İSTİKLÂL MAHKEMELERİ
| |
Ahmet Turan
Alkan
Alternatif
Üniversite kitapları, kültürel bayatın her kesiminin ilgileri düşünülerek
tasarlandı. Yerleşik üniversitenin Batı'da ve bizde açıkça görülen tek
boyutluluğuna karşılık, Alternatif üniversite, çoğulcu ıv eleştirel bir
yaklaşımı hedefliyor. Dolayısıyla, büyük ölçüde tercümeye dayanan yerleşik
üniversite anlayışına ve yerleşik kültürel havaya daha sorgulayıcı farklı bir
boyut kazandırmak, Alternatif Üniversite kitaplarının önde gelen özelliği
olacak.
Alternatif
Üniversite kitaplarının bir diğer önemli hedefi de, kurumsal eğitimle halk
arasındaki kopukluğu mümkün olduğunca gidermeye çalışmak... Bilimin ve
kültürün, sadece yerleşik kurumsal eğitimin tekelinde olduğu yanılsamasını
aşmak için, Alternatif Üniversite kitapları uygun bir ortam hazırlayacak.
Kitle
iletişim araçlarının yol açtığı tahribat nedeniyle, bu anahtar kitaplar,
herkesin, her yerde, kolayca ve kısa sürede okuyabileceği boyutlarda
hazırlandı. Batı'daki ve bizdeki benzerlerinden farklı olarak, bu
kitaplarda-gerekli oldukça- görsel malzeme kullanmaktan da kaçınmayacağız.
Onbeş günde
bir yayınlanacak olan Alternatif Üniversite kitapları insanoğlunun ilgi duyduğu
hemen her konuyu kapsayan bir yelpaze çizecek. Böylece, bu dizinin kitaplarım
düzenli bir biçimde izleyenler, aynı zamanda, kendi uzmanlık alanlarının yol
açtığı ufuk daralmasından da kurtulma imkânına kavuşacaklar.
İstiklâl
Mahkemeleri hakkında, son yıllarda giderek yükselme eğilimi gösteren bir yorum
heyecanı fark edilmeye başladı. Bu heyecanı besleyen ana sebep, İstiklâl
Mahkemelerinin yarattığı olağandışı hukuk düzeni ve bu uygulamanın Türk Hukuk
Tarihi içinde kapladığı olumsuz alan değildir. Türkiye'de yakın ve uzak tarih,
hâlâ gündelik siyasetin kullanmaktan vazgeçemediği bir istismar unsuru ve bir
inanç alanıdır. Ne var ki tarihi hadiselerin sık sık gündelik siyasete malzeme
teşkil etmesi bir sıhhat alâmeti değildir ve yakın tarihin sık sık
siyasetçilere malzeme teşkil etmesi, beklendiği gibi kamuoyunun tarih şuurunu
olgunlaştıracak bir gelişmeye işaret etmemektedir. Bu tenakuzu izah edebilecek
en önemli sebep, bilhassa yakın tarihin kamu gücü eliyle tek yanlı bir yorum ve
anlatım tarzına (versiyon) mahkûm edilmiş olmasıdır. Resmî anlatımın dışında
kalan bütün yakın tarih versiyonları, her türlü istismara müsait bir inanç
alanı olarak âdeta kasten muhafaza edilmektedir.
Türkiye'de
yakın tarihin hâlâ bir kavga alanı olarak korunmasının vebali, tarih
disiplinini meslek olarak seçen insanların omuzlarında duruyor. Devletin yakın
tarih üzerine koyduğu resmi versiyon ambargosu, kahir ekseriyeti devlet
tarafından istihdam edilen bu zümre tarafından belki lüzumundan fazla bir hassasiyet
ve "vazife şuuruyla" ciddiye alınmış, ilan edilen "tabu"ya
herkesden daha ziyade "tarihçiler" saygı göstermiştir. "Dikte
edilen tarih" anlayışı doğrultusunda yürütülen akademik çalışmalar, bir
noktada Türk aydınının, kendi hakikatine karşı takındığı tavrı izah eder.
Türkiye'de ilmî dikkat ve muhakemenin "dikte edilen tarih" versiyonu
etrafında kurduğu bu garip koalisyon, Türkiye'nin yakın tarihini,
politikacıların, tarih "dilletante'larının ve kıraathane sohbetlerinin
arka bahçesi haline getirmiş bulunuyor.
İstiklâl
Mahkemeleri, resmi tarihin en beylik konularından biri olarak hâlâ
tartışılabilir olma özelliğini koruyor, istiklâl Mahkemelerini konu edinen bu
çalışma, günün moda tabiriyle bir "hesaplaşma" arzusunun eseri
değildir; sadece tarihe "olduğu gibi bakma" yolunda ele alınmış
mütevazı bir denemedir.
İstiklâl
Mahkemeleri üzerine yapılan yorumlarda fark edilir bir değerlendirme hatasına
dikkat çekmek yerinde olacaktır: Çoğu tenkid anlamını taşıyan
değerlendirmelerin büyük bir kısmı, istiklâl Mahkemelerinin Cumhuriyet rejimi
kurulduktan sonra işletilen kısmı üzerinde yoğunlaşmıştır. Halbuki istiklâl
Mahkemelerinin ilk dönemi diyebileceğimiz 1920-1922 yıllan arasında geçen
sancılı yıllar, bu mahkemelerin kuruluş ve işleyiş mantığını kavrayabilmek
bakımından vazgeçilmez bir önem taşıyor.
Yirmibirinci
yüzyıla, -tamamen iştirak ettiğim gerekçelerle- büyük ümitlerle yürüyen ve
hızlı bir değişim vetiresine girmiş bulunan Türkiye, artık tarihiyle barışmak,
onu bir kavga alanı olmaktan çıkarmak ve kendi tarihini paslı bir kıymık gibi
etinde taşımaktan vazgeçmek zorundadır. Bu yolda alınacak ilk mesafe, tarihte
ideal tiplerin asla yaşamadığı hakikatini kabul etmekle başlıyor. Tarih insanî
bir alandır ve tarihin aktörleri tek renk ve boyutla kolayca tarif edilebilecek
sığlıkta asla görünmezler. "Tarihi bilmek yetmez, anlamak da gerekir"
cümlesiyle özetleyebileceğim düstûr, tarihle barışık yaşamanın vazgeçilmez ön
şartıdır.
Bu çalışma,
Alternatif Üniversite Kitaplarının tarzı gereği, tarih disiplininin "mutfağından
ziyade vitrinine" önem atfeden bir bakış açısıyla tertip edilmiş,
ayrıntılar üzerinde daha fazla bilgi sahibi olmak isteyen okurlar için
çalışmanın son kısmına kapsamı dar tutulmuş bir kitap listesi eklenmiştir.
Hadiseler arasında illiyet bağı kurulabilmesi amacıyla yine son kısma ilave
edilen kronolojinin de faydalı olacağını ümit ederiz.
Ahmet Turan Alkan
Sivas -1992
İstiklâl Mahkemeleri dava vekillerinin cambazlığına gelmez."
Ali (Çetinkaya) Ankara istiklâl Mahkemesi Reisi
"Bizim
belli, millî bir amacımız vardır. Ona varmak için ara sıra kanunun üstüne de
çıkarız."
Lütfi Müfit
Bey İsyan Bölgesi İstiklâl Mahkemesi Hâkimlerinden
"Hiçbir devrim ve devrimci, kendisini yıkmak isteyen
muhalefete imkân tanımaz, tanıyamaz. Bu, bir devrim yasasıdır. Türk Devrimi'nin
bu zamana kadar muhaliflerine karşı yumuşak davranışı bile, liderin hümanist
oluşundan ileri geliyordu."
Ergun Aybars "İstiklâl Mahkemeleri" Yazarı
Herhalde böyle bir muhakemede ben hâkim olmaktan ise, mahkûm
durumunda bulunmayı tercih ederim."
Hüseyin Cahit (Yalçın) Gazeteci, Yazar, Fikir Adamı
"İstiklâl Mahkemelerine de ve hiçbir kimseye de adam asmak
salahiyetini vermeyiniz. İdam cezası tavuk öldürmek değildir. Bunlar tavuk
değildir, hayat çok yüksektir."
Hakkı Hami Bey I. TBMM'nde Sinop Mebusu
"Üç adamın aklına Büyük Millet Meclisi hakk-ı kazasını terk
etmiştir... İhtilâlin de hukuku vardır, fevkalâdenin de hukuku vardır".
Hüseyin Avni Bey I. TBMM'nde Erzurum Mebusu
İstiklal Mahkemelerini Gerekli Kılan Şartalar
İstiklâl
Mahkemeleri, başlangıcı itibariyle Ankara'da kurulmuş bulunan TBMM Hükümetinin,
cephe gerisinde asayişi sağlamak ve bilhassa asker kaçaklarına karşı etkili
tedbir almak ihtiyacından doğdu. Meclisin açılmasından bir hafta sonra çıkarılan
(29 Nisan 1920) Hıyanet-ı Vataniye Kanunu(Ek-I) bu anlamda İstiklâl Mahkemeleri
fikrinin oluşmasında ilk adımı teşkil eder. Bir nevi ihtisas mahkemesi olarak
istiklâl Mahkemelerinin kanunen tesis ediliş tarihi 11 Eylül 1920'dir. Bu
tarihte çıkarılan "Firariler Hakkındaki Kanun" (Ek-II) bünyesinde
istiklâl Mahkemelerinin kurulmasına karar verilmiş, bu kanunun ilk maddesine
onbeş gün sonra (26 Eylül 1920) önemli bir ilave yapılarak (Ek-III) Mahkeme'nin
yetki ve çalışma alanı genişletilmiş. 31 Temmuz 1922'de bu defa "İstiklâl
Mehakimi Kanunu" adıyla yeni bir kanun (Ek-IV) kabul edilerek o güne kadar
yapılan düzenlemeler yürürlükten kaldırılmıştı, istiklâl Mahkemeleri fiilen 7
Mart 1927 tarihinden itibaren görev yapmamasına rağmen, 1922'de kabul edilen
"istiklâl Mehakimi Kanunu" 4.5.1949 tarihine kadar yürürlükte kaldı.
Bu kanunun, küçük gün farkları hariç tutulmak kaydıyla Türkiye’de tek parti
devri ile aynı zamanlan paylaşmış olması şüphesiz bir tesadüf sayılamaz.
23 Nisan
1920'de Ankara'da toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, yeni bir devletin yeni
kurulan parlamentosu değil, hâlâ yaşayan bir devletin (işgal sebebiyle) başkent
dışında toplanmış meclisi hükmündeydi. TBMM, İstanbul’da bulunan saltanat
merciinin varlığını kabul ettiği gibi bir Padişah-TBMM çatışmasının
bulunmadığını vurgulamak için özel gayret sarf ediyordu. TBMM'ni bir araya
getiren, üyelerini belirleyen, çalışma esas ve usullerini tanzim eden ve tek
kelimeyle meclise "legalite" kazandıran temel metin, hâlâ Meşrutiyet
devirlerinde muhtelif düzenlemelerle geliştirilmiş Osmanlı Kanun-ı Esasisi idi.
TBMM'nin ve TBMM Hükümetinin, İstanbul’da faaliyette bulunan Osmanlı Hükümeti
yanında ikinci bir yasama ve yürütme mercii gibi durmasının yarattığı çelişki,
kısmen 20 Ocak 1921'de 85 sayılı kanun olarak bilinen "Teşkilat-ı
Esasiye" kanunu ile giderilecekti.
İstiklal
Mahkemelerini ortaya çıkaran asıl süreç, Mondros Mütarekesini takib eden
günlerde Anadolu'nun, "fetret" devri günlerini hatırlatırcasına içine
yuvarlandığı anarşi ve başıboşluk ortamı olmuştur. Mütareke hükümleri gereğince
Osmanlı ordusunun terhis edilmiş olmasına rağmen, milli mukavemeti ayakta
tutmak gayesiyle "Kuva-yı Milliye" taraftarı kumandanların silah
altındaki eratı salıvermek istemeyişi, bir yanda Anadolu topraklarının adım
adım işgale uğraması, otorite boşluğundan dolayı yaygınlık kazanmaya başlayan
eşkıyalık hareketleri ve nihayet Balkan Harbinden bu yana durmaksızın savaşmak
zorunda kalmış askerin yorgunluğu yüzünden henüz işgal edilmeyen mıntıkalar,
adeta bir asker kaçağı cenneti haline gelmişti. TBMM Hükümetinin ele almak
zorunda kaldığı ilk mesele de "Hıyanet-i Vataniye" kanunu
çerçevesinde önüne geçilmeye çalışılan asayişsizlik, eşkıyalık, iç isyanlar ve
hükümet otoritesinin hâkim kılınması problemi oldu.
TBMM
Hükümeti o günlerde İstanbul hükümetinden ayrı olmasına rağmen kendini onun
devamı gibi takdim eden, Padişah'a saygıda kusur etmediği halde onun adına ve
ona rağmen siyasi otorite kullanan çelişik bir görüntü veriyordu. Bu çelişkinin
en azından işgale uğramayan mıntıkalar ahalisince bir zaaf eseri olarak
değerlendirilmemesine başından beri itina gösterildi. Bu anarşi atmosferinde
otoriteyi kabul ettirmenin ve meşrulaştırmanın tek yolu güç kullanmaktı.
Kuva-yı Milliye veya Kuva-yı Seyyare adı altında başıbozuk guruplara bile sahip
çıkılması ve bu gibi kuvvetlerin TBMM Hükümeti tarafında yer aldığı müddetçe
desteklenip, onlara yarı resmi bir nitelik atfedilmesi, isyan ve anarşi
kıpırtılarının bastırılmasında çoğu kere keyfi usul ve kıstaslar kullanmalarına
göz yumulması, daima bu otorite boşluğunu TBMM Hükümeti namına doldurma
endişesinden ve ihtiyacından kaynaklanıyordu. TBMM Yönetiminin o günlerde kendi
otoritesini artıracak ve meşru gösterecek bütün kuvvet odaklarıyla işbirliği
yapmaktan çekinmemesi, bu ihtiyacın derecesini de açıkça göstermektedir.
Mahalli mukavemet grupları, çeteler, Milli Mücadeleye sempati izhar eden asker
ve sivil bürokratlar, o günlerde TBMM Hükümetinden sonra ülkenin en organize
siyasi kuvveti durumunu hâlâ muhafaza eden ittihatçılar, Bolşevikler, Halifeye
ve Saltanat makamına saygısızlığı bir gün bile aklından geçirmemiş dini bütün
muhafazakârlar, Amerikan mandasını o gün için en makul çözüm tarzı olarak gören
ümidi kırık aydınlar, TBMM Hükümetinin ihtiyaç duyduğu otorite ve meşruiyete
destek oldukları ölçüde "ittifak ligi" içinde kabul edildiler.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk on yılı içinde Milli İttifak ligi, son derece
siyasi ve hesaplı zaman aralıkları ile 1930'li yılların sonuna kadar peyderpey
dağıtıldı ve tasfiye edildi.
TBMM'nin
açılışından iki gün sonra teklif edilen Hıyanet-i Vataniye Kanunu (Ek- I), yeni
Meclisin kabul ettiği ikinci kanun olması bakımından dikkat çeker; Kanuna
ismini Saruhan Mebusu Refik Şevket Bey vermiştir. Kanun, geçirilen günlerin
olağanüstü şartlarını hatırlatan, eklektik ve hukuk tekniği açısından objesi
iyi belirlenmemiş bir metindir. Kanunun çıkarılış gayesi ilk maddesiyle açıkça
vurgulanmıştır: "Makam-ı mualla-yi hilâfet ve saltanatı ve memalik-i
mahruse-i şahaneyi yed-i ecanipten tahlis ve taarruzatı defi maksadına matuf
olarak teşekkül eden Büyük Millet Meclisinin meşruiyetine isyanı mutazammın
kavlen veya fiilen veya tahriren muhalefet veya ifsadatta bulunan kesan, vatan
haini addolunur." Meclis bu madde ile bir nevi meşru müdafaa halini
kullanarak yaşama ve var olma hakkını savunmakta ve otoritesinin meşru
sınırlarını çizmektedir. İhaneti (muhalefeti de denilebilir) sabit görülenlerin
cezası şaiben (asılarak) idam edilmektir ve ikinci derecedeki suçlular için
öngörülen ceza muvakkat kürektir.
Bu kanunun
müzakeresi esnasında, hâlihazırda mevcut bulunan Osmanlı Ceza Kanunundan
istifade etmek düşüncesi öne sürülmüşse de, itibar görmemiştir. Hâlbuki kanunun
ilk maddesinin hemen başında yer alan hilafet, saltanat ve Osmanlı Devleti'nin
topraklarını yabancı istilasına ve saldırısına karşı koruma gerekçesi, şüphesiz
mevcut kanunlar çerçevesinde tatmin edilebilir bir vakıa idi. Kanun, vatana
hıyanet suçlarının kovuşturulmasında usul açısından önemli bir muhteva
taşıyordu. Buna göre, "Tabii hâkim " prensibine riayet edilmekle
beraber, acil hallerde suçlunun yakalandığı yerdeki mahkeme de karar almaya
yetkili kılınıyor, suç delillerinin ikmalinden sonra savcının yirmidört saat
zarfında mahkemeye müracaatı öngörülüyor ve hepsinden önemlisi zorlayıcı bir
sebep olmadıkça muhakemenin 20 günde tamamlanması hükme bağlanıyordu.
Mahkemenin verdiği hükmün üst mahkemece temyizi mümkün değildi ve kararların
Meclis tarafından tasdiki şart koşulmuştu.
Çıkarılış
tarzında ve muhtevasındaki olağanüstü niteliklere rağmen Hıyanet-i Vataniye
Kanunu, beklenen caydırıcı tesiri gösteremedi. Kanun bilhassa Yozgat
ayaklanmasında, Anzavur hadiselerinde uygulandı. Yozgat ayaklanmasını bastıran
Çerkez Ethem'in zanlıları " Kuva-yı Tedibiye" namına yargılayıp,
Meclis'in tasdikini beklemeden infaza geçmesi, kanunun çoğu yerde askeri
Divan-ı Harpler vasıtasıyla tatbik edilmesi ve sivil bidayet mahkemelerinde
görülen davaların Meclis komisyonunda tasdik için sıra beklemesi gibi sebepler
yüzünden yeni bir kanun tanzim etmek fikri belirdi. Bu kanun hükmünce yapılan
en ilginç Uygulama hiç şüphesiz, Damat Ferit'in gıyabında yapılan yargılama ve
neticede verilen idam kararı olmuştu.
Hıyanet-i
Vataniye Kanunu’ndan ümit edilen neticenin alınamamasını bir bakıma normal
karşılamak gerekir. Kanunun etkili olmaması, kötü tanzim edilmiş olmasında
değil, bu kanunun uygulanabilmesi için gerekli asayiş ortamı ve zabıta
hizmetlerinin eksikliğinden kaynaklanıyordu. Meşrutiyet devirlerinde Türk
aydınlarını daima etkileyen "iyi kanun yapma" fikri, bir kere daha
başarısızlığa uğramıştı. Müteakip günlerde Bursa’nın Yunan işgaline uğraması,
İstanbul hükümetinin " Kuva-yı İnzibatiye" namı altında bir silahlı
birlik tertipleyerek Batı cephesini baskı altında tutması, birbiri ardına sökün
eden Düzce, Hendek, Adapazarı, Yenihan, Yozgat, Boğazlı-yan, Konya ve
güneydoğuda Milli aşireti isyanları, Anadolu'da yeni bir düzen fikrinin
yerleşmesini engelleyen önemli asayişsizlik unsurlarıydı. 1920 yazında TBMM
Hükümetini en ziyade meşgul eden husus, TBMM adına hareket etmekle beraber
cephede ve cephe gerisinde etkili olabilecek silahlı birliklere sahip olmak ve
bu gücü kontrol altına alabilmek olmuştu.
Başlangıçta
Kuva-yı Milliye birlikleri, işgal hareketlerine karşı mahalli direnişleri
örgütleyerek bir nevi prestij unsuru olmuşlarsa da, bilhassa Yunan işgalinin
Anadolu içlerine kadar yayılmasını önleyecek kuvvetten mahrum bulunuyordu. TBMM
Hükümeti milletlerarası kamuoyu nezdinde daha fazla itibar kazanabilmek için,
kendi adını ve kendi düzen fikrini yansıtan iyi tertiplenmiş nizami birliklere
muhtaçtı. Ancak yeni nizami birlik tertiplenmesi ve bu birliklerin teçhiz
edilmesinde büyük zorluklarla karşılaşıldı.
Mondros
mütarekesi hükümlerince Osmanlı hükümeti, hudut güvenliği ve iç asayiş hizmetleri
hariç tutulmak kaydıyla Osmanlı ordusunu derhal terhis etmeye mecbur
tutulmuştu. TBMM Hükümetinin bu mütareke hükümlerini tanımamasına rağmen siyasi
otoritenin ikiye bölünmüş olması yüzünden pek çok yerde ordu birlikleri
dağıtılmış, dağıtılmayan birliklerde ise firar olayları endişe verici boyutlara
ulaşmıştı. Balkan Harbinden beri neredeyse aralıksız devam eden seferberlik
durumunun yarattığı yorgunluk, kaybedilmiş bir savaş ertesinde yaygınlaşan
ümitsizlik, memlekette iç güvenliğin neredeyse tamamen ortadan kalkmış olması
yüzünden ordu mensupları da fikren zaaf halinde idiler. O günlerde Kuva-yı
Milliye'ye katılmak, bazı subaylar tarafından daha fazla cazip görünüyor, hatta
birliğinden firar eden erler bile "Kuvva'ya iltihak edince takipten kurtuluyorlardı
ve işin daha vahim tarafı, bir nevi gerilla kuvveti halini almış bulunan
"Kuva-yı Milliye"nin, tertipli ordudan daha iyi bir savunma çaresi
olduğuna dair yanlış bir fikrin Meclis çatısında dahi taraftar bulabilmesi idi.
Kuva- yı Milliye birliklerinin bir tarafta TBMM taraftan bir tutum alırken
,diğer yanda keyfi hareket edebilme imkânına fiilen sahip olması, e-rinden
zabitine kadar birçok ordu mensubunu cezbetmişti. Bazı kere adi bir suçtan
öturu olsa bile Kuva-yı Milliye'ye sığınmak, kanuni takipten kurtulmak için
yeterli oluyordu. Tertipli orduya katılma fikrinin neredeyse hiç cazibesi
kalmadı* bir atmosferde TBMM hükümetinin ilk defa I. İnönü muharebesinde
cepheye sürdüğü TBMM birliklerinin kurulmuş olmasını dahi, o günün şartlarına
nazaran büyük bir başarı saymak icab eder.
İstiklâl
Mahkemeleri Ne Zaman ve Nasıl Kuruldu?
İstiklâl
Mahkemeleri, 11 Eylül 1920 tarihinde TBMM'nin kabul ettiği 21 sayılı kanunla
kuruldu(Ekil). Cumhuriyetin ilk yıllan ile neredeyse özdeşleşen bu kanunun
ismindeki farklılıkta, onun hangi şartlar altında ve hangi ihtiyaca binaen
çıkarıldığını anlamak mümkündür. Kanunun adı, "Firariler Hakkında
Kanun" dur. Kanunun çıkarılmasına gerekçe teşkil eden sebeplerle, daha
sonraki yıllarda kanunun uygulandığı alanların giderek başkalaşması, altı
önemle çizilmesi gereken bir husustur. O günlerde Meclis'in, ikinci bir
düzenlemeye ihtiyaç kalmaması gayesiyle kanun metinlerini kapsamlı ve
genelleyici bir üslupla va'zetmesi yüzünden "Firariler Hakkında
Kanun", sadece asker kaçaklarına yönelmekle kalmamış, neredeyse her türlü
suç teşkil edici faaliyeti de kovuşturmaya müsaade eden bir uygulamaya konu
olmuştu.
Hıyanet-i
Vataniye Kanunu'nun caydırıcı bir tesir göstermemesi üzerine Müdafaa- i Milliye
Vekâlet’ince hazırlanan, "Firar Ceraimini lrtikâb Edenler Hakkında
Kanun" tasarısı 2 Eylül 1920 günü Meclis tarafından ilgili encümene
sevkedilmiş ve aynı ayın 8'inde gündeme girmişti. Müdafaa-i Milliye Vekili
sıfatıyla Fevzi Paşa (Çakmak) kanunun tedvinine kendisinin sebep olduğunu
belirtmektedir. Fevzi Paşa gerekçe olarak, Yunan ordusunun ilk taarruzunda
ordunun inhilâl ettiğini ve nereye asker gönderilse hemen dağılıverdiğini,
hatta bir sevkiyat esnasında bir tabur mevcudunun dört kişiye kadar indiğini,
bir tedbir olarak Divan-ı Harplerin caydırıcı bir tesir uyandıramadığını, zira
Meşrutiyet'ten beri memleketin neredeyse tamamen örfi idare ile yönetildiğini
ve yeni bir mahkeme teşekkülünün gerekliliğini ileri sürmüş, askerin firar
cesaretini bu cürmün cezasının azlığından ve af kanunlarının yarattığı iyimserlikten
aldığını, darp, hapis ve pranga cezalarının etkili olmadığını, Müdafaa-i
Milliye Cemiyetlerinin bu gibi hallerde kaçakların hayvanlarına ve mallarına el
koymak, evlerini yıkmak veya yakmak gibi vaktiyle almış oldukları caydırıcı
tedbirlerin bir emsal teşkil edebileceğini belirtmişti.
Kanun 11
Eylül 1920 tarihinde maddeleri tek tek oylanmak suretiyle kabul edildi. Kanunun
birinci maddesinde belirtilen amaç, isminden de anlaşılacağı üzere sadece asker
kaçaklarını caydırmak ve firar vakalarını önlemekten ibaretti, tik maddede
zikredilen "İstiklâl Mahkemeleri"nin görev alam, böylece firar
olayları ile sınırlanıyor ve bu şekliyle İstiklâl Mahkemeleri bir nevi özel
mahkeme gibi teşekkül ediyordu. Kanun, mahkemelerin Büyük Millet Meclisi üyelerinden
seçilecek üçer kişiden meydana gelmesini, mahkeme sayısını ve görev
mıntıkalarını yine Meclis'in belirleyeceğini, kararlarının temyize tabi olmadan
derhal uygulanacağını, mahkeme kararlarını uygulamakta gevşeklik gösterenlerin
yine aynı mahkeme tarafından yargılanacağını öngörüyordu.
‘Firariler
Hakkında Kanun’un uygulaması için Hükümet, 18 Eylül günü Meclis'e bir teklif
getirdi. Bu teklife göre 14 yerde İstiklâl Mahkemesi kurulması isteniyordu.
Bunlar Kastamonu, Eskişehir, Konya, Isparta, Ankara, Kayseri, Sivas, Maraş,
Ma'müretülaziz, Diyarbekir, Bitlis, Refahiye, Erzurum ve Van bölgeleriydi.
Hükümetin getirdiği teklifte daha ziyade cephe mıntıkalarını genden takviye
etmek amacının kollandığı barizdir. Erkân-ı Harbiye-i Umumi Reisi sıfatıyla
teklifi Mecliste savunan Miralay İsmet Bey (Inönü), 14 bölge içinden 7'sinin
derhal teşkili hususunda ısrar gösterdi. Bunun üzerine Ankara, Eskişehir,
Konya, İsparta, Sivas, Kastamonu, Pozantı ve Diyarbekir istiklâl Mahkemelerinin
teşkil olunarak, bu mahkemelere Meclis'ten üye seçilmesine karar verildi. Bu
üyelerin bölgelere göre dağılımı ve isimleri şöyledir;
Ankara
İstiklâl Mahkemesi
Kılıç Ali
Bey - Ayıntap
İhsan Bey -
Cebelibereket
Cevdet Bey
- Kütahya
Eskişehir
İstiklâl Mahkemesi
Rasih
Efendi - Antalya
Muhittin
Baha Bey - Bursa
Haydar Bey
- Kütahya •
Yusuf Bey -
Denizli
Konya
İstiklâl Mahkemesi
Tevfik Efendi - Kengiri Osman Nuri Bey - Bursa Hacı Tahir Efendi -
İsparta
İsparta
İstiklâl Mahkemesi
Hamit Bey -
Biga Hamdi Bey - Biga Hüsrev Sami Bey - Eskişehir Tahsin Bey - Maraş
Sivas
İstiklâl Mahkemesi
Mustafa
Necati Bey - Saruhan Emin Bey - Canik Necat Bey - Bursa Mustafa Zeki - Dersim
Kastamonu
İstiklâl Mahkemesi
Refik
Şevket Bey - Saruhan Dr. Fikret Bey - Kozan Yusuf Ziya Bey - Bitlis Necip Bey -
Mardin
Pozantı
İstiklâl Mahkemesi
Atıf Bey -
Bayezit
Abdülkadir
Kemali Bey - Kastamonu
Şevki Bey -
İçel
Sırrı Bey -
Ergani
Diyarbekir
İstiklâl Mahkemesi
Sıtkı Bey -
Malatya
Şeyh Servet
Efendi - Bursa
Sıddık Bey
- Çorum
istiklâl
Mahkemesi üyelerinin tamamen mebuslardan seçilmesi tenkid konusu edilmişse de,
yargıda hızlı ve etkili hareket etmek gibi gerekçelerle tenkid kaale
alınmamıştı. Firariler hakkındaki kanun henüz uygulamaya geçilmeden, kanun
metnindeki eksik hükümlerin düzeltilmesine ihtiyaç duyuldu ve 26 Eylül günü,
Antalya mebusu Rasih ve Cebelibereket mebusu İhsan Beyler, ilgili kanunun ilk
maddesine ilave edilmesi isteğiyle bir kanun teklifi verdiler(Ek-I-II). Kanun
teklifinde, seferberlik durumu göz önüne alınarak kumandanlara daha evvelce
tanınmış olan yetkilerin yine geçerli olduğu ifadesi ilk sırada yer a-lıyordu.
Bu durumda istiklâl Mahkemelerinin yetki alanı cephe gerisiyle sınırlandırılmış
oluyordu. Teklifin devamında, vatanın ve hilâfetin kurtuluşu ve istiklâli için
mücadele eden Büyük Millet Meclisi'nin maksatlarına ters düşecek tarzda,
düşmanın emellerini medh eden propaganda faaliyetinde bulunanların ve
memleketin maddi ve manevi kuvvetlerini zayıflatmaya uğraşanların yanında
askeri ve siyasi casusluk edenlerin de mahkemelerin görev alanına alınması
zikredilmişti. Teklifteki bir diğer hüküm, istiklâl Mahkemelerinin görev
yaptığı bölgelerde Hıyanet-i Vataniye kanunu çerçevesinde yargılanmakta
olanların, istiklâl Mahkemelerine devredilmesi idi. Mıntıka dışında kalanlar,
tabii hâkim esasına göre teşekkül etmiş bulunan Bidayet Mahkemeleri'nde
yargılanacaktı.
Henüz onbeş
gün dahi geçmeden Meclis'e verilen bu kanun teklifi, Firariler Hakkında
Kanun'da zikredilen istiklâl Mahkemelerinin yapısı ve yetki alanı hakkında
esaslı bir kanaat oluşmadığını gösteriyor. 26 Eylül günü Meclis'te yapılan
tartışmalarda, kanun teklifinde yer alan ''Büyük Millet Meclisi'nin amal ve
makasıdına muhalefet eden, düşman tarafını terviç yollu teşvikatta, ifsadatta
bulunan" ifadesinin hayli ''su götürür" suç tarifleri olduğu ileri
sürüldü ancak asıl tartışma teklifin ilk kısmında yer alan askeri yargı, daha
doğrusu cephe hukuku ile ilgili hükmün mahfuz tutulması konusu etrafında
cereyan etti. Meclis'in bu husustaki yorumu, başta da belirttiğimiz üzere,
istiklâl Mahkemeleri'nin cephe gerisinde yetkili olması biçiminde belirdi ve
kanun kabul edildi.
Ertesi gün
istiklâl Mahkemesi üyeleri kendi aralarında toplanarak bir beyanname
neşrettiler ve asker kaçaklarına, teslim oldukları takdirde affedileceklerini,
ama aksine hareket edenlerin en küçük memurdan en büyüğüne kadar
yargılanacağını, istiklâl Mahkemelerinin, "hiç bir kanun maddesine bağlı
olmadan ceza verme yetkisine sahip olduğunu" belirttiler. Beyanname,
Saruhan mebusu Refik Şevket Bey tarafından hazırlanmıştı ve bu yolla aynı
zamanda bir anlamda yeni kanunun tebligatı da yapılmış oluyordu. Beyannamede
yer alan "hiç bir kanun maddesine bağlı kalmadan.." ibaresi, belki
caydırıcı bir etki u-yandırmak amacıyla kullanılmış abartılı bir ifadeydi ama,
fiili bir gerçeği de yansıtıyordu. Hakikatte Hıyanet-i Vataniye Kanunu(Ek-I)
ile başlayan, Firariler Hakkında Kanun'a kadar uzanan ve 26 Eylül' de kabul
edilen zeylle devam eden kanunlar silsilesi, istiklâl Mahkemelerine neredeyse
bütün kanun maddelerinin üzerine çıkacak ölçüde geniş yetkiler veriyordu.
İstiklâl Mahkemeleri Nasıl Çalıştı?
istiklâl
Mahkemelerinin çalışmasına zemin hazırlayan kanuni düzenlemeler yapılıp,
mahkeme üyeleri seçildikten sonra, 1920 yılı Ekim ayı başlarında mahkemeler
faaliyete geçti. Kurulan sekiz mahkemeden yedisi fiilen yargı faaliyetinde
bulunurken, üye seçimindeki aksamalar, yaklaşan kış mevsimi ve Diyarbakır'ın
Ankara'ya bir hayli uzaklığı sebebiyle Diyarbakır İstiklâl Mahkemesi etkili
olamadı. 1921 Yılının 17 Şubat'ında mahkemelerin görev süresi, Meclis
tarafından sona erdirildiği için, Diyarbakır mahkemesinin hiç tesis edilmemiş
olması da mümkündür.
İstiklâl
Mahkemeleri, o günün olağanüstü şartları içinde, normal hukuk düzeninin mevcut
olmadığından değil, Ankara'da yeni tesis edilen hükümetin otoritesini fiilen
kabul ettirmek, cephede çarpışmakta olan Büyük Millet Meclisi ordularını zaafa
düşmekten kurtarmak ve ne pahasına olursa olsun, asayişi sağlamak için
kurulmuşlardı. Bu yüzden fiiliyatta, kendileri için özel surette çıkarılmış
olan kanunun belirttiği çerçevenin dışına çıkarak, hemen hemen lüzum
hissettikleri her dâvaya bakarak hüküm verdiler, istiklâl Mahkemesinin el
koyduğu bir dâvada istinaf (temyiz) hükümleri işlemiyor, zanlı, savunmasını
kendi başına yapmak durumunda kalıyor ve cezalar derhal infaz ediliyordu.
Mahkemeler kanunla üç üye ile kurulmuştu ve içlerinden birisini reis seçmeleri
uygun görülmüştü. Meclis çalışmaları esnasında, bilhassa askerlerle ilgili
dâvalar görüşülürken bir askeri müddeiumumi (savcı) bulundurulması teklif
edilmişse de bu teklif kabul edilmemişti. Uygulama esnasında, mazereti ya da
hastalığı yüzünden vazife yapamayan üyelerin yerini doldurmak amacıyla gerekli
görülen mıntıkalara dördüncü üye seçilmesi benimsendi. Mahkemeler Meclis adına
karar veriyordu ve mevcut anayasaya göre idam cezalarının Padişah tarafından
tasdik edilmesi öngörülmüşken, içinde bulunulan olağanüstü durum sebebiyle
Padişah tasdikine lüzum görülmeyeceği kabul edilmişti. Mahkeme üyelerinin
mebuslar arasından seçilmesi, Büyük Millet Meclisi'nin içinde bulunduğu
anayasal çerçeveye aykırı değildi. Büyük Millet Meclisi bu dönemde yargı,
yasama ve yürütme fonksiyonlarını kendi bünyesinde toplamıştı. Hattâ bir kısım
mebusların ilgili vekâletlerde bir bürokrat gibi vazife gördükleri de
bilinmektedir.
Ankara İstiklâl Mahkemesi'nin Çalışmaları
İstiklâl Mahkemeleri içinde, başkentte yer alması hasebiyle Ankara
İstiklâl Mahkemesi, diğerlerine nisbetle en kesintisiz ve yoğun çalışan mahkeme
durumundaydı. 7 Ekim 1920'den 31
Temmuz 1921 tarihine kadar çalışan
mahkeme,
siyasi ağırlık taşıyan önemli dâvaları karara bağladı. Bunların başında
Sadrazam Damat Ferit Paşa'nın gıyabında yargılanarak idama mahkum edilmesi
gelir. Bu dâvayla birlikte Sevr Muahedesini imzalayan Hadi, Rıza Tevfik
(Bölükbaşı) ve Reşat Halis Beyler de gıyaben yargılanarak idama mahkum
edildiler. Bundan başka Gizli Komünist Partisi dâvası (Yeşil Ordu), İngiliz
casusu Hint asıllı Mustafa Sagir'in yargılanması, İngilizlerin desteği ile
kurularak Anadolu'da bozguncu faaliyetlerde bulunan Kuva-yı İnzibatiye
mensuplarının yargılanması, Çerkeş Ethem'in Yunan kuvvetlerine iltihakından
sonra kalan kuvvetlerinin tasfiyesi yanında, mıntıkada cereyan eden ve
mahkemenin yetki alanına giren diğer suçlara da bakıldı. Mahkemenin ele aldığı
dâvalar arasında gaspdan emniyeti suiistimale, askeri eşya satmaktan askerden
firara, vatana ihanetten katile, hırsızlıktan rüşvete, eşkıyalıktan isyana
kadar geniş bir suç yelpazesi görülmektedir. Bundan, İstiklâl Mahkemelerinin
ihtisas mahkemeleri gibi değil, yeni rejim mahkemesi gibi çalıştığı anlamı çıkıyor.
Mahkemeye intikal eden sanık ve mahkûmların verilen cezaya göre dağılımı
gösteren liste, bu yorumu güçlendirmektedir.
Beraat ve
takipsizlik 470
İdam 108
Müeccelen
idam 279
Gıyaben
idam 48
Kalebent ve kürek 54
Hafif mahkumiyeti 2137
(Değnek ve
para cezası) 31
Diğer
Mahkemelerin Faaliyetleri
20 Ekim
1920 - 17 Şubat 1921 tarihleri arasında görev yapan Eskişehir istiklâl
Mahkemesi, cepheye yakın olması hasebiyle genellikle askerden firar, Kuva-yı
İnzibatiye'ye katılmak, bozgunculuk, casusluk ve eşkıyalık gibi suçları takip
etti. Bu mahkemeye dair ceza listesi şöyledir:
Mahkemeye
verilen sanık 13489
Beraat ve
takipsizlik 470
idam . 57
Muaccelen
idam 594
Gıyaben
idam 20
Kalebent ve
kürek 272
Hafif
mahkumiyet 11270
21 Ekim 1920
günü göreve başlayan İsparta istiklâl Mahkemesi, İsparta, Antalya, Denizli,
Muğla mıntıkası ve Aydın'ı kapsayan bölgede çalışmaya yetkiliydi. Mahkeme
muhtelif aralıklarla yargılamada bulunduktan sonra 22 Şubat 1921'de görev
süresi sona ererek dağıldı. Bu süre zarfında hükme bağlanan ceza listesinden,
Ankara ve Eskişehir'e oranla İsparta istiklâl Mahkemesi'nin daha rahat bir
çalışma temposu bulabildiği anlaşılıyor:
Mahkemeye
verilen sanık 555
Beraat ve
takipsizlik 248
idam 7
Muaccelen
idam-Gıyaben idam 6
Kalebent ve
kürek 29
Hafif
mahkumiyet 265
istiklâl
Mahkemeleri içinde, en ağır dâva yükü ile çalışmak zorunda kalan herhalde Konya
istiklâl Mahkemesi'ydi. Konya'da zuhur eden büyük isyan (Delibaş isyanı)
sebebiyle kurulan mahkeme 8 kasım 1920-18 Şubat 1921 tarihleri arasında görev
yaptı. Mahkemenin hüküm verdiği ceza listesi şöyledir: Mahkemeye verilen sanık
3600
Beraat ve
takipsizlik 575
idam ' 2
Muaccelen
idam-Gıyaben idam 1
Kalebent ve
kürek 105
Hafif
mahkumiyet 2917
Büyük bir
isyanın ertesinde hükme bağlanan bu ceza listesi, günün ölçülerine nazaran
hafif bulunabilir, isyan, 2 Ekim günü başlamasına rağmen mahkeme, bir ayı aşkın
bir süre geçtikten sonra çalışmaya başlamış, geçen 36 gün zarfında hadise
mahallinde kurulan ve sayısı 10'u aşan Harp Divanı görev yapmış, ikibin
civarında suçlunun 700 kadarına idam, kalanına ağır hapis cezaları vererek,
sert tenkitlere hedef olmuştu. Konya İstiklâl Mahkemesi'nin ceza listesindeki
hafiflik, kendinden önce çalışan Harp Divanlarının hızlı ve sert yargısı ile izah
edilebilir. Ahali arasındaki kanaate göre Harp Divanları, suça fer'en iştirak
eden nüfuzsuz kişiler hakkında çok sert davranmış, buna mukabil itibarlı
kişileri aşikâr denecek ölçüde himaye etmişti. Bu arada Kuva-yı Tedibiye
tarafından isyana iştiraklerinden şüphe e-dilen pek çok kişinin evinin
yıkılması, pek çok zanlının haklarında delil olgunlaşmadan tevkif edilmesi ve
adeta bütün şehir halkının isyankâr muamelesine tabi tutularak
cezalandırılmasını da hesaba katmak gerekir.
Adana
mıntıkasında görev yapan Pozantı İstiklâl Mahkemesi 15.1.1920 tarihli kararla
kuruldu ve çoğunlukla asker firarileri ve casusluk hadiseleri üzerinde
hassasiyet gösterdi. Bu mahkemenin verdiği i-dam cezası sayısı 7'dir.
Sivas,
Canik, Amasya ve Tokat civarında çalışmakla yetkili kılınan ama Amasya'da görev
yapan Sivas istiklâl Mahkemesi, özellikle Karadeniz bölgesinde yoğunluk
gösteren Pontus ayaklanmaları ile ilgilendi. Diğer mahkemelerle birlikte 20
Ekim 1920'de kurulan Mahkemenin görevi 17 Şubat 1921'de sona erdi. Mahkeme, oniki
kişi hakkında idam cezası verdi. Pontus dâvası ve Çapanoğulları, Aynacıoğulları
gibi mütegallibe ayaklanmaları, görev süresinin hitamında Harp Divanlarına
devredildi. Mahkemenin baktığı dâvâlardaki ceza tablosu şu şekildedir:
Mahkemeye
verilen sanık 280
Beraat ve
takipsizlik 23
İdam 12
Muaccelen
idam 109
Gıyaben
idam 1
Kalebent ve
kürek 34 "
Hafif
mahkumiyet 101
Kastamonu
İstiklâl Mahkemesi, 16 Ekim 1920 ilâ 2 Martl921 tarihleri arasında fiilen yargı
faaliyetinde bulundu ve çoğunlukla, bölgede asayişi ihlâl e-den eşkıyalık ve
askerden firar hadiseleri ile ilgilendi. Bu faaliyet esnasında yargılanan
binlerce kişiden 420'si hakkında çeşitli cezalar takdir edildi ve bunlardan 11
kişinin idamına karar verildi.
İstiklâl
Mahkemelerinin ilk Defa Kapatılması
istiklâl
Mahkemeleri, Büyük Millet Meclisi'nin 17 Şubat 1921 tarihinde aldığı bir
kararla faaliyetlerini durdurdu. Ankara istiklâl Mahkemesi bu kararın dışında
bırakıldı. Mahkeme üyeliği yapan mebuslar Meclis'e davet edilerek, ellerinde
bulunan dosyaların normal mahkeme ve Harp Divanlarına devrine karar verildi.
Hükümetin
tam aksi kanaatte bulunmasına rağmen, mahkemelerin Meclis kararıyla
faaliyetlerine son vermesi, sıradan bir Meclis-Hükümet çatışması olarak
değerlendirilmemelidir. 23 Nisan 1920'de başladığı görevini, 15 Nisan 1923'e
kadar sürdürerek yaklaşık üç yıl, yasama, yürütme ve yargı faaliyetlerini
bilfiil yürüten TBMM, istiklâl Harbi'nin bir tarihi gerçeklik olarak
kavranmasında anahtar bir kurum durumundadır.
I. TBMM,
olağanüstü şartların bir araya getirdiği, olağanüstü yetkilerle donanmış ve
sonraki parlamentolarla mukayese edildiğinde dahi olağanüstü bir otokritik
kabiliyeti sergileyen ilginç bir topluluktu. Cumhuriyet tarihinin, resmi
kurumlarda sıkça tekrarlanan versiyonuna nazaran yukarda sözü edilen üç yıl
içinde olup bitenler, birbirine pek az benzeyen süreçlerdir. Bütçeden ordunun
harekâtına, Kuva-yı Seyyare'den rejim problemlerine, dış politikadan ferdi
hadiselere kadar büyüklü küçüklü her ayrıntı, Meclis tarafından, zaman zaman
sert sayılabilecek bir üslupla denetlenmiş ve icra makamı hesaba çekilmiştir. O
günlerde Meclis, ordu ve hükümet tarafından mütemadiyen nazar-ı dikkate
alınması gereken bir mühim kuvvet olarak göze çarpmaktadır. 1923 Temmuz'unda
ikinci defa yenilenen Meclis, eski meclisin çoğulcu manzarasına, otorite ve
nüfuzuna asla erişememiştir.
İçinde
yaşanan günlerin olağanüstü niteliğine rağmen Meclis üyeleri, 'elde edilmek
istenen neticeye giden vasıtaların uygunluğu konusunda olağanüstü titiz
davranıyorlardı. Bu meyanda Antalya Mebusu Hamdullah Suphi(Tanrıöver)'in, firar
eden askerin malının müsadere edilmesini, ailesinin cezalandırılmasını
eleştiren tavrında, aktüel manasıyla bir muhalefet arzusu aranmamalıdır. Keza
yeni bir kanun yaparak cezanın şiddetini artırmayı fuzuli bulan, esasen bu gibi
cürümleri tecziye etmek için mer'i hukuk içinde yeterince müeyyide
bulunduğundan bahseden Karahisarısahip mebusu Mehmet Şükrü Bey'in itirazı da
organize bir muhalefet eseri değildir. O devre dair Meclis zabıtları, Ankara'ya
yurdun dört bucağından gelerek gönüllü bir leylî talebe hayatı yaşayan
mebusların şaşırtıcı ve ilginç tenkidleriyle doludur. Meclisin hemen bütün
hususlarda gösterdiği basiret ve uyanıklık, anakronik bir hata eseri olarak
sonraki günlerde ‘suiniyetli bir muhalefet’ gibi anlaşılmış ve öyle takdim
edilmiştir.
Bu
çerçevede istiklâl Mahkemelerinin kuruluşundan henüz beş ay bile geçmeden
Meclis tarafından tatil edilmesi anlaşılabilir bir mahiyet kazanıyor. Tatil
kararını kolaylaştıran başka sebepler de yok değildir. Birinci İnönü
muharebesinde Yunan ordusuna karşı kazanılan psikolojik üstünlük. Hükümetin iç
ve dış kamuoyunda varlığını ve inisiyatifini kabul ettirmesi, iç isyanların
büyük çapta bastırılması ve İstanbul Hükümeti'ne karşı Ankara'nın varlığını
kabul ettirmesi gibi faktörler hayli iyimser bir atmosfer doğmasına yardımcı
olmuştu. O esnada bu iyimserliği, İstiklâl Mahkemeleri'nin tatiline kadar
genişleten bir hadise cereyan etti. Kastamonu İstiklâl Mahkemesi üyelerinin,
kanunun belirttiği çerçevenin de dışına taşarak asker kaçakları hakkında sert
misilleme ve müsadere hükümleri uygulaması Meclis'te sert tartışmalara sebep
oldu. Şubat'ın 17'sinde alınan kararın gerekçesinde artık lüzum kalmadığı ve
gerektiğinde yeniden kurulmasının mümkün olduğu görüşüne yer verilerek istiklâl
Mahkemeleri tatil edildi.
Mahkemelerin Yeniden Faaliyete Geçmesi
1921
Mart'ının son haftasında cereyan eden II. İnönü savaşından sonra hâsıl olan
iyimserlik, Türk ordusunun Temmuz içinde Kütahya ve Eskişehir cephesindeki
ric'ati ie yeniden tedirginliğe dönüştü. Askeri birliklerden firar hadiseleri
yeniden mühim miktarlara vararak, bir an önce giderilmesi gereken bir zaaf
unsuru haline gelmişti. Kütahya ve Eskişehir ricatinin ardından kaçak sayısı 31
bine yükselirken bu sayı Sakarya ertesinde 48 bine kadar yükseldi. Firarı
önleyebilmenin o günlerde en makul yolu, Istiklâl Mahkemelerini yeniden
harekete geçirmek oldu. Esasen İstiklâl Mahkemeleri, bilhassa askerden firar
hadiselerini önlemek ve firar etmiş olan askerin yeniden kıt'asına dönmesini
sağlamak gayesiyle vücut bulmuşlardı. Mahkemelerin tatil edilmesiyle yeniden
eski hukuk düzenine dönülmüştü ama, İstiklâl Mahkemelerine vücut veren kanuni
düzenlemeler mevcut hukuki durumu eklektik bir yapıya doğru itmiş bulunuyordu.
Bunun sebeplerinin başında mahkemelerin tamamen kaldırılmak yerine, gerekirse
yeniden açılmak kaydıyla tatil edilmesi geliyordu. Diğer yandan bir İstiklâl
Mahkemesinin,"suçun tekrarı halinde idama mahkum ettiği" bir şahıs,
mahkemelerin tatil edildiği anda cürüm işlediğinde, İstiklâl Mahkemesinin"
verdiği karar infaz edilemiyordu, zira infazın ancak mahkeme gözetiminde
yapılması gerektiği kanuni bir mecburiyet olarak konulmuştu. İstiklâl
Mahkemelerinin tatil dönemine rastlayan tarihlerde İç Anadolu'da yeniden
soygun, ayaklanma ve adi suç vakalarında artış görülmesi yüzünden İstiklâl
Mahkemeleri'nin yeniden faaliyete geçirilmesi fikri olgunluk kazandı.
23 Temmuz
1921 Günü Heyet-i Vekile Reisi sıfatıyla Meclis kürsüsüne gelen Fevzi Paşa
(Çakmak) askeri durum hakkında tafsilatlı bilgi verdi. Eskişehir-Kütahya
hattında geri çekilen ordunun harekâtında daha seyyal kalabilmesi için
Ankara'nın boşaltılması gerekiyordu. Yunan kuvvetleri var güçleri ile Ankara'yı
ele geçirmek için yüklenirken, ordunun Ankara'yı perdelemek amacı ile bir nevi
manevrasız kalmaya mahkûm kalması hareket kabiliyetini azaltıyordu. Bu tedirgin
atmosfer içinde Fevzi Paşa Batı Karadeniz bölgesi ve Konya mıntıkasında
düşmanın bozguncu faaliyetlerini önlemek gayesiyle birer İstiklâl Mahkemesi
kurulmasını teklif etti. Mecliste bu teklife karşı muhalefet belirmedi ve
Kastamonu, Konya ve Samsun'da üç mahkeme tesisine karar verildi. Mahkeme
üyeleri 30 Temmuz'da Meclis tarafından seçildiler.
Başkumandanlık
Kanunu ve Yeni Mahkemelerin Kuruluşu
İstiklâl
Mahkemeleri'nin ikinci defa faaliyete geçmesinden sonra Meclis'in bu yolda
aldığı en önemli siyasi karar, Mustafa Kemal Paşa'ya, hukuken Meclis'in
uhdesinde bulunan başkumandanlık yetkisini devreden kanun olmuştur. 5 Ağustos
1921 tarihini taşıyan bu kararla (144 Sayılı Kanun) Mustafa Kemal Paşa, üç ay
müddetle Meclis'in yetkilerini fiilen kullanmaya yetkili kılınıyordu. Bu
kanunun 3-maddesindeki, "Meclis lüzum gördüğü takdirde bu müddetin
inkızasından (sona ermesinden) evvel dahi bu bu sıfat ve selahiyeti refedebilir"
kaydı oldukça ilginçtir. Buna rağmen Meclis, Mustafa Kemal Paşa'ya verdiği
olağanüstü yetkiyi 5 Ekim 1921, 5 Şubat 1922 ve 5 Mayıs 1922 tarihlerinde olmak
üzere üç defa uzatmıştır. Bu kanunla, İstiklâl Mahkemeleri, bundan böyle
Meclis'e değil, başkumandan sıfatıyla Mustafa Kemal Paşa'nın şahsına
bağlanacaktır.
Mustafa
Kemal Paşa, şahsına devredilen olağanüstü yetkilerini hemen iki gün sonra
kullanarak "Tekâlif-i Milliye Emirleri"ni yayınladı (7-8 Ağustos
1921). İstiklâl Mahkemeleri de Tekâlif-i Milliye kararlarının yürütülmesindeki
aksamaları önlemek üzere görevlendirildi. İstiklâl Mahkemeleri'nin görev
alanları artık daha da genişlemiş bulunuyordu. Mahkemeler, görevli bulundukları
mıntıkalarda TBMM Hükümeti'nin ve Meclis'in tam yetkili bir uzvu gibi çalışmaya
başladılar.
8 Eylül
1921'de, bilhassa Koçgiri (Zara) mıntıkasında çıkan isyanı söndürmek ve Yozgat
Isyanı'nın o güne kadar devreden etkilerini ortadan kaldırmak gayesiyle Yozgat
istiklâl Mahkemesi kuruldu. Bundan böyle İstiklâl Mahkemesi üyelerini Meclis
değil, yetkisine binaen Başkumandan seçiyordu.
Bu dönemde
(Ankara hariç tutulmak üzere: zira bu Mahkeme görevine zaten devam etmekteydi)
kurulan dört mahkemenin üyeleri şunlardır;
Konya
İstiklâl Mahkemesi
Hacim
Muhittin Bey - Karesi Muhittin Baha Bey - Bursa Saib Bey - Urfa Yusuf Bey -
Denizli Ali Efendi - İçel
Kastamonu
İstiklâl Mahkemesi
Mustafa
Necati Bey - Saruhan Neşet Bey - Kengiri Hamdi Bey - Canik Mahmud Esat Bey -
İzmir Hamdi Bey - Trabzon
Samsun
İstiklâl Mahkemesi
Emin Bey -
Canik Necati Bey - Bursa Veli Bey - Burdur Şevket Bey - Sinop Bahri Bey -
Yozgat
Yozgat
İstiklâl Mahkemesi
Refik Bey -
Konya Ethem Fethi - Menteşe Ziya Hurşit Bey - Lâzistan Mazhar Müfit Bey -
Hakkâri
istiklâl
Mahkemeleri'nin ikinci çalışma dönemi olarak adlandırılabilecek 24 Temmuz
1921-31 Temmuz 1922 tarihleri arasında Kastamonu istiklâl Mahkemesi, Tekâlif-i
Milliye emirlerinin yürütülmesini kolaylaştırmak yanında, bölgede cereyan eden
sair suçları da kovuşturdu. Bu dönemde mahkemenin verdiği cezaların dağılımı
şöyledir:
Mahkemeye
verilen sanık 9016
Beraat ve
takipsizlik . 648
îdam 5
Muaccelen
idam-Gıyaben idam 3
Kalebent ve
kürek 69
Hafif
mahkumiyet 7477
Verdiği
rakamları mehaz olarak aldığımız Er-gun Aybars listedeki idam sayısının 5
değil, 35 olması gerektiğini ve Üstelerin kesinlikle sıhhatli olmadığını
belirtmektedir. Kastamonu Mahkemesi, görevli bulunduğu mıntıkada seyyar
çalışmış ve ekip halinde gezerek, yargıyı çabuklaştırmak gayesiyle çalışmalarda
bulunmuştu.
31 Temmuz
1922 tarihine kadar görevini sürdüren Konya İstiklâl Mahkemesi, Kastamonu
Mahkemesi gibi seyyar çalışmakla beraber, Konya'yı merkez olarak kabul etmişti.
Mahkeme Karaman, Pozantı, Adana, İsparta, Burdur, Anamur, Silifke, Uluborlu,
Akşehir gibi yerleşim yerlerinde de çalışmalarda bulundu. Bu mahkemelerin seyyar
karakteri, daha fazla mahkeme kurulmasıyla Meclis'teki mebus sayısını
azaltmamak endişesini ortaya koymaktadır. Mahkemenin bilhassa kaçak askerleri
toplayıp, hafif bir ceza (40 ilâ 100 değnek) verdikten sonra yeniden
birliklerine gönderme hususunda başarılı oldukları anlaşılıyor. Konya İstiklâl
Mahkemesi, diğerlerinden farklı olarak 1920 Ekim'inde baş gösteren Konya
isyanının zanlılarını yargılamak görevini de üstlenmişti, tik dönemde de aynı
işe bakan mahkeme, 17 Şubat 1921'de İstiklâl Mahkemelerinin kapatılmasıyla
dosyaları yeniden Harp Divanlarına devretmişse de diğerlerine göre önem taşıyan
22 dâva henüz sonuçlanmamıştı. Mahkeme, bu dâvaları sonuca bağladıktan sonra
Denizli bölgesinde cereyan eden ve Demirci Efe'nin keyfi hareketleri yüzünden
baş gösteren problemlerle de ilgilendi.
Konya
İstiklâl Mahkemesi'nin faaliyeti esnasında zaruret sebebiyle kendi adına
çalışan Tahkik Heyetleri kurması ve bu heyetleri, kendi yetkileriyle donanmış
sayarak, bunları adeta ikinci bir İstiklâl Mahkemesi gibi değerlendirmek
istemesi hayli ilginçtir. Dâhiliye Vekâletinin ve Meclis'in tepkisi üzerine bu
kurulların faaliyeti sınırlandırıldı.
Samsun
İstiklâl Mahkemesi Koçgiri ve Pontus ayaklanması dışında, mûtad vazifesi
sayılan asker kaçakları problemiyle ilgilendi ve diğerleri gibi seyyar çalıştı;
resmi ismi Samsun İstiklâl Mahkemesi olmasına rağmen, Sivas istiklâl Mahkemesi
gibi daima Amasya'yı merkez edindi. Mahkeme bilhassa asker kaçaklarını yeniden
orduya kazandırmakta başarılı oldu. Pontus isyanı çerçevesinde sürdürülen yargı
faaliyeti sonucunda 177 kişi idam edilirken 74 kişinin hakkında gıyabi idam
kararı verildi. Genellikle bütün İstiklal Mahkemeleri asker kaçakları hususunda
yumuşak kararlar vermeyi tercih ederken, Samsun İstiklâl Mahkemesi'nin 60 asker
kaçağını idam etmesi, herhalde bölgede firar hadiselerinin bolluğu ile izah
edilebilir. Kaldı ki asker firarileri defalarca aynı suçu işlemiş bile olsalar,
firar gerekçesiyle değil, firar esnasında işledikleri soygun, cinayet ve
bozgunculuğa katılmak gibi cürümlerden dolayı ağır cezalara çarptırılıyordu.
Samsun
İstiklâl Mahkemesi'nin verdiği cezaları gösteren liste şöyledir:
Mahkemeye
verilen sanık 2420
Beraat ve
takipsizlik 395
İdam 485
Muaccelen
idam-Gıyaben idam 1137
Kalebent ve
kürek 240
Hafif
mahkumiyet 1163
Yozgat
İstiklâl Mahkemesi, Yozgat İsyanı ve Koçgiri hadiselerini takiple
görevlendirilmişti. Bu mahkeme de diğerleriyle birlikte faaliyetine son
verildiği 31 Temmuz 1922 tarihine kadar mıntıkada cereyan eden askerden firar,
bozgunculuk, isyan gibi cürümler yanında adi suçları da takibat altına alarak
kamu düzenini yerleştirmeye çalışmıştı. Yozgat İstiklâl Mahkemesi'nin verdiği
cezalar şöyle özetlenebilir:
Mahkemeye verilen sanık 2673
Beraat ve takipsizlik 862
İdam 56
Gıyaben idam 24
Kalebent ve kürek 537
Hafif mahkumiyet1194
Mahkemelerin
Yeniden Tatili için Tartışmalar
Sakarya
nehri kıyılarında cereyan eden 22 günlük cephe harbinden sonra (23 Ağustos-13
Eylül 1921), Yunan ordusunun artık taarruzî bir harekât yapamayacağı açıkça
belli olmuş ve bu durum, cephe gerisinde asayiş ve düzenin yeniden kurulmasını
oldukça kolaylaştırmıştı. Bu psikolojik rahatlık içinde İstiklâl Mahkemelerinin
uyguladığı olağanüstü yargılama biçiminin artık ne derece gerekli olduğu
yeniden tartışılmaya başlandı. 1922'nin 20 Temmuz'unda Anadolu'da çalışan
İstiklâl Mahkemeleri Ankara'ya çağrıldı. Bu arada icra Vekilleri Heyeti adına
Reis Hüseyin Rauf Bey, Meclis'e verdiği tezkerede Amasya ve civarında beliren
lüzum üzerine yeni bir Istiklâl Mahkemesi kurulması için yetki istedi. O gün yapılan
tartışmalar, İstiklâl Mahkemeleri'nin yaptığı çalışmaları değerlendirme
açısından önem taşımaktadır. Teklifin aleyhinde söz alan Sinop mebusu Hakkı
Hami Bey, Mahkemelerin sırf asker firarilerini caydırmak için kurulduğu halde,
sonradan görev alanının genişletilmesiyle "tavuk hırsızlarını" bile
kovuşturur hale getirildiğini, halbuki istiklâl Mahkemeleri'nin fevkalade
hallerde kullanılması gereken ve ancak bu şartlar altında başarılı olabilen
mühim bir araç olduğunu, Amasya civarında mahkemeye ihtiyaç duyuluyorsa normal
hukuk düzeni içinde mahkemelerin takviye edilmesi gerektiğini ileri sürdü.
Hakkı Hami Bey'e göre hukuk düzeninde çifte standarta yol açan bu uygulama
artık sürmemeliydi çünkü mevcut kanunlar işlenen suçları teskin etmeye
yeterliydi ve bu mahkemeler artık "Rusya'daki Çeka'lara benziyordu".
Hakkı Hami Bey'e göre istiklâl Mahkemeleri, ancak olağanüstü hallerde
kullanılmak kaydıyla muhafaza edilmeli ve o an için muvakkaten ilga
edilmeliydi.
Daha sonra
söz alan Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey, sözlerine, ilk günden beri istiklâl
Mahkemeleri'nin aleyhinde olduğunu belirterek başladı; istiklâl Mahkemeleri'ne
Meclis'in tanıdığı yetkiyi "Cenab-ı Hak Peygamberine dahi
vermemişti". Samsun ve civarında el'an faaliyette bulunan otuz-kırk mahkeme,
mıntıkada çıkan huzursuzluğu mevcut hukuk sistemi içinde kovuşturmaya yeterli
iken ve bu mahkemeler hukuk ilminde mütehassıs kişiler tarafından yönetilirken,
hâkimlik ehliyeti pekâlâ tartışılabilecek üç mebus'un yargısına güvenmek artık
mümkün değildi: "Herhalde memlekette artık İstiklâl Mahkemeleri'nin
vazifelerine hitam verilmelidir. Memlekette kanunu hâkim kılmalıyız"
sözleriyle görüşünü özetleyen Hüseyin Avni Bey, çıkan huzursuzluğa bir oranda
kötü idarenin sebep olduğunu, çıkan her fırsatta İstiklâl Mahkemelerini
kullanmak yerine, iyi idare ile huzursuzluk çıkarmamanın asıl olduğunu ileri
sürüyordu. Teklifin lehinde söz alan Karesi mebusu Basri Bey, mahkemelerin
firar hadiselerini önlemekte başarılı olduğunu, ordudan bazı neferlerin
köylerine mektup yazarak İstiklâl Mahkemelerinin, kalkıp kalkmadığını
sorduklarını ve bir anlamda yeniden firara hazırlandıklarını belirtti. Trabzon
mebusu Ali Şükrü Bey (ki bir müddet sonra Topal Osman tarafından
öldürülecektir-27 Mart 1923) özetle, mahkemelerin görev alanına yapılan ilave
ile (26 Eylül 1920 tarihli zeyli kasdediyor) İstiklâl Mahkemelerinin
etkisizleştiğini, sürdürülen olağanüstü hukuk rejiminin, hükümeti dış
kamuoyunda menfi tanıtacağını, bilhassa iktisadi münasebetlerde zaafiyete yol
açacağını, bundan dolayı mevcut hukuk düzenindeki ikiliğin giderilerek işin
Bidayet Mahkemeleri'ne bırakılmasını teklif etmişti. O gün İstiklâl
Mahkemeleri'nin yeniden tatil edilmesi için yapılan oylama 8 çekimsere karşılık
76 red ve 79 kabul oyuyla kilitlendi ve mesele çözümlenmek için başkanlık
divanına havale edildi. Ertesi gün yapılan gizli celsede İstiklâl
Mahkemeleri'nin çalışma usullerini tahkik gayesiyle bir komisyon kurulması
teklifi kabul edildi.
Bu
komisyonun hazırladığı yeni bir kanun teklifi 31 Temmuz 1922 tarihinde kabul
edilerek "İstiklâl Mehakimi Kanunu" adı altında yeni bir kanun kabul
edildi (Ek- IV)ve Meclis, ertesi günü aldı bir kararla eski İstiklâl
Mahkemeleri'nin kaldırılmasını karara bağladı (1 Ağustos 1922).
Yeni kanuna
göre, İstiklâl Mahkemesi'nin kurulması Meclis'in mutlak çoğunluğuna ve Vekiller
Heyeti'nin teklifine bağlanıyor ve mahkemenin görevli olduğu cürüm listesi bu
defa daha ayrıntılı olarak tarif ediliyordu. Buna rağmen Meclis eğer gerekli
görürse, yeni bir mahkeme görevlendirirken, bu listedeki suçlardan ancak
bazılarının kovuşturulmasına müsaade edebilecekti. Yapılan en mühim değişiklik,
idam cezalarının mutlaka Meclis'in tasdikine sunulması kararı oldu. Meclis
gerekli halde bu yetkisini mahkemeye devredebilmekle beraber, eskiden olduğu
gibi idam cezalarında süratli infaz usulü ortadan kaldırılmış oluyordu. Yeni
kanunun bir başka özelliği, mahkeme heyeti içine bir de müddeiumumi
yerleştirilmesiydi ve müddeiumumi'nin mahkeme kararlarına itiraz hakkı vardı.
İhtilaf çıktığında problemi uzlaştırmayı Meclis kendi uhdesine alıyordu.
İstiklâl
Mehakimi Kanunu'nun kabulünden sonra hükümet 14 Ağustos 1922'de Pontusculuk
cereyanına karşı mücadele etmek üzere Amasya ve çevresinde yeniden bir İstiklâl
Mahkemesi kurulması için teklifi kabul edildiyse de bu karar fiiliyata
geçirilemedi. Ağustos'un son haftasında yapılan meydan muharebelerinde Yunan
kuvvetleri kat'i mağlubiyete uğratıldığından, İstiklâl Mahkemeleri'nin görev
sahası kendiliğinden bir hayli daralmıştı. Zaferi takib eden günlerde düşmandan
geri alan bölgelerde, bilhassa düşmanla işbirliği yapanları cezalandırmak üzere
üç İstiklâl Mahkemesi kurulması teklif edildi. Bursa, Kütahya ve İzmir'i merkez
kabul eden bu mahkemelerin kurulması kabul edildikten sonra (6 Aralık 1922), 22
Ocak 1923'de Diyarbakır'da görev yapacak Elcezire İstiklâl Mahkemesi de tesis
edildi. Bu mahkeme asker firarilerini kovuşturmakla uğraştıysa da, eski
mahkemeleri hatırlatan seri ve sert yargılama tarzını tercih etmedi. İzmir
İstiklâl Mahkemesi ise zaferin yarattığı iyimserlik havası içinde üye seçimi
bile yapılamadan faaliyetsiz kaldı.
Bu safhada
bir değerlendirmede bulunmak gerekirse, İstiklâl Mahkemeleri'nin, yaşanan
olağanüstü günlerin ihtiyaçlarına kısa ve kafi cevaplar veren ve işgale
uğramamış bölgelerde kamu düzenini sağlamakta etkili olan bir düzenleme
olduğundan bahsetmek mümkündür. Mevcut hukuki düzen içinde İstiklâl
Mahkemeleri'nin kuruluşunu mazur gösterecek bir boşluk bulunmamasına rağmen,
"fiili durum"un "hukuki durum"u aşması sonucu İstiklâl
Mahkemeleri vücut bulmuş oldu. Yeni rejim, Anadolu'nun pek çok mıntıkasında ilk
defa İstiklâl Mahkemeleri yoluyla otoritesini sergilemek ve kabul ettirebilmek
imkânı bulmuştu.
Kesin bir
ölçü olmamakla birlikte Ankara, Eskişehir, İsparta, Sivas ve Konya İstiklâl Mahkemeleri'nin
vasati 4 ay zarfında yürüttükleri yargı işlemini rakamlara dökmek, fikir verici
olabilir. Bu rakamların, İstiklâl Mahkemeleri tarafından B.M.M'ne verilen
raporlardan alındığı hesaba katılmalıdır. Buna göre 1920 Ekim'i ile 1921
Şubat'ı arasında bu beş mahkemeye 31 bin zanlı sevkedilmiş, bunların % 5'i
beraat etmiş, yaklaşık % 8'i gıyaben veya vicahen idama mahkûm olunmuş, % 87'si
ise büyük ekseriyeti hafif cezalara çarptırılmak suretiyle mahkûm edilmişlerdi.
Bu süre içinde adliye mekanizmasına zanlı olarak sevk edilen insan sayısının
çok daha fazla olduğu aşikârdır. O günün tabiriyle Bidayet Mahkemeleri olarak
isimlendirilen normal mahkemeler yanında Harp Divanları (bilhassa Konya
civarında) ve diğer İstiklâl Mahkemeleri yargı faaliyetinde bulunduğu gibi,
askeri birlikler çerçevesinde işlenen suçlar, seferberlik hali dolayısıyla üst
komutan tarafından cezalandırılıyor, ayrıca Kuva-yı Tedibiye adı verilen
düzensiz birlikler de çoğu zaman yargı niteliğinde keyfi kararlar vererek kendi
mantığınca kamu düzenini sağlamaya çalışıyordu. Suç sayısında ve türünde
görülen şaşırtıcı bolluk, o günlerde düşman işgaline uğramamış Anadolu
topraklarında yaşanan büyük kaosu bir ölçüde tarif eder. Bu tablo içinde daha
şaşırtıcı olanı, İstiklâl Mahkemelerinin, kendisiyle ilgili kanunda tarif
edilen suçlardan (askerden firar, vatana ihanet, bozgunculuk vb.) ziyade, can
ve mal güvenliğini tehdide yönelen adi suçları (hırsızlık, şekavet, gasp)
cezalandırmak için gayret sarfetmiş olmasıdır. Normal şartlar altında, hukuk
tekniği açısından görevsizlik sebebiyle reddedilmesi gereken pek çok davanın,
İstiklâl Mahkemeleri tarafından karara bağlanmış olması ilginç bir noktadır.
Daha da ilginç bir başka husus, İstiklâl Mahkemelerinin kuruluşu üzerinden
henüz beş ay bile geçmeden ani bir kararla (Ankara haricinde) kapatılmış
olmasıdır. Bu kararın anlaşılabilmesi için o günlerde istiklâl mücadelesinin
herşeyi mevkiinde bulunan Büyük Millet Meclisi'nin kompozisyonunu tanımak
gerekir.
İstiklâl
Mahkemelerinin ilk dönemi olarak kabul edebileceğimiz 1920 Eylül'ü ile 1922
Temmuz'u arasındaki zaman süresinde bu mahkemeler, hukuk düzeni ve yargılama
tekniği açısından ne kadar tenkide müstehak olsalar da, işleyişindeki
aksamaları, içinde bulunulan olağanüstü hâl ile izah etmek mümkündür, istiklâl
Mahkemeleri bu dönemde, cephedeki orduyu cephe gerisinden takviye etmek
amacıyla, mutlak bir hüsnüniyetle çalışan kurullar olarak Milli Mücadeledeki
yerini almış bulunuyor. Bu dönemde olup bitenleri lâyıkıyla kavramak, Büyük
Millet Meclisi'nin işleyiş tarzı, kompozisyonu ve bu topluluğun Milli Mücadele
gayesi etrafında nasıl kenetlenmiş olduğunun bilinmesiyle yakından ilgilidir.
Mahkemelerin işleyişinde görülebilecek kusurları herhangi bir siyasi çıkar
hesabına bağlamak mümkün değildir. Esasen, yukarda belirtilen tarihler arasında
Meclis, üyelerinin arasındaki içtihat farklarının bile üstünde kalan bir birlik
şuuruyla hareket etmiş ama cephedeki tehdit azaldığı zaman, en sert kritikleri
yapabilecek (ve tabii buna tahammül edebilecek) olgunluğu da göstermişti.
istiklâl
Mahkemelerinin bu tarihler arasında lüzumundan fazla sert yargıda bulunduğu
tenkidi ciddiye alınabilir ama bu hususu hüküm cinsinden bir ithama
dönüştürmek, insafla kabil-i te'lif değildir. Bu dönemde istiklâl
Mahkemelerinin yaptığı iş, harp hukukunun cephe gerisinde de tatbik edilmesi
olmuştur.
Barış Döneminde istiklâl Mahkemeleri
istiklâl
Mahkemeleri'nin 1920 sonbaharı ile 1927 ilkbaharı arasında devam eden
faaliyeti, bir bakıma Türkiye Cumhuriyeti tarihinin de yoğunlaşmış bir özeti
sayılabilir. 1920 ile 1930 yılları arasındaki on yıl, Anadolu, Balkanlar ve
Ortadoğu coğrafyasında inhilâl eden Osmanlı Devleti'nin, rejiminin bütün
karakteristikleri ile beraber tarihten silindiği, yerine, Anadolu yarımadasında
tutunmağa çalışan ve Osmanlı'nın tarihi mirasını reddeden Türkiye Cumhuriyeti
Devleti'nin farklı bir yönetim ve otorite anlayışı ile var olma kavgası verdiği
mühim bir zaman kesiti olmuştur. Bu on yıl, bilhassa Balkanlar, Kafkasya ve
Ortadoğu'da siyasi dengelerin "Düvel-i Muazzama" tarafından -sun'i
esaslara dayansa bile- yeniden şekillendirilmesine imkân verdiğinden, dünya
tarihinde de kritik bir yer tutmuştur.
Yakın
emniyet sınırlarını daima Balkanlar, Arap Yarımadası ve Kafkasya coğrafyası
üzerinde kabul e-den Osmanlı stratejisi, bu müddet zarfında sadece askerî
açıdan caydırılmakla kalmamış, siyâseten de var olma imkânını kaybetmişti. Yeni
Türkiye Cumhuriyeti, Düvel-i Muazzama ile oturduğu Lozan hesaplaşmasında
an'anevi Osmanlı statejisinin takipçisi olmayacağını siyasi ve coğrafi platformda
kabullenerek, bir bölge devleti olmakla iktifa edeceğini deklare etmiş
bulunuyordu. Bu siyasetin, memleket dahilinde bir takım tepkiler uyandırması
kaçınılmazdı. Osmanlı stratejisini irsen sürdürmekle mükellef hanedanın, yeni
rejim tarafından hudut harici edilerek yokluğa müncer kılınmasından sonra,
zihni bu siyaset tarzı ile şartlanmış bazı sivil ve asker aydınların muhalefete
geçmesi beklenen bir gelişmeydi. İstiklâl Mahkemeleri, işte böyle bir
konjonktürde, yeni rejimin yaşama hakkını savunma gayesi altında, her türlü
muhalefeti sindiren ortadan kaldıran ve bu anlamda yeni Türkiye'de çoğulculuğu
ve siyasi hayatın bütün modern unsurlarını gölgeleyen bir misyonla
işletilmiştir.
1920-1922
yılları arasında, cephede döğüşen orduya cephe gerisinde destek ve moral vermek
gayesiyle tesis edilen istiklâl Mahkemeleri, doğrusu, siyasi muhalefeti
kıpırdamaz hale getirmek için -siyâseten- çok elverişli bir araç teşkil
ediyordu. Yeni bir mahkeme teşkil etmek yerine istiklâl Mahkemeleri'nin aynı
isim ve misyonla devreye sokulması, yine titizlikle işaret edelim ki siyâsi
açıdan çok faydacı bir karardı. Çalışmanın bu bölümü, 1920-1922 döneminde asker
kaçaklarını caydırmak ve kamu düzenini berkitmek için fedâkârane çalışan
İstiklâl Mahkemelerinin, 1923-1927 yılları arasında siyasi muhalefeti nasıl
soluksuz bıraktığının hikâyesidir.
I. TBMM'nin Tasfiyesi ve Yeni Seçimler
Cumhuriyet
1923 yılının 29 Ekim'inde ilan edildiğinde, İstiklâl Harbi'ni yürüten Meclis
çoktan dağılmış ve yerine siyasi literatürümüze II. TBMM olarak geçen ikinci
Meclis seçilmiş bulunuyordu. Birinci Meclis'in feshi ve seçimlerin yenilenmesi,
kendisinden sonraki hadiseleri izah etmesi açısından çok ö-nemlidir. 1923 Temmuz'unda
yenilenen II. Meclis'te, II. gruba mensup olduğu farz edilen şahıslardan ancak
üç kişinin bulunması, tabloyu izah eden önemli bir noktadır. Mustafa Kemal
Paşa, bu seçime katılacak adayları kendisi seçmiş ve adaylar yeni adı Halk
Fırkası olan Müdafaa-i Hukuk Gurubu'nun dokuz umdesini benimsemiş kişiler
arasından belirlenmişti. Muhalefet yapmak Hıyanet-i Vataniye kanununda 15
Nisan'da yapılan değişiklikle (ki bu kararın Birinci Meclis'in son karan olması
hayli dikkat çekicidir) imkânsız hale gelmişti, ikinci grup üyelerinin üçü
dışında hiçbiri yeni Meclis'e giremedi . Mustafa Kemal Paşa, seçimlerde kendi
grubunun kazanmasını sağlamak için Mim Mim Grubu'nu dahi devreye sokmak
arzusunu göstermiş, sonuç itibariyle Temmuz 1923'de yapılan seçimin, 1912 yılı ilkbaharında,
İttihat ve Terakki'nin "tam bir muzafferiyetle" kazandığı seçimden ne
farkı olduğu sualine, hakkaniyet ve demokratlıktan yana gönül ferahlatıcı bir
cevap vermek hayli zorlaşmıştı. Nitekim resmi tarih versiyonunun en kâmil
temsilcileri tarafından dahi bu hadise, "Bu arada yapılan seçimlerle
ikinci grup mensupları Millet Meclisi'nden tamamen uzaklaştırılmış oldu"
ibaresiyle teyid edilmektedir.
Meclisin
feshedilmesinden önce Falih Rıfkı (A-tay), İzmit 'te yapılan meşhur basın
toplantısında Gazi'ye, Meclis'te üçte iki çoğunluk sağlanmadan feshin nasıl
mümkün olabileceğini sormuştu. Mustafa Kemal Paşa, Meclis şu veya bu bahane ile
kendini feshetmezse istibdada başlamış demektir, mebuslar sonuna kadar
yerlerini korumak isterlerse kanuna karşı gelerek, bilinmeyen bir müddet için
milletin egemenliğini ellerinden bırakmak istemiyorlar manâsı çıkar. O zaman
millet kendi egemenlik hakkını kullanır, yeni mebusları seçer, mealinde bir
cevap vererek, esasen Meclisin feshinde kararlı olduğunu ortaya koymuştu. Milli
Mücadeleyi bilfiil yürüten ve idare eden Meclis'in Türk siyasi hayatından
uzaklaştırılmasıyla, en ılımlı muhalefet taraftarlarının bile varlığına
tahammül gösterilmediği bir dönem başlıyordu. "Tek Parti Devri" diye
bilinen bu dönemde İstiklâl Mahkemeleri, en masum aykırılıkları bile vatana,
Cumhuriyete ve inkılâplara ihanet olarak değerlendirip mahvetmekte gösterdiği
kararlılıkla, yeni rejimin temel rükünlerinden birisi oldu.
İstiklâl
Mahkemeleri'ni, harp sona erdikten sonra yeniden harekete geçiren görünürdeki
sebep, Hint Müslümanlarını temsil ettiği iddiasında bulunan Ağa Han ve Emir
Ali'nin, devrin başbakanı İsmet Paşa'ya gönderdikleri bir mektup oldu. Bu
mektup, henüz Ankara'ya ulaşmadan İstanbul matbuatında, Tanin ve ikdam
gazetelerinde yayınlanınca (5 Aralık 1923), hükümet çevrelerinde büyük tepki
doğdu. Mektupta özetle Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden Halifeliği
kaldırmaması için ricada bulunulmaktaydı.
Mektubun
iki istanbul gazetesinde yayınlanması, aynı zamanda umuma hitaben kaleme
alınmış bir açık mektup olduğu anlamını taşımaktadır. Hadisenin arka planındaki
gerçek, istanbul basınının Ankara hükümetini tenkid yolunda gösterdiği ortak
tavırdı. Matbuatın muhalif kalemşörlerinden Hüseyin Cahit (Yalçın), Ahmet Emin
(Yalman), eski Dersim mebusu Lütfi Fikri (Düşünsel), Velid( Ebüzziya) ve Ahmet
Cevdet Beyler, bilhassa Hilâfetin muhafaza edilerek anasaya sistemi içinde
korunması gerektiğini, böyle bir siyasetin İslâm dünyası içinde Türkiye
Cumhuriyeti’ne büyük avantaj kazandıracağı kanaatini yaymakta idiler.
İsmet Paşa,
meşhur mektubun Tanin ve İkdam'da yayınlanmasının üstünden üç gün geçmeden
konuyu Meclis'e getirdi. Aynı gün, İstanbul’da vazife yapmak üzere 31 Temmuz
1922'de çıkarılmış olan "istiklâl Mehakimi Kanunu" mucibince bir
istiklâl Mahkemesi teşkil edilerek, üyeler belirlendi. Buna göre mahkeme
başkanlığına Osmaniye mebusu ihsan (Eryavuz), müddeiumumiliğe Manisa Mebusu
Vâsıf (Çınar), üyeliklere Konya Mebusu Refik (Koraltan) , Kütahya Mebusu Cevdet
(Izrap) ve Hakkâri Mebusu Asaf Bey'ler seçilmişti. Mahkeme 9 Aralık'ta
Ankara'dan hareketle ertesi gün İstanbul’a vardı ve ilk iş olarak İstanbul
Barosu Başkanı Lütfi Fikri, İkdam gazetesi sahibi Ahmet Cevdet, Tanin gazetesi
sahibi ve mesul müdürü Hüseyin Cahit ve Tevhid-i Efkâr Gazetesi sahibi Velid
Bey'lerle aynı gazetenin mesul müdürü Muhiddin Bey gözaltına alındı.
Müddeiumumi Vâsıf Bey Aralık'ın 15'inde yapılan ilk duruşmada zanlıların
tevkifini talep etti. Bu arada Meclis, 13 Aralık'ta toplanarak, mahkemenin,
ilgili kanunun üçüncü maddesinde tarif edilen suçlar hakkında kovuşturma
yapmasına yetki vermişti. Siyasi tarihimize "Gazeteciler dâvası "
olarak geçen bu duruşmada müddeiumumi 25 Aralık'ta iddianamesini okuyarak
sanıkların Hiyanet-i Vataniye Kanunu'nun ilk maddesi gereğince
cezalandırılmalarını istedi. 2 Ocak 1924 tarihinde açıklanan karara göre
yargılanan bütün gazeteciler beraat ettiler. Ancak ayrıca açılmış olan bir
dâvada yargılanan Lütfi Fikri Bey, 27 Aralık 1923 tarihinde, Meşrutiyet
idaresini Cumhuriyet'e tercih ettiği ve Halifenin siyasi otoriteden tecrid
edilmesinin hatâ olduğu yolundaki yazısından ötürü, Hıyanet-i Vataniye
Kanunu'nun tadile uğrayan ilk maddesi hükmünce beş yıl hapse mahkûm edildi.
Cezanın kaldırılması için Meclis'e müracaat eden Lütfi Fikri Bey, takriben
otuzbeş gün sonra 13 Şubat 1924 tarihinde 412 sayılı kanunla affedildi.
Bu dâva,
yeni Cumhuriyet rejimi ile İstanbul basını arasındaki ilk ciddi güç gösterisi
olmak gibi bir anlam taşımaktadır, İstanbul istiklâl Mahkemesi, büyük bir
ihtimalle Ankara'nın arzusu doğrultusunda fazla ileri gitmekte fayda görmemiş
ve sanıklara adeta gözdağı verircesine kısa bir yargılamadan sonra salıvererek
onlara, bundan böyle otorite kaynağının hangi merci olduğu yolunda ikazda
bulunmuştu. Bu yargılama tarzından çıkan bir başka anlam, aslında işlendiği
varsayılan suçun kendisi ve doğurduğu mahzurlar değil, sanıkların yargı
merciinin ardındaki kuvvete râm olup olmadıklarını tecrübe etmek arzu-sudur.
Bundan böyle Tek Parti yönetiminde matbuatın hareket serbestisi de, devletin
yeni yöneticileri ile kuracakları iyi münasebetlerin sınırıyla bağımlı
kalacaktır.
İstanbul
istiklâl Mahkemesi, ikinci olarak Mustafa Kemal Paşa'ya ve Cumhuriyet'e suikast
dâvası olarak bilinen dâva ele alındı. İlk yargılamanın 12 Ocak 1924'de yapıldığı
dâvada İlyas Sami, Ali Osman Reis, Hemşinli Mehmet, Sandalcılar Kâhyası Hasan,
Dayı Mesut ve Kör İbrahim tutuklu olarak yargılandılarsa da, haklarında yeterli
delil bulanamadığından 5 Şubat'ta sanıklar salıverildiler. Sadece Ali Osman
Reis hakkında bir yıl mahkûmiyet cezası verildi.
Mahkeme,
"kadınların başını açıyor" gerekçesiyle halkı devlete karşı
kışkırtmak suçundan yargılanan Hafız İbrahim Ethem isimli şahsı bir yıl hapse
mahkum ettikten sonra İngilizlerle sıkı münasebette bulunduğu ileri sürülen
Hilâfet Yaveri Ekrem Bey'i delil yetersizliğinden serbest bıraktı. Bakacak
başkaca dâva kalmaması üzerine 20 Ocak 1924'de Başvekil ismet Paşa Meclis'e
başvurarak Mahkemenin görevine son verilmesini istedi. Meclis, elindeki dâvayı
sona erdirmesi kaydıyla İstanbul istiklâl Mahkemesi'nin görevini sona erdirdi.
İstanbul
matbuatı ile gerginleşen münasebetleri yumuşatmak gayesiyle bazı gazeteciler
İzmir iktisat Kongresi'ne davet edildiyse de, varılan sun'i uzlaşma uzun ömürlü
olmadı. Meşrutiyet devirlerinde bile Batılı bir programı savundukları için
muhafazakâr çevrelerin husumetini kazanan, Hüseyin Cahit, Lütfi Fikri ve Ahmet
Emin gibi şöhretli yazar ve gazetecilerin, Cumhuriyetli yılların henüz ilk
günlerinde, yeni rejim tarafından "vatana ihanetle suçlanması, bilhassa
Avrupa kamuoyu nezdinde kötü intibalar uyandırmıştır. Bu tutarsızlığı hisseden
Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa'nın, havayı ısıtmak gayesiyle yaptığı
girişimlerin müspet sonuçlar doğurması da, esasen, hiçbir türlü muhalefete
tahammül etmemeyi bir tarz olarak seçen yeni rejimin mantığı çerçevesinde
başarısız kalmaya mahkûmdu ve yeni bir hesaplaşma mukadder görünüyordu.
İstiklâl Mahkemeleri Muhalefete Karşı
I
Cumhuriyet'in
ilanından sonra, siyasi hayatı kontrol eden kuvvet, iyice belirginleşmeye başlamıştı.
II. Grup'un seçimlerde tamamen tasfiye edilmesinden sonra Meclis, etkili bir
muhalefet hareketini besleyecek sivil cihazlardan mahrum kalmış bulunuyordu.
Bununla beraber 1924 başlarında bütün muhalefet potansiyelinin etkisiz durumda
olduğunu söylemek mümkün değildir. Başta Cumhuriyet'in ilanında
memnuniyetsizliğini gizlemeyen bir grup yüksek rütbeli asker olmak üzere (Kâzım
Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Cafer Tayyar Paşa, Cevat Paşa, Refet Paşa, Rauf
Bey ), saltanat makamının an'anevi prestijinden tecrid edilmiş olmasına rağmen
Osmanlı Hanedanı'nın karizmasını devam ettiren Halife, İstanbul İstiklâl
Mahkemesi'nde küçük bir gözdağı verilmiş olmasına rağmen hâlâ ağırlığını devam
ettiren İstanbul matbuatı v2? klasik değerlere bağlılığını sürdüren toplumun
muhafazakâr çoğunluğu, hesaba katılması gereken potansiyel muhalefet merkezleri
olarak varlığını devam ettirmekteydi. 193O'lu yıllara kadar devam eden süreç,
aksiyona dönüşmüş olsun veya olmasın bütün potansiyel muhalefetin ustalıkla
tertib edilmiş bir zamanlama ile tasfiyesine sahne olmuştur.
Saltanatın
ilgasından sonra siyasi otoritesini kaybeden Hilafet makamı, sınırları pek de
vazıh olmayan bir temsil yetkisiyle pek az yaşama imkânı bulabildi. 3 Mart 1924
günü kabul edilen bir kanun teklifi ile Hilâfet kaldırıldı. Meclis, Hilâfet'in
esasen "Cumhuriyet'in mânâ ve mefhumunda mündemiç " olduğu kanaatiyle
Halifeyi hal'ederken, Osmanlı hanedanını da son derece sert tedbirlerle tasfiye
ediyor, damatlar ve hanedanın kadın üyelerinden olma evlatlar da kanun kapsamına
alınarak bunların on gün içinde Türkiye Cumhuriyeti arazisini terk etmeleri
isteniyor, hudut dahilindeki gayrimenkuller üzerindeki tasarruf haklan
kaldırılıyor ve vatandaşlık sıfatları sona erdiriliyordu. Kanun daha çıkmadan
önce muhtelif vesilelerle kamuoyunun hazırlanmasına itina gösterilmiş,
Halife'nin kendi bütçesine yaptığı itiraz ele alınarak, Cumhuriyet bütçesinde
"hanedan" diye bir faslın anlamsızlığı ileri sürülmüştü. Hilafetin
kaldırıldığı gün Meclis'te iki önemli kanun daha kabul edildi: Buna göre
Şer'iye, Evkaf ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletleri de kaldırılmış,
Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun kabulü ile laik devlet prensibinin yerleştirilmesi
için son derece elzem bir alan, İnkılâplar lehine boşaltılmıştı. 3 Mart 1924
tarihi, sadece gelecek İnkılâpların zeminini teşkil etmesi bakımından değil,
Milli Mücadelenin başlangıcından beri önemli bir sıklet merkezi durumundaki
İstanbul’un maddi ve manevi itibarının da Ankara lehine bozguna uğratılması
bakımından da özel bir anlam, taşımaktadır.
1924 yılı
içinde, konumuz açısından önem taşıyan bir başka hadise 17 Kasım 1924'de
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurulması olmuştur. Bu dönemde, ideolojik
çizgisi ne olursa olsun, iktidara alternatif olabilecek herhangi bir siyasi
oluşuma iyi nazarla bakılmıyor, inkılâpların tamamlanması için, geçici bir süre
müddetince muhalefet yaratılmaması bekleniyordu. Terakkiperver Fırka'nın
kuruluşu da, bu görüş doğrultusunda âdeta bir ihanet hareketi gibi
değerlendirildi. Fırka'nın kuruluşundan önce I. Ordu Komutanı Kâzım Karabekir
ve II. Ordu Komutanı Ali Fuat Paşa'nın askeri görevlerinden istifa ederek mebus
olarak Meclis'te çalışmayı tercih etmeleri ve Refet Paşa'nın da mebusluktan
istifasını geri alması siyasi bir krize yol açmıştı. Hareketin yaygınlaşmasından
endişe eden Mustafa Kemal Paşa, diğer Paşa mebuslara birer telgraf çekerek
derhal mebusluktan istifa etmelerini istedi ve bu emre derhal itaat etmek
yerine, sebebini sormak tedbirsizliğinde bulunan paşaları ikinci bir telgraf
emriyle müstafi saydığını bildirdi. Meclis'te artık sarih çizgilerle
birbirinden ayrılmış iki siyasi zümre vücut bulmuştu. 17 Kasım'da Terakkiperver
Fırka'nın kuruluşunun ardından Halk Fırkası saflarında belirgin bir tedirginlik
başladı. Fırka'nın programında yer alan "dine hürmetkâr olmak"
ibaresi birçok tenkid ve demagojiye konu edilerek TCF, Meclis'te yıkıcı
tenkidlere uğratıldı. Ama kısa bir süre sonra Halk Fırkası da ismini Cumhuriyet
Halk Fırkası olarak değiştirme lüzumunu hissetti. Bursa'da yapılan ara
seçimlerde CHF'ye karşı Terakkiperver Fırka adayının seçimi kazanması mukadder
bir hesaplaşmayı hızlandıran baş'lıca amil oldu. Halit Paşa'nın 9 Şubat 1925
günü Meclis'te istiklâl Mahkemesi'nin en "güvenilir" hâkimlerinden
biri olan Ali Çetinkaya tarafından vurulması, basın ve kamuoyunda
"muhalefete tahammülsüzlük" olarak nitelendirilip, hükümetin
suçlanması da havayı iyice gerginleştirdi.
Şeyh Sait isyanı ve Takrir-i Sükûn Kanunu
Bu günlerde
başlayan Şeyh Sait isyanı (13 Şubat 1924), Tek Parti devri boyunca muhalefet
hareketlerinin kaderini belirleyen önemli bir gelişme teşkil etti. 23 Şubat'ta
hükümet, 12 il ve 2 ilçede bir ay süreyle sıkıyönetim ilan ederek isyanı
bastırmaya teşebbüs etti. Tarih yazarlarının ekseriyeti tarafından Lozan'da
çözüme bağlanmadan bırakılan Musul meselesi ile ilişkilendirilen bu isyanın,
İngilizler tarafından tahrik edildiği yaygın bir kanaattir.
İsyanın
Doğu Anadolu'da hayli yaygınlık göstererek Diyarbakır, Elazığ ve Genç illerini
etki altına alması üzerine Hükümet, askeri tedbirler yanında kanuni düzenlemeler
yapmak ihtiyacını da hissetti. 25 Şubat'ta yapılan Meclis toplantısında
"Hıyanet-i Vataniye Kanunu""nun ilk maddesi tadil edilerek,
"Dini veya mukaddesat-ı diniyyeyi, siyasi gayelere esas veya alet ittihaz
eden cemiyetler teşkili" vatana ihanet tarifi içine alındı (556 sayılı
kanun). İsyanın sadece asabiye hisleriyle değil, yeni rejimin aldığı bir dizi
kanuni düzenlemede anlamını bulan laik programa karşı çıkan sloganlarla
beslenmesi, bu kanunun tâdilinde etkili olmuştur. Bu arada Terakkiperver
Cumhuriyet Fırka Reisi Kâzım Karabekir Paşa'nın Meclis'te isyanı ve isyancıları
lanetlemesi, dinin siyasete âlet edilmesine müsamaha göstermeyecekleri
yolundaki beyanatını da önemle kaydetmek ama netice itibariyle TCF'yi ithamdan
kurtaramadığını da belirtmek gerekir. 2 Mart 1925'de yapılan yapılan CHF grup
toplantısında Başvekil Fethi Bey'in siyaseti, gereken sertlik ve kararlılığı
yansıtmadığı düşüncesiyle tenkide uğrayınca Fethi Bey (Okyar) istifa etti. 4
Mart günü yerine, sertlik yanlısı siyasetiyle tanınan ismet Paşa atandı, ismet
Paşa, isyan suçlularını kovuşturmak için derhal istiklâl Mahkemesi teşkilini
talep ettiği gibi "Takrir-i Sükûn" adı verilen kanun teklifiyle, bir
nevi olağanüstü hal rejimi ilan ederek, ülkenin her yanında, hükümete ezici bir
kudret veren yetkilerin kanunlaşmasını istedi. Kanun, teklif edildiği gün kabul
edilerek yürürlüğe girdi ( 4 Mart 1925). Takrir-i Sükûn Kanunu (Ek-VI), 1924
Anayasası ile tanınan kişi haklarının askıya alınmasını, son derece
esnetilebilir bir hükümet yorumuna muhtaç bıraktığı gibi, Meclis'i de bir
denetim mekanizması olarak tamamen devre dışı bırakıyor ve adeta harp esnasında
çalıştırılan istiklâl Mahkemelerini hatırlatır bir tarzda, hükümetin
beğenmediği her türlü eylemi bastırmak konusunda hükümete, hızlı, kesin ve
kapsayıcı yetkiler tanıyordu. Bu kanuna göre ilticaya, isyana, ülkenin sosyal
düzenini, istikrarını, emniyetini tehdit etmeye yönelik her türlü örgütlenme,
kışkırtma, özendirme ve bu gayelere hizmet eder mahiyetteki yayını önleme
konusunda hükümet, Reisicumhurun da onayını alarak yetkilerini kullanabilecek
ve zanlıları istiklâl Mahkemesine sevk edebilecekti. Kanun metni dikkatle
incelendiğinde görülmektedir ki Takrir-i Sükûn Kanunu ile baskı altına alınan
tek kurum basındır. Kanunda sayılan diğer cürüm ve eylemler, esasen muhtelif
kanunlarla ve defalarca yasaklanmış bulunuyordu. Kanunun, bütün Türkiye'de
uygulanacak derecede kapsamlı tutulması da dikkat çekmektedir.
İsyan Bölgesi ve Ankara İstiklâl Mahkemesi'nin
Kuruluşu
Sıkıyönetim
ilanı ve sair bastırma tedbirleri konusunda hükümete tam destek veren TCF,
Takrir-i Sükûn Kanunu'nun aleyhinde tavır aldıysa da teklif 22'ye karşı 122
oyla kabul ederek kanunlaştı. Meclis, aynı gün aldığı bir başka kararla iki
istiklâl Mahkemesi teşkiline karar verdi: "Şark" İstiklâl Mahkemesi,
i-dam kararlarını Meclis'e tasdik ettirmeksizin infaz etmek hususunda yetkili
kılınırken, Ankara İstiklâl Mahkemesi'nin idam kararlan, Meclis'in reyine
bırakıldı. Şark İstiklâl Mahkemesi tabiri, bilahare, bütün Doğu illerini töhmet
altında bıraktığı gerekçesiyle "İsyan Bölgesi istiklâl Mahkemesi"
olarak değiştirilmiştir.
22 Mart
1925'de Meclis'te yapılan seçim sonucu, şu mebuslar istiklâl Mahkemesi üyesi
olarak seçildiler:
Ankara
İstiklâl Mahkemesi;
Ali Bey
(Çetinkaya)- Başkan
Necip Ali
Bey (Küçüka) -Müddeiumumi
Ali Bey
(Kılıç)- Üye
Ali Bey
(Rize Mebusu)- Üye
Reşit Galip
Bey- Yedek üye
İsyan
Bölgesi İstiklâl Mahkemesi;
Mazhar
Müfit Bey (Kansu)-Başkan
Ahmet
Süreyya Bey (Örgeevren)- Müddeiumu-
Ali Saip
Bey (Ursavaş)-Üye
Lütfi Müfit
Bey-Üye
Avni Doğan
Bey- Yedek üye
12 Nisan
günü Diyarbakır'a ulaşabilen İsyan Bölgesi İstiklâl Mahkemesi, Şeyh Sait'i
yargılamadan önce, ayaklanmaya iştirak suçundan 389 kişi hakkında hüküm verdi.
Bunlardan 28'i vicahen, 21'i gıyaben idama mahkûm oldular. 47 kişinin beraat
ettiği duruşmalarda, 48 kişi de muhtelif hapis cezalarına çarptırıldı.
Duruşmalar esnasında mahkeme heyetinin, isyancılarla Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası arasında hiç değilse "mânevi" bir ilişki araması dikkat
çekmektedir. Nitekim mahkeme bu kanaatini, 25 Mayıs tarihinde, yetki alanına
giren vilayetlerdeki TCF şubelerini kapatarak açığa vurmuştur.
Duruşmaların
odak noktasını teşkil eden Şeyh Sait dâvası, Mayıs'ın 6'sında Şeyh Sait ve
arkadaşlarının istiklâl Mahkemesi'ne teslimi ile başladı. Şeyh Sait, yapılan
ilk duruşmalarda isyanın siyasi bir mülahazaya dayanmaksızın, sıradan bir sebep
yüzünden çıktığını ileri sürdü. Müddeiumumi, iddianamesini 27 Haziran'da
okuyarak Şeyh Sait'le birlikte 80 sanık hakkında suçlamada bulundu. 28 Haziran 1925'de
yapılan karar duruşmasında aralarında Şeyh Sait'in de bulunduğu 47 kişi idama
mahkûm edildi. Şeyh Sait 29 Haziran günü 46 kişiyle birlikte Diyarbakır'da idam
edildi.
İsyanın
bastırılması ve Şeyh Sait'in idamıyla mesele kapanmış sayılmadı. Temmuz ortasında
Diyarbakır'dan ayrılarak Elazığ'a geçen İsyan Bölgesi istiklâl Mahkemesi,
burada adi sayılabilecek suçlarla ilgilendikten sonra, istanbul matbuatıyla bu
defa yeniden hesaplaşmaya koyuldu.
Henüz Şeyh
Sait'in yargılanması devam ederken bazı sanıkların, istanbul gazetelerinin
yayını tesiri altında kaldıklarını ifade etmeleri üzerine 7 Haziran'da bir ara
karar alan istiklâl Mahkemesi, Sebilürreşad, Tevhid-i Efkâr, Vatan, Son
Telgraf, Tanın, İleri ve İstiklâl gazeteleri hakkında takibata geçti. Kararda
bu gazetelerin 1924 Ocak'ından bu yana yayınlanan nüshaları ile gazetecilerden
Eşref Edip, Velid Ebüzziya, Abdülkadir Kemali, Fevzi Lütfi ve Sadri Ethem
Bey'lerin tutuklu olarak isyan bölgesine celbedilmeleri isteniyordu. 11
Ağustos'da Ahmet Emin ve Ahmet Şükrü Beylerin de tutuklu olarak Elazığ'a
celbedilmeleri kararlaştırıldı ve Vatan gazetesi kapatıldı. Tutuklular arasına
Suphi Nuri ve İsmail Müştak isimli gazeteciler de ilave edildiler.
Sorgulamalara 16, Ağustos'da başlanarak, gazetecilerin isyancılara etki edip
etmedikleri, rejime karşı olup olmadıkları soruldu. Müddeiumumi'nin iddiaları,
mahkemenin gerçek niyetini de açıkça izah eder niteliktedir; İddianamede
yapılan inkılâplara karşı, eski düzeni yaşatmak isteyenlerin varlığından, bunların
basın hürriyetini su-istimal ettiklerinden, hükümeti diktatörlük ve tedhiş
idaresi kurmakla itham ettiklerinden, Cumhuriyet düşmanlarına cesaret
verdiklerinden bahsediliyordu. Ne var ki 1925 Eylül'ünün ilk günlerinde
yargılanan gazetecilerin toplu halde Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa'ya
çektikleri af telgrafı, müddeiumumi'nin sert tutumunu hayli yumuşatıcı bir etki
yapmıştı, iddianamesini okurken sert suçlamalarda bulunan Müddeiumumi, talep
ettiği ceza faslında yumuşak davranarak dâvanın kapatılmasını istedi. Mahkeme
de sanıkların Şark İsyanı ile ilgilerinin görülmediğini kabul ederek,
Abdülkadir Kemalî Bey haricindeki gazetecilerin beraatlerine karar verdi.
Bundan
sonra isyanla ilgili ikinci dereceden dâvalara da bakan mahkeme yaklaşık 14 ay
boyunca bölgede kalarak yargı faaliyetlerini yürüttü. 1926 Ekim'inden itibaren
mahkeme, hem önemli bir dâva kalmadığından, hem de uzun süredir bölgede vazife
yapan hakim heyetinin yorgunluğu gibi sebeplerden fiilen faaliyet gösteremedi,
isyan Bölgesi istiklâl Mahkemesi, diğer istiklâl Mahkemesi ile beraber 7 Mart
1927 tarihinde kanunen lağvedilerek faaliyetine son verildi. Mahkemenin Meclis
Başkanlığına verdiği rapora göre 12 Nisan 1925'den, 7 Mart 1927 tarihine kadar
baktığı dâvaların suç ve beraat listesi şöyledir;
Yargılanan
kişi sayısı 5010
Vicahen
idam kararı 207
Gıyaben
idam kararı 213
Muhtelif
hapis kararı 1811
Beraat
kararı 2779
Mahkeme, bu
arada askerden firar suçu işleyen 13 kişiye de idam cezası vermişti ki bu sayı,
yukarıdaki listeye dâhil değildir.
isyan
Bölgesi istiklâl Mahkemesi, Şeyh Sait isyanı münasebetiyle kurulup
görevlendirilmesine rağmen, kendisine tanınan geniş yetkileri kullanarak,
sadece kamu düzenini korumak gayesiyle değil, hükümetin ve rejimin isteği
doğrultusunda çalışmaktan çekinmemiş, ama siyasi otorite öyle arzu ettiği
zaman, bütün hukuk prensiplerini ve yaptığı işin ciddiyetini bir kenara
bırakarak keyfi ve siyasi kararlar verebilmişti, isyan bahane ederek İstanbul
matbuatının önemli isimlerini Elazığ'a celbetmesi ve bir müddet sonra Mustafa
Kemal Paşa'nın müzaheret telgrafı üzerine sanıkları salıvermesi, bu mahkemenin
siyasi kararlardan ne kadar kolayca etkilenebildiğini açıkça gösterir.
İsyan
Bölgesi istiklâl Mahkemesi üyelerinden Avni Bey'in(Doğan) hâtıralarında ifade
ettiğine göre, mahkeme esnasında Şeyh Said'e, bazı gazete ve yazar isimleri
verilerek, bunları itham etmesi halinde cezasının hafifletileceği yolunda
vaadde bulunulmuştu. Avni Doğan'ın imasına göre bu vaadi, mahkeme heyetinden
bazı kişilerin yapmış olması gerekir. Aynı şahıs, bu dava esnasında Başvekil
ismet Paşa'dan sık sık cesaretli davranması ve bu işin neticesinde itibarının
artacağı yolunda şifre telgraflar aldığını da açıklamaktadır. Mete Tuncay'ın
verdiği bilgiye göre Avni Doğan Gazeteciler Davası esnasında Dâhiliye Vekili
Cemil Bey'e hususi bir mektup yazarak, "zât-ı âlilerinden bana yürüyecek
doğru yolun iraesini hürmetle rica ederim" yollu bir direktif talebinde
bulunmuş ve mektubuna, gösterilen yola kayıtsız şartsız uyacağını belirtir bir
cümle ile son vermişti.
Yakın
tarihimizde İstiklâl Mahkemeleri kavramını, kendi başına temsil edecek kadar
şöhret bulan Ankara istiklâl Mahkemesi, "Dört Aliler Mahkemesi"
olarak da bilinir, İzmir suikastı, Şapka inkılâbı ve gazeteci Hüseyin Cahit
Yalçın'in ikinci defa yargılanması gibi dâvalarla siyâsi tarihimize geçen bu
mahkeme, isyan Bölgesi istiklâl Mahkemesi ile birlikte 4 Mart 1925 tarihinde
kuruldu. Mahkeme reisliğine Kel Ali lakabıyla mâruf Ali (Çetinkaya),
müddeiumumiliğe Necip Ali (Küçüka), üyeliklere Kılıç Ali ve Rize Mebusu Ali
(Zırh) Bey seçildiler. Reşit Galip Bey de yedek üye olarak seçildi.
Mahkeme, 12
Mart 1925 günü bir bildiri yayınladıktan sonra Takrir-i Sükûn Kanunu'na
muhalefet eden zanlıları yargılamaya başladı. Kürtçülük ve irtica propagandası
yapmakla itham edilen Salih Boşo ve Resul Hoca, Doğrusöz gazetesi sahip ve
yazarı Ata Bey'in dâvası ile işe başlayan mahkeme faaliyetleri, kurulmasından
bu yana onbeş gün bile geçmeden, sansasyonel bir dâva ile kamuoyunun bütün
ilgisini üzerine çekti. Adana Valiliğinden iki şahidi Ankara'ya sevk etmelerini
isteyen mahkeme, ödenek yokluğu sebebiyle bu isteği yerine getiremeyen Adana
Valisi Hilmi (Uran) Bey'i yargılamak üzere Ankara'ya çağırdı. Hükümetin
otoritesini sarsıcı bu karar karşısında Dahiliye Vekili, Adana Valisi Hilmi
Bey'i destekleyerek mahkemenin verdiği 250 liralık cezayı Vekalet bütçesinden
ödeyerek Hilmi Bey'i görevine iade etti. Bu hadise istiklâl Mahkemelerinin yeni
yönetim ve rejim içindeki yerini göstermesi bakımından çok önemlidir. Nitekim
aynı heyet, İzmir suikastı esnasında bu defa Başvekil ismet Paşa’yı da tevkif
etmeğe kalkışacaktır.
Takrir-i
Sükûn Kanunu'nun tanıdığı olağanüstü yetkileri kullanarak rejimin kayıtsız
şartsız destekçisi olma niyetini gizlemeyen mahkeme, bu niyetini Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası'na karşı takındığı tutumla dışa vurmaktan çekinmemiştir.
Şeyh Sait isyanı sanıklarının TCF ile ilgisini isbat etmek için en sıradan
ifadelerin bile üzerine giden mahkeme, nihayet Salih Boşo dâvasını bahane
ederek TCF'nin bütün evrakının, incelemek üzere muhakemeye celbini
kararlaştırdı. Esasen 25 Şubat günü, Başvekili Fethi Bey, TCF lideri Kâzım
Karabekir ile görüşerek fırkanın kapatılmasını istemiş ve bu arzunun, kendinden
ziyade Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa'nın isteği olduğunu da ihsas etmişti. Bu
isteğin reddedilmesinden sonra bu defa istiklâl Mahkeme'sinin kendisini bu
vazifeyle muvazzaf hissederek harekete geçtiği anlaşılıyor. Mahkeme kararını
müteakiben TCF İstanbul Merkez Şubesinin zabıtaca aranarak gerekli evraklara el
konulması, bir başka krize yol açtı. Haberi "Dün Gece TCF Basıldı"
başlığıyla veren Tanın gazetesi, bu haberinden dolayı 16 Nisan'da kapatıldı ve
başta Hüseyin Cahit Bey olmak üzere gazete sorumluları tevkif edildi. Nihayet 3
Haziran 1925 tarihinde hükümet, TCF'yi kapattığını açıklayarak Cumhuriyet
tarihinin ilk meşru muhalefet hareketine son verdi. Tanin'e mensup gazeteciler
Ankara'ya celbedilerek dâva gününü beklerken, Takrir-i Sükûn Kanunu'na
muhalefet ettiği ileri sürülen Resimli Hafta i-simli derginin sorumluları
hakkında takibata geçildi. Derginin mesul müdürü Zekeriya(Sertel) ve Cevad
Şakir (Kabağaçlı) Beyler, üçer yıl sürgün cezasına çarptırıldılar. Hüseyin
Cahit'in duruşması 27 Nisan'da başladı ve 7 Mayıs günü sona erdi. Hüseyin
Cahit'in son derece parlak bir üslupla yaptığı müdafaa, bugün Türk hukuk
edebiyatında önemli bir yer tutmaktadır. Hüseyin Cahit'in bilhassa,
"Herhalde böyle bir mahkemede hâkim olmaktansa mahkûm olmayı tercih
ederim" cümlesi, İstiklâl Mahkemeleri'nin bütün safahatına karşı
yöneltilmiş en veciz tenkidlerden birisi sayılmaktadır. Ankara istiklâl
Mahkemesi buna rağmen Hüseyin Cahit Bey'e verebileceği cezanın en ağırını
tercih ederek müebbed sürgünle cezalandırdı. Hüseyin Cahit, sürgün gittiği
Çorum'da içten bir alâka ile karşılandı ve yeniden sanık olarak yargılandığı
İzmir suikastı dâvasında beraat ederek verdiği dilekçeye istinaden serbest
bırakıldı.
Mahkeme,
Takrir-i Sükûn'a muhalefet ettiği ileri sürülen silah kaçakçılığı, rüşvet,
memura hakaret gibi dâvalara da bakmakla birlikte, daha ziyade siyasi etki
uyandırabilecek hadiselerin üzerine eğiliyordu. Bu cümleden olmak üzere
ücretlerinin azlığından şikâyet eden bazı vilayet telgraf memurlarının kanunsuz
grevini de ele aldı. Greve liderlik ettiği iddia edilen beş yöneticiye hafif
hapis cezası verilerek grevci memurlar beraat ettirildi.
1925
Temmuz'unda Tarikat-ı Salahiye adı verilen ve Milli Mücadele esnasında zararlı
faaliyetleri görülen bir gizli cemiyet üyelerinin dâvasına bakan mahkeme,
cemiyetin Vahidettin'e yeniden iktidar ve prestij kazandırmak amacıyla
Anadolu'da gizli faaliyet yürüttükleri gerekçesiyle 11 kişinin idamına karar
verdi. Bu dâvayla ilişkisi görülen, Meşrutiyet devrinin meşhur muhalif
mebuslarından Lütfi Fikri Bey, esasen aleyhindeki deliller yetersiz olduğu için
Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa'nın ricasıyla serbest bırakıldı. Ağustos ayında
mahkeme, Türkiye'de teşkilatlanmış sol eğilimli kişi ve gazetecilerin
yargılanmasıyla ilgilendi. Bu münasebetle dâvaya konu teşkil eden Orak-Çekiç
dergisiyle birlikte sol eğilimli yayın organları kapatıldı ve 12 Ağustos'ta
yapılan duruşmada 6 kişiye 7 yıl, 6 kişiye 10 yıl, aralarında Şefik Hüsnü
(Değmer) ve Nazım Hikmet (Ran)'in de bulunduğu 4 kişiye 15 yıl kürek cezası
verildi. Yargılanan diğer sanıklar beraat ettiler. Mahkumlar 1926 yılının
Cumhuriyet bayramında hükümet kararıyla serbest bırakıldılar. Bu gibi
dâvalarda, mahkemenin davranışı ve iddiası ile hükümetin af kararında
gösterdiği şefkat, bir tezat gibi görülüyorsa da aslında istiklâl
Mahkemeleri'nin iç ve dış siyasette bir baskı aracı olarak kullanıldığını
göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Tek Parti devrinde polis ve adliye
takibatından bir türlü kurtulamayan sol akımlar, devletin SSCB ile kurduğu
ilişkinin mevsimden mevsime değişen seyrine göre muamele görüyorlardı.
Şapka
İnkılâbı Vesilesiyle Yapılan Yargılamalar
1925 Yılı,
siyâset şekli ve üslûbunda genç Türkiye Cumhuriyeti'nin temel tercihlerini
berraklaştırdığı bir yıl oldu. 1924 Anayasası ile merkezî idareye büyük
yetkiler yetkiler tanıyan rejim, Hilâfetin kaldırılması, Tevhid-i Tedrisat
Kanunu'nun kabulü, Evkaf ve Seriye Nezaretlerinin kapatılması ve Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası'nın behemehâl kapatılması yolunda gösterdiği kesin niyet ile
yönetimde sertlik taraftarı olduğunu açıkça ortaya koymuştu. Aynı yıl içinde
alınan iki önemli karar, bu üslûbun iyice belirginleşmesine yardım etti: -
Şapka inkılâbını takip eden tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin kanun,
Türkiye'nin hayli radikal bir kültür ihtilâli içinde bulunduğunun açık göstergeleriydi.
24 Ağustos
1925 günü Kastamonu'da, kendisini karşılamaya gelenleri Panama türü bir
şapkayla selamlayan Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa, bir dizi sosyal çalkantı ve
tepkiye yol açacak Şapka İnkılâbını da başlatmış oluyordu. Bunu 2 Eylül'de
Hükümet'in aldığı 2413 sayılı karar izledi. Buna göre devlet memurları artık
Batı tarzı şapka giyeceklerdi ve bu karar ahali için sadece teşvik edici bir
nitelik taşıyacaktı. Şapka giymeyi bütün ahaliye emreden kanun 25 Kasım 1925'de
çıkarıldı. "Şapka îktisâsı Hakkında Kanun" ismini taşıyan bu kanuna
göre, "Türkiye halkının da umumi serpuşu şapka olup buna münafi bir
itiyadın devamını hükümet men" edecekti (671 sayılı kanun). Bundan beş gün
sonra 30 Kasım'da çıkarılan 677 sayılı kanunla tekke ve zaviyeler kapatıldı.
Şapka
İnkılâbı, yapılan inkılâplar arasında sade vatandaşı en ziyade etkileyen
değişiklik oldu. Başı açık gezmeyi ya da Batı tarzda şapka giymeyi, yerleşik
değerlere olduğu kadar inanca da bir müdahale sayan insanlar, Anadolu'nun pek
çok yerinde tepkilerini ifade edici eylemde bulundular. Hükümet, şapka
inkılâbına karşı doğan tepkileri izale etmek için İstiklâl Mahkemelerini
kullandı. Ne var ki Şapka Kanunu'na muhalefetin cezası, şapka aleyhtarlarını
sindirmekte yetersiz kaldığı endişesiyle şapka aleyhtarlarına son derece ciddi
ithamlar da izafe edildi. Bu münasebetle mahkeme önüne getirilen sanıklara
genellikle Şeyh Sait İsyanı ile alakadar olduğu, Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası emellerini gerçekleştirmek için çalıştığı, kurulu düzene muhalefet
ettiği ya da en hafifinden dini siyasete âlet
ettiği gibi
suçlamalarda bulunuldu ve şapka aleyhtarları, işlenen cürümle hiç de mütenasip
sayılmayacak derecede şiddetli cezalarla sindirildi. Bugün hâlâ halk arasında
kullanılmakta olan "kasket", hükümetin teklif ettiği Batı tarzı
şapkayı içine sindiremeyenlerin alelacele keşfettiği uzlaştırıcı bir serpuş
modeli olarak varlığını korumaktadır.
Ankara
İstiklâl Mahkemesi, 1925 Eylül'ünün son günlerinde Batı Anadolu'da bir geziye
çıktı. 19 Ekim'e kadar süren gezi esnasında Afyon, İzmir, Eskişehir, Adana,
Mersin ve Gaziantep'i dolaşan mahkeme, seyyar bir yargı ekibi olarak genellikle
cinayet, ev basmak, soygun, külhanbeylik, işkence, çetecilik türünden adi
suçlar hakkında hükümler verdi. Ankara'ya döndükten sonra Maraş Mebusu Tahsin
Bey'in adının karıştığı bir dâva sebebiyle dokunulmazlığının kaldırılmasını
isteyen mahkeme, Kasım sonlarında, Şapka Kanunu'na muhalefet hadiselerinin
yaygınlaşması üzerine, yeniden seyyar çalışmak üzere Anadolu'ya hareket etti.
Bu esnada Meclis, yeni yasama yılına girerek resmen açılmış olduğundan İstiklâl
Mahkemesini yeniden idam cezası yetkisiyle mücehhez kılmak amacıyla Başvekil
ismet Paşa tarafından Meclis'e yapılan teklif kabul edildi. Mahkeme 24 Kasım'da
Kayseri'ye geldi ve ertesi gün Sivas'a geçti. Şapka aleyhine duvara asılan bir
yafta yüzünden bütün mahalle muhtarları yargılanıp suçsuz bulunduktan sonra,
şapka giymemekte ısrar ettiği gerekçesiyle şehir eşrafından bazı kişiler
sorgulandı. Şehrin eşrafı arasındaki siyasi çıkar hesaplaşmasının İstiklâl
Mahkemesini nasıl kullandığı yolunda, bu dâva ilginç bir örnek teşkil eder.
Dâva esnasında TCF'nin eski mensupları da mahkeme huzuruna çıkarılarak
sorgulandılar ve aklî melekelerinden şüphe duyulan bir kişinin astığı yafta
yüzünden yargılandılar. Mahkeme'de sanıkların TCF ile ilgilerinin olup
olmadığı, seçimlerde Halk Fırkası aleyhinde çalışıp çalışmadığı, TCF’ye
vaktiyle niçin sempati gösterdikleri gibi konuyla ilgisiz ithamlarla suçlanması
dikkat çekicidir. Dâva sonunda yaftayı astığı ileri sürülen Çil Mehmed isimli
şahsın idam, TCF taraftan ve eşraftan iki kişi onbeşer yıl, beş kişi on yıl, üç
kişi yedibuçuk yıl ve iki kişi üç yıl sürgün cezasına çarptırıldılar. Bu dâva
sonucunda, Sivas'ta belli başlı bütün muhaliflerin şu veya bu sebeple mahkemeye
celbedilerek cezaya çarptırılmaları ve Sivas'tan uzaklaştırılmaları, İstiklâl
Mahkemesi'nin yargı mantığını izah etmesi bakımından ehemmiyet taşımaktadır.
29 Ekim'de
Tokat'a geçen mahkeme, yayınladığı bildiriyle Tokatlıları birer şapka edinmeye
davet ettikten sonra, şapkaya muhalefet ettiği ileri sürülen eski Erbaa
Belediye Reisini üç yıl hapse mahkum ederek Amasya, Samsun, Trabzon tarikiyle 6
Aralık'ta Erzurum'a ulaştı. Kasım sonlarında meydana gelen üçbin kişilik bir
kalabalığın katıldığı şapka aleyhtarı gösterilerde, üç kişinin öldüğü, bir
zabitin yaralandığı, Rize civarında da toplu muhalefet hareketlerinin
görüldüğü, Mahkeme daha Sivas'ta iken Başvekil İsmet Paşa tarafından telgrafla
haber verilmişti. İstiklâl Mahkemesi, hadise zanlılarının Ankara'ya
gönderilerek, yargılamanın bilahere Ankara'da yapılmasını uygun buldu ve
muhalif tanınan bazı Erzurum mebuslarının hadiseyle ilgili oldukları yolunda
hükümetin dikkatini çekti. Daha sonra 11 Aralık'ta Rize'ye geçen Mahkeme, iki
gün süren duruşmada 143 kişiyi yargıladı. 14 Aralık'ta verilen kararda, elebaşı
olduğu ileri sürülen 8 kişi idama, 14 kişi onbeş yıl, 22 kişi on yıl, 19 kişi
beş yıl hapse mahkum edildi. Bu esnada Mahkeme'nin, bazı sanıkların ifadesine
dayanarak İskilipli Atıf Hoca'nın Frenk Mukallitliği ve İslâm isimli
risalesini, hadisede kışkırtıcı bir unsur olarak değerlendirmesi önemlidir.
Rize'de hadiselerin, mahkemenin iddia ettiği üzere İstanbul’daki bir gizli
teşkilatın eseri olduğu da doğruluğu hayli su götürür bir iddiadır. «Bu
münasebetle Meclis'te şapka kanunu aleyhinde konuşan Nurettin Paşa'nın da
Mahkeme'nin dikkatini celbettiği anlaşılıyor.
15
Aralık'ta Giresun'a gelen mahkeme, "dini siyasete alet ederek, şapka
aleyhinde bulunan ve halkı hükümete isyana teşvik ettiği" ileri sürülen 60
kişi hakkında hüküm verdi. Ayın 18'inde açıklanan karara göre zanlılardan ikisi
idam edildi; 3 kişiye on-beş, 6 kişiye beş yıl hapis cezası verildi. 21
Aralık'ta İstanbul’a varan mahkeme on gün sonra Ankara'ya geçerek, daha önce
buraya sevk etmiş oldukları sanıkların yargılanmasıyla ilgilenmeye başladı. 14
Ocak'ta başlayan Maraş sanıklarının duruşması 18 Ocak'ta karara bağlandı, 6
kişi idama, 14 kişi 15'er yıl hapse mahkûm edildiler. 21 Ocak'ta İstanbul’da
tevkif edilen Teali-i İslam Cemiyeti mensupları, 1 Şubat'ta ise Erzurum ve
Giresun hadisesi zanlıları yargılanmaya başlandı. Bu dâva bünyesinde İskilipli
Atıf Hoca'nın, Şapka Kanunu'ndan çok önce yazdığı risale sebebiyle sanık olarak
yargılanması dikkat çekicidir. 3 Ocak'ta verilen karara göre İskilipli Atıf
Hoca ve Ali Rıza isimli bir şahıs idama mahkum edildiler. Ceza ertesi sabah
infaz edildi, İskilipli Atıf Hoca'nın, suç henüz tarif edilmeden ve oluşmadan
önce yazdığı bir risale sebebiyle asılması, o günden beri amme vicdanını
yaralayan bir hüküm olarak hatırlanmaktadır.
Şapka
Kanunu'na muhalefet ettikleri gerekçesiyle istiklâl Mahkemesi'nde yargılanan
kişiler ve aldıkları cezalar hakkında kesin rakamlar vermek mümkün değildir.
Mahkeme bir yandan seyyar çalışıp günübirlik kararlar verirken, mahallinde yargılamakta
mahzur bulduğu bazı sanıkları Ankara'ya gönderiyor ve şapkaya muhalefetin
planlı ve teşkilatlı bir organizasyon eseri olduğu vehmiyle, birbiriyle ilgisiz
kişileri aynı dâva içinde mütalaa ederek yargılıyordu.
Ankara
istiklâl Mahkemesi görevli bulunduğu bir yıl içinde (7.3.1925 - 7.3.1926) 1669
sanığı yargıladı. Bunlardan 6l8'ini muhtelif cezalara çarptıran mahkemenin
verdiği idam cezası 138'dir. istiklâl Mahkemeleri'nin Takrir-i Sükûn Kanunu
dolayısıyla toplam 7446 kişiyi tevkif ettiği ve kaçanlar haricinde 600 kişiyi
idam ettiği yolunda bilgiler de vardır.
Bilhassa
Şeyh Sait isyanı ve Şapka Kanunu aleyhtarlarının yargılanması, istiklâl
Mahkemeleri'nin bir resmi terör ve korku aracı olarak iyice ünlenmesini temin
etti. Yaptıkları işle, Cumhuriyeti ve rejimi kurtardıkları zehabına kapılan
Mahkeme üyelerinin, bu fonksiyonları sebebiyle, siyaset çevrelerinde büyük
itibar kazandıklarını da ilave etmeliyiz.
15 Haziran
1926 gecesi, Giritli Şevki isimli bir şahsın polise ihbarda bulunarak
Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa'ya İzmir’de suikast yapılacağını haber
vermesi üzerine Ankara istiklâl Mahkemesi'nin son defa görev yapacağı önemli
bir dâva başlamış oldu. İzmir Suikastı meselesi, aydınlığa kavuşmamış
taraflarıyla hâlâ zihinleri meşgul etmekte; gerek Cumhuriyet tarihi, gerek
hukuk tarihi bakımından hayli önemli ve ilginç sonuçlar doğuran bu dâva,
Türkiye'de tek parti yönetiminin temel karakteristiklerini izah etmesi
bakımından dikkate değer nitelikler göstermektedir.
Önceden
yapılan programa göre 14 Haziran gününü Bursa'da geçirecek olan Reisicumhur'un,
ertesi gün İzmir’e intikal etmesi beklenmekteydi. O gün İzmir’e geçmek yerine
Balıkesir'de gecelemeyi tercih eden ve İzmir seyahatini ertesi güne erteleyen
Gazi, bazı görüş sahiplerine göre bu tesadüfi ertelemeden ötürü hayatını
kurtarırken, bazı yazarlara göre suikasttan daha evvel haberdar olduğunu da
istemeden açığa vurmuş oluyordu. Bu görüşü savunanlardan Erik Jan Zürcher'e
göre, böyle bir hadise bahane edilerek yapılacak tasfiye kararlaştırılmış
olmakla birlikte, bütün ayrıntılar önceden kestirilmemiş, bazı hadiseler tabii
akış içinde son şeklini almıştı
Giritli
Şevki isimli motorcunun yaptığı ihbar üzerine İzmir'in muhtelif otellerinde,
tertibin beyni ve organizatörü durumundaki Ziya Hurşit ve suikastte tetikçi
olarak görev yapacak Çopur Hilmi, Lâz İsmail ve Gürcü Yusuf adlı kiralık
katiller ele geçirildi. Ziya Hilmi I. TBMM'nde Rize mebusu olarak bulunmuş ve
II. Grup'un faal mensuplarından birisi olarak şöhret yapmıştı. Suikastçiler
herhangi bir direnişte bulunmadan teslim alındılar. İlk ifadelerine göre bir
seneden beri bu suikasti yapmayı düşünüyorlardı. Evvela suikasti Ankara'da
yapmayı planlamışlar, daha sonra Gazi'nin Bursa gezisi esnasında çıkacak bir
fırsatı araştırmışlar ve neticede İzmir'de karar kılmışlar, suikastten sonra
Giritli Şevki'nin motoruyla Sakız adasına kaçmayı kararlaştırmışlardı. Önceden
kestirilemeyen gecikme yüzünden suikastin iptal edildiğini sanan Giritli
Şevki'nin, korkuya kapılarak herkesten önce saldırıyı ihbar ettiği yaygın
kanaatti.
Reisicumhur
Gazi Mustafa Kemal Paşa, ertesi günü öğleden sonra (16 Haziran) halkın sevgi
gösterileri arasında İzmir'e gelerek yerleşti. O gün yaptığı "Benim nâçiz
vücudum bir gün elbette toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebed
payidar kalacaktır" cümlelerini de ihtiva eden konuşma, İnkılâp tarihinin
klasikleri arasında yer almıştır.
Tertip, bir
resmi tebliğle halka duyurulduktan sonra soruşturma genişletilerek, hadiseyle
ilgisi görülen diğer zanlıların da tutuklanmasına başlandı. Haber Ankara'ya
intikal edince Başvekil İsmet Paşa, derhal Ankara istiklâl Mahkemesi'ni
haberdar etti ve mahkemeyi İzmir’e götürecek hususi bir trenin hazırlanmasını
emretti. Mahkemenin, alınan ilk bilgilere dayanarak Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası'nın belli başlı üyelerinin tevkif edilerek İzmir’e celbine karar
vermesi oldukça ilginçtir. 18 Haziran'da İzmir’e gelen Mahkeme, 26 Haziran'a
kadar soruşturma ve tevkifleri sürdürdü. TCF'nin önde gelen üyelerinden ikisi
hariç (Hüseyin Rauf ve Abdülhak Adnan Adıvar Beyler yurtdışında idiler) tamamı
tevkif edilmişti ve tevkif edilenlerin sayısı bu tarihte yüz kişiyi bulmuştu.
Tevkifler, duruşmaların başlamasından sonra da devam etti.
Bu arada
cereyan eden bir hadise, devletin üst katlarında ciddi bir kriz yaratacak
derecede önem kazandı. TCF lideri Kâzım Karabekir Paşa'nın tevkifini mânâsız
bulan Başvekil İsmet Paşa, Karabekir'in serbest bırakılmasını emrettiyse de,
bunu yetkilerine karşı açık bir tecavüz sayan Mahkeme, ismet Paşa'nın tevkifi için
Ankara Polis Müdürüne emir verdi. Hadiseyi işiten Gazi, Başvekilini İzmir’e
çağırarak kendisini Kâzım Karabekir'in tevkifi ve istiklâl Mahkemesi'nden bir
anlamda özür dilemesi konusunda ikna etti. İsmet Paşa mahkeme heyetine hitaben
yazdığı tezkerede," heyet-i aliyenize mevdu' salahiyetin istimal değeri
olduğuna kani oldum" ifadesine de yer vererek resmen özür diledi ve Kâzım
Karabekir Paşa tevkif edilerek İzmir'e gönderildi (22 Haziran 1926). Bu hadise,
istiklâl Mahkemesinin olağanüstü yetkilerini ya da mahkemenin yüksek
dokunulmazlık ve itibarına değil, suikast ihbarının ilk gününden beri İzmir'den
ayrılmamaya itina eden Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa'nın dâva ile ilgili
kararlılığına işaret eder.
Duruşmalar 26 Haziran günü başladı ve müddeiumumi Necip Ali Bey
iddianamesini okudu. İddianamede Ziya Hurşit'in eski Ankara Valisi Abdülkadir
ve TCF Mebuslarından Şükrü (İttihat ve Terakki devrinin eski Maarif Nazırı) ile
anlaşarak suikastı planladıkları, Laz İsmail ve Gürcü Yusuf un Şükrü Bey'in adamı
olarak komploya dâhil oldukları, bilahere Miralay Arif Bey'le (Ayıcı lakabıyla
bilinir) temas kurdukları, Sarı Efe Edip'in de Şükrü Bey'in marifetiyle tertibe
dâhil edildiği ileri sürüldükten sonra hadisenin daha önce kapatılmış bulunan
TCF'nin tertibi olduğu belirtiliyordu. Esasen Mahkeme heyetinin, daha duruşma
başlamadan önce yaptığı basın açıklamalarında da suikastın İttihat ve Terakki
Cemiyeti'nin işi olduğu, yıllarca iktidarı ele geçirmek için çalışan Cemiyetin
bunda muvaffak olamayarak paravan olarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı
kullandıkları, TCF kapatılınca Reisicumhur'u öldürerek iktidara geçmeyi
tasavvur ettikleri ileri sürülmüştü. Daha duruşma başlamadan önce yapılan bu
açıklamanın, bilhassa
dış basın tarafından manidar bulunduğunu da
kaydetmeliyiz.
Duruşmada
Ziya Hurşit suçu kabullendi ama TCF ile kurulmak istenen bağı ısrarla reddetti.
Bu ifadede Ziya Hurşit'in, bir hükümet darbesi peşinde olmadığını, esasen
suikastten sonra Sakız'a kaçmayı planladıklarını özellikle belirtmesi dikkat
çekicidir.
Oysaki
iddia makamının bütün teorisi, suikastı bir hükümet darbesi ile
ilişkilendirerek suçlulara azami cezayı vermekti. Duruşma esnasında Mahkeme
heyetinin, bilhassa çoğu eski İttihat ve Terakki mensubu olan sanıkları
sıkıştırarak suikastta İttihat ve Terakki parmağı araması önemlidir.
Soruşturma, özellikle 1923 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin eski Maliye
Nâzırı Cavit Bey'in İstanbul’daki evinde eski İttihatçıların iştirakiyle
yapılan toplantı üzerine bir hayli derinleştirilmişti.
4 Temmuz'da
"Paşalar Duruşması" olarak ünlenen TCF liderlerinin duruşmasına
başlandı. Sorgulama esnasında TCF yöneticilerinin suikastle anlamlı bir ilişki
içinde olduklarını gösterir bir unsura raslanmadıysa da Mahkeme heyeti TCF'nin
vaktiyle kurulmuş olmasını bile ihanet sayacak ölçüde tarafgir bir tutum içinde
görünüyordu. Ne var ki, TCF'nin lider kadrosunu teşkil eden Paşaların
tevkifinin ve kendilerine isnad edilen suçlamaların ordu saflarında hayli
gerilim yarattığı da aşikârdı. Paşalar, mahkemeye getirilirken kapıda duran
askeri kıt'anın hazırola geçmesi, bu gibi gösterileri anlamlandırmakta
olağanüstü dikkatli olan Mustafa Kemal Paşa'nın gözünden kaçmamış olmalıdır.
Falih Rıfkı Atay'ın ifadesine göre, bu hadiseden sonra Çeşme'de Mahkeme
heyetiyle bir görüşme yapan Reisicumhur'un, Paşaların üzerine fazla gidilmemesi
yolunda telkinde bulunduğu muhakkaktır. Hadiseden takriben bir yıl sonra,
mahkemede sanık olarak yargılanan çocukluk arkadaşı Ali Fuat Paşa'ya hitaben
Mustafa Kemal Paşa, "Paşaları senin hatırın için affettirdim!"
diyerek, mahkeme üzerindeki tesirini kabullenmiştir.
11 Temmuz
günü sorgular tamamlandı ve Necip Ali Bey, sanıklar hakkında talep ettiği
cezalan açıkladı. Müddeiumumi bu defa İttihat ve Terakki Cemiyeti ile TCF'nin
işe karışmış olduğuna ilaveten, tertibin Şapka Kanunu ve Şeyh Sait isyanı ile
de ilgisi olduğunu iddia ediyordu. Mahkeme, kararını 13 Temmuz günü açıkladı ve
aşağıda isimleri verilen 15 kişinin idamına karar verildi:
Ziya Hurşit
(Eski Lâzistan Mebusu)
Ahmet Şükrü
(Eski Maarif Nâzın ve izmit Mebusu)
Gürcü Yusuf
Lâz ismail
Çopur Hilmi
Sarı Efe
Edip
Abidin
(Saruhan Mebusu)
Halis
Turgut ( Sivas Mebusu)
İsmail
Canbulat ( İstanbul Mebusu)
Rüştü Paşa
( Erzurum Mebusu)
Hafız
Mehmet (Eski Trabzon Mebusu)
Rasim(Baytar)
Miralay
Arif (Ayıcı-Eskişehir Mebusu))
Kara Kemal
Abdülkadir
(Eski Ankara Valisi)
Listede yer
alan Halis Turgut ve İsmail Canbulat'ın idamlarına karar verilmesi oldukça
şaşırtıcı ve ilginç şekilde cereyan etmiştir. Mahkeme, kararı ilk defa
açıkladığı zaman bu iki şahıs 10'ar sene kürek hapsine mahkûm edilmiş
bulunuyorlardı. Son defa savunmaları istendiğinde, verilen cezaya itiraz eden
Halis Turgut ve İsmail Canbulat, bu defa hapis yerine idamla cezalandırıldılar.
Karara göre TCF'nin önde gelen isimlerinden Kâzım Karabekir, Ali Fuat (Cebe-soy),
Cafer Tayyar, Refet (Bele), Mersinli Cemal Paşalarla, Sabit, Münir Hüsrev,
Faik, Bekir Sami, Kâmil, Zeki, Besim, Feridun Fikri, Halit ve Necati Bey'ler
beraat etmişlerdi.
Karar o gün
Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa tarafından tasdik edildi ve idamlar, aynı günün
gece yansında İzmir’in muhtelif semtlerinde infaz edildi, idama mahkûm
edilenlerden Kara Kemal Bey, infazdan iki hafta sonra 27 Temmuz günü,
İstanbul’da polis tarafından sıkıştırıldığı evde intihar etti. Abdülkadir Bey
ise Yunanistan'a kaçmak isterken yakalandı ve 31 Ağustos'ta idam edildi. Her
iki şahıs da, mahalli gazetelere varana kadar yapılan bir duyuru ile
aranmaktaydılar ve ihbarcılara günün parasıyla on bin lira mükâfat vaad
edilmişti. Bu arada suikastı ihbar eden Giritli Şevki de 6500 liralık nakdi
mükafat aldı.
Ankara
Duruşmaları ve İttihatçıların Yargılanması
Bununla
beraber İzmir Suikastı davası sona ermiş olmuyordu. Mahkeme heyeti, kararı
açıklarken, haklarında yapılan tahkikatın yetersizliği sebebiyle tamamı eski
ittihatçılardan meydana gelen Ergani Mebusu İhsan, Eski Ardahan Mebusu Hilmi,
Eski Maliye Nazırı Cavit, Eski Mersin Mebusu Selahattin, Eski Sivas Mebusu Kara
Vasıf, Eski Erzurum Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş), Eski İzmir Valisi Rahmi,
İstanbul Mebusu Rauf (Orbay) ve Adnan (Adıvar) Beylerin Ankara'ya nakledilerek
orada yargılanmalarına karar verdi.
Ankara
İstiklâl Mahkemesi 17 Temmuz'da İzmir’deki işini bitirerek Ankara'ya döndü.
Hadiseyle ilgili bulunan başka sanıklar da yargılanmak üzere daha önce
Ankara'ya sevk edilmişlerdi. Mahkeme, o günlerde basının "Kara Çete"
adını verdiği eski İttihatçıların sorgulamalarına derhal başladı. Bu arada
tevkif edilenlerin sayısı 58;i bulmuştu. Müddeiumumi Necip Ali Bey,
iddianamesini 2 Ağustos'ta okudu ve İzmir Suikasti ile eski ittihatçılar
arasında manidar bir bağ kurmaya gayret gösterdi. 10 Ağustos'ta Cavit Bey'in,
ertesi gün Hüseyin Cahit (o esnada istiklâl Mahkemesi'nin daha önceden verdiği
cezayı tamamlamak üzere Çorum'da sürgünde bulunuyordu) ve Salâh Cimcoz'un
ifadesi alındı. Bu mahkemede eski İttihatçıların Türkiye'de bulunan bütün mâruf
simaları sorguya çekildi. 23 Ağustos'ta verilen ifadelerin ışığında Müddeiumumi
Necip Ali Bey yeniden iddianamesini okuyarak, ittihatçıların umumi harp
esnasında şekeri dörtbuçuk kuruşa mal ettikleri halde ahaliye okkasını üçyüz
kuruştan sattıklarını da ihtiva eden suçlamalarda bulunduktan sonra sanıkların
müdafaalarına geçildi. 25 Ağustos'da müdafaalar dinlendi ve karar 26 Ağustos'ta
açıklandı. Cavit, Dr. Nazım, Ardahan Mebusu Hilmi ve Nail Beylerin idamlarına,
aralarında Rauf ve Eski İzmir Valisi Rahmi Bey'in de bulunduğu beş kişinin onar
yıl hapislerine karar verildi. Kalan 37 sanığın beraatine hükmolundu ki,
sanıkların bazıları dâva devam ederken suçsuz bulunarak.
Ankara
istiklâl Mahkemesi, ittihatçıların yargılanmasından sonra, sanıklara vaktiyle
yardım ve yataklık edenlerle, soygun, katil gibi sıradan suçlarla da bir müddet
ilgilendi. 28 Şubat 1927 tarihinde yapılan Cumhuriyet Halk Partisi grup toplantısında
Başvekil ismet Paşa, hadiselerin tamamen yatışmış olduğuna binaen Takrir-i
Sükûn Kanunu'nun iki yıl daha uzatılması ama istiklâl Mahkemeleri'nin 7 Mart
1927'de sona erecek görev süresinin uzatılmamasını istedi. Teklif 2 Mart günü
Meclis'te kabul edildi ve istiklâl Mahkemeleri'nin fiili varlığı sona erdi ve
Mahkeme elindeki dosyaları normal mahkemelere devretti. Bununla beraber
istiklâl Mahkemeleri'ne vücut veren istiklâl Mehakimi Kanunu ve ekleri, ancak 4
Mayıs 1949 tarihinde 5384 sayılı kanunla yürürlükten kaldırıldı. Bu kanun
teklifinin altında vaktiyle istiklâl Mahke-meleri'nde sanık olarak yargılanması
istenen Dr. Adnan Adıvar'ın imzasının bulunması yanında işletilmemiş bile olsa
istiklâl Mehakimi Kanunu'nun, Tek Parti devriyle yaşıt olması ilginç bir
noktadır.
Devlete
karşı işlendiği varsayılan bazı suçların, hukuki düzen içinde işleyen normal
mahkemeler yerine, özel kanun ve kararlarla kurulmuş olağanüstü mahkemelerde
yargıya tabi tutulması, sadece Türkiye'de rastlanan sıra dışı bir hadise
değildir. Bilhassa ihtilâl, isyan, anarşi ve özellikle savaş hallerinde, normal
mahkemelerin tâbi bulunduğu usul kaidelerini hızlı ve etkili işletmek gayesiyle
bu yola başvurulduğu biliniyor. Bu gibi olağanüstü yargı kurulları, ne kadar
makûl gerekçeler üzerine bina edilirse edilsin, belirli bir zaman geçtikten
sonra, eskilerin "âmme vicdanı", yeni tâbirle kamuoyu denilen şey
indinde mahkûm edilmek akıbetinden kurtulamıyor.
Yakın
tarihimizde kurulmuş bulunan ilk olağanüstü mahkeme, II. Abdülhamid'in,
iktidarını pekiştirdikten sonra, amcası Sultan Abdülaziz'in katlini soruşturmak
üzere Yıldız Sarayı bahçesinde topladığı "Yıldız Mahkemesi" olmuştur.
1881 yılında cereyan eden bu mahkemede Midhat Paşa'nın ölüme mahkûm edilmesine
rağmen Padişah iradesiyle cezasının sürgüne çevrilmesi, bugün dahi bazı tarih
yazarları tarafından şiddetli tenkidlere hedef teşkil etmektedir. Yıldız
Mahkemesi'ni takib eden yıllarda olağanüstü mahkemeler ikinci defa, 31 Mart
Vak'asını takib eden günlerde kurulan "Divan-ı Harp'ler oldu. İsyana
katıldığı gerekçesiyle yüzlerce sanığı yargılayan Divan-ı Harpler, bir süre
sonra Çırpıcı Çayırı'nda kafa çeken sarhoşları, "âdâb-ı umumiye ve
milliyeye muhalif hareket etmek" suçundan ötürü hafifmeşrep kadınları bile
yargılamaya başlamıştı. Divan-ı Harp uygulamaları Meşrutiyet yıllarında tekrar
edildi; Ermeni Muhacereti'nin ardından kurulan Nemrut Mustafa Divan-ı Harp
Mahkemesi'nin. Boğazlıyan kaymakamı Kemal Bey'i ve Bahçe Müftüsü'nü siyasi
baskılar neticesi idam etmesi o yıllarda âmme vicdanını ciddi surette
yaralamıştı. Mahmut Şevket Paşa'nın katillerinin ve İttihatçıların meşhur
tetikçesi Yakup Cemil'in yargılanmaları da yine Divan-ı Harpler vasıtasıyla
olmuştu.
Divan-ı
Harp ve olağanüstü mahkeme geleneğinin. I. TBMM Hükümeti ve Cumhuriyet
devrindeki uzantısı İstiklâl Mahkemeleridir. 1927'den sonra fiilen
işletilmemesine rağmen Cumhuriyet tarihinin demokrasili yıllarında bile
olağanüst" mahkeme kurmak geleneği devam etti. I960 yılındaki askeri
darbenin ardından kurulan Yassıada Mahkemelerine mensup bir hâkimin
sanıklara,"sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor!" cümlesi, bir
anlamda İstiklâl Mahkemesi geleneğinin, çok partili siyasi hayatta bile devam
edebildiğinin açık göstergesiydi. 12 Marttan sonra kurulan Sıkıyönetim ve
Devlet Güvenlik Mahkemeleri, hâlâ olağanüstü bir yargı biçimi olarak mer'i
hukukumuz içindeki yerini korumaktadır.
İstiklâl
Mahkemeleri'ni değerlendirmek söz konusu olduğunda, iki farklı "istiklâl
Mahkemesi" kavramı ile karşılaşıyoruz. 1920'cle kurulan İlk İstiklâl
Mahkemesi ile 1927'de faaliyetine son verilen son İstiklâl Mahkemesi tarihi
açıdan her ne kadar birbirinin devamı gibi görünüyor, aynı hukuk statüsü içinde
çalışmış sayılıyorsa da. mahkeme heyetlerini motive eden sebepler bakımından
aralarında mühim farklar bulunduğu aşikârdır. İstiklâl Harbi devam ederken
faaliyette bulunan İstiklâl Mahkemeleri, bir nevi savaş hukuku (martial law)
çerçevesinde faaliyet gösterdiler ve o günlerde ciddi bir problem halini almış
bulunan asker kaçaklarını caydırmak gayesiyle hizmet ettiler. Mahkemelere hâkim
olarak mebusların tayin edilmesi. I. TBMM'nin anayasal altyapısının müsaade
ettiği bir uygulamaydı. Yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarını uhdesinde
toplayan bu Meclisin üyeleri, harp müddetince bütün dikkatlerini zafere teksif
ederek fedakâr bir mesai verdiler. Harp devam ederken bu Meclisin üyelerinin,
herhangi bir siyasi çıkar hesabı içinde bulunduklarını gösterir hiç bir ciddi
delil yoktur. Meclis Reisi olarak Mustafa Kemal Paşa. hemen bütün mebusların
nezdinde tartışmasız bir karizma otoritesi olarak destek buluyordu. I. Meclis
bünyesinde farklı bir siyasi meslek temsilcisi olarak II. Grup'un çıkmış
olması, bir itiraz unsuru olarak kullanılamaz, zira II. Grup'u bir siyasi zümre
olarak birbirine yaklaştıran etkilerin tamamı. Mustafa Kemal Paşa ve yakın
çevresinin, bilahere Halk Fırkası adını alacak olan gruptan gelmişti. Mustafa
Kemal Paşa Mayıs 1921"de Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu'nu
kurarken, sonradan II. Grup diye adlandırılacak olan zümreden yapılan
müracaatları geri çevirmiş, hattâ II. Grup'un önderlerinden birisi olan Hüseyin
Avni Bey'in bu yoldaki açık tavrına ilgi göstermemişti. Şüphesiz her üyenin
kendine mahsus bir siyasi mesleği ve felsefesi bulunmasına rağmen ülkenin
geleceğini ve savaşın seyrini ilgilendiren konularda tam bir bütünleşme
sergileyebilen Meclis, böylece iç siyasete dönük hesapların da yapıldığı (ki
bugünün ölçülerine göre gayet normal karşılanması gereken) bir siyaset arenası
haline gelmişti.
istiklâl
Mahkemelerini şaibe altında bırakan gelişmeler, Türkiye'nin siyasi atmosferinde
oluşmaya başlayan normale dönüş işaretleriyle başladı. Yunan ordusunun, sadece
kendi kuvvetine dayanarak Anadolu'da artık taarruzi bir harekât yapamayacağı
iyice belli olduktan sonra, I. TBMM'nin sergilediği tecanüs, yerini siyasi
yelpazenin çoksesliliğine terketti. Bundan böyle ortada kazanılması gereken bir
ölüm-dirim harbi değil, paylaşılması gereken bir siyasi iktidar duruyordu. Sulh
anlaşması imza edildikten sonra siyasi iktidarın emrindeki Meclis ekseriyetinin
kontrolüne verilen bir istiklâl Mahkemesi'nin, bundan böyle yakın ve uzak
vadeli siyasi hesaplaşmalar ve menfaatler uğruna kullanılması kaçınılmazdı.
istiklâl
Mahkemelerinin ikinci dönemi diye adlandırabileceğimiz 1923-1927 yılları
arasında kurulan istiklâl Mahkemeleri, kuruluşlarında, üye seçiminde ve tek tek
üyelerinin zihnindeki iyiniyet payı ne olursa olsun siyasi kavganın dışında
kalamazdı ve öyle oldu. Cumhuriyet'in ilanını takib eden günlerde, iki İstanbul
gazetesinde neşredilen bir mektup üzerine kurulan İstanbul istiklâl
Mahkemesi'nden başlamak üzere, kurulan son mahkemeye kadar bütün heyetler,
isteyerek veya istemeyerek olsun, siyaset kavgasında kullanıldılar. Söz konusu
suçların, tabii hâkim esasına göre kurulmuş bulunan normal mahkemelerde
yargılanabileceğine dair bütün muhalif görüşler, Mecliste hüsnükabul
görmedikten başka, potansiyel rejim düşmanları olarak da dikkat çekti. Halk
Fırkası'nın müfrit taraftan olarak bilinen mebuslar, bu gibi Meclis
tartışmalarında, inkılâp edebiyatıyla bir arada sunmaya itina ettikleri bir
demagojinin kamufle ettiği tehditlerle muhalefeti etkisiz hale getirdiler.
Yeni
rejimin ilk gövde gösterisini, İstanbul matbuatının ünlü isimlerinin istiklâl
Mahkemesi karşısına çıkarılması teşkil eder. Sonu beraatle neticelenmiş bile
olsa hükümetin seçtiği üslûp, kamuoyunun serbestçe oluşturulabilmesinde bundan
böyle hükümet dışında hiçbir kuvvetin payı olmadığını vurguluyordu. Meşrutiyet
ve hattâ Mütareke devrinde bile çileli gayretlerle bir gelenek tesis etmeyen basın,
bundan böyle Abdülhamid devrini kandille aratır bir sıkı kontrol rejimine tabi
olacaktı. Bu mesajı değerlendirmekte zaaf gösteren bazı gazeteciler, bu defa
Şeyh Sait tsyanı'na ilham ve moral verdikleri iddiasıyla yeniden İstiklâl
Mahkemesi önüne çıkarıldılar. Şark istiklâl Mahkemesi, sanıkların Mustafa Kemal
Paşa'ya yazdıkları af dilekçesinin de tesiriyle gazetecileri serbest bıraktıysa
da, Ankara'daki mahkeme Hüseyin Cahit'in çizmeyi aştığına hükmederek kendisini
ömür boyu sürgüne mahkum etmekten çekinmedi. İstanbul matbuatı böylece, yeni
düzende kimin daha kuvvetli olduğunu ve hangi kuvvete itaat edilmesi
gerektiğini deneme- yanılma yoluyla da olsa öğrenmiş oldu.
Şeyh Sait
İsyanı'nın ardından çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu'nun, isyan bölgesiyle sınırlı
bırakılmayarak bütün Türkiye'ye teşmil edilmesi, iktidarı elinde bulunduran güç
odağının henüz kendinden yeterince emin olmadığını gösteriyordu. 1924 yılında
teşkilatlanmaya başlayan legal muhalefet, sıradan bir i'tizal hareketi değil,
Milli Mücadele'ye imzasını atmış komutanlardan müteşekkil bir siyasi parti
görünümündeydi. Halk nazarında kredileri vardı ve fırka programlarında,
iktidarın husumetini çekebilecek hiçbir inkılâp aleyhtarı madde bulunmuyordu.
TCF muhaliflerince ikiyüzlülük olarak nitelendiren fırka programı, aslında son
derece samimidir ve işaret ettiği temel siyasi haklar bakımından Halk Fırkası
programından daha Batılı ve ilerici bir espri taşır. Fırka kurucularının
şahsiyeti, hayat felsefesi ve geçmişleri de bu hükmü doğallar bir çizgi göstermektedir.
Siyasi platformda TCF'nin varlığına gösterilen tahammülsüzlük, inkılâp veya
cumhuriyet aleyhtarı olmalarından değil, Halk Fırkası'nın ancak şiddet
gösterileriyle elinde tutabildiği iktidarı paylaşabilme ihtimalinden
kaynaklanıyordu. Bunun haricinde TCF'nin irtica ya da Cumhuriyet aleyhtarları
ile manalı bağlar tesis ettiğine dair her delil ve iddia, hayli zorlanmış bir
yorum ve (istiklâl Mahkemelerinin İzmir Suikastı davasındaki tutumu
hatırlanacak olursa) komplo olmaktan başka anlam taşımamaktadır.
Esasen
istiklâl Mahkemesi hâkimlerinin, ne zaman kendilerini adalet dağıtmaya memur
bir "hâkim" gibi gördükleri ve hissettikleri, çok su götürür bir
meseledir. Mahkeme esnasındaki davranışlarına, kayıtlara geçmiş ifadelerine ve
içlerinde pek azının bıraktığı hâtıralarına istinaden rahatça ileri sürülebilir
ki, istiklâl Mahkemesi hâkimleri, müteâl bir hukuk ve adalet kavramından
ziyade, günün ihtiyaçlarına ve icaplarına, siyasi iktidarın temayül ve
direktiflerine uygun davranma endişesini taşımışlardı. Bu hükmü, ilk dönem
İstiklâl Mahkemeleri için bir nebze yumuşatmak kabildir: ama ikinci dönemde
İstiklâl Mahkemesi hâkimlerinin siyâsi ağırlık taşıyan her dâvada,
"yukarıdakilerin" imâ ve hattâ aşikâr direktiflerine göre hüküm
verdiğine dair sarih örnekler mevcuttur: Sol eğilimli kişi ve kuruluşların
dâvalarında karar tansiyonunun. Sovyet Hükümeti ile ile kurulan siyâsi
münasebetin seyrine göre ayarlanması-. 1922'de Garp Cephesinde I. Ordu komutanı
olarak görev yapan Ali ihsan (Sabis) Paşa'nın yargılanmasından Mustafa Kemal
Paşanın "rica ve ısrarı" üzerine vazgeçilmesi. Çerkez Ethem
meselesinde Dahiliye Vekili Refet Bey'in yargılanmasından yine rica üzerine
vazgeçilmesi. İstanbul ve Şark istiklâl Mahkemelerinde gazetecilerin iki defa.
vâki "rica ve ima "üzerine salıverilmeleri ve İzmir Suikastı
dâvasında TCF'ye mensup paşaların mahkûm olmaktan son anda kurtulmaları,
kayıtlara geçmiş müdahale hadiselerinden bazılarıdır. Aslında İstiklâl
Mahkemelerinin kurulması, üyelerinin seçimi, hangi suçlan yargılayabilecekleri
ve verdikleri idam cezalarının infazına yetkili olup olmadıkları gibi
hususların Meclis tarafından (yani iktidar çoğunluğunca) kararlaştırıldığı göz
önüne alınacak olursa, siyasetin gölgesi, hemen bütün dâvaları örtecek derecede
genişlemektedir. Siyâsi etki, bilhassa İzmir Suikastı dâvasının ikinci
safhasında, meşhur İttihatçılar'ın Ankara'da yargılanması esnasında zirve
noktasında erişmiş bulunuyordu; öyle ki, bu dâvada mahkeme heyeti, sanıkların
İzmir suikastı ile ilişkilerini bile geri plana atarak, Birinci Dünya Harbi
öncesindeki eylemlerini ve kusurlarını suç delili olarak kabul etme tarzını
benimsemekle, "adli yargı" yerine "siyasi tasfiye" heyeti
olarak vazife yapmaktan çekinmemişti. Bu fütursuzluğu, elbette mahkeme heyetini
motive eden kudretin, kendisini iktidarının zirve noktasında görmesiyle izah
edebiliriz.
istiklâl
Mahkemeleri, bilhassa Şapka İnkılabına bağlı dâvalarda, siyâsi iktidarla
kurdukları ilişkinin yakın veya uzak oluşuna göre taşra eşrafı arasında da bir
tasfiye cihazı gibi çalışmaktan kurtulamadılar. Taşrada "efkâr-ı
umumiye"yi şekillendirmeye kabiliyet ya da istidadı bulunan her güç odağı,
istiklâl Mahkemeleri vasıtasıyla siyâsi mücadelenin dışına itildi. 1927'den
sonra Tek Parti devrinin, 27 öncesine göre siyasetin stabiliteye kavuşmasında
elbette bu tasfiyelerin önemli yeri vardır. 1927'den sonra kanunen mümkün
olmakla birlikte, yeniden istiklâl Mahkemeleri kurmak yoluna neden
gidilmediğinin cevabı da yukardaki cümlede bulunabilir. Ne Serbest Fırka'nın
kapatılmasında, ne Menemen hadisesinin kovuşturulmasında, ne de Dersim
İsyanı'nın bastırılmasında istiklâl Mahkemesi tesisine lüzum hissedilmeyişi
oldukça anlamlıdır ve siyasi iktidarın, bütün kurumlarıyla kendinden emin
tavrını aksettirir.
istiklâl
Mahkemeleri'nin kuruluş ve işleyiş tarzını, bir nevi tersinden komplo
nazariyesine göre izah etme gayretinde bulunan görüşler vardır. Bu görüşün en
salahiyetli savunucusu olarak Prof. Dr. Ergun Aybars’tan ve onun iki cilt
halinde yayımlanan İstiklâl Mahkemeleri isimli eserinden bahsetmek gerekiyor.
Prof. Aybars, cidden büyük emek mahsulü olan araştırmasıyla (ki eserin
1920-1923 yıllarını kapsayan ilk bölümü doktora, 1923-1927 yıllarını inceleyen
ikinci bölümü doçentlik tezi olarak hazırlanmıştır), Türkiye Cumhuriyeti
tarihinin istiklâl Mahkemeleri konusunda akademik araştırma yapan ilk ve en
önemli yazarı olması sıfatıyla vazgeçilmez bir referans noktasıdır. Bu
çalışmanın plan iskeletinde ve bilhassa temel bilgilerin temininde, adı geçen
eserlerden istifa edildiğini de belirtmeliyiz. Ne var ki Ergun Aybars, istiklâl
Mahkemelerinin varlığını ve çalışma tarzını bütünüyle "inkılâpları
koruma" teorisine dayandırarak, tarih nazarında istiklâl Mahkemelerini
"ibra" etmek için bize göre gereksiz bir gayret sarf etmiştir. Genel
değerlendirmenin son safhasında, "istiklâl Mahkemesi" denince akla
gelen bu iki eserdeki önemli yorum hatalarından bazılarını işaret etmek
gerekiyor
Prof.
Aybars, eserinin ilk cildinin 55'inci sayfasında, İstiklâl Mahkemelerinin
varlık sebebini izah etmek için, mevcut mahkemelerin çalışmalarının ve
sistemlerinin bozuk olduğuna işaret ediyor ve bu mahkemeleri "Çalışmaları,
kendilerine verilmiş olan yetkiyle sınırlıydı... bu uygulama yöntemi insanları
uyuşturup, davaların hızını azaltıyor, cezanın ibret yönünü yok ediyordu"
cümleleriyle tenkid ediyor. Yazara göre normal mahkeme hâkimlerinin çoğu
"ulusal amacı anlaması olanaksız" kişilerdi ve bazen "İdamı
gereken' birinin yöntem dolayısıyla beraat ettiği "görülüyordu. Bu
hâkimlerin hemen hepsi "medrese mezunu, alaydan yetişme kişiler"di ve
ve büyük bir kısmı "halifeci-padişahçı" kimselerdi. Yazar aynı cildin
66'ncı sayfasında istiklâl Mahkemelerinin, "ulusal inançtan ve ihtiyaçtan
doğan devrim ve ihtilâl mahkemeleri" olduğu belirtmekte, 85'nci sayfada ise
mahkemelerin "karar vermek için delile ihtiyacı olmadığını, kararlarını
vicdani kanaate göre verebileceğini, buna rağmen haklarında delil
bulunmayanların beraat etmesinin, bu mahkemelerin ne derece âdil olduğuna
örnek" teşkil ettiğini ileri sürmektedir.
Prof.
Aybars, siyasi muhalefetin istiklâl Mahkemelerini tenkid etmesine de razı
değildir. 135'nci sayfadaki ifadeye göre mahkemeleri terör aracı olarak gören
aleyhtarlar, ilk fırsatta kaldırılmasına çalışıyorlardı ve bunların içinde
Çerkez Ethem taraftarları bile vardı. Muhaliflerin İstiklâl Mahkemelerinden
çekinmeleri için "kişisel sorunları olmalıydı". Müteakip sayfadaki
ifadeye göre muhalifler tenkitlerine henüz mahkemeler çalışırken başlamışlardı,
bu da "teklifleri yapanların peşin fikirli olduklarını gösteriyordu".
Yazar, 31
Temmuz 1922'de kabul edilen İstiklâl Mehakimi Kanunu'nun getirdiği yetki
kısıtlayıcı hükümleri, "Mahkemelerin ihtilâlci karakterini yok"
ettiği gerekçesiyle eleştirmekte, bu kanunla ihdas edilen müddeiumumilik
makamını, "tutuklama ve karar konusunda mahkemeler için engel
durumunda" olmakla
suçlamaktadır (s. 181, 183). Bu cildin değerlendirme kısmında, 1924
yılında
çıkarılan
genel affı da eleştiren yazar, serbest bırakılan kişilerin "ilerde Türk
Devrimi için tehlikeli" olacaklarını öngörmektedir (s.224).
Araştırmasının devamı niteliğindeki ikinci ciltte de yazar,
verdiği büyük gayreti hiçe sayan ve gölgeleyen bir sübjektivite ile bir tarih
araştırmasında yorumun nasıl "yapılmaması" gerektiği konusunda parlak
misaller vermektedir. 16'ncı sayfada muhalefeti "kişisel ihtiraslar"
peşinde koşmakla suçlayan Prof. Aybars, "Muhalif grupların faaliyetinin
artması, Türk Devrimi için tehlikeli olmaya başlamıştı. Özellikle İstanbul
basınında beliren muhalif yayın endişe verecek boyutlara ulaşıyordu"
hükümlerini verdikten sonra devrimin gerçek amacının " çağdaş, demokratik
bir ülke kurmak olduğunu" da belirterek, bilhassa devrim yapılırken
muhalefet ve hür basın gibi çoğulcu unsurlardan ne anladığını da izah
etmektedir (s.21). İstanbul basınını yargılayan İstanbul İstiklâl Mahkemesinin
kuruluşunu, devrime karşı koyanlara devrimin gücünü göstermek ve gerici basını
susturmak gibi gerekçelerle savunan yazar (s.30), 56.
sayfada, İstiklâl Mahkemelerinde
hüküm
giyenlerin temyize başvurabilmesi için çalışan çevrelerin gayretlerini şöyle
eleştirmektedir:" Bir devrim mahkemesi kararları için temyiz yolunun açık
olduğunu düşünmek bile, birçok kimsenin içinde bulunulan ortamı ve devrim
sürecini anlayamadıklarını veya onu yozlaştırmaya çalıştıklarını
gösteriyordu". Yazar'ın istiklâl Mahkemeleri ruhu ile ne derece
aynileştiğini anlamak açısından 140. sayfada zikredilen bir hadiseye dikkat
etmek gerekiyor. Şark İstiklâl Mahkemesi'nde, bir duruşma esnasında müddeiumumi
ile hakim arasında anlaşmazlık çıkmış, Müddeiumumi' Süreyya Bey' (Örgeevren)in
mütalaa için Ankara'ya başvuracağını söylemesi üzerine hakimlerden Lütfi Müfit
Bey, "Bizim belli bir amacımız vardır. Ona varmak için arasıra kanunun
üstüne de çıkarız" demişti. Yazar, bu hadise hakkında aynen şu yorumu
yapmakta-dır; "Lütfi Müfit Bey'in sözlerinde inkılâpçı eylemin ve istiklâl
Mahkemeleri'nin karakterini belirtmesi yönünden büyük bir gerçek payı
vardı".
Prof. Dr.
Ergun Aybars, büyük emek ve dikkat sarf ederek yaptığı bu çalışmayı, yukarda
yanlışmada dahi bulunmadan iktibas etmeğe çalıştığımız -ve tamamı zikredilenden
herhalde beş on kat daha fazla olan-, savunmacı bir yorum anlayışıyla ele
almıştır. Prof. Aybars'ın bu iki ciltlik çalışmasında, Cumhuriyet tarihimizi
bir kavga alanı olmaya sürükleyen indî ve tekelci tutumdan çok sayıda örnek
bulmak mümkündür, istiklâl Mahkemelerini, bir istiklâl Mahkemesi mensubunun
hatıratında dahi görülmeyecek derecede hevesli ve ne yazık ki ilmî ağırlığı
hayli tartışma götürecek keyfî yorumlarla savunmağa kalkışan yazar, yukarda da
belirttiğimiz üzere, "nasıl yapılacağı" konusunda değil ama,
"nasıl yapılmaması gerektiği" konusunda, hatırı sayılır bir metod
numunesi ortaya koymuş bulunmaktadır.
Netice
olarak istiklâl Mahkemeleri'nin yakın tarihimizin içindeki safahatına bir
hatime olabileceğine inandığım ilginç, bir iktibasla, Falih Rıfkı Atay'ın
Çankaya'sından aldığım bir paragrafla hatm-i kelâm etmek istiyorum:
"Ne
kadar yazık ki, yeni rejimin otoritesi, İzmir ve Ankara sehpaları üstünde
tutundu. Bu kesin tasfiye, her türlü aleyhtarlığın ve gericiliğin bütün
cesaretlerini kırdı. Mustafa Kemal'e başladığı inkılâbı tamamlamak fırsatını
verdi.
Nasıl ki,
Meşrutiyette ittihat ve Terakki otoritesi de taklib-i hükümet hadisesinin
sehpaları üstünde tutunmuştu.
Fakat hükümet içinde hükümet gibi, bir de istiklâl Mahkemesi
otoritesi meydana geldi. Reisin evi hemen hemen "merci-i enam" idi.
Bu hal, ismet Paşa'nın devamlı ısrarları üzerine bir akşam, Ankara Palas'ın bir
balosunda Mustafa Kemal'in istiklâl mahkemecilerini çağırıp hemen oracıkta
vazifelerine nihayet vermelerine kadar sürdü."
Kronoloji
1920(1336)
23 Nisan 1920 29 Nisan 1920
11 Eylül 1920 26 Eylül 1920
2 Ekim 1920 21 Ekim 1920
8 Kasım 1920 15 Kasım 1920
1921 (1337))
6-10 Ocak 1921 20 Ocak 1921
19 Şubat 1921
Büyük Millet Meclisinin açılışı
Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nun kabulü
Firariler Hakkında Kanun'un kabulü
Firariler Kanunu'nun ilk maddesine yapılan zeylin kabulü.
Meclis'te İstiklâl Mahkemelerine
üye seçilmesi
Konya İsyanının başlaması
İsparta istiklâl Mahkemesinin
göreve başlaması
Konya
İstiklâl Mahkemesi'nin
göreve
başlaması
Pozantı
istiklâl Mahkemesi'nin
kurulması
Birinci
inönü Muharebesi
Teşkilât-ı
Esasiye Kanunu'nun
kabulü
istiklâl
Mahkemeleri'nin ilk defa
111
16 Mart
1921
23-31 Mart
1921 10 Tem. 1921
23 Tem.
1921
24 Tem.
1921
5 Ağustos 1921 7-8 Ağustos 1921
13 Eylül 1921 20 Ekim 1921 tatil edilmesi (Ankara hariç) Moskova
Anlaşmasının imza edilmesi
İkinci İnönü Muharebesi
Yunan Taarruzu; Kütahya-Eskişehir ricati
İstiklâl Mahkemeleri'nin ikinci defa faaliyete geçmesi
Yeni İstiklâl Mahkemelerine
üye seçimi
Mustafa Kemal Paşa'ya Başkumandanlık yetkisi verilmesi Tekâlif-i
Milliye Kararları'nın yayınlanması
Sakarya Meydan Muharebesi
Ankara Anlaşması (Fransızlarla)'nın imzalanması
1922(1338)
20 Tem. 1922
31 Tem. 1922
I Ağustos 1922
26 Ağustos 1922 9 Eylül 1922
II Ekim 1922
1 Kasım 1922 20 Kasım 1922 istiklâl Mahkemeleri'nin geri
çağrılması
İstiklâl Mehâkimi Kanunu'nun kabulü
Eski Kanunlara göre kurulan İstiklâl Mahkemelerinin kapatılışı
Büyük taarruzun başlaması İzmir'in kurtuluşu
Mudanya Mütarekesi'nin
imzalanması
Saltanatın ilgası
Lozan görüşmelerinin başlaması 112
6 Aralık 1922
1923(1339)
22 Ocak 1923
I Nisan 1923
15 Nisan 1923
16 Nisan 1923
II Ağustos 1923 24 Tem. 1923
1 Ekim 1923 29 Ekim 1923 31 Ekim 1923 5 Aralık 1923
8 Aralık 1923 24 Tem. 1923
İzmir, Kütahya ve Bursa İstiklâl Mahkemesi'nin kurulması
Elcezire (Diyarbakır) İstiklâl
Mahkemesi'nin kurulması
I.TBMM'nin yenilenmesi için seçime karar verilmesi
Hiyanet-i Vataniye Kanunu'nun ilk
maddesinin tâdili
Meclis'in son toplantısı
İkinci Dönem TBMM'nin açılışı
Lozan Anlaşması'nın yürürlüğe
girmesi
Türk Ordusu'nun istanbul'a girişi
Cumhuriyetin İlanı
Seferberliğin kaldırılması
Ağa Han'ın mektubunun
Tanin ve İkdamda, neşri
istanbul istiklâl Mahkemesi'ne
hâkim seçimi
Lozan Anlaşması'nın yürürlüğe
girmesi
1924 (1340)
3 Mart 1924
16 Nisan
1924 Haziran 19241
17 Kasım
1924
Hilafetin
ilgası ve Tevhid-i Tedrisat
Kanunu 'nun
kabulü
Genel Af
50'liklerin
yurtdışı edilmesi
Terakkiperver
Cumhuriyet
Fırkası'nın
kuruluşu
113
22 Kasım
1924 27 Kasım 1924 19 Aralık 1924
1925 (1341)
13 Şubat
1925 4 Mart 1925
6 Mart I
)25
15 Nisan
1925
7 Mayıs
1925
3 Haziran
1925 28 Haziran 1925 6 Eylül 1925 25 Kasım 1925
1926 (1324)
4 Şubat
1926
ismet Paşa
Hükümetini'nin istifası Fethi (Okyar) Bey Hükümeti Asker Milletvekillerinin ordudan
istifasını emreden kanun
Şeyh Sait
Isyanı'nın başlaması ismet Paşa Hükümeti'nin kurulması, Takrir-i Sükûn
Kanunu'nun kabulü, isyan Bölgesi ve Ankara istiklâl Mahkemeleri'nin kurulması,
Bazı
istanbul gazetelerinin kapatılması
Tanin
gazetesinin kapatılması Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey'in yargılanarak Çorum'de
müebbed sürgüne mahkum edilmesi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın hükümetçe
kapatılması Şeyh Said'in istiklâl Mahkemesinde idamına karar verilmesi
Gazetecilerin Elazığ'da Yargılanması ve Beraetleri Şapka Iktisası Hakkında
Kanun'un Kabulü
iskilipli
Atıf Hoca'nın istiklâl Mahkemesi kararıyla idamı 16 Haziran 1926 Gazi Mustafa
Kemal Paşa'ya
114
I
17 Haziran 1926
22 Haziran 1926
26 Haziran 1926 3 Temmuz 1926 13 Temmuz 1926
14 Temmuz 1926 17 Temmuz 1926
27 Temmuz 1926
2 Ağustos 1926 10 Ağustos 1926
25 Ağustos 1926
26 Ağustos 1926
27 Ağustos 1926 29 Ağustos 1926
31 Ağustos 1926
izmir'de suikast teşebbüsünün ortaya çıkması
Ankara istiklâl Mahkemesi'nin izmir
Sukiastı sanıklarını yargılamak üzere Başvekil ismet İnönü
tarafından görevlendirilmesi Başvekil ismet Paşanın Mahkeme Heyetiyle görüşmesi
ve Kâzım Karabekir'in tevkifi
izmir Suikastı Dâvasının başlaması TCF Önderi Paşaların
sorgulanması istiklâl Mahkemesi'nin izmir'de yargılanan Suikast sanıkları hakkında
verdiği kararın açıklanması. Paşaların Beraati idam kararlarının infazı
istiklâl xMahkemesi'nin Ankara'ya intikali ve
"ittihatçı"ların sorgulanması
Kara Kemal Bey'in-Istanbul'da intihan
iddianamenin okunması Cavit Bey'in Müdafaası Sanıkların son müdafaalarının
alınması
Kararın açıklanması idam hükümlerinin infazı Eski Ankara Valisi
Abdülkadir Bey'in duruşması Abdülkadir Bey'in idamı 115
1927 (1343)
2 Mart 1927
7 Mart 1927
4 Mayıs 1949
Takrir-
Sükûn Kanunu'nun iki yıl daha yürürlükte kalması ve İstiklâl Mahkemeleri'nin
görev süresinin uzatılmaması yolundaki teklifin kabulü
Kararın
İstiklâl Mahkemesi'neu tebliği ve Mahkeme'nin görev süresinin sona ermesi
İstiklâl Mehakimi Kanunu'nun ekleriyle beraber yürürlük'An
kaldırılmasını emrien kanunun kabulü
116
KİTABİYAT
(Alternatif
Üniversite Kitapları dizisinin genel çizgisine uyularak, rahat bir okuma
sağlamak amacıyla akademik dipnotlama tarzına riayet etmediğimiz bu çalışmanın
kaynaklan aşağıda sıralanmıştır. Bu liste, konu üzerinde derinlemesine okuma arzusu
gösteren okurlar için bir kitap listesi olarak da değerlendirilebilir.)
Alkan,
Ahmet Turan, "İstiklâl Mahkemesi'nin Sivas Günleri ve Muhaliflerin
Tasfiyesi",Tarih ve Top-. hım, Sayı: 62,63,64, (Şubat-Mart-Nisan 1989)
Atay, Falih
Rıfkı, Çankaya, istanbul, 1969, 586 s.
Aybars,
Ergun, İstiklâl Mahkemeleri, Bilgi Yayınevi, istanbul, 1975, 272 s.
---------------- ,
İstiklâl Mahkemeleri 1923-1927, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara,
1982, , 432 s.
Cebesoy,
Ali Fuat, Siyâsi Hâtıralar n. Kısmı, istanbul, I960, 254 s.
Düstur,
(Üçüncü Tertip), C.I-6
Erman, Azmi
Nihat, İzmir Suikasti ve İstiklâl Mahkemeleri, Temel Yayınları, istanbul, 1971,
191 s.
Goloğlu,
Mahmut, Cumhuriyete Doğru 1921-1922, Ankara, 1971,420 s.
---------------- ,
Türkiye Cumhuriyeti 1923, Ankara, 1971, 329 s.
---------------- , Devrimler
ve Tepkileri (1924-1930),
Ankara,
1972, 326 s.
Kandemir,
(Feridun), Cumhuriyet Devrinde Siyasî Cinayetler, Ekicigil Tarih Yayınlan,
istanbul, 1955, 125 s.
Kansu,
Mazhar Müfit, Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürkle Beraber, TTK Yay.
(C.I-II),Ankara, 1988
Kılıç Ali,
İstiklâl Malıkemesi Hatıraları, Sel Yayınları, istanbul, 1955, 108 s.
Kutay,
Cemal, "İstiklâl Mahkemesinin Esas Dosyalan Ne Oldu?",Tarih
Sohbetleri- 2,Istanbul, 1966,s. 276
Kürkçüoğlu,
Ömer, Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926), A.Ü.S.B.F. Yay., Ankara, 1978, 350
s.
Nadi,
Yunus, Birinci Büyük Millet Meclisi, Sel Yayınları, istanbul, 1955, 110 s.
Şapolyo,
Enver Behnan, Mustafa Kemal Paşa ve Millî Mücadelenin İç Âlemi, İnkılâp ve Aka
Yay., istanbul, 1967 204 s.
Tahir'ul
Mevlevi, Matbuat Alemindeki Hayatım ve İstiklâl Mahkemeleri, (Hz.S. Albayrak),
Nehir Yay., istanbul, 1990, 430 s.
TBMM Gizli
Celse Zabıtları, iş Bankası Yayınları, Ankara, 1985, C. 1-4.
Tuncay,
Mete, Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek-Parti Yönetimi'nin Kurulması (19231931),
Yurt Yayınları, Ankara, 1981,486 s.
Zürcher,
Erik Jan, Milli Mücadele İttihatçılık, Bağlam Yayınları, istanbul, 1987, 335 s.
EKLER
Kanun No: 2
(29 Nisan 1336-1920)
MADDE 1-
Makamı muallayi hilafet ve saltanatı ve memaliki mahrusei şahaneyi yed'i
ecanipten tahlis ve taarruzatı defi maksadına matuf olarak teşekkül e-den Büyük
Millet Meclisi'nin meşruiyetine isyanı mu-tazammın kavlen ve ya fiilen veya
tahriren muhalefet veya ifsadatta bulunan kesan, haini vatan addolunur.
MADDE 2-
Bilfiil hiyaneti vataniyede bulunanlar şaiben idam olunur. Fer'an zimethal
olanlar ile müteşebbisleri kanunu cezanın kırk beşinci ve kırk altıncı maddesi
mucibince tecziye edilirler.
MADDE 3-
Vaiz ve hitabet suretile alenen veya ezminei muntelifede eşhası muhtelifeyi sırren
ve kavlen hiyaneti vataniye cürmüne tahrik ve teşvik e-denlerle işbu tahrik ve
teşviki suver ve vesaiti muhtelife ile tahriren ve tersimen irtikap eyleyenler
muvakkat küreğe konurlar. Tahrikat ve teşvikat sebebile maddei fesat meydane
çıkarsa muharrik ve müşevvikler idam olunurlar.
MADDE 4-
Hiyaneti vataniye maznunlarının mercii muhakemesi ikaı cürüm edilen mahaldeki
bidayet ceza mahkemesidir. Ahvali müstacele ve fevkaladede maznunun derdest
edildiği mahal mahkemesi de icrayı muhakeme ve itayı karara salahiyettardır.
(Kanunun
tamamı 14 maddedir) Düstur, Üçüncü Tertip, C.l, s.4
Kanun No:21
(11 Eylül 1336-1920)
MADDE 1-
Muvazzaf ve gönlü ile hizmeti askeriyeye dahil olupda firar edenler ve ya her
ne suretle olursa olsun firara sebebiyet verenler ve firari derdest ve şevkinde
tekasül gösterenler ve firarileri ihfa ve iaşe ve ilbas edenler hakkında mülki
ve askeri kavaninde mevcut ahkam ve indelicap diğer gûna mukarreratı cezaiyeyi
müstakillen hüküm ve tenfiz etmek üzre Büyük Millet Meclisi azalarından
mürekkep (İstiklâl Mahkemeleri) kurulmuştur.
MADDE 2- Bu
mahkemeler azasının adedi (üç) olup Büyük Millet Meclisinin ekseriyeti arasıyla
intihap ve içlerinden birisi kendileri tarafından Reis addolunur.
MADDE 3- t
s. bu mahkemelerin adedini ve mıntıkalarını Heyeti Vekilenin teklifi üzerine
Büyük Millet Meclisi tayin eder.
MADDE 4-
İstiklâl Mahkemelerinin kararları kati olup infazına bilumum kuvayi müsellaha
ve gayri müsallahai devlet memurdur.
MADDE 5-
İstiklâl Mahkemelerinin evamir ve mukarreratını infaz etmeyenler veya infazda
teallül gösterenler işbu mahkemeler tarafından tahtı muhakemeye alınır.
(Kanun 9
maddeden ibarettir) . Düstur, Üçüncü Tertip, C.l. s. 61
İSTİKLÂL
MAHKEMELERİ KANUNUN BİRİNCİ MADDESİNE MÜZEYYEL KANUN Kanun Nor 28 (26 Eylül
1336-1920) Kumandanların meratibi askeriye arasında itaat ve inzibat teminine
matuf hukuk ve selahiyetleri mahfuz kalmak üzere istihlâs ve istiklâli vatan ve
hilâfet için mücahede eden Büyük Millet Meclisinin amal ve makasıdına münafi
olarak düşmanın maksat ve menfaatini terviç yollu teşvikat ve tahrikat ve
ifsa-datta bulunanlar ve memleketin Kuva-yı maddiye ve maneviyesini her ne
suretle olursa olsun kesiti tenkise sâyedenler ve düşman hesabına askerî ve
siyasî casusluk edenlerle 29 Nisan 1336 tarihli hıyaneti vataniye kanununun
muhtevi olduğu mevaddan dolayı maznunualeyh bulunanların icrayı muhakeme ve ve
tenfizi hüküm selahîyeti İstiklâl Mahkemeleri teşekkül eden mıntakalarda
mahakimi mezkureye verilmiştir. Elyevm bidayet mahakiminde derdesti rü'yet
bulunan mevat İstiklâl mahakimine devrediimeyip bidayet mahkemeleri tarafından
intaç edilecektir. Düstur, Üçüncü Tertip, C. 1, s.78
İSTİKLAL
MEHAKİMİ KANUNU Kanun No: 249 (31 temmuz 1338 - 1922) MADDE 1-lcra vekilleri
heyetince gösterilecek lüzum ve Büyük Millet Meclisince ekseriyeti mutlaka ile
verilecek karar üzerine icap eden mahallerde İstiklâl Mahkemeleri teşkil
olunur.
MADDE 2- Bu
mahkemeler Büyük Millet Meclisinin ekseriyeti mutlakası ve reyi hafi ile kendi
azası meyanından müntehap bir reis ve iki aza ile bir müddei umumiden teşekkül
eder. Ancak tflfcyeti mah-* kemeye vaki olacak noksanın ikmalini teminen ayrıca
bir aza daha intihap olunur.
MADDE 3-
İstiklal Mahkemelerinin vezaifi ber-
vechi
atidir:
A- Muvazzaf
ve gönlü ile hizmeti askeriyeye dahil olup ta firar edenler ve firara sebebiyet
verenler ve firari derdest ve şevkinde tekasül gösterenler ve firarileri
bilihtiyar ihfa ve iaşe ve ilbas edenler hakkında ceza kanunnamesile askeri
kavaninde muayyen cezai hüküm ve esbabı muhaffefe ve müşed-dede mevcut olduğu
takdirde yalnız bu fıkradaki ce-raime münhasır olmak üzere tensip edeceği diğer
güna mukarraratı ittihaz eylemek.
B- 29 Nisan
1336 tarihli hıyaneti vataniye kanununun muhtevi olduğu ceraimi.
C- Devletin
emniyeti hariciye ve dahiliyesini ihlal edenler hakkında ceza kanununun birinci
babının birinci ve ikinci fasıllarında muharrer ceraimi.
D- Askeri
ve siyasi casusluk ve suikastı siyasi ve asker ailelerine taarruz ceraimi.
H-
Seferberlikte tedariki vesaiti nakliye komsiyonlarının Sui istimalat ve
müsamaha ti hakkında askeri ceza kanununa müzeyyel 12 Şevval 1332 ve 21 Ağustos
1330 ta'rihli kanunu muvakkatin birinci maddesini muaddil 28 Rebiülahır 1332 ve
2 Mart 1331 tahli kanunda musarrah ceraimi rü'yet etmek.
K-
İhtilasta Txilunan, rüşvet alan bilumum memurini mülkiye ve askeriyeyi ve
bunlara hangi sınıftan olursa olsun iştirak ve vesatat eyliyenleri.
S- Nüfüi
memuriyetinden istifade ederek halka* zulüm ve işkencede bulunan memurini
mülkiye ve askeriyeyi muhakeme etmek
MADDE 4-
Büyük Millet Meclisi lüzum gördüğü İstiklal Mahkemeleri için üçüncü maddede
mu-* harrer vezaiften bir kısmının istisnasına karar verebilir.
MADDE 5-
istiklal Mahkemelerinin idamdan gayrı hükümleri kat'i olup infazına, bilumum
Kuva-yı müs£lleha ve gayrı müsellehai devlet memurdur. I-dam hükümleri Büyük
Millet Meclisince bilumum mesaile tercihan tetkik ve tasdik olunduktan sonra
infaz olunur. Şu kadar ki müstacel ve müstesna hal ve zamanda idam hükümlerinin
dahi Meclisçe tasdik edilmeksizin infazına Meclis kararile mezuniyet
verilebilir.
MADDE* 6-
İstiklal Mahkemeleri kararlarına bu mahkeme Müddei Umumisinin hakkı itirazı
vardır. Müddeti itiraz yevmi tefhimin ferdasından itibaren üç gündür ve itirazı
vaki Büyük Millet Meclisince kat'i-yen hallolunur.
MADDE 7-
İstiklal Mahkemesi heyetleri her altı ayda bir intihap olunur ve bu rnuddetir
hitamından evvel heyet tamamen veya kısmen meclis kararile tebdil edilebileceği
gibi esbabı teşkilin zeval ile faaliyeti dahi tatil olunur.
(Kanun
metni 16 maddedir), Düstur, Üçüncü Tertip, C.3. s. 108
HIYANET-I VATANİYE KANUNUNUN BİRİNCİ MADDESİNİN TADİLİ HAKKINDA
KANUN Kanun No: 334 (15 Nisan 1339-1923) MADDE 1 - Hıyaneti Vataniye
kanununun
birinci maddesi ber vechi ati tadil olunmuştur:
Saltanatın
ilgasına ve hukuku hakimiyet ve hü-kümranisinin gayrı kabili terk ve tecezzi ve
ferağ olmak üzere Türkiye halkının mümessili hakikisi olan Büyük Millet
Meclisinin şahsiyeti maneviyesinde mündemiç bulunduğuna dair 1 Teşrinisani 1338
tarihli karar hilâfında veya Türkiye Büyük Millet Meclisinin meşruiyetine
isyanı mutazammın kavlen veya tahriren' veya fiilen an kastin muhalefet veya
ifsadat veya neşriyatta, bulunan kesan vatan haini addolunur.
Düstur.
Üçüncü Tertip. C. 4. s.81
TAKRİR-Î
SÜKÛN KANUNU Kanun No: 578 (4 Mart 1341-1925) MADDE 1- İrticaa ve isyana ve
memleketin içtimai nizamını, huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini ihlâle
bais bilumum teşkilat ve tahrikat ve teşvikat ve teşebbüsat ve neşriyatı,
hükümet, reisicumhurun tasdiki ile, re'sen ve idareten men'e mezundur.
İşbu ef al
erbabını hükümet İstiklâl Mahkemesine tevdi edebilir.
MADDE 2-
İşbu kanun, tarih-i neşrinden itibaren iki sene müddetle mer'iyülicradır.
MADDE 3-
İşbu kanunun tatbikine icra vekilleri heyeti memurdur.
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder