SAFİYE EROL’UN HAYATI VE ESERLERİ
| |
T.C.
MARMARA
ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İLAHİYAT ANABİLİM DALI
DİN EĞİTİMİ BİLİM DALI
İLKNUR ATLI
Danışman: PROF.
DR. YURDAGÜL MEHMEDOĞLU
Marmara Üniversitesi
İsim ve Soyadı |
: İlknur ATLI |
Ana Bilim Dalı |
: İlahiyat |
Bilim Dalı |
: Din Eğitimi |
Tez Danışmanı |
: Prof. Dr. Yurdagül Mehmedoğlu |
Tez Türü ve Tarihi |
: Yüksek Lisans- 2011 |
Anahtar Kelimeler |
: Safiye Erol, Din
Eğitimi, Değerler |
SAFİYE EROL’UN
FİKRÎ ESERLERİNDE
Din, kültürel mirası
oluşturan, değerleri etkileyen ve besleyen birincil kurum iken insan
şahsiyetini geliştirmede değerleri ön planda tutan din eğitimi ise, yeni
nesillere kültürel miras aktarımı yapan en önemli disiplindir. Bu noktada,
kendi kültür mirasının zenginliğinin farkında olarak, edebî ve felsefî
cepheleriyle, fikir ile duyguyu, sanat ile felsefeyi harmanlayan ve kadın
duyarlılığından gelen diriliğe sahip bir mütefekkir olan Safiye Erol’un
eserlerinde değerler ve din eğitimi ile ilgili görüşleri tespit edilmeye
çalışılmıştır.
Araştırmamızda,
bireyi anlatırken onun içinde bulunduğu topluma, bu toplumun hayat şartlarına,
değer yargılarına ve kültürel mirasına geniş yer veren; iki farklı medeniyetin
değerlerine vâkıf ve bu medeniyetleri tahlil edebilen; bu tahlilden günümüz
dünyasına ışık tutacak terkipler ortaya çıkarabilen önemli bir mütefekkir olan
Erol’un, doğudan beslenen bir toplum olarak batılılaşma ve modernleşme
sürecinde yaşadığımız ikiliklere ve çatışmalara sunduğu çözümleri, din eğitimi
ve değerler bağlamında incelenmiştir.
Name and Surname : İlknur
ATLI
Field :
Theology
Programme :
Religion Education
Supervisor :
Prof. Dr. Yurdagül Mehmedoğlu
Degree Awarded and Date: Master- 2011
Anahtar Kelimeler : Safiye Erol,
Religion Education, Values
VALUES
AND RELIGION EDUCATION IN
SAFIYE EROL’S INTELLECTUAL WORK
Religion is the first
institution that generates the cultural heritage and that feeds and affects the
values. On the other side the education of religion that gives priority for the
values while improving human personality is the most important discipline which
gives cultural heritage for new generations. At this point in the Works of
Safiye Erol’s who blends thouhgt with emotion and art with philosopy through
literary and philosopy aspects by being aware of her own cultural prosperity,
her thaughts about values and education of religion are tried to be determined.
In this research,an
important reflective person Safiye Erol who gives a large place for, society
while telling about the individual, this society’s life standarts, value
judgements and cultural heritage , also who has two different civilizations values
and who can anlyze these civilizations and can enlighten nowadays world with
these anlyzes, is being examined with her solutions about difficulties that we
live while having a duration of being westernisation and modernization through
education of religion and values.
Türk düşünce
dünyasının gizli kalmış hazinelerinden birini keşfetme heyecanı ile eserlerini
okuduğum Safiye Erol, kültürel mirasımızı yeni nesillere aktarmada, bu mirasın
zenginliğinin idrak edilmesinde ve sevdirilmesinde mühim katkıları olacak bir
mütefekkirdir. Başından sonuna kadar büyük bir heyecan ve zevkle yürütülen bu
çalışmanın bana kazandırdığı büyük miras, Safiye Erol gibi bir isimle tanışmak
olmuştur. Şunu da belirtmek isterim ki bu çalışmanın tamamlanmasında en büyük desteklerimden
biri, yine Safiye Erol’dur.
Bu vesile ile,
çalışmanın tamamlanma sürecinde, yardım ve desteğini esirgemeyen, öğrencileri
ile iletişiminde disiplin ve sıcaklığı birleştirebilen değerli hocam Prof. Dr.
Yurdagül MEHMEDOĞLU Hanımefendi’ye teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Yine bu
süreçte yapıcı eleştirileriyle beni yönlendiren, tez komisyonundaki değerli
hocalarım Prof. Dr. Vecdi AKYÜZ Beyefendi ve Yrd. Doç. Dr. Banu GÜRER
Hanımefendi’ye ve öğrenim hayatım boyunca kendilerinden istifâde ettiğim saygıdeğer
hocalarımın tamamına şükranlarımı arz ediyorum.
Ayrıca, hayatım
boyunca maddî ve mânevi desteklerini yanımda hissettiğim annem ve babama
teşekkür ediyor, çalışmam esnasında manevî desteklerini hissettiğim dostlarıma
da müteşekkir olduğumu ifade etmek istiyorum.
Son olarak, konunun
belirlenmesinden, son okumaların yapılmasına kadar, çalışmanın her aşamasında
en büyük desteğim olan ve bu sürecin zahmetlerini benimle birlikte omuzlayan
kıymetli eşim, yoldaşım Nurettin ATLI’ya ve bu süreçte, annesi ile geçirmesi
gereken değerli vakitlerinden almak zorunda kaldığım gözümün nûru, oğlum Ahmet
Âkif’e samîmî şükranlarımı sunuyorum.
İlknur ATLI
Nisan-2011/İstanbul
Sayfa No
ÖZET ............................................................................................................................... I
SUMMARY ................................................................................................................... II
ÖNSÖZ ......................................................................................................................... III
KISALTMALAR.......................................................................................................... VI
GİRİŞ ............................................................................................................................ VI
1.
Araştırmanın Konusu, Önemi ve Amacı ......................................................... 2
2.
Araştırmanın Yöntemi ve
Sınırlılıkları ........................................................... 5
BİRİNCİ BÖLÜM
SAFİYE EROL’UN HAYATI VE ESERLERİ
1.
SAFİYE EROL’UN HAYATI 7
2.
ESERLERİ 12
3.
BİR MÜTEFEKKİR OLARAK SAFİYE EROL ......................................... 14
İKİNCİ BÖLÜM
KAVRAMSAL ÇERÇEVE: DİN EĞİTİMİ VE
DEĞERLER
1.
DİN EĞİTİMİ .................................................................................................. 20
2.
DEĞER KAVRAMI.........................................................................................
23
2.1.
Değer Nedir? .............................................................................................. 24
2.2.
Değerlerin İşlevi ........................................................................................ 27
2.3.
Değerlerin Özellikleri................................................................................
31
2.4.
Değerlerin Tasnifi.......................................................................................
32
3.
DİN EĞİTİMİ VE DEĞERLER.....................................................................
37
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SAFİYE EROL’UN ESERLERİNDE DİN
EĞİTİMİ ve DEĞERLER
1.
DİN EĞİTİMİ .................................................................................................. 43
1.1.
Safiye Erol’un Din Eğitimine Genel
Bakışı.............................................
43
1.1.1.
Din Eğitiminin Gerekliliği ................................................................. 43
1.1.2.
Din Eğitiminde Çevre ........................................................................ 47
1.2.
Din Eğitiminde İlke Ve Yöntemler .......................................................... 52
1.2.1.
Din Eğitiminde İlkeler ....................................................................... 53
1.2.1.1.
Bütünlük.........................................................................................
53
1.2.1.2.
Yaşayarak Öğrenme- Aktif Katılım ............................................ 54
1.2.1.3.
Îtidâl Üzere Olma .......................................................................... 55
1.2.1.4.
Bireye Görelik................................................................................
56
1.2.2.
Din Eğitiminde Yöntemler ................................................................ 57
1.2.2.1.
Telkin ............................................................................................. 57
1.2.2.2.
Örnek Olma – Model Sunma ....................................................... 60
1.2.2.3.
İyiliklere Yönelterek Kötülüklerden
Uzaklaştırma-Teyakkuz 61
2.
DEĞERLER ..................................................................................................... 63
2.1.
Ahlâkî Değerler .......................................................................................... 63
2.2.
Dînî Değerler...............................................................................................
82
2.3.
Millî Değerler ........................................................................................... 111
2.4.
Medeniyet ve Kültürel Değerler..............................................................
116
2.5.
Felsefî Değerler ........................................................................................ 129
2.6.
Estetik Değerler ....................................................................................... 147
2.7.
İnsânî Değerler ......................................................................................... 154
2.8.
Toplumsal Değerler ................................................................................. 165
SONUÇ ....................................................................................................................... 172
EKLER ....................................................................................................................... 176
KAYNAKÇA ............................................................................................................. 187
A. Ü. İ. F.: Ankara Üniversitesi İlahiyât
Fakültesi
Bkz.: Bakınız
c.: Cilt
Ed.: Editör
Haz.: Hazırlayan
İ.Ü.: İstanbul Üniversitesi
İFAV: İlahiyat Fakültesi Vakfı
M.E.B.: Milli Eğitim Bakanlığı
M.Ü.: Marmara Üniversitesi
s.: Sayfa
sy.: Sayı
T.D.V: Türkiye Diyanet Vakfı
TDK: Türk Dil Kurumu
TİDEF: Türkiye İlahiyât Tedrisâtına
Yardım Eden Dernekler Federasyonu
U.Ü. : Uludağ Üniversitesi
Yay.: Yayınları, yayınevi
“Bir kasır çöktü.
Çatısı, der ü dîvârı yıkıldı. Ammâ hazîneler, vîrânelerde saklıdır” diyor
Sâmiha Ayverdi, yakın dostu Safiye Erol’un vefatının ardından kaleme aldığı bir
yazısında. “Gerçekten de bu yıkıntının altından onun defîne varlığı âşikâr
oldu” ifadeleriyle devam ettiği satırlarında, bir mütefekkir olarak Safiye
Erol’u şöyle anlatıyor:
“Safiye Erol,
dürüst, ihlâslı, îmanlı, hamiyetli, liyâkat ve zekâsı ölçüsünde saf ve mâsum
insandı. Ne ki mühim olan, onun tek tek sayılan vasıfları değil, bu vasıfların
antlaşması ile kurulmuş olan şahsiyet yapısının, bir ayağı Şark’ta, bir ayağı
Garp’ta olması ve iki farklı medeniyetin kültür vasatları üstünde tarafsız bir
tahlil ve terkîbin muhâsebesinden sonra da Şarklı münevver olarak cemiyetin
karşısına çıkmış bulunmasıdır.
Bir serhatli rûhu
taşıyan bu ateş gibi Rumeli kadını, orta, lise ve üniversite yıllarını Garp’ta
geçirmiş olmasına rağmen, sadece metot ve ciddiyet gibi dış formasyonunda
kendini gösteren Batılı rûhu, onun aşk, hamâset ve îman zırhı ile sağlama
alınmış olan içine asla işleyememiş, aksine, bu derinden derine yanan ocağın
yalımı, Doğu’dan çarpan hava ile hız bularak bir yanardağ hâline gelmiş idi”.[3]
Ayverdi, toplumunu
çok iyi tanıyan, Doğu ve Batı’nın kültürel mirasına hâkim, çağın kültür ve
medeniyet sorunlarını çok iyi bilen ve bu noktada hayatî ehemmiyete sahip
öneriler sunan Safiye Erol’un niçin tanınması, bilinmesi ve okunması
gerektiğini ise şu şekilde ifade ediyor:
“Artık Safiye Erol
denen ve zaman nehrinin kaynadığı yerden gelen bu büyük kadın sustu. Fakat şu
gök kubbenin altına bıraktığı uyarıcı sesinin ve zihin mahsûllerinin, bir
kıymetler buhrânının girdâbına tutulmuş cemiyete, kıyâmete dek kulak vereceği
çok söz bıraktı. Onun daima bir sentezle biten tahlilci tefekkürünün altında
yatan gerçek, Müslüman-Türk câmiasının, kaybedip de, el yordamı ile arar
olduğu, çok defâda da aramayı bir zül, bir gerilik saydığı bu hakîkatler,
memleket münevverlerinin dikkat ve uyanıklıkla üstünde durup çözmesi îcap
ettiği hayâtî düğümlerdir. Evet, münevver kitle için Safiye Erol’un hayat
görüşü ve insanlık anlayışı, memleketin ölüm kalım dâvâsının ta kendisidir.
Onun için de Safiye’yi bilmeye, tanımaya ve ne demek istediğini anlamaya
mecbûruz.”[4]
Tarık Buğra, Erol’un
vefatının ardından kaleme aldığı satırlarında, İslam-Türk medeniyetinin kadın
mümessillerinden biri olan, bütün varlığı ile, idrâk ettiği bu
medeniyetin ışığını
yaymayı amaç edinen Safiye Erol’un eserlerinin ve yaşayışının bu büyük değeri
taşıdığına değinmiş, Erol’un yazarlığının tek sebebinin, tadına ve değerine
vardığı medeniyetimizden aldıklarını yayabilmek arzusu olduğunu belirtmiştir.
Safiye Erol’u mânevî mirasımızın taşıyıcısı olarak nitelendiren Ayverdi ise,
Erol’un bu memleket kubbesinde kalan sesine kulak vermenin, onun taşıyıcısı
olduğu mânevî miras ile gençliği temâsa geçirmenin millî bir vecîbe olduğunun
altını çizmiş, bu görevi yerine getiren münevverlerin, bir vatan hizmeti
gerçekleştirmiş olacağını belirtmiştir.
Giriş kısmında, bir
mütefekkir olarak Safiye Erol’un önemini ve değerini anlatma noktasında onunla
aynı dönemde yazmış Ayverdi ve Buğra’nın Erol hakkında söylediklerini
aktarmanın isabetli olacağını düşündük. Bu kısa girizgâhtan sonra çalışmamızın
konusunu, amacını, önemini, yöntemini ve sınırlılıklarını tanıtmaya
çalışacağız.
1.
Araştırmanın
Konusu, Önemi ve Amacı
Kendini yenilemeye ve
geliştirmeye dolayısıyla da değişime açık bir varlık olan insanoğlu, maddi
alandaki değişim sürecini, gelişim yönüne çevirmiş ve son birkaç asırdır
bilimsel ve teknolojik alanlarda büyük başarılar göstermiştir. Maddî anlamda
gelişen dünyada, “medeniyet” kavramının ise aynı doğrultuda ilerlediğini
söyleyebilmek zorlaşmıştır, zira medeniyet kavramını şekillendiren aslî
unsurlar maddî cepheden ziyade mânevî kaynaklardan beslenen kültür ve
değerlerdir. Bilgi ve teknolojinin ilerlemesi, iletişim olanaklarının artması
ve ülkeler arası sınırların kalkması ile kimi zaman ölçüsüzce yaşanılan değişim
süreci, toplumu ayakta tutan ve toplumsal sürekliliğin kaynağı olan değerleri
etkilemiş; sekülerizmin de tesiri ile mevcut değerleri temelden sarsan bu
değişimlere, hemen her ülke oldukça hazırlıksız yakalanmıştır.
Kendi medeniyetimize
baktığımızda ise, Tanzimat ve Meşrutiyet ile başlayan, dönemin şartları gereği
seçkin zümre ile sınırlı kalan, Batı dünyasını model olarak görme sürecinin,
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte ihdas edilen kurumlar ve yapılan inkılâplarla,
sosyal hayata yansıdığını ve bütün toplumu geniş bir alanda etkilediğini
söylemek mümkündür. Doğu’nun geleneklerinden, kültürel mirasından beslenmiş ve
şekillenmiş olan millî bünye, kendi kaynağından koparılmış, çağı yakalamak ve
modernleşmek adına, mânevî anlamda -tabiri caizse- dikiş tutturamamış Batı
formuna sokulmuştur. Sonuçta da batıdan, gelişigüzel kopya edilen değerler,
fikir ve toplum hayatımızda beklenen neticeyi meydana getirememiştir.
Batılılaşma projesi ile mânevî mirasından ve varlığının anlamı
olan değerlerinden koparılan
kültürümüz, canlılığını yitirmiş; kültür temposu aksamış hatta durma noktasına
gelmiştir. Zira kültür unsurlarını üretebilmek, insânî faaliyetleri
tetikleyecek hassalara bağlıdır. İnsanı salt biyolojik bir varlık olmaktan
kurtaran, insanın mânevî yönünü besleyen dinamikler olan değerlerinden ve
dolayısıyla kültürel mirasından uzaklaşan milletler, insânî faaliyetlerde
mesafe alamamaktadır. Tarihe gömülen milletlerin pek çoğu, kılıçtan geçirilmiş
oldukları için değil, kültür üretme yetilerini, mânevî ve metafizik
derinliklerini kaybettiklerinden silinmişlerdir.
Batılılaşma süreci
ile kültür ve toplum hayatımızda, bilinçsiz bir özentiye bağlı olarak herhangi
bir tahlile dayanmadan yapılan değişiklikler ve ihdas edilen yapay değerler,
kendi değerlerimizle çatışma sonucunu doğurmuştur. Zira yabancı kültürlerden
hisse kapmanın ve faydalanmanın temel şartı, önce kendi kültürel mirasını
tanımaktan geçmektedir. Kendi kültürünü, mânevî mirasını, gücünü ve sınırlarını
tanıma, yabancı kaynakların hangilerine ve ne dereceye kadar ihtiyaç olduğunu
kestirebilme noktasında ehemmiyet arz etmektedir. Bu noktada medeniyetimizden
giderek uzaklaşmanın da etkisiyle, öz değerlerimizi ve fikir alanında da mânevî
mirasımız niteliğindeki klasiklerimizi ihmal etmek, modernleşme ve ilerleme
niyetiyle girilen bu süreçte, toplum olarak gerçek benliğimizi yitirmek
anlamına gelmektedir.
Toplumları oluşturan
ve bir arada yaşatan temel dinamikler olan gelenek, görenek, örf, âdet ve
değerlerin nesilden nesile aktarılarak her neslin kattığı unsurlarla
zenginleşen kültürel miras, toplumlar için mânevî bir kuvvettir. Türk İslam
medeniyetinin zengin birikimi ise, gelecek için bir teminat niteliği
taşımaktadır. Kendi kültürel mirasının zenginliğinin farkında olan toplum,
diğer kültürlerle iletişim sürecinde, yabancı kaynaklardan istifâde ederken
ayağını sağlam zemine basarak, neyi ne kadar alacağının farkında olarak, yeri
geldiğinde uyarlamalar yaparak alış verişte bulunacaktır. Tarihî vasıflarına
sâdık kalabilmiş, kendi kudret kaynağı olan geleneklerini yeni zamana
ayarlayarak canlı tutmuş, kendine mahsus hayat usarelerinin bir başka ifadeyle
değerlerinin diriliğini devam ettirmiş bir toplum, başkaları tarafından
üretilen kültürleri değil, kendi ürettiği kültürü yaşayabilmekte; dolayısıyla
kendisi olarak kalabilmekte ve özünü koruyabilmektedir.
1902 doğumlu olan
Safiye Erol, Türkiye tarihinin önemli evreleri olan Osmanlı, Cumhuriyet, tek
parti ve çok partili dönemlerini yaşamıştır. Erol, çocuk yaşlarından itibaren
edindiği toplumsal farkındalıkla Türkiye Cumhuriyeti’nin en canlı dönemine
tanıklık eder ve
dönemin sosyal hayatındaki değişimleri, bu değişimlerin insana ve değerlerine
yaptığı tesirleri tüm canlılığıyla eserlerine yansıtır. Safiye Erol’un fikir,
kültür ve sanat birikimi, o devrin fikir ve sanat dünyasını meşgul eden
düşünceleri ihtiva etmektedir. Erol’un bir ayağı kendi kültüründe, diğer ayağı
dünyanın bütün diğer kültürlerindedir. Küçük yaşta öğrenimi vesilesiyle gittiği
Almanya’da Batı medeniyetini çok iyi tanıyan, Türk-İslam medeniyetine de
oldukça hâkim olan Safiye Erol, Doğu ve Batı medeniyetleri arası gözlemlere ve
tahlillere dayanarak, günümüzde artık unutulmaya yüz tutmuş kültür
hazinelerimize gönül ve ruh penceresinden ışık tutmaktadır. Doğunun,
çocukluğundan beri aşina olduğu kültür hazinesini, batının, eğitim hayatında
karşılaştığı disipliniyle kuşatan Safiye Erol’un birikimi, iki medeniyetin
sızıntılarıyla, derinleştikçe zenginleşmiş bir denize benzeterek ifade
edilebilir.
Daha önce de
belirttiğimiz gibi, bir milletin kültürel mirasını tanıması ve bu mânevî
mirasın zenginliğinin farkında olması, modernleşme sürecinde özünü yitirmeden
kendisi olarak kalabilmesinde, varlığını koruyabilmesinde mihenk taşı özelliği
arz etmektedir. Erol’un hem Doğuyu hem de Batıyı bilen bir zihin, şarklı bir
mütefekkir ve halkı çok iyi bilen, halkın içinden ses veren bir yazar olarak
kadın duyarlılığı ile idrâk ettiği Türk-İslam medeniyetinin ışığını yaymak
gayesini taşıyan fikir yazıları, geleceğimiz için mânevî güç niteliğindeki
kültürel mirasımızı yeni nesle tanıtmada ve bu mirasın içselleştirilmesinde
faydalanılması gereken bir hazinedir.
Din, kültürel mirası
oluşturan, değerleri etkileyen ve besleyen birincil kurum iken insan
şahsiyetini geliştirmede değerleri ön planda tutan din eğitimi ise, yeni
nesillere kültürel miras aktarımı yapan en önemli disiplindir. Bu noktada,
kendi kültür mirasının zenginliğinin farkında olarak, edebî ve felsefî
cepheleriyle, fikir ile duyguyu, sanat ile felsefeyi harmanlayan ve kadın
duyarlılığından gelen diriliğe sahip bir mütefekkir olan Safiye Erol’un
eserlerinde değerler ve din eğitimi ile ilgili görüşlerini tespit etmeye
çalıştık.
Amacımız, bireyi
anlatırken onun içinde bulunduğu topluma, bu toplumun hayat şartlarına, değer
yargılarına ve kültürel mirasına geniş yer veren; iki farklı medeniyetin
değerlerine vâkıf ve bu medeniyetleri tahlil edebilen; bu tahlilden günümüz
dünyasına ışık tutacak terkipler ortaya çıkarabilen önemli bir mütefekkir olan
Erol’un, doğudan beslenen
bir toplum olarak
batılılaşma ve modernleşme sürecinde yaşadığımız ikiliklere ve çatışmalara
sunduğu çözümleri, din eğitimi ve değerler bağlamında incelemektir.
Son olarak Safiye
Erol’un niçin okunması, araştırılması ve tanıtılmasını gerektiğini anlatma
noktasında ise Sabahat Emir’in veciz niteliğindeki ifadesini mealen aktarmak
istiyoruz.
“Safiye Erol, özel
bir yazar. Gençlerin onu okumamaları büyük kayıp çünkü anlatılan, kaybettiğimiz
tüm değerler...”
2.
Araştırmanın
Yöntemi ve Sınırlılıkları
Araştırmamızda
dökümantasyon yöntemi kullanılmıştır zira çalışmamız bütünüyle kaynak
incelenmesi ve incelenen kaynakların yorumlanmasına dayanmaktadır. Erol’un
fikrî eserlerinden, gazetede yayımlanan yazılarının Halil Açıkgöz tarafından
derlenerek kitap haline getirdiği “Makaleler” ve “Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın
Işığında Müslümanlık” kitabında, hocası Ken’an Rîfâî’yi tahlil ettiği etüd
okunmak ve taranmak suretiyle, yazarın değerler ve din eğitimine dair
düşüncelerine ulaşıldı. Safiye Erol’un hayatı ve mütefekkir yönü ile ilgili
yazılmış olan eser, makale ve araştırma yazıları da incelendi.
Tezimizin başlığı
konunun çerçevesini çizmektedir. Araştırmamız, Erol’un fikir ve düşünce
yazılarından olan makaleleri ve Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında
Müslümanlık” kitabında Ken’an Rifâî ile ilgili etüdünü kapsamaktadır. Safiye
Erol’un edebî eserleri araştırmamız dışı tutulmuş, bu eserlerden daha çok
yazarın üslûbu ve birikimi ile ilgili fikir almak açısından faydalanılmıştır.
Çalışmamız temelde
değerler sistemi ve din eğitimi bağlamında olduğu için, konuların açıklanması
ve temellendirilmesinde konu ile ilgili yazılmış eserlere de başvurulmuştur.
Safiye Erol’un
değerler ve din eğitimi ile ilgili ilkelerin tespit edildiği bölümde, konu önce
genel bir çerçeve ile ele alınmış, daha sonra yazarın konu ile ilgili alıntıları
aynen verilip sonrasında gerekli açıklama ve değerlendirmeler yapılmıştır.
BİRİNCİ BÖLÜM
SAFİYE EROL’UN HAYATI VE ESERLERİ
Safiye Erol, 2 Ocak
1902’de Uzunköprü’de doğmuştur.[5]
Annesi Bektaşî dervişi Emine İkbal Hanım, babası da Uzunköprü
Belediyesi’nde kâtip olan Sâmi Bey’dir. Anne babası Trakya’ya Makedonya’nın
Hacıkadir Bey Mahallesi’nden gelmiştir. Safiye Erol’un ailesi, Sâmi Bey’in
Duyûnu-ı Umûmiye İdaresi’ne tayini nedeniyle, Safiye Erol dört yaşındayken[6] İstanbul’a taşınır,
Üsküdar’ın Selimiye semtine yerleşirler. Yazar on yaşına kadar burada bir
ilkokula devam etmiştir. Erol, “Müze Şehir: İznik I” [7]
isimli makalesinde “Biz ilk tahsilimizi Osmanlılar zamanında yapmıştık.”
diyerek ilkokul dönemine atıf yapmıştır. Kızının eğitimine özel bir titizlik
göstermekte olan Sami Bey, ilkokuldan sonra Safiye’yi, Batı eğitim sistemiyle
yetişmesi için, Fransız Mürebbiyeler Okulu’na kaydettirmiştir. Safiye Erol, bu
okulun ardından 1914’te Haydarpaşa’daki Alman Lisesi’ne, sonra da Beyoğlu’ndaki
Alman Lisesi’ne devam eder. Ülkesinde okuduğu son okul Beyoğlu Alman
Lisesi’dir.
Safiye’nin, Alman
Lisesi’nde öğrenim gördüğü sıralarda, dokuz yaşındaki kardeşi Melek vefat eder.
Safiye, ölüm gerçeği ile ilk defa bu yaşta tanışır. Safiye Erol’un Refiye
adında bir kardeşi daha vardır.
Bu sıralarda
Kadıköy’ün Şifa semtine, oradan da Beyazıt’ın Soğanağa Mahallesi’ne taşınırlar.
Safiye Erol’un buralarda geçirdiği çocukluk yılları Balkan harbinin başladığı
döneme[8] rastlamaktadır.
Yazar, “Yakın Tarih”[9] adlı makalesinde yaşı
küçük olduğundan o dönemi pek hatırlamasa da, döneme dair mozaik parçaları gibi
hatıralarının olduğunu nakletmektedir.
Safiye Erol,
Türkiye’den ilk defa yurt dışına giden öğrencilerin kafilesinde, 1917 yılında
Türk-Alman Derneği’nin aracılığı ile 14 yaşında Almanya’ya gönderilir. Lübeck
şehrinde Özel Falkenplatz Lisesi’nde okumak üzere, pansiyoner olarak bir Alman
ailenin yanına verilir. Safiye’nin okul ve diğer masrafları İstanbul ve Lübeck
Belediyeleri tarafından karşılanır. Yazar daha o yaşlarda iki farklı dünyanın,
iki medeniyetin, Doğu ve
Batı’nın ortasında
buluverir kendisini. Almanya’daki tahsil hayatının başında belki de yaşından
beklenmeyecek bir bilinç kuvvetiyle, oraya okumak, bilgiyle donanmak, sonra da
ülkesine dönüp hizmet etmek için gittiğinin farkındadır. Anne babasının, kültür
ve medeniyetinin ona kazandırdıklarını koruyacağına, ait olduğu dünyaya ihanet
etmeyeceğine dair kendisine söz verir. Safiye, bu sözünü tutmuş, öğrenim
gördüğü yıllarda ailesinden aldığı köklü terbiye ile kendi kültüründen
kopmamıştır. Samiha Ayverdi’nin deyimiyle ‘’Garb’dan kazanmış olduğu adetleri
kendine mâl etmiş olan Safiye Erol, dış dünyadan iç dünyaya geçerken, kendini
Avrupa’da değil, Avrupa’yı kendinde gören bir asabiyet içinde, katışıksız bir Müslüman
Türk’’[10] olarak yaşamıştır.
Küçük bir kız olarak
gittiği yabancı memlekette, misafir kaldığı ailenin dostları arasında olan
papaz, Safiye ile yakından ilgilenir ve onu sık sık ziyaret eder. Bu yakın
alakayı fark eden evin hanımı, papaz efendinin Safiye Erol’a hikâyeler
anlattığı bir sırada, ‘’Safiye, papaz efendi seni çok takdir ediyor. Herhalde
seni bir gün Hristiyan yapacak.’’ der. Küçük Safiye, odadakileri şaşkına
çeviren bir asabiyetle başını dikerek: ‘’Yooo. Bir gün ben onu Müslüman
edeceğim!’’ karşılığını verir. Yakın dostu Nezihe Araz, Safiye Erol’un
vefatının ardından kaleme aldığı makalesinde bu olayı nakletmiş ve sonrasında
şu ifadeleri kullanmıştır:
‘’Safiye Erol işte en
küçük yaşından beri böyle sağlam ve temelli bir yerli –bu kelimenin altını
itina ile çiziyorum- değerler sistemiydi.’’[11]
Eğitimi esnasında
Almanca ve Fransızca’yı mükemmel bir şekilde öğrenen Safiye, liseyi 1919
yılının Mart ayında bitirir. O sıralarda, Birinci Dünya Savaşı’nın en hareketli
zamanı yaşanmaktadır. Safiye Erol, Almanya’da çıkan huzursuzluklar sebebiyle
İstanbul’a dönmek zorunda kalır. Tahsilini yarım bırakmak istemeyen Safiye,
ailesinin de desteğiyle ortalık yatıştıktan sonra tekrar Almanya’ya döner. 1921
yılının yaz aylarında Marburg an der Lahn’da üniversite eğitimine başlar.
Elster ve Jensen adlı profesörlerin derslerini titizlikle takip eder. Eğitimine
devam etmek üzere, 1921-1922 yılı kış döneminde Freiburgi Br. (Breisgau’da)
şehrine taşınır ve burada profesör olan ünlü bilimadamları Reckendorf ve
Fincke’nin derslerine katılır. Bu arada Safiye Erol, yazı hayatının ilk
ürünlerini de Alman mecmualarında Almanca olarak vermeye başlar. Erol’un
‘’Leyla ve
Mecnun’’ ve ‘’Büyücü
Masalı’’[12] adlı hikâyeleri
yayımlanır. Ancak Safiye Erol, eğitimini sekteye uğratmaması için yazı hayatına
asılamaz.
Bu sıralarda
Freiburg’taki Realgymnasium’una devam eder. Sıkı bir ders çalışma dönemi
sonucunda 1923 yılı Mart ayında mezuniyet imtihanını kazanır. Yaz döneminde
Münih şehrine geçer. Burada Geheimrat Hommel, Gunter, Muncker ve Dyroff gibi
profesörler ile çalışır. Bütün gayretiyle kendini derslerine verir. Yazarın
çalışkanlığı hocaları tarafından da fark edilir. Almanya’daki İsviçre
Konsolosluğu Türkiye masası tarafından 24 Haziran 1924’te kendisine verilen
kimlikle, kısa bir süreliğine İsviçre’ye gider. Bu kimlikte, yazarın
görüntüsüyle ilgili bilgiler de verilir.
Safiye’nin gösterdiği
yoğun çalışma, azim, ciddiyet başarılı bir sonuç verir. Yirmi dört yaşında
felsefe eğitimini tamamlayan Safiye Erol, 1926 yılında da, Geheimrat Hommel
yönetimindeki Eski Arap Şiirinde Bitki Adları (Die Pflanzennamen in der
Altarabischen Poesie) adlı tezi ile Şarkiyat dalındaki doktorasını tamamlar.
Safiye, Almanya’da
geçirdiği on beş yıl içinde, Hintli bir hürriyet mücahidi ile tanışmış,
aralarında başlayan arkadaşlık kısa bir süre sonra aşka dönüşmüştür. Her iki
genç, bu aşk ve tutkuyla okullarını bitirirler. Eğitimlerini tamamladıklarında
Hintli genç Safiye Erol’a birlikte ülkesine gitmeyi teklif eder. Ancak
Safiye’nin de vatanı için yapacağı birçok şey vardır. Bu sebeple o da aynı
teklifi sevdiği adama yöneltir. Sonuçta ikisinin de vatan sevgisi, sorumluluk
duygusu ağır basar, âşıkların yolları ayrılır. Sevdiği gencin ülkesine dönmesi
ile yüzünü kendi memleketine çeviren Safiye Erol da, Türkiye’nin birikimini
görmek, kültürünü daha yakından tanımak ve bu medeniyetin üzerine bir taş
koyabilmek umuduyla ülkesine döner. Safiye’nin duygularını dizginlemesi ve
‘’mektepten memlekete’’ dönüşü, bir İstanbul gazetesinde ‘’vatanını aşka tercih
ettiği’’ şeklinde yorumlanır.[13]
Erol, memleketine
döndükten sonra bir müddet Alman firması olan AEG’de çalışır. Bu arada
tabiatında zaten bulunan yazarlık cevheri ortaya çıkar ve Safiye Sâmi imzasıyla
yaptığı yayın hayatına tercümelerle girer. Bazı küçük hikâyeleri de “Dilâra”
mahlasıyla yayınlanır.
1931 yılında Deniz
Kuvvetleri Çarkçıbaşılarından M. Nurettin Erol Bey ile evlenir. Kendisinden
yirmi yaş büyük olan eşi ile mantık evliliği yapmıştır. Nurettin Bey, matematik
hocalığı yapmış, ataşelik görevinde bulunmuş, bilgili bir insandır.[14]
Safiye Erol 1932’de
babası Sâmi Bey’i kaybeder. Kız kardeşi Refiye de bu sıralarda vefat eder.
Çocuğu olmayan Safiye Erol, Refiye Hanım’ın hatırası olan küçük oğlu Aydın ‘ı
yanına alır ve onu nüfusuna geçirir.
Safiye Erol, ülkesine
döndükten sonra siyasetle ilgilenir, bit müddet CHP’de çalışır. Ancak bu
çalışma uzun sürmez. Vaktini yazı çalışmaları ile geçirmeyi tercih eder. Bu
sebeple resmî bir görev de almamıştır. Mesâiye tâbi olmak, âmirlere bağımlı,
memurlara hâkim olmak ona göre değildir. O sadece okumalı, düşünmeli ve
yazmalıdır.
Yazı hayatının yanı
sıra yazar, bazı sosyal aktivitelere de katılır. 1943 yılında İstanbul
Belediyesi’nin meclis üyeliğine seçilir. Fetih Cemiyeti’nin 1955’teki
kongresinde de Ekrem Hakkı Ayverdi başkanlığa seçilince, 20 Mayıs 1955
tarihinde Safiye Erol da cemiyete üye kabul edilir. Üsküdar İmâr ve Kültür
Derneği üyeliği, Türkiye Kadınlar Dayanışma Birliği üyeliği olan Erol, 1960
yılında, Milletlerarası Kadınlar Konseyi’nin Ankara’da yapılan toplantısına
Türkiye temsilcisi olarak katılmıştır.[15]
Bütün bu faaliyetlerin ve çalışmaların ortasında, düşünen, araştıran bir beyin işçisi olan Safiye Erol artık olgunluk dönemine ulaşmış ve 45 yılın verdiği tecrübelere sahip olmuş bir yazardır. Fakat şimdiye kadar yaptıkları ona kâfi gelmemiş; içinde doğup büyüdüğü, uğruna büyük fedakârlık gösterdiği ülkesine iyilikler ve güzellikler aşılamak, kutlu yollar gösterme arzusu tatmin olmamıştır. Katıldığı faaliyetler, yazmak istediği eserler, terkibini yapmak istediği her fikir zaman zaman onu tereddüte ve sorulara sürükler. İçinde cevabını bulamadığı bir arayış, düşüncelerinde soru işareti; gönlünde derinden hissettiği fakat tanımlayamadığı bir boşluk vardır. Açık bir yol, sâlim bir liman bulabilmek için Rabbine devamlı dualar eder. Aklında sorular, ruhunda tereddüt ve hafakanlar varken Muğla Müftüsü İsmail Hakkı Hakgüder ile Burhan Toprak vesilesiyle yazar Sâmiha Ayverdi ile tanıştırılır. Daha sonra dostlukları pekişen bu iki hanımın, iki şimşeğin birbirine çarpması gibi karşılaşması, tanışması, Safiye Erol’da büyük bir enerji doğurur. Safiye Erol, Sâmiha Ayverdi tarafından, müridi olduğu Rifâîlik tarikatının şeyhi Kenan âî[16] ile tanıştırılır. Zaten Bektâşî kültürüne mensup bir aileden geldiği için tasavvufa âşinâ olan yazar, artık ‘’Hocam!’’ demeye başladığı Kenan Rifâî rehberliğinde yapılan sohbetlere Burhan Toprak, Nezihe Araz, Ekrem Hakkı Ayverdi ve Sâmiha Ayverdi ile birlikte katılır. Safiye Erol’un zihnini kurcalayan cevapsız sorular karşılığını bulur, gönlündeki karmaşa düzene, kafasındaki istifhamlar açık ve net cevaplara kavuşur. Yakın arkadaşı Sâmiha Ayverdi bu süreci şu sözlerle ifade etmiştir:
‘’Arkadaşımız ve
sevdiğimiz Safiye Erol, Garp çevrelerinden kazandığı zihnî bilgileri yüzünden
gururun ve benliğin yükü altında ezilmeden yaşadı. Sonunda da gönlü dağarcığı,
bir ulu Efendi’nin irfan ve iman hamûlesi ile dolup taştı. Yerin göğün kabul
etmediği o ilâhi emanete gönlünde yer vermekle ululandı, bahtı açıldı.’’[17]
Kenan Rifâî, 7 Temmuz
1950’de vefat eder. Safiye Erol, hocasının ardından bir yıl sonra 29 Eylül 1951
tarihinde eşi M. Nurettin Bey’i de kaybeder, bundan bir yıl sonra da annesi
Emine İkbal Hanım vefat eder.
Safiye Erol, 1942’de
Kadıköy’de Şifa Sokağı, İkbal Apartmanında bir ev alır. Ancak burayı daha çok
yazlık olarak kullanır. Asıl ikâmet yeri, yirmi sekiz yıl oturduğu Maçka
Palas’taki A blok Numara 16’daki dairesidir. Safiye Erol, daha sonra yaşadığı
bu daireden 1961 yılında haksız ve çirkin bir biçimde tahliye edilir ve
Piyerloti’de küçük bir otel odasına yerleşir. Safiye Erol, daha sonra bu otel
odasından Üsküdar Selimiye’de denize nâzır bir eve taşınır.
Safiye Erol’un yazma
faaliyetleri dışında zevk aldığı uğraşılarından biri de mûsikîdir. Özellikle
klâsik Türk sanat mûsikîsinden çok hoşlanır. Yazarın diğer bir ilgi alanı da
hayvanlardır. Evinde, beslediği birçok kedisi vardır.
Safiye Erol’un
hayatındaki en mühim ve verimli safhalardan biri de Nihad Sâmi Banarlı, Nezihe
Araz, Sofi Huri ve Sâmiha Ayverdi ile birlikte Ken’an Rifâî’nin Şerhli
Mesnevî Şerif’ini
hazırlayan ekipte yer aldığı ve her hafta Salı günü toplandıkları devredir. Bu
feyizli toplantılar Erol’un Maçka Palas’taki dairesinde yapılmıştır.
Safiye Erol, 1962
yılının Ramazan ayında, son eseri olan ‘Çölde Biten Rahmet Ağacı’nı yazar ve bu
eser Ramazan ayı boyunca Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilir. Yazar
başlangıçta iki kısım olarak düşündüğü bu eserini rahatsızlandığı için
tamamlayamaz. Erol, 1 Ekim 1964’de vefat eder. Karacaahmet Kabristanlığı Mezar
Defterinde, Safiye Erol’un altmış iki yaşında kalpten öldüğü belirtilirken,
mezar yeri 1. Ada 4975 olarak gösterilir.
Şöhretten kaçtığı ve
kendini âdeta gizlediği için ölümünden pek az kişinin haberi olur. Ölümünün
ardından, hayattayken romanlarını tefrika eden Yeni İstanbul gazetesinde Emel
Esin “Sâfî’nin Ölümü”[18] başlıklı yazıyı
yazar. Yazısında cenaze törenine kısaca değindikten sonra yazarın Ciğerdelen
adlı romanından ve Edirne hasretinden bahseder. Yine onunla aynı gazetede köşe
yazarlığı yapan Tarık Buğra, “Safiye Erol Hanımefendi’yi Kaybettik”[19] başlığıyla haberi
duyurur. Buğra, yazısında Safiye Erol’un Türk-İslâm medeniyetini idrâk eden ve
bu medeniyetin ışığını dağıtanlardan biri olduğunu belirtir. Nezihe Araz,
Düşünen Adam[20]’da yazdığı yazısında
Safiye Erol’un şahsiyetine ve ölümüne gösterilen ilgisizlikten yakınır. Yazarın
Hint, Yunan ve İslâm felsefelerine vukûfundan bahseder. Yakın arkadaşı Sâmiha
Ayverdi, birçok yazısında sık sık Safiye Erol’dan bahsederek onunla ilgili
anılarını nakleder.
2002 yılında
külliyâtının Kubbealtı Neşriyâtı tarafından yayın dünyasına kazandırılmasıyla
doğumunun 100. yılında yeniden gündeme gelen Safiye Erol’un hakkında yapılan
çalışmalarla yazarın edebî ve düşünür kişiliği gün ışığına çıkar.[21]
Safiye Erol edebiyat
dünyasına ilk olarak küçük hikâye, deneme ve tercümeleriyle girer. Daha sonra
ilk eseri olan “Kadıköyü’nün Romanı” isimli eserini yazar. Bu diğer
romanlarına göre daha sade bir romandır. Bu roman 1938 yılında kitap halinde
basılır. İkinci romanı 1944 yılında yayımlanan “Ülker Fırtınası”dır,
Üçüncü ve âdeta Safiye Erol adıyla bütünleşen romanı ise“Ciğerdelen”dir.
Millî tarihî bir romandır ve 1946 yılında
kitap halinde
basılmıştır. Yazarın son romanı olan “Dineyri Papazı”, ilk defa 26
Mayıs-12 Ekim 1955 tarihleri arasında yüz yirmi bir tefrika hâlinde Tercüman
gazetesinde yayımlanır. Halil Açıkgöz tarafından yayına hazırlanan roman, ancak
kırk altı yıl sonra, yani 2001 yılında kitap halinde basılmıştır.
Safiye Erol’un iki
tercüme eseri vardır. Bunlar; Selma Lagerlöf’ten 1941 yılında “Portugaliya
İmparatoriçesi” ve La Motte-Fouque’den 1945 yılında tercüme ettiği “Sukızı”
dır.
“Çölde Biten
Rahmet Ağacı”, Safiye Erol’un 1962 yılı Ramazan ayı boyunca Yeni İstanbul
gazetesinde tefrika edilmiş eseridir. Eser başlangıçta iki kısım olarak
düşünülür. Ramazan ayı boyunca yazılan ilk bölümden sonra, tasarlanan ikinci
bölüm yazarın rahatsızlığı sebebiyle yazılamaz. Uzun süre dağınık kalan bu
eser, 1974 yılının sonlarına doğru Halil Açıkgöz tarafından elle istinsah
edilerek hazırlanır. Eserin, kitap olarak ilk baskısı 2001, ikinci baskısı da
2002’de yapılır. Çölde Biten Rahmet Ağacı, Peygamber efendimizin hayatını
anlatır. Eser Hz. Halil İbrahim’le başlayıp, Peygamber efendimizin Hicretine
kadar devam eden bölümlerden oluşur. Safiye Erol bu eserinde, okuyucuya âdeta
seslenircesine hitap ederek, bir eli Asr-ı Saadet’te, bir eli yirminci asırda
iki zaman arasında irtibat kuruyor gibidir.
“Makaleler”:
Makaleler kitabı, Milli Mecmua, Her Ay, Yeni İstanbul, Havâdis, Türk Yurdu, Son
Havâdis gibi dergi ve gazetelerde yer alan haftalık ve aylık yazıların Halil
Açıkgöz tarafından bir araya getirilip yayına hazırlanmasıyla, 2002 yılında
kitap olarak basılmıştır. Eserde, Safiye Erol ile yapılan bir röportaj[22] ve yazarın 147
makalesi yer almaktadır. Bu eser, yazarın romancılığının gölgesinde kalan
mütefekkir yönünü ortaya çıkarmıştır. Bir milletin sahip olduğu değerleri,
köklerinden gelen enerji olarak nitelendiren ve yabancı kültürlerle olan yoğun
iletişimde, toplumların kendi varlığını koruyabilmesi ve varlığını
sürdürebilmesi için kendi kültürel mirasını tanıması gerektiğini ifade eden
Erol’un, âdeta ileriyi görüyormuşçasına yazdığı makaleler, günümüzün eğitim ve
kültür sorunlarına ışık tutmaktadır. Yazarın romancılığının getirdiği, dili
ustaca kullanma becerisi, etkili üslûbu ve derin birikiminin birleşimi olan
makaleler, yeni nesillere millî kültür ve medeniyetimizi tanıtması ve
sevdirmesi açısından büyük önem taşımaktadır.
“Ken’an Rifâî ve
Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık”: Sâmiha Ayverdi, Nezihe Araz ve Sofi
Huri ile birlikte yazılan bir eserdir. Safiye Erol, eserin altmış sayfalık bir
bölümünde hocası Ken’an Rifâî’yi, mistik adam, hakîm adam ve mürşid-i âgâh
olarak tahlil etmiştir. Erol’un kitaptaki makālesi ondaki fırtınalarla
dalgalanan rûhun sükûnete kavuştuğunun ipuçlarını vermesi bakımından dikkat
çekicidir.
“Leylâk Mevsimi”: Yazı
hayatının ilk yıllarında[23] Millî Mecmua’da
“Dilâra” müstear adıyla yayınlanan hikâyeler, yazarın doğumunun yüzüncü
yıldönümü dolayısıyla Kubbealtı Akademi Mecmua’sının 2002 Ocak, Nisan, Temmuz,
Ekim ve 2003 yılının Ocak ve Nisan sayılarında yer almıştır. Halil Açıkgöz
tarafından yayına hazırlanan ve Erol’un yazı hayatının ilk yıllarındaki
üslûbunu ve eserlerinin geçirdiği merhaleyi gözler önüne sermek bakımından
önemli olan altı hikâye, Kubbealtı Neşriyat tarafından 2010 yılında
hikâyelerden birinin ismini alarak “Leylak Mevsimi” adıyla kitap haline 22 getirilmiştir.[24]
3.
BİR
MÜTEFEKKİR OLARAK SAFİYE EROL
Cumhuriyet dönemi
Türk edebiyatının ve düşünce dünyasının önemli kadın yazarlarından biri olan
Safiye Erol üzerine çalışma yapan araştırmacılar, onun yazın hayatını üç
devreye ayırırlar. 1935 yılına kadar olan süreç “başlangıç dönemi” olarak
adlandırılır. İkinci devre ise romancı kimliğinin ön plana çıktığı “olgunluk
dönemi”dir. Bu dönem ilk romanından 1955’te yayınlanan son romanına kadar devam
eder. Üçüncü ve son devre ise 1955’ten vefatına kadar sürecek olan, “fikir
yazarlığı” dönemidir.
Safiye Erol’un 1947
yılında Ken’an Rifâî ile tanışması, onun hayatında, Almanya’dan sonraki dönüm
noktası olarak nitelendirilebilir. Yazar, Rifâî tarikatının şeyhi olan Ken’an
Rifâî ile tanıştıktan sonra, ondaki bütünleyici ve tamamlayıcı cezbeden
etkilenerek, olgunluk devrine adım atar. Fikrî eserlerinde ve son romanı Dineyri
Papazı’nda, bu durumun yansımaları dikkati çekmektedir.[25]
‘’Dineyri Papazı’’ Safiye Erol’un fikrî dönüşümünü tamamladığı ve hocasına
bağlandıktan sonra yazdığı bir roman özelliği taşıması bakımından önemlidir.
Safiye Erol, Ken’an
Rifâî’den tasavvufa ve hayata dair, zihnini ve ruhunu aydınlatan çok önemli
şeyler öğrenir. Onun fikirleriyle âdeta ruhunu tüm
olumsuzluklardan
arındırır.[26] Hocasından aldığı
telkinlerle araştırma, inceleme ve tefekküre; dinin kabuğuna değil özüne
bakmaya yönelmiştir.
Ken’an Rifâî’in,
Erol’un üzerindeki etkisi, kendisinin hocasını anlattığı satırlarından
okunmaktadır:
“O mistik tipte âşık,
bir gerçek ve filozoftu. O cemiyetimizin müşahhas hayâtı, müşahhas hakîkati
gibiydi. Sosyal insicâmın şebekesini ne dereceye kadar tanırdı diye sorulursa:
Bir dokumacının kendi tezgâhındaki dokumayı tanıdığı kadar tanırdı. O, tabiatın
ancak gerçek âşıklara âyân olan şifresini okuyarak böyle bir tabiat zemini
üzerinde insanın nasıl ve ne üslûpla yerleşmesi lâzım geleceğini takdir etmiş
kuruculardandır. Zaman ve mekâna elverişli normları imâl edenlerdendi. Beşer
kaderinin ana rotasını bildiği için ferdî mukadderat yollarını da yekten
görürdü.”[27]
“Ziyâretine gittiğim
bir gün, uzun zaman görünmediğim için sitem etti. “Af buyurun efendim”
sözleriyle özür diledim. Dedi ki: “Ben affetmişim ne çıkar? Sen kendi kendini
affet.” Sanki bu sözler maddî mânevî bütün varlığıma taazzuv etti, vücûduma
yapıştı, kanımın terkibine karıştı, beyin hücrelerimi ışığa boğdu.”[28]
Kenan Rifâî, 7 Temmuz
1950’de vefat eder. Kendisine ışık olan hocasının vefatı, Safiye Erol’un dünyasında
yıkımlar değil, yeni oluşumlar meydana getirir. Hocasından emanet aldığı söz ve
hakikatleri, devşirdiği irfanı ve birikimi, hocasından öğrendiği ahlâkı ve
hayat nizamını uygulamaya geçirmek, yaymak, geniş kitlelere ulaştırmak
zorundadır.
“Biliyorum, hocamın
hikmeti berrak bir kaynaktır, onu duraklamadan anmak gerekirdi. Bizlerin,
mukaddesât karşısında duyduğumuz huşû, mukaddesin girift ve korkulu oluşundan
değil, kendimizin kifâyetsizliği endişemizdendir.”[29]
Erol, 1951 yılında
Ken’an Rifâî’nin talebelerinden olan Sâmiha Ayverdi, Nezihe
Araz, Sofi Huri ile
birlikte hazırladıkları ‘’Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık”
adlı eserin ikinci etüdünü yazmayı üstlenir. Safiye Erol bu etüdünde, Kenan
Rifâî ile tanışmasını ve onunla ilgili hislerini şöyle dile getirir:
“Hakk’a göçmüş
bulunan hocam, hayatın gözle görülen ve görülmeyen yollarında rehberim Ken’an
Rifâî’nin mânevîyatı huzurunda durarak şu yazıma başlamadan evvel onu
selâmlıyor, ona şükranlarımı arz ediyor, ondan yardım niyaz ediyorum. İlk defa
1948 senesinde
huzuruna çıktım. Onu
halka tanıtmayı, son nefesine kadar muhitine bezl ettiği kemal nimetlerini daha
geniş kütlelere ulaştırmayı gaye bilen böyle bir eserde benim de söz payım
olabilmek için birkaç senelik zaman kısa görünürse de bazı manevî mensûbiyetler
vardır ki zaman kaydına girmez.”[30]
Safiye Erol yaklaşık
60 sayfa süren bu etüdünde hocası Kenan Rifâî’ye ait hatıralarını aktardığı
gibi, bilhassa üç hususiyeti olarak tarif ettiği ‘’mistik adam‘’, ‘’hâkim
adam‘’, ‘’mürşid-i âgâh‘’ yönleri üzerinde durur.
“Hocam Ken’an Rifâî… mistik adam,
sırrı görmüş, sırrı yaşamış, sırra katılmış adam.
Sırrı beşer planına çıkarmış, hikmete
çevirmiş, cemiyete zerketmiş insan… hâkim adam.
Bütün yaptıklarını dîn-i mübîn
dâiresinde yapan büyük İslam şeyhi, hâlkı irşat eden terbiyeci, yani mürşit;
yolunun îcaplarına, cemiyet bünyesine, insan ruhuna tam bir vukufla âgâh olan mürşid-i
âgâh.”[31]
Safiye Erol’un bundan
sonra fikir işçisi olarak yoğun bir mesai ile, büyük bir heyecan ve inançla
yazdığını görürüz. Öyle ki bu tarihe kadar gazete ve dergilerde 9 makalesi
yayınlanan Erol’un 1957’den vefatına kadar 138 makalesi yayımlanmıştır.[32] Yazar, 6
Şubat 1957 ila 6 Ocak 1962 tarihleri arasında önceleri Havadis, sonraları ise
Son Havadis ismini alan gazetenin ikinci sayfasındaki Günün Yazısı sütununda
‘’İstanbul Sohbetleri’’ni kaleme alır. Bu arada Türk Yurdu Mecmuası’nda da
görünür. Yeni İstanbul gazetesinde 24 Şubat 1962 tarihinde başlayan yazıları 7
Haziran 1963 tarihine kadar devam eder. Daha sonra bütün makalelerinin Halil
Açıkgöz tarafından derlenip “Makaleler”[33]
ismi ile kitaplaşan yazılar, Milli Mecmua, Her Ay, Yeni İstanbul, Havâdis, Türk
Yurdu ve Son Havâdis gibi gazate ve dergilerde çıkacaktır. Safiye Erol’un
Türkiye’de ve Türkçe olarak çıkan ‘’Rabindranath Tagore’’ başlıklı ilk yazısı,
77 numaralı Milli Mecmua’da ve 01 Kânunısani/Ocak 1927 tarihli mecmuanın 1241
ve 1242’nci sayfalarında yer alır. En son makalesi ise vefatından üç ay önce
kaleme alıp yayınlattığı ‘’Hz. Mevlânâ’nın Meşrebi’’ isimli yazıdır. Türk
Yurdu’nda neşredilen bu veda makalesi, derginin 302-304 sayılı nüshasında
8-9-10 Temmuz 1964 tarihli sayısında ve 52 ile 53’ncü sayfalarında çıkar.
Safiye Erol, muhtelif
konulardaki bu kalem çalışmaları için ‘yazı’, ‘fıkra’, ve ‘sohbet’ kelimelerini
kullanır. Safiye Erol’un makaleleri üzerinde kapsamlı bir araştırma yayınlayan
Sema Uğurcan, bu yazıların birer ‘deneme’ sayılması gerektiğini belirtir.[34]
Safiye Erol’un
makalelerinde titiz bir işçilik, ince bir yorum ve sanatkârane bir yaklaşım
hissedilmektedir. Yazılar, gazete ve mecmuaların siparişi üzerine kaleme
alınmış olsa da Erol, her makale için romancılığını konuşturmuş, yazılarını
lezzetli birer deneme havasına sokmuştur.
Küçük yaşta öğrenimi vesilesiyle gittiği
Almanya’da Batı medeniyetini çok iyi tanıyan yazar, makalelerinde Doğu ve Batı
medeniyetleri arası gözlemlere ve tahlillere dayanarak, günümüzde artık
unutulmaya başlamış kültür hazinelerimize gönül ve ruh 33 penceresinden ışık
tutmaktadır.[35]
Erol’un makalelerini değerli kılan
tarafları yakın dostu Sâmiha Ayverdi anlatmaktadır:
“Safiye Erol, dürüst,
ihlâslı, imânlı, hamiyetli, liyâkat ve zekâsı ölçüsünde saf ve mâsum insandı.
Ne ki mühim olan, onun tek tek sayılan vasıfları değil, bu vasıfların
antlaşması ile kurulmuş olan şahsiyet yapısının, bir ayağı Şark’ta, bir ayağı
Garp’ta olması ve iki farklı medeniyetin, kültür vasatları üstünde tarafsız bir
tahlil ve terkîbin muhâsebesinden sonra da Şarklı bir münevver olarak cemiyetin
karşısına çıkmış bulunmasıdır.”[36]
Safiye Erol,
Türk-İslam medeniyetine de oldukça hâkimdir; kendi kültür mirasının
zenginliğinin farkındadır. Tarık Buğra, Erol’un vefatının ardından yazar
hakkında şu ifadeleri kullanmaktadır:
“Safiye Erol, İslam-Türk medeniyetinin
nankör ve bedbaht yıkıcılıklara, köksüz ve anlayışsız zorlamalara yenilmeyen
kadın mümessillerinden biri idi, ayrıca, bütün varlığı ile, gönlü, kafası,
mizacı ile idrâk ettiği bu medeniyetin ışığını dağıtanlardan birisi oldu.
Yazıları ve yaşayışı bu büyük değeri taşırdı.
Bana kalırsa yazarlığının tek sebebi tadına
ve değerine vardığı medeniyetimizden aldıklarını yayabilmek arzusu idi”[37]
Safiye Erol’un derin
birikiminin altında çok okuması da yatmaktadır. Yeğeni
Aydın Erol, şöyle söylemektedir:
“Hafızası çok
kuvvetliydi. Aynı anda iki kitap okurdu. Bir kitap okur, onu bırakır başka bir
eseri ele alırdı. Bir Türkçe eseri okurken, yanında Almanca bir eseri mütalaa
ederdi. Zamanını farklı eserler için -şimdi hâfıza bölmeleriyle okunuyor ya-
bölerdi. Okumaktan yorulduğu zaman dinlenmek için yine başka bir kitap alır, takip
ederdi.”[38]
Safiye Erol’un
romancı kimliğinin dışında bir mütefekkir oluşu, Açıkgöz tarafından şöyle
değerlendirilmektedir:
“Safiye Erol, çok
dikkatli bir okuyucu, çok geniş ve derin düşünen bir mütefekkir, ayrıntılardaki
güzellikleri görebilecek hassasiyette bir gözlemci ve doğu-batı, eski-yeni
arasında kurduğu köprüyü bir bir kendi vücudu teknesinde yoğurmasını bilmiş
ender yetişen bir şahsiyettir. Aşağı yukarı 160’dan fazla tutan makalelerinde
çevre gözlemlerine, bu gözlemlerden çıkardığı gözlemelere, şehirlere,
sokaklarla, hayvanlara, çiçeklere, böceklere herkesten farklı bir ışıkla
yanaşır. Kaleminin dokunduğu nesneler birden bire canlanıverir, birer ruh
kazanır.”[39]
Kâzım Yetiş de Safiye
Erol’u, romancılığının ötesinde bir düşünür olarak tarif etmektedir:
“Safiye Erol romancı
olmanın ötesinde bir düşünürdü, sağlam ve derin bir düşünce yapısına sahipti.
Safiye Erol, düşünürken, duyguları ile düşüncesini izdivaç ettirebilen; üslûp
ilmindeki ifadesiyle yazmadan evvel düşünmeyi öğrenmiş bir sanatkârdır.”[40]
Edebî ve felsefî
cepheleriyle, fikri ve duyguyu, sanatla felsefeyi harman etmekten gelen bir
kuvvete, bir diriliğe sahip bulunan yazar, eserlerinde ideolojik kalıpların
dışında bir yaklaşım sergilemekte; dikkatlerin merkezine insanı ve insanın
varlığına anlam katan değerleri koymaktadır. Doğunun, çocukluğundan beri aşina
olduğu kültür hazinesini, batının, eğitim hayatında karşılaştığı disipliniyle
kuşatan Safiye Erol’un birikimi, iki medeniyetin sızıntılarıyla, derinleştikçe
zenginleşmiş bir denize benzeterek ifade edilebilir. Erol’un şarklı bir
mütefekkir olarak idrâk ettiği Türk-İslam medeniyetinin, gelecek nesiller için
köklerinden gelen güç ve enerji niteliğindeki ışığını yaymak gayesini taşıyan
fikir yazıları, bu sebeple büyük değer taşımaktadır.
İKİNCİ BÖLÜM
KAVRAMSAL ÇERÇEVE: DİN EĞİTİMİ VE DEĞERLER
Çalışmamızın bu
kısmında eğitim, din ve din eğitimi kavramlarını ve bunların birbiri ile olan
bağlantılarını genelden özele inecek şekilde ele almayı çalışacağız.
Eğitim, dar kapsamda,
bireyin üzerinde kasıtlı ve anlamlı bir biçimde gerçekleştirilen etkileme
sürecidir. Geniş perspektifte ise, bireyin yer aldığı çevrede, kendisi
dışındaki bütün nesnelerin, kurumların ve bireylerin, onun üzerindeki duygusal
ve sosyal yönden etkilerini ifade etmektedir. Bu etki iyi ya da kötü yönde
olabilmesine[41] rağmen
“eğitim” söz konusu olduğunda akla ilk olarak olumlu yönlendirme faaliyetleri
gelmektedir. Toplumsal yaşamın yürütülmesi noktasında “eğitimin şart oluşu”
gibi fenomenleşen deyimler, insanların eğitilme ihtiyacını ve eğitimin iyiye ve
güzele yönlendirme işlevini işaret etmektedir. Bütün bunlardan hareketle
eğitimi, “insanın bütün kuvvet ve kabiliyetlerini gerek kendi ve gerekse bütün
insanlığın saadetine götürecek bir tarzda geliştirmektir”[42]
şeklinde tarif edebiliriz. Özet olarak eğitim, insanda istenilen yönde davranış
geliştirme faaliyetidir, yani biyolojik insandan kültür insanına geçmektir.
İstenilen yönden kasıt insandaki iyi yönlerin geliştirilmesidir.[43]
Tarih içerisinde
eğitim yerine “terbiye” ifadesi de sıklıkla kullanılmıştır. Terim olarak
terbiye, insana olumlu davranışlar ve tavır kazandırarak onu bulunduğu
seviyeden daha üst bir seviyeye taşımak ve mükemmel bir insan durumuna
getirmektir.[44]
Eğitimin bu kısa
tarifinden sonra din-eğitim ilişkisini kurmak amacıyla dinin muhtasar bir
tarifini aktarmak isabetli olacaktır. Din, fertleri mukaddes duygu ve
alışkanlıklarda birleştiren, toplumları yücelten ve geliştiren bir kurum
olmanın yanı sıra, insanlara yön verip, onları iyi ve faydalı işler yapmaya yönelten
bir hayat nizamıdır.[45] Din aynı zamanda
ahlâkî bir müessese olarak insanları kontrol eden, en mükemmel kanunlar ve en
sıkı nizamlardan daha kuvvetli bir şekilde kişiyi içten kuşatan, kucaklayan ve
yönlendiren bir
disiplindir.[46] Bu tanımlardan
hareketle dinin kişiyi ve toplumu olumlu yönde değiştirip geliştirmeyi
amaçladığını, dolayısıyla dinin, hem bireysel hem de toplumsal boyutta bir
eğitim süreci olduğunu söyleyebiliriz.
Eğitim ve dinin
tanımlarına bakıldığında göze çarpan noktalardan en önemlisi her iki kurumun da
amacının ortak oluşudur. Gerek din, gerekse eğitim, insanı geliştirerek
insanlığın saadete ulaşması hedefindedir. İnanç ve eğitim, insanca birlikte
yaşama içinde birbiriyle sıkı sıkıya bağlı ve iç içe geçmiş durumdadırlar. [47]
Dinin belirlediği
amaca ulaşmasında eğitime başvurmadan insanda dînî inancın oluşması ve
gerçekleştirilmesi mümkün değildir. İnsanın aklını, iradesini ve arzularını
doğru yolda kullanabilmesi ancak çok küçük yaşlardan itibaren aldığı eğitim ve
öğretimle mümkün olur.[48] Bu noktada din, din
eğitiminin konusunu teşkil etmekte, dinin amacı din eğitiminin amacı
olmaktadır. Aşkın ve mutlak varlık tarafından konulmuş dînî kaideler sistemli
etkiler ile ruhî alanda müspet değişiklikler yaparak kişinin şahsiyetinin
kurulmasına ve tekâmülüne yardımcı olurlar. Bu yönüyle din, kâinatın en şerefli
yaratığı olan insanın beşerî kural ve kaideler dünyasına girmeden önce iç
dünyasının nizamını kurmasını ister ve bu yolda ona etkili bir kurum olarak
yardım eder. Dinin bu amacını genelde eğitimin, özelde din eğitiminin amacından
soyutlayabilmek mümkün değildir.[49]
Din eğitiminin amacı,
dinin temel amacından ayrılmaz. Din insana bu dünya ve ahiret saadetini temin
etmeyi hedefler. Din eğitimi de dinin bu amacını gerçekleştirmeye kendi
konuları çerçevesinde katkıda bulunur. Bunun için dinin öngördüğü hedef olan,
insana, Kur’ân’ın ve Hz. Muhammed’in ahlâkını kazandırma amacını o da 48 gerçekleştirmeye
çalışır.
Din eğitimi,
insandaki aslî fıtratı korumak; yani insanları, Allah hangi fıtrat üzerine yaratmış
ise o fıtrata çevirmektir.[50] Din eğitimi söz
konusu fıtratı koruma ve fıtrata
çevirme sürecinde,
ana materyal olarak dînî argümanları kullanarak, çeşitli eğitim yöntem ve
teknikleri uygular.
Din eğitimi bilimi,
dinden gelen bilgilerle eğitim biliminin verilerini birleştirerek, insanların
Allah’ın iradesine uygun kişiler olarak yetiştirilmesine katkıda bulunacak
çalışmalar yapar. Onların hayatları boyunca karşılaşabilecekleri, dini anlayış
ve yaşayışla ilgili teorik ve pratik problemleri araştırır, inceler, çözümler
üretmeye, geleceğe yönelik teoriler geliştirmeye çalışır. Bu çalışmaların
bütünü insanla ilgilidir. Dolayısıyla din eğitimi biliminin konusu insandır,
insanın din ve iman ilişkisidir.[51]
Eğitim faaliyeti ruhî
ve bedenî güçlerini dengelemiş, içinde barındırdığı bütün kabiliyetlerini
sonuna kadar geliştirmiş insanı yetiştirmeyi hedefler. Tıpkı bunun gibi din
eğitimi de, insanın irâdî, aklî, hissî güçlerini idrak etmesine, kendi
varlığının şuuruna erişmesine dolayısıyla saadete ulaşmasına giden yolların
önünü açmayı gaye edinir.
Din eğitimi, din
kültürünün verilmesi veya dînî kişiliğin kazandırılması olarak da
tanımlanabilir. Dînî kültürün etkisi ile dînî kimliğin özümsenmesindeki amaç,
kendisine, çevresine ve toplumuna faydalı; kısaca “kendini gerçekleştirmiş”
şahsiyetler yetiştirmektir. Din eğitiminin amacı, bireyi Allah’a, O’nun
peygamberlerine yönelik inanç, ibadet ve ahlâk değerleri içinde yetiştirirken,
bireyin Allah ile, kendisiyle ve çevresiyle uyum içinde olmasını sağlamaktır.[52] Bu noktada din
eğitimi faaliyetlerinin, eğitim bilimlerinin ve dînî ilimlerin temel amaç,
yöntem, muhataplarının insan olması gibi ortak paydalarının kesişim noktasında
yer aldığını ifade edebiliriz. Din eğitimi, dinin eğitici ve öğretici
vasıflarının, eğitimin yöntem ve teknik süreçleri içerisine sokularak, insanın
kişiliğini geliştirmeyi ve “iyi”, “faydalı”, “ahlâklı” bireyler yetiştirmeyi
amaçlamaktadır.
Eğitim, bireyin her
yönüyle bir bütün olarak kendisi ve toplumu için en uygun düzeyde
geliştirilmesi sürecidir.[53] İslam, insanı madde
ve mana, beden ve ruhtan müteşekkil bir varlık, tüm temâyül ve davranışları ile
bir bütün olarak ele alır, her şeyi ile
ilgilenir. Gaye
insanı mükemmelliğe ulaştırmaktır.[54]
İnsan, işlenmemiş fakat işlenmeye hazır kabiliyetlerle dünyaya gelmekte ve
ömrünün sonuna kadar öğrenci niteliği taşımaktadır. Hz. Peygamber “Beşikten
mezara kadar ilim taleb ediniz” derken insanın bu dünyada sürekli bir öğrenci
olduğunu ve dolayısıyla onun ömür boyu öğrenmeye ve eğitilmeye muhtaç olduğunu
belirtmektedir.[55] Din eğitimi de,
dinin ve eğitimin mahiyetine uygun olarak, insan varlığının bütünü ile
ilgilenir, insan hayatını, hayatın bütünlüğü içindeki yeri ile ele alır, yani
insanla insan olarak ilgilenir.[56]
Bu noktadan hareketle
din eğitimini, din öğretimini de kapsayan, bunun yanında insanın şahsiyetini ve
benliğini temel malzeme olarak ele alışıyla da insan hayatının her aşamasına
hitap eden bir sistem olarak telakki edebiliriz. Din insan hayatının tek bir
dönemini kapsamadığı gibi, din eğitimini de başlayan ve bir noktada biten bir
süreç olarak düşünmek yanlış olacaktır. Dinin öngördüğü, insanı ve toplumu
saadete ulaştıracak dünya düzeninde, kutsal kitap olarak, âdet, gelenek,[57] değer ve kültürel
miras olarak din eğitimi, insan hayatının her dönemine hitap etmektedir.
Değer konusu,
ekonomi, güzel sanatlar, sosyoloji, felsefe, psikoloji, ahlâk, eğitim vb.
alanlardaki araştırmacıların ilgisini çekmiş, birçok araştırmaya konu olmuştur.
Biz bu bölümde, tüm bu alanlardan hareketle ‘’değer’’ kavramının tahlîlini ve
kavramsal çerçevesini ortaya koymaya çalışacağız.
Varlık tabakaları
içinde sadece insan değer kavramına muhataptır. Bilindiği üzere insan, maddî ve
manevî yönü olan bir varlıktır ve bu varlığın manevî yönünü değerler meydana
getirir. İnsanın manevî yönünü oluşturan din, iman, ahlâk, onur, gurur, şeref,
hayâ, sadakat, ahde vefa, doğruluk, iffet gibi değerler bu sistem içerisinde
yer alır. Bu değerler bir bakıma insan varlığının şartı,[58]
insanın varoluşuna anlam katan mayalardır.
Küreselleşme süreci
ile birlikte toplumların hayatlarında ve yapılarında meydana gelen değişme ve
dönüşümler, toplumların kendisi olarak kalabilmesini, özünü
koruyabilmesini
zorlaştırmıştır. Hâlbuki toplumları var eden ve sonsuza kadar yaşatacak olan
güç, toplumların özünden aldıkları enerjidir. Değerler insanın tarih ve kültür
varlığı olarak kendini gerçekleştirmesi bakımından olduğu kadar, kendisinin ne
olduğunu bilmesi ve varlığının anlamını soruşturması bakımından da ehemmiyet
taşır. Kısacası değerler özelde hem eylem hem de bilme bakımından insanın var
oluşunun, genelde ise bu insanların meydana getirdiği toplumların kendini
gerçekleştirmesinin dolayısıyla özünü koruyarak kalabilmesinin temelidir.
Değerlerini dolayısıyla özünü kaybeden toplumların, kimliklerini de kaybettikleri
tarihî bir olgu olarak karşımızda durmaktadır. [59]
Bu sebeple, değişen ve gelişen dünyada değerler önemli bir alan olarak
görülmektedir.
Değerler üzerine
yapılmış çalışmalar, çoğunlukla sosyal bilimciler tarafından ortaya konmuştur.
Bunun sebebi değerlerin, insan davranışlarının açıklanmasında ve sosyal hayatın
sekilenmesinde önemli bir yere sahip olmasıdır. Sosyal bilimciler ve
felsefecilerden sonra değerler son yıllarda, eğitim bilimcilerin de araştırma
konusu olmuştur.[60]
Değerleri
kavrayabilmek ve ne olduğunu anlayabilmek için öncelikle değerin tanımı
üzerinde durmak faydalı olacaktır.
Değer kavramına nedir?
sorusunu yönelttiğimizde, cevabı çok kolay ve yalın olamamaktadır. Çünkü
“nedir?” sorusu ile araştırılan, var olanın özünde ne olduğu, başka bir ifade
ile bir şeyi kendisi yapan unsurun ne olduğudur. Bu da bilinmek istenen bir
şeyin bütün fertlerine aynı derecede ve eşit olarak delâlet eden bir kavramın
tanımıdır. Hâlbuki değer alanı, bilgi alanından farklıdır ve bu alan bilgi
alanına irca edilemez. Üstelik değer, ölçüsü akıl olsa da, yani akıl ile ifade
edilebilir olsa da aklı aşar. Fakat insânî varlığın en geniş ifadesi olan
değerin, bildirilebilir olması için bu akıl dışı alanın akılla temasa geçmesi
gerekir.[61] Buradan hareketle
diyebiliriz ki, değerin herkes için geçerli olabilecek bir tanımı yoktur. Bütün
bu zorluklarla birlikte genel-geçer bir iddia ile olmasa da her düşünürün
zihninde bir değer tanımı vardır. Bu tanımlar incelendiğinde değer kavramının
kullanıldığı bağlam
ilgili olarak, bakış noktasına ve araştırma sahasına göre farklı tanımlamalar
yapıldığı görülmektedir.
Türkçe “teğmek”
sözcüğünden gelen, “değmek” anlamındaki “değer” kelimesi, anlam genişlemesiyle
bir nesnenin dengi, karşılığı ve ederi demektir.[62]
Değer “bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği
karşılık”[63] olarak da
tanımlanmaktadır. Osmanlıca metinlerde “değer”in karşılığını en iyi
karşılayacak kelime, “kıymet”tir. Kıymet ise, “değer, bedel, baha, tutar,
şeref, onur, itibar”[64] anlamlarına gelmektedir.
Değer “Nesnelerin ve
olayların bir toplum, bir sınıf ya da bir insan yönünden taşıdığı önemi
belirleyen niteliği ya da bir toplum, bir sınıf, bir insan için önem taşıyan
nesne ya da olay”[65] olarak da
tanımlanabilir.
Değer kelimesi “bir
şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık,
kıymet, bir şeyin ya da şahsın taşıdığı yüksek ve yararlı nitelik ya da kıymet”
olarak tarif edilmektedir.[66] Psikolojik olarak
ele alındığında değer, düşünce, eylem ve nesnenin insan için taşıdığı önemi
belirleyen niteliğe ve niceliğe ilişkin inançlar şeklinde tanımlanmaktadır.
Toplumsal açıdan ise değer, çeşitli olaylar, olgular ve fikirler karşısında
bireylerin tepki ve fikir birliği olarak tanımlanabilir.[67]
Felsefî olarak öznenin, olguya yüklediği nitelik değer olarak
tanımlanmaktadır.[68] Ahlâkî yaklaşımda
ise “yapıp eden bir varlık” olan insanoğlunun, her yapıp etmeleri bir değere
bağlıdır. Buradan hareketle değerleri, “insanın yapıp etmelerini determine eden
ilke ya da ilkeler”[69] olarak değerlendirebiliriz.
Yani değerler, yapıp etmelerimizi, belirleyen, yöneten, yönlendiren, onların
temelinde yatan ilkelerdir.[70]
Ülken, değeri “süje
ile obje arasında aşkın bir orandan doğan beşeri bir eser” olarak tarif
etmiştir. O’na göre her değer, süjenin bulunduğu varlık türünün üstünde ve
dışındadır. Her değer aşkındır ve evrenselleşme yetkinliğindedir. Çünkü onlarda
bildirilebilme ve yayılabilme özelliği vardır.[71]
Değeri, anlamlar
kümesinin bir alt kategorisi olarak gören İnam ise, anlam üzerinde yoğunlaşmıştır.
Ona göre, “felsefenin en temel meselelerinden biri de yaşadığımızı sandığımız
değerlerin arkasında başka ne gibi değerlerin ve anlamların olabileceğinin
sorgulanmasıdır. Anlam her tür yaşantının içindedir. İnsan için anlamsız bir
tecrübe söz konusu değildir. Biz algıladığımız şeyleri hep bir şey olarak
algılıyoruz. Bu algılamaya beş duyuyu, tecrübe faaliyetini, duygularımızı,
anımsamalarımızı, düşüncelerimizi katabiliriz. Dünyanın bize ne ifade ettiği
genel olarak söylenirse dünyamız ve yaşantımızın nesnesi, o anlamı oluşturuyor.
Anlamlar karsısında sorumluluk duymaya başladığımızda, onları ahlak yaşamımızda
ve birbirimizle olan ilişkimizde etkin biçimde kullanmaya başladığımızda,
anlamlar değerler haline dönüşür.”[72]
Özetle İnam’a göre değer, bilim, estetik, ahlak alanında bir şeyler üretme,
meydana getirme ve birbirimizle olan birlikte yaşamalarımız içerisindeki
anlamlardır.
Şafak Ural’a göre
değerler, bizim her türlü bilgisel, psikolojik, sosyal davranışlarımızla, tavır
alışlarımızla, bilgilerimizle bir şekilde ilgisini kurabileceğimiz bir alandır.
Hiçbir konu, hiçbir alan, hiçbir bilgi, hiçbir nesne yoktur ki, kendisine bir
değerle yaklaşılmamış olsun, ona bir değer atfedilmemiş olsun. [73]
Değer ile değerler
arasında farklılık bulunmaktadır. Bir şeyin değeri, onun kendisiyle aynı
cinsten olan şeyler arasındaki yeri ve konumu iken; değerler ise var olan
şeyler ve imkânlardır. Bundan dolayı denilebilir ki insanın değeri başka,
değerleri 73 başkadır.[74]
Değerler,
insanoğlunun, neyin doğru, neyin yanlış olduğuna ilişkin inançları ve hayatı
daha anlamlı kılmak için oluşturduğu yargılarıdır. Buna ek olarak neleri yapıp,
neleri yapmamamız
gerektiğini söyleyen de değerlerdir. Bu açıdan bakıldığında değerler, verilen
kararların rehberi ve gidilen yönü belirleyen pusulalardır.[75]
Değer bir insanın,
çeşitli insanları, insanlara ait olan özelliklerini, istek ve niyetlerini,
davranışlarını değerlendirirken başvurduğu ölçüt demektir. Değer, bir tek
inanca değil, bir arada organize olmuş bir grup inanca karşılık gelir. Bundan dolayı
da organizasyonlardan oluşan bir sistem bütünlüğüdür.[76]
Değerler, davranışlarımıza yol gösteren ölçütler, değer sistemleri de
çelişkileri çözmek, karar vermek için başvurulan genel planlardır.
Felsefi antropolojide
bilme, yapıp-etme, tavır koyma, inanma, ideleştirme vb. niteliklerin yanı sıra
bir “değerler dünyasına sahip olma” da insanın varlık şartları arasında kabul
edilir.[77] Her ne kadar
fiziksel farklılıklar göz önünde olsa da insanlık denince akla gelen, biyolojik
birtakım özelliklerle donatılmış milyarlarca insan değil, insanın değerler
dünyasıdır.[78] Bizler insan olarak
eylemlerimizi yöneten ve onlara rehberlik eden ‘değerler’le örülmüş bir
atmosferde nefes alıp vermekteyiz.[79]
Bu sebeple, yapıp etmelerimizi yöneten ve değişmez ilke kabul edilen değerlerin
önemi son derece büyük görülmektedir.
Değerler insanın
tarih ve kültür varlığı olarak kendini gerçekleştirmesi bakımından olduğu
kadar, kendisinin ne olduğunu bilmesi ve varlığının anlamını soruşturması
bakımından da ehemmiyet taşır. Kendilik kavramı, bireyin dünyayı algılama ve
tanımlaması esnasında belirlediği çizgi ya da yoldur. Bireyi başkalarından
farklı kılan kabiliyetleri ve bu kabiliyetlerin kişinin kendiliğine yansıyan
bir değerlendirme ve organizasyon tarzıdır.[80]
Kısacası değerler hem eylem hem de bilme bakımından insanın var oluşunun ve
kendini gerçekleştirmesinin temelidir. İlişki kurduğumuz insanlar karşısında
tutumumuz, yaşadığımız olaylar ve çeşitli durumlar karşısında aldığımız her
karar ve ilgili
davranışlarımız, bunları
nasıl “değer”lendirdiğimize dayanır. Bu tutum, karar ve davranışlarımız,
yaşamımıza vermeye çalıştığımız yönü gösterir. Yaşamımıza verdiğimiz yön ise,
insanı ve kendi kendimizi nasıl değerlendirdiğimize bağlıdır. Bunlar birbirine
bağlı, ama farklı cinsten değerlendirmelerdir. Kişilerle ve kendimizle
ilişkilerimizde, başkalarının ve kendimizin yapıp ettikleri ve ortaya
koyduklarıyla ilgimizde, yakın çevremiz, çağımız, geçmiş ve gelecekle
bağımızla, belli bir bütünlükte bir kişi olarak var olmamızın temelinde değer
anlayışımız bulunur.[81]
İnsan maddî ve manevî
yönü olan bir varlık olduğu için iki türlü gıdalanmaya muhtaçtır.[82] Necati Öner’in
belirttiği gibi, “insanın maddî yönü nasıl gıdalanma ile devam ederse, manevî
tarafı da ancak onun bağlı bulunduğu değerlerin hâkim olduğu cemiyet içinde
gereği gibi yaşanmasıyla devam eder.[83]
Eğer mânevî tarafı olmazsa insan, hayvanlarla aynı duruma düşer ve akıl sahibi
olduğundan onlardan daha zararlı olur. İnsanın insanî tarafta kalması ancak
değerlerine, üstün duygularına sahip çıkması ile mümkündür. Bunları hiçe sayan
bir serbesti, insan hürriyeti değildir. Değerlerden uzaklaşma, insanî olandan
uzaklaşmadır.[84]
İnsanın akıl gücünü
hiçbir alanda olumsuz yönde kullanmaması için kayıtlanması gerekir. İnsanda bu
sınırlamayı yapan, değerler sistemidir. İnsan böyle bir sınırlamaya tutulmazsa
en tehlikeli yaratıklardan biri olur. Tehlike onun akıl gücüne sahip olmasından
gelir. İnsanın zekâ denen tehlike oluşturabilecek aleti, değerler kontrolü
altında kullanması, insanın mecbur olduğu toplum hayatı için kaçınılmaz bir
gerekliliktir. Din, ahlâk ve hukuk değerleri, işte böyle bir gerekliliğin
sonucu olarak, bir açıdan, insan hürriyetini, insan hayrına kısıtlayan
unsurlardır.[85]
İnsan davranışları,
zihinsel olarak yönlendirilmeye muhtaçtır ve bunun için de bir takım ilke ve
kurallar gerekir. Bu ilke ve kuralların her biri insan hayatında bir değer
olarak belirlenmektedir. O halde değer, insan davranışlarına yön veren
belirlenmiş veya zihinsel bir tutum olarak insanda oluşan kural ve ilkeler
bütünlüğüdür.[86] Değerler, bir inanma
biçimini ortaya koymaktadır. Buradan hareketle değer inançtır diyebiliriz.
Toplumsal norma dahi
ilerleyebilecek yapıyla hareket ettiğini düşünürsek, değer yargılarının
normlara kimi zaman yaklaştığını söyleyebiliriz. Bu da normun salt anlamda
kanunlaşmış metinler üzerinden düşünülemeyeceğini göstermektedir.[87] Değerlerin kimi
durumda kanunlaşmış metinlerden daha fazla yaptırım ya da motivasyon gücüne
sahip olduğunu da söyleyebiliriz. Örneğin yolda bulduğu parayı alıp kullandığı
takdirde kendisine herhangi bir yaptırım uygulanmayacağını bildiği halde
kullanmayan, aksine paranın sahibini bulmak için çabalayan kişiye bu davranışı
yaptıran kanunlar değil, hak etmediği paranın kullanılmasının uygun olmadığı
inancını ona yerleştiren değerlerdir.
Teoriden çok pratik
bir karakter taşıyan değer kavramı, insanın ve toplumun varlık şartlarındandır.
İnsan değerlerini, varlıklarla kurduğu ilişkiler neticesinde meydana
getirmekte, uygulamakta ve yaşamaktadır. Bu bağlamda değerlerin yaşatıcısı,
koruyucusu bizzat insandır. Zira değerler etkisini, önemini, onlara inanan ve
yaşayan oldukça gösterir. Bir şahsın benliği ve toplumun kimliği, ancak
değerler oldukça korunabilmektedir.[88]
İnsan değer koyar, onlara bağlanır, onlara inanır, onları yaşar. Hatta
gerektiği durumda koyduğu değerleri yeniler. Bolay’ın “değer koymak” ifadesi
ile kastettiği, bir gaye belirlemektir. Hayatın gayesini ve yönünü belirleyen
değerler, insan için bir yaptırım gücüne sahiptir.[89]
Değerlerden
kaynaklanan güç, insanı ezen ve insanı küçülten değil insan onurunu yücelten
bir güç niteliğindedir. İnsanın düşünce ve eylemlerine yön veren değerler,
toplumsal baskı olmadan etkili olmaktadır. Davranışlar, ya zorunlu uyma
davranışı diye nitelenen dış disiplin zoruyla olmakta; ya da içselleştirilerek
kişinin kendine mal ettiği değerler vasıtasıyla olmaktadır. Onurlu bir yaşam
için insan davranışlarını yönlendiren etken, korku ve disiplin değil, değerler
olmalıdır. Değerler iç disiplini oluşturur ve bu iç 89
disiplin, değerler
değişmediği sürece değişmez.
“Değerler kişilerin
hayat tarzlarını da oluşturabilecek sosyal güce sahiptirler. Örf, gelenek,
görenek gibi kavramlar, değerlerin toplumda yaşamsal alana geçişiyle mümkün
olabilen değersel güç unsurlarıdır. Geleneksel bir yapı içerisinde aile
hayatının, bireysel ilişkilerin, toplumsal yaşam şekillerinin tümü aslında
değersel bir güç ve inanma biçimiyle
ilgilidir.”[90] Robbins gibi
düşünürler değerleri, kendimizi daha saygın kılmak için kendimizin ürettiğini
söyleseler de aksine değerler aşkın bir unsuru barındırır ve çoğunlukla dinî
mahreçli, kültür, gelenek, görenek, örf gibi tarihi kavramlarla da örüntülüdür.[91]
İnsanın toplumsal
anlamdaki varlığı, benlik kazanabilmesi, var olanlarla ilişki kurabilmesi ile
mümkündür. Zira toplumsallaşamayan fert, kişi olamaz. Toplumsallaşmanın söz
konusu olmadığı yerde, değerlerin uygulanması da söz konusu değildir. Ferdi,
kişi haline getiren, toplumsallaşmayı mümkün kılan ise kültür dünyasıdır. Kişi,
içinde doğduğu bu dünya, kültür ve bunların var ettiği değerler ve bu
değerlerin içselleştirilmeleri sayesinde benlik kazanır.[92]
Kişilik, değerleri yaşama ve ahlâklılıkla 93 doğru orantılıdır.[93]
Değerlerin toplum
yaşamı içinde önemli özellikleri ve bu özelliklere bağlı olarak yerine
getirdiği çeşitli işlevleri vardır.[94]
Özensel, değerlerin işlevlerini Gökçe ve Fichter’den şu şekilde aktarmıştır:
“1. Sosyal değer,
temel seçici uyumun standardıdır. Yani bu bağlamda değerler, bilinçli ve amaçlı
davranışın genel ölçütüdür. Bu bakımdan değer, sosyal eylemde bulunan bir
kişinin sosyal olarak kabullenilebilen olgu ve istekleri için temel atıf
noktası görevini görmektedir.
2.
Değerler,
kültürel olarak şekillendirilmiştir ve aynı zamanda kültür üzerinde de
yönlendirici olarak etki etmektedir. Bu bakımdan değerler, belli bir kültürün
gelişme süreci içinde sekil almaktadır. Bu da genel olarak sembol, moral ve
estetik normlar, davranış şekilleri olarak belirginleşir. Bu açıdan değerler,
kültürün esasını oluşturmaktadır.
3.
Değerler,
insanlarla özdeşleşmiştir. Yani sosyalleşme sürecinde değerler, kişiler
tarafından öğrenilmekte ve üstlenilmektedir. Kısaca, kişinin şahsiyet yapısına
eklenmektedir. Bunun doğal bir sonucu olarak değerler, kişinin şahsiyetinin bir
parçası olarak görülmektedir.
4.
Değerler,
sosyal bir boyuta sahiptirler. Değerler, hem zihin (arzu ve eylem boyutunu
belirten) hem de hissi-duygu yönünü belirten ifadelerdir. Sosyal değerler,
belli sosyal sonuçlara yol açarlar. Bu sosyal sonuçlar literatürde, sosyal
değerlerin işlevleri olarak adlandırılmaktadır.
Fichter’den aktarılan işlevler
şunlardır:
1.
Değerler,
kişilerin ve birlikteliklerin sosyal değerinin yargılanmasında, hazır birer
araç olarak kullanılır. Tabakalaşma sistemini mümkün kılar. Bireyin
çevresindekilerin gözünde nasıl olduğunu ve nerede durduğunu bilmesine yardım
eder.
2.
Değerler;
kişilerin dikkatini çeker ve kişilerin dikkatini yararlı ve önemli olarak
görülen maddi kültür nesneleri üzerinde odaklar. Bu değerli nesne, her zaman
birey veya grup içinde en iyi olmayabilir. Fakat o nesne için çaba
gösterilmesine yol açtığı da bir gerçektir.
3.
Her
toplumdaki ideal düşünme ve davranma yollarına, değerler tarafından işaret
edilir. Değerler, sosyal olarak kabul edilebilir davranışın âdeta semasını
çizerler. Böylece kişiler de hareket ve düşüncelerini en iyi hangi yolda gösterebileceklerini
kavrayabilirler.
4.
Değerler,
kişilerin sosyal rollerini seçmesinde ve gerçekleştirmesinde rehberlik ederler.
İlgi yaratırlar, cesaret verirler. Böylelikle de kişiler, çeşitli rollerin
gerekliliklerinin ve beklentilerinin, birtakım değerli hedefler doğrultusunda
islemekte olduğunu kavramış olurlar.
5.
Değerler,
sosyal kontrol araçlarıdır. Kişileri toplumun kurallarına uymaya yöneltir,
doğru şeyleri yapmaya yüreklendirir. Değerler ayrıca onaylanmayan davranışları
engeller, yasaklanmış davranışların neler olduğuna işaret eder.
6.
Değerler,
dayanışma araçları olarak da işlevde bulunurlar. Kişiler aynı değeri taşıyan
kişilerle birlikte olmak ister. Ortak değerler, sosyal dayanışmayı yaratan ve
sürekli kılan en önemli faktörlerden biridir.”[95]
Değerler bir toplumun
üzerinde hemfikir oldukları (iyiliği, kötülüğü ve önem derecesi) bir olguyu
belirtir.[96] Değerler, kişisel
olmaktan çok topluluğun ortak malıdır. Gerçekten de her değerin arkasında
toplumdan referans alan çok yönlü bir inanç sistemi vardır.[97]
Şüphesiz, toplum içerisinde yaşayan, geleneksel insan için de modern insan için
de bir takım değerlere bağlı olmak bir tür zorunluluktur. Çünkü toplumsal
hayatı mümkün kılan, paylaşılan bu değerlerdir.[98]
Değerlerin
özellikleri ana hatlarıyla şu şekilde sıralanabilir:[99]
•
Değerler,
inanç olmakla birlikte tümüyle nesnel, duygulardan arındırılmış değildir.
Duygularla iç içe, soyut ve özneldir.
•
Değerler,
özgül eylem ve durumların üzerindedirler. Örneğin; itaatkârlık değeri, evde,
işte, okulda ve tanımadığımız ilişkilerin tümünde geçerlidir. Bir değer sadece
belli kişiler için geçerli değildir.
•
Toplum
ve birey tarafından benimsenen birleştirici olgular; Toplumun sosyal
ihtiyaçlarını karşılayan ve bireylerin iyiliğine çalışan inançlardır.
•
Değerler,
bireyin bilincinde yer eden davranışı yönlendiren güdüler; duygu ve heyecanları
da ilgilendiren yargılardır.
•
Değerler
iç içe geçmiş bir bütündür. Bir değeri kendisiyle yakından ilgili başka bir
değerden ayırmak zor olsa da aralarında bir üstünlük ve öncelik münasebeti
vardır. Bu münasebet değer önceliklerini belirleyen bir sistem öngörür.
•
Değerler,
durağan değildir. Değişkenlik özelliği vardır. Zaman içinde etkileşim ve ortaya
çıkan yeni ihtiyaçları karşılamak için değerlerde değişiklikler olabilir.
Değerlerdeki değişim birdenbire değil, zaman içerisinde oluşmaktadır.
Değerlerdeki değişim olumsuzdan olumluya doğru veyahut olumludan olumsuza doğru
olabilmektedir.
•
Değerler,
kalıtım yoluyla geçmez ama bir sonraki kuşağa sosyal rollerle öğrenilerek
aktarılır; çevreden, yazılı ve görüntülü materyallerden taklit ya da model alma
yolu ile öğrenilir.
•
Değerlerin
ortaya çıkmasında sosyal onay önemlidir. Sosyal olarak onaylananlar, zamanla
davranış ölçütleri hâline gelerek değerleri oluşturmaktadır.
•
Değerler,
yaptırım gücüne sahiptir. Bireyin toplum içinde yaşarken uyması gereken
değerlere göre yaşamını sürdürmesi gerekir.
•
Değerler,
bireydeki şüpheleri ve tereddütleri yok eder. Hayatın hızlı bir şekilde
değişimine karşılık kişinin hayata intibakını sağlar; kişiye kendini aşma ve
yenileme imkânı verir.
Değerler,
yaşantımızın farklı yönlerine ve insan oluşumuza temel teşkil eden birçok
alanla ilgilidirler ve doğal olarak çeşitlidirler. Bu yüzden de değerleri konu
edinen bilimler tarafından, farklı değer tasniflerinin yapıldığını
gözlemlemekteyiz. Her ne kadar farklı değer tasniflerinden söz edilse de,
değerlerden her birinin alanını, diğerlerinden kesin
çizgilerle ayırmanın
mümkün olduğunu söylemek zordur. Biz ahlâkî, dinî, toplumsal, tarihî, ekonomik,
estetik, siyasî, millî vb. değerlerden söz edebiliriz. Fakat ahlâkî değerler
içerisinde kabul edilen bir şeyin, aynı anda bir milletin dinî veya başka bir
değerini de ifade etmesi mümkündür.[100]
Belirteceğimiz değer sınıflandırmalarının genel geçer olduğunu ve sosyal
bilimlerin her alanında aynı şekilde kabul edildiğini söylemek zordur.
Dediğimiz gibi, farklı alanlarda, farklı değer sınıflandırmaları
yapılabilmektedir. Bu kısımda, çeşitli araştırma sonuçlarına dayalı olarak
değerlerin sınıflandırılmasına ilişkin farklı bakış açıları sunulmaya
çalışılmıştır.
Allport, Vernon ve
Lindzey’den sonra değerleri “Estetik, Teorik, İktisadi, Siyasi, Sosyal ve Dinî
değerler” olarak altı grupta toplamak adet olmuştur. Bunlar hayatımızın belli
başlı sahalarıdır. Herkes kendi hayatında bu kavramlara şu veya bu şekilde önem
verir veya bunlar karşısında belli bir tavır alır. Değerler bir bakıma bizim
hayatımızın gayeleridir; hatta sadece kendi hayatımızın değil başkalarının
hayatları için de birer gaye olmasını istediğimiz şeylerdir.[101]
Sosyolojide ve sosyal
psikolojide ise değerler bir toplumun kültürüdür. Bir toplumu oluşturan onu var
eden o toplumun işleyiş mekanizmalarını oluşturan ve aynı toplumu geleceğe
taşıyabilen şey kültürdür. Kültür kendi medeniyetimizin bugün yaşayan umdelerini
içerisinde görme fırsatı bulabildiğimiz her tür şeyin adıdır. Biz kültür
sayesinde geçmişimizin izlerini bulunduğumuz zamanda hissedebilir, bilebiliriz.
Aynı şekilde de yarına taşınabilecek değerler yine kültür eliyle
gerçekleştirilecektir. Bu meyanda sosyologlar yahut da sosyal psikologlar
genelde değerleri soyut değerler ve somut değerler şeklinde ikiye ayırarak
tasnif etmektedirler.[102]
Değerleri sübjektif
ve objektif değerler şeklinde sınıflandıranlar da vardır. Değerleri objektif
olarak ele alanlar, insanların değerlendirmede herhangi bir tercihleri
olamayacağı görüşündedirler. “Objektif değerlerin olduğunu söylemek, insanların
tercihi olmaksızın doğruluğu kendiliğinden var olan değerlerin olduğunu iddia
etmektir. Mesela iyilik, doğruluk ve güzellik gibi değerler kâinata ait
gerçeklerdir. Onlar nesnelerin yaratılışının bir özelliğidir. Bazı nesneler
objektif olarak doğrudur. Bazı davranış ve nitelikler de doğuştan iyidir.”[103]
Değerleri sübjektif
olarak ele alanlar da mevcuttur. Bu görüşe sahip olanlar, değerler insana bağlı
şeylerdir derler. Timuçin’e göre, “yüce değerler bireysellik temelinde oluşur
ve evrene açılır. Onu belirleyen bireyin bilinç koşullarıdır. Bu çerçevede
değer yaratmak ve değeri, değer diye belirlemek bireyin sorumluluğuna girer.
Değerin oluşumunda göreneklerin ve alışkıların büyük ölçüde etkili olduğu
doğrudur, bununla birlikte o her şeyden önce bireysel bilinç koşullarıyla
ilgilidir.”[104] Bu, toplumsal yapı,
çevre, kültür, gelenek gibi kavramlardan arınarak kişisel zihni yapının
tutumunu önceleyen bir görüştür. “Oysaki öyle mutlak ve ebedî değerler vardır
ki, onların milleti olmaz, onlar evrenseldir. Onlar, yani o değerler,
insanların ortak dilidir, lisanıdır. Bütün kalp ve zihinler o değerlerde
birleşmektedir. Fert onları doğuşta toplumda bulur. Ne kadar uğraşsa da fert
onları değiştiremez. Onlar ne ferdin ne de belli bir milletin malıdırlar.”[105]
Bilinmesinde yarar
görülen diğer bir değer tasnifi de şöyle ifade edilmektedir:[106]
1.
Yüksek
Değerler: Dinî değerler, mutlak değerler, manevî değerler, ahlakî değerler,
milli değerler, hukuki değerler, idealler, inançlar, dürüstlük, dostluk,
sözünde durma gibi değerler.
2.
Araç
Değerler: Yarar ve çıkar alanıyla ilgili değerlerdir: Yarar ve çıkarın her
türlüsü, kayırmalar, maddi değerler, hoş olanlar, tutkular, güç, iktidar
faktörleri, ün ve şan hırsı gibi değerler.
Yüksek değerler
mutlak oldukları için saf etik ilkelerdir. Bu değerler sürekli ve bölünmez
olduklarından diğerleri tarafından temellendirilemezler. Bu değerlerin
gerçekleşmesi insan için derin bir sevince sahip olmaktadır.[107] Yarar ve çıkar
alanı olan araç-değerler, öznel durum ve tavırları yönetirler. Bu değerlerin
yönetimindeki alan, insanlar arasındaki çatışmaların alanıdır. Uzlaşma ise
ancak yüksek değerlerin bu alandaki etkinliğiyle sağlanabilmektedir.[108]
Araç değerler, yüksek
değerlerle olan bağlarından koparılınca, artık etik bir karakter taşımazlar,
fakat değerler hiçbir zaman birbirinden koparılamazlar. Mademki bütün hayat
eylemlerimizi değerler yönetip düzenlemekte ise, her iki değer grubunun bizim
eylemlerimizi yönetmesi gerekmektedir. Bundan dolayı hiçbir zaman birbirinden
kopmazlar; ancak bu
değer gruplarından birinin ağır basması yahut birisinin ötekisinin emrine
girmesinden söz edilebilmektedir. Asıl tehlike yüksek değerlerin,
araç-değerlerin emrine girmesindedir; ahlakî bir yapıp etme ve eylemde, bunun
tersi olmalıdır; yani araç değerler, yüksek değerlerin emrinde olmalıdır.
Değerlerin bir başka
tasnifi, insan şahsiyetini, onun değerlerine göre ortaya çıkarmaya çalışan
Spranger tarafında yapılmıştır. Psikolojik çalışmalarda, onun yapmış olduğu
tasnif bir ilk olarak kabul edilmektedir. Spranger, estetik, ilmi, iktisadî,
siyasî, sosyal ve dinî olmak üzere altı değer grubundan söz etmektedir.[109] Spranger tarafından
yapılan bu tasnif, genel bir kabul görmüş ve büyük ölçüde değerleri bu
sınıflandırmaya göre incelemek ilmi bir gelenek haline gelmiştir. Fakat bu
sınıflandırmaya sonradan ahlâkî değerler boyutu da eklenmiştir.
“Shaver ve Strong ise
değerleri estetik, enstrümantal ve ahlâkî değerler olarak üç kategoride
sınıflandırmaktadır: Estetik değerler, resimde, müzikte, edebiyatta kişisel
yaklaşımımızla güzel olduğu yargısına vardığımız standartlardır. Enstrümantal
değerler, belirli amaçları başarmak için kullandığımız değerlerdir. Örneğin bir
öğretim yöntemi, eğer belirlediğimiz eğitim amaçlarını gerçekleştirmeye yardım
ediyorsa değerlidir. Değerler, bireylerin belirli amaç ve eylemlere ilişkin
Ahlâkî karar vermelerine de yardımcı olmaktadır. Ahlâkî değerler, amaç ya da
eylemlerin uygun olup olmadığını yargıladığımız ilke ve standartlardır. Ahlâkî
değerler yalnızlık gibi kişisel bir tercihten, insan yaşamının kutsallığı gibi
insanlığın varlığını temel alan değerlere kadar geniş bir yelpaze çizmektedir.
Çalışkan olmak, dürüstlük, yardımlaşmak, vatanseverlik gibi değerler bu
kutuplar arasında yer almaktadır.”[110]
Bir başka değer
sınıflaması da Beck tarafından yapılmıştır. Beck'in değerlere ilişkin
çalışması, farklı durumlarda değişebilmekle birlikte, oldukça yaygın olan
evrensel değerler seti üzerine temellenir. Beck'e göre, kesin, mutlak değerler
yoktur. Değerler, hem araç hem de amaçtır. Beck, değerleri, temel insan
değerleri, ahlâkî değerler, sosyal ve politik değerler, ara değerler, spesifik
değerler olarak tasnif etmiştir.[111]
Güngör, değerler
psikolojisi ve ahlâkî değerleri konu alan çalışmasında, insanın hayatta ideal
edinebileceği, on dört farklı değer belirtmiştir. İncelenen bu on dört değer,
temelde yedi ana
değeri temsil etmiş ve her bir ana değerde de iki alt değer yer almıştır.
İlgili araştırmada, estetik, ahlâkî, teorik, iktisâdî, dînî, siyâsî ve sosyal
değerler, yedi ana 112
değer olarak kabul
edilmiştir.[112]
Ülken ise değerleri
öz karakterlerine göre içkin, aşkın ve normatif değerler olarak üçe ayırmıştır.
İçkin değerlerin bir kısmı, değer vermenin öznesi durumundaki bilincin eşya ile
ilişkisinden doğan “teknik” değerlerdir. Bir kısmı, duyguya ve duyuşa bağlı
kavradığımız şeylerle ilgili olarak ortaya çıkan “sanat” değerleridir ve yine
bir kısmı temelini doğrudan doğruya şuurun verilerinde bulan düşünce “bilgi”
değerleridir. İçkin değerler, kavramlar, duygular ve eşya ile münasebetten
doğan ve bilinçle çevrelenen, inanmadan daha çok bilmenin hâkim olduğu
değerlerdir. İçkin değerler, sujenin kendi dışındaki dünyadan oluşturduğu
değerler iken aşkın değerler kişilerarası ilişkilerden meydana gelirler.
Bireyin sosyal çevresiyle etkileşmesinden doğan değerler, kişilerarası
değerlerdir bilgiden çok inanma üzerine kuruludur. Bu değerler ahlak ve dindir.
Üçüncü ve son değer grubunda normatif değerler vardır. Bunlar aslında değer
değil, ancak bütün değerlerin ölçüleri, değişim örnekleridir. Bu değerlerin
görevi, başka değerleri birbirleriyle karşılaştırmak ve ölçmektir. Bu
ölçü-değerler; iktisadi, hukûkî, lisanî değerlerdir.[113]
Son olarak üzerinde
duracağımız bir değer tasnifi de, değerleri maddî ve mânevî olarak ayıran
sınıflandırmadır. Maddî değerlerden kastedilen şeyin genelde bir toplumun
iktisadî, teknolojik vb. donanımları olduğunu söylememiz mümkündür. Mânevî
değerleri ise, “ büyük bir sosyal gurubun mensuplarının (sırf başkaları
tarafından tasdik edildiği için değil) kendi idrak ve anlayışları ile
doğruluğunu tasdik ettikleri için üzerinde ittifak ettikleri ve sübjektif
olarak da kıymet takdir ettikleri değer hükümleri” olarak tanımlamak mümkün
görünmektedir.[114] Din, iman, ahlâk,
sabır gibi değerler, bu sınıflandırmada mânevî değerler grubuna girmektedir.
Daha önce de
değindiğimiz gibi değerler çoğu zaman girift bir durumdadır ve değerlerden her
birinin alanını, diğerlerinden kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir. Başka
bir ifadeyle, örneğin ahlâkî değerler, insanın değerler sisteminde apayrı bir
bölüm teşkil etmez. Başka cinsten -mesela ilmi, siyasi- değerler, ahlak
değerleriyle sıkı bir ilişki halindedir ve bunlar pekâlâ birer ahlâkî değer
görünümü alabilirler. Dolayısıyla “şunlar
dînî, şunlar ahlâkî,
şunlar da ilmî değerlerdir” diyerek, değerleri kesin bir kategorik tasnife tâbî
tutmamız zordur. “Ahlâkî ” diye nitelediğimiz herhangi bir değer, aynı zamanda
dînî, siyâsî, sosyal bir değer görünümü de arz edebilir. Örneğin, başkalarının
görüşlerine saygı duymak, hem ilmin, hem de ahlakın gereğidir. Öte yandan aynı
saygı, hem siyâsî, hem de sosyal bir değer olarak pekâlâ görülebilmektedir.
Keza, çalışmanın, hem dini, hem ahlâkî, hem de ilmî bir değer olduğu rahatlıkla
ifade edilebilmektedir.[115]
Biz ise tezimizde
değerleri sınıflandırırken, Safiye Erol’un yazılarındaki konuların
çeşitliliğinden hareketle, geniş bir tasniflendirme tercih etmekteyiz. Felsefe,
siyaset, ekonomi, din, ahlâk, aşk, millet, şehir kültürü, estetik, sanat,
hayvanlar gibi çok farklı konulara değinen Erol’un yazılarında tespit ettiğimiz
değerler, kimi zaman bir başlık altına oturmuş, kimi zaman da değerlerin iki
hatta üç değer başlığına girecek kadar geniş arka plana sahip olduğu
görülmüştür. Bu noktada yazının ana fikrine en yakın başlık tercih edilmiştir.
Tezimizde esas aldığımız değer tasnifi şu şekildedir:
a)
Ahlakî
Değerler
b)
Dinî
Değerler
c)
Millî
Değerler
d)
Medeniyet
ve Kültürel Değerler
e)
Felsefî
Değerler
f)
Estetik
Değerler
g)
İnsanî
Değerler
h)
Toplumsal
Değerler
Bu bölümde “değer”
kavramını, değerlerin nesnesi konumundaki ‘’kişilik’’ kavramı ile ilişkisi
bağlamında ele almaya çalışacağız. Zira değerlerin ve değer eğitimin ve din
eğitiminin amacı, kişiliğin müspet gelişimidir.
Kişilik, bireyin
toplumsal hayatın içinde edindiği alışkanlıkların ve davranışın bütünü[116] olarak
tanımlanmaktadır. Kişilik alışkanlıkların, alışkanlıklar ise davranışların
tekraren yapılmasının
neticesidir.[117] İnsan kişiliğinin
temeli olan davranışlar, beşeriyet ve insaniyet düzeyinde zihinsel olarak
yönlendirilmeye muhtaçtır ve bunun için de bir takım ilke ve kurallar
gerekmektedir. Bu ilke ve kuralların her biri insan hayatında bir değer olarak
belirlenmektedir. İnsan davranışlarına yön veren belirlenmiş veya zihinsel bir
tutum olarak insanda oluşan kural ve ilkeler bütünlüğü[118]
şeklinde tanımlanabilecek olan değerler, insan davranışlarının ve dolayısıyla
şahsiyetinin mayası olarak ifade edilebilmektedir.
Değerler, insan
şahsiyeti ve hayatıyla doğrudan ilgili olması ve insanın insanca yaşama
çabasına yardımcı olması bakımından her çağda eğitimin hem amacı hem de konusu
olmuştur. Eğitim, bireyi ister toplumun etkin bir üyesi yapma süreci, ister
sorumlu bir yetişkin olarak hayata kazandırma ya da bir mesleğe hazırlama çabası
olarak düşünülsün, değerlerin bu süreç içinde herhangi bir şekilde yer aldığı
ve alacağı bir gerçektir.[119] Değerler, kişiliğin
temel malzemesi olması itibariyle, sağlıklı düşünen, hisseden ve davranan
bireylerin yetiştirilmesi noktasında din eğitiminin de önemli çalışma
alanlarından birini oluşturmaktadır. Din eğitimindeki, insanın doğuştan
getirdiği en iyi tarafı ortaya çıkarmak; kişiliğinin her yönüyle gelişmesini
sağlamak; insanın mükemmelliğe ulaşmasına yardımcı olmak; bireyi ve toplumu
kötü ahlaktan korumak ve kurtarmak, bunun yanında iyi ahlakla donatmak ve
devamını sağlamak gibi hedefler, değerlerin işlenmesi ve eğitilmesi ile
gerçekleşebilmektedir. Din eğitiminin insanın şahsiyetini geliştirmeyi hedef
alan boyutunda, insanın değerlerinin eğitilmesi ehemmiyet arz etmektedir.
Din eğitiminin
tanımında geçen fıtratı koruma ifadesinde kastedilen, yaratılış ahlâkını
korumaktır. Zaten, dinin gerektirdiği tüm ritüellerin özüne baktığımızda bütün
uygulamalardaki amacın Allah ile iletişim kurarak, ahlâklı ve iyi insana
ulaşmak olduğunu görmekteyiz. İyi insan, toplumca kabul gören; insanın,
dolayısıyla toplumun varlığının temeli olan değerlere bağlı, bu değerlere göre
hareket eden, hayatını bu değerlere göre düzenleyen, kendisine ve topluma
faydalı olan insandır. Dolayısıyla insanın davranışlarının
özü niteliğindeki
değerlerin eğitimi, “iyi insan” yetiştirme noktasında din eğitiminin hem aracı
hem de amacı konumundadır.
Değerlerin
öğretiminin, program, usul ve öğretmenin şahsiyeti açısından da din eğitiminde
önemli bir yeri vardır.[120] Hz. Muhammed’in
“Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” hadisi, “Allah katında
gerçek din, İslam’dır.”[121] ayeti ve “İslam,
güzel ahlaktan ibarettir”[122] şeklindeki bir çok
vecize de gösteriyor ki bu dini tebliğ etmek, sadece buyrukları değil, dinin
gerektirdiği yaşama üslûbunu da tebliğ etmektir. Ahlâkın tamamlanması, ahlâkın
Hz. Muhammed’in varlığında somutlaşması demektir. Allah, peygamber modelini,
insanların onun yaşantısını örnek alarak eylemlerini inşa edebilmesi amacıyla göndermiştir.
Peygamberi örnek alan kişi, dünya ve ahiret saadetini kazanmak için, kendisini
güzel bir ahlâkla inşâ etmektedir.[123]
Buradan hareketle peygamber modelindeki din eğitiminin sadece bir bilgi eğitimi
değil, bir kimlik eğitimi olduğunu ifade edebiliriz. Bu noktada ise yine
karşımıza din eğitiminin önemli bir boyutu olan değer eğitimi çıkmaktadır zira
insandaki “kimlik eğitimi” değerlerinin eğitilmesiyle gerçekleşebilmektedir.
Ülkeler ve milletler
arası sınırların kalktığı, medeniyetler arası yoğun bilgi ve kültür
alışverişinin yaşandığı günümüzde, yabancı kaynakların hangisine ve ne dereceye
kadar minnet etmek lazım, lâyıkıyle kestirebilme noktasında kendi kültürünü ve
değerlerini tanıma önem arz etmektedir. Toplumların kendi varlığını
koruyabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi için kendi kültürel birikimini, bir
başka ifade ile kültürel mirasını tanıması 124 ve kullanması gerekmektedir.[124]
Bütün milletlerin
eğitim tarihindeki uygulamalarına bakıldığında, eğitim amaçlarına
ulaşmalarında, fert ve toplum ihtiyaçları yanında, kültürel mirasın yetişmekte
olan nesillere kazandırılmasına büyük ölçüde önem verdikleri görülmektedir.
Kültürel hayatı belirleyen başlıca mânevî değerler; temel inançlar, ahlakî
değer yargıları, örfler ve âdetlerdir.[125]
Çağdaş eğitim anlayışına göre ise, “eğitim üzerinde etkisini gösteren temel
inançlar arasında
dinden daha kuvvetli olanı yoktur.”[126]
Din, kültürel miras dairesinde büyük paya sahip bir alandır zira din/inançlar,
bütün değerlerin en derininde yer alır, onların oluşumunda en belirleyici role
sahiptir. Din, bireysel ve toplumsal kimliği belirleyici temel unsurdur.
“Kültürel miras” olarak ifade edilen, toplumları oluşturan ve bir arada yaşatan
temel dinamikler olarak bakabileceğimiz gelenek, görenek, örf, âdet ve
değerler, çoğu toplumda dinden büyük ölçüde etkilenmiştir. Dînî anlayış,
doğrudan değer sistemini, değer sistemi ise tutum ve davranış biçimlerini
etkilemektedir. Bu noktada ise yine din eğitiminin değer aktarımındaki
fonksiyonu göze çarpmaktadır.
Geleceğini garanti
altına almak isteyen toplumlar, ahlaklı bir nesil yetiştirmek için gayret
göstermişler, ahlak eğitimine önem vermişlerdir. Ahlak eğitiminin amacı, olgun
davranışlar konusunda alışkanlık sağlayıp, üstün ahlakı gerçekleştirmektir. Bir
ahlakî davranış, kalıcı bir âdet oluncaya ve köklü bir ahlak kuralı hâline
gelinceye kadar, istikrarlı bir şekilde tekrarlanmalıdır, böylece davranış
karakter hâline gelir. İnsanın fiillerini devamlı olarak doğruluk şartlarına
uydurmak, bu doğru ve düzenli hareketleri güzel alışkanlıklar, yüksek
karakterler hâlinde elde etmek değerler eğitimidir.[127]
Din ve din eğitimi,
değerlerin eğitimi sürecinde araç konumuna da geçebilmektedir. Dînî unsurların
materyal olarak kullanılması değerler eğitiminde mânevî motivasyon
sağlamaktadır. Mehmedoğlu’na göre “manevî motivasyon, nihaî bir varlığa olan
bireysel bir iman ve bağlanma ile hayatın anlamını belirleyen ve yorumlayan,
insan bilincindeki sürekli ve insanlık tarihini şekillendiren sosyal veçhesi
bulunan duygu, düşünce ve ahlak sistemleri olarak anlaşılmalıdır. Düşünce ve
duygu dünyamızda tıpkı herhangi bir duygu ve düşünce gibi gelişimsel bir seyir
takip eden ve bildiğimiz bütün duygu ve düşüncelerimizin üzerinde temellenen,
karmaşık ve gelişime açık, insanı salt biyolojik bir varlık olmak sınırından
kurtaran ona hayatı için anlam tayin eden değerler sunan ilkeli ve estetik
yaşama biçimi sunan duygu/düşünme biçimidir.”[128]
Buradan hareketle değer eğitiminde, değerlerin içselleştirilmesi ve davranış
boyutuna aksettirilmesi noktasında, dînin ve dolayısıyla da din eğitiminin
sağladığı mânevî motivasyon ve içsel dinamiklerin yadsınamaz payı olduğu ifade
edilebilir.
Bireyin değerlerle
donanması ancak eğitimle mümkündür. Bireyin eğitilmesi, bireyin içinde yer
aldığı diğer ortamlarda yani aile, toplum, devlet, iş vb. alanlarda yüksek
değerlerin hâkim olmasını sağlayacaktır. Değerler eğitiminin amacı, bireyin
değerlere bağlı bir kişilik geliştirmesini sağlamaktır. İnsan davranışlarının
ve dolayısıyla şahsiyetinin mayası olarak ifade edilen değerler, kişiliğin
dolayısıyla da toplumun temel malzemesini teşkil etmekte, zira karşısında duruş
alınan bir değer sistemi olmadığında hayatı anlamlandıran bir ahlâki davranış
ve yargıdan söz edilememektedir. Fakat benimsenen değer sistemine hangi
motivasyon ve ölçütlerle bağlanıldığı, bağlılığın yoğunluğu ve etkililiği,
bağlanmanın dış faktörlerden etkilenişi gibi daha bir çok husus da ahlâkîliği
belirlemektedir.[129] İşte din ve din
eğitimi gerek motivasyon unsuru olarak, gerekse yöntem ve teknik açısından
kattıklarıyla, amaçlarındaki ortak paydalarla, değerler eğitimi ile yan yana
hatta iç içe bulunmaktadır. İnsanın istidat ve kabiliyetlerini işleyip
geliştirmek üzere, Allah’a iman ve bağlanma ile, kişinin yaşayışını gerek kendi
gerekse toplumun saadetine ulaştıracak şekilde düzenlemeyi hedef alan din
eğitimi, değer eğitimi noktasında önemli bir görevi üstlenmektedir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SAFİYE EROL’UN ESERLERİNDE DİN EĞİTİMİ ve DEĞERLER
1.
DİN
EĞİTİMİ
1.1.
Safiye
Erol’un Din Eğitimine Genel Bakışı
Safiye Erol, dinin
temel gayelerinden olan, insanlığın Allah’ı bilme ve tanımasının, beşeriyetin,
varoluşundan bu yana kazandığı en büyük başarı olduğunu belirtmektedir.
“Başarı ne kadar
büyük olursa olsun insanlığın öyle esaslı bir temel-zaferi vardır ki ona
kıyasla bugün olan ve bundan sonra olacaklar hep birer nüshadan ibaret kalacak.
O temel-zafer ise beşerin (Allah) diyebilmiş, bu mefhuma ermiş ve kendi kendine
sonsuz tekâmül, aşk ve 130
ebediyet sahası
vermiş olmasıdır.”[130]
Yazar, kişinin hem
dünya hem de âhiret hayatına yansıyacak bu zaferi, Allah’ı bilme, tanıma, O’na
bağlanma ve inanma sonucu kazandığı mânevî ve içsel dinamiklerle şahsiyetini
olgunlaştırması zincirlemesiyle gerçekleştirdiğini işaret etmektedir. Bu
noktada, insanın doğuşla beraberinde getirdiği dinî istidat ve kabiliyetlerini
işleyip geliştirmek üzere, başta Allah’ı ve ilâhi kelâmı öğrenip kabul ederek,
ilâhi kelam içinde mevcut bilgiler ve talepler doğrultusunda yaşayışını
düzenleyebilmesi[131] olarak tarif edilen
din eğitimi karşımıza çıkmaktadır. Yazar, insanın dünyaya gönderiliş amacının
Allah’ı tanımak ve tanımanın getirdiği bilinç üzere yaşamak olduğunu ifade
ederek, din eğitiminin insan ve toplum hayatındaki yerini de
temellendirmektedir.
1.1.1.
Din
Eğitiminin Gerekliliği
Yazar, modern zamanın
neticesinde oluşan kalabalık, koşturmaca ve telaşın, dindarlığın sağladığı
mânevîyattan haz alma duyusunu zayıflattığını ifade etmekte, hissiyât ve
mânevîyat bakımından eski zamanlardaki yüksek duygulara erişilemese de, insanın
içerisinde, modern hiçbir etkinliğin dolduramayacağı, Allah’a yönelme ihtiyacı
bulunduğunu belirtmektedir.
“Böylece kabul
edelim, dindarlık nîmetlerinden eskiler kadar nasîbimiz olamaz. Biz sağa sola
çok dağılmışız. Entelektüel hayât, san’at dinamik yaşayış şu bu… Hatta işbâ
halindeyiz. Yine de hiç bir şeyin dolduramayacağı bir gedik kalıyor Tanrıya
yönelme…”[132]
Erol, düsturların,
ilke ve değerlerin, insanın varoluşuna anlam katan mayalar olduğunu, Hocası
Ken’an Rifâî’nin kendine bulunduğu telkinlerden birini naklederek ifade
etmektedir.
“Hocam- İnsan
benimsediği düsturları unutmamaya gayret etmeli. Hoş, unutsa da günün birinde
mihnet ve elemle hatırlayıp tazelemeye mahkûmdur. Düsturların, senin hayat ve
ebedîyet mayandır. Onları sıkı tut.”[133]
Safiye Erol, bir
milletin sahip olduğu değerleri, köklerinden gelen enerji ve hayat usareleri
olarak nitelendirmekte; din eğitiminin aleyhinde olan kişilere, din eğitiminin
ahlak ve değer eğitimi boyutunun, bireyin ve toplumun erdeme ulaşmasında
vazgeçilemez bir unsur olduğunu ifade ederek cevap vermektedir.
“Din terbiyesinin
niçin aleyhinde bulunuyorlar anlamam. Bâzı kimseler fazîlet öğrenmek için dîne
ihtiyaç yok, Allah ve Peygamber mefhumlarını öğrenmesek de olur, diyorlar.
Soruyorum: Hak, vicdan, ahlâk mefhumlarını da öğretmeden olur mu? Yoo… Onlar
lâzım, diyorlar. Âdetâ meyvasını yiyip ağacını inkâr etmeğe benziyor. Bana
kalırsa derim ki: Ey felek! Allah’sız, Muhammed’siz dünyayı al, başına çal!.”[134]
Yazar, bu noktada,
ahlak eğitiminde, dînin ve din eğitiminin yadsınamaz payına işaret etmekte,
ahlak ve değer eğitiminin, din eğitiminin bir meyvesi gibi olduğunu ifade
etmektedir. Meyvenin daldan, dalın ise ağaçtan ayrı tutulamayacağından
hareketle, Erol’un din eğitimini, ahlak ve değer eğitimi olarak yorumladığı
çıkarımına ulaşabiliriz.
Din eğitiminin ahlak
ve değer eğitimi cephesini öne çıkaran Safiye Erol, dîn eğitimi
disiplinlerinden biri olan tasavvuftaki derviş kavramı üzerinden, tasavvûfi
terbiye sistemindeki ahlâk ve değer eğitimi boyutundan bahsetmektedir.
“Derviş, kendi
devrinin mutlaka çok okumuş adamı olmak lazım değildi. Dervişlik tahsilden
ziyâde, düşünce ve duygu hassasiyeti zemîninin bir bitkisidir. Belki de tarîkat
rejimleri, çeşitli gâyeleri arasında bir hedef daha tutturmuşlardı: Fazla
feverân, aşırı rikkât, ölçüsüz duygu istîdâtı yüzünden hayat sermayelerini
vaktinden evvel tüketen kâbiliyetleri, maddî manevî inzibat çemberi içine
alarak kurtarmak, bu istîdâtları kendi kendine zarar verecek taşkınlıklardan
soyup, cemiyete faydalı bir formaya sokmak. Günümüzün ruh tabâbeti henüz bu
ilmin alfabesindedir. Psikiyatristlerin telkin gayreti, elde çekirdek olmadan
meyve yetiştirmeye kalkmak gibi bir çabalamaya benziyor.”[135]
Ölçüsüzlük sebebiyle
tükenen kabiliyetleri, sıkı bir maddî ve mânevî düzen ile şekillendirip
cemiyete faydalı hale getirme faaliyeti, mânevî terbiyedeki ahlak eğitimi
örneklerinden birisini teşkil etmektedir. Erol, iman ve bağlanmanın, kişilik
gelişiminde temel mânevî motivasyon unsuru olduğunu belirtmekte, bu özden
mahrum dışsal telkinlerin gerçek anlamda faydalı olamayacağının altını
çizmektedir.
“Şunu da kabul etmek
gerekir ki dünya görüşü, bir vahdete erişmiş devirlerde ruh şifası için usul
kurmak daha kolaydı. Zamanımızda ise duygular ve düşünceler curcuna halinde,
herkes ayrı bir istikamet tutturmuş. Fakat disiplin ihtiyacı şimdi daha keskin
bir zaruret haline geldi. Çünkü medeniyet vasıtaları: Basın, radyo, sinema ve
kıyı bucak köylerin halkını bile kolayca bir muhitten bir muhite ulaştıran
motor, insanların şuur sistemini ziyadesiyle aşındırıyor.”[136]
Safiye Erol, modern
devrin duygu ve düşünce karmaşasında ruha şifa bulmanın zor olduğunu
belirtmekte ve bununla birlikte bu karmaşanın insanın zihninde ve gönlünde
yaptığı yıpratıcı etkilerin yoğunluğu sebebiyle, modern dönemde ruh için
arınma, düzen ve disiplin ihtiyacının karşılanmasının zaruret haline geldiğinin
altını çizmektedir. Erol, disiplin kavramıyla, mânevî motivasyon kaynaklı ahlak
ve değer eğitimini, dolayısıyla da din eğitimini işaret etmektedir.
“İşte âşikâr ki
cümlemiz beden ve ruh tepkilerimizi yeni zamanın şartlarına göre kontrol altına
almağa ve yeniden ayarlanmış bir sağlık nizâmı vaz’etmeye mecburuz.”[137]
Erol, ruh şifası ve
ruh sağlığının korunması noktasında yeni dönemin şartları ve ihtiyaçlarını göz
önüne alan, işlevsel öneriler ve yöntemler sunan sağlam bir disiplinin
zarûriyetine vurgu
yapmakta; “sağlık nizâmı” ifadesiyle beden sağlığından ziyade, ruh sağlığını,
ahlâkı ve mânevîyatı koruma ve iyileştirmeye dönük faaliyetleri kastetmekte, bu
noktada modern devrin dinamiklerine göre yeniden şekillenmiş bir din ve
değerler eğitimi sisteminden bahsetmektedir.
Safiye Erol, mânevî
terbiye kazanmış kişiyi, planlı ve huzurlu yaşayan, huzur ve güven verici,
sağlam ve temiz insan olarak vasıflandırmaktadır. Yazar, tarihte başarı
kazanmış atalarımızın zaferlerinin, mânevî terbiye neticesi sağlam ruh
yapılarının eseri olduğunu belirtmektedir.
“Temkinli ruh “havf ü
recâ” sadmelerine pek cevap vermez. Şöyle bir ürperse bile bunların gelip
geçici hayaller olduğunu bilir, çabuk durulur. Heyecanların edep çemberi içinde
zapt ü rapta almıştır. Kendi düşünce ve duygularını dizginler. Parazit
fikirleri, sözleri, hareketleri devamlı bir kontrolle budar atar. Netîcede
mânevî terbiye kurulmuş olur. Karşımızda huzurlu yaşayan, huzur veren, plan
dairesinde gâyeye teksif edilmiş bir iş hayâtında başarı kazanan, güven verici
sağlam ve temiz insanı görürüz. Dedelerimiz bu türlü üsluplaşmış insanlardır.
Târihteki başarılarına maddî kuvvetten ziyâde ruh salâbeti ile ulaştılar.”[138]
Erol, dünya
hayatındaki gerçek başarının, sağlam kişilik yapısına sahip kâmil insan olmayı
gerektirdiğini ifade etmektedir. Yukarıda, niteliklerinden bazıları sıralanan
kâmil insan vasfını kazanmak mânevî terbiye ile gerçekleşir ki yazar burada
zımnen dînî terbiyeyi işaret etmektedir. Bu noktada, din eğitiminin kişinin
sadece âhiret hayatını değil, dünya hayatını da güzelleştirmeyi ve
iyileştirmeyi hedef aldığından bahsedebiliriz.
Erol’a göre
ibadetler, mânevî terbiyenin vazgeçilmez unsurları olup, bireyi ve toplumu
kötülüklerden koruyan bir çember, ferdin ve cemiyetin iyi yönde gelişimini
sağlayan periyodik kontrollerdir.
“Mademki hepimiz
gönül denilen Tanrısal periyi konuklandırıyoruz, buna benzer acı buhranlardan
az çok geçmişizdir. İlmin hünerli eli bizi sıvazlar, derdimizi savdırır.
Kuvvetli telkinler eğilmiş belimizi doğrultur, bükülmüş boynumuzu dik kaldırır;
hatta o telkinleri kendi kendimize sunmayı bile öğreniriz. Günün birinde. Yine
de çevremizden tehlikeler eksilmez. Dünyâ etkileri fikirlerimizi
coşturur, rûhumuzu
bulandırır, vücûdumuzu yıpratır; gevşek davranırsak bizi hasta eder. Periyodik
kontrolleri eksik etmemeliyiz. Belki yeri değil, ama bilmem neden İstiklal
Marşımızın bir mısraı zihnimde aralıksız çınlıyor:
‘’Arkadaş yurduma alçakları uğratma
sakın
Siper et gövdeni dursun bu hayâsızca
akın’’
Evet, merhum Âkif’in
bu şiirini en etraflı mânâsıyle anlıyorum. Sâdece Türkiye sınırları içindeki
vatanı değil, kendi sosyal, âilevî ve ferdî bünyemizi, kendi millî ve şahsi
mânevîyatımızı da düşünüyorum. Bütün o abdestler, baş örtmeler, namazlar,
dualar hep birer periyodik kontrol, hep birer tehlikeden izâle kalmak,
şifâlanmak davranışı değil mi?” [139]
Yazarın mânevî şifa
için periyodik kontrol olarak nitelendirdiği ibadetlerin eğitim ve öğretimi,
din eğitiminin temel konuları arasında yer almaktadır. Dolayısıyla Erol,
şahsiyetin gelişimi ve korunmasında ibadetlerin mühim fonksiyonuna değinerek
din eğitiminin kişilik gelişimindeki rolüne işaret etmekte ve din eğitiminin
gerekliliğini ifade etmektedir.
Safiye Erol üç dört
yaşlarında iken annesi ile aralarında geçen diyaloğu naklederek, din eğitimine
başlama tecrübesinden bahsetmektedir.
“Cennet annelerin
ayakları altında olduğu gibi, iman da annelerin dudakları arasındadır. Çok
küçük bir çocuktum her halde, belki üç dört yaşında. Geniş bir karyolada
yatmıştım. İnce sarı çubuklu al ipek bir yorgan örtünmüştüm. Annem yatağın
kenarında oturuyordu. Allah’ı tutturmuş olacağım. Annem dedi ki, Allah
herkesten, her şeyden büyük.
-Allah’tan sonra kim gelir, dedim. Cevap
verdi:
-Peygamber.
-Ondan sonra kim gelir, dedim. Cevap
verdi:
-Padişah. (O devletin reisi)
-Ondan sonra kim gelir, dedim. Cevap
verdi:
-Evliya.
-Daha sonra. Cevap:
-Büyük baban.
-Daha sonra. Cevap:
-Baban.
Ben yatak mahmurluğu
içinde bir yandan annemin latif elleriyle okşanırken bir yandan da Allah’ın
büyüklüğü hakkında izahat istiyordum. Enini boyunu merak ediyordum. Çocukların
hali malum, ahiret suali sorarlar, insanın “Yangın var!..” diye evden fırlayası
gelir, sabredebilen yine ancak güzel annelerdir. Daha ne masum saçmalar
sıralamışımdır o gün, hatırlamıyorum tabii. Küçücük zihnim yoruluyordu, Allah’ı
bildiğim ölçüler içine almağa çalışıyordum. Allah ev kadar mı? Ağaç kadar mı?
Suallerime hep daha büyük, daha büyük cevabını alınca bir nev’i hayal
kırıklığına uğradım ve hayatımın bu ilk fikir çabalaması içinde kendi kendime
mikyas metodunu keşfederek anneme sordum: Allah’ın bir tek dişi bu yorgan kadar
mı?
Hatıralarım burada
bir film gibi kopuyor. Annem ne cevap verdi bilmiyorum. Hafızamda kala kala o
sarı yollu al ipek yorgan kaldı. İşte ben din dersine böyle başladım. Sizi
temin ederim ki, öğrendiklerim mıh gibi oturdu. Hâlbuki altı yaşından
başlayarak hep ecnebi mekteplerde Garp dilleriyle okudum, tahsilimi de yine
Garp memleketinde ikmal ettim. Ama bileceğimi biliyordum. Annem babam bana
kendi dünyalarını (İslam dünyasını) bir çırpıda ve tamamı tamamına
aktarmışlardı. Üstünden tufan geçse değişmez.”[140]
Daha önce de
belirttiğimiz gibi, ilke ve değerlerin, insanın varoluşuna anlam katan mayalar
olduğunu belirten Erol, bir milletin sahip olduğu değerleri, köklerinden gelen
enerji, hayat usareleri olarak nitelendirmektedir. Din eğitiminin sağladığı
mânevî motivasyon ve içsel dinamiklerle güzelliklere yönlendirilen insanın,
mânevî terbiye ile kazandığı sağlam kişiliğin yansımaları, hayat dairesinin her
açısında görülmektedir.
Erol, çocuğa ilk dînî
bilgilerin aktarıldığı, ilk dînî yaşantıların sunulduğu, çocuğun ilk model
aldığı ortam olan ailenin din eğitimindeki ehemmiyetini vurgulamaktadır. Yazar,
karakter ve kişiliğin büyük ölçüde şekillendiği çocukluk döneminde, aile
tarafından sağlam bir şekilde verilen din ve değer eğitiminin
içselleştirilerek
hayatın ileriki dönemlerine de olumlu bir şekilde aksettiğini belirtmektedir.
Safiye Erol, din
eğitiminde mürşit kavramını, bir başka ifade ile de din eğitimcisini merkeze
oturtmaktadır. Yazara göre mürşit, model olan, değiştiren, dönüştüren,
insanları karakter ve davranışlarıyla etkileyen ve çevresine güç veren “merkez
insan”dır. Telkin ve tâlim edilen ilke ve değerlerin, teoriden pratiğe
uyarlanarak, merkezdeki din eğitimcisi tarafından yaşanarak ve örnek olunarak
aktarılması, özellikle davranışa dönük değer eğitiminde ehemmiyet arz
etmektedir.
Yazar, kendisine ve
topluma faydalı şahsiyetler yetiştirmeyi amaçlayan din eğitiminde “ilim” ve
“amel” unsurlarının önemini belirtmekte, kişiye ilim ve amel ekseninde bir ömür
kazandırılması sürecinde mürşidin önemini vurgulamaktadır.
“Dînî terbiyeyi
lâyıkıyla vermesini bilen bir mürşitten lâyıkıyla alabilmiş bir talebenin ömrü
hiç şaşmadan ilim ve amel mihveri etrafında döner. İlim burada, bütün diğer
bilgilerin türemesine imkân hazırlayan zemin yâni Allah bilgisi mânasına gelir.
Amel, işlenecek işler candan içeri danışılarak, İslam’ın ana prensiplerine
uyarlığı görülerek cemiyeti ve âmiline faydalı olarak yapılan aksiyondur. İslam
dininin en küçük teferruatına kadar topyekûn hârikalı bir üslûba sokularak
üstün plana yükseltilmiş bir hayât şekli olduğunu görüyoruz.”[141]
Yazar, “hakîkî
efendi” olarak ifade ettiği mürşidin, terbiye sürecindeki mânevî sıkıntılar
noktasında talebesi için güç ve kuvvet kaynağı olduğunu ifade etmektedir.
“Hakiki efendi,
hakîkî emirler verir. Hakîkî efendi için kendi şahsî nef’i yoktur, muhâtabının
nef’i de yoktur, yalnız umûmun nizâmı vardır. Hakîkî efendi bir merkezdir,
kendi manzûmesini muayyen bir âhenk ve devrân içinde seyrettirir. O manzume
içinde tenâsübü şaşırmış bir peyke, “Yerine!” diye kumanda ettiği zaman bu
sadece bir emir değil, aynı zamanda sarhoş peykin mevziye dönmek için kendinde 142
bulamadığı kuvvettir.”[142]
Erol, dînî
karakterdeki mürebbî olarak tarif ettiği mürşidin, aile, okul, toplum, kitaplar
gibi bütün eğitim unsurlarını cem eden, ilaveten bütün bu unsurlardan farklı
hasletlere sahip olduğunu belirtmektedir.
“Ferdiyetçi asrımızda
herkes başlı başına orijinal bir âlem olmak sevdasındadır. Küçükken velilerimiz
bize ailenin terbiyesini verir. Mektep hocalarımız eğitim programlarında ve
varsa onu okutur. Cemiyetten gelenekleri, arkadaşlardan muhtelif mizaç ve
karakterlere aksülâmeli ve kendi karakterlerimizi onlarda denemeyi öğreniriz.
Mûsikî, kitaplar, spor, sahne, şahsî maceralarımız ve bütün tabiat, hepsi bizi
birer cepheden terbiye eder. “Mürşit” dediğimiz dini karakterdeki mürebbî
yukarıda sayılanların hiç birine benzemez, cümlesinin yekûnuna ve ilaveten
bambaşka elemanlara muâdildir.”[143]
Yazar, din
eğitimcisinin, klasik bir eğitimciden farklı olarak adeta muhatabının bütün
hücrelerine tesir etmesini, benliğine yerleşmesini, mürşit kavramının bir
şahıstan öte, cemiyeti yaşatan bütün özellik ve değerlerin müşahhas timsâli
olmasına bağlamaktadır.
“Annemiz, bazı haşarı
huylarımızı tâdil etmek için senelerce uğraşır, nihayet sinir hastası olur;
babamız bizi tokatlamamak için lâhavle çeker, ellerinin titrediğini görürüz;
öğretmen hakkımızda çok iyi olabilirdi fakat serkeş...”der. Bu ilk pedagoglar
terbiye yolunda bizim bâriz şahsiyet sınırlarımıza kadar gelip, kale
kapılarımız nafile yere zorlayıp akibet ric’at ederler. Mürşit bize hariçten
icbar yapmaz, benliğimizin mukaddes mihrabına geçer oturur. Onun sesini biz
dışarıdan almayız, o rûhumuzun harîminden ses verir. Onu dinlediğimiz nispette
hayâtımızı gerçekleştiririz. Dinlemediğimiz olursa biliriz ki bu hareket kendi
kendimize balta vurmaktan başka bir şey değildir. Nasıl oluyor, mürşide
rastlayıncaya kadar hayâtta kendimizden üstün hiçbir kimse görmedik mi? Elbette
gördük. O hâlde bu dört başı mâmur hâkimiyetin sırrı nedir, diye sorarsak
cevabı şudur ki: “Mürşit, bir şahıs değil, cemiyeti yaşatan hassa ve
faziletlerin müşahhas timsâlidir. Onda “cüz-i kül” düstûrunu idrak ederek onu
incitmenin kendimizi tahrip, ona itaatsizlik etmenin kendi hayrımızı ayak
altına almak olduğunu anlarız. Mürşit, kapıyı çekince bizi yalnız bırakan
annemiz, mektep paydos olunca bizi koyuveren öğretmenimiz gibi değildir. Mürşit
dâimâ hazır ve nâzırdır; şuurda, tahteşşuurda ve daha da derinlerde onu gedikli,
mihman taşırız. Biz uyanık hâlde iken onun gözleri üzerimizdedir. Her sözümüze
kulak şahidi olur, geceleri rüyâlarımızın ve rüyâsız uykularımızın arka
planında o ebedî müşahit yer almıştır. En küçük jestlerin bile, ses vermeden
hüküm veren jürisi odur.”[144]
Erol’a göre dînî
karakterdeki eğitimci, muhatabının benliğine nüfuz etmesi, muhatabında
oluşturduğu gönül etkisi ve birliktelik duygusu ile adetâ mânevî karakol
vazifesi görmektedir.
“Gece vakti balkonda
sigaramı yakarım, kibrit çöpünü kendi bahçeme atmak istemem, komşunun bahçesine
fırlatmaya davranırken kolum havada kalır. Tenha bir demde esnerken ağzımı
örtmekte ihmal gösteriririm, fakat derhâl derlenir, edepli vaziyete girerim.
Ayna karşısında makyaj yaparken mîyârı kaçırdığım olur. Çabuk kendime gelir ve
mazur görülebilecek kadın kaprislerini bile tadında bırakmak, bunlarla fazla
vakit çürütmemek lâzım geldiğini düşünürüm. Ev temizliğinde de birçok kadınlar
gibi mâkul haddi aşmak istidâtını gösteririm. Fakat o gizli sorgu yargıcı bana
sorar ki: “Bu her gün cilalanan muşambalar, her gün parlatılan camlar neyim
remzidir? Söyle bakalım, bunlar kılık değiştirmiş bir lüks mü? Sûret-i haktan
görünmek isteyen bir şehvet mi?” Toz bezini ortadan kaldırırken biraz içimi
çekerim, ama bu iç çekişte mahrumiyetten ziyâde saâdet vardır. Hocam bana dedi
ki: “Sen hiçbir zaman yalnız değilsin, ben dâimâ seninle berâberim.” Tek başıma
sereserpe uzanırken bile edep ve estetik kâidelerine riayet ediyorum, zîra
nerede olursam olayım dâimâ disiplini ve zarafeti emreden bir huzurdayım. Bu
berâberlik hayâtı güçleştirmedi, kolaylaştırdı. Bütün sporcular bilirler ki
sporda yorulmayanlar stil sahibi olanlardır.”[145]
Yazar maddeyi ve
bedeni aşan bu sınırsız birlikteliğin, devamlı gözetim altında olma
hissiyatının ilk bakışta garip ve zor gelse de aslında disiplini, düzeni,
dolayısıyla da huzurlu bir hayatı getirdiğini ifade etmektedir
“Dâimî karakol
devriyesini gezen ben kendim değilim, rûhumun harîminde oturan müşahhas
prensiptir. Nasıl oldu bu iş? O mu bir mihmet kaosu içinde yuvarlanan varlığıma
acıdı da bende bir merkez kurmak için nâzil oldu? Ben mi çıkmaz yolların
hüsrânı mahşerinde onu bir Tanrı zerresi tutar gibi kaptım ve içime hapsettim?
Her ne oldu ise oldu, teyakkuz mekânizması kuruldu, mes’uliyetin de devâsı
bulundu.”[146]
“Dâima teyakkuz üzere
bulunmak ve en ehemmiyetsiz bir hareket veya düşüncenin bile muhasebesinden
sorumlu olmak ilk duyana zor ve yorucu hatta, imkânsız bir hâl gibi görünür.
Hâlbuki bu vaziyet hakîkatte parazitlerden ayıklayıcı lüzumsuz ve zararlı inhiraflardan
korucuyu bir sistemdir.”[147]
Erol’a göre, insan
şahsiyetini güçlendiren ve ayakta tutan prensiplerin ve değerlerin müşahhas
hâli olan din eğitimcisinin, muhatabının benliğinde kurduğu teyakkuz
mekanizması, kötülüğe ve iyiliğe karşı uyanıklık ve dirilik sağlaması ve
sorumluluğu paylaşması vesilesiyle kişinin işini bir hayli kolaylaştırmaktadır.
Sonuç olarak, din
eğitiminin sağladığı mânevî motivasyon ve içsel dinamiklerle güzelliklere
yönlendirilen insanın, mânevî terbiye ile kazandığı sağlam kişiliğin yansımaları,
hayat serüveninin her aşamasında ve her alanında belirmektedir. Güzel ruh
yapısına sahip kişi, başta aile ve iş hayatı olmak üzere toplumsal yaşamın her
alanında, hem kendisine hem de çevresine faydalı olmaktadır. İnsanın istidat ve
kabiliyetlerini işleyip geliştirmek üzere, hayatın her döneminde Allah’a iman
ve bağlanma ile kişinin yaşayışını, gerek kendi gerekse toplumun saadetine
ulaştıracak şekilde düzenlemeyi hedef alan din eğitimi, bu noktada önemli bir
görevi üstlenmektedir.
1.2.
Din
Eğitiminde İlke Ve Yöntemler
Bir eğitim
faaliyetinde yapılacak ilk iş, "amaç"ların belirlenmesidir. Genelde
eğitim politikaları ve eğitim felsefesi, eğitimin amaçlarını belirlemektedir.
Amaçların belirlenmesinden sonra yapılacak olan, bu amaçlara hangi program, ilke
ve metodlarla ulaşılacağının tespitidir. Programın nasıl uygulanacağını ise
öğretim ilke ve yöntemleri ortaya koymaktadır.
Eğitimde yöntem,
amaçlara ulaşmak için izlenen yoldur. İlkeler ise, eğitimde yöntemin
şekillenmesi ve işlerlik kazanmasında etkili olan belli başlı prensiplerdir.
Eğitim-öğretim ilkeleri, amaçların içinde gizlidir ve genel ifadesini de orada
bulur. Eğitimde başarıya ulaşmak için, uygun yöntem kullanmak kadar; bu
faaliyetlerde bazı ilkelere de uymak gereklidir.
Safiye Erol, bir
disiplin olarak ifade ettiği din eğitiminde planlama ve sistemleşmenin altını
çizmektedir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, yazar, ruh şifası ve ruh
sağlığının korunması noktasında yeni dönemin şartları ve ihtiyaçlarını göz
önüne alan, şimdiki bize göre işlevsel öneriler ve yöntemler sunan sağlam bir
disiplinin zarûriyetine vurgu yapmakta, modern devrin dinamiklerine göre
yeniden şekillenmiş bir din ve değerler eğitimi sisteminden bahsetmektedir
1.2.1.1.
Bütünlük
Erol, din
eğitimindeki kavramların yeni nesle kazandırılmasında bütüncül bir bakışın esas
alınması gerektiğini “şehit” kavramı üzerinden belirtmektedir.
“Acabâ her genç
‘’şehit’’ ne demektir bilir mi? Cihat nedir, gazâ nedir, gâzi nedir bilir mi?
Faydasız köhne mefhumlara yeni terbiyede yer yok denecekse ben de derim ki,
öyleyse gençlikten huşû ve hürmet beklemeye de hakkımız yok. Belki ‘’şehit’’i
sâdece dövüşürken ölmüş herhangi bir asker sanırlar. Hâlbuki iki yamyam
kabilesi de birbiriyle vuruşursa orada ölenler olur.”[148]
Erol, şehit kavramını
tam olarak anlamak ve şehit kavramına karşı kişide saygı ve huşû gibi tutum ve
davranışlar meydana getirmek için, “şehit” kavramını kazandırırken, “cihat”,
“gazâ”, gâzi” kavramlarının açıklanmasının gerektiğinin altını çizmektedir.
Yazar, bir değeri kazandırmaya çalışırken, o değeri besleyen kavramları
kullanmanın ve açıklamanın, insanın beden, zihin, duygu dünyasında değerlerin
içselleştirilmesi noktasında ehemmiyet taşıdığını belirtmekte ve değer
eğitiminde insanın tüm yetilerini ele almanın gerekliliğine işaret etmektedir.
“Bilmem yeni nesle
şehit hakkında yeteri kadar fikir verebilir miyim? Veremezsem kabahat ne
bendedir, ne de gençlerde. Çünkü mükemmel bir sistem İslâmiyet kâşânesinin,
bütününü açıklamaksızın bir tek yapı taşının vücud-ı hikmetini izah etmek güç,
hatta imkânsız.”[149]
İnsanın kabiliyetleri
beden, zihin ve duygu yetileri onun kişiliğini ve davranışlarını
belirlemektedir. Bedenimiz hareket kabiliyetinin, zihnimiz akıl ve muhakeme
kabiliyetinin, duygularımız ise seçme ve değer verme kabiliyetinin tezahür
ettiği insâni kuvvelerdir. İnsanın sağlam bir kişilik geliştirebilmesi için, bu
üç alanın birbiriyle uyumlu bir bütünlük içinde eğitilmesi gerekir.[150] Din eğitiminde
bütünlük ilkesi gereği özellikle soyut kavram ve değerlerin kazandırılması sürecinde,
bu kavram ve değerlerin içine oturduğu zincirin, bu zincire anlam katan
halkalar olan diğer kavram ve değerlerin açıklanması ehemmiyet taşımaktadır.
Değerler manzûmesi olan ahlakı bir
zincire benzetirsek,
bu zincirdeki tüm halkaların yani bütün değerlerin dolaylı da olsa birbirlerine
temas ettikleri ve anlam etkileşimi içinde olmalarından hareketle, değerler ve
din eğitiminde bütüncül bir yaklaşımın esas alınması gerektiği sonucuna
ulaşmaktayız.
1.2.1.2.
Yaşayarak
Öğrenme- Aktif Katılım
Safiye Erol, özellikle
din eğitiminin insanın duygu dünyasını ele alan boyutunda, birey tarafından
yaşayarak ve tecrübe ederek öğrenmenin gerekliliğini, din eğitimi
disiplinlerinden biri olan tasavvufî terbiye sisteminin kavramlarının üzerinden
ifade etmektedir.
“Aslında mistik
hakîkât, şuur ve idrâk yolundan erişilecek bir şey değildir, doğrudan doğruya
tecerrüt ve istiğrak yolundan yaşanması gereken bir şeydir.”[151]
“Hidâyet, sâdece akıl
ve vicdan yoluyla vâsıl olunacak bir menzil midir? İnsanların doğru yolu
bulmaları için akıl ve muhâkemeden üstün, kendilerinin dahi bilmediği
hassalarını seferber 152
etmeleri lâzım gelmez mi?”[152]
Safiye Erol, hidayet
kavramı üzerinden, dînî kavramların ve değerlerin, bilişsel boyutunun yanında,
inanma ve bağlanma duygularının harekete geçirileceği, mânevî dinamiklerin de
katkı sağlayacağı duyuşsal ve tecrübî bir süreçte kazandırılmasının
gerekliliğine işaret etmektedir.
“IX. Hint hâkimi
Şankara’ya Vaşkali adında bir mürit gelmiş demiş ki,”Ey aziz, bana Brahma’yı
öğret!” Şankara sükût etmiş. Öteki beklemiş gene demiş: “Ey aziz, bana
Brahma’yı öğret!” Şankara susmuş. Üçüncü defa, dördüncü defa. Vaşkali
yalvarmaya başlamış: “Kurbânın olayım ey aziz, bana Brahma’yı öğret!” Şankara
demiş ki: “Deminden beri hep öğretip duruyorum, ama sen anlamıyorsun. Buna
ilm-i ledün derler, bunun dili yoktur. Akıl, bir yaratıktır. Mahlûk hâlikı
nasıl ihâta edebilir? Brahma ol da Brahma’yı bil. Brahma ol da Brahma’yı yaşa!”[153]
Din eğitimi, insanın
beden, zihin ve duygu yetilerini ele alarak, doğuştan getirdiği kabiliyetlerini
işleyip yaşayışını düzenlemeyi hedef almaktadır. Din, salt akılla
bilip kabul edilme
sonucu değil, duygusal olarak inanma ve bağlanmanın sonucu insan hayatını
kuşatmaktadır. Din sadece zihinde olup biten bir faaliyet olmadığına göre, din
eğitimi de sadece zihinsel süreçleri ele almamalıdır. Bu noktada din eğitiminin
duyuşsal cephesi öne çıkmaktadır. Duyuşsal süreçlerde ise, kişinin sürece aktif
katılımı, tecrübe ederek ve yaşayarak öğrenmesi, kazanımların içselleştirilerek
tutum ve davranış değişikliğine dönüşmesi açışından ehemmiyet taşımaktadır.
İnsanın fıtratı
gereği sahip olduğu yetileri ve sevgi-bağlılık, korku-umutsuzluk gibi
duyguları, ifrat ve tefrit boyutunda uç noktalara doğru aşırı yoğunlaşmalara
müsaittir. Yazara göre, insandaki her istîdatın ağırlık derecesine göre dengeli
bir şekilde sarfedilmesi ve doyurulması, kişinin dünya ve ahiret saadeti
noktasında ehemmiyet arzetmektedir.
“Şu halde “az ye, az
iç, az uyu” sözü günümüzün dilinde “Grizî kuvvet istihsal ve sarfı işini sen
kendi hayatının umumi gidişine denk ve ahenk tut.” Ağır sanayi işçisi ile
üniversite profesörü aynı gıdayı alamaz, fakat her ikisinin de yaşayışa uygun
besi rejimi gütmesi gerekir.”[154]
Erol, kişinin zihin
ve duygu dünyasındaki dengeyi bozabilecek tehlikeleri ve bu tehlikelere karşı
yapılması gerekenleri, İbrahim Hakkı’nın beyitlerinden birisini açıklayarak
nakletmektedir.
“Zikr-i kalbi eyle
kut” tenbihiyle İbrahim Hakkı Hazretleri (en düz anlamıyla söyleyeyim) bir
nev’i concentretion emrediyor. Sağa sola kayma, zihnini faydasız şeylere
harcama, kendi içine çekil, şu gün, şu saatte vazifen ne ise sadece onu bil,
demek istiyor. Nitekim ikinci beyit daha geniş bir açıklama armağan etmiş:
“Vehm ü fehm ü fikri nefyet kim gönül kılsın sükût”. Burada insan ruhunun üç
musallat illetine işaret buyurulmuştur, sanmak, anlamak, kurmak. Fikri terbiye
eden düzenli düşünce değil, insanın her bir parçasını bir dala takan, ne yazık
ki ruh için tehlikeli olduğu kadar muhayyileye tatlı gelen ibtilâ, vehim ve
hayal kastedilmiştir. Hadiseler üzerinde bizim isteklerimizin,
kuruntularımızın, garantili bir tesiri olmadığını göre bu fuzûlî takat
tüketişimiz nedendir? Gündüz huzurumuzu, gece uykumuzu çalan parazitleri niçin
acaba kanımızla canımızla üretmekte ısrar ederiz? Onları varlığımız diyarından
sürmek lazım “kim gönül kılsın sükut”
Gerçi hayat tam bir
süt limanlık olmayacaktır; huzursuzluk ve mücadele de beşer bünyemiz için elzem
birer tenbih ve teşvik vâsıtasıdır.”[155]
Safiye Erol, denge
üzere olmanın sağlıklı kişilik yapısı için gerekli olduğunu, sağlıklı kişiliğin
neticesinde de huzurlu bir hayatın olduğunu belirterek, insanları, onları
dengeden uzaklaştıran parazitleri uzaklaştırmaya teşvik etmektedir. Erol, din
eğitiminin bu durumu göz önüne alarak kişilerin maddî ve mânevî dünyalarında,
ifrat ve tefrite kaçmayan, îtidâlli bir tutum geliştirmeleri hususundaki
görevine işaret etmektedir.
Yazar, kişiliğin
temellerinin atıldığı dönem olması itibariyle büyük önem taşıyan çocukluk
dönemindeki mânevî terbiye uygulamalarına dair yapılan bir yanlışı da
hatırlatmaktadır.
“Duâlar, adaklar,
sıhhî tedâviler daha neler nelerle bir çocuk peydahlanır, dünyâya getirilir.
Aile, âdetâ bu küçük melek rahatsız olmasın diye nefes almaya korkar, gözler
ona sevgiyle, süzgün bakar, dudaklar, titreyip büzülerek hitap eder, ona soy
sopun canlarından durmadan can aktarılır. Gün gelir, artık terbiyeye geçmeye
karar verilir ve yekten öyle bir tutum uygulanır ki daha dün kendini evin ruhu
sana küçük, bugün o evde bir köpek yavrusu gibi hor ve âciz olduğunu bir
çırpıda anlar. Küçüklerin hayâtında böyle tehlikeli şoklar hep gelir geçer,
onları yene yene kıvâma erişirler. Ama ruhlarda zehirli tortular çöküp
kalmıştır. Fırsat buldukça, yâni eski acıların tedâvisini tazeleyecek olaylar,
hatta önemsiz eskiler çıka göründükçe yeniden kabarır, can yakarlar.”[156]
Erol, ailelerin çocuk
terbiyesinde dengeli bir tutum izlemesi gerektiğini ifade etmektedir. Terbiye,
hayatın tüm alanlarını içerdiğine göre, terbiye süreci de hayatla iç içe
olmalıdır. Çocuk için eğitim, bir milat ile başlanan faaliyetten ziyade,
çocuğun kendini bildiği andan itibaren içinde bulunduğunu hissettiği ve hayatla
paralel giden bir süreç olarak uygulanmalıdır.
Safiye Erol,
Eflâtun’un, kendi felsefesini öğretme sürecinde, muhatabının seviyesine ve
yapısına uygun şekilde davranışından bahsederken, eğitimde bireye görelik
ilkesini işaret etmektedir.
“Eflâtun, kendi
mahrem felsefesini, alâ-kaderi ukûlihim, muhtelif idrak seviyelerine göre doze
ederek yâhut, müridin tab’ına uygun mecazlar kılığına sokarak bahşediyordu.
Salâhiyetsiz ve ehliyetsiz parmakların her şeye uzanmaya, dokunmaya, her şeyi
kurcalamaya mezun olduğu devrimiz öyle bir devirdir ki yaratıcı düşüncenin
sâhibini, muhtemel tefsirler ve neticeler bakımından ürkütse yeridir.”[157]
Eğitimde bireysel
farklılıklar, eğitimcinin bu farklılıklara göre yaklaşımını gerektirmektedir.
Eğitimci kendisini, muhatabının mizacı, algılama düzeyi, toplumdaki yeri,
yeteneklerinin eğilimi gibi farklılıklara göre konumlandırmalı ve hitâbetini
muhatabına göre şekillendirmelidir. Özellikle din eğitiminde bu husus daha
fazla ehemmiyet arz etmekte, din eğitiminin öğrenciye göreliği, onun
çekiciliğini arttırmaktadır. Eğitim sürecine, öğrenenin aktif katılımını
sağlamanın yolu onda öğrenme arzusu uyandırmaktan geçmektedir, zira sadece
isteyen öğrenci öğrenebilmektedir. Din eğitiminin öğrencide öğrenme arzusunu
kılavuzlayabilmesi, öğrenci gözünde ilgi çekici hâle gelebilmesine bağlıdır.
Öğrenci nezdinde ilgi çekici hale gelebilme noktasında din eğitiminin, bireye
görelik ilkesinden hareket etmesi gerekmektedir. Din eğitiminin
içselleştirilmesi açısından, muhatabını bir birey olarak ele alan, hedef,
yöntem ve tekniklerini onun idrak seviyesine, mizacına, yeteneklerine göre
şekillendiren bir tutum izlemesi beklenmektedir.
1.2.2.
Din
Eğitiminde Yöntemler
1.2.2.1.
Telkin
Telkin, etkili
konuşma yöntemiyle bir duygu veya inancı başkalarına veya kendisine kabul
ettirme faaliyetidir. Dinin özünde telkinât bulunması sebebiyle, din eğitiminde
de telkin önemli bir araçtır.
Safiye Erol, Victor
Pauchet’ten yaptığı alıntı ile karakterin oluşumunda telkinin büyük etkisinden
bahsetmektedir.
“Doktor şöyle
hükmediyor: “Kaderiniz karakterinizin netîcesidir.
Karakteriniz
îtiyâtlarınızın yahut reflekslerinizin eseridir. Îtiyatlarınız yahut
refleksleriniz aynı fiîlin tekrar tekrar yapılmasından doğar. Fiil,
fikirlerinizden hâsıl olur. Fikirleriniz telkine tâbidir. Telkini ise
insanlardan, muhitten, hal ve şartlardan alırsınız. Şu halde kaderinize makbûl
bir istikâmet vermek isterseniz sağlam bir karakter bina edebilecek telkini
kabul ediniz.” Böyle bir telkini nereden bulalım ve
kimden alalım? Ben,
kendi şahsım için şöyle cevaplandırırım: Yine kendi milletimin ulularından.
Zîra her taze filiz kendi kütüğünden yeşerir.”[158]
Erol,
telkin-fikir-fiil-îtiyât-karakter-kader zincirlemesiyle, insan hayatını kendi
karakterinin şekillendirdiğini ve karakterin oluşumunda insanın çevresinden
aldığı telkinlerin temel olduğunu belirtmekte; bu temelin sağlam olduğu
nispette karakterin de sağlam olacağını, buna mukabil insan hayatında da o
ölçüde verimliliğin gerçekleşeceğini ifade etmektedir. Yazar, sağlam telkinin
kaynağını ise kendi öz kültürümüzün yetiştirdiği örnek kişiler olarak görmekte;
insan şahsiyetini terbiye ederek kişiye dünya ve ahiret mutluluğu kazandırmayı
amaçlayan din eğitiminde kültürel mirastan yararlanmanın önemine işaret
etmektedir.
Safiye Erol,
yazılarında, “mecaz olan benliğimde gizlenmiş hakîkat payı”[159]
diyerek mânevî dünyasında bıraktığı büyük etkisinden bahsettiği hocası
Ken’an Rifâî’nin, kimi zaman kendisine birebir yaptığı, kimi zaman da bulunduğu
ortamda kulak verdiği telkinlerini aktarmaktadır. Hocasının telkinleri akabinde
kaleme aldığı yazılarından, bu telkinlerin Erol’da bıraktığı derûnî tesir
hissedilmektedir.
Safiye Erol’un Ken’an
Rifâî’den, insan fiillerinin karaktere etkisi üzerine naklettiği telkinlerden
biri, buna örnektir.
“Hocam buyurmuş ki:
“Bize bir müddet zevk veren şeyleri artık işi bittiği için istikrahla tepmek
caiz değildir. Az evvel o sigara keyifle dudakta tütüyordu. Onu usûletle bastırmak,
rıfk ile elden bırakmak lâzımdır. İnsan, küçük hareketlerine dikkat etmezse
edineceği kötü îtiyât, onun büyük işlerdeki tavrını da etkiler.”[160]
Erol da hocasının bu
telkinâtını yorumlayarak, okuyucularına telkinde bulunmaktadır:
“Ken’an Rifâî Hocam
demek istiyor ki: “Dikkat et senin her sözün, düşüncen ve hareketinle gene
senin nasîbin bina edilmektedir. Yalnız seninki değil, beşerin nasîbi de
berâber. İyi yapmak kudreti sensin, kötü yapmak kudreti de sensin. Sen dışarı
ile mukayyet değilsin.
Dışarı seninle
mukayyettir; yani tabiat, sana bakarak tabiat olur. Kavme olsun, ferde olsun,
her elem ve keder, kendi hevâyı nefislerinin hârice çıkıp kendilerine
çarpmasından ileri gelmiştir. Âd kavmini helâk eden
sarsar rüzgârı, o
kavmin içinden taşan hevâ-yı nefisti. Sen tabiat mahsûlü değilsin, tabiat senin
mâkesindir. Lütûf istersen eğer, lütfu evvelâ kendinde hâlket, lütûf güneşi
gibi ışıklarını eksiksiz her tarafa yay. Yok eğer kahır çeşmelerini açarsan bil
ki kendi destine kahır dolacaktır. Hilkate âit her şey senden çıkar, sana
gelir. Mesut mu oldun, kendin yapmışsındır. Bedbaht mı oldun, nâfile sebep
sorma, gene kendin yapmışsındır.””[161]
Erol, insanın başına
gelenlerin, fikirlerinin ve davranışlarının mahsûlu olduğunu belirtmekte ve
insanın dış dünyasını, iç dünyasının mâkesi olarak ifade etmektedir. Yazar, bu
noktada, olumlu düşünce ve olumlu davranışın neticesinin de güzel olacağını
belirterek, insanlara, iyi düşünme ve iyi davranma doğrultusunda telkinde
bulunmaktadır.
Yazar, hocasının kötü
zanda bulunmamakla ilgili yaptığı telkini şu şekilde yorumlamaktadır.
“Ken’an Rifâî Hocam,
yanında ailesi efrâdı ve yakınlarından bâzıları olduğu hâlde pencereden
pencereye bakıyormuş. İki aşçı yamağının kavga ettiğini görmüşler. Yamaklardan
birisi elini kaldırarak ötekine hücûm ederken hanımefendiler: “Eyvah, dövüyor,”
diye telaşlanmışlar. Hocam demiş ki: “Hayır, sadece kolunu kaldırdı. Fesini
düzeltecek, belki dalı tutacak, belki uzakta bir yeri işaret ediyordur.” Bu
telkinin yekten mânâsı, vehme îtibar edilmemek, sonuna kadar iyi zan beslemek,
sonuna kadar her işi iyiye yormak tavsiyesidir. Esası ise çok mühim bir
prensibe dayanır. Bütün hilkatin mesûliyetini taşıyan insanın nazarı yaratıcı
kuvvete sahiptir. Her zerrede sonsuz imkânlar mevcut olduğuna göre, insanın şöyle
veya böyle nazar edişi, şu veya bu imkânın uykusundan dürtülüp faal hâle
getirilmesi demektir. Ruhun bütün kudretiyle hayır elemanlarına teveccüh etmek
gerekir. Hayır, düşünmek, hayır işlemek, hayır yormak, son nefese kadar her
yerde ve her şeyde hayır izini kovalamak işte yardımcı insana düşen vazife.”[162]
Yazar, her işe iyi
gözle bakmanın ve olayları iyiye yormanın gerekliliğinin çok önemli bir
prensibe dayandığını belirtmektedir. Erol, insanın nazarının yaratıcı kuvvete
sahip olduğunu işaret ederek, ruhun bütün kuvvetiyle hayır ve güzellik
cephesine yönelmesi gerektiğini ifade etmektedir.
Safiye Erol,
hocasının mânevî açıdan sıkıntılı ve huzursuz talebelerinden birine olan
telkînini de nakletmektedir.
“Ken’an Rifâî: Hayât
destânının hangi yaprağı dönmüşse onu okumaya bakalım, gözümüz, gönlümüz ne
gerilere asılsın, ne ileri atlamaya savaşsın. Kolay değil elbet. Cânânı elden
çıkarmak can vermek demektir. Fakat değil mi ki can da mecazdır, cânan da
mecazdır, ufûlü acı da olsa fâni yası olduğunu bilelim.”[163]
Erol’un yaptığı,
bizim de bir bölümünü aktarmayı uygun gördüğümüz bu nakil, telkinin kişi
üzerinde yaptığı kalıcı ve yeri geldiğinde de onarıcı etkilerini ifade etmesi
açısından örnek teşkil etmektedir.
1.2.2.2.
Örnek
Olma – Model Sunma
Hem öznesi hem de
nesnesi olması bakımından insan, eğitim faaliyetlerinin merkez noktasını işgal
etmektedir. Hazırbulunuşlukları ve önceden edinmiş oldukları anlayış ve
davranışları ne olursa olsun yetişkinler, daima bulundukları çevreye uyum
sağlama eğilimindedirler. Bu uyum ancak çevreden davranış modelleri ve örnekler
almakla mümkündür. Çocuklar ise çevrelerinde olup bitenleri görerek, izleyerek
onları taklit etmek suretiyle davranış geliştirirler. Her ikisinde de ortak
olan durum, çevrede görülüp izlenilenlerin, insanın duygu, düşünce ve
dolayısıyla da davranışlarını etkilemesidir. İnsanların bu özellikleri, din
eğitiminde örnekleme ve modelleme yapmayı bir yöntem olarak kullanma gereğini
ortaya çıkarmaktadır. Zira bir davranış biçimini sözle anlatmaktansa, onu
göstermek daima daha etkilidir.[164]
Safiye Erol,
özellikle davranışa dönük değer eğitiminde, telkin ve tâlim edilen ilke ve
değerlerin, teoriden pratiğe uyarlanarak, eğitimci tarafından da yaşanarak ve
örnek olunarak aktarılması gerektiğine işaret etmektedir.
“Şark böyledir, kuru
nazariyelere değer vermez. Her tâlim edilen düsturun hayâta aksettirilmesi,
düstur sahibi tarafından, şüpheye meydan bırakmayacak tarzda, hâlkın gözü
önünde yaşanması lâzımdır. Nefisten hâlâs olmak gerek! Diyene “Nasıl olurmuş o
iş, göster de bilelim” derler. O zaman mal, mülk, unvan, aile, mekân, hâsılı en
basit iddiadan dahi vazgeçmek lâzımdır. Hükemânın şahsî hayatları bile yoktu
denilse caiz, çünkü onların kârı, hayatı yaşamak değil, nasıl yaşanması icâp
ettiğini bir ömür boyunca bilfiil temsil etmekten ibâretti.”[165]
Yazar, kazandırılmaya
çalışılan hususların bizzat eğitimci tarafından içselleştirilmiş ve hayata
aksettirilmiş olmasının, uygulanan eğitim yöntemlerinin tesir
uyandırabilmesinin temel şartlarından biri olduğunu ifade etmektedir. Eğitimde
model olmak, değiştiren, dönüştüren, insanları karakter ve davranışlarıyla
etkileyen ve çevresine pozitif enerji veren merkez insan olmak demektir. Din ve
değer eğitiminde, eğitimci bu dereceye ancak söylediklerini yaşayarak
ulaşabilmektedir.
“Ârif-i kâmilin nefhettiği
rûh, her zaman sözlü ve meş’ur olmaz. Onlar belki de asıl icrâatlarını sessiz,
sedâsız, bir takım mevceler salarak yaparlar. Fikrin ve sözün iflas edeceği
yerlerde iflas, henüz denenmemiş yollardan gelir. Belki şuurumuz o mevcelerden
birdenbire haberdâr olamaz, fakat rûhumuz onları muhakkak zapteder ve tâkati
geliştikçe peyderper şuûra sevkeder. Eski ârif-i kâmiller kendileri için: “Biz
kâl ehli değiliz, hâl ehliyiz” derlerdi.”[166]
Erol, şahsiyet
terbiyesinde model olan örnek insanın, sözlü telkin ve talim yöntemlerini
kullanmadan, herhangi bir öğretim tekniği uygulamadan, sadece hâl ve
tavırlarıyla da etkili olduğunu belirtmektedir. Yazar, bu noktada özellikle din
ve şahsiyet terbiyesinde önce model bulmanın, sonra da model olmanın
hassasiyetine işaret etmektedir.
1.2.2.3.
İyiliklere
Yönelterek Kötülüklerden Uzaklaştırma-Teyakkuz
Safiye Erol, kötü
alışkanlık ve davranışların etkisinin, bu davranışların dairesinden
çıkıldığında dahi devam ettiğini ifade etmektedir.
“Af kapıları
açılmakla affın huzûr ve inşirâhı hemen günü gününe tecellî etmiyor. İnsanın
kendi kendini gömdüğü o adsız zulüm ve işkence kalesinde geçen fâcia devrinden
kalma alışkanlıklar var. Kalebent yaşamış olanlar, serbest kalsalar da daha bir
zaman reviş ve hareketlerinde, zincirli esîrin küskün ve ezgin edâsını
taşırlar.”[167]
Yazar, kötü
alışkanlıkların olumsuz tesirinden daha kolay kurtulma noktasında hocası Ken’an
Rifâî’in uyguladığı “menfî için teyakkuz, müspet için teyakkuz” olarak ifade
ettiği yöntemi işaret etmektedir.
“Hocam Ken’an Rifâî
derdi ki: “Bir kötü itiyadı sökmek, sıra dağları devirmekten daha güçtür.” Bu
sebepten hocam, talebelerine iyi
îtiyâtlar vermek
sistemini tâkip ederdi. İyi îtiyâtları sık zerkederek kötülerine yer
bırakmazdı. Bunların gümrah bereketi zemini kavrayınca kötü îtiyâtların durumu
zaten müşkül safhaya giriyor, ekseri imkânsızlaşıyordu. Hocamın ısrarla telkin
ettiği esaslardan biri de yapılmaması lâzım gelen şeylerden sakınıldığı kadar,
yapılması lâzım gelen şeyleri lâzım gelen tarzda, vaktini geçirmeden mutlaka
yapmaktı. Onun menfîden çekip aldığı talebe, nötr bir sahada zararsız, fakat
zararsız olduğu kadar mânâsız bir unsur gibi kalmaz, derhâl müspet faaliyete
geçerdi. Hocam Ken’an Rifâîi teyakkuz terbiyesini hayâtın gündelik
disiplinlerine kadar teşmil ederdi.”[168]
Erol, insanları iyi
alışkanlıklara ve güzel davranışlara yönlendirmenin kötülüğe
giden yolların önünü
kesmek açısından ehemmiyet taşıdığını ifade etmektedir. Yazara göre, iyi
alışkanlıkların kişide değerlere dönüşümü ve içselleştirilmesi ile kötü
îtiyâtların oluşumu imkânsız hâle gelmektedir. Din ve değerler eğitiminde
kişiyi kötülüklerden uzaklaştırmak kadar, onu iyilikler yapma noktasında teşvik
edip iyiye yönlendirmek, dünyasına iyinin yerleşmesini sağlamak, daha sonra
karşılaşabileceği olumsuzluklara karşı şahsiyeti güçlendirme açısından önem arz
etmektedir.
Erol, kişinin kendini
kötülüklerden koruması, kötülüğe yaklaşmaması noktasında hocası Ken’an Rifâî
ile aralarında geçen bir diyaloğu da nakletmektedir.
“Ben- Efendimiz, dünya pek kötü!
O- Sen iyi ol.
Ben- Ben iyi olmuşum ne fayda, bu
kötülük içinde.
O- Senin üstüne
vazîfe değil. Sen iyi olmânâ bak. Kötülük senin sınırlarında durakladı mı,
kalmadı mı? Sana sirâyet etti mi, etmedi mi? Sana bulaşamadığı, seni karartıp
bozamadığı dakîkada kötülük hezîmete uğradı gitti.”[169]
Yazar, hocasının
söyledikleri vasıtası ile iyi olmanın ve iyi olarak kalmaya çalışmanın da
şahsiyet terbiyesinde kötülükten uzaklaşma ve kötülüğü yenme noktasında kişiye
yeteceğini belirtmektedir.
2.
DEĞERLER
Safiye Erol’da ahlâki
değerler, yazılarının gazete ve dergilerde yayımlanan makaleler olması
vesilesiyle, akademik bir usûl, üslup ve kavramsal bir kullanımdan ziyâde
günlük hayattaki yaşantılardan örneklerle işlenmiş olarak karşımıza
çıkmaktadır. Yazar kimi zaman gündeme dâir yazılarında ahlâki değerlere vurgu
yapmakta, kimi zaman târihi bir olayı anlatarak, olayla ilgili
değerlendirmelerinde ahlâki değerleri işlemektedir.
Günümüzde sıkça dile
getirilen ahlâki dejenerasyondan, Safiye Erol kendi dönemi için de
şikâyetçidir. Özellikle batı dünyasında çocukların eğitiminde kullanılan
argümanların, çocukluklarını yaşayamadan ergen hatta yetişkin olan çocukların
yetişmesine sebep olduğunu ifade etmekte ve batı eğitim sistemini
eleştirmektedir.
“Ben ecnebî basını
tecessüs gözüyle araştırırken çocuk dergilerini de elden geçirdim. Alman çocuk
dergileri tipik birer numûnedir. Bütün o resimli hikâyelerde hep yeni
icatların, patentlerin, kurulan atölyelerin, reklâm, sürüm ve rekâbetin destânı
anlatılır. Çocuklar zaten bu atmosfer içine doğuyorlar, bu konu ortasında
büyüyorlar. Onlara göre masal artık bir padişâhın kızı varmış tekerlemesiyle
başlayamaz. Şöyle başlar mesel: “İki çocuk tavan arasında hırdavat
karıştırırken Nuh-ı nebîden kalma bir partal sandıkta eski bir mum fabrikasyonu
târifnamesi bulmuşlar. Ecdâdın kıymetli bir sır gibi kucak kucak kaçırdığı
husûsî îmâlât tarzını öğrenmiş çocuklar, işlerini gizli tutarak bir atölye
açmışlar.” İşte asrımızın çocukları alfabeyi söker sökmez bu hikâyelerle
hayâtın realitesine hazırlanmış oluyorlar. Periler diyârından, haberleri yok,
Merih’teki yaratıkları düşünüyorlar. Bir bakıma denebilir ki çocukluk
devresinden mahrum kalıyorlar.”[170]
“Gelişim çevre ile
etkileşimin ürünüdür” ve “gelişimin hızlı olduğu dönemlerde çevre etkisi daha
büyüktür”. Yazar, gelişimin bu ilkelerini işaret ederek, toplumsal hayattan
aktarılan değerlerin çocukların gelişim süreçlerini etkilediğini belirtmekte;
değer aktarımında çocukların gelişim aşamalarını dikkate almanın önemini ifade
etmektedir. Zira gelişim belirli bir sıra izler ve basitten karmaşığa doğru bir
ilerleme gösterir. Her gelişim dönemi ise bir sonraki dönemin öncüsü ve
hazırlayıcısıdır. Bu sebeple her gelişim döneminin zamanında yaşanması,
sağlıklı bir kişiliğin oluşmasında ehemmiyet arz etmektedir.
“ Hele Amerikan tarzı
pek acelecidir. Hayât standardı peşinde soluk soluğa koşuşma neticesi
daha ilk okul çağındaki küçüklere (işim, eşim, aşım) telkini basılıyor.
Sosyeteye hazırlanmak motifi âdetâ bir ruh baskısı. Çocukların kendilerine
birer (randevu eşi) edinmeleri sözleşip buluşmaları, baş başa gezmeye çıkmaları
gelenekleşmiş. Kızlar bir an evvel kadınlaşmak için mevsimsiz koketlik
öğrenirken oğlanlar da tahsil mahsil pek aldırmayıp, hemen eli ekmeği tutmak
kaygusunda. Çocuk izdivaçları almış yürümüş, kundaktan dosdoğru gerdeğe! Bize
şaka gibi gelir, ama sahi, Amerika’da (on beş yaşında kız ve oğlan dullar
derneği) kurulmuştur. Düşündürücü fenomenler… Avrupa’ya da bir dereceye kadar
bulaştı, şimdi bize sirâyetinden korkulur. Gençleri çabuk geliştiren
iklimlerde, Arabistan’da, Hindistan’da, cinsi hayât toplum kanunlarıyle çok
mazbut bağlandığı için körpe yaşta evlenmeler âdettir. Ya hürriyetin her
türlüsü içinde yüzen Amerikalılara ne oluyor? Tahlîli yapmak gerekirse akla
evvela hayât hırsı, standart hastalığı gelir. Cihan Harbinin de rolü vardır
elbet, milyonlarca genç, dünyâ safâsı süremeden bugünden yarına harcandı gitti.
Batı âleminde belki haddinden aşırı serpilmiş (individualisme) 171
cereyânı, ferdin
taleplerini azmanlaştırmış olabilir.”[171]
Sağlıklı bir kişilik gelişimi
için, özellikle hızlı bir gelişimin yaşandığı ve dolayısıyla çevre etkisinin
büyük olduğu son çocukluk ve ergenliğe geçiş dönemlerinde, toplumsal yaşamda,
çocuğun gelişim aşamalarına ve bu aşamaların özelliklerine göre ortamlar sunmak
gerekmektedir. Erol, çevrenin yerinde ve zamanında olmayan etkilerinin sağlıklı
bir kişiliğin parçalarından cinsel gelişimin normal seyrinde tamamlanamamasının
önemli sebebi olduğunu belirtmekte, normal seyrinde tamamlanmayan cinsel
gelişimin ise toplumsal açıdan ahlâkî noktada sıkıntılara yol açtığını ifade
etmektedir.
Yazar, hayâtının
normal çığırdan çıktığını ifade eden genç bir okuyucusunun mektubuna cevap
olarak kaleme aldığı bir yazısında ise öğüt niteliğindeki tavsiyelerini, birçok
ahlâki değere atıf yaparak vermektedir.[172]
“Gününüz hiçbir
kuruntuya gedik bırakmamacasına programlı, faaliyetle dolu olsun. İster bir
vazîfeye girin, ister ders çalışın.
Ne var ki gece yatma
saatinde (erken bir saatte yatın) zamanın muhâsebesini yaptığınız vakit tatmin
edici bir mesâi ve başarı yekûnu önünüzde olsun.”[173]
“İnsanın iki ezeli
düşmanı vardır: Korku ve tembellik. Bunları siz adım adım yeneceksiniz.
Zihninizi bürüyen, hayâllere gelince, kanımızı emen vampirlerdir, hatta güzel
hayâller bile, gedikli konuk yerleşmeye kalktılar mı bilin ki canınızadır
kasıtları. Bunları birer birer yeneceksiniz. Durmayın hemen tez günden mânevî
sığınağınızda istihkâma girin, bütün silahlarınızı kullanın. Sizden gayret,
erenlerden himmet..”[174]
Yazar, planlı olmanın, çalışkanlığın,
sorumluluk almanın ruh sağlığına katkılarını vurgulamakta, “mânevî sığınak”
ifadesiyle de dînî ve mistik bir cepheyi işâret etmektedir. İnsanın maddî yönü
nasıl gıdalanıyorsa, mânevî tarafı da beslenmelidir. Kişinin mânevî tarafını
besleyecek faaliyetlerde bulunması da ruh sağlığı noktasında destekleyici
olmaktadır.
Ahlakî Değerlerin İçselleştirilmesi
Safiye Erol, ahlâkın bir iç formasyon
olduğunu ifade ederek, insanın özünü şekillendirmeden dışta takılıp kalmanın
anlamsızlığına değinmektedir. Yazar, etik ilkelerin kıymetinin her devirde
geçerli olmasıyla birlikte, bu ilkelerin uygulanışının ve estetik formunun
zamana ve şartlara göre değişmesi gerektiğini belirtmektedir.
“Hurma, en bol ve
ucuz memleket mahsûlü hangisi ise o demektir. Tahta çanağın mânâsı kap kacakta
fazla tekellüf ve masrafa kaymamaktır. Cübbe ve sakalın medlûlü, devrin en
sıhhî, sâde, kullanışlı ve tasarruflu kisvesini tercih etmektir. Etik kıymetler
dâimâ bâkirdir, fakat estetik versiyonlar devrin ihtiyâcına göre değişir. Tek
bir versiyon üzerinde ısrar etmek etik kıymetlerimizin velûdiyetine bühtan
etmek olur. Etik esaslar, devirlere göre “intêrprêtê” edilir yani 175
bunlardan çeşitli estetik versiyonlar
çıkarılır.”[175]
Safiye Erol,
Peygamberimiz Hz. Muhammed’in dini uygulama biçimi, yaşayış tarzı olarak ifade
edilen “sünnet” kavramına şekilden ziyâde mâna ve gâye ekseninde yaklaşılması
gerektiğini vurgulamakta; sünnetteki mânânın kişinin ve toplumun ahlâki
boyutunda dengeyi sağlamak olduğunu belirtmektedir. Yazar, sünneti şekilden
ibaret olarak algılamanın, farklı coğrafyalarda, farklı kültür muhitlerinde
yaşayan ve kendi toplumları içinde bile farklı katmanlar oluşturan insanları
tek bir kalıba girmeye götürdüğünü; bunun
da ahlak ilkelerinin
evrenselliğine leke çalmak anlamına geldiğini ifade etmektedir.
Hz. Mevlânâ’da Ahlakî Değerler
Erol içinde bulunduğu
tasavvûfî sistemin de yönlendirmesiyle yazılarında sık sık Mevlânâ’ya atıfta
bulunmuştur. Mevlânâ’ya göre aşk ehlinin sahip olması gereken değerler vardır.
“Hz. Mevlânâ bir gün
dostlar meclisinde aşk ehlinin iffetinin nasıl bir iffet olduğunu anlattı.
Kimseye gönül bağlamamak, kimseye ümit dolamamak, kimseye hayâl sardırmamak,
kimseden bir şey ummamak, kimseden bir şey istememek, Aşk ehli saadetini, dünyâ
halkının bir birini çele devire koşuştuğu yollarda aramayacak. Hakk’ın
takdirine, Peygamber’in irşâdına, mürşîdin rehberliğine uyarak (gîna ve
istiğna) tam doymuşluk ikliminde kalacak.”[176]
Mevlâna burada,
ahlâkı “iffet” kavramıyla ifade etmektedir. Mevlana’ya göre, kin tutmamak,
kimseye minnet duymamak, kanaatli olmak gibi özellikler, iffet sahibi insanda
bulunması gereken değerlerdir.
Safiye Erol’un
yazılarında karşımıza çıkan konulardan biri de Hint felsefesidir.
Hindistan, gerek
eğitim gördüğü dönemdeki konumu, gerekse Almanya’da doktora döneminde âşık
olduğu gencin Hind’li oluşu sebebiyle, Erol’un bir hayli ilgisini çekmiştir.
Yazar, Hindliler’in altı ortodoks felsefe sistemlerinden biri olan “Yoga”nın
pratik tatbikâtında şart olarak görülen ahlâki davranışları şu şekilde
sıralamıştır:
“Yoga’ya intisap eden
mürit evvel emirde şu şartlara riâyet edecektir: Hemcinsinin haklarına riâyet
etmek, hiçbir mahlûka zarar ikâ etmemek, hakîkati söylemek, hırsızlıktan, cinsî
münâsebetten, hediye kabulünden içtinap etmek, nefsine hâkim olmak, maddî ve mânevî
hayâtı terbiye edecek bir şekilde yaşamak, yani gerek vücut gerek rûhu dâimâ
temiz bulundurmak, kanâat göstermek, itikâfa çekilmek, dîne müteallik eserleri
mütâlâa etmek.”[177]
Hint felsefesinin
ürünlerinden biri olan Yoga’nın da, bir terbiye biçimi olduğunu söyleyebiliriz.
Safiye Erol’a göre birbiriyle kıyas edilirken ne kadar farklılık gösterirse
göstersin, tahlil gözüyle bakıldığında, bütün felsefe ve kültür sahalarında
müşterek esaslar âşikâr olmaktadır. Yazar, beşeriyete damgasını vurmuş büyük
ruhlar arasında inkâr edilemeyecek, aile benzerliği gibi bir benzerlik olduğunu
ifade etmektedir.178
Safiye Erol’un genel
olarak ahlâkî değerler ile ilgili görüşlerini aktardıktan eserlerinde tespit
ettiğimiz ahlâki değerler şu başlıklar altında ifade etmek mümkündür.
Safiye Erol, işini
iyi yapma ve sorumluluğunu yerine getirme noktasında çok hassas davranmakta;
evine getirdiği papatyaların bakımında dahî titiz davranmayı kendine vazîfe
bilmektedir.
“Suları ne zaman
tazelenir, odanın hangi köşesinde ve ne derece bir ışıktan hazzederler, bunu
düşünmek boynuma borç. Geceleri açık havada kalmak onlara yaradığını bildiğim
için balkona çıkarırım. Mademki onları kendi yurtlarından kaldırdım, gurbeti
hoş edecek sevgi ve bakım göstermeliyim.”179
Sorumluluk değerine
günlük hayatından aktardığı şu anekdotta da rastlamaktayız:
“…Kötü îtiyatlar
kurusun, pazarlık etmeye kalktım. Mânâlı bir sükûta büründü ki söz etmeğe değer
mi, değmez mi diye zihninde derhal tarttığını anladım. Kestânecinin karşısında
daha ilk adımda mahcup vaziyete düştüm. Beni nüfuzlu gözlerle bir daha süzdü ve
nihâyet kelâma lâyık gördü: Kestânelerini ancak ve ancak filan yerdeki
toptancıdan alırmış, eve götürür teker teker muayene eder, iğne başı kadar bir
kusura razı olmaz, o ekstra malın bile yarıdan çoğunu ıskartaya çıkararırmış.
Sonra… Kestânelerini bin îtinâ ile yıkar temiz bezlerle kurular, ayrıca
havalandırır, sonra sonra… İpek gibi mülâyim İstanbul şîvesiyle konuşuyordu.
Pazarlık etmezmiş, kendi hakkına tecavüz olurmuş, kestanelerine el dokundurmazmış,
diğer müşterilerin hakkına tecâvüz olurmuş, tartıda miskalin zerresine bakmazsa
eğer, Hakk’ın hakkına tecâvüz olurmuş. Kestane külahını aldım, dersimi de
178
179
Erol, s.85
Erol, s.117
aldım. Kestane
kebapçılığı işini bile bu kadar geniş ölçüde maddi ve manevî ihtimam koyduran
şehir kültürümüzü düşünerek giderken dayanamadım, nefis kestânalerden bir tane
tattım.”[178]
Safiye Erol aktardığı bu olayda kestâne
satıcısının sorumluluk duygusuna, işini iyi yapma ve tartıdaki
hassasiyeti vesilesiyle de adâlet değerine değinmektedir. Bu değerlerin
oluşumu ve aktarımında ise kültürel mirasa işaret etmektedir.
Erol, yazılarını okuyuculara ulaştırma
noktasında karşılaştığı sıkıntıları aktarırken, yine işini iyi yapmanın ve
sorumluluklarını özveriyle yerine getirmenin önemini vurgulamaktadır.
“Görmeden
saygı ve sempati duyduğum mürettip ve musahhih kardeşlerim, sizden umarım ki
Türk diline iyi gözcülük edesiniz. Sınırları tutan asker gibisiniz. Mânevî
varlığımızın korunması biraz da sizin elinize verilmiştir. Bir yazının
basılması, Türk rûhunun, Türk fikrinin artık bir daha değişmeyecek tarzda
kalıba dökülmesi demektir. Millî irfânımızın serpilip gelişmesinde sizin tuz ve
biberden fazla bir katığınız var. Yorucu mesâîinizi pek iyi takdir ettiğim
halde yine de daha fazla gayret temennî ediyorsam ümit ederim ki hoş
görürsünüz. Kendi te’lif hayatımda tertip hataları yüzünden başıma neler geldi!
İlk gençlik eserim olan (Kadıköy’ün Romanı)’nda şöyle bir cümle vardı: “Orhan,
elinde kemençe kapı kapı dolaşır, demlenir..” Nasıl dizdiler biliyor musunuz?
“Orhan elinde kepçe kapı kapı dilenir..” İş bu kadarla kalsa ne âlâ. Okuyucu
benim yavan ve mânâsız bir yazar olduğuma hükmeder, ben de tertip ve tashih
kurbanı bir yazar olarak kaderi sîneye çekerdim. Ama öyle olmadı, kitaptaki
Orhan’dan kinâye kendisi olduğunu sanan bir genç san’atkâr beni dâvâ etmeğe
kalktı. Şimdi tam sırası, Fuzuli’nin meşhur bir mısraı vardır ki devrin
mürettibi demek olan kâtiplerden yana yakıla sızlanır ve der ki: “Onlar bir
noktayı yerinden oynatarak muhabbeti (mihnet) yazarlar, bazen bir noktayı eksik
bırakarak gözü (kör) eylerler”. Mısraın tamamını burada tekrarlamak gerekti ama
bende yürek Selanik. Kim bilir nasıl dizilir, 181
nasıl çıkar!...”[179]
Yazar, işini iyi
yapma noktasında azimli ve gayretli olmanın önemine işaret etmektedir.
“Nefsine mağlûp
olanlar dehâdan pay alamazlar ve insan işinin ehli olabilmek için biraz da
işinin kurbanı olmalıdır.”[180]
Azimle çalışmanın
karşılığının er geç alınacağını da şu satırlarında dile getirmektedir.
“Suya ne olur? Hiç!
Kıvranır, bocalar, çırpınır, dağılır, er geç ummana yol bulacak olduktan sonra…
Çünkü bir akar sudur, hayâtın ta kendisidir; tarlası çolak kalanlar düşünsün.”[181]
Erol, gayret ve
çalışmaya sadece bireysel açıdan yaklaşmayarak, toplumsal boyutta çalışmanın ve
azimli olmanın gereğine ve önemine işaret etmektedir.
“Her işi devletten
beklemek sakat bir düşüncedir, devlet yapı müteahhidi değil ya… Kalkınmaksa
milletçe olmalı, onarım yolunda millet yediden yetmişine teşkilâta girmeli,
işte o zaman kalkınmanın maddîsi mânevîsi tamama erer.”[182]
“Eksiksiz gediksiz, katıksız temiz emek,
gerçek emek! Bunlar bir milletin soluğunu arttıran, yüzünü ağartan
hadiselerdir.”[183]
Safiye Erol,
çalışmanın dünya ve âhiret hayâtına olduğu kadar insan rûhuna olan faydasını da
belirtmektedir.
“Salgın ruh
hastalıklarına karşı aşılı bir tip vardır, alçak gönüllü, sorumluluk bilir,
görevinde yok olurcasına çalışkan. Bunlar köhne düsturlardır diyen bulunacak.
Acaba köhne mi? Bana kalsa daima geçer akçe, hem de tam ayar.”[184]
Yazar, çalışma, alçakgönüllü
olma ve sorumluluklarını bilme gibi değerlerin öneminin her dönemde
geçerliliğini koruyacağını belirterek, ahlak ilkelerinin, bir başka ifadeyle
ahlakî değerlerin evrenselliğini işaret etmektedir.
Safiye Erol,
tasavvûfî terbiyenin önemli duraklarından olan tevâzün ve îtidâl üzere olmak
konularından bahsederken kanâatli olma değerine atıf yapmaktadır. Yazara göre
kanâat, dünya ve âhiret saadetine ulaşmada kullanılan, insanın kıskançlık,
haset gibi kötü duygulardan korunmak için sığındığı limandır.
“İnsan kendini kendi
nasîbi çerçevesinde temâşa edebildiği müddetçe doymuşluk, kanmışlık iklîminde
yaşar. Ama mukâyeselere kalkarsa çığır bozulur, haset boy verir. Hükümler ve
kıyaslar fırtınasının ulaşamayacağı limanlara sığınmalı. Yoksa ötekinin
berikinin avantajlarına göz dikenin ruh zehirlerini yedi deryâlar temizlemez.”[185]
Safiye Erol insanın
psikolojik sağlığı için kanâat etmeyi bilmesinin önemine vurgu yapmıştır.
Kanâat etme bir anlamda insanı özgür kılmaktadır. Dünya hayatının sonsuz
istekleri karşısında insanın göstereceği hırs, insanı nefsinin kölesi durumuna
düşürebilir. Mutluluk insanın kanâat etmeyi öğrenmesiyle başlar ve bitmez.
Erol, bu noktada bize Gjellerup adında bir müellifin Avrupa’da çok okunan ve
beğenilen, Buda’nın hayâtına ve devrine âit menkîbeleri, roman tekniği ile
kaleme aldığı “Hacı
Kamanita” adlı eserinden kendisine tesir
eden kısmı örnek olarak vermektedir:
“Kamanita bir ülkenin
hükümdarı olur, olgunluk çağındadır artık. Günün birinde dünyâ velvelesinden
ayrılır, şöyle bir etrâfına bakınır ve der ki, “Ne çok malım varmış benim.
Ülkem, taç ve tahtım, ordum, silâh depolarım, savaş ve merâsim fillerim,
atlarım, develerim, sığır ve koyun sürülerim, hazînem. Zevcelerim, çocuklarım,
câriyelerim, saraylarım, av köşklerim, aman Yârabbî…” Kamanita dehşet duyar,
saydığı ve sayamadığı mallarının herbirinin kendine bir zincir olduğunu ayan
beyân anlar. Ah.. der, nerede benim on sekiz yaşım, hiçbir şeyim 188
yoktu o zaman, ancak
bir aşkım vardı.”[186]
Yazar, kanâat etmeyi
küçük yaşta babasıyla gittiği şekerci dükkânında öğrenmeye başladığını
anlatmaktadır:
“Dizi dizi allı morlu
kavanozlar karşısında babam bana ne istersin?
derdi. Hakikatte o
şekerlerin topunu birden isterim ama kanâatle sınırlanmak mecburiyetini daha o
yaşta -o yaşta zoraki tabii- öğrenmeye başlamıştım. Aç gözlülüğü hayli esefle
bir yana atıp en sevdiğim şekerleri işaret ederdim.”[187]
Kültürel mirası,
değer aktarımında sık sık kullanan Safiye Erol, kanâatli olmak konusunda da
Müslüman Türk kültürünün zenginliğinden bahsetmektedir.
“Müslüman rûhu bu
minnetsizlik, isteklerde ölçülülük mayasıyla âdetâ pişe pişe yoğrulmuştur.
Klasik edebiyattan, atasözlerine, halk türkülerine kadar her ses her perdeden
minnetsizlik, tok gözlülük çağırır. Hz. Ali’den getirilmiş bir öğüt der ki:
“Ganî yürekli, kanaatli ol.
Bir alçaktan
dilenilmiş geçimden ne hayır görürsün? Kalbin kırılmak pahasına yaşamayı kabul
etme.”[188]
İnsan birey olarak
değil, toplum olduğunda anlamlıdır ve güçlüdür. Fıtratı gereği insanın
yapabilecekleri sınırlı iken ihtiyaçları çok çeşitlidir. Toplumsal yaşam ve
paylaşım ile insanın yükü hafiflemektedir. Bu noktada bazı insanların
taşıyamadıkları yüklerini paylaşarak birlikte taşımak, fedâkârlık yapmak,
toplumsal yaşamın getirdiği güzelliklerden birisidir. Yazarın kendi çocukluğu
döneminden naklettiği bir hatırası, fedâkarlık değerine örnek teşkil
etmektedir.
“Balkan bozgunu
olunca Keşan’daki bütün akrabalarımız bir yere -galiba Gelibolu’ya- göçmüşler.
Babam o zaman anneme demiş ki “Bütün soyu sopu İstanbul’a davet edeceğim,
yanımıza. Nasıl? Evin düzenini Fedâ eder misin?” Annem “Fedâ olsun” demiş.
Babam devam etmiş: “Ama rahat huzur, mobilya, halı, perde falan feşmekan
arama.” Annem tekrarlamış: “Fedâ olsun dedik ya.” Sonra babam ev sahibine
müracaat etmiş, “belki kırk elli muhaciri eve almak istiyorum, muvafakatiniz
var mı?” Mithat Paşa sülâlesinin evladı, “Fedâ olsun evim”, demiş. Babam yine
sağlama bağlamak istemiş işini: “Ama kapı, baca, döşeme duvardan hayır kalmaz.”
Ev sahibi yerinden fırlamış: “Fedâ olsun dedik ya beyim, Fedâ olsun, Fedâ
olsun.”[189]
Safiye Erol tarihte
büyük başarılara imza atmış, toplumu etkilemiş kişileri devir açıp devir
kapayan kahramanlar olarak nitelendirmekte; bu kahramanların zafere, kendi
benliklerinden fedakârlık yaparak ulaştıklarını belirtmektedir.
“Devir açıp devir
kapayan kahramanların, zafer kâlemini kendi 192
kanlarına banarak
imza atmaları bir hayât kânunu olsa gerek.”[190]
Erol, özellikle
tasavvûfî önderlerin mistik tecrübelerine atıf yaptığı bu satırlarında,
toplumun önünde olan büyük insanların, toplumları için ortaya çıkardıkları
fikir ve eserlerinin oluşum sürecinde, toplumlarına kendilerini adanmışlıkla,
benliklerinden geçerek çeşitli bedeller ödediklerini vurgulamıştır. Zâten o
kişinin büyük olarak toplumun önünde olması da bu bedeller vesilesiyledir.
“Bir dâhi, kendini ve
kendi menfaatini aramadığı için büyüktür. Buna mukâbil her hangi bir şahsi gâye
için gösterilen faaliyet küçüklüktür. Çünkü bu şekilde faal olan birisi kendini
yalnız bir zerrecik olan şahsında arar ve bulur. Büyük bir insan ise kendisini
bütün mevcûdâtta görür “büyük dünya = makrokosmos” içinde yaşar. Bütün varlıkta
yaşadığı için varlık onu alâkadar eder ve düşündürür. Dâhinin muhiti dünya,
büyük bir muhit olduğu için dâhiye büyük denir. Dehâ kendi kendinin mükâfâtıdır.
Geçmiş zamanların büyüklerini düşünürken “O ne bahtiyar adam ki ona bugün bile
hayran oluyoruz demeyiz. Deriz ki: “Ne bahtiyar imiş ki böyle bir rûha mâlik
imiş ve bi’n-nefs bu ruhun zevkini tatmış. Biz bile asırlardan sonra, bu ruhun
bekâsı birkaç 193
kırpıntıdan bu kadar lezzet alıyoruz.”[191]
Sabır, Safiye Erol’un
hocası Ken’an Rifâî ile tanışarak Rifâî tarîkatına intisap edip tasavvufla
tanışmasıyla daha sık dile getirdiği kavramlardan biri olmuştur. Erol’a göre,
Tasavvuf terbiyesinin mühim basamaklarından olan, her türlü çileye sabredip hâk
vâdisine yol bulanın ulaşacağı denge hâli, beşerin selâmetle yaşayabileceği tek
iklimdir.[192]
Hayattaki muhtelif
sorunlar karşısında ve tasavvûfî terbiyede sabır, îman ile pasif bir tahâmmül
olmaktan çıkıp aktif hâle gelir:
“İnançlı, kaderle
pençeleşmek şöyle dursun, teslim menzilinde bile karar etmez; onun tevekkülünde
zımnî bir mutâbakat, kendi nefsinden öte gitme ve nefsi aşan kendi görünmez
kânunuyla uzlaşma ve işbirliği vardır. Sabır pasif bir tahammül değil, Müslümanlığın
etik derinliklerinden kopan aktif bir nurdur deyişimiz bu yüzdendir. Müminle
münkir aynı akışla akan birer su molekülüdür ki mümin bu
gidişten emniyet ve
inşirâh duyarken münkir, kendi ezel hakkını kendinden gaspeder ve hakîkatte o
da külle mutabakat hâlinde bulunmakla berâber muarız olduğunu vehmeder.
Yeryüzünün hiçbir mâkûs talihi yoktur ki, ne veba, ne kolera, ne yüz karası, ne
gönül acısı, ne gurbet, ne esaret… külle aykırı düşmüş olmak vehmi ne kadar
ezâlı olsun. Kur’an-ı Kerim’in “azâb-ı elîm” tâbirini tefsir ederken hocam
Ken’an Rifâî “azâb-ı elîm’in mânâsı firkattir” derdi. Yani Hak’tan firkati,
küllün bir cüz’ü olmak ihtisâsının kayboluşunu kastederdi.”[193]
Erol’a göre sabır
konusunda inançlı insanın en büyük yardımcısı, îmanıdır. Her başına geleni
Hâk’tan bilip râzı olma hâli, kişinin, rûh sağlığına bir nevi enerji
yüklemesidir.
“Müslümanlıkta hak
mefhûmu ile sabır anlayışı ikizdirler. Hâlk arasında sabır mefhûmu her ne kadar
pasif manzaralı bir tahammül anlamına gelirse de asıl etik derinlerinde
dînimizin aktif nûrunu taşır. Dinsiz insanla dîne bağlı birinin çile
doldurmakta birbirinden ne müthiş farklarla ayrıldığı her gün müşâhedemize açık
bulunuyor. Dinsiz insan da kazâ ve kadere çâresiz boyun eğer, fakat bu zâhirî
bir inkıyattır, îtiraz ve isyan için için devam ediyordur. Sebep araştırılır,
tâlihsizliğin mesûliyeti başkalarına yükletilmeye teşebbüs edilir. Kazâ ve
kader âdeta, alakalı insanların re’sen tertip ettiği bir sûikast şekline
sokulur. Böyle olunca da mücadelenin sonu gelmez. Dinsiz insan, tâlih elinden
tepelenirken bir yandan karşı kor, bir yandan da rûhunun hırçınlığı ile kendi
kendini içten tepeler ve farkına varmadan asıl mânî olmak istediği şeyi, yâni
kendi kendinin tahrîbini hızlandırır. İnançlı insan ise şans aksiliklerini
yumuşak, hatta halâvetli karşılar. Felek çarkını uygun tarafa çevirmek için
kendi çapından mesâî sarfeder. Fakat azgın protestolarla rûhunu yıpratmaz, zîra
her vukûa geleni Hak’tan bilir.”[194]
Safiye Erol sıkıntıların ve bu
sıkıntılara sabretmenin öğretici ve motive edici yönüne de işaret etmiştir:
“Mihnetlere muhtâcız,
öğrenmemiz lâzım gelen her ne ise onu öğrenmek için.”[195]
“Gerçi hayat tam bir
süt limanlık olmayacaktır; huzursuzluk ve mücadele de beşer bünyemiz için elzem
birer tenbih ve teşvik vasıtasıdır.”[196]
Erol sabır konusunda
da geçmişe atıf yaparak günümüz olaylarını değerlendirmektedir.
“Eski zaman
insanları, her şeyin iğreti olduğu inancıyla hiçbir şeyden şikâyet etmezlermiş.
Sabırsızı çıksa da ara sıra cevabı alır, suspus olurmuş.”[197]
Yazar, tarihten misâl
getirerek sabretme sürecinde motivasyona değinmektedir.
“Kahır yüzünden lûtuf
olur derler ve yine derler ki sular karışmadan durulmaz. Bu hikmetin misâli
olarak Süleyman Şah’ın Türkistan’dan göç etmesini düşünelim. Moğol istilâsı
olmasa Kayıhan kabilesi yola çıkmazdı, yâhut çıksa bile Rûm diyârına kadar
gelmezdi. Osmanlı İmparatorluğu kurulmazdı, biz olamazdık vesselâm.”[198]
Erol, motive edici
örneklerle her sıkıntının sonunda ferahlık, her zorlukla birlikte bir kolaylık
olduğuna işaret ederek sabretme konusunda insanları teşvik etmektedir.
Erol, İslâm ahlâkının
temel taşlarından biri olan itîdâl üzere olmayı fert ve cemiyet olarak üstün
bir kıvama ulaşmanın nişânesi olarak görmektedir.
“Doğuma sevinilir,
şenlik edilir, ölüme yerinilir, yas tutulur. Ancak ne birinde ne ötekinde aşırı
gitmeden her hâdisenin belirli bir süresi ve değeri olduğunu, sonsuz destanda
nihâyet bir yaprak yer tutacağını kavramış toplumlar îtidal yolundan
ayrılmasalar, yapılan tecrübe ister acı, ister tatlı olsun, gâye bilgiyi
arttırmak, temkinde ilerlemek, fert ve cemiyet olarak daha üstün bir kıvama
ulaşmak değil mi?”[199]
Yazar, acı ve
mutlulukta, genelde bütün duygularımızda ölçülü olmayı ve yeri geldiğinde
teslim olabilmeyi, hayattaki sıkıntı ve gerginlikler için bir çözüm önerisi
olarak getirmektedir.
“Safâ ve cefâ
telakkîlerimizi daha mütevâzi ölçeklerle sınırlandırabilirsek daha ileri
giderek hem safâdan, hem cefâdan hâriç
“üçüncü sâha”ya kök
salabilirsek umulur ki meslek ve ev hayatındaki gerginliklerimiz, yorgunluklarımız
hiç değilse ezici olmaktan çıkar.”[200]
“(Sezai-i Gülşenî)
yine böyle bir mektûbunda hayat tecellîlerini, acı da olsa tatlı da olsa, aynı
kararla karşılamayı, nüanslar üstünde fazla durmaksızın “tecellileri istekle,
can bütünlüğü ile kabullenmeyi” tavsiye eder.”[201]
Erol, aşırılıkların, ateşin bir maddeyi
yok etmesi gibi, hayâtî kuvvetlerimizi bitirdiğini belirtmektedir.
“Hırslı bir
gerginlikte netîce almak sevdâsına düştüğümüz, yâni cereyan etmekte olan
hâdisenin tabiî safhalarını atlayarak sonra yâhut sonu tâkip edecek zevke göz
diktiğimiz vakit hayatî kuvvetlerimiz öyle çabuk yanıp gider ki bu hızla
herhangi bir maddeyi sömürmek belki ateşin bile kârı değildir.”[202]
Yazar ölçülü olmak konusundaki ısrarcı
tavrını, ashab-ı kehf metaforunu kullanarak aktarmaktadır.
“Zaman beni ifratla
tefritten birine katılmaya zorlamasın zinhar, dedim, eshab-ı kehfin mağarasına
sığınır, iki yüz yıl da ben uyurum.”[203]
Îtidâl ve denge üzere
olmayı, tasavvufî bir formasyon olan “tevâzün” kavramı ile ifade eden Safiye Erol,
Allah’a ulaşma yolunda denge içindeki Müslüman’ı, asıl benliği maddî
sıkıntıların ulaşamayacağı bölgeleri yurt edinen, hayâtı fâni olduğunu bilerek
yaşayan bir kişi olarak târif etmektedir.
“Hak tevâzünü, hem
tabiat, hem cemiyetle barışık olmak demektir. Hak tevâzünü içindeki Müslüman,
hastalığında huysuzlanmaz, ihtiyarlığa karşı direnmez, ölüm için hazır baş
durur. Onun asıl benliği hiçbir beşerî âfetin el atamayacağı selâmet
bölgesinde, levh-i mahfuzda vatan tutmuştur. İğreti benliği haz ve elem nağmeleriyle
kâh dolup kâh taşıp boş kalırken, asıl benliği bütün bu nümâyişlerin haz ve
eleminden âzâde, hüküm ve kıyastan müberrâ bir seyircisidir.”[204] “Mesela ona
vururlar, o karşı kor, fakat ne yenmenin, ne yenilmenin tahripkâr bir tesiri
altında kalmaz. Şahsî hayâtını her
şahıs gibi yaşar ama
onun ayrıca öyle bir şahsiyeti vardır ki hâdiselerin nâmından ve resminden
masundur.”[205]
“Hak tevâzünü içinde
kâmeti bulan Müslüman, hayâtı, asıl sahip nâmına bilvekâle yaşıyor gibidir.
Evlenirken bile Allah’ın emri, Peygamberin kavliyle evlenir. Hak’tan öz aldığı
ve halka öz verdiği nispette hayâtını gerçekleştirir. Bir meyvenin, ağacına
akort oluşu nispetinde ağacın tenebbüt kudretinden faydalanışı gibi, Hak ve
halk şeceresiyle münâsebetin kesâfeti kadar müslümanın hayâtı dinamik olur. Bu
hayât üslûbunun dâimî bir mücâhede demek olduğunu tafsîle lüzum görmem.
İslâmiyetin, formalizimden çok daha üstün bir mânâ ifâde ettiği zamânı,
cemiyetin etik kaynaklardan ayn-ı hayât emdiği devirlerin, o devirlerin yüksek
seviyesini düşünürsek dinamik varlık tâbiri kendiliğinden açıklanır.”[206]
Hak tevâzünü içindeki
Müslüman, Hak’tan aldığı özü halka iletmesiyle dinamikleşir. Erol, Müslümanın
dâimî mücâhede ile yüksek seviyelere erişmesine de Asr-ı Saâdet’i örnek olarak
göstermektedir.
Safiye Erol, edep
kavramını özgün bir bakışla tahlil etmekte ve edebi, teyakkuz, sabır ve hak
tevâzünü dediği etik elemanların estetik sahadaki şekli olarak tanımlamaktadır.
“Edep: Teyakkuz,
sabır ve hak tevâzünü dediğimiz etik elemanların estetik sahada şekil
bulmasıdır. Hocam Ken’an Rifâî derdi ki: “Edep tâcını başına giy, istediğin
yere git.” Müslümanlığın etik cevherine estetik tefsir bulanın her cemiyete her
vaziyete kifâyet şöyle dursun, muhîtinin tâcidârı olacağını biz Ken’an
Rifâî’den öğrendik.”[207]
Erol, Türk milletinin
varlığının beslendiği temel değerlerden birinin edep olduğunu ifade ederek,
edep kavramını millî bir değer olarak ele almaktadır. Yazara göre, edep kavramı
Türk İslam kültürüne damgasını vurmuş faziletler arasındadır.
“Tâ geçmiş zamanlardan
kopup gelen, Türk milletine hala heybet ve hilmiyetle seslenen ferman; edepli
olmaktır. Edep dedikten sonra fazlasına lüzum yok ama yine de analiz verelim.
Edepli olmak tam manasıyla temiz, hak bilir, gayretli ve fedakâr olmak, içten
ve dıştan özenerek kuvvette güzellikte ideale ulaşma yolunda şaşmadan ilerlemek
demektir. Her millet yaşama gücünü kendi soy kütüğüne uygun bazı
faziletlerden aldığına göre, Türk’ün,
İslamiyet’le mayalanmış varlığı da edep kaynağından beslenir.”[208]
Yazar, Türk millî kültüründeki edep
kavramında îtidâl ve ağırbaşlılığın yerini, İstanbul’un fethi sonrası zafer
kutlamalarını naklederek anlatmaktadır.
“Gerek ordu, gerek millet bu zaferi
şımarmadan coşmadan, ölçülü
bir tatmin duyarak her zamanki ağır
başlılığı ile kutladı. Fetih şenliklerinde hükümdârın “Şehitlere rahmet-i
rahman, gâzilere şeref ve şân, teb’ama fahr ü şükran yaraşır” sözleri Türk
rûhunun gınâ ile tok, edep ile sınırlı bulunmasının açık şahididir.”[209]
Safiye Erol, bir dönem aktif siyasetle
meşgul olan bir kişi olmasına rağmen, politik konulara yazılarında çok sık yer
vermemiştir. Meşrebi gereği politikada da îtidâl aradığını belirterek,
kendisinin tarafsız olmasını eleştirenlere “düşünen bir tarafsız olmak taraf
tutmaktan çok daha güçtür.”[210] ifâdesiyle karşılık
vermiştir. Yazar, demokrasiyi, îtidal üzere olmada ve toplum olarak tekâmül
etme sürecinde ahlâkî bir 213 olgu olarak görmekte; demokraside uzlaşma
kültürünün önemine işaret etmektedir. [211]
“Demokrasinin ancak millî birliğin
sarsılmaz ve ebedî çerçevesi içinde çeşitli ilkeleri çarpıştırarak ideal
dengeyi aramak ve takâmüle gitmek olduğu lâyıkıyle anlaşılamadı. Çok partili
sistemi mutlaka 214
muhâlifin yok edilmesiyle bitecek
kıyasıya bir döğüş sanıyorlar.”[212]
Erol, hocası Ken’an Rifâî ile aralarında
geçen şu konuşmayı nakletmektedir:
“Ben- Efendimiz, dünya pek kötü!
O- Sen iyi ol.
Ben- Ben iyi olmuşum ne fayda, bu
kötülük içinde.
O- Senin üstüne
vazîfe değil. Sen iyi olmânâ bak. Kötülük senin sınırlarında durakladı mı, kalmadı
mı? Sana sirâyet etti mi, etmedi mi?
Sana bulaşamadığı,
seni karartıp bozamadığı dakîkada kötülük hezîmete uğradı gitti.”
Yazara göre, boşluk
kabul etmeyen fıtratımız gereği kötülüğün yerini iyi ile doldurmaya çalışmak
kötülüğü yok etmenin en iyi metotlarından biridir. Erol, kötülüğe karşı kötülük
etmek için harcanacak enerjiyi başka etkinliklere yönlendirmek gerektiğini
işaret etmektedir.
“Kötülüğe karşı
kötülük etmek yolunda harcanacak enerjiyi husûsi metodumla başka türlü kanalize
ederek kendime iki vazife çizdim.”[213]
Erol, kalikantüs
isimli çiçeğinden bahsederken, sevginin değeri ve sevilene karşı takınılması
gereken tavır ile ilgili aktarımlarda bulunmaktadır.
“Sevilen şeylerin,
sevilmiş olmaları onlara yeterli bir kimlik kuşatmak gerekir. Ne diye
saygısızca elleyip kurcalayayım. Onlar sevilendir, fazlası sorulmaz da aranmaz
da.”[214]
Safiye Erol, tecrübe
ve birikimlere büyük değer vermektedir. Gerek eski zamanlarda yaşamış
insanların tecrübeleri gerekse şahsî tecrübeler mutlaka bir bedel ödenerek
edinilmiştir. O sebeple kıymeti bilinmeli ve tecrübe karşılığı edinilmiş
bilgiler kullanılmalıdır.
“İbret dolayısı ile
tedbir almak kolay olmuyor, unutmayı tercih ediyoruz. Filozof Schopenhauer’in
bir sözü var: “Ben mektep parasını sokağa atmak istemem.” Manâsı şudur ki;
insan bir tecrübe yaptığı zaman mutlaka bir bedel öder. O zaman dangalak
durumunda kalmamalı, tediye karşılığı bir bilgi edinmiş olmalı. Ve bu bilgiden
faydalanmasını bilmeli.”[215]
Yazar, tecrübe
etmenin yollarına da işaret etmekte, tecrübenin duygu ve düşünce boyutuna atıf
yapmaktadır:
“Çok gezen mi bilir,
çok yaşayan mı? Buna kestirmeden cevap verilemez. Çok gezmek neye yarar afal
afal dolaşıp, görülen duyguda düşüncede elemeyince dokumayınca. Çok yaşamak
neye yarar dört duvar arasına kapanıp hayâtın rengarenk kıvıl kıvıl sahnelerini
görmeyince.”[216]
Safiye Erol, kedilere olan sevgisinden
bahsettiği bir makalesinde, yaşantılarından edindiği birikimler sonucu
insanlardan vefâ göremediği noktasında sitem etmektedir.
“…Evet kediyi çok
sevdim. Keşke muhabbet sermâyesini yatırdığım diğer yaratıklar da kedi kadar
olabilseydi. Ona hizmet ettim, o da bana hizmet etti; onu okşadım, o da beni
okşadı; onu özledim, o da beni özledi. Onsuz duramaz oldum, o da aynı
düşkünlükle bensiz duramaz oldu. Hâsılı şu yalancı dünyâda sevgi terazimi denk
getiren seyrek vücutlardan biri oldu. Beni inkisâra uğratmadı, canımı yakmadı,
muhabbete karşı katmer fâiziyle muhabbet ödeyerek bana bir defada nasılsa
isâbetli bir yere gönül vermiş olmanın tatmin ve iftihârını sundu.”[217]
Erol, kıymet bilmek için kişilerin illa
ki olağanüstü şeyler yapmasını beklemeyerek, sıradan da olsa erdemli sayılan
davranışları takdir etmenin önemine değinmektedir.
“Uzun mesafeleri bir
hamlede aşan göçebe kuş, kona göçe sefer eden diğer bir kuşa yan bakmış,
küçümseyerek gagasını bükmüş. Bölüm bölüm yol alan kuş hakâreti sezmiş, bağrına
taş basmış susmuş. Nereden ne aldığını, hangi emaneti nereye ulaştıracağını
gayet iyi bilirmiş.
Faziletimiz varsa
eğer kadir bilmeyenlere göstermeyelim. Hele bizi hor görenlerden bucak bucak
gizleyelim. Bu menkıbeyi neye mi söyledim? Bir şifredir, efendim: Anahtarını
vermiyorum. Okuyucularım
arasında bana sırdaş
olanlar bulunur. Anahtar vardır onlarda, kolayca çözüverirler.”[218]
Yazar, yine kendine has üslûbuyla bir
takım okuyuculara tasavvûfi yaşantılarından hareketle telkinde bulunmaktadır.
Tasavvufun söz ile anlatılarak değil, hâl ile yaşanılarak anlaşılacak bir saha
oluşuna işaret etmektedir.
Yazar, günlük hayat
ile o kadar içli dışlıdır ki, kimi zaman dolmuşta başına gelenleri, kimi zaman
da alışveriş yaptığı manavda karşılaştıklarını yazılarına aktarmaktadır.
Sorumluluk sahibi olma, adalete riâyet etme gibi hususlarıyla takdir ettiği
esnaf kültürünü, kimi zaman da eleştirmekte, esnaftan nezâket beklentisini dile
getirmektedir.
“Hâlbuki esnafın, tüccarın vasıfları
evvelâ doğruluk, sonra hoş muamele olmak gerekmez miydi? Tam doğru
olamayacaklarsa bile hiç 221 değilse terbiyeli davransalar bilmem ne
kaybederler.”[219]
Yazar, gösteriş yapıp riyâkâr
davranmayı, kendini olduğundan fazla ve farklı gösterme çabasının bir neticesi
olduğunu belirtmektedir.
“Sabahları spor,
ikindi zamanı yarım tuvalet, akşamları dekolte giymeye, üç lisandan ötmeye,
kendimi olduğumdan fazla göstermeye mecbur değilim.”[220]
Safiye Erol gösterişten hoşlanmamış,
yazılarında da bunu dile getirmiştir zira
Erol’a göre asıl olan rûh ve
şahsiyettir.
“Schopenhauer’e göre
insanın kaderi üç şarta dayanır: şahsiyeti, malı, mevkii. Servet ve rütbe ârızîdir,
kaybedilebilir. Şahsiyet ise ne hâriçten verilir ne de geri alınır, o bizimdir,
bizim koparıp götürmesi mümkün olmayan öz varlığımızdır. Başkalarının bilişinde
değer taşımaktan, kendimizi ille onlara beğendirmektense yapayalnızken
giyindiğimiz kimliğe önem verelim. Zira başkalarıyla alış verişimiz daima
sınırlı bir muâmeledir, mutlaka bir an gelir yalnız, kendi
boyumuz bosumuzla tam
yalnız kalırız. İşte hayâtta asıl mühim olanı, bu yalnız kalanın kendi kendine
ne derece yeterli olduğunu ispat edecek ”223
şahsiyetidir.”
Yazar olgun bir
şahsiyetin, kendi kendine yeten, başkalarının bakışlarından uzak ve yalnız
kaldığında da kendini itminana ulaştırmış şahsiyet olduğunu belirtmektedir.
Erol’un, 1 Nisan 1928
tarihinde Milli Mecmua’da yayımlanan, Hindistan’da Kalküta ağır cezâ mahkemesi
reisi “Ebu’l-Muzaffer Ahmed Han” başlıklı makalesi, Ahmed Han’ın o dönemdeki
Türkiye ziyaretine dâir yazarın izlenimlerini içermektedir. Bu yazısında Erol,
Ahmed Han’ın ülkemizde beyân ettiği görüşleri ile ilgili haksız yorumlarda
bulunan gazeteleri, bir şahıs, olay veya durum hakkında araştırmadan olumsuz
fikir edinilmemesi gerektiği noktasına vurgu yaparak eleştirmektedir.
“Bilahere Ahmed
Han’ın terbiye prensiplerinin tahrif edilmiş bir şekilde matbuatımıza aks
ettiğini teessüfle gördüm. Ahmed Han “Ahkam-ı İslamiyye” layıkıyle tefsir
edilmek şartıyla, asrî hissiyâta dahi tatbik edilebilir, terakkiye bir mani
teşkil etmez” diyordu. Gazeteler, tezyif ve istihza yollu: “bir ukala Hindli
gelmiş, ibadetimizin şeklini değiştirmek istiyormuş. Bize İslamiyet’i
öğretecekmiş” kâbilinden şeyler yazdılar. Bir yandan “memlekete seyyah celp
edelim, harsımızı, inkılâbımızı tanıtalım” diye bar bar bağırırken öte taraftan
memleketimizle hakîkaten alâkadar olan namdar ecnebîleri böyle ”224
sebepsiz yere tezyif etmeyi
anlayamadım.”[221]
Safiye Erol
kıskançlığı bir hastalık olarak tanımlamaktadır. Bu hastalığın sebebini dış
dünyaya odaklanma ve kendini başkalarıyla kıyaslama; hastalığın ilacını ise
kanâatle kendi dünyasındaki mutluluklarla yetinebilmeyi öğrenmek olarak tespit
etmektedir.
“Kıskançlık kötü bir
hastalıktır… Anti-haset ilacının başı, sonsuz derecede mes’ut ve zengin
olmaktır. Beylik manada mes’ut ve zengin olmayı kastetmiyorum. Başka türlü
mutluluk, başka türlü doyuşluk. Bir
insan dış dünyâya
baktıkça hiçbir zaman kendini mes’ut ve zengin sayamaz, çünkü bilirsin, el
elden üstündür tâ arşa kadar. Cihanı fetheden, tâ Yecüç Mecüç diyârına varınca
hükmü altına alan Büyük İskender bile tatmin olamadı, ölüme mahkûm olduğunu
anlıyordu, dirim suyundan içerek Hızır gibi ölmezlik kazanamamıştı, bu yüzden
muratsız kaldı. İnsan safâ bulmak isterse kendi içine nazâr etmeli, kendi
saltânatını bulasıya dek. Yûnus Emre’nin dediği gibi: Şu vücûdum şehrine her
dem giresim gelir – İçindeki sultânın yüzünü göresim gelir.
Bu özlemle hayat
yoluna çıkan er geç menzile varır, göreceğini görür, bulacağını bulur. İç
zaferi tatmış kimseye dünyâyı değil ya, takımıyle güneş sistemini, saman yolunu
bağışlasan değer vermez. Böyle olunca da kıskançlık iflas etti tabiî.”[222]
Safiye Erol
yazılarında, insanın hayatına ilişkin ne varsa onu işlemektedir. Mânevî,
felsefî, ictimâi meseleler yanında gündelik hayatın sıradanlığını da yazılarına
konu etmektedir. Kimi zaman ev taşınma telaşından, su kesintilerine karşı
aldığı tedbirlerden bahsederken, kimi zaman da felsefenin ve tasavvufun derin
konularına değinmiştir. “Îcâbında vazgeçilebilir bir fantezi değil, hayât ve
hakîkatin ta kendisi”[223] olarak
tarif ettiği din olgusu da, insan hâyatının bir vazgeçilmezi olarak yazarın çok
sık atıfta bulunduğu konuların başında yer almaktadır.
Erol’a göre bir dine
bağlanma ve inanma duygusu, insan fıtratının bir gereğidir. İnsan, her ne kadar
diliyle inkâr etse de özüyle hâk istikâmetindedir. İnsan rûhu, fıtratının
gereği olarak Allah’a yönelmek ister. Tabiri caizse bu, fıtratın refleksif bir
tavrıdır. O’na göre, dinden uzak yaşamak isteyenler, eğreti bir hale girmiş
olmaktadırlar. Din istikametinde yaşayanlar ise Hakk’a yönelişin neticesi
olarak hem fert hem de toplum olarak ahenk ve denge içerinde seyretmektedirler.
“Yaratık nasıl olsa
Yaradan’a yönelmiştir, diliyle inkâr etse bile özüyle hâk istikâmetindedir,
zîra yönelecek başka istikâmet yoktur. Şu farkla ki herhangi bir dînin üslûbuna
samimiyetle bağlananlar Hakk’a yönelişin fertler ve cemiyetler için saâdet ve
selâmet demek olan sitilli ahenginde kolaylıkla akarlar; şuurları rahat,
rûhları muvâzenelidir. Onların şuur ve tahteşşuurlarında hemcinsleriyle mutâbık
ve berâber olarak birliğe doğru yürüyüşün emniyet ve inşirâhı hâkimdir.
Herhangi bir dînin üslûbundan kaçınanlar ise ordu ile berâber yürüdüğü hâlde
müstakil bir reviş
iddia etmek gayretiyle değişik adım atanlar gibidir. Başkalık, üstünlük vehmini
besleyebilmek için mihnet bedelini verirler.”[224]
Yazara göre en güzel
şekilde yaratılmış olan insan, varlığının aslını, yaratıcısına ulaşarak kavrar.
İnsanoğlunun aslını bilme gayreti, kendisini var eden gücü tanımaktan
geçmektedir. Bu noktada Erol Tanrı düşüncesini, “insanın biyolojik insiyâkı”
olarak ifade etmektedir.
“Enerji nedir, madde
nedir gibi büyük tefekkür mevzûlarına girmeksizin şu kadarını diyebiliriz ki
insan, sayısız nispetlerin ilân olduğu bir infilâk noktasıdır. İnsanın var
oluşu, hâlikı bilerek kendisini bulmasıyla başlar. Din tarihi yazmak isteyen
bir bilgin, ne kadar gerilere gidebilirse gitsin Tanrısız bir insana
rastlayacağı çok şüphelidir. İptidâi bile olsa herhangi bir Tanrı düşüncesiyle
insan hayâtı o kadar bir arada geçmiştir ki Tanrı düşüncesine biyolojik
insiyâkın ta kendisi denebilir.”[225]
Yazar insanlık tarihi
boyunca, zihninde herhangi bir tanrı anlayışı barındırmayan bir topluma
rastlamanın pek mümkün olmadığını söyleyerek dînin, insan tabiatının gereği
olduğuna bir daha işaret etmektedir.
Erol’a göre dîn,
insanın duyuş alanlarının dışında kalmasına rağmen, varlık yapısı gereği
ilgisini çekmekte ve insanın merak ettiği sorulara verdiği cevaplarla, insan
benliğini inşâ etmektedir. Yazar, ancak başı ve sonu bilinmeyen bir alanda
belirmesi mümkün olan varlığımızın konumunu, Allah’tan gelen ve Allah’a giden
olarak görmenin, kaçınılmaz çıkış noktası olduğunu ifade etmektedir.
“Bazı filozoflar
dinlerin aslında birer hijyenden ibâret olduğunu iddia etmişlerdir. Şüphesiz
hijyen kelimesi burada alelâde sağlık koruma mânâsından çok daha şümullü bir
mânâda, âdeta hayâtın temel taşı karşılığı olarak anlamak lâzım gelir. İnsan
gayba îman ettiği nispette kendi kendini idrak ediyor ve kendi kendini idrak
ettiği nispette mevcut oluyor. Öyle görünüyor ki varlık âlemi dediğimiz şey sır
kalmış bir evvelle sır kalmış bir âhir arasında belirmesi mümkün olan bir
âlemdir. Bu kaçınılmaz bir şart, varlığımızı zuhûra getiren bir kânun, biricik
bir rüyet imkânı gibidir. Kendimizi Allah’tan gelir ve Allah’a gider görmeyip
de daha başka türlü nasıl tasavvur edebilirdik. Böyle bir suâle ilim de felsefe
de kolay cevap veremez kanaatindeyiz. Belki ad değişir tabiat denir, enerji
vesâire denir, fakat baştaki meçhulle sondaki
meçhul ortadan
kalkmaz. O hâlde dinlerin bir hijyen oluşu onların “dünyada fânilik ve Hak
katında bekâ”dan mürekkep bir mânevî rüyet yaratmalarından, yani bir rûh
uyandırmalarından ve dolayısıyla madde belirtmelerinden ileri geliyor demektir.
Din, adsız meçhuller ortasında bize muayyen bir vezin bağlamak suretiyle
bizliğimizi bahşeder, iki adsız meçhûlü birbiriyle karşılaştırarak hâsıl olan
tenasüpten bizi inşâ eder. Din, hilkat sırlarının izâfi bir varlık tasavvuruna
bile imkân bırakmayan seyri arasında mûcize nevinden hâsıl olmuş bir ayardır ki
onun sayesinde insan kendi kendinin, kendi cinsinin ve cihânın rüyetine vâsıl
olarak bu biliş neticesi oluşa erer.”[226]
Bir dîne inanma ve
bağlanma, kişide âidiyet ve teslimiyet hissi uyandırdığından, kişiye huzur
vermektedir. Aşkın bir varlığa bağlanma; bağlanmanın sonucu oluşan kayıtsız
şartsız teslimiyet ve her olan şeyi Hâk’tan bilme, insan rûhu için dünya
hayatındaki türlü sıkıntılar karşısında bir kalkan vazîfesi görmektedir.
“Dinsiz insanla dine
bağlı birinin çile doldurmakta birbirinden ne müthiş farklarla ayrıldığı her
geçen gün müşâhedemize açık bulunuyor. Dinsiz insan da kaza ve kadere çaresiz
boyun eğer, fakat bu zâhirî bir inkıyattır, itiraz ve isyan için için devam
ediyordur. Sebep araştırılır, tâlihsizliğin mesûliyeti başkalarına yükletilmeye
teşebbüs edilir. Kaza ve kader âdeta, alakalı insanların re’sen tespit ettiği
bir sûikast şekline sokulur. Böyle olunca da mücadelenin sonu gelmez. Dinsiz
insan talih elinden tepelenirken bir yandan karşı kor, bir yandan da rûhunun
hırçınlığı ile kendi kendini içten tepeler ve farkına varmadan asıl mani olmak
istediği şeyi, yani kendi kendinin tahrîbini hızlandırır. İnançlı insan ise
şans aksiliklerini yumuşak, hatta hâlâvetli karşılar. Felek çarhını uygun
tarafa çevirmek için kendi çapında mesâî sarfeder. Fakat azgın protestolarla
rûhunu yıpratmaz, zîra her vukûa geleni haktan bilir. Cüz’ün külden tecrit
edilmiş bir davası olabileceğini düşünmeden, şahsi kaderlerinin de birer
münferit hadise değil, küllün sırrından damlamış, kaçınılmaz bir icap olduğuna,
o veya bu surette mutlaka vukûa geleceğine inanır.”[227]
“İnsan kendini üstün bir irâdenin emrine terk ettiği zamandır ki sağlam ve
devamlı bir verime erişir.”[228]
Felsefeci oluşunun
yanında, İslâm’ın irfânî geleneğine bağlanan Erol, araştırma, inceleme ve
tefekküre; dinin kabuğuna değil özüne, bedenine değil ruhuna bakmaya
yönelmiştir. Felsefî metod ve kavramlarla, dinin esaslarından olan Tanrı, iman,
âhiret, varlığın başlangıcı ve sonu, Allah ve tabiat karşısında insanın konumu
gibi konuları temellendirme yoluna gitmiştir.
“En geniş mânâsında
dînin beşer hayâtına sonradan ekleme, mücerret, musanna, mâverâi, kısası:
Îcâbında vazgeçilebilir bir fantezi değil, hayât ve hakîkatin ta kendisi
oluşudur. İnsanla ve insan hayâtıyla aynı kökten değilse nasıl oldu da taş
devrinin toteminden başlayarak bugünün, mücerret ulûhiyet mefhûmuna kadar
beşerin ancak tecessüme vâsıl olabildiği zemini teşkil etti? Zamanımızın bir
münevveri dinsiz geçinebilir, fakat ebedîyet mefhûmundan müstağni kalamaz.”[229]
Erol, dîni, gerek
kendi kültürümüz, gerekse başka kültürlerdeki yansımalarından hareketle, sosyal
ve siyasi hayatın merkezinde olan bir kavram olarak görmektedir. Yazara göre
din, toplumları millet yapan en önemli unsurdur ve millî terkîbin ayrılmaz
elemanıdır.
“Hindistan’da din,
sosyal hayâtın can damarına hükmettiği gibi millî hareketin de mihveri ve ruhu
olmuştur. Hindûlar, kendi baş mayalarını canlandırmak için klasik din ve
felsefe eserlerini yeniden araştırdılar. Vedâlar, Upanişadlar, millî destanlar
başka bir gözden okunmaya, başka bir anlayışla tefsirlenmeye başladı. İngiliz
sosyetesinde kralın her hangi bir itibarlı teb’ası gibi cemiyet hayâtı süren
kibar Hint’li, evine çekilince Yoga egzersizleri yapardı. En şık spor kıyafeti
içinde Times’da yelken yarışına katılan esmer centilmeni birkaç ay sonra pis
Ganj suları içinde dualar mırıldanarak gargara eder görürdünüz.”[230]
Safiye Erol, din kavramının toplumdaki
yerini ve önemini anlatma noktasında Batı dünyasının din anlayışına da
değinmektedir.
“Milletin hem
katolikler hem protestanlar cephesinde aynı kuvvetle kök salmış dindarlığından
bahsederken gazatenin küçük ilânlarında hıristiyan evliyâlarına hitâben
neşredilmiş teşekkürnâmelere dikkati çekiyor ve İngiltere’de hıristiyanlık
unsurunun Avrupa’ya nispetle daha sıkı oturduğunu ilâve ediyor. Alman yazar
(christliche substanz) tâbirini kullanmış ki bu da batı âleminin dîn anlayışını
uzun tariflere hâcet kalmadan tamâmıyle açıklamış oluyor. (Substanz) madde,
hülâsa, cevher demektir. Batı görüşü ile din, millî terkîbin ayrılmaz bir
elemanıdır, öyle ağır basan cevher ki sökülüp alınmak istense terkîbin bütünü
bozulacaktır.”[231]
Erol’a göre, batı dünyasında din, aşk ve
imânla insanın kalbine ve zihnine yerleşmesinden ziyâde, atalarından kalan ırsî
bir refleks ve millî terkîbin önemli bir unsuru olduğu için benimsenen bir
kavramdır.
“Dîn millî terkîbin
içinde önemle muhafaza edilmektedir. Ama bu bizim anladığımız mânâda aşk ve
îman olmaktan ziyâde (lüzûmuna binâen) benimsemek gibi bir şey, şuurlu ve
hesaplı bir davranıştır ki dîni, ruhların gıdâsı, şifâsı, desteği olmaktan
çıkarıyor, ecdattan kalmış bir ırsî refleks haline getiriyor. Öyle olmasaydı
modern insanlarda ebediyet duygusu bulunurdu ve o zaman “çabuk….çabuk…
yaşayalım, aman kârı alalım, hayât hakkımızı kaçırmayalım” edasiyle çocukluk,
körpelik çağını bu kadar aceleyle atlatıp geçmeye özenmezlerdi.”[232]
Yazar, batıda dinin
sadece toplumsal boyutta, milli bir unsur olarak yaşanıp anlam kazandığını
düşünmektedir. Erol’a göre batı dünyasında din, bireylerin kalbine ve vicdanına
inip, pratik yaşama aktarılma tarafı eksik kalan bir kavramdır. Bu şekildeki
din anlayışı, batıda, özellikle modern dönem insanlarında, ebediyet duygusunun
yoksulluğunu ve dolayısıyla dünyaya ve maddiyâta düşkünlüğü de beraberinde
getirmektedir.
Din ve kültür toplum
hayatında etkili olan iki önemli unsur olmanın yanında birbiriyle de etkileşim
içindeki kavramlardır. Safiye Erol ‘un din anlayışında da kültürel öğelerin
tesiri hissedilmektedir. Erol’un yazılarına da aktardığı, ölülerin arkasından
Yâsin Sûresi okumak, türbe ve kabir ziyaretine ehemmiyet vermek gibi uygulamalarında,
kültürün etkisini gözlemlemekteyiz.
“Bu gece… Zafer
bayramı, tertemiz odalar, vazolarda tâze çiçek ve… Yalnızlık. Bana kalsa söze
yekûn tutar, üzerine perdeleri çekerim artık, olamayacak galiba, konuşmayı daha
uzatmam gerekecek. Şimdi gideyim, evde evvelâ şehitlere yasin okuyayım.”[233]
Erol, kültürün dîne
kattığı bazı öğelerin, dîne aykırı olduğunu beyan eden âlimleri, işin özünü göz
ardı edip, zâhire göre hükmettikleri gerekçesiyle eleştirmektedir.
“Semâ’ı Rûm diyârına
Türkler Horasan’dan getirdiler. Türkler’in raksa ne derece önem verdiği bugüne
dek süregelen halkoyunları ihtişâmından bellidir. Oyun deyip geçiyoruz şimdi,
Şamanizm devrinde bunlar birer dînî âyindi. İslâm çerçevesi içinde yine dînî
âyin kaldı. Ama zâhir âlimleri, mûsikî ve raks şeriata uygun değildir diye
bağırmış çağırmış… Türkler, başta mevlevî ve bektâşîler tek cevapla direndi:
Horasan’dan getirdik! “Horasan’dan getirdik”
sözüyle Türklüğün
ulusal, kültürel, felsefi ve ilmi ideolojisi ilan edilir. Horasan gerçi ayrı
bir mezhep değil, fakat orijinal ve muhteşem bir ekoldü.”[234]
Safiye Erol’un genel
olarak dine ilişkin düşüncelerini aktardıktan sonra eserlerinde tespit
ettiğimiz dînî değerleri şu başlıklar altında ifade etmek mümkündür.
Yazar, “gönül sultan”
isimlendirmesiyle Allah’ı zikretmektedir. Erol’a göre insan en yalnız ve en zor
anlarındaki sıkıntılarını Allah’ın yardımıyla atlatmaktadır.
“Gönül sultan olmasa
zâten garip kişi hangi işin üstesinden gelebilirdi ki? Hep aynı güzel ve
kudretli sahip değil mi insanı iklimden iklîme kaçıran, zaman ve mekân
kaydından uçuran, iğne gözünden geçiren?”[235]
Erzurumlu İbrahim Hakkı’dan aktardığı
“Hakk’ın gözü ile nefsine nazar et ki rahat bulasın”[236]
dizesinde olduğu gibi, yazar, Allah’a “Hakk” ismi üzerinden de değinmektedir.
Erol, dünyadaki bütün her şeyin Hakk’ın kahır ve lütûf tecellileri olduğunu
belirtmektedir.
“Esasında bütün dünyâ
tek bir hadisenin şâhididir. Hakkın kahır ve lûtuf tecellisi. Bundan başka ne
görülecek ne de anlatılacak bir şey vardır. Ama işte dekorları değiştiriyoruz,
saray diyoruz, kulübe diyoruz, batı diyoruz, doğu diyoruz… Böylece biz
muharrirlere sermaye çıkıyor.”[237]
Safiye Erol, iman
kavramını, inanç duygusunun, insan fıtratının bir parçası oluşundan hareketle
açıklamaktadır. Yazara göre iman, insanın kendinden üstün, aşkın bir varlığa
tâbî olup, yeni bir şekil alışıdır.
“Demek oluyor ki
insanın beş duyusundan hariç bir başka realite hissi olduğunu kabul etmek
lâzımdır. Beşerin imân tezahürleri ise herhangi bir dış tesirin netîcesi değil,
doğrudan doğruya kendi yaratılışı iktizâsıdır. İnanç duygusu modern psikolojide
tam ahenk, huzur ve
saadet tarifleriyle;
bizim tasavvuf diline çevirsek (kemâl ve cemâl) mefhûmuyla târif edilir. Kendi
kudretimizden üstün bir varlıkla müşâreketi, ona tâbî olmak saadetini ve onun
tarafından takviye edilmek itmi’nânını duyarız. Yine bizim tasavvuf diliyle
konuşmak icap ederse iman: cüz’ün külle temas ettiği noktada zuhûra gelen bir
hadisedir.”[238]
Yazar’a göre
kendisini dinsiz olarak tanımlayan kişinin bile zihninde imâni boyutu olan
düşünceler mevcuttur, çünkü insanın inanma duygusunun tatmini, yaratılışının
gereği bir ihtiyacıdır.
“Sûfilerin dâimi kozu
ve gözdağı olan îmansız ahreti bir yana bırakalım ve soralım: Îmansız dünya var
mıdır ki îmansız âhiret olsun? Herkes îmanlıdır. “Ben dinsizim” diye şerefine
yemin edenin bile şerefi dinden müsteardır, yemini de dînî bir jesttir. Belki
Allah’ı, peygamberi düşünmez. Fakat yenemediği müphem huzursuzlukları,
haşyetleri, türlü türlü kamuflaj altında gizlenmiş ölüm korkuları, devâsız
kalmaya mahkum rûh illetleri vardır ki bunların hepsinin uygun mecrâ bulamamış
ve seyrini şaşmış îman olduğunu isabetle iddia edebiliriz.”[239]
Erol insanın
davranışlarının, imanının değer ölçütü olduğunu ifade etmektedir.
Yazara göre dindar insanın vasıfları
imanını yansıtan bir ayna niteliğindedir.
“İman hadisesini
değeri bakımından psikolog gözüyle tahlil etmek cihetine gelince W. James;
ağaca yemişine göre hüküm verilir, esasını kabul ediyor ve dindar tipin,
mesela, azizlerin, vasıflarını tetkike geçiyor. Önden gelen vasıflar: tevazu,
afiflik, riyâzet, tâat, fakr u fenâ vs. Çok defa mübalağaya kaçmış olsa da
beşerin irade ve kudreti bu vasıfların geliştirilmesi ile artmıştır. İnsan
artık gayret sarfına muhtaç olmadan yaşayabilir, kahramanlar devri geçmiştir,
diyenler hata ediyor. Bilakis daima tabiata galebe çalmak neticesi bugünkü
formasyonuna erişmiştir.”[240]
Safiye Erol, takva
kavramını da imânın ifade edilişi üzerinden işlemektedir.
Takva ehli, imânını, ibadet ve ahlak
boyutunda yansıtmalıdır.
“Takva ehlinin
birinci fârik alâmeti gayba îman, ikincisi imânı sembolik hareketlerle yani
namazla ifade, üçüncüsü rızkına kanaat, yâni kaderiyle barışıklık, doğduğu
iklime intibak, içine düştüğü içtimâi
şartlara kifâyet ve
şahsiyeti sınırlarından kısmet konstellasyonuna rızâ demektir.”[241]
Yazara göre iman,
cüz’ün külle temas ettiği noktada zuhûra gelen bir hadise, insanın kendi
kudretinden üstün bir varlıkla müşâreketi sonucu kimliğini inşa etme sürecidir.
İnsanın aşkın âlemle kurduğu ilişki onun ahlâkına da sirâyet etmektedir.
“Orta çaptaki inançlı
insan, zahmetli sabır geçidinden ferahlı hak vâdisine açılır. Onun yolu çok
uzundur. Îmansızın yaptığı gibi sâdece beşikle mezar arasına gözünü
dikmemiştir. Bu sebepten fazla hırsa, telaşa, aceleye, ferâgat bilmeyen
sevgiye, barış tanımayan kîne düşmez. Özlediği onun olacaktır, bugün değilse
yarın, dünyada değilse âhirette, şu sûretle veya bu sûretle. Değil mi ki
binlercesi arasından seçip özlemiştir, onunla kendisi arasında bir ilişiklik,
bir hak kombinezonu
”245
var demektir, nasıl
olsa yerini bulacaktır.”[242]
Safiye Erol,
insandaki üstün kuvvetlerin soydan yani maddi şecereden geldiğini belirtmekte;
insana, aşkın âlemle kurduğu vasıta ile sağladığı üstün kuvvetler vesilesiyle
iman için de, “mânevî şecere” ifadesini kullanmaktadır.
“İnsanlara üstün
kuvvetler soydan soptan gelir. Kütük ne kadar sağlam, kökler ne kadar güçlü ise
dal budak da öyle. Bazen de maddi şecerenin yerini mânevî şecere diyeceğimiz
iman tutar.”[243]
Yazar, dînlerin,
insan cinsine dünya hayatını yaşanılabilir kılan bir düzen olduğunu ifade
etmekte, bu vesileyle, mükemmel sistemini işaret ederek, İslam Dini’nin
insanlığın en son zaferi olduğunu belirtmektedir.
“İnsan cinsine dünya
hayâtını mümkün kılan bir çok dinlerden sonra İslam dini tecellî etti ve biz
Müslümanlar beşerin bu en son zaferinden nasip alabilmiş, Fahr-i Âlem
Efendimizin yüksek numûnesinden aşılanmış mazhariyetli kimseleriz.”[244]
Yazarın İslam’ı
“beşerin en son zaferi” ifadesiyle insanlığa mâl etmesi, İslam’ın diğer
dinlerden farklı olan, ona inanan kişileri aktif kılan, yaşayan ve yaşanılan
boyutunu işaret etmektedir.
Erol’a göre İslam’ın
diğer dinlerden bir farkı da özünde getirdiği dinamik ahlâki sistemdir. İslam,
emir ve yasaklarıyla insanı pasif olmaktan çıkarıp aktif hâle getirmektedir.
Dünya hayatının, insanın beden ve ruh sağlığına olan olumsuz etkilerinden, dîne
sığınarak korunan Müslüman, sorumluluk ve denge prensipleriyle göreve çağrılmış
ve aktifleştirilmiştir.
“İslâmiyet kendinden
evvelki ve sonraki tefekkür tarzlarının hiç birinde görülemeyen, kendine has,
yepyeni etik elemanlar getirmiştir ki bunlardan birkaçı, mesela dâîmi teyakkuz,
dâîmi mesûliyet, hâk tevâzünü ve bunların neticesi olarak en dinamik bir
hayâttır. İslam’ın telkinini hakkıyla temessül etmiş tiplerde dâima müşahede
ettiğimiz vasıflar konsantre rûh, sıhhatli beden ve bu devrin artık
zümrüdüankâsı sayılmak lâzım gelen armonize bir sinir sistemi oluyor.”[245]
Safiye Erol, Kur’an-
Kerîm’in her dem tâze ve canlı olduğunu ifade etmektedir. Ona göre evliyâların
gelişi, Kur’an’ın kendisini tekrarlaması hareketidir.
“Peygamberden sonra
fâsılasız evliyânın zuhûru ise ezel ve ebed kânunu olan Kur’an’ın kendi kendini
zaman içinde tekrarlaması ve bir nev’i teste tâbi tutması keyfiyetidir.
Kur’an-ı Kerim -hâşâ- firavunların ehramları gibi taştan bir âbide değil, dâimî
hayat ve hareketin ta kendisidir.”[246]
Erol, bu noktada
İsmail Hakkı Bursevî’nin şu görüşünü aktararak konuyu açıklamaktadır.
“Onun görüşüne göre
evliyâ, Rabb’in ilhâmına, yâhut daha açık bir deyimle (vahiy)e mazhardır, çünkü
açısını gâipten aldıkları mânâ esrâr-ı Kur’an’dandır, esrâr-ı Kur’an ise yine
Kur’an demektir. Nitekim tefsirler de Kur’an’dan sayılır ve Kur’an’a mülhaktır.
Asıl olan mânâdır, lâfız değildir. Hakk’ın kelâmı, sıfat-ı ilâhiye olmak
hasebiyle (gayrı mahlûk)tur, vücuttan ve şekilden ve kisveden münezzehtir. Arap
dilini kuşanışı ise, gâipten iniş ve beşere sunuluş ânına tekâbül eden bir
keyfiyettir.”[247]
Safiye Erol,
Kur’an’ın mânâsının asıl olduğunu ifâde etmektedir. Kur’an’ın
Arapça olarak indirilişiyle birlikte
diğer dillere yapılan tercümesinin, aslı ile farklı
olduğunu savunmaktadır. Yazar, Kur’an
tercümesinin aslı ile arasında olan farkı, kâmil bir insanla onun fotoğrafı
arasındaki farka benzeterek açıklamaktadır. Erol’a göre, Kur’an-ı Kerîm bir
tefekkür semeresi ve entelektüel bir tertip mahsûlü olmadığından, onun tercüme
yoluyla başka bir dile edâ edilmesi de mümkün değildir.[248]
Yazar, âhiret
kavramını ikiye ayırmış, dünya hayatında yaşanan, düşüncelerimiz ve
davranışlarımızın karşılığı olarak yaşadığımız küçük âhireti, öte dünyada hesap
vereceğimiz büyük âhiretin bir çeşnisi olarak ifade etmiştir. Erol’a göre, kötü
davranışların cezâ mercileri sadece âhirette Tanrı dîvânı, dünyada mahkemeler,
cemiyet içinde haysiyet ve îtibar analizleri değildir.
“Âhireti dâimâ öyle
uzaklarda ölümün mâverâsında, Münker-Nekir arasında filân görmeyelim. Büyük
âhirete gitmeden evvel dünya yüzünden her lahza bize tecellî gösteren ufak
tefek ahretlerimiz oluyor. Nefes alıp verme tarzında kötü bir itiyâdım varsa,
bir kifâyetsiz nefesi yine kifâyetsiz bir nefes hareketi tâkip eder. Yemekte
iyi çiğnemeyi îtiyât etmemişsem, gördüğüm zararlardan da ibret almamışsam bu
tahripkâr hâlim öylece sürer gider. Yürürken yanlış atılmış bir adımda
sürçerim, toparlanabilirsem ne âlâ, yoksa üst üste sürçer, nihayet
tekerlenirim. Ben dikiş dikerken birisini üzmeyi ve incitmeyi içimden
geçirdiğim zaman elime iğne batar.”[249]
Erol, “içerden
dışarıya menfileştiğimiz demlerde acaba kan deverânında, hazım cihâzında, beyin
hücrelerinde ne gibi değişiklikler oluyor”[250]
diyerek kötülüğün, yine kötülük olarak bize yansıyacağını ifade etmektedir.
“Dinimizin kaydettiği
“ve bil’âhiretihim yûkınûn”[251] ayet-i kerimesi
hemen şu anımıza ve bir nefes ötemize şümul bağlayarak bizdeki teyakkuz
elamanını geliştirir. Menfî jestlerimizin menfî akisler uyandırışı, büyük
âhiretten bir çeşnicik getire. Küçük ahretlerin hayâtımızdaki sık tecellîleri
ve bunların gözümüze soktuğu hakîkat şudur ki aykırı davranışların cezâ
mercileri sadece âhirette Tanrı dîvânı, dünyada mahkemeler, cemiyet içinde
haysiyet ve îtibar analizleri değildir. İş daha oralara kalmadan etraftaki
cemâdat dile gelir, bizzat kendi vücut ve rûhumuz alarm zilleri çalar. Tabiatı
da, cemiyeti de, ferdi de ayakta tutan tek kânunun mümessilleri her yerde,
içimizde ve
dışımızda. Bu hayâtın
toptan hesâbını âhirette vermeye kalmadan, dünyâda her adımımız bize bir
evvelki adımın bilançosunu karşı tutarsa teyakkuz üzere olmayıp da ne yaparız?”[252]
Yazara göre, dünya
hayatında, kişideki olumsuz duygu, düşünce ve davranışların sonucunun kişiye
çeşitli vesilelerle olumsuzluk olarak geri dönmesi, âhiret hayatının küçük bir
provası niteliğindedir. İnsan, karşılığının daha bu dünyada alınmaya başlandığı
adımlarının kaçınılmaz yönünün büyük âhirette hesap vermek olduğunu
unutmayarak, kötülük karşısında her dem teyakkuz üzere olmalıdır.
Erol’un, hocası
Ken’an Rifâî’nin telkinlerinden biri olarak naklettiği “menfîden teyakkuz ve
müspet için teyakkuz”, İslam âhlaki sisteminde “emr-i bi’l mâruf nehyi an’il münker”[253] prensibini
uygulamada temel taşlardan birisidir. Safiye Erol, Müslümanın teyakkuzunda,
Allah’a olan sevgiden kaynaklanan bir iç disiplin mevcut olduğunu ifade
etmektedir.
“Müslümanın
teyakkuzunda korku değil, belki sevgiden süzülmüş tatlı bir endîşe vardır.
Mâbûda, mâşûka beğenilmek endişesi. Aşk, hayât, îman… Bu üçü aynı şecere
olduğuna göre vaktinde ve yerli yerinde atılmış bir Müslümanlık tohumu bizde o
suretle gelişir ki neticede aşkın ve hayâtın îcapları ne ise, imânın icapları
da aynı olduğunu anlarız. Elbette müslümanca teyakkuz, bir korku heyûlasından
savunma değildir; bütün varlığımızı içine alan, bugünkü seyrimizi matlûp üslûba
sokan, yarınki gelişmemizin selâmetini bu günden hazırlayan bir mânevî
karakoldur.”[254]
Safiye Erol, ibadet
kavramına, insana ve topluma kazandırdığı disiplin boyutuna işaret ederek
değinmektedir. Yazara göre ibadet, insana, içselleştirilmiş sağlam bir disiplin
kazandırmaktadır.
“Türk İslâm camiâsına
yüz yıllardan beri, hücrelerine girercesine aşılanmış güzel ve sağlam disiplini
hiçbir zaman bu seneki kadar kuvvetle fark edememiştim. Kendi soframda önüme dizili
çerez tabaklarına dalgın bakarken şimdi benimle beraber milyonlarca din
kardeşimin bir tek kumanda beklediğini, imsak saatinde de bir tek yasağa tetik
durduğunu bu sene çok düşündüm. İftihar duydum.
Zihnimde tarttım ki
Türk Milleti müspet telkinlere elverişli bir zemin olarak yüz yıllardan beri
hazırlıklıdır. Hep birden öğrenebilir, hep birden tatbik edebilir. Terbiye
yoluyla edinilmiş predispozisyon (istîdât) bakımından bu kıvamı bulmuş
toplumlar dünyâda azdır sanırım. Üstat idâreci, milletteki toplu davranış toplu
duraklayış alışkanlığını verimli yolda değerlendirebilirdi.”[255]
Safiye Erol’a göre,
dinimizdeki ibadet mefhûmu, müspet telkinlere hazırlıklı olma, topluca öğrenme
ve tatbik etme alışkanlığı oluşturmasıyla, Türk toplumuna, devlet kurma, devlet
çatısı altında birlik olarak toplumsal yaşamı sürdürebilme gibi sosyal
istidâtlar kazandırmıştır.
Safiye Erol’un
üzerinde en çok durduğu ve bahsettiği başlıca ibadet oruçtur. Yazar, oruç
ibadetindeki temel kavramların mânâsının evrensel olduğunu ifade etmektedir.
“Oruç usûlünü
insanlar ne zamandan beri tatbik eder bilen yok. Cemiyetin temel taşlarından
biri, dünya kânunlarının çekirdeği: İmsâk etmesini öğrenmektir. Yalnız yemeğe
içmeğe değil, fiil ve harekete, söze ve hatta düşünceye. Her dînin bir nev’i
orucu yahut perhizi var. Puta tapan vahşî kabilelerde bile bazı rejimler
gözetilir. Din ile kayıtlanmak istemeyen asri düşüncelilerse sağlık engellerine
uğrayınca doktorun tavsiyesi üzerine türlü kürlere katlanırlar. Tansiyon
illeti, şeker, böbrek, karaciğer, safrakesesi hastalıkları devamlı ve sıkı
imsâkı zarûrî kılar. Yumurta kapıya gelince yapılan nefis fedâkarlıkları pek
makbûl olmasa gerek. Çünkü sâiki can kaygusu.”[256]
Erol, bütün düzenli
sistemlerde, düzenin sağlanması için yapılan kısıtlamaları, sınırlamaları
oruçtaki imsâk kavramına benzetmiştir. Toplumsal hayatın, birlikte
yaşayabilmenin temel kanunlarından birinin, imsâk edebilmek olduğunu ifade
etmiştir. Allah, insanların bir müddet yeme-içme gibi faaliyetlerini
kısıtlayarak, onlara bütün dürtülerini kontrol edebilmeyi öğretmekte, otuz gün
süren bir ahlâk eğitimi vermektedir.
Safiye Erol, oruç
ibadetinin ve Ramazan ayının, insanların mânevî dünyasında diğer ibadetlere
kıyasla farklı bir yeri olduğuna değinmektedir. Ramazan ayı, normal zamanlarda
dînî yaşantı olarak vasatın altında sayılabilecek, dünyanın gidişâtına ayak
uydurmuş olan insanlara, samîmî bir
inanç, mâsum bir niyetle kendilerini toparlayacakları, Rableri ile iletişim
kuracakları bir iklim sunmaktadır.
“Bence hakîkaten en güzel
olanı dinimizin şartlarından olan “Allah rızası için” Ramazan’da tutulan
oruçtur. Birçok saf yürekli, uygun mayalı, fakat fazla haşarı halk çocukları
tanırım ki dünyâ zahmetleri, dünyâ zevkleri ile al tekke ver külah yuvarlanır
giderler. Ama Ramazan gelince kendilerini derler toplar, namaz kılar, oruç
tutarlar. Zannederler ki bir ay içinde sürdürdükleri nûrâni ömür, diğer on bir
ayın uçarılıklarını denk getirecektir. Bu anlattığım tiplerde ben öyle samîmî
bir inanç, öyle mâsum bir niyet gördüm ki ne yalan söyleyeyim onlara kanım
kaynadı. Mevlid’in (Bir kez Allah dese şevkile lisan Dökülür cümle günah misl-i
hazan) beyti gözümün önünde çatlayan bir gonca gibi açıldı, sakız gülü kokusu
yayıldı.
Din buyruklarını
tamamlayan faziletliler bana küsmesin, gevşekliği alkışlıyor değilim. İlle o
akşamcı tiryaki ateş gibi hovarda delikanlıların yekten ilahi bir cezbeye
teslim olarak bütün alışılmış zevkleri fırlatıp atmalarına hayran kaldım. Bu
hali bir nev’i (Savm-ı Dâvûdî) saydım. Hazret-i Dâvûd orucu denilen tarz bir
gün tutmak, bir gün salmak demektir. Alışkanlığa yer vermediği için her gün
tutmaktan daha güç olduğu söylenir.
Bahsettiğim hovarda
gençlerde gönlümü çelen bir başka hal daha var. Bel bağlayacak faziletleri,
güvenecek sevapları olmadığını bilirler. Kusur bağışlatmak için boyun büküp
Hakk yoluna çıkarlar. Onların gündüzleri, ramazandan evvelki hayatlarının tam
aksi bir riyâzet, geceleri ise Kadir Gecesi iştiyâkı ile süzülen bir nur akımı
gibi geçer.”[257]
Yazar, oruç ibadetindeki mânevî cepheden
ise oruçla ilgili duygusal yaşantılarını aktararak bahsetmektedir.
“…Ben (Savm-ı Visal)
deyince can gözümle daima Peygamberimizi görürüm. Seçtiğim ne bir çehre, ne bir
şekil vardır. Fakat bir tavır ve bir edâ seçerim, târife giremeyecek müstesnâ
bir ânın tepemden aşan halâveti içinde erir giderim. Şahit olmuşumdur ki, iftar
vaktidir, Peygamberimiz eline bir hurma tanesi alır, ruhumla bildiğim, sözümle
anlatamayacağım bir edep edasıyle ağır ağır dudaklarına götürür, bir lâhza
duraklar ve (Niyet ettim Allah rızası için..) diyerek hurmayı tekrar önüne
bırakır. O dakikada peygamberimiz, ümmetlerine yeni sevgi ve bilim ufukları
açmıştır. Oruç herkesin üzerine farz olan tanrısal bir kânun ki muhakkak
tutulacak. İnsan kendi ihtiyarı ile kendi dini
töresince tutarsa ne
ala. Şayet kaçınırsa hayat onu nasıl olsa bir gün imsâk çemberleri içine
kıskıvrak sıkıştırır.”[258]
“Issızlık içinde
yüzerek küçük sahur soframı kurup kaldırırken modern dünyâmızın velvelesinden
beni alan, nurdan bir tecrit küresi gibi beni içine saran bu ramazan mûcizesini
düşünüyorum, böyle zamanlarda insan galiba ruh kıvâmına yaklaşıyor.”[259]
Ramazan ayının mânevîyât iklimini,
ramazan mucizesi diye tanımlayan Safiye
Erol, ramazanın,
modern dünyanın hızlı akışında giden insanı kuşatıp dinginleştiren ve yenileyen
bir dönem olduğunu ifade etmektedir. Ramazan iklimince kuşanmayı halvet olarak
ifade eden yazar, yine eski zamanlara atıf yapmaktadır.
“İhtiyaçları
itiyâtları, tiryâkilikleri sıyırıp atmak, zaman düzenini başka türlü ayarlamak
meğer insanı ne kadar değiştirirmiş. Kendimi yenilenmiş duyuyorum. Bir gizli
kimyâya batıp çıkmış gibiyim. Öyle olduğu halde dedelerimin ulaştığı ramazan
halvetini bulamayacağımı bilirim.”[260]
Safiye Erol, gizli bir kimyâ olarak
nitelendirdiği ramazan ayının insanlarda uyandırdığı tesirde, sahur
atmosferinin büyük payı olduğunu ifade etmektedir. Ona göre ramazanın ve orucun
ruhâni güzelliği en çok sahur vaktinde saklıdır.
“Sahurun bu müstesna
tesirine sebep nedir? Belki etrâfın sessizliği, belki göçmeye yüz tutmuş
gecenin büyüsü, belki de îtiyatlara hükmetmek, zamâna müdâhale etmek için
imrendiğimiz davranış. Ramazanın hiçbir vaktinde, ne iftarda, ne terâvihte
rûhâni güzelliği bulamam. Şüphesiz insan gece olsun, gündüz olsun, kendi içine
çekilip gönül hasbihâline erebilir, ama etrafta dünyâ uğuldar. Bir de bu gönül
hasbihâlini dünyânın durgun, berrak sular gibi kaldığı demlerde zevk etmek var,
hiçbir zevke benzemez.”[261]
Yazar, oruç ve ramazanın anlamını,
güzelliğini, kendisine bıraktığı tesirleri, oruç ve ramazana dair hatıralarını
naklederek ifade etmektedir.
“Ana babadan gelen
telkinlere uyarak ve etrâfa bakarak ben, yaşımın müsâadesi olmadan oruç tutmağa
özendim, tuttum da. Mâni olmak için beni sahura kaldırmazlardı. Bütün gün
durmadan açık havada oynamış bir afacanın uykusu ne demektir? Davulu duyar ve
çok çetin bir savaşa başlardım. Uyku lezzetiyle ramazan muhabbeti arasında
didik didik
yıpranırdım. Vücûdum
gecenin yumuşak akan lacivert sularında bir ceviz kabuğu gibi sallana çalkalana
uykulu giderken gönlüm; göklerin sesini utandıracak bir ihtişamla gümbürdeyen
davuldan uyanırdı. Sanırdım ki Peygamberimiz ortalarda dolaşıyor ve bu davul
sesi onun nabız ahengidir.”[262]
Yazarın, çocuk
gözüyle, sahur davulunu Peygamberin nabız ahengine benzettiğini ifade
edişinden, oruç ve ramazan atmosferinin, Erol’un duygu dünyasını çocukluğundan
itibaren kuşattığını anlamaktayız. Yazar, Ramazan ayının ve oruç ibadetinin,
çocuk dünyasında bıraktığı tesiri ifade eden bir başka hatırasını da şöyle
nakletmektedir:
“Yedi sekiz
yaşlarında olmalıydım, büyüklerin yasağını dinlemeden arada oruç tutardım.
Herhalde annemin başına da ömür törpüsü kesilirdim. Kaç defa “anne susadım”
feryâdıyle ona koşardım. Derdi ki: “Niyet etmeseydin! Şimdi su içersen orucun
bozulur.” Dişimi sıkar içmezdim. Bunaltı içinde koşardım oyun arkadaşlarıma.
Oruç günlerinde biz çocukları avutan tek şey aramızda yapılan yemiş
mübâledesiydi. İftara saklanmak üzere bir birimize yemişlerimizden verirdik,
öyle ki akşam sofrasına oturduğum zaman tabağıma bir acâyip ve pis koleksiyon
dizilmiş bulunurdu; başka bir çocuğun ısırıp yarım bıraktığı, ısırık yeri
kararmış bir güdük ayva, tozlara bulanmış bir akîde şekeri, iki üç tane kabuklu
fıstık, bir büsküvi kırığı, çocuklar pisti temizdi umursamazlar. Bu saydığım
yemişler gündüzün kaç defa cepten çıkarılır, elden ele mıncıklanır, tekrar cebe
konur, manzarasıyle gönül eğlendirmek için yine çıkarılır, artık temiz bir aile
sofrasının tabağına serilinceye kadar nasıl bir mikrop kültürü haline gelir
tasavvur edin. Başka zamanda olsa bu döküntüyü babamın gözü önüne getiremezdim
ama ne hoş.. Ramazanda ses çıkarmazdı. Böylece ben on iki ay sultanının bütün
imtiyazlarının tadını çıkarmasını öğrendim.”[263]
Safiye Erol, Kadir Gecesi’nin kendisinde
bıraktığı etkiden ise şöyle bahsetmektedir:
“…Büyüklerimin şefkat
dolu lahavle!’leri arasında işte gûya ben de sahur yemeği yer, ertesi güne
niyet eder, yine geldiğim gibi sendeleye tökezleye yatak odama çıkardım. Ama o
dipsiz kuyu çocuk uykusu içinde daima Kadir Gecesi’ni kollardım. Hep kendimi
şilteden koparıp pencerelere koşmak isterdim. Acaba gökler açılıyor mu, toprağa
nur yağıyor mu, ağaçlar secdeye kapanıyor mu? Bu masum özleyişin gücüyle
tabiata dileğimi geçirir, göklerin sâhiden açıldığını, dünyânın
renk renk nurlara
boyandığını, ağaçların, çiçeklerin titreye titreye yere vardığını görürdüm.”[264]
Yazar, Ramazan ayının ve orucun,
Müslüman Türk kültüründeki yansımalarına da değinmektedir.
“Eh… Ramazan hâlidir,
olur böyle şeyler. Topa az kaldı. Türk evlerinin müşterek jesti bizde de
sıralanıyor. Sofra hazır, iftarlık dizili, yemekler ocakta. Radyo açılır,
Kur’an-ı Kerim, Türkçe açıklama, ney faslı, spiker, ezan. Hemen o saniyede
Selimiye Kışlası’ından atılan top, bütün câmilerde uyanan kandiller. Ağzımıza
götürdüğümüz öyle bir helâl lokmadır ki izn-i Hakk’tan koparak dünyâ yüzünde
kutlu ses 268
yankıları, dalga dalga nurlarla
onaylanmıştır.”[265]
Erol, Ramazan kültüründe iftardan sonra
yapılan eğlenceleri eleştirenleri haksız bulduğunu ifade etmektedir. Yazara
göre, insanların sert disipline alıştırılması için yeri geldiğinde tâviz vermek
gerekmektedir.
“Ramazanın gündüzü
ile gecesi arasındaki bu büyük tezat biraz tahlil istiyor. Riyâzetle ibâdetle
geçmiş bir gündüzden sonra gece uçarıca eğlenceler yersiz görülmesin. Eski
taassup devirlerinde bile ramazanda müsâmaha fazla olurmuş. Bazı tâvizler
olmadan toplumları sert disipline, sürekli mahrumiyete yatırmak güçleşecek.
Katolik memleketlerinde perhiz günlerine girmeden evvel bir hafta karnaval
yapılması aynı muvâzene tedbirinden ileri gelir.”[266]
Erol, bayramı bekleyişini ve bayram
bittikten sonra yaşadığı hüznü yine çocuk masumiyetiyle nakletmektedir.
“Hele bayram ertesi
mahzunluklarım!.. Bana öyle gelirdi ki evimizin eşyâsı azalmış, yer muşambaları
yıpranmış, tül perdeler pörsümüş, âvizeler kararmış. Hatta annemin babamın bile
üstünden sihirli bir şerefin ve güzelliğin uçup gittiğini anlardım. “Ramazan
bir daha ne zaman gelecek?” diye büyüklerime asılırdım. Her halde fazla bir
yeis göstermiş ve onları kendime acındırmış olacağım. “Önümüz Kurban Bayramı”
derler, beni avutmaya çalışırlardı. Kurban bayramına kadar geçmesi lâzım gelen
altmış yedi gün bana bir ebediyet gelirdi.
Kavuşmayı,
kaybetmeyi, hasret kalmayı tâ o körpe çağda güzelce talim etmeğe başlamıştım.
Şimdi hayatın izzetli, hürmetli demlerini cana minnet bilmekte daha usta oldum,
ama bu demlerin Tanrısal huyu 270
hızla akıp geçmektedir.”[267]
“Çocukluğumuzda
delici özlemle beklenen, iple çekilen bayram gelir geçer, biz bir peri
diyârından cascavlak bir dünyâya tekerleniverirdik. Bir yeni ümide sarılırdık.
Anne kurban bayramına kaç gün var. Beybaba bayram ne zaman? Büyükler bizi
avutmasını bilirdi, boynumuzu büker otururduk. Hayatta şevk ü safânın ölçülü
olduğunu, sabretmek beklemek lâzım geldiğini biz daha o zaman öğrendik.”[268]
Yazar, Kurban ibadetinin aslının, kurban
ibadetindeki mânevî disiplin ve maddî perhizin mânâsının, rahat ve konfor
içinde yaşayan modern devir insanlarınca tam olarak anlaşılamayacağını ifade
etmekte; kurban ibadetindeki şükür unsuruna dikkat çekmektedir.
“Sözlükler ‘’Kurban’’
Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmak için fedâ edilen nesnedir, diye açıklarlar. Asıl
mânâsını anlamaya bugünkü insan rûhu belki de takat getiremez. Hayat yolunu
şaşırmamak uğruna ecdâdımızın nasıl bir mânevî disiplin ve bir maddî perhize
katlandıklarını biz, fikir hürriyeti ve beden konforu içinde serpilmiş yeni çağ
çocukları belki de kavrayamayız bile. İslâmda ilk Kurban Bayramı hicretin
ikinci senesinde Bedir Gazası dönüşü kutlanmıştır. Bu meşhur gazâ ile yeni
kurulan kurban töresinin arasında ne gibi bir iç bilgi var, düşünüyorum. Gerçi
hicretten evvel Mekke’de din düşmanlarıyle kişiden kişiye çarpışmalar yâhut
ufak çapta sokak arbedeleri olmuştu; ille Bedir Gazâsı, İslâmın ilk açık
savaşı, ilk zaferi, ilk ganimete el koyuşu demekti. Kurban, bunun şükrânesi
olabilir.”[269]
Erol, yazılarında mistisizmi, bu yola
benliğini vermiş kişiler için kullandığı “mistik adam” tabiriyle anlatmaktadır.
Yazar, mistik adamı tasvir ederken, aslında mistik yolu tarif etmektedir.
“Mistik adam,
görüşleri, duyuşları rüyet sahasının ötesine, ilerisine geçendir. Garbın,
mistiklere “transcendental” deyişi bu yüzdendir.
Mistik, sırf kendi
şahsına ait seferlere çıkar; ne gören olur, ne bilen olur, ne gittiği diyârlar
mâlûmdur, ne de zaten o diyarları ilâm etmek kâbildir.”[270]
Yazar, mistisizmin duyuş ötesi bir alan
olduğunu ifade etmekte, bu alana yönelmenin de istîdat işi olduğunu ifade
etmektedir.
“Mistik adam,
insanları ve eşyâyı ve bütün mevcûdâtı hem sonsuz infirât kânunu içinde yani
kesrette, hem yekvücut olarak yani vahdette, hem birbirine külliyen yabancı,
hem birbiriyle candan cana kancalı olarak görebilir. Böyle bir rüyetin herkesin
harcı olamayacağını sahibini ebedî ayrılık acısı içinde âdetâ hayatla ölüm
arası bir sallantıda yaşatacağını kolaylıkla tasavvur edebiliriz.”[271]
Safiye Erol, kişide
mistik âleme yönelmenin başladığı noktayı, yaşantıları ve sorgulamaları
neticesinde, kişinin müthiş bir yokluk buhrânı içinde kendini dümdüz bir
karanlığa düşmüş cisimsiz ve şekilsiz bir varlık olarak gördüğü an olarak
zikretmekte; bu ânı vahdet şoku olarak da ifade etmektedir.
“Yuvarlanıp
gittiğimiz dünya planından uzaklara, gözle görülmeyen mıntıkalara sürüklenmek
için nasıl bir sebep olabilir? Deriz ki: “Kandili yakar işimize bakarız.” Pek
çok insanlar için mukadder yol budur, bunlar müstehlik diye
adlandırdıklarımızdır. Onlar garanti bölgesi dâhilinde, kendi fonksiyonları
içinde mâsum ve habersiz kalırlar, öyle yaşar, öyle ölürler. Diğer bir zümre
insan vardır ki günün birinde farkına varmadan iflas sınırına dayanır. Ya büyük
bir korku, bir kayıp, inkisâr veya ölüm manzarası öyle bir insanın bakışını
değiştirir. Artık kandili yakamaz, yağ tükenmiştir, kandil de zaten yok
olmuştur. Hangi işe bakacak, işinin izini ve mânâsını bulamıyor; hem ne idi o
iş, nasıl yapılırdı, neyi istihdâf ederdi; kim öğretmişti, kime öğretmişti? Bu
hâl tabiri caizse bir vahdet şokudur. Mâruz kalan müthiş bir yokluk buhrânı
içinde kendini dümdüz bir karanlığa düşmüş cisimsiz ve şekilsiz bir varlık
olarak duyar. … Kendi şahsı da dâhil, her şeyin olduğunu, daha doğrusu evvelden
mevcut sanılanın birer mecazdan ibaret olduğunu itirâfa mecbur kalarak tecellî
perdesinin ötesine ”275 geçtiğini anlar. … artık hazır yaşamak
bitmiş, yaşatmak başlamıştır.”[272]
Erol, kişinin, her
şeyin aslında bir mecaz olduğunu anladığı noktadan sonra mutlak sandığı
benliğini kaybedip, hâk yolunda çalıştıracağı yeni bir benlik oluşturması
sürecini kesret şoku olarak isimlendirmekte, kesret şokundan sonra kişinin,
varlığını, ancak hâk yoluna adayarak koruyabileceğini belirtmektedir.
“Fert şimdi bir
kristalizasyon nüvesi hâline gelmiştir, kuvvet ve istidâtına göre ya diğer
nüveleri kendine çekerek amalgam merkezi olur yâhut daha kuvvetli nüveler
tarafından cezbedilip tekevvün fazında bulunan bir amalgama katılır. Ancak
vahdet şokunu tâkip eden diğer bir buhrânı, yani kesret şokunu geçirmeden
kristalizasyona girmek kâbil değildir. Kesret şoku, ferdin mutlak sandığı
benliğini kaybedip yeni bir benlik giyinmesinden, yani geçmiş bir rüyâ gibi
geride kalan benliği nâm ve hesâbına değil de havzasına düştüğü hâk ve birlik
kânununun bir aleti olarak fonksiyona devâma müheyyâ olduğu anda tecellî eder.”[273] …. “Büyük senfoniyi
vücûda getiren sayısız enstrümanlar arasında ufacık bir ney, artık rotasını
şaşırmaz, hem beraber okur, hem de kendi bildiğini okur. Kesretin çepeçevre diş
bileyen tehâcümü ortasında ancak kendi fonksiyonunu icrâ ve idâme etmek
suretiyle tutunabilir. Daha doğrusu, fonksiyonu, onun varlığının koruyucusu,
mânâsı, kısacası, varlığının hepsi demektir.”[274]
“Sır denizine dalan
ve tekrar satha çıkmaya muvaffak olan dalgıcın vehleten, ne söyleyecek bir
sözü, ne de yapacak bir işi vardır. Onun sadece derûnî bir ihtilaç ve ihtizâzı
vardır ki meçhul derinliklerde geçirdiği mâcerayı nakleder ve satha
çıkarılabilen hazine de gene iliklere ve hücrelere depo edilmiş bulunan bu
ihtilaç ve ihtizazdır. Zîra cemiyetin müstakbel bünyesinin tenasüp ve nizâmı
için bu ilk taslaktır. Daha sonraları hâmilinin ıztırap ve mücadeleleriyle
yoğurularak –tabir caizse- fikre tercüme edilir. Fikir ise zemin ve zamanın
icâplarını değiştirerek, kısmen kendisi de stilize olarak hükmünü yapar. Mühim
olan nokta: İstihâle merhâleleri için lâzım gelen ilk sâdemenin mistik menşe’li
oluşudur.”[275]
Yazar, toplum önündeki liderlerin mistik
tecrübelerinin, toplumların değişim ve gelişimi yönündeki hareketin fikrî
altyapısının temelini oluşturduğunu düşünmektedir.
Safiye Erol, mistisizmi sosyal hayatın
merkez kuvveti olarak değerlendirmektedir. Yazara göre, ilkel toplumların
etrafında birleşerek cemiyet hayatını başlattığı ve her devirde farklı kılığa
giren totem, özünde mistik bir noktadır.
“Modern sosyoloji ise
en eski cemiyetlerin en iptidâî safhada bir totem etrafında birleşerek vücut
bulduğunu, yani mistik bir noktayı kendine merkez edindiğini kabul eder.”[276] “Totem ne kılığa
girerse
girsin, hakan,
halife, din, devlet, millet, vatan, ırk, ideoloji olsun, hep aynı totemdir.”[277]
Erol, bütün din ve bilim adamlarını,
sanatçıları, filozofları bilinmeyen dünyasına yöneldikleri için “mistik” olarak
nitelendirmektedir.
“Şarkın azizleri,
İslâm’ın ve Yunan’ın hakîmleri, garb âleminin ilim adamları her ne kadar
birbirinden külliyen ayrı gruplar gibi görünürse de, yakından tetkik edilince
müşterek bir fonksiyonda birleştikleri meydana çıkar. Çünkü hepsini birden “sır
bulucular” yâhut “yeniyi görücüler” diyebiliriz. Ayrıldıkları nokta, hedef ve
istikâmette değil kullanılan metottadır. Zemin ve zamanda mevcut olmayana, daha
doğrusu henüz aşikâr olmayana, hamle edenlerin cümlesine, hatta bugünün atom
kâşifine bile “mistik” demek esâsında câiz olurdu, madem ki meçhulün
peşindedir!”[278]
Yazar, bilinmeyeni
arayan bütün grupları mistik olarak kabul etmiş, bu gruplar arasındaki tek
farkın, bilinmeyeni arama sürecinde kullanılan metod farklılığı olduğunu dile
getirmiştir.
“Hintli aziz ile
garplı kâşifin arasındaki farka gelince şöyle bir mizaç tehâlüfü ortaya çıkar
ki, birisi kendini kurban ederek, fenafillâh bularak sırdan mayalanıyordu,
öteki maddeyi intihal ettirerek ilmini artırıyor. Yunan’a gelince her iki
metodu da kullandığı âşikârdır.”[279]
Bilinmeyeni,
mistisizm sahası olarak gören Erol, farklı kültürlerde araştırılan farklı
alanlardan bahsetmektedir. Yazar, Batı dünyasında, daha çok âlemin müşahede
edilen yönünün araştırıldığını, bunun da temelinde Sokrat’ın akıl ve mantıkçı
felsefesinin olduğunu vurgulamaktadır. Erol’a göre Batı dünyasının teknoloji ve
fennî ilimlerde ilerlemesinin ardında da bu felsefe yatmaktadır.
“Hindistan’da mânâ ve
mutlak varlık araştırıldı, İslam ve Yunan’da hem mânâ, hem tecellî âlemi,
garpta ise tercîhan tecellî âlemi ”283
araştırıldı.”[280] “Garbın böyle tek
taraflı bir gidiş tutturuşunun menşei çok gerilere, diğer Yunan filozofları
kâfilesinden ayrı bir yol açarak akıl ve mantığın bütün hilkat sırlarına galabe
edeceğini düşünen Sokrat’a dayanır. İşte bu akîde garp medeniyetine temel olmuş
ve garbın fendeki terakkîsini intaç etmiştir.”[281]
Safiye Erol,
Ortaçağ’a kadar mistisizmin büyük etkisi olduğunu ifade etmekte ve mistik
felsefe karşıtlığının son asırlarda ortaya çıktığına değinmektedir.
“Mistik felsefe
muârızlığı son birkaç asrın cereyânıdır. Eski ve Ortaçağ’da insanlık, cemiyete
maddi ve mânevî sahada rehberlik edeceklerin mutlaka mistik bir hüviyeti
olması, vasat çağın göremediğini görmesi, duymadığını duyması, üstün ve
bilinmez kuvvetlere mensubiyeti bulunması lazım geleceğini inanmıştı.”[282]
Yazar, duyu ötesi
âlemin varlığına inanmayan kişileri, dünyanın varlığını sorgulamaya davet
ederek eleştirmektedir.
“Mâverâî cevelânlara
karşı ekseri lüzumsuz bir şiddetle cephe alanlar derler ki: “Bu gördüğümüz
dünya, bu yaşadığımız hayat bize yeter, ne ötesini sorarız, ne berisine ihtiyaç
duyarız.” Kendi realitelerini mutlak ve müstekâr sandıkları bir âlem üzerine
gelişir bilenlere sormalı: “Kâfidir dediğiniz bu dünyayı kim yaptı? Dünyâyı
dünya eden hükümler ve kıyaslar kimlerin imzasını taşıyor?’’[283]
Erol, duyu ötesi
âlemin varlığını kabul etmenin, insanın kendi varlığını kabul
etmesinin bir
gerekliliği olduğunu, Schopenhauer’den alıntı yaptığı satırlarıyla
zikretmektedir.
“Schopenhauer,
sabırsız bir anında kendine has öfke ile şu feryâdı salıvermiştir: “İçeri dönük
tefekkür tarzı, yani rûh-ı beşeri, ebedî ve ilâhi diye kabul etmek, pürüzsüz
bir yol değildir. Ucu, “illuminisme” hezeyanlarına dayanabilir. Fakat ne edelim
ki aksi yolu tuttuğumuz anda varlığımızın neticesi olarak bir avuç topraktan
başka bir şey göremiyoruz.”[284]
Safiye Erol,
özellikle batı dünyasında Rönesans ve Reform sonrası mistisizm etkisinin
gerilemiş gibi görünse de, yok olmadığını, sadece görüntü değiştirip farklı
alanlarda ortaya çıktığını ifade etmektedir.
“Ortaçağ’da hayli
Hıristiyan mistikler yetişmiş olduğu halde Rönesans ve bilhassa reformasyondan
sonra ilim ve ilmin formasını taşıyan bir mantık ağır basarak, mistik hamleler
tavsadı. Daha doğrusu din vâdisinde artık “zulümat seferleri” yapılmaz oldu.
Fakat âb-ı hayat çeşmesinin de karanlıklar diyarından başka bir yerde olmadığı düşünülürse
mistisizmin garpta da yok olmadığına, olsa olsa kisve
değiştirdiğine ve
yeni yeni patlak kraterleri bulunduğuna hükmedebiliriz.”[285]
Yazar, mistisizmin
kisve değiştirip ortaya çıktığı şekillerden birini sanat olarak ifade
etmektedir.
“Garpta da din ve
tefekkür sahâsından sürgün edilen cezbe rûhu, mûsıkî ve şiir ummânını
coşturmaya koyuldu. Zira san’atın hele adsız vatanını sözsüz bir lisanla
terennüm eden mûsikînin menşeini samîmî ve tarafsız olarak araştırıp da cezbe
pîrinin izi üzerine düşmemek imkânsızdır.”[286]
Safiye Erol’un zihnî
ve kalbî dünyasında, Ken’an Rifâî ile tanışıp Rifâî tarikatına intisap ettikten
sonra büyük değişiklikler yaşanmıştır. Erol, tasavvufa girişiyle birlikte, dîni
kimliğini yazılarına daha çok yansıtmış, satırlarında sık sık tasavvufî
ıstılahlar kullanmıştır.
Yazar, tekke ve
zâviyelerin kapatılması ile tasfiye edilen târikatlerin, fikir ve sanat
dünyasında tasavvuf kimliğiyle yer bulduğunu düşünmektedir.
“Târikatlar mâlûm
olduğu gibi tasfiye edilmiştir, onların sermayesi olan tasavvuf, fikir ve
san’at sahâlarında ebedî kıymetini iddia edecektir.”[287]
“Osmanlı
İmparatorluğu dağıldı, fakat Türkiye Cumhuriyeti ve Türk an’anesi bâkîdir.
Devlet laik oldu, fakat İslâmiyet altıncı hissin bile erişemeyeceği sır ve ihtişamıyla
vicdanlar tahtındadır. Tarîkatler tasfiyeye uğradı; fakat tasavvuf, çağdaş
üslûplardan geçerek Türk fikir ve san’at hayâtını feyizlendirecektir.”[288]
Erol önemli bir
terbiye sistemi olarak gördüğü tasavvufun, modern dönem bilimlerinden de
gelecek katkılarla, bugünün ilim dünyasına nakledilmesi gerektiğini ifade
etmektedir.
“Bugün artık
tasavvufun da dili değişmek gerek. Sözlükten Türkçe kelimeler derlemeyi
kastetmiyorum. Maksadım tasavvuf terimlerini
çağdaş felsefe,
psikoloji, tabâbet terimleri ile karşılaştırılmış ve bugünün ilim planına
nakledilmiş görmektir.”[289]
Safiye Erol,
tasavvufun gâyelerinden de bahsetmektedir. Yazara göre tasavvufun gayesi,
muhatab aldığı kişilerin istidâtına göre değişmektedir. Tasavvuf bu yönüyle
çağdaş eğitim metodlarındaki bireye görelik ilkesini uygulamaktadır.
“Tarîkat, evvelâ
ortadan yukarı istidâtları züht ve takva hududunda bırakmak istememiş, daha
doğrusu onları mânâ müstehliki olmaktan alıp müstahsil sınıfına geçirmek
istemiş ve onlara aşk darbesini havâle ederek benlik, aile, cemâat gibi hudûdu
çizilmiş mıntıkalardan kopararak sonsuz iştiyâk yollarına düşürmüştür.”[290]
“Tarîkatin ikinci
fârik alâmeti: Fazla spekülatif istîdatta olan tiplere, muhtaç oldukları rûh
hijyenini sağlamaktır.”[291] “Tarîkatlerin
tatbik ettikleri hijyen usûlleri, bütün Asya’ya mahsus çok eski ilimlerdir…
Meselâ, ne geçmişi, ne geleceği hiç düşünmemek ve anmamak. Hâlden bir lâhza
ileriye geriye gitmemek. Şöhretten, rütbeden kaçınmak, ümerâ ile, zenginlerle,
avamla sohbet etmemek; onların râbıtasıyla mukayyet olmamak, cinsî alâkaya
inhimak göstermemek.”[292]
Yazar, züht ve takvada ilerlemek isteyen
tâliplere, tasavvûfi adımların işaretlerine de değinmektedir.
“Kur’an-ı Kerim,
Müslümanlarda üç nüans ayırır: Bunları, müflihûn, muhlisûn, mukarrebîn olarak
derecelendirir. Son iki kademeyi tasavvuf, ehl-i ukbâ ve ehl-i mânâ adıyla
zikrediyor. Kendi hâlinde yaşayan ve İslam’ın şartlarını yerine getirmekle
kendi “maksimumun”a varan sâdedil mümin için mesele yok. Fakat züht ve takvâ
yolunda ölmeden evvel ölümü talep edecek kadar ileri gidenlerin mutlaka bir
adım daha atıp mukarrebîn sınıfına, yani ehl-i mânâ fırkasına geçmeleri
lüzûmunu, tasavvuf şiddetle ilzam etmiştir.”[293]
Safiye Erol, standart yapıdaki insana
tasavvufun anlatılamayacağını, ancak istîdâtı olan kişinin tasavvûfî yola baş
koyabileceğini belirtmektedir.
“Âşıklık hali başka
şeydir, istîdâtı olmayana telkin, târif edilemez. Haramdan sakınan, helâli
râhat vicdanla ve bol bol kullanan, mubahı zemin zaman kaprisine bırakan
standart yapılı, işi tıkırında sofu (mâsiva) orucunu nereden bilecek? Ayrılık
ateşinden, kan ağlatan
özlemden, en masum en
zararsız görünen bir varlığa bile yer vermeden her mevcut olmaya davrananı
sûret bağladığı anda yakan Tanrı celâlinden nasıl haberli olacak?”[294]
Safiye Erol,
tasavvûfi ıstılâhın temel kavramlarından olan cezbeyi, tehlikeli bir yol olarak
ifade etmektedir. Yazar, toplumu etkileyen ve şekillendiren büyük insanları,
cezbe yolunu tamamlayan muzaffer gâziler olarak nitelendirmektedir.
“Cezbe, tehlikeli bir
yoldur. Ayak basanların çoğu geri dönmez, geri dönenlerin çoğu hakîkatte geri
dönmüş değildir, benliklerinin sıklet merkezi meçhul bir mıntıkada
unutulmuştur, ne ileri, ne geri artık yol bulamayarak bocalamada kalırlar.
Cezbenin çok az muzaffer gâzileri olur. Bu mertebeye erişenlerin, ne şekilde
olursa olsun, sazla, sözle, ilimle, amelle, insanlığa söyleyecek bir çift
sözleri vardır. Cemiyet bünyesine çeki düzen veren büyük pederşahlar, din
müessisleri, san’atkârlar, hatta ilme yeni istikâmetler açan büyük kâşifler bu
muzaffer gaziler zümresindendir.”[295]
Erol’a göre, her yeni hakîkatin sırrı
ölümle hayat arasında bir noktadadır.
Yazar, bu noktada cezbe hâlini işaret
etmektedir.
“Mitoloji bize
öğretir ki her yeni hakîkâtin bedeli “viviseksiyon”dur. Ölüm sır vermez, hayat
da sır vermez, sırrı olsa olsa diri diri paralanan bir canlı, hayatla ölümün
vuslatı deminde söyler."[296] “Canlı
bir bütün katledilmedikçe yeni sahîfe açılamaz.”[297]
Erol, meczup kavramının cezbe ile olan
ilişkisi üzerine bir değerlendirme yapmakta ve kültürümüzde meczuba olan
koruyucu yaklaşımın, cezbe sürecinde yaşanılan gayb boyutundan ileri geldiğini
ifade etmektedir.
“Eski şark, ister
şuûru, ister insiyâkı ile bu takdiri yapmış olsun şu muhakkak ki meczûbu
incitmekten ve kızdırmaktan çekinir, onun bir takım üstün kudretler istihâline
kalkmış, bu uğurda sihirli kaynaklara el atmış bir insan olduğunu düşünerek
teşebbüsünde yenilmiş ve hatta nispetsiz işlere giriştiği için cezalandırılmış
bile olsa, o çeşme başlarından üstüne efsunlu bir damla sinmiş olması
ihtimâlini hesaba katar, onu sakınırdı. Buna, eski şarkın ifrâta varmış bir
“gayp hürmeti” diyebiliriz.”[298]
“İşbu bâzâr-ı fenâda
satılırsın yoksa çün
Sen cihanı sat, seni
dünyây-ı fânî satmadan”[299]
Erol, İsmail Hakkı
Bursevî’den yaptığı alıntı ile dünyanın fâniliği ve insanın hayatının sonlu
olması üzerinden, dünya hayatında, mânevîyâtı unutturan engeller konusunda
insanı uyarmaktadır.
“Her gönülde bir
aslan yatarmış. Kimi der ah vazîfemde şu, şu dereceye terfi etsem. Kimi bir
ticâret işi çevirmek, fabrika kurmak, san’at eseri vücûda getirmek, toprak
tımar etmek sevdâsındadır. Şan şöhret peşinde koşanlar var. Gurbet veya hasret
ufkunda büsbütün dilberleşen bir sevgiliye kavuşmak için yanıp tutuşanlar var.
Bütün bu istek ve özlem komprimeleri şöyle oturup bir düşünseler ve kendi
kendilerine sorsalar “Arzuladığım, ama vehimsiz, hayâlsiz, taklitsiz, özentisiz
tâ rûhumuzun derininden, yalansız riyâsız istediğim en özlü, can gücü ile tek
istediğim şey bu mudur?” Böyle ince eleyip sık dokusalar belki de son amaç
olarak ezberledikleri dilek, gözleri önünde duman gibi dağılır.”[300]
Safiye Erol, insanın,
geçici süre ile misafir olarak bulunduğu dünyada, var oluşunun asıl sebebini,
maddî hedefler kıskacında unuttuğunu ifade etmektedir. Erol’a göre, dünya
kalabalığı içinde yalın kalamayan insan, maddî eksenli bir hayatın, ruhunun
özlemle aradığı mecra olmadığının farkına varamamaktadır. Yazar, bu noktada
insana, var oluşu ve benliği üzerine düşünmeyi ve sorgulamayı tavsiye
etmektedir.
Safiye Erol, günah
işlemediği müddetçe, her mü’minin nübüvvet nûrundan pay aldığını belirterek, bu
sebeple, evliya ve ecdâdın türbelerini ziyaret edip dua etmenin dînî açıdan bir
sakınca teşkil etmediğini ifade etmiştir.
“İ. Hakkı İslam
âlemini daimi tekevvün halinde bulunan canlı bir terkip biyolojik bir olay gibi
görmüştür. Her mü’min günah işlemediği müddetçe nübüvvet nurundan bir zerreyi
canında taşır, günah işlediği takdirde bu nur mayası ondan kaçar. Ta ki tövbe
edene kadar. O zaman nur geri döner. Peygamber nûruna ortaklık dolayısıyledir ki,
bir müminin kabrini ziyaret edip ona hayatındaki gibi selam verdiğimiz zaman o
bizim selamımızı (cisim kulağıyla değil, berzâh kulağıyla işitir.) “Dünyâ
işlerinde şaşkın ve darda kaldığınız zaman yardım dileyiniz” manasına gelen bir
hadis vardır. Bu îtibarla insan ister evliyâ
makâmını, ister
ecdâdın kabirlerini ziyaret ederek kendi maddî ve mânevî durumunun düzelmesini
niyaz ederse, dinimiz hükümlerine göre doğru hareket etmiş olur. Zira ermişler
veya ecdât yolu ile çağrılan imdad, aslında Hakk’tan dilenmiştir.”[301]
Yazar peygamberimizin kabrini ziyâret
etmenin, peygamberimizin şahsını ziyaret etmek gibi olduğunu ifade etmektedir.
Erol’a göre kabir bu noktada zât yerine geçmektedir.
“Cümle ziyarette asıl
ve umde olan peygamberimizin kabr-i şerifini ziyarettir. Kabir burada zât
yerine geçer. Yani peygamberimizin mübarek kabrini ziyaret eden, şahsını
ziyaret etmiş gibi olur.”[302]
Safiye Erol, peygamberimize getirilen
salât ü selamların da, peygamberimizin hem cismine hem de ruhâniyetine
ulaştığına değinmektedir.
“Peygamberimize gerek kabri şerifinde
gerek uzaktan getirilen salat
ü selam ise kendilerinin hem
ruhâniyetine hem de cismâniyetine
sunulmuştur. Dinimiz esaslarına göre
Peygamberimizin cismi de tâze ve
erişir.
”306
hayat-ı sahîheye sahiptir. Zira bütün
ümmetin salât ü selamları ona
Safiye Erol, Türk ve İslam kültürünün
ortak bir paydası olarak gördüğü “şehit” kavramının, başka dillere, başka
kültürlere birebir çevrilmesi imkânsız bir boyutu olduğundan bahsetmektedir.
Yazar, şehitliği tam mânâsıyla anlayabilmek için bütün İslam sistemini
tanımanın gerekli olduğunu vurgulamaktadır.
“İslâm ve Türk
tefekküründe ‘’şehit’’in başka dillere çevrilmesi imkânsız bir nüansı vardır.
Şehitlik mertebesi bizim anlamımızda öyle Tanrı’ya yakın bir makâmdır ki, büyük
filozof ve bilginimiz İsmail Hakkı Bursavî (18. yüz yıl ) târifine göre
(Şehitler ki, canları feda ederek gazaya girmiş ve vücutlarını Hakk yoluna
lokma lokma vermişler, bir kefen bile bulamadan üstlerindeki fukaracık
elbiseleriyle kabre girmişlerdir, ölmezliğin al ipek harmânisine bürünüp
kıyâmete kadar tâze kalırlar ve kanlarından misk kokusu tüter.) Bilmem yeni
nesle şehit hakkında yeteri kadar fikir verebilir miyim? Veremezsem kabahat ne
bendedir, ne de gençlerde. Çünkü mükemmel bir sistem
İslâmiyet kâşânesinin,
bütününü açıklamaksızın bir tek yapı taşının vücud-ı hikmetini izah etmek güç,
hatta imkânsız.”[303]
Erol, şehitleri
insanın canlılığının temel yapı taşı olan kandaki alyuvarlara benzetmekte ve
onları, toplumu oluşturan yapının bir nevi mayası olarak görmektedir.
“Şehitleri
kanımızdaki kırmızı alyuvarlara benzettim, toplum bünyesi içinde yapının tümüne
can veren temiz ve kudretli hayat 308
merkezlerine benzettim.”[304]
“O şehitler kendi
toprakları uğruna savaşa kalkmışlardı; kazandıkları dünyâda şimdi ben
oturuyorum. Ama onlar kim ben kim? Hepimiz bir tek can değil miyiz? Vaktiyle
onların civan varlığında şehit düşen bendim, şimdi benim hüviyetimde huzur ve
şükran şurubunu içen onlardır. Şehitliğin mânâsı şu olsa gerek: Kendi vücûdunun
parça parçacık bölünüp zerrelerden bir başka ad, başka şuur taşıyan varlıkların
yaradılışına şâhit olmak. Allahım, şu zavallı ben nelerden binâ edilmişim!
Bilmeden taşıdığım kıymetlerin bedelini nasıl öderim?”[305]
Yazar, şehitliği
toplum yapısının mayası olarak ifade ederken, aynı zamanda o toplumu oluşturan
kişilerin de aynı mayadan oluşan bir tek vücut olduğuna; şehitliğin, topluluğun
birliğini sağlayan, bir topluluğu millet yapan unsurlardan biri olduğuna
değinmektedir.
Safiye Erol, birçok
yazısında camileri konu edinmekte; Edirne’li oluşu hasebiyle de Selimiye
Camii’nden sık bahsetmektedir.[306]
Câmileri, insan
hayatının her dönemine hitap eden, insanın ruh hâletine göre anlam kazanan bir
sembol olarak gören Erol, hayâtın zirvesinin, bir insanın kendi sembolü içinde
mütevâzi bir zerre olarak yaşadığını idrak ettiği dem olduğunu ifade
etmektedir.
307
308
309
310
“Câmilerimiz, içinde
bulunduğumuz çağın remzini açıklarlar. Çocuk iken isteriz ki bir kayyumu,
müezzini, anneyi, babayı kapı dışarı edelim, sevdiğimiz yaşıtlarla şadırvanda
yıkanalım, yumuşak halı serili
mâbedin içinde
koşmaca oynayalım. Bir zaman gelir, güvercinlere yem serpmenin, çınarlı kahvede
arkadaşlarla sohbetin câzibesini duyarız. Mecâzi aşk devresinde câmiler ümit ve
hülyalarımızın, elem ve hicranlarımızın mahremi olur. Câmiler geçirdiğimiz rûh
hâletine göre bize kâh yumulmuş, bestelenmiş bir nur kümesi, kâh taş kesilmiş
bir ıztırap görünür. Yine bir zaman gelir ki âilenin ve cemiyetin yükünü
sırtlanmış, hayât savaşında hızlanmış bulunuruz. Bu en faal ve verimli
devremizde câmi bizim doğrudan doğruya kendi elimizden çıkmış bir eserimiz
olur. Onu biz yapmışızdır; mimarı biz, kalfası, işçisi, planı, malzemesi hep
biz. İşte bu lâhûti eserimizi teşhis ettiğimiz an, eserimizin içinde fert
olarak eridiğimiz âna tekabül eder. Hayâtın zirvesi, bir insanın kendi sembolü
içinde mütevâzi bir zerre olarak 311
yaşadığını idrak ettiği demdir.”[307]
Erol, Ayosofya
Camii’nin müze oluşunu değerlendirirken, câmilere anlam katan ve onları hayâtın
merkezi yapan vasfın, ibadetgâh olmak olduğunu ifade etmektedir.
“Onu nur askılı
ramazan kisvesi içinde seyrederken hizâsında kara hayâlet azmanı gibi kabaran
Ayasofya’dan kulağıma sitemler erişti, ibâdete büsbütün kapatılmış olmasına
küsmüştü. Benim görüşüme göre haklıdır Ayasofya. İbadethane olmak nerede,
müzelik etmek nerede? Biri hayâtın pınar başı, öteki anılar sergisi. Eğer
binaların da kendilerine göre bir nev’i perisi varsa Ayasofya’nınki
hoşnutsuzlukla somurtmuş oturmaktadır sanırım. Bilmem neden müze açılırken bir
köşecik, meselâ hünkâr mahfili ibadete ayrılmadı? Şeriatçe mahzuru var mıdır
onu da söyleyemem, gâlibâ asıl gâye dünyânın ilgilendiği mozaikleri
değerlendirmekti. Bizans san’atının layık olduğu gibi teşhiri bir ayrı bölümde
ibâdetin devâmına engel midir? Zavallı Ayasofya yüz yıllardan beri olduğu gibi
Nûr-ı Muhammedî ile şereflenir ve bugün nice donanmış camiler arasında nasipsiz
kalmazdı.”[308]
Safiye Erol, hocası
Ken’an Rifâî’nin, Mevlevî tarikatinden aldığı icazetin de etkisiyle, Mevlâna ve
Mevlevîlikle ilgili kavramları da dile getirmektedir. Yazar, bu kavramlardan
biri olan “semâ”yı, Mevlânânın cezbe sürecinde aşk diyarından aldığı titreşimi,
insanlığa yansıtması olarak ifade etmektedir.
“Mevlânâ aşk
diyarından aldığı elektroşoku kendi vücûdunda besteledi. Yeni bir istifin, yeni
bir tekevvünün müvellidi olan ve ilk
defa kendi varlığında
denenmiş bulunan yeni ihtizâzı hemcinsine sirâyet ettirmek için hâlk önünde
semâ etti.”[309]
Erol, semânın İslam
dînine aykırı bir uygulama olduğunu söyleyen ulemâyı, ledün iklîmini
yaşayamamış nasipsiz zâhir âlimleri, olgunlaşmamış ruhlar şeklinde
nitelendirerek eleştirmektedir.
“İslâm kültürünün
devlet sarayı kurulur, her millet buna kendi en canlı ve kıymetli özünü
katarken bu kutsal karmaşmaya tahakkümle karışmak istendikçe hep o değişmez
cevap meydanda çınladı: Horasan’dan getirdik. Müslümanlığı anlayan ve uygulayan
yalnız kendileri olduğu sanısı ile semâ’a dil uzatanlara Hz. Mevlânâ dedi ki:
“Genç talih yardımcımız, can vermek de işimizdir. Aşkımızın katarında Fahr-i
Âlem, önder yürür.” Anlaşılamayacak gibi değil… Değil ama (ledün) iklîmi
güllerinden bir ıtır koklayamamak nasipsizliği içinde zâhir âlimleri köpürmeye
devam edecek: “fesad, haram, ay… vay… günah, küfür, neûzübillâh”. Beri tarafta
ise Şâh-ı Merdân’ın kulları, mutrıp takımının sazlarına, kudüm halîle tanbur ve
kemana uyarak uçar, ayak döne süzülmekten, Segâh makamında neşveli yörük semâî
çağırmaktan asla geri kalmayacaklar.”[310]
“(Semâ’ın nurundan)
Tek bir mahrumlar zümresi kaldı: şeriat acemileri, aşağılık kompleksi
sakatları, kin ve hased şampiyonları, 315
kısacası ham ervah.”[311]
Safiye Erol, hikmet
kavramını, hikmeti edinmiş kişi anlamında kullandığı “hâkim adam”ın vasıflarını
açıklayarak anlatmaktadır. Yazara göre hâkim adam, geçirdiği mistik
tecrübelerini fikre dönüştürüp, toplumunun gelişmesi için yaşayan, kendisini
topluma adamış kişidir.
“Onun insan sıfatında
görülen, ulûhiyet mümessili olduğunu itiraf etmemiz lâzımdır.”[312]
Yazar, ulûhiyetin yeryüzündeki
temsilcisi olarak gördüğü hâkim adamın, toplumları için canlı bir örnek teşkil
ettiğini ifade etmektedir.
“Hangi hâkimin
târihçesini tetkik edersek edelim, hayatlarının son nefese kadar meydan malı
olduğu hakîkati tevilsiz bir sarâhatle
gözümüze çarpar.
“İndividuel” hayat kokusu bulamayız. Daha doğrusu, karşılaştığımız biyografi,
bildiğimiz mânâda bir hayat tasviri değil de, bahis mevzuu camianın âtîsi
uğruna temsil edilmiş canlı bir örnektir.”[313]
Erol, hâkim adamın,
bütün beşeriyetin harcını benliğinde taşıdığına değinmektedir. Toplum önündeki
önderlerin, insanlara örneklik teşkil etmesinde bu nokta ehemmiyet taşır; çünkü
model alınacak kişinin kendisine benzerliği, etkileşimin derecesini
belirlemektedir.
“Hâkim adam, tekmil beşer amalgamının
muâdil kıymetini nefsinde taşıyan bir “cüz-i kül”dür. Mürit ona baka baka
ameller ve aksülâmeller edinir. İnsanın Allah’a, insanın insana, insanın kendi
kendine olan münasebetleri, ayarları, nizamları hâkimin eseridir.”[314]
Safiye Erol, ekmek
uğruna çalışıp didindiğimiz halde, önümüze gelen nimetleri ne olduğunun farkına
varmadan alelacele tüketmenin, nimetlerden hakkımız olan huzur ve zevki şeytana
kaptırmak olduğunu ifade etmektedir. Yazar, Allah’ın insanlara verdiği
nimetleri anlatmak için enginardan misal getirmektedir.
“Yazıyı enginarla
açtık yine enginarda kalalım. Maksadım hayatın bize sunduğu ve çok defa
şükürsüz istihlâk ettiğimiz küçük nimetlerden bahsetmekti. Hâlbuki sayısız
küçük nimetlerden ruhûmuzla kâm almak, 319
bedenimizle damla damla beslenmek ve
zevklenmek gerekir.”[315]
“Küçük nimetlerden ve
onların kaderini asla unutmamak lazım geldiğinden bahsederken aklıma bir bardak
su geldi. Ama işte dura kaldım bir bardak su küçük nimetlerden sayılmaz. Öyle
bir nimettir ki söyleyecek sözüm yok. Hürmetle sükût ederim. İçimden kelimesiz
ibadete benzer nefes dalgaları geçer.”[316]
Türk milletinin
vasıfları üzerinden millî değerleri işleyen Safiye Erol, Türk millî
değerlerinin kültürel miras dairesindeki payının önemine değinmektedir.
Gençlere, düşünmek, gerçekleri görebilmek ve öğrenmek için, ecdâdın ruhu ile
birlik olmayı tavsiye eden yazar, millî değerleri “ecdâdın yaşayan ruhu” olarak
nitelendirmektedir.
“Yüksek tahsil
gençlerinin bâzı çevrelerin talebi gereğince kolda çanta evden mektebe,
mektepten eve gide gele yaşamasına ve bu hayatla yetinmesini de ne metod ne
gâye bakımından özenmeye değer bulurum. Yirmi yaşındaki zihni açık, kanı kaynar
delikanlıları, kızları ille de gençliğin vazîfelerinden sonra, bazı hakları,
bazı imtiyazları bulunmalı.
Soyumuza çekmeyip de
başka kimlere çekebiliriz acaba? Victor Hugo’nun gençliğe şöyle bir hitabesi
var:
‘’Ey çocuklar;
dünyâdan göçmüş kahramanların, vatanımı Şarkî ve Garbî Roma’dan daha üstün
yüceliklere çıkarmış er kişilerin evlatları! Ciddi düşünmek, gerçekleri görmek
vakti gelince huşû ve saadetle titreyerek ecdadımıza bakınız. Ruhunuz onların
daima yaşayan ruhuyla birlik kursun. Dünyâ âlem halkı içinde herkesten asil,
dürüst ve mert olunuz, zira adlarınız öyle büyüktür ki, artık sizin malınız
olmaktan çıkar.’’
Fransız çocuklarına
söylenmiş bu sözleri yağdan kıl çeker gibi Türk çocukları için adapte
edebilirim; eksiği var fazlası yok. Herkesin bir düşünce tarzı olur ya… Ben de
şehitlerin kudretine inanmışım.”[317]
Safiye Erol’da tespit ettiğimiz millî
değerleri şu başlıklar altında ifade etmek mümkündür:
Yazar, tevhit inancının da bir getirisi
olarak, tek bir otorite etrafında birleşmeye yatkınlığı vesilesiyle, Türk
milletinin, demokrasi kültürüne alışmada zorluk çektiğini ifade etmektedir.
“Biz Türkler yüzlerce
değil, binlerce seneden beri, tek bir otorite merkezi etrafına toplanmak
terbiyesiyle yetişmiş bir milletiz. Yakın denecek bir tarihe kadar padişahlık
sistemiyle geldik. Demokrasi kalıbına girmek için uğraştık, uğraşacağız. Her
halde ele geçirmek istediğimiz nimetin bedelini ödemesini bilen bir milletiz.”[318]
Erol, Türk milletinde,
bireyden ziyâde, bireylerin oluşturduğu birliktelik olan toplumun önemli
olması hasebiyle, milletin, aşırı kişisel özgürlüklere iltifat etmediğine
değinmektedir.
“Toplum olarak
Türkler aşırı kişisel hürriyetleri uygun bulmaz, sadece “kendi hayatını yaşamak”
isteyenlere de pek değer vermez 323
sanırım.”
Yazar, tüm
farklılıklarına rağmen Türk milletini, tek bir vücut olarak nitelendirerek,
Türk milletindeki birlik ve beraberlik anlayışını övmektedir.
“Bizim millet,
mutâbıkı olsun, muhâlifi olsun, neticede hepsi bir tek vücûttur.”[319]
Safiye Erol, Türk
milletinin diğer kültür ve medeniyetlere olan saygısından da övgüyle
bahsetmektedir. Yazar, yabancı unsurlara saygı ile yaklaşımın, Türk milletinin
kendi kültür ve medeniyetine olan güvenini işaret ettiğini belirtmektedir.
“Biz Türkler,
fetihten sonra bu mâbede Orhan Gâzi Câmii demişiz, ama Kayser’in hakkını
Kayser’e vermek hasletimiz inkâr edilemez, yine Küçük Ayosofya adında karar
kılmışız. Gerçi başka dînin, başka milletin yavrusudur, yine de garip bir tarzda
akrabamızdır. Biz ona boylu boyunca hayran olur, alkış tutarız. Kendi soy
kütüğümüzden, kendi sağlam bünyemizden nice şaheserler yetişeceğini biliriz de
ondan.”[320]
Erol, millî
sembollerin, milletlerin tasviri niteliğinde olduğunu ve milletleri tanımak
için, milletlerin sembollerinden doğru ipuçları edinilebileceğini ifade
etmektedir.
“Milletlerin
psikolojisine nüfûz etmek için her birinin hangi sembollere değer verdiğini
araştırmak verimli bir usûl olur sanırım. Zîra millî semboller ve totemler
beher câmiadaki âzâmi kudret ve imkânların en hakîkî tasvirleridir.”[321]
Yazar, kültür ve
estetik üzerine bir değerlendirmesinde, Türk milletinin sembol olarak lâle
kullanmasının, Türk milletinin bilinçaltında yatan dayanıklılık, sabırlılık ve
kendine güvenme hasletlerinden kaynaklandığını belirtmektedir.
“Bâzı milletler bâzı
çiçekleri kendilerine sembol yapmışlar, Japon’un krizantemi, Çin’in haşhaşı,
İran’ın gülü, Fransa’nın zambağı var. Biz Türkler’in nişânı laledir. Niçin
acaba, bu yavukluluk, bu tutkunluk neden? Yoksa kendi ırkımızın gizli
kuvvetlerini, aşikâr üstünlüklerini, aşırı mihnetlere dayanıklı, kan ağlatan
raddelere kadar sabırlı, zafere güvenli olmak vasıflarını mı sezdik lalede?”[322]
Erol, millet olarak
kanı kaynayan, yerinde duramayan, her an koşuşturma ve çaba içerinde olma
vasıflarımızın kayboluşunu ve son zamanlarda yerini atalet duygusuna bırakışını
dile getirmektedir.
“Aslında bu günün
işini yarına bırakmayı sevmeyen bir milletiz. Ordularına çat İran, çat Tuna
serhâtleri boy gösterirdi. Ve pâdişahlarımızdan birinin lâkâbı Yıldırımdır. Çok
mu koştuk ne oldu? Şimdi “Erişir menzil-i maksûduna aheste giden” diyoruz ve
mesela ben Beyazıt hamamını elli sene evvel ne halde gördümse bugün yine öyle
görüyorum.”[323]
Erol, Türk
Milletinin, kültürünün sağlam yapısının yanında, modern çağın ideallerine uyak
uyduramamanın etkisiyle bazı zamanlarda bocalama yaşadığını ifade etmektedir.
“Aslında börtü
böcek vızıltısına kulak asacak millet değiliz, ama bir dünyâ imparatorluğu
kaybettiğimizden mi, ideallerimizin karşısına hep başka istif ve yapıda yeni
çağ idealleri çıktığından mı neden megolomani ile aşağılık kompleksi ortasında
çırpınan, marazî heyecanlar kumkuması bir topluma döndük.”[324]
Yazar, soy kavramına
büyük önem vermektedir. Gençliğe model olarak atalarını gösteren Erol, kendi
soyuna olan kutsal bağlılığını da ifade etmektedir.
“Kökleri Orta
Asya’da, dalı budağı Balkanlar’da olan ey soyum ağacı! Sonsuz bereketle dâimâ
yeşer, filizlen! Canla kanla sana bağlı ve sâdık olan ben çocuğundan sana sevgi
ve selam olsun.” [325]
“Ben yeryüzünü
aramış, taramış o şecereden daha özlüsünü, “kendim için” o anne baba
çehrelerinden daha güzel, temiz ve kutsalını hiçbir tarafta görmemiştim.”[326]
Türk milleti tasvir edilirken sıkça
kullanılan kahramanlık faziletine değinen
Erol, Türk milletinin, kahramanlığını,
soyundan ve İslam dininden aldığını belirtmektedir.
“İmparatorluk nasıl
şanla, kanla kuruldu, dağılışı da yine aynı şâhâne. Kahramanlık faydasız da
olsa kahramanlık üslûbunda olmak mukadderdi. Bu azâmate ne bizim başımızdaki pısırık
herifler, ne aşağılık düşman hasedi, hiçbir şey mâni olamadı. Gizli kütük
kânunumuz öyle buyurdu, minnet edemezdik, teslim olamazdık, kahramanca
döğüşecektik. (Câhedû fi sebîlillah).”[327]
Yazar, Türk milletinin özellikle
toprağını savunma noktasındaki
kahramanlığından övgüyle bahsetmektedir.
“Toprağımızı hakkıyle
çekip çevirmeyi iş edinmemiştik, ama müdâfaasını nâmus meselesi yaptık.
İtalyanlar Trablusa giremediler, 333
gemi toplarının menzilinden dışarı adım
atamadılar.”333
Safiye Erol, milliyet kavramının,
toplumsal bilincin fertlere nüfûz eden
tezahürü olduğunu, Birinci Dünya Savaşı
yıllarında yaşanmış bir hikâyeyi naklederek işlemektedir.
332 Erol, s.149
333 Erol, s.149
“Hikâye, Birinci
Cihan Harbi’nin en buhranlı günlerine gelmiştir. Âlim, fazıl Japon profesörü,
Fransız ateş hatlarına kadar girerek yeni bir buluşu, kurşun geçirmeyen bir
ipek gömleği Fransız ordusuna teklif
eder. Gömlek başarı
ile denenip kabul edildikten sonra Fransız kumandan bir protokol yazdırmak
ister ve “Profesör Şimazu’nun icâdı olan” sözleriyle zabıt tutturmaya
kalkışırken Şimazu yerinden fırlar;
“Hayır hayır… Zinhar
öyle yazmayın. Japon menşe’li zırh-gömlek deyiniz lütfen.
Fransız –Ama mösyö
profesör, meydanda bir olay var, bu zırhı siz icat ettiniz.
Japon- Ben ve ecdadım,
ben ve hep akrabalarım, ben ve hep dostlarım, ben ve bütün milletim.”[328]
Yazar, memleketi Edirne üzerinden, Türk
millî bünyesindeki memleket sevgisini aktararak şöyle demektedir.
“Edirne benim de
atalar yurdumdur. Ömrüm öz sevgi besinini o toprakta bulur. Baba himayesi, ana
şefkati, sanki iki kutsal ağaçtır, Edirne’de biter, sonra bütün Trakya’ya,
oradan bütün Türkiye’ye gölge salar ve ben vatan sınırları içinde kendimi soy
obasında bulurum. Dünyânın öteki ucuna gitsem Edirne benimle gidecekti. Yahut
bir başka deyimle Uşak’ta da olsam, yine Edirne’de kalacaktım.”[329]
Yazar, küçük yaşta
oradan ayrılmasına rağmen, memleketi Edirne’ye büyük bağlılık göstermiştir.
Erol için Edirne, tazelendiği kutsal bir mekândır, çünkü ecdât toprağıdır.
“Artık ben de bilmiyorum.
Hacca mı gidiyorum, ecdat toprağına mı, anne babamı ziyarete mi. Sadece
Edirne’ye, kaynağıma, can ”336
tazelemeye gidiyorum.”
“Edirne’den söz açmak ne güçmüş
Yârabbi!”[330]
2.4.
Medeniyet
ve Kültürel Değerler
Tarihî ve toplumsal gelişme süreci
içinde oluşturulan bütün maddî ve mânevî değerler ile bunları oluşturmada,
sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine
egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü[331]
olarak
tanımlanan kültür,
Erol’un yazılarında çok sık yer bulan bir unsurdur. Zira Erol, uzun
tecrübelerin ve geniş birikimlerin neticesinde oluşan kültürel mirasa, büyük
değer vermektedir.
Yazar, medeniyetlerin
oluşumunda yüceltici ideallerin yattığını belirterek, insanın varlığının
bütünleyicisi konumunda olan mânevî cepheyi işaret etmektedir.
“Her devirde âdemoğlu
taşkın tükenmez özlemi ile imkân kapılarını zorladı, kendini kendi gözünde
arındıran yüceltici ideale erdi, sonra yer yüzünü bu idealin gereğine göre
düzenledi.”[332]
Yazar, eski
medeniyetlerdeki ahenk ve uyumun, medeniyetin bütün unsurlarının oluşturucusu,
geliştiricisi ve koruyucusu konumundaki ehl-i hikmet kişilerin, aynı ideal ve
aynı yol üzere olmalarından kaynaklandığını ifade etmektedir.
“Bugünün zâviyesinden
bakılınca eski medeniyetlerden her birinin kendi hâlkası içinde çok âhenktar,
mütecânis ve iyi bestelenmiş bir görünüşü vardır ki, manzarası ferahlık verir;
eski cemiyetler, tek mîmar, yahut da tek ekole dayanan bir seri mîmarlar
elinden çıkardı. Mesela kânun vaz’eden, ahlak umdeleri vaz’eden, dinde rehber
olan hep aynı adam, tek bir hakîmdi. Böyle bir hakîmin ilmi de tedvir ettiğini,
hendese, astronomi, tabâbet ve ve tabîiye öğrettiğini, hatta şiir ve mûsikîyi
de tâlim ettiğini düşünürsek tek elden kalıplanan bir cemiyetin üslûp
yekpâreliğindeki hikmeti anlarız.”[333]
O’na göre, kişilerin
ve toplumun gelişip ilerlemesi için, köklerinden alacakları enerjiye
ihtiyaçları vardır. Özellikle modern devrin yoğun bilgi akışında, yabancı
kültürlerle olan yoğun iletişimde, toplumların kendi varlığını koruyabilmesi ve
varlığını sürdürebilmesi için kendi kültürel birikimini, bir başka ifade ile
kültürel mirasını tanıması ve kullanması gerekmektedir.
“Yabancı kültürlerden
haberdar olmak, hisse kapmak, hatta onları kendi bünyesinin icaplarına göre
kendine tatbik etmek esasen bir kültür hamlesidir. Ancak bu yolda bir faydaya
ulaşmak için insanın kendi iktidarı hudutlarını, kendi malını mülkünü,
saltanatını, gücünü kuvvetini, iyice tanıması lazımdır ki, yabancı
kaynakların hangisine
ve ne dereceye kadar minnet etmek lazım, lâyıkıyle kestirsin.”[334]
Yazar, kişisel ve
toplumsal başarıların dayanağı olarak gösterdiği “mânevî maya” tanımlamasıyla
kültürel mirası ifade etmektedir.
“Dedelerimiz bu türlü
üsluplaşmış insanlardır. Târihteki başarılarına maddî kuvvetten ziyâde ruh
salâbeti ile ulaştılar.
Nesilden nesile
aktarılarak cevherleşen mânevî mayalara dayandılar.”[335]
Erol, nesilden nesile
aktarılarak, her neslin kültüre kattığı unsurlarla zenginleşen kültürel
mirasın, toplumlar için aynı zamanda mânevî bir kuvvet olduğunu belirtmektedir.
“Türk İslam
ulularının cefâ bereli hayatlarını düşünüyorum
da o üstatların
talebesi olmaya özenen ben, karşıma çıkan umulmadık imtihanlara göğüs
gerdirecek kuvvetin rûhuma aktığını duyuyorum.”[336]
Yazar, ayrıca Türk
İslam kültürünün zengin birikimine atıf yapmakta; bu mirasın, gelecek için bir
teminat niteliği taşıdığını belirtmektedir.
“Modern terbiye ve
ruh sağlığımızda azizlerin misâlinden öğrenecek çok şeyler olduğunu, hatta daha
ileri giderek o klasik sistemin temiz nûru ile yıkanamazsak asrımıza da yetemeyeceğimizi
çoktan anlamıştım.”[337] “Öyle bir manevî
mîrasın sahibiyiz ki bugüne de yeter, yarına da.”[338]
Yazar, yeni nesillere
kültürel mirasın aktarımı konusunda eğitim sistemine düşen en büyük görevlerden
birinin, toplumun geçmişinde kullandığı dilleri ve o diller vasıtasıyla vücûda
getirdiği, bir nevi mânevî hazine olan klasik eserleri tanıtmak olduğunu
vurgulamaktadır. Yazar, batı dillerinin yanında, kültürümüzü etkileyen ve büyük
ölçüde şekillendiren Arapça ve Farsça’nın öğretiminin de lise düzeyinde başlaması
gerektiğini düşünmektedir. Erol, Türk İslam kültürünün büyük mirasını bilme
ve tanıma, yeni nesillere aktarma, bu
mirastan mânevî bir kuvvet olarak faydalanabilme noktasında millî eğitim
sistemine düşen görevler olduğunu şu şekilde belirtmektedir:
“Bugünkü sohbetim
gide gide beni maârif davasına götürdü. Liselerimizin klasik bilgiler ve eski
diller mevzûundaki kifâyetsizliğini düşündüm. Millî inkılâbımızı yaşaya yaşaya
geliştireceğiz. Denemeler içindeyiz. Ama ne olursa olsun, yüksek tahsile namzet
bir gençliğin hümanist terbiyeden mahrum kalmasına imkân yoktur. Liselerde
Latince ve Yunanca’ya önem vermek şarttır. Asrî bilgiler yanı sıra bu eski
dillerle zihinleri terbiye etmek Türk mefkûresinin bir cephesini teşkil
edecektir. Fakat gönül isterdi ki liselerin bir kısmı da Arapça ve Farsça
öğretsin. Osmanlı tarihi, ilahiyat, hukuk ve edebiyat tahsil etmek isteyenler
bu türlü liselerden mezun olsunlar. Zira Homer, Aristotales, Plato, Livius ve
sâireyi okumak iyi hoş, ama o basamaklardan bizim kendi klasiklerimize atlamak
imkânsızdır. Mânevî bünyemizin biraz müşkül icapları var: Garp gibi Latin ve
Yunan’da demir atıp kalamayız; dil, edebiyat, mûsıkî elhâsıl nemiz varsa ta can
damarından Şark’a bağlıdır, biz her iki âlemi de kendimizde yaşatsak gerek.”[339]
Erol, kültürel
değerlerin aslında tüm beşeriyetin ortak malı olduğunu ifade etmekte; bütün
insanlığın kattıklarıyla cevher haline gelen ortak akıl olmasaydı,
medeniyetlerin oluşmayacağını ileri sürmektedir.
“Eğer bütün
beşeriyetin bünyesinde gelişip kıvama gelmiş bir istîdat bulunmasaydı, Gagarin
fezâya gidip gelemezdi. Bir ağacın yemişi bu, hangi dalda bitmişse o dala şeref
vermekle beraber meyve yerine ağacın malıdır. O yemişin yapıcısı ağacın
bütünüdür, dal ise en 347
uygun inşa zemini…”
Safiye Erol, beşeriyetin ortak aklı
vesilesiyle, farklı toplumlar arasındaki kültür sahalarında ortak esaslar
bulunduğunu aktarmaktadır.
“Kendi çevrelerinde
âhenkli manzara gösteren kültür birlikleri birbiriyle kıyas edilirken ne kadar
nüans zuhur ederse etsin, ta Japonya’dan Balkanlar’a ve Afrika sahillerine
kadar bütün kültür sahâlarında, tahlil gözüyle bakılınca, müşterek esaslar
âşikâr olur. Görülür ki hükemâ bu yerlerde belli başlı iki
mânevî kutup tesis
etmeye uğramıştır: Birincisi rûhun ebedîliğine îman, ikincisi beynelbeşer
nizamlı bir tesanüt.”[340]
Farklı kültürlerin,
farklı dillerde ve kelimelerde söylediklerinin aslında aynı mânayı taşıyan
unsurlar olduğunu yazar, aynı makamdaki iki ayrı türkü benzetmesi ile
nakletmektedir.
““Nerede ne şartlar
arasında bulunursan bulun, elinden geleni yapmakta geri kalma. Aktif ve faydalı
ol. İçinde yaşadığın andan zevk almasını öğren.” Latinlerin meşhur (Carpe diem)
tekerlemesi ve bizim (gün bugün, saat bu saat, dem bu dem) meselemizin ta
kendisi değil mi? Hâfız’dan Tagore’a kadara uzanmış bir tesellî ve şevk kemendi
her türkünün kararını aynı makâmda bağlar: Geçmişte değil, gelecekte de değil
şimdi hemen şuracıkta ne durumda ne kılıkta olursan ol hemen şimdi yaşa.”[341]
Yazar, Goethe ve
Erzurumlu İbrahim Hakkı’yı karşılaştırarak, iki farklı kültürün büyük
insanlarının söylediklerinden hareketle, beşeriyetin ortak unsurlarına bir kez
daha dikkat çekmektedir.
“Ne olursa olsun,
beşere damgasını vurmuş büyük ruhlar arasında inkâr edilemeyecek bir aile
benzerliği gibi bir benzerlik var. Goethe, sanatın sırrını şöyle tahlil ediyor:
“San’at gözle görülen mevcûdun gizlediği hüviyeti keşif ve rümûzu tespit
edebilmek hüneridir.”
–Eğer tasavvuf
diliyle konuşsa ve “Varlıkların aslı, Hakk indindeki âyan-ı sabitedir” demiş
olsa ne icap edecekti? Yine Goethe “Olgun insan kendi zatını kendine alakor,
fakat irfânını halka bezleder. Olgun insanın alâmeti şudur ki artık o kimseye
muhtaç değildir, herkes ona muhtaçtır,” demekle İbrahim Hakkı’nın “Gönlünü
Hakk’a tahsis et, bedenini halka ver. Gına ve istiğnâ ehli ol” düstûrunu harfi
harfine teyit etmiyor mu?”[342]
Yazar, kültürel
faaliyetlerin insanın ruhunu ve benliğini olgunlaştırıcı ve dinlendirici
unsurlar olduğunu mûsikinin, kitap ve gazete okumanın üzerinden işlemekte;
içinde bulunduğu dönem itibariyle haberleşmenin en önemli araçlarından olan
gazetenin, bazen iletişimden öte mânaları olduğundan bahsetmektedir.
“Yorgun insan, gece
yatağında sızlanan, bir türlü uyuyup rahatlamak istemeyen bir çocuğa benzer.
Çocukları anneler, dadılar, tatlı sesler, esrarlı mırıltılar, masallarla
yatıştırırlar, onların minicik, fakat kendilerine yetip de artan adsız
dertlerini unuttururlar. Büyüklerin devası ise: Musiki, kitap, gazete. Bunlar
küçük benliğimizin şerrinden kurtulmak için sığındığımız büyük
benliklerimizdir. “Okuduğumuz müddetçe kendi şahıslarımızdan adeta âzâd olarak
hemşehrilik, vatandaşlık, dindaşlık sıfatlarımızla kalır, topluluk duygusu
içinde kuvvet tazeler, çelikleşiriz.”
“Bir de gurbete
gittiğimizi düşünelim. Kur’an-ı Kerim baş ucumuzda, bayrağımız, haritamız duvarda.
Sağa sola sevdiklerimizin resimlerini iliştirir, vatan yadigârı ufak tefek
biblolarla garipliğimize ılık bir yurt havası katmağa özeniriz. İşte o zaman
gazete, saltanatının şahikasına ulaşmış olur. Postada kirlenmiş, bandrolü
örselenmiş gazete tomarı Allah’ım nasıl beklenir, nasıl karşılanır! Çünkü
gazete gurbette belki eş dost mektuplarından bile ağır basan bir “bütün vatan”
sesi demektir.”[343]
Safiye Erol
batılılaşma sürecinde, Doğu medeniyetinden kalan alışkanlıklardan kopamayışın
meydana getirdiği ikiliklere günlük hayattan örnekler vermektedir.
“Biz iki kıt’a
arasına düşmüş hem şanslı hem çileli bir şehir halkıyız. Asya’nın da Avrupa’nın
da meşrebini yan yana iç içe taşımak yorgunluğundan tâkatsiz kalmışız.
İstanbul’da yol yoktur, trafik düzeni, yolların yeterliği ve halkın medeniyet
seviyesi kadar vardır. Bünye değiştiriyoruz. Doğunun bol zamâna, geniş mekâna
fatalizme göre ayarlanmış âheste salıntısından batının makine gibi tıkır tıkır
işleyen ritmik dinamizmine aktarmanın içindeyiz, daha doğrusu başlangıcındayız,
asıl civcivli noktasına gelmedik daha, eski zaman kalıntıları her tarafta yol
kesiyor ve bizi eski zamanın ahengine geri tepiyor. Asfaltta uçar adım biraz 352
yürüyorsunuz, derken stop. Arnavut kaldırımı başlıyor.”[344]
Yazar, modern zaman karşısında
direnemeyen kültürün değişmesini kimi zaman normal karşılasa da, özellikle
mânevîyat noktasındaki değişimden hoşnut olmadığını ifade etmektedir.
“Böyle klasik bir
şehir ne dereceye kadar modern olabilir, daha doğrusu kendi eski çeşnisinden
hangi sınıra kadar taviz vermelidir? Mesela ben İstanbul’un asrîleşirken mânevî
huzur
sahalarını ve eski
rehavet köşelerini kaybetmesine gönülce razı değilim. Ne cami avlularından, ne
şadırvanlardan sebillerden ne çardaklı kahvelerden vazgeçmek isterim….”[345]
Erol, kültürümüzün kendine has, kimi
zaman dingin, kimi zaman iştiyak dolu üslûbunun yok olmasından dolayı
endişelenmektedir.
“Yeni zamanı tasdik
ve takdir eder, hem de daima taze bilenmiş kuvvetlerle günün hakkını vermeğe
özenirken hurdaya atılan bazı hususiyetlerimizi de özleyerek aramaktan kendimi
alamıyorum. Ramazanlarımızda eski halavet kalmadı, kandiller arada sönükçe
çakıp geçiyor, bayramlar şevksiz ve yorucu oldu, şöyle tatlı bir kalıba
giremiyor. Orta oyununu da unuttuk, Karagöz’le Hacivat Çelebi’yi de küstürdük.
Şimdi şehrimizdeki fuzuli çirkinlikler temizlenirken dileyelim ki aydın
beldemizde kaybolmuş güzellikler de yeni bir hayata serpilsin.”[346]
Safiye Erol’un kültürle ilgili genel
bakış açısına değindikten sonra, yazarın eserlerinde geçen kültürel değerleri
şu başlıklar altında ifade etmek mümkündür.
Safiye Erol, kültürümüzün edebî ve fikrî
sahada en değerli hazinelerinden olan, değerli olmalarından ötürü her dönemde
geçerliliğini koruyan ve “klasik” olarak isimlendirilen eserlerin, tam olarak
anlaşılamayacağından bahsetmektedir.
“Şâheserlerin
kaderi böyledir, her vakit her yerde geçer akçe olurlar, zevkli ürperti, sıcak
şaşkınlık salarlar. Gel gelelim tam anlaşılamazlar.”[347]
Erol, klasik
eserlerin günlük okuma sürecinde, başlanıp bitirilip kenara kaldırılan kitaplar
olmadığını, insanın hayatının her döneminde başvuru kaynağı niteliği taşıdığını
ifade etmektedir.
“Bildim ki zemin
zaman ayrılığı, ırk ve din farkları, doğu- batı yabancılığı ne olursa olsun
yüce tepelerde hep aynı yankı boydan boya gidip geliyor. Bu iklimde uzunca
kalmak sarsıyor insanı. Cılızlaşmış bünyeye çok kuvvetli çelik banyosu, kötü
kedi ile zayıf düşmüş midelere arslan sütü gibi. Büyük klasikler üst
üste ve sürekli
okunamıyor, okunmamalıdır da. Onlar arada bir ele alınır, fâsıla verilir, yine
alınır. Meselâ Mesnevî’yi nasıl okursunuz? Ömrünüz boyunca ve… bitiremezsiniz.”[348]
Yazar, nesilden nesile aktarılarak
cevherleşen klasiklerin, her dönem tarafından farklı bakışlarla yorumlanmasını,
klasikler için bir tazelenme olduğunu ifade etmekte; modern dönemde klasiklerle
olan irtibatından zayıflığından şikâyet etmektedir.
“Her nesil klasik
şâheserleri kendi muhâyyilesi zâviyesinden görür ve böylece hep tâzelenen bir
hareket ve ölmezlik bâhşeder.”[349] “Klasiklerimizi
ihmal ettik, o kadar ki eğer bu yolda az daha devam edersek bir daha onlarla
irtibat kurmak bile imkânsız olur. Her türlü nimet, kadir bilmeyen eller
arasından 358 nihayet uçup gider.”[350]
Safiye Erol, harf
inkılâbından[351] sonra, yeni
nesillerin, Arap alfabesi ile yazılmış olan klasik eserleri okuyamamasından
tedirginlik duymakta; klasiklerimiz, dolayısıyla kültürümüz ile aramızdaki
mesafeyi açacak bu hususla ilgili, Millî Eğitim Bakanlığı’nın klasik eserleri
Latin alfabesine çevirmesi gerektiğini ifade etmektedir.
“Dedeler mirası anıtların
ve eserlerin ziyanlığından en büyük hüsranı duyanlardanım. Temenni edilir ki
Maarif Vekâletinin klasiklerimizi yeni harflere geçirtip bastıracağı müjdesi
gecikmeden gerçekleşsin ve bir yandan kültür cemiyetlerimiz artsın.”[352]
Erol, 1928 Harf İnkılâbı’ndan sonra Türk
Dili’nde yaşanan değişimin, klasik edebiyatımız ile genç kuşaklar arasında bir
kopukluk oluşturduğunu belirtmekte; kendisi ile yapılan bir röportajda, harf
değişimiyle gelen ve kimi zaman kültür yozlaşmasına dönüşen yeni durumdan hoşnut
olmadığını ifade etmektedir.
“-Yeni dil ile aranız nasıl?
-Tanımıyorum öyle bir
şey… Benim bir ana dilim var.
Başkasını bilmiyorum.”[353]
Kendi döneminin yazarları ile ortak bir
şikâyetini de nakleden Erol, klasik edebiyattan aktardıklarının, genç kuşaklar
tarafından anlaşılamayacağı endişesinden duyduğu rahatsızlığı dile
getirmektedir.
“Ne zaman dîvân
edebiyatından bir numûne versem akranım müelliflerin pek iyi bileceği bir (Dip
komplesi) ile pençeleşirim. Hem düşünce hem deyim şöyle bir aksar sallanır öyle
ya. Yazdığım şeyi genç kuşaklar anlar mı? Mürettip doğru dizer mi, musahhih güç
metinler verdiğim için kızar mı? Muharrir olarak duraklar tökezler, yine de
klâsik edebiyatımızın ebedî çiçeklerinden vaz geçemeyiz.”[354]
“ ‘’
“ ‘’Ey Sezâî, savm-ı hicr-i
yâr ile nâgâm olans
Bir mekîn vaslile ahâr eder ol
bayrâmını’’
Tercüme edeyim mi?
Haydi edeyim, ya yeni Türkçecileri bana kim tercüme edecek? (Sevgiliden,
ayrılık orucu ile isteğinden uzak düşen, âkıbet gök yüzünde yeni ay başlangıcı
hilâli görür, bayram eder.)”[355]
“Genç kuşaklar
anlasın diye işte gûya yeni deyimlere döktüm, lâf ola pâdişâhım bir lüle tütün…
Bu güzel beyitlere dokunmaya gelmiyor. Kelimeleri terkipleri anlayarak ve aruz
vezninde okumalı ki zevkine varılsın.”[356]
Yazar, bir eseri
orijinalinden okumanın oluşturduğu hissiyâtın, tercümesinden okumanın verdiği
duygudan çok daha derin olduğuna değinmekte; özellikle klasik edebiyat
eserlerinin dokunmaya gelmediğini; kendi terkip ve vezninde okunması
gerektiğini belirtmekte; klasik eserlerden tam anlamıyla hisse almak için,
onları kendi dillerinden okumanın gerekliliğini Schopenhauer’den yaptığı alıntı
ile ifade etmektedir.
“Zamanında, böyle
eski yeni her dilden metin naklederken tercüme kokuyor diye Schopenhauer’e
târizde bulunmuşlar; üstât küplere binmiş “Bütün Avrupa dillerini, ilaveten
klasik dilleri
bilmeyen ne zoruna
benim kitabımı okumaya yelteniyor?”
demiş.”[357]
Yazar, kültürel mirasın sözlü
aktarımlarından olan atasözlerinin, özlerinde ataların ruhunu da taşıdığını
dile getirmektedir.
“Güzelliklerini rast
gele yağma ettirmemek için sanki ortadan silinmiş, seçme saf gönüllere sığınıp
gizlenmiş atalar yadigârı sözler. Can kulağıyla dinleyen, bu seslerin ötesinde
çehreler görebilir. Öyle çehreler ki insan bakımına tâkat getiremez ve
elleriyle yüzünü örter. Çünkü meydanda dalga dalga dolanan işte onlardır, tâ
kendileri: Horasan erleri, Urumeli serverleri!”[358]
“İki kıtanın
bitiştiği yere sahip olmanın türlü medeniyetlerin curcuna beşiğinde durmadan
sallanmanın icâblarını ne zaman yadırgadık ki?”[359]
Yazar, coğrâfi konum itibariyle farklı
kültür ve medeniyetlerin birlikte yol aldığı bir iklim içinde olduğumuzu ifade
etmekte, bu çeşitliliğin kimi zaman zenginlik, kimi zaman da sorun teşkil
ettiğine değinmektedir.
“Türk rûhunun hem
müşkülü, hem de müstesna mazhariyeti diyebileceğimiz husûsiyet, onun ne
şarktan, ne de garptan vazgeçmemesidir.”[360]
“Biz ilk tahsilimizi
Osmanlılar zamanında yapmıştık. İşte öğretmenin sesi bugün gibi kulağımda
çınlıyor. … Hocamız Osman Gâzi! derdi, Orhan Gâzi, Murad-ı Hüdâvendigâr derdi.
Şimdi olduğu gibi soğuk bir bîgânelikle Birinci Murad demezdi.”[361]
Erol, tarihî değerlerin öğretiminde,
özellikle ilk ve orta öğretimde, salt bilgi aktarımından ziyâde, bilgiye duygu
boyutu da kazandırmak gerektiğini düşünmektedir.
Yeni nesillere vatan ve millet sevgisi
değerini kazandırma noktasında, tarihimize, bir bilgi yığınından öte,
atalarımızın ve kültürümüzün yaşantıları ve tecrübeleri gözüyle bakabilmek önem
taşımaktadır.
“Ta Türkistan’dan
kopup Anadolu’da soluğu alarak kılıcı hakkı bir vatan toprağı edinmiş olmanın
sevincini, Domaniç yaylalarında Osman Gâzi’ye nöbet vurulurken, bayrağımızı
genişleten zafer rüzgârını bugünün çocukları bilmem bizim gibi tanırlar mı?”[362]
“Bayram ferdiyetçi
görüşe göre, neşeli bir devre olmak şöyle dursun, angarya bile sayılabilir.
Ferdiyetçi görüşe göre sevinç ısmarlama olamaz. Kumanda üzerine keyf sürmek
mümkün değildir. Kişinin mutluluğu, takvim işaretine değil, kişisel yaşayışın
büründüğü renge bağlıdır. Şüphesiz bayram daha ziyâde bir vazîfe herkesin
katılmak zorunda olduğu bir törendir.”[363]
Yazar, ferdiyetçi görüşte kimi zaman
angarya olarak görülse de, dînî ve kültürel değeri olan bayramın, toplumsal
boyutta bir eğitim olduğundan bahsetmektedir.
“Ben bayramı sosyal
terbiyenin bir zaferi olduğu için
372 severim.”
Erol, bayramların, dînî boyuttan ziyâde
geleneklerle yoğrulmuş, toplumsal bir yarışa dönüşmesini eleştirmektedir.
“Herkesten herkese
bir saygı ve sevgi hücûmu. Evet, hücûma benziyor bu bayramlaşmalar.
Geleneklerde zinhâr gevşek davranmamak, aman kimseden geri kalmamak, toplumsal
ilgilerin hesâbını sıkı görmek alanında bir yarışa benziyor.”[364]
Yazar, kalıpsallaşmış bayram
geleneklerinin, şehir kültüründe, özellikle mesafelerin uzaklığı ve vasıtaların
kısıtlı olmasından kaynaklanan sebeplerle zor yaşandığını belirtmektedir.
“Bu güzel
geleneğimiz, eski görgüleri yeni şartlara sığdırabilmek güçlüğü cihetinden
şehirliyi hayli sıkışık duruma düşürür. Kasabalarımızda bayram hâla bütün
icapları ile kutlana gelmekte ise de şehirlerimizde bu icapları başarmak
seneden seneye zorlaştı. Bir defa mesafeler..”[365]
Yazarın bayramlardan şikâyetçi olduğu
konuların başında israf gelmekte; kaynağı din olan bir hâdisenin, dînin haram
kıldığı isrâfın kaynağı haline dönüşmesinin önüne geçilmesi gerektiğini ifade
etmektedir.
“Dini
bayramlarımızın kutlanış tarzı beni (acaba)larla yüklü çekimser bir tutumda
görür. Ramazan Bayramında şeker, Kurban Bayramında et ziyankârlığı acaba
önlenemez mi? Her sene bu uğurda israf edilen miktar, millî ekonomi bakımından
daha rasyonel tasarruflara bağlanamaz mı?”[366]
Yazar, özellikle yaşadığı yer olan
İstanbul’u anlatırken şehir kültürüne de atıf yapmaktadır. Öyle ki şehir
kültüründe seyyar satıcı seslerinin bile ayrı bir güzellik taşıdığını ifade
etmektedir.
“Bu satıcı sesleri
İstanbul’un samîmîyet ve husûsiyet atmosferinde belli başlı yer tutar. Ezelî
ebedî seslerdir. Sanırsanız yine çocukluğunuzdaki yoğurtçu, simitçi, dondurmacı
geçiyor. Esnaf nesilleri arasında kuşaktan kuşağa hiç bulmadan mîras kalan bir
nev’i müziktir bu. Zaman ona ilişmeye kıyamaz. Hâdiseler de onda iz bırakmaz.
Harp olur, devrim olur; hükümetler, rejimler değişir. Ama yoğurtçu, tahin
pekmezci, kağıt helvacı hep bildiğini okur ve hâl dili ile bize ne der ki; ne
olursa olsun, kendi yurdunuz, kendi toprağınızda, kendi kökleriniz besisinde
yaşıyor, gelişiyorsunuz.”[367]
Safiye Erol, İstanbul’da yaşayan
insanların neden İstanbul’u bu kadar sevdiklerinin de açıklamasını yapmaktadır.
“Bunun burasına
İstanbul demişler, yaşaması hem güç hem zevkli oluyor. Doğuyu batıyı, yetmiş
iki milleti kucağında barındıran şehrimizde Amerikan modeli iş adamından,
Avrupakâri centilmenden tutunuz, mağaza adamına kadar her
türlü insan tipi, bir
o kadar da hayat tarzı vardır. Biz tevekkeli değil, en medenî gurbette bile
sıkılırız, hep İstanbulu sayıklarız, bu ebedî Bâbili, bu şehir kılığındaki
minyatür imparatorluğu.”377
Safiye Erol, modern dönemin bir getirisi
olan moda takıntısının, insanın psikolojisinin zaaf noktalarını hedef alarak
hareket ettiğini ifade etmektedir.
“Kitle psikolojisinin
karanlık dip köşesinde gizlenmiş iç güdülerin bir takım çapraşık
manevralarından doğmuşa benzer modalar. Âdetâ hamile kadınların aş yermesini
hatırlatır mânâsız isteksizlikler, mânâsızdan da münasebetsiz istekler.
Doktorlar bu kaprisleri yeni hayâtın ısrarlı gelişimi, kimyevî talepleri ile
izâh etmeye çalışırlar. Dün gözde olanı bugün hor ve gülünç, bugün çirkin olanı
yarın güzel göstermeyi başaran modanın asıl gizli yayları ve zenberekleri pek
kolay ele gelemezse de zaman akımı içindeki gidiş gelişleri politik ve sosyal
çerçevelerde belirtilebilir.”378
Yazar, özellikle modern dönemde, modanın
tahakkümünün engellenemeyecek olduğundan bahsetmektedir.
“Her saltanat günün
birinde çöker ille modanın elinden âsâyı, başından tâcı çekip alacak bir kuvvet
tasavvur edemem. Zîra o her devirde her diyârda hüküm sürdü, dünyâ durdukça
hüküm sürecek.”379
Erol, modanın varlığının kimi zaman
anlamsız kalışını, modanın, kültürden kültüre geçişinde, geldiği kültüre göre
uyarlanmaması durumu üzerinden işlemektedir.
“Artık sabrım
tükendi, iskarpinlerimden ziyâdesiyle râhatsız oluyordum. Bu sivri burunlu,
iğne topuklu iskarpinleri icâd eden bir İtalyan modacısıdır. Hayâlimde ona adam
akıllı veriştirdim. ‘’Efendi, modayı çıkarırken bizim Selimiye sokaklarını hiç
düşünmedin gâlibâ. Madamına giydir de hele bir 380
salınsın buralarda bakalım.’’”380
377
378
379
380
Erol, Erol, Erol, Erol,
s.356
s.505
s.506
s.358
Romancı kişiliği ve
edebî eserleriyle tanınmış olsa da makalelerindeki felsefî vurgular, Erol’un
düşünür kimliğini ifşâ etmektedir. Yazar, felsefe üzerine almış olduğu
üniversite eğitiminin de etkisiyle olsa gerek, ele aldığı konuların genellikle
felsefî arka planlarına da değinmektedir. Hem doğu hem batı dünyasını çok iyi
tanıyan ve bilen Erol’un felsefî birikimi, iki medeniyetin zenginliğini
barındırmaktadır.
Yazar, bir konuyu
tamamen felsefi bakışla ele almaktan ziyade konuya, konumuna göre farklı
açılardan bakarken felsefi arka plandan da yaklaşmaktadır. Erol’un daha çok
düşünsel planda değindiği değerleri, felsefî değerler başlığı altında
incelemeyi uygun bulduk.
Erol’un eserlerinde tespit ettiğimiz
felsefî değerler şunlardır:
Safiye Erol,
insanlardaki idrâk kuvvetini ve bütün mânevî hâssaları, maddî dünyanın
hâkimiyetinden kurtarıp, ortaya çıkaran gücün dehâ olduğunu ifade etmektedir.
“Ekseri gördüğümüz
çehrelerin bayağılık ile damgalanmış olduğunu müşahede ediyoruz. Bunun sebebi
insanlarda yaşamak hırsının, idrak kuvvetini ve bütün mânevî hâssaları kendi
menfaâti uğrunda işletmesidir. Dehâ sahiplerinde ise idrâk kuvveti o derece
fazla olur ki yaşamak hırsının tahakkümünden kendini kurtarır ve müstakil
yaşar. Dehâ sahiplerinin çehresinde bu hırstan serâzat ve mücerret kuvvetin
nûrunu seyrediyoruz. Aynı sebepten dehâ sahipleri bir tek âilenin çocukları
gibi birbirlerine benzerler.”[368]
Yazar, dünyevî
isteklerden kendini soyutlamayı başarmış dehâ sahiplerinin
ortak bir nur
taşıdığını belirtmekte; Aristo’dan yaptığı alıntı ile de bütün dehâ
sahiplerinin, maddî olanı öteleyip mânevîyat eksenli bir düşünce ve hayatın
fâniliğinden hareketle melankolik olduklarına değinmektedir.
“Aristo diyor ki:
“Omnes ingenios melancholicos esse” = “Bütün dehâ sahipleri melankolik
olurlar.” İdrak kuvveti ne derece parlak olursa hayatın hiçliğini ve
sefâletinin o nispette
tenvir edeceğinden
dâhîlere mahsus olan bu mahzuniyetin sebebi kolaylıkla izâh edilebilir.”[369]
Erol, akıl ile dehânın farklı kuvvetler
olduğunu, dâhi ile âkil adamı karşılaştırarak açıklamaktadır.
“Kıymet şöhrette
değil, şöhreti mucip olan hassadadır. Dâhi ile âkil bir adam arasındaki fark:
Âkil ve hakîm bir adam en nâfi gayeler ve bu gâyelere sevk edecek en müessir
vasıtalar ile uğraşır, yani mânevî kuvvetlerini tabiî yolda, yaşamak hırsına
hizmet yolunda işler. Romalılar’ın Gravitas tesmiye ettikleri 383
mâkul ve mazbut
tefekkür tarzı budur.”[370]
Yazar, akîl insanla
dâhi insan arasında, bu kişilerdeki nihâi hedefler ve hedeflere ulaşmadaki
vasıtalar açısından fark olduğunu belirtmektedir. Erol’a göre akıl sahibi kişi,
maddî hayâta, pratik yaşamı kolaylaştırma ve güzelleştirmeye, bir noktada şahsî
çıkarlarına hizmet ederken, benliğinden ve dünyadan geçmiş dâhi, tefekkür
âleminde ürün vermektedir.
“Dâhide ise idrak
kuvveti fazlalığından, tabiî hudûdu aşar, her hangi bir motife kölelik etmeyi
kabul etmez; o derece ki felaket dakikasında bile istiklâlini iddia ederek,
mesela felâketi tevlit eden muhiti tetkîk ile meşgul olur. (şu dakikada
Schiller’in bir sözünü hatırladım: "ölüm tehlikesi karşısında bile bir
güzelliği görebilen, evet, ancak o, ben güzelliği idrak ettim, diyebilir")
Makul bir adam nokta-i nazarından bu hal delilikten başka bir şey değildir.
Zaten dehâ ile cinnetin kardeş olduğu çok defalar iddia edilmiştir.
Faaliyetleri yüzünden büyük adamlar, tefekkür yüzünden büyük olanlardan daha
mebzuldür. Çünkü: Âdi insanda idrak kuvveti pek cüz’i, fiil adamında hayat için
lazım olduğu derecede, dâhide ise lüzûmundan fazla, taşkın bir şekilde
mevcuttur. Dâhinin eserleri pratik değildir, pratik hayata hiç yardım etmez.”[371]
Erol, dâhiyâne eserlerin bir amaca mebnî
olmadığını belirtirken, varoluşlarının da, insanların ferahlama vesilesi
olduğunu ifade etmektedir.
382
383
384
“Beşeriyetin diğer
eserleri hayatı idame ettirmek, kolaylaştırmak için vücuda getirilmiştir.
Dâhiyane eserler bir maksada hizmet etmezler, kendi kendileri için yaşarlar.
Biz de,
onlarla iştigal
ettikçe gönlümüzün ferahladığını hissediyoruz, çünkü bize zavallılığımızı
unuttururlar.”[372]
Erol, fayda ile güzelliğin ayrı
makamlarda bulunduğunu belirtmenin akabinde dâhiyâne eserlerin pratik hayatla irtibatının
olmaması üzerinden, bu eserlerin güzellik ve özelliklerine atıf yapmaktadır.
“Musiki olsun,
felsefe, şiir, sanayi-i nefise olsun, bunlardan hiç birisi nafi bir şey
değildir. Nâfi olmamak dâhiyâne eserlerin fârik-i alameti, asalet fermanıdır!”[373] “Güzel şey ile
faydalı şey bir arada olamaz. Muhteşem ağaçların meyvesi yoktur. Meyve veren
ağaçlar bücürdürler. En güzel binalar faydası olmayan 387
binalardır. Bir mabet ikametgâh olamaz.”
[374]
Yazar, beşeriyete damgasını vurmuş büyük
eserleri meydana getirenlerin, kendi benliğinden geçmiş dâhiler olduğunu ifade
etmekte; dâhileri, şahsî menfaatten âzâde yaşayan büyük insanlar olarak tavsif
etmektedir.
“Büyük eserleri ise
ancak benliğinden geçmiş dâhîler yaratır.” [375]
“Bir dâhi, kendini ve kendi menfaatini aramadığı için büyüktür. Buna mukabil
her hangi bir şahsi gaye için gösterilen faaliyet küçüklüktür. Çünkü bu şekilde
faal olan birisi kendini yalnız bir zerrecik olan şahsında arar ve bulur. Büyük
bir insan ise kendini bütün mevcûdâtta görür “büyük dünya= makrokosmos” içinde
yaşar. Bütün varlıkta yaşadığı için varlık onu alâkadar eder ve düşündürür.
Dâhinin muhiti dünya, büyük bir muhit olduğu için dâhiye büyük denir. Deha
kendi kendinin mükâfatıdır. Geçmiş zamanların büyüklerini düşünürken “O ne
bahtiyar adam ki ona bugün bile hayran oluyoruz demeyiz. Deriz ki: “Ne bahtiyar
imiş ki böyle bir rûha mâlik imiş ve bi’n-nefs bu ruhun zevkini tatmış. Biz
bile asırlardan sonra, bu ruhun bekâsı birkaç 389 kırpıntıdan bu kadar lezzet
alıyoruz.”[376]
Yazar, idrak kuvvetini ve mânevîyâtı,
maddî hayata galebe edebilmiş dâhilerin sayıca az olduğuna değinmekte; bu
sebeple inzivâ hayatı yaşadıklarını ileri sürmektedir.
385
386
387
388
389
390
“Dâhi ekseriyetle
inzivada yaşar. Çünkü kendi cinsinden insana nadiren rast gelir. Diğerleri ise
kendine hiç benzemedikleri için onlarla kafadar olamaz.”[377]
Erol, dâhinin, kendine mahsus
istîdâtlarından birisinin, eserlerinin oluşum sürecinde, bütün hâssalarını ve
kuvvetini bir noktaya çekebilme ve ortaya çıkarabilme gücü olduğunu ifade
etmektedir.
“Her dâhiyane eser,
mûcidinin bütün kuvvetini bir noktaya çekip toplamasıyla meydana gelir. Bu
fevkaltabii dikkat tekessüfü dâhiye mahsus bir kabiliyettir.”[378]
Erol, insanda akıldan
üstün bir özellik olamayacağını savunan rasyonalist felsefecilerce, akıl dışı
sahada, bilinmeyen dünyasında faaliyet gösteren san’atın varlığının kabulünün,
savundukları düşünceden yarı itiraf edilmiş bir dönüş niteliğinde olduğunu
ifade etmektedir.
“Mistisizmi hastalık
ve delilik diye kabul etmeyi ehven bulan bazı modern tabâbet mümessilleri,
san’at fenomeni karşısında duraklamış, nihâyet san’atkâra has ayrı bir
psikoloji tezi ile onun “akıllılara hitap etmesini, teshir, iknâ etmesini,
ihlâs ve saâdet getirmesini başaran” velût neviden, üstün bir anormal olduğunda
karar kılmışlardır. İnsanda akıldan ileri hâssalar olduğunu kabul eden
mistiklerle, aklın son ve mukaddes temel olduğunu iddia eden rasyonalistler
münâkaşası, bu noktada rasyonalistlerin yarı itirâf edilmiş bir ric’ati ile
neticeleniyor demektir.”[379]
“Transandan
düşmanlığının pîri ve mûcidi diyebileceğimiz Sokrat, meşhur Demon’u tarafından
ömrü boyunca rüyâda ikaz edildiğini ve “Ey Sokrat gözünü aç, senin büyük bir
ihmâlin, bir günahın var: Mûsikîyi unuttun!” tevbîhine uğradığını anlatır.
Rasyonalizmin âlemdârı olan koca Sokrat sinsi bir şüpheye giriftâr olmuş
gibidir. Ya akıldan üstün bir hikmet, ya akliyûnun hiçbir zaman ayak
basamayacağı başka çeşit bir bilgi sahası varsa!”[380]
Erol, san’atın varlığının, katı
akılcılığıyla tanınan Sokrat’ı dahi akıl ötesi alanın mevcudiyetini sorgulamaya
ittiğine değinmektedir.
391
392
393
“Sokrat bu kadarcık
olsun razı olmuştu. Teslim olmaktan imtina ettiği kudretin bir ulûhiyet olması
ihtimalini sezmiş
gibiydi; teslim
olmadı ise de hiç olmazsa sembolik bir reverans yaptı.”[381]
Yazar, felsefede mistisizmin
etkinliğinin artmasının ve dogmatizme varan katı rasyonalizmin yumuşamasının
Kant ile birlikte olduğunu belirtmektedir.
“Mistik görüş
dâvâsının sarîh bir şekilde ortaya çıkması asıl Kant’tan sonradır. Zîra Kant Transcendentale
Östhetik isimli eserinde, zaman ve mekân mevhumluğunu hiçbir itiraza imkân
bırakmayacak tarzda ispat ederek dogmatizmi resmen yıktı, yerine metafizik
bayrağını çekti.”[382] “Hegel gibi bazı
müfrit muârızlardan sarfı nazâr edilirse şark mistisizminin bilhassa on
dokuzuncu asır filozoflarını ilham altında tuttuğunu görürüz.”[383]
Yazar, ilimden, nur ve mânevî bereket
olarak bahsetmektedir.
“Burada ilim nuru
çağlayıp taşmış. O mânevî bereket taşa toprağa bile sinmiş gibi muhitte
hürmetli sükût var.”[384]
Erol, ilmin nimetlerinin beşeriyetin
ortak malı olduğunu belirtirken, ilmin sırrının ancak büyük insanlara, dehâ
sahiplerine ait olduğunu ifade etmektedir.
“İlmin nimetleri eski
zamanda olsun, şimdiki atom çağında olsun, cümle cihânın malı; fakat ilmin
sırrı, yani kaynakları ve istihsal metotları, ancak zirve mütehassısların ve
kademe kademe zirveye yaklaşanların imtiyâzıdır.”[385]
Yazar felsefenin tartışılan konularından
biri olan din-ilim ilişkisine değinmekte; İslâm dünyasında dinin ve ilmin ayrı
iki saha olarak teşkil etmediğini, ayrılığın din ve ilim adamlarının
yöntemlerinde olduğunu ifade etmektedir.
394
395
396
397
398
“İslam dünyâsında din
ve ilim diye iki ayrı ve alenî sahayı tarih kaydetmiyor. Esasen İslam
devletlerinin teokratik bünyesinde böyle bir meydan savaşı kâbil olamazdı. Olsa
olsa iki fırka mücadelesi “Ulemâ-yı Rüsum” dediğimiz skolastik
bilginlerle “İlm-i
Ledün” taraflısı ehl-i tasavvuf arasında ”399
geçmiştir.”
Safiye Erol,
tasavvufa yönelişinden sonra, yazılarında aşk kavramına sıkça değinmektedir.
Aşk kavramıyla, ilâhî aşk ya da mânevî aşka işâret eden yazar, aşkın tarifinin
mümkün olmadığını İbrâhim Hakkı’dan yaptığı alıntı ile belirtmektedir.
“Son sözü yine İbrâhim Hakkı (k. s.)
söylesin:
“Aşk eğer kıyamete
kadar tarif edilse, yüz kıyamet geçer, bahis tamam olmaz.” “[386]
Erol, aşkın hakîkatinden bahsetmenin
imkânsız olduğunu, aşkın, tecrübe edildiğinde dahî tam olarak idrâk
edilemediğini ifade etmektedir.
“Öyle bir gizli ve
kutlu maya ki biz onu kendi kendimizden bile kıskanırız. Şimşek gibi çakıp
geçen yalıncı sürekli olsa zaten dayanamayız. Onu Kaf Dağı’nın tepesine
saklamışız sanki, rast gele el atamayız, sarp yamaçlarda ömür törpülemek
gerekir, Hakk’tan inâyet olmazsa yine ulaşılmaz. Onu anlatmaya kalkmak atomla
oynamak gibi tehlikeli görünür bana. Tezâhürlerinden söz açalım, başka çıkar
yol yok. Aşkın terbiye edici kudretini seyredelim.”[387]
Âşıklık hâllerinin
sürekli olmasının, insan için dayanılmaz bir durum arz ettiğine değinen yazar,
“şimşek gibi çakıp geçen” ifadesiyle, tasavvûfi aşk hâllerine işaret
etmektedir. Aşkı anlatmanın ancak aşkın tezâhürleri üzerinden mümkün olduğunu
belirten Erol, bu tezâhürlerin, aşkın terbiye edici boyutunu yansıttığını
düşünmektedir.
“Aşk, başı sonu
olmayan Kerem kaynağıdır, verir verir yağdırır, gark eder; toprak mahsûlü bir
bîçare ölümlüyü Tanrı makbûlü bir ölümsüz haline getirir. İlle ve lakin aşkın
ikiliğe, kaçakçılığa, parantezler açılmasına, şarta şurta tahammülü yoktur.”[388] “Aşk dünyâdaki
tertiplerin en üstünüdür. Her sarsıntıya dayanabilir belki, bir diğer terkiple
karşısına çıkılmasına asla!..”[389]
Erol’a göre aşk,
topraktan yaratılmış insanı, Allah’ın râzı olduğu kul sıfatına yükselten bir
iklimdir. Fâni dünya hayatının ferdi olan insanın, ruhunu olgunlaştırarak, onu
ebedî âlemin sonsuz boyutuna taşıyan aşk, terbiye sistemlerinin en üstünüdür.
Aşkın insanı bu derece etkilemesinin ardında, aşkın hallerinin, aşkı tecrübe
eden kişide bıraktığı tesirle içselleştirilmesi yatmaktadır.
“Aşkta maddî birleşme
olsun mu olmasın mı? İster olsun ister olmasın aşkın mukadder seyrini
değiştirmez. Aşk, doğum ve ölüm gibi bir âlemden diğer âleme geçiş, mâhiyeti
bilinmez bir metamorfoz, yaratıcı kuvvetin bizce meçhul bir gâye uğruna
giriştiği meçhul bir tasarruftur. Aşk, bâkir ve ergin ruhların, beneksiz
kristal gibi billûrlaşmış vücutların imtiyâzıdır.” [390]
Yazar, aşk ikliminin
her insan tarafından solunabilecek bir hava olmadığını düşünmektedir. Aşk,
hedeflenerek, çalışarak ulaşılan bir nokta değil, Allah’ın bazı kullarına
sunduğu ikram, aşkın âlemden bahşettiği bir ihsândır.
“Aşk kesbî değildir,
ihsânidir, yâni Yaradan’ın yaratığa yüce keremidir. Özenmekle olmaz. Dünyâları
ver, canını ver, âşık olamazsın. Aşk dilediği gibi gelir, dilediği gibi gider.
Onun her değerden artık değerini, ulu şânını bilmeli, radyo aktivitesinde kat
kat canlarla özenerek olgunluk çığırına yol bulmalı.”[391]
Safiye Erol, aşkın
sürekli değil, süreli olduğunu; bu sebeple aşk hâllerini tecrübe etmiş kısmetli
kişilerin, ilâhi âleme ulaşmada temel basamak olan ruh olgunluğunu sağlama
noktasında, tecrübelerinden faydalanabildikleri kadar faydalanmaları
gerektiğini vurgulamaktadır.
“Ben derim ki aşka
düşenin dudak değdirdiği mestlik Şarâbı Kevser’in tâ kendisi bir dolu bâdedir.
Bunun kadrini bilen, edepten seviyeden aşağı tekerlenmeyen için ölümsüzlük
diyarına bir kılavuzdur. Ne yazık ki böyle bir tanrısal armağanın şükrânını
yerine getirmekte nankör ve kısır davranırız. Kevseri bir hamlede sömürür,
neşveler tavsayınca küçüklüklere, hasisliklere kaymaya başlarız. Kıskançlık
şahlanır, gurur taş put kesilir, tahakküm isteği kırbaç gibi şaklar.”[392]
Erol, aşkın,
ölümsüzlük diyarına uzanan bir yol olsa da, kimi zaman da bu nimete uzanabilmiş
fakat kadrini bilememiş kişi için aşağılara kayma sebebi olabileceği noktasına
dikkat çekmektedir. Aşkın, kişiye çalışmasının veya üstün olmasının bir
karşılığı olarak değil, Yaradan’ın kendi katından ikrâmı olarak verildiğini, bu
sebepten âşık sıfatını elde eden kişinin bu hâlinin, kişi için gururlanma
vesilesi olmasının, ilâhi âlemle kurulacak irtibatı zedeleyebileceğini ifade etmektedir.
Yazar, Allah’ın bir
ihsan olarak bazı kullarına verdiği aşkı tecrübe eden âşıklara şükretme, dua
etme ve ettiği dua üzere yaşamaya çalışmayı tavsiye etmektedir.
“Âşıklara, aşkın
doğuşunu yaşadıkları o tanrısal günlerde evvelâ Cenab-ı Hakk’a şükür, sonra bir
adak yaraşır: “Güzel Allahım… Bana kendimi unutturma. Seni şimdi sevdiğim gibi
ömrüm boyunca seveyim. Bana şu dakîkada verdiğin canlılığı, hızı hep muhâfaza
edeyim. Hayâtım dâimâ daha iyi, daha yararlı, daha güzel olmaya çalışmakla
geçsin. Arzularımın esîri olmayayım, emiri olayım. Dünyâmın paraziti olmayayım,
faydalı ve ardınca hoş sadâ bırakan bir misâfiri olayım.” İlk sarhoşluk
sırasında o Kevser şarâbını limonata içer gibi müsrifçe ve sersemce tepemize
dikmesek sâhiden bir adakta bulunmak ve adağa sâdık kalma riâyetini göstersek
yaşayışımız ne eşsiz bir seviye kazanırdı.”[393]
Kendi dilinden olan
bu duada yazar, Allah aşkının, insan ruhunu terbiye edici boyutunun
işaretlerini göstermekte; âşık kişinin, iyi, faydalı olmak, nefsine hâkim
olmak, sorumluluk duymak gibi değerleri içselleştirmesini, kişinin Allah’a
ulaşma yolunda basamaklar olarak ifade etmektedir.
Safiye Erol, Yunan
felsefesinin temeli olan Yunan mitolojisinin çıkış noktasının, kader inancının
büyüklüğü karşısında, insanların, hayal güçleriyle kendilerine yardımcı kuvvet
üretmeleri olduğunu ifade etmektedir.
“Esasen bir bakışa
göre Yunan esatiri, Yunan milletinin fıtratında gizli olan bu tevzin ve tenasüp
ihtiyacından doğmuştur. Yunanlı evvelâ kadere inanır, sonra kendi aczine
bakmış, bu kadar amansız kör bir kuvvetin, bu derece zayıf ve biçare bir
hedefe mâtuf olmasını
akl-ı selimi (yoksa zevk-i selimi mi diyelim) kabul etmemiş; bu mantıksızlığı,
tenasüpsüzlüğü, çirkinliği gidermek, kaderle fert arasındaki korkunç boşluğu
doldurmak için muhayyilesini imdada çağırmış ve esâtîri 408
yaratmıştır.”
Yazar, Yunan mitolojisindeki sembolik
anlatımlarda, ulûhiyet kavramının, diğer tüm değerlerin üzerinde olarak
işlendiğinden bahsetmektedir.
“Odise’yi okurken bir
facia destanı okuyoruz, fakat bu facia sükunet ve ferahlıkla duble edilmiştir.
Kahraman meşakkat çeker, mihnet görür ve ölür. Fakat bu kahramanla teve’ün
demek olan ulûhiyet, ıstırabın ve ölümün fevkindedir. Yani biz bir yandan fani
kahramanın sükûtunu ve ölümünü müşâhede ederken, aynı zamanda onun lâyemut
prensibi olan ilahın Olimp’te kaygusuz ve muzaffer deymumetini temaşa ederiz.
İnsanların en zekisi olan Odise ihtiyarlar, fakat zekâyı temsil eden Athene
ihtiyarlamaz. Güzel Helen er geç ölür, fakat güzelliğin sembolü Afrodit daima
bâki kalacaktır.”[394]
Safiye Erol, zamanı, zamanın değerine
vurgu yaparak ele almakta; her ânın tek; tekrarı olmayan bir ihsan olduğunu
belirterek, vaktin kıymetini bilmek gerektiğini ifade etmektedir.
“Zahmetli de olsa,
lezzetli de olsa her dem, tekerrürü olmayan bir başka ihsandır. Biz bu demleri
su gibi, hava gibi heder etmekteyiz.”[395]
Erol, Rabindranath Tagore’un “İğreti
misâfirleri selâmetle yolcu et ve arkalarından ayak seslerini süpür, bastıkları
yer artık seçilmiş olsun” dizeleriyle başlayan şiirinin son beyitine atıf
yaparak, geçmişin üzüntüsü ve geleceğin kaygısını yaşamadan, ânın kıymetini
bilmenin ve ânlardan oluşan zamanı değerlendirmenin gerekliliğini ifade
etmektedir.
408
409
410
“Gün bu gün… saat bu
saat, dem bu dem…” düstûrumuzu hatırlatan bir makâmdan terennüm eder. “Sazını
çaldığı zaman
geçmişi geleceği
düşünme, ancak içinde yaşadığın şu canlı dakîkanın âhenkleri duyulsun…”[396]
Yazar, zamanın taşıdığı güzellikleri,
görmesini ve faydalanmasını bilen herkese sunduğunu belirtmektedir.
“İnkâr edilemez,
içinde yaşadığımız “ân” eğer biz onu ille ziyan etme yoluna gitmezsek bize
güzellik ışığında görünmekte gecikmez.”[397]
Yazar, insan
hayatında değişimin hep var olduğunu; insan için hiçbir demin, hiçbir iklimin
kalıcı olmadığını, beşeriyetin sürekli bir seyir halinde bulunduğunu ifade
etmektedir.
“Bir kararda bir
Allah. Bizim karar ve istikrâr dediğimiz hep iğreti duraklardır, hakîkâtte biz
insanlar kona göçe seyrederiz. Konup da kalmak kısmetimiz olsaydı Âdem
babamızla Havva anamız ne yapıp edip ille de kendilerini cennetten sürgün
ettirmenin yolunu bulmazlardı.”[398]
Yazar, insanın değişimle malûl bir
varlık olduğunu hatırlatırken sürekli değişimin yalnızca beşer nev’ine hâs bir
durum olmadığını, kâinatın da sürekli deverân ederek değişimden pay aldığındı
dile getirmektedir.
“Doğrusu düşünülürse,
hayatta devamlı bir göç içindeyiz, ama farkına varmayız. Bilinemez nasıl bir
câzibe veya hasret veya aşk akımı ile bir meçhûlden bir meçhûle fırıl fırıl
dönerek uçan kâinatta insan mucizeye eriyor, yani kendi kendini ve dünyâsını
görüyor, biliyor. Haydi felsefe çıkmazına sapmayalım. Dünyânın en isabetli
tarifini masal tekerlemesi verir: Bir varmış bir yokmuş.”[399]
Erol, varlık ve yokluk arasında, sürekli
değişim esasıyla yaşayan insanın, her duruma, her konuma karşı hazırlıklı
olması gerektiğini hatırlatmaktadır.
“İnsan, hayat
ölçülerini kâh yaymayı kah daraltmayı, her halde esnek tutmayı öğrenmeliymiş.
Beşer kanunu devamlı bir istikrara müsaade vermiyor.”[400]
Yazar, alışkanlık
kazanıp farkına bile varmadığımız değişimlere işaret ederek değişimin insan
hayatı içre olduğunu vurgulamakta; değişimin kimi zaman zor gelse de, yeniliğin
getireceği ferahlık ümidiyle sabrederek, değişim sürecini olumlu karşılamayı
tavsiye etmektedir.
“Zaten iki göç bir
yangın yerine geçermiş. Bir terkip bozuluyor dayanmak gerek, yeni bir terkip
kuruluyor başarmak gerek.”[401]
“Zaten bu mübarek
şehirde hepimiz değişik havalara şerbetli değil miyiz? Lodostan poyraza,
poyrazdan lodosa bir gün içinde kaç iklim geçtiğimiz olur. Geceleri çek yorganı
at yorganı, ”417
bir yanıp bir donduğumuzu unuttuk mu?”[402]
Yazar, değişimin, hayatın kaçınılmaz ve
doğal süreci olduğunu kabul etmenin yanında, modern dönemde bu sürecin çok
hızlı bir şekilde yaşanmasının, insanların özellikle mânevî dünyalarında
sarsıntıya yol açtığını ifade etmektedir.
“İnsan insanın
hâlinden anlamalı, bazı terslikleri hoş görmeli ama her şeyin fazlası fazla.
Galiba makine devri yurdumuzda kabuğu deldi, öze işlemeye başladı, mizâcımız
sarsıntı geçiriyor. Makine kendi millî kreasyonumuz olsaydı belki bu kadar
bocalamazdık. Hâlbuki başka iklim malıdır. Demek iki türlü yadırganıyor.”[403]
Safiye Erol,
değişimin toplumun kültürel motiflerine uygun düzlemde ilerlemesiyle doğal ve
faydalı olacağını, farklı kültür mâmüllerinin, toplumun kültür dokusuna
uyarlanmadan topluma zerk edilmesinin olumsuz neticelere yol açacağını
düşünmektedir.
“Şimdi
artık ipin ucu bizde değil; rahat, istiklâlini îlân etti.
Araçlar araçları,
makineler makineleri doğuruyor. Biz kendimiz
de o derecede
robotlaştık ki ara sıra rûhumuzu sebepsiz özlemlerle gevşeten, muhayyilemizi
adı, sanır, sınırı bilinmez yönlere kaydıran bir gariplik, bir yanmışlık olmasa
durumun farkına bile varamayız. Bir yandan kazandığımızı öte yandan kaybetmek,
hayâtı yine hayât bedeli ile ödemek ve ne yaparsak yapalım aslında çok basit ve
değişmez bir kadere sâhip olmak sezgisidir ki bizi hüzünle karışık bir ümitsiz
iştiyâk seline atar. İlk mûsıkî bu yetimlik acısından doğmuş olabilir.”[404]
Erol, modern devirdeki makineleşmenin,
insanın günlük hayatını rahatlatmış gibi görünse de his dünyasını
sığlaştırdığını, bir yandan kazanç sağlarken, diğer taraftan kayıplara sebep
olduğunu belirtmektedir.
“His hayâtımız çok
arka planlara atılmış değil mi, yoksa ben mi yanılıyorum? Modern insanın his
hayâtı günden güne dumûra uğrayarak, bir gizli atavizm gibi ört bas edilerek,
utana sıkıla birkaç lâhzaya sıkıştırılan kaçamak bir ömür çeşnisi haline
gelmedi mi? Modern insanın, çok partili iç parlemantosunda kalbe kürsüde söz
verilmez, kazârâ verilse bile kulak verilmez. Rûha gelince farkında mısınız ne
silik bir kavram olmaya başladı…”[405]
Yazar, makineleşme neticesinde
araçlardaki çeşitliliğin, bunları kullanmanın ve yönetmenin, insan için kimi
zaman içinden çıkılamaz bir hâl aldığını ifade etmektedir.
“Evde şöyle bir
etrafa bakınayım dedim. Bardak, çukur tutulmuş avucum; tabak, yayvan tutulmuş
avucumdu. Çatal bıçakla tırnaklarımı parmaklarımı gördüm. Koltuğu annemin
kucağına, telefonu babamın kumanda sesine benzettim. Orta halli modern bir evde
bulunan araçları düşündüm, gördüm ki işin içinden çıkılır gibi değil.”[406]
Erol, modern zamandaki çeşitliliğinin ve
gürültünün, her ne kadar insanın işini kolaylaştırmış gibi görünse de esasında,
zaman mefhûmunu ve zaman yönetimini 422
unutturan bir yük halini aldığından dem
vurmaktadır.[407]
Yaşadığı dönem
itibariyle modernizmden bu kadar şikâyetçi olan yazarın, ileri görüşlülüğü ve
tespitlerinin doğruluğu, “post modern” ifadesiyle tanımlanan günümüzde daha net
ortaya çıkmaktadır. Yazarın bir makalesinde dile getirdiği geçmişe
özlem, günümüz insanı için özlemden öte
tahayyül sınırlarını zorlayacakları bir tasvir hâlini almıştır.
“Bir sahilsarayım
olsa, rıhtıma saltanat kayığı yanaşsa, ben de cam göbeği feraceme bürünüp, tül
yaşmak altında inciler elmaslarla güneş gibi çakarak harem ağaları, nedimeler,
muhafızlar, etrafımı almış öyle bir debdebeyle köşeme kurulsam fena olmaz mı?”[408]
Safiye Erol, eşyaya,
hayatî özellikler taşıyan unsurlar olarak bakmaktadır. Cansız varlıkların kimi
zaman insan ruhundan etkilenen, insana göre şekillenen boyutu olduğunu ifade
etmektedir.
“Çalar saatin akrep
ve yelkovanı üst üste düşünce bâzı zaman işlemeden kalır. Amma niçin takılmaz
takılmaz da günün birinde takılıverir, hikmetinden sual olmuyor. Benim
çıngıraklı küçük saatim kezâ keyif sâhibidir. Canı ister durur, yüzü koyun
yatırırım işlemeye başlar. Petrol sobamız müstakil bir fasıl. Dedim ya… Her
birinin bir huycağızı var, teknikle alâkalı olmayan cemâdat kaprisi. Eşya
kullanan insan bunları bilmeli, sırası gelince cansızın bile nabzına göre şerbet
sunmalıdır ki hayatının nizam ve huzurunu sağlama bağlasın.”[409]
Yazar, yeri
geldiğinde cansız varlıkların ritmine uygun davranmanın, hayatında muvâzene ve
ahengi yakalama noktasında, insana düşen vazîfelerden biri olduğunu ifade
etmektedir.
Yazar, kadere karşı
insanların, içinden çıkamadıkları noktada işi Allah’a havale edip,
sorumluluklarını öteleyip rahatlamak gibi yanlış bir yaklaşım içinde
olduklarını ifade etmektedir.
“Olayların
gerekçesini anlayamadığımız, bilimle çözemediğimiz zaman, “kaza ve kader”
tekerlemesiyle avunmaya, kendi gücümüzle içinden çıkamadığımız davaları
Yaradan’a
ısmarlayıp cisme cana
akla ziyan getirmemek için bir kenara çekilmeye çalışırız.”[410]
Erol, kadere bu çerçeveden bakmanın,
insan tecrübelerinin bir neticesi olduğuna dikkat çekmekte, liyâkat,
sorumluluk, özveri gibi vasıfların tümünü ihâta eden çalışmaların dahi kimi
zaman aleyhte sonuçlanmasının, kader karşısında insan fiillerinin konumunun ve
varlıklardaki izâfiyetin tecellisi olduğuna değinmektedir.
“Bazı hâdiseler karşısında
kuvvet, irâde, tedbir her şey iflas edince imkânsızlıklar çemberi içinde
yapacak tek bir iş kalır: Felek değişmez insan kendi değişir. Daha doğrusu poz
değiştirir. Mademki bütün liyâkate rağmen olup biten işler hep aleyhte tecellî
ediyor, ortada bir hesap yanlışlığı var demektir. Kişinin istekleri, amaçları
hayatın bütünü içinde ancak bir ilmik olduğuna göre hatayı bir rü’yet
noksanında, yani şahsın kendi emelini hatta en meşrû gayesini kovalarken
örgünün içindeki ilmik hüviyetini kaybetmesinde aramak lazım. Şüphesiz herkes
kendi değerinden haberi olmak, ona göre çalışmak ve sorumluluk almak gerek. Şu
şartla ki, varlıkların izâfi olduğu hakikati daima göz önünde bulunsun.”[411]
Safiye Erol, Allah’ın külli iradesi
karşısında, “cüz’i irade” olarak isimlendirilen insan iradesinin konumuna ve
derecesine, sıkıntılı süreçler tecrübe etmiş bir dostunun konu ile ilgili
ifadeleri üzerinden değinmektedir.
“ Geçende bir
dostumla bu ‘’yaşamak’’ konusuna dolandık, sanki pek lâzımmış gibi irâde
bahsine geldik dayandık, cüz’i irâde var mıdır, yok mudur. İslâm düşüncesinin
ezeli problemi. Dostum hiç beklenmedik buhranlara uğramış bir insandı. Alnını
avuçladı, öne arkaya bir iki salladı ve dedi ki, ‘’O irâde-i cüz’iyyeyi sen ez
ez de suyunu iç!’’ Bana pek dokundu, dilim tutuldu âdetâ…”[412]
Yazar, insanın yaşadıkların,
düşüncelerinin ve eylemlerinin neticesi olduğunu düşünmekte lâkin, kader ve
insan iradesini tartıya koyduğunda, dengenin ne tarafa doğru kayacağı
noktasında kesin bir fikir edinemediğini ifade etmektedir.
“Gürbüz ormanlar
rahmeti çeker, yıldırım kapan yıldırımı çeker. İyimser ve girgin tutum bir
çeşit kısmetin, kötümser ve çekingen tutum bir başka çeşit kaderin planını
çizer. Bu rengârenk duruşlar, davranışlar, aşırı veya ölçülü gidişler, sonra
netîcede ele
geçenle elden gidenin
tartı dengesi… İnsanı uzun uzun düşündürür.”[413]
Yazar, dünya hayatının geçici ve sonlu
olmasını, Somerset Maugham’dan aktardığı somut bir örnekle zihinlerde
canlandırmaktadır.
“Somerset Maugham’ın
bir sözünü düşünüyorum: “Hayâtın faniliğini kolayca anlamak isteyen, eski
gazeteleri okusun yeter. Yeri yerinden oynatmış sansasyonlar bakın bugün birer
silik gölge gibi kalmış.’’”[414]
Erol, Goethe’den yaptığı alıntıyla,
insan portlerinin de dünya hayatının geçici olduğunu fısıldayan bir fânilik sembolü
olduğunu ifade etmektedir.
“Size garip bir
duygumu itiraf edeyim, tuhafınıza gidecekse de… Portrelere karşı bir tepki var
bende. Sanki bana sessiz sedâsız sitemde bulunuyorlar. Bizden kopmuş,
uzaklaşmış bir şeyi temsil ediyor ve yaşanmakta olan “an”ın hakkını vermemenin
ne kadar güç olduğunu bana hatırlatıyorlar.”[415]
Yazar, özellikle Şark
medeniyetinde, yeryüzünün nizâmı için çalışmış, büyük işler başarmış devlet
yöneticilerinin çoğundaki genel karakteristik özelliğin, fânilik şuuru ve ölüm
düşüncesi olduğunu ifade etmektedir.
“Eserini tamamlamış
veya tamama yakın getirmiş devletli kendi kendine mukadder bir sual sorar. Ya
bundan sonra, der. Bundan sonrası yoktur. Ölüme sıra gelmiştir. Bir hayâl
kırıklığı, bir hüsran dakîkasıdır ki, kimi dînin, felsefenin, kimi mûsikî veya
şiirin kurtarıcı iklîmine can atar. En yüksek emelleri en tâze kuvvetleriyle
ömrü geçici bir hayâl, yani dünyâ uğruna tüketmiş olmanın pişmanlığı saltanata
şifasız bir yara açmıştır.”[416]
Erol, sadece geçici
dünya nimetleri için geçirilmiş bir ömrün pişmanlığının başladığı noktada, din,
felsefe, mûsiki ve şiirin kişiye sığınacak bir liman olduğundan bahsetmektedir.
Kişi, bu vasıtaların arındırıcı, diriltici seslerinin vesilesiyle mânevîyat
aynasına bırakacağı akislerle gönüllerde bâki kalacaktır.
Safiye Erol, “Bu
dünyâda yıkılmayacak bina, çökmeyecek çatı yoktur, bakî kalan ancak azizlerin
ruhlarına sinmiş şeklidir.”[417] beyitindeki mananın
farkında olarak fâni olduğunu bile bile dünya hayatının sürdürebilmesi için
çalışmayı, geçici olduğu bilindiği halde kıştan sonra baharın dört gözle
beklenmesine benzetmektedir. Bahar gelip geçecektir, yine de onun taşıdığı
güzellikler özlenir, dilenir, beklenir. Dünya hayatında yaşamın sürdürebilmesi
için yeteri kadar çalışma ve dünya nimetlerinden ölçülü olarak istifâde etme de
insan fıtratına yerleştirilmiş bir özelliktir.
“Bütün bu romantizm,
ölümlülük damgasını taşıdığını bildiğimiz halde sûret câzibesine olan bu
düşkünlüğümüz elbet bir işe yarıyor ki serap kovalamadan aslâ vazgeçmiyoruz.
Gerçekleşmesini görmek için çırpındığımız hayâller bize yeni hayât hamleleri
kazandırıyor. Böyle olmasa istekleri, özlemleri aşırı derecede şımartmazdık.
Çünkü pek pahalı şeylerdir ve biz insanlar yaşama ekonomisinde gizliden gizliye
hayli hesabını bilir yaratıklarız. Hayâller niçin pahalıdır, bedelleri nedir?”[418]
Yazar, modern dönemde
ruh kavramının, onun aracılığıyla felsefesini yürütmeye çalışan cenahlar
tarafından yıpratılarak, iç dinamizmini yitirdiğini düşünmektedir.
“Rûha gelince
farkında mısınız ne silik bir kavram olmaya başladı… Zaten âhım şâhım bir
endâmı yoktu; onu din adamları, mistikler, spiritistler, ispirtizmacılar,
şâirler, psikoloji bilginleri, psikoloji san’atkârları çekiştire çekiştire
paraladılar, hepsinin elinde birer lokması kaldı. Demek kalbimizle
yaşayamadığımız gibi rûhumuzla da yaşayamıyoruz.”[419]
Safiye Erol, bir
dönem aktif siyasetle meşgul olmasına rağmen, makalelerinde günlük siyaseti pek
fazla konu edinmemiştir. Yazar, nadir de olsa, genellikle geçmiş dönemler
üzerinden siyasî konulara değinmektedir.
Erol, tarafgirliğin,
ait olduğu tarafı yüceltirken karşı tarafı küçük görme olgusunun, bir bakıma
asabiyet duygusunun hâkikatin zamanında anlaşılmasına bir engel teşkil ettiğini
belirtmekte, özellikle siyasî liderlerin, yaşadıkları dönemde tam olarak
anlaşılamamasını bu duruma bağlamaktadır.
“Geçmiş
hükümdârların, maddî veya mânevî liderlerin millî bünye içinde nasıl yer
ettikleri, iş ve tepki bıraktıkları, onların yaşadıkları zamanda gereği gibi
belli olmaz. Çünkü taraf tutanlar, bir devlet ve hükümet reisinin çehresini
göklere çıkarırken aleyhte olanlar yerin dibine geçirirler ve bu çekişme
sırasında vuzuhla bir sîmâ belirmesine imkân kalmaz.”[420]
Yazar, Osmanlı
padişahlardan Üçüncü Selim’in şahsı üzerinden, devlet yöneticiliğinde, güzel
fazîletlerde bile denge üzere olabilmenin ehemmiyetinden bahsetmektedir.
“Selimiye Kışlası’na
bakarken, devletleri idâre etmenin ne çetin hem ne nâzik bir iş olduğunu, idâre
edenin ideal bir dengeden asla ayrılmaması lâzım geldiğini, hatta güzel
fazîletler tarafına bile kayarsa ayağı sürçeceğini gördüm.”[421]
Erol, demokrasinin,
körü körüne taraf tutup, karşı tarafa hücum etmek değil, tarafların çatıştığı
noktalardan çıkacak enerjiyle dengeye ulaşıp, gelişimi sağlamak olduğunu ifade
etmektedir.
“Demokrasinin ancak
millî birliğin sarsılmaz ve ebedî çerçevesi içinde çeşitli ilkeleri
çarpıştırarak ideal dengeyi aramak ve takâmüle gitmek olduğu lâyıkıyle
anlaşılamadı.”[422]
Yazar, demokrasinin
kimi zaman sınırsız özgürlük olarak algılanmasının bazı toplumsal değerlerde
zedelenmeye yol açmasından hoşnut olmadığını ifade etmektedir.
“Zamanımız
demokrasi devridir, sembollere saygı yoktur.
Bismark’ın adını
balık salamurasına kullandılar, Atatürk’ün resmini kibrit kutusu kılıflarında
gördüm.”[423]
Yazar, kuralların, ilkelerin pratiğe
dökülmediği ve teorilerin hayata aktarılmadığı sürece anlam kaybına uğradığını,
Sokrat’ın nazariyeciliğine yaptığı bir eleştiri ile belirtmekte; düşünce
planında üretilenlerin uygulamaya geçirilebildiğinde kıymetlendiğini ifade etmektedir.
“Stop. İnsan
yoruluyor, değişiklik arıyor, fanteziye hayâta hasret çekiyor. Nazariyecilik
iyi hoş, ille ve lâkin dâimî olmak şartıyle. Nazariyecilerin dehâsı Sokrat’ın
rûhunu küstürmek pahasına söyleyeceğim: Karısı Ksentip’in adını çok haksız yere
şirrete çıkarmıştır. Zavallı Ksentip ne yapsındı? Hazretin gözü ne karı görüyor
ne çocuk? Bunlar aç mıdır, çıplak mı? Soğuklarda ocağa atacak bir kütük
bulurlar mı, yoksa garip hatırları alınmak, fukaracık başları şöyle bir
okşanmak ister mi? Kimin umrunda. Hazretin alışverişi, Tanrılar, yenilerleydi.
İnsanlar onun ancak felsefe nazariyelerini anlamak ve görüşmek şartıyle
Sokrat’a arkadaşlık edebilirdi. Eflâtun, Ksefenon, Feton, Yaton, Alkibiyat,
Kriton ve daha başka ruhbanlar şarap testilerini dizip günlerce, gecelerce
felsefe hikmet sohbetleri sürmeye doyamazlardı. Îsâ’dan evvel 400. yılda Atina
hükümeti tarafından ölüme mahkûm edilince Sokrat yine dostlarını etrafına
toplamış, zindancının getirdiği zehir kadehini elinde tutarak ruhunun
ölümsüzlüğünü anlatmaya koyulmuştu ki, Ksentip’le çocukları ‘’Babamız. Bizi
öksüz bırakıp nerelere gidiyorsun?’’ feryatları ile hapishaneye
doluvermişlerdi. Kendi fikir sisteminin en parlak mizansenine hazırlandığı
sırada bu gülünç baskın Sokrat’ın hiç hoşuna gitmedi. ‘’Bütün ömrümü süflî
dırdırınızla bulandırdınız, ölümün asâletini de mi paçavra etmek istiyorsunuz?
Çekilin karşımdan’’ dedi, onları koğdu. Sokrat insanlara doğru düşünmeyi,
ölümden korkmamayı öğretti, büyük eser! Ne olurdu biraz da yaşamayı öğretseydi.
Yaşamak, ama şöyle hakkıyle yaşamak da doğru düşünmek ve korkusuz ölmek
derecesinde bir marifet olsa gerek.”[424]
Erol, akıl ve mantık ekseninden,
dolayısıyla değerler sisteminden uzak bir ruh faaliyeti olan rüyada yaşanılan
sınırsızlığın, bilinç kazandığı anda insanı kimi zaman rahatsız ettiğinden
bahsetmektedir.
“Rü’ya, irâde
baskısından kurtulmuş psişik faaliyetlerden biridir. Ne akıl, ne mantık tanır,
ne de değerler sistemine bağlanır. İnsanın mantık, ahlâk, estetik ölçülerini
hep birden tatmin edici bir rüya görebilmesi her halde mûcize sayılmalıdır.”[425]
Safiye Erol’un,
kullandığı estetik unsurlar, düşünce yazılarının dikkat çeken taraflarındandır.
Bu hususta yazarın derin estetik birikimini, edebî ustalığı ve dili çok iyi
kullanma becerisiyle kaleme aksettirişi etkili olmaktadır. Erol’un makaleleri,
salt bilgi içeren metinler olmaktan çok, bilgilenme ve öğrenmenin yanında,
okuyanın duygu dünyasını harekete geçiren, hissiyâtını derinden etkileyen
yazılar olma niteliğindedir.
Yazar, estetik unsurlarla
zenginleştirdiği yazılarında estetik değerlerden de bahsetmektedir. Edebiyatçı
oluşu ve sanatla hemhâl olması vesilesiyle Erol’un zihninde ve kalbinde
güzellik ve estetik kavramlarının etkisi, yazarın dünyaya bakış açısında
gözlemlenmektedir.
“ Güzel üzerine
düşünme, onun ne olduğunu açıklama” olarak tanımlanan estetik kavramı, Erol’un
özellikle tasvir ağırlıklı yazılarında karşımıza çıkmaktadır. Yazar, Bursa
Bahçeleri isimli makalesinde Bursa’yı estetik bir bakış açısıyla tasvir
etmektedir.
“Ben Bursa’yı lirik
cepheden gördüm ve zevkini aldım. Mor salkım ağaçlarının sarı denecek kadar
açık fıstıki yeşilinden tutunuz da servilerin karaya bakar neftisine kadar bu
perde perde yeşil deryası, bu yer yer korular, top top ağaçlar, her kıyıdan
bucaktan çılgınca bir feveranla fışkıran kucak kucak ot, çiçek ve yaprak; sonra
bu dağlar… Gâh berrak ve lacivert, gah hafif mavi duvaklı, bazen de hiddetli,
mağrur, dumanlı ve isyanlı dağlar. Sonra sular; Bursa’da adım başında suların
gürleyen, uğuldayan, şakıyan, musikisi çağlar.”[426]
Yazarın, komşularının
balkonlarındaki saksı çiçeklerine meftûn oluşunu ifade edişinden, doğal
güzelliklerin kendisinde bıraktığı tesiri hissetmekteyiz.
“Anaç karanfiller,
pembe, sarı güller, gümrah ortancalar gözüme gönlüme nur katar. Kışın acabâ
donarlar mı diye
tasalanır, yazın
branda beziyle güneşten korunmuş görür, sevinir, onlara su verildikçe ben
ferahlarım.”[427]
Erol, Türk İslam kültürünün
sembollerinden olan lâleden yine estetik bir tasvirle bahsetmektedir.
“Öyle karmakarışık
saplardı, çöplerdi, bir alay yaprak ve gonca nümâyişiydi sevmez böyle şeyi
Lâlecan. Tek soğan, dosdoğru hem dik hem esnek, tek sap, kıvır zıvır çizgilere
tenezzül etmeyen düz hatlı tek çiçek. O ne hafif belli belirsiz, gizli aşk gibi
iffetli kokudur o…”[428]
Yazarın mîmarîye olan yakın alâkasında
da estetik bakış açısının etkisini gözlemlemekteyiz.
“Selimiye
şadırvanının bir sütununa Koca Sinan’ın nakşettiği ters lâle huzûrunda
hayretler hayranlıklar içinde eridim kaldım.”[429]
Erol, Türk İslam kültürünün diğer bir
estetik sembolü olan gülden yine estetik unsurlar vesilesiyle bahsetmektedir.
“Evet, Türk
san’atında gülden geçilmiyor. Hayâli bile baygınlık verecek kadar bir tatlı
koku tufanına bürüdü beni. Artık güle “çiçek” demeye dilim varmaz, çiçekten
fazla bir şey o, Selimiye’nin câmilikten, Sinan’ın mimarlıktan aşkın oluşu
gibi.”[430] “Hep biliriz ki,
insanlar içinde Resulallah, mimarlar içinde Koca Sinan, camiler içinde Selimiye
neyse, çiçekler içinde de gül odur.”[431]
Safiye Erol’un yazılarında tespit
ettiğimiz estetik değerleri şu başlıklar altında ifade edebiliriz.
Yazar, estetiğin temeli olan güzellik
kavramını, sanatçının duyu ötesi âlemle kurduğu ilişki vesilesiyle, Tanrı
katından, her defasında farklı bir sûretle gelen bir mucize olarak ifade
etmektedir.
“Güzellik sırdır,
gizli tenasüptür, dünyâya kendini ilk defa gösteren bir yeni kreasyondur.
Yaratıcı el, evvelce görülmüş nispetleri biraz kaydırır, biraz onu öteye, bunu
beriye oynatır, mûcizeyi tamamlar. Bakınca evet deriz, bu hiç birine
benzemiyor. Böyle deriz, ama değişikliğin ilkesini bulamayız. Yeni âhenk, hangi
yoldan ne gibi bir hünerle meydana akmış sır kalır. Artık mîmarlar, istedikleri
kadar kubbeden, kemerden, sütundan hesap versinler, bunların hepsi sebep değil
netîcedir. Sebebi ruhta aramak, bir gönül sahibi san’atkârın kutsal bir
âleminde herkesten saklı, Tanrı berâberliğinde yaşanmış bir özel serüvende
sezmek lâzım.”[432]
Yazar, Selimiye
Kışlası üzerinden, aşkın âlemden beşeriyete aktarılmış hakîki bir güzelliği
müşahede etmenin kişide bıraktığı tesirin, bu güzelliği ifade edebilmek için,
insanı çeşitli vesileler aramaya sevk ettiğine değinmektedir.
“Bilmeli idim ki
muhteşem bir güzelliğe kendini kaptıran insan, teslim bayrağı çekmeğe, buyruk
altına girmeye mecburdur. Bilmeli idim ki mâbetlerden söz açan insan, artık
sözün gidişine hükmedemez olur. Uzun konuşayım derken dili tutulur, kısa
konuşayım der, başaramaz coşar kaynar. Büyü gibi kelimeler, musiki gibi
ahenkler, duyduğuna can verecek yaratıcı üsluplar bulmak hasretine düşer.”[433]
Safiye Erol, “tabiat bir
terkip, cemiyet de öyle, san’at ise hem tabiat hem cemiyet kânunlarını aşarak,
aşmaya mecbur olarak ortaya çıkan üçüncü bir terkiptir”[434]
diyerek, güzelliği ifade etme vesilesi olan sanatın, bütün kânunları
aşan, akıl üstü bir alandan beslenerek ortaya çıkan bir terkip olduğunu
belirtmektedir.
Yazar, sanatın, Tanrı
katından, her defasında farklı sûretle beşeriyete aktarılan bir sır olan
güzelliğin önündeki perde olduğunu ifade etmektedir. Erol’a göre sanat, kaynağı
ilâhi âlem olan güzelliğin, kisveye bürünmüş şeklidir.
“San’atın sır perdesi
arkasında dünyâ çehresi bağlamamak
447
448
449
hükmünü giymiş
Tanrısal güzeller vardır, yaratıldıkları halde doğamayan çocuklar gibidirler.
Gûyâ Hakk Yaradan bunlara hem can, hem cisim vermiş, sonra da peçelerini açmaya
kıyamamış ve
demiş ki: “Sizi bu
çehrenizle dünyâya salmam. Varın başka sûret bağlayın, sırra bürünün de öyle
tecelli edin…”[435]
Erol, yeni bir
güzelliğe, bir terkîbe, dolayısıyla bilinmeyene yöneldiği için sanatın mistik
bir faaliyet olduğunu düşünmektedir. Yazar sanatçıyı da, aşkın âlemden istihsal
ettiklerini, toplumun ihtiyacına göre çeşitli sûretlere ve kisvelere büründürüp
ifade eden mistik kahraman olarak ifade etmektedir.
“Mistik
kahramanlar sırasında san’atkârı yâdetmeden geçemeyeceğim. O, çok defalar
istihsal ettiği hazineyi ayniyat hâlinde, yâni mûsıkî olarak boşalttı.
Cemiyetin gizli talebi, o an için öyle olmalıydı, san’atkâr müzik verdi.”[436]
Erol, “Üslûp,
san’atkârın müthiş ve meçhul bir bölgede yaşadığı müthiş ve meçhul bir
maceradan yadigâr kalan ihtizazdır.”[437]
diyerek sanatçının üslubunu, mistik diyardan getirdiği frekanslar olarak
tanımlamaktadır.
Yazar, sanatkârın
mistik bir cephe ile ilişkisi olmadığını düşünenleri, sanatın, beşeriyetin
mevcudiyetini derinden etkileyen, herkesin rahatça iştigal edemeyeceği, her
isteyenin istediği anda uzanamayacağı, ehemmiyet taşıyan bir saha olduğunu
ifade ederek eleştirmektedir.
“Devrimizde san’atkâr
denilen tiplerin mistik seferleri olmadığı iddia edilir, hünere fazla yer
verilir, âdeta laboratuarda ilmî tetkikin her uyanık insana açık oluşu gibi,
san’atın da herkesin at oynatabileceği bir meydan olduğu sanılır. Yapıcı ve
yaratıcı fikirler gibi hakîki san’at eserleri de beşerin hayâtiyet seyrine
doğrudan doğruya karılmış hâdiseler olduklarından, ıztırar noktalarında tecellî
gösterirler.”[438]
Erol, sanat ile
iştigal etmenin, sonu olmayan sıkıntılı bir süreç olmasından ötürü de herkesin
harcı olamayacağını ifade etmektedir. Yazara göre sanatkâr, mahrum kaldığı
hayata karşı, tek başına seyr ettiği bilinmeyen dünyasından aldıklarını, yeni
bir hayat terkibiyle sunmaktadır.
“San’atın bedeli
sonsuz mihnet, sonsuz garipliktir. Kendi tanrısal nûru ile içten parıldar bir
eser vermek isteyen, her şeyi
bırakacak, herkesten
uzaklaşacak, kimsesiz ve çıplak olarak, ışıktan, ısıdan yoksun bir boşlukta tek
başına sefer edecektir. Ümitsizliğin, mahzunluğun bu son mertebesidir ki
san’atkârı verimli olmaya, mahrum kıldığı hayâta karşılık daha üstün terkipte
bir hayat yaratmaya zorlar.”[439]
Safiye Erol, “Kendi
kendime soruyorum: “Değer mi sanki? Sanat eseri de
fani… bu kadar
mihnet, bu derece hasret değer mi?”[440]
serzenişinde bulunuşundan, sanat için sıkıntılı bir sürece dâhil olmanın
anlamını kimi zaman kendi içinde sorguladığını görmekteyiz.
Yazar, sanatın mükâfatının kendi içinde
olduğunu ifade etmekte ve bu
mükâfatın, sanatkâr için tatmin
duygusunu sağladığını şöyle belirtmektedir: “San’atın, mükâfatını yine
ancak kendi kendinde buluşu hem yetince hem de aslî bir tatmindir.”[441]
Safiye Erol, ihtilâl sonrası Fransız
toplumundaki durumu tahlil ederek, sanatın,
insan ruhunu ve davranışlarını,
çirkinlik ve aşırılıklardan sıyırarak güzelliklere kanalize ettiğini ifade
etmektedir.
Erol, s.339
“Fransız ihtilâlini
ve Napolyon saltanatını tâkip eden devri, o kadar büyük olaylar, dünyânın
görmediği ölçüde yaygın, kızgın savaşlardan sonra nispeten durgun seneleri
inceliyordum. Şiddetle ayaklanmış, hem kendi câmiası, hem yabancı milletlerle
sonu gelmez kozlar paylaşmayı artık huy haline getirmiş bir toplum, hele bu
toplumun münevver gençliği bütün o girginliği, atılganlığı nasıl kanalize eder,
nasıl yatıştırır, kısacası cenkten barışa nasıl yol bulur diye düşündüm.
Elimdeki kitap ‘’Victor Hugo’nun Hayâtı’’ sorularımı kifâyetlice cevaplandırır
mâhiyetteydi. İhtilâllerin yayın ve sosyetede adım adım ideoloji çarpışmasına
inkılâp ettiğini, savaşa alışmış iç güdülerin sahnedeki tiratlarda boşaldığını,
büyük kahramanların harp meydanından edebiyat alanına göçtüğünü, kendini
tüketmiş realitelerin, ideal âleminde başka bir hayat tarzı bulduklarını
müşâhede ettim. Bütün o yüksek heyecanlar şimdi aşkta, dostlukta, vefâ ve
fedâkârlıkta hızını almak ister gibiydi.”[442]
Yazar, insanın
enerjisini tahripkâr değil de, güzelliklere vesile olacak şekilde kullanmasını
öğrenmesinde sanatın icrâ ettiği fonksiyonun önemli olduğunu işaret etmektedir.
“İhtilâl, Napolyon
hâkimiyeti ve imparatorluktan sonra ruhların galeyânı ancak böyle bir duygu
taşkınlığına yönelmek suretiyle akıp gidebilme yolunu bulmuş olacak. Ne mutlu!
diyorum, zira başı boş enerjilerin evvela kendi kendine, sonra çevreye
yapabileceği tahribatı düşünmemek elimde değil.”[443]
Erol, İslam’da sanat
kavramına da değinmekte, insan tasvîrini yasaklamasından ötürü, İslâmiyet’in
sanatın önünü kestiği, bir anlamda sanatı kısır bıraktığı iddialarının
geçersizliğini, tasvir yasağının özünde taşıdığı mânâyı açıklayarak
temellendirmektedir.
“Çok münâkaşa edilmiş
bir iddia var: İslâmiyet, insan tasvirini men ettiği için san’atı kısır
bırakmış. Mevzûu kökünden ele alalım. İslâmiyetin tasvir yasağı nasıl bir hüküm
taşıyor? Fahri Âlem Efendimiz, Kâbe’deki putları kırarken insanlara demişti
ki: “Bunlar varlığımızın sembolü olamaz. Varlığımızın sembolü mevcûdâta
benzerliği olan herhangi bir tasvirle ifade edilemeyecek kadar azametli bir
kânun, celâl ve cemal püsküren bir nizamdır. Siz kendinizde kendinizi
gördüğünüz gibi değilsiniz. Vücutlarınız asıl mayanızın çakıp sönen bir
inşiâından ibârettir.” Onun telkini içinde gelişen ümmeti, kendi kendini madde
ve fâni şekil olarak değil, muayyen bir nizam olarak görmeyi öğrendi.
İslâmiyet’te insan tasviri yok demişler öyle mi? Ben derim ki İslam san’atında
insandan başka bir şey yoktur.”[444]
Yazar, İslam’ın resim
konusundaki olumsuz tutumunun da, bir taassup ve hoşlanmamak olmadığını; resmi
küçümsemek ve resmin mutlak varlığına inanmamak olduğunu ve yaratmanın sadece
Allah’a mahsus bir fiil olması inancından kaynaklandığını belirtmektedir. [445]
Yazar, İslam’ın
varlık anlayışında asıl olanın sûret değil, mâna olduğunu ifade etmekte, bu
vesileyle tasvir yasağının dâhilinde olan sûretin, insanın aslı değil sadece
sembolü olabileceğini vurgulamaktadır. Erol, İslam sanatında insanın, müşahhas
bir varlık olarak değil, mücerred bir mâna olarak yer bulduğuna, İslam
sanatının,
beşeriyetin tümünün aksettiği bir ayna
olduğuna değinmekte, sadece beş duyuyu esas aldığı için bu aksi fark edemeyen
modern devir anlayışını eleştirmektedir.
“Müslüman san’atkâr,
eşyânın yahut kendi kendinin hakîkatinden bahsedebilmek için zevâhirin
mânâsını, değişmez hüviyetini araştırmış, hasretli bir cehdin sonunda şekilleri
mücerrede ircâ ede ede motife vâsıl olmuştur. Bu san’atta mı insan bertaraf
edilmiş? Hem analizi, hem sentezi ile aynı sahîfede ve öyle kesif bir sûrette
mevcut ki çok talepkâr olmak iddiasıyla farkına varmadan çok kanaatkâr bir
seviyeye düşen ve kendini beş duyusu tâkatince teşhis eden asrımız, bu
san’attaki beşerî varlık kesâfetini tadamaz oldu. Bana öyle gelir ki halı
motiflerinden birini alsam, zaman mekân kozalite ummânına atsam, hâsıl olacak
solüsyondan bütün bir beşeriyet çıkar. San’at aynasına akseden çehre insanın kendi
kendini ve kâinâtı görüşünden başka bir şey değildir. Müslüman şark, cüz’de
küllü, müşahhasta mücerredi görmüş, insanı fert olarak kâle almadan cins olarak
bekâsını talep etmiştir.”[446]
Safiye Erol, İslam san’atında dile gelen
varlığın hiçbir zaman tek bir fert değil, dâima bir bütünün sihirli ve ölmez
nizâmı olduğunu belirtmektedir.[447] Erol, İslam
sanatında, insanın, müşahhas bir sûret olarak değil, mücerred bir asıl olarak
yer almasının, sanatın özündeki mânaya da uygun olduğunu vurgulamaktadır.
“İslam san’atının
zayıf değil, bilâkis en kuvvetli bir tarafı olduğuna işâret etmekle iktifâ
ediyoruz. San’at eğer insanın kendi kendini temâşa ettiği bir ayna ise bu
aynada ona bir ânın vehmi olan bir sûreti mi, yoksa mevcûdiyetinin şifresini mi
göstermek terbiye ve telkin bakımından doğrudur?”[448]
Erol, mistik kahraman olarak
vasıflandırdığı gerçek sanatkârın, aşkın âlemden istihsâl ettiği ürünü
sahiplenmeyi edepsizlik olarak addetmesinden ve toplumdan çok farklı bir
boyutta seyr eylemesinden ötürü, ortaya çıkardığı eserinden çok daha gerilerde
kalmayı tercih ettiğini ve meçhul diyarları mekan tuttuğunu ifade etmektedir.
“Şimdi anlıyoruz,
ekseri büyük eserlerin sâhipleri neden meçhul kalmıştır. San’atkâr bir bakıma
korkunçtur, gerek insanları aşmış olduğu için insanların kininden gerek
ölümsüzlüğe
erdiği, ilâhlara
yaklaştığı için ilâhların gazâbından bir bakıma da Tanrısal kaynaktan kopmuş
bir kemâl ve cemâl yarattığına “benimdir” demeye utandığı için, işte böyle
olunca eser dünyâya iner, ışık dökmeye başlar, ama san’atkar bir sır olur,
kayıplara karışır.”[449]
Erol, sanatkârın
tenha köşeleri, bilinmeyen diyarları mesken tutmasının başka bir sebebinin,
içinde taşıdığı cevheri toplumdan kaçırarak, sadece eserlerine tasadduk etme
isteği olduğunu şöyle ifade etmiştir: “Her san’atkar kendi hüviyetinin en saf
en değerli cevherini husûsî hayâttan esirger ve bu kaçak malı eserlerinde
harcar.”[450]
Sanat aynasına
akseden çehrede, insanın kendi kendini ve kâinâtı görmesi gerektiğini düşünen
Erol, yazılarında temel malzeme olarak insanı ele almaktadır. Yazara göre bütün
kâinatın zenbereğini özünde taşıyan insanı ele almak, insanın özünde şifresini
taşıdığı bütün mevcûdâtı da yansıtmaktır.
Yazarın kaleme aldığı
makalelerde insan unsuru, kimi zaman seyyar satıcı, gemi kaptanı, padişah
kimlikleriyle, kimi zaman rüya, komşuluk, bayram, sağlık, politika gibi insana
dair konularla yer almaktadır. Yazarın hemen hemen bütün yazılarında değindiği
insan unsuru ve insan hayatına dair değerlerden, insan cinsine özgü olarak gördüklerimizi
insanî değerler başlığı altında ele almaktayız. Bu noktada tespit ettiğimiz
insânî değerleri şu başlıklar altında ifade edebiliriz.
Yazar, evrenin özü
olarak ifade ettiği insanın, hayatındaki olayların, kâinattaki sistemin bir
parçası olduğunu ifade etmekte, sistemin bütün parçalarının birbiriyle ve dahi
sistemle etkileşim içinde olması gibi, insanın da kâinatla ve diğer varlıklarla
devamlı bir alış-veriş durumunda olduğunu vurgulamaktadır.
“Elbette bütün
kâinatın zenbereği insanın kendindedir. Çark ters döndüğü zamanlar bunu büyük
deveranın bir faslı görelim. Aksilikler olmasa ıslah hamleleri de olmazdı. Her
bir güçlüğün yanı sıra kolaylıkla yürüdüğünü, her bir elemin ürkünç kisvesi
altında şâdlık gizlendiğini
ayet-i kerime
açıklıyor. “Yâr küser, ağyâr güler, etmek tahammüldür hüner. Talihimin dolabı,
bir gün merâm üzere döner.””[451]
Erol, dâhil olduğumuz
kâinat sisteminin sırrına eremediğimiz düzen ve gidişâtı içinde seyr ettiğimizi
belirtmektedir. Yazar, bu yolculukta ödediğimiz bedelleri, kendimizden olduğu
için kolayca bildiğimizi, istihsâl ettiklerimizi değerlendirmenin ise emek ve
zaman vermekle mümkün olacağını ifade etmektedir.
“Kendi kendimize bile
sır tuttuğumuz bir gizli yapı üzerinde çalışmaktayız durmadan. O yapı için
elverişli bir harç diyelim ki Kaf dağındadır, Kaf dağı seferi hiç hâtıra
gelmezken yallah yollanıverir, vereceğimizi verir, alacağımızı alır döneriz.
Verdiğimizin ne olduğunu kolayca biliveririz, ilk elimize geçenin ne olduğunu
seçmek sonra da malzeme olarak değerlendirmek ve yerli yerine kullanmak hem
vakit, hem zahmet ister.”[452]
Safiye Erol, insanı
bir muamma olarak tanımlamakta, insanın yaratılışı ve karakterinin oluşumu gibi
noktaların bu muammayı besleyen cepheler olduğuna işaret etmektedir.
“İnsan denilen
muammâ sanırım muammâlıktan çıkmayı pek istemez. Çocuk anaya mı çeker babaya
mı, hem ona hem ona çekerse nispet farkları ne olur? Sorarız, arar araştırır,
ince eler sık dokuruz. Nihâyet yorgun düşeriz. Tahmin ederim ki gelecek
zamanların ilmi, doğacak çocukların karakter ve mîzâcını ısmarlama tespit eden
metodlu müdâhaleleri programına alacaktır.”[453]
Erol, muamma olarak
vasıflandırdığı insanın hayatını da bir Arap şâirinden yaptığı alıntı ile ince
bir dokunuşla özetlemektedir.
“Uyanıklık hâlimizin
sırlarını sanki çözmüşüz gibi rü’yâlarımızın izâhına bu derece zihin sarf
ediyoruz, biz insanlar böyleyiz işte, dostlar alışverişte görsün. Eski
devirlerin bir Arap şâirine sormuşlar “Hayatı nasıl yaşadın?” Demiş ki:
“Geceleri uyudum, gündüzleri rü’yâ gördüm.””[454]
Safiye Erol, ahlâki
değerler ve mânevîyât değil de maddiyât ve kişisel çıkarlar ekseninde yaşanan
hayatın, insanın cevheri olan ruhunu yorduğunu belirtmektedir.
“Nefsin gözüyle halka
bakar ta’b duyarsın; Hakk’ın gözüyle nefsine nazar et ki rahat bulasın.” Böyle
bir söz insanı ömür boyunca düşündürür, doğruluğunu hemen her gün belki her
dakika açığa vurur, hükmüne ayak uydurabilene ise tazelik ve hürriyet bahşeder.
Şüphesiz. Nefsimizin gözüyle halka bakar, o yüzden ölçüsüz yoruluruz. Yorgunluk
mevzûu halen batı ilim âleminin araştırmalarında mühim bir yer tutuyor, baş
yeri tutsa revâdır. Çünkü doğrudan doğruya can demek olan hayâtı enerjinin
harcanma tarzında üstün bir dâvâ olmasa gerek. İlim sâhasında varılan
netîcelerden bir kaçını hatırlayalım. Ruh hastalıkları mütehassısı İngiliz
Doktor Hadfield der ki: “Çektiğimiz yorgunluğun en büyük kısmı bedenden değil,
ruhtan doğar. Bedenin cidden yorulması seyrek bir hâdisedir.”[455]
Yazar, modern hayatın
hızlı akışı içinde, dünya ile ilgili telaş ve meşguliyetlerinin artmasının da
insan ruhunu yıprattığını ifade etmektedir. Erol, modern dünyadaki karmaşa
karşısında, kendi ve kendi dışındakilerle uyum içerisinde hayatı sürdürebilmeyi
ruh ve kişilik olgunluğunun tezahürü olarak nitelendirmekte, bu noktada insana,
kâmil insan olma sürecini, bu sürece destek olarak da kültürel mirasımızı
işaret etmektedir.
“Bugün makine
devrimizin sür’at temposu içinde hepsi bir boş hayâl ve gönülde masal oldu.
Artık bir yandan tencereyi ateşe vuruyor, bir yandan ütüyü prize takıyor, çok
ince ve karışık bir zaman hesabı içinde saniyelerden istifâde ederken araya bir
telefon sıkıştırıyor, konuşurken: Banyo musluğu yoksa yalama mı olmuş diye
kulak veriyor, zihnimizin bir köşesinde komşuya gidecek düğün hediyesiyle
beraber bir de tebrik mektubu tasarlarken ayağımızın ucuyla koridor
seccadesinin ters dönmüş ucunu düzeltiyoruz. Ta ne zamandan başlayarak eviç
noktasına doğru git gide hızlanan bir sür’at içinde nefesimiz daralır gibi
oluyor. Ama milletimizin ölmez büyükleri demiş ki: “Kâmil insan enfüs ve âfâkı
birbirine tatbike kâdir olandır.” Bizi çoktan bugünlere hazırlamışlar. Lâzım
gelen intibâk kâbiliyetini damarlarımıza ve ruhumuza depo etmişler. Hatta
umdelerini halk da kolayca anlasın diye düz dile de çevirmişler: “Ger zaman
uymazsa ”” 471
bana, uyarım eyyâma
ben.””[456]
Safiye Erol, kulağa
çok hoş gelen bir ifade ile teknoloji ve beşeriyet ilişkisini, “daha keskin
dövüşebilmek isteği ile eline ilk defa bir odun alan insanı robotların âdem
babası tutabiliriz”[457] şeklinde
değerlendirmektedir. Yazar, bu ifade ile insanı insan yapan değerler, duygular
ve mânevîyatın yoksunluğunun, insanı robotla eş değer
seviyeye
indirgediğinden dem vurmaktadır. Erol’a göre, insanı en değerli varlık, eşref-i
mahlûkât statüsüne yükselten, insanın ruhu, duyguları ve değerleri ekseninde bir
hayat sürdürebilme faziletidir.
Yazar, içinde
bulunduğu dönemi çokça ilgilendiren bir mesele olarak gördüğü kadın konusunda,
bir dâhi olarak nitelediği Alman filozof Schopenhauer’un düşündüklerini
okuyucularına anlatmak istemiş, “Kadınlara Dâir”[458]
isimli makalesinde, filozofun kadınlar hakkında kaleme aldıklarını aynen
aktarmıştır. Erol, makalenin girişinde Schopenhauer’ın yorumlarına ilişkin bir
değerlendirmede bulunmuş, bu değerlendirmesinde kuvvetli atılan bir güllenin
hedefi şaşması gibi, Schopenhauer’un mütâlâasında kimi zaman fazla ileri gitse
de, kadın kusurlarının âşinâ bir gözle tespiti ve bazı gerçekleri işaret etmesi
bakımından yazılanların önemli nitelikte olduğunu ifade 474
etmiştir.
“Schopenhauer diyor
ki: Kadının hâricen şeklini temâşa etmek bile kendisinin ne maddi, ne mânevî
hiçbir mühim faâliyete nâfi olmadığını isbata kâfîdir. Kadın hayat borçlarını
faaliyet ile değil, tahammül ile çocuk doğurma ıztırâbına, çocuk yetiştirme
meşakkatlerine mâdûnu olduğu erkeğin hâkimiyetine tahammül ile öder.
Çocukluğumuzun ilk devrinde kadınlar mürebbîliğe neden bu kadar muvâfıktır?
Çünkü kadın da çocuk huylu, kısa mantıklı bir mahlûk, sözün hülâsası yaşadığı
müddetçe büyük bir çocuk, âdetâ erkek ile çocuk arasında vasatî bir kademe
teşkil eder.”[459]
473
474
475
“Kızlara gelince
tabiat bunları bütün müstakbel hayatlarından iâreten birkaç senecik için o
kadar melâhat ve letâfetle süsler ki bunlar bir erkeğin muhayyilesinde şiddetle
yer tutup bütün ömürlerine ait mes’ûliyeti erkeğin sırtına yüklemeğe, yâni onu
izdivaca sevk etmeğe muvaffak olurlar. Demek ki tabiat yaşamak için her mahlûka
esliha ve vesâit bahşettiği gibi kadına dahi râhat temini için güzellik
vermiştir. Fakat burada da her yerde olduğu gibi tabiatın acımasız cilvesine
şâhit oluyoruz. İlkah olunduktan sonra kanatlarını kaybeden karınca dişisi
misilli kadın bir veya birkaç lohusa döşeğinden kalkınca güzelliğini elden
kaçırmıştır. Bu sebepten kızlar zâhiren memuriyet ve sâire gibi meşgalelerine
her ne kadar ehemmiyet verir görünürse görünsünler,
ruhlarının en mahrem
derinliklerinde besleyip büyüttükleri fikir budur:
Aşk! Ve aşka yardım edecek vâsıtalar,
tuvalet, dans ve sâire…”[460]
“Bir şey ne derece
asil ve mükemmel ise o nispette yavaş kemâle vâsıl olur. Erkekteki idrâk
kuvveti yirmi sekiz yaş sularında olgunlaşırken kadının on sekizinde mantık ve
manevî kuvvetlerinin son derecesine vâsıl olduğunu görürsünüz. Lâkin bu mantık
ona göredir: Yâni kısa!”[461]
“Kadının zayıf olan
idrâk kuvveti üzerinde ancak hâl-i hazırda mevcut ve maddî bir şekilde tezâhür
eden şey bir tesir uyandırır. Erkekler gibi bir mefkûre, nazariye veya kat’i
karar sevkiyle hareket etmek kendilerince mümkün değildir. Kadının en büyük
kusuru adalet hissinden mahrum olmasıdır. Bu kusurun sebebi bir yandan kadının
idrâk kuvvetine düşkünlüğü, diğer taraftan zayıflığı yüzünden kuvvet ile değil
hîle ve desîse ile mücehhez bulunmasıdır.” [462]
“J. J. Rousseau’nun
dediği gibi:“Kadınlar ekseriyetle san’atı sevmezler ve anlamazlar, dehâdan
nasip almamışlardır.” Konser, opera veya tiyatroda kadınları tetkîk ettiniz mi?
En nefis bir parça karşısında nasıl lâkaydî ile çene çalmaktan geri kalmazlar.
Meğer kadim Yunanlılar tiyatrolarına kadın sokmamakta pek haklı imişler.”[463]
Yazar, 18. y.y.’da bu
yazıları kaleme alarak, kadın-erkek münâsebetindeki gerginliği, erkeğin
hâkimiyetini ilân ederek halletmek isteyen Schopenhauer’u, zamanın yalancı
çıkardığını, son dönemde kadınların hukûkî, nüfûzî kudretinin durmadan
arttığını belirterek ifade etmektedir. Erol, günümüzde, erkeğin kudret ve
nüfûzuna hazıra konan kadın modelinden ziyâde, kendi maddî ve mânevî gücüyle
hayat mücadelesini sürdüren kadın kimliğinin yaygın olduğunu vurgulamaktadır.
Yazar, kadını iş hayatında ciddiye almayan kimi erkekleri de, ileriki
zamanlarda, tavşan ile kaplumbağa hikâyesindeki tavşana benzeyecekleri şeklinde
gönderme yaparak eleştirmektedir.[464]
476
477
478
479
480
Yazar, modern devrin
ekonomik ve toplumsal getirilerinin kadını erkekle beraber geçim yükünü
sırtlamaya ittiğine değinmekte, bu sürecin sonucunda da kadınlık mefhûmunun
sıkıntılarının arttığına dikkat çekmektedir.
“Neden milletler
arası erkekler birliği diye bir teşekkül yokken kadınların böyle bir teşkilâtı
var? Bunun cevabı işte iki kısa kelime: Lüzûmu üzerine! “Erkeğin erkeklik
problemi diye bir şey yok ki, onun cins olarak kaderi Âdem babadan bugüne
değişmemiş. Bir zamanlar kadının da cins olarak problemi yoktu, sadece evin ve
ailenin malı olduğu devirlerde. Sonra dünyâ değişti, iktisâdî ve içtimaî
şartlar kadını erkekle beraber geçim yükü altına girmeye zorladırlar.”[465]
Safiye Erol, annelik,
eşlik ve ev hanımlığı vazifelerinin üstüne aslî olarak erkeğe verilmiş olan
geçim sorumluluğunun da kadına yükletilmesinin, hem erkek hem de kadın gibi
verimli olmak mecburiyetine sokarak, bir anlamda fıtratının dışına çıkararak,
kadını zor durumda bıraktığını ifade etmektedir. Erol, böyle bir sürecin
kadının ruh ve beden yapısında meydana getireceği çöküntülerin, gerek ırsiyet
gerekse de nesli eğiten kişinin kadın olması hasebiyle, yeni nesillere yapacağı
tesirin olumsuz olacağını işaret etmektedir.
“Kadın, kendi ezelî
ve ebedi mesleği, zahmeti, mes’uliyeti olan zevcelik, annelik ve ev kadınlığı
üstüne bir de erkeğin vazîfelerini de yüklenecektir. Yaratılış itibariyle
birinci ödevinden dışarı çıkamaz; medeni gelişme ve ekonomik durum bakımından
ikinci mecburiyetten kurtulamaz. Şu halde kadın bundan böyle hem kadın hem
erkek gibi verimli olmak zorundadır. Böyle bir randımanın altından kalkabilir
mi ve nasıl kalkar? Hem içeri hem dışarı dönük fâsılasız çalışma kadının rûh ve
beden yapısında çöküntü yapmaz mı; bu çöküntünün doğacak ”482
nesillere irsiyet
yoluyle nasıl bir tesiri olur?”[466]
1927-1961 yılları
arasında bu düşüncelerini kaleme alan Erol’un tespitlerine
günümüz
konjöktüründen bakıldığında, yazarın ilerisini görmüşçesine değerlendirmelerde
bulunduğunu daha fazla idrak etmekteyiz. Yazarın değerlendirmelerinde esas olan
döneme nazaran, günümüzde kadınların çok daha fazla bir oranla iş hayatına
atılmasının, çocukların eğitimi ve aile hayatının devamı noktasında meydana
getirdiği boşluklar ve bu boşlukların neticesi gün geçtikçe daha belirgin hale
gelmektedir.
Erol, “Cennet,
annelerin ayakları altındadır” ifadesini, tahlil edildiğinde, ciltler
dolduracak kadar derin mânalar çıkarılacağının altını çizerek, muhtasar bir
şekilde açıklamakla yetindiğini belirtmektedir.
“Ana-yavru arasında
gözle görülen âşikâre muâmelenin perdesi altında hepimiz zaman zaman
hissetmişizdir ki, su sızmayan bir sır var. Belki de ölüm-dirim sırrının ta
kendisi. Annelerimizden doğarız, fakat onlardan kopmuş olmayız; sütten
kesiliriz, fakat yine onlardan velev kokularını olsun besi çekmeğe devam
ederiz. Büyürüz, güyâ reşid olmuşuzdur, annelere kafa tutar kendi güyâ müstakil
ve asrî fikirlerimizi müdâfaa ederiz; farkında değilizdir, bizi şahsiyet gurûru
bürümüştür, ama hakîkatte annelerin tesiri sürüp gidiyordur. Nihayet ayrılık
günü gelir çatar, o biricik sevgiliyi rahmete uğurlarız, artık annesiz kaldık
deriz. Hâlbuki ana-evlat aşkında ölüm iflâs etmek şöyle dursun, mer’iyete bile
girememiştir. Annemiz yaşamakta berdevam, her ne kadar gözle göremesek, elle
tutamasak da can evinden sezeriz ki o bizle beraberdir. Evet, Peygamberimiz
öyle buyurmuşlar: Cennet annelerin ayağı altındadır.”483
Yazar, anne-evlat
arasındaki bağın, bu bağın kuvvetinin, ilâhi kaynaklı bir sır niteliğinde
olduğunu ifade etmekte, doğum, sütten kesilme, ergen olma ve hatta ölüm gibi
ayrılık vasfı taşıyacak süreçlerin dahi, anne ile çocuğu arasındaki sırlı
iletişimi koparmadığının altını çizmektedir. Ayrıca Yazar, kadın cinsine özel
olarak verilmiş annelik içgüdüsünün, kadına cins-i latîf sıfatını kazandırması
hasebiyle, annelik dışındaki diğer alanlarda da etkisini gösterdiğini
bildirmektedir.
Erol, kadınların,
özellikle yönetim ve eğitim sahalarında, erkeklere nazaran teoriden ziyâde
pratik eksenli bir tavır takındığını ifade etmektedir.
“Dünyâya hâkim olan
erkekler sevk-i idare ve mes’uliyetleriyle fazla nazariyâta kaçabilirler. Fakat
biz kadınlar, az çok endişeli anneleriz. İsteriz ki, tâlim ve terbiyenin yanı
sıra hayatın hakkı 484 unutulmasın.”
483
484
Erol, s.74
Erol, s.243
Yazar, baba
kavramından kendi babası üzerine kısa bir değerlendirmesinde bahsederken çocuk
için baba modelinin otorite anlamına geldiğini ifade etmekte, çocukluk
döneminde ebeveynlerin aşırı disiplinli gelen tavırlarına, ileriki yaşlarda hak
verildiğini belirtmektedir.
“Zira bu bıyıklar
benim çocukluk barometrem olmuştu, babam kızınca dikilir, yatışınca yumuşardı.
Bugün düşünüyorum da vaktiyle çok sert sandığım babamın ne kadar müsamahalı
davranmış olduğunu ”485
âşikâr görüyorum.”
Safiye Erol, insan
yetişkin olsa dahi hayatının bütününe etki etmeye devam eden çocukluk dönemini,
hesapsız sevgi ve naz çağı olarak tanımlamaktadır.
“Hayatın hesapsız
sevgi ve naz çağı olan çocukluğun saltanat beşiği az çok herkesin hayâlinde
buyruk yürütür, değil mi efendim? Ben hâla saçımı tararken tarağı annemin
saçımdan geçirdiğini, yüzümü kurularken havluyu annemin sıkı sıkı yüzümde
dolaştırdığını duyarım. Demek ki biz, yaşımız ne olursa olsun bir türlü
annemizin, babamızın sevgilerinden vazgeçemediğimiz gibi onlar da rahmete
kavuştuktan nice yıllar sonra bile hâlâ bizi besleyip büyütüp, terbiye
etmekten, yıkayıp tarayıp giydirmekten, ömrümüzün her sâniyesinde bize
bakmaktan kurtulamıyorlar.”[467]
Yazara göre, çocukluk
döneminin insan hayatının ileriki evrelerine olan etkisinin altında, çocuğun
anne-baba ile olan iletişimi yatmaktadır. Çocuk üzerinde anne babanın büyük
etkisi, onu eğiten ve ona terbiye veren, kısacası onun karakterinin temelini
atan ilk öğretmenler olması hasebiyledir. Kişinin hayatı boyunca kullanacağı,
hayatını onların üzerine binâ edeceği faziletler, büyük oranla çocukluk
döneminde, anne babanın kazandıracağı değer ve davranışlardır.
“Yaşadıkça
işlediğimiz kabahatler, tâ ne zaman anne ve babanın yasak koyduğu, başarabildiğimiz
fazîletler yine anne ve babanın
öğdüğü şeyler değil
mi? Böylece bir cephemizle, şüphesiz en ağır basan
487 cephemizle,
çocuk kalmakta devam ederiz de farkında olmayız.”[468]
Yazar, “duygulanma
sermayemizin çocuklukta derlenmiş olduğunu sanırım”[469]
ifadesiyle, çocukluk döneminin hissiyâtımız için yatırım niteliğinde
olduğunu, duygu dünyasının temel taşlarının çocukluk döneminde oluştuğunu ve
yerleştiğini belirtmektedir.
Erol, genç
okuyucularından aldığı mektuplar üzerine yaptığı değerlendirmesinde, gençlik
döneminin, yapısı gereği, bunalıma elverişli olduğunu belirtmektedir. Bu buhran
devresini, kiminin çok kolay atlattığından bahseden yazar, kimi gençlerin ise
bu süreçte desteğe ihtiyaç duyduğunu ifade etmekte, yurdumuzda sahipsiz ve
öksüz bırakılan gençliğin mânevîyâttan uzaklaştığından dem vurmaktadır.
“Gençlerden aldığım
mektuplar dâimâ buhranlıdır. Normal bir olay, çünkü gençlik, adı üstünde
(delikanlılık) zâten buhran mevsimi demek. Kimi bu taşkınlık devresini yağdan
kıl çeker gibi kolaylıkla aşar; kimi biraz sendeler, yalpa vurur, netîcede
sağlam zemine yol bulur, erkeklik ve sorumlu vatandaşlık formasına girer.
Öylesi de var ki her hangi bir engele takılır kalır, bocalar ve çıkamaz. Bu
takıntılar çeşitlidir, tâ imtihan takıntısından kız kadın takıntısına kadar
yolu var. Onların koluna girmek, çırpıntıdan dışarı çekmek, ha gayret aslanım
diye sırtlarından desteklemek gerek. Her gün söylenen, tekrar tekrar yazılan
bir gerçek: Yurdumuzda gençlik pek başıboş, bir manada öksüz kalmıştır.”[470]
Yazar, kültürel
mirasımızdan, gençliğin model alabilecekleri örnekleri sunmak, bu örnekleri
onlara tanıtmak, başka bir ifade ile bu örneklerle gençlik arasında ülfet peyda
ettirmenin ehemmiyetine işaret etmektedir. Bu mühim vazifenin aslî
sorumluluğunu taşıyan sistemlerinde de din ve değerler eğitimi olduğu görüşünü
taşımaktayız.
487
488
489
Erol, netâmeli 16 yaş
duvarı olarak bahsettiği kendi ergenlik dönemine dâir sıkıntılarını
atlatmasında, öğretmeninin ve okul ortamının desteklerinin büyük payı
olduğunu ifade etmektedir.
Gerek okuldaki aktivitelerin, gerekse okul dışı sosyal faaliyetlerin gençlerin,
ergenliğin buhranlı sürecini kolayca aşmasına yardımcı olduğunu görmekteyiz.
“Sel coşkun akar,
bırakmaz ki tâze kuvvetler kösteklenip ziyan olsun, öğretmenin öğrenciye şahsî
yardımları ise olağan işler. Henüz bir ortaokul öğrencisi çağında ben batıya
gönderildim ve ortaokulu gurbette bitirdim. Çocuktum, dersten oyuna, oyundan
derse, yurt ve aileden ayrı düşmenin pek farkına varamadım. Lisenin ilk sınıfı
da yine çocukluk atmosferi içinde geçti. Sonra huzursuzlanmaya başladım.
Mektepte ağlamalar, dersi gevşetmeler şu bu… Gizli sıtma gibi bir illet
kaprisler kisvesine bürünmüş müthiş bir sıla hastalığı. Hocalarım ak saçlı lise
müdürümüz, sınıf arkadaşlarım, onların velîleri -şükrânla anarım- bana kol
kanat oldular. Ormanda uzun yürüyüşler, konser ziyâretleri, evlere davet
edilmeler, evin çocuğu sayıldığımı kuvvetle hissettirmeler, hıristiyan
bayramlarında ailenin diğer çocukları gibi türlü hediyelerle hatırımın hoş
edilmesi, hâsılı ne mümkünse oldu. O netameli 16 yaş duvarını aştım hamd
olsun.”[471]
Erol, başkalarına
güzel görünme hedefi ekseninde bir hayat sürmenin bütün insanlığın ortak zaafı
olduğunu ifade etmektedir. Yazar bu hedefin, insan hayatı için daha mühim noktalara
taşınması gerektiğini belirtmekte, en mühim noktalar olarak da maddî ve mânevî
sağlığı işaret etmektedir. Erol, sağlık kavramıyla, beden sağlığının yanında,
insanın mânevî cephesini oluşturan ruh sağlığını da kastetmektedir.
“Neden acaba
çin iğnesi, antep işi, nakışlar yapmak öğretilir de doğru dürüst bir rejim
yemeği öğretilmez? Gösterişe pek meraklıyız. Yalnız bize değil, bütün insanlığa
has bir zaaftır bu. Fakat zamânımızın rasyonel gidişi parazit davranışların
kökünü kazımak, emeği doğruca özlü noktalara toplamak gidişidir. Özlü
noktalarımız başında maddî ve mânevî sağlık geliyor.”[472]
Yazar, sağlıkla
ilgili bir değerlendirmesinde bir öneri dile getirmektedir. Erol, her insanın
geçirdiği ameliyat ve hastalıklar, devamlı kullandığı ilaçlar, kısacası sağlığına
dayanan tüm bilgilerini içeren bir sağlık kimliği olması gerektiğini ifade
etmektedir. Bu kimlik hem hastanın, hem de doktorun işini bir hayli
kolaylaştıracak,
gerekli müdahalelerin de zamanında
yapılmasını sağlayacak, yersiz müdahaleleri önleyecektir.
“Îkaz yabancı
illerden gelmekle beraber, benim şahsen senelerden beri üzerinde durduğum bir
konu olduğu için derhal benimsedim. Mesele halkın sağlığı ile ilgilidir ve
şöyle bir soru ile başlar: “Her ferdin bir kafa kağıdı, kaşına gözüne,
ninesinin küçük adına varınca kayıtlı ikâmet tezkeresi, pasaportu, memurluk
sicili, iyi servis vesîkası, diploması ve diğer belgeleri vardır da sağlık
durumunu belirten bir raporu neden yoktur? Öyle bir rapor ki geçirilmiş
hastalıkları, tatbik edilmiş aşı ve serumları, yapılmış ameliyatı olup
olmadığını, bu takdirde alınmış uzuv bulunup bulunmadığını ve sağlığa dayanan
bütün hususları açıklasın. Ben kendiliğimden bazı davranışlar gösterdim:
Doktora her çıkışımda sağlık geçmişimin önemli olaylarını sırasıyla bildirdim. Fakat
üstatlar beni dinlemek istemediler. Nezaketen dinler gibi görünenlerin aklı
başka taraftaydı. Yani onlar benim fizyolojime bakacakları yerde ben onların
psikolojisine baktım.”[473]
Safiye Erol kendisi ile yapılan bir
röportajda, en çok düşkün olduğu şeyin hürriyeti olduğunu belirtmektedir.
“-En çok neye düşkünsünüz?
-Hürriyet ve istiklal…
-Kayıtsız şartsız mı?
- O kadar ki,
hürriyetimi, ne de olsa tahdîd edecek diye, şöhretten bile korkuyorum.”[474]
Yazar, özgürlüğünün sınırlanması
ihtimaline karşı şöhretten çekindiğini ifade etmektedir. Erol’un burada
kastettiği özgürlüklerin, haberleşme, yerleşme ve seyahat özgürlüğü
vasıflarındaki özgürlükler olması muhtemeldir.
Yazar, mânevî
tarafıyla insan cinsine has hâllerden birisi olan yalnızlığın, insan için dünya
hayatının yüklediği olumsuz tabakalardan sıyrılma, bir anlamda yalınlaşma
fırsatı olduğunu ifade etmektedir.
“Ve yalnız kalmak
istiyordu. Kendi kendinden âzât olmak dünyâya gelirken getirdiğimiz mâsum melek
rûhunun üstüne hayatın yüklediği parazit tabakasını sıyırıp atmak isteyen
inanın yanına arkadaş lazım değil.”[475]
Yazar, özellikle eşi
ve annesi vefat ettikten sonraki dönemde olan yalnız görünümlü yaşantısının
gariplik olarak nitelense de, kendisi tarafından seçildiğini belirtmektedir. Bu
seçimde yazarın yalnızlığı, dünyanın debdebesinden, telaşından, yüksek sesinden
arınma fırsatı olarak görmesinin etkisi olduğu muhakkaktır.
“Şu yalnızlığım kimsesizliğim dışarıdan
bakana gariplik gibi görünür, bir bakıma yine öyledir belki. Ama ne kendimi ne
başkasını aldatmak meşrebim değil, bu yalnızlığı garipliği ben seçtim.”[476]
Erol, birçok yolun
kesişimi niteliğinde olan mutluluğun yaradan katından her daim geldiğini
belirtmekte, mühim noktanın, yoldakileri kestirebilmek, fark edebilmek ve
hayatına dâhil edebilmek olduğunu vurgulamaktadır.
“Mutluluk bize
yaradan katından her dem dalga dalga gelir, dolambaçlı yollardan gelir kimi
zaman değişik çehrelerle gelir. Buruk hattâ acı tadlarla kıvrandırır bizi.
Marifet onun mutluluk olduğunu seçebilmektedir.”[477]
Safiye Erol, ne
hazzını, ne elemini tek başına taşımaya takat getiremeyecek olan insanın,
cemiyet halinde yaşamasının zorunlu olduğunu belirtmektedir. Yazar, bireyler
arasında, candan cana gizli bir akış olarak nitelediği, bireyler arasındaki
birlikteliği topluma dönüştüren bir mayanın varlığından bahsetmekte, bu
mayanın,
cinsin acısını,
herkesin doğrudan doğruya olmasa bile vasıtalı yoldan duyacağı kadar kuvvetli
mânevî bir doku taşıdığını ifade etmektedir.
Yazar, fertlerin
üzüntüsünün de sevincinin de toplumun ortak sînesine aksettiğini ve bu akisten
toplumun her şahsiyetinin nasîbini bulduğunu belirtmekte; vücudumuz, ruhumuz,
adı konmamış hasselerimiz ve sezgilerimizle her daim beşeriyetin ortak
duygularından payımıza düşeni aldığımızı ifade etmektedir.
“Eski zamanlarda
erbain çıkınca hatta kurban kesilirmiş.
Fıkarası var,
hastası, ihtiyarı, yeni doğmuş çocuğu var. Beşer ıztırâbından kim kendini muaf
tutabilir ki… Cinsin acısını herkes doğrudan doğruya olmasa bile vasıtalı
yoldan duyacaktır. Dert üstü murat üstü dediklerimiz, mesela yirmi beş
derecelik bir salonda Buhara halıları, seçme biblolar, ve nadide orkideler
atmosferinde oturanların çektiği müphem kırıklıklar, sebepsiz keyifsizlikler,
mîzaç televvünleri, beşer mukadderâtındaki çizilip bozulmaz ortaklıktan başka
neyle izah edilir? Azap çeken kardeşlerimizin mihnetini vücudumuz bilmese
ruhumuz, ruhumuz bilmese diğer adı konmamış hasselerimiz ve kendimizin bile
varlığından haberdar olmadığımız ince antenlerimiz bilir, inim inim inler. Bir
hadis-i şerifte buyurulmuştur ki: “Beşer, sıcağın ve soğuğun zahmetinden hiçbir
zaman tam kurtulamayacaktır.” Tedbirlerimiz, dünya meşakkatlerini bizce malum
olan şekillerinde bertaraf etmeğe yarasa bile, o meşakkatler kisve değiştirerek
yine hükümlerini yerine getirecek. Keşki tabiat gibi sabırlı olabilseydik.
Zamana gadretmeğe kalkmasaydık, acısını, tatlısını aynı zevkle zevketmeyi
başarabilseydik.”[478]
Erol, toplumu, bir
aile gibi, bütün fertlerin birbirinden etkilendiği bir sistem olarak telakkî etmektedir.
Yazara göre, kişisel olarak duymasak, görmesek, haberdâr olmasak bile bir
şekilde hissettiğimiz beşer aynasının yansımaları, toplumu bir arada tutan,
topluluğu toplum yapan bir tür harç görevi görmektedir.
Safiye Erol,
beşeriyetin, yeryüzünde ikâmet ediş sürecinde türlü sıkıntılar çekmesini bedel
ödemeye benzetmektedir. Yazar, tabiat cephesinden bakıldığında, insanlığın, arz
küresine verilmiş emek ekseninde bir zafer kazanmış olduğunu, cemiyet
cephesinden bakıldığında ise benzer ehliyeti elde edemediğini vurgulamaktadır.
Erol’a göre, tabiat şartlarıyla kimi zaman mücadele edip kimi zaman hemhâl
olan, nihayetinde
konaklayacak mekânı bulan beşer nev’i,
cemiyet nizâmı konusunda bu yetkinliğe ulaşamamıştır.
“Eskimolar açlığa,
soğuğa kurban gitmek, şimal ayısına yem olmak yüzünden üreyemediler, yine
vatanlarına sadık kaldılar. Onların benzeri olan tropik iklim çocukları da aynı
dehşet verici şartları omuzlamış gidiyor. Kimi yanar, kimi donar, fakat beşer
nev’i bu arz küresini yurt edinmiş olmanın bedelini daima öder. Evet, tabiat
cephesinden diyebiliriz ki, biz bu dünyada yüz aklığı ile oturuyoruz. İnşallah
günün birinde cemiyet cephesinden de aynı kifâyet beyanına erişiriz.”498
Safiye Erol’un
toplumsal değerler ile ilgili genel görüşlerini aktardıktan sonra, eserlerinde
tespit ettiğimiz, toplumsal dokunun temel harçlarından olan değerleri şu
şekilde sınıflandırmaktayız.
Yazar, cemiyetin
nizamı için alınması gereken ilk tedbirin cinsî istekleri düzene sokmak ve
disipline bağlamak olduğunu belirtmekte, bu tedbirin de sosyal hayatın temeli
olan aile mefhumuna dayandığını ifade etmektedir.
“İnsanlıkta ilk
cinâyet,. Hâbil-Kâbil rivâyeti, cinsî ihtiras motifine dayanır ve alınması
gereken ilk tedbirin seksüel istekleri bir düzene sokmak, bir disipline bağlamak
olduğunu ispat eder. Bu tedbir, sosyal hayâtın temelidir, nitekim ana yasamız,
devletin âileye dayandığını açıklar. Bütün kanunlar her şeyden evvel âile
müessesini korumak endişesi üzerine bina edilmiştir. Yalnız ne var, siyasi
inkılâplarla devlet kendisi istihâleler geçirir, sosyal orantılar modern
ölçülere ayarlanırken âile müessesesi, semâvî dinler üslûbunda nasıl binâ
edilmişse öyle kaldı. Modern âile diye bir şey yoktur, varsa eğer âile
değildir, başka türkü bir organizmadır. Âile, beşeriyete çok pahalıya mâl olan
öyle bir şah eseridir ki uzay açan atom çağında bile onun kılına dokunulamıyor.
Niçin? Bin bir sosyal yardım kaynağı işletmeye açılsa yine âilenin yokluğunu
gideremez de ondan.”499
Erol, modernizmin estirdiği değişim
fırtınasının, semavî dinlerin sağlam bina ettiği aile kurumunu
etkileyemediğinden bahsetmektedir. Önüne gelene çoğu zaman yıpratıcı etkilerini
gösteren modernite ve değişim rüzgârının, beşeriyetin en mükemmel
498
499
Erol, s.77
Erol, s.533
eseri olan aile
müessesesine dokunamamasının altında, aile kavramının ehemmiyeti ve aile
kurumunun bozulmasının telafi edilemez bir noktayı teşkil etmesi yatmaktadır.
Safiye Erol bu sebeple, batı dünyasının, ferdi fazlasıyla öne çıkararak, aile
kurumunu sarsmasını büyük hata olarak şu sözleriyle nitelendirmektedir: “Batı
âleminin büyük hatası aile teşkilatını çiğneyerek ferdi haddinden ziyade
geliştirmek olmuştur.”[479]
Yazar, telafi
edilemez bir nokta olarak gördüğü aile müessesinin bozulması sürecinin ahlâkî
noktada da sıkıntıların kaynağı olduğunu ifade etmektedir. Aile, toplumsal
hayatın temeli olma vazifesini, ahlâki değerleri koruyup nesillere aktarma
işlevi ile kazanmaktadır. Cemiyet olmanın gereği olan nizam ahlâkî değerlere,
ahlâkî değerlerin korunup, yeni nesillerce içselleştirilmesi de aile müessesine
dayanmaktadır.
Yazar, toplumu
oluşturan insanın, karakter ve kişiliğinin sermayesinin aile tarafından
kazandırıldığını belirtmekte, ailenin, toplumun çekirdeğinin beslendiği ve
şekillendiği kurum olduğunu ifade etmektedir.
“Otel personeli hizmet
ve sebât bakımından zaten daha işe başlarken farklı sermayelerle gelirler. Ben
artık yüzlerini görür görmez seçer oldum, hangisi iğretidir, hangisi kök
salacak. Çoğu Anadolu yavruları olan bu gençlerin iş hayatı, çocukken aile
içinde buldukları nasibe göre tecelli eder.”[480]
Aile, toplumun temel
malzemesi insanın, maddi ve mânevî dünyasının, değerlerinin, mizacının
mayalandığı bir ortam olması hasebiyle, sosyal yaşamın sürekliliği ve kalitesi
noktasında büyük bir sorumluluk yüklenmiştir.
Yazar, candan cana
gizli akışın yoğun yaşandığı komşuluk ilişkilerinde beş duyudan öte vasıtaların
olduğunu ifade belirtmektedir.
“Görüştüğüm kimseler
değil, soy adlarını bile bilmem. Bununla beraber çok defalar hissederim ki
duvar, kapı, perde, pancur gibi ayırıcı ve gizleyici vasıtalar hayat selinin
akışına mâni olamıyor. Sempati dalgaları, alaka huzmeleri. Bazen endişe
bulutları bir taraftan bir tarafa aralıksız sefer eder. Zaman birini
güldürür, birini
ağlatırken komşudan komşuya nasip damlacıkları sızar. Diyemem ki onları
merdivende yahut apartmanın giriş holünde yahut mahallede alışveriş sırasında
görüyoruz, görmesek bile daireden daireye sesler işliyor, sırf bu yüzden
intibalar ediniyoruz. Hayır, beş duyunun yardımı olmasa bile yine komşulardan
herhangi bir şekilde haberli olacağız. Bu ayrı bir iş, altıncı duyu deyin, ön
seziş deyin, garip bir alışveriş vesselam.”[481]
Erol, komşuluk ilişkilerinin temelinde
bir anlamda birbirinin külüne muhtaç olma durumunun yattığını belirtmekte,
“kül” ile ifade edilen ihtiyacın, maddî ve mânevî mânâlar içerdiğinden
bahsetmektedir.
“Candan cana gizli
bir akış var. Ayla bebeğin ilk çığlığını ne hazla duydum! Daha sonraları onun
diş buğdayını yedim. Daha daha sonraları dadısı arabayla Taşlık Gezisine
götürürken onu yarı uykulu safâsında seyrettim. Evin küçük evlatlığı günde
birkaç defa ninni söyler: “Dandini dandini dastana, danalar girmiş bostana, koğ
bostancı danayı, götürmesin lahanayı.” Ninni biraz da bana söylenmiş olur,
sanki annemin sesidir, havama siner, bana bir taze kuvvet ve ferahlık getirir.
Hem de ikaz fısıldar. Anlarım: Günün çeşitli zahmetleri benim bostanımda:
Nebati sistemimde tahribat yapmakta. Parazitleri defederim. Böylece duvarlar
erir, perdeler sıyrılır, komşudan komşuya neler sızar neler. Yoksa biz insanlar
ne hazzımızı, ne elemimizi tek başına taşımaya takat getiremezdik. Farkında
bile olmayız, kendi fadlamızdan kanal açılır, bir tarafa akar, gün gelir bize
kanal açılır, gediğimizi gideriririz.”[482]
Erol, hemşehrî ve hemşehrîlik
kavramının, din kadar, bazen dinden daha kuvvetli bir bağ oluşturabildiğini,
yakından tanıdığı Hint kültürü üzerinden ifade etmektedir.
“Hindliler’in cemiyet
ve meclislerinde daima müşahede etmiştim: Hemşerilik din kadar ve hatta bazen
dinden kuvvetli bir rabıta teşkil ediyordu.”[483]
Yazar, hemşehrilik
duygusunun vatandaşlık hissine temel olabilecek bir noktayı teşkil ettiğini, bu
noktanın millî birlik ve beraberliğe yaptığı katkının altını çizerek
vurgulamaktadır.
“Tabii bir duygu olan
bu hemşerilik hissinin zaman ile daha ziyade kuvvetlenip vatandaşlık hissine
inkılâp etmesini Hindistan’da milli vahdet teşekkülüne malik olmasını -bir Hint
dostu sıfatıyla- daima temenni ettim.”[484]
Erol, iletişim
vasıtalarının artması ile yoğunlaşan uluslararası ilişkilerin yeni bir dünya düzeni
oluşturduğundan bahsetmektedir. Yazar, sınırların harita üzerinde kaldığı
evrensel dünyada hiçbir milletin tek başına bir kadere sahip olamadığını ifade
etmektedir.
“Bu günün dünyâsı,
terkipler dünyâsıdır. Hiçbir millet kendi başına bir kadere sahip olamıyor.
Müşterek ideoloji ve gâye etrafında birleşiyor. Bu bakımdan her devlet büyük
terkîbin bir unsuru vaziyetinde kalıyor. Terkibe can katan aktif eleman olmak
var, mahkûm olarak sürüklenmiş pasif eleman olmak var. Tarihî vasıflarına sadık
kalabilmiş, kendi kudret kaynağı olan geleneklerini yeni zamana ayarlayarak
canlı tutmuş, kısacası kendine mahsus hayat usarelerinin diriliğini devam
ettirmiş bir devletin durumu, katıldığı üstün terkip bakımından da daha makbûl
olsa gerek.”[485]
Erol, sınırların
olmadığı yeni dünya düzeninde medeniyetlerin harmanlanması ile ortaya çıkan
yeni iklimden bahsetmektedir. Yazar, dünyanın müşterek ideoloji ve gâyeleri
etrafında birleşen devletlerin, bu iklimin bir unsuru olduğunu belirtmektedir.
Bütün dünya milletlerinin soluduğu bu iklimin havasına, ancak kendi tarihî
dokusuna sahip çıkabilmiş, köklerinden gelen güç kaynağı niteliğindeki
geleneklerini günümüze uyarlayarak canlı tutabilmiş, kendi kültür ve
değerlerinin, kendine has birikimlerinin diriliğini devam ettirmiş milletlerin
aktif olarak katkıda bulunduğuna, diğer milletlerin bu iklime etki edenden çok,
iklimden etkilenen pasif unsurlar olarak kaldığına değinmektedir.
Yazar, toplumların
dünya iklimine aktif katkıda bulunup, kendi varlığını koruyabilmesi ve
varlığını sürdürebilmesi için kendi kültürel birikimini, bir başka ifade ile
kültürel mirasını tanıması ve kullanması gerektiğini ifade etmektedir.[486] Sınırların
kalktığı, medeniyetler arası yoğun ve bilgi ve kültür alışverişinin yaşandığı
günümüzde, yabancı kaynakların hangisine ve ne dereceye kadar minnet etmek
lazım, lâyıkıyle kestirebilme noktasında kendi kültürünü ve değerlerini tanıma
önem arzetmektedir.
“Ecnebîlerin bizi
nasıl gördüğü ile uğraşmaktansa biz onları daha iyi görmeye çalışalım. Ne çok
öğrenecek şeyimiz var. Hem bilgimiz arttıkça tarafsız kritik kâbiliyetimiz
serpilir, o zaman biz yabancıların meziyetleri gibi noksanlıklarını da seçer
olur, alınganlıktan kurtuluruz. Dünyâ bir kader ve işbirliğine doğru gidiyor.
Her millet kendi potansiyelini bir mücevher gibi işlemek, kıskanarak korumak,
aynı zamanda diğer milletlerle takıntısız harman olabilmek zorundadır. İki elle
piyano çalmaya benzedi değil mi? Ama öğrenmek lâzımmış. Bu diyardan
gidicilerden olmadığımıza göre deveyi gütmenin çaresi.”[487]
Kendi kültür ve değerlerini,
tanıma, işleme ve uyarlama ile günümüze ve yeni nesillere aktarma, ortak kader
ve işbirliğine giden dünyadaki bu harmana takıntısız katılabilme ve bu
birikimden faydalanabilme kapısının anahtarı niteliğindedir.
Din, insanları
kontrol eden, kuvvetli bir şekilde kişiyi içten kuşatan, kucaklayan ve
yönlendiren bir disiplin, dolayısıyla da ahlâkî bir müessesedir. Din, kişiyi ve
toplumu olumlu yönde değiştirip geliştirmeyi amaçlar, bu bağlamda dinin, hem
bireysel hem de toplumsal boyutta bir eğitim süreci olduğunu söyleyebiliriz.
Dinin amaçlarından olan, insanın aklını, iradesini ve arzularını doğru yolda
kullanabilmesi için eğitilmesi gerekir ki bu noktada karşımıza din eğitimi
çıkmaktadır. İnsanın irâdî, aklî, hissî güçlerini idrak etmesine, kendi
varlığının şuuruna erişmesine, dolayısıyla saadete ulaşmasına giden yolların
önünü açmayı gaye edinen din eğitimi, dinin eğitici ve öğretici vasıflarının,
eğitimin yöntem ve teknik süreçleri içerisine sokularak, insanın kişiliğini
geliştirmeyi ve “iyi”, “faydalı”, “ahlâklı” bireyler yetiştirmeyi hedefleyen
bir disiplindir. Din eğitimi, dinin ahlâkî müessese olan boyutunu, insan
şahsiyetine yansıtan bir eğitim sürecidir.
İnsan davranışlarına
yön veren belirlenmiş veya zihinsel bir tutum olarak insanda oluşan kural ve
ilkeler bütünlüğü olan değerler, insan davranışlarının ve dolayısıyla
şahsiyetinin mayasıdır, dolayısyla iyi insan yetiştirmeyi hedefleyen dinin ve
dinin bu hedeflerinin önünü açan din eğitimi sürecinin de temel çalışma
alanlarından birini teşkil etmektedir. Değerler eğitimi, din eğitiminin önemli
bir boyutudur, zira insandaki “kimlik eğitimi” değerlerinin eğitilmesiyle
gerçekleşebilmektedir. İnsanın davranışlarının özü niteliğindeki değerlerin
eğitimi, “iyi insan” yetiştirme noktasında din eğitiminin hem aracı hem de
amacı konumundadır.
Değişimin, hayatın
kaçınılmaz ve doğal süreci olduğunu kabul etmenin yanında, modern dönemde bu
sürecin çok hızlı bir şekilde yaşanması, insanların özellikle mânevî
dünyalarında sarsıntıya yol açmıştır. Değişim toplumun kültürel motiflerine
uygun düzlemde ilerlediğinde doğal ve faydalı olacak, farklı kültür
mâmüllerinin, toplumun kültür dokusuna uyarlanmadan topluma zerk edilmesi
olumsuz neticelere yol açacaktır. Sınırların kalktığı, medeniyetler arası yoğun
ve bilgi ve kültür alışverişinin yaşandığı günümüzde “milletlerin kadir
bildikleri nispette kadirleri olur” düsturuyla, kendi kültür ve değerlerini,
tanıma, işleme ve uyarlama ile günümüze ve yeni nesillere aktarma, ortak kader
ve işbirliğine giden dünyadaki bu harmana takıntısız katılabilme ve bu
birikimden faydalanabilme kapısının anahtarı niteliğindedir.
Toplumunu çok iyi
tanıyan, Doğu ve Batı’nın kültürel mirasına hâkim, çağın kültür ve medeniyet
sorunlarını çok iyi bilen ve bu noktada hayatî ehemmiyete sahip öneriler sunan
Safiye Erol, Doğu ve Batı medeniyetleri arası gözlemlere ve tahlillere
dayanarak, günümüzde artık unutulmaya yüz tutmuş kültür hazinelerimize, düşünce
dünyamızdan, geleneğimizden, gönül ve ruh penceresinden ışık tutmaktadır.
Çalışmamızın birinci
bölümünde, Erol’un hayatını ve mütefekkir yönünü tanıtmaya çalıştık, zira Erol,
kültür dünyamızda, fikrî cephesinden ziyâde romancı ve edebî kişiliğiyle
tanınmaktaydı. Yazarın makalelerini taradığımızda ise, her biri başlı başına
bir âbide olabilecek derin bir kültür hazinesi ile karşılaştığımızı gördük. Bu
kadar büyük bir kalem ehlinin, nasıl bu kadar görmezlikten gelindiği
noktasında, yazarın düşünce yazılarını ilk defa okuyanların şaşkınlığına biz de
ortak olduk. Erol’un romanları ve edebî kişiliği ile ilgili Türk Dili ve
Edebiyatı alanında, lisans ve yüksek lisans seviyesinde birçok araştırma ve tez
olmasına rağmen, sosyal bilimler açısından onun düşünce yönünü ele alan
akademik bir çalışma bulunmamaktaydı. Bu şaşkınlığımız ve elimizde olan satırların
ne derece kıymetli olduğunun farkındalığı ile Erol’un adeta bugün yazmışçasına
bize hitap eden fikirlerini, üçüncü bölümde, ihtisâsımız açısından din eğitimi
ve değerler başlığı altında tahlil etmeye çalıştık.
Safiye Erol’un din ve
değerler ile ilgili düşüncelerini incelediğimizde, onun dine ve değerlere
şekilden ziyâde mâna ve gâye ekseninde yaklaştığını gördük. O’na göre dinin
gâyesi, aşkın âlemle kurduğu ilişkiyle, kişinin kendisinde ve toplumun ahlâki
boyutunda dengeyi sağlamaktır. Dini ve değerleri şekilden ibaret olarak
algılamak, farklı coğrafyalarda, farklı kültür muhitlerinde yaşayan ve kendi
toplumları içinde bile farklı katmanlar oluşturan insanları tek bir kalıba
girmeye götürür; bu da ahlak ilkelerinin evrenselliğine leke çalmak anlamına
gelmektedir. Bu bağlamda, etik ilkelerin kıymetinin her devirde geçerli
olmasıyla birlikte, bu ilkelerin uygulanışının ve estetik formunun zamana ve
şartlara göre değişmesi gerekir zira ahlâk şekilden ziyade bir iç formasyondur,
insanın özünü şekillendirmeden dışta takılıp kalmak anlamsızdır.
Erol, insanı bütün
kâinatın zenbereğini özünde taşıyan en değerli varlık olarak telakkî
etmektedir. İnsanı en değerli varlık, eşref-i mahlûkât statüsüne yükselten,
insanın ruhu, duyguları ve değerleri ekseninde bir hayat sürdürebilme
faziletidir. Ahlâki
değerler ve mânevîyât
değil de maddiyât ve kişisel çıkarlar ekseninde yaşanan hayat, insanın cevheri
olan mânevî özünü yormaktadır. Modern hayatın hızlı akışı içinde, dünya ile
ilgili telaş ve meşguliyetlerinin artması da insan ruhunu yıpratmaktadır.
Dünyadaki karmaşa karşısında, kendi ve kendi dışındakilerle uyum içerisinde
hayatı sürdürebilmek, kendilik bilincinin tezâhürüdür.
Erol’a göre kişiliği
olgunlaştırma ve geliştirme noktasında ise karşımıza din olgusu çıkmaktadır.
Din insan benliğini inşa etmektedir zira iman, insanın kendinden üstün, aşkın
bir varlığa tâbî olup, yeni bir şekil alışıdır. İnsan davranışları, imanının
değer ölçütüdür, dindar insanın vasıfları imanını yansıtan bir ayna
niteliğindedir. Kurallar, ilkeler pratiğe dökülmediği ve teoriler hayata
aktarılmadığı sürece anlam kaybına uğramakta, düşünce planında üretilenlerin
uygulamaya geçirilebildiğinde kıymetlenmektedir. Bu noktada kişinin imanının
değeri onun düşünce ve davranışlarına yansımasıyla ifade edilebilmektedir. Dine
bağlanma ve inanma varoluşun bütün boyutlarına akseder, insanın aşkın âlemle
kurduğu ilişki, bir ahlak kişisi olarak insanın hâdiseleri nasıl
yorumlayacağına işaret eder.
Safiye Erol, bir
milletin sahip olduğu değerleri, köklerinden gelen enerji ve hayat usareleri
olarak nitelendirmekte; din eğitiminin bireyin ve toplumun erdeme ulaşmasında
vazgeçilemez bir unsur olduğunu düşünmektedir. Ahlak eğitiminde, dînin ve din
eğitiminin yadsınamaz payı vardır, ahlak ve değer eğitimi, din eğitiminin bir
meyvesi gibidir. Meyvenin daldan, dalın ise ağaçtan ayrı tutulamayacağından
hareketle, Erol’un din eğitimini, ahlak ve değer eğitimi olarak yorumladığı
çıkarımına ulaşmaktayız. Safiye Erol, din eğitimini, dînî bilgilerin
öğretiminden çok, dînî argümanları kullanarak insanı şekillendiren bir kimlik
eğitimi olarak görmektedir.
Erol, ruh sağlığının
korunması noktasında yeni dönemin şartları ve ihtiyaçlarını göz önüne alan,
işlevsel öneriler ve yöntemler sunan, modern devrin dinamiklerine göre yeniden
şekillenmiş bir din ve değerler eğitimi sistemi oluşturulmasının zorunlu
olduğunu düşünmektedir. Kişiliği olgunlaştırma sürecinde, kültürel mirasın
desteği de ehemmiyet arz etmektedir. Kültürel mirasımızdan, gençliğin model
alabilecekleri örnekleri sunmak, bu örnekleri onlara tanıtmak, başka bir ifade
ile bu örneklerle gençlik arasında ülfet peyda ettirmek gerekmektedir.
Yeni nesillere
kültürel mirası aktarma ve değerler eğitimindeki mühim vazifenin aslî
sorumluluğunu taşıyan sistemin din eğitimi olduğu görüşünü taşımaktayız.
Günümüzde gerek altyapı ve kurumsallaşma, gerekse çalışma alanı olarak değerler
eğitimine katkı sağlayacak en önemli hatta tek disiplin din eğitimidir.
Erol’un düşünce,
tespit ve önerileri, geleceğimiz için mânevî güç niteliğindeki kültürel
mirasımızı yeni nesle tanıtmada ve bu mirasın içselleştirilmesinde
faydalanılması gereken bir hazine, başlı başına kültürel bir mirastır. Bu
bağlamda, tezimize konu edindiğimiz Erol’un değerler ve din eğitimi hakkındaki
görüşleri günümüzün eğitim ve kültür meselelerine ve yol gösterebilecek
mahiyettedir. Zevkle ve heyecanla yürüttüğümüz ve alanımıza fayda sağlayacağını
düşündüğümüz bu çalışmanın Safiye Erol’un fikrî cephesi ile ilgili daha yetkin
araştırmalara vesile olmasını diliyoruz.
EKLER
Safiye Erol, Gençlik Dönemi
Safiye Erol,
Annesi Emine İkbâl Hanım’la birlikte
Safiye Erol, Almanya’daki doktora
çalışması sırasında hocalarıyla beraber
Safiye Erol
(Ayaktakiler) Nihad Sâmi Banarlı ve
Nezihe Araz
(Soldan itibaren
oturanlar) Sofi Huri, Sâmiha Ayverdi, Safiye Erol, her hafta
gerçekleştirdikleri ilmî toplantılardan birinde.
Safiye Erol’un
Karacaahmet Mezarlığı 1. Ada’daki Kabri
Safiye Erol’un Türk matbuatında neşredilen ilk
yazısı
Millî Mecmua, nr. 77, Kânunısanî/Ocak 1927, s.
1241-1242
Safiye Erol’un,
01.05.1957 tarihli Havâdis Gazetesinde
“İsranbul Sohbetleri” köşesindeki yazısı
———
SON HAVADİS
ngeyi
Bir mise.
dal-
■
n da-
♦<inl ona
m:
İD O'
I
n Oa-
ııı ey-
MtU-
kellU
ı en aln I mİ?
ben* M*M bono-
MMM
□
10
ki bu bü ' kandaşlar t*a kadar yüzde
35 tant>ul Be
Devletle
Saadetle!
ablndranat
misafirleri
bastıkları yer artık seçili sun., diye bağlar, son be bizim
"gün bugün., saat at. dem bu dem., düatur hatırlatan bir makamdan
müsaade alarak selamlık dairesinden
ziyarete başladım. Ne diyeyim bilmem ki. Anlayışlı okuyucum mazur görsün,
yazımın bu noktasındaki mukadder bir gedik açılacak Bina ile aramızda olan
alış veriş değil dile, hat-
ler, çömlekler yaı mış Buna bakıl
hanım gülyağını üne getirdiği evli yapıyordu. Ev son
yln
Ekrem Beye geçmiş
e, Türk edebiyatının
nüm eder "Baz man geçmişi gr
dakikanın ahenk:
Şairin adaline
edilemez,
ma yoluna altı İlk ışığında gö
mez vardı.
ık ya:
tl
BüyC
tim. Mel
Gözüm «c
m ak üzere ola mutun Bellmly
hntıları. Bulla yapısı bahçeli <
sızıl
an
kleı
şeyleri bir ebe<
artık her gördükler tepeden bakıp
“Rai lah.. diyebilmişler.
yayvan yapılı eski ahşap binaya
tutulmuştum Bükün
yarın
Safiye EROL
rünün
rjdlr.
rclha
1UQ
Ekrem
ya al
Ha
Bir
klta
ik
mabeyin
şimdi hâli ıll1
«M F*brı- [Inln 7 *y LTl toplu i» un
kurulu
yok. ne yapsam de içini bir göre- bilsem diyordun. O
köhnelisi 1- çtnde alı y»r*bbl ne kadar canlı. hayatla dolup tasar gibiydi Her
önünden geçl»ımde »*nk merime bir kemend atılıyor «el! diye sesleniyordu, «el
«örUgelım. gei »eni sevdim, »en de bent w- yemin: ömrüm çok kıs*.
ma «el. »akın gecikme, eenl bek
liyorum.. Bu »eslerin hiçbirini kaçırmadım, beni kUı »açımdan kkh eteğimden
tutup çeken, ba- gen sırtımı okşayan manevi do kunşundan bir gün falla gafil ol
madun; eski ayin bacalarından talan gül »uyu. ıtır yaprağı ve samba* kokularına
karşı asla hoş bulunmadım- Ama bir türlü okutamadım ona. ha bugün, ha yarın
dedim Bir de gördüm kİ.
tında rindin
Başında
.indim:
ola dâim
maz örtüsü, belinde »ümrütlü yekutlu tokastle telkin »İtin
kadın, hani öylesi ki. insan yüzüne
dikkatli bakmaya cesaret edemez- Ellerinin güzelliği tarife gelmez, belki
dünyada misil
Ellerinin
«Örülmez Bana gülümsedi ve arkacında
kapısı açık duran bir küçük odayı işaret etti, "yavaş bas. çocukları
uyuttum., dedi.
Aradığımı bulmuş, özlediğimi
görmüştüm- Ama evin İçinde böyle bir hanım sultan, öte yan da efendi aksiliği
ve tiryakiliği birbirine uymadı. Çaresiz, semtte Oturan «ki ev sahiplerine huş
vurdum.
binanın
mümkün olduğu dım- Üçüncü Bu manın d a bu av»
kadar - çıkartan Selim za* gülyağcu Nur-
mekân Şeyh
ncnde-l
lUsandtdeal
Mehmet Emin.
Bugün yıkılan ve yarın yerin- <1*
kefaletli» rükggrı eösetlterek seltolık onblr od*h. bir “« dlv.nbenelKllr K«hk
»»yırın- d* kelleme rü«*r> gbsetllere* İstanbul manaara*!»» •“ uyg açıdan
alacak tertiple oturtulmuştur. Enıın bey g*m»nuı«* uçak ayvaz, aççı kayıkçı
bekçi, vekilharç allı yedi kişi erkek re ona göre de kadın personeli var mı,
Gerek Emin bey.
esi Zade ailesinde otorite erk te
iml». Bütün etrafı gül koku suna boğan Nurclh.n hanım 1» evinde çeyrek varlık
olarak de- fctl tam şahsiyeti İle oturmu».. Ve Saltanat sürmüs.
Safiye Erol’un, 02.12.1961 tarihli Son
Havâdis Gazetesinde
“Günün Yazısı” köşesindeki yazısı
Bas
ı •
detil ke
attan»
e görülür M
va-
tığ*
yolculuklarda oralarda cart hükümlere. ticari muamelât kaidelerine kendi özel
görüşüyle nüfuz etmiş bulunsa gerek ümmf olduğu için herhangi bir
mecelleyi
okuyup ileride vazedeceği dini hükümler ıçın fikir almış
olması düşünülemez- Fakat bu seyahatlar. vahye dayanan kanunlar hariç,
takdire da
yanan kanunlar#
elbette U?ır edecekti. İslâm hukukunun hâzinesi, insan hayatının her cephesini
ilgilendiren emirleri ile
Kta kabile
adlı, hacmi küçük, muhtevası büyük kitap hakk ta kavda
değer cihet şudur ki. broşür yurdumuzu
ı kaik'isnız hanefî mezhepli olmak
nedir bilmem etli cevap verecek bir tek kişi çıkar mı ?
Ol yerinde pek faydaU net hısmeu
gormho bu- muhterem Profesörün, incelemesini gazete le. kitap
okuyucusun- geniz bir topluma öz nuymum-
ukukuııa fıkıh deril ilkti herhangi oir
«*• i dikkat ve «kİ kur n derin inceledikten •P ılım haline getir- islim
hukuçuları-
detürdi, şeriat hQ- uı Be uebıt eden urlar- Fakat ko-
arettlği metod İla lar ve muamelât irerek sağlam hm akidesi yük-
m «bü Hatufe- fiin Mittin dün- mı» yarman a- innetın büyük aoife
mezhe- •üm müelli-
kerim tutar, br olgunla- eçilir Oku-
•k iat olan "«i hiçbir ?^e tesa- ,(ti
kanun
• yetişen
•) cocuk-
Çâ^mda
Umman : n* vap- ।
Kuran-ı Kerim olmakla her a- her begenildıgı için ipka edilmiş
lokal gelenekler dd İslâm hukukunda belli başlı birer kay bak sayılabilir- Ası]
düşünülecek cihet şuydu: İlerideki ge- üşme sonucu ortaya çıkacak
yeni meselelerde nasıl karar ^r^l Ejr
hadls tabını nJh ^ ^^ berimiz, Cehel
,Mua21 “*■* yerde bir
SELd^^^611 ««a h? k
dâvaJarda hangi usulle
yoksa ,°rada bir i^et
^n Örnek ahnm^0 S'lnnetJn-
»nazsam kena ’ °nu da bll’a- ade-
tejrH devir z
Mmanı
«vır sayıımak]a
harıın gerçek İlk" ^j®' ona takaddüm
c«Ier vardı, ff nişlik. teferruj özellik bakımn
Kbû Hanff
Safiye Erol’un,
31.05.1963 tarihli Yeni İstanbul Gazetesinde yayımlanan vefatından
önceki son gazete yazısı
Tarık Buğra’nın
Safiye Erol’un vefatının ardından kaleme aldığı yazı
Yeni İstanbul
Gazetesi, 4 Ekim 1964
Emel Esin’in Safiye Erol’un vefatının
ardından kaleme aldığı yazı
Yeni İstanbul Gazetesi, 7 Ekim 1964
Açıkgenç, Alparslan.
“Küreselleşmenin ve Değerlerin Felsefi Temelleri”, Felsefe Dünyası, 2005/1,
sayı 4
Açıkgöz, Halil.
“Safiye Erol’un Yazı Dünyası”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Ekim 2001
Akbaş, Oktay. Türk
Milli Eğitim Sisteminin Duyuşsal Amaçlarının İlköğretim II. Kademedeki
Gerçekleşme Derecesinin Değerlendirilmesi, Basılmamış Doktora tezi, Ankara,
2004
Araz, Nezihe. “Safiye
Erol’un Ardından”, Düşünen Adam, Sayı: 5, 9 Ekim 1964
Arslanoğlu, İbrahim.
“Türk Değerleri Üzerine Bir Değerlendirme”, Felsefe Dünyası, 2005/1,
sayı 41
Aydın, Ayhan. Gelisim
ve Öğrenme Psikolojisi, İstanbul: Alfa Yay, 2003
Aydın, Mehmet Zeki. “Okulda Çalışan
Herkesin Görevi Olarak Değerler Eğitimi”, www.mehmetzekiaydin.com
Ayhan, Halis. Din
Eğitimi ve Öğretimi, İstanbul: İFAV Yay., 1997,
Ayhan, Halis. Türkiye’de
Din Eğitimi, İstanbul: İFAV Yayınları, 1999
Ayverdi, Sâmiha ve
Safiye Erol- Nezihe Araz- Sofi Huri, Ken’an Rifâi ve Yirminci
Asrın Işığında
Müslümanlık, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2009
Ayverdi, Sâmiha. Âbide
Şahsiyetler, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 1976
Ayverdi, Sâmiha. Bağbozumu,
İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2005
Bay, Fatma Özlem. Safiye
Erol Üzerine Bir İnceleme, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2008
Bayraklı, Bayraktar. İslam’da
Eğitim, İstanbul: M. Ü. İlahiyat Fakültesi Yay. İstanbul: 1983
Bilgin, Beyza, Eğitim
Bilimi ve Din Eğitimi, Ankara: A.Ü. İ.F. Yay., 1988
Bilgin, Beyza. “Din
Eğitiminin Genel Eğitimdeki Yeri”, A. Ü. İ. F. Dergisi, XXIV, 1981
Bilgiseven, Âmiran
Kurtkan. Türk Milletinin Mânevî Değerleri, İstanbul: M.E.B Yay., 1977
Bingöl, Abdülkuddüs.
“Değerler ve Medya”, Felsefe Dünyası, 2005/1, sayı 4
Bolay, Süleyman
Hayri. “Aşkın Değerler Buhranı”, Değerler ve Eğitimi, Ed. Recep
Kaymakcan, Seyfi Kenan, Hayati Hökelekli, Şeyma Arslan ve Mahmut Zengin
İstanbul: Dem Yayınları. 2007
Buğra, Tarık. “Safiye Erol
Hanımefendi’yi Kaybettik”, Yeni İstanbul, 4 Ekim 1964
Cebeci, Suat. Din Eğitimi Bilimi ve
Türkiye’de Din Eğitimi, Ankara: Akçağ Yay., 1996
Cebeci, Suat. “Din Öğretimi Yöntemleri”,
Etkili Din Öğretimi, İstanbul: TİDEF Yayınları, 2010
Cevizci, Ahmet. Felsefe
Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Paradigma Yay., 2000
Cramer, J. F. ve G.
S. Browne, Çağdaş Eğitim, çev: Ferhan Oğuzkan, İstanbul, 1974
Cüceloğlu, Doğan. Anlamlı
ve Coşkulu Bir Yasam İçin Savaşçı, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2001
Çamdibi, Mahmut. Din
Eğitiminde İnsan ve Hayat, İstanbul: Çamlıca Yayınları, 2003
Çavdar, Murat. İlköğretim
Öğretmenlerinin Bireysel Değerlerinin Çok Boyutlu İncelenmesi, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2009
Devellioğlu, Ferit. Osmanlıca-Türkçe
Ansiklopedik Lûgat, Ankara, 2003
Dodurgalı,
Abdurrahman. Ailede Çocuğun Din Eğitimi, İstanbul: MÜİF Yay., 1998
Erhun, Halil. 7-12
Yaş Çocuklarda Paylaşma ve Yardımlaşma Değerlerlerinin Hadisler Işığında
Öğretimi, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2010
Erol, Safiye. Ciğerdelen, İstanbul:
Kubbealtı Neşriyâtı, 2009
Erol, Safiye. Çölde Biten Rahmet
Ağacı, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2009
Erol, Safiye. Dineyri Papazı, İstanbul:
Kubbealtı Neşriyâtı, 2009
Erol, Safiye. Kadıköyü’nün Romanı, İstanbul:
Kubbealtı Neşriyâtı, 2007
Erol, Safiye. Leylâk Mevsimi, İstanbul:
Kubbealtı Neşriyâtı, 2010
Erol, Safiye. Makaleler, Yayına
Haz.: Halil Açıkgöz, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2002
Erol, Safiye. Ülker Fırtınası, İstanbul:
Kubbealtı Neşriyâtı, 2006
Esin, Emel. “Sâfî’nin Ölümü”, Yeni
İstanbul, 7 Ekim 1964
Eyüboğlu, İsmet Zeki. Türk Dilinin
Etimoloji Sözlüğü, İstanbul 1998
Gülçür, Musa Kazım. Kur’an’da
Karakter Eğitimi, İzmir: Işık Yay., 1994
Güngör, Erol. Değerler Psikolojisi
Üzerine Araştırmalar, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2000
İdriz, Enes. Üsküpte Yaşayan Müslüman
Toplulukların Değerler Dünyası Üzerine Sosyolojik Bir Değerlendirme,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Bursa, 2007
İnam, Ahmet. “Değerlerin Değmesi”, Felsefe
Dünyası, 2005/1, sayı 41
Kaya,
Vural. Cahit Zarifoğlu’nun Çocuk Kitaplarında Temel Değerler, Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2007
Kayadibi, Fahri. Din Eğitimi
Dersleri, İstanbul:İ.Ü.İ.F. Yay., , 2006
Korlaelçi, Murtaza. “Küreselleşme
Karşısında Manevî Değerlerimiz”, Felsefe Dünyası, 2005/1, sayı 41
Kuçuradi, İonna. İnsan ve Değerleri, İstanbul:
Yankı Yay., 1971
Küçükkalp, Emine.
“Ahlâki Yargı Gelişimi ve Dindarlık Arasındaki İlişki” Gençlik Din ve Degerler
Psikolojisi, Ed.; Hayati Hökelekli, İstanherbul: Dem Yay., 2006
Marshall, Gordon. Sosyoloji
Sözlüğü, Çev: Osman Akınhay ve Derya Kömürcü, Ankara: Bilim ve Sanat Yay.,
1999
Mehmedoğlu, Yurdagül.
Okul Öncesi Çocuklarda Dînî Duygunun Gelişimi ve Eğitimi, Ankara: TDV
Yay., 2005,
Mehmedoğlu, Yurdagül.
“Evrenselleşebilirlik ve Ahlak”, Küreselleşme Ahlâk ve Değerler, Ed.
Yurdagül Mehmedoğlu- Ali Ulvi Mehmedoğlu, İstanbul: Litera Yay., 2006
Mehmedoğlu, Yurdagül.
Erişkin Bireyin Kendilik Bilinci, Dem Yay., İstanbul: 2005
Mengüşoğlu,
Takiyettin. Felsefeye Giriş, İstanbul: İ.Ü Edebiyat Fak. Yay., 1983
Öner, Necati. Felsefe
Yolunda Düşünceler, M.E.B. Yay., 1995
Özensel, Ertan.
“Sosyolojik Bir Olgu Olarak Değer”, Değerler Eğitim Dergisi, c. 1,
sayı:3, İstanbul, 2003
Öztürk, Muhsin. “Bir
Balkan Romanı”, Aksiyon Dergisi, 17 Kasım 2001
Pelister, Ayşe Özge. Safiye
Erol’un Romanlarında Sosyal Hayat, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul,
2007
Poyraz, Hakan.
“Ahlâkın Dikotomisi İç Ahlâk/Dış Ahlâk”, Küreselleşme Ahlâk ve Değerler, Ed.
Yurdagül Mehmedoğlu- Ali Ulvi Mehmedoğlu, İstanbul: Litera Yay., 2006
Poyraz, Hakan.
“Değerlerin Kuruluşu ve Yapısı” Değerler ve Eğitimi, Ed. Recep
Kaymakcan, Seyfi Kenan, Hayati Hökelekli, Şeyma Arslan ve Mahmut Zengin
İstanbul: Dem Yayınları. 2007
Püsküllüoğlu, Ali. Türkçe
Sözlük, İstanbul, 1995
Robbins, Anthony. Sınırsız
Güç, Çev. Mehmet Değirmenci, İstanbul: İnkılap Kitapevi Yayını, 1992
Savcan, Yasemin
(Sürmeli). Safiye Erol’un Romanları Üzerine Bir İnceleme, Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir, 2005
Şen, Ülker. Milli
Eğitim Bakanlığının 2005 Yılında Tavsiye Ettiği 100 Temel Eser Yoluyla Türkçe
Eğitiminde Değerler Öğretimi Üzerine Bir Araştırma, Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi, Ankara, 2007
Şişman, Mehmet. Eğitim
Bilimlerine Giriş, Ankara: Pegem Akademi Yayıncılık, 2009
T.D.V. Diyanet
İlmihali, Ankara, T.D.V Yayınları, 2006, c. 1
TDK. Türkçe
Sözlük, Ankara, 1998
Timuçin, Afşar
.‘’Değer Nedir?’’, Felsefe Dünyası, 2005/1, sayı 4
Toku, Neşet.
“Değerlerin Dilemması”, , Bilgi Ve Değer, Ed. Sahabettin Yalçın, Ankara:
Vadi Yay. 2002
Tozlu, Necmettin ve
Cem Topsakal “Avrupa Birliğine Uyum Çerçevesinde Değerler Eğitimi.” Değerler
ve Eğitimi, Ed. Recep Kaymakcan, Seyfi Kenan, Hayati Hökelekli, Şeyma
Arslan ve Mahmut Zengin İstanbul: Dem Yayınları. 2007
Uğurcan, Sema.
‘’Safiye Erol’un Makaleleri’’, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Nisan 2002
Ural, Şafak. “Ritm,
Ritüel ve Değerler”, Felsefe Dünyası, 2005/1, sayı 41
Uysal, Enver. “Değerler
Üzerine Bazı Düşünceler Ve Bir Erdem Tasnifi Denemesi: İnsanî Erdemler İslamî
Erdemler”, U.Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, c.12, Sayı: 1, Bursa, 2002
Ülken, Hilmi Ziya , Eğitim
Felsefesi, İstanbul:Ülken Yay., 2001
Ülken, Hilmi Ziya. Bilgi
ve Değer, İstanbul: Ülken Yayınları, 2001
Yardım, Mehmet Nuri. Safiye
Erol Kitabı, İstanbul: Benseno Yayınları, 2003
Yavuz, Kerim, Eğitim Psikolojisi, Kayseri:
Erciyes Üniversitesi Yay:24, 1991
Yavuz, Kerim. Günümüzde Din Eğitimi, Çukurova
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yayınları:1, Adana 1988
Yeşilyaprak, Binnur, Eğitimde
Rehberlik Hizmetleri, Ankara: Nobel Yay., 2005,
Yeşim, Nâzan. ‘’Kadın Kadına’’, Milliyet
Pazar İlavesi, 18 Ekim 1964
Yetiş, Kâzım. “Safiye Erol’un Üslûbu”, Kubbealtı
Akademi Mecmuası, Nisan 2002
Yılmaz, Özlem ve Ulaş Yıldız, “İslâm’da
Tarikatlar”, Sabah Gazetesi, 9 Ekim, 2005
48 Abdurrahman Dodurgalı, Ailede
Çocuğun Din Eğitimi, s. 20
89 Doğan Cüceloğlu, Anlamlı ve
Coşkulu Bir Yasam İçin Savaşçı, İstanbul:Remzi Kitabevi, 2001, s. 150.
223 Erol, s.507
306 Erol, s.220
323 Erol, s. 214
336 Erol, s.236
347 Erol, s.195
372 Erol, s.328
399 Erol, s.164
Erol, s.55
Erol, s.25
485 Erol, s.104
[3] Sâmiha Ayverdi, Âbide Şahsiyetler, Ankara: Kültür
Bakanlığı Yay., 1976, s. 200
[4] Ayverdi, Âbide Şahsiyetler..., s. 205
[5] Bu kısımdaki bilgiler için esas alınan kaynak: Mehmet Nuri
Yardım, Safiye Erol Kitabı, İstanbul: Benseno Yayınları, 2003
[6] Erol’un ailesi 1906 yılında İstanbul’a taşınmıştır.
[7] Erol, s.450-452
[8] Balkan Harbi, 8 Ekim 1912 - 30 Mayıs 1913 arasındaki dönemi
kapsamaktadır.
[9] Erol, s. 248-251
[10] Sâmiha Ayverdi, Bağbozumu, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı,
2005, s 92-93
[11] Nezihe Araz, ‘'Safiye Erol’un Ardından’’, Düşünen Adam,
9 Ekim 1964’ den aktaran Yardım, s.33
[12] Yazar hakkında en kapsamlı çalışmayı yapanlar arasında bulunan
Halil Açıkgöz, 2001 Ekim ayında yayınlanan Kubbealtı Akademi Mecmuası’ndaki
“Safiye Erol’un Yazı Dünyası” isimli yazısında bu metinlere ulaşamadığını
bildirmektedir.
[13] Nâzan Yeşim, ‘’Kadın Kadına’’, Milliyet Pazar İlavesi, 18
Ekim 1964’den aktaran Yardım, s. 42
[14] 1877 yılında doğan M. Nurettin Erol, 29 Eylül 1951 tarihinde,
yetmiş dört yaşında vefat etmiştir.
[15] Fatma Özlem Bay, Safiye Erol Üzerine Bir İnceleme, Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2008, s.12
[16] “1866 yılında Filibe’de dünyaya gelen Türk mutasavvıfı Kenan
Büyükaksoy, nam-ı diğer Kenan Rifâî, Rifâîliğin, Türkiye’deki en önemli
temsilcisidir. Kenan Rifâî, 1908 yılında Fatih’te açtığı tekke ile tarikatın
İstanbul’da özellikle kadınlar arasında yaygınlaşmasını sağladı. Kenan Rifâî,
1950 yılında vefat edinceye kadar şeyhlik yaptı. Galatasaray mezunu olan ve
şeyhlik icazetini Medine’de Şeyh Hazma Rifâî’den alan Kenan Rifâî, tarikat
uygulamasında İslâm ahlâkını modern şartlara göre yorumlayarak, dergâhların
birer kültür akademisi hâlinde gelişmesini amaç edindi. Tesettür konusundaki
esnekliğiyle ve kadınların toplumdan soyutlanmaması fikriyle geniş bir kadın
müritler topluluğuna ulaştı. Kenan Rifâî’nin, Tekke ve Zaviyelerin 1925 yılında
kapatılmasını tasvip ettiği biliniyor. O dönemde İstanbul’da olan dört yüzü
aşkın dergâhın hiçbirinin irfan müessesesi olmadığını açıkça belirtmesinden de,
neden tekke ve zaviyelerin kapatılmasını istediği anlaşılıyor. Kenan Rifâî,
devlet kanunlarına karşı çıkılmaması gerektiğini ise, ‘Biz ulü-l-emrin sözüne
uyarız. Oradan gelenin hak olduğunu biliriz.’ diyerek açıklıyor.” Özlem YILMAZ-
Ulaş YILDIZ, “İslâm’da Tarikatlar”, Sabah Gazetesi, 9 Ekim, 2005, s. 22.
[17] Ayverdi, Bağbozumu, s. 90
[18] Emel Esin, “Sâfî’nin Ölümü”, Yeni İstanbul, 7 Ekim 1964,
s. 2
[19] Tarık Bugra, “Safiye Erol Hanımefendi’yi Kaybettik”, Yeni
İstanbul, 4 Ekim 1964, s.3
[20] Araz, s. 156
[21] Ayşe Özge Pelister, Safiye Erol’un Romanlarında Sosyal Hayat, Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2007, s.
6
[22] Kandemir tarafından, Safiye Erol ile yapılan röportaj “Edebiyat
Âlemi” ismindeki haftalık gazetede 28 Temmuz 1949 tarihinden yayımlanmıştır.
[23] 1927-1928 yılları arasındaki dönemdir.
[24] Yazarın Mehmet Nuri Yardım tarafından neşredilen “Gel Seninle
Dertleşelim” isimli bir hikâyesi de Safiye Erol Kitabı’nda yer almıştır.
[25] Bay, s.14
[26] Yasemin (Sürmeli) Savcan, Safiye Erol’un Romanları Üzerine Bir
İnceleme, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir, 2005, s. 8
[27] Sâmiha Ayverdi ve diğerleri, Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın
Işığında Müslümanlık, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2009, s. 273
[28] Sâmiha Ayverdi ve diğerleri, s. 273
[29] Sâmiha Ayverdi ve diğerleri, s. 288
[30] Sâmiha Ayverdi ve diğerleri, s. 255
[31] Sâmiha Ayverdi ve diğerleri, s. 323
[32] Bu rakamlar, Açıkgöz’ün yayına hazırladığı “Makaleler” isimli
eser esas alınarak tespit edilmiştir.
[33]Erol’un gazete ve dergilerde yayımlanan yazıları, Halil Açıkgöz
tarafından yayına hazırlanarak “Makaleler” ismi ile kitap haline getirilmiştir.
İlk basımı 2002 yılında yapılan kitabın, üçüncü ve şu anki son baskısı 2009
yılında yapılmıştır.
[34] Sema Uğurcan, ‘’Safiye Erol’un Makaleleri’’, Kubbealtı Akademi
Mecmuası, Nisan 2002, s. 73
[35] Muhsin Öztürk, “Bir Balkan Romanı”, Aksiyon Dergisi, 17
Kasım 2001’den aktaran Yardım, s. 141
[36] Ayverdi, Âbide Şahsiyetler, s. 200
[37] Buğra, s.3
[38] Yardım, s. 192
[39] Halil Açıkgöz, “Safiye Erol’un Yazı Dünyası”, Kubbealtı
Akademi Mecmuası, Ekim 2001, s. 87
[40] Kâzım Yetiş, “Safiye Erol’un Üslûbu”, Kubbealtı Akademi
Mecmuası, Nisan 2002, s. 68-72
[41] Mehmet Şişman, Eğitim Bilimlerine Giriş, Ankara:Pegem
Akademi Yayıncılık, 2009, s. 7
[42] M. Satı’, Fenni Terbiye, İstanbul, 1327, s. 15’den aktaran
Mahmut Çamdibi, Din Eğitiminde İnsan ve Hayat, İstanbul: Çamlıca
Yayınları, 2003, s. 13
[43] Fahri Kayadibi, Eğitim Dersleri, İstanbul:İÜİF Yay., s. 3
[44] Suat Cebeci, Din Eğitimi Bilimi ve Türkiye’de Din Eğitimi, Ankara:
Akçağ Yay., 1996, s. 12
[45] T.D.V, Diyanet İlmihali, Ankara, T.D.V Yayınları, 2006, c.
1, s. 7
[46] T.D.V, s. 7
[47] Beyza Bilgin, Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi, Ankara: A.Ü.
İ.F. Yay., 1988, s. 22
[48] Halis Ayhan, Din Eğitimi ve Öğretimi, İstanbul:İFAV Yay., 1997,
s. 15
[49] Yurdagül Mehmedoğlu, Okul Öncesi Çocuklarda Dînî Duygunun
Gelişimi ve Eğitimi, Ankara: TDV Yay., 2005, s. 104
[50] Çamdibi, s. 87
[51] Cebeci, Din Eğitimi Bilimi..., s. 28
[52] Beyza Bilgin, “Din Eğitiminin Genel Eğitimdeki Yeri”, A.
Ü. İ. F. Dergisi, XXIV, 1981, s. 474.
[53] Binnur Yeşilyaprak, Eğitimde Rehberlik Hizmetleri, Ankara:
Nobel Yay., 2005, s. 2
[54] Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, İzmir: Işık
Yay., 1994, s. 72
[55] Kerim Yavuz, Eğitim Psikolojisi, Kayseri: Erciyes
Üniversitesi Yay:24, 1991, s. 1
[56] Bilgin, Eğitim Bilimi..., s. 27
[57] Hilmi Ziya Ülken, Eğitim Felsefesi,
İstanbul:Ülken Yay., 2001, s. 15
[58] Murtaza Korlaelçi, “Küreselleşme Karşısında Manevî Değerlerimiz”,
Felsefe Dünyası, 2005/1, sayı 41, s. 91
[59] İbrahim Arslanoğlu, “Türk Değerleri Üzerine Bir Değerlendirme”, Felsefe
Dünyası, s. 73
[60] Ülker Şen, Milli Eğitim Bakanlığının 2005 Yılında Tavsiye
Ettiği 100 Temel Eser Yoluyla Türkçe Eğitiminde Değerler Öğretimi Üzerine Bir
Araştırma, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2007, s. 4-5.
[61] Abdülkuddüs Bingöl, “Değerler ve Medya”, Felsefe Dünyası, s.
171
[62] İsmet Zeki Eyüboğlu, Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, İstanbul
1998
[63] TDK. Türkçe Sözlük, Ankara, 1983
[64] Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara,
2003
[65] Ali Püsküllüoğlu Türkçe Sözlük, İstanbul, 1995
[66]Enes İdriz, Üsküpte Yaşayan Müslüman Toplulukların Değerler
Dünyası Üzerine Sosyolojik Bir Değerlendirme, Basılmamış Yüksek Lisans
Tezi, Bursa, 2007, s. 11
[67] Değer kavramının tanımı ve kullanımları için bkz. Marshall, Sosyoloji
Sözlüğü, Çev: Osman Akınhay ve Derya Kömürcü, Ankara: Bilim ve Sanat Yay.,
1999, s. 133-135
[68] Ahmet Cevizci, Felsefe Terimleri Sözlüğü, İstanbul:
Paradigma Yay., 2000
[69] İdriz, s.11
[70] Enver Uysal, “Değerler Üzerine Bazı Düşünceler Ve Bir
Erdem Tasnifi Denemesi: İnsanî Erdemler İslamî Erdemler”, U.Ü. İlahiyat Fak.
Dergisi, c.12, Sayı: 1, Bursa, 2002, s. 1’den aktaran Enes İdriz, Üsküpte
Yaşayan..., s.12
[71] Hilmi Ziya Ülken, Bilgi ve Değer, İstanbul:Ülken
Yayınları, 2001, s. 216-218
[72] Ahmet İnam, “Değerlerin Değmesi”, Felsefe Dünyası, s.
178-180
[73] Şafak Ural, “Ritm, Ritüel ve Değerler”, Felsefe Dünyası, s.
124
[74] İonna Kuçuradi, İnsan ve Değerleri, İstanbul:Yankı Yay.,
1971, s. 56-58
[75] Anthony Robbins, Sınırsız Güç, Çev. Mehmet Değirmenci,
İstanbul,:İnkılap Kitapevi Yayını, 1992, s. 87
[76] Erol Güngör, Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar,
İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2000, s. 75
[77] Emine Küçükkalp, “Ahlâki Yargı Gelişimi ve Dindarlık Arasındaki
İlişki” Gençlik Din ve Degerler Psikolojisi, Ed.; Hayati Hökelekli,
İstabul: Dem Yay., 2006, s. 458
[78] Hakan Poyraz “Değerlerin Kuruluşu ve Yapısı” Değerler ve
Eğitimi, ed. Recep Kaymakcan, Seyfi Kenan, Hayati Hökelekli, Şeyma Arslan
ve Mahmut Zengin İstanbul: Dem Yayınları. 2007, 81- 89.; Necmettin TOZLU, Cem
Topsakal “Avrupa Birliğine Uyum Çerçevesinde Değerler Eğitimi.” Değerler ve
Eğitimi, s. 177-203.
[79] Hakan Poyraz, “Ahlâkın Dikotomisi İç Ahlâk/Dış Ahlâk”, Küreselleşme
Ahlâk ve Değerler, ed. Yurdagül
Mehmedoğlu- Ali Ulvi Mehmedoğlu,
İstanbul:Litera Yay., 2006, s. 173
[80] Yurdagül Mehmedoğlu, Erişkin Bireyin Kendilik Bilinci, Dem
Yay.,İstanbul 2005, s.17.
[81] Kuçuradi,, s. 13
[82] Korlaelçi, s. 99
[83] Kur’an-ı Kerim, 5/Maide 32
[84] Necati Öner, Felsefe Yolunda Düşünceler, M.E.B. Yay.,
1995, s 194
[85] Öner, s. 200
[86] Alparslan Açıkgenç, “Küreselleşmenin ve Değerlerin Felsefi
Temelleri”, Felsefe Dünyası, s. 45
[87] Vural Kaya, Cahit Zarifoğlu’nun Çocuk Kitaplarında Temel
Değerler, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2007, s. 37
[88] Korlaelçi, s. 100
[89] Süleyman Hayri Bolay, “Aşkın Değerler Buhranı”, Değerler ve
Eğitimi, s. 60-64
[90] Kaya, s. 37
[91] Robbins, s. 87
[92] Necmettin Tozlu ve Cem Topsakal, “Avrupa Birliğine Uyum
Çerçevesinde Değerler Eğitimi.” Değerler ve Eğitimi, s. 179-180
[93] Korlaelçi, s. 98
[94] Halil Erhun, 7-12 Yaş Çocuklarda Paylaşma ve Yardımlaşma
Değerlerlerinin Hadisler Işığında Öğretimi,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2010,
s. 51
[95] Ertan Özensel, “Sosyolojik Bir Olgu Olarak Değer”, Değerler
Eğitim Dergisi, c. 1, sayı:3, İstanbul, 2003, s. 217-239
[96] Oktay Akbas, Türk Milli Eğitim Sisteminin Duyuşsal Amaçlarının
İlköğretim II. Kademedeki Gerçekleşme
Derecesinin Değerlendirilmesi, Basılmamış
Doktora tezi, Ankara, 2004, s. 45
[97] Ayhan Aydın, Gelisim ve Öğrenme Psikolojisi, İstanbul:Alfa
Yay, 2003, s. 122
[98] Neşet Toku, “Değerlerin Dilemması”, , Bilgi Ve Değer, Ed.
Sahabettin Yalçın, Ankara: Vadi Yay. 2002, s. 101-102.
[99] Erhun, s. 51
[100] Güngör, Değerler Psikolojisi..., s. 84; Uysal, s. 2.
[101] Güngör, Değerler Psikolojisi..., s. 76
[102] Kaya, s. 40
[103] Bayraktar Bayraklı, İslam’da Eğitim, İstanbul: M. Ü.
İlahiyat Fakültesi Yay., s. 34
[104] Afşar Timuçin, ‘’Değer Nedir?’’, Felsefe Dünyası, s. 12
[105] Bayraklı, s. 36
[106] Korlaelçi, s. 94
[107] Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, İstanbul: İ.Ü
Edebiyat Fak. Yay., 1983, s. 280
[108] Korlaelçi, s. 94
[109] Güngör, Erol, Değerler Psikolojisi..., s.84
[110] Theodore Kaltsounis,. “Teaching Social Studies in the
Elementary School”, New Jersey: Prentice-Hall, 1987, s.101’den aktaran
Erhun, , s. 56
[111] Erhun, s. 59
[112] Murat Çavdar, İlköğretim Öğretmenlerinin Bireysel Değerlerinin
Çok Boyutlu İncelenmesi, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2009, s.
35.
[113] Ülken, Bilgi ve Değer , s.360
[114] Âmiran Kurtkan Bilgiseven, Türk Milletinin Mânevî Değerleri,
İstanbul: M.E.B Yay., 1977, s. 7.
[115] Uysal, s. 53-54.
[116] TDK, Türkçe Sözlük, c. 2
[117] Victor Pauchet’ten aktaran Erol, s. 159
[118] Açıkgenç, s. 45
[119]Mehmet Zeki Aydın, “Okulda Çalışan Herkesin Görevi Olarak Değerler
Eğitimi”, www.mehmetzekiaydin.com, s.5
[120] Çamdibi, s. 92
[121] Âl-i İmran Sûresi 19. ayet
[122] Babanzade, 1995, s. 18’den aktaran Poyraz, s. 183
[123] Poyraz, “Ahlâkın Dikotomisi İç Ahlâk/Dış Ahlâk”, s. 183
[124] Safiye Erol, Makaleler, Yayına Haz.: Halil Açıkgöz,
İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2002, s. 79
[125] Halis Ayhan, Türkiye’de Din Eğitimi, İstanbul: İFAV
Yayınları, 1999, s. XIV
[126]J. F. Cramer ve G. S. Browne, Çağdaş Eğitim, çev: Ferhan
Oğuzkan, İstanbul, 1974, s. 10’dan aktaran Ayhan, s. XIV
[127] Aydın, s.5
[128] Yurdagül Mehmedoğlu, “Evrenselleşebilirlik ve Ahlak”, Küreselleşme
Ahlâk ve Değerler. , s.
159
[129] Mehmedoğlu, “Evrenselleşebilirlik ve Ahlak”, s. 163
[130] Erol, s. 198
[131] Kerim Yavuz, Günümüzde Din Eğitimi, Çukurova Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Yayınları:1, Adana 1988, s. 52
[132] Erol, s. 527
[133] Ayverdi ve diğerleri, s. 290-291
[134] Erol, s. 75
[135] Erol, s. 80
[136] Erol, s. 80
[137] Erol, s. 80
[138] Erol, s. 160
[139] Erol, s. 379-380
[140] Erol, s. 74-75
[141] Ayverdi ve diğerleri, s. 299-300
[142] Ayverdi ve diğerleri, s. 275
[143] Ayverdi ve diğerleri, s. 305
[144] Ayverdi ve diğerleri, s. 305-306
[145] Ayverdi ve diğerleri, s. 306-307
[146] Ayverdi ve diğerleri, s. 307
[147] Ayverdi ve diğerleri, s. 304-305
[148] Erol, s. 340
[149] Erol, s. 341
[150] Suat Cebeci, “Din Öğretimi Yöntemleri”, Etkili Din Öğretimi, İstanbul:TİDEF
Yayınları, 2010, s. 324
[151] Ayverdi ve diğerleri, s. 277
[152] Erol, s. 267
[153] Ayverdi ve diğerleri, s. 277
[154] Erol, s. 80-81
[155] Erol, s. 81
[156] Erol, s. 379
[157] Ayverdi ve diğerleri, s. 281
[158] Erol, s. 159
[159] Ayverdi ve diğerleri, s. 277
[160] Ayverdi ve diğerleri, s. 289
[161] Ayverdi ve diğerleri, s. 289
[162] Ayverdi ve diğerleri, s. 290
[163] Ayverdi ve diğerleri, s. 294
[164] Cebeci, , “Din Öğretimi Yöntemleri”.. , s. 320
[165] Ayverdi ve diğerleri, s. 283
[166] Ayverdi ve diğerleri, s. 277
[167] Ayverdi ve diğerleri, s.274
[168] Ayverdi ve diğerleri, s.303
[169] Ayverdi ve diğerleri, s.290
[170] Erol, s.416-417
[171] Erol, s.416-417
[172] Safiye Erol’un nasihat verme tarzındaki tavrı özellikle ahlâka
değindiği yazılarında genel bir üslûp özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu
noktada yazarın tecrübelere verdiği kıymetin etkisi büyüktür.
[173] Erol, s.471
[174] Erol, s.472
[175] Ayverdi ve diğerleri, s. 318
[176] Erol, s.485
[177] Erol, s.38
[178] Erol, s.91-92
[179] Erol, s.106-107
[180] Erol, s.230
[181] Erol, s.538
[182] Erol, s.141
[183] Erol, s.468
[184] Erol, s.338
[185] Erol, s.125
[186] Erol, s.206
[187] Erol, s.249
[188] Erol, s.485
[189] Erol, s.250
[190] Ayverdi ve diğerleri, s.. 263
[191] Erol, s.35-36
[192] Ayverdi ve diğerleri, s. 310
[193]Ayverdi ve diğerleri, s.. 308-309
[194] Ayverdi ve diğerleri, s. 307
[195] Erol, s.276
[196] Erol, s.81
[197] Erol, s.488
[198] Erol, s.270
[199] Erol, s.169
[200] Erol, s.157
[201] Erol, s.208
[202] Erol, s.156
[203] Erol, s.169
[204] Ayverdi ve diğerleri, s.. 311
[205] Ayverdi ve diğerleri, s.. 311
[206] Ayverdi ve diğerleri, s.. 311
[207] Ayverdi ve diğerleri, s.. 317
[208] Erol, s.281
[209] Erol, s.122
[210] Erol, s.169
[211] Yazarın bu makaleyi kaleme aldığı dönem 1961 askerî darbesi
sonrası, Başbakan Adnan Menderes’in Yassıada ceza evinde bulunduğu dönem olması
itibariyle siyâsi açıdan çalkantılı bir dönemdir.
[212] Erol, s.169
[213] Erol, s.203
[214] Erol, s.493
[215] Erol, s.232
[216] Erol, s.496
[217] Erol, s.345
[218] Erol, s.449
[219] Erol, s.131
[220] Erol, s.46
[221] Erol, s.43
[222] Erol, s.124-125
[223] Ayverdi ve diğerleri, s.297
[224] Ayverdi ve diğerleri, s.298-299
[225] Ayverdi ve diğerleri, s.297
[226] Ayverdi ve diğerleri, s.296-297
[227] Ayverdi ve diğerleri, s.307-308
[228] Erol, s.159
[229] Ayverdi ve diğerleri, s.297
[230] Erol, s.375
[231] Erol, s.416
[232] Erol, s.417
[233] Erol, s.429
[234] Erol, s.476
[235] Erol, s.94
[236] Erol, s.160
[237] Erol, s.259
[238] Erol, s.166
[239] Ayverdi ve diğerleri, s.297-298
[240] Erol, s.166
[241] Ayverdi ve diğerleri, s.300
[242] Ayverdi ve diğerleri, s.310
[243] Erol, s.188
[244] Ayverdi ve diğerleri, s.299
[245] Ayverdi ve diğerleri, s.299
[246] Erol, s.265-266
[247] Erol, s.266
[248] Erol, s.266
[249] Ayverdi ve diğerleri, s.300-301
[250] Ayverdi ve diğerleri, s.301
[251] Bakara sûresi, 4. Ayet: “Ve âhiret gününe de kesinkes inanırlar.”
[252] Ayverdi ve diğerleri, s.301-302
[253]“ İyiliği emredip, kötülükten men etme”
[254] Ayverdi ve diğerleri, s.302
[255] Erol, s.525
[256] Erol, s.100
[257] Erol, s.100-101
[258] Erol, s.102
[259] Erol, s.319
[260] Erol, s.526
[261] Erol, s.318
[262] Erol, s.103-104
[263] Erol, s.514
[264] Erol, s.104-105
[265] Erol, s.513
[266] Erol, s.322-323
[267] Erol, s.105
[268] Erol, s.330
[269] Erol, s.370-371
[270] Ayverdi ve diğerleri, s.256
[271] Ayverdi ve diğerleri, s.265
[272] Ayverdi ve diğerleri, s.266
[273] Ayverdi ve diğerleri, s.266
[274] Ayverdi ve diğerleri, s.267
[275] Ayverdi ve diğerleri, s.268
[276] Ayverdi ve diğerleri, s.271
[277] Ayverdi ve diğerleri,s.272
[278] Ayverdi ve diğerleri,s.279
[279] Ayverdi ve diğerleri, s.279
[280] Ayverdi ve diğerleri, s.280
[281] Ayverdi ve diğerleri, s.280
[282] Ayverdi ve diğerleri, s.260
[283] Ayverdi ve diğerleri, s.259
[284] Ayverdi ve diğerleri, s.264
[285] Ayverdi ve diğerleri, s.257-258
[286] Ayverdi ve diğerleri, s.258
[287] Ayverdi ve diğerleri, s.319
[288] Ayverdi ve diğerleri, s.323
[289] Ayverdi ve diğerleri, s.320
[290] Ayverdi ve diğerleri, s.321
[291] Ayverdi ve diğerleri, s.321
[292] Ayverdi ve diğerleri, s.322
[293] Ayverdi ve diğerleri, s.319-320
[294] Erol, s.478
[295] Ayverdi ve diğerleri, s.256
[296] Ayverdi ve diğerleri, s.279
[297] Ayverdi ve diğerleri, s.279
[298] Ayverdi ve diğerleri, s.257
[299] Erol, s.221
[300] Erol, s.486
[301] Erol, s.221
[302] Erol, s.219
[307] Ayverdi ve diğerleri, s.314
[308] Erol, s.518
[309] Ayverdi ve diğerleri, s. 260
[310] Erol, s. 476-477
[311] Erol, s. 477
[312] Ayverdi ve diğerleri, s. 284
[313] Ayverdi ve diğerleri, s. 284
[314] Ayverdi ve diğerleri, s. 284
[315] Erol, s. 241
[316] Erol, s. 242
[317] Erol, s. 342
[318] Erol, s. 210
[319] Erol, s. 290
[320] Erol, s. 456
[321] Ayverdi ve diğerleri, s. 278
[322] Erol, s.361-362
[323] Erol, s.249
[324] Erol, s.422
[325] Erol, s.99
[326] Erol, s.236
[327] Ei-a!
[328] Erol, s.213
[329] Erol, s.226
[330] Erol, s.381
[331] TDK Türkçe Sözlük, c.2, s. 1436
[332] Erol, s.516
[333] Ayverdi ve diğerleri, s.282
[334] Erol, s.79
[335] Erol, s.159
[336] Erol, s.199
[337] Erol, s.205
[338] Erol, s.81
[339] Erol, s.90
[340] Ayverdi ve diğerleri, s.282
[341] Erol, s.567-568
[342] Erol, s.85-86
[343] Erol, s.72
[344] Erol, s.491-492
[345] Erol, s.69
[346] Erol, s.69
[347] Erol, s.536
[348] Erol, s.565
[349] Erol, s.255
[350] Erol, s.79
[351] Harf Devrimi, Türkiye'de 1 Kasım 1928 tarihinde 1353 sayılı
"Yeni Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkında Kanun"un kabul
edilmesi ve yeni alfabenin yerleştirilmesi sürecine genel olarak verilen
isimdir. Bu yasayla o güne kadar kullanılan Osmanlı Alfabesi'nin yerine, Latin
Alfabesi'nin Türkçe'ye uyarlanmış bir biçimi kabul edilmiştir.
[352] Erol, s.146
[353] Erol, s.65
[354] Erol, s.327-328
[355] Erol, s.330
[356] Erol, s.361
[357] Erol, s.265
[358] Erol, s.99
[359] Erol, s.68
[360] Ayverdi ve diğerleri, s.319
[361] Erol, s.451
[362] Erol, s.451
[363] Erol, s.328
[364] Erol, s.369
[365] Erol, s.176
[366] Erol, s.370
[367] Erol, s.576
[368] Erol, s.33-34
[386] Erol, s.437
[387] Erol, s.434
[388] Erol, s.481
[389] Erol, s.395
[390] Erol, s.428
[391] Erol, s.428
[392] Erol, s.434-435
[393] Erol, s.436
[396] Erol, s.297
[397] Erol, s.297
[398] Erol, s. 268
[399] Erol, s.272
[400] Erol, s.207
[401] Erol, s.271
[402] Erol, s.68
[403] Erol, s.132
[404] Erol, s.439
[405] Erol, s.490
[406] Erol, s.440
[407] Erol, s.241
[408] Erol, s.466
[409] Erol, s.119-120
[410] Erol, s.461
[411] Erol, s.159
[412] Erol, s.332
[413] Erol, s.464
[414] Erol, s.411
[415] Erol, s.464
[416] Erol, s.293
[417] Erol, s.313
[418] Erol, s.546
[419] Erol, s.490
[420] Erol, s.280
[421] Erol, s.291
[422] Erol, s.169
[423] Ayverdi ve diğerleri, s.281
[424] Erol, s.331-332
[425] Erol, s.324
[426] Erol, s.45
[427] Erol, s.83
[428] Erol, s.361
[429] Erol, s.363
[430] Erol, s.403
[431] Erol, s.403
[435] Erol, s.314-315
[436] Ayverdi ve diğerleri, s.269
[437] Ayverdi ve diğerleri, s.270
[438] Ayverdi ve diğerleri, s.269
[439] Erol, s.305
[440] Erol, s.309
[441] Erol, s.499
[442] Ei-a! „
[443] Erol, s.340
[444] Ayverdi ve diğerleri, s.312
[445] Erol, s.444
[446] Ayverdi ve diğerleri, s.313
[447] Ayverdi ve diğerleri, s.313-314
[448] Ayverdi ve diğerleri, s.315
[449] Erol, s.316
[450] Erol, s.406
[451] Erol, s.120
[452] Erol, s.447
[453] Erol, s.377
[454] Erol, s.326
[455] Erol, s.155
[456] Erol, s.93
[457] Erol, s.438
[465] Erol, s.191
[466] Erol, s.191
[467] Erol, s.284
[471] Erol, s.470
[472] Erol, s.549
[473] Erol, s.112
[474] Erol, s.66
[475] Erol, s.238
[476] Erol, s.494-495
[477] Erol, s.494
[478] Erol, s.77
[479] Erol, s.212
[480] Erol, s.258
[481] Erol, s.82
[482] Erol, s.84
[483] Erol, s.42
[484] Erol, s.42
[485] Erol, s.218
[486] Erol, s.79
[487] Erol, s.425
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder