanrı gibi bir şey değildir. MS 1000 yılında, bu konular bazı sofistike analitik ve eleştirel felsefelerin odak noktası olmuştur. Eğer Hint felsefesi, bir yaşam reçetesi olarak duyulara hitap ediyorsa, bir eleştirel disiplin olarak Hint felsefesinin onu sağlaması gerekmektedir. Buradaki paradoks çözülmelidir. Yaşamdan yaşama geçen şey nedir? Dünyanın maddeselliği hakkında doğal varsayım­ların ortaya konması gerekmektedir. Ancak kişi bir kez ken­disini Atman içinde gördüğü zaman kendisini c.nun içinde kaybedecektir. Daha özlü bir şekilde söylemek gerekirse; "siz onu elde ettiğiniz zaman, onu kaybedersiniz."

VEDA'YA İLİŞKİN FELSEFELER

Biz, tüm Hint düşüncesi içinde teslimiyet sorununun kapladığı alanın ne kadar merkezi olduğunu şimdi gördük. Metafizik ve etik şu ya da bu şekilde teslimiyetin gerçekleşti­rebileceği çeşitli yolları ortaya koymuştur. Hintli düşünürler isteklilik konusunu arka plana atmışlardır. Eğer yeniden do­ğuş döngüsü olmasaydı ne olurdu? Bu durumda hiçbir tesli­miyet sorunu olmaz mıydı? Bu, Hint düşüncesi için tama­men yabancı bir durumdur.

Bu bölümdeki nihai amaç kişisel bir Tanrı olan Tsvara'- nın "eklenmesi" desteğinin neden olduğu felsefi tartışmaların gelişimini izlemektir. İkinci binyılın başlıca felsefecilerinden ilki Ramanuja'dır. O, özellikle evrenbilim konusunda önemli çalışmalarda _bulunmuştur. Tanrı Vishnu kültü onun çalışma­larında desteklenmektedir. Samkhya felsefi geleneği Upanis- had'ların gelişiminde çok farklı bir evrenbilim eleştirel gelişi­mi içinde, filozofların felsefi kavramlarının ana kaynağı ola­rak hizmet görmüştür, çünkü kişisel bir tanrı kavramı Samk- hya okulunda açık bir şekilde reddedilmiştir.

Burada Samkhya okulunun metafiziği içinde kişisel ola­rak hiçbir şey bulunmamaktadır. Onların etiği basit bir şekil­de onu aşmak için araçların bir değerlendirmesidir. Yoga, büyük klasik felsefelerin ikincisi, teslimiyete ulaşmak için çok farklı araçlar geliştirmiştir. Samkhya ve Budizm için, teslimi­yet edimi belli bir bilgi seviyesinin kazanımında entelektüel i­ken, Yoga geleneğinde o fenomenolojiktir, kişinin dikkati al­gıladığı şeylerden daha ötesine yoğunlaşmıştır.

Samkhya

Madde ve tin arasındaki denge

Biz doğa ve bilgi kaynağının felsefi tartışmalarını, tesli­miyet araçları ile ayırt ederiz. Samkhya felsefi bir yoldur, ve mantık ile şekillenen bilgiye giden yoldur. Yoga uygulamaya yöneliktir ve meditasyon aracılığı ile bilgiye giden yoldur.

Bir felsefi hareket ve Veda düşüncesi olarak Samkhya arasındaki göze çarpıcı fark maddesel olan ve maddesel ol­mayan arasındaki dengedir. "Ruh"-ve "madde" sözcükleri yorunıçufar tarafından bu gelişim üzerine kullanılır, ancak ben Batılı okuyucuların Avrupa geleneğinde ve özellikle Hı­ristiyan düşüncesinde yer alan ağır bir yük olarak taşıyacakla­rını düşündüğüm için bunları kullanmaktan kaçınacağını. Samkhya öğretisinde beş maddesel öğe açık bir şekilde At- maıı'dan çok farklı bir yolla var olarak açıklanır. Bu beş öğe şunlardır: akasa (en arı niadde), agııi (ateş), vayu (rüzgar), a- pas (su), ve prthivl (toprak). Her bir öğe duyusal bir önerme gerekliliği ile birleşmiştir, örneğin, akasa ses ile birleşmiştir. Manas ve buddhi, Atman'dan kaynaklanmaz, fakat maddesel öğelerin düzenlemeleri ve yapılarından kaynaklanmaz.

Bu metafizik içinde iki anahtar düşünce vardır. Prakrti başlangıçta olan maddedir fakat etkin ya da potansiyel bir duyum içindedir. Purusa deneysel kendidir, bu dünya içinde ortaya konmuş olarak, üç nitelik ya da bileşik nitelik tarafın­dan karakterize edilmiştir. Bunlar üç guııa'dır. Sattva aydınla­tıcıdır, ve potansiyel bilinçliliktir. Raja'lar hareketlidir ve po­tansiyel etkinliğe sahiptir. Son olarak, Tamas ağır hareket e­den ve kuşatıcıdır, ve potansiyel olarak direnç göstermekte­dir. Bu niteliklerin herhangi biri, diğerleri tarafından etkilen­mektedir. Ancak ne olursa olsun, herhangi birine yapılan iş­lem diğerleriyle olan işbirliğine bağlıdır. Onlar"birleşik olarak etkindir ve bağımsız olarak varolanıazlar. Prakrti onlar arasın­daki bir denge durumudur. Akıllı buddhi, etkin zihin olarak meydana gelir. Prakrti yalnızca tüm şeylerin kaynağı değil, aynı zamanda purusa, kendi olarak bilinen şeydir. Üç guna, haz, acı ve sıkıntı olarak üç görünüme sahiptir.

Biz etkin teslimiyeti nasıl elde edebiliriz? Kişi zihninde teslimiyetin kurtuluş olmadığını doğurmalıdır. O, kendi ger­çek doğasının bilinçliliğine Atman ile gelir. Bu maddesel de­ğildir. Bu, kendisine ait olmayan fakat maddeye ait olan haz,

acı ve sıkıntıdan haberdar olur. Bu teslimiyete giden mantık­sal ya da felsefi bir rotadır, çünkü o duyuların, düşünce or­ganlarının ve algılamalarının bir düşüncesidir. Onun bize söylediği şey hakkında düşünerek biz dolaylı olarak Atman' kavrayabiliriz. Böylece o maddenin içinde yer almayacaktır.

Kişisel bir Tanrı olan lsvara için adaylık nedir? Samk- hya Pravacana Sutra'da kişisel bir Tanrının olanaklılığının bir­kaç açık reddedilmesi vardır. Örnek olarak, aşağıdaki metni verebiliriz:

1.95:       lsvara'dan bahseden kutsal metinler özgür kendinin övülmesi ya da mükemmel olarak karşı sa­dakattir. (Radhakrishnan ve Moore, 1957: 448).

1.98:       [Diinyanm] yönetimi, bir durumunda'o/du- ğu gibi prakrti'ye olan yakınlık aracılığı ile olur. (Radhakrishnan ve Moore, 1957: 448)

Sonuç olarak biz çok sağlam olan şu ifadeye sahip olu­ruz:

111.5:   i: 1 O: Kai11tın varolmayışınm değerlendirilme­sinde sonsuz bir Tsvara'ıım ka111tı yoktur (Radhak- rishnan ve Moore, 1957:451 ).

Samthya'da lsvara meydana gelir. O sonsuz değildir.

Pancasikha: çelişkilerin çöziilmesi

Bu dönemin en büyük Hintli filozofu Pancasiklıa idi. O, ikinci binyılın dinsel çıkışlı doğu filozoflarına tarafından bu düşüncelerin pek çoğu için uyum sağlama yolu hazırla­mıştır. O, Samklıya'nın radikal olarak ikicil olduğunu ve gö­rünür bir çelişki taşıdığını fark etmiştir. Bir maddesel sistem yeniden doğumun döngüsü içinde maddesel olmayan bir At- man'a nasıl bağlanabilir? Duygular, bizim teslimiyet arayışı i­çinde olduğumuz bir olgu durumunu nasıl yaratabilir? Ve Atman, maddesel olgu durumundan bir bağlı olmamayı ken­di kendine düşünme içinde nasıl başarabilir?

Bunun böyle olması gerektiği kaanatine sahip olarak -Cher şeyden önce onun ana hatları Upanislıad'larda verilmiş­tir- o Hint düşüncesinin başlangıcından beri bulunan iki nıe- tafor sunmuştur. En draniatik olanı doğru eylemde buluna­mayan kör adam ve eylemde bulunamayan sakat adam (At- man)'dır. Sakat adanı kör adamm sırtına biner ve birlikte yo­la koyulurlar. Hint düşüncesini çok derin bir şekilde biçim­lendiren ikinci görüntü dişi ilke (prakrti), maddesel ve yaratı­cı, ve erkek ilke (purusa), bilme ve yönlendirmedir. Bu cinsi­yet ayırımı pek çok görünüm içinde görünmüş ve yeniden görünmüştür. Samkhya içinde, "prakrti ve onun ürünleri zi­hin maddesini, duyuları, bedeni ve daha fazlasını içerir . . . Purusa bilinçliliğin değişmeyen ilkesidir" (Prabhavananda, 1963: 221).

Yoga

Prakrti ve purusa üzerine temellenmiş olan şema Yoga tarafından paylaşılmıştır. Yoga'nın ayırt edici karakteri antik dönem öğretmeni olan Patanjali (y. İÖ 150) Samkhya'nın eleştirel analizinden gelmiştir, ve Yoga Aforizması içinde oluş­muştur. Yoga metafiziği tanrıcı bir yapıya sahiptir, "yoga"- nın kök anlamı Tanrı ile birliği ifade edecek şekilde "bir- lik"tir. Biz burada bilinen Hindu bölgesinde olarak, Brahman ile birliği başarmak için kendimizi Atman ile kavrarız.

"Yoga" sözcüğü ayrıca elde edilen birlikle ilgili uygula­maları da ifade eder. Zihnin dönüşüm yaşadığı bir basamak­lar dizisi vardır. Zihin yapısı bize kendi gerçek yapısında ol­mayan şeyleri sunar. Algılama bir kişiye bağlı olarak kişinin kendisine olan saygısını düzenler. Bu kendi hoş olan ve hoş olmayan şekillerde düşünceler tarafından etkilenir. Gerçek kendi, purusa, sıradan düşüncelerin karakteri ile değişmez ve etkilenmez. Zihin dinginliği yalnızca eğer purusa'ya ulaşabilir­se elde edilebilir. Yoga'lar, içsel zihin kontrolü uygulamaları olarak purusa'ya ulaşmayı amaçlamışlardır.

Bu değerlendirme içinde bazı felsefi ilgi maddeleri var­dır. Zihnin gündelik yaşantısının düşünceleri katılamaz. Her düşünce bize iz ya da olgunlaşmamış bir biçim bırakacaktır. Samskara bizim düşündüğümüz ve yaptığımız her şey üzerin­de bir etki oluşturmayı sürdürecektir. Purusa'ya ulaşmak için tüm ruhun yenilenmesi gerekir. Bunlar daha önceki yaşantı­nın tümü için samskara'ların artık fazlalıklarına yönelik olarak aşamalar kaydedilmesine bağlıdır. Yoga uygulamalarının ay­rıntıları felsefi bir yapıya sahip değildir. Onlar acı dolu dü­şüncelerin hoş düşünceler ile yer değiştirmesi için ilk olarak yapılması gerekli olan şeylerdir. Ancak sonunda hoş olan dü­şüncelerin de terk edilmesi gerekmektedir.

Budizm

Ani aydınlanma öğretisi

Antik dönemdeki son büyük felsefi okul Budizm'dir. Bu okul ikinci binyıl felsefesini kaplamıştır. Budizm Hint kö­kenli diğer düşüncelerden daha hızlı olarak Asya'nın diğer bölümlerinde, özellikle Sri Lanka ve Çin'den Japonya'ya ka­dar yayılmıştır. Günümüze kadar Hindistan'da bir güç olarak kalmıştır, ve bu nedenle bu araştırmada yerini almıştır. İkinci binyılın felsefi eğilimlerinin daha büyük resmi içindeki onun rolünü kavramak için Budizm'in uluslararası aşamalarının ge­lişimini izlemek gerekmektedir.

Budist öğreti tek kişinin, Siddhattlıa Gauta_ma'nın, öğ­retisinden meydana gelmiştir. Yaklaşık olarak, İÖ 560 yılın­da küçük bir devletin hükümdarının oğlu olarak dünyaya geldi. O, böyle biri için normal bir yaşantı içinde yetişti. Biz onun nasıl bir dinsel lider olduğunun öyküsünü anlatmıştık. İki farklı öğretmen ile çalıştıktan sonra, aydınlanmaya yöne­lik olarak geleneksel bir yol izlemeye karar vermişti. Bu, ya- şamııı zor bir yolu olan bir meditasyondur. Ancak bu da tıp­kı iki öğretmenin olduğu gibi, onu tatmin etmeyecektir. So­nuç olarak, bir ağacın altında meditasyon yaparken, ki bu a­ğaç Aydınlanma Ağacı olarak ün kazanmıştır, o Buda oldu­ğunu açıklamak için ayağa kalkmıştır ve o yeniden doğum döngüsünün ötesine geçmişti. O, teslimiyeti başarmıştı, ve a­çığa çıkan bilgiyi bulmuştu. Bu aydınlanma açık bir şekilde a­ni idi! Bu büyük öngörü diğerlerine nasıl geçmişti? Daha son­ra, Çin'de, Budist hareket aydınlanmanın aniden mi yoksa derece derece mi olduğu konusunda tartışmalar yaşanmıştır.

Budist öğretinin özgün basitliği teslimiyet sorunu üzeri­ne Buda'nın kendisinin dikkatini odaklayarak açıklamaktadır. Gautama teslimiyet konusuna her şeyden fazla olarak yer vermiştir. Başka hiçbir şey insan varlığı için bu denli öneme sahip olamaz.

Ancak ne olursa olsun, Gautama, aydınlanmanın Bu­dist anının doğasının disiplinlerini açıklamak için çaba göster­miştir. O, derin bir metafiziksel ilkeyi, nedensellik ilkesini or­taya koymuştur. Eğer samsara döngüsü kırılırsa, kişinin ilk a­şamada kalmasının nedenini anlamalıdır. Varlık, arzunun et­kisidir. Onun sezgileri ve psikolojik durum basit bir şekilde arzudan ayrılmasına yöneliktir. Nirvana'ya ulaşmak için ev­lenmeme, israf etmeme, başkalarına karşı iyi davranma ve ö­zellikle yaşamın kendisine karşı iyi olma uygulaması yapıl­maktadır. Başka bir ad altında olarak Brahman var olan bu dünyanın aydınlanmamış insanlara karşı birey, bilinç ve acı çeken kendiler olarak Nirvana'ya ulaşmak için önem taşı­maktadır.

İkinci binyılın bakış açısından Budizm'in gelişmiş biçim­leri Çin'de ve Japonya'yı yayılmıştır. Budizm bu ülkelerde hala yoğun etkisini hissetmektedir. Bizim ilgimiz yeniden fel­sefe olarak Budizm üzerine yoğunlaşmaktadır. O, bir yaşam felsefesi ve metafizik ve etik bir sistem olarak önem taşır. Ö­zellikle metafiziksel varsayımlar yaşam uygulamaları üzerinde önemli etkide bulunur.

Burada geleneksel literatürden bazı alıntılar Gautama'- nın kendisinin sözleriyle verilmektedir.

Şimdi bu acının nedeninin soylu doğruluğudur: ye­niden doğuşa yönlendiren bu şiddetli arzu, zevk ve neşe ile birleşmiştir, burada ve orada haz bulur, ya­ni tutku için şiddetli arzu, varolmak için şiddetli ar­zu, varolmamak için şiddetli arzu duyar.

Şimdi bu acının nedeninin soylu doğruluğudur: şid­detli arzunun bir kalam olmaksızm kesilme, terk et­me, vazgeçme, btrakma, bağlı olmama. ( Radhkrish- nan ve Moore, 1 957: 274)

Bu, genel Hint felsefesi geleneği ile tamamen tutarlı­dır. Ancak Nirvana'nın nihilizmi çok derindir. Ve burada Budist kendisinin evren ile erimesinden çok farklı bir şey su­nar gözükmektedir, ve bu Atman'ın Brahman olduğu düşün­cesindedir. Bir disiplin olan Vaccha ile taıtışma içinde, Gau- tama aşağıdaki gibi bir özet yapar:

Kişinin azizin varlığını doğrulayabilmesi ile tüm bi- linçlilikler terk edilmiştir, köksüz kalmışttr ve bir palmiye ağacmın kötü gibi kopanfmışttr ve varof- mayan olmuştur, ve gelecekte tekrar kök salacağm dair bir güvence yoktur. Bilinçli olma konusunda styrtlabi/diği zaman güçlü bir okyanus gibi ölçüle­mez, anlaşılmaz bir yapı ortaya çıkar. O yeniden doğmuştur. (Radhakıishnan ve Moore, 1 957: 292).

Bodhisattva'nm meydana gelmesi

Budizm hızlı bir şekilde iki büyük okula ayrılmıştır. Hi- nayana Budizm de yaşamın amacı Nirvana'ya ulaşmaktır. Burada kişi bir birey olarak kaybolur. Herkes teslimiyet ara­yışı içinde olmalıdır. Ancak ne olursa olsun, eğer bir yaşam felsefesinin genel bir tanımlaması olarak ele alınırsa, kim bu dünyada, hala samsara içinde yaşamayı hak edecektir? Bu so­ru Mahayana okulunun kaynağıdır. Bu tanımlamaya göre gerçekten iyi insan, nihai aydınlanma ve Nirvana'ycı doğru a­dım atmasını erteleyerek bir Bodhisattva olur. O, kendisini diğerlerinin yaşamına adamıştır. Bu durum başka bir soruyu doğuracaktır. Eğer biz Njrvana'yı herhangi bir nedenle erte­lersek, yaşam ve teslimiyet arasındaki boşluğu ne doldura­caktır? Bu hava boşluğu içinde Budistler cennetlerin ve ce­hennemlerin tüm çeşitlerine dahil olacaklardır. Dünyadaki yaşamların milyonlarcası şimdi ve aydınlanma anı arasında Araf bölgesinde bulunmaktadır.

Ayırım Nan Huai-chin (1955:52) tarafından iyi bir şekilde özetlenmiştir: "Mahayana bodhisattva yolunun felsefe­si, dünyaya etkin bir girişin bir tini olarak Hinayana felsefesi­ne eklenmiştir. "

Budist "hareket'' özellikle mezhepçilik açısından do­ğurgan gözükmektedir. Budizm Mahayana okulu kısa bir sü­re içinde Madhyamika ve Yogacara okullarına bölünmüştür. Bunlar Çin ve Japonya'da etkin olan baskın Budist düşünce biçimleridir. Çeşitli Zen okullarının kaynağı olarak da onlar görünmektedir. Ancak, okullar arasındaki ortak unsur aşkın- lığın altı yolunun Mahayana öğretisidir. Çileciliğin merdiveni altı basamaktan oluşmaktadır. Zirvede prajna bilgeliği vardır. İlk yol verme, ikincisi disiplin, üçüncüsü hoşgörü, dördüncü­sü çaba, ve beşincisi yoğunlaşma (meditasyon)'dır. Altıncı a­şama olan prajna beş yolun uygulaması içinde kazanılan er­demlerin bir tür toplamıdır. Ancak bu ahlak felsefesi ile bi­zim bildiğimiz diğerleri arasında büyük bir farklılık vardır. Bu, aşkınlığın bir yoludur. Erdem ve kusurlar arasındaki ayı­rım her bir seviyede aşılmış olmalıdır. Bu aydınlanmanın a­raçları verme ile saklama arasındaki ayırımın terk edilmesi ile gelir. Yeniden Nan Huai-chin ( 1955:52)'den alıntı yapar­sak, "içsel zihin içinde hiçbir hoşgörü ideasına sahip olma­dan, hoşgörülü bir insan olmak olanaksızdır. /1

Buda'nm doğası

Budist düşüncenin çeşitli okullarının yönlendirdiği me- tafiziksel konuları ortaya koymak basittir, fakat kişinin bu yo­la girmesi hiç de kolay değildir. Özsel olarak konu, Buda'nın doğasıdır. Buda, Gautama'nın kişiliği içinde "aydınlanmış bi- ri"dir. O, yalnızca bir insan mıydı? Onun kendisi bunu kaça­mak bir şekilde inkar ediyor gözükmektedir. O, zaman za­man kişisel arzulara sahip biri olarak görünmektedir. Ancak bunun yerine aydınlanmış biri olarak Buda olmaktadır. İki yapı arasında belirsizlik vardır. Daha sonraki Mahayana me­tinlerinde (Kalupahan; 1976:118) Tathata (nesnellik) ve dharmakaya (dharma bedeni) gibi tektanrıcılık düşüncesi vardır. Böylece Gautama'nın kendisi dünyasal görünümlerin bir çokluğunu kendisinde taşımaktadır. Çok sayıda buda gö­rünümü vardır. Aynı zamanda, benim yukarıda tanımlamış olduğum gibi, Prajnaparamita-sutra bir bodhisattva'nın duru­munu elde etmek için tamamen özel bir oluşum öğretir. "Zengin / yoksul" gibi yanlış karşıtlıkların bir dizisini aşmak öğrenildikten sonra, en sonunda "aydınlanmış olmak / ay­dınlanmış olmamak" öğrenilecektir. Böylece yeniden doğum döngüsü olan samsara' dan teslimiyet elde edilir. Bir bodhisat- tva, Nirvana'ya ulaşabilir, bunun için "bilgi" seviyesini elde etmiş olması gerekmektedir fakat böyle yapmayı seçemez. Yine burada bir paradoks gözükmektedir: eğer konuyu kla­sik Hint terimleriyle ele alırsak, Atman'ın Brahman olduğu bilinmektedir. Öyleyse kendiliğinden olarak teslimiyetin elde edilmesi gerekmez mi?

Bu, öğretici öykülerin biçimi içinde Diamond Sutra'da ortaya konur, ancak Prajnaparamita öğretileri içinde çok de­rin bir paradoks gizlenmez. Başkalarına yardımcı olabilmek i­çin, ve bodhisattva'nın aydınlanması içinde bir aşamaya ula­şabilmek için, kişinin yeniden doğum döngüsünün maddesel dünyası olan samsara içinde olması gerekmektedir. Yalnızca böyle bir insan Nirvana'ya ulaşmada diğerlerine yardımcı o­labilir. Ancak yalnızca bunda başarılı olmak, yüksek bir amaç içinde olmak bodhisattva olmak için yeterli değildir. Bodhi- sattva'nın yardımına ve bilgeliğine gereksinimi olan insanlar vardır. Böylece erdemli davranışın koşulları erdemli davranışı olanaksız yapacaktır. Bodhisattva herhangi bir ve tüm duygu­lu varlıkları korumak için fırsat elde etme amacıyla teslimiyet kutsanmıştır.

Zorlukların bu türünün bazıları Madhyamika okulu ta­rafından bir kenara atılmıştır. Gerçekliği gösterebilen kav­ramlar kabaca inkar edilmiştir. Tutarsız düşünceler bizim ve gerçeklik arasında bulunmaktadır. Böylece bodhisattva'nın paradoksal karakteri aydınlatmayı kavramsal olarak formülleş­tirme yolunda olduğu zaman şaşırtıcı değildir. Gautama'nın kendisi için, tek kural yalnızca edimde bulunmaktı. Bizim gö­receğimiz gibi "yalnızca yap" okulu Çin ve Japonya'da kök bulan ve ikinci binyılda filizlenen Budizm'in biçimlerini ege­men kılmaya başlar.

Artık Nirvana için samsara'nın yeniden doğumlarıyla kaplanmak zorunda değildir. Cennetlerin ve cehennemlerin, arafların ve diğer geçici yerlerin aydınlanmayı arayan insan olarak ve böylece teslimiyete ulaşan insan olarak gelişmiş bir işlenmiş şema vardır. Bu yaşamlardan milyonlarca olabilir!

Radikal Bir "Reddetme"

Biz, çeşitli değişimler ve arınmalar aracılığı ile bir dü­şünce hattını izlemiş olduk, ancak onun uzun tarihi içinde Atman / Brahman kavram karmaşası maddeselci olmamıştır. Hindistan'da ikinci binyılda egemen olan felsefenin başlangıç noktası olan Sankaran felsefesinin gücünü kavramak için bi­zim radikal olan ve hatta saldırgan bir şekilde materyalist Ca- varka hareketine dikkati yoğunlaştırmamız gerekmektedir. Bir sonraki bölümde biz materyalizm ve immateryalism ara­sındaki karşıtlığa bakacağız. İmmateryalizm zaferi binyıl için Hint felsefesinin biçimini belirlemiştir.

Hint Düşüncesinde Mantık

Antik Yunanistan'da felsefenin zaferinin birisi, mantık -doğru mantıklamanın forma! ilkeleri- çalışmasının keşfi ve işlenmesidir. Çalışmanın bu alanı, yanlış fikir ve sofızmin bir incelemesi yayılmıştır. Ayrıca kategoriler ve yöntemlerin ça­lışmaları yapılmıştır. Aristo'nun yazılarında belli bir olgunlu­ğa ulaşmıştır. Mantık hala yirminci yüzyılda bile Aristo üzeri­ne temellenmiş metinlerden öğretilmektedir.

Yunan mantığının merkez noktası doğru ya da geçerli tümdengelim tasımlarının ilkeleri ve örnekleriydi. Mantığın diğer biçimleri çalışılmıştır fakat kenarda kalmıştır. Hint mantığı Yunan mantıksal geleneğinin bağımsızlığı içinde geliş­mekle kalmamış, aynı zamanda yeni bilgilere ulaşmak için en iyi uyumu sağlayan ilke ve yöntemlerin bir çalışmasıdır. Tü- mevarımsal mantık zaten bilinen düşünceleri açığa çıkarmış­tır. Çağdaş terminolojide, Hint mantığı tümdengelimseldir.

Bunun nedenini görmek kolaydır. Teslimiyete giden rota bilgi elde edimi, ve özellikle aydınlanma anından önce sahip olunmayan bilgi elde edimi aracılığı ile olur. Tümden- gelinısel mantık yeni bilgiyi elde etmek için kural ve ölçütleri kapsar. Hint mantıkçıları syllogisnı (tasını) üzerine yorumla­malarda bulunmaktadır, fakat tümdengelimsel mantık, keş­fetmenin bir mantığı için ikinci bir yer alır.

Budistler sofistike bir tümevarımsal mantık geliştirmiş­lerdir. Burada merkez nokta Gautama'dır. O, halk tartışma­ları ile insanlara aktarılır. Tasımsal mantık konusunda ilk bü­yük tez olan Naya-sastra MS 400 yılında oluşturulmuştur. Burada iki önermeden bir sonuca ulaşılır. Bunun şöyle bir genel biçimi vardır.

A, B'dir

B, C'dir

A, C'dir

Bu önermeler çeşitli şekillerde nitelendirilebilir, ve böylece biçimsel yapıların bir çeşitliliği ortaya konulmuştur.

Deneysel sonuç çıkarma bölgesine genişletildiği zaman, Budist mantıkçılar Yeterli Us Batılı ilkesine çok benzer bir şey ortaya koymuştur (Vibyabhusana, 1971: Bölüm il).

Ancak ne olursa olsun, Hint felsefe geleneği içinde mantık üzerine en önemli kitap Tattva-cintamani'dir. O, yir­minci yüzyılda düzenlenmiştir. Kitapta dört ana konu vardır. Bunların her biri bir savı ortaya koymaktadır.

1.   . Algılama konusu, duyular aracılığı ile elde edilen bilgi a­lanlarını kaplar. Bir iddianın geçerliliğinin bilinçliliği, iddia ile birlikte mi gider? Tabii ki hayır. Geçerliliği nasıl saptayaca­ğız? Yanıt çarpıcı bir şekilde çağdaş ifadeler taşır.

Bu bilgi geçerlidir çünkü o verimli olan etkinlik için yardım edicidir; verimli olan etkinlik için yardımcı olmayan herhangi bir şey, bilgi değildir (Vidyabhu- sana, 1971:409).

Uygunluk, verimlilik işareti olarak ortaya konur.

2.     Sonuç çıkarma. Mantık konusu altında taıtışılan bir us­lamlamanın. genel karakterine sahiptir. Önemli unsur öner­meyi izleyen sonucun nedeninin yeterli bir usu olarak hizmet eden öğrenmedir. Bir tasımın tam gelişimi bir analiz türü ge­rektirir. Burada önermelerin varsayımları adım adım açık kı­lacaktır.

3.     "Karşılaştırma" öğretisi tümellerin altındaki tikellerin kap­samasıyla ilgilidir. Genel sözcüklerin bilgisi sonuç çıkarmadan farklı olan kavrayışsal bir edim gerektirir, çünkü aynı ve fark­lı olan herhangi bir şey içinde çok sayıda sonsuz yol vardır.

4.     Son bölüm bilgi taşıyan eylemsel bir rapor altındaki ko­şullar ile ilgilidir. Savın bu bölümünün yenilikçi görünümü nesnelerin yeniden toparlanmasının algı ve konuşması arasın­daki yazar ayrımıdır. Her ikisi de bilginin geçerli kaynağıdır.

Böylece bu araçlar aracılığı Atman'ın Brahman olduğu­nu bilmeye ulaşan aydınlanma sağlanacaktır.

Sonuç

Antik dönem Hint felsefesi Upanishad'lar ve diğer me­tinler ile temsil edilmiştir, ve üç ana ve ayn geleneğe gelişti­rilmiştir. Burada onlar arasında ortak olarak bulunan büyük bir yapı vardır. Her biri maddesel varlığa, samsara'ya bağın korkusunu ortaya koymuştur. Her biri teslimiyet için, mokşa için, yeniden doğumun döngüsünden kaçış için gerekli olan gereksinimi vurgulamıştır. Her biri teslimiyet için bir tekniğe sahip olan bir metafiziksel şema üzerine temellenmiştir. At- man'ın Brahman olduğunu fark etmek aydınlanma anıdır. Bu bilgilendirme sonucunda dünyaya ait her şeyden arınmak ge­rekmektedir. Daha sonra bireysel bencillik duyumu kaybola­caktır. Atman, Brahman olmuştur.

NOTLAR

' Klasik Hint felsefesinin kavrayıcı bir araştırması için Ninian S- nıart'ın World Plıilosophies ( 1 999), 2. bölüme başvurmaktan daha iyi kaynak yoktur.

2 Klasik Hint felsefesinin "ana okulları" filozofların ve felsefelerin daha zengin bir düzeninden seçme yapılarak hazırlanmıştır.

3

İkinci Binyılda Hint Felsefesi

Yaklaşık olarak 1150 yılında küçük bir grup insan Ta- mil Nada'nın küçük bir kasabasına yakın ormanlık bir bölge­de yaşıyorlardı. Onlar hayvancılık ile uğraşıyorlardı. Ancak aralarından biri bu arazi içinde kaybolmuştu. Diğerleri onun artık bulunamayacağını düşünerek geriye dönmemişlerdi, ve o ormanın içinde gerçekten ölebilirdi. Ancak her nasılsa, bir süre sonra onu bırakıp gidenlerden biri olan bir avcı ve karısı geri geldiler. Ona kuyudan çektikleri sudan getirmişlerdi. Onların hayatını kuıtardıkları adam Ramanuja'dan başkası değildi.

Geleneklere baktığımız zaman biz Hint felsefesinin kav­ramsal coğrafyası içinde iki sabit noktaya sahibizdir. Kozmik bir düzlemde ise kişinin değişmeyen özü Atman bulunmakta­dır. Onlar birbiriyle nasıl ilişkide bulunmaktadırlar? Klasik bakış açısına göre onlar özdeştir. Kişiliğin sonsuza dek yaşa­ması olanaksızdır. Kişisel varlık, bir birey olarak, yalnızca nesnelerin yanlış görünümü olan maya içinde hapsedilmiştir. Kişi sonsuz yeniden doğuş, samsara döngüsü içine girmiştir. Kozmos bir kez doğru bir şekilde görüldüğü zaman, bencil­likten arınma ve bir bireysel bilinç olarak varoluştan arınma başarılmış olur.

İlk biııyılın son bölümünde, Upanishad felsefesine San- kara ( 788-820) tarafından belli bir şekil verilmiştir. O, U- panishad'ın Yedik geleneğinin ana hatlarını ortaya koyan iyi bir yorumlamada bulunmuştur. Ancak, o analitik ve kritik duyu içindeki felsefe olarak hiçbir zorluğa sahip olmayan kavram ve tartışmaların bir çerçevesi içinde bunu yapmayı düşünmüştür. 1

İkinci binyılı büyük ölçüde etkileyecek olgular MS 1 000 yılından önce dokuzuncu yüzyılda ortaya konmuştur. Sankara'nın idealizmi Hint düşüncesini antik dönemde oldu­ğundan farklı bir yere taşımıştır. İkinci binyıl içinde Hint fel­sefesi genel olarak idealisttir. Sankara'nın etkisi uzun süreli ve derin olmuştur.

Onuncu ve on birinci yüzyıllar içinde Hint felsefesi, dinsel bir geleneğin sonucu olarak görünmektedir. Ari felse­fesinin "katı" analitik türüne bir tepki olarak, Brahman ve Atman'ın soyut ve entelektüel kavramlarını ön plana çıkar­maktadır. Daha sonraki Orta Çağlar'da Hıristiyanlığın etki­sinden bahsetmeden önce "antik" Hint felsefe geleneği felse­fi öngörünün bir kaynağı olarak Aristo'ya dikkat çekmek ge­rekir. Vishnu ve Shiva tanrıları etrafında gelişmiş olan dinsel hareket için felsefi düzlem bu düşünürden ödünç alınan bil­giler ile gerçekleştirilmiştir.

Ayrn zamanda, büyük filozof Sankara tamamen idea- listik bir metafizik oluşturmuştur. Bu, popüler materyalizm­lerin ortadan kaybolmasıyla aynı zamana rastlamıştır. Bunu kişisel ölümsüzlüğün kozmik bir şemasının görünümü izleye­cektir. Ramanuja'nın çalışması içinde, popüler dinin kişileşti- rilmiş karakteri yüksek derecede bir felsefenin geleneği ile kaynaşır.

Sankara'nın idealizminin gücünü anlamak için bizim materyalizme (Lokayata) daha yakından bakmamız gerek­mektedir.

HİNT MATERYALİZMİ

Materyalistler genel olarak Carvaka'nın takipçileri ola­rak düşünülürler. Bu tanrıcı olmayan ve kuşkucu materya­lizm karşıtlarının yazılarında Carvakan öğretilerinin sunumu olarak bilinmektedir. Binanın iki temel sütunu vardır, bunlar­dan biri din karşıtlığı ve diğeri ussallık karşıtlığıdır.

Materyalist Öğretiler

Mablava'nın kitabı Sarvadarsanasamagrada'da bazı sal­dırgan Cirvakan öğretileri ortaya konulmuştur.

Bu okulda dört öğe ...özgün ilkelerdir; yalmzca bunlardan, bedene dönüşüm sağlandığı zaman, akıl üretilir. Bu belli bileşenlerin karışımından meydana gelen bir güçtür; bunlar akıl ile yok edildiği zaman akim kendisi ortadan kaybolur . . . herhangi bir kendinin bedenden uzak olduğuna dair hiçbir kamtı yoktur. (Radhakrishnan ve Moore, 195 7: 229}

"Ben' zayıfım" gibi bir ifade materyal nitelik ve "aynı özne (beden) içindeki kendi-bilinçliliği" taşıdığı için materya­list şema içinde anlama sahiptir.

Sankara aşağıda olduğu gibi özlü bir şekilde savaşmak istediği materyalizmi özetlemiştir.

Bu dünyadan başka bir dünya yoktur; hiçbir cennet ya da cehennem yoktur. Siva bölgesi ve benzer bölgeler akılsız birileri tarafından icat edilmiştir.

Cehennemin aosı düşmanların meydana getirdiği sıkıntılardan kaynaklamr . . . özgürleşme [teslimi­yet] (mokşa) yaşam nefesinin sona erdiği ölüm­dür. (Radhakrishnan ve Moore, 1957: 235)

Bu güçlü fikirler sezgilerin sonucu değil, sıkı bir kuşku­culuğun sonucudur. Filozof Janara.Si bilgi elde etmek için tü- mevarımsal araçların sınırlamaları üzerine (JrvJkan) görüşleri­ni oıtaya koymuştur. Algılama bizim gerçekten gördüğümüz şeyin ötesinde hiçbir şeyi ortaya koymaz. Nedensellik basit bir şekilde akıldışılıktır. "hiçbir şey bir nedenin zorunlu ol­masının bir nedenini belirlemez. " Aynca biz etki ve tepkinin ne olduğuna karar vermek için belli bir düzeneğe sahip deği- lizdir. Biz bir ineğin boynuzlarını belli bir ardışıklık içinde al­gılarız fakat onu ilk gören kişi onu daha sonra gören kişinin nedeni değildir. Tümevarım, bizim yalnızca tikel olarak algı­ladığımız gözlemlerin genelleştirilmesinden ibarettir. Bu ne­denle biz tümel bir ifadeyi başka bir tümdengelim önerme olmaksızın doğru kabul edemeyiz.

Bütün bunlar güçlü olgulardır. O, dokuzuncu yüzyıl döneminde popüler olmuştur. Din ve teslimiyet arayışı taraf­tarları genel olarak derbeder kişiler olarak görülmektedir. Sankara'nın öğretilerinin yönlendirmesiyle kuşkuculuk ve materyalizm reddedilmektedir.

YARGILARIN ANALİZİ

Sankara 788 yılında doğmuştu. O, çalışmalarının bü­yük bir bölümünü gençlik yıllarında tamamlamıştır. Kısa ya­şantısının çoğu antimateryalist bakış açısını yaymak amacıyla seyahatlerde geçmiştir. Onun dini güçlendirme çabalan pra­tik yaşantı içinde tapınakların inşa edilmesi ve dinsel toplu­lukların oluşmasına da yol açacaktır. O, 820 yılında kendi kurmuş olduğu tapıııakların birinin yakınında ölmüştür. Pek İkinci Binyılda Hint Felsefesi

çok Hintli akademisyen onu Hint kültürünün yetiştirdiği en önde gelen filozof olarak görmektedir. Onun çalışması, bi­zim alışkın olduğumuz analitik düzlemde "felsefi" olarak ta- nınılanınaktadır. Onun tekniği mantıksal ve kavramsal öğreti varsayımlarına derin bir şekilde bakmak, ve buradaki mantı­ğa büründürme temel örneklerini incelemektir.

Mantıksal ve Varlıkbilimsel Yapılar

Doğrulama Kavramı

Sankara tarafından geliştirilen temel mantıksal kavr.:ım doğrulamaktır. Bu, hata ya da yanlışların doğrulanmasıdır. Bir yargılama bazı uslar için doğrulama yaptığı zaman, biz yanlış olan ya da yanlış yönlendiren şeyin ne olduğunu göre­biliriz, ve bunu yaparak başka ve daha iyi bir yedeğini yerine koymamız gerekmektedir. Algılanmış maddesel dünya ve bi­zim kendi doğamız hakkındaki yargılamalar doğrulanabilir, böylece dünya ve bu doğalar gerçekliğin bileşenleri değil, görünümler olmalıdır. Böylece biz "varlığın mantıksal bir zinciri"ne sahip oluruz. Doğrulanabilen herhangi bir şey, kendisini doğrulayandan daha az bir gerçekliktir. Maddesel ve deneysel dünyanın sonucunun evrenden daha az gerçek olduğu sonucunu görmek kolaydır. Gerçeklik herhangi bir şeyle doğrulanamaz. Gerçek olmayan şey ne doğrulanabilir ne de doğrulannıayabilir.

Uygulama alanında, görünüm özne / nesne ayrımı i­çinde çerçevelenmiş bilme ıııodu olduğu için bir şey (nesne) bir kişi (özne) için belli bir şekilde gözükür; bu ayırımın aş- kınlığı genel olarak görünümlerin doğrulanmasına yönlendi­recektir. Bu şekilde, biz Brahman ve Atman'ın bir olduğu bil­gisine ulaşacağız. Derin birlik görünüm açısından hiçbir yere sahip değildir. Bu yalnızca Brahman ve Atman'ın özdeşliğinin biçimsel bir kanıtıdır. "Brahman" deneyimi yaşayan kişi tüm ayırımları aştığı zaman doğrulanamayan gerçeklik olarak, öz­ne ve nesne arasında birleşme sağlayacaktır. (Pulingandla, 1 975: 222-3). Bu birleşme Atman deneyimidir. Brahman deneyimi hem yaşanır hem de yaşanmaz.

Görünümler

Sankara'nın sistemi içindeki temel varlıkbilimsel kav­ram maya'dır. Pulingandla ( 1 975: 216-17) maya'nın yanlış yönlendirilen bir "yanılsama" olduğu konusunda ikna edici bir tartışmada bulunur. Sankara onu en az aşağıdakileri içe­recek şekilde kullanır: "gerçeklik olarak görünümlerin tutarlı bir eğilimi"; "görünüm ve gerçeklik arasında.ki farklılığı bil­mememiz"; ve son olarak, "varlığın çeşitlilik dünyası içinde olan Brahman'ın yaratıcı gücü." Maddesel dünya, varolma­yan duyusu içinde yanılsama değildir. O bir görünümüdür fakat Brahman olan gerçeklik içinde kök salmıştır.

İşlerliği olan Sistem

Bu şemadaki temel varlıkbilimsel kavram altkavramla- rın bir üçlü yapısıdır: gerçeklik, görünüm ve gerçek olmayış. Bu üçlü yapının üyelerinin doğrulanabilir kavramına ilişkin o­larak mantıksal bir şekilde açıklanması gerekmektedir. Algı­lanmış dünya isimlerin ve biçimlerin eklenmesi yapısının al­tında bize görünür, böylece bizim maya deneyimimiz doğru­lanabilir: Bu maddesel dünya vardır fakat ne gerçektir ne de gerçek değildir. Yalnızca Brahman gerçektir, ve yalnızca var­olmayanın gerçek olmadığı tek şey odur. Maddesel dünya­nın tersine olarak, varolmayan ne olduğuna dair bilgimiz güçbela düzenlenebilir. O yalnızca mantıksal dönüşümlerle acı çekebilir.

Bu eleştirel felsefe kavramların ve kavramsal sistemle­rin çeşitliliği ve etkileşiminin bir çalışmasıdır. O, bir yaşam felsefesi sergilemesi değildir. Sankara Atman / Brahman öğre­tisini ön plana taşımıştır, ve eleştirel analiz için bu kavramın doğrulanmasını kullanmıştır.

Brahman ve Atman hakkındaki doğrular daha yüksek düzene sahip doğrulardır. Bunlar "teslimiyet" mokşa kavra­mını içerirler. Klasik dönemin tüm Hintli filozofları, Brahman ve Atman'ın bir olduğu düşüncesine sahiptirler. Çok fazla kendi var gibi görünse de aslında yalnızca bir kendi bulun­maktadır. Sankara daha düşük doğrular için olanak tanımış­tır, ve bunlar gündelik yaşamın ve ortak duyunun doğruları­dır. Bu seviyede çok sayıda kendi olduğu doğrudur, fakat çok açık olarak, gündelik yaşantının içeriği içinde Brahman'­ın kişisel tanrı, lsvara olduğu daha düşük bir gerçekliktir. Bu felsefeyi ikinci binyılın en önemli filozoflarından biri olan Ra- manuja kurmuştur. Bunu kısmen Sankara felsefesini karakte- rize ettiği gözükülen yapay bir farklılık ile derin birliğin bir­leştirilmesine bir tepki olarak ortaya koymuştur.

TESLİMİYET'TEN KURTULUŞA

Ramanuja tarafından kurulan felsefe okulu binyılın dö­nüşüm dönemine rastlamıştır. İleride göreceğimiz gibi Hint düşüncesinin temel yapısı önceki binyıl içinde kurumuş ve neredeyse değişmeden miras olarak kalmıştır. Ancak siste­min yorumlanması üzerinde konuşulan konudur. Ramanuja'- nın eleştirel kavramsal analizinin Sankara'nın çalışmasının ra­kibi olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Dikkatli bir araştırma altında iki kavram kişiliğin gerçek özünü oluşturmaktadır. Bunlar Atman, ve tüm varlıkların zemini olan Brahman'dır. Acaba Atman teslimiyet aracılığı ile kişisel özdeşlik taşıyan bir ruh mudur, ve acaba Brahman, Tsvara'dan farklı bir adda kişisel bir Tanrı mıdır? Sankara'nın her iki soruya da olumsuz yanıt vermiş olmasına dair küçük bir kuşku olabilir. Ramanu- ja genel olarak Hindistan'ın en önemli filozoflarından biri o­larak kabul edilmektedir. En azından yapı oluşturduğu için böyledir. O, klasik Hindu felsefesini kozmik azametten yer­yüzüne indirmiştir. Yüce Varlığın rolünü kişisel bir Tanrıya indirgenmiştir.

Ramanuja 1O17 yılında Güney Hindistan'da bulunan Tamil Nada'da dünyaya geldi. O, bir ortodoks Brahman ailesinde doğmuş ve evde eğitim almıştı. Ancak onun anne tarafından büyükbabası Yamuna disiplininin tanınan bir öğ­retmeniydi. Ramanuja resmi eğitimini tamamladıktan sonra evlendi, kendi sınıf ve kastının görevlerini yerine getiriyordu. Ancak büyükbabasından ona bir şeyler geçmişti ve o Yada- vaprakara ile çalışmaya başladı. Ramanuja gelişiminin bu aşa­masında bile, erdemli yaşam olarak bir meditasyon hayatı i- deasından tatmin olmamıştı. Onun öğretmeni ile olan tartış­ması neredeyse hayatına mal olacaktı. Büyükbabasının örne­ğini izleyerek Yamuna ile çalışmaya başladı, fakat kısa bir sü­re sonra yaşlı adam öldü. Katı Brahman düşüncesini izleme konusunda gönülsüz olarak, bir "iç" kast olan Kancipürna'da bir öğretmen ile çalışmaya başladı. Başlangıçta toplumsal sı­kıntılar onların ilişkilerini kuşatmıştı. Bu dönemde Ramanuja başka bir öğretmen yerine Kaşmir'e görevli olarak gitmişti. Burada Bhadara'nın çalışmalarını inceleyecekti. Bu inceleme onun ufkunu açtı. Antik metinler ve Samkhya geleneğinin yeni bir yorumlamasını kafasında oluşturmaya başladı. Bu yolculuk onu tüm diğer sınırlamalardan özgür kıldı ve kısa bir süre sonra büyük çalışması olan Sri Bhasya'yı yazdı. Bun­da ve diğer çalışmalarında Hint felsefesini bu dünyaya doğru çevirmiştir. Tanrısal görevler yerine halka hizmet etmeyi ön plana çıkarmıştır. O 112 7 yılında ölmüştür. Bu tarih onun ömrünün 1 20 yıl olduğunu göstermektedir. Benim düşünce­sine başvurduğum yetkililer bu kadar uzun bir ömrünün ol­masının doğru olduğunu düşünmekteydiler. (Bu ilginç ada­mın yaşam ayrıntılarının daha fazlasını öğrenmek için Laks- hamma, l 990 kitabına bakınız.)

Brahman Nedir?

Hint kozmosu Brahman'dan başka bir şey değildir. Her şeyin özü ve kaynağı olan sürekli ve bilinmez bir yapıdır. Fel­sefe okulları temel konularda uzlaşmışlardır, fakat "Brah­man" kavramının değerlendirilmesinde çok derin ayrılıklara sahiptirler. Ramanuja Brahman'ın öz açısından kendisini dün­yaya dönüştüremeyeceğini ve değişmez kaldığını söylemiştir. Bu konuda o katı materyalist bir düşünce ile mücadele et­mektedir. Onun konuya yaklaşımı nasıldır? Çok fazla bir a­nalitik filozof olarak yaklaşmaktadır. Onun kullanmış olduğu teknik uygulamalardan 1. bölümde bahsetmiştik. O, karşılaş­tığı koşulların varsayımları içinde bir çelişki arayışındadır. Bu­nu bulmak kolaydır. Eğer Brahman gerçekten maddesel dün­ya ise bu dünyanın karakteristik yapısını bozmak ya da çü­rütmek ile suçlanacaktır. Ve bu Brahman'ın özünün bir çeliş­kisidir. O, hem yetkin ve değişmeyen ve hem bozulmuş ve çürümüş olamaz. Bunu Brahman'ın onun özünden ayrı bir beden olarak samsara maddesel dünyasını vücuda getirebile­cek tek şey olduğu izler. Tsvara, kişisel Tanrı Brahman özü­nün bir görünümü olamaz. Onun varlıkbilimsel olarak ayrı olması gerekmektedir. Eğer bu öğretiyi doğru olarak anla­mışsam, maya kozmosun yanlış bir görünümü değildir, o doğru bir bakış açısının kesişim noktası olabilir. Bu yalnızca sınırlı insan gücünün sahip olabileceği bir görüştür. O, Brah­man ve Atman'ın bir olduğu bilgisine sahiptir. Aydınlatılmış olmak ve aydınlatılmamış olmak birbirinden farklı olarak bili­nen maddesel dünya olarak kendisini ifade etmeyi sürdüre­cektir.

Bu sonucu akılda tutarak, bizim materyal dünyanın te­mel bir nedenselliğini, ortaya koymamız gerekmektedir. Gö­rünüm ve gerçeklik arasındaki ayırımı sürdürerek, artık maya dünyasına girerek Ramanuja dünyanın kendi içinde sıradan maddesel algılanabilir niteliklere (gung'lar) sahip olmadığı görüşüne sahiptir. Onun psikolojik bir yapıya sahip olması gerekmektedir. Bu antik filozoflar tarafından kullanılmış olan bir düşüncedir.

Sattva, rajas ve tamas, sırasıyla haz, tutku ve karanlık ifadelerinin kullanımıdır. Sanırım bunların kişisel psikolojik kuwetler olarak okunması gerekmektedir. Çünkü bu öğ­retinin tamamı genel bir etkin olarak doğal nedensellik çer­çevesi içinde ifade edilmiştir. Maddesel düny!l gündelik algı­lamanın sıradan algılanabilir nitelikleri aracılığı ile insanların deneyim yaşamasına neden olmaktadır.

Ramanuja'nın mantık görüşü sistem içinde önemli bir rol oynamaktadır. Çünkü "Tanrı" duyuların ötesindedir. Hiçbir deneyim Tanrının varlığını ortaya koymamaktadır. Bunun ötesinde Brahman doğasının içinde maddesel dünya olarak saf, biçimsiz varlıkların bulunduğuna yönelik bir ikici­lik düşüncesine sahip olan bazı filozofların döneminden farklı olarak, Ramanuja aynı varlık içinde hem birlik hem de farklı­lık olmayacağın konusunda ısrar etmektedir. Bir varlığın nite­likleri kendisinden farklı değildir. Dasgupta'nın işaret ettiği gibi, bu düşünce Batılı filozoflar için bilinen bir düşüncedir. Leibniz'in ünlü düşüncelerini çağrıştırmaktadır. Brahman'ın vücuda getirdiği dünya kendisinden biraz farklıdır.

Bu Sistemdeki İnsanlar Nelerdir?

Ruhun Bireyselliği

Hindistan'da çok erken dönemlerde felsefe okulları ol­muştur. Buralarda bireysel ruhun "gerçeğin" tartışılan konu­lardan biridir.2 "Ruhun" çok katlılığı başka bir maya görünü­mü olarak bilinmektedir. Ramanuja ve benzer düşünceye sa­hip olan düşünürler çok sayıda kendi kendine bilirçli olan varlık olduğu konusunda ısrarlıdırlar. Ruh beden içine yerleş­miştir, fakat bir odayı, saran bir lamba ışığı gibi etrafı kuşat­maktadır. Ruh .tarafından emilen ışık bilgidir.

Hareket özgürlüğü sorunu

Ancak Tsvara'nın bedeninin içinde olan bir dünyada özgür hareket olabilir mi? Batı avrupa bakış açısından Hint düşüncesine bakan herhangi biri Ramanuja tarafından MS 1070 yılında ortaya konulan felsefe Malebranche ve yedinci yüzyıldaki Occasionalistler (Vesileciler) tarafından ortaya konan felsefeye büyük benzerlikler taşımaktadır. Tsvara arzu­lar ve istekleri formüle etmek için bireye "ruh" özgürlüğü verir, ve böylece onların gerçekleştirdiği materyal dünyayı düzenler.

Teslimiyet teknikleri

Ramanuja felsefesinde teslimiyet çubuğu hala bilinmez­dir (aridya). Bu, olumlu bir şeydir, çünkü en azından dünya­sal arzuların karmaşıklığı bir önsezi yoksunluğu olarak görül­mektedir. O gelir çünkü kendi, madde ile- temas halindedir. Ramanuja'ya göre teslimiyet olanaklıdır, bu yalnızca entelek­tüel bir önsezi nedeniyle değil, dünyayı doğru anlama nede­niyle de böyledir, fakat kendi kendini kontrol ve çalışma ge­rektirir. Felsefe bu uygulama repertuan olarak din ile kay­naşmıştır.

Kişisel kimlik

Râmânuja gerçekte Yâmunâ altında çalışmamıştır. An­cak ne olursa olsun ondan Sankara karşıtı çok sayıda düşün­ce öğrenmiştir (Dasgupta, 1 940: 101-2). Ramanuja bu etki altında Vedanta'nın sistematik felsefi gelişimini planlamıştır. Veda bir kişisel tanrı lsvara'nın varlığı ile uyumludur. Onun teslimiyetten sonra kişisel kimliğinin devamı içinde inanç ile uyumlu olması gerekmektedir. Yeniden doğum döngüsün­den kurtulduktan sonra, ve böylece maddesel varlığın kendi­sinden kurtulduktan sonra, kişisel kimliğin yaşamını sürdür­mesi gerekmektedir. Kendi biçimsiz ve değişmeyen Brah­man'a dağılmaz.

Ramanuja'nın sorduğu soru Hint felsefesi içinde ikinci binyıl için biçem oluşturur. O, binyılı anlamlı kılan yapay bir bölünme sağlar, çünkü bu soruyu daha önce hiç kimse sor­mamış görünmektedir. Brahman ile birleşme içinde hiçbir ki­şisel kimlik yok ise, teslimiyete ulaşmak için tüm bu çaba ve kendini-inkarı neden yapmalıyız?

Burada temel bir felsefi sorun ortaya konulmuştur: E­ğer her bir insan varlığı, Atman olarak, aynı zamanda Brah­man ise, ve samsara'nın açığa çıkmasından sonra, kendi ya da ruh geldiği yere geri döndüğünde, bu başkalaşım aracılığı ile kişisel kimlik nasıl korunacaktır? Birbirine yakın bu sorularda ortak olan şey samsara'nın kendisidir, yani yeniden döğumla- rın döngüsü aracılığı ile kişisel kimliğin korunmasının zemini­nin ne olduğudur? Eğer yanıt Atman olarak kendi ise, ve At man "değişmeyen" Brahman ise biz Ramanuja'nın ortaya koyduğu başka bir sorunla yüzyüze geliriz. Eğer insanın ken­disi ve Brahman özdeş ise, değişmeyen bir şey ile değişen bir şey arasında nasıl bir ilinti vardır? Bizim için iyi olan şey, Ra- manuja'nın felsefi tartışmaların metinlerinin Radhakrishnan ve Moore tarafından ayrıntılı olarak ortaya konulmuş olma­sıdır.

Farkhhk İlkesi

Ramanuja tüm kavramların farklılık ilkesinin konusu ol­duğunu söylemiştir. Başka bir şeyden farkı ele alınmadan hiçbir şey bilinemez.

Ramanuja tartışmayı kök ve içerik açısından farklılaştır­mış olan sözcükler üzerinde düşünme ile sürdürür. Böylece onlar farklılıklardan yoksun bir şeyin bilgi elde edilmesi için bir aracın olamayacağını ortaya koymuş olacaklardır. Ancak bizim teslimiyet için gereksinim duyduğumuz şey yalnızca bu bilgidir. Ve böylece algılama için, algılanmış bir şeyin olması gerekmektedir. Bu, her şeyden farklı olarak belli bir türe sa­hip olmak anlamındadır. Aynı şey sonuç çıkarma için de ge- çerlidir. Sonuç çıkarma için gerekli olan şey farklılık olgusu­dur.

Şaşırtıcı ve kaçınılmaz sonuç algılamanın yalnızca Var­lık olarak açığa çıkamayacağıdır. Deneysel, olgusal ifadeler, biz farklılığı ayırt etmedikçe anlamsızlaşacaklardır. Bir adam bir bufalodan memnun olmadığı zaman neden bir at arayışı­na girer? Ve eğer algılama yalnızca bir şey ise, farklılığın ol­maması durumunda, her şeyin bir kavrama eylemi içinde kavranması gerekmektedir. Ancak biz bunun olmadığını bili­yoruz. Bunun ötesinde, aynı mantık çizgisi ile, çokluluk ger­çek değildir. Karşıtlıkların, doğrulama ilkesi aracılığı ile nasıl çözülebildiğini görmek kolaydır. Hatalı bir yargılama daha iyi bir yargı ile doğrulandığı zaman, daha önceki yargılamanın durumu ne olacaktır?

Ramanuja'nın radikal sonucu yalnızca Varlığın gerçek­liği oluşturamayacağıdır. Ya da bazı alanlarda söylenmiş ol­duğu gibi Brahman tüm farklılıklardan yoksun değildir. Ger­çekten de Ramanuja Brahman'ın sıradan kendilerin mükem­mel dışılığından yoksundur ve onların vücuda getirdiği mad­de, maddesel dünyanın maddesidir. Samsara'ya olan bağ, B­rahman'ın bedenine olan bağdır. Brahman kendi içinde çok- luluğu taşımaz, çünkü, kendi gücünün ortaya konması gibi, maddesel dünya gerçektir fakat onun gerçek doğası görü­nüm ile örtünmüştür.

Kendini Koruma

Bilinçlilik kendinin bir niteliği olduğu için, biz "bilinçli- lik öznesinin ... sürekli olduğunu" görebiliriz. "Onun niteli­ği olan bilinçlilik, neşe, keder ve benzerlikten farklı değildir . . . ve bir sona ulaşır" (Radhakrishnan ve Moore, 1 957: 546). Bilinçli özne, "bilinçlilik" niteliğine sahip olarak, ger­çektir. Bunun ötesinde " 'Ben' yalnızca kendinin bir niteliği değildir ...fakat o kendinin doğasını oluşturur" (Radhak- rishnan ve Moore, 1957:547). Böylece o samsara'dan tesli­miyet ya da aÇ1ğa çıkma durumu içinde kalır. Teslimiyet kurtu­luş olmuştur.

Bilgisizlik de düşünüldüğü gibi bir şey değildir. Maya varlığın çokluluğunun açıklaması olamaz. Bu durumda tesli­miyet nasıl gerçekleşebilir? Antik dönemde işlerliği olan for­mül çok açıktı: bilgisizliği aşarak. Bu Brahman'ın Evrensel Kendi olduğunu anlama ile olmaktadır. Böyle değil diye a­çıklar Ramanuja. Kurtuluş "tapınan kişinin içten meditasyon aracılığı ile en yüksek kendi tarafından" etkin bir müdahaleyi gerektirir (Radhakrishnan ve Moore, 1957: 552). Ramanu- ja'nın analitik felsefesinin biçemindeki küçük bir gelişme o­nun ölümünden sonraki yüzlerce yıl içinde bile meydana gel­memiştir. Ancak ne olursa olsun, kişisel bir Tanrı "niteliği" büyük bir etki yapmıştır. O, etkin bir şekilde kişisel Tanrı'- nın nedenini ortaya koymaktadır. Vishnu için çok sayıda ta­pınak yapılmıştır. Isvara'nın gerçekleşmesi içinde böyle bir durumun olması gerekmektedir.

Sanırım sonraki 900 yıl boyunca Hint düşüncesi en derin öngörülerin öğretisi ve sunumu etrafında dönmüştür ve Sankara ve Ramanuja'nın taraftarları arasında sonuçsuz tartışmalar yaşanmıştır. Hiçbir şey çözüme ulaşmamıştır. Moğol istilası ile İslamiyet'in bölgeye yerleşmesi ve İngiltere aracılığı ile Hıristiyanlığın etkisinin ortaya çıkmaya başlaması Hint düşüncesi etkisi altına almıştır.

BATiNiN ETKİSİ

Yaklaşık bin yıllık bir dönem ortaya konulan kavramlar ya da sorunların kökünde hiçbir derin ve temel değişikliğin olmaması ile geçmiştir. Biz antik dönemde Brahman, Atman, maya, samsara, prakrti, purusa ve bilgi aracılığı ile teslimiyet gibi anahtar kavramların var olduğunu görmüştük. Çok sayı­da felsefe okulu ortaya çıkmıştır. Bunlar genişlemiş ve binyıl içinde kaybolmuşlardır (bkn. Prahavanda, 1963, kitap 5). Biz onlarm çok sınırlı bir örneğini ele aldık, fakat umarım iki binyıl Hint düşüncesi daha fazla rafine edilmiş, ve temel bir sistem şeklinde gözden geçirilmiş olarak ortaya konur. İlk binyıl sırasında yaşamm Yedik felsefesi analitik bir değerlen­dirme elde etmiştir. Aynı zamanda, o Sankara'nın çalışması içinde tamamen gerçekleştirilmiş olarak görünen analitik bir felsefe türünün ötesinde değişikliğe uğramıştır. Yoga açık bir şekilde Vedanta'nın daha az versiyonudur, daha rafine edil­miş bir Yedik yaşam tarzıdır. O, ağırlıklı olarak, kavramların felsefi analizinin sonucu değildir. Hint düşüncesinin öyküsü­nün bakış açısından, felsefenin her iki seviyesindeki tek geli­şim Hindistan3 sınırlarının ötesinde etkide bulunması ve ikin­ci binyılın sonunda dünya ölçeğinde bir etkinlik içinde olma­sıdır. Budizm'in Çin'de olağanüstü bir dönüşüm sağlaması bir sonraki bölümde ele alınacaktır.

Hint felsefesi üzerindeki Müslüman etkisi genel olarak az olarak düşünülür. Ancak ikinci binyılda Ramanuja'nın ya­zılarından kişisel tanrılar hakkındaki yeni düşüncelerin Batı­dan Hindistan'a geldiğini anlıyoruz. Yine de benim bildiğim kadarıyla, doğrudan bir alıntı ya da referans ile ilgili belge bulunmamaktadır. İngilizler on dokuzuncu yüzyılın başların­da genişleyen imparatorlukları ile kültürel etkilerini hissettir­mişlerdir. 1947 yılındaki çözülmeden sonra bile bu etki his­sedilmektedir. Her ne kadar Hıristiyanlık kişisel bir Tanrının öğretilerinin doğrudan çıkış noktası olmasa da ve teslimiyet­ten sonra Brahman içinde kişisel özdeşlik yaşamına devam et­mese de, bu gelişimlere az da olsa bir etkide bulunmuştur.

Yirminci yüzyılın en önemli iki filozofu Sir Aurobindo (Ghose) ( 1872-1950) ve S. Radhakrishnan ( 1888-1975) idi. Onların her biri kendi tarzında benim ana hatlarını çiz­miş olduğum Hint düşüncesinin uzun dönemli gelenekleri ile Hindistan'a İngiliz etkisi ile ulaşmış olan Batılı felsefi gelenek­ler arasında bir birlik arayışındadırlar. Bu gelenek bilgisi on dokuzunc;u ve yirminci yüzyıllarda İngiliz Üniversitelerinde okuyan çok sayıdaki Hint aracılığı ile de olmuştur. Ancak ben iki uzman Hintli filozofu okuyanların temel bir şekilde Doğu ve Batı düşüncelerinin bir sentezini yapabileceğini dü­şünüyorum. Aurobindo'nun evrimciliği ve Radhakrishnan'ın idealizmi geleneksel felsefi çerçeve içinde özümsenmiştir.

Bilinçliliğin Evrimi

Aurobindo Ghose Hindistan devlet hizmetinde çalış^ mayı amaçlamış biri olarak İngiltere'de eğitim görmüştür. Hindistan'a geri dönerken, gelişmeye başlayan bağımsızlık hareketi içinde çok etkin olmuştur. İthal edilmiş batılı liberal düşünceler yerine Aurobindo Hindistan mistik geleneği üze­rine kurulu bir politik çerçeve geliştirmeye koyulmuştur. O­nun hareketinin başarısı kaçınılmaz olarak onu Raj ile çatışma içine sokmuştur. Ancak yine geleneksel Hint tarzında düşü­nerek yaşantısının geri kalanını meditasyon yaparak ve yaza­rak geçirmiş ve politik etkinliğini bu şekilde oluşturmuştur. Bu çalışmaları ile bir filozof olarak kabul edilmiştir. Onun ça­lışması daha önce uygulanmış olan felsefelerin her ikisinin se­viyesinde de vücut bulmuştur. O, belli bir yaşam, düşünme ve inzivaya çekilme şeklini savunmuştur. Aynı zamanda gün­delik dünyanın karmaşası ve politik karışıklık geliştirmiştir.

Aurobindo'nun ele aldığı sorun "iki şeyin, varlığın te­mel doğrusunun ve bizim deneyimimizin ortaya koyduğu varlık içindeki biçimlerin" birliğini sağlamanın yolunu bul­maktır. " Bunların ilki tinin doğruluğu; diğeri ise yaşamın doğruluğu olarak anılmaktadır." (Aurobindo, 191 8:764).4 Ancak Batı ve Doğunun her birinde farklı bir kutup vurgu­lanmaktadır. "Tinsel varlık, varlığın temel doğruluğu, yaşam yalnızca onun görünümü olabilir . . . fakat yaşam biçimleri bize görüldükleri gibi, kendi kendine-görünümün araçları ve görünümleri olur. " (Aurobindo, 191 8:765).

Ancak biz kozmik görünümü nasıl oluşturabiliriz? O­nun Upanishad'ların bir hatırlatıcısından daha fazlası ile olma­sı gerekmektedir. "Sıradan maddesel akıl, onların geçerliliği­ne karşı bir son tartışma olan gerçekleşmemiş ideallerin doğ­rudan bir karşıtlığıdır." Eşit olarak, kişi derin bir kuşkuculuk ve üzüntünün kaynağının karşıtlık olabileceğini söyleyebilir. Fakat Aurobindo bizim fiziksel zihnin ötesine sahip olarak tanrısal varlığın hem bilgisine hem de kavramına ulaşabilece­ğimiz konusunda bizi temin eder. Biz bunu göremeyiz çünkü biz kendimizi özne olarak ve geri kalan şeyleri nesne olarak ayırmışızdır. Bizim duyu organlarımızı kullanmaksızın doğru­dan doğruya kavrama yollarına geliştirmemiz gerekmektedir. Bizim duyu organlarımızın güçlerine sınırlamak kaçınılmaz bir gerçeklik değildir. Yalnızca böylece biz özne I nesne ' ayırımı­nı aşabiliriz.

Aurobindo'nun ortaya attığı en şaşırtıcı iddia, gerekli bilgiye ulaşmak için usun araç olmadığıdır, çünkü us ve orga­nizma tarafından ulaşılan doğrulara onları doğrulamak için bir araç olarak zaten sahip olmak zorundayız. Bilinçlilik evri­minin son basamağı mistiktir. O, Upanishad'lardan alınmış- tıı'.. Biz, Brahman içinde hem vidya'yı (birlik bilgisi) hem de avidya'yı (çokluluk ve çeşitlilik bilgisi) uzlaştırmalıyız. Bir, gerçeklik olduğu için, Çok bir yanılsama değildir. Maya "ya­nılsama" anlamına gelmez. Bu bilinçlilik neye aittir? Bireysel bir insana.

Bilinçlilik bir evrimi ideası Aurobindo'nun düşüncesi­nin merkezini oluşturur. Brahman genişlemez fakat "o bilinç- liliğin pek çok ardışık biçimi içinde kendisini ifade eder." Aurobindo, Ranıanuja'nın öngörüsünü yankılayarak bireyin doğru bilgiye sahip olma konusunda aşkın olmadığı iddiasın­da bulunur. Kendinin bireyselliği tüm sistem tarafından ge­rekli kılınmıştır. "bireyin içindeki aşkının bilinçli ortaya ko­nulması kolektif, ve tümelin aynı zamanda bilincin kendisinin olduğu araçlardır. (Aurobindo, 1 947: 350).

Burada özet olarak şu söylenmek istenmektedir:

Aşkın, Supra kozmik mutlaktır ve zaman ve uzayın ötesinde kendisi içinde özgürdür ve sonlu ve sonsıı-

zun kavramsal karşıtlığının ötesinde özgürdür. An­cak kozmos içinde onun özgürlüğü ve kendi kendi­ni biçimlendirmesi, Onun maya'sı, birlik ve çoklu­ğun tamam/ayıo terimleri içinde kendisinin bir şe- masmı yapar. (Aurobindo, 1947: 40)

Ancak biz bunu neden ciddiye alalım? Burada analitik filozof bilgeliği destekler görünmektedir. Biz, nesnelerin akış durumu olarak bilgi ve mutluluk ile bozulma ve sefaletin bir­birinden ayrılmaz bir şekilde karıştığını görürüz. Acaba bu olgu durumu sürekli midir? Eğer o daha yükseğe doğru geliş­miyorsa, iki olanaklı varsayıma sahibizdir. Evren düzensiz e­nerjinin bir akışının ürünüdür, ya da o dünyanın sabit olma­yışından öğrenilecek koşulları sağlayan yapay bir yaratıcının çalışmasıdır. Her iki alternatif Aurobindo'ya göre reddedile­bilir çünkü onların hiçbiri "bu karmaşık evrenin büyük ve dayanıklı fenonıenlerine" uygulanamaz. Ancak, ne olursa ol­sun, matematik konusunda yoğunlaşmış evrenbilimciler ve evrim konusunda yoğunlaşmış biyologlar bunu göstermeye çalışmaktadır. Fakat Aurobindo daha ileri bir tartışmaya sa­hiptir. Tözlerin yukarı doğru çıktığı bir dizi vardır, bu "zihin tarafından doğrudan doğruya ortaya konan biçimlere sahip olmak için ince ve esnek" bir yapıdır. (Aurobindo, 194 7: 237). Böylece biz kozmosun Gnostik Varlıkların oluşumu yönünde genişlemektedir. Peki biz neden bu daha yüksek a­şamanın yalnızca olanaklı değil, aynı zamanda kaçınılmaz ol­duğuna inanmalıyız? Çünkü bilinçlilik ve yaşama yönlendiren maddesel doğa içindeki evrim, bilinçlilik ve yaşamın tamlığı- na eğilimli olmalıdır.

Bu şekilde, batılı evrem kavramı, ve özellikle organik ve duyusal yaşamın evrimi, kaynağı Upanishad'ler olan San- kara ve Ramanuja metafiziğine dokunmuştur. Evren genişler, her şey Brahman'a geri dönmektir fakat değişmeyen basit döngüler içinde değildir.

Biraz kabaca bunu basitleştirmek için, Aurobindo'ya göre, hiçbir zihin / beden zorunu yoktur. O, madde ve tinin uç noktalarında karşıtlıklar olduğunu düşünmektedir. Gele­neksel Hint düşüncesine göre, her ayrı gözüken şey Brahman içindeki çıkış noktası nedeniyle birleşmiştir, ve bu tindir. Böylece bilinçliliğin daha yüksek biçimlerinin evrimi, kavram­sal ya da felsefi sorun sunmaz çünkü evrimin her bir aşama­sında açık bir şekilde birbirine benzemeyen kavramların kar- şılaştırılmazlığı yoktur. Varlığın her bir biçimi Brahman ile birdir.s

Gerçek Hint geleneğinde, Aurobindo insan varlığının onlardan daha fazla olabileceği konusunda ısrarlıdır. Onlar maddesellik içinde hapsedilmiş olarak kendilerini buldukları zaman, meditasyon uygulama ile, duyuların ayrılması ile, on­lar bedensel olarak aşkın olabilirler. Upanishad geleneği için­de deneysel-ussal ve duyusal-entelektüel yaşam tarzı benim­senir. Ancak biz Brahman içinde olmak şeklinde, daha yük­sek bir gaye sahibi olabiliriz. Böylece Brahman'dan meydana gelmiş bir evren Hint ideası ile birlikte Batılı genişleyen bir evren ideasının sentezini yaparız. O, evrim kavramını özüm­seyerek, maddesellik içinde varolan yapıyı aşmanın insan ola- naklılığını geliştirmenin ussal bir yolunu oıtaya koyar. Maya dünyası genişlemektedir. Bralıman'ın bir anlayışına ulaşmak için onun içindeki yaratımların genişlemesinin ona daha fazla uygun olması gerekmektedir.

Mutlak İdealizmin Bir Dokunuşu

Radlıakrishnan, Aurobindo Ghose'dan farklı olarak Hindistan'da eğitim görmüştür, fakat Doğu dinleri profesörü

olarak Oxford'u ikinci evi olarak benimsemiştir. Yaygın ola­rak, Hindistan'ın önce gelen bir filozofu olarak kabul görme­sinin yanı sıra politik yaşamda etkin olmuş ve 1962 yılında Hindistan Başkanı olmuştur.

Onun felsefi katkısı Hint ve Avrupalı geleneklerin bir sentezini oluşturmanın ötesinde Hint klasik düşüncesinin yanlış anlaşılmaları üzerine daha rakidal bir şekilde gitmiştir. Özellikle Vedanta düşüncesinde, çok önemli bir kavram o­lan maya konusunda farklı fikirlerini ortaya koymuştur. Bilgi­nin bir "yanılsama" olduğu düşüncesine karşı çıkar. Görü­nüm olarak maya gerçek değildir ve dünyanın nasıl olduğu­nun final göstergesi değildir.

Bu görünümün algılanması bir şekilde nesneleri bilmek anlamına gelmektedir. Bizim görünümden oluşan dünya için­de yaşadığımızı ve sonuçta dünyanın bir görünümden ibaret olduğunu düşünmek doğru bir düşünce değildir, Brahman bir yanılsama değil, "bizim daha önce yalnızca bulutlu bir şe­kilde görebildiğimiz şeyleri açık bir şekilde görmek" anlamı­na gelmektedir. Puligandla, Radhakrishnan'ın felsefi konu­munun yorumlamasında onun özsel olarak Sankara'nm maya hakkındaki düşünceleriyle karşıtlıklar taşıdığını sö)emiştir. Radhakrishnan maya konusunda ikinci binyılın sonuna kadar süren yanlış bir izlenimi doğrulamaya çalışmıştır.

Radhakrishnan kozmosunun ontolojisi dinamiktir. B­rahman etkindir. Ancak ne olursa olsun, onun etkinliği ba­ğımsız bir maddesel dünya oluşturma konusunu içermez. Bu, Ramanuja'nın ikiciliği değildir. Gündelik dünya yalnızca o­nun etkinliğidir. Aynı şekilde insanlar Brahman'ın etkinlik gö­rünümleridir. Ancak Radhakrishnan "daha yüksek bir ken- di"yi ayırır. Bu yalnızca mistik deneyim aracılığı ile kavrana- bilmektedir ve bu durumda Atman, Brahman'dır. Onun dü­şüncesinin bu görünümü Sankara'dan çok Ramanuja'yı a­nımsatmaktadır, çünkü onun ele aldığı kendi mistik deneyim ile, başkalaşım içinde yok edilınenıiştir. Mokşa aracılığı ile teslimiyet sağlanır. Burada maya, görünüm, Atman olarak kendi bir üstün insan durumundaki kişidir. Radhakrishnan bunun için Aurobindo'nun yaptığı gibi aynı geleneksel ifade­yi, Saf Varlık / Saf bilinç / Saf Mutluluk saccidananda ifadesi­ni kullanır.

Hint klasik felsefesi hiçbir zaman için kendisine sunulan evrenin varlıkbilimsel durumunu tam olarak analiz etmemiş­tir. Ancak ne olursa olsun, Radhakrishnan Batı felsefesi te­meli üzerinde on dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru gelişmiş olan Mutlak İdealizm'i ele almıştır ve Oxford'daki yazıları F. H. Bradley'in çalışmalarının başlangıç noktasını oluşturacak­tır.

Varlığın yollarının iki olanaklılığının bir temsili olarak Zihin / Beden ayırımını kabul ederek, İdealistler düşüncenin maddesel gerçekl!ğini asimile etmişlerdir. Düşünce, tutarlılık, doğruluk ve benzeri olarak bu tür kategorilerin konusudur. Eğer kozmos özsel olarak düşüncesi, bu durumda mükem­mel doğruluk ve uyum onu karakterize etmelidir. Bu, Batı­daki İdealist okulların en radikal olanının Mutlak'ının Rad- hakrishnan bir din retoriği içinde maddeyi şöyle ifade eder.

Biz Yüce olanın soyut ve kişisel görünümü göz önü­ne aldığımız zaman onu mutfak olarak adlandırırız;

biz Yüce olanı kendiliğinden bilinçli ve kendiliğin- den-neşeli varlık olarak düşündüğümüz zaman, tan- nya ulaşmz. Gerçek tüm kişisellik ve kişisellik-dışı kavramlarm ötesindedir. Biz onu tüm terim ve ifa­delerin yetersizliğinin duyumunu göstermek için "Mutlak" olarak adlandırırız. Biz onun her şeyin a­macı ve varoluş temeli olduğunu göstermek için "Tanrı" olarak adlandırınz. (Radhakrishnan, 1 929).

Gerçeğin bir kavrayışı olarak bir bedene bürünmüş ve sınırlı varlıklar olarak bizim sınırlı bir bakış açımızı nasıl aşabr liriz? Radhakrishnan, Hindu düşüncesinin uzun süreli gelene^ ği içinde bize şöyle söylemektedir:

Meditasyon kendini-keşfetmenin [yani Atman'ın B­rahman olduğunu keşfetmenin] yoludur. Onun a­racılığı ile biz zihnimizi kendimize çeviririz ve yaratı­cı merkez ile temas içinde oluruz.

Hint düşüncesinin batılı okuyucusunun aklına gelen so^ ru, "eğer evren özsel olarak tin ise, biz tin-olmayan olarak o^ nun görünümünü nasıl değerlendirebiliriz?" olacaktır. Mad­desel görünüm bir yanılsama mıdır? Bir kez daha maya'nın yorumlaması içinde, eğer sıradan deneyim dünyasının yetkin dünyanın zayıf bir temsili olduğunu hatırlarsak [Mutlak ile] uyum içinde olabiliriz düşüncesine işaret edecektir. Burada ilk akla gelen mantık "birin gerçek olduğu, çokun yanılsama olduğudur. Bir, çok içinde kendisini ortaya koymaktadır." Ancak benim gibi batılı bir okuyucu için soru hala yanıtlan­mamış görünmektedir.

Milyonlarca sefil insan kendi çokluluklarından teslimi­yete ulaşmanın bir yolunu bulma umudu içindeyken, gerçek olan neden kendisini bir çokluk içinde açığa çıkarmalıdır.

Korkarım ki Radhakrishnan'ın yazıları içinde açığa çı­karmalıdır. Korkarım ki Radhakrishnan'ın yazıları içinde bile bu sorunun tam olarak yanıtı olabilecek bir ipucuna rastlan mamaktadır.

Sonuç

Hint felsefesi ikinci binyıl başlamadan çok önce kendi­ne özgü bir biçeme sahipti. Ancak o nihai ve sonsuz kişisel Tanrı düşüncesinden yoksundu. Tanrılar herkesin bildiği b­ronz heykeller şeklinde canlı bir şekilde betimleniyordu. Hint tapınaklarının dış avlularında çok sayıda hayvan ve bitki gö­rüntüsü bulunuyordu. Kişileştirilmiş Tanrıların ilk içsel alanı içinde çok renkli rölyefler ve heykeller görünüyordu. Burada Vishmı'nun, Krisna'nın ve Shiva'nın görüntüleri görünmek­tedir. Binanın merkezinde boş bir oda bulunmaktadır. Gri renge boyanmış burada kişi bu dünyada kaybetmiş olduğu sadhu'yu görebilir. Burada kendisi içinde Atman olarak, B­rahman ile birlik arayışında olabilir.

Din ve felsefenin bu kendini özgü bütünlüğü Budizm a­dı altında pek çok biçim içinde ortaya konmuştur. Özellikle Çin ve Japonya'da Budizm düşüncesi çok yaygın bir yaşam felsefesi olarak kabul edecektir.

Ancak zamanla bazı değişiklikler olmuştur. Uzun süre önce değil, 1 960'1ı ve yetmişli yıllarda genç Amerikalılar­dan oluşan küçük grupları safran cübbeler içinde, lıavaalanla- rının bekleme salonlarında Budizm'i anlatırken görebilirdiniz. Onlar büyülenmiş gibi görünmektedirler. Ancak onların he­yecanı Batılı ülkelerin uzak diyarlarındaki tekkelerle sınırlı kalmıştır. Buralarda Doğudan gelen guru!ar bir arayış içinde olarak çok sayıda kişiyi aydınlatmıştır. Brahman ve Atman te­meline bağlı olarak Batı düşüncesi içinde büyük ölçekli çalış­malar yapılmıştır.

Hinduizm neden Batıda çok az temsil edilmektedir? Bu, Hint dünyasının tarihsel olarak direnç özelliğine derin bir şekilde bağlıdır. İslamiyet ve Hıristiyanlık neredeyse fark edi­lemez etkilerle onun üzerinde etkinlikte bulunmuştur. Hem Aurobindo hem de Radhakrishnan Batı fincanından su içmiş­ler fakat bunu kafalarına dikmemişlerdir.

NOTLAR

1    Ben özgün metin olarak Pulingandla'nın ( 1975) yazılarını izleye­ceğim.

2     Benim bu bölümü çalışırken kullanmış olduğum metin ve yorum­lar İngilizce yazılmıştır. Pek çoğunun yazarı Hintli akademisyenler­dir. Burada birey, kendi bilinçliliği bu yazarlar tarafından "ruh" sözcüğü ile ifade edilmiştir. "Saf bilinçlilik" sözcüğü için Hintçe At­man, kelimesini kullandım.

3     Hinduizm çoğunluğu Müslüman olan Endonezya'da önemli bir yere sahiptir.

4     Bu alıntılar Radhakrislman ve Moore ( 194 7) yazıları içinden XVI. Bölümden alınmıştır.

s Aurobindo evrimsel ideaların Hegel'den etkilendiği gözlemini D. N. Robinson'a borçluyum. Aurobindo İngiliz eğitimi sırasında bazı İngiliz Hegelciferin etkisi altında kalmıştır.

Çin: Antik Kaynaklar

Bir gün Chang Chu ve Chieh Ni birlikte tarlalarında çalışıyorken Konfüçyüs oraya gelmiş ve Tzu Lu'ya onu kimin gönderdiğini sormuştu. O, bu kişinin Konfüçyüs olduğunu söyledi. "Ne, Lu devletinin Konfüçyüs'ü mü?" "Evet" dedi Tzu Lu, "O ırmak kenarının .nerede olduğunu biliyor. "1 Da­ha sonra Chieh Nu "Sen kimsin?" diye sordu. "Ben Tzı'.i Lu'yum." "Konfüçyüs disiplininden misin?'' "Evet, " diye yanıtladı. "Tüm imparatorluk, " dedi Chieh Ni, "büyük bir yıkıma doğru ilerliyor, ve onu kim kurtaracak? Prens için ya­şayan bir adamı izlemek yerine, dünyayı birlikte tutacak biri­ni izlemen daha iyi olmaz mı? Ve o ara vermeksizin toprağı çapalamayı sürdürdü. Tzı'.i Lu geri gitti ve bu konuşulanları i­letti. Konfüçyüs ona şaşkın bir şekilde baktı ve "Biz kuşların ve hayvanların dünyasına katılamayız. Eğer yönetici sınıfın a­damları ile işbirliği içinde değilsek, kiminle işbirliği yapaca­ğız? Eğer imparatorluk içinde doğru ilkeler egemen olmazsa, bu durumda benim için onu kurtarma gereksinimi yoktur." (AnalectsJ xviii: 6).

Çin ve Japonya'da ikinci binyıl boyunca egemen olan felsefi düşünce, Hindistan'da gördüğümüz felsefi düşünce ile bazı benzerlikler taşımaktadır. İsa'nın doğumundan önce so­fistike ve güçlü felsefi bir gelenek kurulmuştu. O, ilk binyıl boyunca işlenmiş ve geliştirilmişti. İkinci binyılda daha sağ­lam bir yapıya sahip olmuştu. Bütün bunlar yerli gelenekler­den kaynaklanmıyordu. Budizm, ilk binyılın ilk yarısında Hindistan'dan Çin'e gelmişti. O, Çinliler için çekici bir yapı­ya sahipti çünkü Budizm'in bazı öğretileri Taoculuk öğretileri ile benzerlikler taşıyordu. O, yaşamın egemen yollarının biri olmuştu. O, insan kavramı ve insan ilişkileri ile ilgili olarak e­leştirel incelemelerin uzun bir ardışıklığının sonucu destekle­yici bir felsefeye sahipti. İkinci binyıl boyunca bu yapısını korumuştur. Konfüçyüsçüler ve Taocular'ın karşıtlığı eksik olmamıştır. Ancak Çin ve )aponya'nın Batı Avrupa'dan u­zun bir dönem boyunca soyutlanmış olmalarına karşın, on dokuzunucu yüzyılın ortalarında Avrupalı filozoflar bölgede­ki çok sayıda entelektüel tarafından el üzerinde tutulmuştur. Aynı zamanda, göreceğimiz gibi, bu etkileri reddedecek ve Çin'in geçmişine saplanıp kalacak çok sayıda insan olmuştur.

Fung Yu-lan'ın ( 1 973) büyük çalışmasında olduğu gi­bi, Çin felsefelerinin tarihleri zengin ve karmaşık bir okullar ve tartışmalar örnekleri içermektedir. Çin'deki güçlü edebi gelenek dönemimizin akademisyenlerine ışık tutmaktadır. Böyle bir çalışmada uzun soluklu tartışmaların ve düşüncenin yalnızca ana hatları ortaya konabilir.

Çin ve Japonya'daki felsefeyi tartışırken bizim gereksi­nim duyduğumuz şey, onun kökeninden çok, yaşam reçete­leri şeklinde olan felsefe ile bu reçetelerde kullanılan kav­ramların eleştirel bir incelemesi olan felsefe arasındaki ayırı­mı ortaya koymaktadır. Bu ayırım, Çin entelektüel kültür ta­rihinin her bir dönemi içinde damgasını vurmuştur. Konfüç- yüs temel olarak bir "yaşam şekli" filozofu idi. Konfüçyüsçü politik ve ahlaki felsefenin oluşumu görevini üzerine alan Mencius, insan doğasının kavranmasının ve onun potansiyeli­ni tatmin edecek yaşam şeklini belli bir şeklinin desteklenme­si içinde tartışmasını geliştirmiştir. Modern zamanların büyük ithal düşüncesi olan Marksizm Çin düşüncesi üzerinde, kıs­men güçlü pratik yönü nedeniyle, insan yaşamının analizini yapıyor görünmesi nedeniyle, böyle bir çekim sağlamıştır. Burada nasıl yaşanacağını ve tek doğru yaşaııtınm neden bu olduğu yer almaktadır.

Konusal olarak bakıldığında, Çin felsefesi politik yaşan­tının temel .sorunları ile ilgili olmuştur. Filozoflar kozmik bir ölçekte metafizik ya da etik ile ilgili olmamışlardır. Bu konu­lardaki çalışmalar Hindistan'da ve Batıda ele alınmıştır. Çin'­de daha ağırlıklı olarak insan ve devlet arasındaki ilişkiler ü­zerinde çalışmalar yürütülmüştür. Bu, yurttaşlar ve yönetici­lerin ilişkilerini onaya koyan bir yapıdır. Konfüçyüs'ün yaıı- larında temel olarak bu ilişkileri yansıtan öğeler bulunur.

Ben kitabın bu bölümünde bazı yazarlardan aldığım başlıklar altında Çin düşüncesini ortaya koyacağım. Çin'de, Japonya'da olduğu gibi, "öğretmen" ve "öğrenci" ilişkisi ya da disiplin bu güne kadar gelen büyük bir öneme sahip ol­muştur. Japoncada "öğretmen " sözcüğü sensei'dir, ancak o yalnızca bilgi veren kişiden çok daha büyük bir anlama sahip­tir. Sensei, eş seçimi hakkındaki tavsiyeleri içerecek şekilde pek çok konuda öğrenciler üzerinde büyük bir etkileme gü­cüne sahiptir. Çinli bilgeler, Hıristiyanlık ve İslamiyet dünya­sının büyük düşünürlerinde olduğundan çok daha doğrudan bir şekilde öğretmen olarak onurlandırılırlar. Konfüçyüs ve Mao Tse-tung arasında iki bin beş yüz yıllık bir zaman dilimi olmasına karşın "büyük öğretmen"e olan saygılı tutum lıiç değişmemiş bir şekilde kendini belli etmektedir.

Aristo'dan 200 yıl önce, MÖ 5 51 yılında doğmuş ol­masına karşın Konfüçyüs'e atfedilen yazıların güvenilebilir ol­duğunu söyleyebiliriz. Creel, ( 1969:25) Konfüçyüs'ün hem hayranlarının ona soylu bir paye sağlamaya çalıştıklarını ve karşıtlarının ise onun söylediklerini daha az çekici ve daha az mantıklı olarak yeniden yorumladıklarını belirtmiştir. Kon- füçyüs, çok önemli yönetim görevlerinde bulunmasına kar­şın, etkin bir politik yaşantı içinde olmuştur. Onun büyük etkisi öğrencilerinden gelmektedir. Onun öğretici uygulama­sı derece derece bir okul biçimini almıştır ve ona katılan ye­tenekli ve zengin ailelerin çocuklarının yönlendirmesiyle bü­yük bir etkiye sahip olmuştur.

Konfüçyüs'ün yaşadığı dönemde Çin toplumu çeşitli kısımlara ayrılmış bulunuyordu. Toplum toprak sahipleri ve köylüler olarak iki ana sınıftan oluşuyordu. Toprak sahibi sı­nıf da askerler ve yöneticiler vardı. Bu yapı Konfüçyüs'ün öğretilerinin arka planında ne olduğunun bilinmesi açısından ..önem taşımaktadır. Dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gi­bi, buradaki toplumsal, ekonomik ve pragmatik bölünmeler a­ile ile birlik içinde olmuştur. Burada doğumdan gelen ayrıca­lıklar önem taşımaktadır. Konfüçyüs'ün yaşadığı dönemde üst sınıfın üyeleri arasında bozulma hakimdi ve onlar insan yaşantısının daha iyiye gitmesinin olanakları konusunda en fazla desteğe gereksinim duyan kesimi oluşturuyorlardı. Sos­yal konumdan kaynaklanan kibir ve gurur bu kesim içinde e­gemen olan düşünceydi. Oysa onların da yerine getirme zo­runluluğu bulunan işleri yapmaları gerekiyordu. Konfüçyüs'- ün amacı bu rolleri yerine getirecek yeni insan türleri yarat­mak için yollar bulmaktı. Onun okulunda verdiği eğitimin temel noktası buydu. O, MÖ 479 yılında öldüğünde acaba başarılı mı, yoksa başarısız mıydı? On yılını Konfüçyüsçü Tarzı benimsemeye ikna olabilecek bir yöneticiyi aramak a­macıyla geçirmişti: Konfüçyüs'ün kendisini dinleyen tek kişi- ni:ı yönetim konusunda çok yetersiz bir yapıya sahip olduğu için bezginlik içinde orayı terk ettiği söylenmektedir. Onun öldüğü dönemde projesinin hiçbir işe yaramadığı söylenmiş­tir. Ancak iki bin beş yüz yıl sonra biz çok farklı bir şekilde bakmalıyız. Onun Çin'deki etkisi ölümünden sonra sürekli o­larak artmış ve asla tanı olarak kaybolmamıştır.

Konfüçyüsçü Düşünce

Seçmeler ilk okumada anekdotlardan oluşan ve didak­tik bir yapıya sahip olarak insanı çarpmaktadır. Bu, nasıl ya­şanması gereği üzerine bir el kitabı niteliğindedir. Konfüçyüs ve dostlarının tanıdığı belli insanların karakterleri üzerine yo­rumlamalarda bulunulur. Ancak bu yapay bir izleninı1olacak- tır. Konfüçyüsçü yaşam kavramı desteklenmemiş bir dogma değildir. O, insanın doğası ve birlikte yaşam olanaklarının a­nalizi üzerine temellenmiştir. O, bilginin bireyselci olmayan bir kavramına bağlıdır. Onun sistematik bir eleştirel yapı i­çinde olması için Mencius'un çalışmasına kadar beklemek ge­rekir. Bu çalışma kavramsal analiz ve deneysel gözlemlerin bir birleşimi ile geliştirilmiştir. Konfüçyüsçü dünya ideali aynı zamanda olanaklı bir dünyadır. O, insan doğasının yansıma­ları üzerine temellendirilmiş olduğu için, politik idealar kitap­ta vatandaşların gücünün birlik içinde olduğu ideal bir işbirli­ği biçimini önerir. Biz en azından Konfüçyüsçü düşüncenin böyle olduğunu söyleyebiliriz. Azizlere özgü bir erdemden çok, sıradan bir ılımlılık böyle bir dünyanın oluşturulması i­çin gerekli görünür. İkibin beşyüz yıl sonra bu öngörü doğ­ruluğundan hiçbir şey kaybetmeden kalmayı başarabilmiştir.

insan doğasmm analizi

Konfüçyüs'ün ideal yaşam koşullarının analizinin iki uç noktası bir tarafta insan bireyleri ve diğer tarafta onların ya­rattığı toplumlardır. Onların her ikisi de gerçektir fakat top­lum onu oluşturan insanların birleşik ve kolektif hareketleri­nin bir ürünüdür. İnsanlar toplumsal varlıklar olmanın dışın­da var olamazlar. Ancak bir toplumda kendi üyelerinin ba­ğımsızlığı ile var olamaz. Konfüçyüsçü kavramlar insan doğa­sının düşünceleri ile kendi içeriklerine sahip olurlar.

Üç yönlendirici Konfüçyüsçü kavram

Konfüçyüsçü öğretinin içeriği üç temel kavram içinde ifade edilebilir.

CHUN TZÜ Bu ifade niteliğin bir insanını ifade eder. O­nun bizim dilimizde "centilmen" sözcüğündeki üstü kapalı anlama sahip olduğu düşünülebilir.

Usta der ki: "Soylu zihinli bir adam bir tamamlama

değildir" (Analects, il: 12)

Usta der ki: "Soylu zihinli olanlar her şeyi kuşatıcı­dır, öğretiler arasına sıkışıp kalmamıştır. Küçük in­sanlar öğretiler arasına sıkışıp kalmışlardır. " (Ana- lects, il: 1 4)

Konfüçyüs'ün yazılarında yer alan ve disiplininin öner­diği yapı Çin düşünce dünyasında derin bir değişim yarat­mıştır. Orijinal olarak chün tzü iyi bir ailenin ferdi anlamına gelir. Bu Batıda şimdi anlaşıldığı anlama göre böyledir. Fakat Konfüçyüs'e göre, terim davranış ve karakterin doğru nite­liklerini göstermelidir. Bu nitelikler nelerdir? Bu bizi ikinci yönlendirici Konfüçyüsçü kavrama taşır.

LI Konfüçyes'e göre, bizim davranışlarımız gelenekler, kurallar ve toplumsal uygulamalar, bunların arasında özellikle geleneksel saygı kuralları vardır, toplamı içinde çerçevelendi­ği zaman en iyi şekilde yaşamış oluruz. Bu sav, yalnızca pra­tik psikolojinin genel bir ifadesi değil, aynı zamanda ahlaki bir ilkedir. Li sözcüğünün kök anlamı kurban etme, fedakar­lıktır. Bu, iyi davranış modellerinin geliştirilmesi ve işlenmesi için bir başlangıç noktası olarak görülebilir. Bir centilmenin davranışının bu karmaşıklığa ve bilgeliğe ulaşabilmesi için böyle bir doğru davranış modelinin geliştirilmesi gerekir.

"Yaşamda onlara fAnnebabanıza] Ritüe/'e göre hiz­met edin" diye yanıtladı Usta.

"Öliimde onlara Ritüel'e göre hizmet edin. Ve Ri- tüel'e göre onlara takdimde bulunun." (Analects, 11: 6)

Aile yaşantısının ritüelleri, toplum yaşamının ritüelleri için model oluşturur. Bizim saygımız hangi yöne doğru yön­lendirilmelidir?

Daha önce görmüş olduğumuz gibi, li konusunda ye­terli olan herhangi biri gerçekten centilmendir. Geleneksel çerçeve içinde yaşama konusunda başarısız olmuş soylu bir doğuma sahip insanlar bu yapıya değer bir durum içinde ol­mayacaklardır.

Ancak iyi bir yaşantı oluşturabilmek için yerel gelenek­leri yerine getirmek yeterli değildir. "Yapılan şey" ahlaki in­celemedir. Konfüçyüs düşüncesinin merkezinde bazı yöresel ifadeler bulunmaktadır, çünkü ahlaki incelemenin temeli, ye­rel geleneklerin yerine getirilmesidir. Li, ahlaki sezgilerin hem kaynağı hem de ürünü olarak görünmektedir. Bu, yakından incelendiğinde belli ilkelere bağlı olmaktan çok pragmatik bir yapıya bağlı olduğu görülmektedir.

TAO Bu kavram daha sonraki Çin düşüncesinde pek çok biçimde görülecektir. Konfüçyüs'ün yazılarında yer alan nü­anslarda bu konuda izler bulunur. Creel, Konfüçyüs'ün ken­di düşüncesi içinde tao'nun sıradan bir yorumlamasını ver­memiz gerektiğini önermektedir. Yapılması gereken şey de yalnızca Yolun ne olduğudur.

Li yalrnzca saygı ve ahfakfıfık ofarak yorumlanması­na karşın, Yol bir yandan bunları içerirken, diğer yandan bireyin etik kodunu ve yönetim modellerini içerir. Her insanm kendini-gerçekleştirmesi için mümkün olan en fazla ölçütte iyi olmak gerekmek­tedir. (Creel, 1969:33).

Konfüçyüsçü Yol insan davranışı içinde mutlak bir tür olarak tanımlanmıştır. Özellikle feodal sistemin zorluklarını aşmak için Yolun bulunması gerekmektedir. Bu, bir Konfüç- yüsçü'nün adil olmayan ve sömürücü yöneticilerine karşı durmak gibi ahlaki bir göreve sahip olduğu anlamına gelmek­tedir. Onları eleştirmek ve davranışlarını değiştirmek gerek­mektedir. Ancak eleştiren için hiç hoş olmayan, hatta ölüm­cül sonuçlar doğurabilir.

Usta dedi ki: "öğrenmeyi sev ve ona derin bir şekil­de güven. Erdemin ve iyifikseverliğin Yolunu ölün­ceye kadar koru. Asla tehlikeli bir iilkeye girme, ve asla karmaşa içindeki bir ülkeye yerleşme.

Tüm Cennet Yol üzerinde bulunduğu zaman, ken­dini bilinir ktl; ve Yol kaybolduğu zaman, saklı kal.

Yol senin ülkeni yönettiği zaman yoksulluk ve ah­laksızlıkta utanç vardır; ve senin ülkende Yol kay­bolduğu zaman, zenginlik ve şöhrette utanç vardır" (Analects, Vlll: 13)

Bu etkili sözcükler Çin düşüncesi içinde bir yer bulma­yı sürdürmüştür. Ancak daha sonra göreceğimiz gibi onlar zaman içinde bazı anlam değişikliklerine uğramaktan kurtula­mamıştır.

Her ne kadar üç yönlendirici kavramın da anlamı iyi kötü açık olsa da, Konfüçyüs'ün yazılarında hiçbir ortak te­mel bulunmamaktadır. Onlar kavramsal bir birlik içinde bü­tünleşmişlerdir. Onların birbirleriyle olan ilgileri pragmatik- tir, ve iyi-yaşamın yollarına katkıda bulunmaktadır. Konfüç- yüs'ten iki yüz yıl sonra yaşamış olan Mencius onun yazıları­nı ve öğretilerini eleştirel ve tamamlanmış bir Konfüçyüsçü felsefe şeklinde toplamıştır.

Mencius

Eğer Konfüçyüs kendi adıyla ortaya çıkmış olan hare­ketin "babası" ise, Mencius da onun "fılozofu"dur. Temel konular olan chün tziı, fi ve tao'yu ifade etmek için gerekli o­lan kavramsal zorunluluklar üzerinde çalışılmıştır. O, MÖ 372 yılında doğmuş ve MÖ 289 yılında ölmüştür. Menci- us, Konfüçyüs'ten bile daha fazla bıkmak usanmak bilmez bir şekilde çalışmıştır. Mencius yaşamının büyük bir bölümünü günümüz Çin'inin politik mozaiğini oluşturan yapı içinde ça­lışmalarda bulunmakla geçirmiştir. O, Çin'deki devletlerin yöneticilerinin bazılarının danışmanı olarak ciddi görevlerde bulunmuştur.

Felsefi biçem

1. A. Richards ( 1 932) çok iyi bilinen kitabı Mencius on the Mind'da Mencius'un ortaya koyduğu bazı karakteris­tik özellikleri anlatmaktadır.

a)    Onlar ikna edici bir amaç ile belirlenmektedir/er.

b)    [Muhalifleri ile] farklilık noktalarını ortaya koy-

ma amaçları yoktur. c) Rakibinin tartlşma biçemine dikkat edilmiştir. Bunlar delillerle çürütmede ku{{a- mlacakttr. Ancak bunlarda özeJ/ik/e hata bulunması amacıyla inceleme yapılmayacaktır. (Richards, 1932: 55).

Mencius'un ortaya koyduğu şey bizim yaşantımızı şe­killendirmesi gereken temel ahlaki ayırımların belli bir bakış açısıdır. O, Cennetin soyluluğu ile insanların soyluluğu ara­sında ayırım yapar. İnsanların soyluluğu bir dünyasal güç se­viye ve etki niteliğidir. Cennetin soyluluğu ise bir karakter meselesidir: "iyiliksever, dürüst, yüksek derecede ilkeli ve i­nançlı ve iyi olmak için yorulmak bilmez bir çaba içinde o­lan" (Mencius in Legge, 1 895:6( 1 ), 16.1). Creel, "bu yü­celtme yalnızca bir soyut ilke meselesi değildir. Koşullar her ne olursa olsun özellikle aristokratlar ve yöneticiler tarafın­dan bunun yerine getirilmesi gerekir" ( Creel, 1 969: 77)

Etik

Mencius'un etiği iki ekstra-etik konuya bağlanmıştır. O, insanların yaşam standardı ile ilgili olarak, erdem olanak- lılığına sıkı sıkıya bağlıdır. Açlık çekmek doğru davranma dü­şünceyi sahip olmayı olumsuz olarak etkilenmektedir. Ancak ekonomik durum, erdem sahibi olup olma konusunda tek başına yeterli bir koşul değildir. Bunların öğretilmesi gerek­mektedir.

İkinci kol, geleneklere saygıdır. O, doğru yaşam mo­delleri için tarihsel olarak daha önce meydana gelen olgulara bakmaktadır. Bu, insan doğasının her yerde aynı olduğu ve iyilik kapasitesine sahip olduğu savı ile bağlantı bulunmakta­dır. Eğer ikisi Yolu bulursa, doğal iyilik yetenekleri fılizleye- cektir.

Genel Felsefe

Mencius'u anlamak için 1. A. Richard'ın yapıtından iyi bir kaynak yoktur ve ben onu yakından gözler önüne serme­ye çalışacağım. Konfüçyüs düşüncesinin açıklanması görevin­de olduğu gibi, Mencius'u anlamanın, onun öğretilerinin lez­zetini alabilmenin en iyi yolu kullanılan ve üzerinde yorum yapılan başlıca kavramları açıklamaktır. Bu kavramlar onun felsefesi ile ilintilidir. O, bu kavramlar ile, Konfüçyüsçü ah­lak felsefesine insan doğası içindeki ussal temelini oluştura­caktır.

HSING           Bu sözcük her insanın zihinsel olarak aynı ol­

duğunu ortaya koymaktadır. O, insan varlığını hayvanlardan ayırt etmektedir. Bu, yalnızca entelektüel yetenekleri ve ka­pasiteleri değil, aynı zamanda eyleme yönelik itici gücü de i­çermektedir. Bunlar iyi ve doğru hareketler ya da kötü ve yanlış hareketler olarak belirlenir. Hsing erdemli ya da kötü­cül davranışların dışsal koşullara bağlı olduğu düşüncesine iv­me kazandırmaktadır. Özellikle ekonomik koşulların ve yö­netim uygulamalarının bunda etkili olduğu düşünülmektedir.

Bu itici güçler doğru ve yanlış duyusu ile evrensel bir şekilde ortaya konulmaya çalışılmaktadır (Richards, 1 932: 67). Ancak bunlar henüz erdem değildir. Onlar olgunlaşmış insan varlığının ahlak olarak nitelikli görünümleri ve erdem gelişimleri için gerekli olan psikolojik öngörülerdir. Menci- us'a göre, bu ilkel eğilimler evrenseldir. Doğru toplumsal ko­şullar içindeki uygun eğitim, erdemin evrensel gelişimini yönlendirecektir, çünkü onlar insan psikolojisinin evrensel ö­zelliklerinden kaynaklanmaktadır. Bu çıkarımlar aşağıdaki hatlar boyunca ilerlemektedir.

Biz, eğitim ile, acımaya yönelik doğuştan gelen özelli­ğimiz nedeniyle ]en erdemini geliştirebiliriz. Bu, platonik aş­ka benzer bir anlam taşımaktadır. Bu, diğer insanlara sempa­tik ve çıkarsız bir şekilde bakma erdemidir. Onların ne hisse­debileceğine yönelik olarak empati yapma ile ilgili bir duygu­dur. Richard'a göre, bu Konfüçyüs'ün kişinin kendi ailesine hizmet etme öğüdüne benzer destekleyici bir durumdur ve bu kez göreceli olarak daha genel bir model oluşturmakta­dır.

Utanmaya yönelik doğal bir eğilim duyma nedeniyle biz Y erdemini geliştirebiliriz. Bu, utanma konusuna daha fazla yoğunlaşmamız anlamına gelmektedir. Özellikle top­lumsal görevler açısından başarısız olunduğunun hissedildiği durumlarda ahlaki rahatsızlık hissetmede bu önem taşımakta­dır.

Li erdeminin gelişmesi için, saygı gösterme yönündeki doğal eğilim önem taşır. Bu, ritüellerinin yerine getirilmesin­de iyi davranış ve anlamına gelmektedir. O, ayrıca kişinin toplumsal bir dünya içinde kendine uygun olan yeri kavra­ması, ve böyle bir yere uygun olan doğru davranışta bulun­ması anlamındadır. Richards ( 1932:70) "Mencius iki karak­ter çifti kullanır: 'uyum-saygı zihni' ve 'reddetme-bedelini ö­deme zihni.' Bunlar ifade ettikleri erdemleri ve toplumsal kullanım karmaşık örneklerine eklenmişlerdir.

Doğru ve yanlışa ilişkin doğal duyu Chih'i geliştirir. Bu erdem, özellikle toplumsal ve ahlaki konularda yargılamada bulunma ve ayırım yapmada gösterilir.

Richards'a göre, zihnin iyiliği dört erdem olarak, ya da toplumsal ve ahlaki eğilim olarak düşündüğümüzde, zihnin r yiliği kişinin kendi kendini geliştirmesine yönelik zihin eğili­midir yalnızca. Söz konusu olan toplumsal erdem gelişiminde kendini geliştirme, batılı "kendini-gerçekleştirme" duyusu ile aynı değildir. Bu duyu içinde erdemin gelişimi doğal bir eh kinlik olmasına karşın, o bir rehbere gereksinim duyar. O, bilgi temeli üzerine bir üstünlük hesaplamasının sonucu de­ğildir. Biz, herhangi bir faydacı nedenle toplumsal erdemleri elde edemeyiz.

CH'I Bu, "yaşamsal tin", her şeyi kapsayan "buhar" ya da "nefes" gibi bir şeydir. O, "bedeni doldurur." Richards bu­nu "istenç" olarak çevirmiş olsa da Hsing (zihin) ile neredey­se eşanlamlı olduğunu söyler. Hsing ve ch'i arasında karşılıklı bir eylem vardır. Richards bazı koşullarda istenç ya da zihnin ya da başka bir deyişle ch'i'nin baskın olduğunu söylemekte­dir. Sonuç olarak, Hint karma kavramı içinde ch'i'nin doğru yaşam ile bir paralelliği vardır.

Mencius'un insan karakterinin yapısının kavramı kişinin doğasında bulunan özelliğinin bir örneğinin genel bir ideası üzerine temellenmiş gözükmektedir. Eğitim ve deneyim ile bu elde edilebilir. Kişinin eğilim ve kapasitesinin toplamı hsing altında anlaşılmıştır. Ancak eğilimin eğilimli olmayan bir şey içinde yerleşmesi gerekmektedir. Bu kişi içinde daya­nıklı olan ch'i'dir. Çağdaş bir örnek vermek gerekirse bir müzikal alet çalma yeteneği beden içinde sürekli bulunan bir durum içinde yerleşmiştir, o pratik yaparak elde edilecektir.

Çizimle göstermek gerekirse, olgun insanın zihin / ka­rakteri aşağıdaki gibi bir yapıya sahiptir.

Ch'i

Hsing

Jen y Li Chih

Töz

Yerleşme

Eğilim ve yetenekler

Erdemler

Sevgi               utanç              iyi huy            doğru I yanlış

Burada toplumsal ve politik bakış açısında sunulan bir ahlak felsefesine sahibizdir. Onun kökeni psikolojidir. Ch'i, erdemlerin bulunduğu Hsing'de yerleşmiştir.

Mencius, Konfüçyüs'ten farklı olarak yalnızca psikoloji temelinde değil, aynı zamanda kavramsal şema analizinde bulunarak politik yaşam konusunda çeşitli ilkeleri sistematik bir yapı içinde ortaya koyar.

TAOCULUK

Çin'de, Hindistan'da olduğu gibi, akademisyenler, ilk binyıl ve öncesinin yazılarına dayalı olarak birbirinden ayrı, bölünmüş okulların ve yapıların olduğunu söylemektedir. Bu ayrılık durumu özellikle Taoculuk için doğrudur. Taoculuk Konfüçyüsçülük ve Budizm'den farklı bir yapıya sahiptir.

Konfüçyüs'ün ölümünden sonra iki yüzyıl geçtiğinde i­ki Taocu sınıf bulunuyordu. Lao Tso'nun kitabı, daha sonra yayınlanmış olmasına karşın MÖ 400 yılından itibaren söy­lenmiş olan düşüncelerin bir derlemesidir. Diğer büyük çalış­ma Chuang Tso'nun kitabıdır. Yaklaşık MÖ 300 yılında öl­düğü düşünülen Chuang Tsu küçük devletlerin birinin alt ka­demeden bir yöneticisi olduğu bilinmektedir. Onun hüküm­dar Ch'u'nun yüksek dereceli bir yöneticilik teklifini reddet­tiği bilinir. Bu gerçekten de Taoculuk düşüncesinin politik felsefesine çok uygun bir davranış olmuştur. Dönemin tarih­çilerine göre, Chuang TsO Kitabı da bir derleme olarak bilinir.

Taoculuğun Temel Kavramları

Tao

Benim "kök-Taoculuk" olarak adlandırdığım şeyi anla­mının anahtarı klasik Taocu derlemelerinde yer alan "Tao" ifadesinin anlamında bulunmaktadır. Konfüçyüsçü yazılarda "Tao" "Yol" anlamına gelmektedir. Hükümetlerin yönetimi ve bireylerin davranışının uygun biçimleri için izlenmesi gere­ken yol anlamındadır. Taoculukta bu kavram hem daha ge­niş hem de daha derin bir yapıya sahiptir. Tao yalnızca bir yöntem ya da uygulama değil, bizim sahip olduğumuz ya da yoksun olduğumuz bir şeydir.' O, ayrıca evrenin varlığı ola­rak da bilinir. Ch'en Ku-ying'e ( 1 977) göre Tao'nun üç ta­ne açık şekilde ayırt edilebilir fakat birbiriyle bağlantılı anla­mı klasik kitaplar için bulunmaktadır. Bu, metafiziksel bir gerçekliktir. Bu, bir tür doğal yasadır. Ve bu insan yaşamı i­çin bir ilke ya da örnek türüdür. Eğer her şey birin görü­nümleri ise, bu durumda uyum egemendir. Biz Lao Tsu'den alınan aşağıdaki alıntı ile ilk duyunun örneklerini görebiliriz.

Tao ne kadar da anlaşılması olanaksızdır! O, her şe­yin geçmişteki atası olarak görünmektedir (Lao Tsü, := 600 [ 1937]: 19).

Etkin kuvvetin en güçlü görünümleri Tao'dan akar gibi görünmektedir. (a.g.e.: 20)

Tao her şeyi üretmektedir. (a.g.e.: 22)

Taoculuğun kök düşüncesi her doğal şeyin zemini ya da evrensel töz olarak Tao ideasını içermektedir. Bu, evren­sel olarak sabitlenmiş olan bu zeminin başka bir sorusunu or­taya çıkarır. Bu döngüsel değişimin de temel olduğu görün­mektedir.

Tao'nun başlangıcı ya da sonu yoktur. Şeyler ö/iir- ler ve doğarlar ...çürüme gelişimi izlemektedir, ve tamlık boşluğu izler: bir son olduğu zaman aynı za­manda bir başlangıç da bulunmaktadir ...Tüm ya- ratımlarm varlığı dörtnala giden bir at gibidir. Her harekette bir değişim vardır. Onlar her an değiş­mektedir. (Chuang TsCı, yak. 300: 6.1 1 a)

Yalnızca sürekli değişim yoktur, aynı zamanda değişim döngüseldir.

Nesnelerin tüm fark// türleri oluşum ile birfJirlerine dönüşürler. Onların başlangıç/an ve bitişleri kırık ol­mayan bir halka gibidir. (a.g.e.: 9.7b)

Böylece metafiziksel kökleri olan uygun bir öğretiye sahip oluruz. Burada en derin gerçekliğin elde edilen bilgisi­nin olanaklılığı olarak kuşkuculuğun sıkı bir ifadesi bulunur.

Tao, yaradılış içindeki her türden tüm gerçek varlıkları içermekle kalmaz. Tao, her şeyi ortaya çıkaran olarak, bö­lünmeyen, değişmeyen bir bütündür. İnsan varlığı Tao'nun görünümleri ya da parçalarıdır. Bu nokta bir kez kavrandığı zaman, özellikle ölüm ve çürüme konusunda, bizim kaygı duymamıza gerek kalmaz.

Evrende her şey birdir. Bütün ile ayrılmaz bir birlik oluşturulmuştur. Bedenin parçaları tozdan ve kir­den, ölümden ve yaşamdan, sondan ve başlangıç­tan daha fazlası olarak, günün ve gecenin birbirini takip etmesi gibi bir oluşum içindedir. Onlar kendi dinginliğini rahatsız etmeyecek bir güçsüzliiğe sa­hiptir. (Chuang TsCı, 7.18b)

Tao'nun Doğa ile özdeşleştirilmesi genel olarak inanıl­ması güçtür, çünkü Taoist bilgeliğin öğütlerinin bazıları in­sanoğlunun "yapay çalışmalara sırtını dön ve Doğayı düşün," olarak yorumlanabilir. Ancak bu basit bir özdeşlik değildir, çünkü Tao kendi içinde isterse aydınlanmış ve bilgilendirilmiş olsun, herhangi biri tarafından bilinemezdir.

Tao kendi görünümleri içinde isme sahip değildir ...

Tao düzeni yarattığı zaman, o isimlendirilebilir olur (Tao Tsfı, yak. MÖ. 600 [ 1937]: 21).

Kök-Tao'nun ölüme olan yaklaşımı doğrudan doğruya birlik öğretisinden kaynaklanır. Chuang Tso Kitabı'nda buldu­ğumuz aşağıdaki alıntıda bu yaklaşım tekrar edilerek ifade bulmaktadır:

Yaşam geldiği zaman, bunun nedeni onun böyle ol­ması için zamamn gelmiş olmasıdır. Yaşam gittiği zaman, bu olaylarm doğal sırasıdır. Her şeyi sakin­likle kabul etmek için olayların doğal sıralaması ile uyum içinde olunması gerekmektedir. Antik dö­nemde yaşayanlar bunu "kölelikten kurtuluş" ola­rak adlandırmışlardır. {a.g.e.: 1, 248).

Bilge adam evren boyunca kalbinde ışık ile dolaşır. Burada hiçbir şey kaybolmamışttr çünkii her şey kuşatılmıştır (a.g.e.: 242-3)

Burada doğal bir yasa olarak Tao'ya sahibizdir.

Bundan hangi ahlak felsefesi elde edilir? O, erken dö­nem Taoculuk, en dingin ve göreceliliktir..Tao'yu anlayan kişi, ahlaki tutum açısından görecelidir. "Her bir birey için, farklı bir 'doğru' ve farklı bir 'yanlış' vardır. Böylece Doğru ve Yanlış, İyi ve Kötü gibi ahlaki karşıtlıklar bulunmaktadır" (Creel, 1982:3).

Wu-wei

Bu ilkeden wu-wei öğretisi için kısa bir basamaktır: e­ğer siz hiçbir şey yapmazsanız, her şey başarılmış olacaktır. Aşağıdaki bölüm canlı bir şekilde kök-Tao ahlak felsefesini i­fade etmektedir.

Küçük insan kendisini kazancın peşine adar, üstün insan tüm varlığı ile ün için mücarfele ı: Jer. Onlarm insanoğlunun normal duygularrm ve doğalarrm terk etmelerinin nedeni tama.11en rarklıdır, fakat trrk ettikleri şeyde uygun insan davramşı olarak aym şe­yi yaparlar. Bu durumda şöyle söylenebilir: "Küçük insan olmayın, böylece varlığımızm özünü yok et­memiş olursunuz. Ve üstün insan da olmaya çalış­mayın. Doğal süreci izleyin. Onun eğri ya da düz o­luşunun önemi yoktur, her şeye sizin içinizde bulu­nan doğanın büyük güçlerinın ışığmda bakın. Etrafı­nıza bakın! Mevsimlerin ritmi ile kendinize ahenk kazandmn. Onun 'doğru' ya da 'yanlış' olarak ad- landmlmasmm ne önemi vardır? Sizi k1S1tlayan bağ­lardan kurtulun, kendi düşüncelerinizi yaşayın, ya­lnızca Tao ile eğilin. (Chuang TsO: 9.23a)

Burada en dingin ahlak felsefesi açık bir şekilde tanım­lanmıştır. Bu, Konfüçyüsçülüğün reformist eğilimine göre keskin bir karşıtlık taşımaktadır. Tao'nun takipçileri yönetim görevi almak amacıyla yöneticilerin iki dudağının arasmdan çıkaczk sözcükleri takip etme arayışı içinde değillerdir. Onlar balık avlamayı ve sebze yetiştirmeyi tercih etmişlerdir.

Kök-Tao ahlak felsefesinin merkezinde wu-wei kavra­mıdır. Yönetmek yerine balık tmınayı tercih eden kişi-hiçbir şey yapmamayı seçmiştir. Ancak bu şekilde hiçbir şeyi başar­mış olmaz mı? Taoculara göre hayır. Wu-wei paradoksal bir ilke taşıyor gözükmektedir. "Hiçbir şey yapılmadığında, ya­pılacak hiçbir şey yoktur. " Daha akademik bir tarzda söyle­mek gerekirse wu-wei yoruma göre değişiklik gösterebilmek­tedir. Kişi wu-wei'yi nasıl yapar? Kimse mutlak olarak hiçbir şey olanı tam ;)(arak yapamaz. Bunun ötesinde, Tao düşün­cesinde en iyisini yapmak için belirli bir düşünce geliştirilme­sine izin yoktur. Buna yanıt her şeyin zemini olarak Tao'nun dinamik karakteri içinde gibi görünmektedir. Sürekli bir de­ğişim oluşumu varsa, ve "eşit derecede iyi olan on bin dönü­şüm varsa, bazı insan varlıkları onu gerçekleştirme çabası i­çinde olur, daha sonra Tao kendisine bakacaktır. Olan şey Yolun gerçekleşmesidir.

Taoculuğun politik Uygulaması

Hareketsizlik erdemi

The Book of Lao-Tsü kitabında akıllı yöneticiyle ilgili o^ !arak "hareketsizlik uygulamaları ve sonuç olarak uygun bir şekilde yönetilmiş olan hiçbir şey yoktur" ifadesi yer alır. Bu bana iki açıdan mantıklı görünüyor. Birincisi onlar zaten de^ vam ettiği için bazı kurulmuş doğruluğa sahip olan olgulara müdahale etmenin bir uyarısıdır. Bu öğüt tüm yöneticilerin kalplerinde işlenmiş olması gereken bir aforizma içinde Zdpt edilmiştir: "Eğer o kırılmamışsa, onu tamir etme." Diğer an­lam "Tao'da inanç sahibi olmak" gibi bir şeydir. Tao sürekli^ dir fakat hiçbir bireysel insanın sahip olmadığı şekillerde de­ğişmektedir. Bu düşünce başka bir faydalı aforizma içinde zapt edilebilir. "Onları kendi hallerine bırak." Tao'nun kuş­kucu görünümü açıktır. "Doğru ve yanlış arasındaki bir ayırı­mın nasıl olması gerektiği konusunda Tao anlaşılması zor bir düşünceye sahiptir. Doğru ve yanlış arasındaki bir ayırımın olması gereken konuşma nasıldır? (Fung Yu-lan'dan alıntı, 1923, Creel, [ 1 982: 53]). Eğer Tao'da doğru ile yanlış a­rasında hiçbir ayırım yoksa, bu durumda doğruluğu tercih etmekte bilgece bir karar vermenin gerçekte hiçbir oluşumu yoktur! En iyisi hiçbir şey yapmamaktır.

A/çakgönül/ülük paradoksu

Ancak ne olursa olsun, Tao'nun gerekli olmayan dav­ranışlardan kaçınma hareketi, kök-Tao'nun varlıkbilim ve bil­gi kuramı ile uyumlu olarak görünmektedir. Aynı temel nok­tadan yola çıkarak karşıt ahlak konumuna ulaşmak olanaklı­dır. Tao'da hem kendini geri çekme hem de baskın olmanın yolları bulunmaktadır. Ve böylece biz Creel'in "maksatlı Tao" olarak adlandırdığı olguyu buluruz.

İnsanlar ve devletler üzerinde mutlak kontrol elde et­mek için bir reçete olarak en dingin Tao felsefesinin kullanı­mı halihazırda Lao TsCı'ya atfedilen yazılarda bulunur. Tao tarafından oluşturulan karakterin niteliği diğer insanlar üze­rinde üstünlük elde etmek için gerekli olan şeyin niteliğidir.

İnsanlar üzerinde olmak isteyen kişi sanki onlardan aşağıdaymış gibi konuşmalıdır . . . bunun nedeni dünyada bunu iddia edebilecek hiç kimsenin bunu iddia etmemesidir. (Lao Tsu, bölüm 66: Creel'den alınmıştır, 1982: 5)

1 Ching

Tao ile yakından ilintili olarak Taoculuk ve Konfüçyüs- çü!ük'ten bazı temel kavramlar alınmıştır. Bunların başlangıç noktası I Ching adlı bir kitaptır. Kitap bir dizi çizimden oluş­maktadır, bununla birlikte özlü sözler bulunmaktadır. Evren­bilim, ya da T' ai Chi iki kuvvetin ya da ilkelerin dengesi üze­rine temellenmiştir. Yin soğuk ve ışığın ilkesidir, ve yang ısı­nın ve karanlığın ilkesidir. Bu kuvvetler kendi etkileşimlerinin örneğinin değişmesiyle kalmaz, aynı zamanda birbirlerine dö­nüşebilmektedir. Bazı evrenbilimsel kuramlar l Ching'den ge­liştirilmiştir, örnek olarak, Shao Yung ( 1O11-1077) verile­bilir (Fung Yu-lan, 1937. 382-95). Ancak 1 Ching'in kendi içinde önemli bir felsefi hareketin kaynağı olduğunu söyle­mek zordur. Ancak ne olursa olsun, kuvvetlerin ikiciliği Çin'de, onların evrenbilimlerinin bütünleyici bir parçası ola­rak büyük felsefi okullar tarafından ele alınmıştır.

ÖLÜMSÜZLÜK KONUSU

Çin dinsel düşünce tarihçileri, Konfüçyüsçülük ve kök- Taoculuğun karakteristiği olarak görünen sonlu yaşam kavra­mını vurgulamışlardır. İnsan bilinçliliğinin sonu olan ölüm doğal ve kaçınılmaz bir olay olarak kabul edilmelidir. Bilge bir kişi için tek olası davranış şekli onu sakince karşılamaktır. Ancak bu geri çekilme tutumu herkesi memnun etmemekte­dir. Samsara içindeki birbiri peşi sıra olan yaşamlar, yeniden doğumların döngüsü, yalnızca eğer insanlık ve belli bir kısa dönemli maddesel vücuda gelmenin birbirinden çok ayn ol­ması nedeniyle Budizm temel bir dualizm gerektirmektedir.

Ölümsüzlük Tartışmaları

Felsefi konular

Yaklaşık olarak İsa'nın doğduğu dönemde Budiznı'in Çin'de yayılması, bir taraftan Budistler ve diğer taraftan Konfüçyüsçüler ve Taocular arasında uzun süren tartışmalara yol açmıştır. Konu, Budizm için özsel bir kavram olan, ö­lümden sonra kişisel olarak yaşamı sürdürmenin olanaklılığı sorunuydu. Daha kapalı olarak kişisel ölümsüzlük konusu tar­tışılıyordu. Geleneksel Hint felsefesine göre teslimiyet ile ya- şamııı sürdürülmesi olanaklıydı. Tartışma bir kişi olarak insan varlığının doğası etrafında gelişen konularda yoğunlaşıyordu.

Fung Yu-lan ( 1937), metinlerinin özetinde, Budist ya­şamı sürdürme düşüncesine karşı Konfüçyüsçü ve Taocu ti­pik tartışmaların iki ana hattını ortaya koyuyordu.

Birinde kişinin yaşamını sürdürebileceği, fakat bunu bir ruh olarak yapamayacağı savunuluyordu. Kişi öldükten sonra torunlarında yaşamayı sürdürürdü. Bu, insanların atalarına karşı törenler yapmaya yönlendiren önemli bir nedendi. Benzer bir şekilde, yaşamayı sürdürmenin yolu kişinin ün sa­hibi olmasıydı. Bunun gerçekleşebilmesi için ölümünden son­ra tanınıyor olması gerekiyordu.

Daha saldırgan bir karşı çıkış Fan Chen'den (450­515) geldi. O, bedenin ruh olduğu konusunda ısrarlıydı. Han Hanedanlığı'nın sonuna doğru, Fung Yu-lan'ın ( 193 7, cilt il: 4 2 5) "dinsel Taoculuk" olarak adlandırdığı hareket ortaya çıktı. Onların öğretileri, Lao Tsü'nun sözlerinden a­lınmıştır. Bunlar özellikle bu dünyadaki uzun bir yaşam ile "ölümsüzlüğü" özdeşleştirmiş görünmektedirler.

Çin düşüncesindeki bölünme asla sona ermemiştir. Çin'deki felsefi yapı her zaman için pragmatik ve materyalist olmuştur. Bu dünya her zaman için pragmatik ve materyalist olmuştur. Bu dünya ölümsüzlüğü ideası Çin düşüncesinin ta­rihinde pek çok kez geri dönmüş bir düşüncedir.

Bedeni korumak

İlk Hıristiyan binyılının başladığı dönemde ve dört ya da beş yüz yıl sonrasına kadar kişinin doğası üzerindeki felse­fi tartışmalar içinde oluşturulan materyalist çerçeve içinde ö­lümsüzlük kültü işlenmiştir. Bedeni koruma ile ilgili çalışma­lara bu dönemde büyük önem verilmiştir. Ölümsüzlük iksiri ya da ilacı için araştırmalar da bu dönemde yaygınlaşmıştır. Bu ve diğer simyasal projeler popüler çağını yaşamaya başla­mıştır. Bu projeler lıükümetler tarafından finanse edilmekte­dir çünkü yöneticiler de ondan yararlanmayı ummaktadırlar.

Ancak Taocu yazılarda bu çabalar ironik ve alay edile­rek ele alınmakta-dır. Konfüçyüs de dahil olmak üzere ilk Taocular bunun ümitsiz bir çaba olduğunu düşünüyorlardı. Bu tür ölümsüzlük kültleri onlar tarafından gülünç bulunu­yordu. Taocu düşünce ile ölümsüzlük arayışları arasındaki gerçek ilişki ilk Hıristiyan binyılının ilk yüzyılında iyi bir şekil­de kurulmuş gözükmekteydi.

BUDİZM: MAHAYANA'DAN ZEN'E

Budizm ve kök-Tao arasındaki ilişki, Tao öğretilerinde herhangi bir derin değişikliğe yol açmamıştır. MS altıncı yüz­yılda Budist yaşam felsefesi Çin'de iyi bir şekilde kurulmuş­tu. Hindistan'da, Budizm hızlı bir şekilde iki kola ayrılmıştı. Bunlar Hinayana ve Mahaya'dır. Budizm de böli.ınme eğilimi olan bir düşünce haline gelmiştir. Bunların en yaygın olanla­rından birini biz "Zen" olarak adlandırırız.

Budizm daha önce ithal edilmiş olmasına karşın, MS 700 - 800 yılları döneminde T'ang Hanedanlığı zamanında Çin'de ve Japonya'da çok geniş ölçekte yayılmıştır. Bu dö­nemde iki büyük Zen okulu bulunmaktadır. Güneyde ani ay­dınlanma okulu vardır, ve kuzeyde derece derece aydınlan­ma okulu bulunmaktadır. Budist yaşam tarzının büyük bir görünümü olarak monarşik sistem bu dönemde kurulmuş ve popüler olmuştur. Bu, Çin dinsel felsefesinin hoşgörülü çer­çevesi içinde genel olarak bazı çatışmalara yol açmıştır. Kon- füçyüsçüler monarşik sisteme sert bir şekilde karşı çıkmakta­dırlar. Bu sistem Konfüçyüs tarafından ortaya konulan aile ve devlet düzenleme kaynaklarına uygunluk göstermektedir.

Yaşam biçimi olarak, felsefi gelişmenin tüm öykülerin­de olduğu gibi Zen öyküsü de karmaşıktır. Benim buradaki amacım Zen biçeminin Himalayaları aşarak Çin'e ulaştığı dö­nemde Hindistan'daki Budizm düşüncesinde yaşananları göz­ler önüne sermekten ibaret olacaktır.

Aydınlanma Yolu

Doğu felsefi yazılarının karakteristik özelliği olarak, so­yut anlatımlar içinde öyküler ve anekdotlar verilmektedir. Bu, Budist yazılarında özellikle belirgindir. Biz bunu daha ön­ce Konfüçyüs'ün Seçme/er'inde görmüştük.

Yaşamın uygun yolu nedir? Burada onun için bir yol sunulmuştur. Yoksul bir çocuk olan Hui-neng Diamond Sut- ra'nın ezberden okunmasını duymuştur. O, "Kişi herhangi bir şey üzerine yerleşmeden zihninin canlandırmalıdır" dize­lerini duyduğu anda aydınlanmaya doğru ulaşmaya başlamış­tır. O, aydınlanma yolunu izlemesinin gerektiğini düşünerek bir tapınağa girer. Bir sonraki aşamaya geldiğinde şu dizeleri yazacaktır.

Beden aydmlanmanm ağaodır,

Zihin, onun önünde duran açık bir ayna gibidir.

Dikkatli bir şekilde onu temizleyin

Üzerinin toz/anmasma izin vermeyin.

Gece olunca Hui-neng aynı hizmet aşkıyla şu dizeleri yazacaktır,

Aydmlanma temel olarak ağaca sahip değildir,

Ve açık aynanın dayanacak yeri yoktur.

Başlangıçta tek bir şey bile yoktur,

Tozlar nerede toplanabilir?

Aydınlanma çabuk bir şekilde gelmemiştir. Bu dizele­rin temelinde tapınak yöneticisi Hui-neng'i çağırmıştır. Genç adam Atman I Brahman kuruluş öğretisinin standart bir liste­sini ezberden okuyarak raporunu sunar. Bu, bizim yaradılış­tan gelen doğamızın her şey ile özdeş olduğu ve doğrulmadı- ğı, ölmediği, bütün ve hareketsiz olduğudur. Bu ve benzer öğretiler üzerine yıllar boyunca daha fazla meditasyon yap­tıktan sonra, Hui-neng kendisi tapınak yöneticisi olacaktır.

Aydınlanma nasıl elde edilmiştir? Diamond Sutra'yı ezberleyerek ve onun üzerinde düşünerek zihin kendi özsel doğasını gerçekleştirmek için açık bir hale gelmektedir. Zen ve diğer budist okulları arasında daha büyük kozmik sorular konusunda herhangi bir özsel farklılığı kavramak çok zordur. En iyi hayatı yaşamak için yapılan gündelik uygulamalar bir­birinden çok farklıdır. Sessiz bir meditasyon ve bilgelik elde edimi üzerine vurgu yapılmaktadır. Ancak ne olursa olsun e­tik düşünceler konusunda bir boşluk bulunmaktadır. Bodhi- sattva rolü üzerine odaklanmayan Zen, Mahayana Budizm'i için temel teşkil etmektedir. İyi işler Zen yaşantısı içinde bü­yük önem taşımaktadır.

Aydınlanma nasıl gelir? Bir gerçekleştirme anında bir­denbire olarak mı yoksa zihnin açıklığını sağlamak içiıı yön­lendirilmiş sıkı meditasyon uygulamaları aracılığı ile derece derece mi? Zen güney okulu ilk düşünceyi, kuzey okulu ise ikinci düşünceyi benimsemiştir. Ancak felsefi açıdan bakıldı­ğında bu ayırımın önemi yoktur. Teknik ne olursa olsun, ilke aynıdır. O, antik Hint düşüncesinin temel metafıziğinden, zaman ve yer kavramı olmaksızın doğrudan doğruya meyda­na gelmektedir.

Zihin Bölümleri

Burada Zen felsefesinin kayda değer bir görünümü gö­ze çarpmaktadır, ve onun Hintli atalarından ayıran bir özelli­ği göze çarpmaktadır. Burada "zihin" üç bölüme ayrılmakta­dır, geçmiş zihin, şimdiki zihin ve gelecek zihin. Bu ayırımlar bilincin düşünce içerikleri arasındadır ve hepsi şimdiki düşün­celerdir. Bu içerikler içsel gözlem için uygundur. Çaba şimdi üzerine dikkat yoğunlaşmasıdır. Zihnin ideal olarak boş ol­ması gerekmektedir. Düşüneceğim şeyi düşünmek bir şimdi düşüncesidir. Düşünüyor olduğu şeyi düşünmek bir şimdi düşüncesidir. Böylece "zihni temizlemek" için meditasyon yapma şimdiye katılmalıdır. Bu şekilde geçmiş, şimdi ve ge­lecek ayrılmış olacaktır.

Filozoflar "Zihnin, düşüncenin ve bilinçliliğin doğası nedir?" diye sorabileceklerdir. Ancak buna yanıt vermek i­çin doğanın zihnin karşıtı olmadığının açıklanması gerekmek­tedir. Budist metafiziğinin nihai kaynağı her şeyin oluştuğu Atman I Brahman olgusudur. Onun hiçbir anlam taşımadığını düşünmek hiçbir şeyin bizim özsel doğamızdan uzakta olma­dığı gerçeğini kavramaktır. Bu Atman'ın Brahman olduğu an­lamına gelir. Bu düşünce aydınlanmanın bir parçasıdır.

Yüzyıllardır Budizm Konfüçyüsçülük ve Taoculuk ile birlikte var olmuştur. Bir zamanlar yerli felsefeler ve ithal felsefeler arasındaki ilişki düşmanca olmuştur. Başka zaman­larda ise Budizm düşüncesinin Konfüçyüsçülük ve Taoculuk'- un temel konuları üzerinde varyasyonlar sunulmuştur. Bun­lar öğreti açısından bağımsız olmalarına karşın, radikal olarak fi'nin oynadığı rol açısından tamamen farklıdır.

Sonuç

Hindistan'da olduğu gibi, Çin'deki ikinci Hıristiyan binyılında, MS 1000 yılından önce kurulmuş olan entelek­tüel sermaye fonunun geniş ölçekte yeniden işlenmesi gö­rünmektedir. Özet olarak, biz Çin felsefesi tarihini Konfüç- yüsçüler ve anti-Konfüçyüsçüler arasında bir diyalektik ola­rak görebiliriz. Hem Konfüçyüs hem de Mencius ahlaki ve politik felsefe olarak ortaya koyabileceğimiz yapı içinde mey­dan okuyan öğretiler ve öngörüler bulunuyordu. Aynı za­manda onlar farklı tartışma seviyelerinde çalışıyorlardı. Pek çok açıdan Konfüçyüs Yol'u açıklama, Mencius ise Yol üze­rinde düşünme ile ilgiliydi. Mencius uygun bir yaşamın Kon- füçyüsçü kavramının ana görünümlerini meydana getiren fel­sefi girişimlere başlamıştır. Eğer Konfüçyüs ahlak ve politik felsefe hakkında genelleştirme seviyesinde düşünmüşlerse, biz Ana/ects içindeki bu düşünme tarzının herhangi bir açık bir ifadesini bulmalıyız.

Creel'in iddiasına göre Anti-Konfüçyüsçüler rakipleri­ne oranla daha verimli görünmektedirler. Onlar birleşik bir Çin büyük projesi için çeşitli çalışmalarda bulunmuşlardır. Ancak ne olursa olsun, Taocular kesin olarak Konfüçyüsçü öğretinin doğrudan karşıtı olarak görünmektedir. Onların Doğa ile birlik üzerine odaklanmaları, bir yöneticinin doğru karakterde olması ve sivil hizmet organizasyonları ve eğitim gibi şehir sorunları üzerine dikkatini yoğunlaştırmış bulunan yapı ile farklılık göstermektedir. Hint yaşam felsefesinin Bu­dist görünümünün içeri girmesi başka bir karışıma eklenmiş­tir, ancak Budizm ve Taoculuğun büyük kısmı için bu yete­rince karşıt görünmemektedir, ve genellikle birlikte uygulan­mıştır. Genel olarak konuşmak gerekirse Çin'de çeşitli yaşam felsefelerinin uygulamacıları arasında eklektik bir hoşgörü

bulunmaktadır. Konfüçyüsçü bir düşünceden Tao'ya ve hat­ta Budizm'e bir dönüş olasılığı vardır.

Burada geçmiş binyılın yerli felsefeleri Çin'de ikinci binyıl için de etkin bir yere sahip olmuştur. Ve biz Hint dü­şüncesinin MS 1000 yılından itibaren keskin bir değişim i­çinde olduğunu görebiliriz. Sung hanedanlığı döneminde (960-1279) yeni-Konfüçyüsçü felsefe ortaya çıkmış ve ge­lişmiştir. Bu karışıma ikinci binyıldan çok önceleri Çin'e ulaş­mış bulunan Budizm'in de eklenmesi gerekmektedir. Ve bu dönemde Çin'in kendine özgü biçimleri ikinci binyıldan önce evrim geçirmeye başlamıştı.

Politik olaylar Çin'in felsefi atmosferi üzerinde derin ve ani bir etkiye sahip gözükmektedir. Üç yaşam felsefesi eş­zamanlı olarak ve uyum içinde bu bölgede bir arada yaşama­ya devam etmiştir. Nan Hiai-chin ( 1995) "Ne zaman ki dü­zensizlik ve isyanlar ortaya çıktıysa, barışın yeniden egemen kılınması için orada her zaman için Tao'cu öğretinin rehber­liğinin kullanılması gerekli gözükmektedir. Ülkeye barış geri döndüğü zaman, yönetim stratejisi Konfüçyüsçü sanatların dışa dönük bir gösterimi olarak Taoculuk içsel olarak kulla­nılmıştır. "

NOTLAR

1 Sanırım bu anekdot boyunca ironik olarak Chieh Ni'nin yorumla­rını duymaya davet edilmişizdir.

İkinci Binyılda Çin ve
Japon Felsefesi

Yaklaşık 1170 yılında yaz başlarında bir günde dostça rekabet içindeki iki filozof olan Chu Hsi ve Lu Hsianshan Kaz Gölü Tapınağı'nda bir araya geldiler. Daha sonra Lu şöyle yazmıştır.

Benim büyük abim Fu Chai bana dedi ki "Tsu-ch'- ien Chu Hsi ile özellikle buluşmamızı istemiştir çün­kü öğreti açısmdan biz ondan farklıydık. JJ Chu Hsi benim kardeşimle tartışıyordu. Ben dedim ki "Be­nim bir yazma yolumda ...basit ve kolay olan iş sonunda uzun dönemli ve büyük olacaktır / Bunun parçalı ve soyutlanmış ayrmtılara adanmış olduğunu anlamak amaçsızlık içinde sürüklenme ile sona ere­cektir. " Ben şiirimin bu satırlarını ezberden okudu­ğum zaman, Chu Hsi'nin yüzü soluklaştı.

Ancak ne olursa olsun, biz Chu Hsi'nin son gülen ol­duğunu biliyoruz. Yüzyıllar boyunca egemen olmuş Çin dü­şüncesi üzerine kamusal hizmet verecek olan metinleri oluş^ turmak ona kısmet olmuştur.

Dönemin toplumsal ve politik karakteri bu bölgede ta^ rih ve felsefe açısından belirleyici bir konuma sahipti. Bu dö­nemdeki felsefe, bilim ve diğer entelektüel' konuların daha iyi anlaşılabilmesi için politik ve toplumsal yapının iyi bilin­mesi gerekmektedir. Sung Hanedanlığı ikinci binyıla dönüş noktasında sallantı içindeydi. Bu, dünya tarihi için öykünün zaman çerçevesini oluşturmaktadır. Bu dönemde Çin'in top­lumsal ve politik yaşantısında önemli bir şey meydana gel­miştir, ve aynı kısa dönem içinde ikinci binyılın en etkin Çin­li filozofları Konfüçyüsçülüğe yeniden yaşam kazandırmanın çabası içinde olmuşlardır.

Sung hanedanlığmm karakteri

Çin'de bu dönemdeki yaşam ile ilgili tüm görünümler, özellikle ekonomik alandaki yapı dönemin politik durumuna ilişkin olarak ele alınmalıdır. Çin politik tarihi az ya da çok hanedanlıklar tarihidir. Biz felsefi düşüncenin yeşermesine i­lişkin olarak Sung hanedanlığının başlıca karakteristik yapısı­na yakından bakmalıyız.

Sung Hanedanlığının ortaya çıkması Çin'in tümünde u­zun zamandır süregelen küçük devletlerin birbiriyle savaş ha­linde olması durumunu sona erdirdi. Hiçbir ülke yüzyıldan daha fazla bir süre için rakiplerinin karşısında başarı göstere­rek onları denetimi altına alamamıştı. Sung Hanedanlığı bir­kaç güney ülkesini kendisine katarak ve birkaç kuzey ülkesini kendisi ile birlikte hareket etmeye ikna ederek bölgede barışı sağlamış ve dışarıdan gelebilecek tehditlere karşı koymuştur.

istikrarlı bir devlet yapısı bölgede felsefi konuların, ö­zellikle ölümsüzlük kültü düşüncesinin gelişmesi için zemin hazırlayacaktır. Eğer yaşam en azından bazı dünyasal tatmin­ler sunuyorsa, ölümden sonra da bunun sürmesinin bir yolu olmalıdır. Daha önce görmüş olduğumuz gibi, önceki binyıl- da kişisel ölümsüzlük hakkındaki tartışmalar içinde, ölümsüz­lüğün teknolojisinin geleneksel Çin anlayışı "eklenebilir" bir ruhun kavramından yoksun olmaktan etkilenmiştir. Daha çok Mısır teknolojisi olarak bilinen ölünün mumyalanması tekniği Sung Hanedanlığı sırasında geliştirilmiştir. Bu, bedenin ko­runmasıyla kişinin varlığının sürdürülmesinin bağlantılı oldu­ğunun düşünülmesi anlamına gelmektedir. Ancak Çin'de i­kinci binyılın ilk iki yüzyılının en göze çarpıcı görünümleri yeni-Konfüçyüsçülük düşüncesinin yükselişi ve nihai zaferi­dir. Bu, bir grup yenilikçi filozofun çalışmalarıyla sağlanmış­tır. Bunların başında Chu Hsi ( 1130-1200) gelmektedir.

YENİ-KONFÜÇYÜSÇÜLÜK

Bu dönemde Konfüçyüsçüler her yerde Budizm'in ba- şanlarıyla yüz yüze geliyorlardı. Çin ve Japonya'da Budizm'^ in özellikle Zen versiyonu başarı kazanmıştı. Onların yanıtı, öğretinin tüm görünümleri içinde Budistler ile uyum sağla­mayı denemek şeklinde oluyordu. Bu, dünya ve onun üze­rinde bulunan insanların kavrayışlarına uygun olan güçlü bir metafiziğin, kavramsal bir sistemin gelişimi anlamına geliyor­du. Aynı zamanda Budistlerle rekabet edebilecek bir ahlak felsefesinin ortaya konması anlamındaydı. Onlar Konfüçyüs'- ün benimsemiş olduğu dünyasal oıtak-duyu vaazından ayrı bir şekilde bir felsefi tür geliştirmeye başlamışlardı. O, bizim çağdaş anlayışımız içinde yargıların kullanımını, ya da insan varlığının ahlak yaşantısı ve maddesel dünya farklılığının aracı şeklinde bir "dilbilgisi" olarak kavramların soyut bir sitemine ilişkin değildir. Seçmeler (Analects) yapıtının çekiciliği gele­neksel bir tarzda olması ve yalnızca felsefe alanında değil, ay­nı zamanda edebiyat alanında da büyük ölçüde zenginleştiri­lebilecek gündelik anekdotlar şeklinde olmasıdır. Yeni-Kon- füçyüsçü tartışmalar genellikle başka filozofların söyledikleri üzerine eleştirel yorumlar ile geliştirilmiştir. Bu yazarlar, ken­di tarzları içinde Batıya özgü tartışmacı bir biçeme benzer o­larak felsefe yapmanın bir yolunun geliştirmişlerdir.

Ustanın düşüncesinde yoksun olan, yeni-Konfüçyüsçü- ler tarafından oluşturulması gerekli olan şey neydi? İlk ola­rak, bu Konfüçyüsçüli.iğün bir evrenbilinıe, Budistler tarafın­dan ortaya konulandan daha açıklayıcı bir dünya resmine sa­hip olduğunun gösterilmesi gerekiyordu. Ayrıca Konfüçyüs- çü geleneksel ahlak düşüncesinin ve uygun toplumsal davra­nış modellerinin de ahlaki erdemin anlam ve kaynağı olarak ortaya konması gerekiyordu. Bu iki görünüm, birleşik bir fel­sefe içinde, birbiriyle ilintili olarak tanıtlanmalıydı. İnsan dünyasının düzeninin kuruluşu olarak insan ahlaklılığının ze­min bulduğu kozmik düzen içinde bir şeylerin olması gereki­yordu.

Yeni-Konfüçyüsçülük hareketinin başlangıcı Ch'eng kardeşlerin, Ch'eng Hao (1032-85) ve Ch'eng 1 (1033- 1107)'nin düşüncesinde bulunabilir. Onların her biri farklı bir Konfüçyüsçülük görünümü ele almışlardır.

Kardeşlerin felsefeye olan asıl katkısı tüm yeni-Konfüç- yüsçülük hareketi içinde li ya da ilke kavramının radikal bir şekilde yeniden ele alınması ve yeniden canlandırılmasıdır. O, bir dünya içindeki tüm tikellerin birliğinin ilkesi ve aynı zamanda tüm bireylerin, hem maddesel hem de insan ola­rak, farklılığının ilkesidir. Ch'eng 1 "Bir şeyin ilk ilkesi tüm şeylerin ilkesi ile birdir. Bir günün süreci, bir yılın süreci ile birdir," demiştir (Wing-tsit Chan, 1 963: 551). Tarihsel o­larak, Clı'eng kardeşlerin önemi metafiziğe katkı içinde ola­rak Budist öğretinin açık bir şekilde reddedilmesinde yat­maktadır. Ch'eng 1 konuyu üç noktada Budistler ile ele al­mıştır. Gerçek Konfüçyüsçü düşünce içinde, onların ailenin terk edilmesi ve aile bağlarının kopartılması düşüncesini red­detmiştir. Zaman boyunca aynı durumda kalan sürekliliğin Budist metafiziksel savı onun tarafından reddedilmiştir. Her şey, her zaman değişmektedir. Tüm ilgilerin en derin konusu Budizm için temel olan bir şeydir. Kişi bir kez "ilke"yi anLv dığı zaman bu ilke aydınlanmaya giden yol üzerinde artık bir engele dönüşecektir, ve onun aşılması gerekmektedir. Ch'eng 1 yalnızca bir /i'nin olduğunu söylemiştir ve bunun bir engel olmayacağını, ilkeyi aşma çalışmasının içinde olan kendi ile yalnızca kendi varlığını veren ilke arasında bir ikiye bölünme olacaktır.

Tarihçi ve çevirmen Wing-tsit Chan, Ch'eng kardeşle^ rin yeni-Konfüçyüsçülerin iki okulunun başlatıcısı olduğunu ifade etmektedir. Bunlar batılı felsefe terminolojisi içinde rasyonel ve idealist düşünceler olarak adlandırılabilir. Ch'eng 1 ve Chu Hsi gibi rasyonalistler kendi sistemlerini li, ilke te­meli üzerine kurarlar. Onlar herhangi bir zihin içinde onun gerçekleştirilmesinden daha temel bir nesnel varlık olduğunu savunmuşlardır. Ch'eng Hao ve Lu Hsiangshan gibi idealist­ler kendi sistemlerini her şeyi kuşatan olarak kendi zihinlerin­de merkezlendirirler. Li yalnızca zihinsel olarak vardır. Bu ro­taya girildiği zaman Budizm'e olan karşıtlık açık bir şekilde görülecektir.

Chu Hsi'nin Öğretileri

Chu Hsi 1 1 30 yılında eğitimli bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Hindistan'da Râmânuja gibi, Chu Hsi Çin'in en büyük klasik felsefe okulunun belli bir versiyonunu kurdu. Bu, ikinci binyılın çoğunda varlığını sürdürecek bir okul ol­muştur. Onun yaşantısı birbiri peşi sıra gelen sıkmtılı hükü­metler dönemi içinde geçmiştir. O, kısa bir süre ;Çin de olsa, bir bölge yöneticisi olarak görev yapmıştır. Yaşantısı içindeki tüm bu karmaşaya karşın, birbirinden farklı ve uzlaştırılamaz olarak görünen Konfüçyüsçü mezhep okullarını temel konu­larda bir araya getirecek olan bir felsefi çalışma yapısı oluş­turmuştur. Tarihçiler onun düşüncelerinin kaynağının Ch'eng kardeşlerin bütünleştirici öğretileri olduğu konusun­da görüş birliği içinde bulunmaktadırlar. Chu Hsi'nin eklek­tik Konfüçyüsçülüğü Çin felsefesinin sonraki bin yılı içinde çok büyük bir etkiye sahip olacaktır. Tarihçi Wing-tsit Chan onun çalışmasını "Büyük Sentez" olarak nitelendirmiştir. Bel­ki de bu nedenle onun Konfüçyüsçü Seçmeler, Mencius kita­bı ile birlikte, kendi çalışmalarının ikisi ile birlikte, Büyük Öğ­renme ve Anlamın Öğretisi 700 yıl boyunca etkisini sürdüre­cek olan bir ahlak felsefesi oluşturulmuştur. O, 1200 yılında ölmüştür.

""Li" kavrammm genelleştirilmesi .

Onun metafiziksel yenilikleri fi kavramının rafrneleşti^ rilmesi ve genelleştirilmesi etrafında gerçekleşmiştir. Ben bu kavramı Batı dillerinde "ilke" kavramına dönüştürerek de­vam edeceğim. Ancak ne olursa olsun, o geleneksel kulla­nımlarından daha kozmik bir eğilim kazanmıştır. Li, Chu Hsi tarafından Ahlak İncelemesi (Wing-tsit Chah, 1963:614) ça­lışmasında açıklanmıştır. Burada iki başka kavram ile Yol, Tao ve "doğa" kavramları ile ilintili olarak açıklanmıştır. Chu Hsi, Ch'eng l'ın söylediği "Doğa ilke ile aynıdır," sözü üzeri­ne yorumda bulunarak kavramın çift-anlamlılığını açıklar.

Zihin ile ilintisi içinde o doğa olarak adlandırıllr. O­laylarla ilintisi içinde, o ilke olarak adlandırılır. Ya­şam ilkesi doğa olarak adlandml1r. {Wing-tsit Chang, 1963: 614).

Böylece fi kabaca, nesnelerin ayırt edici bir karakteri­nin kaynağı olarak görünür.

Chu Hsi ve diğer yeni Konfüçyüsçüler antik dönem Hint filozofları ile aynı derin metafiziksel bilmece ile karşılaş^ mış görünmektedirler. Maddesel nesnelerin farklılığı ve in­sanların bireyselliği Büyük Varlık'ın birliği ile nasıl uzlaştırıla- bilmektedir? Li bireyden bireye farklılık gösterdiği için, fi'nin kendisinin de farklı olması gerekir. "Doğa [dünyası} tanrı ta­rafından yaratılmış sayısız ilkelerden oluşmaktadır," der Chu Hsi.

Zihin ve maddesellik nasıl birbiriyle bağdaşmaktadır? Çözüm beni şaşırtıcı bir şekilde çarpmıştır. Eğer çeviriyi doğ­ru bir şekilde anladıysam, Doğanın hiçbir fiziksel biçimi yok­tur, ve

İlkeden başka hiçbir şeydir. İnsanlarda bulunan, iyi­lik, doğruluk, uygunluk ve bilgelik onım doğasıdır, fakat onlar hangi fiziksel biçim ya da şekle sahiptir? Onların sahip olduğu tek şey iyilik, doğruluk, uy- gıınluk ve bilgelik ilkeleridir. Onlar bu ilkelere sahip olarak, pek çok davraııış, kader paylaşımı duygusu­na sahiptir. Utanç, saygı ve uyum, ve doğru ve yan­lış duygusuna sahiptir. (Wing-tsit Chan, 1963:615)

Chu Hsi bu konuyu ilaçların etkisi benzetmesi ile açık­lar. İlaçlar fiziksel durum olarak madde üzerinde görünmez­ler fakat hareket ile etkilerini madde üzerinde görünmezler fakat hareket ile etkilerini ortaya koymaktadırlar. Bu bana li'nin yaptığı şey olarak gözükmektedir. Nesnelerin ve insan­ların doğası olarak, düzenli bir kavram ile karşı karşıyayızdır. İlkeler bu ya da şu görünümü oıtaya koyan düzenlerdir.

"Ch'i"nin evrenselleştirilmesi

Burada başka bir kavrama gereksinim vardır. Madde­den önce varolan biçimler kendilerini dayanıklı bir yol içinde gerçekleştirirler. Bir şeyin li'si mantıksal olarak gerçekleşen madde ile ilintilidir. Gerçekleştirme her zaman maddesel tözlerin bireysel nitelikleri olarak görünmez. İlintisel nitelik­ler de kendi /i'lerine sahiptir. Ben "madde" sözcüğünü önce­ki cümlede /i'nin nasıl olduğunu ve onun gerçekleşmesinin i­lintileri içinde açıkladım. Ancak bu yanlış yönlendiren bir i­fadedir. Bunun Çincideki kavramı ch'i'dir. Ch'i her şeyin i­çindedir, ve bir şeyin başka bir şeyden farklılığı, fi'nin kendi anıdır.

Ancak ne olursa olsun, bu ilkeler derin bir duyu içinde gerçekte farklılaşmamışlardır. Onlar daha büyük bir şeyin parçalarıdır. Li de belki de ilkelerin ilkesidir. Böylece /i nihai olarak değişmezdir. Peki öyleyse değişiminin kaynağı nedir? Onun evren içinde başka türsel bir şey olan tek şey olması gerekmektedir: yani Ch'i. Wing-tsit Chan ch'i'yi töz ya da madde olarak değil, "maddesel güç" olarak çevirmiştir. Bu, başka bir düzenleyici kavramdır. Li ve ch'i öğretisini yalnızca Platoncu biçimin ve madde metafiziğinin Doğuya özgü bir versiyonu olarak yorumlamak ciddi bir yanlışa düşmek anla­mına gelecektir. Yin ve yang'ın tamamlayıcı sıradan kuvvetle­ri dinamik ve etkin-temelli bir sistem oluştururlar.

Konfüçyüsçü felsefenin işlemesi ve gelişimi için itici güç Budiznı'in artan popülerliğine karşı önceden tasarlanmış bir direnç olarak görünmektedir. Li ve ch'i öğretisi içinde Chu Hsi tarafından ortaya konan birlik içindeki farklılık me­tafiziğinin bulunması şaşırtıcı değildir. Bu, Budist metafiziğine benzer bir "duygu"ya sahip olmalıdır.

insan doğası ve etik ilke

İnsan doğasının bir teorisi basit bir şekilde herkes için aynı olması gerektiği /i'nin iddiasının birleşmesi ile ortaya ko­nur, çünkü o nihai varlık ile birlik. Onların ch'i'si ise insanlar arasındaki farklılığı yaratmaktadır. Ancak ch'i başka bir şekil­de farklılaştırabilir: nitelik açısından. Bozulmuş ch'i'ye sahip olanlar hem zihin hem de karakter açısından zayıftır. Bu nasıl olabilir?

Tüm insanlarm doğası [li] iyidir, ve onlar doğum­dan itibaren iyi olanlar ve doğumdan itibaren kötü olanlar vardır. Bunun nedeni maddesel kuwet [ch'i]içindeki farklılıktır ...Eğer güneş ve ay açık ve parlak ise . . . böyle bir zamanda doğmuş olan insanlar böyle bir maddesel kuwet ile donatılmış o­lacaklardır ... bunlarm iyi insan olması gerekmek­tedir. Ancak eğer güneş ve ay karanlık ve kasvetli - ise ...bunlar şiddet dolu maddesel kuvvetin kanıt- /andır. Hiç kuşku yok ki böyle bir ortamda doğmuş olan insan kötü bir insan olacaktır. (Wing-tsit C- han, 1963: 625).

Bizim bu noktada Konfüçyüsçü ahlak kavramı jen'e ge­ri dönmemiz gerekmektedir. Bu, iyilik için uygun olan şey­dir. Bizim şimdi çerçevesini çizmiş olduğumuz genel metafizi­ğe uygun bir yapısı bulunmaktadır. Chu Hsi dikkatli bir şekil­de jen'i ahlak niteliklerinden ayırır.

Bencilce arzulardan tamamen annılabildiği ve Doğa İlkesi özgür olduğu zaman, bu jen'dir ...]en ilke­dir (fi), insanoğlunun zihninde ilk olarak yaratılmış- ttr. Tarafsrzltkta jen vardır . . . Ancak böyle bir ta- rafslzlık jen ile eşit kı/mmaktadır. (Wing-tsit Chan, 1 963: 633).

Budist yankılar burada da güçlüdür. Başka bir yeni- Konfüçyüsçü onu açık bir şekilde ortaya koymuştur: "Eğer biri kendi doğasına engel olan şeyin insan arzusu olduğunun farkına varırsa, o aydınlanmış olacaktır." (Chtl Tsu Yu Le, 4.3a). Ve bu az ya da çok bizim Gautama'nın ağzından da­ha önce duymuş olduğumuz şeydir! Ancak bu ahlak felsefesi yukarıdaki metafiziksel sav ile nasıl uzlaştırılabilir. Yanıt varlı­ğın iki "bileşeni" olan fi ve chJi arasındaki farklılıkta yatmak­tadır. İnsan varlığının doğası /i'nin bir gerçekleşmesidir, in­sanlar Yüce Varlık ile birdir. Chu Hsi, yeniden Cheng l'den bir alıntı yaparak dünyadaki her şeyi kapsayan bir zihin ge­nişlemesine vurgu yapmıştır. Bu, hem maddesel hem de ah­laki bir yorumlamadır. "Bencilliğin engel teşkil ettiği" sürekli vurgulanır. Böylece kişinin doğası Kozmosun li'sinden yok­sun kalmaktadır. Maddesel kuvvetlerin ying ve yang'larında olduğu gibi ani açıklanamaz değişiklikler bu kuvvetlerin artış ve azalmasından kaynaklanmaktadır. Maddesel şeylerin çalış­ması zihnin ahlaki konular üzerine bir düşünmesi olarak ge­nişlemesi anlamına gelmektedir.

Chu Hsi'nin yeni-Konfüçyüsçü versiyonunun tarihsel etkisi felsefe tarihi içindeki büyük tartışmalara yol açan Lu Hsiang-shan ile olan tartışması ile meydana gelmiştir.

Lu Hsiang-shan'm Öğretileri

Chu Hsi'ye yakın bir çağdaşı Lu Hsiang-shan ( 1139- 93)'dır. Onun yeni-Konfüçyüsçülüğü, Chu Hsi'ninkine ben­zer olarak, genel bir metafizik içinde bulunmaktadır. Chu Hsi'nin ikiciliğinden farklı olarak, "li"nin "ch'i" benzeri bir tözü şekillendirdiği bir evrenin yerine, yalnızca fi'nin olduğu bir evren tasarlanmıştır. Bu onu bilgi kuramı konusunda de­rin bir farklılığa yönlendirmiştir. Clıu Hsi nesnelerin somutlu­ğunu hem "töz" hem de "ilke I biçim"den kaynaklanan ola­rak ele alır. Li'nin anlaşılabilmesi için dünyanın deneysel bir araştırmasının yapılması gerekmektedir. Hiçbir madde olma­dığı için, Lu Hsiang-shan gerekli olan tek şeyin kişinin kendi zihninin dikkatli bir tefekkürü olduğunu söyler. lu, "evren benim zihnimdedir; benim zihnim evrendir, " demiştir (C- reel'den alıntı., 1982:2 J 3). İki yeni-Konfüçyüsçüııün arala­rındaki tek farklı düşünce bu değildir. Ancak onlar metafizik açısından farklı görüşlere sahip olmalarına karşın, etik öğreti­ler konusunda nispeten benzer bir tutuma sahiptirler. Chu Hsi'ye göre kötülük ch'i' den gelmektedir. Lu ise insanların başlangıç itibarıyla iyi olduklarını, kötülüğün kaynağının maddesel şeylerin arzusu tarafından bir lekelenme olduğunu iddia eder. Bu, Zen Budizm'ine ve genel olarak Hint düşün­cesine çok yakındır. Chu Hsi'nin, Lu'yu Budistlerin düşünce­sine neredeyse özdeş bir yaşam şekline sahip olmakla suçla­ması şaşırtıcı değildir.

Bu on ikinci yüzyıl tartışmasının sonucu (bu felsefi ko­nular hakkında iki filozofun yaptığı gerçek bir tartışmaydı) Chu Hsi'nin çalışmalarının bazılarının 1 313 yılında resmi hükümet araştırmaları için metinler olarak seçilmesi ile belir­lendi. Bu seçim Çin'de çağdaş döneme kadar devam eden düşünce yapısı için yüzlerce yıllık bir belirleyici olacaktır.

Chu Hsi'den sonra Yeni-Konfüçyüsçülük

Resmi filozoflar ve onların yeni-Konfüçyüsçülüğü Ch'ing Hanedanlığı'nda şiddetli saldırılara maruz kaldı. He­def Lu Hstang-shan'dan çok Chu Hsi idi. Ye casus belli (an İkinci Binyı/da Çin ve Japon Felsefesi laşmazlığın kökeni) Zen Budizm'inin kuşkuculuğu idi. Bu afo­rozun nedeni neydi? Tepkinin önde gelen kişiliği Ku Yen-wu ( 1613-82) idi. Belki de onun tutumu böylesine şaşırtıcı de­ğildi çünkü o Çin'i Mançu istilacılarına karşı savunmada ö­nemli bir rol üstlenmişti, ve daha sonra aynı başarıyı toplunr sal alanlarda sürdürmek istemişti. Böylesine hırsa sahip olan kişi adalet ve iyilik için mücadele etmekle yetinmeyecektir.

Bu tür düşünceye sahip insanların Çin' de etkin bir ko^ numa gelmesi yeni-Konfüçyüsçü felsefenin şu ya da bu açı­dan eleştirilmesini de beraberinde getirecektir. On sekizinci yüzyıla kadar devam eden bu mücadele içinde dünyaya fark­lı şekillerde bakan yapılar olagelmiştir. Yeni-Konfüçyüsçülere olan direnç, Konfüçyüsçülerin bir zaferi olarak ortaya çık­mıştır. İkinci binyılda Çinli düşünürlerin zihinlerini meşgul e­den şey ne olursa olsun, en azından yirminci yüzyılın ortala­rına kadar Konfüçyüsçü bakış açısı uzun soluklu bir içerik sağlamıştır.

Yirminci yüzyılda yeni-Konfüçyüsçülük

Ben Marksizm ve Komünist Partinin, ve Mao Tse- tung'un bir filozof olarak yazılarının etkisi ile geçmiş düşün­celerin nasıl radikal bir şekilde kırıldığını betimleyeceğim. Ancak ne olursa olsun, 1 960'1ardaki bu noktaya kadar yeni- Konfüçyüsçü felsefenin yeni bir dalgası Fung Yu-lan tarafın^ dan başlatılmıştır.1 O, 1895 yılında doğmuştu ve Pekin'de ve Batı klasik Çin felsefesi okumuştu. Daha sonraları da sık sık ziyaret ettiği Batının etkisi onun yeni-Konfüçyüsçi.i düşün­cesinin sistematik ve biçimsel gelişimini belirlemiştir. O, on i­kinci ve on üçüncü yüzyıllardaki Chu Hsi ve Lu'nun yazdık­larının ve söylediklerinin karşıtında anekdotlar ve yorumla­malarda bulunmuştur. Yirminci yüzyılın yeni-Konfüçyüsçüleri evreni kavraya­bilmek için için bir kavramlar sistemi oluşturuyorlardı, ancak onlar en azından kısmen tümevarım yöntemi uyguluyorlardı. Burada nesneler ve insanların dünyası bize olması gerektiği gibi gösteriliyordu. Fung Yu-lan'ın yaklaşımı soyut ve a priori (öncel) bir yapıya sahipti.

Kabaca söylemek gerekirse, o kavramların nesnelerin önceli olduğu genel yöntembilimsel ilkeden yola çıkarak ça­lışmalarını yürütüyordu.

Bir kareyi kare yapan şey nedir ...bir kare gerçek olabilir fakat aktüel değildir ...Bizim sistemimizde biz hala "ilke birdir fakat onun görünümleri çok­tur" diyebiliriz [Chu Hsi ile]. Ancak biz böyle söy­lediğimiz zaman, bizim üzerimizde konuştuğumuz ilke hala bizim bu şekilde tartıştığımız ilkedir ... [bu tamşma] gerçeklik hakkmda herhangi bir doğ­rulama sağlamaz. (Wing-tsit Chan, 1963:756).

Benzer bir şekilde Fung Yu-lan maddesel kuwet olan ch'i kavramına ulaşır. Ancak onun düşüncesi Batının tözsel düşüncesinin bir yansıması olarak görülmektedir. Böylece o mutlak ch'i .ile göreceli ch'i arasında ayırım yapar. Tuğlalar ve kiremitlerin özgün doğasını soyutlayarak, dünyanın olu­şum biçimini biz mutlak ch'i'ye ulaşıncaya kadar sürdürürüz. Bu noktada Aristocu ilk madde konusuna ulaşılmış görün­mektedir. Yine bu kavram gerçek olan herhangi bir şey için öncüdür. Bu da ancak fi ve ch'i'nin bir arada bulunması ile sağlanabilir.

Fung Yu-lan, öncellerine benzer olarak, evreni büyük Varlık oluşumu olarak genelleştirir. O, "tüm ilkelerin topla­mıdır.,, Batılı terimlerle söylemek gerekirse ch'i aracılığı ile hazırlanmış olan fi olarak aktüelliğin potansiyelliğinin gerçek­leşmesi ortaya konulmaktadır.

Şema içindeki dördüncü öğe ahlak ile bağlantılıdır. A­nahtar bir mükemmelliğin gerçekleştirilmesi olarak "insanoğ- lu"nun doğasını tatmin etmek için gerekliliktir. Fung Yu-lan, "insan ilişkilerinin nihai standardının" bizim davranışlarımız i­çin bir model oluşturduğu şeklindeki düşüncesinde" Menci- us'dan alıntı yapar.

Yeni-Konfüçyüsçülüğün bu yeni görünümünde Chu Hsi'nin düşüncesi üzerine bir gelişim olduğuna kuşku yoktur. Ancak ne olursa olsun, onların lezzeti farklıdır.

Creel ( 1 969) ve Wing-tsit Chan ( 1 963) gibi Çin fel­sefesinin tarihçileri ikinci binyılda Çin düşüncesinin baskın kuwetinin özellikle Chu Hsi tarafından geliştirilmiş olan yeni- Konfüçyüsçülük olduğu konusunda bizi biraz kuşkuda bırak­mışlardır. İlk binyıldaki durumdan farklı olarak, MS üçüncü ve dördüncü güçlü bir yeni-Taocu hareket ortaya çıkmıştır. Ancak ikinci binyıldaki yeni-Konfüçyüsçülük çok sayıda fark­lı düşünce modelleri açmasına karşın, hiçbir ciddi ve temel bir mücadele ortamının oluşmasını sağlayamamıştır. Bunun i­çin Komünist devrimin beklenmesi gerekmiştir.

YURTD1ŞINDAKİ ÇİN FELSEFESİ

Hindistan'dan kaynaklarını alan Çin felsefesi komşu ül­kelerde, özellikle Japonya'da etkinliğini hissettirmiştir. Daha sonraları, ilk olarak on sekizinci yüzyılda batıda da bir etkin­liğe sahip olacaktır. Konfüçyüs'ün çalışmaları burada tanın­maya başladığı zaman pek çok yerde bu büyük yankılar do­ğurmuştur. Yirminci yüzyılda Kaliforniya'da Budizm'in bazı versiyonları kurulmuştur.

Japonya'ya Felsefi İthaller

Gerçekten şaşırtıcı bir durum olarak Japon kültür tari­hi ithal düşüncelerin tarihidir. Yazı sistemleri, endüstri, teks­til ve benzeri şeylerde olduğu gibi felsefe de ithal edilmekte­dir. Geleneksel ve antik Japon evren kavramları doğal kuv­vetlerin kişileştirilmesinin üretimi ile şekillenmiştir ve ölünün ruhu ile uğraşılmıştır.

Ancak ne olursa olsun, Japonlar tüm kültürel "malları­nı" komşuları Çin'den, ilk Hıristiyan binyılının üçüncü yüzyı­lından itibaren almışlardır. Resmi görevliler özel bilgi ve tek­nik kazanımı amacıyla Çin'e gönderilmiştir. Çin düşüncesinin Japonya'ya en güçlü ihraç dönemi Budizm'in yükselmesi ile birlikte olmuştur. Felsefi ithallerin Budizm ve öz.ellikle Zen uygulaması ile olması şaşırtıcı değildir. Şimdi Shinto olarak adlandırılan evrenbilim düşüncesi Budist düşünce ve uygula­masının büyük bir emilişi ile oluşmuştur.

Japon biçiminde Budizm

Budizm'in belki de en ilginç ve paradoksal görünümü Japon kültüründe yaşanmıştır. Burada askeri konular ve özel­likle kılıç kullanan görevliler açısından resmi bir bağlantı ku­rulmuştur. Teslimiyete yönelten en sessiz felsefe, maddesel dünyanın tüm bağlarından arınma ve meditasyon öğretisi, nasıl olup da en büyük askeri sanat olmuştur?

Yanıt "boş zihin" ideası içinde bulunmaktadır. Nasıl ki bir Budist usta zihnini, maddesel olan her şeyden arındırıyor- sa, Zen kılıç ustası da tamamen kendisini sanatına, ve kullan­dığı araca vermektedir. Bu, özellikle ölüm düşüncesi ya da sonuç hakkında kaygılanmak açısından önem taşımaktadır. Zen ile askeri düşünce ve karakter arasındaki tarihsel bağlantı on üçüncü yüzyılda Hogo ailesinin acımasız ve askeri rejimi­nin Budizm'e dönüştürülmesi ile yaşanmıştır. Bu ailede Bu­dist olan ilk kişi Tokijori (1227-63) idi. Munen (hiçbir-dü- şünce-olmaması) ve mushin (hiçbir-zihin-olmaması) Budist kavramları Japonya'daki savaş sanatlarına doğrudan uygulan­mıştır. Kılıçlı kuvvetler sanatı yalnızca öldürme yolu değil, aynı zamanda Yol'a, Tao'ya yönlendiren bir yapıya sahiptir.

Başkomutan/Jkta yeni-Konfüçyüsçülük

Ancak ne olursa olsun, Japonya'daki politik iklim ve merkezi bir hükümet on yedinci yüzyılda Tokugawa Başko­mutanlığı tarafından kurulmuştur. Başkomutanlar İmparator olmadan önce sıkı bir askeri eğitimden geçerlerdi. Bu eğitim Budizm'in temel öğretilerini de kapsıyordu. Tokugawa döne­minde Çin'den başka bir düşünce olan Konfüçyüsçülüğün de ithal edilmesi şaşırtıcı değildir. Bu, aydınlanmış bürokratların felsefesiydi. Bu dönemde Çin'de, yeni-Konfüçyüsçüler poli­tik felsefe alanında egemen durumdaydılar, özellikle Chu Hsi'nin yazıları halk tarafından yaygın bir şekilde biliniyordu.

Bu yeni yapının etkisi aşağıdaki gibi özetlenebilir:

Çin'de Konfiiçyüsçüliiğün vurgulanması evlada ya­kışır bir acıma görevi şeklinde, ]aponya'da ise soy­luluğun vurgulanması şeklinde olmuştur. (Ho, 1 992: 171).

Tokugawa'ların uzun bir dönem boyunca istikrarlı yö­netiminin sonucunda felsefi tartışmalar için doğru koşullar sağlanmıştır. Japon bürokrasisi aynı biçimi idealize edilmiş Konfüçyüsçü düşünceden almıştır.

İlginç olan başka bir şey askere kaydolmanın nedenle­rinden birinin Konfüçyüsçü düşünce olmasıdır. Pek çok du­rumda yeni-Konfüçyüsçüler Zen keşişi olmuşlar ve ömürleri­ni sonsuz bir düşünceden arınma arayışı içinde geçirmişler­dir. Bu şekilde din değiştirenlerin pek çoğu daha sonraki dö­nemlerde Konfüçyüsçülük ve Shinto'nun bir sentezini oluş­turma görevini üstlenmişlerdir. Bu, tıpkı onların öncellerinin Shinto ile Budizm'i birleştirmeye çalışmaları gibi olmuştur. Örnek olarak, Yamazaki Ansai ( 1618-82) bu örneği izleye­rek Zen keşişliğinden hükümdar Hoshina Masayoku'nin yeni- Konfüçyüsçü öğretmenliğine geçmiştir, ve son olarak bu fel­sefeyi Shinto ile kaynaştırmıştır. O, Shinto'nun "güneşin doğduğu en uzak yer olan doğu [Japonya] için bu yöreye özgü bir inanç olduğunu" söylemiştir. Onun Konfüçyüsçü e­tik ile Japon milliyetçiliğinin sentezi Suika Shinto olarak ad­landırılır.

Günümüzde Japon dini ağırlıklı olarak Shinto'dur. Bu­nun yanı sıra Hıristiyan ve Budistler de bulunmaktadır. Sanı­rım Japonya'da hiçbir zaman için yerli bir politik ya da genel bir felsefe geleneğinin olmadığını söylemek doğru olacaktır.

Batı Üzerindeki Etkisi

Konfüçyüs ve politik düşünce

)esuit Matteo Ricci'nin Çin yazı sistemi üzerine yaptığı tanımlamaların sonucu olarak Konfüçyüs'ün yazılarının on sekizinci yüzyıl Avrupa'sında Aydınlanma felsefeleri arasında etkin olduğu bilinmektedir. Leibniz ve başkalarının çabaları i­le Konfüçyüs politik düşünce üzerinde de etkide bulunmuş­tur. "İlkelciler" (primitivist) adlı bir bir politik düşünür gru­bu Çin politik felsefesini hayata geçirme uğraşısı içinde ol­muşlardır. Onlar özellikle Konfüçyüs'ün uygarlık erdemi s­tandardına ilişkin düşünceleri üzerinde çalışmışlardır. Ancak aydınlanmanın kahramanları olan Voltaire ya da Diderot'- nun çalışmalarında Çin bilgelik düşüncelerinin herhangi bir etkisi gözükmemektedir.

Konfüçyüsçü Analects'in çok sayıda İngilizce çevirisi bulunmaktadır; İngilizce okuyanlar için bunların en ünlüsü hiç kuşku yok ki Arthur Waley'in 1938 yılında yaptığı çevn ridir. On yedinci yüzyıldan itibaren Konfüçyüsçü düşünce Batı dünyası için bilinir duruma gelmiştir.

Yirminci yüzyıl ortasmda Zen Budizmi

Budizm ise Batı Avrupa için en azından on altıncı yüz­yıldan beri bilinmektedir. Ancak yine de yirminci yüzyıla ka^ dar Batıda bu yaşam ve düşünce şekli tam olarak anlaşılama­mıştır. Avrupa ve ABD'nde onun görünümüne ilişkin iki ö^ nemli an olmuştur.

1950'1i yıllarda Christmas Humhreys'in ( 1955) po^ püler yazıları aracılığı ile çok sayıda insan Budizm ile tanışa mıştır. Bir Budist Topluluğu kurulmuştur. Bu yapı halkın ilgi­sini çekmektedir. Budizm İngiltere için bir merak konusu ol­muştur.

Kaliforniya ve ABD'nin geri kalan bölümlerinde ise 1 960'1ı ve yetmişli yıllar bu mistik düşüncenin yayıldığı dö^ nem olacaktır. Bu dönemde genel olarak "Doğu yaşam felse^ feleri"ne olan ilgi artmıştır. Ancak Budizm kavram ve uygu­lamaları yaygın olarak "çiçek çocukları"nın çoğunluğu tara^ fından yanlış anlaşılmıştır. Allan Watts'ın yazılarındaki edebi ifadeler ile Budizm'in Zen versiyonu rağbet görmeye başla^ mıştır.

Zen ustaları, en stradan olgularım terimleriyle kendi ferini gerçekleştirirlerdi. Onlarm amacı Zen'in mü­kemmel derecede doğal bir şey olarak göstermekti.

O, gündelik yaşam içinde kolayca uygulanabiliyor­du. Buda'mn "kendi evinde yaşayan yaşlı bir a- dam"dan başka biri olmadığım söylüyorlardı; o öm­rü boyunca s1radan bir yaşantı sürmüştü. (Watts, 1 936: 81)

Bu düşünce şekli Budizm'den daha çok Taoculuğun wu wei öğretisini andırmaktadır. Klasik Zen ve Motosiklet Ba­kım Sanatı (Persig, 1 975) kitabı anlık aydınlanma arayışın­dan daha fazla "Taocu" bir yapı ifade eder gibi görünmekte­dir.

BATININ ETKİSİ

Paradoksal olarak batının Çin felsefi düşüncesi üzerin­deki etkisi daha fazla gözükmektedir. 1842'de yaşanan İngi­liz savaşından sonra Çin ulusal gücünü kaybetmekle kalma­mış, 3000 yıllık kültür birikiminde yoğun bir yıpranma söz konusu olmuştur. Yabancılar Çin geleneksel yapısı üzerinde etkide bulunmaya başlamışlardır. Geleneksel hizmetler, de­miryolları ve posta hizmetlerini hastane ve okul organizasyo­nu ile bir misyonerler tufanı izlemiştir.

Cree! (1969: 237) Çin'de yaşanan bu dönem ile ilgili olarak canlı bir betimlemede bulunmuştur.

Bazı Çinliler Çin gelenekse/ yaşantısı ve düşüncesi­nin tüm diğerlerine göre daha üstün olduğu konu­sunda ısrarcıydılar, ve onlar böylesine muhafazakar oldukları için geleneksel düşüncelerin yok olmaya­cağını düşünüyorlardı; eğer Çin bu konularda güç/O olursa sıkıntıların ortadan kalkacağını düşünüyorlar­dı. Diğerleri ise daha ılımlı bir bakış açısına sahipti; onlar-Çin kültürünün Çin gelişiminin temelini oluş- curmadığmı, ve çağdaş dünyanın koşul/arma kendi­sini uydurması gerektiğini düşünüyorlardı. Ve böy- lece batılı teknikler bir üstünlüğe dönüşebilirdi. Ü­çüncü bir grup ise Çin'in tüm politik, toplumsal ve ekonomik organizasyonun günümüz dünyasına uy­gun olmadığını ve tüm yaşam ve düşünce şeklinin baştan aşağı değiştirilmesi gerektiğini savunuyorlar­

dı dı. '

Komünizme geçiş böyle bir ortamda olmuştur. İngiliz- lerin oluşturduğu demokratik yapıya Fransız Devrimi'nin ek­ledikleri ile yeni bir düşünce yapısına ulaşmış olan Çin'de di­ğer Avrupa geleneklerinin kurumsal monarşisinin farklı bir cumhuriyetçi . yapı olmuştur.

Ancak . 1936 yılındaki Japon istilası ile sağlam, kendi- ni-yenileyen, cumhuriyetçi demokrasinin uygulanmaya de­vam edilmesi olanaksız hale gelmiştir. Savaşın getirdiği zor­luklar ve istilacıların yarattığı ekonomik tahribat Çin'i kor­kunç bir yoksulluk ve kaos ortamına sürüklemiştir. Basit Marksist ' açıklamaların ve Birinci Dünya Savaşı sonuna doğru Rusya'nın benzer bir durumda olmasına karşın, o dönemde göz alıcı ilerlemeler sağlamış olmasının cazibesi şaşııtıcı olma­mıştır. Ve böylece Kızıl Ordu tüm Çin'e egemen olmuş ve sonrasında, entelektüel yapı buna bağlı olarak değişim göster­miştir.

Marksizm

Marksizm- tam olarak yorumlanmış ve tutarlı bir sis­temden daha ' fazlasını kapsamıştır. Marksizmin bir felsefe o­larak en göze çarpıcı özelliği Çin'de Mao Tse-tung'un yazıla­rında gözükmektedir. Kızıl Muhafızlar döneminde yapılan politik ve ekonomik düzenlemeler ile kapitalist sistem terk e­dilmiştir. Mao'nun felsefi yazılarının analizine dönmeden ön­ce onun hakkında bilgiler vermek yararlı olacaktır.

Mao Tse-tung 1 893 yılında doğdu. O, asistan kütüp­haneci olarak 1918 yılında Pekin'e geldi. Çalışmaları ile Marksizm Çalışma Topluluğu'na katıldı. 1920 yılında C- hangsha'da ilkokul öğretmeni oldu. Aynı yıl Yang K'hai-hui ile eıılendi. O, Milliyetçiler tarafından 1930 yılında idam e- dtrdi. Mao daha sonra Chiang Ch'ing ile evlendi. 1927 yı­lında başarısızlığa uğrayan bir Komünist ayaklanmasına ön­derlik etti. Kiangsi eyaletine kaçması ona köylü önderliğinde devrim yapma fikirlerinin gelişmesi için şans sağladı. Sonun­da o ve adamları Çin istilasına katıldılar. 1934/5 yıllarında, Shensi eyaletine gitmek için 6.000 mil yolculuk ettiler. 1937-45 Japon istilası sırasında Komünistler, Kuomintang milliyetçileri ile ortak bir amaca sahiptiler, fakat hemen son­rasında bir iç savaş patlak verdi. Komünistler 1949 yılında Çin'in tamamını denetimleri altına aldılar. Mao'nun etkisi çok büyüktü fakat onun projeleri çok az başarı kazandı. 1 9 56-9 Büyük Sıçramaya Doğru ekonomik reformları başa­rısız oldu, ve 1967- Kültür Devrimi bir felakete dönüştü. Mao 1976 yılında öldü.

Mao'nun erken dönem yazılarında katı Marksist-Leni- nist felsefi tezleri özellikle Çin için uygun bir şekilde sunul­muştu. Mutlak ve göreceli gerçeklik arasındaki ayırım Marx'ın Avrupası'ndan çok farklı bir toplumsal ve ekonomik yapıya sahip bir ülkede devrimsel bir hareketin gelişmesi için son derece yüksek bir uygunluğa sahipti.

Bir Marksist evrenin tüm oluşumunun gelişimini mutlak olarak ortaya koyar. Bu toplum oluşum i­çindeki her bir tikel oluşumunun gelişiminin bulun­duğu yer görecelidir. Bu durumda, mutlak doğrulu­ğun büyük nehri içinde, gelişimin her bir aşamasın­daki belli bir oluşumun insan bilgisi göreceli olan tek doğrudur. Mutlak doğruluk göreceli doğrulu­ğun top/anımın bileşenidir. (Mao Tse-tung, 1961: 1, 284; Cohen'den alıntı, 1 964: 11).

Bu, Mao'yu başarılı devrim liderlerinin dikkatli bir gözlemine yönlendirmiştir. Bunun için koşullara uygun ola­rak fikir ve tutum değişikliklerine hazır olunması gerekmek­tedir.

Mao'nun daha sonraki yazılarında Çin'in koşullarının yeganeliği ve esnekliği üzerine vurgu yapılmıştır. Devrim du­rumunda burjuvanın rolüne ilişkin pratik sorun, diyalektik karşıtlık içinde karşıtlığın doğasının kuramsal sorusu ile yakın­dan bağlıdır. Eğer her iki sınıf da Yeni Çin'de önemli bir rol oynuyorsa, çelişkinin kuramsal bir analizi içinde karşıtlıkların birliği üzerine vurgu yapılması zorunludur, çünkü çalışan ke­sim ve burjuva karşıt çelişki içindedir. Bir karşıtlığın her bir kutbu kendi çelişkisinin Hegel'in diyalektiğinin önemli bir il­kesi olmasını gerektirir, ve Hegel'in oıtaya koyduğu tartışma bir sonraki bölümde tartışılacaktır. Yeniden Mao çok katı bir şekilde karşıtlıkların birliğinin savını ifade etmektedir.

İlk olarak, bir şeyin gelişiminin oluşumu içindeki her bir karşıtlığm iki görünümünü bir varlık içinde birlikte bulunan karşıt görünümlerin her biri içinde kendi varlığmı ortaya koyar. İkinci olarak, verilen koşullara göre, iki karşıt görünüm, kendini karşıt görünüme dönüştürme eğilimi içindedir. (Mao Tse- tung: l 961:1, 315).

Böylece muhalif-olan ve muhalif-olmayan çelişkiler bu­lunmaktadır. Çin'de çalışan sınıf ile burjuvanın sosyalist bir ülke içinde bir arada yaşamalarını olanaklı kılan bir kuram geliştirilmiştir.

Çin'deki devrim oluşumu yerel koşullara göre ele alın­malıdır. Başarı umudunda olan herhangi bir politik liderin böyle bir öngörüye sahip olması gerekmektedir. Mao'nun doğruluğun göreceliliğini vurgulamasında, tarihsel gelişimin bilimsel yasalarının evrenselliği ile herhangi bir somut tarihsel içerik içinde biçimlenen tikellik arasındaki bir ayırım için bir zemin hazırlandığı görülmektedir. Mao Marksist-Leninist dü­şünce içine bir roman ideası katmıştır. Bu, karşıtlıkların ku­tuplarının simetrik olmadığı ideasıdır. Bir birincil kutup ve bir ikincil kutup vardır. Böylece karşıt kutuplar -arasındaki denge olarak farklı somut biçimleri oluşturabilir. O ayrıca her bir kutbun katkısı ile, genel olarak, bileşenlerin eşit ol­masını sağlayabilir. Birincil görünüm, ikindiden- daha fazla katkıda bulunacaktır. Böylece değişiminin kaynağı simetrik olmayacaktır. Bütün içindeki değişim üretiminde en etkin o­lanı birincil görünümdeki değişim olacaktır.

Çin gibi bir ülkede olası toplumsal karşıtlıkların hangi görünümü birincil görünüm olacaktır? Mao, bu soruyu tartı­şarak etrafına bakmış ve devrimin dinamik çekirdeğini bul­muştur. O, bunu köylülerde bulmuştur. Burada yaşayanların büyük bir çoğunluğu bölgesel hükümdarların denetimi altın­da çalışan köylülerdi. Ancak yalnızca kırsal alan proleterleri ile bir devrimin gerçekleştirilmesi olanaklı görünmüyordu. Bunun için silahlı bir mücadelenin de verilmesi gerekiyordu.

Yoksul köylülerin liderliği mutlak olarak gerekliydi.

Yoksul köylüler olmaksızın devrim gerçekleştirile- mezdi. Onları reddetmek devrimi reddetmek anla­mına geliyordu. Onlara saldırmak devrime saldır­mak demekti. Devrim içinde onların sahip olduğu genel yönlendirme asla yanlış olamazdı. (Mao Tse- tung, 1961: 1, 21).

Bir kez daha Mao teori ile pratiği birbirine uydurmuş­tu.

Mao, bir filozof olarak, Marksist diyalektiğin merkez savlarını kendi amacı doğrultusunda kullanmıştı. Onun orta­ya konulan çalışmaları, özellikle yaşadığı dönemde, sanki fel­sefe ilk ve uygulama ikinci dereceymiş gibi görünüyordu. Bir filozof olarak Mao için geçmişe bakış onun kendi ülkesinin durumunu açık bir şekilde kavramış olan bir politik ve askeri lider olduğunu ortaya koymaktadır. Onun kuramsal analizle­ri öncüdür ve sonrasında kaçınılmaz olarak pratik uygulama­lar gelmektedir. Bunun ölümcül bir çatlak olarak görülmesi kolay değildir. Politik felsefe bu karaktere sahiptir. Thomas Hobbes'un Leviathan ( 196 7) yapıtı 1660 yılında monarşi­nin yeniden Düzenlenmesinden sonra hüküm sürmüş olan il. Charles örneğindeki bir bağımsızlık gereksinimine iyi bir şe­kilde uyan devlet doğasını ortaya koymaktadır.

Sonuç

İkinci binyılda Çin felsefesinin gelişimi iki temel yol iz­lemiştir: Değişen yaşam koşullarına uyum sağlamak için Kon- füçyüsçü felsefenin sürekli olarak yeniden düzenlenmesi ve onun sürekli olarak sessiz alternatifleri olan Tao ve Budizm, Konfüçyüs'ün kendisi tarafından kullanılan terminoloji aynı olabilir, fakat en önde gelen yeni-Konfüçyüsçü filozoflar fi ve ch'i'ye kendi farklı yorumlamalarını katmışlardır.

Bana öyle geliyor ki Çin felsefe düşüncesinde baskın o­lan unsur politik yapı olmuştur. Marksizm Japon istilasının hemen sonrasındaki karmaşık koşullar içinde Konfüçyüsçü geleneğin yerini doldurmak için ideal bir adım atmıştır. Kon- füçyüs ve Mao Tse-tung arasında 2000 yıldan daha fazla bir süre olmasına karşın, onlann düşünme şekilleri şaşırtıcı dere­cede birbirine benzer görünmektedir. Konfüçyüsçü filozof devletin hükümetine girme birincil görevine sahiptir. Zor ka­zanılan bilgelik bu şekilde kullanılacaktır. Mao ilk olarak dev­rimci ve ikinci olarak filozof olabilir, fakat onun Marksist-Le- ninist düşüncesi Konfüçyüsçü ruh taşımaktadır. Filozof kendi bilgeliğini devlet yönetiminde kullanır, ve böylece yurttaşla- nnın yaşantılarının dönüşümünü olanaklı kılar. Bizim, Mao'- nun Konfüçyüsçü biçeminin içten olmadığını düşünmemiz için hiçbir neden yoktur. O, derin bir şekilde Çinlidir.

Böylece bir tür ticaret şeklinde Budizm Zen versiyonu ile Batıda kendine yer bulurken, Çin Batının en materyalist felsefesini kendi bünyesine katmıştır.

NOTLAR

1 Ben birkaç yıl önce Çin' de onu ziyaret etme ayrıcalığına sahip ol­dum. O, hala genç filozoflar tarafından saygı görüyordu. Kızıl Mu­hafızlardan sonraki dönemde, onun analitik felsefe çalışması yeni­den oluşturulmuştu.

BÖLÜM il

BATl'DA FELSEFE

Ortaçağ Felsefesi 6

İslam Felsefesi

1075 yılının ilkbaharında, bir kervan Hazar denizi üb zerinde bulunan Gurgen'den Tus şehrine geri dönüyordu. Kervan bu sırada bir soyguncu çetesinin saldırısına uğradı. Onlar yolcuların her şeyini gasp ettiler. Grubun arasında genç bir öğrenci vardı. O, defterlerinin alınmasıyla perişan olmuştu. Bunlar onun Gurgen'de aylar boyunca yaptığı ça^ lışmaların yazılı olduğu defterlerdi. O, diğerlerinin uyarılara na aldırmaksızın soyguncuların peşinden gitti. Onlara yetişti­ği zaman soyguncuların şefine defterlerini geri vermesi için yalvardı. "Böylesine kolay bir şekilde alınabiliyorsa, onlar çok önemli olamaz!" diye yanıtladı şef. Ancak yine de def­terleri geri •verdi. O zaman 1 7 yaşında olan genç duyduğu bu yorumu'anladı ve öğrendiği bilgilerin her bir parçasını ez­berledi. Belki de bu şekilde en büyük İslam filozofu olan Ga­zali şaşkınlık verici akademik kaynağını elde etmiş oldu.

Tıpkı Hint ve Çin felsefelerinde olduğu gibi, ikinci Hı­ristiyan binyılı Batıda da filozoflar için çok farklı konularla yol gösterici görevini üstlenmiştir. Akdeniz bölgesinde geliş­miş olan felsefe geleneği bu bölgenin tarihi ile sıkı sıkıya bağ­lıdır. Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan filozoflar ortak tektan- rılı geleneğin yanı sıra dinsel konularda benzer sorunlarla yüz yüze ' gelmişlerdir. Büyük İslam filozoflarının Antik Yunan düşünce sistemini incelemesi ve Yahudi ve Hıristiyan filozof- !arının ortaçağ döneminde aynı sorunlarla uğraşması döne­min karakteristik yapısını oluşturmaktadır.

Biz, ikinci binyılın başladığı dönemin gelişimi ile sıkıntı­lı sorular ve entelektüel birikimin bir özeti ile İslam felsefesi­ni incelemeye başlayacağız.

İslam felsefesini anlayabilmek için genel olarak klasik Yunan düşünce dünyasının özümsenmesi gerekmektedir. Yaklaşık 700 yılında Halife el-Mansur Yunan metinlerini A­rapça'ya çevirmiştir. Başlangıçta bunlar tıp ve astronomi / astroloji alanlarına aitti. Çeviri alanında yetkinleşilmesiyle birlikte diğer Yunan çalışmalarının da çevirilerinin yapılması olanaklı hale geldi. Yaklaşık 830 yılında Platon'un Timaeus ve Aristo'nun aralarında De Anima ve Prior Ana/ytics de bu­lunan birkaç çalışması Arapça'ya çevrildi.

İslam felsefesinin yaradılışı

Hunain bin İshak'ın çalışmalarıyla yaklaşık 830 yılında başlayan Yunan çevirileri devlet tarafından komisyonlar ara­cılığı ile desteklenerek yaygınlaştırıldı. Ancak elde edilen bil­gilerden yalnızca birkaç zengin aile yararlanabiliyordu. Yakla­şık 900 yılında, Aristo'nun tüm çalışmaları ve Galen'in fel­sefi araştırmaları Arapça'ya çevrilmişti. Artık dinsel metinle­rin ussal analizi için bir dizi araç bulunuyordu. Yalnızca Ku- ran'ın anlamı değil, aynı zamanda Hı. Muhammed'in ölü­münden itibaren yüzyıllar içinde yazılmış olan Kuran ile ilgili yazıların uygun yorumlaması da yapılabiliyordu.

İslam felsefesinin gerçek başlangıcı Avrupa Orta Çağ­larında karşımıza çıkan bir sorunun tartışılması ile belirlenebi­lir. Burada dinsel dogmalar ile usun felsefi kategorileri ve di­siplinleri uzlaştırılmaya çalışılmıştır. Kuran veciz ve metaforik bir biçemde yazılmıştır. Farklı ve çelişen okumalar için çok sayıda boşluk bulunmaktadır. Genel olarak, vahiy edilmiş di­nin bildirilmesi bir sağlam yapı olarak kabul edilmiştir, çünkü onlar değişmez metinler olarak ortaya konulmuştur. Yunan felsefesi yorum ve açıklama için araçlar sağlamıştır.

O dönemden günümüze kadar, İslam dünyasındaki felsefi tutum yorumsal ve eleştirel çalışmalara yönelik olarak iki çelişen durum etrafında kutuplaşmış görünmektedir. Bir taraftan, inancı ölçüt olarak alan us bölgesine hitap edenler vardır. Diğer taraftan ise kutsal metinlerin okunmasından başka her şeye direnç gösterenler bulunmaktadır. Kuran'ın dili çok metaforik ve insanbiçimci olduğu için, iki taraf da meseleyi tam olarak ortaya koymak konusunda başarı kaza­namamıştır. Kuran'ın öğretisi mutlak bir tektanrıcıdır. Bu konuda usun gücünün yardımıyla sorgulamada bulunmak dinden çıkmak anlamına gelmektedir. Metaforik ve vecizsel bildiriler harfi harfine bilgisizlik ve batıl inanç konusunda suç­lamalarda bulunmaktadır. İslam düşüncesindeki bu kutuplaş­ma hiçbir zaman tam olarak çözüme kavuşturulamamıştır. Biz günümüzde de bunun yankılarını bulabiliriz.

Konular

İslam'da yüzyıllar boyunca tartışma konusu olarak üç büyük sorun ortaya konmuştur. Kuran değişmeyen, biline­mez birliğe sahip, yaratan ve yaratılmamış Tanrıyı bildirmek­tedir. Ancak Yetkin Olan'dan Yetkin-olmayan çok sayıda varlık nasıl olanaklı olabilir? Bu, "yaradılış sorunu" olarak bi­linmektedir. Bu bir metafiziksel yöndür. Tanrının iyiliği dün­yadaki kötülük ile nasıl uzlaştırılabilir?

Kuran aynı zamanda Tanrının tüm dünyanın belirleyi­cisi olduğunu açıklar. Bu, davranışlarını seçmede özgür olan insan varlıklarının bunu yapabilme kapasiteleri ile nasıl bağ- daştırılabilir? Biz bunu "özgür davranış sorunu" olarak .'adlan­dırıyoruz.

Kişinin bedenin ölümünden sonra bireysel ruhu nasıl korunmaktadır? Tanrıyla doğrudan bir bağlantı içinde olarak ve sonunda Bir'e katılarak mı? Ya da çok hassas. yasalar. ara­cılığı ile mi? Ben bunu "kurtuluş sorunu" olarak adlandıraca­ğım.

Kuran, kutsal bir metin olarak, Hz. Muhammed'in öğ­retilerini içermektedir. Burada yaradılış, özgür istenç ve kur­tuluş gibi sorunlu konuların tartışması etrafında sağlam bir nokta biçimlendirilmiştir. Söylenmiş sözcükler ile ilgili hiçbir sorun yoktur. Onların yorumlanmasıyla ilgili olarak sayısız tartışma bulunmaktadır.

Ancak ne olursa olsun, bu üç konunun felsefi yorum­lamasının gelişimini izlemek için, bizim İslam düşüncesi için­de kurulmuş olan üç özsel bileşeni kavramamız gerekmekte­dir. Aristo'nun Metafizik yapıtı ve Plotinus'un Yeniplatoncu- luğu bulunmaktaydı. Kuran'da insan davranışı ve yaratım öğretisi bulunmaktadır. Yunan kaynaklarının otoriter baskıla­rının yokluğunda, Aristocu ve Yeniplatoncu ideaların karışı­mı İslam filozofları tarafından "Yunan Felsefesi" olarak ' ö- zümsenmiştir. Bu gelişmenin başlangıcında Yunan. çıkışlı her şey genellikle Aristo'nun imzasını taşımaktaydı. Kaynakların . açığa çıkarılması İslam felsefesinin anlaşılması için özsel bir . hazırlayıcıdır.

Yaradılış, kurtuluş ve özgürlük temaları hakkında ö­nemli çalışmalarda bulunmuş olan en önde gelen filozoflar­dan ikisi "Yunan Felsefesi" konusunda bilgi sahibidir. Bunlar Farabi (y. 890-950) ve İbıı-i Sina (980-1037)'dir. İbı>i Sina Latin Batı dünyasında Avicenna olarak bilinmektedir. Onların en ünlü eleştirmeni olan Gazali ( 1058-11 11) Ku­ran metinlerini Yunan felsefi otoritesinden esinlenerek tartış-

maktadır. Köktendinciler ve eserlerin çevirmenleri de çeşitli yorumlamalar yapmışlardır. Daha sonraları "Averroes" ola­rak bilinen İbn-i Rüşt ( 1 126-98) Aristocu etkiyi yeniden o­luşturmuştur. Aristo'nun yazılarını- dikkatli . bir şekilde incele­yerek, gerçek Aristocu düşünceyi "Yunan" felsefesinin daha önceki çevirileri .ile oluşturulan :Yeniplatonculuktan 'ayırmış­tır. İbn-i Rüşt'ün kutsal metinlerin "Yunan" yorumlamaları Farabi ve İbn-i Sina'nın yorumlamalarından çok . farklıdır. İbn-i Rüşt, Gazali'nin çalışmalarını da eleştirerek Aristo'nun öğretilerini Kuran ile mükemmel derecede uyumlu olacak şekilde yeniden yorumlamıştır. Geleneksel dogmalar sıradan insanların yaşantılarının temeli olmuştu, ve onlara olan güve­ni yok etmek filozofların işi değildi.

İSLAM -FELSEFESİNİN ÜÇ KAYNAĞI

Aristo'nun Metafiziği

İslam filozofları tarafından üzerinde ağırlıklı olarak. du­rulan Metafizik yapıtı Tanrıya özel bir ilgiye sahip olması ile tanınmaktadır. Burada Aristo öğretisine uygun olan iki bö­lüm vardır.

İlk bölüm güç sahibi olmak ile gerçekçilik arasındaki i­lişkiyi ortaya koyar. ' Bu, hareketin, yaradılışının içeriğine iliş­kindir. Değişmez olduğu için hareket etmeyen Tanrı, harek€t ve değişimden sorumlu 'olmalıdır çünkü o her şeyden sorum- •                        

ludur. Bu nasıl olabilir?

O, [hareketin kaynağt' olarak] işleve sahip olsa bile bu yeterli, olmayacaktır.O Onun özü onun' gücü olsa. bile bu yeterli olmayacaktır; sonsuz hareket Olma- yacakttr çünkü, o potansiyel olarak' varolmayabilir.

Bu durumda özün gerçeklik olduğu bu [tannsal] türün bir ilkesi olmak zorundadır. Bunun ötesinde, bu tözler [hareketin kaynaklan] maddesel-olmayan o/maltdır; eğer herhangi bir şey ise, onun sonsuz ol­ması zorunludur. (Metaphysics, Lambda, 1071b).

Hareketin kaynağı ne olursa olsun, onun hem aktüel hem de maddesel olması gerekmektedir, bu durumda onun özü onun varlığını içerir. Bu ne anlama gelmektedir? En ba­sit olarak, onun var olması zorunludur. Bu, Tanrısal ilkenin var olmasının konusu değildir. O, İslamiyet ve Hıristiyanlık felsefesinin tamamı içinde bulunan en zor kavramsal hareket­lerden biridir. Biz kendimizi tekrar ve tekrar ona geri döner­ken buluruz.

İkinci bölüm tanrı ideasına bir kişi olarak, ya da en a­zından bir kişiye benzerliklere sahip olarak bu bağlantıyı kur­maktadır.

Böylece ilk ilke duyumsanabilir evren ve doğa dün- yasma bağlıdır. Ve onun yaşantısı biıim dönemsel olarak hoşlanacağım1Zln en iyisine benzerdir. Onun her zaman bu durumda olması zorunludur ...çün­kü onun gerçekliği aym zamanda hazdır . . . Ve dü- şüncek kendisini düşüncenin içindeki kattlımı aracılığı ile düşünür . . . o, bu nesneye sahip olduğu zaman gerçek işlevini ortaya koyar. Bu durumda onun ger­çekliği ussal düşüncenin tannsal sahipliğine ilişkin­dir, ve onun etkin kavrayışı en fazla haz veren ve en iyisidir . . . ve Tanrmm özsel gerçekliği en iyi ve sonsuz yaşantıdtr ...ve böylece yaşam ve süregi- den sonsuz varoluş Tannya aittir. (Metaphysics, Lambda, 1 073a).

Bu bölümlerin, Aristo'nun çalışmalarında bulunan en saydam düşünceler olduğu söylenemez, fakat onların anlamı açıktır. Tanrı gerçektir, yaşamaktadır ve yetkin doğası ile sonsuz olarak düşünmektedir. Ve evren içinde hareketin kaynağını sağlayan da aynı ilkedir. Bu nasıl olabilir?

Tanrının doğası ile tüm dünyasal hareketler arasında ussal bir bağ olması gerekmektedir. Madde hareketsizdir ve yalnızca tanrı ile aynı doğaya sahip olduğu için etkin olabilir ve böylece hareketin bir kaynağıdır. Aristo'nun düşüncesine göre alanların ötesinde bir primum mobile, hareketin ilk kay­nağı olmalıdır. Tanrı dünyaya bu hareketi vermiştir. Tanrı değişemediği için, tanrı olmadığı halde, tanrının nedensel et­kisini paylaşan ara noktanın bir hiyerarşisi olmalıdır. Bunlar uslardır. Plotinus ve Yeniplatoncular bunlara Us demektedir. Biz, değişmeyen, tamamen gerçek olan Tanrının maddesel dünya içindeki değişimin kaynağı nasıl olabildiğini düşünme­liyiz. Örnek olarak, teniste servis atmak için oyuncu topun i­çindeki potansiyel enerjiyi harekete dönüştürmek amacıyla topa vurur. Bu, topun kortun bir tarafından diğerine gitme­sine, yeni yerinde gerçek bir değişikliğe neden olacaktır. An­cak Tanrı, bu ve diğer tüm dünyasal hareketin nihai kaynağı olarak tamamen gerçek olmalıdır.

Plotinus ve Yeniplatonculuk

Daha önce vurgulamış olduğum gibi, İslam felsefesi Yunan düşüncesinden yararlanmıştır. Özellikle Aristo'nun yazıları İslam felsefesi için kaynaklık etmiştir. Bu nedenle İbn-i Sina gibi yazarların Yeniplatoncuların, özellikle Ploti- nus'un öğretileriyle kaynaşması şaşırtıcı değildir. Plotinus'un temel çalışması olan Enneads (Dokuzluklar) Porphyry tarafın­dan bir araya getirilmiş ve yayına hazırlanmıştır. Ancak bu metin, erken dönem İslam filozofları tarafından bilinmemek­tedir. Aristo'nun olduğu düşünülen pek çok düşünce aslında Plotinus'a ait idealardır.

Yeniplatoncular evreni Usların bir hiyerarşisinin bir a­lanı olarak kavramışlardır. Uslar öğretisi aynı zamanda Tanrı­nın birlik olarak dünyayı nasıl Çokluluktan yarattığını açıkla­maktadır. Bu, Çok'un çıkış noktasının nasıl Bir olabileceğini açıklamak anlamına gelmektedir.

Biçim ve madde, Platon'a göre her şeyin iki mantıksal "bileşeni"dir. Nesnelerin nitelikleri türlere ayrılmıştır. Bunlar maddenin içindeki Biçimlerin örnekleri olarak açıklanır. Böy- lece, bir çapa kendi şekline sahiptir ve çapalık Çapalık Biçi­minde gerçekleşmiş olan bir araç türünü örneklendirmekte­dir. Platoncu düşüncede belli bir çapa duyular tarafından al­gılanmaktadır, fakat Çapalık Şekli ise us tarafından bilinmek­tedir. Bu Biçim belli bir çapa içinde bulunan gerçek nitelikler değildir. Platon'a göre, o ayrı bir varlıktır ve bahçeyi çapala- maktan başka bir yerde bulunmaktadır. Platon ayrıca Biçim­lerin bu düşüncesinin estetik olarak heyecan verici bir etkin­liğe sahip olduğunu düşünmektedir. Bunu yaparken, yalnızca güzel şeylerin deneyimi değil, aynı zamanda entelektüel sezi de Güzellik Biçiminin kendisini kavrayacaktır. Bu, herhangi bir gerçek güzel şeyden ölçülemez derecede daha güzeldir.

Plotinus'un bu konudaki düşünce gelişimi Schroeder ( 1992: 15) tarafından iyi bir şekilde özetlenmiştir. Platon'- un kuramındaki Biçim hem bir neden ya da nesnelerin ka­rakterinin açıklaması hem de yaradılıştan gelen değerin bir nesnesidir.

[Plotinus] kullanma ve haz almamn iki am arasmda aymm yapar. Biz, neden ya da [belli şeylerin karak­teristik yapmna ilişkin] açıklamadan bahsettiğimiz zaman, kullamm terimleriyle düşüniiyoruzdur. O­nun yaradıllşmdan gelen değerli bir nesne olduğunu düşündüğümüz zaman, haz alma açısmdan değer­lendirme yapworuzdur. Bu şema içinde, haz alma kul/amma göre üstünlüğe sahiptir.

Değişen bir sıradan çokluluktan değişmeyen birliğe gi­den varlıklar hiyerarşisi Tanrıdan başka bir şeyle, Tanrı hak­kında düşünerek başlamıştır. Bu Us Tanrının İlk Yaratımıdır. Biri (Tanrı) düşünebilmek için Bir'in birliğinin niteliklerinin bir çokluğu içinde çözülmesi gerekmektedir. Ancak bu bir'in bölünmesiyle olamaz. Tanrı bölünmezdir. Tanrının sahip ol­duğu çok sayıda nitelik Us tarafından düşünülmektedir. Böy- lece, İlk Us zorunlu olarak çok katlıdır çünkü Tanrı, bölüne- bilirlik aracılığı ile, çok sayıda niteliğe sahiptir. Bir sonraki daha yüksek aşamının düşünce oluşumu^\JsJarın hiyerarşisi­nin en düşük seviyesinde Ruh bulunmaktadır. Ruh, daha yüksek Biçimlere bölünebilmekte ve analiz edebilmektedir. O, bir insan olarak kendisini yaratır. Böylece potansiyellik- ten gerçekliğe dönüşmüş olur.

İçsel varlıklar nasıl üstün varlıklara yükselebilir? Burada Plotinus ünlü görüntüsünü geliştirmiştir. O, bu konuyu hem harfi harfine hem de metaforik olarak ele almaya niyetlen­miştir. Bu, ışığın görüntüsüdür. Onun yardımıyla, biz kavra­nabilir gerçekliğin doğasına en parlak öngörüyü alabiliriz. Usların hiyerarşisi güçlerin ya da etkinliklerin bir dizisidir. P- lotinus tözün içinde bulunanlar ile tözden gelenleri ayırmış­tır. Dokuzluk/ar ( 6.4.22) yapıtında güçlerin ardışık hiyerarşi­si arasındaki ilişkiyi tartışmaktadır. Uslar, Güneşten gelen ışık ile aydınlatılmış olan şey arasındaki ilişki gibidir. Işık, kendi kaynağından başka herhangi bir şeyin üzerindeki varlığına bağlı değildir, fakat o aydınlattığı nesnenin görünümünü or­taya koyar.

Bütün bunlar bir arada düşünüldüğünde biz daha yük­-      - - .    

sek bir Usun bir görüntüsüne kendisini dönüştüren bir Us i- deasına sahip oluruz. O, farklı düşüncelerin bir çokluluğu o­larak kendisini temsil etmelidir. Daha yüksek varlığın tüm ni­telikleri bu varlık içinde birleştirilmelidir. Böylece temsil edi­len Us hala tam olarak bir olan temsil edilmiş Us varken, çok olacaktır. Eğer dünya bu şekilde var olmuşsa, ve Uslar aynı zamanda nesnelerin Biçimleri iseler, ya da onlarla işbirli­ği halinde bulunan bir şey iseler, bu durumda biz Tanrının, kendisini bölünmeksizin Çok olarak nasıl dünyanın yaratıcısı­nın Bir olduğunu görebiliriz. Bunlar Usların dinamik doğası aracılığıyla olur, onlar analitik olarak kendileri üzerinde bulu­nan nitelikleri yansıtır. Ancak neden bu şekilde olmalıdır?

Bu yanıtlanamaz sorudur. Belki de Uslar öğretisini dü­şünmenin en iyi yolu şöyledir: Yeniplatoncu düşünme örneği içinde iki sabit nokta bulunmaktadır. Birincisi Tanrıdır, tiim gerçekliğin merkezi olarak kabul edilir. O, değişmezdir, yet­. kindir, ve benzeri. İkinci sabit nokta Dünyadır. O, değişen, yetkin olmayan, ve benzeridir. Usların hiyerarşisi, hem bir (Tanrı) hem de çok (Dünya} olduğunu bildiğimiz için var ol­mak zorundadır. Böylece biz Tanrı hakkında düşünme rolüne sahip olan İlk Usu yaratmak için Tanrı için bir us bulmak için mücadele vermek zorunda kalmayız. Biz Onun bunu yapmış olduğunu biliyoruz, çünı<ü Dünya açık bir şekilde vardır. Bu kördüğümü kesmenin yolu bir Tanrı olduğunu inkar etmek­tir, çünkü bizim bir Dünya olduğunu inkar etmemiz kolay değildir. Ancak bu seçenek gelenekçiler ya da İslam filozof­ları için açık değildir.

Kuran Bildirileri

Kuran yorumcularının karşı karşıya kaldığı zorunu his­setmeye yardımcı olması için, en ünlü paragraflarından bazı- !arına göz atalım. Aşağıdaki paragrafların her birinde çok ge^ niş bir yorumlama vardır.

YARADILIŞ ÜZERİNE: Yeryüzü ve gökyüzünün Yaratıcısı­dır! (Kuran: ii, 117)

VAROLAN ŞEYLER ÜZERİNE: O, dünyadaki her şeyi ya­ratandır. Daha sonra O gökyüzüne yönelmiştir ve yedi kat göğü yaratmıştır. Ve o her şeyi bilendir. ( Kuran: ii, 29).

KÖTÜLÜK ÜZERİNE: İyi olan ne varsa o Allah'tandır, ve kötü olan ne varsa o kendisindindir. Biz onu (Muhammed} insanlığa elçi olarak gönderdik ve o Allah'ın tanığıdır. (Ku­ran: iv, 79)

KURTULUŞ ÜZERİNE: Kim iyi çalışan ve bir inanan ise, o^ nun çabaları sonuçsuz kalmayacaktır. (Kuran: xxi, 94).

Tanrının yaratıcı olarak rolü İslam için merkezdir. İıv sanlar yaşadıklarından sorumludur. Bu yaşantılar kaydedil­miştir. Filozofların ilk sorunu, yaratım sorunudur. Birleşik ve yetkin bir varlıktan nasıl böylesine farklı ve yetkin-olmayan dünya yaratılmıştır? Filozofların bu soruna Yeniplatoncu çö­zümler bulması şaşırtıcı değildir.

Birinci bölümde analitik ve eleştirel felsefe bölgesinin kültürel olarak önemli öğretiler, kuramlar ya da uygulamalar içinde her yerde bulunan kavramlarının en azından bazıları­nın bir açıklaması olarak düşünülebileceğini önermiştim. İs­lam filozoflarının çalışması bu reçeteye çok iyi uymaktadır. Kuran öğretilerinin mantıksallığı ciddi entelektüel sorunlar i­çin çözümler sunmaktadır. Filozoflar sorunları çözmek için en iyi şekilde donanmışlardır. Onlar çözümlere gereksinim duyarlar ve Müslümanlar arasında onaylanmış çözümler bu­lunmaktadır. Kuran öğretileri verilmiştir. Onların mantıksal- lığı ya da mantık dışılığı tartışılmamaktadır.

SORUNLAR VE ONLARIN
FELSEFİ ÇÖZÜMLERİ

Burada Yunan felsefesinden ödünç alınmış felsefe araç^ !arından birini deneme kabilinden bir kavrayışa sahibizdir. Biz üç başlıca sorun olarak yaradılış, özgür davranış ve kurtu luş konularını ayrıntılı bir şekilde yeniden incelemek duru­mundayız.

İkinci binyılın ilk yüzyılının en önemli Aristocusu İbn-i Sina'dır. O, 980 yılında İslam bölgesinin doğu kısmında doğmuştur. Çocukluğunu Buhara'da geçirdi. Eğitimi gele^ neksel metinler ve İslam hukuku üzerine temellenmişti. 1 7 yaşındayken Farabi'den okuduklarından etkilendiğini belirt miştir. Buhara sultanının kapsamlı bir Yunan kütüphanesi bu lunuyordu ve genç akademisyen büyük bir heyecanla bu kü­tüphaneyi kullanıyordu. 998 yılında babasının ölmesi ile luu yatını kendisi kazanmak zorunda kaldı. Birkaç yıl düzensiz yolculuklar yaptı. 1O15 yılından 1022 yılına kadar Hama^ dan yöneticisi için çalıştı. Bir süre daha yolculuklar yaptıktan sonra 1032 yılında prensin desteği ile İsfahan'a yerleşti. 1037 yılında öldü.

Yaradıhş Öğretisi

Arapça fayd sözcüğü "akış" anlamına gelmektedir ve İlk Neden olan Bir ile maddesel dünya olan Çok arasındaki k lişkiyi anlatmak için kullanılır. İslam felsefesinin öyküsü ele a^ lındığında yaradılış sorununun zaten "kitaplarda" anlatıldığı görülmektedir.

Yaradılış öğretisinin şematik versiyonu Farabi tarafın dan verilmiştir. İkinci binyılın hemen başında İbui Sina bu konuda daha iyi bir çalışma ortaya koymuştur. Böylece Aris­to'nun Tanrısı ile uyumlu, kendi kendine düşünme erdemine sahip, Usların hiyerarşisinin başlangıcı anlatılmıştır.

Bir zorunlu olan bir birliktir ve onun hakkında düşünü­lemez. Bir düşünce nesnesi olabilmesi için uzam ve zaman i­çinde yerleşik olması ve bazı ayııt edici özelliklere sahip o­lunması gerekmektedir.

Eğer Bir yetkin ise ... [Aristo] Yüce Var/Jğm par­çası üzerine herhangi bir entelektüel ilişki olasılığını yok sayar ... [yetkin olmayan bir dünya ile] bir a/Jşverişin olması olanaklı değildir ... Onun kendi dışındaki herhangi bir şeyin l'üm bağımsızlığına kar- şm ...o, yaratmış olduğu kendi kendine kavrayı­şın edimi içinde düşünmektedir. (Fakhry, 1983: 1 54).

Bir ve Çok Yeniplatoncu düşüncesinin İslam versiyonu

Yeniplatoncu İslam filozoftan Bir ve Çok sorununun çözümü için Uslar merdiveninin bir hiyerarşisinin ideasını ge­liştirirler. Bu, Plotinus tarafından ortaya konulan hiyerarşi ile yakın bir yapıya sahiptir. Onlar Bir tarafından nedensel olu­şumlarla yaratılmamıştır, ya da bir yaratım düşüncesinin so­nucu değillerdir. Bir'in Bir tarafından kendi kendine düşün­mesi onları meydana getirir. Bu örnek varlıkların düzeni için­de daha düşük bir seviyede yeniden oluşturulur. Böylece Bir'in kendi kendine düşüncesi ve tefekkürü içinde ilk varlık yaratılmış olunur. Bu, gerçek Yeniplatoncu biçem içinde var­lıkların bir hiyerarşisinin geliştiren bir zincirin ilk bağlantısı­dır. Maddesel dünyaya en yakın seviyede İnsan ruhu kendisi­ni düşünür ve kendi özdeşliğini ve tekliğini kavrar. İnsan var­lıkları kendi kendine bilinçli olan en küçük ustur.

Us-varlığı ilk olarak Zorunlu-varlıktan gelmelidir. Bu ustan meydana gelen başka bir us, başlangıçta var­olan bedenlerden meydana gelen başka bir beden i­çinde bulunmaktadır. Eğer onlar çok sayıda ise ... bu durumda bu ustan başka usların meydana gelmiş olması durumunu zorunlu krlar. Başlangıçta varolan bedenden diğer bedenler meydana gelmiştir. Baş­langıçta varolan bedenlerin son seviyesine kadar ar­dışık meydana gelişler benzer bir şekilde devam e­der . . . Bir gerçeklik içinden çeşitli çokluklar mey­dana gelecektir. (İbn-i Sina, 1050 [1983J: 103).

Yaradılış öğretisi, tanrının, kendi bütünlüğünü tehlike­ye atmaksızın kendinden başka her şeyin kaynağı olduğunu ortaya koyar. Biz onun dünyaya gereksinimi olduğunu ya da dünyadan yoksun olduğunu düşünmeyiz.

Fakhry bu kavrama modunun evrensel tür ya da bi­çimler seviyesinde olmasının gerekliliğine işaret eder. Bir'in, somut tikellerin bilgisi ile uzlaştırılmaya çalışılmasından kaçı­nılması gereklidir. Biçimlerin düşünce oldukları arı bir ente^ lektüel davranış olmalıdır. Bu kavramla, tanrının yaratılmış, maddesel dünyanın somut tikellerinden herhangi birisini nasıl kavrayabildiği açık değildir. Bu, Tanrının maddesel ve yara­tılmış evren içindeki her son şey ile özel bir ilgisi olduğuna dair Kuran bildirisi ile başka bir sorunu oıtaya çıkarmaktadır.

Zorunlu Varlık değişim ya da çokluluk konusunda /Jassas değildir, çünkü o dünyayı ve bir çokluluk ol­duğunu bilmektedir. Ancak bunu nasıl yapabilmiştir ve kendi varlığının çokluğunu nasıl kabul etmemiş­tir? Bunun kısa yanıtı "akılcı bilgi"ye sahip olması- drr. (İbn-i Sina, 1050 [1983]: 62).

Yaradılış öğretisi ve bir şeyden gelebilen tek şeyin ilke­si üzerine bağımlılık Fakhry ( 1 982: 321) tarafından iyi bir şekilde özetlenmiştir.

ifk varlık ifk usa hayat vermiştir, bunun sonucunda ikinci usa da hayat vermiş olacaktır. Bu İlk Ruh ve Bedendir. İlk ya da Zorunlu Varlık'm aksine, ilk us bir çokluluk unsuru içermektedir, kendi içinde bir karaktere sahiptir, fakat onun nedeni aracılığı ile zorunlu değildir. Mutfak olan İlk İlke'den meydana gelen bir dünya içinde bu olgu çoklu/uğun nihai ne­denidir.

Sonunda dünyanın çokluluğu olası olan ile zorunlu o­lan arasındaki mantıksal ayırımda bulunmaktadır. Şimdi ola­sılık ve zorunluluk arasındaki ilintinin birlik ve çokluluk ara­sındaki ayırımın nasıl olduğunu açıklayalım.

Zorunluluk ve olasılık

Zorunluluk ve olasılık arasındaki ayırım Aristocu felse­fenin ortaya koyduğu başka bir temel kavramsal ayırımdır. Bu ayırımın sürekli olan ve değişen, geçici olan ayırımı ile, birlik ve çokluk ayırımı ile uyumlu bir yapıda bulunduğu gö­rünmektedir. Eğer belli bir olasılık yerleşmişse bu durumda başka bir olasılığın da gerçekleşebileceği doğrudur. Yeşil olan elma, kırmızı da olabilir ve elmalar için bir yaşam olasılığı ol­duğu için, o daha sonra kırmızıya dönüşebilir. Her değişiklik bir olasılığın gerçekleşmesidir.

Şimdi kavraması en zor olan düşünceye geliyoruz. En fazla varolan şey var olmayabilirken, ya da olduğundan farklı bir şekilde var olabileceğinden, zorunlu bir varlık var mıdır?

Böyle bir varlık var olmayabilir. Belki de o bundan başka bir şekilde var olamayan bir varlıktır? Var olma konusunda ba­şarısız olabilecek bir varlık var mıdır? Aristo böyle bir varlığı düşünmüş görünmektedir. Onun Metafizik kitabında betim­lediği Tanrı budur.

Öz ve varoluş

Bu soru başka bir ayırım olan öz ile varoluş arasındaki ayırım sorusunu ortaya çıkarmaktadır. Bir şeyin özü, onun onsuz düşünülemeyecek niteliklerinin bir toplamıdır. Biz nes­neleri, sahip oldukları nitelikleri olmaksızın varolduklarını dü­şünemeyiz. Mitolojide yer alan bir Boynuzlu-at, alnının orta­sında bir boynuz bulunan beyaz, at-benzeri bir yaratıktır. Bu nitelikler Boynuzlu-at'ın özünün parçalarıdır. Bir nikah yüzü­ğünün dairesel ve değerli bir metalden yapılmış olması ge­reklidir. Nikah yüzüğü vardır, boynuzlu-at ise yoktur. Ancak her ikisi de öze sahiptir. Böylece öz ve varoluş genel olarak birbirinden bağımsızdır. Ancak sorunlu bir varlığın durumu üzerinde düşünürsek, bu durumda Yunan düşüncesi genel o­larak varoluşuna eklenmiş böyle bir varlığın özünü ele almak­tadır. Örnek olarak, eğer hem zorunlu hem de yetkin ise, bu durumda varoluş bir yetkin olmayış olmayacaktır.

Tüm bunların sonucu Tanrının hem zorunlu hem de Bir olduğunun değerlendirilmesidir. Bu, evrenin tutarlı ve çoklu olmasının yaradılışını ortaya koymaktadır.

Özgür Hareket Sorunu

İnanç us'a karşı

Bu konudaki tartışmalar us ve tanrısal otorite arasında gitgide artan çatışmalara yol açmıştır. Bazı insanlar doğru ve yanlışın ne olduğuna us ile karar verilebileceğini söylerken, diğerleri Kuran'ın öğretilerinde bunun zaten verilmiş olduğu­nu düşünmektedir. Bizim göreceğimiz gibi, inanç ve us ara^ sındaki bölünme Hıristiyanlık1ta da bulunmaktadır. Benzer sorunlar her iki din geleneğinde de yaşanmıştır: örnek ola­rak, insan özgürlüğü nasıl olanaklı olabilir? İnanç bunun ol­ması gerektiğini bildirir, çünkü Tanrı ahlaki olarak bizim yap­tıklarımızdan sorumlu olduğumuzu bildirmiştir. Us, bunun o­lamayacağını açıklar, çünkü Tanrı her bir insanın kendi ya­rattığı evren içinde ne yapacağını öngörmektedir. Bunun ö­tesinde, maddesel dünyada her şey nedensel yasalarla belir­lenmiş görünmektedir. Bizim davranışlarımız maddesel dün­yanın durumları içinde gerçekleşmiştir. Olduklarından başka bir şey olamayacaklarsa onlar nasıl özgürce seçilmiş olabilir­ler?

Bu konu kötülük sorunu ile bağlantılıdır. Eğer Tanrı dünyadaki her şeyin olmasını istemişse, ve Dünyada kötülük varsa, bu durumda Onun bu kötülüğü de istemiş olması ge­rekmektedir. El Kubafa (Nasr ve Leaman, 1996:413) göre bu çözüm şuna benzer bir şeyi yeniden yorumlamak anlamı­na gelmektedir: "Kötülük bir ilaç gibidir, görünümde kötü dür fakat gerçekte iyidir. " Tanrının iyilikseverliği ve adaleti kötülüğün iyilik için olması gerektiği sonucunu doğurur.

Vesilecilik (Occasionalizm)

Tanrı dünyayı yaratmış ve onu kendi haline mi bırak­mıştır? Ya da etkin bir şekilde etki ve tepki akışını sürdüre­rek insanların nasıl davranması gerektiğini belirlemekte mü dir? İslam filozofları Tanrının her şeye gücü yeten bir niteliği olmasına karşın maddesel şeyleri kendi hallerine bırakmış ol­duğunu söylemektedir. Maddesel şeylerin doğal bir etkinliğe sahip olmadığı ilkesini ele alırsak, sabit olan bir şey ile çarpı­şan hareketli bir bedenin hareketinin transferi olarak böyle bir fenomeni nasıl değerlendirebiliriz? Bir çözüm İslam fılo- zoflan arasında popüler olan ve Hıristiyan batıda on yedinci yüzyılda yeniden canlanmış olan Vesilecilik'tir. Hareketli bir beden, sabit bir bedene çarptığı zaman tanrı ikinci bir hare­ket etmenin bir vesilesidir. Bu nedensellik düşüncesi Tanrı ile olan tüm nedensel etkinliği saklar. Benzer olarak, insan be­deninin duyu organlarına maddesel bir tepki olduğu zaman, Tanrı zihin içinde uyumlu bir düşünce yaratır. Eğer Tanrı dünyadaki her şeyi belirlemiş olsaydı, insanın davranış özgür­lüğü kendisine nasıl bir alan bulabilirdi?

Her nedensel etkileşim içinde, tanrı varlığa tepki ka­zandırmaktadır. Gazali'nin açıklamasına göre (Nasr ve Leaman'dan alıntı, 1 996);

Birin varlığı ya da var olmayışı, diğerinin varlığı ya da var olmayışmm o/um/anması, olumsuzlanması i­çinde bulunmaktadır... Eğer ateş olmazsa alev ışn ğı olmayacaktır ... Bu şeylerin birbirine olan bağ­lantısı ardışık bir düzen içinde onları yaratması için Tanrınm bir öncü gücü üzerine temellenmiştir.

(Incoherence of the Philosophers kitabından bir alın^ tı, s. 316)

Bu öğreti çağdaş Batı felsefesi için tanıdık bir halka o­luşturmaktadır. Bu, neredeyse kelimesi kelimesine David Hu- me tarafından ortaya konulmuş bir düşüncedir. Gazali aynı tartışmayı bizim onları algıladığımız gibi nedensel dizilerin zo- runlu-olmayışlarını oluşturmak için kullanır. Olguların ilgili durumları arasında hiçbir mantıksal ilişki yoktur. Bir, diğeri olmadan, karşıtı olmaksızın var olamaz.

İlahi takdir

İslam filozofları ilahi takdir (kader) olgusunu nasıl açık­lamaktadırlar? Hı. Muhammed'in yaşadığı dönemden beri katı Müslümanlar ahlak yaşantısının bir değerlendirmesini ya­parken özgür istenç yerine ilahi takdiri ön plana çıkarmışlar­dır. Filozoflar, bazen gerçekten hayatlarını tehlikeye atarak, günah ile yargılama ideasının kader düşüncesiyle uzlaşmadığı­nı söylemişlerdir. Eğer bizim bu davranışı yapacağımız zaten belirlenmişse, bu nasıl günah olarak değerlendirilebilir? Bura­da davranışı yapan kişi olacak şey hakkında edilgen bir çözü me kavuşturulabilmiş değildir. Eğilim, tanrısal otoritenin in sanlan davranışları belirleme yönünde bir irade vermiş oldu­ğu düşüncesidir. On dokuzuncu yüzyılda M. Abdu ( 1849 yılında Mısır'da doğmuştur) Kuran'ın özgür istenç gerçekliği­ni ve evrenin tanrısal yönetimini ayrıntılı bir şekilde ortaya koyma girişiminde bulunmuştur. Hz. Muhammed'in bu so­runa felsefi bir çözüm aramak yerine kaderciliği reddettiği iddiasında bulunmaktadır. Gerçek bir Müslüman olacağı ön ceden belirlenmiş şeyi oturup beklemez. Olacağı önceden belirlenmiş şey onun yapmaya karar vereceği şeydir. Biz, çağdaş Batı düşüncesinde bu sofizmden daha ilerisine geçe­bildik mi? Hiç zannetmiyorum.

Kurtuluş Sorunu

Tann ile birlik, temas ya da birleşme ile kurtuluş

İbn-i Sina'ya göre kurtuluş Tanrı ile birlik olmakla sağ­lanır. Ancak Aristo Metafizik'te ( 19) "Zorunlu Varolan, karşılıklı bir birlik içinde bir şey ile birleşmez," demektedir. O, yalnızca kendisiyle birleşebilir. Zorunlu Varlık, kendi kendine düşünme içinde en büyük hazza sahiptir, çünkü bu yetkinliğin düşünülmesidir. Daha düşük bir tin ile birlik bunu olanaksız kılar. Bu durumda, eğer kurtuluş Tanrı ile birlik a­racılığı ile oluyorsa, onun Zorunlu Varlığın bir şeyi ile temas ya da birleşme içinde olması zorunludur. Bu, felsefenin kaçış yolu bulamadığı başka bir kördüğüm gibi gözükmektedir. Bir insan ruhu Tanrı olamaz. Kişi kendisini buna adasa bile, Ruh asla Tanrı olamaz. İkinci binyılın Hint filozoflarında olduğu gibi Tanrı ile ruhun kendini kurban eden birliği ile mücadele edilmesi gerekmektedir. İbn-i Sina yapılması gereken şeye a­çıklık kazandırmıştır. Böyle bir birliğin olanaklı kılınabilmesi i­çin Ruhun karakterinde Tanrı-benzeri bir şeyin var olması gerekmektedir. İbnd Sina bunu şöyle söylemektedir,

Usun gücü kendi kendine ve hareketsiz olarak bu- lunmaktadtr. Onlar Zorunlu Varltk'ın oluşumunu temsil ederler ... algtlama niteliği ile ussalltk niteli­ği arasmda hiçbir ilişki yoktur. (İbn-i Sina, ı 050 [19831: 73).

İbn-i Sina bunun nasıl olabileceğine dair ustaca bir de­ğerlendirme ortaya koymuştur. Algılama niteliği algılayan ve algılananı birbirinden ayırır. Us niteliğinde, düşünce ile hak­kında düşünülen şey birleştirilir. Böylece tanrı ile birlik olan us niteliği aracılığı ile bu gerçekleştirilmiş olur. Algılama ile, biz madde ve Biçimin içinde birleştikleri belirli şeylerin dene^ yimini elde ederiz. Us ile biz yalnızca Biçimleri düşünürüz.

İbn-i Sina'nın incelikli Aristocu dlişüncesine ve bir Us olarak Ruhun ölümsüzlüğü ile bu konu arasında akıllıca bir bağ oluşturmasına karşın, bu analizler ve açıklamalar bazı kuşkular ile karşılanmıştır. Bu, gerçekten de, ileride görebile­ceğimiz gibi, Gazali'nin tepkisine ve ciddi bir şekilde eleştiril­mesine yol açacaktır.

FELSEFE ÜZERİNE GELENEKÇİLERİN
FELSEFİ SALDIRILARI

Sert uçlu bir çerçeveye sahip olan analitik Aristocu ge­leneğin mistizmine yönelik yaradılış özgür istenç ve kurtuluş konularında oluşturduğu sorunları anlayabilmek için bizim Sı,ıfi geleneğine yakından bakmamız gerekmektedir. Bu gele­nek yirminci yüzyılda hala canlıdır. Aristocu Yeniplatoncula- ra karşı en keskin eleştiriyi yapan kişi Gazali olmuştur fakat eleştirilerinin nasıl olduğunu anlayabilmek için genel olarak İslam'a Sufızm kültü açısından bakmamız gerekmektedir. Binyılın başlarında Sufızm tarihsel olarak önemli bir etkinliğe sahipti ve bunun uygulayıcılarından olan Gazali onun bir sonraki binyıla daha sağlam temeller üzerinde aktarılmasında önemli bir rol oynamıştır. Sufıst bakış açısının ana hatlarını belirledikten sonra Yeniplatoncu / Aristocu ya da Yunan et­kisinde olan düşüncelere saldırılar konusuna geri döneceğiz.

Sufizm

Sufi mistik geleneğinin anahtar ideaları ve ilkeleri Hint geleneğine benzerlikler taşıyan bir yapıda olarak kolaylıkla ortaya konabilir.

1  . Dünyasal şeyleri terk etmek ve tanrının zihninde bir idea olarak kendini bir varolmayış koşuluna indirgemek.

2    . Kendi gayreti ile Tanrı ile dostluk yolculuğunda bir dizi istasyonu mistik bir şekilde başarı ile geçmek (Fakhry, 1983: 239).

Bu uygulamanın sonucu ruhun Tanrı ile ilk birliğinin o­luşturulmasıdır. Bu, dünyasal yaşantının ötesinde var olan bir birliktir.

Akademisyenler Sufi geleneğinin İslam'ın yapısından uzak olduğu düşüncesine karşı çıkarlar. Kuran'da Tanrı ile doğrudan doğruya bir temas içinde olunması düşüncesi yok­tur. Fakhry ( 1983: 241) Tanrı hakkında içtenlikle düşüne­rek ve ona ibadet edilerek Tanrı katına yaklaşmanın söz ko­nusu olabildiğini belirtir. Ancak bazı Sufiler İslam ile çelişki i­çinde olmuşlardır. Buna örnek olarak bekar kalma verilebilir. Mistik yaşantı evlilik ile uyumlu değildir ancak Hz. Muham- med'in kendisi evlenmiştir, ve cinsiyetler arasındaki ilişkilerin uygun yönetimi için çok sayıda ayrıntılı kurallar bulunmakta­dır.

Tanrıya giden Sufi yoluna saygı gösteren ve aynı za­manda bir filozof olarak çok geniş bir düşünce birikimine sa­hip olan Gazali İslam düşüncesi içinde deneysel ve mantıksal olanın en yüksek sentezini temsil etmektedir.

Gazali

Çok sayıda kişi Gazali'yi İslam geleneği içinde önde gelen bir filozof olarak kabul edilmektedir. O, 1058 yılında Horasan'ın Tus kasabasında doğmuştur. O dönemde burası Pers İmparatorluğu'na ait bir bölgedir. Bu kasaba güçlü en­telektüel yapısı ile göze çarpmaktadır. Çocuk yaşta öksüz ka­lan Gazali bir Sufi koruyucu sayesinde kutsal metinlerin özet­leri üzerine çalışmalarda bulunmaya başlamıştır. Genellikle kendi memleketinde çalışmış olmasına karşın, zaman zaman, bu bölümün başında da anlatıldığı gibi, tehlikeli yolculuklar­da bulunmuştur. O, katı dogmatizme karşı çıkarak kendisini tamamen us yoluna adamıştır. Bunu yaparken Tanrıdan doğ­rudan haberdar olmanın Sufi ilkesini savunmuştur. O kısa sü­rede kariyerini oluşturmuştur. Nizam-üt Mülk tarafından Bağdat'ta bir üniversitede dinbilim bölüm başkanlığına atan­mıştır. Ancak o ani bir kararla bu görevden ayrılmış ve ken­disini bir meditasyon yaşantısına ve özel çalışmalarına ada­mıştır. Birkaç kez geri dönmeye zar zor ikna olmuş ve her defasında yine kendi çalışmalarına geri dönmüştür. Doğduğu kasabada 1 111 yılında ölmüştür.

Yunan mirası ile ilgili sorunlar

Gazali, İbn-i Sina'nın Yeniplatoncu / Aristocu düşün­cesinin güçlü bir eleştirmeni olmasının yanı sıra aynı zaman­da yetkin bir Sufi'dir. Yaradılış konusunda Yeniplatoncu çö­züme şiddetle karşı çıkmıştır. Bunun bir hayal ürününden başka bir şey olmadığını iddia etmiştir. Ancak yine de konu üzerindeki metin kitabını yazarken Aristocu mantığı büyük ölçüde kullanmıştır.

Gazali'ye göre bilgiye giden üç yol vardır. İnanç (i­man) en düşük olanıdır. Bu bilgi seviyesini desteklemek için kişi otoritelerinden alıntı yapmaktan daha fazlasını yapamaz. Diğer bir yol bilimsel bilgiye (ilim) ulaşmak için usun kullanı­mıdır. Ancak daha yüksek bir bilgi biçimi daha vardır. Bu a­ni deneyim (dhawq) ile gelir. Kişi bu dünyadan elini eteğini çekerek Tanrıya ulaşabilmek için hazırlanmalıdır.

Biz neyi öğrenebiliriz? Tanrı Bir'dir. Ve bunu yapar­ken kendi kimliğimizi kaybettiğimizi düşünebiliriz, çünkü biz onunla bir olmuşuzdur. Hangi durumda ben hala bir bire- yimdir? Hindistan'da Ramanuja yaklaşık aynı zamanda aynı sorunla uğraşıyordu. Katı bir Aristocu, Hıristiyanlık ve İsla­miyet için ortak olan geleneksel katı çözümlemelere sempati ile bakmaz. O, bir bireyin yalnızca bir ruh maddesi olmadığı­nı düşünür, o aynı zamanda zamanım sonunda hayat bulmuş bir bedendir. Aristo yalnızca usun tinsel olduğunu ve bunun sonucunda ölümsüz olduğunu söylemiştir. Eğer böyleyse, bu durumda ölümsüzlük kişisel değildir, çünkü entelektüel kav­rayış, tikellerde değil, yalnızca tümellerdedir.

İbn-i Sina Tanrının tikeller tarafından değil, yalnızca tümeller tarafından bilinebileceğini söyleyerek yaradılış soru­nuna farklı bir açıdan yaklaşması, ve insan ruhunun Tanrı ile birliği konusunda usun evrensel karakterini vurgulaması ne­deniyle, onun öğretilerinin Gazali tarafından eleştirilmesi şa­şırtıcı değildir. Kuran'da yer alan en derin felsefi konulardan biri "ne kadar küçük olursa olsun, hiçbir şey Tanrı'nın dikka­tinden kaçmaz," (34, 3) ifadesidir. İbn-i Sina bunu Tanrının yalnızca tümelleri bildiği ideasının bir yorumlaması için kul­lanmıştır. Böylece dünyanın Tanrı tarafından, Tanrıdan baş­ka bir şey ile yaratılmasının olanaklılığı ortaya çıkacaktır. Bu, Kuran'daki ifadelerle taban tabana zıt görünmektedir. Eğer Tanrı maddenin en küçük birimine dikkat ediyorsa, o yalnız­ca tümellere (Biçimler) dikkat etmiyor, aynı zamanda Biçim­lerin maddesel görünümleri olan tikellere de dikkat ediyor demektir. Yalnızca çapalığa değil, çapalara da dikkat etmek­tedir. Felsefe Kuran öğretilerini yeniden gözden geçiremez. Kuran Hz. Muhammed'in kişiliği aracılığı ile gönderilmiş tan­rısal vahiydir. Bu durumda felsefe Kuran'ı mantığa büründü­rüp tutarlı bir şekilde değerlendirmelidir. Gazali'ye göre, Tanrının bilgisi zaman ve uzam içinde bulunan tikellere iliş­kindir. Bu ilişkiler değişebilirken, değişimleri bilen olarak Tanrının özü bu değişimden sorumlu değildir. Değişen dün­yanın bilgisi, değişmeyen bir varlık tarafından nasıl bilinebi­lir? Gazali'nin yazılarında bu sorunun yanıtının olmadığı gö­rünmektedir. Ancak bu soruya yanıt verilmelidir.

Sufi uygulaması ile felsefi analizin uzlaştmlması

Gazali'nin pozitif felsefesi kişinin kendi bilgisini elde et­me yönünde düşünceye dayalı bir dikkat' içinde olmasının tekniğini kullanmaktadır. Gazali, "Kendini bilmek, Tanrı bil­gisinin anahtarıdır, " der (Gazali: y. 1105 [1958]: 5). İnsa­nın özünde bulunan şeyin meleksel nitelikler olduğunu nasıl bilebiliriz? Bunun nedeni bir yaratığın özünün onun içindeki en yüksek şey olmasıdır. Peygamber, "Kendini bilen kişi Tanrıyı biliyordur, " demiştir. Bu yukarıda belirtilen konunun yankılanmasına neden olmuştur. Nasıl mı? Tartışma aşağıda­ki gibi devam etmiştir:

Bir kişi, kendisinin var-olmadığı bir zaman olduğunu bildiğini düşündüğünde, Kuran'da yazılı olduğu gibi "O hiçbir şey olmadığı bir zamanda yoktur" . .. Ne zaman ki yetkinlik derecesine ulaşmışsa, o ken­disini yapmamıştır (Gazali, y. 1 100 [ 1983]: 15).

Kişinin Tanrıyı nasıl bilebileceği konusu Gazali'nin ya­zılarında ağırlıklı olarak yer almaktadır. İbn-i Sina gibi filo­zoflar tarafından savunulan usun kullanımı Gazali için Tanrı­. ya ulaşma konusunda anlaşılması zor bir yol olarak görün­mektedir. Üstelik bu insanları dinsizliğe sürükleyebilecek bir yöntem olarak gözükmektedir.

O, Tanrı arayışı konusunda önemli ve etkin metinlere imza atmıştır. Usu kullanarak Onu bulmak yerine, bizim O­nun tarafından bulunmuş olduğumuzu söylemektedir. E. L. Daniel'den alıntı yaparak Gazali'nin The Deliverance from Er- ror kitabının önsözünden bir bölüme bakalım:

Kim ki dinbilimin soyut kanıtlardan ve sistematik sı- mflandırmJ/ardan oluşması gerektiğini düşünüyor­sa, o inancın keşfedilmesi gerektiğini düşünüyor­dur. Oysa bunun yerine, inanç Tanrının Yaratımla­rının kalplerine bir armağan olarak vermiş olduğu bir ışıkttr. O, bazen açıklanabilir düşünceler şeklin­de görünebildiği gibi, bazen uykuda görülen bir rü­yadır. Bazen dindar bir insanın yaşadığı huzurda, bazen de huzurun kendisi aracılığı ile görünür.

Dünyanın sonsuzluğu

Yine de Aristoculuk düşüncesinde sorun yaratan görü­nümler bulunmaktadır. Bunlardan biri dünyanın sonsuzluğu sorunudur. Aristo bu konuda kesin bir şey söylememiş ve iki seçeneğin de hiçbir kanıtının olmadığını belirtmiştir. İbn-i Si, na açık yüreklilikle bir çözüm sunmuştur fakat bu tikellerin durumu halrkında daha temel sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Dünya tanrısal hareketin bir ürünüdür. Dünya Tanrıya bağlıdır, ve bu durumda başlangıcı ve sonu yoktur. Ancak ne olursa olsun, tikellerin geçici sonlu dünya­sı ile Tanrının sonsuzluğu arasında bir farklılık bulunmakta­dır. Dünya sonsuzluğu yalnızca tanrısal duyu içinde paylaşır. Gazali'ye göre, bu mantık-bölünmesi din konularında açıkla­malarda bulunan filozofların yetkilerini aşmaktan başka bir şeye hizmet etmez (Urvoy, 1991: 99).

Mistik dönüş

Sufiler doğrudan tanrı bilgisi umudu içindedirler, ve onlar bu umudu gerçekleştirebilmek için bir .yaşam tarzını benimserler. Bu, onlar ile Mollalar arasındaki çelişkinin en temel kaynaklarından biridir. Sufiler yalnızca Tanrı ile birliği gerçekleştirme sorununa yanıt arama arayışı içindedirler, ve bu kutsal metinlerdeki otoriteden kaynaklanmaktadır. Suflz- min bu iki görünümü bir arada düşünüldüğünde, Gazali Ku- ran'daki Sufızm için sağlam bir temel oluşturma çabası için­de olacaktır.

Gazali'nin kurtuluş öğretisi mistiktir. Tanrı ile birlik, Sufiler tarafından savunulan yol ile elde edilebilir. Kuran ya­salarıyla uzlaşma-, erdemli yaşamın ideası aracılığı ile olur. Tanrı, kendisini arayan kişilere yardımcı olacaktır. Ancak bu İbn-i Sina ve Farabi'nin Yeniplatonculuğu ile karşıtlık içinde sunulmuştur. Onlara göre, tanrı ile bir olma yönündeki iler­leme kavranabilir tözlerin biri olarak us aracılığı ile olur. Ye- niplatoncu " Aristocular" için yaradılış ile kurtuluş arasında temel bir birlik bulunmaktadır. .

ORTAÇAĞ FELSEFESİNE

YAHUDİLİK . KATKISI

Hıristiyanlık ve İslamiyet'in aksine, Yahudilik dinin yo­ğun felsefi araştırması uzun sürmemiştir. . Ancak yine de on. i­kinci yüzyıl ortaçağ döneminin büyük filozoflarından biri o­lan Moses Maymonides ( 1135-1204) yetişmiştir. O, nere­deyse tek başına Musevilik inancı ile Aristocu felsefenin a­raçlarıyla .usu uzlaştırma görevini üstlenmiştir. Maymonides'- in çalışması hem İslamiyet hem de Hıristiyan felsefesi içinde ortaya konmuş olan tüm büyük temalar üzerine dokunmuş­tur. Tanrısal vahiyler için ussal yorumlamalar yapılmaya çalı­şılmaktadır.

Yahudi felsefesi her zaman için Hıristiyanlık ve İslami­yet'e yakından bağlı olmuştur. Maymonides'in. uğraştığı so­run İslam .filozoflarıyla ikinci binyılda yaklaşık aynı dönemde yaşanılan sorunlardır. Burada büyük Yunan filozofları tarafın­dan verilmiş olan üstünlüğün Kutsal kitaplar ile uzlaştırılması- nın nasıl .olacağı konusunda çalışmalar yapılmıştır. Bu sorun Bokser ( 1950: 1) tarafından The Legacy of Maimonides kita­bında aşağıdaki şekilde ele alınmıştır.

Moses Maymonides ... uzlaşmaz gözüken iki dün­ya görüşü -Yunan ve Musevi- arasmda bir arabulu­cu idi. Antik Yunan'dan insanoğlunun kendisi ve dünya hakkmda gerçeğe yönlendirmede akim kulla- mlması gerektiği düşüncesini almıştı ... Musevilik dünya görüşünde ise insanoğlu usa karşı uyanlıyor ve tannsal olarak vahiy edilmiş Kutsal YaZilara sor- gulamasız olarak inamlması gerektiği belirtiliyordu;.

Maymonides İspanyol asıllıydı. O, Cordoba kentinde doğmuştu. İslam dünyasındaki hanedanlık savaşları Yahudiler için sıkıntı yaratıyordu. Onun ailesi zulüm tehdidi ile karşı karşıya kaldıklarında Afrika'nın Akdeniz kıyısı boyunca iler­leyerek Mısır'a göç etmişlerdi. Tıp eğitimi almıştı, çok hızlı bir şekilde kariyer yaptı. Sultan Selahaddin'in özel doktoru olmuştu. Burada felsefi çalışmalar yapmak için zaman buldu. Bunları Kafası Kanşık Olanlar için Rehber (Guide far the Per- plexed) kitabında topladı. Bu büyük çalışmasına 1 185 yılın­da başlamıştı ve yaklaşık 1200 yılında bitirdi. İlginç bir şekil­de o Arapça yazılmıştı, fakat kısa bir süre sonra Batının fel­sefi dili olan Latince'ye çevrildi.

Maymonides kutsal metinler üzerine bazı yorumlama­lar yaptığı ve Yahudi yasaları üzerinde etkin çalışmalarda bu­lunduğu için, biz onun Aristocu felsefe ile Yahudi geleneğini bir araya getirme çabalarına odaklanacağız. Onun burada iz­lediği yol İslamiyet ve Hıristiyanlık için de uygulanabilir bir yöntem niteliği taşımaktadır. Aristocu felsefi kavramlar din­sel inançların ussal temellerini ortaya çıkarmak için kullanıl­maktadır. İslam dünyasında İbn-i Sina'nın çalışmalarının gör­düğü tepkiye benzer bir tepkiyi Yahudi dünyasında onun ça­lışmalarının görmesi şaşırtıcı değildir. Tanrısal vahiylerin kut­sal metinlerine ölümlü insan aklı ile açıklama getirilmesi katı Yahudi kesimlerince büyük bir tepki He karşılaşmıştır. May- monides'in yazdıkları kendi dindaşları arasında onun inançlı olup olmadığı sorusunu beraberinde getirmiştir. O, bu konu­da kendisini yazılı olarak savunmaya zorlandığı halde böyle bir savunma yapmayı reddetmiştir.

Onun ölümünden sonra tartışmalar daha da alevlen­miştir. Hatta kitapları Fransa'da yakılmıştır. Ancak zaman i­çinde tarihsel olarak şansı dönmüştür. Maymonides en ö­nemli Yahudi filozofu olarak görülmeye başlanmıştır. Yunan mantıksallığını İslamiy.et, Musevilik ve Hıristiyanlık din gele­neklerini açıklamak için kullanması ile onun görkemli kitabı, tarih içindeki tartışılmaz yerini almıştır.

Us ve onun insan yaşammdaki yeri

Maymonides usun insan varlığına özgü bir nimet oldu­ğunu söylemektedir. İnsanoğlu "usa sahip olduğu için diğer hayvanlardan ayrılmaktadır."2 Us, pratik yaşantı için gerekli­dir, çünkü "insanoğlu için gerekli yiyecek çok fazla çalışma ve hazırlık gerektirmektedir. Bu yalnızca düşünme ve plan yapma ile elde edilebilir. " Ancak us, etkinliğin daha yüksek seviyelerine ulaşma kapasitesine sahiptir. Ve bu daha yüksek mod içinde bilimin kaynakları ortaya çıkmaktadır. Us, "nes­nenin bileşenlerini analiz eder ve böler. Onların soyut ideala- rını biçimlendirir . . . insana özgü nitelikleri kullanarak çıka­rımlarda bulunur."

Ancak ne olursa olsun, usun bilgiyi elde edebilmesinde başka bir seviye vardır, ve bu Tanrının doğasının seviyesidir. Ancak böyle bir bilgiye sahip olmanın getirdiği sonuç sevgi ve korkudur. "O [filozof] Onun çalışmaları üzerine düşün­düğü zaman, Onun mükemmel ve etkileyici yaratımları üze­rine düşündüğü zaman, ve Onun karşılaştırılamaz ve kuşku duyulmaz bilgeliğini algıladığı zaman, o hemen büyük Tanrı­yı bilme arzusu içinde sever, övgüler yağdırır ve hislenir." Ve aynı zamanda, yalnız başına onu bilen bir insan olmak o­nu bunaltır ve korkuya sevk eder. Aristo'nun basamakları iz­lenerek tüm bunlar gerçekleştirilebilir.

Usun gücü ile geleneksel kutsal metin otoriteleri nasıl uzlaştırılabilir? Yanıt gerçekten çok basittir. Bir filozofun eği­timi zor ve uzundur. Pek çok insan onu yapabilme için akıl gücüne sahip değildir. Us, Tanrı bilgi ve sevgisi için evrensel bir rehber görevi üstlenemez. Burada dinsel geleneklere gö­rev düşmektedir. Tamamen başka bir rota aracılığı ile aynı noktaya ulaşılır, fakat herhangi biri tarafından bu rotanın iz­lenebilmesi için kutsal metinlerde yer alan vahiylerin yönlen­dirilmesine gereksinim vardır.

Felsefenin sımrlan: akla uygunluk ve kamt

Felsefe alanında iki zor soru bulunmaktadır. Birincisi evrenin sonsuzluğu ya da sonluluğu sorunudur. Us, evrenin gelip geçici durumunun gerçekte ne olduğunu belirleyemez. Aristo evrenin sonsuz olduğu görüşüne sahiptir, fakat bir fi­nal gerçeklik olarak bunu ortaya koymamıştır.

Ahlak yaşantısı konusunda da aynı düşünce uygulana­bilir. Us Aristocu düşüncenin akla uygunluğunu destekleye­bilir, fakat o belirleyemez. Hiçbir sıradan insan bu konuda belirleyici rol oynayamaz. Sonuç olarak, us deneysel olarak çalıştığı için, usun bir etiği insanların ortak düşüncelerinin bir tür eleştirel toplamının en iyisi olacaktır. Daha otoriter bir şey gerekli olduğu zaman, kutsal yazılar ve dindarlık geleneği içindeki yorumlamalar ortaya konulacaktır.

Biz, Tanrının varlığını us ile nasıl kanıtlayabiliriz? May- monides'e göre, yanıt dinsel fizikte yatmaktadır! Hareket kendi kendini meydana getiremez. Bir hareket varsa, bu ha­reketin bir Final nedeni de olmalıdır. Bu yalnızca Tanrı ola­bilir. Ancak Bokser'in işaret ettiği gibi bu kanıtta tehlikeli bir yan bulunmaktadır (Bokser, 1 950: 26). Böyle bir analizde bulunmanın yolu evrenin sonsuzluğunu kabul etmek ve bu­nun sonucunda hareketini kabul etmek gerekmektedir. An­cak Maymonides, sonsuz bir evren düşüncesinin katı dindar­lar için nasıl tahrik edici bir düşünce olduğunu iyi bilmekte­dir.

Tanrının doğası konusuna gelince, Maymonides Tanrı­nın popüler ve geleneksel insanbiçimci kavramlarına şiddetle karşı çıkmaktadır. Maymonides Hıristiyan ve Müslüman çağ­daşlarıyla aynı düşünme çizgisine sahip olarak aynı sonuca u­laşmıştır: tanrı bedensel olmayandır ve kendisinden başka hiçbir şeye bağlı değildir. Tanrı "uzay içinde" değildir ve za­man kavramına tabi değildir. Güç ve bilgelik gibi sıfatlar Tanrıyı anlatmada kullanılamaz. Tanrının özü ve varlığı aynı­dır. Böylece ''Tanrı, sahip olmak niteliğine sahip olmaksızın vardır." Bu konumun bilinemezliği çok inceliklidir. Biz Tanrı­nın herhangi bir şeyini bilmeyiz, ve böylece her şeyi bilen ni­telikleri kattığımız zaman, bu sözcüğün içerik açısından ne anlama geldiğini bilemeyiz. Bizim Tanrıya isnat ettiğimiz ni­telikler yalnızca olumsuzlama anlamına sahip olabilir.

Maymonides'in çalışması ile Musevilik felsefesi Avrupa düşüncesinin ana akıntısına girmiştir. Onun kitabının Aqui- nalı St. Thomas üzerindeki etkisi iyi bilinmektedir ve o oıta- çağ Latin Batısınııı tüm büyük filozofları tarafından hissedile- bilir.

Maymonides, Aristocu felsefe geleneği içine ait ola­rak, kutsal metinlere olan ilgiyi arttırmıştır. Yahudi felsefesi yok olmamıştır. Onun yazgısı Batı düşüncesi içinde özüm- senmek şeklinde olmuştur.

Ben İslam felsefesinin öyküsünü üç tema üzerinde ele aldım. Bunlar yaradılış, Tanndan Dünyaya hareket, özgür is­tenç, Tanrının Dünya içinde insan varlıklarıyla olan ilişkisi, ve kurtuluş, Dünyadan Tanrıya olan hareket kavramlarıdır. An­cak bu tartışmaların arkasında İslam düşüncesindeki daha de­rin bir çatlak bulunmaktadır. Felsefe ile kutsal ve otoriter metinler arasındaki ilişki nedir? İbn-i Sina'da açıkça görüldü­ğü gibi, Yunan felsefesi Kuran ve Hı. Muhammed Gelenekte- ri'nin yorumlanması için bir araç olarak kullanılmıştır. Bura­da "Tanrının tahtında oturduğu" gibi insanbiçimci görüntü­ler bir kenara bırakılmıştır. Süslenmemiş gerçekliğin hazinesi olarak Kuran yeni bir bakış açısıyla tekrar incelenmektedir. Vahiy edilmiş doğrular, usun süzgecinden geçirilerek yeni­den ortaya konmaktadır.

İbn-i Rüşt ve Aristocu Metinlere
Geri Dönüş

İbn-i Rüşt'ün ( 1126-98) çalışmaları bu tartışmaların üzerine gelmiştir. O, Latin geleneğinde Averroes olarak bilinmektedir. Cordoba'da zengin bir ailenin içinde doğmuş­tur. Yalnızca İslam klasikleri üzerinde değil, felsefe, Arap e­debiyatı ve bilim alanında da iyi bir eğitim almıştır. Onun yaşadığı dönemde Endülüs'te felsefenin ve filozofların duru­mu belirsizdi. Daha önceki yönetim sırasında yetkililer tüm hukuk düşüncelerini yeniden düzenlemişti. 1 t 68 yılında AI- homades yönetimi sırasında Ebu Yakup yönetimin ikinci a­damı olarak İbn-i Rüşt'ü Aristo üzerine yorumlar yazılması çin oluşturulan komisyonun başkanı olarak görevlendirdi. İbn-i Rüşt on yılını Seville'de yorumlar üzerine çalışarak ge­çirdi. 1 1 81 yılında Cordoba valisinden bir çağrı aldı, böyle- ce sonraki yıllarını oluşturacağı felsefe üzerinde çalışmakla geçirdi. İbn-i Rüşt 1 198 yılında öldü.

Onun felsefi çalışması dengeli bir araştırmadır. Fakhry'nin (1983: 27) ortaya koyduğu gibi, "İbn-i Rüşt Kuran'ın doğruluğuna tam olarak inanan biri olarak ...aynı zamanda gerçeğin arayışı üzerine çalışmalarda bulunmuştur." Onun yaptığı şey, Aristo'nun metinlerine geri dönerek, ora­da bu filozofun "doğru" yorumlamalarını bulmak ve bunları Kuran'ın anlaşılması için gerekli sorunlara uygulamaktır. Böylece kutsal metinler de "doğru" bir şekilde yorumlanmış olacaktır. Yapılması gereken şey, Farabi ve İbn-i Sina'nm A­ristocu felsefesine Yeniplatoncu bir anlam kazandırmaktır.

O, Aristo üzerine yazdığı yorumlarla ünlü olmuş biri olarak felsefe ve kutsal metin arasındaki ilişki tartışmasına ö­nemli bir yeni bakış açısı kazandırmıştır.

İbn-i Rüşt'e göre, tanrısal yaratım diğer yaratım biçim­leri gibi meydana gelir. Madde ve biçim bir araya gelmekte­dir. Potansiyel olan gerçek olmuştur. Tanrıdan meydana gel­miş olan Uslar kendi kendilerine düşünebilme yeteneğine sa­hiptir. Ancak onlar Tanrı değildir, yine de Tanrının nitelikle­rinin en azından bazılarını temsil etmeli ve paylaşmalıdır.

İbn-i Rüşt, daha derin bir seviyede İbn-i Sina'nın öz ve varoluş ayırımını eleştirmiştir. Öz öncüdür ve varoluş onu destekler tezinin doğru olmadığını söylemiştir. Herhangi bir şeyin gerçek varoluşu, gerçeklik içinde onun özünün kavran­ması için gereklidir. Entelektüel bir uygulama olarak bir şe­yin özünün analiz edilmesi bize herhangi bir şey anlatmaz, çünkü o herhangi bir varoluş düşüncesi olmaksızın yapılmış olamaz.

Aristo'ya ait metinler üzerinde titiz bir çalışmanın lez­zetini vermek için, ben sonsuz-olmayan ve sonsuz-olan iki töz türünün yapısını ortaya koyacağını:

... o [Aristo] bu kitaba [Metaphysics Lambda] sonsuz-olmayan tözün ilkesi ile başlar ... Bundan sonra sonsuz-olan özün ilkelerini açıklamaya başlar . . . Onun varlık t6zü, ilk biçim ve ilk sonuçtur;' daha sonra hareket edemeyen tözü inceler. O, bir ya da çok olabilir. Eğer onlar çok ise, bu durumda: onlar nasıl bire dönüşmüştür, ve bu çoklu/uğun hi­yerarşisi nasıl meydana gelmiştir? (l'bn-i Rüşt, y, 1140 [ 1984]: 75).

Burada birlik ve çokluğun bildik teması yeniden karşı­mıza çıkmaktadır. Yeniplatoncularla özdeşleşmiş .olan 've .A­risto'nun düşünceleriyle desteklenen hiyerarşi İbn-i Rüşt'ün formülleştirmesiyle tekrar ortaya konmuştur. Burada tanrısal bedenlerin kendi kendilerine hareket etmeleri gerektiği, söy­lenir, çünkü onların hareketlerinin görülebilir bir kaynağı yoktur. Onlar diğer kendi kendine hareket eden varlık türle­riyle, yani insanlarla benzer bir şekilde hareket etmelidirler.

Bu bedensel yapılar ruhlara ve dünya güçlerine sa­hip o/ma/ıdırlar, onlar yalnızca usa ve arzunun nite- ligine sahiptirler ... bu onları yerel hareket ile sı­nırlar. (İbn-i Rüşt [1984]: [1594]).

Şimdi tanrının doğası ile ilgili olarak neler düşündüğü­nü ortaya koyabiliriz.

Eğer tanrının kendi varlığını kavramadaki hazzı bi­zim onun kendi özünü kavradığımız zaman hissetti­ğimiz hazza eşitse, sonsuz olarak Tannya ait olan • şey kısa bir süreliğine bize ait olmuştur. Bu çok mü­kemmel bir şeydir. (İbn-i Rüşt, [ 1984]: [ 1618]).

Ve bizim hazzımız ne kadar büyükse, o kadar mükem­mel olacaktır. Sıradan bir dünya içinde Tanrıya benzerlik in­san aklının gücünün tartışması içinde bulunmaktadır. En yük­sek mutluluk usların entelektüel kavrayışında olmalıdır. Tanrı sürekli olarak bu durumdadır. Biz kendi özümüzü düşünerek zaman zaman ona ulaşabiliriz. Ancak bizim bu "benzerlik" duygusunun "aynısı" anlamına gelmediğini akıldan çıkarma­mamız gerekmektedir.

İbn-i Rüşt Hıristiyan Üçlülük yorumlaması hakkındaki eleştirilerini anlatırken, varlıkbilimsel olarak •aynı olan şeyle­rin kavramsal olarak ayrı olma ile karıştırıldığına işaret et­mektedir. Tanrının kendisini bir şekilden daha fazla şekilde ortaya koyabileceği belki doğrudur, fakat bu görünümleri i­fade etmek için birden fazla ayrı kavram gerekir. Oysa Tanrı bir birlikten başka bir şekilde kendisini göstermemiştir.

Yunan mirası ile ilgili üç sorun

İbn-i Rüşt İslamiyet'i desteklerken Aristocu felsefenin üç temel düşüncesi ile karşı karşıya kalmıştır. Bunlar Tanrının yalnızca tümelleri bildiği ilkesinin Kuran'ın tanrının her bire­yin davranışına dikkat ettiği düşüncesiyle nasıl uzlaştırılabile- ceğini; evrenin sonluluğuna karşı bir yargılama oluşturmuş o­lan Aristocu . düşüncenin Kuran'daki dünyanın sona ereceği kıyamet anı öğretisi ile ilgili olarak nasıl uzlaştırılacağı; ve son olarak bedenin yeniden hayat bulması öğretisi ile ilgili olarak Kuran'da yer alan ruhun ölümsüzlüğü düşüncesiyle nasıl bir uzlaşma sağlanacağıdır. İbn-i Rüşt bu sorunları asla çözme- miştir. Zaten başkasının da çözdüğü söylenemez.

İSLAMİYETİN LATİN BATI DÜNYASI
ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

İslami düşüncenin Latin Batı üzerindeki etkisi büyük ölçüde erken dönem Orta Çağlar sırasında Aristo'nun öğre­tilerini birincil kaynak olarak kullanan Arap ve Mağribi ya­zarlar aracılığı ile olmuştur. İslamcı yazarlar Aristo'ya kendi "bakış açılarını" vermişlerdir. Ben burada bu etkinin kısa bir taslağını vereceğim. Bunlar önde gelen iki Müslüman Aristo­cu olan İbn-i Sina (Avicenna) ve İbn-i Rüşt (Averroes)'dir.

Aristocular

İbn-i Sina'nın Aristo'nun Metafizik yapıtı üzerine yo­rumları tanrı varlığının gerekliliği ve başka her şeyin tek ola­sılığı terimlerinde Tanrı ve Yaratımı hakkındaki görüşlerini i­çermektedir. Öz ve varoluş, Tanrı haricinde ayrıdırlar. Po- tansiyellikten gerçekliğe geçiş koşullara bağlıdır. Böylece var­oluş (bir şeyin olması) özden (olan şeyin türü) ayrılmıştır. Varoluş bir rastlantıdır. Bu konum ortaçağ yazarları tarafın­dan tartışılmış ve genel olarak eleştirilmiştir. Bunlar arasında St. Thomas Aquinas eleştirileri en etkili olandır. Eleştiriler ö­zün ve varoluşun güce ve hareket yeteneğine sahip olduğu ve dolayısıyla rastlantısal olamayacağı üzerine odaklanmıştır. İbn-i Rüşt de bu konuda İbn-i Sina'yı eleştirmiştir.

Biz İbn-i Rüşt'ün Aristo'nun felsefi öğretilerini ve çö­zümlemelerini nasıl titiz bir şekilde incelemiş olduğundan bahsetmiştik. İbn-i Rüşt'ün çalışmaları yaklaşık 1220 yılın­dan itibaren ortaçağın sonuna kadar Paris ve Oxford üniver­sitelerinde Aristocu düşüncenin başlıca kaynağı olarak oku- tulmuştur.

Sanırım İslam felsefe tarihi içinde en etkin olan yazar­lardan bahsettik. Bunlar Farabi, İbn-i Sina, Gazali ve İbn-i Rüşt'tür. Onların düşünceleri özellikle yaradılış, özgür istenç ve kurtuluş konularında büyük etkilerde bulunmuştur. An­cak aynı zamanda dinbilim konusunda yoğunlaşmış filozofla­ra karşı güçlü bir tepki de bulunmaktadır. Biz şimdi 'bunu da­ha yakından inceleyeceğiz.

Felsefeciler üzerine Saldırılar

İslam felsefesinin başlangıcından itibaren felsefecilere karşı bir tepki oluşmuştur. Felsefeci karşıtları ve gelenekçiler kutsal metinlerin yorumlanmasına eleştirel yaklaşmışlardır. Bunlar arasında en önemli ve etkin olanı İbn-i Taymiyah (1262-1327) olmuştur.

Ona göre, bu yazıları yorumlama konusunda tek yet­kili kişi Hz. Muhammed ve Halifelerdir. Sorun filozofların kullandıkları yöntemlerden, özellikle mantık yönteminden kaynaklanmaktadır. Aristocu idealar kanıt gerektiren bir ya­pıya sahiptir. Oysa din konusunda böyle bir kanıtlama siste­mine yer yoktur. Bunun ötesinde, kullanılan tanımlamalar asla bizim bilgimizin ötesine geçemez. Onlar yalnızca bizim bildiklerimizle sınırlı olarak ifade edilirler.

Aristocu kanıtlama yöntemi ile yalnızca tümellerin bil­gisine ulaşılabilir. Tikellerin herhangi bir bilgisine ulaşılamaz. Böylece o bize tanrı, Yüce tikel hakkında hiçbir şey söyleye­mez. Tanrı gibi başka hiçbir şey yoktur. Tanrı bilgisi yalnızca vahiyden gelir. Tanrının varlığı ya da niteliklerine ilişkin hiç­bir kanıtlayıcı bilgi yoktur.

Şiir Şeklinde Felsefe:
Rumi'nin Çalışmaları

Celaleddin Rumi 1207 yılında İran'da Balkh'da doğ^ du ve 1273 yılında öldü. O, Sufi ozanlarının en ünlüsüdür. Felsefi düşüncelerini ifade etmek için şiiri kullanmıştır. İslam felsefesinin üç egemen konusuna ilişkin şiirleri din yorumla^ malan konusunda önemli rol oynamıştır. Sufi düşüncesinin tüm teması birliktir. Rumi'nin görüntülerinde, öğretmen ve disiplin arasındaki birlik Platonik mistik sevgi ideali olarak su­nulmuştur. Onun şiirselliği güçlü bir tektanrıcılığı ifade eder; dünyanın çokluluğu ve bizim algıladığımız karmaşık görünü­mü altında, evrensel bir uyum, algılanabilir mistik deneyim yatmaktadır. Tanrı ile bir olan Yetkin İnsan'ın bir ideali var dır. Aşağıda Rumi'den ( 1 997} alınan şiirler bulunmaktadır.

Birlik teması

İnançlılar çoktur, fakat inanç birdir: onların bedenleri çok sayıdadır, fakat ruh birdir.

Anlayış ve ruhun yam sıra öküz ve eşeğin içinde, insanoğ­lu başka bir akıla ve ruha sahiptir.

Yeniden, tanrısal nefesin sahipliği içinde insan ruhundan başka bir rııh vardır.

Hayvan ruhu birliğe sahip değildir: bu hafif tinden birlik a- rayışmda değildir.

Eğer onun sahibi ekmek yerse, onun komşusu doymaya­caktır:

Eğer o bir yük s1rtlarsa, onun komşusu yüklü olmayacak- tJr; O, komşusunun ölümünü neşe ile karş!lar ve komşusunun zenginliğini gördüğü zaman kıskançlıktan ölür. .

Kurtların ve köpeklerin ruhtan aymdır; Tanrmm aslanların ruhları birleşmiştir.

Onların ruhları isim olarak çoğuldur, tek bir ruh bedene i­lişkin olarak yüzlercedir,

Tıpkı güneşin tek bir ışığı gibi gökyüziinde parladığında, onunla ilgili yüzlercesini ışıtacaktır;

Siz duvarları kaldırdığımız zamaıı, tüm dağılmış ışıklar bir ve aynı olacaktır.

Bedensel olarak evlerin geride kalan temelleri olmadığı zaman, inanç bir ruh olarak kalacaktır.

Bu şiirde, gerçek birlik içindeki çokluluk üzerine sen­tezde bulunulması çok açıktır. Onunla birlikte başka bir öğ­retiye, insan ruhunun birliğine gidilir. Daha önce görmüş ol­duğumuz gibi, bireysel ruh içinde değişim yaşanmaktadır. Bu şiir, Hıristiyanlık dünyasına ulaştığı zaman Averroes'in ünü i­çin büyük bir sıkıntıya neden olmuştur.

Davranış özgürlüğü

Tanrı bizim önümüze bir merdiven yerleştirmiştir:

Onu basamak basamak tırmanmalıyız.

Siz ayağa sahipsinizdir: neden sakatmış gibi davranıyorsu­nuz?

Sizin elleriniz var: neden parmaklarınızla kavramıyorsu­nuz?

Özgürlük Tanrıya Onun iyilikseverliğini inkar eder.

Özgürce hareket etme gücü için şükran duymak size daha fazla ona teşekkür etme gücü verir;

Haydutlar yoldadır: kaptyı ve eşiği görene kadar uyuma­yın.

Eğer tanrıya güvenirseniz, ona işinizle güvenin.

Tohum ekin, daha sonra Onun her şeye gücünün yetti­ğine inanın.

Daha önce de belirtmiş olduğum gibi, Sufiler Tanrı ta­rafından yaratılmış bir dünya içinde özgür olmanın olanaksız­lığı felsefi kördüğümü çözme konusunda sabırsızdırlar. Bura­da biz verilen özgürlüğün keskin bir şekilde ortaya konuldu­ğunu görürüz.

Tanrı ile birlik olarak kurtuluş

Ben bir mineral olarak öldüm ve bir bitki oldum,

Ben bitki olarak öldiim ve hayvanlığa yükseldim, Ben hayvan olarak öldiim ve insan olmuştum.

Neden korkaym1 ki? Öldiiğiimde daha az mı olacağım?

Ben bir kez daha insan olarak öleceğim.

Meleklerin kutsaması ile; ve hatta melek olarak

Ben yaşamayı sürdüreceğim: Tanrıdan başka her şey öle­cek.

Ben melek-ruh olarak kııtsandığ1111 zaman,

Asla kavranmamış zihin olacağım,

Benim var olmama izin verme! Var olmamak için

Organların sesiyle ilan edilir, "Biz ona geri döneceğiz. "

Bu şiir pek çok açıdan şaşırtıcıdır. O, doğal dünyanın çeşitli seviyeleri aracılığı ile Hindu yeniden doğum döngüsü kavramının yankısını içermektedir. O, açık bir şekilde Tanrı ile birlik içinde kendinin çözülmesini kabul etmektedir. O, kurtuluştan çok teslimiyet için bir övgü şarkısıdır.

İslamiyet ile Çağdaş Batı Felsefesinin
Sentezini Yapma Girişimi

İslamiyet içinde modernist lezzeti betimlemek için ikin­ci binyılın sonunda ortaya çıkan Muhammed İkbal'in çalış­malarını anlatacağım. O, 1877 yılında şimdi Pakistan'da bu­lunan Sialkot'ta doğdu. O dönemde İngiliz egemenliği bu­lunduğu için Muhammed İkbal Lahor'daki Devlet Lisesinde ve daha sonra Cambridge Üniversitesi'nde eğitim görmüş­tür. Münih Üniversitesi'nde doktorasını yapmıştır. Çalışma­larını Batı kurumlarında tamamladığı için genel olarak Kant felsefesinden etkilenmiş görünmektedir. Henri Bergson'un zamanın doğası üzerine çalışmalarından da etkilenmiştir. Hindistan'a döndüğünde çeşitli görevlerde bulunmuştur. Bir süre devlet lisesinde profesörlük yapmış, daha sonra etkin hukuk kariyerinde bulunmuştur. Bu kariyerinde başarısız ola­rak, yazdıklarıyla hayatını sürdürmeye başlamıştır. Felsefe ve edebiyat konularında ulaştığı yer nedeniyle Raj'ın dikkatini çekmiş ve 1930 yılında ödüllendirilmiştir. İkbal, bilinçli ola­rak, İslam felsefesi için yeni bir strateji oluşturma arayışı için­de olarak, başlıca çalışması olan İslam'da Dinsel Düşüncenin Yeniden Oluşturulması (Tlıe Reconstruction of Religious Thought in İslam) kitabını yayınlamıştır. O, politikaya girmiş ve Pakistan ile Hindistan'ın iki-ulus kuranımı ilk imzalayanlar­dan biri olmuştur. Daha sonraki yıllarda sağlığı hiç düzelme­miş ve 1 93 8 yılından Lahor'da ölmüştür.

Onun yeniden oluşum ile ilgili, birbiriyle bağlantılı üç ilkesi şunlardır:

1   . Kişinin üzerinde çalışabileceği temel olarak üç varlık türü bulunmaktadır: cansızlar, yaşayanlar ve zihinler. Bunları ince­leyen üç bilim grubu fizik, biyoloji ve psikolojidir. İkbal psi­kolojiyi zihin-çalışmalarının bir grubu içinde değerlendirir. Diğerleri dinbilim ve mistik deneyimdir. İkbal, bu üçünden elde edilen tüm dünya resmini "din" olarak adlandırır.

2    . Bir birey için etkin olmak uygundur. Yazgıya körü körüne itaat ölümsüzlük umudu için herhangi bir zemin hazırlamaya- caktır. Yazgının kabullenilmesi yerine üç alanın herhangi bi­rinde deneyim ile desteklenmesi gerekmektedir.

3_. Bizim üzerinde çalıştığımız nesnelerin üç şeyi oldukların­dan başka bir şeye doğru değişmektedir. Dünya, canlı yara­tımlar, ve Tanrı değişmektedir. Hz. Muhammed son pey­gamberdir fakat deneyimin üç alanına bir nihai betimlemede bulunmamıştır. Ancak o değişikliklere ayak uydurabilmemiz için bir araştırma yöntemi önermiştir.

Tüm bu son derece radikal öğretinin metafiziksel arka planı bir zaman kuramı ile sağlanmıştır. İkbal'e göre, deneyi­min üç alanı olmasına ve üç kök bilim olmasına karşın, yal­nızca fizik bize zamanın bir kuramını verecektir. Bu kuramın en gelişmiş biçimi A. N. Whitehead'in tezidir. O, "Doğa di- namik-bir yapı içinde durağan bir olgu değildir, fakat sürekli yaratım akışının karakterine sahip olan bir yapıdır. Uzam ve zaman kavramları karşılıklı olarak birbiriyle ilintilidir" {İkbal, 1 934: 33) demiştir. Bu bakış açısı belli bir geçici deneyim türünün fiziksel bir açıklaması olarak tatmin edicidir. Ancak tam bir felsefi kurama hizmet edemez. O, yalnızca "Gerçek­liğin bölgelerinin " üçünden biri ile ilgilidir. İkbal, "Özgür ya­ratım hareketi olarak zaman, kuram için hiçbir anlama sahip değildir. O geçmez, olaylar meydana gelmez (bu kuram üze­rine), biz basit olarak onlarla karşılaşırız, " der (İkbal, 1 934: 37). Tam bir kuram için bizim deneyimin başka seviyesine dönmemiz gerekmektedir.

İkbal her bir insanı yapan iki kendi olması gerektiğini düşünmektedir. Bunlar etkin olma kendi ve değerlendirme kendidir. Etkin kendi, izlenimlerin ardışıklığmı kavrar. Değer­lendirme kendi değişmeyen bir "k(ymetlendirme zamanı" o­luşturur. Bu deneyim betimlenemez. çünkü bu yalnızca dizi zaman içinde uygun olan kategorileri içermektedir. Değer­lendirme kendi, deneyimlerinin edilgen bir alıcısı değildir, o yaratıcıdır.

Bu şema İslam felsefesinde karşılaşılan sorunlardan bi­rini akla getirir: tanrının doğası ve onun yaratımla olan ilişki­si. İkbal'e göre, Tanrı değişme kapasitesine sahip olmalıdır. Ancak bu sürekli'- bir değişim değildir. Biz Tanrıyı yalnızca varlığının bu görünümlerinde deneyimleyebiliriz. Tanrı sü­rekli yaratıcı olarak değişim içindedir. Burada başka bir yara­dılış öğretisi bulunmaktadır, ancak bu kez İbn-i Sina'nın Ye- niplatonculuğundan çok farklı bir yapı bulunmaktadır.

Sonuç

İslam felsefesinin tarihi otoritenin üç kaynağı arasında karşılıklı bir etkilenme görülebilir-kutsal metinler, Sufilerin yaptığı gibi mistik uygulamalar aracılığı ile Tanrının doğru­dan kavranması, ve Yunan felsefesi içinde ortaya konulan u­sun kullanımının teslimiyeti. Üç büyük sorun bulunmaktadır: Bir'den nasıl Çok'un yaradılışı mümkün olabilir? Tanrısal o­larak düzenlenmiş ve yaratılmış bir dünya içinde özgür dav­ranış olabilir? Tanrı ile birlik içinde kişisel kurtuluş nasıl ola­naklı olabilir? Onlar, otoritenin tüm üç kaynağının temeli ü­zerinde araştırmalarda bulunmuşlardır. Kuran'ın kendisinin tanrısal çıkış noktası üzerine kurulmuş vahiy edilmiş öğreti zemininin bu düşüncelerle uzlaşma noktası yoktur.

Evren ve içinde yaşayan insanların doğaları hakkında bizi sıkıntıya sokan sorunlar İslam tarafından şu ifade ile or­taya konmuştur. "Evren ve onun içinde yaşayanlar Tanrının yaratımlarıdır." Bu evren konusunda bilebileceğimiz şeyler konusunda İslam felsefesi üç yanıtı eşit olarak vermişlerdir: "Kitabın metninden"; "Kitapların yorumlamalarından"; ve "Tanrının doğrudan kavrayışı içinde vahiy edilmiş olarak Ki- tap'ın anlamından. "

Ben şimdi ortaçağ Batısında felsefenin paralel öyküsü­ne döneceğim. Burada da vahiy edilmiş dine, filozofların çalışmaları ile hem karşı çıkılmış hem de desteklenmiştir.

NOTLAR

1      Hıristiyanlıkta olduğu gibi İslam geleneğinde kadın mistikler de bu­lunmaktadır. Avila'lı Terasa ile Rabia el-Adawiyah karşılaştırılabilir.

2      Bu bölümdeki tüm çeviriler Bokser'den ( 1950: 1 7-23) alınmıştır.

Ortaçağ Avrupa'smda Felsefe

Aquinas Kontu'nun yedinci oğlu olan Thomas, soylu ailesini şaşkına uğratacak şekilde Dominiken'lerin alt tabaka düzenine katılmaya karar verdi. Böyle bir gruba katılmasının nedenini ailesinin etkisinden uzakta olmak istemesiyle açıkla­mıştı.

Annesi bıı haberi aldığı zaman, genç adamın iki kar­deşini onıı geri getirmesi için görevlendirdi. Tho- mas bulundu ve at sırtında Roccasecca'ya getirildi. Rahipler onu kurtarma girişiminde bu/ıınmamışlar- dı. Böylece Thomas bir seneden daha uzıın bir süre bir göz hapsinde tutuldu. Bu sürede kaçmak için her yolu denemesine karşın başarı/J olamadı. Hatta ailesi onun kalmasını sağlayabilmek için odasına çok alımlı bir kadın bile gönderdiler. Kadının etkisi genç adamın kafasını karıştırmıştı fakat yine de ailesinin umduğu olmadı. O, şömineden kızgın bir demir çı­kardı ve kadmı odadan kovdu ve sonra kapının üze­rine kızgın demirle haç işaret çizdi ... Yine de ailesi ile iyi ilişkiler içindeydi ...büyük ablası Marotta ile ıızıın ve içten konuşmalar yapıyordu, ve sonunda kızın onu dinsel alışkanlığını terk etmeye ikna etme­si yerine, o ablasının St. Benedict'in bir rahibesi ol­masını sağlamıştı ...Hatta annesi bile düşüncesini değiştirmiş ... ve ona kaçmasında yardımcı olmuş­tu. (D'Arcy, 1930:35).

Sonunda o Paris'e ulaştı. Orada Büyük Albert ile çalış­mak için büyük bir şansa sahip olacaktı. Biz bu genç adamı tüm Hıristiyan felsefecilerin en büyüğü olan St. Thomas A- quinas olarak tanıyoruz. Onun büyük çalışmaları Summa Theofogiae ve Summa Contra Gentiles ortaçağ felsefesinin ve belki de tüm diğer zamanların en yüksek noktasıdır.

HIRİSTİYAN GELENEGİ

Bir Ortodoksluk Yaratımı

Ortaçağ Avrupa'sında ve ilk binyılı takip eden 500 yıl boyunca felsefedeki ana konu basit olarak şöyledir: Hıristi­yan öğretisini anlamlı kılmak ve onun ussal bir temele ve doğruluk dayanağına oturtmak. İlk binyılda, Hıristiyan dü­şünce temel olarak bir Ortodoksluk oluşturmaya yönelik ola­rak ilerlemiştir. Bunun için kabul edilir öğretilerin ortaya konması gerekiyordu. Aynca Ortodoks olmayanların da suç­lanması gerekmekteydi. Bu tamamlayıcı hareketler Kilisenin çeşitli büyük konseylerin ' çalışma alanlarını oluşturuyordu. Örnek olarak, Nicea Konseyi'nde (325) Nicene İtikadı o­luşturuldu ve Arius'un öğretileri tartışıldı. Tartışmanın bir konusu isa'nın Tanrı ile aynı tözden mi yoksa benzer bir töz­den mi geldiğiydi. Muhafazakarlar kazandı ve İsa'nın tanrı ile aynı töze sahip olduğu dogması kabul edildi. Orada bulu­nanlar İsa'nın Baba ile aynı töze sahip olduğuna tanıklık etti­ler. Bu konuda yapılan eleştiriler daha az önemliydi, çünkü onların etkisi zaman içinde sessizleştirilecekti. Örnek olarak, 431 yılında Efes'te Nector isa'nın iki tözü olduğuna dair öğ­retisi nedeniyle suçlandı. Ona göre bunlar bir maddesel ve bir tanrısal tözlerdi ve bir insanda birleşmişti. Birkaç yıl sonra Kaldeon Konseyi'nde İsa'nın ikili doğası olduğunu savunan Nestorianlar zafer kazanmıştı. Ortodoksluk ve dince kabul o­lunmuş inançlara aykırı düşünceye sahip olma birbirine ge­reksinim duyuyordu. Tarihçiler bu dönemi bazen Kilise Ba­balarının çağı olarak adlandırırlar.

İlk binyılda felsefi alanda etkin olan birkaç dinbilimci olmasına karşın, örnek olarak Origen ( 185-253), Boethius (480-524) ve John Scotus Erigena (830-877), sanırım i­kinci binyılda tek büyük filozof olarak St. Augustine'in oldu­ğuna dair görüş birliği bulunmaktadır. Hıristiyan düşünürle­rin ilk binyıl boyunca yüzeysel olarak ele almış olduğu inanç ve us dengesinin nasıl olacağı sorunu İslam felsefesi için de baskın bir konudur. Augustine'in Credo ut intelligam (anlaya­bildiğim şeye inanırım) sözü genel olarak körü körüne inan­cın üzerindeki us yolunu tekrar etmektedir. Hıristiyan felse­fesinin ana ağırlığı, Müslüman filozoflar ile aynı kuvvetler ile itilmiş olarak, bir yıllık bir süreçten sonra geliştirilmiştir. Biz onun başlangıcını İslam düşüncesi içinde görülen hareketten hemen sonra başlamış olduğunu görüyoruz. _

Din Bilmeceleri

Hıristiyanlığın başlangıcından itibaren, İslamiyet'te ol­duğu gibi, uzlaşmaz gözüken ilkelerin bir arada bulunması ü­zerine kurulmuştur. Belki de en can sıkıcı olanı, gündelik ya­şantının sorularına en doğrudan bir şekilde uygulanabilirliği­dir: Tanrı dünyayı uzayda ve zamanda yaratmıştır ve onun i­çinde insanları yaratmıştır. Tanrının yaratımları olarak insan­lar kendi davranışlarından nasıl sorumlu tutulabilir ki? Bu il­keler Havarilerin Davranışlarından çok iyi bilinen bölümlerde zaten bulunmaktadır. St. Paul Atinalılara seslenmektedir. O, konuşmasına din için duyduğu heyecanı yücelterek başlamış­tır. Daha sonra şöyle devanı etmektedir:

Ben şehir boyunca gezdim ve taptığınız nesnelere dikkatli bir şekilde baktım. Onlar arasında üzerinde "Bilinmeyen bir tanrıya " yazılı bir sunak gördüm. Bilinmeyen bir Tanrıya tapınmak ne anlama gel­mektedir. Dünyayı ve içindeki her şeyi yapan Tanrı insan eliyle yapılmış türbelerde yaşayamaz. Ayrıca insan eliyle olan herhangi bir şeye de gereksinimi yoktur, çünkü o tüm öliimlülere yaşam ve her şeye nefes vermiştir ... "Biz onun içinde yaşanz ve var­lığımıza sahip oluruz" ...Tanrı insanların yaptıkla­rından tövbe etmesini isteyecektir, çünkü o dünya­yı doğruluk içinde yargılayacaktır, ve Onun güven­cesiyle herkes ölümden uyanacaktır.

Burada biz bir kozmik ve ahlaki sistem olarak iki büyük düşünceye sahibiz:

1   . Dünyayı ve her şeyi, içinde insanlar da dahil olmak üzere Tanrı yaratmıştır. İnsanlar onun içinde yaşarlar, hareket e­derler ve varlığa sahip olurlar.

2     . Sonuç olarak, herkes kendi yaşantısının ahlaki niteliği üze­rine yargılanacaktır. Biz yapacaklarımızdan tövbe etmeyi se­çebiliriz.

Bu düşünceler bir arada ele alındığında çözülmez bir bilmece gibi gözükmektedir. Eğer biz Tanrı içinde yaşar, ha­reket eder ve varlığımıza sahip olursak, biz ahlaki olarak yap­tıklarımızdan nasıl sorumlu tutulabiliriz? Eğer Tanrı onları yapmışsa, o yaptıklarından ahlaki olarak sorumlu mudur?

Bu sorunlar daha derin bir varlıkbilimsel ve metafizik konu için bir çözüm sunacak şekilde formülleştirilebilir. Biz, tanrının varlığı ve doğası hakkında ne öğrenebiliriz? Hangi kavramlarla, sahip olabileceğimiz bu tür bilgilere ifade etme^ yi deneyebiliriz? Bu sorulara hangi yanıtı verirsek verelim, İs^ lam felsefesinde temel bir konu olarak görünen bir bilmece ile karşı karşıya geliriz. Eğer Tanrı yetkin, değişmeyen birlik, Bir ise, dünya nasıl son derece farklı, sürekli değişen ve yet kin-olmayan, Çok olabilmektedir? Dünya ve üzerinde yaşa^ yanlar nasıl oluyor da Tanrıdan bu denli bir bağımsızlık dere^ cesinde olabilmektedirler? Burada iki soru ortaya çıkmakta^ dır. Bir nasıl Çok'u meydana getirebilir? Ve insanlar nasıl tanrısal olarak yaratılmış bir evren içinde gerçekten özgür o^ labilirler?

Biz çokluk içindeki teklik sorunu ile İslam filozoflarının nasıl uğraştıklarını görmüştük. Burada da aynı paradoks göze çarpmaktadır. Ancak Hıristiyaıılık için konu daha karmaşıktır çünkü Üçlülük, Teslis inancı için özel bir yerin bulunması ge^ rekmektedir. Oğul Tanrı'dan baba Tanrı'ya ve kutsal Ruh Tanrı'ya ilerlemek varlıkbilimsel açıdan derin bir sorunu da beraberinde getirmektedir. İsa yalnızca bir insan değil, aynı zamanda insan görünümüne bürünmüş Tanrıdır. Kutsal ruh yalnızca Yüksek Tanrının bir bildiricisi değildir. O, saydam bir habercidir fakat aynı zamanda Tanrıdır. Eğer Tanrı Bir i­se, nasıl aynı zamanda Üç olabilmektedir? Bir taraftan, bu sorunlar dinbilimseldir, araştırılması ve yorumlanması gere^ ken bir konudur, ve Hıristiyanların doğru olduğuna inanma­ları için verilmiştir. Diğer taraftan, onlar felsefedir, ya da en azından Hıristiyan öğretisine bağlı mantıksallık üzerine kurul­muş felsefi düşüncelerdir. Filozoflar Hıristiyan öğretilerinin birbiriyle olan ve insan etkileşiminin tüm çerçevesi içindeki tutarlılığını sorgulayabilir.

Aristo ile Uygunluk

İnancın us ile desteklenmesine yönelik felsefi sorunla­rın çoğu İslam filozoflarının karşı karşıya kaldığı sorunlarla benzerlikler taşımaktadır. Hıristiyan Batı bu sorunları çözmek için aynı kaynağa başvurmuştur: Aristo'nun çalışmaları.

Ben bu bölümde tartışmayı üç ana bölüme ayıracağım. Birincisi Tanrının varlık ve doğası ile ilgili ortaçağ girişimleri­ni kapsayacaktır. İkincisi insan yaşamının en derin sorunları­na ilişkindir: Bu, her şey onun yaratmış olan tanrının öngö­rüsü ile olmasına karşın, insan davranışının ahlaki olarak nasıl değerlendirilebileceğidir. Bu temel konuların her biri felsefi sorun tekniği ile ele alınacaktır. Üçüncü bölüm ise, inancın us içinde temellendirilmesi deneyimine karşı on dördüncü yüzyıl tepkisi olacaktır. Bunlar büyük felsefi konulardır çün­kü dinbilim ve felsefe arasındaki radikal ayırım için zemin ha­zırlamışlardır. Onlar yalnızca bir reddetme değil, incelikli ve derin bir şekilde düşünceler üzerine kurulmuştur. Müslüman- larda Gazali'nin yaptığını, Hıristiyanlarda Ockham'lı William yapacaktır.

Chairvaux'lu St. Bernard:

Kutsal Yazılar Yeterlidir

Latin Batıda oluşmaya başlayan felsefi gelenek bizim "skolastizm" olarak adlandırdığımız gelenektir. Ben bu konu­daki betimlemeler için Clairvaux'lu St. Bernard'ın ( 1091­1153) çalışmalarını kullanacağım. O, felsefecilere karşı, ö­zellikle Abelard'a karşı katı bir muhafazakarlık göstermiştir. O, inancının felsefi desteğe ya da analize gereksinimi olmadı­ğına inanmaktadır. Güneş ve günün zamanları Tanrının mis­tik kavrayışını ifade etmek için ona güçlü görüntüler sağla­maktadır. "Şafak vakti İsa'nın dünya üzerindeki tüm yaşantı­sıdır" (St. Bernard, 1 990: 146 ). O güçlü bir Yeniplatoncu düşünceye sahiptir.

St. Bernard'a göre, insanın kozmos ile olan ilişkisi (Tanrı kişiliğinde) sevginin dört aşamasında ifade edilebilir: bedensel arzu (insandan insana), bencillik (Kurtuluş hatınna insandan Tanrı'ya), Tanrı hatırına Tanrı sevgisi, ve son ola­rak tanrı ile tam bir birlik içinde olarak sevgi ile kendinden geçme durumu. Burada felsefi çalışma için hiçbir yer yoktur. "Tanrıyı sevmenin nedeni, tanrının kendisidir: ona göre sev­ginin ölçütü ölçülemezdir ...Burada bizim Tanrıya olan sevgimiz en büyük sevgi olarak görülmektedir. St. Bernard'a göre kurtuluş onun dinbilimindeki Meryem Ana'nın rolüne bağlıdır. Onun bakire olarak Tanrı İsa'yı doğurmaya rıza göstermesi kozmik dönüş noktasıdır.

Bernard her şeyden önce uygulayıcı bir filozoftur. O, yandaşlarının belli bir yaşam tarzını benimsemelerini öğüt vermektedir. O, manastır yöneticisi olarak, zengin ve güçlü insanların danışmanı ve güvendikleri bir kişi olarak ve her konuda çok sayıda çalışmalarda bulunmuş bir yazar olarak on yedinci yüzyılın etkin bir Hıristiyan'ı olarak karşımıza çık­maktadır.

Ancak bir Hıristiyanlık çerçevesi içinde felsefenin bü­yük konularını ele alan çağdaşı iki filozof Anselm ve Abelard olmuştur. Latin Batı dünyasındaki ortaçağ felsefesinin büyük çeşitliliği ve zenginliği dört önemli düşünür olan Anselm, A- belard, Aquinas ve Ockhaın ile temsil edilir. Hiç kuşku yok ki başkaları da seçilebilirdi fakat ortaçağ düşüncesinin tüm boyutlarıyla aktarılabilmesi için bu dört kişiliğin ortaya koy­dukları düşüncelerin birbirini tamamlayan bir bütün olarak doğru seçim olduğunu düşünüyorum.

TANRI, ONUN DOĞASI
VE VARLIĞI BİLGİMİZ

Hıristiyan inancı Tanrının varlığına sıkı sıkıya bir inan­mayı içerir. Ancak bu inanma us ile desteklenmekte midir? İnanmanın mantıksallığı Tanrının gerçekten var olduğunun bir kanıtı olarak değerlendirilebilir mi? Daha sonraki yüzyıllar sırasında, hatta çağdaş dönemde böyle bir kanıt geliştirme­nin çok sayıda girişiminde bulunulmuştur. Bununla ilgili iki önemli örnek vardır. Bir tanesi deneyseldir. Doğru olarak bakıldığında, bildiğimiz gibi kozmosun doğası bir Yaratıcının varlığı içinde bir inancı desteklemeye yetecek ortak bir de­neyimimiz vardır. Doğayı yaratan varlık kanıtı için doğanın kendisi yeterli görünmektedir. Diğer örnek Tanrının varlığı­nın onun doğasının mantıklı bir analizinden çıkarılmaktadır. Görev, Hıristiyanlıkta anlaşıldığı gibi, Tanrı kavramının, o- mın varlığına bağlı olduğunu göstermektir. Bu kanıtların en ünlüsü St. Anselm ( 1033-1109) tarafından ilk olarak çalı­şılmıştır. Bu kanıt ikinci binyıl boyunca farklı görünümlerde yeniden ortaya çıkmıştır.

St. Anselm'in Tanrının Varlığı Kanıtı

Tanrı kavramı üzerine düşünmesin ürünü olarak, St. Anselm'in değerlendirmesi felsefi bir nitelik taşımaktadır. Bu, Tanrının Hıristiyan kavramının, kavramsal öngörülerinin bazıları üzerinde çözümleyici ve eleştirel bir çalışmaydı. An- selm'in, Prosloguim (Anselm, 1077-8 [ 1 965] yapıtında de­ğerlendirme iki amacı gerçekleştirmeyi hedeflemiştir. Birinci­si Tanrısal doğa ya da özün kanıtlanmasıdır. İkincisi ise tanrı­nın, böyle kavranmış olarak, mutlaka varolıııası gerektiğini ka­nıtlamaktır.

Tartışma çok basittir. İlk basamak Tanrının tanımının anlaşılmasının olanaklı olup olmadığıdır. Eğer öyleyse, tanrı onun varlığından kuşku duyanların zihinlerinde bile, bir var­lık türüne sahip olmalıdır, çünkü kuşku duyan kişiler de kav­ramı anlamaktadır. Ancak eğer Tanrı düşünülebilecek kadar büyük değilse, zihinde olduğundan daha fazla gerçeklik için­de var olmaktadır. Böylece, tanrı gerçeklik içinde var olmalı­dır. Tanrı zorunlu olarak vardır. Eğer Tanrı olmasaydı, var olmayışın olasılığı bile var olamazdı. Tanrı varlıkların tüm di­ğer türlerinden farklı bir yapıya sahiptir, çünkü o her zaman mutlak yetkinliğe sahiptir. Anselm bunu şu şekilde ifade et­mektedir.

Ve kesin olarak bu varlık öylesine gerçek bir şekilde vardır ki, onun var olmadığı düşünülemez bile. Her­hangi bir şeyin var olduğu ya da var olmadığı düşü­nülebilir fakat onun var olmadığı düşünülemez. Ve bu onun var olmadığmı düşünebilmekten daha bü­yüktür. Bu durumda eğer bu-daha-büyük-olduğu- düşünülemeyecek-olan-şeyin ay11 olmadığı saçma­dır. Daha-büyük-olamayacağı-düşüniilen-bir-şey ger­çekten varoluyorsa, onun var olmadığı düşünüle­mez bile. (Anselm, 1077-8 [1965]: bölüm 3).

Copleston ( 1972: 77) Hıristiyan Tanrısının bir çö­zümlemesi olarak, onun varlığının bir kanıtından daha fazla bu bölümler üzerinde yorumlamalarda bulunmuştur. O, ba­na her iki şekilde de mükemmel derecede mantıklı görünü­yor. Kavramın içsel yapısı, her şeyden önce, tartışmanın ze­minini oluşturmaktadır. Anselm kesin bir şekilde Tanrının di­ğer dikkat çeken niteliklerinden, tümdengelim yapılabileceği­ni düşünmüştür. Tanrı her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten niteliklere sahip bulunmaktadır.

Ortaçağ döneminde bu zarif felsefi uygulama çok sayı­da kişi tarafından eleştirilmiştir. Biz St. Thomas'ın Tanrının varlığının kanıtlaması tartışmasına geri döneceğiz. O, arı u­sun gücüne bağlı olarak Kant'ın ortaya koyduğu çağdaş eleş­tirel felsefenin başlangıç noktalarından biri olarak yeniden ortaya çıkmıştır. Kantçı kanıt eleştirisinde varlığın kendisinin kavramı üzerinde titiz bir çalışmada bulunulmaktadır.

St. Thomas Aquinas'm
Tanrının Varlığı Kanıtlan

Orta çağların tüm filozofları içinde, St. Thomas Aqu- inas ( 122 5-7 4) Hıristiyanlık düşüncesine yeni bir bakış açısı kazandırma konusunda en önemlisidir. Hıristiyanlığın dinbili- mi ve onun us ile desteklenmesinin anlaşılabilmesi için çaba gösterilmektedir. Kuran bildirilerinde olduğu gibi, Hıristiyan dogması 500 yıl boyunca belli bir noktada bulunmuştur. St. Thomas dönemi ile birlikte, ve kısman İslamcı Aristoculann etkisi altında, sorunun çözümleri Aristo'nun yazılarında a­ranmaya başlanmıştır. Anselm'in ölümü ile St. Thomas'ın doğumu arasında 200 yıllık bir zaman dilimi olmasına karşın bu bölümün konusunun çalışması büyük bir ilerleme kayde- dilememiştir. Aristocu felsefe bilgisini sorunun çözülmesinde kullanılmasını sağlayan kiŞi Aquinas. olmuştur.

Ancak bu konunun tartışılmasına devam edebilmek i­çin temel bir felsefi ayırımın yapılması gerekmektedir. Bu, öz ile varoluş arasındaki ayırımdır. Biz bunun İslam felsefesinde oynadığı rolü daha önce anlatmıştık. Bir şeyin özü o şeyin türünde olması gereken nitelikler setidir. Genel olarak, birey­ler türleri örneklendirdikleri özlere sahiptir. Aquinas öz ve varoluşun bağımsız olduğu şeklindeki pek çok ortaçağ filozo­funun görüşünü genel olarak paylaşmıştır. "Ben bir adamın ve bir Anka kuşunun ne olduğunu anlayabilirim, fakat on­ların doğa içinde var olup olmadığını henüz bilemem." (Copleston'dan alıntı, 1 972: 1 85).

Öz / varoluş ayırımı iki önemli felsefi ayırım ile bağ­lantılıdır. Bunlar potansiyellik ile gerçeklik arasındaki bağlantı ve madde ve biçim arasındaki bağlantılıdır. Öz, potansiyelli- ğe sahiptir ve varoluş gerçeklik olarak hareket eder. Madde, kendi içinde, potansiyelliğe sahiptir. Ancak madde ve biçim birlikte, potansiyelin gerçeğe dönüştüğü tözleri oluştururlar. Böylece, bunu bir benzetme ile anlatmak gerekirse, çömle­ğin kili genel olarak madde gibidir. Ondan bir parça alınması ile olası biçimlerin pek çoğu gerçekleştirilebilir. Çömlek ya­pılmış olduğunda o madde lizerinde biçime sahiptir. Onun potansiyelliği gerçekliğe dönüştürülmüştür. Çömlek tek bir varlık yaratmıştır fakat içinde bir türün ya da cinslerin özel­liklerini barındırmaktadır.

Yalnızca Tanrı durumunda öz ve varoluş özdeştir. Baş­ka bir şekilde söylemek gerekirse Tanrının ne olduğunun kavram ya da tanımlaması onun kendi varlığını içerir. O ol­maksızın, O olabileceğinden daha azdır, ve böylece Tanrı değildir. Anselnı tarafından geliştirilen Tanrının varlığının ka­nıtı boşlukları dolduruyor görülmektedir. Ancak Thonıas'ın hala anlayamadığı bir şeyler vardır. Eğer, gerçekten Tanrının özü ve varoluşu özdeş ise, bunu kavramak için biz insanlar neden açık bir Tanrının varlığı ideasına sahip olma gereksini­mi içindeyizdir. "Tanrı vardır" ifadesinin zorunlu bir doğru­luk olması gerekmektedir. Biz bu anlayış seviyesine ulaşama- yız. Öyleyse Tanrının varlığını nasıl kanıtlayacağız?

Aquinas tarafından ortaya konulan Tanrının varlığını kanıtlamanın ünlü "Beş Yolu" deneysel kanıt üzerine temel- lenmiştir. 1 Tanrının varlığına yönelik olarak beş farklı madde vardır. Olgunun ilk maddesi hareketin varlığıdır; ikincisi et­kin nedenlerin bir hiyerarşisinin varhğıdır; üçüncüsü gelip ge­çen nesnelerin varlığıdır; dördüncüsü sonlu nesneler içindeki yetkinlik derecesinin varlığıdır; beşincisi ise maddesel dünya­nın eğilim içinde göründüğü nesnelerin sonuna yönelik final nedenlerin kaynağıdır. Her bir durumdaki yargılama örneği aynıdır. Çünkü St. Thonıas'ın düşüncesine göre, sonluluğun herhangi bir dizisini izlemek olanaksızdır. Bir önceki basama­ğı geçmeden başka bir adını atılması olanaksızdır.

İlkin hareket olgusunu ele alalını: dünyanın yüzeyi üze­rinde nesnelerin hareketleri gözlemlenmektedir. Bunun yanı sıra gezegenlerin hareketleri de hareketsiz bir hareket ettirici olduğunu gösterir. Bu ilginç "bir şey" yalnızca Tanrı olabilir. O olmaksızın hareketler olanaklı değildir. Biz bir kortta hare­ket eden tenis topunu gördüğümüz zaman orada oyuncular olması gerektiğini biliriz. Topların hareketi oyuncuların ra­ketleri ile başlatılmıştır. Hareket etme potansiyeli olan toplar oyuncular tarafından harekete geçirilmiştir.

Tartışmanın ayrıntısı şöyle anlatılabilir:

Hareket2 potansiyellikten gerçekliğe geçiştir ...Bu ancak, gerçeklik durumu içinde bir şey tarafmdan yapılabilir ...bir şey hareket etmişse, o başka bir şey tarafmdan hareket ettirilmiştir . . . fakat bu sonsuza kadar süremez çünkü o zaman ilk hareket ettirici ve sonuç olarak diğer hareket ettirici olma- yacakttr. Ardışık hareket ettirici/er ancak ilk hare­ket ettirici tarafımdan hareket ettirilmiştir. • . her­kes bunun Tann olduğunu anlar. {Aquinas, 1273 [1964]: Q, Makale 2, s. 22)

Hareketlerin, nedenlerin ve varoluşların dizisi tarihsel ya da dönemsel geriye çekilişler değildir. Oyuncuların raket- !erinin hareketi topun hareket etmesini açıklayan öncüdür. Eğer oluşumu devam ettirecek bir bahçe toprağı yoksa bitki­lerin tohumlanması, filizlenmesi ve ölmesi meydana gelme­yecektir.

Beş yolun her birinin ayrıntıları farklıdır. Örnek ola­rak, Aquinas etkin nedenin kendisinin nedeni olamayacağına işaret eder çünkü o kendisi için öncü olmalıdır, ki bu da ola­naksızdır. Benzer olarak, hiçbir sıradan hareket kendi kendi­ne hareket etmiş olamaz. Hareketin zinciri içindeki final ha­reket ettirici sıra dışı bir şey olmalıdır, çünkü o kendisini ha­reket ettirmelidir. İlk üç yol tarafından ortaya konulan ilke, gerçekleşen potansiyellerin sonsuz bir geri çekilişinin olanak­sızlığıdır.

Dördüncü ve beşinci tartışmalar ayrıntı açısından fark­lıdır, fakat potansiyellerin sonsuz dizisinin yasaklanması için­de bir temel paylaşmaktadır.

Dördüncü tartışma iyi, doğru, soylu ve benzer olan varlıklar arasında gözlemlemeye bağ/id1r. Fakat on­lar farkfl şekillerde doğrulay1Cılara sahiptir. Bu, maksimum olan bir şeydir. lsınm maksimumu, tüm sıcak şeylerin kaynağıdır ...biz bunu Tann olarak adlandırıyoruz. (Aquinas, t 273 [ t 964]: Q, 2, nıa- kale 3, s. 23)

Beşinci kanıt yine farklıdır. Aquinas en iyi s0nucu al­mak amacıyla bu doğal bedenlerin bir son için hareket ettik­lerini açıklar.

Ancak onlar bilgiye sahip değildir .•• bilgiden yok­sun olan, bilgi ve akıl sahibi bir varlık tarafmdan yönlendirilmedikçe, sonuca yönelik olarak hareke( edemeyecektir... bu da tüm doğal varlıkların bilgi ve akıl sahibi biri tarafımdan yönlendirildiğini gös­termektedir; ve biz bunu Tanrı olarak adlandmyo- ruz. (Aquinas, 1273 [ 1 964]: s. 23).

Bu kanıt türleri, on sekizinci yüzyılda Kant tarafından tamamen yıkılıncaya kadar, felsefeciler tarafından ortaya konması sürdürülen bu niteliğin kaynağı için tanrısal bir ko­şul olarak tartışılmıştır.

St. Thomas, Anselm'in aksine tanrının varlığının kanıt­larını ortaya koyduktan sonra tanrının nitelikleri sorunu ile uğraşmıştır. Onun kanıtları olgu maddeleri temelinde gözük­tüğü için, on yedinci yüzyıl girişimleri "doğal din" projesi i­çin temel teşkil edecektir. Tanrının gerçek doğasını kavraya­bilmek için insan varlıklarının iddialarının kanıtlanmasına ge­rek yoktur. Biz Tanrıya bazı olumlu nitelikler yükleyerek Hı­ristiyan dininin vahiy edilmiş doğruluğu ile uyumlu hale geti­rebiliriz. Ancak bunlar yalnızca benzetme şeklinde olacaktır. Biz Tanrıya bilgelik niteliğini kattığımız zaman, insana uygu­lanan bir kavram anlaşılmaktadır. Oysa bizim Tanrının bilge­liği hakkında hiçbir bilgimiz yoktur. Biz bunu yalnızca ben­zerlikleri kullanarak öne sürebiliriz. Hıristiyan dinbiliminin tanrıya isnat ettiği niteliklerden bazıları her şeyi bilmek ve her şeye gücünün yetmesidir. Biz bilginin ve gücün insan varlığına ilişkin olduğunu biliriz fakat bu sözcükler tanrısal varlık için kullanılmazlar. Böylece, sonunda, biz, gerçekten tanrısal varlık hakkında herhangi bir şey söyleyemeyiz.

Kitap boyunca vurgulamış olduğum gibi felsefe belli bir yaşam şekli için savunma ve öğüt verme etkinliği olabilir. O ayrıca yaşam şekillerinin eleştirel bir çözümlemesini de ya­pabilir. Erdemli olma yönünde ahlaki öğütler verme bir şey­dir ve erdem ideasının eleştirel bir analizi başka bir şeydir. Bu ayırım kolayca gözden kaçabilir. Bu nedenle ben başka bir örnekle bunu betimlemek istiyorum. Bu öykü aynı za­manda felsefenin binyılın başlarında eleştirel bir mod olarak gelişmeye başladığı Latin Batı ile, buna benzer herhangi bir şeyin görünmediği doğu Avrupa'daki felsefe arasındaki farkı betimlemeye yardımcı olacaktır.

Ahlak dinbilimi ile ahlak felsefesi hakkındaki tartışma­lar arasındaki farkı görmek için ikinci binyılın başlarında Bo- gumil hareketi ile meydana gelen sıradışı karmaşaya bakabili­riz (Davies, 1 997). Bu, bir Bulgar keşişin radikal öğretileri i­le Avrupa'nın doğu bölümleri boyunca etkili olan revizyonist bir Hıristiyan kültüdür. Hıristiyan dinbiliminin ışığında Hıris­tiyan ahlaklılığı için derin bir sorun vardır. Bu, bizim daha önce karşılaştığımız bir sorundur. Eğer Tanrı bir kişinin ne yapacağını önceden biliyorsa, bu kişi yapacağı hareketi seç­mede gerçekten özgür olabilir mi? Özgürce seçim yapabil­mek için kişinin ne yapacağının başka biri tarafından önce­den bilinmemesi gerekmektedir. Eğer Tanrı kişinin bu kötü­lüğü seçeceğini biliyorsa, herhangi bir kişinin gerçek bir se­çim yapma olasılığının bulunmadığı bir dünya yaratmış de­mektir. İyiliksever bir Tanrı tarafından yaratılmış olan bir dünya içinde kötülük nasıl var olabilir? İlk binyılın bitiminde doğu Avrupa'da Bogumil kültüne hayat veren sorun buydu. Ancak Bogumil izdaşları Ortodoks hasımlarının felsefi analiz ve eleştirilerini geliştirmemişlerdi. Onlar yeni bir Ortodoks­luk icat etmişlerdi.

Evren içinde Şeytana ve kötülüğe, Tanrı ve iyilik ile e­şit bir rol verilmiş olabilirdi. Manichean'lar (MS 3. ve 5. Yüzyıllar arasında rağbet bulan ve Zerdüştlük mezhebinden esinlenip, hem Tanrıya hem de Şeytana inanan bir mezhep) bizim bildiğimiz dünyanın açık bir şekilde kötü bir varlığın çalışması ile kurulduğu sonucuna kadar gitmişlerdir. Yaratıcı­nın aynı ahlak doğasını yaratmış olmasında da bir paradoks yoktur. Mısır çıkışlı bir Hıristiyan mezhebi olan Gnostikler kötülüğe de, iyilik ile eşit bir yer vermişlerdir. Gnostiklere göre Tanrının iki oğlu vardır, Şeytan ve İsa. Bu dünyada İsa, Şeytanın bölgesini Tanrı adına ele geçirmek için mücadele etmektedir.

. Şeytan, İsa ile yaşıt olarak Ortodoksluk içinde sahip olduğu baskın rolü kaybetmek istememektedir. Bugomiller İncil'de tanımlanan mucizeleri reddetmişlerdir. Ortodoks Hıristiyanlığın simgesi olan Haç, onlara göre şeytani dünya­nın kötülük işaretlerini elinde bulunduran İsa'nın utancının ve ıstırabının işaretidir. O, adanmanın zaferi ya da yeniden hayat bulmanın vaadi değildir.

Bogumil öğretisi açık bir paradoksa sahip olarak Orto­doksluğu etkilemişti. Batıda ise durum çok farklıydı. Teolojik Ortodoksluk felsefi analiz ve yeniliklere karşı sağlam bir arka plana sahipti. Hiçbir Batılı filozof Teslis inancını reddetme öğretisini benimsememişti.

Augustine, Abelard ve Güdülerin Önceliği

St. Augustine'in düşünceleri Hıristiyan dünyasında yüzlerce yıl boyunca etkili olmuştur. Ancak tanrının her şeyi önceden- bilme öğretisi ile insanların yaptıklarından sorumlu olması ilkeleri arasındaki uyumsuzluk sorununa çözüm bula­bilmiş değildir. St. Augustine insanları motive eden davranış^ farın ahlaki yargılamalarına odaklanmıştır. Onlar İsa'nın zih­ninde bulunan günah işleme ile ilgili bildirilerle uyum içinde­dir. Ancak tanrının dünya içindeki yaratıcı rolü sorunu yeni­lenmiş bir kuvvet ile ortaya çıkar. Hiç kuşku yok ki kişiye kötü davranışları yaptıran ruh kötü ruhtur. Tanrı onu diğer her şey ile birlikte yaratmıştır. İyiliksever bir Tanrı nasıl kötü bir ruh yaratmış olabilir?

St. Augustine'in "Tanrının yarattığı dünyada kötülük nasıl olabilir?" sorununa getirdiği öneri bireysel bir insanın ruhu içindeki kötü davranış kaynaklarını incelemek olmuştur.

İstenç, daha düşük seviyede o/an kötülüğe dönüştü­ğü zaman bunun nedeni ona dönüşen kötülük de­ğil, dönüşün kendi isteğidir. Bu durumda, o isteği kötü kılan bir içsel şey değildir, fakar bir içsel şeyi arzu/ayan onun kendisidir. (Augustine, 412-26 [1950]: Xll, 6).

Ancak bu dönüşün "daha yükseğe" olması nasıl müm­kün olabilir? Hatalı olan ruh değil, kötülüğün kendi içindeki dönüş noktasıdır. Daha yüksek olan yerine daha düşük olanı seçmede bir kusur vardır. Tanrının yarattığı evren içinde ku­surlu ruh nasıl olabilir?

St. Augustine'in çözümü bir sofizm olarak beni çarp­mıştır. Tanrı yalnızca herhangi bir şeyde bulunan pozitif ni­telikleri yaratmıştır. Bir kusur, bir yoksunluk, bir noksanlık­tır. Bu pozitif bir nitelik değildir. Tanrı bunu bir ruhun yal­nızca bu kadarı olarak yaratmıştır. Kusurlu ruh bu pozitif ni­teliklere sahiptir fakat en iyisini seçmeyi sağlamada yeterli değildir. Yetkin ruhlara sahip azizler dünyasında hiçbir ahlaki yaşantı olmayacaktır. Bunu başka bir şekilde ortaya koyalım. Eğer-ahlaki varlıklar varsa, o zaman daha az iyi olanı seçme olasılığı da vardır.

Ancak her ne kadar kötü için kapasitenin kaynakları­nın bu analizi ikna edici olursa olsun, burada psikolojik dav­ranış yaradılışı oıtaya çıkmaktadır. St. Augustine davranışta bulunan zihin durumuna yönelik ahlak felsefesi konusunda Orta Çağlar boyunca etkinliğini sürdürecek bir ahlak felsefe­sinin ana hatlarını çizmiştir.

Abelard ( 1079-1 142) Augustine ile aynı çizgiye sa­hip olarak, etik konuları tartışmaya açmıştır. Ahlak, davra­nışta bulunanın zihninin ve kişisel niyetlerin bir maddesidir. Tartışma büyüklük olarak kozmikten kişisel ölçeğe taşınmış­tır. Felsefi bilmeceler artık tanrının-yarattığı bir dünya içinde meydana gelebilen kötü davranışların nasıl olabildiği üzerine değil, tanrı tarafından yaratılmış zihinlerde kötü niyetlerin nasıl olabildiği konusuna kaymıştır.

Konu ile ilgili diğer sorun ahlak teolojisi ile ahlak felse­fesi arasındaki çelişkiden kaynaklanmaktadır. Eğer Tanrı insa­nın yapacağı seçimi önceden biliyorsa, bu seçimler nasıl öz­gür olabilir? Biz, paradoks olarak görünen bu konunun St. Thonıas Aquinas tarafından nasıl etkin bir şekilde ele alındı­ğına geri döneceğiz. Ancak önce onun ünlü Doğal Yasa tar­tışmasının ilk çerçevesini ortaya koynıaiıyız. Hiç kuşku yok ki, eğer biz Tanrının isteğini bilseydik, her zaman onu ger­çekleştirmeyi denerdik. Eğer bunu yapmada başarısız oluyor­sak bizim Tanrının yasaları olarak bildiğimiz şey ile gerçekte olan şey arasında bir uçurum bulunmalıdır.

Aquinas ve Doğal Yasa

Aquinas, Doğal Yasa kuranımı geliştirirken ahlak ya­şantısı tartışmasındaki kavram ve düşüncelerin toplamına bü­yük bir katkıda bulunmuştur. Aquinas'ın projesi tanrının ev­reni yönetmesi ile gündelik yaşantının insanı yönetmesi ara­sındaki temel bağları kurmak olmuştur. Bağ, insanın mantık gücüdür.

"Yasa" kavramı

Bu projeyi izlerken atılan ilk adım St. Thomas'ın genel "yasa" kavramının ortaya konulmasıyla gerçekleştirilmiştir.

Yasa, us tarafından davranışların yönetiminin ilk mad­desidir, çünkü "insanın davranış kural ve ölçüsü" ustur (A- quinas, 1273 [ 1964]: 1-11, 90, 1). Bunu, "her yasa, ortak iyilik için oluşturulmuştur" izleyecektir, çünkü bu insan top­luluğunun doğru amacıdır. Son olarak, "bir yasanın güce sa­hip olması için onun ilan edilmiş olması gerekmektedir. " Ancak bu şekilde insanların davranışları etkin bir şekilde yö- netilebilecektir. Kısaca söylemek gerekirse, bir emir, eğer o insan ilişkilerinde ussal bir düzenleme sağlıyorsa, eğer ortak bir çıkar için yönlendirilmişse ve eğer toplumdan sorumlu bir otorite tarafından açıklanmışsa, bir yasadır. St. Thomas'a göre, tanrının insanlık için bir planı vardır. Herkesin toplum­sal bütünün uygun bir şekilde işleyebilmesi için bir yeri var­dır.

Yasamn "seviyeleri"

St. Thomas tarafından betimlenen toplumsal düzenin nihai kaynağı aşağıdaki gibidir:

bir yasa, mükemmel bir toplumu yöneten yönetici- /erin pratik usunun söyleminden başka bir şey de­ğildir. Şimdi dünyanm tanrısal bir hükümdarlık tara­fından yönetildiği açıktır . . . evrendeki tüm toplu­luklar tanrısal us tarafından yönetilmektedir. Yöne­tici tanrmı evreni yönetmesi yasanın doğasına sa­hiptir. Ve tanrısal usun kavramları sonsuz olduğu i­çin ...bu tür bir yasa da sonsuz olmalıdır. (Aqui- nas, 1273, [1964]: 1-11, 91, 1).

Burada bir pürüz vardır. Sonsuz yasa nasıl ayırt edile­bilir? Doğal Yasa'nın gelişiminde us uygLilaması kullanıldığına göre, Sonsuz Yasa da usun bir ürünü olarak yetkin-olmayan olabilir.

[ussal yarattm] sonsuz usun bir pay/aşınıma sahip­tir. Doğru davranmaya olan doğal eğilim ve ussal yaratım içindeki sonsuz yasa, doğal yasa olarak ad- /andtnlır. (Aquinas, 1273 [1964]: 1-11, 91, 2).

İnsan yasası, doğal yasadan meydana getirildiği zaman sağlam bir temele sahip olacaktır.

Bunların hepsi çok iyi, fakat biz başka bir yasa seviyesi olarak Kutsal Yazılarda sunulmuş olan tanrısal yasalara neden gereksinim duyarız? Doğal yasa ve onun ortaya koyduğu in­san yasaları yeterli değil midir?

St. Thomas tanrısal yasanın neden gerekli olduğuna dair birkaç neden sıralar. Bunların en temel olanlarından bi­risi insan yazgısının kesin olmayışıdır. "İnsanın doğru davra­nış için Tanrı tarafından verilen bir yasa ile yönlendirilmesi gerekmektedir, böyle bir yasanın hatalı olmadığı kesindir. " Eninde sonunda tanrısal yasanın referans olarak kabul edil­mesi gerekmektedir.

Kısaca söylemek gerekirse, tanrısal yasa insanlara vahiy edilmiş olan sonsuz yasanın görünümüdür.

Doğal yasanm içeriği ve rolü

Doğal yasının içeriği, St. Thomas'a göre, üç temel il­keden gelmektedir. İyi olanı yap ve kötüden sakın; yaşamını koru ve ona yönelik tehlikelerden sakın; gerçeği ara ve bilgi­sizlikten sakın. St. Thomas'ın burada ulaştığı önemli fakat çok şaşırtıcı ilke iyi olanı yapmak ve kötüden sakınmaktır.

İyi, bir karaktere sahiptir ve kötü, karşıt bir karak­tere sahiptir. Böyle olduğu için insanoğlu iyi olana yönelik olarak doğal bir eğilim içindedir, ve sonuç olarak o kaçmılması gereken kötülükleri bilmekte­dir. (Aquinas, 1273 [1964]: la, llae, Q. 94, mak. 2).

Peki neden "Doğal Yasa"? St. Thomas insan varlığı i­çinde tanrısal olarak bahşedilmiş usunu kullanma ve ahlaki kararlar verme doğal eğiliminin bulunduğuna inanmaktadır. Bunlar tanrısal olarak bahşedilmiş olduğu için, onların kulla­nılması Tanrının planını yerine getirme eğilimi içinde olacak­tır. Ancak biz bunları özgür olarak seçeriz. Özgür seçimimiz Doğal yasanın kavramlarıyla uyumlu olursa iyiyi seçmek için doğal bir eğilime sahip olduğumuz anlamındadır. Bunda seçi­mimiz üzerinde dışsal etkiler bulunmamaktadır. Bunun yeri­ne ussal kendi kendini belirlenim vardır. Biz birbirlerinin ye­rine geçen sonuçların bir hiyerarşisi içinde kendi sonlarımızı seçeriz. Bunlar bizim insan doğamızı tatmin eden sonuçlan yerine getirme eğilimi içindedir.

Bu, bir insan varlığının uygun bir ahlaki davranışta bu­lunma için her şeye sahip olmadığı sonucunu beraberinde getirecektir. İnsan varlıklarının hata yapabilirliği zaman za- . man bildirilmiş olan yasaların doğru olmayabileceği olasılığını ortaya koymaktadır. .

Bu nasıl olabilir? Bir yasa uygun bir şekilde oluşturul­muş bir otoritenin emridir. O, her zaman için insan usunun yanlış yapabileceği olasılığına sahiptir. Onun doğru olarak düşündüğü şey yanlış olabilir. Yasanın belirleyici gücü otori­tenin statüsünden kaynaklanmaktadır. Ancak Tanrının son­suz yasası insanların kavrayabileceği tanrısal yasaları ortaya koymaktadır.

Aristocu bağlantı

Aquinas insan erdemi ve ahlaklılık konularında Aris­to'nun düşüncelerini ele almıştır. O, iki tür ahlak kavramı olduğunu söylemektedir. Erdem temeli üzerine kurulmuş A­ristocu düşünceler ve pratik us ile belirlenen erdemler (Aqu- inas, 1273 [ 1 964]: lallae, 5 7, 4 ). Bu araçlarla bir günde­lik davranışların sonuçlarına ulaşırız. Bunların hepsi Tanrı ta­rafından belirlenmiş olduğu için, pratik us gerçek ahlak so­nuçlarına yönlendirecektir. Daha sonra, dinbilimsel erdem­ler, bu erdemlerin gelişimi için araç ve fırsatların sevgisi ve sonsuz güzellik vardır. İnsan usu tanrısal yasayı anlamak için en iyi girişimde bulunarak Doğal Yasanın emirlerini formül- leştirmeıııizi sağlar.

Özgür davramş

Aquinas geleceğin belirlenmiş olarak gözüktüğü bir dünya içinde bir yere sahip olan sorumluluk düşüncesinin nasıl olduğu şeklindeki derin sorunla ilgilenmiştir. Aquinas'ın önerdiği çözüm yolu diğer felsefi geleneklere oranla beni çok fazla etkilemiştir. Özgür istenç ussal kendi kendini belir­lenimdir. Us aracılığı ile doğrunun ne olduğunu bilirim. Bu St. Thoıııas'a göre Tanrısal olarak önceden bilme ile uyum­ludur. Tanrı benim yapacağını şeyi bana yapmamıştır. O be­ni yapacağım şeyi kendi kendime yapmam için yaratmıştır. Fakat benim ne yapacağımı bilir. Tanrı insana neyin iyi oldu­ğunu bilmesi için bir tür fazladan güç vermiştir.

Modern etik konusunda özgürce seçme ve davranma olasılığı her zaman için "ben başka bir şey yapabilir miy­dim?" sorusunu akla getirir. Eğer yapamayacaksam benim davranışım özgürce seçilmemiştir. Mantıksal olarak, başka davranış şekilleri mümkün olduğu halde, ben başka bir şey yapamıyorsam, ben özgür değilimdir. Ancak St. Thomas'ın ahlak dünyasında, yalnızca bir tanesi gerçekleştirilmiştir ve tanrı bunun hangisi olduğunu bilmektedir. Çünkü o farklı bir zaman kavramına sahiptir. Tanrının önceden bilmesi kaderci­lik ile aynı şey değildir. Çünkü kadercilik belirlenmiş bir gele­cek içinde bir rol yapmaktan ibaret gibi görünmekte, bizim usumuz ve kararımız buna bağlı olarak şekillenmektedir.

Aristocular kozmosu zorunlu ilişkilerin ve yaradılıştan gelen niteliklerin bir ağı olarak görmüşlerdir. Filozoflar kav­ramların içsel yapıları ve etkileşimleri üzerinde çalışmaktadır. On üçüncü yüzyılın projesi karşılıklı olarak felsefe ve vahiy edilmiş dinsel doğruların anlamlarını uzlaştırmaktır. Us ve i­nanç bir araya getirilmeye çalışılmaktadır. On dördüncü yüzyıl ile birlikte derin kuşku ve güçlü tartışmalar ortaya çık­mıştır. Dinbilim felsefeden radikal bağımsızlık kazanmaktadır. Antik (antiqua) düşünceye karşı çağdaş (moderna) düşünce kendi kişiliğini bulmaktadır. Bu, daha derin ve daha incelikli felsefi çözümlemelerin yapılmasına önayak olacaktır. Bu açı­dan bakıldığında, Hıristiyanlığın felsefeye olan tepkisi, filo­zofların projelerine İslamcı itirazlarından farklı bir yapıya sa­hiptir. Birkaç istisna ile birlikte gelenekçiler felsefeyi tama­men reddetmişlerdir. Hıristiyanlıkta çağdaş yaklaşım zorunlu varlıklar, zorunlu nitelikler ve zorunlu ilişkiler ile ilgili olarak dinbilimi temel almışlardır. Ancak insan varlığının algılayabi­leceği, dünya içinde bu tür ilişkiler yoktur. Dinbilim ile felse­fenin ayırımı mutlaktır. Bunda Ockham'ın etkisi büyük ol­muştur.

Ockham ( 1 2 8 5-1 3 4 7) döneminde yalnızca felsefe a­lanında değil, aynı zamanda karmaşık felsefi yapı içinde dü­şüncelerini ortaya koymuştur. Buna karşın onun düşünceleri Latin dünyasında çok hızlı bir şekilde yayılmıştır. On beşinci yüzyıl Hıristiyan dünyası onun düşüncelerinden büyük ölçü­de etkilenecektir. Ockham'ın sorunu, tanrısal alanın zorunlu­luğuna karşıt olarak, dünyanın anlık yapısını ve onun içinde yaşayan her şeyin karşılıklı bağımsızlığının nasıl oluşturulaca­ğıdır. Ockham'ın projesinin anahtarı tümellerin doğası hak­kında uzun soluklu bir tartışma içinde bulunmaktadır.

Tümeller Sorunu

Biz ortaçağ filozoflarının düşüncesinde tanrı ile ilgili o­larak öz ve varoluş arasındaki ayırımın nasıl olduğunu gör­müştük. O dönemden bugüne kadar başka bir derin felsefi konu bir bireysel varlıktan daha fazlasının nasıl aynı türü ör- neklendirebildikleri sorusudur. Biz bu sorunu İslam felsefe­sinde de görmüştük ve kaynağının antik dönem olduğunu söylemiştik. Bu bağımsız bir sorun değildir çünkü özlerin do­ğası sorununa bağlıdır.

Her bireyin bir türe ait olduğu şeklindeki teze karşı A- belard'ın tartışması yedinci yüzyıla damgasını vurmuştur. E­ğer bahçedeki gelinciklerin tümü kırmızı ise, bunun nedeni, bir tümel olarak aynı "kırmızılığa" sahip olması mıdır? Bu tümel, herhangi bir gelincik rengi ya da duyusal niteliği ola­maz. Tek tek tüm gelinciklerin aynı renkte olmasını açıklaya­cak başka bir şey olmalıdır. Bu tümellerin gerçekçi değerlen­dirmesidir. Diğer taraftan bireylerin nitelikleri arasında ben­zerliklerin olgusundan sınıf ve gruplara ayrılmış şeylerin her­hangi bir olgusu var mıdır? Kırmızı gelincikler arasında ortak olan şey, bizim her bir gelinciği betimlemek için aynı sözcük

olarak "kırmızı"yı kullanmamızdır. Bu, tümellerin adcı değer­lendirmesidir. Gerçekçilere göre, tümeller dil ya da zihinde değil, dünyadadırlar. Adcılara göre, onlar kullanılan belli sözcük türlerinin yansımalarından başka bir şey değillerdir.

Abelard'a göre, dünya nesnelerden oluşmaktadır ve nesneler bireylerdir. Ancak tümeller dünya içindeki yaşantı­mızda bir role sahiptirler. Onlar sözcüklerdir. Onlar flatus vocis, boş sözdizimi halkaları değil, vox significata, anlamlı i­şaretlerdir. Yukarıdaki örnekteki tümel "kırmızı" sözcüğü­dür. Bu, renk olgusuna bağlı olarak pek çok nesne için kulla­nılabilecek bir tümeldir. Abelard'ın düşüncesine göre bunu bizden alıkoyacak bir şey yoktur. Ortak zihinsel temsillerine bağlı olarak, onların nasıl olduklarına dair psikolojik bir ku­ram oluşturularak bireysel nesneler kırmızı olarak tanımlan­mıştır ve biz onları "kırmızı" olarak adlandırırız. Burada kes­kin bir adcılık (nominalizm) vardır. Buna göre tümeller ad­dırlar. Ancak bu genel görüşten uzak olarak, on dördüncü yüzyıla kadar "gerçekçilik" eğilimi daha ağır basacaktır.

Tümellerle ilgili olarak gerçekçilik Moody ( 1967: cilt 8, 307) tarafından güzel bir şekilde betimlenmiş olarak an­tik dönem düşüncesi için öncellik görevini üstlenmiştir.

İnsan zihni soyut özlerin ve onun ilişkilerinin kavra­nabilir bir düzeninin duyumsal deneyimi tarafından tikel/eri kavrar. Bunlar varlıkbilimsel olarak belli şeyler için öncüdür ve koşullara bağlı o/aylardır, ve bu düzenden, zihin Tanrının nitelikleri ve varlığı ve ilk nedenlerle ilgili olarak zorunlu gerçeklikleri ka- mtlayabilir.

Ockham bu görüşü her ayrıntısıyla reddetmiştir. Ona göre, tek zorunluluk tanrının doğası ve varlığında bulunmak­tadır. Geri kalan her şey radikal olarak koşullara bağlıdır. Tanrı olanaklı olan her şeyi kavrayabilir ve bu onun doğası­nın zorunlu bir niteliğidir. Ancak o bu olasılıkları özgürce se­çebilmektedir.

Ockham hiçbir zaman bu temel Hıristiyan düşünce­sinden ayrılmamıştır-bu dünyadaki hiçbir şey için yaradılıştan gelen zorunluluk yoktur. (Boehner, 1930: s. xix).

Bizim için en ilgi çekici görünüm bunun felsefi biçem i­çinde bir değişiklik yaratmasıdır. Ockham adcı ve betimleyi- ci ifadelerin derin bir şekilde yanlış anlaşılması temeli üzerine dayanan tümellerin gerçekçi değerlendirilmesinin nasıl oldu­ğunu dikkatli dil çözümlemesiyle ortaya koymuştur. Hiçbir tümel yoktur. Bağımsız nesneler arasındaki benzerlikleri ta­nımlamak için ku!lanılan sözcükler ya da işaretler vardır yal­nızca.

İnsan Özgürlüğü Sorunu

Ockham ve diğer "modernistler" ile St. Thomas tara­fından oluşturulan Aristoculuk ve Hıristiyan dinbiliminin kes­kin bir karışımı olduğunu öğrenmek şaşırtıcı olacaktır. Man­tık terimleriyle ifade edilerek, ahlaklılığın anahtar sorusu, in­san özgürlüğünün davranışlardan sorumlu olma ile nasıl uz- laştırılabileceğidir. Ne yapacağımızın Tanrı tarafından bilin­mesi durumunda biz davranışlarımızda nasıl özgür olabiliriz. Tanrı dünyayı, geçmişi, şimdiyi ve geleceği yaratmıştır ve halihazırda davranış süreci içinde neler olup biteceğini bil­mektedir. Öyleyse insan özgürlüğü bir yanılsama mıdır ve sorumluluk saçma bir düşünce midir?

Ockham'ın radikal uygunluk öğretisi yalnızca Tanrı ta­rafından yaratılmış olan ve Onun sahip olduğu niteliklere ait varlıklara uygulanmaz. Ne olacağına dair herhangi bir zorun­luluk yoktur. İnsanların hangi davranışta bulunacaklarına dair zorunluluk yoktur. Davranma ya da davranmama isteği gücü kendisinden başka herhangi bir şey tarafından belirlenmemiş­tir. Ancak bir davranışın olgusu onun ahlaki olarak doğru ol­masıyla belirlenmez. Onun, doğru usun gereklerine uygun o­larak istenmiş olması gerekmektedir. Ancak ne olursa olsun, doğru us yalnızca sağduyu değildir. Sağduyulu davranmak doğru hareketi sağlamaz. Nihai us Tanrı sevgisi için yapılması gereken bir davranıştır (Prepper, 1988; bölüm 3). Tanrının neyi seçebileceğimizle ilgili öngörüsü ile isteğin koşulsuz öz­gürlüğü ve olayların tutarlılığı nasıl uzlaştırılabilir? Ockham'- ın yanıtı Gazali'nin yanıtı gibi değildir. İnsan varlıkları Tanrı­nın önceden bilme doğasını anlayabilecek donanımda değil­dir.

Tanrmm tüm gelecek o/aylarını açık ve kesin bir şe­kilde bildiğine kuşku yoktur. Ancak bunu açık bir şekilde açıklayabilmek ve ifade edebilmek için tüm gelecek tutarll olgularm bu yaşam içinde herhangi bir akıl için olanaklı değildir. (Boehner içinde Ock ham, 1990; 133).

Tanrının zihnini bilmeyen biri için erdemli davranışın belirleyicisi nedir? Açık bir şekilde, onun isteğiyle uyumlu o­larak davranmak erdemli olmak zorundadır. Bu durumda zo­runlu erdemli davranışlar vardır. Ancak biz asla onların ne olduğunu bilemeyiz. Biz doğru bir us için hareket etmeliyiz. Hiçbir zorunlu erdemli davranışın olmadığı da doğrudur, çünkü her hareket, aynı ile özdeş olarak kalır.

Ockham'ın bu karmaşık soruya olan kanıtı ahlaklılığın olanaklılığı için iki kuramı oıtaya koyar. O, bir taraftan usun belirlenimlerine olan ilişkisinden kaynaklanan bir niteliğin ve rızadan yoksunluğu olan istençten bahseder. Diğer taraftan aynı davranışın iyi ya da kötü olabileceğinden bahseder. Bu istenç kavramı, ilk kuramdaki istencin doğallığından çok farklıdır. Ben bu bilmece için bir sonuç olduğunu zannetmi­yorum. O bizim için sorunun zorluğunu ortaya koyar. İkinci binyılın sonuna kadar bu soru yanıtsız kalmıştır.

Ortaçağ Avrupası'nda Mantık

Aristo mantığı Latin batıda yoğun bir şekilde çalışılmış ve öğretilmiştir. Örnek olarak, Shyreswood'lu William yakla­şık 1 225 yıllarında Aristo mantığı üzerine yazılar yazmıştır, ve onun yanı sıra başkaları da vardır. Ancak buna karşın, on ikinci ve on üçüncü yüzyılda mantıksal araştırmalarda iki a­landa ilerleme sağlanmıştır.

Abelard bir dinbilimci ve filozof olarak mantık konu­sunda büyük bir yeteneğe ve inceliğe sahiptir. Kneale ve Kneale (1975: 202-24) kitabında 20 sayfayı Abelard'ın mantığının ayrıntılı bir açıklamasına ayırmıştır. Abelard tür­deş olarak zorunluluklardan bahsetmiştir. "Kar zorunlu ola­rak beyazdır, " bir moda! önermedir.

Sofizm ya da sözel bilmeceler döneminde çok popüler olmuştur. Yalancı paradoksu bu dönemde çokça konuşulan bir tartışmadır. "Tüm Giritliler yalancıdır, " demiştir Giritli. Bu eğer yanlış ise doğru ve eğer doğru ise yanlış gözükmek­tedir. Ve farklı zorluklar temelinde bulunan, çok sayıda baş­kaları vardır.

On birinci yüzyıldan on dördüncü yüzyıla kadar olan dönem içinde filozoflar tarafından ortaya konulan mantık ça­lışmalarına karşın çok derin bir ilerleme sağlanamamıştır. Or­taçağ mantığı yirminci yüzyıla kadar göz ardı edilmiştir.

NOTLAR

1      Beş Yol'un mükemmel bir eleştirel tartışması Kenny ( 1 969) ça­lışmasında bulunmaktadır.

Genellikle "motion" (hareket) olarak çevrilen motus yalnızca, u­zamsal konumlarda değil, tüm değişiklik türleri anlamına gelir. BÖLÜM 111

BATIDA FELSEFE

Çağdaş Felsefe 1
ZİHİN VE KOZMOS Dünya, Zihni Şekillendiriyor:
Gerçekçilik ve Olguculuk

İkinci binyılın ilk 500 yılında, Batı felsefesi din tarafın­dan ortaya konulan sorunlarla yönlendirilmiştir. Filozoflar vahiy edilmiş dinleri insan yaşam ve maddesel evren ile u­yumlu hale getirmeye çalışmaktadır. Biz Hıristiyanlığın bu gelişim içinde İslam dinindeki gelişmelere paralel bir yapı i­çinde olduğunu görmüştük. İbn-i Sina (Avicenna) ve İbn-i Rüşt (Averroes) gibi İslam filozoflarının çalışmalarıyla İslam felsefesinin Avrupa düşüncesi üzerinde derin bir etkisinin bu­lunduğuna kuşku yoktur. 500 yıl boyunca felsefe ve dinbi- lim sıkı sıkıya bağlı olarak gelişim göstermişlerdir.

Modern çağda felsefenin çeşitliliği ve derinliği belki de antik dönemde Hindistan'da olduğundan daha büyük değil­dir. Radhakrishnan ve Moore'un ( 1957) Hint felsefesi karşı­laştırmalı tarihi Batıda olduğuna benzer düşünce ve ekollerin gelişmiş olduğunu göstermektedir. Aynı şey Fung Yu-lan'ın ( 1937) çalışmalarıyla ortaya konan bilgilere göre, Çin felse­fe tarihi için de söylenebilir. Her ne kadar felsefi düşüncenin dokusu doğu uygarlıklarında olan yapıya göre daha yoğun ve etkin olsa da aralarında bir paralellik bulunmaktadır.

Biz dikkatimizi ikinci binyılın ikinci yarısına çevirdiği­miz zaman odaklanan konularda derin bir değişiklik olmuş­tur. Son 500 yılda insan doğası ve evren üzerine felsefi dü­şünceler yeni taleplerle yönlendirilmiştir. Doğal bilimlerde yaşanan gelişmeyle birlikte, feodal sistem çökmüş ve Batının ulus-devletlerini oluşturacak şekilde ekonomik temelleri olan toplumsal düzenlemeler ve üretim araçlarının sürekli bir dö­nüşümü yaşanmıştır. On altıncı yüzyıldan itibaren yeni kav­ramlar ve yeni sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştır.

Ancak on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar, din Avrupa kültüründe hala çok ön planda bulunmaktadır. Do­ğal bilimlerde bulunan şeylerle ilgili olarak sorun gitgide da­ha fazla artmaktadır. Rönesans'tan itibaren, bilimler hızlı bir şekilde felsefi konularda etkin olmaya başlamışlardır ve eleş­tirel inceleme gereği ortaya çıkmıştır. Örnek olarak, şimdi ve burada elde edilen bilgilerin her yerde ve her zaman ge­çerli olup olmadığı sorunu ortaya çıkmıştır. Maddesel dünya içinde gözlenemeyen durumların yaşandığı konularda gözlem yapmanın olanakları araştırılmaktadır.

İkinci binyılın ikinci yarısında, felsefe doğal bilimler ile elde edilen bilgilerle belirlenmiştir. Deneysel yöntem 1 600'Iü yıllarda William Gilbert'in De Magnete çalışmasın­dan itibaren başlamıştır. Bu, statik elektrik ve iletkenlik feno­meni üzerine sistematik bir deneysel çalışmadır. Bu yapıt başka iyi çalışmalar için örnek teşkil etmiştir.

Gilbert tarafından ortaya konan uzayda ve zamanda tüm evreni kuşatan yapıya anlam kazandıran kuramlar bilim­sel olarak ortaya koymuştur. Buna Rene Descartes'ın 1 644 yılında Latince ve 1647'de Fransızca olarak yayınlanan bü­yük çalışması Princip/es of Phi/osophy (Felsefenin İlkeleri) ek­lenmiştir. Bu eğilim 168 7 yılında lsaac Newton'un Principia yapıtıyla en yüksek noktasına ulaşmıştır. Bilim, Hıristiyan Ki­lisesinin öğretisinden bağımsız bilgiler ortaya koymaya başla­mıştır. Kutsal kitaplarda yer alan bilgilerden farklı veriler toplanmaktadır. Bilim, felsefi düşünmenin en derin seviyesi­nin odağında olarak dinbilimin yerini almaya başlamıştır.

Ancak ne olursa olsun, bu bilim ile din arasında ilişki­lerin tamamen kopuk olduğu anlamına gelmez. Binyılın ikin­ci yarısının düşüncesinin pek çok alanında dinsel savunmanın önemini göreceğiz. Biz on yedinci yüzyılda İngiliz bilim a­damları arasında Doğal Din'in yükseldiğini göreceğiz. Dar- win'in evrim kuramına muhafazakar tepkiler bu konuda ör­nek olarak verilebilir. On dokuzuncu yüzyılda jeolojik zaman ölçütü düşüncesine de benzer nedenlerle bilim adamları ta­rafından karşı çıkılmıştır. Bir filozofun (Nietzsche) tanrının öldüğünü ilan edebilmesi ve bir şairin (Thomas Hardy) onu­nu cenaze nutkunu yazabilmesi on dokuzuncu yüzyıla kadar olmamıştır.

Bu ölümden üzüntü duyan çok sayıda söylem olmuş­tur. Ben Thomas Carlye'nin Geçmiş ve Şimdi (Past and Pre- sent, 1 886-93) yapıtından aşağıdaki alıntıyı aldım. O, ko­nuyu tutkulu bir şekilde ifade eder gözükmektedir.

[Biz] gözlerimizi nesnelerin sonsuz Tözüne kapattık ve onların nesnelerin Sahteliklerine ve Gösterilerine açtık. Biz sessiz bir us dışılık tarafından yaratılmış o­labileceğimize inandık ...Artık bizim için herhangi bir Tanrı yoktur! Tanrımn Yasaları En Büyük mutlu­luk İlkeleri olmuştur; Gökyüzü Astronomik Zaman- Tutkusuna dönüşmüştür. İnsanoğlu ruhunu kaybet­miştir; ve şimdi onu bulmak istemektedir! . . . Din yoktur, Tanrı yoktur; insanoğlu ruhunu kaybetmiş­tir ve mikroba karşı tuz aramaktadır.(Kitap ili, s. İ).

Son 500 yıl içinde insanlar ile kozmosun arasındaki i­lişkinin oluşturulmasının iki temel yolu ortaya çıkmıştır. Gör­gücülük (Empricism, her türlü bilginin esasının tecrübeye da­yandığını ileri süren felsefi görüş} insan bilgisini şekillendiren ilkeler üzerine temellenmiştir. Karşıt görüşler, İdealizm, Ras­yonalizm ve Gelenekçilik algıladığımız evrenle ilgili olarak farklı düşünce biçimlerini ifade etmiştir.

On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda insan doğasının bi- reyselci kavramları toplumsalcı yapıya doğru değişim göster­miştir. Politik ve ahlaki felsefe insanın iyilik terimleri içinde insan davranışının ahlaki ve politik sonuçlarını tanımlamanın yollarını ortaya koymaktadır.

İkinci binyılın tarihinin bir tasarımını sunarken her filo­zofun her söylediğini aktarmak olanaksızdır. Ben burada baş­ka bir şey denedim. Felsefi tartışma içinde bazı baskın konu­ları yeterli derecede ayrıntılı olarak vermeye çalıştım. Kaçı­nılmaz olarak seçmiş olduğum konular son 500 yıl içinde bi­zim kültürümüzün gelişiminde önemli olduğunu düşündü­ğüm kendi görüşlerimi yansıtmaktadır.

BİLİMİN TEMELLERİ

Nesnellik ve Doğal Bilim

Dinin ussal bir temele oturtulması arayışından, doğal bilimin ussal bir temele otuıtulması arayışına geçiş dine olan tutkulu ilginin sona erdiği anlamına gelmemektedir. Din ile bilimi kaynaştırmanın ilk girişimi on yedinci yüzyılda yapıl­mıştır. Tanrının varlığı doğal dünyanın yaratımı üzerinde ça­lışılarak ortaya konulmak istenmiştir. Dünyadaki rakiplerin­den oldukça farklı bir şekilde, on yedinci yüzyıl İngiliz bilim adamı-filozoflar bilimi dini destekleyen bir olgu olarak gör­müşlerdir. Örnek olarak, lsaac Newton, Richard Bentley'e yazdığı mektupta: "Ben bir Tanrıya inanarak çalışmalarımı yürütürken ilkelere bir gözümle bu şekilde bakıyorum, " de­miştir. Robert Beyle açık bir şekilde insanların varlıklarına vahiy edilmiş olan Tanrının doğasının, doğal dünyanın bilim­sel çalışması aracılığı ile ortaya konulabileceğini söylemiştir.

Tanrının varlığının bir kanıtı, yerçekiminin doğası te­meline oturtularak on yedinci yüzyılın sonlarında popüler ol­muştur. Bunun bir versiyonu aşağıdaki gibidir:

[Yerçekimi] Maddenin Yüzeyi üzerinde hareket e­den Maddeden kaynaklanmaz . . . onun kendi katı Tözüne sürekli olarak nüfuz eden başka bir şeyden kaynaklanması gerekir. (Clarke ı 717: [1956] 83).

[Yerçekimi] üstün bir Aracmın Gücüdür ...bu Gücün Yazarının Maddesel-olmayan ya da Tinsel ol­duğu kesindir. {Whiston, 1717: 45).

Newton açık bir şekilde bu tartışmayı desteklememişti fakat kendisine ait birkaç desteği vardı. Evrende maddeyi düşmekten alıkoyan bir şey vardı ve "nesnelerin bu çerçevesi tanrısal bir Güç olmadan onu her zaman korumayı sürdüre­mezdi" (Newton'un Bentley'e Üçüncü Mektubundan). Bu­nun ötesinde, o güneş sisteminin mekaniksel olarak tama­men mükemmel olmadığını ve tanrının zaman zaman onu doğru duruma getirdiğini düşünmüştü. Leibniz'in bu düşün­ce ile alay etmesi ünlüdür. Sonuç olarak Newton evrendeki etkinlik miktarının azalmakta olduğunu ve bunun ara sıra dü­zeltilmiş olması gerektiğini düşünmüştür. Her bir durumda maddesel evrenin kurtarıcısı Tanrıdır.

Dinbilim, tanrının insan varlığından bağımsız olarak var olduğu öngörüsü üzerine temellendirilmiştir. O, insan etkin­likleri ile icat edilmemiş ya da var edilmemiştir-o yalnızca oradadır. Tanrının insan varlığını yaratmadan önce kozmosun geri kalanını yaratmış olduğu düşünüldüğü için, onun bu in­san varlıklarından, Adem'den, Havva'dan ve onların torun­larından bağımsız olarak var olması gerekmektedir. Zengin ve karmaşık bir nesnel bölge vardır, bu insan ırkının zihninin dışında onun hakkında bildiklerinden daha fazlasını bulmanın yollarını geliştirmiş olabilirler. Gerçekçiliğin temel tezi orada nesnel ve bağımsız bir dünyanın bulunmuş olmasıdır. On ye­dinci yüzyılın tüm büyük düşünürleri tarafından bu düşünce savunulmaktadır. Soru her zaman için şöyle olmuştur: Biz Kozmos hakkında ne kadar fazla şey bilebiliriz?

Başlangıçta, bilim dinin bu öngörülerini paylaşmıştır. Descartes, bizim daha önceden bildiğimizi düşündüğümüz her şeye kuşku ile yaklaşma programını işleme koyduğu za­man, Tanrıyı ve anlık kişisel deneyimlerin sınırlarının dışında­ki maddesel evreni dışarıda tutmuştur. O, Tanrının iyilikse­verliği sayesinde, doğal dünya hakkında daha fazla şey bulma yönünde ilerleyebileceğimiz düşüncesine sahiptir. Her ne ka­dar Tanrının varlığından kuşku duyulabilse de, onun gerçek­liğinin Tanrı tarafından güvence altına alınmış olduğunu dü­şünmektedir. Descartes'ın kuşku yöntemi, bizim kuşkuculuk (skepticism) olarak bildiğimiz felsefi sorgulamadan farklı bir kesinlik derecesine sahiptir.

Gökbilimsel Tartışmalar

Bilimsel araştırmalar sonucunda ortaya çıkan bilgiler, on altıncı yüzyılın neredeyse tümünde gökbilimciler ve din- bilimciler arasında sert tartışmalara neden olmuştur. Güneş sisteminin güneş-merkezli ve dünya-merkezli modelleri ara­sındaki mücadele Galileo ve Kilise otoriteleri arasındaki bili­nen öykünün yaşanmasına neden olmuştur. Bu olay gerçek­ten olmuştur, fakat Galileo'dan neredeyse yüzyıl önce gök- bilimsel kuramların yorumlanması hakkında tartışmalar başla­mıştır. Kopernik güneş-merkezli kuramını 1543 yılında ya­yınlamıştır. Onun matematiksel bir evrenbilimden ibaret ol­duğu asla öne sürülmemiştir. Burada bir soru bulunmaktadır. Rakip evrenbilimlerden hangisi gökyüzüne doğru bir temsili ortaya koyuyordu? Ve bu soruya nasıl karar verilmişti? On altıncı yüzyılın gökbilimcileri ve filozofları bu duruma karşı çeşitli tutumlar takındılar. Her bir kuram gezegensel konum­ların, elipslerin ve benzerinin mantıksal bir öngörüsünü veri­yordu, fakat onların her biri güneş sisteminin farklı bir res­mine dayanıyordu.

On altıncı yüzyılda kozmosun en az beş rakip geomet­rik modeli bulunuyordu: Bunlar Ptolemy, Aristo ve Tycho Brahe'nin dünya-merkezli kuramları ve, Kopernik ve Kep- ler'in güneş-merkezli kuramlarıdır. Bunların her biri göksel yapıların gözlenebilen hareketlerinden hesaplamalar ile elde edilmiştir. Hangisi doğruydu? Ya hiçbiri doğru değilse? Bu kuramların her birini desteklemek için yapılan tartışmalar ha­la bizimle olan, bilimsel sorgulamanın doğası hakkında çeşitli düşünceleri ortaya koymuştur. •

Christopher Clavius ( 1 5 70) rakip evrenbilimlerin, ge­zegenlerin bilinen hareketlerine karşı öngörüler sınanarak ya­pıldığı için birbirinden ayrılamayacaklarını işaret etmiştir, çünkü onların her biri az ya da çok aynı yanıtı vermektedir. Bu durum bilim tarihi içinde birkaç kez olmuştur, ve Clavi- us'un yorumu birden daha fazla kez gündeme gelmiştir. Yir­minci yüzyılda bu "bilgiler ile kuramın belirlenmesi" olarak adlandırılmaktadır. Sonsuz olarak çok sayıda kuram verilerek birbirine uygun gözlemlerin tümdengelimi yapılabilir. Oysa burada bir kuram diğerini desteklememektedir.

Gökbilimciler filozofların dikkatini bu konuya çevirmiş­lerdir. Onlar arasında, üç hesaplanabilir kuram oluşturulmuş­tur. İlginç bir şekilde, bu yorumlamalar on dokuzuncu yüz­yılda görülen ve yirminci yüzyıla ulaşamayan bilimle ilgili te­mel değerlendirmeleri içermektedir. Üç yorumlama aşağıda­ki gibidir.

İlki, bizim öngörüde bulunmamız için kapasitemizi vur­gulamaktadır. Bu yorumda, kuramlar kozmosun gerçek du­rumu için hiçbir düşünceye sahip değildir. Bu yorumlama Kopernik'in De Revolutionibus yanıtının ilk baskısına eklen­miş olan önsözde göze çarpmaktadır. Bu kitabın basımını üstlenmiş olan Osiander bu pragmatik yorumlamanın kura­mın herhangi bir muhafazakar eleştiriye yol açacağını düşün­müş olduğu gözükmektedir. Kopernik'in kendisi açık bir şe­kilde kurama olan bu yaklaşımı paylaşmamıştır ve onu ancak kitabın içine bir ekleme yapılmış olduktan sonra gördüğünü söylemiştir. Doğal olarak, Osiander güneş-merkezli kuramın otoriteler arasında kızgınlığa yol açacağını bilmektedir ve o­nun güdüsü iyi niyetinden ya da biraz fazla tedbirli davran­masından kaynaklanmaktadır. Osiander'in yorumlaması çağ­daş positivism (olguculuk} düşüncesinin anımsatıcısıdır.

İkincisi, Tycho Brahe tarafından geliştirilmiş ilginç bir melez modelin Ursus savunmasında betimlenmiştir. Burada güneşin yörüngesinde olan gezegenler, dünyanın yörüngesin- dedir. Ursus psikolojik nedenlerle resimsel modellerin zorun­lu olduğunu söylemiştir, fakat onlar öyküler gibi kurgusal o­larak ortaya konulmuştur. Onların her biri göksel yapıların durumunu öngörecek şekilde bir makine olarak başarılı gö­rünmelerine karşın, kozmosun gerçek resmini verme konu­sunda hiçbir noktaya sahip değildir. Alternatif modeller yal­nızca kozmosun rakip resimlerinc'.e görülebilir. Onlar kolay­laştırılmış düşünce olan alternatif kurgular, öyküler durumu­na sahiptirler. Bu bakış açısı çağdaş conventionalism (gelenek­çilik) düşüncesinin anımsatıcısıdır.

Felsefi düşünceye sahip gökbilimcilerin başka bir grubu ciddi bir şekilde ele alınması gereken sorunun, ister güneş- merkezli isterse dünya-merkezli kuramda olsun, gökyüzünün yapısının ve gerçek düzenin rakip temsillerinin olması gerek­tiği ve bunların yargılanmasının gerektiği konusunda ısrarlı­dırlar. Kepler kendi güneş-merkezli kuramının üstün temsili gerçekçiliği için onun rakipleri ile tartışmıştır. Melanchton, Ptolemy'ye ait dünya-merkezli sistemin gerçekçi bir yorum­lamasını savunmuştur. Her ikisi de gerçek bir kozmik yapı ol­duğu ve gökbilimcilerin onu temsil olarak göstemıeye çalış­maları gerektiği konusunda aynı fikre sahiptir. Biz burada bir bakış açısı örneği olarak bilimsel gerçekçiliği görüyoruz.

Burada madde söz konusudur. Tüm dünyadaki bilim­sel çevrelerde güneş-merkezli kuram benimsenmiştir. Ku­ramların gerekçesi yorumlamalarının mantığa büründürülme­si felsefi sorunu bu bakış açısında terk edilmiştir. Bizim şim­dilerde "Aydınlanma" olarak adlandırdığımız olgu bu dö­nemde yeniden alevlenmiştir. Batıl inancın yerini us almıştır. Positivizmin çağdaş versiyonu David Hume'un eleştirel felse­fesi ile başlatılmıştır. Biz bu konuya geri döneceğiz.

Pozitivist ve realist yorumlamalar, onların ilki öngörü­ler üzerine, ikincisi ise fiziksel gerçeklikler üzerine odaklanmış olmalarına karşın, görgücülük örnekleridir. Her ikisi de göz­lem ve deneyden kaynaklanan bu kuramları geliştiren bilim adamlarının inanışlarından kaynaklanmaktadır. Zihin, dünya tarafından şekillendirilmiştir.

GERÇEKÇİLİĞİN YÜKSELİŞİ

Zihin ve Dünyanın Bağımsızlığı

Çağdaş felsefenin öyküsü Rönesans ile başlar: Ancak onun temel konuların çıkış noktası Rene Descartes tarafın­dan ortaya konulmuştur. Descartes 1 596 yılında Loire böl­gesinde La Haye'de doğmuştur. O, Jesuit'ler tarafından eği­tilmiştir. Onun entelektüel güdüsünün nasıl geliştiğini biliyo­ruz, fakat kısa zaman içinde maddesel dünya üzerinde çalışa­rak ve zihnin kendi durumu üzerinde düşünerek açık ve seçik bilginin kavranabileceğini ortaya koymuştur. O, Bavyera or­dusunda askeri mühendis olarak bir kariyer yapmıştır. Hol­landa'da elinde ölçüm aletleriyle, yerleşik inançların sistema­tik bir incelemesine başlamıştır. Bu onu, ömrü boyunca uğ­raşacağı bir proje olan açık ve seçik ideaların temelinde bilgi oluşumuna yönlendirecektir. Descartes'ın matematik alanın­daki başarısı ve doğal bilimler alanlarındaki çalışmaları ona uluslararası bir ün sağlamıştır. Ancak bir davet onun için ö­lümcül olacaktır. İsveç Kraliçesi Christina'yı ziyaret ettiği za­man ölüm ile karşı karşıya gelmiştir. Kraliçenin Kartezyenci düşünce hakkındaki merakı ve çok erken saatlerde kalkma a­lışkanlığı bulunuyordu. Bu ve İsveç'in iklimi büyük filozof i­çin çok gelmişti ve o 1650 yılında Stockholm'de zatürree hastalığından ölmüştür.

Eğer zihin dünya tarafından şekillenmişse, eğer inanış­lar dünyada olanların algılanması ile değerlendiriliyorsa, on­lar her ne kadar yaradılıştan gelen bir birlik içinde olsalar da, Dünya ve Zihin birbirlerinden bağımsız olarak da var olmalı­dırlar. Zihin ve madde güç uygulaması ile bizim için bilinir o- İur, ancak derin bir duyu içinde, ortak olan hiçbir şeye sahip değildir. Descartes zihinsel ve maddesel arasındaki radikal a­yırımın çok açık bir değerlendirmesini sunar.

Bizim, boyut, şekil, hareket gibi "bedensel" olarak adland1rdığımız bazı kesin ilinikler [bir tözün özel­likleri] vardır ...ve biz "beden " terimini onlarm yaradılışmda bulunan tözü anlatmak için kul/anını

...Bizim "düşünce edimleri" olarak adlandırdığı­mız, anlayış, isteme, hayal etme gibi başka ilinek/er de vardır... bunların her biri düşünce ya da algı ya da bilinçlilik ortak kavramı altında bulunurlar, ve biz onları bir "düşünen şey" ya da "bir zihin" içinde töz olarak adlandmrız. (Descartes, 1647 [ 1984]: 121-2).

Bu ayırım on altıncı ve on yedinci yüzyılların pek çok filozofu tarafından incelenmiştir. Duygu ve inanç gibi zihinsel durumlar, biçim ve hareket gibi maddesel durumların karak terinden farklıdır. Böylece biz bilimsel tinin öncü düşüncesi nin şunun gibi bir şey olduğunu söyleyebiliriz:

Gündelik yaşantının kavram ve kurallarını oluştura­bilmek için, otoritelerin çalışmalarıyla yetinmek ye­rine, gözlem ve deney yapmak dünya hakkında da­ha fazla bilgiye sahip olmak için daha iyi bir yoldur.

Ancak ne olursa olsun, doğanın daha aÇ1k bir şekil­de ortaya konulabilmesi için yeni kavramların kav­ranmasına gereksinim vardır. Bunun için şimdi algı­lanamaz olan şeyleri temsil eden ve onlar hakkında bir düşünce şekline gerek vardır, fakat hangi bilim­sel araştırmalar bizi gözlemleyebileceğimiz şeyin gerçek kaynaklarını düşünmeye yönlendirebilir.

Pek çok şekilde, bu yeni bakış açısı dinbilimsel çıkış noktası olan bir yapıya sahiptir. Tanrı, insan zihinlerinden bağımsız olarak vardır fakat usun uygulaması ile biz onun hakkında bir şeyler bilebiliriz. Bilimin realist yorumlamasına göre, kozmos insan zihninden bağımsız olarak vardır. Bilim­sel yöntemlerin kullanımı ile, insanlar onun bazı bilgilerini el­de edebilirler. Bilim ve dinbilim arasındaki farklılık onların nasıl ele alındıklarında yatmaktadır, çünkü deney dinbilim a­lanında hiçbir role sahip değildir, doğal olarak mistik dene­yim yaşanmamaktadır.

Bacon'm Yeni Aracı

Francis Bacon J 56 J yılında doğmuş, Cambridge'de e­ğitim görmüştür. Döneminin politikası ile yakından ilgiliydi. 1 584 yılında Parlemento'ya girmiştir. Kraliçe Elizabeth ve 1. )ames için hizmette bulunmuştur. 1621 yılında hükümetteki etkinliğini kaybetmiş ve ülkeden ayrılmıştır. O, yaşam süreci içinde toplumsal konularla yoğun bir şekilde ilgilenmesine karşın, çok kapsamlı ve etkin yazılar yazmak için de zaman bulmuştur. Bunlar genel olarak doğa hakkında ve doğal bi­limlerin olanaklılığı hakkındadır. Kendisini adadığı uygulama­lardan biri ölümüne yol açmıştır. Eti bozulmadan korumak i-' çin soğuğun gücünü sınamak amacıyla kar kullanarak yaptığı deneyler sonucunda soğuk almıştır ve J 626 yılında ölmüş­tür.

Binyıl içinde bilimsel yöntemin sistematik taıtışnıası ve ilk kavranışı Bacon'ın Novum Organon ( 1 620) kitabında bu­lunmaktadır. Oıtaçağ felsefecileri keşfin deneysel yöntemle­rinin durumu üzerine kapsamlı ve sistematik bir araştırma yapmamışlardır. Bacon merkezi sorulardan biri ile yoğun bir şekilde uğraşmıştır. Biz genel bilgileri deneylerden ve göz­lemlerden çıkarıyorsak, onun sırrı nedir ve nasıldır? Hangi yöntemle deney ve gözlemlerin temeli üzerinde doğanın bir yasasını oluşturabiliriz? Tek tek olgulardan genel yasalara geç­mek için güvenifir bir mantık nasıl oluşturulabilir?

Bacon'ın yöntenıbilimi, diğerlerinden daha "gerçek" olan, daha temel olan maddesel şeylerin bazı özellikleri hak- kındaki düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Deneysel yöntem "en gerçek olan" özellikleri bulmak için bir tekniktir. Nesne­lerin gözlenebilir özellikleri arasındaki ilişkinin deneysel çalış­ması içinde onların özellikleri elde edilebilir. Bunların, doğal fenomeninin açıklaması içinde bu özelliklere ilişkin değil, ay­nı zamanda teknolojinin en gerçek özelliklerini yönlendirerek maddesel dünyanın gerçek niteliklerinde değişiklik meydana getirilebileceğini belirmiştir.

Özelliklerin ya da "doğaların" türleri arasında birkaç önemli ayırım bulunmaktadır. Onlar herhangi bir maddesel şey içinde görülebilirdir ya da gizli görünümlere sahiptir. Nesnelerin gözlemlenebilir şeylerinin sistematik çözümlemesi basit ve karmaşık doğalar ya da özellikler arasında bir ayırma yönlendirir. Örnek olarak, Bacon maddesel şeyler içinde yaygın olarak gözlemlenmiş olan özelliklerin, daha basit özel­liklerin bir birleşimi olarak karmaşık "doğalar" olduğunu dü­şünmüştür. Bilim adamının (Bacon'ın yaşadığı dönemde he­nüz bu sözcük kullanılmıyordu) görevi basit doğalann "en gerçeğini" bulmaktır. Örnek olarak, o "hareketin" ısıdan da­ha gerçek basit bir doğa olduğunu düşünmüştür. Böylece ısı fenomeni algılanamayan hareketler ile açıklanmıştır.

Bacon nesnelerin içsel doğalarının çalışması olan meta­fizikten farklı olarak "fizik" bilimini etkin nedenlerin ve mad­denin çalışması olarak ele almıştır. Biz, ateşi eriyen bir balmu­munun ve kilin sertleşmesinin etkin nedeni olarak gözlemle­yebiliriz. Nitelikler arasındaki böylesine gözlemlenebilir ilişki­ler, Fiziğin yöntemleri olarak ortaya konulmuş şekilde, son derece yapaydır. Karşıtlıkların çözülebilmesi için daha derin bir bilginin olması gerekmektedir. Metafizik maddesel nesne­lerin gerçek fakat gizli doğalarının bir çalışması olacaktır. O, görülemeyen bölümlerin düzenlemesi ve hareketleridir. Bu açık bir şekilde bilimsel Gerçekçiliğin bir versiyonudur.

Biz doğal fenomenlerin "biçimleri" hakkında kendi varsayımlarımızı ortaya koyarken söz konusu fenomene ne olduğunu deney aracılığı ile bulabiliriz. Bacon ."biçim"in bu düşüncesinin, belli maddesel nesnelerin doğasını açıklayan P- latoncu biçim çalışmasından yararlanır. Ancak . Platon'un bi­çimleri soyutlanmıştır ve maddeden ayrı bir yapısı vardır. Bacon'ın biçimleri ise, bedenlerin içsel yapıları olarak, mad­desel şeylerin özüne aittir. Bir fenomenin biçimini, diyelim ki rengini ya da ısısını, bir kez bildiğimiz zaman, insan varlığının düşüncesi içinde onu yönlendirmenin yollarını geliştirebiliriz. Biz, yapmak istediğimiz değişiklikler hakkında hangi . özellikler üzerine çalışmamız gerektiğini biliriz. Eğer ısının biçimi hare­ket ise, bu durumda yapı içinde hareketin niteliğini değiştiri­lebilecek yönlendirmeler onun ısısını değiştirecektir. "Her­hangi bir biçimin ne olduğunu bilen kişi, maddenin herhangi bir değişikliği üzerinde onun doğasının olasılıklarını da bile­cektir" (Bacon , 1605: ii, 5). Biz parçacıkları ne kadar hız­landırırsak, bir şey o kadar sıcak olacaktır.

Bacon'ın yöntemi deney ve gözlemin .iki aşamasını i­çermektedir. İlk aşamada, araştırmacı fenomen ile diğer do­ğalar ya da özellikler arasında keşfedilebilecek ilişkinin bir sı­nıflandırılmasını yapar. Böylece ısı, ışık ile, sürtünme ile, fer­mantasyon ile, vb. bulunur. Bu ilişkilerin 'hangisinin söz ko­nusu fenomenin en basit gerçek doğası ya da biçimi olduğu­nu bulmak için, "yakınlık içindeki yokluk". örneklerine bakıl­ması gerekmektedir. Böylece ısı biçimi 'aydınlatıcı olmaya­caktır. Karşıt örneklerin araştırılması içinde deneysel prog­ram aracılığı ile, biz ısı ve hareketin çeşitli 'biçimleri ' arasında­ki ilişkinin ne olduğunu bulabiliriz.

Biz Bacon'ın deneysel sonuçlarını yer ve . zaman bağ­lantısının ötesinde genelleştirdiğini görürüz. O, . genel olarak en gerçek basit doğanın ne olduğu hakkında varsayımlarını ortaya koyar. Bunun ötesinde, biçimleri (onlar nesnelerin gözlemlenemeyen içsel yapılarıdır) sanki açık bir şekilde gözü­müzün önünde bulunuyorlarmış gibi betimler. İki büyük fel­sefi sorunu göz ardı ettiğimizi önemsemez. Bunlar yüzyıllar boyunca tartışma konusu olmuş ve olacak olan felsefi sorun­lardır. Biz deneylerimizin sonuçlarını genelleştirirken bunların her yerde ve her zaman doğru olup olmadığını nasıl bilece­ğiz? Hangi zeminlerde, gözlemlenemeyen oluşumlar hakkın­da herhangi bir varsayımı kabul ederiz. Onun geçerliliğini yalnızca yeni yeni gelişen bilim için kabul edilebilen standart­lara göre, gözlem ve deneye göre kontrol edemediğimiz za­man ne olacak? Bu sorunlar bilimsel Gerçekçilik savunmasın­da tekrar tekrar ortaya çıkan sorunlar olmuştur. Onlar yeni bir binyıla girdiğimiz günümüzde de sorun olarak geçerlilikle­rini süraürmektedir.

Gerçekçilik için
Alternatif Metafiziksel Yapılar

On altıncı yüzyıl biterken maddesel dünyanın doğası­nın iki farklı kavramı ortaya konulmuştur. Bunlar acaba ev­ren daha küçük parçacıklar üzerinde hareket eden bedensel bir kitle midir, yoksa kuwetlerin sürekli-değişen karşılıklı et­kileşimi olan dinamik bir yapıya mı sahiptir.

Bedensel (corpuscularian) felsefe

On altıncı yüzyılın son kısmından itibaren farklı İngiliz filozofları antik dönem Yunan atomculuğuna halkın dikkatini çektiler. Bunun araçlarından biri Lucretius'un Latince yazıl­mış şiir kitabı De Rerum Natura'nın çevirisiydi. Bu kitapta Yunan kaynaklarında bulunan atomculuk düşüncesi büyük bir yer kaplıyordu. Görgücülüğün Gerçeği versiyonu İngilte­re'de maddesel atomculuğun bir biçimi olarak ortaya çıktı. Dinamik metafizik savunmadan yoksun bir durumdaydı. A­tomcu dünya görüşünün felsefi temellerini oluşturmak için girişim John Locke tarafından gerçekleştirildi. O, pek çok çağdaşı gibi, atomculuğu kesin bir şekilde destekliyordu. Maddenin görülemeyen parçaları üzerine bir yapı kurmuştu. Bunun için "beden" (corpuscle) terimini kullanıyordu. Be­denler, pratik amaçlar için maddesel nesnelerin en küçük parçacıklarıydı. Ancak onlar düşünce içinde bölünebilirdi. Biz daha küçük parçacıkları hayal edebilirdik. Onların daha fazla bölünmeleri için hiçbir tekniğin olmadığını kanıtlamak olanaksız olacaktı.

Bedensel felsefe, maddesel dünyanın algılanamaz görü­nümleri ilkesi üzerine temellenmişti. Onlar gözlem ve dene­yin sonuçlarına göre değerlendirilebilirdi. Onlar birbirleriyle özdeştiler fakat dünyanın karakteristik yapısının tümünü o­luşturmuyorlardı. Bunlar birincil niteliklerdi. ]ohn Locke on­ları "hacim, figür [şekil], doku [yapısal düzenlemeler] ve ha­reket" olarak listelemişti. Onlar her şeyde algılanabilir ol­makla kalmayıp, aynı zamanda maddesel nesnelerin algılana- mayan parçaların nitelikleriydiler. Renk ve tat gibi diğer algı­lanabilir nitelikler renkli ya da tatlı karakterler içinde basit bir şekilde kopyalanamaz. Onlar insan duyu organlarını etki­leyen algılanamaz bedenlerin düzenlemeleri ve şekilleri ola­rak açıklanırlar. Bunlar ikincil niteliklerdir.

Dinamikçi fe/sefe

William Gilbert doğal dünya için çok farklı bir metafi­ziğin öncülüğünü yaptı. Galileo gibi bedenciler evrensel bir bilim için kendi modelleri olarak mekaniği kullanırken, Gil- bert kendi evrenbilimini manyetizma üzerine temellendirmiş- ti. Mıknatıslar belli bir uzaklıkta edimde bulunuyorlardı. On­lar demir parçacıklarını manyetik kutupları aracığı ile kendi­lerine doğru çekmektedirler. Aralarında herhangi bir meka­nik bağlantı olmamasına karşın, bu gerçekleşmektedir. Gil- bert bu durum için "orbis virtutis" ya da "güç alanı" terimi­ni kullanmıştır. Maddesel nesnelerin manyetik olarak birbi- riyle etkileşim içinde olduğunu düşünmektedir. Doğal güçle­rin, kuvvetlerin, eğilimlerin ideası Aristo fiziğinin merkezi bir kavramı olmuştur. Aristo'ya göre tüm değişiklikler potansi­yel olanın gerçekliğe dönüşmesidir. Hem potansiyel hem de gerçek durumlar eşit bir şekilde gerçektir ve eşit bir şekilde bağımsız bir doğanın görünümleridir. Özellikle Gilbert'in ge­liştirdiği manyetik evrenbilimde (Gilbert, 1 600) "yük" ve 11alan" gibi kavramların çıkış noktası antik dünyada bulun­maktadır. Kuvvet ve doğal aracılar üzerine vurgu yapılması nedeni ile bu felsefe 11dinamizm" olarak adlandırılır.

Dinamizm, bedencilikten çok farklı bir yapıya sahiptir. O, farklı bir mantık ve gerçekliğin farklı örneklerini kulbn- maktadır. Bedenler, kipler içinde betimlenmiştir. Onların ö­zellikleri meydana gelendir. Güçler ve düzenlemeler belli ko^ şulların yerine getirilmesi durumunda gerçekleşmektedir. Bir nesne ya da töz genel olarak her zaman içinde barındırdığı düzenlemeleri ortaya koymaz. Benzin henüz yakılmamış ol­duğu zaman da yanıcıdır!

Bilimsel bir gerçekçi bir bedenci ya da bir dinamikçi o^ labilir. Her iki durumda da gündelik nesne ya da olayların ortak deneyimini meydana getirmek için insan duyumları ü­zerinde edimde bulunan gözlemlenemeyen yapıların bulun duğu düşünülmektedir. On yedinci yüzyılın görgücülüğü baskın bir şekilde Gerçekçidir. İnançlar konusunda ayırım yapılmaktadır. Örnek olarak, Locke, bilimsel araştırmaların varsayılan sonuçlarını "düşünceler" ve geometrinin zorunlu doğruluklarını "bilgi" olarak ele alır ve bunlar arasında böy- lesine bir ayırım yapar.

Locke: fikirler ve nitelikler

John Locke bu sayfalarda sürekli olarak yeniden orta­ya çıkacaktır. Bunun nedeni belki de döneminin entelektüel devlerinin çoğundan daha fazla bir etkide bulunmuş olması­dır. John Locke 1632'de doğdu ve Hıristiyan kilisesinde e­ğitim gördü. Oxford'da Aristoculuk hakkında yaşadığı derin hayal kırıklığından sonra bir daha asla üniversite çevrelerinde bulunmadı. Buna karşın 1684 yılında Oxford'da bulunduğu dönemden tanıdığı Robert Boyle aracılığı ile Newton ve çev­resiyle tanışmıştır. 1680'1i yıllara kadar hükümet için çalış­mıştır. İki uzun dönemi ise yurtdışında geçirmiştir. İlkinde F­ransa'nın güneyinde ve diğerinde Hollanda da politik sürgün olarak yaşamıştır. Onun İnsan Anlayışına ilişkin Makale ( Essay concerning Human Understanding, 1 690) kitabı bilim çev­relerinde ilgi görmüştür. Ancak o yoğun olarak toplum yapı­sına ilişkin yazılar yazmıştır. 1 704 yılında son yıllarını birlik­te geçirdiği arkadaşlarının birinin evinde ölmüştür.

Locke insan deneyiminin zihnin içeriği olan idealarla kuşatılmış olduğunu kabul ederdi. Ona göre idealar, ona sa­hip olan kişi tarafından deneyimi yaşanan zihinsel varlıklardı. İkinci düzen idealar hakkında biçimlendirilebilir. Locke'a gö­re, biz maddesel şeylerden haberdar olamayız, yalnızca onla­rın ideasından haberdar olabiliriz. Temel kategorileri formül­leştirmenin nasıl olduğunu tartışmadan önce "maddesel nes­nelerin ideaları"nın kavramlarını kullanmak için bazı serbest­liklere sahip olmamız gerekmektedir. Yalnızca bu şekilde ide- alar ve nitelikler, zihinsel varlıklar ve onlara neden olan mad­dese! nesnelerin durumları arasındaki büyük ayırım olanaklı olabilir. Bir nesnenin şekli bizim içimizde bir şeklin bir ideası- na neden olur. Bir şeyin küçük parçalarının titreşimleri bizim içimizde bir sıcaklığa neden olduğu zaman, içimizdeki bir şe­kil ya da bir ideanın, bir nesnenin şekline neden olur. Bazı durumlarda onları meydana getirenin maddesel nitelikleri temsil eden meydana getirilmiş idealar vardır, fakat bazı du­rumlarda ise idealar kendilerini meydana getiren maddesel niteliklere uyumlu olmaksızın birlikte meydana gelmişlerdir. Algılanmış şekiller birinci türden idealardır, sıcaklık hissedi­lenler ise ikinci türden bir ideadır.

Locke'a göre, hepimiz idealardan haberdar olduğumuz için, biz doğal dünyanın bilgisinin elde edimi ile ilgili araştır­malarımıza onlarla başlamalıyız. Böylece biz birincil nitelikle­re sahibizdir. Bunlar onları meydana getiren nitelikler tara­fından ve ikincil niteliklerin ideaları tarafından temsil edil­mektedir. Hareketin ideası onu meydana getiren materyali temsil ettiği hareketin ideasıdır, yani başka şeylerin sabit bir arka planına karşı bazı maddesel şeylerin hareketi, tatlı idea- sı, ona neden olan niteliği temsil etmez. Bu görünmez bir düzenleme olacaktır. İkincil nitelikler bir Lockean düşünce­sinde bir tatlı lezzeti deneyimi yaşayan bir kişinin neden ol­duğu güçten başka bir şey değildir. Ancak bu güçler madde­sel özün durumları içinde zemin bulmuştur. Birincil nitelikle­rin demetleri maddesel şeylerin gerçek özleridir. Sıcaklık du­yusuna neden olan güç moleküllerin hareketinde temellen- miştir. Bizim nesneleri sınıflandırmak için kullandığımız nite­likler, onların isimsel özleri, birincil ve ikincilin karışımı ola­caktır. Örneğin altın, onun sarı renginde ve onun yoğunlu­ğunda olan diğer metallerden toplanmıştır. İlki, ikincil niteli­ğin bir ideasıdır ve diğeri birincil niteliğin bir ideasıdır.

Algılama psikolojisindeki bir araştırmanın sonucu ola­rak, biz bu yorumlamanın doğru olamayacağını çok kolaylık­la söyleyebiliriz. Biz yalnızca ideaların deneyimini yaşadığımız için Locke'un betimlediği şekilde idea ve niteliklerin deneyi­mini asla oıtaya koyamayız. Biz idealardan bağımsız nitelikle­rin bir deneyimine asla sahip olamayız, çünkü Locke tüm de­neyimlerimizin, ideaların deneyimi olduğunu düşünmektedir. Böylece o sanki onun birincil ve ikincil niteliklerinin öğretisi­ne benziyor gibidir, ve ideaların birbirine uygun boşlukları iki uygun grup oluşturur. Bu, bir bilim felsefesi olarak yeterli değildir. Böyle bir felsefe, bu dünyanın bir metafiziği ile maddesel dünyanın bilgisine nasıl sahip olabileceğimiz soru­nuna bir çözüm getirmelidir.

John Locke kendisini Newtoncu bilimin alt-çalışanı o­larak sunmuştur. O, maddesel dünyanın mekanikçi bir de­ğerlendirmesi için ussal bir zemin oluşturmaktadır. Locke'un şemasındaki bilimsel bilginin durumu nedir?

Bu konularda biz, bize ofgu maddesinin deneyimini veren belli bir yapmm ötesine geçemeyiz, ve be­denlerin neye benzedikferini ancak tatmin edebifi- riz. Fakat doğal bedenlerin yetkin bir bilimi için, biz onun arayış çaflşmasmdan uzaktayızd/f. (Locke, 1690 [1974]: il, 1640).

Locke'a göre tümel ve doğru olanı garanti eden tek ö­nerme, gerçekten zorunlu olan doğru, idealar ve durumlar arasındaki değil, idealar arasındaki ilişkileri ifade eder. Yal­nızca bunlar uygun bir şekilde bilim olarak adlandırılır. Fizik ve diğer doğal bilimler bize yalnızca düşünceleri verebilir, on­lar gündelik yaşantının pratik olguları içinde faydalıdırlar.

İngiliz görgücüleri Olguculuk'un kaynaklarından biri o­lan kendi felsefelerin maddesel atomculuğun en güçlü savu­nucuları arasında olduğunu düşünürler. Onlar bir gerçektir fakat görülemeyen bedenlerin görülmeyen dünyalarıdır. Bu konudaki en tutarlı kişi Robert Boyle'dır. O, deney temeli üzerinde bedensel olanın metafiziksel tezini oluşturabilmek i­çin ciddi bir çaba harcamıştır.

Boyle'un deneysel metafiziği

Robert Boyle, sağlam bir gelire sahip olarak çeşitli kimya ve fizik konularında sistematik bir araştırma grubunun lideri olmuştur. O, 1627 yılında İrlanda'da doğmuş ve Av­rupa kıtasında eğitim görmüştür. İsviçre'deki okulundayken hayatını şekillendirecek olan bir dinsel deneyim yaşamıştı. Yürüyüş yaparken bir fırtınaya yakalanmıştı. Yaşadığı yere geri döndüğünde bir ışık parlaması görmüştü. Bunun tanrısal bir amacı olması gerektiğini düşünüyordu. Kendisini Hıristi­yanlığın savunulmasına adaması, fakat her şeyden önce bili­me adaması gerekiyordu. Uzun yıllar Oxford'da kaldı. Bura­da Robert Hooke'ın asistanı olarak büyük başarılar elde etti. 1668 yılında Londra'ya taşındı ve burada Kraliyet Toplulu­ğu ile temasta bulundu. Doğu Hindistan'a olan ilgisi bir mis­yoner kuruluşu ile buraya gitmesine neden oldu. Bilimsel ve felsefi yayınlarının yanı sıra dinsel konularda da yoğun bir şe­kilde yazılar yazmıştır. O, 1691 yılında öldü.

Robert Boyle Biçimlerin ve Niteliklerin Çıkış Noktalan (Origins of Forms and Quantities, 1666) yapıtında döne­min diğer filozof-bilim adamlarının da üzerinde çalıştığı fizik­sel dünyanın gözlemlenemeyen temeli hakkında mekanik be­denlerin gerçekçiliğini ortaya koyma amacıyla ilginç bir tar­tışma sunmuştur. Boyle, Locke ile aynı düşünceyi paylaşarak birincil ve ikincil nitelikler öğretisinin ne olduğunu iyi biliyor­du. Bu, "yapıların" (moleküler seviyedeki yapılar), bedenle­rin gözlemlenmiş niteliklerinden sorumludur. Bunlar algıla­manın sınırları ötesinde bir yapıya sahiptir. Locke, bundan karamsar bir sonuç çıkarmıştır. Gerçek özün ne olduğunu bilmediğimiz için biz olabilecek şey hakkında tahmin yapma­nın ötesinde hiçbir şey yapamayız. Çünkü onlar hiçbir zaman algılanamazlar.

Bazı Mantıksal Eleştiriler

Bedensel felsefenin iki derin mantık sorunu üzerine da­yandığının kabul edilmesi Bacon tarafından göz ardı edilmiş­tir. Bilimin gelişim içinde olduğu dönemde iki felsefi sorun ortaya çıkmıştır. Ben bunları "alan sorunu" ve "derinlik so­runu" olarak adlandıracağım.

Bilimsel yasaların alam nedir? Doğal fenomenler hak­kında yerel keşifler zaman ve uzay içinde, tüm evren için ne kadar uzağa kadar genelleştirilebilir?

Bilimsel kuramların derinliği nedir? Doğal fenomenler hakkında kuram oluştururken bilim adamlarının çalışması ne kadar derine gidebilir? Duyumlar tarafından ulaşılabilinen bilgilerin ötesine nasıl geçilebilir?

Bu bölümde, mantık ilkeleriyle ilişkin olarak bu sorun­larla nasıl uğraşıldığına bakacağız.

"Alan sorunu" evrensel yasalar içindeki inanç için ze­min oluşturma üzerinde düşünüldüğünde ortaya çıkar. Uza­yın daha geniş alanlarında ve zamanın başka dönemlerinde örnek fenomenlerin sınırları hakkında düşünülmektedir. Yer­çekimi kanunu dünyanın yüzeyi için geçerlidir fakat evrende her yerde geçerli olup olmadığı bilinmemektedir. Kepler yerçekiminin bir evrensel yasasını ortaya koyan bir evrenbi- limcidir. O, kısa bir bilimkurgu öykü olan Somnium adlı bir kitap bile yazmıştı. Burada ayın yerçekiminin onun hayali ya­şayanları için nasıl bir etkide bulunduğu yer almaktadır. Bu araştırmalarda yer alan gözlemler ve deneyle'r söz konusu ya­saların evrensel uygulamaları içindeki inancı oluşturabilecek kanıtlardan yoksun bulunmaktadır.

"Derinlik sorunu" kuramların anlam ve kabul edilebi­lirliği üzerine düşünen filozofları çarpar. Bu tür kuramlar bi­zim gözlemleyebildiğimiz fenomenlerin açıklamalarını ortaya koyar. Gezegensel yörüngelerin hayali örnekleri, yıldızların ve gezegenlerin gözlemlenmiş davranışının açıklamalarını sunmaktadır. Eğer varsa, onların hangisi doğru resimdir?

Yirminci yüzyıla kadar her filozofun arka planında, us­sallığın sınırlarının ve biçimlerinin Aristo mantığı ilkeleri üze­rine kurulu olduğu düşünülmektedir. Alan ve derinlik sorun­ları ile oıtaya çıkan konular binyılın ikinci yarısında Aristocu mantığının tekniği ile çerçevelenmektedir.

Alan sorunu

Formal mantığa geri döndüğümüzde biz "tüm" ve "bazı" çıkarımların Aristo tarafından açık bir şekilde formül- leştirilmiş olduğunu görürüz.

1.     Eğer biz "Tüm ördekler suda yaşar" ifadesinin doğru ol­duğuna inanıyorsak, "Bazı ördekler suda yaşar" önermesinin de geçerli olduğunu kabul ederiz. Eğer "Hiçbir kuş yüze- mez, " ifadesinin doğru olduğuna inanıyorsak, "Bazı kuşlar yüzemez, " önermesinin de geçerli olduğunu kabul ederiz.

2.    Eğer "Bazı köpekler dost canlısıdır," ifadesinin doğru ol­duğuna inanıyorsak, "Hiçbir köpek dost canlısı değildir," ifa^ desinin de yanlış olduğunun geçerli olduğunu kabul ederiz. Eğer "Bazı kuşların kanatları yoktur," ifadesinin doğru oldu­ğuna inanıyorsak, "Bütün kuşların kanadı vardır," ifadesinin yanlış olduğunu kabul ederiz.

Mantıksal yasa, "Tüm elmaslar saydamdır, " gibi genel ifadeler ortaya koymaya çalışmaktadır. Buna mantık açısın­dan baktığımızda "Bazı elmaslar saydamdır," ifadesinin de doğru olduğunu söyleyebiliriz. Kanıt uzayda ve zamanda her zaman için yereldir, fakat doğa yasaları tamamen genel ola­rak düşünülmektedir. Tüm uzay alanları ve tüm zamanlar b çin herhangi bir istisna olmadığı düşünülür. Herhangi bir ka­nıtın verilen sınırlı alanı içinde onlar nasıl desteklenecektir?

Bu bilmece "tümevarım sorunu" olarak adlandırılmış^ tır. Mantık ve inanç ile uzlaşılan sonuçlar arasında köprü ku­rulamaz bir boşluk olduğu görülmektedir.

Derinlik sorunu

Derinlik sorunu kuramsal açıklamaların pek çok türün de kullanılan kavramların yorumlanmasıyla ilgilidir. Onların pek çoğu gerçekten gözlenemeyen durumları işaret eder gö­zükmektedir. Bu kavramları kullanarak teorik önermelerin doğru mu yoksa yanlış mı olduklarını nasıl bulabiliriz?

Biz bu bulmanın mantıksal kaynağını "tasını" içinde görebiliriz. Bir tasım iki öncül üzerine temellenmiştir. Bunla­rın biri büyük öncül, diğeri küçük öncüldür. Büyük öncül genellikle "Tüm A'lar B'dir" ya da "Hiçbir S, T değildir" gi­bi genel öngörüleri ifade etmektedir. Küçük öncül de başka bir genel öngörü olabilir fakat bilim alanında o genellikle "Bazı X'ler Y'dir" ya da "Bazı X'ler Y değildir" biçiminde gözlem ve deney sonuçlarına dayanan ifadeler içerir. Aristo tasını için geçerliliğin temel ilkelerini ortaya koymuştur. Doğru mantığa uslamlamanın örneklerini analiz etmenin da­ha fazla yolu artık olanaklıdır, fakat basit tasımsal uslamlama bizim amacımız için yeterlidir.

Şu iki örneği karşılaştıralım:

Tüm ördekler dişi kuştur . Tüm dişi kuşlar yumurtlar

Bu durumda

Tüm ördekler yumurtlar

Tüm ördekler taştan yapılmıştır
Taştan yapılan her şey yumurtlar
Bu durumda

Tüm ördekler yumurtlar

Her iki tasım da geçerlidir. Biz her ikisinden de doğru bir ifadeye ulaştık. İkinci taıtışmayı reddediyor olmanız sı­kıntı yaratmaz. Öncüllerin her ikisinin de yanlış olması sorun yaratmamaktadır. Ancak bilimsel kuramlarda her öncülün doğru olması önem taşımaktadır. Biz kuramsal öncüllerin doğruluğunu bağımsız olarak sınayamayız, çünkü varsayımlar ile, bu öncüller olguların gözlenemeyen durumları hakkında­dır. Böylece bizim gözlemlerimiz karşıt kuramlar arasında ka­rar vermemizi olanaklı kılmaz. Onların her biri bilinen göz­lemlere indirgenmiştir. İşte size kördüğüm! Bu, "bilgi ile ku­ramların altbelirlenimi" olarak adlandırılmıştır.

Bu iki sorun, tümevarım ve altbelirlenim, bilimin ger­çekten sağlam olmayan bir zeminde bulunduğu görünümü yaratmaktadır. Bu sorunları çözmek için çok sayıda girişimde bulunulmuştur. Onlar bu güne kadar filozoflar arasında tat­minsizlik kaynakları olarak kalmıştır.

Bazı Felsefi Eleştiriler

Locke'un gerçekçi felsefesi idealar ve nitelikler arasın­daki, zihinde olan ile dünyada olan arasındaki ayırımın ge­çerliliğine büyük ölçüde bağlıdır. Onun görgücülük anlayışı

nesneler içindeki niteliklerin zihin içinde idealara neden ol­duğu iddiasından oluşmaktadır. Onun bedensel metafiziği bi­rincil ve ikincil niteliklerin ideaları üzerine temellenmiştir. Locke'un gerçekçi görgücülüğüne karşı en fazla söylenen e­leştiri Berkeley tarafından ortaya konulmuş olan bedenselcili- ğin temel öncülünün, dünyadaki birincil ve ikincil nesneler ni­telikleri ideaları"nın zihindeki birincil ve ikincil nesneler       ni^_-

lik!erini teşvik etmesidir.

Berkeley'in "idealar" felsefesi

On sekizinci yüzyılın en radikal ve ilginç filozoflarından biri George Berkeley idi. O, 1685 yılında İrlanda'da doğ­muştur. Dublin'de Trinity Üniversitesi'nde eğitim gördü. Bir Anglikandan (İngiliz kilisesine mensup kişi) kutsal emirler al­mıştı. Onun bilimsel çalışmaları ilk olarak algı sorunu üzerine odaklanmıştı. Örneğin en fazla ne kadar uzaklığın görülebilen ceği konusu üzerinde çalışmalar yapmıştı. Onun felsefeye o^ lan ilgisi bu araştırmalarından kaynaklanmaktadır. Bizim ger­çekten var olduğuna inanabileceğimiz tüm şeyler, yalnızca al- gılayabildiklerimizdir demiştir. 1713 yılında döneminin pek çok entelektüelinin yaptığı gibi araştırmalar yapmasına ola­nak sağlayacak bir dizi hami ile çalışmak üzere Londra'dan ayrılmış ve birkaç yıl zengin ailelerin yanında vaiz olarak gö­rev yapmıştır. Bu süreçte İtalya ve Fransa'ya yoğun seyahat­lerde bulunmuştur. 1 728 yılında bir üniversite kurmak ama­cıyla Amerika'ya gitmiştir. Proje finanssal nedenlerle başarı­sız olunca 1 731 yılında İngiltere'ye dönmüştür. Oxford Ü­niversitesinden emekli olmuş ve 1 753 yılında ölmüştür.

Berkeley, Doğal Din savunucularının görüşlerinin bazı- farını paylaşmaktadır. Biz dünyayı yaratan Tanrının kuralları­nı bilmek zorundayız. Böylece bilimin yöntemleri ile doğanın yasalarını keşfedebiliriz.

. Berkeley'in ünlü ilkesi "Olmak algılamaktır," Locke'un idea ve nitelikler değerlendirmesinin öngörülerinin bazıları­nın eleştirel bir incelemesi üzerine temellenmiştir. İdealar zi­hin içinde ve nitelikler madde içinde bulunmaktadır. Birincil niteliklerin ideaları, ikincil niteliklerin olmadığı yerlerdeki uy­gun nitelikleri temsil etmiştir. "Beyaz renkli olmak" gibi bir nitelik bir insan içindeki beyaz duygusunu ortaya çıkarmak i­çin bir güç anlamına gelmektedir. Bu güçler madde içinde bulunan birincil niteliklerin demeti içinde bulunmaktadır. Berkeley'in tartışması büyük bir incelik içermektedir. Onu göstermek için ilk basamak Locke'un ideaları ayırma ile ikin­cil niteliklerin idealarının birincil niteliklerinin idealarından ayrılmasıdır. İdealar ve nitelikler arasındaki ayırım terk edil­melidir. İkinci basamak bu ideaların hareketsiz olduğuna işa­ret etmektir. Ve insanların ideasına neden olan yapı içinde etkin bir rol oynamak için hiçbir gözlemlenebilir maddenin olmamasıdır. Bizim algıladığımız dünya, ideaları içermelidir. O, zihinden bağımsız nitelikleri içermez (Berkeley, 1719).

Samuel Johnson bir taşı tekmeleyerek Berkeley'in fel­sefesine karşı çıkmıştır, "Ben sizi böyle yalanlıyorum!" John- son taşın maddesel yapısını tekmeleyerek onu görebilmek ya da duyumsayabilmekten öte bir şey yapmamıştı. Onu tek­meleyerek taşın kendindeki birincil niteliklerini göstermişti.

Berkeley evren içinde aracı olduğu konusunda ısrarlıy­dı, fakat bu tinsel varlığın bir niteliğinden ibaretti. Otonom bir yapıya sahip toplumlarda aracılar bulunuyordu. Berkeley bu sonuçtan yola çıkarak materyalist psikolojinin karşıt görü­şünü ortaya koymuştur. On sekizinci yüzyılın başlarında or­taya çıkmaya başlayan psikolojiler ahlak ilkelerinin otoritesini zayıflatmıştı. İnsan doğasının materyalistik kavramlarının geli­şimine geri döndüğümüz zaman materyalizmin yükselişini iz­leyeceğiz.

Bilim önemlidir çünkü insan varlığını evreni yaratan ve bir arada tutan tanrının kurallarını kavramasını sağlar. Ancak o ideaların türlerinin eşzamanlı olarak meydana gelmesini ve ilişkilerini ve birbirini doğuran benzerliklerin yapısını ortaya koymaz. Bizim algıladığımız şeyin "arkasında" hiçbir madde­sel töz yoktur, ya da bizim algıladığımız ideaların ya da nite­liklerin herhangi birisi onları bir araya getirecek güce sahip değildir.

Hurııe'un doğal arao ve maddesel töze saldmsı

David Hume 1 71 1. yılında Edinburgh'da doğmuştu. Onun eğitimi düzensizdi, ve sonunda 23 yaşındayken Fran­sa'da La Fleclıe'e gitti. Orada felsefenin büyük yapıtlarından biri olan İnsan Doğasııım İncelemesi (Treatise of Human Na- ture) adlı kitabını İngilizce olarak yazdı. Onun kalitesi yayın­landığı zaman anlaşılamamıştı, ve Hume yazmaya devanı e­derek Edinburgh'da büyük bir kütüphanede çalışmaya başla­dı. O, burada büyük ölçekli İngiltere Tarihi ( Histoıy of Eng- land, 1 754-62) kitabını yazdı. Bu kitap ona ün ve kariyer kazandırdı. O, Paris'te İngiliz Büyükelçiliği'nde Büyükelçi Sekreteri olarak çalışmaya başladı. Yıllar geçtikçe politik ve diplomatik kariyerini pekiştirdi: 1 776 yılında kanserden öl­dü ve ölüm döşeğinde bile din ile uzlaşmayı reddetti.

Bizim maddesel dünya hakkındaki inançlarımızın gücü yalnızca mantık ile kesin bir değerlendirmeden geçen bilim­sel araştırmalardan kaynaklanmaktadır. Mantığın doğru de­dikleri ile bizim inançlarımızın talepleri arasındaki uçurum nasıl aşılacaktır? Metafiziksel düşünceler Gerçekçi bir yakla­şım ile değerlendirilebilir mi?

Hume kendi felsefi analizini basit bir ilkenin üzerine te- mellendirıııişti. O, kendisine bedenselcilerin ve dinanıikçile- rin iki öncü ideasının kaynaklarının ne olduğunu sormuştu. Nesnelerin tüm görünümlerinin arkasında maddesel bir tö­zün ideasına nerede sahip olabiliriz? Bu görünümlerin izle­nimlerini oluşturan nedensel gücün bir demeti olan varsayı­mın kaynağı nedir? Hume'a göre, bir ideanın anlamı, ondan meydana gelen izlenimdir. Eğer bizim inançlarımız psikolojik olarak açıklanabiliyorsa meydana gelmiş öncü idealar psiko­lojik fenomenlerdir, bu durumda biz algılayamayacağımız fa­kat inanmamız gereken bir varlıklar bölgesinin belirleyicileri olarak onların rolünü değerlendirme görevini üzerimize alı­rız.

Burada Hume'un konu hakkında son yazdıkları veril­miştir:

Ancak olayların bir türü, tüm örneklerde, birbiriyle birleştiği zaman, biz diğerinin görünümü üzerinde önceden söylemenin herhangi bir tereddüdü artık yoktur, ve bu uslamlamayı kullanarak herhangi bir madde ya da varlık bizim için bilinir kılmır. Biz, bu durumda bir nesneyi Etki; ve diğerini Tepki olarak adlandırırız. OnlarHl aralarında bir bağlantı olduğu­nu düşünürüz: birinin içindeki bazı güçler yanılmaz bir şekilde diğerini üretir, ve en büyük kesinlik ve en büyük zorunluluk ile işlemde bulunur ...Ancak çok sayıda örnek içinde hiçbir şey yoktur ...yal­nızca, benzer örneklerin bir tekrarından sonra, zihin alışkanlıklar tarafından taşınır, bir olayın görünümü diğerinin hazırlayıcısı olarak düşünülür ve onun stra- dan katılımmm bir nesnesi olarak biz zorunlu bağ­lantı ya da güç ideasını biçimlendiren izlenim ya da duygulara sahip oluruz. (Hunıe, 1777 [ 1 963]: Bö­lüm VIll, Kısım il, s. 59).

Hume, bu ünlü yazısında nedensel ilişkilerin ve neden­sel sonuçların zorunlu görünmelerinin zihnin bir alışkanlığın­dan başka bir şey olmadığını tartışmaktadır. "Nedensel güç" ideası hiçbir gerçek-dünya kaynağına sahip değildir. Onun kullanımı bir mantık konusu değildir, psikoloji konusudur. Nedensel sonuç ideası olayların düzenli örneklerinin uzun bir deneyimi ile var olur.

Hume, benzer bir damarda felsefedeki "töz" kavramı­nın açıklayıcı ve nitelik-taşıyan rolüne saldırmaktadır.

Bir tözün ideası ...hayal gücü ile birleştirilmiş o­lan basit bir toplamından başka bir şey değildir. Onlara verilmiş olan bazı adlar vardır, ve onlar bu şekilde yeniden çağnlmaktadır . . . bu tözü oluştu­ran belli nitelikler ortak olarak bilinmeyen bir şey i­çin isnat edilmiştir. (Hume, 1739 [ 1965]: kısım 1, Bölüm VI).

Yalnızca psikolojik çıkış noktası olan güç ideası değil, töz ideası da eleştirilmektedir. Böylece doğanın bir metafiziği için her iki aJternatif insan varlığından ve onların düşü.ncesin- den ayn bir gerçeklik olarak ortaya konulmaktadır.

Hume'un tartışma yöntemi gerçekten çok basittir. Herhangi bir ideanın gerçek içeriğini bulabilmek için biz onu meydana getiren izlenimine bakmalıyız. Söz konusu olan iki durumda nedensel güç ve maddesel töz açısından, Hume iz­lenimleri meydana getiren şeyin, onun dünyasal olguların bir durumu değil, psikolojik bir fenomen olduğunu göstermeye çalışmıştır. "Etkin güç" ve "gözlemlenmeyen töz" kavramları bizim sahip olduğunu düşündüğümüz anlamlara sahip değil­dir. Onlara bu anlamı veren şey, Gerçekçi felsefe içinde on­lara verilmiş olan yerdir. Onları bir kenara bırakın ve bu fel­sefe, onun en önemli kavramlarından yoksun kalacaktır.

Bu, bilimsel gerçekçiliğin ölüm fetvasına benzemekte­dir. Hayali gerçek için hiçbir zemin yoktur fakat algılanama- yan bedensel (moleküler) yapılar vardır.

Hume'un dinamikçilik eleştirisi, doğal bilimlerin felsefi yapıları üzerinde çok az etkide bulunmuştur. Her ne kadar Kant yaptıklarının çoğunu Hume'a borçlu olsa da, O Hu- me'un nedensel güçlerin gerçekliğini reddetmesi düşüncesini takip etmemiştir. Gerçekten de Kant kendi Doğal Bilimin Me- tafiziksel Yapılan (Metaphysical Foundations of Natura! Sci- ence, 1788) kitabmda maddenin dinamikçi kuramı üzerinde çalışmalarını yürütmüştür. Locke'un anladığı madde ya da herhangi bir birincil nitelik yoktur. Bütün nitelikler ikincildir, güçler diğer yapıları ve insan duyularını etkilemektedir. Kant, Locke'un tersine olarak, çekici ve uzaklaştırıcı güçlerin temel olduğunu, bunların birincil niteliklerin demeti içinde bulunmalarına gereksinim olmadığını söylemiştir.

Nedensel güçlerin gerçekliği sorusu, felsefe alanında hala canlı olan bir konudur. Ancak ne olursa olsun Hume'un felsefesinin ikna ediciliği önemli bir gelişim üzerinde, olgucu­luğun yükselişinde bir etkiye sahip olmuştur.

OLGUCULUĞUN YÜKSELİŞİ

Olguculuk (pozit1vism) düşünceden kesinliğe bir geri çekiliş olarak düşünülebilir. O, en küçük bir itme gücü, dav­ranış ya da zihin çerçevesi tarafından çeşitli felsefi töz ve tar­tışmalarda kendisini ifade eden bir felsefi akımdır. Olguculuk akımının yirminci yüzyılın ilk yarısında popüler olmasını sağ­layan on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıla dair birkaç kay­nak bulunmaktadır.

Hem Berkeley hem de Hume olguculuğun kurucuları olarak adlandırılmalarına karşın, İngiliz görgücülüğü Avrupa kıtası üzerinde hiçbir zaman uç noktada anti-kuramcı bir du­ruş geliştirmemiştir. Fransa'da olguculuk bir toplum bilimi­nin olanaklılığı için zorunlu koşullar üzerine düşünceler ile başlamıştır. Almanya ve Avusturya'da Hegel düşüncesine karşıt bilinç içinde başlatılmıştır, ve insan davranışının tüm a­lanları için doğal bilimlerin ussallığı ve görünür gücünü ge- nelleştirnıe amacındadır. Olguculuk modernizmin merkezin­de bir yaşam biçimi olarak görülmektedir. O "bireysel insan yaşamı ve özgürlüğü üzerine en yüksek değere sahip dünya­nın bilimsel bilgisi ve değerin ussal bilgisi üzerine kurulmuş­tur ve böyle bir özgürlük ve ussallığın toplumsal ilerlemeyi yönlendireceği düşünülmektedir ( Cahoone, 1 996: 12).

Metafiziksel Olguculuk

Fransız olguculuğu on sekizinci yüzyılın eleştirel felse­feleri ve kilise karşıtı tutumundan gelişmiştir. Her ne kadar olgucular bilginin kaynağı olarak duyumlarına güvenseler de, onlar daha çok din eleştirisi niteliği taşıyan ahlak ve politik il­kelerin farklı görüşlerine sahiptir.

Fransız olguculuğunun merkez kişiliği Auguste Com- te'dur. O, 1 798 yılında Montpellier'de doğmuştur. Eğitimi­ni Paris'te Ecole Polytechnique'de almıştır. 1 818 yılında ö­zel öğretmen olarak çalışırken Saint-Simon ile tanışmış ve o­nunla uzun tartışmalar yapmıştır. 1 825 yılında kısa sürecek bir evlilik yapmıştır. Kendi sistemini konferanslar aracılığı ile yaygınlaştırma girişimi de kısa sürecektir. O, genellikle işsiz­dir. Yaşantısının son yıllarında İngiliz arkadaşları, özellikle John Stuart Mil! tarafından destek görmüştür. 1 8 5 7 yılında ölmüştür. Mili ve Harriet Martineau ile arkadaşlığı konusun­da şanslıdır. Martineau onun çalışmalarını İngilizce'ye çevire­rek Fransa dışında da tanınmasını sağlamıştır.

Comte kendi felsefesini anlayış yolunun üç aşamalı bir gelişim ideası üzerine kurmuştur. Bu aşamaları betimlemek ya da tarihsel safhalar olarak ortaya koymak yerine, onları zihnin durum ya da tutumları olarak adlandırmayı tercih et­miştir, çünkü etrafında tartıştığı kişilerde üç temel şeklin tü­mü içinde düşünen insan örnekleri görmüştür. "Dinbilimsel zihin durumu"nda bir kişi "doğaüstü aracıların sürekli ve keyfi davranışları" terimleriyle açıklama yapmaya çalışır. (Comte, 1830-42 [1853]: 5). Sonraki daha gelişmiş bir zi­hin durumu olarak ilkinin bir şekil değişikliğinden başka bir şey değildir. Doğaüstü güçler "tüm fenomenleri kendi kendi­lerine gözlemleyebilen onları yükseltme kapasitesine sahip . soyut kuvvetler" tarafından yer değiştirmiştir. Üçüncü ya da olgucu durumda, insan zihni "uslamlama ve gözlemin iyi bir birleşimi ile fenomenlerin gerçek yasasını keşfetme çabasında bulunur."

Çarpıcı bir bölümde (Comte, 1853, I: 23) "Biz feno­menlerin gerçek nedenlerini açıklar gibi görünmüyoruz, bu zorluğu daha da ileri götürmekten başka bir işe yaramaz" demiştir. Newton'un Yerçekimi Yasası fenomenlerin büyük bir çeşitliliğini bize gösterebilir. "Bunların her birinde dünya­nın yüzeyindeki bir yapının ağırlığı ...farklı bir bakış açısıy­la değerlendirilmektedir," (s. 26). Comte'un görgücülüğü öylesine sağlamdır ki elde edilemeyen bilginin birinci örneği olarak yıldızların kimyasal bileşimini seçmiştir.

Toplum yasaları, maddesel doğanın yasalarının keşfe­dilmesinde kullanılanlarla tanı olarak aynı yöntemler tarafın­dan keşfedilebilir olmalıdır. Bilimsel bir sosyolojinin oluştu­rulması olanaklı olmalıdır. Gözlem, deney, karşılaştırma ve tarih olarak dört yöntem ile, herhangi bir gözlemlenemez nedeni göz ardı etmeksizin toplum yasalarına ulaşılabilmeli- dir. Anc.ık bunun yapılabilmesi için dinbiliııısel düc;ünceden olgucu "zihin durumu"na geçilmesi gerekmektedir. Comte döneminin batıl inanışlarının yerine doğru bir dinin oluştu­rulması savunulmuştur.

Ancak ne olursa olsun, zihnin olgucu tutumunu be­nimsemek bir ahlak sistemine yönlendirecektir. Eğer biz fe­nomenlerle kuşatılmışsak gerçekte ne olduğunu, ve ne olabi­leceğini nasıl bilebiliriz? "Zihin durumları"nın üç katlı şema­sına göre ilerleme dinbilimselden olgucu olana geçmek zo­rundadır. Yeni bir toplumsal ahlak anlayışı oluşturabilmek i­çin Comte bunun yeterli olduğunu söyler. Zihnin olgucu du­rumunda insan doğasının gerçek ahlaki yapısı toplumsal iliş­kilerde egemen olacaktır. Böylece görülemeyen kuvvetler i­çindeki batıl inanışlar aşılmış olacaktır. Bu, "ilerleme yasa- sı"dır. Sosyoloji devletin hasta olduğu bir tıp gibidir. Doğal sağlığa ulaşılabilmesi için müdahale yapılması gerekmektedir. Comte bu yapı içinde dinin rolünün destekleyici bir ahlaklılık olduğunu düşünmektedir. Bunun avantajını kullanabilmek i­çin, yeni din içinde yapılması gereken uyarıları sıralamıştır.

Mantıksal Olguculuk

On dokuzuncu yüzyılda Alman felsefesinin öyküsünde biz bilimsel araştırmalar, pozitif bilim üzerine temellenmiş o­lan bilgilere ilişkin iddialar arasında büyük bir karşıtlığa sahi- bizdir. Burada Alman olguculuğu Alman idealizmi ile çelişki halindedir. Biz Alman idealizmini daha sonraki bir bölümde ele alacağız.

Mach ve duyumsalctlık

On dokuzuncu yüzyıl olgucu yazarlarının tümü arasın­da hiç kuşku yok ki Ernst Mach filozof ve bilim adamları i­çinde en etkin olanıdır. Onun çalışmalarının üçü, Mekanik Bilimi (The Science of Mechanics, 1 893), Duyularm Analizi (The Analysis of Sensations, 6. baskı, 1906) ve Popüler Bi­limsel Konferanslar (Popular Scientifıc Lectures, 1 894), çok yaygın bir şekilde okunmuş ve, hemen diğer dillere çevril­miştir, ve daha sonraki onyıllarda sıkça alıntılar yapılmıştır. Mach 1838 yılında Moravia'da doğru. Viyana Üniversite- si'nde eğitim gördü. Daha sonra geleneksel bir akademik ka­riyer izledi. Graz, Prag ve son olarak Viyana üniversitelerin de öğretim görevlisi olarak çalıştı. Fizik ile ilgili çalışmalarının çoğu gazların davranışı ile ilgiliydi. Bunlar arasında ses ötesi hızlara sahip gazlar da bulunmaktadır. Sesten hızlı uçan uçak­ların hız birimi olarak onun adının kullanılmasının nedeni bu- dur. Kardeşi Leopold'un buluşu olan Görecelilik kavramına karşı açık bir düşmanlık beslemiştir. O, 1 916 yılında elekrs romanyetizma üzerine büyük çalışmasını bitiremeden ölmüş­tür. Viyana Dairesinin mantıksal Olgucularının en karakteris­tik tezlerinden çoğu, Mach'ın yazılarında açık bir şekilde fors mülleştirilmiş olarak bulunmaktadır.

Mach'ın olguculuğu bilgi sorunları üzerine felsefi dü­şüncelerden kaynaklanmaz, o doğal bilimler konusunda göz- lemlenemeyen alanı ortaya koymak amacıyla yapılan fizik ça­lışmalarının bir uzantısı olarak belirlenmiştir. O, projesini çok açık bir şekilde betimlemiştir.

Benim ["kütle"] tanımın fenomenlerin karşılıklı et­kileşimini oluşturmak için çaba gösterilmesinin so­nucudur. Ayrıca tüm metafiziksel engellerin orta­dan kaldırılmasına çalışılmıştır. (Mach, 1 883: 267).

Onun yöntemi basitti. Fizikteki tüm kavramları göster mek için görülebilir ve elle tutulur yapıların karşılıklı etkile­şimleri ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bir yapı içindeki mad­de miktarı olan Newtoncu kütle yalnızca bir mutlak değil, aynı zamanda, Mach'ın terimleriyle, gözlenemez olduğu için metafizikseldir. O, bir "mekanik mitoloji"den bahsetmekte­dir. Atom, matematik işlemlerinde olduğu gibi fenomenleri temsil etmek için bir aracın kullanılmak zorunda olmasıdır. " (Mach, 1 894: 205). Bu bakış açısını özetlemek gerekirse, Mach doğa yasalarının "bilimsel bilginin iletişimi" için araç­lardan başka bir şey olmadığını iddia etmiştir. Bu, düşünce i­çindeki gerçeklerin taklidi olarak bir yeniden üretimidir. (Mach, 1 894: 192).

Ancak fenomenler, gerçekler nelerdi? "Gerçekler ala­nını incelerken, biz mozaiğin basit saydam öğelerini keşfede­riz." (Mach, 1 894: 194 ). Mach'a göre, tek olgucu bilgi, kişinin kendi duyularının bilgisidir. Burada bir tekbencilik (solipsizm) sorumluluğundan, onun tek yer kaplayan olduğu bir dünya yaratımından nasıl kaçınılabilir? Bu tehlikelerden haberdar olarak, o maddesel nesnelerin dünyası için bir yer bulmaya çalışmıştır.

Viyana Dairesi

1 920'li yılların başlarında, bir grup Avusturyalı ve Al­man filozof, fizikçi ve matematikçi Moritz Sclılick ( 1882­1936) başkanlığında düzenli olarak toplantılar yapmaya baş­ladılar. Onların açıkça belirtilmiş olan amacı doğal bilimlerle uzlaşmayan fakat onların yöntem ve ideallerini paylaşan bir felsefe biçimi geliştirmekti. Grup kendisini "Viyana Dairesi" olarak adlandırdı. Onlar açık ve güçlü bir şekilde aııti-Hegel- ciydi. Kendilerini Almanca konuşulan üniversitelerin Hegelci katılığına karşıt bir güç olarak görüyorlardı.

Felsefenin "bilimsel" bir biçimini oluşturma amacını gerçekleştirebilmek için yapmaları gereken ilk görevin meta­fizikten arınmak olduğunu düşünüyorlardı. Deneyler aracılığı ile elde edilen bilginin yanında metafiziğe herhangi bir şekil­de yer yoktu. Onlar, Mach'ın olgucu görüşlerine hayranlık duyarak, duyu organlannı ya da özel deneyimlerini bilginin temeli olarak ortaya koymaya çalışmışlardır.

Her gözlemci kendi içeriği ile doludur ...kendi simgelerine yegane bir anlam vererek, ve bir çocuk olarak içeriğini doldurarak yalmzca kendisine veril­miş olan şeylerin ana hatlarım çizebilir. (Schlick, 1 932, Passmore'dan alıntı, 1957: 376)

Olgucuların metafizikten arınma tekniği basitti. Eğer yalnızca bir doğrulama yöntemi ile önermenin anlamlı oldu­ğu betimlenebilirse önermenin doğru olduğundan söz edile­bilirdi. Bütün dinler ve Hegel felsefesinin çoğu bu sınamada başarısız olmuşlardır.

Anlamlı bir sorunun olduğu yerde her zaman için çözüme doğru giden bir yol vardır. Bu yol onun an­lamı ife birlikte bulunmaktadır ...Çözüme giden yolun doğrulama edimi eninde sonunda aynı sonu­ca ulaşacaktır: anlık deneyim aracılığı ile tanımsal bir gerçek ortaya konulacaktır. (Schlick, 1959: 56).

Etik problemlidir. Ahlaki düstur nasıl doğrulanacaktır? Dairenin sonunda tercihlerin ifadesinin bir maddesi olarak ahlaki düşünce gelmiştir.

Anlamlılığın doğrLılama ilkesi kısa zaman içinde tanışıl­mış ve Daire dışından pek çok filozof tarafından benimsen­miştir. O, anlamlılığın bir ölçütü mü, yoksa bir önermenin anlamını keşfetmek için bir formül müdür? Bir önermenin mantığı az ya da çok onu gerçekleştirmek için uygun yöntem midir? Daire yaygın olarak doğrulama ilkesinin ikinci versiyo­nunu savunmaktadır.

Grubun üyeleri, tartışmaların yapısının analizini yap­manın tek yolunun forma! mantık ilkelerini kullanmak oldu­ğunu düşündükleri için, onlar kendi konumlarını "mantıksal olguculuk" olarak adlandırmaya başlamışlardır. Bu düşünce İngilizce konuşulan dünyaya A. J. Ayer'in (1910-92) best seller olan küçük kitabı Dil, Doğruluk ve Mant1k (Language, Truth and Logic, 1 936} ile aktarılmıştır. Onun aracılığı ile Viyana Dairesi bu dönemde Batı felsefesinde popüler olmuş­tur. 1 930'1u yıllarda Nazi rejimi ile Yahudiler ve liberallerin baskı görmesi ile Viyana Dairesi üyelerinin pek çoğu Amerim ka Birleşik Devletleri'ne gitmişlerdir. Orada mantıksal olgu­culuk, pragmatizm ile karşılaşmış ve felsefi çözümlemenin başlıca aracı olarak mantık ideasını almışlardır.

Olguculuk Pragmatizm ile Karşılaşıyor

Amerika Birleşik Devletleri'nde olguculuğun etki altın­da kalmasının öyküsü Amerikan pragmatizminin dayandığı "pragmatik" ilke ile başlamalıdır. Her ne kadar C. S. Peirce ( 1 8 39^ 1 914) pragmatist hareketin en derin idealanna sa­hip olarak değerlendirilse de, gerçek ve uygulama arasındaki pragmatist ilişkilerin en makul düşünceleri William James'e ( 1842-191O) borçluyuzdur. Bir önermenin doğruluğu o­nun işlem içindeki rolü ile belirlenir. Bu formülleştirme Ja- mes'e anlamlılığın alanı içinde dinsel ifadelerle işbirliği yap­ma olanağı sağlar, çünkü onlar gündelik yaşantının uygula­maları içinde bir yere sahiptirler. Peirce, James için çok uzak olan, anlaşma ve uzlaşma için basit bir şekilde gerçeği başla­mıştır.

Viyana Dairesi öğretisi, doğrulamanın tek yönteminin onun anlamını ortaya koyan bir önerme olduğunu savun­maktadır. Onlar Amerikan sahnesine Viyana'dan gelmiş o­lan göçmenler olarak, kendilerini evlerinde gibi hissederek doğru bildiklerini savunma cesaretinde bulunmuşlardır. Aynı zamanda genç Amerikan filozoflarının bir ikisi de, onların düşüncelerini geliştirmeye çalışmışlardır. Bunlar arasında Harvard'da eğitim gördüğü için Russell'in "Matematiksel fel- sefesi"nden haberdar olan W. V. Quine (d. 1908) bulun­maktadır. Quine ( 1953) varlık alanlarını belirlemek için mantıksal bir ölçüt kullanmasıyla tanınmaktadır. Rudolph Carnap ( 1891-1970) gibi mantıksal olgucular böyle bir at­mosfere kolayca uyum sağlamışlardır.

Sonuç

Dünyanın zihni şekillendirmesi ideası, birbirinden farklı iki felsefeye çok şey borçludur. Eğer dünya yalnızca duyum­lar aracılığı ile insanlar için varsa, onlar kendi algılama organ­larıyla bunu anlarlar. Biz görgücülerin nasıl iki ekole ayrıldık­larını gördük. Bunlar gerçekçiler ve olguculardır. Gerçekçiler bilim yöntemlerinin duyu bağlarının ötesine nüfuz edebilece­ğine inanırlar. Onların dünyanın algılanamaz bölgelerinin gü­venilir bilgilerini vereceğini düşünürler. Gözlemlenebilir fe­nomenlerin açıklaması için temeUer burada bulunmaktadır. Algılanamayan moleküllerin dansı gazların, sıvıların ve katıla- rın gözlemlenebilir davranışı ile açıklanmıştır. Doğal din sa­vunucuları için, tanrının kendisi bilimsel yöntemlerin uygula­ması ile açıklanabilir. Olgucular istemeden de olsa, algılana­bilir şeylerin ötesine adım atmışlardır. Atomlar, ya da kuv­vetler ya da tanrılar gibi algılanamaz olarak görünen kavram­lar bizim düşüncemize yardımcı olacak en iyi araçlardır. Hiç­bir koşulda onlar kesin doğru olarak ele alınmamalıdırlar.

Zihin ve Kozmos:

Ussalcılık ve Gelenekçilik

Dünyanın insan zihni tarafından şekillendiğine dair pa­radoksal bir düşünce oluşmaya bağlamıştır. Ben bunun daha az dramatik bir düşünce olduğuna inanıyorum. Biz Doğal Din savunucularının Tanrının elini maddesel dünyadan nasıl çekmiş olduklarını görmüştük. Ortaçağdan, itibaren yoğun bir şekilde rağbet gören düşünce ise bir tanrısal yaratıcının zorunlu olarak olması gerektiği yönündedir. Descartes ve Le- ibniz bu düşünceyi kullanarak farklı derecelere ulaşmışlardır. İnsan varlığı maddesel dünyanın, onu yaratan Tanrının zo­runlu doğası üzerine düşünerek evrenin kesin bilgisine ulaşa­bileceğini varsaymaktadır. Maddenin bu görüşüne göre, dünya ve insan zihni hala birbirinden bağımsız olarak vardır­lar, fakat insan varlığı onun öncü karakterlerini keşfetmek i­çin dünyayı incelemek zorunda değildir. Düşünmek yeterli o­lacaktır.

Bu düşünce çizgisi farklı bir şeyi geliştirmiştir. Kant ve onun görüşünü paylaşan uzun bir frlozotlar dizisi dünyanın varlığının, insanın bildiği gibi, insan zihninin etkinliği ile şekil­lendiğini ortaya koymaktadır. Kant, şekillendirmenin insan zihninin yaradılışından gelen özellikler tarafından gerçekleşti­rilmiştir. İnsanoğlu her şeyin deneyimine halihazırda sahiptir. Algılanmış dünyanın ortak niteliklerini sentezleyebilmek için duyuların akışına gereksinim vardır. Aynı "anda" zihin ayırt edici ve düzenli düşünceleri olarak zihnin içerikleri insan var­lığı tarafından belirlenmektedir.

Kant bu durumu şöyle ifade etmiştir: "İçeriği olmayan düşünceler boştur, kavramı olmayan sezgiler ise kördür."

Dünya insan varlığı için yaratılmıştır. Dil gelenekleri, matematik ve diğer simgesel sistemler beş duyu için olanaklı dünyanın soyut yapısını bizim için olanaklı kılmaktadır. Mad­desel dünya içinde her yerde geçerli olan ilkelerin zorunlu olduğunu öne süren ussalcılara karşı, gelenekçiler bu tür ilke­lerin yalnızca i<lilti.irel olarak tutarlı ve göreceli değil, aynı za­manda son derece kendiliğinden olduğunu iddia etmektedir.

BİLGİNİN USSALCI DEĞERLENDİRMESİ

Descartes ve Tanrının Değişmezliği

Descartes'in yazılarının pek çok yerinde maddesel dünyanın belli başlı genel yasalarını kanıtlamak için Tanrısal Doğa hakkında varsayımlar kullanılmıştır. Mekanik yasalarına göre Tanrının değişmezliği temel ilkedir. Descartes'a göre bir beden kendisinden "daha zayıf" olan bir beden ile çarpıştığı zaman diğer bedenin hareketinin bir miktarı kaybolur. Des- cartes'ın toplam hareketin korunması genel yasasına göre bu bölümüıı.-kanıtı aşağıdaki gibidir.

Tanrmm işleyişinin değişmezliğinin kanıtları olan ya­sa, yaratımın özgiin edim ile özdeş olan bir hareket aracılığı ile siirekli olarak diinyayı korur ... başlan­gıçta Tanrınm yaratmış olduğu cünya, dünyanm farklı bölümleri için çeşitli hareketleri bildirmekle kalmaz, aynı zamanda parçalar arasındaki hareketin karşılıklt itme gücünü ve dönüşümünü üretir. Böy- lece, Tanrt, onu yaratttğı zaman ile aym yasalarla u­yum içinde olarak ve aym edim ile dünyayı koruya­rak, maddeye sürekli olarak karşılıklı dönüşüm sağ­lamaktadır. (Descartes, 1647 [1985]: 243).

O, dünyayı kendi yarattığı aynı yasalarla koruduğu i­çin ve değişmediği için, hareket yalnızca yaradılıştan ve mad­denin parçacıklarının sabit niteliği yasası değil, aynı zamanda toplam hareketin her zaman için aynı olduğuna dair başka bir yasa da geçerlidir. Eğer böyle olmasaydı, tanrı değişmiş olacaktı.

Leibniz bu düşünce çizgisini bir adım daha ileriye taşı­mıştır.

Leibniz ve Zorunlu Dünyalar

Gottfried Leibniz 1 646 yılında Leipzig'de doğdu, aka­demik bir aileden geliyordu. Resmi eğitimini 20 yaşında ta­mamladı. Akademik bir kariyere devam etmedi, bunun yeri­ne Hume gibi, çeşitli işlerde çalışarak hayatını kazandı. Hem matematik hem de felsefi düşüncelerde olağanüstü bir gizem bulunduğunu düşünüyordu. Diplomatik bir görevle gittiği Paris'te önde gelen Fransız filozof ve bilim adamlarıyla tanış­tı. Daha sonra İngiltere'yi ziyaret etti. Yolculukları sırasında uluslararası bilim adamları topluluğu ile tanışma fırsatı elde etti. Tanıştığı bilim adamlarından biri Newton'du. Onunla din ile ilgili konularda görüş ayrılığına düştüler, mutfak za­man ve uzamın gerçekliği gibi fiziğin felsefesi konularında da bazı görüş ayrılıklarına düşerek yollarını ayırdılar. Leibniz da­ha sonra bir kütüphanenin sorumlusu oldu ve kütüphanenin kaynaklarını çoğaltmakla uğraştı. Bu görevi onun çok sayıda­ki projesini askıya almasına neden oldu. O, 1716 yılında ciltler dolusu yayımlanmamış yazı bırakarak, hayata gözlerini kapadı.

Leibniz'in Tanrı ile maddesel evren arasındaki ilişkiye dair antik dönem sorusu, sıkı sıkıya görgücülük-karşıtıdır. O, evrenin Tanrının yaratımı olduğuna inanmaktadır. Maddesel dünyanın karakteri kendi yaratıcısının doğasını yansıtmalıdır. Tanrı mantık yasalarıyla uyumlu olandan farklı bir şekilde düşünülmelidir. Mantık ilkeleri üzerine düşünme Tanrının dünyasının kendisine benzer bir yapıyı ortaya koymasını ge­rekli kılmaktadır. Leibniz'in 1 71O yılında yayınladığı Theo- dicy adlı çalışmasında yapma girişiminde bulunduğu şey de budur.

Mantık yasalarının bir hiyerarşisi ile tek olanaklı dün­yanın bu dünya olduğu düşüncesine ulaşmıştır. Tanrı evren içinde bundan daha mantıklı ve mekanik bir yapı kurmamış­tır. Biz olanaklı dünyaların çokluğu ideası ile başlayabilir ve adım adım onları yalnızca bire indirgeyebiliriz. Her bir basa­mak daha güçlü mantıksal ilkelerin bir uygulamasını içermek­tedir.

Olası dünyaların çokluğu içindeki ilk kesim Çelişmezlik Yasası uygulanarak gelir. "Hiçbir şey aynı anda hem A, hem de A-değil olamaz." Bu ilke tüm çelişen dünyaları ortadan kaldırır. Bu dünyalar, eğer varlarsa, aynı anda birbiriyle çeli­şen bir yapıya sahip olamazlar. Bu doğal olarak sözcükler ü­zerinde bir oyun oynanmasıdır, çünkü biz böyle bir dünyayı hayal bile edemeyiz.

İkinci kesim birbiriyle çelişmeyen dünyaların kalanları­nın Yeterli Us Yasası ile sağlanmasıdır. Bu, yeterli usa sahip olmayan tüm dünyaların elenmesine yol açacaktır. Örnek o- ıarak Leibniz'e göre, dünya uzam ve zamanın mutlak bir çokkatlılığı içinde bulunmaktadır. Tamamen tek bir uzam ve zaman içinde, bir yerde dünyayı yaratmak ve başka bir za­man diğerini yaratmak için hiçbir neden olmayacaktır. Bir yer ve diğeri arasında hiçbir fark bulunmamaktadır. Bizim dünyamızın uzam ve zamanı yeterli us yasasını bozmaksızın mutlak olamaz.

Gelişme olmayan, us ile desteklenmiş olanaklı dünya­lar dizisi içindeki üçüncü kesin Farkına Varılmayanlarııı Öz­deşliği Yasası ile sağlanır. Bu yasa, tüm nitelikleri paylaşan iki varlık olarak görüldüğünde, onların gerçekte yalnızca bir var­lık olduğunu ortaya koymaktadır. Ya da şöyle söylenebilir: Her varlık bazı açılardan birbirinden ayrılmalıdır. Bu ilkeyi yorumlamada bazı sorunlar bulunur. Maddeye daha yakın­dan bakmadıkça tüm dünyalar yalnızca sayısal olarak birbi­rinden farklı gözükecektir. Bu, dünyaların bağımsız ve ayn varlıklar olmasını gerektirir, fakat onlar tanı olarak benzer ni­telikler taşımaktadır. Her bir olası dünya diğerinden farklı ol­malıdır.

Tüm çelişmeyen, us-destekli, özdeş olmayan olası dün­yalar dizisi içinde dördüncü ve son kesim Maksimum Birlik­telik Yasası ile sağlanır. Bu yasa Tanrının başka bir şey yarat­mış olabileceği ilkesi üzerine dayanmaktadır. Böylece, yara­tılmış olan dünya birlikte var olabilecek varlık ve durumların maksimum oranını içermelidir. Bu ilke karşılıklı olası durum­ların nıaksimuııı çeşitliliğinin var olduğundan daha azına sa­hip olan tüııı dünyaları elemektedir. Leibniz'e göre, yalnızca tek bir böyle dünya vardır, ve bu da bizim üzerinde yaşadığı­mız dünyadır. Bu sonuç şöyle bir ifade ile belirtilir: "Bu, ola­sı dünyaların en iyisidir." Bu, Voltaire'in Leibniz ile alay et­mesine neden olacaktır. Caııdide ( J 759) kitabında absürd Dr. Pangloss Lebniz'i temsil etmektedir ve Candide'in başına başka bir felaket geldiği zaman bunun ofası dünyaların en iyi­si olduğunu söyleyerek onun teselli eder.

Bu gün bu ifade yanlış anlamalara sebep olabilir. Leib- niz bu dünyanın mantıksal olarak en iyisi olduğunu söyler. Onun ahlak nireliğinin sorununun insan varlığı tarafından çö­züme kavuşturulması olanaksızdır, çünkü Tanrının planı kav­ranılmazdır. Tanrının yarattığı bir evren içinde kötü olarak görünen şeyler gerçekte iyi olmalıdır, bizim yapmamız gere­ken yalnızca doğru bir şekilde bakmaktır.

Zorunlu ya da kendini kanıtlayan ilk ilkelerden madde­sel dünyanın doğasına tümdengelim projesi uzun süreli bir büyülemesi olmuştur. Biz Leibniz'in, Descartes'in ( 164 7) yaptığı gibi aceleci olmak yerine beklemeyi tercih etiğini gö­rüyoruz. Descaıtes kendi mekanik yasaları tümdeııgelimini Tanrının değişmezliği üzerine temellendirirken, Sir Aıthur Eddington (1935) "grup kuramı" adlı bir matematiksel sis­temin belli genel özeliklerinden programı oluşturma girişi­minde bulunmuştur. Grup kuramı, verilen bir yapının daya­nabileceği tüm olası dönüşümleri belirtmenin bir yönetimi­dir. Eddington maddesel dünyanın tanımlayıcı özelliklerinin tümdengelimi sistemi üzerine sınırlamaları ifade etme yolu o­larak kullanmak için denemiştir.

Bağımsız bir dünyanın temel karakteristik yapısını oıta- ya koymayı denemek için bir yol, onun var olması için zo­runlu olan koşullar üzerine düşünmektir. Biz dünyayı algıla­dığımız zaman inandığımız başka bir şey, ister bizim zihnimiz­de, isterse Tanrının zihninde olsun, ilkelere göre onun oluş­ması ya da yeniden oluşmasıdır. Dünya bizim kendi yaratınıı- mızın önemli bir görünümü içinde olursa ne olur? Kant dün­yanın a priori ilkelerinin Tanrının zihninden insan varlıklarının zihnine tasarlandığını söylemiştir. Oıtak bir mirasa zorunlu 1 olarak sahip olarak herhangi bir tür deneyim mantıksal ko­şullarını yansıtan dünyaların sentezini yapmak için kurallar olduğundan, insanlar bir oıtak dünya oluştuıınuşlardır.

GELENEKÇİLİK:

ZİHİN DÜNYAYI ŞEKİLLENDİRİYOR

Gelenekçiler dünyanın yaradılışı içinde kavramlara du­yuların üzerinde öncelik vermişlerdir. Gelenekçiler, tanrının zorunlu doğası içindeki dünyayı şekillendiren koşullara odak­lanmış olan Descartes ve Leibniz'in aksine, bu koşulları insan olarak görmüşlerdir. Bir açıdan Kant da bir. gelenekçidir. A priori düzenleyici ilkeler, deneyimin olanaklılığı için mantık­sal koşullar içinde kök bulmasına karşın, dünyayı bilme açı­sından insan varlığı ile gerçekleştirilirler. Başka bir açıdan o a priori kavramsal sistemin tüm olası yargılama biçimleri üzeri­ne mantıksal sınırlardan kaynaklandığını düşündüğü için bir ussalcıdır.

Gelenekçiler deneyimin belirlenmesinde Kantçı kav­ram öncelliğini paylaşmaktadır. Ancak yine de onlar kav­ramlar sistemini, geleneklerin birkaç olası seti arasında bir se­çeneğin sonucu olarak ele alırlar. Örnek olarak, uzayın do­ğası, maddesel şeylerin düzenlemesi içinde onun deneyimini yaşadığımız gibi, Öklid geometrisinin ilkeleriyle uyum içinde olan bir kavramlar sistemi içinde ifade edilir. Matematikçiler uzam deneyimimizin düzenlenmiş olabileceği diğer tutarlı ge­ometrileri bulmuşlardır. Bu alternatiflerin birisi olan Rieman- nian geometrisi fizikteki uzamsal ilişkiler hakkında düşünme yolunu tercih etmiştir. Başka bir örnek vermek gerekirse, biz insanları yetişkinler, gençler ve çocuklar olarak belli bir şekil­de yaş gruplarına ayırırız. Tarihçi Phlippe Aries ( 1962) bi­zim kategorilerimizin, bizim kendi kültür tarihimiz içinde bi­le, kesinlikle evrensel olmadığını göstermiştir. Bu, onların ge­lenekler olduğunu düşünmemiz için bir yol olabilir. Onlar "olgular" tarafından bizim üzerimizde kuvvette bulunmamış­

..

!ardır. Ya da insan zihninin evrensel nitelikleri olarak gözük­mezler. Burada deneyimin olasılığının mantıksal koşullannın bazıları ifade edilmiştir. Diğer olasılıklar arasından seçilmiş o­larak onların uygulaması bizim algıladıklarımızın bölünmesi ve gruplandırılması için araçlar sağlayarak şimdi algıladığımız olguları ortaya koyacaklardır. Ancak dünyayı şekillendirme­nin bu yolu farklı olabilir.

Gelenekçilerin olgulann yaradılışına olan tutumlarının kuweti basit bir benzetme ile, bakteri camı tekniği betimle­nebilir. Bakteri hücrelerinin iyi bir yapısının özellikleri farklı camların seçimi ile gün ışığına çıkartılabilir. Her bir yapı ger­çek bir yapı içinde meydana getirilmiştir, fakat içsel yapıların tümü bir anda görülemez. Bizim gördüğümüz şey, camın ü­zerine koymayı seçtiğimiz şeydir. Nesne, nitelik, ilişki, yapı ya da oluşumun bazı türlerinin bir örneği olarak gözlemlene- bilen ve kimliği ortaya konulabilen şey, fenomeni daha da i­leriye taşıyacak olan araçlar ve onu betimleyebileceğimiz kavramların bir işlevidir. Bu durumda, bilim, Whilliam Whe- well'in ( 1 860} uzun zaman önce işaret etmiş olduğu gibi, gözlemler (olgular) ve kavramlar (idealar) arasında bir dön­güdür. Bilim, dünya ile insanlar arasındaki sürekli bir etkileşi­min sonucudur. İnsanlar ona yanaşmak için çeşitli aletler, a­raçlar ve kavramlar kullanırlar. Dünyanın gösterdiği şey, bu araçların kullanımı ile insanlar için uygun olan şeyin yapılma­sıdır.

Gelenekçi bakış açısı yüzyıl önce Henri Poincare (1905) tarafından popüler yapılmıştır. O, bazı açılardan de­ğişiklik göstermesine karşın, hala geçerliliğini sürdürmekte­dir. En genel biçiminde o gözlemlenebilir olanın söz konusu fenomenleri tanımlamak ve betimlemek için kullanılan kav­ramsal sistemin bir işlevidir. Bir kimyacı kavrama tanıdık ol­madıkça çifte aynşmanın örneklerini toplayamaz. Gelenekçi bakış açısına göre, önce bir fenomeni gözlemleyip ve daha sonra bunun bir oksitlenme durumu olduğunu bilemeyiz. Biz "oksitlenme"yi bir kavramlar çerçevesinde tanımlarız. Onla­rın bazılarına kuram- içinde anlam verilmiştir. Daha sonra fe­nomenin tanımlamasını yaparız. Kavramlar a prioridir, onla­rın anlamları deney için öncü olarak oluşturulmuştur. Bunun ötesinde, kavramlar koşullara uygun olması için yeniden dü­zenlenebilir. Kavramlar değerlendirilir, doğrulanır ve bilginin halihazırda varolan yapıları içine katılır.

Kant ve Sentetik a priori

Kant'ın görüşleri insan deneyimi içinde gerçekleştirilen yalnızca bir kavramlar sisteminin bulunduğunu belirtmesi açı­sından ussalcılık ile görüş birliği içindedir. Onlar gelenekçilik düşüncesini insan davranışının gerçek biçimini belirleyen uy­gulamadaki bu sistem içinde paylaşır.

lmmanuel Kant 1 72 4 yılında Königsberg'de doğmuş­tur. O, sıkı bir Protestan eğitimi almıştır, tüm yaşamını doğ­duğu şehirde geçirmiştir. Hayatının düzenliliği efsaneleşmiş­tir. Komşularının saatlerini onun gündelik yürüyüşüne göre ayarladıkları söylenmektedir. İngiliz adasında bazı akrabaları bulunmaktadır ve İngiltere ve Fransa'daki politik ve felsefi gelişmelerden haberdardır. Onun politika ve din alanındaki liberalliği yetkililerle bazı sıkıntılar yaşamasına neden olmuş­tur. Ancak o bunları aşmıştır. l 804 yılında doğduğu şehir­de ölmüştür. Entelektüel yaşamının olağanüstü zenginliği, ve yazılarındaki geniş konu yelpazesi ile çok sıkıcı bir taşra ya­şantısı sürmesi arasında çarpıcı bir zıtlık görülmektedir.

Locke, maddenin etkin gücü tarafından nihai olarak belirlenen zihin içeriğinin düşüncesine sahipken, K<yıt'ın ye­nilikçi felsefesi zihinsel etkinlik ile algıladığımız dünya arasın Umlcılık ve Gelenekçilik

daki ilişki hakkında düşünmenin çok farklı bir yolunu başlat­mıştır. Leibniz ve Descartes, bir şekilde incelemeden önce dünya hakkında bir şeyler bilebileceğimiz tanrının zorunlu ni­telikleri hakkında düşünme ile idea üzerinde kendilerinin bir a prioris'inin biçimini oluşturmuşlardır. Kant'a göre, bizim algıladığımız dünya, duyuların akışı ile şekillenen bir işleyişin ürünüdür. Belli a priori kurallarına göre, biz bunu bilinçli dü­şünce olmaksızın yaparız. Bu şekilde, nesnelerin, nedenlerin, olayların, vb. deneye dayalı bir dünyasının sentezini yaparız. Biz ortak bir dünyada yaşarız çünkü düşüncelerimizi ve duy­gularımızı şekillendiren aynı sentetik etkinlik ile dünyaların sentezini yapmak için kuralları paylaşırız. Bu etkinliği biçim­lendirmenin anahtarı dünyanın ve her bir bireysel zihnin bir­liğidir.

Kant, t 787 yılında gözden geçirilmiş ikinci baskısını yayınladığı Arı Usun Eleştirisi ( Critique of Pure Reason, t 78 t) kitabında, zihinlerin ve dünyaların biçimlendirilmesi- nin şaşırtıcı ve keskin bir değerlendirmesini yapmıştır. Onun yazıları zordur. Bunun nedeni kısmen düşüncelerinin inceliği ve karmaşıklığı, kısmen de kendi amacı için kesin bir termi­noloji oluşturmuş olmasıdır. Ben burada onun felsefesinin a­na hatlarını çizmeye çalışırken, onun düşüncelerinin derinli­ğini göz ardı etmeden, nispeten daha basit bir yol izleyece­ğim.

Felsefenin amacı, bizim tüm bilgi ve deneyimimize bir açıklık kazandırmaktır. Kant, 11deneyim" sözcüğü ile aşağıda­ki anlamı kastetmektedir: 11Deneyim, nesnelerin bize vermiş oldukları tüm idraklerin toplamıdır." Burada onun çözmeye çalıştığı sorunların kaynağı bulunmaktadır.

Tüm bildiklerimiz deneyim ile başlamış ofr113s111a
karşın, bunu deneyimin ortaya koydukları izlemez. Bizim deneye dayalı bilgimiz izlenimlerden aldığımız ve bizim kendi yeteneğimiz ile algıladığımız şeyler olmasma karşm, onlar kendi kendilerine vardırlar.

Eğer bizim bilme yeteneğimiz herhangi bir şekilde ek/eme sağlıyorsa, biz onu hammaddeden ayırabile­cek bir konum içinde olamazdık, ya da ondan ayrıl­mak için uzun bir dikkat uygulaması yeteneğine sa­hip olmamız gerekirdi. (Kant, 1 787 [ 1 996]: B 1 ).

Kant'ın amacı deneyim bölgesi için sentez oluşturur­ken ortaya konmuş 11eklemeler"i bulmaktır-bu hem bizim algıladığımız dış dünya, hem de düşünerek bulabildiğimiz kendi zihnimiz için geçerlidir.

O, düşünce içindeki kavranılan yönetmek zorunda o­lan gücün "kavrayışı" ile bir şeyi doğrudan anlamak anlamı­na gelen "sezgi" arasında ayınm yapar. Bu ayınmı yorumlar­ken onun çok bilinen bir sözünü kullanmalıyız:

"İçeriği olmayan düşünceler boştur, kavramı olmayan sez­giler ise kördür." (Kant, 1787 [1996]: 875).

Biz ayrıca arı olan ile deneye dayalı olan arasındaki a­yırımda Kant'ın ne demek istediğini kavramamız gerekmek tedir.

Sezgi ve kavramlar ...bizim tüm kavrayışımlln ö­ğelerini oluştururlar . . . [onlar] eğer duyuları kap- sworsa, deneye dayalıdır/ar; onlar, eğer sunumunda hiçbir duyu ile kanşmamışsa, arıdırlar. (Kant, t 787 [ 1 996]: 106)

Anlayış herhangi bir şeyin sezgisi olamaz, ve duyu­lar herhangi bir şeyi düşünemez ... Yalmzca onla- rm birliğinden kavrayış meydana gelir. {Kant, 1787, [1996]: 107).

Burada düşünme ve algılamanın somut edimlerinden yapılmış olan "eklemeler"i nasıl soyutlayabiliriz? Bu, iki ba­samak gerektirir. İlk basamak, aşağıda gösterilmiş olduğu gi­bi, "Aşkın Estetik"tir.

Duyulara ait olan her şeyi duyumsanabilirden ay1r- dığmızda, geriye hiçbir şey kalmayacaktır ...yal- mzca görünümlerin biçimleri ...[bu] iki arı biçim meydana getirir - uzam ve zaman. (Kant, 1787 [1996]: 74-75).

Şimdi biz, kendi zihnimize tamamlayıcı olarak, uzum ve zaman içinde bulunan bir nesneler dünyası yaratabilmek i­çin yalnızca duyuların eklenmiş olduğunu görebiliriz. Burada düşünceler ve duygular, zamanın düzeni olarak deneyim ya­şamıştır.

Ancak ne olursa olsun, dünya bundan çok daha ayrın­tılı bir yapı ortaya koyar. Her yerde görülebilen saydam nes­neler ve nedensel diziler bulunmaktadır. Böylece başka bir safha ve "eklemeler"imizi gün ışığına çıkarmanın oluşumu i­çinde ikinci bir basamak olmalıdır. Kant bu basamağı "Aşkın Mantık" olarak adlandırır.

Aşkın mantıkta biz anlayışımızdan soyutlanmz [tıp­kı 1. basamakta duyusal olarak soyutlanmış olduğu­muz gibi] ve bizim kavrayışımız yalmzca anlayış i­çindeki çıkış noktasına sahip olarak düşünce bölüm­lerinden seçilmiştir . . . onun uygıılanabilirliği nes­neler bize sezgi içinde verilmişlerdir. (Kant, 1787 [1996]: 115).

Elde ettiğimiz şey şudur.

Eğer biz bir yargının tüm içeriğinden soyııt/anırsak ve yalnızca onun içindeki anlayışa dikkatimizi yo- ğıınlaştırırsak, bu durıımda yargı içindeki düşiince- nin işlevinin dört başlık altında incelenebileceğini buluruz. (Kant, 1787 [1996]: 123}.

Bu çalışmanın analitik safhası üç kavramın dört setinin bir örneğini ortaya koymaktadır. Bunlar, algılamış olduğu­muz, sezginin nesneleri içinde görüleceklerdir, çünkü bu nes­neler, bizim algıladığımız dünyaya duyuların çokkatlılığını şe­killendiren anlayış tarafından oıtaya konulan bir sentezin ü­rünleridir.

Anlayışın bu sentezlendirme etkinliği hem insan için­deki birleşik bir bilinçliliği lıem de bilen zihin için tamamlayı­cı bir düşünce olarak yalnızca bir dünyanın olduğunu ortaya koyar. Bizim kavramamız gereken bir başka Kant'a ait terim "aşkın" (transcendenral) sözcüğüdür. Eğer bir şey deneyim i­çin zorunlu ise fakat deneyim içinde verilmemişse o aşkındır. Biz onu uzayı ve zamanı, doğrudan kavradığımız gibi sezeme- yiz. Yalnızca nesneler ve olaylar bu şekilde sezilmektedir. Benzer olarak, biz böyle bir nedenselliği kavrayamayız fakat böyle bir şekilde düzenlenmiş olayların koşullarını kavrayabi­liriz. Biz kendimizi, kendi benliğimizi kavraıııayız, fakat bir­leştirilmiş olarak kendi zihinlerimizin deneyimini yaşayabili­riz. Bu kavrayışın sentetik bir birliğidir. Kant bununla kendi­mizinki gibi temsil edilmiş birleşik bir yapıyı kastetmektedir. Ben, "Ben düşünüyorum ki" ifadesi ile kendi sezgilerimizin herhangi birisi için giriş yapabilirim. Bütün bu görünümler aşkındır. Filozofun "'örevi onları, anlayışın arı kavramı olarak düşünebileceğimiz bir şekil içine sokmaktır.

A priori kategoriler ve sahip olduğum deneyim ile dü­zenli ve belirli bir arasındaki ilişki nasıldır?. Kant onun orta noktada bir şey olması gerektiğini düşünmektedir. (Kant, 1787 [1996]: 8177). O, bu orta noktalarını "tasarılar" (schemata) olarak adlandırır. Bunlar sentez yapma kuralları­dır. Bunlar aracılığı ile dünya düzenli bir görünüm olarak bir arada bulunmaktadır. Tasarıların her biri için genel bir öner­me vardır. "Tüm değişimler etki ve tepki bağlantısı yasası ile uyum içinde meydana gelir." (Kant, 1787 [ 1996]: 8235). Bu "ilişki"nin kategorilerinden biri olan etki tasarısının öner­me ifadesidir. Etkisel ilişkiler, "Eğer böyle ve böyle ise, bu durumda şöyle ve şöyledir, " biçiminde ifade edilebilen ilişki­lerdir.

Tasarıları ifade eden önermeler sentetik a priorilerdir. Onlar bizim deneyimini yaşadığımız dünyanın gerçeğidir fa­kat biz böyle bir dünya deneyimi yaşayıncaya kadar onları bilemeyiz. İnsan varlıklarının kendilerini idrak edilebilir bir dünya içinde bulmalarının nedeni budur. Tasarıların kullanı­mı ile onun olanaklı bir yargılama biçimine uygun olarak bir arada bulunuyor olması gerekmektedir. Sentetik a priori ö­nermeleri tüm deneye dayalı bilgiler içinde temel biçimleri belirlemelidir, yani tüm bilimler ifade edilmelidir.

Yargılar, kategoriler, kavramlar ve tasarılar sistemi bi­zim algıladığımız deneye dayalı dünyanın yaratımı içinde ve algılayıcının zihninin içeriğinde ve yapısındadır. Ancak bu sistem kendiliğinden değildir. O, yalnızca bir gelenek değil­dir. Kant onun olası olabilecek yegane^ sistem olduğunu dü­şünmektedir. O, yargılama biçimlerinin örneğinin başka tür­lü olamayacağını düşünmüştür. Biçimlerin kapalı seti içinde tüm olası deneyimin mantıksal koşullarını bulmuştur. Bu, o­nun yaklaşınıının çok fazla tartışılmasına ve eleştirilmesine neden olmuştur. Neden yalnızca on iki yargı biçimi olsun ki?

Kant'ın olağanüstü başarısının ayrıntıları, tarih ile olan bağlantısıyla birlikte düşünülmelidir. Kendisini izleyen çok sayıdaki başka filozoflar onun düşüncesinde heyecan verici bir çözümleme bulmuşlardır.

Kant'm İngilizce Yorumlaması

Whewell ve idea-olgu döngüsü

Ussalcı bakış açısını arındırarak gelenekçiliğe yönelik en etkileyici ve derin girişim Whilliam Whewell ( 1 794­1 866) tarafından gelmiştir. O, çalışmasını bilimin özel alan­larının tarihi içinde yer alan "idealar" ve "olgular" arasında­ki etkileşim üzerine kurmuştur. O, karşıtlıkların birkaç denk çiftinin kutupları arasında döngüsel bir gelişim olduğunu gös­termiştir. "İdealar" ve "olgular" arasında, "kuramlar" ve "gözlemler" arasında, vb. döngüler bulunmaktadır. Eğer biz bazı kavramlara sahip isek, olguları elde edebiliriz ve böyle olgular zorunlu olarak böyle kavramları gösterecektir. Bir meyve seçeneği olarak "elma" kavramını kullanmışsak, onun niteliklerinin "elma" kavramını belirleyen nitelikleri göster­mesi gerekmektedir. Ancak Whewell'in tarihsel çalışmaları karşıt görünen her iki terimin değişebilirliği üzerinedir. Bizim kavramlarımız değiştikçe ve geliştikçe, bizim için uygun olan olgular değişecek ve gelişecektir. Ancak ne olursa olsun, bu değişiklikler tanımlanmış bir bilimin "öncü ideası" olarak ad­landırılarak oluşturulmuşlardır. Diğer taraftan, gözlem ve de­neylerin yeni ve şaşırtıcı sonuçları bulunmaktadır. Bunların söz konusu bilimin yapısı içinde uygun hale getirilmesine ge­reksinim vardır. Bunu yapmak için, bilimin ideaları, onun te­orilerinin geliştirilmesi gerekmektedir. Ve böylece yeni olgu­ların kavranması olanaklı olacaktır. Bu şekilde biz düşünce ve deneyim arasında karşılıklı dönüşüm ve düzenlemenin dön- güsel bir oluşumunu gerçekleştirmiş oluruz. (Whewell, 1 860 [l970J.

Poincare ve Gelenekçilik

Döneminin en büyük matematikçi ve fizikçilerinden bi­ri olan Henri Poincare 1854 yılında doğmuştur. O gelenek­sel ve başarılı bir akademik kariyer yapmıştır. Fransız Akade­misi (Akademie Française) üyesi olarak 1 908 yılında rutin ders verme zorunluluğundan kurtularak kendini yalnızca bi­limsel çalışmalara vermiştir. Geometrinin ilkelerini öğrenmek doğa yasaları değil, yalnızca gelenektir. O bilim felsefesi üze­rinde yoğun çalışmalarda bulunmuştur. 1 912 yılında çok sa­yıda onur madalyası almış olarak ölmüştür.

Poincare'nin gelenekçiliğinin anahtarı geometrinin ve zamanbiliminin ilkelerin gelenekler olduğuna dair tezi idi. Onları uzamsal ve zamansal deneyim düzenlemeleri olarak kullanmıştı. Uzam ve zaman, birbiriyle ilişkili sistemler ola­rak, deneyimin tam zenginliğinden soyutlanmıştır.

Doğa bize kendisini zorla kabul ettirmez, biz doğa­ya kendimizi zorla kabul ettiririz çünkü biz onu uy­gun buluruz ...Bu durumda matematiksel analiz­ler boş çerçevelerin bir çalışması mıdır? Zihnin ki­birli oyunundan başka bir şey değil midir? O fizikçi­ye yalnızca uygun bir dil verebilir ...bu dil olmak­sızın nesnelerin yaradılıştan gelen benzerlikleri bi­zim için sonsuza dek bilinemez olarak kalacaktır. (Poincare, 1903 [1958]: 13).

Ancak ne olursa olsun, Poincare bizim bilim içindeki geleneklerin rolünü abartmamamız gerektiği konusunda ıs­rarlıdır. Evren ile ilgili olarak meydana getirilmiş tüm şeyler insan zihninin özgür bir yaratımıdır.

Poincare, Edward Le Roy'un göreceliliği ile tartışırken gelenekçiliğin bilim adamının olguyu yarattığını söylemek zo­runda olup olmadığı sorusu üzerinde yoğunlaşmıştır. O iki a­yırım yapmıştır. Bilim dilinin biri içinde ifade edilmiş olgular vardır. Ancak bunlar yalnızca gelenekler değillerdir. Top­lumsal geleneklerin dışında olarak, örnek olarak onlar doğru ya da yanlış olabilir. Olgular sınıflandırma ifadeleridir, ancak "verilmiş olan bu gelenek doğru bir olgu mudur?" diye bana sorulmuşsa, ben her zaman söyleyeceğim yanıtı bilirim, ve benim yanıtım benim duyumlannıın tanıklığı ile benim üzeri­me zorla kabul ettirilmiş olacaktır. {Poincare, 1903 [1958]: 118).

Kısaca söylemek gerekirse, gelenekler yalnızca dil ku­rallarına benzer değillerdir; onlar dillerin kurallarıdır. Eğer geleneklerin her bir setini bir kuramın temeli olarak alırsak, bu durumda rakip kuramlar özsel olarak rakip dillerdir, ve F­ransızca'nın Almanca'dan farklı olduğu gibi birbirinden fark­lıdır. Önermeler birbirinden farklı görülebilir, fakat kullanı­lan dil ne olursa olsun olgular aynıdır. Dünyanın nesnelliği tüm insan varlıkları ve diğer sezgisel yaratıklar için ortaktır.

Deneyler fenomenleri elimizde bulunan kavramların repertuan üzeride temellendirilirler. Bromun koyu kırmızı bir sıvı olarak görülebilmesi için bir deney gereklidir. Biz bir element ve bir halojen olarak onu betimlemek için periyodik tabloya gereksinim duyarız. Ussa/cılık ve Gelenekçilik

Düşünce ve deneyim her zaman birbiriyle uyumlu ol­malıdır. Karşılıklı ayarlamalan uzun bir süreci içinde her biri diğerine dönüşür. Bu öngörünün yanlış olduğunu söyle­yerek kaçmak kolaydır fakat bizim kavramlarımız ve bağımsız bir maddesel gerçeklik arasındaki uyumu keşfetmek gerçek­ten heyecan vericidir. Bizim kavramlarımız ve bağımsız bir maddesel gerçeklik arasındaki uyumu keşfetmek gerçekten heyecan vericidir. Bizimi algıladığımız şeyler, kavramlarımız tarafından yaratılmıştır. Örnek olarak Hacking şöyle söyle­mektedir:

Madde/eri uyumlııluğa döniiştiirdiiğiimiiz zaman ...

dünyanın gerçekliğini okuımmışızdır. Genellikle ra­por edilen deneyimin önceden varolan bazı feno­menleri yoktur. O onları yapmıştır. Onaylanmış o­lan kuram ve gerçeklik arasında önceden düzenlen­miş bir uyum bulwımamaktadır. ( Hacking, ı 992: 58).

Hacking'in alıntısının ilk yarısındaki deneyler hakkın- daki işaret ettikleri kesin olarak doğrudur. Ancak onaylanmış ya da onaylanmaıııış kuranı ve gerçeklik arasında önceden düzenlenmiş uyum yoktur ifadesi doğru sonuç değildir. Ge­lenekçilik, idealizm değildir, dünyanın maddesine ilişkin öğ­reti düşüncedir.

Bu bizi tüm bitkiler, hayvanlar, mineraller, dünyanın gökbilimse! çevresi, insan kavrayışırıırı doğası, vb. oluşıımla- rııı yalnızca bir türden meydana geldiği tartışmasına götürür. Bilim gerçekliğe giden soylu bir yol olarak ayrıcalıklı değildir. Ayrıca fenomenlerin sınıflandırılması, tanımlanması ve dü­zenlenmesinin yegane bir güçlü yolu değildir. Olguculuk ilk ifadeyi, gelenekçilik ise ikinci ifadeyi destekler. Thomas Kuhn yeni ve tam bir dünyanın, dünyaya bakmak ve anlamanın her bir ayrı yolunun kabul edilmesi ve kullanılması ile yaratıldığını iddia eder. Bizim maddesel çev­remizin ve diğer insanların davranışlarının mantıklı kılınabile­ceği sayısız olası öykü-çizgisi bulunmaktadır. Öykü-çizgileri a­rasında karar vermenin bir kaynağı olarak dünyayı kullanma­nın herhangi bir girişimi amaçsızdır çünkü bu öykü-çizgilerin- den bağımsız bir dünyaya geçişi gerektirmektedir. Zorlayıcı bilimsel anlatımlar, onunla ilgili bir şiir ya da romanın zorla­masının ötesine geçemeyecektir. Her bir anlatıcı onunla ge­nel uyum içinde bulunan bir "dünya" meydana getirir.

Sözcük dünyayı yansıtmaz ya da temsil etmez; söz­cük dünyayı içermekten başka bir şey yapmaz. Böylece metinler yalnızca kendilerine ilişkindir, on­lar kendileri dışında herhangi bir şey değillerdir.

Gerçek dünya olarak böyle bir şey yoktur ...Geri­ye kalan tek şey yanlış yönlendiren işaretlerin bir ardışıklığıdır, insanlığın gücünün ötesinde, onlan denetim altında tutmak için bir sözcükler geçitidir. (Lehman, Murphy'den alıntı, 1997: 1 36).

Bu, idealizmin daha güçlü bir biçimi olarak görülmek­tedir. Biz postmodernizm ile aynı yolu izlemeden gelenekçili­ğin öngörülerini koruyabilir miyiz?

Paradigmalar için Bilginin Göreceliliği

1 960'1ı yıllarda bilimsel ilerleme konusu üzerinde kes­kin ve hatta sert bir taıtışma başladı. Tartışmanın çok sayıda katılımcısı arasında iki kişinin düşünceleri öne çıkıyordu. Bu kişiler T. S. Kuhn ve P. K. Feyerabend idi. Bu yazarlar, bi­limsel tartışma ve uygulamanın mantıksal çözümlemesi üzeri­ne, ve çalışan bilim adamlarının gerçek inançları üzerine te­mellenmiş olgu ve kuramlardaki inanç dereceleri arasında bir uçurum bulunduğunu düşünüyorlardı. Eğer bilimin değerlen­dirilmesi için mantık yeterli değilse, başka bir şeye gereksi­nim vardı? Bu neydi?

ilerleme sorunu

T. S. Kuhn'un bilimsel ilerlemenin doğası üzerine yaz­mış olduğu etkili kitabının yayınlanmasının üzerinden kırk yıldan daha fazla bir zaman geçmiş bulunuyor. O, başlangıç­ta bunun kabul gören inanç ve uygulamaların varlığı ile içe­rik ve yönteme ilişkin bir değişim yaratabileceğinin farkında değildi. Metafiziksel ve yöntembilimsel öngörüler birbiri ile sıkı sıkıya bağlıdırlar. Ancak o bilimsel toplulukların toplum­sal görünümleri ile bir bağ oluşturarak yeni bir itme gücünün bakış açısını ortaya koymaktadır. O, bu idea, örnek ve tek­nikler demetini "paradigmalar" olarak adlandırmıştır (Kuhn, 195 7). Daha sonraki yazılarında o ilk ifadenin belirsizliğin­den kaçınmak için "disiplinli matriks" ifadesini kullanmayı tercih etmiştir. Metafizik ve yöntembilimde, bir disipline iliş­kin matriks ya da paradigmayı tanımlamak için, ayrıca iyi bir yöntemin örneği ve iyi bir iş modeli ifadeleri de kullanılmak­tadır.

Kuhn, paradigmaların yardımı ile, bilimsel ilerlemenin yeniden yorumlanmasını yapmıştır. Kuhn'a göre, evrenin dünya-merkezli kuramındaki güneş-merkezli resmine geçiş gi­bi bir değişiklik, eski resme karşı deneysel kanıt ortaya koya­rak yapılan ussal bir gelişim değildir. O, karşı konulmaz bir mantıksal şemanın uygulanmasının sonucu değildir. Bunun yerine o bir meydana getirme türüdür, bir perspektif deği­şikliğidir, bir paradigma değişimidir. Bütün bunlar geçmiş dönemde terkedilmiş olarak kabul edilmektedir, ve yeni an­lamlar, yöntemler, ve benzeri yaratılmıştır. Paradigma değişi­minden önceki ve sonraki bilimsel durumun ölçülemez oldu­ğunu söylemiştir. O, bununla öncesi ve sonrası durumları a­rasında bir karşılaştırma olasılığının olmadığım kastetmiştir. Yeni paradigmanın dünyası eskisinden daha farklı bir dünya­dır. "Bu dünya [gerçek, değişmeyen, bağımsız, materyal dünya] bilimsel devrimden sonra bilim adamlarının farklı bir dünya olarak gördükleri yerdir {Kuhn, 1 996: 11 l ).

İlerleme, doğrusal bir ilerleme olarak düşünülmemeli­dir. Bu, ölçülemez dünya resimlerinin bir ardışıklığı olarak düşünülmelidir. Bir paradigmadan diğerine geçiş toplumsal, kişisel ve entelektüel olarak tüm kuwet türleri aracılığı ile o­lur. Bu kuwetlerden tamamen bağımsız hiçbir paradigma yoktur. Bir paradigma hem bilimsel bir topluluğun sahipliği hem de onun karakteristik yapısının tanımlanmasıdır. Kişi bir topluluğa katıldığında bu topluluğun düşünme tarzını belirler ve böylece yerel paradigma kişinin kendi düşünme tarzı olur.

Feyerabend ( 1 975) Galileo'nun çalışma ve etkisi üze­rine yoğun bir çalışmada bulunarak, Galileo'nun yeni meka­nik gücünün günümüzün fizikçileri üzerine geçtiğini göster­miştir. Galileo'nun yargıları tikel olguların bir toplamının ge­nelleştirilmesinin tümevarımı ya da karşı örnekler bularak ha­reketin nedenleri ve doğa hakkında rakip varsayımların çürü- tülmesi değildir.

Eğer bir varsayım yanlış bir sonuca sahipse biz bu var­sayımın yanlış olduğunu ortaya koymak için tümdengelim mantığını kullanabiliriz. Örnek olarak, biz sıtma hastalığının zararlı buharlardan kaynaklandığını ve onun solunmaması durumunda hastalığa neden olmaması gerektiğini düşünüyor olabiliriz. Ancak yine de hastalığa yakalanılması durumunda buhar varsayımının yanlış olması gerektiği düşünülür. Gali- leo'nun İki Yeni Bilime İlişkin Tamşmalar (Discourses Concer- ning Two New Sciences, 1 638) kitabı bunu yapmakla kal­mamış, aynı zamanda okuyucuların zihinlerinin bu şekilde iş­lemesine yönelik uyarılarda bulunmuştur.

Gafi/eo doğal bir yorumlama ile, en azından kısmen doğal olmayan çok farklı bir yorumlamanın yerleri­ni değiştirmiştir ( 1630). O, nasıl bu sonuca ulaş­mıştır? GalileoJnun söylemleri yalmzca görünüm­lerde bulunan yargılardır. Gali/eo propaganda yön­temini kuflanmaktadır. O, entelektüel nedenlerine ek olarak psikolojik hileler kullanmıştlf . . . Galileo paylaşılan hareketin karakteri içindeJ diğer tüm du­rumlarda tüm hareketin karakterinin ideası olduğu­na açık bir şekilde ve sıkı sıkıya inanılan durumlar olduğunu bize "hatır/attr. " (Feyeabend, 1 975: 81).

Feyerabend ikna edici bir şekilde, insanlara yeni bir düşünme şeklini kabul ettirme yaklaşımını ortaya koyar. Bu­rada "doğal" olan şey ve özel bir açıklama yapılması gereken şey tartışılmaktadır. Galileo'nuıı yaşadığı dönemde dışarıdan bir kuvvet onu durdurmadıkça hareket halinde olan bir şey doğal olarak hareketini sürdürecektir saptamasında bulun­muştur. Dünyanın merkezine doğru düşen bir şey için bu, herhangi bir fazladan itici kuvvet kullanılmaksızın, doğru gö­zükmektedir. Ancak dörtnala giden bir süvari mızrağını yu­karıya fırlatır ve onu tekrar yakalayabilir. Neden? Çünkü mızrak iki bağımsız hareketi paylaşmaktadır, bunlar atın ya­tay hareketi ve yukarı doğru fırlatılan nesnenin dikey hareke­tidir. Bu ve başka anlatılan örnekler açıklanması gereken ve açıklanmamış olan şeyler hakkında okuyucunun algısını de­ğiştirerek, bir ikna etme kuvveti taşırlar. Bilimde her bir dö­nem için doğal olana sık bık başvurulmuştur. Bu, Kuhn'un disiplinli matriksinin rolüne çok benzemektedir.

Bütün bu sezgiler, daha ileri arındırma işlemleri bizi göreceliliğin güçlü bir biçimine yönlendirmektedir. Bilimsel bilgi konusunda böylesine bir görecelifik yaşanması sorunlara ve çözüm yollarına bakış açımızı etkileyen bir öğe olarak kar­şımıza çıkmaktadır. Eğer dünya bizim benimsediğimiz para­digmalara bağlı olarak meydana geliyorsa, o bizim içinde ye­tiştiğimiz topluluğa bağlı olarak da şekillenmektedir. Böylece bilimsel bilginin sosyolojisi, bilimi kavrayışımız içinde daha derin bir yere sahip olmaktadır.

Güçlü Program

1970'1i yıllarda, birkaç yerde, yeni bir disiplin, bilim sosyolojisi kendisini hissedilir kılmaya başladı. Yaradılışı ve bilgiye dair bilimsel iddiaların göreceli niteliğini açıklamak i­çin kullanılan uslamlama örneklerinin analizi, bu iddiaların yapıldığı insan sezgilerinin gerçekliğinden ayrı tutulmuş gö^ zükmektedir. Kuhn ve Feyerabend'in göreceliliğinin sonuçla­rı, Edinburgh Okulunun sosyologları tarafından, özellikle Da^ vid Bloor ve Barry Barnes tarafından yorumlanmıştır.

Barnes ve Bloor'a (1 996: 22) göre bilimlerin yorum !anmasının üç göreceli niteliği bulunmaktadır.

t . Belli bir konu hakkındaki inanışların gözlemi değişiklik gösterir.

2.     Bu inanışlara ilişkin düşünce, kullanıcının koşullarına ilişkin ya da verilen içeriğe bağlı olarak kabul edilebilir bulunur.

3.     Onların doğruluğu ya da yanlışlığı göz önünde bulundu rulmaksızın, tüm inanışların güvenilirlikleri sorunludur. Gü­venilirliğin yerel ve özel nedenleri vardır.

Sosyolojik değerlendirme tartışması sona ermemiştir. Darwin fosillerin uzak geçmişin kalıntıları olduğuna inanması­na karşın, Fitzroy buna inanmamaktadır. İnsanların nelere i­nanması gerektiğini kesin bir şekilde ortaya koyan açıklama­lar yoktur. Tarihin-ötesinde ve kültürel standartların-ötesin- de doğru uslamlamaya yardımcı olabilecek yollar belki de vardır. Barnes ve Bloor, ve diğerleri doğru uslamlamanın s­tandartlarının çıkış noktaları hakkında her . zaman soru sorabi­leceğimize işaret etmişlerdir. Onlar nereden gelmektedir? S­tandartların geçiş noktaları konusunda hiçbir standart yok gi­bi gözükmektedir. "Göreceli düşünceye göre, bazı standart ya da inançların ideasına bağlı hiçbir anlam yoktur. Onlar yalnızca yerel olarak kabul edilmiş durumlardır." (Barnes ve Bloor, 1 996: 27).

Hangi anlamda bilimsel ilerleme sağlanabilir? Bizim ge­lişimini tanımlayabileceğimiz her bir paradigma içinde, ardı­şık paradigmalar arasında nasıl hüküm verebiliriz? Ya bunlar yalnızca paradigmalarla göreceli olarak "gelişmeler" şeklinde sınıflandırılmış hareketler ise? Bu konuların bir final hükmü i­çin, biz üçüncü binyılı beklemek zorunda kalacağız. Bu konu­nun özenli bir incelemesi için lan Hacking'in The Sociaf Construction of What? ( 1999) kitabına başvurabilirsiniz.

On dördüncü yüzyılın orta noktasından beri, mantık pek çok filozof tarafından, yakın bir müttefik ya da hatta bi­limsel tutumun elverişli bir parçası o!.:rak görülmüştür. O, i­kinci binyılın ikinci yarısındaki felsefenin öyküsü içinde bu ' noktadaki yeni gelişimlerin kısa bir taslağını içerme konusun­da da elverişlidir.

Modern Dönemde Mantık

Ortaçağ döneminde mantık çalışmaları, Aristocu dü­şüncenin arılaştırılması ve uzantısı olarak kısa bir yaşam alanı bulmuştur. Bunun üzerinden çok sayıda yüzyıl geçmesine karşın, mantık hala doğru uslamlamanın ilkelerinin sistematik çalışması olarak ele alınmaktadır. Ancak, çağdaş dönemde, kavrayış oluşumunun bir çözümlemesi ideası kendi biçimsel karakterini ortaya koyarak yeni bir derinlik kazanmaya başla­mıştır. Belki de, bizim dil-doğumlu düşüncelerimizin tümü biçimsel bir sistem içinde ifade edilebilir. Mantık bir tür dil bilimi olabilir.

Leibniz böyle bir proje için hevesli olmakla kalmamış, "evrensel karakter" kavramını da ortaya koymuştur. Açık ve belirsizliklerden uzak olarak bir simgesel sistemin yaratımı, son derece arzu edilebilir bir proje olarak insanların düşün­me yöntemlerini kolaylaştıracaktır. Leibniz Çince yazım tek­niğini biliyordu. Bu sistemi kullanarak simgesel olarak temsil edilen kavramları gerçekleştirme girişiminde bulundu. Onun kendi çalışması başarı ile sonuçlanmadı.

Frege'nin kavram yazısı

Bir "kavram yazısı " düşüncesi on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Gottlob Frege ( 1 8 48-1 92 5) tarafından ye­niden gün yüzüne çıkarılmıştır. Aristo mantığının matema­tiksel temsili, örneğin George Boole ( 1815-64) tarafından geliştirilmeye başlanmıştı. Frege bu düşünceyi daha ileriye taşıdı. Özellikle nicelik gösteren ifadelerin kurallarını geliştir­miştir. (Frege, 1879 [ 1 952]). Önermese! mantık doğruluk ve yanlışlık arasındaki ilişkilerle ilgilidir yalnızca. Nicelik gös­tericiler önermelerin içsel yapılarının iyi-tohumlu bir çözüm­lemesinin olanaklılığını sağlamaktadır. Bu, Aristo'nun şeması­na benzerdir fakat daha genel bir yapıya sahiptir. Örnek ola­rak, "Bir x vardır ki, bu x ..." ve "Tüm x'ler için, x ..." birlikte önermese! bir mantık oluşturmaktadır. Bu, güçlü bir şekilsel sistemin gelişimini sağlayacaktır. Frege, özellikle ma­tematikten kaynaklanan felsefi sorunlarda bu ideaları uygula­ma girişiminde bulunmuştur.

Russell'in analitik mantık kullammı

Felsefe tarihi açısından bakıldığında, Bertrand Russell'- ın mantığının biçimsel sistemini kullanması, felsefi yöntem i­çinde önemli bir basamak olarak görülmektedir. O bunu yal­nızca yargıların yapısını ifade etmek için kullanmamıştır. Fre- ge gibi, Russell de paradoksal ve felsefi açıdan sorunlu öner­meler için tek bir mantıksal biçimin kullanılmasının zorlukları basit bir şekilde çözüleceğine inanıyordu. Bu görüş aynı za­manda Ludwig Wittgenstein'ın erken dönem mantık çalışma­larının gerisindeydi. Onun şifreli yazılmış fakat güçlü çalış­ması Tractatus Logico-Phifosophicus (1922) açık ve nihai bi­çimsel dilin gelişimi ile felsefi sorunların bir defada ve tama­men çözülmesi niyetini taşıyordu. O, projenin yanlış kavran­dığını fark etmesine karşın, felsefi sorunların mantıksal biçim­ler değiştirilerek çözülmesi ideasını hep korumuştur. Bu yön­temi basit bir örnek ile betimleyeceğim. Bu, Russell'in ünlü "betimlemeler kuramı" yazısında yer alan ve hayali ve varol­mayan varlıklara ilişkin önermeleri içermektedir. ( Russell, 1919).

Biz "Fransa Kralı keldir" önermesini Fransa Kralı olan hiç kimse olmadığı zaman nasıl ifade edebiliriz? O, yanlış mı­dır? Bunu nasıl bilebiliriz? Mükemmel ve değişmez bir dilde onun doğru ya da yanlış olarak, bir ya da öbür "doğruluk" kategorilerinden birine ait olan anlamlı bir önerme olması gerekirdi. Russell'in stratejisi genel olarak bu türden önerme­lerin mantıksal biçimini ortaya koymaya çalışmaktır. (Rus- sell, 1905).

Mantık araçları kullanılarak, biz buna benzer sıkıntı ya­ratan önermelerin biçimini ifade edebilirdik.

Bir Fransa Kralı vardtr ve birden daha fazla Fransa Kralı yoktur ve Fransa Kralı olan herhangi bir şey yoktur ve kel değildir.

Eğer hiçbir Fransa Kralı yoksa ilk ifade kesin olarak yanlıştır. Çünkü eğer bitişik cümlelerin herhangi biri yanlış i­se bağlaç ile oluşturulmuş herhangi bileşik önerme yanlıştır, böylece tüm önerme yanlıştır.

Russell bu çözümlemeye güçlü bir felsefi bir dönüş noktası vermiştir. Dünya ile temas halinde olan bir kişinin te­mel yolunun basit ve doğrudan duyarlı deneyimler aracılığıy­la olduğunu söylemiştir. Bu durumda kavranmış olan şey, "bu" ya da "şu" gibi "mantıksal olarak uygun bir isim" ile elde edilebilir. Bunlar bizim söz konusu varlığın niteliklerinin herhangi birisini bağımsız olarak tanımlamamız ile elde edil­miştir. Bunları başka bir şekilde belirtmek, uygun isimleri i­çerecek şekilde, bir ya da başka bir betimleme içinde olur.

İsimlerin dilbilgisi hakkında bu önemsiz görünen konu­daki derin nokta, sıradan türlerin, isimlerin ve belirli betim­lemelerin ifade edilmesinin yanlış olabilirliği üzerinde temas­ta bulunmasıdır. Ancak Russell itiraz kabul etmez bir şekilde var olan mantıksal olarak uygun bir isimden herhangi bir şe­yin elde edilemeyeceğini düşünmüştür. "Bu vardır" gibi bir ifade yalnızca ağdalı değil, aynı zamanda içi boş bir ifadedir.

Russell, mantıksal biçimler olarak tüm kavrayışların iç­sel yapılarını ortaya koyma programı için çok hırslJ planlara sahip olmuştur. Onun en büyük projesi, mantık kavramlarıy­la ve biçimcilik içinde, matematiğin tümüne karşılık verilebil- mesidir. A. N. Whitehead ile birlikte yürüttüğü bu çalışma Matematik İlkeleri (Principia Mathematica, 1 910-13) adıyla yayınlanmıştır.

Bu idealar ve istekler varlıklarını sürdürmekten ne ka­dar uzaktır? Sanırım mantığın matematiğe indirgenmesi pro­jesi genel olarak bir başarısızlık şeklinde düşünülebilir. Bu gi­rişimlerden doğan çok derin paradoksal sonuçlar vardır. Bu yalnızca Russell tarafından değil, aynı zamanda örneğin Da- vid Hilbert ( 1 899) gibi başka mantıkçı ve matematikçiler ta­rafından ortaya konan çalışmalar için de geçerlidir. Tüm fel­sefi sorunların mantık kullanılarak çözülmesine ilişkin daha büyük bir proje daha fazla ateş altında bulunmak anlamına gelecektir. Özellikle Wittgenstein çok farklı bir analiz türü geliştirmiştir. Burada dilin çokkatlı biçimleri, biçimsel olma­yan bir şekilde felsefi sorunlar üzerine bilmecelerden kaçma­nın bir yöntemi olarak gösterilmiştir (Wittgenstein, 1 953). Son yüzyılın ellili ve altmışlı yıllarında Oxford'da filizlenen felsefe okulu da mantığın daha kesin biçimleri ile açıklayıcı çözümleme yöntemlerine dayanmakta idi (Hacker, 1996).

Sonuç

Evren bilgisine nasıl sahip olacağımıza yönelik en akla uygun değerlendirme olarak ılımlı bir gelenekçilik düşüncesi etkili olmuş gözükmektedir. Felsefecilerin görevi olguculuk ve görecelilik arasında bir denge oluşturmak olmuştur. Kant'ın çözümlemesi derin ve keskin bir yapıya sahip olması­na karşın, deneyimin tüm yapısının bir insan ürünü olduğu kesindir. Deneyimlerimizi anlamlı kılabilecek çok sayıda öy- kü-çizgisi bulunmasına ve bizim onlar arasında hüküm vere­meyecek olmamıza karşın, onların herhangi birisi daha fazla ikna edici değildir. Whewell'in doğru hakkında söyledikleri bana tutarlı görünüyor. Algılama ve kavram, gözlem ve ku Felsefenin Bin Yrlr

ram arasında etkilerin gelişen bir döngüsü vardır. Belki de ü­çüncü binyılda onun sağduyulu uzlaşmasına yeniden hayat verebiliriz. 10

Zihin ve Dünya Birliği:
İdealizm, Fenomenalizm,
Fenomenoloji

Felsefe genellikle tehlikeli olan bir uğraş olarak bilin­mez. Çok az filozof şiddet dolu bir ölüm ile karşılaşmıştır. Moritz Schlick 1936 yılında öğrencisi tarafından "tüfekle vurularak11 öldürülmüştür. Bu trajik olay, bu kişiyi filozof ya­pan bir olgu değildir. Diğer taraftan, felsefi kuramlar suikast- çinin silahından çıkan kurşunlar için bir koruma olarak hiz­met göremez. Bu düşünce 1 5 Nisan 19441te Floransa1da meydana gelen felsefe ve gerçeklik arasındaki meraklı bir karşılaşmaya bizim zihinlerimizi çevirebilir.

Giovanni Gentile, Benedetto Croce ile birlikte iş savaş yıllarının en usta İtalyan filozoflardır. O, Mussolini yönetimi altında öne çıkmıştır. Gentile o dönemde İtalya'da ortaya çı­kan faşist devlet için bir felsefi temel oluşturma çalışması i­çinde olmuştur. O, eğitim Bakanı olmuştur. Ancak bu öykü­deki ana nokta onun genel felsefesinden çıkarılır.

O, Hegel ya da Bradley1den daha fazla olarak idealiz­min daha uç bir biçimi üzerinde çalışmıştır. Onun konumu aşağıdaki gibi özetlenebilir: "Tüm öznel bilinçlere bağlı olan düşünme edimi sıradan gerçekliğin tüm dünyasının yaratımı ile arı edime dönüşür.11 Düşünce ve nesne bir ve aynıdır. Bu bir tekbencilik örneğidir. Bu öznel idealizmin en uç noktası­dır. Dünya ve dünyanın özne deneyimi uyum içindedir.

Burada bir paradoks vardır. Gentile bu tarihte bir par­tizanlar çetesinin eliyle Floransa'da ölmüştür. Onlar Salo'- nun kukla faşist cumhuriyetini desteklemesi nedeniyle ona kızgınlık duyuyorlardı. O, dar bir yolda hiçbir şeyden kuşku­lanmadan yürürken kafasının arkasına sıkılan kurşunla öldü­rülmüştü. Giovanni Gentile'nin solipsistik dünyası içinde sui­kastçının kurşununa gerçekliği veren hangi "arı edim" idi? (Bakınız Divine, 1975: 205). Ya da partizan suikastçının "dünyası" içinde suikasta kurban gitmesi gerektiğini, fakat basit bir şekilde kendisininkinin yok olduğunu mu söylemeli­yiz?

Kant'm Mirası

Kant'ın felsefesi, felsefe tarihi içinde iki farklı ardışık gelişmenin kaynakları arasında bulunmaktadır. Duyumların a­kışından meydana gelen dünyanın sentezi içinde a priori ku­ralların rolü üzerine baskı yaparak gelenekçiliğin kaynakları arasında yer almalıdır. Ancak bazı filozoflar hissedilemeyen, yalnızca olduğu varsayılan bölgede duyuların kaynakları boş­tur ve onlar olmaksızın olamayacak bir felsefe bedelsiz bir eklemedir. Böylece Kant'ın yapısalcı felsefesi idealizm için büyük bir kaynak vermiştir. Onun tezi dünyanın, zihin ile aynı doğadan oluşmasıdır. Zihnin sentetik etkinliği içinde bi- linçliliğin içeriği ve deneye dayalı dünyanın çıkış noktası hak- kındaki Kant'çı değerlendirme bireylere özgüdür. Biz ortak bir dünyada yaşarız çünkü biz yargı biçimlerini ve bununla u­yumlu olan kategori, kavram ve tasarılar sistemini paylaşırız.

Buradan kısa bir adım atarak bizim algıladığımız dün­yaya ulaşmak insan zihninin bir yaratımıdır. Bu şaşırtıcı iddia iki biçimde olmuştur. Bunlardan biri Kant felsefesinden, di­ğeri ise Locke ve Berkeley'in görgücülüğünden gelmiştir. Du- yumsalcıhk (Sensationalizm) ya da olaycılık (phenomela- nizm) insan varlığının yalnızca idealardan haberdar olabilece­ğine dair Locke'a ait ilke üzerinde temellenmiştir. Bizim algı­lar olarak deneyimini yaşadığımız şey, duyuların demetleri olmalıdır, onlar bu duyulara neden olduğunu düşündüğümüz nesnelerin birlikte varolan özellikleri değildir. İdealizm, dene­yim biçimlerinin zihnin sentezleme gücü tarafından zorla ka­bul ettirildiği Kantçı ilke üzerine temellendirilmiştir. Algıla­nan dünya ve onu şekillendiren zihin aynı karaktere sahiptir.

İDEALİZMİN YÜKSELİŞİ

İlk duyuşta, dünyanın zihin ile bağımlı olduğunun orta­ya konulması ilginç görünebilir. Dünya ve zihnin aynı özsel karakterlerden geldiğini söyleyen usta filozofların olması da­ha da ilginç gelebilir. Madde ve düşünce olabilecek herhangi bir şeyden daha farklı görünür. Dünyanın maddesel olduğu ve bizim algılamalarımız ve onun bilgilerinin zihinsel olduğu kesindir. Ancak ne olursa olsun, karşıt düşünce on dokuzun­cu yüzyılda yaygın olarak benimsenmiştir. Biz şimdi on seki­zinci yüzyılın başlarında İngiltere'de son anlarını yaşamış o­lan idealizm düşüncesini izlemeyi sürdürelim.

Kant'm Alman Yorumlaması

Kant felsefesi zihne öncelik verilmesi üzerine güçlü bir öneride bulunmaktadır. ]. G. Fichte (1762-1814) ve F. W. J. Schelling (1775-1854) insan yaşamının ahlaki ve kavramsal görünümlerinin bir etki-tepki ilişkisine indirgene- meyeceğine olan bir inanç temeli üzerine felsefi bir evrenbi­lim geliştirmişlerdir. Kant'a göre, bunlar, duyular üzerine uygulamada bulunan zihnin sentez yapma gücünün ürünleri­dir. Duyular, bilincin görünümleridir. Bizim maddesel nesne olarak ele aldığımız şey, başka biri tarafından deneyimlenmiş olarak, yalnızca insan duyumsanabilirliğine olan ilişkilerin er­demi ile var olabilir. Diğer taraftan, zihnin onu sürdürmek i­çin ilişkilere gereksinimi yoktur. Bir duyu içinde, o mutlak­tır. İdea şunun gibi bir şeydir: bir duyum, bir zihin ile ilişki i­çinde var olmalıdır, çünkü o bir deneyimden başka bir şey değildir. Zihin var olmak için hiçbir belirli deneyime gereksi­nim duymaz. O, herhangi bir şey ile ilişkide değildir. Bunu başka bir şekilde anlatmak gerekirse: gerçekten gerçek olan şey koşulsuz olmalıdır. O, herhangi bir başka şeye bağlı ola­maz. Bunun böyle olması durumunda nihai gerçekliğe sahip olacaktır. Fichte ve Schelling'e göre, bireysel insan zihni ko­şulsuz bağımsızlığın bu karakterine sahip olmuştur. Hegel, te­mel idealist ilkeleri genelleştirerek bunu bir adım daha ileriye taşıdı. O, tamamen koşulsuz, zihin-benzeri bir varlığın, Geist ya da Tin, olması gerektiğini düşünüyordu. Geist, kabaca tüm insan ırkının bilinçliliğidir. Eğer isterseniz, onun gerçek­ten gerçek olan şey olduğunu söyleyebilirsiniz.

Hegel ve Mantığın Tarihsel Gerçekleştirilmesi

G. F. W. Hegel'iıı on dokuzuncu yüzyıl Alman düşün­cesine olan etkisi büyüktür. Pek çok açıdan bu etki, Marx'ın sisteminin yapısındaki rolü aracılığı ile, hala devam etmekte­dir. Hegel 1 770 yılında Stuttgart'ta doğmuştur. O, eğitimi­ne Tübingen dinbilim fakültesinde başladı. İlk üniversite gö­revi Privatdozent olarak Jena idi. Bu, Alman akademik siste­minde sıradan bir "başlangıç-seviyesi" görevi idi. Bu unvana sahip kişi, öğrencilerin derslere katılmak için ödedikleri para­lar ile geçimlerini sağlardı. Napo!yon savaşları onun kariyeri­ne ara verdirdi ve yaklaşık on yıl boyunca hayatını bir okul yöneticisi olarak kazandı. 1 816 yılında Heidelberg'e profe- olarak ele aldığımız şey, başka biri tarafından deneyimlenmiş olarak, yalnızca insan duyumsanabilirliğine olan ilişkilerin er­demi ile var olabilir. Diğer taraftan, zihnin onu sürdürmek i­çin ilişkilere gereksinimi yoktur. Bir duyu içinde, o mutlak­tır. İdea şunun gibi bir şeydir: bir duyum, bir zihin ile ilişki i­çinde var olmalıdır, çünkü o bir deneyimden başka bir şey değildir. Zihin var olmak için hiçbir belirli deneyime gereksi­nim duymaz. O, herhangi bir şey ile ilişkide değildir. Bunu başka bir şekilde anlatmak gerekirse: gerçekten gerçek olan şey koşulsuz olmalıdır. O, herhangi bir başka şeye bağlı ola­maz. Bunun böyle olması durumunda nihai gerçekliğe sahip olacaktır. Fichte ve Schelling'e göre, bireysel insan zihni ko­şulsuz bağımsızlığın bu karakterine sahip olmuştur. Hegel, te­mel idealist ilkeleri genelleştirerek bunu bir adım daha ileriye taşıdı. O, tamamen koşulsuz, zihin-benzeri bir varlığın, Geist ya da Tin, olması gerektiğini düşünüyordu. Geist, kabaca tüm insan ırkının bilinçliliğidir. Eğer isterseniz, onun gerçek­ten gerçek olan şey olduğunu söyleyebilirsiniz.

Hegel ve Mantığm Tarihsel Gerçekleştirilmesi

G. F. W. Hegel'in on dokuzuncu yüzyıl Alman düşün­cesine olan etkisi büyüktür. Pek çok açıdan bu etki, Marx'ın sisteminin yapısındaki rolü aracılığı ile, hala devam etmekte­dir. Hegel 1 770 yılında Stuttgart'ta doğmuştur. O, eğitimi­ne Tübingen dinbilim fakültesinde başladı. İlk üniversite gö­revi Privatdozent olarak Jena idi. Bu, Alman akademik siste­minde sıradan bir "başlangıç-seviyesi" görevi idi. Bu unvana sahip kişi, öğrencilerin derslere katılmak için ödedikleri para­lar ile geçimlerini sağlardı. Napolyon savaşları onun kariyeri­ne ara verdirdi ve yaklaşık on yıl boyunca hayatını bir okul yöneticisi olarak kazandı. 1816 yılında Heidelberg'e profe- dir. O, diğeriyle ilintili değildir, fakat onun diğeri için, ve bu gizli kimlik birliğin bir yeniden ortaya konulmasını zorunlu kılacaktır."

Tin olarak dünya, daha yüksek bir birlik içinde topla­nacak olan ilerlemeci karşıtlıklar aracılığı ile onun ilkel birliği­nin bir kırıklığından meydana gelir. Bu karşıtlıklar, karşıt gö­rünen kutupların sentezi ile birbiri peşi sıra aşılır. Bu Hegelci diyalektiktir. En temel karşıtlık bilinç, tüm daha yüksek orga­nik varlıkların bir niteliği ve kendi-bilinçlilik, bir bütün olarak insan kapasitesi, arasındadır. Karşıtlık düşünülebilir olan ile düşünülemez olan arasındadır. Bu karşıtlık tarih içinde kendi kendine bilinçli tek tür olan insanlığın varlığının erdemi ile ortaya çıkar. İnsan ırkının tarihsel gelişimi her bir ardışık kar­şıtlığın sentezi ile karşıtlıktan sonra karşıtlığın geçişi aracılığı i­le meydana gelir. Tarih, kendi kendine bilinçliliğin evrimi ile kırılmış olan ilkel birlikten, insanoğlunun tam olarak gelişmiş zihninin daha yüksek bir birliğine doğru hareket eder. Bura­da bilinçlilik ve kendi kendine bilinçlilik sonuç olarak sentez- lenmiştir. Karşıtlıkların ilerlemeci dizisi arasında cisimlendiril­miş olan insanın maddesel doğasının gerekirciliği ile olgunlaş­mış insan temsilcisi tarafından ortaya konmuş ussal seçim öz­gürlüğün arasındaki karşıtlığın aşılması gerekmektedir.

İnsan ırkının birlikten karşıtlığa ve tekrar birliğe gelişi­mi aynı zamanda Geist'ın ifadesi olarak evrenin gelişimidir. Dünya Tini, tüm diğer zihinsel olanlar gibi, cisimlendirilmiş olmalıdır. O, kendi maddesel alt tabakasını kendi insan ırkı i­çinde bulur. Hegel bir panteist (kamutanrıcı) değildir. Tanrı, tüm maddesel evren içinde cisimlendirilmiştir, fakat insanlı­ğın organik varlığı içinde maddesel olarak gerçekleştirilmiştir.

Hegel'in iddiaları ile bilimin kurulu buluşları arasındaki çokça-övülen karşıtlık on dokuzuncu yüzyılda Alman üniver­sitelerinin "politik" gelişiminde çok önemli bir rol oynamış- dir. O, diğeriyle ilintili değildir, fakat onun diğeri için, ve bu gizli kimlik birliğin bir yeniden ortaya konulmasını zorunlu kılacaktır."

Tin olarak dünya, daha yüksek bir birlik içinde topla­nacak olan ilerlemeci karşıtlıklar aracılığı ile onun ilkel birliği­nin bir kırıklığından meydana gelir. Bu karşıtlıklar, karşıt gö­rünen kutupların sentezi ile birbiri peşi sıra aşılır. Bu Hegelci diyalektiktir. En temel karşıtlık bilinç, tüm daha yüksek orga­nik varlıkların bir niteliği ve kendi-bilinçlilik, bir bütün olarak insan kapasitesi, arasındadır. Karşıtlık düşünülebilir olan ile düşünlilemez olan arasındadır. Bu karşıtlık tarih içinde kendi kendine bilinçli tek tür olan insanlığın varlığının erdemi ile ortaya çıkar. İnsan ırkının tarihsel gelişimi her bir ardışık kar­şıtlığın sentezi ile karşıtlıktan sonra karşıtlığın geçişi aracılığı i­le meydana gelir. Tarih, kendi kendine bilinçliliğin evrimi ile kırılmış olan ilkel birlikten, insanoğlunun tam olarak gelişmiş zihninin daha yüksek bir birliğine doğru hareket eder. Bura­da bilinçlilik ve kendi kendine bilinçlilik sonuç olarak sentez- lenmiştir. Karşıtlıkların ilerlemeci dizisi arasında cisimlendiril­miş olan insanın maddesel doğasının gerekirciliği ile olgunlaş­mış insan temsilcisi tarafından ortaya konmuş ussal seçim öz­gürlüğün arasındaki karşıtlığın aşılması gerekmektedir.

İnsan ırkının birlikten karşıtlığa ve tekrar birliğe gelişi­mi aynı zamanda Geist'ın ifadesi olarak evrenin gelişimidir. Dünya Tini, tüm diğer zihinsel olanlar gibi, cisimlendirilmiş olmalıdır. O, kendi maddesel alt tabakasını kendi insan ırkı i­çinde bulur. Hegel bir panteist (kamutanrıcı) değildir. Tanrı, tüm maddesel evren içinde cisimlendirilmiştir, fakat insanlı­ğın organik varlığı içinde maddesel olarak gerçekleştirilmiştir.

Hegel'in iddiaları ile bilimin kurulu buluşları arasındaki çokça-övülen karşıtlık on dokuzuncu yüzyılda Alman üniver­sitelerinin "politik" gelişiminde çok önemli bir rol oynamış- nomluğu için bir bozulma olarak görecektir. Hegel'in kendi sözleriyle ifade edersek, "Bu duyusal materyal görgücülük i­çin verilen bir şey olarak kalır, bu bir özgür olmayış öğreti­sidir. Özgürlük yalnızca bana karşı olan kendimden başka hiçbir şey içermez (lnwood'dan alıntı, 1983: 67). Benim başa çıkmak zorunda olduğum verilmiş olan dünya durumu nedeniyle, o benim üzerimde bir sınırlamadır.

Sonucun şöyle olduğu görünmektedir: dünya doğal bi­limcilerin boş zamanlarında keşfedebilecekleri sabit ve final varlık değildir. O, maddesel ve aynı zamanda tinsel olan "bir şey"in bir gelişimidir. Geist düşüncedir, fakat onun cisimlen­dirilmiş olması gerekmektedir. Bilimler yalnızca bu gelişimi a­çığa çıkarmaya hizmet edebilirler. Bunun karşıtlıkların diya­lektik bir sentezi ile olması gerekmektedir. Onların ortaya çı­kardığı dünya, kendi kendine bilinçli olan insan ırkının kendi­sini gerçekleştirmesidir. Bu diyalektik ilerlemenin süreci için­de, doğal bilimlerin gelişimi sağlanmış olacaktır. Onlar dü­şünce zorunluluklarının ve karşıtlıklann sentezinin gelişimsel mantığının konusu olacaklardır.

İngiltere'de İdealizm

Alman idealizmi kısmen, anlaşılmayacak dile düşmüş şekilde sunulduğu için heyecan yaratmıştır. İngiltere'de geli­şen idealizm versiyonunun ise göreceli olarak daha fazla açık bir incinebilirliği ve erdemi vardır. İngiltere'de döneminin öncü idealist yazarı F. H. Bradley'in (1846-1924) yazıların­da birkaç temel konu vardır. Bilgi yalnızca aşağıdaki koşullar sağlandığı zaman olanaklıdır.

1 . İlke olarak, iki ilişki türü vardır. İçsel ilişkiler, ilintili ol­dukları varlıkların oluşturucularıdır, ve dışsal ilişkiler ilintili oldukları bu nesnelerin doğalarından bağımsızdırlar. İdealist- nomluğu için bir bozulma olarak görecektir. Hegel'in kendi sözleriyle ifade edersek, "Bu duyusal materyal görgücülük i­çin verilen bir şey olarak kalır, bu bir özgür olmayış öğreti­sidir. Özgürlük yalnızca bana karşı olan kendimden başka hiçbir şey içermez (lnwood'dan alıntı, 1983: 67}. Benim başa çıkmak zorunda olduğum verilmiş olan dünya durumu nedeniyle, o benim üzerimde bir sınırlamadır.

Sonucun şöyle olduğu görünmektedir: dünya doğal bi­limcilerin boş zamanlarında keşfedebilecekleri sabit ve final varlık değildir. O, maddesel ve aynı zamanda tinsel olan "bir şey"in bir gelişimidir. Geist düşüncedir, fakat onun cisimlen­dirilmiş olması gerekmektedir. Bilimler yalnızca bu gelişimi a­çığa çıkarmaya hizmet edebilirler. Bunun karşıtlıkların diya­lektik bir sentezi ile olması gerekmektedir. Onların ortaya çı­kardığı dünya, kendi kendine bilinçli olan insan ırkının kendi­sini gerçekleştirmesidir. Bu diyalektik ilerlemenin süreci için­de, doğal bilimlerin gelişimi sağlanmış olacaktır. Onlar dü­şünce zorunluluklarının ve karşıtlıkların sentezinin gelişimsel mantığının konusu olacaklardır.

.                      İngiltere'de İdealizm

Alman idealizmi kısmen, anlaşılmayacak dile düşmüş şekilde sunulduğu için heyecan yaratmıştır. İngiltere'de geli­şen idealizm versiyonunun ise göreceli olarak daha fazla açık bir incinebilirliği ve erdemi vardır. İngiltere'de döneminin öncü idealist yazarı F. H. Bradley'in ( 1846-1924} yazıların­da birkaç temel konu vardır. Bilgi yalnızca aşağıdaki koşullar sağlandığı zaman olanaklıdır.

1 . İlke olarak, iki ilişki türü vardır. İçsel ilişkiler, ilintili ol- duklan varlıklan oluşturucularıdır, ve dışsal ilişkiler ilintili oldukları bu nesnelerin doğalarından bağımsızdırlar. İdealist-

Sonuncu ve en önemli olarak Bradley dünyanın sıra­dan görünümünü kendi kendine varolan maddesel şeylerin bağımsız bir bölgesi olarak göstermek için tamamen farklı bir karakterin zihinleri ile kaqılaşmıştır. Bu kendi kendine çeli­şendir. Bunu 1.ve 3. maddelerin bağımsız tezi ile birleştirir­sek, karşıtlıkların olmadığı bir Mutlak olacaktır. Mutlak sıra­dan zihinlerin toplamıyla gerçekleştirilmiştir. Bağımsız ürün­ler olan bireysel zihinlerden daha öte bir zihin yoktur. Dinsel açıdan Mutlak olanın Tanrı olduğu düşünülmektedir. Biz i­lerlemeci olarak deneyimin bu tamamen uyumlu olasılığının bir kavranışını elde ederiz. Bu, insan ırkı içinde Mutlak Zi- hin'in kendisini gerçekleştirmesidir. Bu, açık bir şekilde insan türünün tarihi içinde kendisini gerçekleştiren evriminin He- gelci ilkesinin bir gelişimidir.

Klasik Hint felsefesinin temel ilkesinin bir yankısını bul­mak bana hiç de uzak bir olasılık olarak görünmüyor. Bu il­keye göre bireysel kendi olan Atman ve evrensel varlık zemi­ni olan Brahman aynıdır. Ben Bradley'in doğu düşüncesinden haberdar olup olmadığını bilmiyorum. Ancak sanırım o bu konuda hiçbir şey bilmiyordu.

İdealizmin nihai yazgısı 1 930'1u yıllarda gözükmekte­dir. Cambridge filozofları Russell ve Moore tarafından güçlü eleştirel saldırıların hedefi olmuştur. Bilimin ve bilimden e­sinlenen felsefenin Viyana Dairesi olgucuları tarafından geli­şimi ile ussal olmayan noktalar ortaya çıkmıştır.

FENOMENALİZM

Bu bölümün konusu kişisel, öznel deneyimin, insan bil­gisinin gerçek konusu olduğu tezinin bir açıklaması olarak su­nulabilir. Filozofun görevi kişinin kendi bilinçliliğinin bir mahkumu olarak öngörü ışığında ortak bir insan yaşamının çerçevesi içinde bulunan düşünceleri saptamak ve incelemek­tir. Fenomenalizm Locke'un idealar kuramı ve Berkeley tara­fından geliştirilen eleştirel kuram ile ortaya konmuş olan bir bakış açısının adıdır.

Fenomenalizm bakış açısından bakıldığında, filozofun görevi en birincil duyu birimlerini algıladığımız bölgelerin çö­zümlemesini yapmaktır. Bu bize, algılamanın nesneleri içine bu birimlerin düzenlenmesinde gelişen ilkeleri tanıma olanağı sağlayacaktır. Bu, açık bir şekilde Kantçı bakış açısı eğilimine sahiptir. Duyuların akışı görgücü ve bir insan bireyinin öznel deneyimi kurallarına göre sentezlenmiştir. Maddesel nesneler bizim algılamalarımızın nedenleri olarak görünmezler. Onlar birincil duyuların yapıları olarak ele alınırlar.                                                                               .

Fenomenaloji aynı soruyla, yani dünyanın yaratımında bizim yaşadığımız deneyimin ne olduğu sorunuyla uğraşmak­tadır. Fenomenolojistler nesnelliğin işaretleri, zamanın geçişi, vb. araçlarla bir teknik geliştirmeye çalışmışlardır.

Fenomenalizm ilk olarak birincil birimlere bakar ve yalnızca daha sonra düzenin ilkelerine bakar. Fenomenoloji ilk olarak belli bir şekilde varolan nesnelerin, olayların ve benzerlerinin işaretlerine bakar ve birincil duyumları bir tür kalan şey olarak bırakır. Fenomenalizm'in en etkin modern versiyonu "duyu başlangıç noktası" kuramıdır.

Duyu Başlangıç Noktası Kuramı

Filozofların sürekli olarak kafa yordukları bilmeceler a­rasında bizden bağımsız olarak varolan bir dünya hakkında herhangi bir şeyi nasıl bilebileceğimiz vardır. Bertrand Rus- sell, kendi felsefi gelişiminin erken döneminde, "duyu baş­langıç noktası" kavramının öneminin keskin bir savunuculu­ğunu yapmıştır.

Bertrand Russell 1872 yılında Monmouthshire'de doğmuştur. Büyükannesi tarafından kuralcı bir ortamda ye­tiştirilmiştir. Resmi eğitimine Cambridge, Trinity Kolej'de başlamıştır. Yetişme döneminden itibaren ilgi alanları mate­matik ve felsefe olmuştur. Bu, onun katı bir şekilde disiplinli oluşunun nedenini açıklamaktadır. Cambridge'de A. N. W- hitehead ile birlikte büyük çalışması olan Matematik İlkeleri (Principa Mathematica) kitabına başlamıştır. Bunu felsefe so­runlarını ele alan çok sayıda bağlantılı kitap izleyecektir. O matematik mantığının ışığında felsefi alandaki en zor konula­rı incelemektedir. O, ahlaki duruşu ile uzlaşmaz olduğu için birinci Dünya Savaşı'na karşı çıkmıştır. Yaşamının geri kalanı­nı şu ya da bu radikal nedene adamıştır. O özgür ifade ilke­sine dayalı bir okul kurma düşüncesiyle eğitim alanına yo­ğunlaşmıştır. Daha sonra nükleer silahlara karşıt olarak öncü bir kişilik olmuştur. Onun özel yaşantısı ise evlilik sorunları ve finanssal sıkıntılar içinde geçmiştir. O, 1970 yılında öP müştür. Onun bir dönemler yükselmiş olan ünü son yıllarda azalmıştır. Bunun nedeni kısmen felsefe sorunlarına çözüm bulma konusunda mantığın gücünü kullanma konusunda i­yimser bir inanç içinde olmasıdır.

Russell iki biliş türü ayırmıştır. Bunlar, bilme ve betim­lemedir. Duyu başlangıç tarihi, bilinçliliğin birincil içerikleri, bilme ile bitiştir. Kişi deneyim duyusunu yaşarken herhangi bir kuşku içinde olamaz. Kişi sonbaharda açan isfendan ağacı yaprağı görmemiş olabilir, fakat kuşku duyulmaz bir şekilde görsel alanı içinde kırmızı bir parçanın deneyimini yaşamıştır. Bu aynı zamanda betimleme ile biliştir. Varolmanın duyu başlangıç noktasının neden olduğu maddesel şeylerin bilgisi sonuçsaldır. Biz nesneleri ve diğer insanları betimleyebiliriz fakat biz onları doğrudan doğruya "bilemeyiz".

Benim öğretimi mantıksal atomculuk diye adlandtr- mamm nedeni çözümlemede geride kalan şey ola­rak fiziksel atom değil, mantlksal atom/arm olması- m istememdir. Onlarm ban/an benim renk ya da seslerin küçük parçacık/arı olarak böyle şeyleri "ti­keller" olarak adlandıracağım. Onlarm baztları ise "tümeller" olarak adlandırılacaktır. (Russell, 1975: 179).

Birincil duyu başlangıç tarihi nesnelerin ve insanların temsilini nasıl biçimlendirmişlerdir. Russell, maddesel nesne­lerin duyu başlangıç noktalarından meydana gelmiş mantıksal yapılar olduklarını söylemektedir. Russell'in bu doğurgan ifa­de ile söylemek istediği tam olarak nedir?

Piccadif/y'nin mantıksa/ durumu [maddesel varlıkla­rın sımflarının bir dizisi olarak] .•. diziler ve sınıf­lar, mantıksal kurguların doğasıdtr ...[bu] Picca- dily 'nin [mantıksal] bir kurgu içinde çözümleye­cektir. (Russell, 1975: 191).

İdea gerçekten çok basittir. Maddesel nesneler, daha birincil varlıkların, örneğin duyu başlangıç noktasının sınıfla­rından yapılmıştır. Çünkü, Russell'e göre, sınıflar mantıksal kurgulardır, böylece maddesel nesneler olmalıdır. Neden o bir sınıfın mantıksal bir kurgu olduğunu düşünmüştür. Bu, bizi tümellerin durumunun tartışmasına geri götürecektir. Bir sınıf, bizim tarafımızdan birlikte ele alınan bir varlıklar gru­budur. Bireylerin daha yüksek durumunda varolan hiçbir "sı­nıf" yoktur. Sınıflar faydalı kurgular olarak ifade edilmekte­dir.

FENOMENOLOJİ

Husserl'in Analitik Teknikleri

Bir bilgi kaynağı olarak algı düşüncelerini incelemenin bir başka yolu ise Edmund Husserl'in ( 1859-1938) çalış­malarım incelemektir. O, günümüze kadar etkisi devam e­den bir felsefe yapma yolu bulmuştur. Bu fenomeno/ojidir. Husserl gençlik heyecanını bir psikoloji mantığının indirge­mesi için terk etmiştir. Onun programı Kantçı sentez kura­mının bir tür "deneysel" çalışması olarak düşünülebilir. Hus- serl, bizim özsel olarak özel bilinçli deneyimimiz incelenerek, bize sunulmuş olan maddesel dünyanın ve diğer insanların her yerde var olduğu bir a priori mantıksal ilkesinin çıkarıl­masının olanaklı olması gerektiğini düşünmüştür.

İdea basittir, fakat bunun gerçekleştirilmesi zor ve so­runludur. Bilinç durumlarının çeşitli niteliklerinin gün yüzüne çıkarılabilmesi için bizim için bilinir olan maddesel nesneler, insanlar ve diğer dünya görünümlerinin ayırt edilmesi gerek­mektedir. Bu oluşum duyuları ekstrakişisel gerçeklik için ayrı bir noktada bırakacaktır.

Biz okullarda, konularla ve eğilimlerle ilgili olduğumuz için, ben Husserl'in entelektüel gelişimini izlemeyeceğim, bu­nun yerine onun düşüncesinin en etkin görünümüne, aşkın fenomenolojiye doğrudan ilerleyeceğim. Bunu açıklarken ba­zı terminolojik yeniliklerin de akılda tutulması gerekmekte­dir. Ben, Husserl'in felsefesinin ancak bu terminoloji ile açık ve anlaşılır bir hale geleceğini düşünüyorum.

Husserl'in kendini adadığı sorun basit olarak şöyledir: bilinçli deneyim her şekilde kendisinin ötesini işaret eder. Bi- linçlilik içinde, ona aşkın olan şey ile ilintili olarak içkin (her yerde mevcut olan şey) nasıldır? "Kavrayış nasıl kendisinin ötesine ulaşabilir? Bilincin kendi sınırları içinde bulunmayan bir varlığa nasıl ulaşılabilir?" (Huserl, 1964: 3)

Tüm görünümler içindeki kavrayış psişik bir edim­dir . • • o biz özneyi kavrammm kavrayışıdır. Kav­ranmış nesne kavrayışa karşı koyar . . . Bilgi nasıl kendisini aşabilir ve kendi nesnesine ulaşabilir? ... üstelik algılama basit olarak benim zihinsel bir edi­mim iken. (Husserl, 1950 [ 1950]: 15).

Bu soru göründüğünden daha karmaşıktır. Bilinç dene­yimi için aşkın olan maddesel nesneler yalnızca bu tür şeyler değildir, Husserl bu tümellerin de böyle olduğunu düşün­müştür. Tümeller, belli türden bir varlık olarak şu ya da bu şeyi tanımak için insan kapasitesinin temeli oldukları için tüm düşünceler içinde var olarak kabul edilmektedir. Tümeller "kırmızılık" gibi soyut isimler ile ifade edilerek, benzer şeyle­rin bir grubunun her bir üyesini tanımlamak için aynı sözcük olan "kırmızı" kullanılarak dilbilgisel bir uygulama sağlanır. Husserl için en fazla sıkıntı yaratan konu kendinin konumu­dur. O, bilinçlilik içinde içkin midir yoksa onun için aşkın mıdır?

Husserl, deneyime yönelik zihnin doğal tutumunun karşıtı olarak, analitik gözlem deneyiminin öznelerinin felsefi tutumunu ortaya koyar. Felsefi tutum, doğal tutumun tipik yapısından farklı bir tavır gerektirmektedir. Husserl, bu özel tavrı ifade etmek için bir roman terminolojisine gereksinim olduğunu düşünür. Konuyu kavramak için gerekli olan ilk te­rimler noetik, noematik ve doxetik'tir.

Zihin içeriğinin noetik araştırması bilinç biçimlerinin deneysel olarak sunulmasıdır. Biz bir ağacı, parkta bir nesne olarak, bir ağaç şeklinde görürüz. Onun bir ağaç olduğunu bilmemiz olgusunu "destekleyerek", parkta bir şey olarak bir ağacın nesnelliğinin bilinçlilik içinde nasıl olduğunu ayırt ede­biliriz. Bir noematik araştırma nesnelliklerin kendilerinin çalış­masıdır. Onların düşünme içinde yeniden sunumudur. Bir a­ğacı deneyimlemek ve deneyimlenmiş bir ağaç üzerinde dü­şünmek iki farklı edimdir. Birinde odaklanma ağaç üzerine­dir, diğerinde deneyimlenmiş olan ağaç üzerinedir. Bu edim­lerin içerikleri farklıdır. Bu örnek hiyerarşik olmalıdır çünkü biz açık bir şekilde, ağacı görme deneyimi üzerinde düşün­menin deneyimi üzerinde düşünerek bu oluşumu sürdürebili­riz.

Herhangi bir böyle hiyerarşinin çözümlenmemiş zemi­ni olarak hizmet eden şey doxetik'tir. Parkta bir şey olarak sunulmuş olan bir ağacın deneyimi hakkında düşündüğümüz zaman, ve deneyim ile buna destek olduğumuz zaman, biz biçim, renk, vb. en basit duyular ile bırakılmışızdır. Bir yön­de ilerleyerek noematik seviyeye, diğer yönde ilerleyerek ise doxetik seviyeye ulaşırız.

Heidegger'in Projesi:

"Varlığın Varlığını" Keşfetmek

Her ne kadar Husserl'in fenomenolojisini kavramak zor ise de, onu izlemenin olanaksızlığı kanıtlanmamıştır. Yir­minci yüzyıl felsefe tarihi içinde, Husserl'in hem kendi ülke­sinde hem de diğer ülkelerdeki akademik filozoflar üzerinde­ki etkisi çok büyüktür.

Onun öğrencileri arasında en tanınmış olanı hiç kuşku­suz Martin Heidegger'dir. Onun çalışması 1 930'1u yıllarda bilinmekteydi. Husserl'in projesini genelleştirmek için yoğun çalışmalarda bulunmuştur. Her deneyim içinde olması gere­ken kavram nedir? Varlık. Biz onu nasıl karakterize edebili­riz? Bir nihai açıklayıcı olması gerektiği için onu başka bir herhangi şeyin terimlerinde açıklayamayız.

Heidegger çağımızın çok tanınan filozofları arasında bulunmaktadır. Bu nedenle biz onun yazılarında bulunan mesajların en azından ne olduğunun ana hatlarını çizmeliyiz. Bu konuda ben Steiner'in ( 1 978) Heidegger'in yazıları üze­rine yaptığı mükemmel yorumlamasına çok şey borçluyum. Onun sayesinde çok geniş ve zor bir yazı yapısına sahip olan Heidegger'in çalışmaları daha anlaşılır olmuştur.

Heidegger'in düşüncesini meydana getirdiği görünen i­ki temel düşünce bulunmaktadır. Birincisi basit olarak Var- lık'ın felsefi araştırmanın konusu olduğudur. İkinci temel dü­şünce bir şeyi felsefi açıdan incelemenin her şeyden önce e­timolojik bir girişim olduğudur. Bizim sahip olduğumuz kav­ramsal araçlar kendi tarihçelerinin erdemi ile vardırlar. Felse­fe yapmak için kullanılan dilbilimsel araçların tarihi, kökleri Antik Yunan'a dayanan bir dile sahiptir.

Felsefe yapmanın kök sorunu Varlık'ın bir değerlendir­mesini yapmaktır. Bu genel bir değerlendirme olmalıdır. Heidegger'in ifade ettiği gibi, "tüm varlıklar [çok sayıda var­lık arasında sıradan varlık olarak} varlık içinde [genel olarak varlık] bulunmaktadır."

İçerik ne kadar uzağa giderse, fenomenofoji rar/:C- farın varlığının bilimidir—varlıkbilim. Varlıkbilinlin görevlerinin açıklanmasında zorunluluk, omolojik olarak Da-sein 1 olarak ortaya konur. Bizim var/ıl(bi- limimiz genel olarak varlık sorunu ile karşılaşmak zorunda kalmaktadır. (Heidegger, 1953 [ 1996]: 33).

Değerlendirme ne olursa olsun biz onu dil ıle ifade e­deriz. Betimlemek için kullanılabilecek tek araç d:Uir.

"Var olan her şeyin karakteri nedir ve o hiçbir şeyden nasıl ayrılabilir?" Heidegger'in üzerinde uğraştığı genel bir sorundur. Eğer bu sorun ise, neden onun formülleştirilmesi böylesine basit görünmektedir? Eğer evrenbilimsel fizik bir yanıt vermenin yolu değilse, olası yanıt nasıl olabilir?

Heidegger projesini reductio absurdum, saçmalığa in­dirgemekten çok bir tür kültürel patoloji belirtisi olarak ele almış görünür. Onun modern dünyanın hastalığına teşhisi, tarih süreci içinde yanlış ilerlemiş gözüken bir şeydir. Biz "u­nutulmuş Varlık"a sahibizdir. Bu nereden gelmektedir?

Heidegger, bu "unutmayı" anlayabilmek için ve mo­dern entelektüel dünyanın çürümesinin kaynağı üzerine par­mak basmak için Da-sein terimini kullanmıştır. Bu, kabaca "orada olmak" anlamındadır. "Orada" kelimesiyle dünya kastedilmektedir. Biz "dünyaya fırlatılmışızdır. " Bununla za­ten var olan ve dilbilimsel olarak düzenlenmiş olan bir ger­çekliğin içine atıldığımızı anlatmak istemektedir. Burada bi­zim gibi başka varlıklar da vardır. Herkes tarihin bir ürünü­dür. Diğer insanların varlığı, her biri tarihsel bir ürün olarak, önceden yayılmamış dünyaya fırlatılmış, unutulmuş Varlık'ın olasılığını açmıştır.

Da--sein ilk örnekte kendi varlığı için güvenilir bir potansiyellik olarak, kendisinden aynlmışttr. O, "dünya"ya düşmüştür. "Dünya "nm içine "düş­mek" bir-diğeri-ile-varlık içinde özümsenmek anla­mına gelir. Da-sein de onun varlığı içinde kaybol­muştur. (Heidegger, Steiner'den alıntı, 1978: 94).

Ve burada benim ve Heidegger'in düşüncelerini ö­nemseyen tanıdığım kişiler için çok çekici gözüken Heideg- ger'in düşüncesinin bir bölgesine giriyoruz. Ona göre, tek­noloji kendi içinde bir son olarak, sanıkların birisi olarak, çe­şitli nihilizm türlerinden biridir. Bu işaret büyük bir ölçekte uygarlığın bir çöküşüdür. Ancak yukandaki alıntı daha sıra­dan bir şeyi önerecek gibi gözükmektedir. Heidegger'in zih­ninde ayrıca sıradan akış ve gündelik yaşamın gidişi de bu­lunmaktadır. Sıradan bir döngü yaşamak insanlığın doğru o­daklanması için bir ümitsizliktir.

Uygarlığın kalbi iyileştirilebilir mi? Heidegger, Platon ve Aristo' dan önceki erken dönem felsefe biçimlerine bir geri dönüşü önermektedir. Biz ayıraca şiir gibi sanat ürünle­rinin üzerindeki teknolojik uygarlık ürünlerini kaldırmalıyız. Bu tavsiye kolaylıkla aydınlanma ruhundan ve modern psiko­loji tarihinden bir ayrılış olarak görülebilir. Heidegger, bili­min varlığının hem felsefi düşüncenin ilkel konularına hem de bu düşünce modeline baskı yapan bir öykü-çizgisi izlemiş olduğunu düşünür. On yedinci yüzyıldan başlayarak bizim uygarlığımızın ruhu üzerinde baskı kuran neden, bilime olan hayranlık olmuştur.

Heidegger'in projesinin fenomenolojik görünümü bize sunulmuş olan nesnelerin varlığının nasıl yakından incelenebi­leceğidir. O başlangıç noktasını Husserl'in fenomenolojisin- den almıştır. Onun düşüncesini destekleme teknikleri varlığın çeşitli birimlerini ayırt etmek için niteliği dışarıda tutan özen­li analizler izlemektir. Varlığın çeşitli biçimleri ayırt edilerek genel olarak varlığın karakteri, Varlık belki ayırt edilebilir.

Heidegger'in yazılarında Varlık ile ilgili soruna yanıt a­ranırken başka öğeler de görülürr. Değersiz olmayan çok sa­yıda gözlem ve öngörü bulunmaktadır. Örnek olarak, onun dilin tarihsel karakteri üzerine yaptığı vurgu günümüz dilbi­limlerinde yankıları bulunan bir yapıya sahiptir. Onun Ay­dınlanmaya karşı olan güvensizliği bazı postmodernizm dü­şüncelerinin bir özelliğidir. Teknolojiden hoşlanmaması çev­rebilimcilerinin yazılarının bazılarının önemli bir konusudur.

Sonuç

Dünyanın kendisini bilinçli insana sunmasının en açık yolu bu bilinçliliğin öznel içeriğinde bulunmaktadır. Deneyi­min kaynağı olarak bulunan bir maddesel dünya en iyi şekil­de bir düşüncedir. Belki de zihinsel olan, var olan tüm şey­dir. Biz bunu Hegelci kozmik görünüm içinde büyük bir öl­çekte ele alabiliriz. Ya da biz bilinçliliğin içeriğinin ayrıntıları­nın çözümlenmesinde onu en ince noktasına kadar ele alabi­liriz. Biz duyu başlangıç noktası hakkında öngörülerle mi baş­lamalıyız yoksa nesneleri ve olayları mantıksal ilkerer içinde kaynaştırmayı mı denemeliyiz? Ya da Husserl'in anlaşılması zor bilinçliliğinin içeriğinin çözümlenmesinden mi başlamalı­yız.

Günün sonunda büyük bir kozmik vizyon olarak idea­lizm taraftarı olduğunu söyleyen çok fazla kişi yoktur. Ve en azından, bizim inanç sistemlerimizi tamamlayabilecek yollar için sınırlar vardır. Engeler bizim zihin durumlarımızdan baş­ka bir şeyden meydana çıkıyor gözükmektedir. İster olgucu isterse realist olalım, kabul etmeliyiz ki Zihin ve Dünya birbi­rinden bağımsızdır. Ayrıca sahip olduğumuz algılama sistem­lerinin türleri ile kısmen belirlenmiş olan dünyaya ilişkin ola­rak gelenekçilerin görüşlerinin bazılarını da kabul etmeliyiz. Bizim fenomenleri betimlemek, açıklamak ve sınıflandırmak için geliştirdiğimiz kavram türleri, etkinliklerimiz tarafından ortaya konulmaktadır.

NOTLAR

1 Heidegger bu sözcüğü etkin bir yapıya kavram oluşturmak için vermiştir.

BÖLÜM iV

BATIDA FELSEFE

Çağdaş Felsefe 11

İNSANLAR VE ONLARIN

İLİŞKİLERİ 1 1

İnsan Doğası

161 7 yılının soğuk bir kış gününde Rene Descartes adlı bir Fransız askeri mühendis Hollanda'da Bavyera ordusu için çalışıyordu. Sıcak ve davet edici bir sobası olan sığınacak bir yer bulmuştu. Derin derin düşünceye dalmışken, odanın dışında olan şey hakkında kişi nasıl emin olabilir diye düşün­meye başladı. Gerçekten de kendisinin etrafında bir oda ol­duğundan bile ya da bir bedene sahip olduğundan bile emin olamayacağı düşüncesiyle sarsıldı. Onun emin olabildiği tek şey, rüya gördüğü zaman bile, bir şeyler düşünüyor olmasıy­dı. O, her şeyden öte, düşünen bir varlıktı.

Paradoksal Varhk: İnsan

Felsefi düşünceye sevk eden en derin kaynak, insan doğasının bilmecesi olmalıydı. Biz nasıl bir varlık türüyüz? Hayvanlardan daha yüksek, fakat meleklerden daha düşük mü? Organik evrimin uzun itme gücünün zirve noktası mı? Bilgi-sahibi mekanizmalar mı? Filozotıar, bu sorulara yanıt vermeye çalışırken, yaşamın insan biçimine ilişkin, özellikle onun pratik, ahlaki ve toplumsal görünümlerine ilişkin öngö­rülerin bazılarını gün ışığına çıkarmışlardır. Bizim cisimlendir­diğimiz ve böylece maddesel dünyaya katılmamız, sahip ol­duğumuz kapasite ve niteliklere tamamlayıcı bir olgu olarak görülmektedir.

Bir kişinin kavramını betimlerken önceliğimiz nedir? Biz, bireysel insanları, örneğin bir polis hattı önündeki insan­ları bedensel görünümler olarak algılama eğilimindeyizdir. Ancak her bir insan kendisinin bir duyusuna sahiptir ve onun kendi kimliği aynadaki görünümüyle doğrulanmayı ya da be­densel niteliklerin kontrol edilmesini gerektirmez. O, kaçınıl­maz bir şekilde bilinçliliğin gizemli bir olgusuna ve daha fazla olarak özellikle kendi-bilinçliliğine ilişkindir.

Bu bölümde izleyeceğimiz yol bize filozofların çoğu­nun insani bir örnek olarak maddesel nesnenin sıradan bir türü şeklinde ele almadığını göstermektedir. Eğer biz kendi tipik maddesel varlığımızı bir taş gibi bir şey olarak algılarsak, bizim zihinsel ve ahlaki niteliklere sahip olmamızı hayal et nıek gerçekten çok zor olacaktır. Bitkilerin ve hayvanların da canlılık niteliklerine sahip olduklarını hayal etmek hiç de ko­lay değildir. Maddesel bir şey nasıl bilinçliliğin yeri olabilir? Ancak tabii ki biz maddesel varlıkların olası özelliklerinin sı­nırlarının ne olduğunu bilmiyoruz. Belki de onlar arasında düşünme ve hissetme kapasitesi de bulunmaktadır.

Ancak ne olursa olsun, ikinci binyılın son 500 yılında insan doğası hakkında felsefe yapma uğraşı birbirinden tama­men farklı olan kişilerin zihinsel ve maddesel nitelikleri hak­kında düşünceler üzerine temellenmiştir. İnsanlar maddesel şeyler olarak bazı aynı özelliklere sahiptir. Bunların bazıları hayvanlar için de geçerli olan özelliklerdir. Bu nasıl mümkün olabilmektedir? Descartes on yedinci yüzyılın başlarında bu sorunun biçimini ortaya koymuştur. Onun insan nitelikleri­nin farkına ilişkin açıklaması bir insanın iki farklı türün bir birleşiminden oluştuğu ideası üzerine dayanmaktadır. Zihin­sel nitelikleri içeren zihinsel bir töz, zihin vardır ve bir kişinin maddesel niteliklerinin tümünün toplandığı, maddesel bir töz, beden vardır.

Kartezyen mirası

Biz bu araştırmaya Descartes'in insan düşüncesiyle baş­layacağız. Filozoflar onu reddetmiş, onu değiştirmiş ya da farklı şekillerde ele almışlardır, fakat onlar asla onu gözardı edememişlerdir. Biz filozofların kişisel kimlik sorunu üzerine düşündüklerini içeren bir incelemeye daha sonra döneceğiz. Hangi ölçütlere göre insanlar diğerlerinden ayn olarak kim- likleştirilir ve bireyselleştirilir? Benim kendime olan bireyselli­ğim ve kimliğim nedir? Ya da konuyu başka bir şekilde orta­ya koymak için, diğer insanlar hakkında sahip olduğum ü- çüncü-şahıs düşüncesi nasıldır ve beninı kendim hakkımda sahip olduğum birinci-şahıs düşüncesinden nasıl farklıdır? Ben bugün, dün olduğum insanla aynı kişi olduğumu kontrol etme şansına sahip değilim. Aynı kişi olup olmadığım hak­kında yanlış düşünceye sahip olabileceğim olasılığı herhangi bir anlama sahip değil midir? Sonuç olarak, biz kişinin kendi­si ve diğerleri hakkında bilebileceklerinin sınırlarının sorunu­na kısaca bakacağız.

Kişinin kendisini felsefi açıdan değerlendirmesinin tari­hi beş çok-tanınan filozofta ana hatlarıyla görünmektedir. Descartes kendinin, bir varlık, maddesel-olmayan bir töz ol­duğunu açıklamıştır. Hume bu iddia edilen varlığın, kendinin içsel bakış ile gözlemlenemeyeceğine işaret etmiştir. Her şe­yin gözden geçirilmesiyle kişi "içsel bölge" içinde bir düşün­celer ve duygular yumağı olacaktır. Araştırılan "ben" asla kendisini dikkatli bir inceleme altına alamaz. Bir sonraki a­dım Kant tarafından atılmıştır. O, kendinin asla kendisini de- ğerlendiremeyeceği konusunda Hume ile aynı görüşü paylaş­maktadır. Ancak o iki aşkın birleştirici merkez bulmuştur, bunların deneyim bölgesinin dışında ve deneysel ya da algıla­nabilir "kendi" eğiliminin dışında olan merkezlerdir. Biz dü­şünce ve duygularımızın bir zihin içinde birleşik olduğunu bi­liriz ve karar vermede usun hükümlerini izleme gücüne sahip olduğumuzu da biliriz. Son basamak Wittgenstein ( 1 9 5 3) ve Strawson ( 1 956) tarafından atılmıştır. Onların her ikisi de, Descartes'ın öznelliğin derinliklerinde saklanmış olduğunu söylediği, Hume'un içe dönük olarak bakarak onu bulamaya­cağımızı belirttiği, ve Kant'ın herhangi bir olası deneyimin bölgesinin dışına yerleştirdiği varlığın gerçekte gözümüzün ö­nünde olduğunu işaret etmiştir. O, halkın içinde, cisimlendi­rilmiş, dil-kullanan kişidir. O asla kişisel varlığın içsel çekirde­ği içine gömülmemiştir ya da aşkınlık bölgesine yükselmemiş- tir.

BİR İNSANIN DOGASI

Rönesans-sonrası Avrupa'da insan varlığının doğasının değerlendirilmesine ilişkin olarak iki temel girişim olduğu gö­zükmektedir. Düalistler (ikicilik düşüncesini savunanlar) kişi­lerin zihinsel ve maddesel görünümleri arasında bire indirge­nemez bir farklılık olduğunu savunmaktadırlar. Monistler (birci düşüncesini savunanlar) ise kendi çözümlemelerini her ne kadar görünümler karşıt olarak görünse de, bir kişinin yalnızca bir tür maddeden yapıldığını ve yalnızca bir tür ni­teliğe sahip olduğu üzerine temellendirirler.

Düalizm: Zihincilik

Düalistlere göre, bir kişi varlığın iki radikal farklılığının bir birliğidir. Bunlardan biri maddesel beden ve diğeri mad- desel-olmayan zihindir. Descartes ( 1641 ) gibi bazıları, zihin­sel fenomenleri, zihinsel bir tözün nitelikleri olarak ele almış­tır. Bizim bedenlerimiz aynı maddesel özden oluşmuştur ve her bir bireysel zihin yegane bir "düşünen nesne", bir ben­liktir. Bazı filozoflara göre, o ruh olarak ikiye katlanmıştır. Locke ( 1 690) ve Hume ( 1 739) gibi diğerleri, zihinsel feno­menlerin, birlikte zihni oluşturan, maddesel-olmayan varlık­lar olduklarını iddia ederler. Onlara göre, zihin algılamalar ve duyguların bir "yumağı"dır. Her iki versiyon da düalistik- tir. Hem bedenler hem de zihinler vardır.

Biz yalnızca duyularımızın mesajlarından değil, aynı za­manda kendi duygu, arzu ve idealarımızın en- azından bazıla­rından haberdar olduğumuz için, her bir insan yalnızca bi- linçliliğin bir' merkezi değil, aynı zamanda kendiliğinden-bi- linçli olmalıdır. Ancak maddesel-olmayan zihin ve maddesel bedenin etkileşimi nasıl olmaktadır. Bir duyu organının fizik­sel bir uyarısı nasıl olup da bir duyuya yönlendirebilmekte­dir? Maddesel bir dünya içinde bir davranışa yönlendiren bir karar nasıl olabilmektedir?

Descartes'm tözler düalizmi

Descartes zihin ve bedenin farklı tözler olduğu görüşü­ne ulaşmıştır. O, kuşku götürmez emin bir alana ulaşabilmek için yöntemin bir hatırlatması ile başlar.

Başlangıç olarak, ben duyular tarafından önceden algılanmış olan ve doğru olduğu kabul edilen her şeye geri döneceğim; ve bunu düşünmek için nedenlerimi inceleyeceğim. Daha sonra, bu şeyleri ardışık olarak çağrıştıran sebepleri ortaya koyaca­ğım. Ve son olarak, onlar hakkmda şimdi neye i­nanmam gerektiğini göz önünde bulunduracağım. (Descartes, 1641 {1985]: 51).

Bizim ulaştığımız yerin ötesinde kalmış olan hiçbir şey yoktur, ya da bizim keşfedemeyeceğimiz şekil­de gizli kalmış olan bir şey yoktur. Biz doğru olan şeyi yanllş olarak kabul ederiz ve her zaman bir doğruluğun diğerinin tümdengelimi için zorunlu ol­duğunu düşüncelerimiz içinde sak/anı. (Descartes, 1644 [1985]: 16).

Ancak kendimiz hakkında kesin bilginin tümdengelimi için bir öncül önerme olarak hizmet verebilecek olan şey ne­dir? Onun hem düşünülebilir hem de kuşku götürmez olması gerekmektedir.

Descartes, daha önceki kaynaklarından ödünç alarak, tüm felsefi çıkarımlar içinde en ünlüsü olan ifadeyi bize ver­miştir: cogito ergo sum, "Düşünüyorum öyleyse varını." O­nun rolü inanç için sağlam bir temelin kaynağı olarak hizmet görmesidir. İnanç yoksunluğu olarak görünen kuşku, gerçek­te ona destek verecektir. Eğer birisi düşündüğünden kuşku duyuyorsa, bu durumda, kuşku duyma bir düşünme biçimi olduğu için, bu kişi düşünüyordur. Böylece düşünmenin var­lığı kuşku götürmezdir. Şimdiye kadar gayet iyi. Ancak bu­nun içinde insan nerededir?

Onun sık sık alıntı yapılan çıkarımı düşünen bir nesne­nin varolduğunu kanıtlamış olduğunu varsayar. Yani bir zi­hin, ruh, ya da benlik, zihinsel bir töz Descartes için gerçek­ten vardır (Descartes, 1641 [1985]: 19). Tasını çok basit­tir. "Düşünüyorum öyleyse varım" (Descartes, 1644 [1985]: 194).

Descartes ismi beden ve zihnin bir bütün olarak düşü­nülmesine işaret ederken, Descartes "Ben" zamirinin benliğe işaret ettiğini kabul etmektedir. Gerçekten gerçek olan Des- cartes, Rene Descartes'in, bütünleşik kişinin zihin kısmmın maddesel-olmayan varlığıdır.

Kartezyen düalizminin eleştirilmesi

Düşünme edimlerinin varlığının kuşku götürmezliğin- den hareket ile en az bir maddesel-olmayan düşünen nesne olduğu sonucuna ulaşmanın bazı açık zorlukları bulunmakta­dır. Biz düşünmenin var olması gerektiğini biliriz fakat dü­şünmeyi yapan varlık olarak bir töz olmasının zorunlu oldu­ğunu bilmeyiz. Tasımın döngüselliği Fransızca'da, Latince'de olduğundan daha açıktır.

]e pense
done
]e suis

Bir kartezyenci benliğin varlığını kanıtlamaktan uzak o­larak gerçek ben olan maddesel-olmayan bir töz ile tasım döngüseldir. "Je" (Ben) Descartes'ın kendisinin özünü, kar­tezyen egoyu ifade eden sözcüktür. O, tasımın öncülünde ve sonucunda bulunmaktadır. Kuşku götürmez bir öncülden tümdengelim sağlanmaktadır.

Kuşku duyma paradoksu da bunu destekleyen tek ge­çerli tasınıdır.

Kuşku duyma vardır
öyleyse

Düşünme vardır

Birisi düşünme, hissetme ve isteme maddesel-olmayan oluşumlar iken, kişilik ideasının maddesel-olmayan bir varlık içinde kök bulmasını pekala reddedebilir. Bir kişi olmanın te­meli olarak Kartezyen benliği reddetmek bizim materyalizmi kabul etmek zorunda olduğumuz anlamına gelmez.

Zihinsel olan düşüncenin arkasında yatan, maddesel o­landan tamamen farklı bir töze ait olmak zorunda olan şey nedir? Descartes bir kişinin zihinsel niteliklerinin maddesel- olmadığını kabul etmektedir. Eğer bunlar bölünemeyen bir zihin olarak zihinsel bir tözün nitelikleri ise, onlann ölümsüz olması zorunludur. Beden parçalardan oluşmuştur ve bunlar ayrılabilir. Beden ölümlüdür.

Zihin / beden düalizminde daha radikal bir zorluk bu­lunmaktadır. Birbirinden tamamen farklı gözüken bu tözlerin birbiriyle olan ilintileri nasıldır? Onların birbiriyle ilintili ol- duk/an kuşku götürmezdir. Bedensel duyum organları zihin i­çinde duyumlar sağlamaktadır. Zihin ise bedenin uygun bir şekilde hareket etmesini sağlar. Bu durumda zihin ve beden etkileşim içinde olmak zorundadır. Böyle bir etkileşim nasıl meydana gelmiştir? Maddesel-olmayan bir şey ile maddesel olan bir şeyin birbirini etkilemesi olanaksız gözükmektedir.

Spinoza'nm görünümlerin düalizmi

Zihin-beden sorununu açıklamak için ortaya konan fel­sefi değerlendirmelerin tümünü anlayabilmek için, bizim töz­ler ve onların özellikleri arasındaki ayırımın zihin içinde do­ğurduklarını bilmemiz gerekmektedir. Yalnızca bir töz türün­den oluştuğuna ikna edilmiş bir insana, kendisinin tözünün maddesel mi yoksa zihinsel mi olduğunu sorabiliriz. Bunlar birbirlerine indirgenemez iki özellik türüdür. Bilinçlilik du­rumları, bedenin fiziksel durumlarından tamamen farklı özel­lik türleri olarak gözükmektedir. Böylece başka bir düalist konuma ulaşmış oluruz. Bu, özelliklerin ve oluşumların bir düalizmidir. Bu bakış açısı hakkında en iyi çalışılmış versiyon­lar arasında, kozmik bir ölçeğe genişletilmiş olan, Spinoza felsefesi bulunmaktadır.

Baruch de Spinoza 1632 yılında Amsterdam'da doğ­muştur. Ailesi İspanya'daki Yahudi aleyhtarlığı çatışmaların­dan kaçan göçmenlerdir. O, gençlik yıllarında Musevilikten kopmuştur. Hıristiyanlık düşüncesini iyi bilmesine karşın, hiç­bir zaman vaftiz edilmemiştir. Din değiştirmesinin bir parçası olarak adını Benedict de Spinoza olarak değiştirmiştir. Yahu­di topluluğundan ayrılmış ve Hıristiyan kurumlarına katılma­mış biri olarak hem Katoliklerden hem de Protestanlardan o­lumsuz tepkiler görmüştür. Hayatının son yıllarını basit işler yaparak geçirmiştir. Her iki topluluktan da düşmanca tavır görmesinin bir başka nedeni dinsel ve politik otoritelere karşı tutkulu bir direnç içinde olmasıdır. 1677 yılında öldüğünde arkasında ölümünden sonra gelen ünü ile onun düşüncelerini öğrenmiş olan çok sayıda hayran bırakmıştır.

Spinoza, daha geniş kozmik çerçeve içinde kendi düa- list bakış açısını ortaya koymuştur. Ona göre madde ve tin, evren içinde kendisini meydana getiren Tanrının altındaki iki moddur. Spinoza "insan zihnini oluşturan ideanın nesnesinin beden olduğunu, başka bir deyişle zaten var olan belli bir u­zam modu olduğunu" açıklamıştır ( 1677: Xlll). O, "biz yalnızca insan bedeni ile birleşik olan insan zihnini değil, aynı zamanda zihin ve beden arasındaki birliğin doğasını da kavra­m" çünkü her ikisi de Tanrı olan bir tözün modlarıdır, " de­miştir. Düşünce tanrının bir niteliğidir ve ayrıca maddesel o­lan herhangi bir şeyin özsel karakteridir. Bunu basit bir şekil­de ortaya koymak için, Spinoza'ya göre yalnızca bir töz var­dır, fakat bu hem düşünen bir nesne olarak hem de madde­sel bir şey olarak meydana gelmiştir. Zihin ve bedenin ara­sındaki etkileşimlerin nasıl olduğu sorunu yoktur, zihin ve beden açıklanmıştır. Onların böyle bir etkileşimi yoktur. Modlar arasındaki ilişkiler nedensel değildir. Biz onları. ayrı maddenin iki şekilde görünümü olarak düşünebiliriz.

Spinoza Ethics kitabında zihin I beden sorununun çö­zümü için çok önemli bir tez ortaya koymuştur. Buna göre i- deaların düzeni ve bağlantısı nesnelerin düzeni ve bağlantısı ile aynıdır. Bunun nedeni basit olarak Spinoza'nın "Tanrı" olarak adlandırdığı aynı gerçekliğin görünümleri olmasıdır. Onların arasında daha önceden ayarlanmış bir uyum vardır. İki mod içinde, düşünce (zihin) ve uzam (madde), kendisini meydana getiren tek varlık vardır.

Monizm: Materyalizm

Geleneksel olarak, materyalistler zihin ve beden soru­nunu zihinsel olanı "maddeleştirerek" çözmeye çalışmışlar­dır. Eğer zihinsel olarak ele alınan fenomen gerçekte madde­sel ise, ortada hiçbir sorun kalmayacaktır. Bir insan yaşayan bir bedenden başka bir şey değildir.

Deney ve gözlemin bu konuyu ortaya koyabileceği dü­şünülebilir. Filozoflar bunu hala görev edinmektedir çünkü bir kişinin zihinsel ve maddesel görünümleri her zaman radi­kal olarak farklı görünmektedir. En iyi deneysel araştırmada maddesel ve zihinsel durumlar arasında sistematik "ve istisna­sız ilintiler olduğu gösterilebilir. Biz her iki türün de durum­larını betimlemek için iyi bir şekilde oluşturulmuş sözcüklere sahibizdir. Onun yüzünde, zihinsel kavramlar ve maddesel kavramlar radikal olarak farklı gözükmektedir. Bu tür ilinti­ler, kavramsal analizler ile karar verilmiş olması gereken bazı diğer çözümlemeler ya da idealizm ya da materyalizm di.i- şüncesiııe yönlendirecektir. Kavramların bir setinin diğerine indirgenebileceğini gösterebilir miyiz? Böyle bir indirgeme­nin olanaksız olduğunu düşünmek için nedenler var mıdır? Bu filozofların işidir.

Materyalizm zayıf ve güçlü biçimlerde gelmiştir. Zayıf biçimine göre, düşünce ve eylemin mekanizması tamamen maddeseldir. Yalnızca bir tür töz gelişmektedir, fakat biz bu­nun bir kişinin zihinsel ve maddesel durumların ne olduğu hakkında, onların karşılıklı olarak birbirlerine indirgenebilirli- ği hakkında bilinemezci (agnostik) kalmalıyız. Zihinsel du­rumlar, maddesel mekanizmaların, maddesel-olmayan ortaya çıkan durumları olabilir. Güçlü metaryalizmde yalnızca mad­desel mekanizmalar değil, aynı zamanda zihinsel durumlarda beyin ve merkezi sinir sisteminin gerçekten maddesel olan durumlarıdır.

Zayıf bir materyalizm

]. O. De La Mettrie bile, L'Homme Machine ( 1 748) kitabında Hıristiyan ruhu olarak zihnin tanımlanmasına karşı kendi tavrını ortaya koyduğu halde, zihinsel durumlar ve o­luşumların gerçekte fiziksel durum ve oluşumlar olduğunu tartışmak için hiçbir girişimde bulunmamıştır.

O, "Ruhun çeşitli durumları her zaman için bedenin çeşitli durumlarıyla ilintilidir" (La Mettrie, 1 7 48) diyerek genel olarak çok farklı örnekler ortaya koymuştur. Bu dene­ye dayalı bir tezdir, fakat aynı zamanda bilimsel bir araştırma programının mutlak bir öngörüsüne hizmet etme amacını ta­şımaktadır. La Mettrie, insan türünün özü hakkında herhangi bir iddiada bulunmaktan dikkatli bir şekilde kaçınmıştır. "İn­sanoğlu, onun hakkında açık bir düşünceye ulaşmanın ola­naksız olduğu şekilde düzenlenmiş bir Makinedir."

Psikolojik ve zihinsel durumlar arasındaki ilişki açık bir şekilde nedenseldir, fakat çok dar bir duyum içindedir. "Bi­zim zayıf anlayışımız, " der "ham gözlemlerden kaynaklan­maktadır, onlar bize etki ve tepki arasındaki ilişkileri göster­mezler. " Psikoloji bilinçliliğin nasıl maddeden meydana geldi­ğini göstermez, o yalnızca bunun böyle olduğunu söyler. Nöropsikolojinin bilimsel programı insan varlığının zihinsel durumları ile maddesel durumları arasındaki gözlemlenebilir ilişkiler üzerine temellenmiştir.

La Mettrie'nin ortaya koyduğu en önemli tez insan or­ganizmasının etkinliği ile ilgilidir. O, Hayvan / Makine kavra­mını Descartes'den almış olmasına karşın, onu insan varlıkla: rına genişletmiştir. Maddesel mekanizmaya dinamik bir yo­rumlama kazandırmıştır. Organizmalar etkin güçlere sahiptir. "Canlı bedenler kendi kendilerine hareket, duygu, düşünme . . . ve hareket etmek için gerekli olan her şeye sahiptirler (La Mettrie, 1 748). Locke gibi, o da maddenin zihinsel gü­ce sahip olabileceğini düşünmüştür, fakat onun kendi kurulu düşüncesi olduğunu iddia etmekten kaçınan Locke'un aksi­ne, bunu öne sürmüştür. Bu düşünce onu ]oseph Priestley'e ( 1 777) yaklaştırır. O, fiziksel ve kavramsal güçler için ortak maddesel temel olduğu iddiasına sahiptir.

Ben materyalizmin daha ılımlı biçimini betimlemek için on sekizinci yüzyılda yazılmış olan, onun kurucularının biri­nin çalışmasını seçtim. Bu dönemde, güçlü ya da zayıf olsun, materyalizmin iyi-bilgilendirilmiş insanların "resmi öğretisi" olduğunu söylemek zordur. On dokuzuncu yüzyıl boyunca filozoflar genel olarak, düalizm sorunu ile mücadele etmişler­dir. Yirminci yüzyılda nöropsikolojik keşifler konusunda, pat­lama yaşanıncaya dek, güçlü bir materyalizm biçimi oluşma­mıştır. On dokuzuncu yüzyılın biyolojik devrimi, etkin bir şekilde, insan varlığının tanrısal yaratımın özel bir ediminden kaynaklanan faydalarını inkar etmektedir. Darwin'in ( 1 859) insan varlığının türlerine ilişkin olarak bir doğal seçim oluşu­munu ortaya koyması düalizmin dinsel versiyonuna başkaldı- ran tamamen maddesel bir dünyanın olduğu düşüncesini do­ğurmuştur. Mutasyonun seçimi ile dönüşmüş olan, maddesel varlıkların aralıksız dizisi içinde ruhlar nasıl birdenbire ortaya çıkmışlardır?

İki güçlü materyalizm

Bizim dönemimizin baskın materyalizmi güçlü bir şekil­de indirgemecidir. Ben bunu iki popüler tartışma çizgisi ile betimleyeceğim. Eğer zihinsel kavramların kullanımı ile şim­diye kadar ifade edilmiş olan her şeyi gösterebilseydik, bu durumda zihinsellik bölgesi, maddesel bir dünya içinde fazla­lık olacaktır. Diğer popüler tavır, özellikle yapay zeka yarat­ma projeleri ile işbirliği içinde olan nörobilimlerin başarısı ü­zerine dayanmaktadır. Her iki tartışma çizgisi, güçİü bir ma­teryalizm için bir destek olacaktır. Her ikisi de ciddi zayıflık­lar içermektedir.

ZİHİNSEL KAVRAMLARIN ELENMESİ    Eğer tüm zi­

hinsel kavramların içeriğinden hiçbir şey kaybetmeden mad­desel kavramlarla yer değiştirebildiğinin gösterilmesi olanağı olsaydı, zihin / beden sorunu çok temel bir şekilde buharla­şıp yok olacaktı. Yeniden biçimlendirilmiş sözcükler üzerin­deki mantıksal özne, maddesel bir nesneden, bedenden baş­ka hiçbir şey ile doğrulanamaz. Eğer biz yalnızca fiziksel du­rumlar için sözcüklere sahipsek, bu durumda yalnızca mad­desel nesneler hakkında konuşabiliriz. Bu sözcük programı "elemeci materyalizm" olarak adlandırılır.

Bir sözcüğün başka sözcükler dizisi ile yer değiştirmesi­nin radikal bir şekilde hatalı olması nasıl gösterilebilir? 1 950'1i yıllarda, birkaç bilim felsefecisi, bunlar arasında öne çıkan olarak Norwood Harson ( 1958} bulunmaktadır, söz­cüklerin açıklamalarda kullanılan anlamları ile tanımlamala­rında kullanılan sözcüklerin anlamları arasında keskin bir ayı­rım olmadığına işaret etmiştir. Tanımlamada kullanılan söz­cük anlamları her zaman kuramsal kavramlarla işbirliği için­dedir. Örnek olarak, biz bir ısı fenomeninin betimlemesi b çinde "sıcak" sözcüğünü kullandığımız zaman, bilim ile ilgili kişiler bunun karmaşık bir anlamı olduğunu anlayacaklardır. O kısmen fenomonolojiktir, nasıl hissedileceğini göstermek tedir ve kısmen kuramsaldır, hareket içindeki kinetik mole^ kül kuramına ilişkindir. Bu, bir şeyin neden sıcak ve diğerinin neden soğuk olduğunu açıklar. On sekizinci yüzyılda bilim a­damları ısının, görülmeyen bir sıvı olduğunu düşünmüşlerdir, fakat aynı anlam ilkesini uygulamışlardır. Bir şeyi "sıcak" ola­rak adlandırmak ısıya ilişkin konularda, bu konuda eğitim al­mış insanlar tarafından söylenmesi yadırganıcı olabilir. "Sı­cak" sözcüğü bir şeyin nasıl hissettirdiğini betimlemek için bilim adamları ve yüksek eğitimli insanlar tarafından asla kul­lanılmaz.

Psikoloji sözcüklerinde de benzer bir durum geçerlidir. Paul Churchland ( 1 984) "halk psikolojisi" kavramlarının kullanılmasınm hatalı olduğunu söylemektedir. Elemeci ma­teryalistlere göre, "inanç" ve "bellek" gibi zihinle ilgili söz­cükler zihinsel varlıkları işaret etmek için sıradan insanlar ta­rafından kullanılmaktadır. Bu tür varlıklara sahip olan kav­ramlar resmi olmayan ya da "halk" psikolojisinin temeli ola­rak ele alınırlar. Ancak elemecilere göre, hiçbir zihinsel var­lık yoktur. Halk psikolojisi yanlış bir psikolojik kuramdır. Zi­hinsel sözcükler yanlış yönlendiren düşüncelerle yüklüdür.

Elemecilere göre, kavrayışın gelişen ve gerçek bir kura­mı vardır. O, nöropsikoloji üzerine temellenmiştir, ve beyin ve merkezi sinir sisteminin durum ve oluşumlarından başka hiçbir şeyi gerektirmez. Biz "acı" gibi duygu içeren gündelik ifadeleri elemeliyiz. Bunun yerine "liflerin ateşte yanması" gibi maddesel oluşumlardan bahsedilebilir. "Flütün sesi" ifa­desi, flüt tarafından yayılan ses dalgalarının biçiminin betim­lenmesi açısından elenmelidir. Bunun yerine hava molekülle­rinin titreşmesi ile dinleyenin sinir sisteminde uyarımda bu­lunma oluşumu betimlenmelidir.

Zihin. I beden sorunu yoktur çünkü bilimsel olarak ta­nımlanmış "zihin" kavramı yoktur.

Bu öneriyle sorunların çoğu kendiliğinden ortadan kalkmış olacaktır. Böyle bir sözcük temizlemesi tüfeği ateş­ler. İngilizce'de zihinsei varlıklarm bir varlıkbilimi üzerine te­mellenmiş olan bir psikoloji temeli bulunmaktadır. On seki­zinci yüzyılda Thomas Reid, zihinsel gücün bir varlıkbilimi ü­zerine insan kavrayışı değerlendirmesi temellendirmiştir.

Giiç bizim dışsal duyularımızın bir nesnesi, ve hatta bilinçliliğin bir nesnesi değildir. Bizim doğrudan doğruya sahip olduğumuz bazı şeyler vardır, ve ya!- mzca göreceli bir kavram olarak sahip olduğumuz başka şeyler vardır, giiç ikinci sınıfa aittir ...giiç bir niteliktir ve ait olduğu bir nesne olmaksızın var olamaz. (Reid, 1 788: Bölüm 1 ).

Daha yakın bir dönemde Gilbert Ryle ( 1 94 7) ve Wittgenstein ( 195 3) İngiliz ve Alman dillerindeki psikolojik sözcükleri inceleyerek zihinsel varlıkların kavramları yerine düzenlemeci kavramlar ile çalışmış gözükmektedir. Birisinin bir şeye inandığını söylemek bu kişinin iddia edilmiş bir zi­hinsel varlık, "bir inanç" hakkında bir varsayımda bulunması üzerine bir iddia olarak anlaşılabilir. Başka bir örnek vermek gerekirse: "zeka" bir kişiden başka bir kişiye nitelik olarak değişen zihinsel bir özellik için kullanılan sözcüktür. Bir kişi akıllı, hoş görünümlü, becerikli, vb. olarak adlandırılabilir.

Aynı şekilde, karakter ve kişilik zihin durumlarından çok bir şey söylemek ya da yapmak için düzenlemeler olarak değer­lendirilir. "Yufka yürekli" sunulmasına göre bazıları için "sempati ve acıma dolu" diğerleri için ise "diğer insanların üzüntüleriyle gereğinden fazla ilgili" anlamına gelebilmekte­dir.

Zihinsel olanın indirgenebilirliği sorunu hala tartışılan bir konudur. Onun ikinci binyılda olduğu gibi, üçüncü binyıl boyunca da tartışılacağına dair hiçbir kuşku duymuyorum.

ZİHİNSEL MAKİNELER      İkinci güçlü materyalizm ör­

neği bizim zihne ilişkin sözcüklerimizin anlamları hakkında kuşkulu iddialara bağlı değildir. İnsan varlığının yaptıklarını yerine getirebilecek bir makine yapmak konusunda uzun bir tarih dilimi içinde girişimler olmuştur. Mekanik oyuncaklar insan hareketlerinin her türünü taklit edebilmektedir. Onlar müzikal aletler çalabilir, yürüyebilir, vb. Bu aletler on yedin­ci ve on sekizinci yüzyıllarda popüler olmuştur. Kısa bir süre sonra pratik etkinlikler için bu mekanik araçların kullanılması düşünülmeye başlanmıştır: Her yüzyılda, zamanın en gelişmiş mekanizması olarak beyin için modeller oluşturmanın temel­leri atılmaya çalışılmıştır. On yedinci yüzyılda modeller tüp­ler içinde bulunan sıvılar temeline dayalı, hidrolik bir yapıya sahipti. Charles Babbage, aritmetik hesaplamalar gibi, zihin sel işlemleri taklit edebilen ilk makineyi tasarlamıştır. Yirmin­ci yüzyılda telefonun icat edilmesi beyin ve sinir sisteminin çalışması esasına dayalı olarak gerçekleştirilmiştir.

Pek çok meraklısı için, nihai zihin makinesi İkinci Dün­ya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkmıştır-elektronik bilgisayar­lar önceden yalnızca insan varlığı tarafından gerçekleştirilebi­len çok sayıdaki kavramsal işlevleri yerine getirme kapasitesi­ne sahiplerdi. Alan Turing modern bilgisayarları icat etmekle kalmadı, düşünme ve maddesel temel arasındaki uzun za­mandır devam eden felsefi tartışmaya yeni bir boyut kazan­dırdı (Turing, 1950).

O, bu makinelerin düşünebileceğini kanıtlamak için basit bir test yapmayı önerdi. Telefon ile iki konuşmanın ya­pılacağını hayal edin: Konuşmaların birisi denetleyici ve baş­ka bir insan arasında, diğeri ise denetleyici ve uygun bir şe­kilde programlanmış bilgisayar arasında olacaktır. Denetleyici hangi konuşmanın insanla ve hangisinin bir makine ile oldu­ğunu bilmemektedir. Turing eğer denetleyici hangi konuş­manın kiminle yapıldığını söyleyemezse, makinenin düşüne­bildiğini kanıtlamış olacaktır.

Materyalizmin bu biçiminin temeli basit bir benzerlik­tir:

Beyin :           Düşünme   : Makine :                Bilgisayar

Yeterli derecede geliştirilmiş makineler kavramsal ye­teneklerin çoğunu taklit edebilir, ancak bu onların düşünebil­diklerini söylemeyi zorunlu kılmak için yeterli değildir. Zihin, bilgisayar gibi bir varlık değildir. Zihinsel alan, uygun prog­ramların kullanımı ile bilgi işlemlerin gerçekleştirilmesidir. "L'Homme machine" (İnsan makine) bilgisayar benzetmesi içinde yaşamın yeni bir alanı olarak verilmiştir.

Bilgisayarı zihin modeli olarak kullanma merakı olağan­üstü gelişmelerin yaşanmasına yol açmıştır. "Bilgisayar bilim adamları" gitgide daha fazla geliştirilmiş kavrayış oluşumları için programlar yaratmışlardır. Filozoflar, zihinsel olanın maddesel olana nihai indirgenmesi hakkında abartılı iddialar­da bulunmuşlardır. Ancak iki tür zorluk hemen su yüzüne çıkmıştır. Teknik açıdan, böylesine basit kavrayış oluşumların taklidi bile ancak mühendislerin yoğun çalışması sonucunda olabilmektedir. Felsefi açıdan ise, insan zihinselliğinin iki gö­rünümü makine resmi içinde hiçbir yer bulamamış görün­mektedir. Bunlar, kasıtlı olarak, bir simge yolunun bir insan varlığı için anlama sahip olması, bilinçlilik, kişinin çevresin­den ve kendi durumundan haberdar olmasıdır (Searle, 1 983). Bilgisayar alanındaki yenilikler, temel analojiye yeni bir yaşam vermiştir. Ancak ne olursa olsun, yapay zeka p­rogramı konusunda meraklı olanlar bile mühendisler aracılı­ğıyla gerçekleştirilen sınırlı pratik başarıların indirgemeci çı­karımlarda bulunmak için yeterli olmadığını itiraf etmek zo­runda kalmaktadır.

Bu tartışma ile ortaya çıkar literatür gerçekten çok ge­niş bir alana yayılmaktadır. Bu konuda bir kütüphane dolusu fantastik kitap yazılmıştır. Ben bu konunun meraklılarına Jack Copeland'in Artificial lntelligence (Yapay Zeka, 1992) kitabını okumakla başlamalarını tavsiye ediyorum. Yeni bin- yıl için ne söyleyebiliriz? Bilgisayar metaforunun eski bir me­raklısı olarak "zihin ve makine" tartışmasının gelecekte yok olup gideceğini düşünüyorum. İkinci binyılın son yirmi yılın­da daha basit materyalizmlerin ön plana çıktığı görülmekte­dir. Bunun bir çözümü yoktur. Belli bir şekilde düzenlenmiş molekül grubu, düşünce ve duyguları "saklayabilir mi?"

Nomenal (Hissedilmeyen) Kendiler

Kişiliğin kaynağı araştırma girişimlerinin her birinde bi­zim algılayabileceğimiz şeylerin bölgeleri kuşatılmıştır. Kişilik kaynağını bulma konusundaki başarısızlığımızın onun gerçek fakat algılanamaz olmasına bağlı olduğunu varsayalım. Kant'- m çözümü bir görgücü kendi ortaya koymaktır. Bu, kişisel varlığın bir görünümü, bir aşkın kendidir. Biz bunların var olmasının zorunlu olduğunu biliriz, fakat doğrudan deneyi­me sahip değilizdir.

Algılanamayan kendiye iki yönde ulaşırız. Bu açıktır ki zihin düzenli bir bütün, bir birliktir. Aynı zamanda, insanla­rın onların doğurduğu kuwetlere ve içtepilere karşı edimde bulunabilecekleri de açıktır.

Kant, bir düşünce, bir duygu, bir zihinsel edimin bana ait olduğunu sezmek için "algılama" (apperception) sözcüğü­nü kullanır. Ancak hiçbir sezgi yoktur, bu birliğin kapsamlı görünümü yoktur. O kendisini bir sezgi şeklinde bana sunar. Birleşik alanım parçası olmak zorunda olarak bu benim zih­nimdir. Algılama birliği aşkın olmalıdır. O, tüm düşünebildi­ğim ve yapabildiğim şeyler içinde bulunmaktadır, çünkü ben kendi zihinsel yaşantımı kendime kendim olarak temsil ede­rim, ancak o bu şekilde algılanabilir değildir.

Kant fenomenal dünya, nedensellik bölgesi ile nome- nal dünya, us bölgesi arasında ayırım yapar. Görgücü kendi, her birimizin kendi-düşüncemiz içindeki deneyim özgür dav­ranma kapasitesine sahip gözükmemektedir. "Bu [içsel] du­yu yalnızca kendimiz için görünür olan kendimizin bilinçliliği- ni temsil eder." (Kant, 1787 [1996]: B153). Ben, bir kendiliğinden etkin varlık olarak kendi deneyimimi belirleye- mem: benim yapabileceğim tek şey, kendi düşüncemin an- lıklığı ile kendimi temsil etmektir . . . benim varlığım hala yalnızca belirlenebilir duyumsallığa sahiptir. Ancak bu anlık durumu ben zeka olarak adlandırmışımdır (Kant, 1787 [ 1 996]: B1 5 8, dipnot B). Bir zekaya sahip olabilmek, etki­ler yerine us ile hareket etmektir. Ben, yalnızca us ile hare­ket ettiğimde, koşulsuz olarak hareket etmek için özgürlüğe sahip olduğumu bulurum. Bu bana nedeni olmayan bir olay, anlık bir olay olarak görünür. Ben böyle davranabileceğimi bilirim. Böylece usumu kullanarak davranışımı seçerim, be­nim üzerimdeki nedensel kuwetleri göz önünde bulundur­mam. Ben kendim olarak hiçbir deneysel, görgücü kendi bil­gisine sahip değilimdir fakat yalnızca kendim için ben ortaya çıkarım.

Kant'a göre, kişilik çekirdeği, sezgi ile bana verilmiş o­lan bölgenin ötesindedir. Ancak ben böyle bir birlik ve böy­le bir güç olduğunu bilirim. Bu aşkındır.

Tezlerin İndirgenemezliği

Kendi doğasının felsefi çalışması son yıllarda dilbilimsel araçların bir araştırmasına yönelik olarak yön değiştirmiştir. Bu, derin bir sezgiyi yansıtmaktadır. İnsan bireyselliği her bi­rimizin saklı, özsel bir Kartezyen ruhuna sahip olduğu bir so­nuç değildir. Ayrıca algılanamaz aşkın bir aracı da değildir. O, herkesin görmesi ve etkileşimde bulunması için oradadır. Kendilik felsefesi dilbilimsel bir dönüş yaşamıştır. Zihin ve bedenin nasıl etkileşimde bulunacağını hayal etmeyi dene­mek yerine, insanları tanımlamakta kullanılan doğrulama tür­lerini analiz etmeliyiz. Biz, kendimiz ve bize benzer varlıkları tanımlamak için kullandığımız araçları çalışırız. Eğer kendinin çekirdeği insana indirgenebilir ise, bu durumda kişisel zamir­lerin dilbilgisinin anlamlılığının öngörüsü içinde açık olmalı­dır.

İndirgemeci programın başarısızlığı, insanı tanımlayan doğrulayıcı öğelerin indirgenemez setleri iyi bir şekilde ortaya konulabilir. Bir set beden ve onun durumları tanımlamak i­çin kullanılabilir. Basit neden "ağırlık" ve "yükseklik" gibi in­san varlığı için sıra dışı olmayan öğeleri doğrular. Onlar her­hangi bir maddesel şeyi tanımlamak için kullanılabilirler. Baş­ka bir doğrulama seti yalnızca organizmalar için kullanılabilir. Biz kurbağaların ve hatta bakterilerin ölümlü olduklarını tar- tışıyorken, bir taşın canlı ya da ölü olduğunu söylemek an­lamlı olmayacaktır. Üçüncü bir set bilinçli varlıkların zihinsel yaşantısını betimlemek için kullanılır. Zihinsel doğrulamalar, pek çok açıdan, yalnızca insan varlıkları için kullanılabilir. Bunların bazıları ise hayvanlar için de kullanılabilmektedir. Bir köpeğin tetikte olduğu söylenebilir. Filler asla unutmaz­lar. Dördüncü bir set ise yalnızca kendiliğinden bilinçli varlık­lar için kullanılabilir. Yalnızca insanlar, bir hata yaptıklarını fark ettikleri zaman suçluluk hissedebilir, ve benzeri. Bir taşı betimlemenin yalnızca bir yolu vardır. Bir bitki ya da bir mikroorganizmayı betimlemenin iki yolu vardır. Daha yüksek dereceli bir hayvanı betimlemenin üç yolu vardır. Kişiler ola­rak insan varlıklarını betimlemenin dört yolu vardır. Kişi, in­san yaşamının temel tikelidir (Strawson, 1 956). Bir insanı betimlemenin dört yolu, insan yaşamı olgularının adaletli bir şekilde uygulanmasını gerektirir.

Bir kişi bu şekilde cisimlendirilmelidir ve bu kişi farklı koşullarda bir ve aynı insan olarak yeniden kimliğini ortaya koymalıdır. Pek çok açıdan bu maddesel doğrulamaların kul­lanılmasını içerir. Bunlar gözlemlenebilir nitelikler şeklinde ortaya konulmuştur. Zor durumlarda zihinsel doğrulamalar uzak geçmişten olayları çağrıştırarak bir kimlik oluşturma de­nemesinde bulunur.

"Ben" sözcüğünün kullammlan

İnsanlar özel isimlere ya da Sosyal Güvenlik Numarası gibi kendilerini belirleyen unvanlara sahiptir. Ancak bu un­vanlar kişinin yegane ve tek bir varlık olarak sahip olduğu duyunun kalbini ifade edemezler. Bu görev zamirlere yüklen­miş görünmektedir. "Ben", "kendi" sözcüğü gibi görünür. Bu, bir kişi için özel bir adın yerine geçebilir mi? Belki de "Ben" özel bir ismin kendine özgü bir türüdür, ve o kullana­na göre kendi referansını değiştirmektedir. Birinci tekil şahısa dilbilgisi açısından yakından baktığımızda, "Ben", "beni" ve "benimki" gibi sözcükler görürüz. Bunlar isim olarak işlev görmezler. "Ben" sözcüğü herhangi birisini belirtmez ya da işaret etmez, yalnızca konuşan kişiyi ifade eder. Ancak bun­dan çok daha fazlasını yapabilir.

Özel bir isme ulaşıncaya kadar bir dizi zamir aracılığı i­le konuşulur. "Kleopatra içi yılanlarla dolu olan sepete elini soktu ve o öldü," gibi bir ifadede birinci tekil kişi başka bir şekilde işlev görmüştür. "Ben"in kullanımı o an konuşan ko­nuşmacıya göre bir şeyi ifade etmektedir. Ancak bu kişinin özel ismi için bir alternatif değildir. Wittgenstein ( 195 3: 41O) "Ben" sözcüğünü "burada" ve "şimdi" gibi sözcüklere benzetmiştir. "Burada, " "Champaign-Urbana" gibi bir yerin adı değildir. "Şimdi", "1 Ocak 2000" gibi bir zamanın adı değildir. Bu üçü ve pek çok diğerleri belirteçlerdir. "Bura­da" konuşan kişinin uzamsal yerini bir ifade içeriğinde belir­tir, "şimdi" ise aynı şeyi zaman açısından yapar.

"Ben" sözcüğünün oynadığı rol nedir? O, konuşan ki­şinin çeşitli özellikleri ile ne söylendiğinin içeriğini belirtme görevi görür. "Ben" sözcüğü bunu söyleyen kişinin uzamsal yerini, ne söylediğinin toplumsal kuwetini belirtebilir. Ör­nek olarak, "Ben çıkış yolunu görebiliyorum" gibi bir ifade i­çinde, birinci tekil şahıs dinleyene uzaydaki bir noktadan çı­kış yolunu görebildiğini, yani konuşanın bedeninin nerede olduğu konusunda bilgilendirmektedir. "En üst rafa şimdi u­laşabilirim" tümcesinde ise zamir, konuşanın bulunduğu yer­de hareketi göstermektedir. "Ben kapıya bakacağım" gibi bir ifade içinde, dinleyici kişinin ne yapacağı konusunda bilgilen­dirilmek ile kalmaz, aynı zamanda onu gerçekleştirecek kişi­ye bir görev yüklemektedir. "Ben çamaşırı içeri alacağım" i­fadesinde zamir sorumluluk almak için kullanılmıştır. O, ki­min sorumlu olduğunu gösterir. Birinci tekil şahıs belirteçle­rin rolü, cisimlendirilmiş konuşmacı olarak, cisimlendirilmiş kişinin niteliklerini ortaya koyar.

Wittgenstein bizim kendimiz olmak hakkında hata yap­mış olamayacağımıza işaret eder. Ben, dün olduğumla aynı kişiyimdir. "Ben" sözcüğünü kullanarak kendimi yanlış ola­rak adlandıramam. Kendi, bu durumda ne olursa olsun, içsel bir "şey" değildir.

Bu dilbilgisi içinde biz kendinin bazı görünümlerinin bir ipucunu buluruz. Duyuya sahip olan kişi, bir insan olarak tekliğe ve yeganeliğe sahiptir. "Ben" sözcüğünün yer belirt­me rolü tüm dillerde evrensel olarak görülmektedir. Biz tüm dillerde birinci tekil kişinin bu amaç için kullanıldığını biliriz. Ancak bunun uygulayıcı rolü çok fazla değişiklik göstermek­tedir. O, toplum içinde tanımlanmış olan sözel uygulamala­rın sezgilerinin derecesine bağlıdır, ve kişisel ya da toplumsal olarak uygulama edimlerinin derecesine bağlıdır. Kişi gerçek­ten de tüm doğrulamaların kuşatılmış olduğu analizin nihai birimidir. O, tüm zihinsel ve ahlaki niteliklerle kuşatılmış o­lan gözlemlenebilir, cisimlendirilmiş varlıktır.

Burada yeniden, ikinci binyılın sonunda çarpıcı -bir br çimde dilbilimsel bir dönüş bulmaktayız.

KİŞİSEL KİMLİK

Bireycilik ve Kimlik

Bir ve aynı insan olmak nedir? Bu soru göründüğün­den daha karmaşıktır, çünkü o iki konuyu içerir: bireycilik, ki o bir insanı tüm diğerlerinden yegane ve farklı kılar; ve kim­lik, ki o bir kişiyi dün ve yarın aynı kişi yapar. Kavrayış soru­nu ile ortaya çıkan konuda kimlik ve bireycilik kavramları ki­şinin bir kendi duyusuna, tek bir birey olma duyusuna sahip olmasına uygulanan kavramlardır.

Kendi Duyusu

Bir kişi olma kavramları John Locke'da açık ve farklı bir şekilde görülmektedir. Kişisel kimlik sorunu bulunmakta­dır. Ancak hangi ölçüte göre biz önümüzde duran kişinin daha önce karşılaşmış kişi ile aym insan olduğuna hüküm ve­rebiliriz? Locke'un düşüncesine göre, bu konu insan bedeni­nin kimliği ve sürekliliği ile belirtilmiştir. O, aynı düzendeki beden ile yaşamsal şekilde birleşik olarak ardışıklık içinde maddenin sürekli olarak gelip geçen parçacıkları tarafından aynı sürekli yaşamın bir katılımından başka bir şey değildir. " (Locke, 1690: Kitap il, bölüm 27, Kısım 16).

Bizim kendimizin bir kişisi kavramını kullanmamız biraz farklıdır. Bir kişinin sahip olduğu duyumun biçim ve içeriği nedir? Locke, kişinin kendi kişilik sorununu belirleyerek bir ölçüte gerek olmadığını söylemiştir. Onun tartışması bir in­san olmanın kişilik duyumunun bir çözümlemesidir. Kişi geç­mişinin ve şimdisinin ve beklenen geleceğinin idealarına sa­hip olma konusunda bilinçlidir. Kendilik, bilinçliliğin belli bir yapı ve içerik maddesidir. Bu bir Kartezyen benlik olarak dü­şünülemez. O, belli bir deneyim türüne, belli ideaların dü­zenlemesine sahiptir. "bilinçlilik her zaman düşünme ile işbir­liği içinde olduğu için, ve herkes bunu kendi olarak adlandır­dığı için, kendisini tüm diğer düşünen şeylerden ayırmış ol­maktadır ...ve bu bilinçlilik herhangi bir geçmiş davranış ve düşünceye uzatılabilir, böylece bu kişinin kimliğine ulaşıla­bilir." (Locke, a.g.e.). Bu, bir kendi, bir kişi olmak demek­tir. Kişinin kendi kişisel kimliğine sahip olduğu duyusu, bi- linçliliğin sürekliliği ile belirlenmiştir. Zihin, herhangi bir za­manda bilinçli bir birlik olduğu için, böylece kendi zaman boyunca bilinçliliğin bir birliğidir. Kendi duyusunun psikolo­jik temeli bellek olmalıdır. Zaman boyunca bilinçliliğin sürek­liliği, birinin bir ve aynı kişi olup olmadığını yargılamak için bir ölçüt değildir. Böyle herhangi bir ölçüt olamaz.

Locke, aynı kişi olmak ile bir kişi ya da kendi olmak a­rasındaki farkı ortaya koyan bir düşünce deneyi önermiştir. Bir prensin ruhu ve bir ayakkabı tamircisinin ruhu bedenleri­ni değiştirmişlerdir. Ruh prensin bilinçliliğini taşıdığı için, soylu ruh ve zanaatkarın bedeninin karışımından oluşan me­lez varlık prens ile aynı kendi ya da kişi olacaktır, fakat Loc- ke onun aynı insan olmadığıııı düşünür. "Beden insanı yap­maya çalışır'; (Kısım 15). Melez varlığın "kendi duyusu" yalnızca belli bir düzen ve idealar dizisine sahiptir.

İngiltere'de Locke'un ortaya koyduğu kendilik kavramı çoğunlukla reddedilmiştir. Joseph Butler ( 1 736) ve Thomas Reid ( 1788) belleğin kendililiği belirlediğini söylemişlerdir. Onlar "bel.lek" kavramının kendinin sürekliliğini sağladığını düşünmektedir. Kişinin hatırladıkları, onun bu kişi olarak yaptıklarının bir toplamıdır. Bilinçli olarak hatırladığı şeylere ulaşmak kendinin duyusunun temeli olamaz. Reid basit bir karşı-örnek önermiştir. Yaşlı bir adam, gençlik yaşantısında olanları hatırlamaktadır, fakat çocukken yaptıklarını hatırla­mamaktadır. Genç iken, o bir çocukken elma çalmış olduğu­nu hatırlamıştır. Eğer kendiliğin belirlediği bellekten yola çı­karsak bu insanın iki kişi olması gerekecektir. Ve bu saçma­dır.

Hume, kendi adına, bir varlık olarak "kendi" düşünce­sini inkar etmiştir. Kişinin elde edebileceği tüm şeyler onun kendi zihinsel durumlarının akışıdır. Saydam bir kendi ideası kişinin idealarınııı tutarlılığını ve sürekliliğini açıklayacaktır. Neden tipik olarak görgücüdür. Hume ( 1 739 [ 1962]: 311 ) belleğin "kişisel kimlik keşfetmeyeceği "ne işaret etmiş­tir. O, zihinsel durumlar arasındaki bir tutarlı ve ardışık ilişki­ler örneğinden başka bir şey değildir. Hume, "bir kendi ide- asından hangi izlenimi alırız" diye sorar (s. 301 ). Böyle bir izlenim kişinin yaşantısı boyunca aynı olmak zorundadır, çünkü o kişiye ait gelip geçen tüm deneyimler için saydam bir "şey"in izlenimi olacaktır. Zihin yeni ideaların bir akışı­dır. Kendi, uygun bir kurgudur. Bizim sahip olduğumuz lıer şey izlenimler ve ondan meydana gelen ideaların bir dizilimi­dir. Bilinçlilik, gelip geçici zihinsel durumların bir yumağın­dan başka bir şey içermez. Ancak onların tümünün bilincin­de olan kim vardır.

Bu noktada biz Wittgenstein ve Strawson öngörülerine geri dönebiliriz. Yeganeliği ve kimlik duyusu olan kişi şaşırtıcı bir yapıya sahiptir. O çok-yönlü bir karaktere sahiptir. Bizim sorunumuz halihazırda ortadan kalkmıştır. Kişisel kimlik ola- naklılığı düşüncesi özel isim ve kişi zamirlerinin kullanımı için koşullardan başka bir şey değildir.

Binyılın sonunda maddenin durduğu görünmektedir. Biz acaba metafiziğin gerçekten yoğun bir okyanusunda bir dilbilgisi damlasına mı sahibizdir?

İNSANLARI BİLME

Bir insanın zihninin geçerli durumunu ve kişisel nitelik­lerini bilmenin herhangi bir iddiası nasıl ortaya konabilir? Ben kendi düşünce ve duygularımı, eğilimlerimi ve güçlerimi nasıl bilebilirim? Ve diğer insanların zihinsel yaşantıları hak­kında ne bilebilirim?

On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda kendi-bilgisinin eğimi ve niteliği hiçbir zaman büyüteç altına konulmamış gö­zükmektedir. Descartes, Locke ve Hume kişinin kendi dü­şünce ve duygularının, kesin ve belli bilginin bir kaynağı ol­duğunu kabul etmişlerdir. Her ne kadar Kant bilginin kayna­ğı hakkında nahif öngörülerde bulunmuşlarsa da, o kişinin kendi zihninden kuşkulanmış olduğunu düşünmemiştir. Kuş­kular ancak başkalarının zihinlerini bilmek konusunda odak­lanmıştır.

Biz uzun zamandır insan varlığını bilme ve onları anla­ma konusu üzerinde felsefi düşünce tarihini incelemiş bulu­nuyoruz. On dokuzuncu yüzyılda insan zihinsel yaşantısının bir biliminin ideası ortaya çıkmaya başlamıştır. Kimya uygula­maları aracılığı ile, maddesel özün doğası ve potansiyelliği bi­linebilir. Peki, zihin nitelikleri hakkında bilgi elde etmek için uygun olan bilim var mıdır? Daha önceki çabalar Newtoncu atomculuğun bir benzeri üzerine temellenmiştir. Bu, ideala- rın bir kabı olarak zihnin Locke'cu kavramının uygulanması­dır. Doğal bilimler maddesel atomlar arasındaki birleşme ve etkileşimin yasalarını araştırırken, psikologlar da zihinsel a­tomlar olan ideaların türleri arasında birleşmenin örneklerini araştırmalıdır. Genel olarak, birleşmeler bilgi elde etmek için kişisel bakış ile sağlanmaktadır.

Ancak, on dokuzuncu yüzyılın sonunda böylesine i­yimser bir düşünce ile uyumlu olmayan bir yapı kendisini göstermeye başlamıştır. Sigmund Freud eski bir iddianın çar­pıcı bir versiyonunu ortaya koymuştur: bu, zihinde söyleye­bildiğimizden daha fazlasının olmasıdır. Daha fazla rahatsız e­dici olanı kişinin yaptığı şeyin nedeninin ne olduğunu bilme­mesinin sorgulanmasıdır.

Freud ve Kendini Anlama

Sigmund Freud'un yazılarının insanlar arasında çok ge­niş bir etkiye sahip olduğuna kuşku yoktur. Freud 1 856 yı­lında Moravia'da doğmuştur. Viyana'da doğmuştur. Viya- na'da tıp eğitimi almıştır ve daha sonra Paris'te J. M. Char- cot ile birlikte nöroloji alanın geçmiştir. Histerinin psikopa­tolojisi onun baskın ilgi alanı olmuştur. Nevrozların kaynak­ları ve bu hastalıkların nasıl tedavi edilebileceği üzerine yo­ğun araştırmalar yapmıştır. O, psikopatolojinin kaynaklarının erken dönem çocuklukta, özellikle cinsel deneyimler konu­sunda unutulmuş deneyimler içinde bulunduğuna inanmak­tadır. Bu düşünceden yola çıkarak, zihnin bir düalizminin ra­dikal varsayımına ulaşmıştır. Zihinde düşünce ve duyuların bulunduğu bilinçli bir alan ve kendilerini düşünce ve davra­nışlarda farklı bir şekilde gösteren belleğe bağlı çarpık birle­şimlerin geçit vermez bilinçsiz bölgesi. Kişi üç tür "kuvvet" tarafından etki altındadır: İd, ilkel içtepiler, Ego, ussal kavra­yış ve Süperego, toplumun sınırlamaları. O, bilinçsizliğin kendisini rüyaların içeriklerinde ve geçmiş hakkında doğru­dan konuşmalarda gösterdiğine inanmaktadır. Freud'un çalış­maları standart bir baskıda toplanmıştır, fakat okuyucu Fre- ud'un kendi ( 1 933) kuram.ve uygulamalarının özetine baş­vurabileceği güvenilir bir gözden geçirilmiş çalışma elde et­mek istemektedir. Naziler tarafından Viyana'ya sürülen Fre- ud, İngiltere'ye yerleşmiş ve 1939 yılında Londra'da ölmüş­tür.

Onun yaşamöyküsü kendi felsefesini anlatmaktadır. Başlangıçta onun zihin bölgelerine nörofızyolojik bir yorum yapılmıştır, fakat gitgide daha fazla zihne ilişkin bir kuram ortaya koymasıyla bu düşünce kaybolmuş görünmektedir. Felsefe tarihi açısından bakıldığında anahtar öğe Freud'un ta­nımladığı kendi-bilgisinin olasılığı içindeki sınırlamalardır. Herkes, yalnızca nevrotik hastalar değil, geçişken olmayan bir bilinçsizliğe sahiptir. Bu, kişinin düşündüğü, hissettiği ve yaptığı her şeyi etkilemektedir. Bilinçsizlik bölgesine geçiş dı- şandan yardım gerektirir. Bunun en iyisi psikanaliz uygula­macıları tarafından sağlanabilir.

Kişinin Freudcu resminin eleştirisi Freud'un ortaya koyduğu tedavi uygulamaları ve genel kuramlar üzerine o­daklanmıştır. Bir taraftan, psikolojik düşünce, özellikle cinsel dürtülerin ve onların insan gelişimindeki rollerinin egemenli­ği altında, geniş ölçüde reddedilmiştir. Aynı zamanda Fre- ud'un nevrotik belirtilerin tedavisinde kullandığı tekniklerin etkinliği üzerine ciddi kuşkular bulunmaktadır.

Filozoflar ise zihnin iki katlılığına ilişkin varlıkbilimin e­leştirisinde bulunmuşlardır. İnsanın haberdar olmadığı kavra- yışsal zihinsel oluşumların bulunduğunu düşünmek mantıklı mıdır? Orada hissedilmeyen duygular nasıl olabilir? Bilinçsiz zihinsel durumlar yerine, sinirsel izler ideası üzerine temel­lendirilmiş daha az abartılı bir değerlendirme yapılamaz mı? Zaman zaman Freud'un kendisi kuramını bu şekilde yorum­lamıştır.

Son dönemde kendi kendini aldatma kavramının man­tıklı kılınması sorunu Freudcu zihnin tartışmalarında başlıca öğe olmuştur. Freud'un düşüncelerin bilinçaltına itilmesi ko­nusundaki düşüncelerinin eleştirilmesi, kendi kendini kandı­ran kişinin birinin kandıran ve diğerinin kandırılan olarak iki "yarım insan"a bölüneceği uzlaşmaya kapalı eleştirisinin ya­pılmasına yol açmıştır.

Freudcu insanlar ve onların yaşantıları değerlendirmesi kesin bir şekilde çürütülmüş müdür? Bunu söylemek zordur, fakat batılı kendi-anlayış konusunda onun etkin yerinin kay­bolduğu söylenebilir. Kişinin kendi hakkında bilmediği çok şey vardır. Ancak ne olursa olsun, madde bilinçli zihnin bir tür benzeri içinde saklanmış olduğu ideası gitgide daha fazla inanılmaz gözükmektedir.

Freud kendi psikoterapisini rüyaların içeriğinde bulu nan dil sürçmeleri ve diğer istemsiz davranışların yorumla^ ması ile hastanın kendisini anlamasına sevk etmenin bir yolu na sahip olan psikanaliz ilkeleri üzerine temellendirmiştir. Psi­kanaliz, hastanın zihninin, hastanın kendisinin sahip olduğun dan daha iyi anlaşılması anlamına gelmektedir. Ancak, ne o^ !ursa olsun, bu konuşmalar aracılığı ile oıtaya çıkarılanlar başka bir insan varlığının düşünce ve duygularına geçirile- mezler.

Başkalarmm Zihinlerini Bilme

Descartes sobanın dibinde düşüncelere dalıp gitmiş^ ken, duyuların kendisine söylediklerinin kesinliğinden emin olunamayacağını düşünmektedir. Ben, algı aracılığı ile, mad^ dese! dünya hakkında öğrendiklerime güvensem bile, başka insanların düşünce ve duyguları sonsuza kadar sorun oluştun maya devam etmektedir. Ben yalnızca başkalarının hissettiği şey hakkında emin olmamakla kalmanı, ayrıca söz konusu varlığın bilinçli olduğundan, ya da daha dramatik bir şekilde ifade etmek gerekirse, onun bir zihne sahip olduğundan bile emin olamam.

Ben başkalarının bu konular hakkında benim deneyim­lerime benzer olarak dünyayı ve kendi zihinlerini nasıl dene^ yimlediklerinin karakterini nasıl bilebilirim?

Bizim kendi bilinçliliğimizin sınırları ile bağlı bulunan bireysel adalar ortak bir dünya alanı oluşturmaktan uzak gö^ rünmektedir-ne kadar insan varsa, o kadar dünya vardır. Bu düşünce treni daha öteye taşınabilir. Eğer diğer insanlar hakkındaki benim deneyimim yalnızca benim kendi öznel bölgem içinde onların görünümlerinden ibaret ise, herhangi bir diğer bilinçlilik hakkındaki inancımı nasıl doğrulayabil^

rim? Bu, dünyanın, benim dünyama indirgendiği bir kelime oyunudur.

"Diğer zihinler" sorunu birkaç yöne sahiptir. Bir tanesi bizim kendi özel duygu ve düşüncelerimizi betimlemek için kullandığımız sözcüklerin anlamına ilişkindir. Kuşkucu, benim başka birisi için kullandığım sözcüğün ne anlama geldiğini mm sıl bilebileceğimi merak eder, çünkü onlar yalnızca bu diğeri için bilinir olan olgu durumlarını işaret ediyor görünmekte^ dir. Wittgenstein bu sorunu kendi Philosophical Investigations (Felsefi Araştırmalar) kitabının bir anahtar bölümü içinde ele almıştır. Başka zihinler sorunu olması, daha genel düşüncele^ re bağlıdır. Halk dili ile kullanılan kavrayış yetenekleri, ger çek düşünmenin meydana geldiği özel kavrayışın gizli bir böl­gesinde bulunmaktadır. Bu düşünce Ryle'in The Coııcept of Mind (Zihin Kavramı) kitabının ana amacıdır.

Wittgenstein'm "diğer zihinler"
sorununa yaklaşımı

Wittgenstein'ın fikirleri ve sözleri bu çalışmada zaman zaman görünmektedir. Bu binyılın dönümünde onun bir filo­zof olarak büyük önemi giderek artmaktadır.

LudwigWittgenstein 1889 yılında Viyana'da doğdu. Tanınmış ve eğitimli bir sanayici olan Kari Wittgenstein'ın geniş ailesi içinde en küçük oğuldu. Ludwig 1 4 yaşına kadar özel olarak yetiştirildi. Onun ilkokul arkadaşları arasında A- dolf Hitler da bulunmaktaydı. Daha sonraki eğitimi büyük ölçüde teknikti. Manchaster'da denizcilik hakkında çalışma^ !arda bulunduktan sonra Canıbridge'e geçti ve Bertrand Rus^ sell topluluğuna katıldı. Onların içten ve fırtınalı bir dostluk lan olmuştur. Birinci Dünya Savaşı'nda Avusturya ordusuna katılmış ve savaşın son birkaç ayını savaş esiri olarak geçir­miştir. Tractatus Logico-Plıilosophicus kitabını burada bitirmiş-

tir. O, bu çalışmanın uzun felsefe tarihinin sonu olduğuna i­nanmaktaydı. 1930 yılında Cambridge'e geri döndü, bu da çalışmasının felsefenin sonu olduğuna dair iddiasının erken söylenmiş bir söz olduğunun farkına vardığını göstermekte­dir. Savaş yıllan dışında, 194 ?'ye kadar orada kaldı. İnziva­ya çekilme alışkanlığına rağmen, onun kişisel etkisi çok bü­yük olmuştur. Sık sık Norveç'teki dairesine giderek insanlar­dan uzaklaşırdı. Hayatının geri kalan kısmını batı İrlanda'nın uzak bir bölgesinde geçirmiştir. Neredeyse tüm çalışmaları onun ölümünden sonra yayınlanmıştır. 1951 yılında ölmüş­tür. Ray Monk'un The Duty of Genius (Dehanın Görevi, 1 996) adlı ilgi çekici bir yaşamöyküsü bulunmaktadır. .

Wittgenstein gençliğinde bir gazete köşe yazarı olan Kari Krausz'un yazılarından büyük ölçüde etkilenmiştir. Krausz bir dil eleştirisi olarak, toplumsal bir eleştiri tekniği geliştirmiştir. O, dildeki bozulmanın bir göstergesi aracılığı i­le yaşamın bozulmasını göstererek, Viyana yaşantısının bazı görünümlerinin süssüz bir betimlemesini yapmıştır.

Wittgenstein'ın felsefedeki tekniği aynı sezgi üzerine temellenmektedir. Çözülemez görünen sorunlar dilin grame­ri hakkında bazı düşünce köklerine sahiptir. Onların açık bir şekilde ortaya konması sorunu oluşturan dilin tuzaklarından kaçmayı olanaklı kılacaktır. Diğer insanların düşünce ve duy­gularının bilgisi durumunda, bazı yanlışlıklara ya da kafa ka­rıştıran düşüncelere daha yakından dikkatlice bakmak, çözül­mez görünen sorunlar konusunda kördüğümlerin aşılmasını sağlayabilir.

Bu, diğer zihinler sorunu hakkında daha farklı bir dü­şünme şekli için bir yol ortaya koyacaktır. Özel deneyimlerin sözcüklerinin anlamlarının bilinmesi hakkında bir sorun orta­ya konur. Bu, Wittgenstein'ın ünlü "Özel Dil Tartışması"nın çok verimli bir görünümüdür.

Özel Dil.Tartışması

Yalnızca benim kendi özel bilinçlilik durumumun kulla­nılması ile bir dil oluşturmak olanaklı mıdır? Russell'in dil ve anlam hakkındaki idealarının bazılanna göre, bu öngörü ola­naklı görünmektedir. Özel Dil Tartışması böyle bir dilin ola­mayacağını, zihnin özel durumuna ilişkin özel edimler aracılı­ğı ile anlam kazanan sözcüklerden oluşan bir dilin olamaya­cağını göstermek için tasarlanmıştır.

Tartışmanın ilk aşamasında, Wittgenstein atfedebildik­leri nesneler olarak sözcüklerin anlamını ele almaya karşı kendi kampanyasını sürdürmüştür. O, tek öğretme ve öğ­renme yönteminin hem öğretmen hem de öğrencinin katıla­cağı bir örneğin işaret edilmesi ile olduğu, özel duygular için sözcüklerin öğretilemeyeceğini ya da öğrenilemeyeceğini göstermekle ilgilidir. Öğretmen "kaşınma" sözcüğünü kulla­narak içsel olarak işarette bulunduğu zaman öğrencinin doğ­ru türden bir duyum yaşayıp yaşamayacağı söylenemez. Bu şekilde öğrenilen sözcükler nasıl anlamlı olabilir? Wittgens- tein'ın çözümü, özellikle acı duyma ve hoşlanma duyularına ilişkin olarak, belli özel deneyimlerin doğal ifadelerinin oldu­ğunu ortaya koymaktır (Wittgenstein, 1 953: 242).

İnsan varlığı duyular için kullamlan isimlerin anlamı­m nasıl öğrenebilir? ...Burada bir olasılık bulun­maktadır: sözcükler duyumlarm ilkel ve doğal ifade­leri ile bağlantılıdtr ve kendi yerlerinde kullamlmış- lardır. Bir çocuk kendisini incitir ve ağlar; daha son­ra yetişkinler onunla konuşur ve ona ünlemleri ve daha sonraki tümceleri öğretirler. Onlar çocuklan- na yeni bir acı-davramşı öğretmişlerdir. (Wittgen- stein, 1953: 244).

Böylece sözel ifadeler, doğal ifadelerle aynı "dilbilgi­si"ne sahip olur. Bu şekilde kullanılan sözcükler duyguları betimlemezler fakat onları ifade ederler. İnleme eğilimi acı i­çinde bulunan şeyin bir parçasıdır ve bu hoş olmayan duygu­nun kendisinden daHa fazla ya da daha az önemli değildir.

Bir öğretmen tarafından, bir örnek işaret edilerek, öğ­renilen zihinsel sözcüklerin yanlış ideası yalnızca anlam hak­kında belli bir bakış açısında değil; aynı zamanda bedensel duyguların ve diğer "zihinsel durumlar"ın özel nesneler ol­masındadır. Eğer hiçbir özel zihinsel nesne yoksa, bu durum­da anlamın değerlendirilmesini benimsemek için girişimde bulunulması, ümitsizce bir yanlışlığa yol açacaktır. Paylaşılan örnekleri işaret etmekten başka, sözcüklerin kullanılmasının öğrenilmesinin farklı yolları bulunmaktadır. Örnek olarak ö­zel deneyimlerin halk ifadeleri kullanılabilir.

Bazı yorumcular Wittgenstein tarafından ortaya konan bu anlam değerlendirmesini davranışçılık olarak düşünmekte­dir. Bunlar sanki yeni yeni öğrenilen, ifade edilen duyguları değil, ifadeleri işaret eden, psikolojik sözcükler olarak düşü­nülmektedir. Burada da anlamın sözlük manasından gelen başka bir yanlış anlama görülmektedir. Wittgenstein ünlü bir paragrafında hayali konuşmacısı ile yaptığı tartışmada bu yanlış anlaşılmaya ilişkin ifadeler kullanmaktadır.

Fakat sen kesin olarak kabul etmelisin ki acı ile bir­likte olan acı-davranışı ile herhangi bir acı olmaksı­zın acı-davranışı arasmda bir farklılik bulunmaktadir. Bunu kabul ediyor musun? Nasıl daha büyük bir farklı/Jk olabilir? Ve sen tekrar ve tekrar duyunun kendisinin bir hiç olduğu sonucuna ulaşrrsm. Hiçbir şey değil. O, bir şey değildir [maddesel nesne ola­rak aym genel türün bir varltğı], fakat bir hiçbir şey de değildir. (Wittgenstein, 1953: 304).

Wittgenstein bu ayrımı neden yapmaktadır? "Madde­sel şey"in kavramı hakkında bunun en fazla açıklayıcı olması ne anlama gelmektedir? Bizim onlara "aynı" sözcüğü uygula­yabildiğimiz ölçüt nedir? Biz bir ve aynı şeyi, ya da bazı du­rumlarda birbirine benzeyen iki şeyi bireyselleştirir ve kimlik- leştiririz. Duygulara diğer zihin durumlarına, maddesel şeyle­re uyguladığımız ile "aynı" sözcüğü uygulamak kural mıdır?

Biz "Ben dün aynı duyguya sahiptim" ve "Kazayı duy­duğum zaman seninle aynı duyguyu hissettim" gibi iddiaları nasıl anlayabiliriz? O yalnızca insanların nasıl davrandıkları hakkında kişisel farklılıkların tüm türlerini içerecek şekilde halk ifadelerinin karşılaştırılması ile olabilir. Bir zihnin duru­munu belli bir şekilde ifade etme eğilimi anlamına gelen bü­tünleyici ilke, normal koşullarda duygunun aynılığına iyi bir rehber olan ifadenin aynılığını sağlJyan, zihin durumunda o­lan şeyin parçasıdır.

Gerçekte "diğer zihinler sorunu" yoktur. "Kaşınmak", "aynı" gibi sözcükleri kullanmak için kapsamlı kurallar var­dır, ve bunlar bir kez açıklığa kavuşturulduğu zaman bulma­canın hiçbir boşluğu kalmayacaktır. Doğal olarak, bu tartış­ma da belli temeller üzerine kurulmuştur, özellikle insan ya­şam biçiminin "doğal" olan görünümlerinin olduğu üzerine temellendirilmiştir. Bu bizim ortak bir sözcük dağarcığına sa­hip olmamızı sağlar. Ortak bir dağarcığa sahip olmak ise ifa­de edilen duyguların bir birliği içinde, doğal ifadelere ulaşıl­masını sağlayacaktır.

Ryle'nin 11makinedeki .hayalet"
mitinin eleştirisi

Gilbert Ryle ( 1900-76) The Concept of Mind ( 194 7) adlı etkin çalışmasında insan yaşamının zihinsel görünümleri ile Descartes'in çizdiği insan portresi ile ilgili olarak tüm Kar- tezyenci düşünceyi yıkma girişiminde bulunmuştur. O, Des- cartes'ı ciddi bir hata, bir kategori yanlışlığı yapma içinde ol­makla suçlamıştır. Descartes, insan bedeni ve insan zihni ara­sında ayırım yaparken, töz adı altında onları aynı kategoride ele almıştır. Ryle'nin projesi, farklı bir kategoriye ait olan in­san yaşamının zihinsel görünümleri ve maddesel beden, bi­zim kullandığımız gündelik zihinsel olgulara ilişkin sözcükler i­le bir çalışma şeklinde göstermektir.

O, iki özellik türü ayırımında bulunmuştur, bunlar meydana gelen ve eğiliminde olan niteliklerdir. Meydana ge­len nitelik algılanmış biçim gibi bir şeydir. Eğilimsel nitelik ise gösterilmediği ya da uygulanmadığı zaman bile bir şey tara­fından sahip olunan özelliktir. Ryle, yanlışlığın insanların zi­hinsel ya da kavrayış niteliklerinin yorumlanmasında olduğu­nu söyle1J1iştir.

Ryle davranışçı değildi. Özel deneyimin gerçekliğini in­kar etmekten uzak olarak, kendi analizini de bu doğrultuda genişletmiştir. Birinin bir şeyi akıllıca yaptığını söylemek ya­pılan şeyin içsel bir oluşumunu belirtmek değildir. O, göre­vin nasıl yapıldığını söylemek içindir, bu görevin özel ya da açık olarak yapıldığını göstermektir. Birisinin bir şey bildiğini söylemek, bir görevin başarılı bir şekilde yerine getirildiğini gfterir.

Ryle'nin genel olarak haklı olduğunu görmek kolaydır. Kartezyen geleneğinde, geleneksel olarak kavranmış olan di­ğer zihinler sorunu basit bir şekilde ortadan kaybolmuştur. Tabii ki insanlar düşündükleri ya da hissettikleri hakkında ya­lan söyleyebilirler, duygu ve düşüncelerini gizleyebilirler. Ancak ne olursa olsun bu yetenekler bir kavramlar çerçevesi içinde insanların söylediklerini anlamlı kılarak ve onların doğ­ru söyleyebilecekleri ve kalplerini açabilecekleri ve anlaşılabi­lecek/eri bir yapıya ulaşacaktır. Biz tahmin yürütmeden diğer insanların zihinsel niteliklerini mükemmel bir şekilde kuşata­biliriz.

DÜALİZM VE YAZGI

İnsan varlığının, kavrayış kuwetini geliştirmiş olan tek organizma olduğu yönünde cisimlendirilmiş bir ruh olarak kabul edilmesi, son yüzyılda yaygın olarak benimsenmiştir. Batı düşüncesinde buiıun düalizm içinde olduğuna yönelik bir eğilim bulunmaktadır. Biz materyalizmin ve idealizmin geldiğini ve aynı şekilde gittiğini gördük. Bunlar düşünme ve varolma konusund<} güçlü monist girişimlerde bulunma olu­şumları olarak ortaya çıkmışlar fakat daha sonra etkilerini yi­tirmişlerdir. Aynı düalistik eğilim Doğu felsefesinde de açık bir şekilde görülmektedir. ’ Bir kişinin nihai yazgısı bir kültür tarafından ortaya konan belirli bir düalizm çeşitliliğine bağlı olarak kavranmıştır.

Kişi Felsefelerinde
Kavramsal Düalizmin Oluşu

Geçmişe dönük ve küresel bir açıdan baktığımızda, bin yıl boyunca üç farklı geleneğin insan doğası hakkında çeşitli düşünce ve uygulamaları olmuştur. Üç gelenekte de belli bir ölçüde ayrı ve kimliğe sahip birey ile evrensel ya da kişisel üstw matriks arasında bir düalizm kurulmuştur. Brahman koz­mosun derin doğası olarak evrenseldir. Atman ise kozmik doğanın bir kişi içinde bireysel gerçekleşmesidir. Li etrafında kristalleşmiş olan diğer şeyler arasında gelenek ve uygulama­ların evrensel bir sistemin antik dönem anlamı bulunmakta­dır. Ch'i tersine olarak insanları bireysel olarak ele almakta­dır. Batı felsefesinde Descartes, İslamiyet, Musevilik ve Hıris­tiyanlığın benzer bir derin düşüncesi olarak yalnızca bir mad­desel özün olduğunu ve bunun da bireysel bedenlere bölün­müş olduğunu açık bir şekilde ifade etmiştir. Her bir zihin / ruh, tek ve yegane tözdür. Yalnızca bir madde vardır fakat çok sayıda zihin bulunmaktadır. Bu ikinci töz nedir?

Uzun bir bakış açısı içinde Hint ve Batı düşüncesinde ayırt edilebilecek açıklıkta görünen başka bir temel ayırım bulunmaktadır. Her iki gelenek de, kişide maddesel-olan ve maddesel-olmayan arasındaki ayırımda ortak bir metafiziksel zemin oluştururlar. Batı geleneğinde, biri maddesel-olan ve diğeri maddesel-olmayan beden ve zihin arasındaki ayırımı ortaya koymak için ortak bir harita oluşturulur. Hint felsefe­si maddesel-olan I maddesel-olmayan ayırımı, gerçek olan i­le yanılsama olan, maya arasında derin bir ayırımın temelleri­ni ortaya koyar. Buna göre dünya maddesel ve yok olabilir­dir. Bizim çağdaş düalizmimiz de farklıdır. "İkinci töz" an­lamdır ve simgesel etkinlik dünyası işaretlerin maddeselliği ü­zerinde meydana gelir.

Binyıllık dönem içinde, biyolojik indirgemelerin çeşitli biçimleri ile dilbilimsel kaynaklı psikolojiler ve sosyolojiler a­rasında çarpıcı bir kutuplaşma vardır. Psikobiyolojistler, psi­koloji ve biyoloji bilim dallarının doğrudan doğruya etkileşim içinde olduklarını ortaya koyarak genel bir materyalizme yö­nelik olarak çalışmaktadır. Davranış yaradılışındaki genlerin rolü, beyin yapıları ve oluşumların soyut temsilleri olarak yo­rumlanmış olan zihin modelleri ile tamamlanmışlardır. Hatta biz "zihin-beyin" ifadesinin çok yaygın olarak kullanıldığını görüyoruz.

Dilbilimsel kaynaklı toplumsal yapılar, beyini düşünce­nin araçları olarak kabul ederek, bir tür düalizme yönelik o­larak çalışmışlardır. Simgelerin kullanımları doğruluğun ölçü­tü ve kuralları olarak işlev görmüştür. Ben önümüzdeki yüz­yıllarda maddesel beyinler ile maddesel olmayan kavrayış ü­rünlerini bağlayan ilkelerin ortaya konulacağı beklentisi için­deyim.

Bir Kişinin Nihai Yazgısı

İnsanın nihai yazgısı hakkındaki inançlar, üç büyük ge­leneğin psikolojileri içinde genel olarak metafiziksel şemalarla ele alınmıştır. Batı geleneğinde ruh, maddesel olmayan, zo­runlu bir şekilde maddesel bedene yaşam verir. Bu inancın kanıtı arayışında olan birisi için ortaya çıkabilecek sorunlar çok basit bir şekilde bir tarafa konabilir. Maddesel olmayan varlıklar algılanamazlar. Ruhlar görülmezdir, duyulmazdır ve dokunulmazdır. Bunlar ölümsüzlük inancının bir karşıt kanıt­ları olarak ortaya konur. Karanlıkta titreyen ve zincirlerini şakırdatan hayaletler çok farklı bir gelenekten gelmektedir. Örnek olarak Virgil'in Aeneid yapıtında yeraltı dünyasında Aeneas'ın ölüsü maddesel olarak betimlenmiştir. Kartezyen düşüncesinde bile maddesel olmayan zihin karakteri "hayvan tini" hareketi ile yer bulan zihinsel etkinliğin varsayımı içinde bir tür arındırılmış materyalizm ile ele alınır.

Hint düşüncesi daha önce görmüş olduğumuz gibi koz­mik bir monizm içerir. Burada Atman tek görünümdür. Bir insanın nihai yazgısı sonsuz bir yeniden doğuştur ya da nirva- na'ya ulaşılmasıdır. Aydınlanmış olanların ve aydınlanmış ol­mayanların yapısı metafiziksel temelde ele alındığında aynı­dır. Tartışılacak hiçbir metafiziksel konu yoktur. Bir Hindu ya da Budist olmak için ttim paketi birlikte satın almak zo- rundasınızdır.

İnsanların nihai yazgısı konusu üzerine Çin düşüncesin­de ilginç bir benzerlik bulunmaktadır. Daha önce belirtmiş olduğumuz gibi Çin düşüncesi Budist felsefenin Çin ve Ja­ponya'ya ihraç edilmesi üzerine temellenmiştir. Kişisel ya­şantı, bireysel bilinçliliğin sürekliliği içinde görülmez. Ölen kişilerin varlığı torunlarının düşünce ve uygulamalarında bu­lunmaktadır. Bu nedenle kimse tarafından unutulmamak bü­yük bir önem taşımaktadır. Hatırlama ritüelleri topluluk için­de kişinin konumunu sürdürmesini sağlamaktadır. Ben yirmi birinci yüzyıl düşüncesi içinde gitgide daha kurulu olarak, or­ganik yaşamın genetik temelleri olarak meydana gelen ben­zer bir bakış açısını görmenin çok gülünç olduğunu düşün­müyorum. Klonlama tekniği ile insanların kopyalanması dü­şüncesi bana daha fazla gülünç geliyor.

Doğal olarak, bu düşünce Avrupa kültürünün her za­man için bir parçası olmuştur. Son dönemde genetik buna "bilimsel" bir zemin kazandırmıştır. Granit mezar taşları yap­tırmak, bilgi teknolojisi kullanılarak yaşamöyküsü, antolojiler ve her türden kayıtları saklamak ise nispeten daha alçakgö­nüllü uygulamalardır. Ölümden sonra yaşam görüşü Konfüç- yüsçü ve Taocu düşüncede de ifade edilmiştir. Ben, üçüncü binyılda genetik ve kültür arasında gitgide daha sıkı bir işbir­liği görüleceğini tahmin ediyorum.

Sonuç

"Kişi" kavramının felsefi araştırması Descartes'ın halk bilgisi üzerine özel bilgi konulması kaynaklı zihin I beden so­runu ile büyük ölçüde etkilenmiştir. O, bir taraftan iki farklı varlık türünün nasıl etkileşim halinde bulundukları, ve diğer taraftan bedensel süreklilik ya da bilinçlilik ile kişisel kimliğin yargılaması için temel olarak bellek arasında ayrıcalığın orta­ya konulmasını sağlayan yapı olarak görülmektedir. Materya­listler zihinsel olan her şeyi insan organizmasının maddesel görünümlerine indirgemeye çalışmışlardır. Ancak indirgeme­ci programlann hiçbirisi tam olarak başanlı olmamıştır.

Bu maddeler nereye yerleştirilirse yerleştirilsin, diğer insanlann düşündükleri ve hissettiklerinin genellikle özel ola­rak kaldığı doğrudur. Eğer insan yaşamının bir bilimi varsa, diğer insanlann öznel durumları hakkında bir şeylerin biline­bilmesini destekleyecek bazı yolların olması gerekmektedir. Bu olmaksızın, psikoloji gelişmiş bir davranışçılıktan başka hiçbir şey değildir. Sosyoloji, kurumsal ve ekonomik davra­nışın gözlemlenebilir örnekleri üzerinde istatistiki araştırma­dan daha fazlasını yapamaz, ve antropoloji gezginlerin öykü­lerinin bir toplamından başka bir şey olmaz.

İnsan yaşamı ancak içinde bulunduğu sosyal çevre ışığı altında tam olarak ortaya konulabilir. Biz başkalarının düşün­ce, duygu ve inançları üzerine bilgi sahibi olarak kendi bilgi­mizi sağlam bir zemine oturma girişiminde bulunabiliriz. Filo­zoflar doğru ve yanlış, iyi ve kötü, erdemli ve erdemli olma­yan hükümler konusunda ussal bir temel oluşturmaya çalış­maktadır. İnsan toplulukları için hem büyük hem de küçük ölçekte verimli ve zenginleştirici bir olanaklılık sağlamak an­cak bu tür çabalar ile gerçekleştirilebilir. 12

İnsanlar Arasındaki İlişkiler 1

Ahlak Felsefesi

Kişi kavramlarıyla ilgili olarak, en önemli metafiziksel konulara ilişkin araştırma sürdürülürken, tamamlayıcı olarak şu sorunun sorulması gerekmektedir: İnsanların davranması­nın gerekli olduğu normlar ve standartlar nelerdir? Bu ahlaki felsefenin ve politik felsefenin ilgi alanıdır.

Din ile belirlenmiş bir dünya görüşünden bilim ile be­lirlenmiş bir dünya görüşüne geçiş yalnızca genel metafiziği değil, aynı zamanda ahlak ve politik kavram ve hükümler i­çin destek arayışında olanların yönlerini de değiştirmiştir. Tanrı Yasası'nın insan versiyonu olarak Doğal yasa öğretisi ortaçağ döneminde tutarlı bir ahlak / politika iklimi yarat­mıştır. İnsancılığa yönelik olan yeni çıkış noktalan ise vahiy edilmiş din tarafından kurulmuş gözüken tüm soruları yeni­den açacaktır. Biz iyi yaşantı için yeni reçeteleri nasıl savunu­ruz ve insan erdemlerinin şu ya da bu sınıflandırmasını nasıl vurgulayabiliriz? Bu, insan yaşamının olguları içinde bulunan görgücü soruşturmanın bir konusu mudur? Ya da arı us ile bir yanıtın ana hatlarına ulaşmak olanaklı olabilir mi? Her iki alternatifin de savunucuları olmuştur.

Her şeyin ötesinde, Rönesans'tan sonra insancılığın "keşfı"nin akılda tutulması gerekmektedir. İnsan bilgi ve ah­laklılığının merkezi durumuna gelmiştir. Binyılın ikinci yarı­sında ahlak ve politika felsefelerinde yetki usa verilmiştir. Bu eğilimin yüceltilmesi bizim Aydınlanma olarak adlandırdığı­mız büyük Avrupa hareketidir.

Felsefenin yeniden bireyin üzerinde merkezleştirilme- siyle birlikte, davranış özgürlüğünün nasıl olanaklı olduğu es­ki sorunu yeniden filozofların derin düşünceleri içinde mer­kezi bir konum kazanmıştır. Leibniz, bu bildik sorunu her şe­yi bilen bir Tanrı tarafından tüm kendi tarihi içinde kişisel bir sorumluluk nasıl olabilir şeklinde ele almıştır. O, doğalcı bir görünüm içinde yeniden ortaya çıkmıştır. Doğa oluşum­ları tarafından önceden belirlenmiş maddesel bir temele sa­hip olan her bedensel olay içindeki bir evrende insan özgür­lüğü nasıl olabilir? Aynı zamanda, politik otoritenin bulun­duğu yer sorunu analizin gereksinimleri içinde bulunmakta­dır. Dünyevi bir devlet içinde kurulu otoriteye itaat etmek zorunda olan kişinin görevleri nelerdir? Hangi koşullarda bu otorite hükmetme hakkını kaybeder?

Alisdair Maclntyre ahlak ve politika felsefelerin orta­çağ ve modern içerikleri arasındaki karşıtlığı aşağıdaki gibi betimlemiştir.

Orta Çağlarda toplumsal bağlar ve politik bağlar, tıpkı Yunanlılarda olduğu gibi bir birliğe sahipti. [Çağdaş dünyada ise] bir insan, eski dünyada oldu­ğu gibi bir feodalizm birliği ya da [Yunan şehir-dev- letlerindeki] şehir birliğinden farklı olarak, yalmzca bir özne olarak bir toplumsal ilişkiler ağmm bir par­çası olarak yer almaktad1r. Kişi ekonomik düzene kurumlar ve lonca/arm bir seti içinde iyi-tanımlan- mış bir durum içinde değil, sözleşme yapma yasal hakkma sahip olan bir birey olarak kat1/Jr ...bu ah­laki yapı için yeni bir kimlik sahibi olması demektir. (Maclntyre, 1 966; 124).

Filozoflar artık özgürlüğü yalnızca nedensellik ile değil, aynı zamanda dünyevi otorite ile de uzlaşmak zorundadır, ve başkalarının çıkarları ve taleplerini kendi çıkarları söyleminde ele almalıdır. Politik otorite temeli olarak feodalizmin sonu ve Katolik Kilisenin etkinliğinin azalması toplumsal dünya boyunca inanç ve ahlak konularında farklı bir yapının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Böyle bir ortam içinde olan kişi özgürlük talebinde bulunmaktadır. İnsanlar kendi yaşam şe­killerini seçmek ve kendi çıkarlarını arama hakkına sahip ol­mak istemektedir. Böyle bir yapı içinde ahlak, mülkiyet hak­kı ve otoritenin işlevi nasıl olmalıdır? Böylesine özgür birey­ler tarafından yönetimi onaylayan ve kabul edilen kurulu bir otorite nasıl olmalıdır? Eğer egemenlik gücü yurttaşlara oto­riteyi belirleme hakkı veriyorsa, onun yetki sınırları nasıl ol­malıdır? Özgür insanlar arasındaki düzenli birliklerin herhan­gi bir biçimi içinde ortaya çıkan sorunlar nasıl çözülecektir?

Bu bölümde biz gitgide artan bir şekilde dünyevi bir toplulukta ahlak otoritesinin bir zeminini geliştirme arayışı i­çinde olan ahlak felsefecilerinin yaptıklarını izleyeceğiz.

AHLAK FELSEFESİNİN
TEMEL NOKTALARI

Ahlak ve politika felsefeleri arasındaki ayırımı genişlet­mek yapay olacaktır. Her ikisi de yaşamın düzenli ve tatmin edici bir biçimi hakkında etkin olan ya da etkin görünen doğru ve yanlış davranış ilkelerinin temellerini arayışı içer­mektedir. Politik felsefe otoriteler ve vatandaşlar arasındaki ilişkilere, ahlak felsefesi ise bireyler arasındaki ilişkilere odak­lanır.

Ahlak Duyusu

İnsan davranışının ahlak niteliği konusunda hangi öl­çütler geçerlidir? Görgücülüğün egemenliğindeki on yedinci ve on sekizinci yüzyıl ikliminde, İngiliz filozoflarının davranış ve karakter konusunda psikolojik unsurlar üzerine vurgu yap­ması şaşırtıcı değildir. Hume'a göre, ahlak felsefesinin ilkele­ri, temel ve zorunlu ilkeler üzerinde usun uygulamalarında değil, "insan yaşamının dikkatli bir gözlemi"nden gelmelidir. {Hume, 1 739-40 [1962]: 44).

Çünkü ahlak ... davranış ve duygular üzerinde et­kiye sahiptir. Bunlar ise ustan kaynaklanıyor ola­maz; ve us tek başıma . .. böyle herhangi bir etki­ye asla sahip olamaz. Ahlak, tutku/an harekete ge­çirir, ve davranış/an üretir ya da önler. Usun kendisi bu konuda tam olarak potansiyele sahip değildir. Bu durumda ahlak kural/an, usumuzun sonuç/art değildir. (Hume, 1739-40 [1962]: 192-3).

Hume, ahlaklılığın kaynağının, ahlaki bir duyu olması gerektiğini düşünür. "Bir erdem duyusuna sahip olmak, bir erdemliliğin karakterinin düşünülmesinin belli bir türünün bir tatminini hissetmekten başka bir değildir ...Biz erdemli ol­mak karakteriyle kuşatılmış değilizdir, fakat belli bir şekilde bizi memnun kılan bu deneyimi hissettikten sonra, erdemli olmanın bizi nasıl hissettirdiğini biliriz." {Hume, 1 739-40 [1962]: 205 ) . Kısacası, erdemli bir karakter ve hoşa giden bir karakter kavramları aynıdır. Nihai olarak, ahlaklılığın tüm yapısı acı ve haz duyusuna bağlıdır. Ancak ahlaki olarak uy­gun bir - şekilde bize haz veren şey nedir? Bu, bizi yapılan şe­yin faydası ve başkalarının beğenisini kazanma konusuna gö­türür.

Evrensel Ahlak İlkeleri Nasıl Olabilir?

Hume'un ahlak yargıları zeminin analizi üzerinde düşü­nüldüğünde onun evrensel ahlak yargıları için bir temel oluş­turma konusunda başarısız olduğu görülecektir. Bir grup in­san, erdemli, faydalı ve hoşa giden şeyin farklı bir kavramına sahip olabilmektedir. Ahlaki bir ilke olarak herhangi bir yer­de ve herhangi bir zamanda geçerli olacak ölçüte nasıl ulaşa­biliriz? Bu, Kant'ın çözmeye çalıştığı sorundu. Göreceğimiz gibi, o, Hume'un psikolojik kaynaklı ahlak yargıları temeli değerlendirmesinden daha radikal bir ahlaklılık alanı oluştur­mayı vurgulayacaktır.

Kant'a göre, kendi hakkındaki değerlendirmemizde gördüğümüz gibi, her insan davranışı iki "düzen" ile ilintili kabul edilmelidir. Bunlar nedensel yasalar tarafından sıkı bir şekilde yönetilen fenomenal dünya ve us tarafından yöneti- fen kavranabilir dünyadır. Fenomenal dünya içinde, insan varlıklarının nedensellik ile bağlı olduğu ve özgürce hareket edemeyecekleri düşünülmektedir. Ancak kavranabilir dünya­da, usun egemen olduğu dünyada, insanlar özgürdür. Bu öz­gürlük bizim bazı düşünce ve davranışlarımızın anlık sezgileri içinde ortaya konulmuştur. Böylece bizler aynı anda hem fe- nomenal organizmalar hem de nomenal aracılar olarak varız- dır.

Kant, koşulsuz olan iyiyi bulmaya çalışmaktadır. Haz ya da hatta bazı faydalar uğruna yapılan hareketler, davranı­şın koşulsuz bir ilkesi için yalnızca tek bir aday görünmekte­dir: bir görevi, görevi yapma uğruna, yapmak.

Bu ona, arzu edilen ve arzu edilebilir sonuçların değe­rine göre değerlendirildiği davranışların performansı için ku­ralları ifade eden kategorik koşulsuz zorunluluklar ve varsa­yımsal zorunluluklar arasında ayırım yapma olanağı verir. Gerekli olan teknik bilgi için yetenek kuralları vardır, bizim kendi çıkarlarımız içindeki davranışlarımızı sağlayan sağduyu­lu kurallar vardır. Varsayımsal zorunlulukların hiçbir türü meselenin kalbine gitmez. Yalnızca kategorik bir zorunluluk, belli durum ve kişisel güdülerden bağımsız olan hareketin il­kesi nihai ahlak yasası olabilir. Kant'ın kategorik zorunlulu­ğun doğasının açıklaması, felsefe tarihindeki büyük anlardan biridir.

Kategorik zorunluluk Kant'ın yazılarında iki ayrı versi­yon içinde görülür. İlk formülleştirme aşağıdaki gibidir:

Aym zamanda herkes için geçerli olacak davramş evrensel bir yasa olmalıdır. (Kant, 1785 [ 1964]: 52/421 ).

Kant bunu "hakkın üstün ilkesi" olarak adlandırır. O, ahlak yasalarıyla uyum içinde olarak herkesin hakkına saygılı olmayı gerektirir. Bu, herhangi bir zorlama olmaksızın kendi­liğinden olmalıdır. Bu, zorunlu olarak kategorik yapıyı koşul­suz yapan şey nedir? O koşulsuzdur çünkü "eğer [bir davra­nış] k€ndi içinde iyi olarak düşünülüyorsa, ve bu durumda zorunlu olarak düşünülüyorsa, o, bu istencin ilkesi olarak kendisini usa uyduracak bir istencin ürünüdür." (Kant, 1785 [ 1969]: 36). Usa uydurmak basit olarak çelişkiler­den kaçınmaktır. Ahlaki açıdan yanlış davranışlar kendi ken­disiyle çelişecektir.

Kategorik zorunluluğun ikinci formülleştirmesi ilkinden çok farklı görünmektedir.

Her zaman insancıl olarak görülen böyle bir davra­nış asla basit bir şekilde bir araç olarak düşünülmez, her zaman aym zamanda bir son olarak düşünülür.

(Kant, 1 785 [ 1964]: 66-7/249).

Bu versiyon Kant'ın ahlak felsefesinin başka bir ilgi çe­kici görünümü ile bağlıdır. Bu bizim dışsal kuwetlerden ba­ğımsız, özgür olarak davranma kapasitemiz üzerine vurgu yapmaktadır. Kategorik zorunluluğun bu versiyonu "Sonla­rın Krallığı" olarak tanımlanır, tüm insanlar özgür ve sorum­lu varlıklar olarak düşünülerek, idealize edilmiş bir toplumsal düzen oluşturulur.

Ussal bir varflk kendi içindeki evrensel yasaların bir üyesi olarak sonların bölgesine aittir. O, başka hiç kimsenin isteğinin öznesi olmaksmn kendi bağım­sızlığa sahiptir. (Kant, 1785 [1969]: 59).

Bu iki versiyonu aynı idea şeklinde ifade etmek zor de­ğildir. İnsanlar kendi içlerinde olan yasayı ahlak ilkeleri ola­rak benimsemektedirler. Onlar herhangi bir belirli ahlak ku­ralının kaynağı olarak hizmet görmemektedir.

Verilen bazı varsayımsal ahlaki sistemler, kategorik zo­runluluklar bizim tüm diğer düsturlardan farklı gerçek ahlak yasalarını süzgecimizden geçirmemizi sağlayacaktır. Bir yargı ya da bir kuralı ahlak yapan şey onun içeriği değil, onun bi­çimidir. "O, davranışın maddesi ve niyet edilmiş sonucuyla •ilgili değil, bu sonucu oluşturan biçim ve ilke ile ilgilidir." (Kant, 1785 [1969]: 38). Kant, ahlaki olarak hatalı bir kuralı göstererek kategorik zorunluluklara karşı davranış sına­masında bulunur. Burada yalan söyleme örneğini verir. "Her zaman yalan söylerim, " sözü kendisiyle çelişen bir ifadedir. Onu benimsemek doğru ve yalan arasındaki ayırımı yok ede­cek ve onu anlamsız kılacaktır.

Böylesine hoşgörüsüz bir felsefenin, ahlaklılığa olan da­ha popüler yaklaşımların temelini biçimlendirmesini ummak çok ...zor olacaktır. Bazı içeriklerin felsefi yargılar tarafından desteklenmeye gereksinimleri vardır, bunlar kavramsal olarak iyi yaşantıyı tanımlayan bazı önemli değerlerle bağlantılıdır.

• Ahlak felsefesinin üç büyük ekolü daha sonraki yüzyıllarda ortaya çıkmıştır, bunların her birisi ahlak yargılarının içeriği­nin genel bir değerlendirmesini sunmaktadır.

AHLAK YARGILARININ İÇERİĞİ

Etik üç büyük düşünce ekolü geliştirmiştir. Ahlaki doğruluk zemini arayışında, davranışların sonuçları ile ilgili olmaları açısından faydacı olan ekol vardır. Ahlak edimleri­nin yaradılışında bulunan karakter içinde doğrudan bir ahlaki sezgi türü ile zemin arayışında bulunan ekol vardır. Etiğin ü­çüncü büyük ekolü, ahlak yargılarının biçimsel özelliklerinin yakın bir incelemesi üzerine kurulu, analitik felsefenin bir da­lı olarak geliştirilmiştir. Bunlar "kuralcılardır" (prescripti- vist}. Ahlaki konularla ilgili başka düşünceler de ortaya ko­nulmuştur. Burada ikinci binyılın son yüzyılında uygulanmış olan ahlak felsefesinin yol göstericisi olan üç düşünce incele­necektir.

Faydacılar

Edimler yalnızca sonuçları referans alınarak değerlen­dirilmelidir düşüncesi, yalnızca şimdi popüler olan bir görüş değildir. On dokuzuncu yüzyılın başlarından hemen sonra ilk tam olarak endüstrileşmiş ülke olan Birleşik Krallık'ta ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu dönemin en etkin ve en yetenekli filo­zoflarından biri olan John Stuart Mil! tarafından savunulmuş olması da ayrı bir önem taşımaktadır. Ahlakın temelinin e­dimlerinin sonuçlarında olduğu düşüncesi bir önceki nesilden hem Hume ( 1 740} hem de Jeremy Bentham ( 1 789) tara­fından ortaya konulmuştur, ancak o daha büyük bir felsefi i­çeriği Mill'in yazılarında bulmuştur.

John Stuart Mili 1 806 yılında bir filozof ve ekonomist olan James Mill'in oğlu olarak doğmuştur. Üç yaşında Yu­nanca öğrenme ile başlayan çok katı bir eğitim almıştır. Ba­basının himayesinde yaşayarak kendisini felsefi konularda ça­lışmaya vermiştir. James Mili, Bentham tarafından ' kurulmuş olan politik hareketin liderliğini oğlunun yapmasını istemek­tedir. Bu harekette açıklanan amaç yaşam yönetimi içinde sezgi ve duyguların, us ile yer değiştirmesidir. Genç Mili, bir inanç "krizi" yaşamış ve kültürel konuların . derinliği ve öne­mi ile ilgili olarak daha zengin bir duyu ortaya koymak için faydacılığın katı bir taraftarı olmuştur. Onun yaşaııtısı, baba­sının ölümünden sonra evleneceği Harriet Martineau Taylor ile ilişkisiyle daha ileri bir noktaya taşınmıştır. Onların birlik­te çalışmaları daha sonraki çalışmaların çoğunda açıkça gö­rülmektedir. Mili cesaretli bir polemikçiydi. Özellikle Viktor- ya döneminde kadınlara yönelik konulardaki saldırılarında bu görülmektedir. O, 1873 yılında ölmüştür.

Hangi sonuç türleri ahlaki davranışlar için uygun düş­mektedir? Açık bir şekilde mutluluk veren her şey bu soru­nun yanıtını vermektedir. Hazlar mutluluk kaynaklarıdır, bu '

durumda davranışların en fazla haz ve en az acı yaşamaya yönelik olması gerekmektedir. Bu basit önermede açık bir şekilde görülen iki temel sorun bulunmaktadır. Bazı hazlar diğerlerinden daha değerli görülebilirler, bu durumda onlar nasıl sıralanacaktır? Bentham buna arı bir şekilde niceliksel bir ölçüm önermiştir. Bu kötü bir kelime oyunudur: "Haz nicelikleri . eşittir, pushpin [bir oyun] şiir kadar iyidir." (Bentham, 1789: il, ' 253).

En büyük mutluluk arayışında olan bireylerin mutluluk arzularını dizginleyebilir miyiz? Belki de tüm bireysel mutlu­lukların toplamı yalnızca tümünün mutluluğudur. Daha te­mel olarak, bizim hazzı neden en üst noktaya getirmemiz ge­rektiğini sorabiliriz. Mill bu sorularla karşılaşmış ve onları çözmeye çalışmıştır. O, davranışların doğruluğunun ne oldu­ğunu basit bir şekilde ortaya koymakla başlamıştır:

Faydacılık, ya da En Büyük Mutluluk İlkesi mutlulu­ğu sağlama eğiliminde olarak doğru davranışlar, mutluluğun tersini üretme eğiliminde olarak yanlış davranışlar değerlendirmesinde bulunur. Mutluluk ile hazım olması ve acınm olmaması istenir; acınm olması ve hazdan yoksunluk ise mutsuzluk olarak değerlendirilecektir. (Mili, 1861 [ 1998]: 55).

O, insanlarla ilgili olarak antropolojik bir olguyu orta­ya koyar. "Bu sıkı yapı" der, "insanlığın toplumsal duygusu­dur; dostlarımızla bir birlik içinde olma arzusudur" (Mill, 1861 [1998]: 77).

Ancak tüm hazlar, en azından herhangi bir birey için eşit değildir. "Sokrates olarak memnuniyetsiz olmak, bir bu­dalanın memnuniyetinden iyidir. " Şimdi soru şudur: Değer­lendirmeyi kim yapacaktır? Mill'e göre, yalnızca her iki haz türünün deneyimini yaşamış olanlar niteliklidir ve onlar daha yüksek hazları tanımlayacak kuşku götürmez bir yanıta ulaşacaklardır.

Faydacı tavırda güçlü bir seçkin sınıf esintisi bulunmak­tadır. Ahlaki yargılar ve kuralların içeriği belirlenirken, değer ölçütü artık haz ve acı değil, göreceli olarak daha bilgili olan kişilerin yaşadıkları deneyimdir.

Benim kendi kişisel mutluluk arayışım ile en büyük sa­yıda en büyük mutluluğun işlenmesi arasındaki ilişki nedir? İlki kendiliğinden ikincisinin üstesinden gelir mi? Mill'in bu­radaki hamlesi başka birinin hissettiği hazzın benim için mut­luluk kaynağı olduğunu iddia etmektir. Böylece bireysel a­maçlardan doğrudan doğruya grup amaçlarına geçiş sağlanır. Psikolojik bir genelleme olarak, bu ilke açık bir şekilde yanlış­tır.

Mill'in insanların haz arayışında olmaları gerektiğine dair ilkesini koruma girişimi onun yanlışa düşmesine neden olmuştur. Herkesin haz arayışında olduğu genel iddiasında bulunmak bunun bir sonucudur. Herkes bunu yapsa bile, herkesin bunu yapmak zorunda olduğunu söylemek yanlış bir yargıya varmak anlamına gelecektir. Üstelik herkesin haz arzusunda olduğu basit bir şekilde doğru değildir. Manastır yaşamının katı kuralları göstermiştir ki kişilerin değerlerinin bazıları yaşam koşullarına bağlı olarak değişiklik gösterebil­mektedir. Eğer soğuk taş zeminlerde gece yarısı saatler bo­yunca diz çökerek dua etmek haz kavramı içeriğinde değer­lendirilirse, ahlaki olarak değerli davranışların evrensel ilkesi­ni saptamak olanaksız olacaktır.

Faydacılığın tüm bakış açısı için açık bir itiraz vardır. Kendi içlerinde erdem arzulanmakta ve kötü davranıştan sa- kınılmaktadır. Bunlara başka herhangi bir şeyin yardımı ol­masına gerek yoktur. Mill'in yargısı bu noktada kararlı bir şekilde kaçamak bir yapıya sahiptir.

Onlar kendi içlerinde ve kendileri için arzu edilmiş ve arzu edilebilirdir; araçlar olmamn yam sıra, onlar sonun parça/andır. Erdem, faydact öğretiye göre, doğal ve özgün olarak sonun parçası değildir, fakat böyle olma kapasitesine sahiptir; ve arzulanmış ve üstün tutulmuş olarak, onlar mutluluğun araç/an değil, kendi mut/uluklanmn parçasıdtr. (Mili, 1861 Il998]: 83).

Mill'in haz duyulabilir olarak iyiyi tanımlamadığının farkına varifması önemlidir. O, bir ölçüt ortaya koymak yeri­ne iyiyi tanımlamanın bir yolunu belirtmeliydi. İyi, insanlığın genel faydasıdır çünkü haz duyulabilir olan en yüksek fayda­cılıktır. Kant ve MiWin görüşleri arasında daha büyük bir u­çurum olamazdı. Her ikisi de ahlaklılık konusuna bireysel açı­dan odaklanmışlardır. Kant'a göre bireylerin kavrayış güçleri ahlak ilkelerinin en bağlayıcı kaynaklarıdır. Mill'e göre ise, bireyin duygu kapasitesi iyi olan şeye, en derin ahlak sezgisi­nin kaynağıdır.

Sezgiciler

Sezgicilere göre, bir davranışın ahlak niteliği, herhangi bir diğer nitelik gibi, sezgisel olarak kavranabilen bL’ edimin bir niteliğidir. Ancak ne olursa olsun, renk ve şekil gibi doğal niteliklerin tersine olarak, ahlak nitelikleri doğal-olmayan ni- teliklerdir.1 Bu görüşün başlıca savunucusu hiç kuşkusuz G. E. Moore'dur. O, 1 903 yılında Principia Ethica (Etik İlkele­ri) kitabını yayınlamıştır. Bu kitapta ve başka yerlerde iki te­mel ilke ortaya konulmuştur.

İlki ahlak niteliklerinin doğasını tanımlamıştır. O, dav­ranışların, onların sonuçlarının, deneyimlerin, vb. yaradılışın­dan kaynaklanan iyilik olarak böyle bir şey bulunduğunu id­dia etmiştir. İkinci ilke etik düşüncenin temeline iyiliği yer­leştirir. Yaradılıştan kaynaklanan iyilik tanımlanamazdır. Kav­ramlar, örneğin "sarı" gibi bir renk kavramına benzer olarak belli bir davranışta bulunur. Biz "sarı"nın ne anlama geldiğini ancak bir örnek gösterildiği zaman öğrenebiliriz. "Sarı"nm hiçbir sözel açıklaması olamaz.

Bu iki basit fakat tartışılır ilkeden yola çıkarak, etik ala­nında bilinen en iyi katkıyı sunan formülleştirmesine ulaşmış­tır. Ancak bu doğalcılık açısından hatalıdır. Eğer iyi, nesnele­rin çok geniş bir çeşitliliğinin yaradılışından gelen, doğal ol­mayan ve tanımlanamaz bir niteliği ise, bu durumda, onun ’ anlamını ifade edecek hiçbir doğal nitelik seti yoktur. İyiliğin kavramını tanımlayan herhangi bir set olduğunu iddia etmek doğalcı bir hataya düşmek anlamına gelir.

Onun tartışmada ortaya koyduğu ünlü söylemi şöyle- dir.

Bazı doğal nitelikler olan "P"nin "iyi" anlamı oldu­. ğunu varsayalım. ""P, iyi midir?" diye sormak onu mükemmel bir şekilde duyusal yapar. Örnek ola­rak, eğer "mutluluk" "iyi" bir şeydir önermesinde bulunuyorsam, bu durumda o "Mutluluk iyi mi­dir?" diye sormayı mükemmel duyu yapar. Ancak ne olursa olsun, eğer biz bu sorgulama içinde "iyi"- nin yerine yedeğini koyarsak "Mutluluk mutlu mu­dur?" şeklinde açık bir şekilde duyusal olmayan sahte-soruya ulaşırız.

Bu öğretinin iki ileri sonucu vardır. Moore genel ola­rak iyilik ile mantıksal olarak zorunluluk arasında bağ kurma konusunda isteksizdir. O kişinin bir dünya yaratma görevinin içindeki iyilik niteliği nedeniyle olması gerektiğini düşünür. Bir şeyin iyi olduğunu söylemek onun yaratıldığını ya da ko­runduğunu ya da esirgendiğini zorunlu kılmaz.

İkinci olarak, iyilik niteliği kişinin hoşlanma, korkma gi­bi herhangi bir etkin durumuna bağlı değildir. Yargı içinde bu maddelerin herhangi birini kapsamak doğalcı bir hata içi­ne düşmek demektir.

Hancock ( 1983) etik bilgilerin ideasında zorluklar bu­lunduğuna işaret eder. Moore'un söylediğine göre biz ger­çekleri yalnızca doğrudan sezgi aracılığı ile bilebiliriz. Eğer benim sezgim sizinki ile uyum içinde değilse ne olacak? Do­ğal nitelikler durumunda biz yaygın olarak kabul edilmiş ör­neklere başvurabiliriz.

Daha ciddi olarak, "doğal-olmayan ve basit" bir nitelik kavramının nahif görünmesidir. Ahlaki bir tartışma iki insa­nın yerel •sanat galerisindeki yeni bir sergiye bakması gibi farklı anlaşmazlıklara neden olabilir.

Kuralcı Etik

Davranışların- doğruluğu bir toplumun daha bilgili üye­lerinin hoşuna gidecek şekilde kendi güçleri tarafında açık­lanması uygun bir . şekilde görünmez. "Görevini yap" ifadesi, benim, bir şey . yapmam gerekli olduğu zaman söylenmediğin­de faydalı görülebilir. Ancak bunun doğal-olmayan bir nite­lik içinde. bir tartışmada görevin dayatılması şeklinde olması aynı etkiyi bırakmaz. Yirminci yüzyılın ikinci yansında bazı fi­lozoflar etik ifadelerin mantıksal biçimlerine yakından bak­maya başlamışlardır. Bunun nedeni belki de davranışların ni­telikleri ortaya konulurken daha derin bir "dilbilgisi"ne ge­reksinim duyulmasını ortaya 'koyar. Eğer ahlak tartışmasının biçimsel yapısı gösterilebilseydi, belki de ahlak- felsefesi tarihi için bir sorun olarak gözüken sonsuz . tartışma ve hatalar or­tadan kalkmış olacaktı. Biz ahlak ifadelerini neden kullanırız? Onlar 'dikkatli bir şekilde çözümlendiği -zaman, herhangi bir şeyin' -niteliğini anlamak için kullandığımız ifadelerin mantık­sal biçiminin hiçbir izi olmayacaktır.

Bu- hamleyi yapan birkaç yazar içinde R. M. Hare öne çıkmaktadır. -Ancak fılozoflann -dikkatini dağıtan ifade türle­rinin mantıksal biçimi nedir? Hare, -kitabını uzlaşmaz bir şe­kilde açmaktadır. '

Ahlak ilkelerinin işlevi davramşlan yönlendirmektir.

Ahlakm dili, kuralcı bir dil türüdür. (Hare, 1 952: 1)

Bir davranışın açık bir şekilde ve doğrudan doğruya yönlendiren zorunluluk kipleri vardır. "Bunu yap!" Ve "Bu güzel bir avakadodur, " gibi değer yargılamaları vardır. Ku­ralcı bir okuma içinde, "ben sana bunu yemeni tavsiye edi­yorum!" şeklinde söylenebilir, ama kuralcı bir işlevi vardır.

Kuralcı dili, betimlemeci dilden ayırmanın ilk basamağı ilkinin ikinciye indirgenemeyeceğini göstermektedir. Her iki ifade türünün mantıksal biçimi içeriği ifade eden bir söylem içerir. Örneğin "Sen kapıyı kapatıyorsun" ifadesi bir kuwet ifade eden bir söylemdir ve "Onu yap" anlamına gelebilir. Hare, bu ve başka anlamların zorunluluk kiplerinin betimle- yici ifadelerden farklı bir biçime sahip olduğunu göstermek amacıyla ortaya koyar.

Tartışmadaki son hareket değer yargılarının doğrudan olmayan ya da eğimli zorunluluklar olduğunu göstermektir. Bir şeyin iyi olduğunu söylemek birine tavsiyede bulunmak­tır, ya da birisini onu yapmaya, onu yemeye, onu seçmeye, vb. sevk etmesidir.

flİyi" sözcüğünün birincil işlevi tavsiye etmektir ...

biz herhangi bir şeyi tavsiye ettiğimiz ya da ondan sakmdığımız zaman, o her zaman düzen içindedir, en azmdan doğrudan olmayan bir şekilde, şimdi ya da gelecekte bizim ve diğer insanların seçeneklerini yönlendirir.

Ahlaki açıdan diğer önemli sözcük olan "gerekli" açık bir şekilde zorunluluk kipine sahiptir. Bir kez daha Kant'ın kategorik zorunluluk, ahlak felsefesi versiyonları içerikten yoksun görünmektedir.

VAROLUŞÇULUK

İkinci Dünya Savaşı'nın sonundan 1 970'1i yılların so­nuna kadar başka bir ahlak felsefesi tarih halısına dokunmuş­tur. Bu düşünce, özellikle Jean-Paul Sartre ( 1905-1980) ile birlikte anılmaktadır. Onun kaynaklan çok çeşitlidir fakat S0ren Kierkegaard'ın ( 1813-55) yazıları bunların başlıcaları arasında sayılmalıdır.

İkinci binyılın ikinci yarısına yönelik bu araştırma için­de yer alan ahlak felsefeleri, seçim yapma ve bunun sonu­cunda davranışta bulunma için usun belli türlerinin kullanı­mına ilişkin bir belirleme ve doğrulama amacında olmuştur. "Neden?" sorusu sorulduğu zaman on sekizinci yüzyıl filo­zofları "Çünkü o haz üretir" yanıtını verme eğiliminde ol­muşlardır. On dokuzuncu yüzyıl İngiliz filozofları "çünkü o en büyük sayıda en büyük mutluluğu getirir, " yanıtını verme eğiliminde olmuşlardır. Kant "Çünkü bu benim görevim" kesin yanıtını vermekle yetinecektir. Bu yanıtların herhangi bir tanesi neden bizi tatmin etsin? Biz onlar için hangi ne­denleri ortaya koyabiliriz? Biz doğalcı bir teze sahip gibi gö­rünmekteyiz, "Çünkü insan doğası bu şekilde oluşturulmuş­tur" Varoluşçular dikkatlerini ahlaklılık içeriğinden bir yaşam şekli olarak kişisel karar anına odaklanmayla yöneltmişlerdir.

Kierkegaard ve Varoluşçuluğun
Çıkış Noktalan

Kierkegard özellikle Either / Or başta olmak üzere çok sayıda çalışmasında, ahlaki edimlerin temel noktalannın ör­neklerini sunmuştur. Şu ya da bu yaşam şeklini seçmek için bulunabilecek nedenler, diğer nedenlerin zinciri ile sonsuz bir şekilde desteklenemezler. Bazı noktalarda biz yalnızca se­çeriz. Kişi, daha öte bir neden olmaksızın kendisi için temel bir ilke, öğreti ya da yaşam şekli belirler.

Ben şu ya da bu aymmı yapttğım zaman ne olur? O iyi midir yoksa kötü mü? Haytr, ben iyi ya da kötü arasmda seçimin bulunduğu noktaya kadar sizi taşı­mak ile yetineceğim. Bunlarm iyi ya da kötü oldu­ğunu siz değerlendireceksiniz. (Kierkegaard, 1843 [1944]: 172).

Ahlak yaşantısının anahtar noktası, seçilmiş bir etik ya­şantısına sahip olmasıdır. "İlk seçim, her ardışık seçim içinde bulunmaktadır." (Kierkegaard, 1843 [1944]: 223). Bu durumda yaşam iyi ve kötü arasındaki seçenekler etrafında inşa edilmiş olacaktır.

Daha geniş anlamda, bizim seçebildiklerimiz arasında b ki olası yaşantı bulunmaktadır. Kierkegaard, bunların her bi­rini hayali bir kahraman spzcükleri içinde sunar. Yaşamın e­tik biçimi bir yargıç tarafından tavsiye edilmiştir. Bunun yanı sıra isimsiz biri tarafından bir estetik yaşantı tavsiye edilmiş­tir. İlkini seçmek iyi ve kötü arasındaki ayırımı benimsemeyi seçmektir. İkincisini seçmek ise kişinin yaşantısını düzenle­mek için başka bir ikilemi seçmesi anlamına gelir.

Estetik bir yaşantı ve etik bir yaşantı arasında seçim yapılırken, genel olarak görevler ile bağıntılı bir seçim yapıl­maktadır. Bu kişinin kendi karakteri, güdüleri ve .arzularına yönelik olarak dikkat gerektirmektedir. "Etik olarak kendisini seçen .kişi, kendi görevi olarak kendisine sahiptir." (Kierke- gaard; 1 843, [1944]: 262). Diğer taraftan "estetik birey . . . rastlantısal olarak kendisine ait diğer şeyler ile ilgilidir. Ayırım son derece görecelidir.

İyi ile kötü arasındaki, ayırımın 'bulunduğu önemli nok­ta belli bir şekilde yaşam seçiminden gelmektedir. Seçim, nedenler tarafından .belirlenmemiştir. Bir neden olarak şunu ya da bunu değerlendirmek halihazırda yapılmış olan bir se­çeneği içermektedir. Sonunda seçenekler basit ve doğrudan yapılmış olmalıdır. Kierkegaard'a göre, ahlak yaşantısı için­de, ' bunlar görevi . bağlı .olarak ' estetik bir şekilde yaşamak a­rasındaki duruma indirgenecektir. Ona göre etik bir şekilde yaşamak bir Hıristiyan yaşantısı sürmek anlamına gelmekte­dir. '

Sartre ve 'Fransa'da Varoluşçuluk

Jean-Paul 'Sartre İkinci. Dünya Savaşı'ndan hemen son­raki onyıllar boyunca Fransız entelektüel yaşantısı içinde bas­kın rol oynamıştır. O, . 1905 yılında Paris'te doğmuştur ve yaşantısının erken döneminde bir üniversite öğretim üyesi o­larak geleneksel bir kariyer izlemiştir. Ancak savaş süreci ile birlikte Direnişçiler ' arasında etkin ' bir hizmette bulunmakla kalmamış, bir gazeteci, romancı ve oyun yazarı olarak görev yapmıştır. Onun .varoluşçuluğunun ilk olarak bilinir olması bu dönemde gerçekleşmiştir. Onun büyük çalışması Being and Nothingness (Varlık ve 'Yokluk) .savaş sırasında yazılmış­tır, fakat ilk İngilizce çevirisi ancak . l 958 yılında yayınlana- bilmiştir. O, yaşantısı boyunca güç merkezlerinin baskısına karşı radikal' bir duruş içinde olmuştur. Bu onun sık ' sık kişisel bedel ödemesine ' neden. olacaktır. Onun "kurulu" yapılar­dan nefret etmesi 1 964 ' yılında layık görüldüğü Nobel Ede­biyat Ödülü'nü reddetmesine ' neden ' olmuştur. O, 1980 yı­lında ölmüştür. ' •

Sartre'ın etik ve politik konulardaki seçimin radikal gü­cünün öğretisi versiyonu, Kierkegaard'da olduğu gibi dinsel bir inanç savunması içinde sunulmamıştır. Sartre'ın "varoluş­çuluk" düşüncesine • bakış açısında iki temel ayırım bulun­maktadır. Bunların biri insan varlığının doğasına, diğeri yaşa­mın güvenilirliğine ilişkindir.

İnsan kendi varoluşunun ve ne yaptığının bilincindedir. Bu durumda bir insan, Etre-pour-soi, kendisi için bir vJrlıktır. Bir nesne ise bilinçten yoksun olarak, Etre-en-soi, kendisi i­çinde bir varlıktır. Ancak bir "kendisi-için-varlık" olmak hak­kında paradoksal bir şeyler vardır.

Kendi gerçek bir varlık olarak kavranamaz; özne kendi olamaz. Kendisi ile aym zamanda meydana gelmek ... kendinin kaybolmasma neden olur. An­cak o kendi olamadığı için, kendi öznenin kendisi­nin bir görünümüdür. (Sartre, 1 943, [1958]: 76).

KiŞi dikkatini kendisinde yoğunlaştıramaz. Kendisi ara­yışı içinde olan "Ben" bulunmuş olan "Ben" olamaz. Ancak ne olursa olsun, ben kendimi kavrayamayacağım için, ben kendimi kavramaktan yoksun olduğum konuları bilemem. Ancak bu özgürlüğü nasıl yaratır? İlk olarak, özgürlük olasılık ile, benim yapabileceğim şey ile bağlantılıdır, ve bu da algı­lanmış bir yoksunluk ile bağlantılıdır. "Olanaklılık, kendisi ol­mak için Kendisinden-Yoksun olan bir şeydir.11 (Sartre, 1943 [ 1 958]: 102).

Kendi-için-varlık olmak, her şeyden önce, yoksunluk olasılığının bilincinde olmak ve böylece özgürlüğün temel ko­şulu ile karşı karşıya olmaktır. Seçilebilir olması yoksunluğu i­yi kılmaktadır. Bu, hem heyecan verici hem de korkutucu­dur. Korkutucudur çünkü, insan olmanın bu görünümü bir kez kavradığımız zaman, biz kendi geleceğimizi belirlemiş ol­duğumuzun farkına varırız. Bu bizim edilgen bir kabullenme ile basit bir şekilde kenara çekildiğimiz bir şey değildir. An­cak Sartre, çoğu insanın çoğu zaman bu radikal özgürlüğe sa­hip oldukları düşüncesine karşı ve böylece yaşantıları için ra­dikal sorumluluğa karşı direndiklerini işaret eder.

Bir sonraki basamak okuyucuya çarpıcı bir şekilde an­laşılmaz gelebilir. Özgürlük bir öze sahip midir? Özgür ol­mak için bazı güçlerin zorunlu ve yeterli nitelikleri var mıdır? Sartre bu edimlerin öze sahip olduğunu savunur. Biz, bir g­rup işçinin grev yapmak için zorunlu ve yeterli koşullara sa­hip olduklarını söyleyebiliriz. "Ancak eğer biz kurulu güce u­laşmak istiyorsak, onda bir öz bulma umudunu terk etmeli­yiz." (Sartre, 1943 [1958]: 431). Ve bu nedenle özgür­lük, nedenler bölgesinin ötesindedir. Eğer tüm bu nedenlerin ve güdülerin farkında isem, bende onların hiçbirinde olma­yan bir şey var demektir.

Gerçekten de benim davramşımı belirleyen neden­lerin farkında olmam sebebiyle, bu nedenler benim bilinçli/iğim için halihazırda aşkın nesnelerdir; onlar dışarıdadır ...ben kendi varlığım aracılığı ile onlar­dan kaçarım. Ben kendi özümün kendi nedenleri­min ve davramşımm güdülerinin ötesinde sonsuza dek varolmaya mahkum edilmişimdir. Ben özgür olmaya mahkum edilmişimdir ...Biz özgür olmayı sona erdirmek konusunda özgür değilizdir. (Sartre, 1943 [1958]: 439).

Bu hamle şaşırtıcı şekilde Kant'ın görgücü ve aşkın kendi arasındaki ayırım yapma şekline benzemektedir. Eğer biz gerçekten böylesine radikal bir şekilde tamamen özgür i­sek, insan dünyası neden kendi yaşantısını belirleyen, özgür tinlerle dolu değildir? Neden çok sayıda insan kendilerine dayatılmış olan yaşantıları sürdürmektedir.

Sartre'ın yanıtı onun başka bir başlıca kavramı olan mauvaise foi, kötü kader kavramına ulaşmamızı sağlar. O, bunu yaşamın belli ortak bir türünü karakterize etmek için kullanmıştır. Bu, varolan ve .incelenmemiş- olan ahlak 'kuralla­rı ve ölçütleri örneğine göre yaşanmış 'bir yaşantıdır. Böyle bir yaşantıya yönlendirilmiş insanlar kendilerini onun içine kuşatılmış olarak görmektedirler, anlar başka olasılıkların ol­duğunu ve -kesin olarak birini seçebileceklerinin bile farkında değillerdir.

Kötü kadere maruz kalan kişi hoşa ^gitmeyen bir gerçeğin arkasma saklanmaktadır. Kötü kader yan­lışlık yapısından bir görünüme sahiptir. Her. şeyi' de­ğiştiren tek şey, benim arkasına ' saklandığım zaman ' gerçekten kendini kurtarmamdır. ' (Sartre, 1943 [ 1958]: 49).

Ancak benim kendimden saklamış olduğum derin bir şekilde ahlaki olan şey nedir? Benim' yaşam - -şeklimi seçmede radikal bir özgürlüğe sahip olmam ' dünyanın çağdaş devletle­rini nasıl etkileyecektir? Güvenli ' bir şekilde var olmak için, radikal seçeneklerin, varolan ahlak - düzeni ve ' yaşamı şekillen­diren toplumsal uygulamalar ile -oluşturulmuş koşulsuz seçe­neklerin - olanaklılığından haberdar almaktır. Ben Sartre'ın ahlak felsefesini geliştirirken çıkış- noktasının politik olup ol­madığını bilmiyorum. Ancak ne olursa olsun, o kısa sürede politik bir boyut kazanmıştır. -Özellikle -sol - politikalarda etkin bir kişilik olarak ön planda görülmüştür. Sartre'ın kendisi de 1968- yılında yaşanan olaylarda Fransa'nın işgal tehlikesinin yaşandığı birkaç gün boyunca öğrencilerle birlikte yürüyüşle­ri katılmıştır.

GELENEKSEL ETİK KONULARIN
SON DÖNEM UZANTILARI

Ahlak ve politika felsefesinin tarihi içinde, şimdiye ka^ dar ana hatları çizilmiş olan düşüncelerin günümüze uzanan • etkileri bulunmaktadır. İkinci binyılın bittiği günümüzde bun tarın iki tanesi sonraki sayfaların konusunu oluşturacaktır.

Aynı ahlaki ve politik kavramlar ve aynı adalet ilkeleri, hakları, vb. tüm insanlara eşit bir şekilde uygulanabilir mi? Feminizm ikinci binyıl boyunca bu soruya verilen geleneksel olumsuz yanıt için başkaldırma düşüncesi olarak tekrar tekrar ortaya çıkmıştır. Ahlaki ve politik ayrımlar bir topluluk için­de cinsiyet ya da benzer bir şekilde ortaya konulabilir mi? Yalnızca son dönemlerde bu soruya gerçekten işitilebilir bir ses ile karşılık verilmiştir.

Aynı kavramlar insan olmayan varlıklara da uygulana­bilir mi? İkinci b!nyılda, on yedinci yüzyıldan başlayarak çev­recilik konusunda çok kapsamlı çalışmalar yapılmıştır. Gitgi­de artan sayıda yazar ve eylemci insanlar ile doğal dünya a­rasındaki ilişkinin yalnızca pratik değil, aynı zamanda ahlaki olduğunu belirtmektedir. İnsanlar ile yaşamak zorunda olan bitki ve hayvan çevresi arasındaki ahlak ilkesi nedir? Bu soru­nun ' .yanıtı nasıl verilebilir? Ancak ne olursa olsun, insanın çevreye ' ilişkin uygulamalarının temel kaynaklarının yakın fel­sefi incelemesi ancak son dönemlerde yapılabilmiştir.

Feminizm

Tüm toplumsal ve entelektüel konularda erkeğin üstün olarak kabul edilmesi tutumu, basit bir şekilde kadınların ve erkeklerin doğalarının temel olarak ve doğal olarak farklılık gösterdiği inancına dayanmaktadır. Bu durumda kadınla"ın kıymetçe aşağı olmalarına karşı hiçbir çözüm bulunmamakta­dır. Örneğin eğitim kadınların çocuk doğurma güçlerine za­rar veren bir olgu olarak düşünülmüştür. Kadın karakterinin önemsiz görünmesi ciddi politik konularda herhangi bir rol üstlenmelerine engel teşkil ettiği sonucunu doğurmuştur. Er­kekler yönetmiş ve kadınlar boyun eğmiştir. Bu ilke, gele­neksel ahlak düzeninin temel niteliklerini teşkil etmiştir.

"Erkek" ve "kadın" arasındaki farklılıklar geleneksel yapı içinde keskin bir şekilde kutuplaşmıştır. Böylece insan varlığı ya bir ya da öbür cinse ait olması ile sınıflandırılmaya başlanmıştır. "Erkek" ve "kadın" arasındaki biyolojik karşıt­lıklar açısından böyle bir kutuplaşma doğal ve kaçınılmaz gö­rünmektedir. Ancak konu burada bitmemektedir.

Bu ayırımlara karşı üç temel şekilde mücadele edilmiş­tir. Bunların en radikal olanı tüm ikili karşıtlıklara karşı müca­dele edilmesidir. Helere Cixous ( 1987) gibi çok sayıda ya­zar bu yolu izlemiştir. Onlar genel olarak kültürel çalışmalar­da yapısalcı bir hareketin zeminini oluşturan ilkelerle saldırı­da bulunmuşlardır. Daha az radikal olan bir tartışma politik ve ahlaki ayrılıkları bir yana bırakılarak "ussal" / "duygusal" gibi ayırımlar üzerine odaklanmıştır (Richards, 1 982). Ü­çüncü bir tartışma türü özsel ayırımların bir inkarı temeli ü­zerine kurulmuştur. Kadınlar ve erkekler arasında özsel ola­rak herhangi bir farklılık bulunmadığı savunulmaktadır. Özsel olarak hiçbir fark yoksa, gözlemlenebilir farklılıklar kültürel olarak yapay şekilde oluşturulmuşlardır (Davies, 1999).

Çevrecilik

Son yıllarda yaygın olarak kamuoyunun ilgisini çeken "yeşil" hareketi insanların dünya ile olan ilişkileri konusunda felsefi tartışmalarla yakından ilgilidir.

Bu yapı, iki temel konuya ilişkin olarak ele alınmakta­dır. Birincisi insan olmayan yaratıkların belli bir yaşam şekli içinde yaşama hakları ve İkincisi insanların doğal çevre ve kaynaklarına karşı olan görevleridir.

Hayvan hakları felsefe açısından savunulurken temel o­larak bir benzerlik ilkesi kullanılmaktadır. Hayvanlar ile in­sanlar zihinsel kapasiteleri olmamaları dışında karşılaştırılmak­tadır. Örneğin hayvanlarda acı hissi, insanlarda olduğu gibi­dir (Singer, 1 976).

İnsanların çevreye karşı görevleri vardır. Bunu yapma gücüne sahip olmaları, onları görevli kılmaktadır. Çevreyi korumalı ve düzenlemelidirler (Lovelock, 1 987). Ancak bu şekilde çevreye ilişkin tahribat en az seviyesine inecektir.

AHLAK GÖRECELİLİĞİ

Bu bölümde betimlenen tartışmalar ve konumlar ya­zarların ele alış şekilleriyle ortaya konulmuştur. Mutluluk, görev, toplumsal bir anlaşma yapmanın ussal avantajı herkes için az ya da çok aynı olarak düşünülmektedir. Tam bu nok­tada bir dünya politik ve ekonomik düzeni yavaşça ve acı ve­ren bir şekilde ahlak ilkelerinin göreceliliğinin gürültülü savu­nuculuğundan yerel kültürlere ve ahlak tümelleri ideasını reddetmeye yönelmiştir. Bu idea nerede başlamıştır?

Antropoloji ve Ahlak Göreceliliği

1940'1ı yıllarda Hıristiyanlıktan farklı bir yaşam dü­şüncesi Batı felsefesi süzgecinden geçerek, ahlaki görecelilik için bir zemin hazırlamaya başlamıştır. Antropologların keşif­lerinin bu yorumlamalarının başlangıcı genellikle Franz Boas'e atfedilir. Onun bu konulardaki tartışması çok incelik­lidir ve burada bazı ayrıntıları verilecektir. 2

Boas, kültürel tümelleri oluşturabilmek için, kültürel göreceliliğin karşılaştığı soruları tartışmıştır. O, kültürel fark­lılıkların çeşitli şekillerde açıklanabileceğini işaret etmekle başlamıştır. "İnsanların zihinlerini etkileyen dışsal konular ve içsel nedenler" vardır (Boas, 1986 [1940]: 272). Eğer in­san organizmaları ya da insan zihni üzerindeki yapay varyas­yonları göstererek bu açıklamaları ele alırsak, uygun tümeller olduğunu görürüz. Gelişimleri her yerde aynı olan fakat et­nolojik bir fenomen olarak bağımsız bir şekilde gelişmiş olan yapılar insan zihninin her yerde aynı olduğunu kanıtlayan bir durumdur." (s. 273). Böylece farklılık sabit bir temel üze­rindeki yapay bir varyasyon olacaktır.

Ancak ne olursa olsun, bu uslamlamada bir boşluk bu­lunmaktadır. Fenomenin kimliği, çıkış noktalarının kimliğinin kanıtı değildir. "Aynı fenomen pek çok farklı şekilde gelişe­bilir." "Her yerde gelişmiş olan insanoğluna uygun olarak büyük bir sistem bulunması sonucu" için hiçbir mantıksal te­mel yoktur (s. 275). Boas, belli kültürlerin gelişimi içinde, belli tarihsel bağlantıların önemini vurgular. Biz etnolojik fe­nomeni, bir soyutlama içinde değil, tüm belli kültürel yapı n çinde çalışmalıyız. Birbirinden uzak insanlar arasında tek bir kültür izi bulmak ... onların bağımsız olarak ortaya çıktıkla­rını gösterecektir. " (s. 277).

Boas'ın ortaya koydukları görgücü bir yaklaşım taşı­maktadır. Çıkış noktalarının bağımsız olup olmadığı sorusu hala ucu açık bir konu olarak kalmaktadır.

İnsan bilimlerindeki tümelciler ve görgücüler arasında­ki kapsamlı tartışma Clifford Geertz ( 1989) adlı bilim ada­mının ortaya koyduğu antropolojik keşifler ile farklı bir bo­yut kazanmıştır. O, antropolojik literatürden hatları belirle­nen iki sonuç arasında bir ayırım yapmıştır. Antropologlann çok farklı insan gelenekleri ve uygulamalan betimlemiş ol­duklarına kuşku yoktur. O, bunlarla ilgili farklı yaşam şekille­rine yönelik örnekler vermiştir.

Ne söyleyebiliriz ki? Yanlış olan şey, hiçbir kültürel tü­mel olmadığı sonucuna ulaşmaktır. Hiçbir antropologun a­macı böyle bir şeyi kanıtlamak olmamıştır. Gerçekten de, Boas bu yöndeki herhangi bir kanıtın geçerli olmayacağını göstermiştir. Doğru olan şey, bizim kendi yerel kültürel bi­çim ve uygulamalarımızın eleştirilmeksizin tümel olduklarını kabul etmemiz gerektiği değildir. Bunun yerine "ilgi çekici görünümler"in altında yatan gerçeklere bakmaktır. Wittgen- stein ( 1 979) yabancı kültürel uygulamalar üzerine araştır­malar yapan )ames Frazer'in ortaya koyduklarına karşı bazı noktalarda kendi eleştirel düşüncelerini belirtmiştir. Bu bilgi­ler bilim olmadığı için onlar iyi ya da kötü bilim diye değer­lendirilemeyeceğini söylemiştir.

Antropolojik çalışma alanı radikal görecelilik ya da ra­dikal tümelcilik kurmaz. Onların "farklı bakış açılarının uzlaş­tırılması ve ufuklarının yeniden konumlandırılması" olarak o­kunması daha iyi olacaktır (Geertz, 1 989: 31). Bu durum astronomide Kopernik devrimi ile karşılaştırılabilir.

Ahlak Tümellerinin Olanakhhğı Üzerine
Postmodernist Saldın

Bilim kaynaklı bilgideki güvenilirliğin bir temeli olarak doğa için geçerli olan görgücü ölçütü destekleyen aynı göre­celi tartışma, aynı şekilde politik ve ahlaki konulara da uygu­lanmıştır. Postmodern düşünceyi benimseyenler ahlak göre­celiliği tartışmasını, özsel bir insan doğası düşüncesinin geçer­liliğine karşı ortaya koymuşlardır. Onlar, ahlak ölçütü olarak koşullar-ötesi ve kültürler-ötesi herhangi bir iddianın doğru olmadığını söylemişlerdir.

Bu [Aristocu ve Kantçı Etik] insan özsel doğasına ya da yaradılıştan gelen bir yapıya oturtma yönün­deki daha temel sorun böyle bir şeyin olmadığına yönelik olarak bizim güçlü postmodernist kuşku- muzdur . . . tümel olarak bulunan hiçbir tarihsel öz yoktur. (Shusterman, 1990: 1 19).

Postmodernist yerelleştirmeyi ve böylece ahlaklılığın göreceliliğini dengelemek için, bu konu hakkındaki literatür^ de yer alan en iyi kısa tartışmayı özetleyeceğim. Bu, Richard Rorty ( 1989) tarafından ortaya konmuş bir tartışmadır. O, en iyi postmodernist savunmaların tüm karakteristik özellik­lerini taşımaktadır. Rorty, kendisi yüksek derecede ahlak il­kesine sahip olan bir kişi olarak, postmodern konumun mer­kezi bir ilkesini terk ederek, bizim ahlak eleştirimizden kaçb nır ve ileride göreceğimiz gibi, gerçekten de kendi yargısını altüst eder.

Onun tartışması insanların yaşantılarını anlamlı kılma^ nın iki yolu arasındaki bir ayırım ile başlar. Birisi "bir toplu­luğa katkıda bulunmanın öyküsünü anlatmaktadır" ve diğeri "insan-olmayan bazı gerçekliklere ilişkin olarak kendi kendim lerhe betimlemesi"dir (Rorty, 1 989: 35). Birisi temelini dayamşma içinde, diğeri ise nesnellik içinde bulur. Gerçekçi­ler dayanışmayı nesnelliğe indirgemek istemişlerdir. Böylece insan varlıkları, insan olmayan gerçekliğin temsillerini biçim- lendirebilecektir. Pragmatistler nesnelliği dayanışmaya indir­gemek istemişlerdir. Pragmatistlere göre, "nesnellik arzusu, toplum sınırlamalarından kaçınma arzusu değil, basit bir şe­kilde mümkün olduğunca özneler arasında anlaşma zemini­nin oluşturulması arzusudur" (s. 37).

Şimdi ölümcül uzlaşmaya geldik. Rorty, Aydınlanma^ nın değerlerinin varisi ile, bizim "hoşgörü ve özgür sorgula­ma" içinde adalet arayışında olmamız ve bunu benimseme^ miz konusunda, anlaşmaya varmıştır (s. 43).

Bu önemli hamle içinde tüm savunmanın yaşamsal hamlesi içinde göze batan bir boşluk bulunmaktadır. Kişi ne­den hoşgörülü olmayı ve özgür sorgulamayı tercih edecek tir? Rorty'ye göre, herhangi biri bunu denediği zaman, di­ğerleri onları seçecektir. Bu, Mill'in ahlaklılığı daha yüksek hazlar üzerine temellendirme deneyimine benzemektedir. Ancak kişinin yapacağı seçim pek çok farklı öğeye bağlı ola­bilir. Rorty, burada kendi ırkının üstünlüğüne inanma ile gö­recelilik arasında bir ikileme düştüğünü kabul etmiştir.

Geertz ( 1 989) kültürel tümellerin genetik ve biyolojik yapı içinde bulunma düşüncesini haklı olarak sert şekilde e­leştirmiştir. Çünkü o yalnızca felsefenin ulaşabileceği yaşama kaba bir dokunuştur.

Ahlaklılığın Yeniden Ele Alınması

Yalnızca filozoflar değil, çok sayıda insan bazı evrensel ahlak ilkelerinin yeniden kurulmasının gereksinimini hisset^ mişlerdir. Bunların yokluğunda, ahlak duyusallığı içinde yerel düşüncelerin son derece uç göreceli yorumlamaları baskın hale gelmektedir. Eğer bunlar diğerleri ile eşit duruma sahip olurlarsa, Kızıl Kmerler üyesi olmayan herhangi birini gör­mek zor hale gelecektir. Her şeyden öte, eğer siz bir post modernist iseniz, şunu kabul etmelisiniz ki, yaşam şekilleri o­larak, onlar insanlara haklı görünmektedir. Rorty'nin üst sı­nıfı, Doğu Amerikan yapısı, bölgedeki etnik kökene sahip in­sanlara karşı üstün gösterilmektedir. Ancak aynı tarihsel çıkış noktalarına sahip olarak, onların kabilelerinin ahlak yapıları farklılıklar göstermektedir.

Rorty "insan dayanışmasının duyusu" yerine tarih-öte- si genel bir kavram içinde bir çıkış noktasına sahip olarak "tarihin arkasında bir şey" öne sürmektedir. Bu nasıl temel­lenebilir? Duyular izlenerek mi?Ve böyle bir duyunun daya­nışmadan uzak, merkezdi bir yapıya sahip olduğu nasıl kanıt­lanabilir. Arjantin ya da Kuzey İrlanda'da yaşananların bu tür duygular üzerine temellenmemiş olduğunu kim bilebilir? Ya Kosova katliamının kurbanları için neler hissetmeliyiz? Bu gerçekten ince bir ahlak dengesidir. Bundan daha sağlam bir şeye ihtiyacımız vardır. Duyguları izlemek, ahlak değeri elde etmek için zayıf bir ölçüttür.

Dilin Olanakları

Koşullarındaki Ahlaklılık

Geçtiğimiz yıllarda birkaç filozof dil olanaklılıklarının koşullarının bir çözümlemesi üzerine en azından bazı ahlak tümellerinin varlığı durumunu temellendirmiştir. (Lukes, 1 075; Habermas, 1984-7; Holiday, 1988). Görecellik için karşıt-tartışma bir paradoks üzerine temellendirilmiştir. Ah­lak göreceliliğinin lehinde anlaşılabilen tartışmaların içinde bulunduğu koşullar, tartışmanın ifade edilebileceği bir dilin varlığının olanaklılığı için koşulları içerir. Eğer bu koşullar, ahlak koşullarını içeriyorlarsa, bu durumda onların dili kulla­nan herhangi biri tarafından zaten kabul edilmiş olması gere­kir ve anlaşılması umulur. Herhangi bir tümel ahlak ilkesine karşı tartışma ya da hatta konuşmak, en azından bazılarını kabul etmek anlamına gelmektedir.

Bir sonraki aşama, dilin olanaklı olmasını gerektiren koşullar arasında en azından bazı ahlak koşullarının bulundu­ğunu göstermektir. Holiday ( 1 988) üç zorunlu koşul ortaya koyar.

1.  . Dilsel iletişimin bağlı olduğu olasılık üzerine geleneklerin ritüel gücünün genel bir kabul edilmesi olmalıdır. Anlam kuvvet ile kurulamaz. Konuşanların ve dinleyenlerin toplulu­ğu içindeki her bir kişi, bu topluluk içindeki kuvvete sahip gelenekler tarafından bağlı olmak istemelidir.

2.     Karşılıklı saygı ve adalet olmalıdır. Tüm insanlar anlamlı i­fadeler kullanma hakkında sahip olmalıdır. Eğer bir grubun üyeleri, başka bir grubun kendi ifadelerini anlamasını bekli­yorlarsa, onlar, onlar için anlama sahip olan bir grup tarafından oluşturulmuş ifadeleri inkar edemezler.

3.     Doğru söylemenin toplumsal bir yaptırımı olmalıdır. Ya­lan söyleme ve kandırmanın yaygınlaşmış olması durumun­da, böyle bir "doğru / yanlış" ayırımı çökecektir.

Buradaki önemli nokta insanlar arasında karşılıklı saygı ve içtenliğin sağlanmasıdır. Başka bir deyişle, insanların ko­runması için uygun koşulların sağlanmasıdır. Bunlar evrensel ahlaklılığın kökleri arasında bulunmaktadır.

Ahlak tümellerine ulaşmanın tek yolu bu değildir. Ko­nuya yönelik başka yaklaşımlar bulunmaktadır. Fakat bence bir konumun iddialarının paradoksunun kanıtlanması, bu fel­sefi tezin nasıl başarısız olabileceğini göstermek açısından ö­nem taşımaktadır.

Sonuç

Toplumsalcılar ve bireyciler arasındaki Rönesans döne­minde ortaya çıkan ayırım 300 yıl boyunca devam etmiştir. Bireysel duygular ve usun bireysel uygulamaları ahlaki sezgi­lerin iki temel kaynağı olmuştur. Her ne kadar, bu bireysellik nitelikleri insanlık içinde evrensel olarak düşünülse bile, bu­nun bir topluma aktarılması her zaman için sorunlara yol aç­mıştır. Bu sorun bir sonraki bölümün konusunu oluşturacak­tır. Biz Vico ve Marx'ın bir toplumsal biçimden diğerine ge­çişini anlamanın yollarını ortaya koymalarını göreceğiz. On yedinci yüzyılda popüler olan toplumsal anlaşma, politik zo­runluluğun duyusal doğasını ifade etmek için kullanılan bir metafor olarak açıklayıcı bir kuram değildir.

John Stuart Mill'in faydacılığında yer alan, ahlaki se­çim olarak haz / acı nihai versiyonu çok sayıda zayıflığa sa­hiptir, fakat zirve noktası insan gruplarının iyi düşüncesinin aritmetik olarak değerlendirildiği durumdur. Kant'ın Sonla­rın Krallığı, evrensel ahlak yasaları meydana getirmiştir fakat bu ancak tek tek tüm bireylere uygulandığında geçerlidir. Toprumsar yapılardaki ahlaki sınrrfamafar ideası hiçbir rol üst- lenmemiştir. Bireysel ve toplumsal düzenler yalnızca ürünler­dir.

Hegel ve Marx çok farklı bir şey sunmuşlardır. Onlara göre, bireysel ahlaklılık ikincil derecededir. Onlar, herhangi bir yaşam biçimi içinde toplumsal ilişkileri ifade etmekten daha fazlasını yapamazlar. Bireylerin ahlak sezgilerinin yeni­den baskın bir idea olmasını sağlayan koşullar ancak başka bir 200 yıl geçmesinden sonra olabilmiştir. İkinci binyılın so­nunda bireysel düşünceler, pek çok biçimde her şeyde orta­ya . çıkmaya başlamıştır. İronik olarak tam da bu zamanda postmodernist hareketin başlangıcı Fransa'da görülmeye baş­lanmıştır. Bu ülke varoluşçuluk gibi en radikal bireyselci ah­lak felsefesinin ortaya çıktığı ülkedir. Buna göre ahlak anı ya­şamın bazı şekilleri için bir bireysel seçim edimi ile belirlen­mektedir. Ve Kearkegaard'ın ortaya koyduğu gibi, bu seçim bir kez yapılmış olduğu zaman, seçimin tüm diğer anların bi­çimine halihazırda karar verilmiştir.

Batıda son dönemde daha çok benimsenen ahlak felse­fesi, iyinin doğasını anlamının toplumcu ya da varoluşçu yol­lan değil, Kantçı düşüncedir. O, ahlaki yargılar ve kuralların karakteristik mantıksal biçiminin bir araştırması olmuştur. Yöntem analitiktir ve konu ahlak yargılarının mantıksal biçu mi şeklinde ele alınmıştır. Biz, ahlak yargılarının çok sayıda çalışmasının biri olarak kuralcı yaklaşımları incelemiştik. Do­ğal olarak, bu bizi daha yeni tersine çevrilmiş olan ahlak ilke^ !erinin içeriğinde faydanın bir yoksunluğuna yönlendirmiştir.

İçerik tartışmalarına odaklanan en ilginç yaklaşım toju !umun ahlak temelinin feminist ve çevreci eleştirisi içinde ol­muştur. İkili karşıt görüşler felsefi açıdan incelenmiştir.

Kilisenin otoritesinin yıkılmasıyla birlikte Tanrının ah lak otoritesi sıradan bir ifadeye dönüşmüştür. Değişik dö^ nemlerde ve farklı yerlerde ahlak düzenlerinin çeşitliliği gö^ rülmektedir. Bunların kurumsal insan biçimleri için sistemler oluşturması çok çarpıcı görünmektedir. Ahlak felsefesi soru nu kendisini ortaya koymanın bir yolunu bulmuştur, ancak yine de ahlaki göreceliliğe direnmektedir. Tüm toplumlar ahlaki uygulamalar için bir kaynağa sahip olmalıdır. Bu, ulus^ lararası bir davranışın bir standardı olarak hizmet görebilme^ lidir. Tüm insan yaşam biçimlerini biçimlendirme ve koru mada dilin rolü, ahlaklılığın en makul evrensel kaynak olarak kendisini sunar.

İnsanların yaptıklarından sorumlu ..olması düşüncesi de bu konuda önemli bir yere sahiptir. Kişinin yaptığı davranış^ tan dolayı olarak suçlanması ya da övgüye değer bulunması bu koşullar içinde başka bir unsuru oluşturmaktadır. Yaptığı­mız şey, eninde sonunda "bize geri dönecek"tir. Eğer biz bunları başka bir şekilde yapamayacaksak, bu nasıl mümkün olabilir? Biz bu sorunun Hint, İslam ve Hıristiyan filozofları u çin ne denli önemli olduğunu görmüştük. Onlara göre evre^ nin merkezinde yaratıcı ve her şeyi bilen Tanrı bulunmakta^ dır ve tanrısal önceden bilme ile paradoks içinde olarak tüm insanlar yapacaklarından sorumludurlar. Materyalistlere göre olayların gerekirci akışı, tüm ahlak sezgileriyle uzlaşmaz bir yapıya sahiptir. İnsan içinde bulunduğu koşullara bağlı olarak farklı davranışlar gösterir.

İkinci binyılın sonunda filozofların bin ya da hatta iki bin yıl öncesine göre çok daha fazla mesafe kat edebildikleri görünmemektedir. Çok güçlü bir sezgiye sahip olan insanlar olayların gidişatına karşı davranışta bulunabilirler.

Bizim incelemiş olduğumuz filozoflar şaşııtıcı bir şekil­de özgürlük konusunda karamsar bir sonuca ulaşmaktadır. Bu konu çözülemez olarak görülmektedir. Dilbilimsel dönüş bile bizi "iki-katlı" bir yapıya götürür. Ockham'lı William tu­tumuna uygun olarak onları uzlaştırma hakkında kaygılana­rak zaman kaybedilmemesi gerekmektedir. İnsanların yaptık­larını betimlemenin yalnızca iki yolu vardır. Bunların hiçbiri diğerinin yerine geçemez: İnsan yaşamının tamamının anlam­lı kılınabilmesi için her ikisine de gereksinim vardır.

NOTLAR

ı Sezgiciliğin mükemmel bir değerlendirmesi için Warnock'a bakı­nız (1979: 3. bölüm).

2 Frans Boas'ın konumunda olarak lllinois Üniversitesi'nde görev yapan M^ıti Bunzl da önemli çalışmalarda bulunmaktadır.

13

İnsanlar Arasındaki İlişkiler il
Politik Felsefe

Wittgenstein bir kafede karşılaştığı arkadaşlarını kendi itiraflarım okurken gördüğünde utanmıştı. ]ean-Jacques Rousseau'nun itirafları ise arkadaşlarına Rousseau'nun kendi­si tarafından dağıtılmıştır. Rousseau aslında arkadaşları ve dostları için güven vermeyen ve inancı olmayan biridir. O, yaşam boyu metresi olan Therese'nin beş çocuğunu öksüzler yurduna göndermiştir. Birlikte kaldığı ailelerden birinde on­lar kendilerine ait olan şeyleri toplarken, bir daktilo şeridinin kayıp olduğu ortaya çıkmıştır. Hemen bunu onun aldığı dü­şünülmüştür. O, hırsızlıkla suçlandığı zaman, hizmetçi kızlar­dan birinin bunu ona verdiği konusunda ısrar etmiştir. Kızın üzgün inkarlarına rağmen, o yanlış suçlamasına sürdürmüştür ve sonunda ikisi de evden kovulmuştur (Dobinson, 1 969). Ancak bu adam devletin ahlak temelleri konusunda öylesine iyi yazılar yazmaktadır ki, bu onun soylu bir karaktere sahip olduğunu düşündürmektedir. Onun, kendi içindeki ahlaki zayıflığı görmesi nedeniyle insan kalbinin derin bir sezisine sahip olduğu da söylenmiştir. Bu ifade Rousseau'ya daha faz­la uymaktadır. Yaşamları ve öğretileri birbirinden çok farklı gözüken başkaları da vardır. Özgürlük yanlısı olan Locke, son derece ketum biriydi. Karakter ve düşünceleri arasında, genel bir kural olarak, böylesine bir karşıtlık bulunabilir mi? Sanırım hayır. Benim bu bölümde tartışacağım politik felse­felere sahip filozofların yaşantıları ortak bir örnek oluşturur gibi görünmemektedir. Felsefi sezgiler, zorunlu olarak derin kendini anlayışın ürünü değildir.

DEVLETİN FELSEFİ TEMELLERİ

Çağdaş dönem, her şeyin ötesinde, politik zorunluluk- farın sınırlarıyla kişisel özgürlüğün uzlaştırılması sorunu açısın­dan politika filozoflarını şaşırtmaktadır. Böylesine iyi bir ze­mine oturtulmuş bir uzlaşma nasıl mümkün olabilmektedir? Ahlak ve politika felsefesine ayırt edilen bir şekilde çağdaş bir yaklaşımm ilk basamakları, yalnızca insan olma erdemi ile bir bireyin sahip olduğu doğal haklar düşüncesini içermekte­dir. Onlar hükümetlerin emirlerinden ya da toplumsal gele­neklerin yaptırımlarından bağımsızdırlar. Onlar özgürlük ide- asının temelinde bulunmaktadır. İnsanlar kendilerinden alına­maz haklara sahiptir. Feodal toplumlarda olanların aksine gö­revler tanımlanmış ahlak yaşantısına uygun bir yapıda belir­lenmektedir.

Toplumsal Bağıt Miti

Bireylere özgü doğal haklar varsa, bu durumda sivil toplum ve onun ahlaki atmosferi, en azından ilke bakımın­dan, kendisine ait olan bir birey adına gönüllü bir edim tara­fından var olmalıdır. Bu tür gönüllü edimler olsun ya da ol­masın toplumsal bir anlaşma ile sivil bir otorite güç elde et­mektedir. Bireylerin bir yaratımı olan otorite ahlaki ve poli­tik sistemler arasındaki farklılığı uzlaştıracak toplumsal bir an­laşma ortaya koyar. Otorite tarafından ortaya konan ilkeler bireylerin istekleri doğrultusunda yapılmaktadır.

Locke'un anlaşma öyküsü

Locke ( 1 690) toplumsal anlaşma kavramını özgür bi­reyler arasında politik zorlamanın doğasının bir değerlendir­mesi olarak kullanmıştır. Onun anlaşma metaforu değerlen­. dirmesi aşağıdaki gibidir:

her insan, hangi Hükümetin hangi bölümünün par­çası olursa olsun Hükümet tarafmdan konulmuş o­lan Yasalara Boyun Eğme zorunluluğu içindedir. (Locke, 1 690: Bölüm 119).

Locke ahlaki "yasalar" olarak ifade edilen bu önerme­lerin zorunlu bir şekilde doğru olduğunu düşünmüştür, çün­kü onlar tek tek konuları betimlemez, idealar arasındaki iliş­kileri ortaya koymaktadır. Örnek olarak, "iyi" kavramı içsel olarak "hazza neden olan" şey ile ilintilidir. Böylesine ahlaki onaylamalar yalnızca hazzın ödüllendirilmesi ve acının ceza­landırılması olabilir. Bu psikolojik durumlar kişisel ve birey­seldir, ve "anlaşma" aydınlatılmış kendi-çıkarının bir ifadesi­dir. Diğerleriyle birleşerek ben kendimi onlardan korurum. Bu idea Hobbes'un Leviathan ( 1651) kitabında ünlü bir ifa­de olarak yer almaktadır:

Sivil hükümet yaratma anlaşması Onaylama ya da Bağdaşmadan daha faz/asıd1r; o tümünün gerçek bir Birliğidir. Her insamn her insan ile bir Bağıt imzala­masıdır ...Bu bir Ortak zenginlik yaranr. Herkesin birbiriyle yapmış olduğu karşılıklı anlaşmalar ile her­kes gücü kullanabilir ve onlarm tümünün araCI ile kendi Banşlan ve ortak savunma/an sağlanmış olur. (Hobbes, 1651 [ 1914]: Bölüm 2, 17).

Bunun alternatifi anarşi ve kaostur, herkesin zalimce bir savaş içinde olmasıdır. Hobbes, on yedinci yüzyılın ikinci çeyreği boyunca devam eden İngiliz iç savaşı sırasında böyle bir anarşi durumunun yaşanmış olduğunu düşünmektedir.

Filozoflar ve diğerleri Hobbes, Locke ve başka yazarla­ra devletin varlığı ve toplumsal anlaşma egemen olan otorite varlığı konularında sorular sormuşlardır. Onlara tüm toplu­lukların tarih öncesi dönemlerinde olduğuna inanılan temsili bir demokrasi için topluluk olarak mı, yoksa bir birey olarak mı yaşamak istedikleri sorulmuştur. Bana öyle geliyor ki dö­nemin çoğu yazarı toplumsal bağıt ideasını sivil bir topluluk olanaklılığı için bir metafor olarak kullanmışlardır. Böyle bir topluluk olanaklıdır çünkü üyeleri egemenliğin otoritesini söylenmeden anlaşılan bir şekilde onaylamaktadırlar. Mantık­lı insanlar bunu kendi faydaları için yapmaktadır.

Aquinas'ın Doğal Yasa'dan anladığı insanın tanrısal bir yasa ile yönlendirilmesidir. Ancak ikinci binyılın politik felse­fesinde bu düşünceye yer yoktur. Şu ya da bu şekilde, sivil yasaların kaynakları ve ahlak söylemteri insan olan bir şeyin i­çinde bulunmalıdır? Doğal yasa kuramının dünyevi görüşü, insan usunun gelişen yaşam içindeki koşulların zorunlulukları üzerinde düşünmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu düşünce )ohn Finnis ( 1 980) tarafından geçtiğimiz yıllarda ele alınmıştır.

Rousseau ve Genel İstek

Bir devletin yönetiminin toplumsalcı temelleri düşün­cesi yalnızca İngiltere için saygınlık gören bir şey değildir. Jean-Jacques Rousseau'nun politik yazılarında o en güçlü ifa­delerinden birini bulmuştur. Rousseau 1712 yılında Ceno- va'da doğmuştur. Hayatının erken dönem yılları felaketler ve macera arayışlarıyla geçmiştir. Katolik bir kadın olan Ma­dam de Waren'in şefkati ile bir süreliğine kendisine bir ev bulmuştur. Bu dönemde bazı müzikal yetenekler geliştirmiş­tir. Bundan kazandığı bir miktar para ile 1 714 yılında Paris'­in yolunu tutmuştur. Onun Voltaire ve Diderot ile tanışması ona yeni ufuklar açmıştır. Madam d'Epinay'ın himayesinde geçirdiği bu dönemden sonra yine yollara düşmüştür. İlk o­larak, Lüksemburg'a yerleşmiştir. Burada ilk kez olarak 1764 yılında yayınlanan Soda/ Contract (Toplumsal Bağıt) yapıtını yazmıştır. Aynı yıl eğitim üzerine bir çalışması olan Emile yayınlanmıştır. Çeşitli kısa-süreli göçmenliklerden son­ra 1 766 yılında İngiltere'ye gitmi_ştir. Burada Hume'un hi­mayesinde yaşayacaktır. Burada zihinsel açıdan bozukluklar başgöstermeye başlamıştır. O, sürekli tehlike kuşkusu içinde­dir. Politik yazılarında bunun izleri görülmektedir. Bu davra­nış bozukluğu daha sonra paranoyaya dönüşmüştür. Bir kez daha 1 770 yılında Fransa'ya geri döner ve Paris'te yavan bir yaşam sürdürür. Rousseau 1 778 yılında ölmüştür. Saint- Simon gibi Fransız "Aydınlanma" düşüncesinin radikal filo­zofları, Rousseau'nun politik yazılarından büyük ölçüde etki­lenmişlerdir. Ve bir açıdan onun düşüncelerinin bazılarının Fransız Devrimi için bazı kuramsal zeminler hazırladığı söyle­nebilir.

Rousseau, ünlü çalışması Toplumsal Bağıt'ta (1764) kolektif politik kurumların temeli için ayrıntılı bir açıklama sunmuştur. "Genel istek" bireylerin istek ve arzularını ön p­lana çıkaran bir yapıya sahiptir. Politik felsefenin sorunu bir topluluğun sınırlamalarının bir topluluğun üyesi olan bireyle^ rin radikal özgürlükleriyle uzlaştırılmasıdır. Çözüm belli bir yasal kurum oluşturmaktadır.

Doğal olarak politik özgürlük anarşi, ya da istediğimiz an her istediğimizi yapabileceğiniz anlamanı gelmektedir. So­run bunun nasıl başanlabileceğidir. Rousseau, daha önceki yüzyılın İngiliz filozofları gibi, bunun toplumsal bir anlaşma i­le başarılabileceğini düşünmüştür. Ancak bunu İngiliz öncel­lerinin yaptığından daha güçlü bir sonuç çıkararak yapmıştır.

Bu durumda toplumsal anlaşma boş bir formül ol­mayacaktır, o açıkça söylenmeden bu işlevi bünye­sinde barmdırmaktadtr. Genel isteğe boyun eğmeyi reddeden kim varsa o tüm yapı tarafmdan smtrlan- dırtlacaktır. Bu da özgür olmaya zorlanmaktan baş­ka bir anlama gelmez. (Rousseau, 1 764: kitap 1, bölüm 7, s. 64).

Rousseau'nun ilkelerini izleyenler arasında bulunan P- lamenatz ( 1 963: 395-41 1) çok küçük topluluklar için bile uygun olan bir konsey çalışmasında bulunmuştur. Ancak ne olursa olsun Rousseau'nun ortaya koyduğu ilkeler sivil top­lum idealleri açısından uzun bir dönem boyunca aşılmayacak bir yapı içermektedir.

Bu ilkeler birbirini izlemektedir. Onlar basit fakat, öz­gür vatandaşların politik bir birliği olanaklılığı için güçlü dü­şünceler üzerine temellendirilmiştir. Düzenli ve güvenli bir hayat yaşayabilmek için biz yasalara bağlı olmalı ve onlara uymalıyız. Bu, ancak yasalar yapılırken bizim de katkımız ol­ması durumunda olabilir. "Bir yasaya itaat etme, kişinin öz­gür olduğunu gösterir" der Rousseau. Daha ayrıntılı bir şe­kilde söylemek gerekirse, genel istek oluşumu belli gereklilik­leri içeren bir topluluğun yasaları içinde gerçekleşmiştir.

1.     Hukuksal karar almada görev alacak insanlar belli özel çı­kar grupları ve birliklerinin değil, tüm toplumun temsilcisi olmalıdırlar. "Böylece, eğer genel istek açık bir şekilde ifade edilmişse, devlet içinde hiçbir sektöre! birliğin zorlayıcı bir etkisi olmayacaktır, ve her an vatandaş kendi kararını kendisi için verecektir. " (Rousseau, 1 864: Kitap 11, bölüm 3).

2.     Anlaşma toplumun bir varlık olarak var olmasını sağlar. "her birimiz toplumun içindeyizdir ve her insan kendi gücü­nü genel istek doğrultusunda yönlendirir; bizler bütünün gö­rülmeyen birer parçasıyızdır. " (Rousseau, 1 764: Kitap 1, bö­lüm 6, s. 61 ).

3.     Kanun yapmanın anahtar noktası genel isteğe uygunlulu- ğun sağlanmış olmasıdır. Herkesin isteği bireysel arzuların toplamından ibarettir. Bir grubun düşüncelerinin, genel istek ifadesi içinde sonuçlanacağından nasıl emin olabiliriz? Rous- seau toplumun uygun işleyişlerinin halkın aydınlatılmasını ge­rektirdiğini kavramıştır. İnsanlar ortak iyiye ulaşma özel arzu­suna sahip bireyler olarak yetiştirilmelidir. Bunun için yön­lendirme gerekmektedir. Ancak bu görevi yerine getirmek­ten kim sorumludur?

Rousseau, ahlaklılık konusunda devletin yönlendirme­siyle kişilerin erdem kazanması gerektiğini düşünmektedir. Bu, ahlaki yaşantının temelini oluşturmaktadır.

Bu filozofların yazılarında politik zorunluluğun kayna^ ğının ve egemenlik haklarının yurttaşlar tarafından kullanıl­ması gerektiği düşüncesini görmek zor değildir. Ancak ne o­lursa olsun, genel isteğin oluşumunda bireylerin bir yurttaş olarak topluca hareketleri Hegelci felsefeyi çok farklı bir devlet ve vatandaşlık kavramına dönüştürmüştür.

DEVLETLERİN EVRİMİ

Politik düzen ve politik zorlamanın kaynağı olarak top­lumsal anlaşmanın varsayımlarına iki farklı yanıt Locke'un popüler görüşleri üzerinde çok hızlı gelişen bir düşünce ile gelmiştir. Daha önce görmüş olduğumuz gibi, Rousseau an­laşmanın metaforu içinde ifade edilmiş toplumsal koşulların psikolojik akla yatkınlığı sorusuyla uğraşmıştır. Hemen he­men aynı zamanda Vico farklı bir değerlendirmede bulun­maktadır.

Vico.' ve İstenmeyen Sonuçların Rolü

, Birey gruplarının nasıl toplumsal bir kimliğe sahip ola­bilecekleri sorunu Giambattista Vico'yu ( 1668-1 744) sı­kıntıya sokmuştur. O, sıradışı önceli NiccolO Machiavelli'nin tersine, kolektifi egemenlik isteği ve gücünün ürünü olarak görmemiştir.

Şu gerçektir ki insanlar bu ulusfarrn dünyasım kendi kendilerine yapmışlardır ..•Ancak bu dünya, hiç kuşku yok ki, sık sık değişen bir zihin yapmna sa­hiptir, bu zaman zaman tam tersine değişimler şek­linde olmaktadır, ve her zaman insanoğlunun kendi kendilerine sunmuş olduğu belirli uçlara üstün ol­maktadır; dar uçlar, daha geniş uçlara hizmet ede­cek an/amma gelmektedir. O, her zaman için insan ırkını bu dünya üzerinde korumak için kullanılmak­tadır. (Vico, l 725: 1108).

Bu nasıl mümkün olabilmektedir? Anarşiden devletin kurumlarına geçiş nasıl mümkün olacaktır? Vico'nun görüş­lerinde bulunan düzenin koşullannm sağlanabilmesi için bir toplumsal anlaşmaya gereksinim bulunmamaktadır. Toplum­sal düzen zaten varlığı içinde bulunan koşulları sayesinde sağ­lanır.

Doğal düzen içinde ortak zenginlikler oluşturulma­ya başlandığı zaman, madde hazırlanmış ve bir bi­çim almaya haztr hale getirilmiş olur, ve orada or­tak zenginlikler beden ve zihnin birleşiminden mey­dana gelmektedir. Haztrlanmış materyaller bu in­sanlarım kendi dinleri değildir, kendi dilleri değildir, kendi toprakları değildir, kendi isimleri değildir ... ve bu şeyler tamamen özgür olduk/an için gerçek ortak zenginlikleri oluştururlar . . . Bu Bağlantıda babalar, bir düzen içinde kendilerini birleştirerek bağımsız sivil gücü oluşturur/ar. Bu tlpkı aile gücün­de olduğu gibidir. (Vico, 1725: 630)

Ailenin yapısında olduğu gibi, kendi . dil ve yaşam' ku- rallan ortaya konulur. Ortak zenginliklerin yönetiminde kul­lanılan doğal yasalar geçerli 'duruma gelmişlerdir.

Kolektiflerin Sorunlu 'Durumu

Vivo'nun devletin oluşturulması değerlendirmesi, bi­reylerin birleşerek bir yapı oluşturmaları . konusuna girmekten kaçınmıştır. O, bireylerin daha basit kurumlar oluşturarak bir role sahip olması gerektiğini reddeder. Vico, özsel ola­rak, kuruluşların doğal karakterini ön plana koyar. Onlar tam buradadır. Faydacılar insan varlıklarının kolektifleriyle hiçbir zorluğa sahip değillerdir. Grupların nitelikleri, bireysel üyelerinin niteliklerinin toplamıdır. Herkesin mutluluğu, her birinin mutluluğunun aritmetik toplamıdır. Mili ve takipçileri yalnızca bireylerin gerçek olan zihin ve beden durumlarına sahip olduklarını söylemişlerdir.

Yirminci yüzyılda konu tekrar su yüzüne çıkmıştır. İn­san topluluklarının kolektif görünümleri, bireyin niyetlerine göre, bireyin davranışlarının istenmeyen sonuçlarının örnek­lerinden mi ibarettir? Eğer öyleyse, bu durumda, bir bilim olarak kabul edilen sosyoloji için daha önemli bir sonuca sa­hip görünecektir. Kitle fenomenlerinin açıklamaları başka bir kitle fenomeninin içinde değil, bireysel oyuncuların niyetle­rinde aranmalıdır. Bu yapı "yöntembilimsel bireyselcilik" olarak adlandırılır (Popper, 195 7).

Rawls ve "Adil Prosedür"

Devletin ussal davranışın birleşiminin bir ürünü olarak değerlendirilmesi girişimi John Rawls'den ( 1971) gelmiştir. Bu, bir kez daha, bir toplumsal anlaşma değerlendirmesidir. İnsanlar bunu belli tçplumsal ve ahlaki iyilerin korunmasının gerekli olduğu bir anlaşmayı yapmak üzere bir araya gelme­leri 'şeklinde hayal etmektedir. Rawls'ın çözümlemesinin merkez noktasında "adil prosedür" ideası bulunmaktadır. Bu, ödüllerin dağıtımının zorunlu olarak herkes için eşit pay­laşımla sonuçlanmasının gerekli olmadığı düşüncesidir. An­cak o adil olanı yansıtmalıdır. Rawls, adaletin doğruluk oldu­ğunu söyler.

Bu ortak noktadaki iyi nasıl elde edilebilecektir? Rawls'a göre, ödüllerin dağıtımındaki eşitsizlik herkes için te­mel hakların uygulanmasıyla giderilebilir. Böyle bir ölçüt kul­lanılması üstünlüğe ya da ayrıcalığa sahip olmayanlar için e- şitleyici bir görev görecektir. .          "

Rawls'ın adalet değerlendirmesindeki kendi mensubu olduğu sınıfı üstün tutma eğilimi çok çarpıcıdır. Anlaşma te­mel hakları sağlamaktadır, fakat temel görevler konusunda herhangi bir yaptırıma sahip değildir. Burada/ Rousseau'nun vatandaşı yerleştirdiği yer açısından anlaşmadan kaynaklanan talepler konusunda yetersiz kalmaktadır.

TOPLUMSAL KURALLARIN
TARİHSEL KOŞULLARI
                               "

Aşağıda, çağdaş dönemde etik düşüncenin gelişiminin bireysel insan varlığının etrafında merkezlenmiş olduğu dü­şünce dizileri içinde yer almamaktadır. Bu geleneğe göre, ahlak yaşantısının çekirdeği, ya haz, acı ya da diğer durumlar olarak bireysel deneyim içinde, ya da kişinin başkaları için koyması gerektiği kurallar olarak, us uygulamasında bulun­maktadır. Bunların hepsi çağdaş dönemdeki felsefenin kal­binde bulunan kartezyen geleneği ile ilintili durumdadır. An­cak bu gelenek rakipsiz değildir. Ahlaklılığı kavramının alter­natif bir yolu, toplumsal ilişkileri zirve noktasına taşıyacak bir yol, Hegel'in yazıları ile kendi yolunda ilerlemeye başlamış­tır. Onun gerçek sosyal reformlara uygulanabilmesi için Kari Marx: tarafından girişimde bulunularak içindeki potansiyelin harekete geçirilmesi gerekmektedir. Çok temel bir şekilde, bu yol ahlaki ve politik felsefenin bir ve aynı olduğu anlamı­na geldiği afllak yaradılışının anlaşılmasına giden yoldur. Bu bölümün ilk kısmında taıtışılan sorun, bireyler ve onların ü­ye oldukları kurumlar arasındaki ilişkinin nasıl kavrarıacağı, Hegel ve Marx felsefelerinde yeniden ortaya çıkmıştır. İn­sanların birbirlerine nasıl davranacakları daha büyük bir sos­yal ve tarihsel eylem çerçevesine bağlıdır.

Hegel ve Gelişen Dünya Tini

Anahtar düşünce, bu ahlaklılığın, genel olare1k insan doğasının her yerde mevcut olan ve zorunlu niteliklerin türe- yebilen bazı sabit ve evrensel kodlar olmadığıdır. Tarihin ge­çiş noktalarında o farklı biçimlerde ortaya çıkmıştır. Biz He- gel'in insanlık tarihini ilkel, toplumsal düzenini yavaş yavaş geliştiren bir durumdan çağdaş insanlığın kendi-bilinçliliğine geçişi olduğunun resmini çizmiştir. Burada dünya tini ya da Geist cisimlendirilerek kendi nihai gerçekleştirmesini bulmuş­tur. Bu, yalnızca kavrayış güçlerinin bir gelişimi değil, aynı zamanda ahlaki duyarlılığın bir gelişimidir.

İlkel olan toplumsal düzenleri kendiliğinden-bilinçli de­ğildi. İnsanlar basit bir şekilde kendilerine verilen rolleri yeri­ne getirmektedir. Ancak değişim tohumları halihazırda ekil­miştir. Diyalektik bireylerin kendilerine verilen rollerin tersi­ne olarak kendilerinin birey olarak bilincinde olmaları ile başlamıştır. Bunun olduğu toplumlar daha karmaşık hale gel­miştir. Bu notada eleştiricilik doğmuştur. Ve burada toplum­sal düzenlerin ya da yaşam biçimlerinin tarihsel dönüşümleri­ni yönlendiren paradoks bulunmaktadır. Bir yaşam biçimi, ü­yelerinin belli bir yaşam biçimi içinde tatmin olamayacakları yaşam olanakları sunabilir. Onların. tatmin edilmesine yöne­lik olarak çaba zorunlu olarak yaşam biçimini başka bir şeye dönüştürmektedir. Bu, tarihin diyalektiğidir. Her bir aşama­da, dönemin ahlak standartlarını ifade eden ve belirleyen mevcut toplumsal düzenin belli normları olacaktır. Böylece her bir geçişte, onlar değişecektir.

Hegel'in bu dinamiğinin kavramını ifade eden en güçlü görünüm efendi ile kölenin karşılıklı olarak bozulan ilişkisidir. Bu görünüm içinde Marx'ın bazı karakteristik idealarının çı­kış noktalarını görmek zor değildir. Kendiliğinden-bilinçli o­lan ve ikilinin baskın üyesi olan efendi, köleye bir nesne gibi davranmaktadır, böylece köle gelişimin olanaklılığı içinde in­kar edilmektedir, çünkü onun tek değişen egosu nesne-ben- zeri köledir. Bu açmaz nasıl aşılacaktır? Hegel Roma İmpara- torluğu'nun toplumsal düzeninin ya da onun ardılı olan Hı­ristiyan kilisesinin efendi-köle ilişkisini gerçekte aşamadığını kanıtlamaya çalışmıştır.

Her toplumsal düzen yalnızca hareket olanaklarını de­ğil, aynı zamanda hareket kısıtlamalarını da içermektedir. Yavaş yavaş bir toplum kendi-bilinçliliğine sahip oldukça, bu sınırlamalar kendisini hissettirmektedir. İnsanlar bunu aşma­ya çalışmaktadır. Bu özgürlük arayışıdır, o her bir toplumsal düzen içinde kavranabilmektedir. Özgürlük her bir toplum­sal düzen için farklıdır çünkü insan davranışı üzerindeki sınır­lamalar her bir dönemde özgürlüğün anlamını sabitler. Aynı zamanda onlar sorumluluk alanlarını belirler ve böylece dö­nemin olanaklılığı da belirlenmiş olur. Her bir geçiş, sorum­luluk alanı daha geniş olur. Olanakhlığının anlaşılması kendi- bilinçliliğin eğimi ve hareket üzerine sınırlamalar . insan davra­nış değişikliklerinin olanaklılığının alanı uygun hale gelir. He- gel bu gelişim örneğinin eninde sonunda mükemmele dönüş­mek zorunda olduğunu düşünmüştür.

Ahlaklılık ancak verilen bir toplum düzeninin içinde anlamlı olabiliyorsa, modern dönem . filozoflarına hayat ve­ren bazı tarih-ötesi ve belki de zorunlu bireysel kavrayış gö­rünümleri üzerinde merkezlenmiştir, düşüncesi yanlış olmalı­dır. O, birey kendiliğinden-algılama ya da birey 'içinde ussal, kendiliğinden doğrulayıcı Sonlar Krallığının isteği bulunmaz.

Marx ve Diyalektik Materyalizm

Yerel toplumsal düzenin ahlaklılığının göreceliliği için­deki son basamak, hiç kuşkusuz Marx'ın Hegel felsefesinin gözden geçirilmesidir. Marx'ın yaşantısının ana motifi Mac- lntyre ( 1966:21 1) tarafından iyi bir şekilde özetlenmiştir.

Hegel gibi, Marx da toplumsal düzenin smırlamala- rının birbiri peşi sıra aşılarak özgürlüğün sağlanaca­ğını söylemiştir. Ancak o Hegel'in aksine, bu sınır- ’

lama/an verilen bir kavramsal şemanm sınırlama/an olarak görmemiştir. Bir top!umsa/ düzeni oluşturan şey, hem onun olanaklarmı hem de sınırlamalarmı oluşturan şey, onun maddesel devamlılığmm üreti­lebileceği ça/jşmanm egemen biçimidir.      ,

Teknoloji herhangi bir zamanda çalışmanın temel biçi­mini belirlediği için biçimin gerçekten gerçekleştirildiği biçim aracılığı ile üretimin toplumsal ilişkileri bulunmaktadır. Bu zorunluluklar işlev içinde ayrılıklar içerir. Bunlar çatışan çı­karlar ile sınıf ayırımlarına yol açmaktadır. Böylece on doku­zuncu yüzyılda kapitalistler ve işçiler vardır. Herhangi bir gerçek toplumsal düzenleme içinde yaşayan insanlar, onu anlamlı kılan kavramsal bir şemaya sahiptir. Genel olarak böyle bir şema toplumsal düzenin gerçek doğasını açıklar ve gizler.

Kari Marx 1818 yılında Almanya'da Trier'de do_ğ- muştur. O, hukuk eğitimi gördü fakat meslek olarak gazete­ciliği seçti. Gazete editörlüğü ve politik alanlarda yayınlar yaptı. Radikal görüşleri onun peş peşe pek çok kriz yaşama­sına neden oldu: 1 843 yılında, Paris'e ve oradan da Brük­sel'e taşındı. Frederick Engels ile birlikte Komünist Manifes- to'nun yayınlanmasındaki rolü nedeniyle buradan sürgüne gönderildi ve en sonunda 1849'da Londra'ya yerleşti. Ya­şam gereksinimleri Engels tarafından karşılanarak, British Museum'da, hem teorik hem de pratik açıdan ekonomik ko­nularda geniş bir birikime sahip oldu. Bu çalışmalar onun ün­lü çalışması Das Capital'in temelini oluşturmuştur. Yayın ala­nındaki tahrikçi yapısına karşın Marx gündelik yaşam içinde kibar bir cazibeye sahip biriydi. O, 1883 yılında ölmüştür. Onun Highgate Mezarlığı'ndaki mezarı uğrak bir ziyaret yeri olmuştur.

Marx'a göre, ahlaklılığın ilkeleri kesin bir şekilde yerel­dir, ve bir sınıfın egemenliğindedir. Burjuva yaşantısının ahla­ki temeli ile işçilerin yaşantısının ahlaki temeli, bu sınıfların üyeleri tarafından algılanmış, sınıflar arasındaki ilişkinin açık­laması ya da değerlendirilmesi değildir. Bu, üretimin varolan modlannın gerçekleştirilmesi için toplumsal gereksinimler ta­rafından belirlenmiştir (Marx, 1 867). Herhangi bir zamanda üstün olan ahlak standartlarının yargılanmasında başvurulabi­lecek hiçbir tarih ötesi ahlak ilkesi yoktur. Eğer bağımsız bir sınıf içindeki insanlar, egemen sınıf için üretimin belli bir modunu sağlamıyorlarsa sınıflar arasında devrim yaratabile­cek bir karşıtlık meydana gelecektir. Yeni bir toplumsal dü­zene geçiş yeni bir toplumsal düzen ile uyumlu yeni bir ahla­ka yön gösterecektir. Bu yeni üretim araçlarının tamamlan­ması için toplumsal gereksinimlerden başka herhangi bir şey ile yapılamaz.

Bazı açılardan, Marx'ın toplumsal düzenin kaynağı ve durumuna ilişkin düşüncelerini Vico'nun düşüncelerinden farklı değildir. O, birbirini takip eder ve Marx'ın kuramı ge­çişi açıklamak için Marx'ın kuramına anlam katacaktır. An­cak nasıl bir kolektif olacağı metafiziksel sorunu, Marx'ın ya­zılarında bir formülü ya da çözümlemesi bulunmayan nitelik­lere sahiptir.

TEMSİLİ HÜKÜMETİN FELSEFİ
TEMELLERİ

Hükümetin demokratik biçimleri pek çok dönemde ve pek çok yerde ortaya çıkmıştır. Temsili hükümetin Viking biçimi İzlanda'da gününüzde varlığını sürdürmektedir. On sekizinci yüzyıl ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında İngiliz monarşisi bizim bugün gördüğümüz örnek içinde gelişmiştir.

İngiliz ve İskandinavya demokrasileriyle karşılaştırıldığında, Amerikan demokrasisi sınırlı gözükmektedir. Gündelik ya­şantıda kurumlar küçük ölçeklerde otoriteye sahiptir. Ulus seviyesinde o yalnızca liberal bir demokrasinin örneğini de­ğil, yüksek derecede eğitim görmüş bir insan grubu tarafın­dan tasarlanmış politik bir özgürlük bulunmaktadır. John Locke'un politik yazıları tarafından esinlenmiş olmasına kar­şın, felsefi temeller James Wilson, Thomas Jefferson, A- lexander Hamilton, John Adams ve diğerleri tarafından or­taya konulmuştur. Bu bölüm için benim James Wilson'ın ya­zılarını seçmenin nedeni Amerikan kurumlarının değerlendi­rilmesinin politik felsefenin ayırt edici bir karakteri olarak gösterilmesidir.

Cumhuriyetin İcat Edilmesi

James Wilson'ın ( 1 742-98) yazılarından sonra temsili demokrasinin felsefi zemini başlamıştır. Wilson 1 790-1 dö­neminde yaptığı konferanslarda Amerikan politik kurumları- nın vatandaşlarının yaşamı içinde kendi ahlaki rolünün bir güvencesini sağlamaktadır.

Toplumun doğal çıkış noktası

Wilson Amerikan Kurumsal Yapısının temel noktaları­nı insan varlığının doğası hakkındaki iki teze dayandırmakta­dır. Bunlar kısmen antropolojik ve kısmen dinbilimseldir. İlk tez insanlığın üyelerinin doğal "toplumsal entelektüel" güçle­rini ortaya koyar.

Bizim varlığımızm yazan toplumsa/ varlıklar olarak bizi zihninde tasarlamıştır: ve bu son için bize top­lumsal entelektüel güçler vermiştir. Onlar bizim ku­rum/anmmn özgür parça/andır ve onların çabalan ya/mı ve bencil olan bu güçlerin çaba/anndan daha az doğal değildir. (Wilson, 1896: cilt 1, 258).

İkincisi bizim ahlak kapasitemize benzer bir şekilde- uy­gulamada bulunur. O, aynı doğrultuda "bizim ahlak --algıla­malarımız anlayışın diğer güçlerini gösteren olarak, en güçlü olası biçiminde, bizim toplum için amacımızı işaret eder." - .

İnsan türünün doğal kuwetlerini içindeki bu temel­den, entelektüel ve ahlaki, biz sivil topluluğun gerçek temel­lerini meydana getiririz. "İnsan doğasının derinine işlenmiş olarak, biz özel kurul yasasının temel direklerinden biri ola­rak bulunmaktayız: Anlaşmaları korumak için yasal yaptırım­lara gereksinim yoktur. Bunun yerine, doğal eğilimlerin bu­lunduğu şehir yasalarının olanaklılığı yapılmıştır. "Bunlar bizi toplum olarak hazırlayan iki büyük ilkedir." Burada anlaşma­ya gereksinim yok gibi görünmektedir. "Biz hepimiz duyula­ra sahibizdir" der (s. 263). Bir toplum olmak için ' gerekli o­lan şey biçimlendirilebilir ve korunur.

Temsili demokrasinin kaynaklan

Biz hala temsili demokrasinin temelleri üzerine oturtul­muş bir politik yapı içinde bulunuyoruz. Wilson, hükümetin yasama, yürütme ve yargı organlarını birbirinden ayırmıştır. Wilson, demokrasinin yerleşebilmesi için bazı yetki ve so­rumlulukların ayrı kollardan yapılması gerektiğini düşünmek­tedir. Alexander Hamilton demokrasi konusunda aynı gü­vensizlik içinde değildir. Gerçekten de, Wilson bir anlaşma teorisinin ana hatlarını ortaya - koymaya çalışmaktadır.

Toplumsal bütünlük içinde, her bir birey tüm ko­lektiflik içinde ilgilidir ve her bir birey ile ilgilidir. Bu ilintili olma durumu zorunludur, çünkü onlar karşı- lıkltdır. Onlara uymayan bireyler toplumun üyeleri değildir. (Wilson, 1 896: cilt 1, 272).

Hangi araçlarla genel istek bilinir kılınmıştır? Çoğunlu­ğun sesi ile "bütüne yönelik karar alınmaktadır." Wilson bu öğretiyi daha büyük sayıda olan grubun, daha küçük sayıda olanlar üzerinde etkide bulunması olarak değerlendirilir. Hü­kümetin bu ideal biçimine Rousseau'nun düşünceleri eklen- meksizin, temele oturtma konusunda bir yetersizlik olacaktır. Ancak bunu bağımsız bir açıklama olarak görmek kolaydır.

Wilson'un düşüncesi içinde, ortaya konulan çok farklı mantıksal seviyelerin bir çeşitliliği bulunmaktadır. Bir toplu­mun bir üyesi olmak için bize bir çözümleme sağlayan top­lumsal yapı tartışması kolektif olan ile bireysel olanın arasın­daki ilişkinin araçlarıyla belirlenir. Herkesi politik alana çeken ana tartışma antropolojiktir. Bu "bizi bir devlet kurmaya da­vet eden" belli güç ve duyusal eğilimler ile bağlı olarak, ant­ropolojiktir. Tartışmanın erken döneminde, Wilson doğal o­larak erdemli olan insan karakterini sunmuştur. Ancak kita­bının 352. sayfasında farklı bir yaklaşım görürüz, o insan varlıklarının kötü eğilimlerinin engellenmesi gerektiğini belirt­miştir. Yasalar şimdi bir olanak olarak değil, bir sınırlama o­larak sunulmuştur. Orada Yüce Yargının Bir Adaleti konuş­maktadır!

Tarihin Sonu

Eğer ahlak felsefesinin sonunda, dilin olanaklılıkları için zorunlu koşullar bulunuyorsa, bazı filozofların günümüzde tartışmış olduğu gibi, 'devlet ve toplum ideasının öngörüleri üzerine felsefi yansımaların sonu için nereye bakılacaktır?' sorusunu gündeme getirmiştir.

1992 yılında Francis Fukuyama The End of History - and The Last Man (Tarihin Sonu ve Son Adam) adlı kitabını yayınladı. Bu çalışma politik tartışmaya ve politik felsefeye bir son bildiri olarak görünmüştü. O, bu kitabını daha önce bir makalede beliıtilen bir konunun üzerine temellendirmişti (Fukuyama, 1 989). O, bu makaledeki görüşlerini ise güçlü bir psikolojik öngörüye dayanak olarak belirlemişti. İnsanoğ­lunun gereksinim duyduğu iki evrensel ve temel şey özgürlük gereksinimi ve eşitlik gereksinimiydi. Yalnızca liberal demok­rasi bunun her ikisini de aynı anda tatmin edebilirdi. Konu felsefeydi: bu nedenle çökmüş olan hiçbir otoriter ve ahlaki ve politik sistem asla yeniden ortaya çıkamazdı. Tartışma herhangi bir toplum yönetim biçiminin liberal demokrasi kavramının yerine geçemeyeceğini göstermeye yönlenmişti.

Kitap tartışmayı bu teze teknoloji artı serbest pazarın maddesel gereksinimleri tanı olarak karşılayabileceğini belirt­meyi içerecek şekilde yeniden şekillendirmiştir. Psikolojik tü­mel yeniden gözden geçirilmiştir. Her insan için başkaları ta­rafından tanımlanacak bir gereksinim olarak ele alınmıştır. Bu, çok sayıda sosyolog ve sosyal psikolog tarafından işaret edilmiştir. Örneğin Erving Goffnıan ( 1 967) bu konudaki a­raştırmalarıyla tanınmaktadır. Yalnızca liberal demokrasi her­kes için bu gereksinimi karşılayabilir. Bir piyasa ekonomisinin ve bir liberal demokrasinin müttefikliği insan yaşam biçimini en iyi şekilde şekillendirebilecek bir yapıyı temsil eder. Bu 1 müttefiklikten ortaya çıkan biçim Batıda görülmektedir.

Tartışma güçlü bir psikolojik düşünceye sahiptir. Fuku- yama'nın kendisi kişinin başkalarına yönelik olarak eşit psiko­lojik güç olarak yaradılıştan gelen bir yapı olduğunu gözlem­lemiştir. Bu tartışma tamamlanmamıştır (Sim, 1 999) fakat gerçekten ilgiye değerdir.

Çin'de, etkinin yönü toplumsal yaşantının biçimlerin­den insanların psikolojik niteliklerine . doğrudur. Bu Batı poli­tik felsefesinde olanın tersi yöndedir. Wilson ve Fukuyama, insan doğası ile sivil toplum arasındaki ilişkileri ortaya koyan öngörülerde bulunmuşlardır. Böylece liberal demokrasinin söylenenlerin taleplerini' karşılamanın bir biçimi olarak ortaya çıkmıştır ya da doğal insan . karakteristik özelliklerine sahip Çin filozofları, özellikle egemen Konfüçyüsçü ve Yeni-Kon- füçyüsçü okullara ait olan yapı içinde, her şeyin üzerinde bir toplumsal aktör olarak kişinin -bir kavramı ön plandadır. Me- tafiziksel-psikolojik ch'i ve fi kavramları yurttaş ve aile üyesi olarak kişinin rolünün toplumsal olarak önemli görünümleri­ni geliştirmiştir. Li'nin etrafında kristalleştirilmişt olan her şey arasında, onun antik anlamı bulunmaktadır. O, toplumsal uygunluğun yapısalcı uygulamalarının bir evrensel sistemini belirtmektedir. Ch'i bireyler olarak insanların yapısını ortaya koymaktadır. Tao ismini aynı ideanın bir şeyini paylaşma o­larak düşünmek gülünç değildir. Wu-wei'nin arzu edilebilir p­sikolojik durumu, politik etkinlik bölgesinin psişik bir geri çe­kilme olarak bakılabilir.

Çin ahlak .felsefesi aynı yönde hareket eder. Konfüç- yüsçü erdemler toplumsaldır. Mencius insan psikolojisinin zengin karmaşıklığından davranışın dört doğal içtepisini belir­lemiştir. - Bunların dördü de kişiler arası ve ' toplumsaldır. On­lar - açma, utanç, saygı ve bir 'doğru ve yanlış duyusudur. Eği­tim ile . bunlar 'dört erdeme dönüştürülebilir. ]en, platonik aşk; y, herhangi bir toplumsal etkinlik içinde bir yetersizliğin belirlenmesi kapasitesi; fi, toplumsal davranış uygun bir du­yusu; chih, doğru ve yanlış, davranışı ayırma gücü, Erdemle­rin toplumsal odak noktası 'çok açıktır. Erdemin yalnızca eği­tim. aracılığı ile evrensel doğal eğilimlerin meydana geldiği Korifüçyüsçü düşünce içinde de açıktır. Biz bunu Mao'nun

"kültürel devrim"inin öngörüsü içinde, Konfüçyüsçü bir o­kulun açılışında olduğu gibi, açık bir şekilde görebiliriz. Kısa­ca belirtmek gerekirse, Çin düşüncesi içinde, ahlak dönüşü­mü pişmanlık ve mutlaklık aracılığı ile değil, hatanın bir itira­fı ve bir yeniden eğitim programı ile olur. Doğu politik felse­fesinde, ahlaklılık ve politik eğilim keskin bir şekilde ayrılma­mıştır. Toplum insanları yaratmıştır. Batının politik felsefe­sinde, en azından on yedinci yüzyılda insanların toplumu ya­rattığına dair liberal demokrasinin temellerine ilişkin ;araştır- malar yapılmıştır.

Sonuç

Politik felsefenin gündemi Rönesans'ta belirlenmiştir. Bu, politik zorunlulukların dünyevi bir devlet içine nasıl iyi bir şekilde temellendirileceği konusudur. Machiavelli'nin çö­zümü düzenbaz bir prens tarafından otoriter bir yönetim şekli, kuzeybatı Avrupa atmosferi için yaşam şansı bulunabi­lecek bir düşünce değildir. On yedinci yüzyılın ortalarında vatandaşlar arasında ussal bir temel oluşturma arayışı başla­mıştır. Ben projeye katkıda bulunan çok sayıdaki kişi arasın­dan çok sınırlı bir seçim yaptım. Antropolojik açıdan bakıldı­ğında "Doğal Yasa" gelişen bir yaşam için sıradan koşullar o­larak, felsefi tartışmaların öncelleri arasında gözükmeye baş­lamışlardır. Dinbilim ile olan bağ James Wilson'un yazıların­da çok açık bir şekilde yer almıştır. Fukuyama'nın bir politik felsefe "türetmesi" James Wilson ve John Locke'un yaptı­ğından çok farklıdır. O, hiçbir yerde Tanrıya dua etmemek­tedir. Bunun yerine doğal bilim onun "doğal yasa" düşünce­sinin temel taşını oluşturmaktadır. Belki de, ikinci binyılın so­nu belli bir duyu içinde politik felsefenin sonunu işaret et­mektedir.

İkinci binyılın son yüzyılı aynı zamanda tarihsel değişi­min Hegelci kavramının pratik alanda uygulanması için girişi­min bir sınama türü olarak görülebilir. İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen komünist rejimler diyalektik materyalizmi gerçekleşti­ren olarak kendilerini öne çıkarmışlardır. Kuzeybatı Avrupa demokrasilerinin bazılarındaki daha az otoriter olan sosyalist deneyim, kağıttan kalelerin arkasında hendek kazmış olan bürokrasilerden oluşmuştur. Belki de Fukuyama haklıdır, ve her iki düşünce de bizim doğamızda bulunan kaynaklardan gelmiştir ve politik felsefe her zaman için bir uzlaşma yöneti­mi olacaktır.

KAYNAKÇA

Genel Okuma

Edwards, P. ( 1 967) The Encyc/opedia of Philosophy, 8 cilt, Londra: Macmillan.

Kenny, A. J. P. ( 1 999) A Brief History of Western Philosophy.

Oxford: Blackwell.

Kneale, W. C. ve Kneale, M. ( 1 962) The Development of Logic.

Oxford: Clarendon Press.

Law, S. (2000) The Philosophy Fi/es. Londra: Orion Dolphin

Passmore, J. ( 1 957) A Hundred Years of Philosophy. Londra: Duskworth.

Scharfstein, B.-A. ( 1 978) Philosophy East I Philosophy West.

Oxford: Blackwell.

Scruton, R. ( 1 996) An lntelligent Person's Guide to Philosophy.

Londra: Duckworth.

Smart, N. ( 1 999) Wor/d Philosophies. Londra: Routledge.

Wilson, A. N. ( 1 999) God's Funerat. New York: W. W. Norton

Bölüm 1: Fesefe Nedir?

Blumberg, A. E. ( 1967) "Logic, Modern." P. Edwards'ın içinde, The Encyctopedia of Phitosophy, cilt 5, 1 3-28.

Collingwood, R. G. ( 1 940) An Essay on Metaphysics. Oxford: Clarendon Press.

Flew, A. G. N. ( 1965) Essays in Logic and Language. Garden City, NY: Anchor.

Hamlyn, D. ( 1 967) "Epistemology: History of" P. Edwards'in içinde, The Encyclopedia of Philosophy, cilt 3, 8-38.

Kant, 1. (1787) [1996] Critique of Pure Reason, çev. W. S. Pluhar. lndianapolis: Hackett.

Leibniz, G. (1710) [1951] Theodicy, çev. A. Farrer. Londra: Routledge and Kegan Paul.

Nielsen, K ve Abelson, R. ( 1 967) "Ethics: History of" P. Edwards'ın içinde, The Encyclopedia of Philosophy, cilt 3, 81 • 116.

Prior, A. N. ( 1 967) "Logic, History of." P. Edwards'ın içinde, The Encyc/opedia of Philosophy, cilt 4, 509.

Reid, T. ( 1 788) [ 1 969] Essays on the lntel/ectual Powers of Man [The Human Mind]. Cambridge, MA: MiT Press.

Shweder, R. ( 1998) Welcome to Middle Agel (and other Cultural Fictions). Chicago: Chicago University Press.

Walsh, W. H. (1967) "Metaphysics" P. Edwards'ın içinde, The Encyclopedia of Philosophy, cilt 5, 301.

Wilson, A. N. ( 1999) God's Funeral. New York: W. W. Norton.

Wittgenstein, L. ( 1992) [ 1991] Tractatus Logic&Phi/osophicus, çev. D. F. Pears ve B. McGuiness. Londra ve New York: Routledge.

--( 1956) Remarks on the Foundations of Mathematics, çev. G.E.

M. Anscombe, R. Rhees ve G. H. Von Wright. Oxford: Blackwell. --( 1 969) On Certainty. Oxford: Blackwell.

Bölüm 2 ve 3: Hint Felsefesi

Aurobindo, S. ( 1918) [ 1 990] The Life Divine. Pondicherry: Aurobindo Ashram.

Dasgupta, S. ( 1 940) A History of lndian Philosophy. Cambridge

University Press, cilt 4.

Frauwallner, E. ( 1 973) History of lndian Philosophy. Delhi: Motilal Banarsidass.

Kalupahana, D. J. ( 1976) Buddhist Philosophy: A Historical Analysis. Honolulu: University of Hawai Press.

Lakashamma, G. ( 1 990) The lmpact of Ramanuja's Teaching on Ufe and Conditions of Society. Delhi: Sundeep Prakasha.

Ling, T. ( 1 973) The Buddha. Londra: Temple Smith.

Nan Huia-chin ( 1 995) The Story of Chinese Zen, çev. T. Cleary.

Bostan: Charles E. Tuttle.

Prabhavanda, Swami ( 1963) The Spiritua/ Hericage of lndia.

Garden City, NY: Doubleday.

Puligandla, R. ( 1 975) Fundementals of lndian Philosophy.

Nashvllle: Abingdon Press.

Radhakrlshnan, S ( 192 7) The Hindu Wiew of Life. Londra: George Ailen.

Radhakrlshnan, S. Ve Moore, C. A. ( 1957) A Source Book in Indian Phllosophy. Princeton: Princeton University Press.

Vidyabhusana, S. C. ( 1971) A History of Indian Logic. Delhi: Motllal Bananklass.

Bölüm 4 ve 5: Çin ve Japon Felsefesi

Chen Ku^ying ( 1977) Lao T.su: Text, Notes ancr Comments. San Fransisco: China Materlals Center.

Chuand Tsı:ı [ 1 927] Tao te Ching: The Writings of Chuang Tso, çev.

J. Legge. The Wrltlngs of Kwange içinde. Taipei: Ch'eng Wen.

Cohen, A. A. ( 1 964) The Communism of Mao Tse-cung. Chicago University Press.

Confucius (y. MÖ 500) [ 1 998] The Analeccs, çev. D. Hinton, Washington DC: Counterpoint.

Creel, H. G. ( 1 969) Chinese Thought from Confucius co Mao Tse- tung. Chicago: University of Chicago Press.

--( 1 982) What is Taoism? Chicago: University of Chicago Press.

Eberhard, W. ( 1 964} A History of China. Londra: RoutJedge and Kegan Paul.

Fung Yudan ( 1937) A Hiscory of Chinese Phi/osophy, çev. D.

Bodde, 2 cilt, Londra: George Ailen and Unwin.

Ho, F. M. ( 1 992} The Receptlon of Confucius in }apan. Totowa, NJ: Optima Press.

Humphreys, C. ( 1955) Buddhism. Harmondsworth: Penguin.

/ Ching, çev. C. F. Bayan ( 1 950) Princeton: Prlnceton University Press.

Lao Tsü (MÖ. 600} [ 1937] Tao n Ching[Thıe Sayings of Lao TsU], çev. L. Giles. Londra: John Murray.

Mao Tse<ung ( 1961) Mao Tse^tung. Pekin: Foreign Languages Press, cilt 1.

Persig, R. M. ( 1975) Zen and the Art of Motorcycle Maintenance. New York. Bantam. _

Richards, 1. A. ( 1 932) Mencius on the Mlnd. Londra: Kegan Paul.

Suziki, D. ( 1958) Zen and Japaneese Culture. Princiton: Bollingen.

Waley, A. ( 1 939) Three Ways of Thought in Ancient China.

Londra. George Ailen & Unwin.

Watts, A. ( 1 936) The Spirit ofZen. London: John Murray.

Wing<sit Chin ( 1963) A Source Book in Chinese Philosophy. Princeton: Prlnceton University Press, ve Londra: Oxford University Press.

Bölüm 5: İslam Felsefesi

AV-Ghazâti, A. H. M. {y. 1100) [19831 The Alchemy of Happiness, çev. C. Field. Armonk, NY: Sharpe.

--(y. 1105} [ 1 958] The lncoherence of the Philosophers, çev.

S. A. Kamali. Lahore: Anarkali Press.

Aristotle (y. MÖ. 395) [1993] Metaphysics, çev. C. Kirwan.

Oxford: Clarendon Press. Kaynakça

Bokser B. Z. ( 1950) The Legacy of Maimonides. New York: Philosophical Library.

Fakhry, M. ( 1983) A History of lslamic Philosophy. londra: Longnıan: longnıan.

The Hoty Koran, çev. M. M. Plckthall ( 1977) Rabita. Muslim World league.

Hourani, G. F. ( 1 976) Averroes. londra: luzac.

lbn Sina (Avicenna) (y. 1020) [ 1 973] Metaphysica, çev. P.

Morwedge. New York: Colombia Unlversity Press.

İbn Rushd (y. 1180) [ 1 984] Metaphysics, çev. C. Genquand. Leiden: Brill.

--(y. 1 t93) [ t 967] Averroes on the Harmony of Religion and Phitosophy, çev. G. Hourani. londra: Luzac.

lqbal, M. ( t 934} The Reconstrualon of Religious Thought in lslam.

Oxford: Oxford University Press.

Maimonides, M. (y. t 200} [ 196 t] A Guide for the Perplexed, çev. M. Friedlander. New York: Dover.

Nasr, S. H. Ve leaman, O ( t 996) History of lslamic Philosophy, Bölüm il, 2 cilt, londra: Routledge.

Plotinus (y. 253-270} [t969] Enneads, çev. C. Banks. San Fransisco: Harper.

Schroeder, F. M. ( 1992) Form and Transformatlons. A Scudy in the Philosophy of Plotinus. Montreal ve Kingston: McGill-Queens University Press.

Urvoy, D. ( 199 t) lbn Rushd (Averroes} çev. O. Steward. londra ve New York: Routledge.

Bölüm 7: Ortaçağ Avrupa'smda Felsefe

Anselm, St. (1077-8) [1965] Proslogium, çev. M. J.

Charlesworth. Oxford: Oxford University Press.

Aquinas, St. Thomas (1273) [1964] Summa Theologiae, çev. A.

C. Gibbs. Garden City, NY: Dubleday. --(y. 1 263) [ 1 975] Summa Contra Gentiles, çev. A. C. Pegis, Notre Dame: Notre Dame University Press.

Augustine, St. (412-426) [1950] The City of God, çev. M. Dodds. New York: Hafner.

Bernard, St. (of Clairvaux) (y. 1130) [ 1 633] The Rufe of Good Life, çev. A. Balt, Londra: Downey.

--(y. 1130) [ 1 990] Love without Measure, ed. P. Diemer.

Londra: Darton, Longman and Todd.

Boehner, P. ( 1 990) Ockham: Philosophicaf Writings. lndianapolis. Hackett.

Copleston, F. C. ( 1972) A History of Medieva/ Phifosophy.

Londra: Methuen.                                                  ,

D'Arcy, M. C. ( J 930) St. Thomas Aquinas. Boston: Little Brown.

Davies, N. ( 1 997) Europe. Oxford: Oxford Universlty Press.

Frepper, L. ( 1988) The Basis of Morafity according to Wi/fiam Ockham. Chicago: Fransiscan Press.

Kenny, A. J. P. ( 1 969) Five Ways. Londra: Routledge and Kegan ' Paul.

Lisske, A. J. ( 1 996) Aquina's Theory of Natura! Law. Oxford: Clarendon Press.

Marenbon, P. ( J 997) The Phi/osophy of Peter Abelard. Cambridge: Cambridge University Press.

Mclnerny, R. ( J 993) The Cambridge Companion to Aquinas, ed.

N. Kretzmann ve E. Stump. Cambridge. Cambridge University Press, bölüm 7.

Moody, E. A. "Willlam of Ockham. " P. Edwards'ın içinde, The Encyclopedia of Philosophy, cilt 8, 306- J 7.

Ockham, William of (1328) [1974] Summa Logicae, ed. P.

Boerner, G. Gal, ve S. Brown. New York: st. Bonaventure.

--(1324) [1991] Quodlibetaf Questions, çev. A. J. Freddoso.

New Haven ve Londra: Yale University Press.

--( 1 324) [1991] Quodlibetaf Questions, çev. A. J. Freddoso.

New Haven ve Londra: Yale University Press.

Bölüm 8: Dünya Zihni Şekillendiriyor: Realizm ve Olguculuk

Aries, P. A ( 1 962) Centuries of Childhood, çev. R. Baldick, New York: Kropf.

Ayer, A. J. ( 1 936) Language, Truth and Logic. Londra: Gollancz --( 1 978) Logical Positivism Westport, CT: Greenwood.

Bacon, F ( 1605) [ 1 973] The Advancement of Learning. Londra: Dent.

Berkeley, G. (1719) [1985] Principles of Human Knowledge. Londra: Fontana.

Boyle, R. ( 1 666) On the Origins of Forms and Qualities. Oxford. Davies.

Cahoone, L. E. ( 1 996) From Modernism to Postmodernizm. Cambridge, MA: Blackwell.

Cariyle, T. ( 1 886-93) [ 1 977] Past and Present. New York: New York University Press.

Carnap, R. ( 1 950) Testability and Meaning. New Haven: Yale University Philosophy Club.

Clavius, C. ( 1 570) in Sphaeram loannis de Sacrobosco. Roma: Apud Vitorum Helicanum.

Comte, A. ( 1853) The Positive Philosophy of Augııste Comte, çev. H. H. Martineau. Londra: Chapman.

Descartes, R. ( 164 7) [ 198 5] Principles of Philosophy. in The Philosophical Writing of Descartes, ed. ). Cottingham, R. Stoothoof, ve D. Murdoch. Cambridge: Cambridge University Press, cilt 1.

Gilbert, W. ( 1 600) [ 1 958] De magnete, çev. P. F. Mottelay. New York: Dover.

Hacking, 1. ( 1 999) Social Construction of What? Cambridge, MA: Harvard University Press.

Hilbert, D. ( 1971) Foundations of Geometry. La Salle, iL: Open Court.

Hume, D. ( 1 739) [ 1 965] A Treatise of Human Nature. Oxford . Clarendon Press.

--( 1 777)        [ 1963] Enquiries concerning the Human

Understanding and the Principles of Morals. Oxford: Clarendon Press.

--Locke, J. ( 1690) [ 1 974] An Essay concerning Human Understanding, ed. W. J. Yolton, Londra: Dent.

Mach, E. (1883) [1914] The Analysis of Sensations, çev. T. J. McCormack. Chicago: Open Court.

--( 1 894) [1918] Popular Scientific Lectures, çev. T. J.

McCormack. La Salle, İL: Open Court.

Mili, J. S. (1872) [1996] A System of Logic. Londra: Routledge.

Newton 1. ( 161 7) [ 1 992] "Third Letter to Bentley" The Correspondence of lsaac Newton içinde, ed. H. W. Turnbull. Cambridge: Cambridge University Press, cilt 3.

Popper, K. R. ( 1 965) Conjectures and Refutations. New York: Harper and Row.

Psillos, S. ( 1 999) Scientific Realism. Londra: Routledge.

Quine, W. V. ( 1 953) From a Logical Point of View. Cambridge, MA. Harvard University Press.

Schlick, M. ( 1 949) Philosophy of Nature. New York: Philosophy Library.

Whiston, W. ( 1 71 7) [ 198 3] Astronomical Principles of Religion.

Londra: Heldestein, ve New York: Olm.

Bölüm 9: Zihin ve Kozmos: Ussa/cılık ve Gelenekçilik

Barnes, B. Ve Bloor, D. (1996) Scientific Knowledge: A Sosiofogical Analysis. Londra: Athlone Press.

Descartes, R. (1647) [1985] Principles of Philosophy. The Philosophicaf Writing of Descartes'in içinde, ed. J. Cottingham, R. Stoothoff, ve D. D. Murdoch. Cambridge: Cambridge University Press, cilt 1 .

Eddington, A. ( 1 93 5) New Pathways in Science, Cambridge University Press.

Frege, G. ( 1879) [ 1 952] Translations from the Philosophical Writings of Gottlob Frege., ed. P. Geach ve M. Black. Oxford: Clarendon Press.

Feyeabend, P. K. ( 1975) Against Method, Londra: Verso.

Galileo Galilei ( 1 638) [ 1 952] Dialogues concerning Two New Sciences, çev. H. Crew ve A. De Salvio. New York: Dover.

Goodman, N. ( 1 978) Ways of World Making. lndianapolis: Hackett.

Hacker, P. ( 1 996) Wittgenstein's Place in Twentieth-century Anafyticaf Philosophy. Oxford: Blackwell.

Hacking, 1. ( 1 992) "The self-vindication of the laboratory sciences." Science as Practice and Cu/ture içinde, ed. A. Pickering. Chicago. Chicago University Press, bölüm 2.

--( 1 999) The Sociaf Constraction of What? Cambridge, MA: Harvard University Press.

Hilbert, D. ve Ackermann, W. ( 1 928) [ 1 950] Principfes of Mathematichaf Logic, çev. L. M. Harword, G. C. Lackie, ve F. Steinhardt. New York: Chebea.

Kant, 1. ( 1 78 7) [ 1 996] Critique of Pure Reason, çev. W. S. Pluhar, lndianapolis: Hackett.

Kuhn, T. S. ( 1 957) [ 1 996] The Structure of Scientific Revolutions.

3.     baskı, Chicago. Chicago University Press.

Leibniz, G. (1710) [1953] Theodicy, çev. A. Ferrer. Londra: Routledge and Kegan Paul.

Murphy, N. ( 1997) Anglo-American Postmodernity. Landon: Routledge and Kegan Paul.

Poincare, H. ( 1903) [ 1958] The Value of Science, çev. G. B.

Halstead. New York: Dover.

Russell, B. A. W. ( 1919) lntroduction to Mathematical Philosophy.

Londra: Ailen and Unwin.

Whewell, W. ( 1 860) [ 1970] On the Philosophy of Discovery. Londra. Parker.

Whitehead, A. N. Ve Russell, B. A. W. ( 1910-13) Principia Mathematica. Cambridge. Cambridge University Press.

Wittgenstein, L. ( 1 953) Phi/osophicaf lnvestigations, çev. G. E. M.

Anscombe. Oxford: Blackwell.

Bölüm 1 O: Zihin ve Dünyanın Birliği: İdealizm, Fenomenaliım ve Fenomenaloji

Austin, J. L. ( 1 962) Sense and Sensibilia. Oxford: Clarendon Press.

Bradley, F. H. ( 1 893) Appearence and Rea/ity. Oxford: Clarendon Press.

Chalmers, D. ( 1 996) The Conscious Mind. New York: Oxford University Press.

Devine, E. ( 1 975) Thinkers of the Twentieth Century. London: Macmillan.

Ewing, A. C. ( 1 934) Jdealism: a Critical Survey. Londra: Methuen.

Hegel, G. W. F. (1807) [1949] The Phenomenology of Mind, çev. J. B. Bartlie. Londra: Allan and Unwin.

--( 1 837) [ 1956] The Philosophy of History, çev. J. Silbee. New York: Witley.

Heidegger, M. (1953) [1996] Being and Time, çev. J. Stambaugh. Albany: SUNY Press.

Husserl, E. ( 1 950) [ 1 960] Cartesian Meditations, çev. D. Cariras. The Hague: Martinus Nijhoff.

-- ( 1 964) The idea of Phenomenology, çev. W. P. Alston ve G. Nakhnikian. The Hague: Martinus Nijhoff.

lnwood, M. ( 1983) Hegel. Londra: Routledge and Kegan Paul. Leibniz, G. (1710) [1952] Theodicy, çev. A. Farrer. Londra. Routledge.

---- ( 1 71 7) [ 1956] The C/arkeleibniz Correspondence, ed. H. G.

Alexander. Manchester: Manchester University Press.

Rorty, R. ( 1 989) Contingency, lrony and Solidarity. Cambridge: Cambridge University Press.

Russell, B. A. W. ( 1 975) Logical Essays, ed. R. C. Marsh. New York: Capricorn.

Sainsbury, M. ( 1979) Russell, Londra: Routledge and Kegan Paul.

Schutz, A. ( 196 7) Phenomenofogy of the Social Worfd. Evanston, iL: North-western University Press.

Steiner, G. ( 1 978) Heidegger, Londra: Fontana Press.

Shusterman, R. ( 1 990) "Postmodernist ethics of taste" G.

Shapiro (ed. ) After the Future, Albany: SUNY Press.

Taylor, C. ( 1979) Hegel and Modern Society. Cambridge:

Cambridge University Press.

Wittgenstein, L. ( 1 953) Phi/osophical lnvestigations, çev. G. E. M.

Anscombe, Oxford: Blackwell.

Bölüm 11: İnsan Doğası

Berkeley, G. ( 1 734 [ 198 5] A Treatise concerning Princip/es of Human Knowledge, Londra: Fontana.

Butler, J. (1736) [1886] "Of Personal ldentity." The Anafogy of Religion içinde, Londra: Beli.

Churchland, P. M. ( 1 984) Matter and Consciousness. Cambridge, MA: MiT Press.

Copeland, J. ( 199 2) [ 1 998] Artificial Jntelligence, Oxford: Blackwell.

Darwin, C. ( 1859) The Origin of Species, or, the Preservation of Favoured Races. Londra: John Murray.

Descartes, R. ( 1641) [ 1985] Meditations on First Phifosophy. The Phifosophicaf Writings of Descartes, ed. J. Cottingham, R. Stoohoff, ve D. Murdoch. Carnbridge: Carnbridge University Press, cilt il.

Freud, S. ( 1933) New lntroductory Lectures vn Psychoanalysis.

Londra: Hogarth Press.

Hacker, P. S. M. ( 1 996) Wittgenstein's P/ace in Twentieth-Century Analyticaf Philosophy. Oxford: Blackwell.

Hanson, N. R. ( 1958) Patterns of Discovery. Carnbridge: Cambridge University Press.

Hume, D. ( 1 739) [ 1 962] A Treatise of Human Nature. Oxford. Clarendon Press.

La Mettrie, Julien Offray de ( 1 748) L'Homme machine. Leyden: Elie Lizac.

Leibniz, G. W. ( 171 4'de yazılmıştır) [ 1 960] The Monadology. Philosophical Text içinde, çev. R. Francks ve R. S. Woolhouse. Oxford: Oxford University Press.

Locke, J. (1690) [1974] An Essay Concerning Human Understanding, ed. J. W. Yolton. Londra: Dent.

Monk, R. ( 1 990) Ludwig Wittgenstein: The Duty of Genius. Londra. Cape.

Nagel, T. ( 1998) "Conceiving the lmpossible and to Matter and Spirit" New York: Arno Press.

Reid, T. ( 1788) Essays on the Intellectual Powers of Man.

Edinburgh: John Beli.

Ryle, G. ( 1 947) The Concept of Mind. Londra: Hutchinson.

Searle, J. R. ( 1983) lntentionality: an Essay in the Philosophy of Mind. Cambridge: Cambridge University Press.

-- ( 1 992) The Rediscovery of the Mind Cambridge, MA: MiT Press.

Spinoza, B. De ( 1677) [ 1930] Ethics, çev. W. Hale ve A. H.

Stirling. Londra: Oxford University Press.

Strawson, P. F. ( 1 956) lndividuals. Londra: Methuen.

Turing, A. ( 1 950) "Computing Machines and lntellligence." Mind, 59, 433-60.

Vartanian, A. ( 1 960) La Mettrie's L'Homme Machine. A Study in the Origins of an idea. Princeton: Princeton University Press.

Williams, B. A. O. ( 1 973) Problems of the Self. Cambridge: Cambridge University Press.

Wittgenstein, L. ( 1 953) Philosophical lnvestigations, çev. G. E. M. Anscombe. Oxford: Blackwell.

Bölüm 12: İnsanlar Arasmdaki İlişkiler 1: Ahlak Felsefesi

Austin, J. L. ( 1 962) How to do Things with Words. Oxford: Clarendon Press.

Benthem, J. (1789) [1834] Deontology: or, the Science of Morality. Londra: Reese, Orme.

Boas, F. (1896) [1940] Race, Language and Culture. New York. Free Press.

Cixious, H. ( 1 987) The Newly Bom Woman, çev. C. Clement ve S. Gilbert. Manchester: Menchester University Press.

Davies, B. ( 1 999) A Body of Writing. Heemsteede, Hollanda: Alta Mira Press.

Derrida, J. ( 1 982) Margins of Philosophy, çev. A. Bass. Brington: Harvester.

Geertz, C. ( 1 989) "Anti anti-relevatism". Relevatism: lnterpretations and Confrontation içinde, Notre Dame. Notre Dame University Press, 12-34.

Habermas, J. ( 1984-87} The Theory of Communicative Action, çev. T. McCarty. Boston: Beacon Press.

Hare, R. M. ( 1 952} The Language of Mora/s. Oxford. Clarendon Press.

Holiday, A. ( 1 98 8) Moral Powers. Hassocks: Harvester Press.

Hume, D. ( 1 740} [ 1 998] An Enquiry concerning the Principles of Morals. Oxford: Oxford University Press.

Kant, 1. ( 1 785) [1969] Foundations of the Metaphysics of Morals, çev. L. W. Beck. Indianapolis: Bobbs-Merrill.

Kierkegaard, S. ( 1 843) [ 1 944] Either / Or, çev. W. Lowrie.

Princeton. Princeton University Press.

Lovelock, J. E. ( 1987} Gaia. A New Look at Life on Earth. Oxford:

Oxford University Press.

Lukes, S. ( 1 975} lndividualism. Oxford: Blackwell.

Laclntyre, A. C. ( 1 966} A Short History of Ethics. Londra: Macmillan.

Mill, J. S. ( 1861} [ 1998] Utititarianism. Oxford: Oxford University Press.

Moore, G. E. ( 1903) Principia Ethica. Cambridge: Cambridge University Press.

Richard, J. R. ( 1 982} The Sceptical Feminist. Harmondworth: Penguin.

Rorty, R. ( 1 989} Contingency, lrony and Solidarity. Cambridge University Press.

-- ( 1 989) "Solidarity or objectivity?" Relativism: lnterpretation and Confrontation içinde, Notre Dame: Notre Dame University Press, 35-50.

Sartre, ). -P. ( 1 943) [ 1 958] Being and Nothingness, çev. H. E.

Barnes. Londra: Routledge.

Shusterman, R. 81990) "Postmodernist ethics of taste". G.

Shapiro (ed.), After the Future Albany: SUNY Press.

Singer, P. (1976) Animal Right and Human Obligations. Princeton, NJ: Princeton University Press.

Warnock, M. ( 1 9 79) Ethics since 1900. Oxford: Oxford University Press.

Wittgenstein, L. ( 1979) Remarks on Frazer's "Golden Bough", çev. A. C. Miles. Atlantic Hills, NJ: Humanitles Press.

--( 199 3) Philosophical Occasions: 1912-1951, ed. J. C.

Klagge ve A. Nordham, lndiapolis: Hackett.

Bölüm 12: İnsanlar Arasmdaki İlişkiler il: Politik Felsefe

Bentham, ). (1789) [1834] Deontology; or, the Science of Morality. Londra: Reese, Orme.

Finnis, ). ( 1 980) Natura/ Law and the Natura/ Rlghts. Oxford.

Clarendon Press.

Fukuyama, F. ( 1 989) "The End of History?" Natlonal lnterest (Yaz), 3-17.

-- ( 1993) The End of History and the ust Man. New York:

Avon.                          .

Giddens, A. ( 1998) The Third Way: The Renewaf of Social

Democracy. Cambridge. Polity Press. -

Goffman, E. ( 1967) Interaction Ritual. New Rltual. New York: Anchor Books.

Hegel, G. W. F. (1821) [1945] Philosophy of Right, çev. T. M.

Knox. Oxford: Clarendon Press.

Hobbes, T. ( 1651) [ 1914] Leviathan, Londra: Dent.

Locke, J. ( 1 690) [ 1 924] Of Civil Government: Two Treatises. Londra: Dent.

Marx, K. ( 1 867) [ 1 990] Capita/: A Critique of Po/itica/ Economy.

Londra: Penguin.

Plamenatz, J. ( 1963) Man and Society. Londra: Longman.

Popper, K. ( 1957) The Poverty of Historicism. Londra: Routledge.

Rawls, J. ( 1971) A Theory of ]ustice. Cambridge, MA.: Belknap Press.

Rousseau, J. J. (1764) [1968} The Socia/ Contract, çev. M.

Cranston. Harmondworth: Penguin Books.

Sim, S. ( 1 999) Derrida and the End of History. Cambridge: lcon Books.

Vico, G. ( 1 725) [ t 948] Scienta Nova [The New Science], çev. T.

G. Bergin ve M. H. Fisch, lthaca, NY: Conell University Press.

Wilson, J. ( 1896) Co//ected Works, ed. J. D. Andrews. Chicago: Callaghan.

-- ( t 930) Selected Po/itical Writing, ed. R. G. Adams. New York: Knopf. 

Bu yenilikçi araştırma üç büyük geleneğin —Hint, Çin ve Batı— ayırt edici karakterini geçtiğimiz bin yıl açısından gitgide artan bir egemenliğe sahip felsefi düşünceler olarak ele almaktadır. Kitap bu büyük gelenekleri karşılaştırmak olarak vermesi açısından kendi alanında tektir. Batı düşünce tarihi ile birlikte Hint Veda Felsefesi, Konfüçyüsçülük, Taoculuk ve Budizm, ayrıca İslam ve Musevilik düşüncelerinin felsefeye olan katkdan kitapta ele alınmaktadır.

Felsefenin Bin Yılı kitabında son bin yıllık süreçte, düşünce tarihi din kaynaklı düşüncelerden, büyük ölçüde dünyevi olan girişimlere kadar geniş bir kapsam içinde İncelenmektedir. Felsefi düşünce ve konuların geniş bir alanı araştırma konusu içindedir. Bunlar arasmda metafizik, varlıkbilim, etik, varoluşçuluk, bilim felsefesi, toplumsal ve politik düşünceler bulunmaktadır. Büyük filozofların tartışmalarının özü ve incelikleri tarihsel gelişünlerin kapsamı içinde açıklanmıştır. Bu, okuyucuya dünyayı şekillendiren ve önümüzdeki bin yılda şekillendireceği düşünülen fikirler için bir geçiş noktası oluşturmaktadır.

 

Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar

Yorumlar