Print Friendly and PDF

SAFİYE EROL’UN HAYATI VE ESERLERİ

|

 

T.C.

MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İLAHİYAT ANABİLİM DALI
DİN EĞİTİMİ BİLİM DALI

İLKNUR ATLI

Danışman: PROF. DR. YURDAGÜL MEHMEDOĞLU

Marmara Üniversitesi

 

 

GENEL BİLGİLER

İsim ve Soyadı

: İlknur ATLI

Ana Bilim Dalı

: İlahiyat

Bilim Dalı

: Din Eğitimi

Tez Danışmanı

: Prof. Dr. Yurdagül Mehmedoğlu

Tez Türü ve Tarihi

: Yüksek Lisans- 2011

Anahtar Kelimeler

: Safiye Erol, Din Eğitimi, Değerler

 

ÖZET

SAFİYE EROL’UN FİKRÎ ESERLERİNDE

DEĞERLER VE DİN EĞİTİMİ

Din, kültürel mirası oluşturan, değerleri etkileyen ve besleyen birincil kurum iken insan şahsiyetini geliştirmede değerleri ön planda tutan din eğitimi ise, yeni nesillere kültürel miras aktarımı yapan en önemli disiplindir. Bu noktada, kendi kültür mirasının zenginliğinin farkında olarak, edebî ve felsefî cepheleriyle, fikir ile duyguyu, sanat ile felsefeyi harmanlayan ve kadın duyarlılığından gelen diriliğe sahip bir mütefekkir olan Safiye Erol’un eserlerinde değerler ve din eğitimi ile ilgili görüşleri tespit edilmeye çalışılmıştır.

Araştırmamızda, bireyi anlatırken onun içinde bulunduğu topluma, bu toplumun hayat şartlarına, değer yargılarına ve kültürel mirasına geniş yer veren; iki farklı medeniyetin değerlerine vâkıf ve bu medeniyetleri tahlil edebilen; bu tahlilden günümüz dünyasına ışık tutacak terkipler ortaya çıkarabilen önemli bir mütefekkir olan Erol’un, doğudan beslenen bir toplum olarak batılılaşma ve modernleşme sürecinde yaşadığımız ikiliklere ve çatışmalara sunduğu çözümleri, din eğitimi ve değerler bağlamında incelenmiştir.

GENARAL KNOWLEDGE

Name and Surname                                       : İlknur ATLI

Field                                                              : Theology

Programme                                                    : Religion Education

Supervisor                                                     : Prof. Dr. Yurdagül Mehmedoğlu

Degree Awarded and Date: Master- 2011

Anahtar Kelimeler : Safiye Erol, Religion Education, Values

SUMMARY

VALUES AND RELIGION EDUCATION IN

SAFIYE EROL’S INTELLECTUAL WORK

Religion is the first institution that generates the cultural heritage and that feeds and affects the values. On the other side the education of religion that gives priority for the values while improving human personality is the most important discipline which gives cultural heritage for new generations. At this point in the Works of Safiye Erol’s who blends thouhgt with emotion and art with philosopy through literary and philosopy aspects by being aware of her own cultural prosperity, her thaughts about values and education of religion are tried to be determined.

In this research,an important reflective person Safiye Erol who gives a large place for, society while telling about the individual, this society’s life standarts, value judgements and cultural heritage , also who has two different civilizations values and who can anlyze these civilizations and can enlighten nowadays world with these anlyzes, is being examined with her solutions about difficulties that we live while having a duration of being westernisation and modernization through education of religion and values.

ÖNSÖZ

Türk düşünce dünyasının gizli kalmış hazinelerinden birini keşfetme heyecanı ile eserlerini okuduğum Safiye Erol, kültürel mirasımızı yeni nesillere aktarmada, bu mirasın zenginliğinin idrak edilmesinde ve sevdirilmesinde mühim katkıları olacak bir mütefekkirdir. Başından sonuna kadar büyük bir heyecan ve zevkle yürütülen bu çalışmanın bana kazandırdığı büyük miras, Safiye Erol gibi bir isimle tanışmak olmuştur. Şunu da belirtmek isterim ki bu çalışmanın tamamlanmasında en büyük desteklerimden biri, yine Safiye Erol’dur.

Bu vesile ile, çalışmanın tamamlanma sürecinde, yardım ve desteğini esirgemeyen, öğrencileri ile iletişiminde disiplin ve sıcaklığı birleştirebilen değerli hocam Prof. Dr. Yurdagül MEHMEDOĞLU Hanımefendi’ye teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Yine bu süreçte yapıcı eleştirileriyle beni yönlendiren, tez komisyonundaki değerli hocalarım Prof. Dr. Vecdi AKYÜZ Beyefendi ve Yrd. Doç. Dr. Banu GÜRER Hanımefendi’ye ve öğrenim hayatım boyunca kendilerinden istifâde ettiğim saygıdeğer hocalarımın tamamına şükranlarımı arz ediyorum.

Ayrıca, hayatım boyunca maddî ve mânevi desteklerini yanımda hissettiğim annem ve babama teşekkür ediyor, çalışmam esnasında manevî desteklerini hissettiğim dostlarıma da müteşekkir olduğumu ifade etmek istiyorum.

Son olarak, konunun belirlenmesinden, son okumaların yapılmasına kadar, çalışmanın her aşamasında en büyük desteğim olan ve bu sürecin zahmetlerini benimle birlikte omuzlayan kıymetli eşim, yoldaşım Nurettin ATLI’ya ve bu süreçte, annesi ile geçirmesi gereken değerli vakitlerinden almak zorunda kaldığım gözümün nûru, oğlum Ahmet Âkif’e samîmî şükranlarımı sunuyorum.

İlknur ATLI

Nisan-2011/İstanbul

İÇİNDEKİLER

Sayfa No

ÖZET ............................................................................................................................... I

SUMMARY ...................................................................................................................  II

ÖNSÖZ .........................................................................................................................  III

KISALTMALAR.......................................................................................................... VI

GİRİŞ ............................................................................................................................ VI

1.              Araştırmanın Konusu, Önemi ve Amacı .........................................................  2

2.              Araştırmanın Yöntemi ve Sınırlılıkları ...........................................................  5

BİRİNCİ BÖLÜM

SAFİYE EROL’UN HAYATI VE ESERLERİ

1.              SAFİYE EROL’UN HAYATI             7

2.              ESERLERİ             12

3.              BİR MÜTEFEKKİR OLARAK SAFİYE EROL .........................................  14

İKİNCİ BÖLÜM

KAVRAMSAL ÇERÇEVE: DİN EĞİTİMİ VE DEĞERLER

1.              DİN EĞİTİMİ ..................................................................................................  20

2.              DEĞER KAVRAMI......................................................................................... 23

2.1.                     Değer Nedir? ..............................................................................................  24

2.2.                     Değerlerin İşlevi ........................................................................................  27

2.3.                     Değerlerin Özellikleri................................................................................ 31

2.4.                     Değerlerin Tasnifi....................................................................................... 32

3.              DİN EĞİTİMİ VE DEĞERLER..................................................................... 37

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

SAFİYE EROL’UN ESERLERİNDE DİN EĞİTİMİ ve DEĞERLER

1.              DİN EĞİTİMİ ..................................................................................................  43

1.1.                     Safiye Erol’un Din Eğitimine Genel Bakışı............................................. 43

1.1.1.                            Din Eğitiminin Gerekliliği .................................................................  43

1.1.2.                            Din Eğitiminde Çevre ........................................................................  47

1.2.                     Din Eğitiminde İlke Ve Yöntemler ..........................................................  52

1.2.1.                            Din Eğitiminde İlkeler .......................................................................  53

1.2.1.1.                                Bütünlük......................................................................................... 53

1.2.1.2.                                Yaşayarak Öğrenme- Aktif Katılım ............................................  54

1.2.1.3.                                Îtidâl Üzere Olma ..........................................................................  55

1.2.1.4.                                Bireye Görelik................................................................................ 56

1.2.2.                             Din Eğitiminde Yöntemler ................................................................  57

1.2.2.1.                                Telkin .............................................................................................  57

1.2.2.2.                                Örnek Olma – Model Sunma .......................................................  60

1.2.2.3.                                İyiliklere Yönelterek Kötülüklerden Uzaklaştırma-Teyakkuz  61

2.              DEĞERLER .....................................................................................................  63

2.1.                    Ahlâkî Değerler ..........................................................................................  63

2.2.                    Dînî Değerler............................................................................................... 82

2.3.                    Millî Değerler ...........................................................................................  111

2.4.                    Medeniyet ve Kültürel Değerler.............................................................. 116

2.5.                    Felsefî Değerler ........................................................................................  129

2.6.                    Estetik Değerler .......................................................................................  147

2.7.                    İnsânî Değerler .........................................................................................  154

2.8.                    Toplumsal Değerler .................................................................................  165

SONUÇ .......................................................................................................................  172

EKLER .......................................................................................................................  176

KAYNAKÇA .............................................................................................................  187

KISALTMALAR

A. Ü. İ. F.: Ankara Üniversitesi İlahiyât Fakültesi

Bkz.: Bakınız

c.: Cilt

Ed.: Editör

Haz.: Hazırlayan

İ.Ü.: İstanbul Üniversitesi

İFAV: İlahiyat Fakültesi Vakfı

M.E.B.: Milli Eğitim Bakanlığı

M.Ü.: Marmara Üniversitesi

s.: Sayfa

sy.: Sayı

T.D.V: Türkiye Diyanet Vakfı

TDK: Türk Dil Kurumu

TİDEF: Türkiye İlahiyât Tedrisâtına Yardım Eden Dernekler Federasyonu

U.Ü. : Uludağ Üniversitesi

Yay.: Yayınları, yayınevi

GİRİŞ

“Bir kasır çöktü. Çatısı, der ü dîvârı yıkıldı. Ammâ hazîneler, vîrânelerde saklıdır” diyor Sâmiha Ayverdi, yakın dostu Safiye Erol’un vefatının ardından kaleme aldığı bir yazısında. “Gerçekten de bu yıkıntının altından onun defîne varlığı âşikâr oldu” ifadeleriyle devam ettiği satırlarında, bir mütefekkir olarak Safiye Erol’u şöyle anlatıyor:

“Safiye Erol, dürüst, ihlâslı, îmanlı, hamiyetli, liyâkat ve zekâsı ölçüsünde saf ve mâsum insandı. Ne ki mühim olan, onun tek tek sayılan vasıfları değil, bu vasıfların antlaşması ile kurulmuş olan şahsiyet yapısının, bir ayağı Şark’ta, bir ayağı Garp’ta olması ve iki farklı medeniyetin kültür vasatları üstünde tarafsız bir tahlil ve terkîbin muhâsebesinden sonra da Şarklı münevver olarak cemiyetin karşısına çıkmış bulunmasıdır.

Bir serhatli rûhu taşıyan bu ateş gibi Rumeli kadını, orta, lise ve üniversite yıllarını Garp’ta geçirmiş olmasına rağmen, sadece metot ve ciddiyet gibi dış formasyonunda kendini gösteren Batılı rûhu, onun aşk, hamâset ve îman zırhı ile sağlama alınmış olan içine asla işleyememiş, aksine, bu derinden derine yanan ocağın yalımı, Doğu’dan çarpan hava ile hız bularak bir yanardağ hâline gelmiş idi”.[3]

Ayverdi, toplumunu çok iyi tanıyan, Doğu ve Batı’nın kültürel mirasına hâkim, çağın kültür ve medeniyet sorunlarını çok iyi bilen ve bu noktada hayatî ehemmiyete sahip öneriler sunan Safiye Erol’un niçin tanınması, bilinmesi ve okunması gerektiğini ise şu şekilde ifade ediyor:

“Artık Safiye Erol denen ve zaman nehrinin kaynadığı yerden gelen bu büyük kadın sustu. Fakat şu gök kubbenin altına bıraktığı uyarıcı sesinin ve zihin mahsûllerinin, bir kıymetler buhrânının girdâbına tutulmuş cemiyete, kıyâmete dek kulak vereceği çok söz bıraktı. Onun daima bir sentezle biten tahlilci tefekkürünün altında yatan gerçek, Müslüman-Türk câmiasının, kaybedip de, el yordamı ile arar olduğu, çok defâda da aramayı bir zül, bir gerilik saydığı bu hakîkatler, memleket münevverlerinin dikkat ve uyanıklıkla üstünde durup çözmesi îcap ettiği hayâtî düğümlerdir. Evet, münevver kitle için Safiye Erol’un hayat görüşü ve insanlık anlayışı, memleketin ölüm kalım dâvâsının ta kendisidir. Onun için de Safiye’yi bilmeye, tanımaya ve ne demek istediğini anlamaya mecbûruz.”[4]

Tarık Buğra, Erol’un vefatının ardından kaleme aldığı satırlarında, İslam-Türk medeniyetinin kadın mümessillerinden biri olan, bütün varlığı ile, idrâk ettiği bu

medeniyetin ışığını yaymayı amaç edinen Safiye Erol’un eserlerinin ve yaşayışının bu büyük değeri taşıdığına değinmiş, Erol’un yazarlığının tek sebebinin, tadına ve değerine vardığı medeniyetimizden aldıklarını yayabilmek arzusu olduğunu belirtmiştir. Safiye Erol’u mânevî mirasımızın taşıyıcısı olarak nitelendiren Ayverdi ise, Erol’un bu memleket kubbesinde kalan sesine kulak vermenin, onun taşıyıcısı olduğu mânevî miras ile gençliği temâsa geçirmenin millî bir vecîbe olduğunun altını çizmiş, bu görevi yerine getiren münevverlerin, bir vatan hizmeti gerçekleştirmiş olacağını belirtmiştir.

Giriş kısmında, bir mütefekkir olarak Safiye Erol’un önemini ve değerini anlatma noktasında onunla aynı dönemde yazmış Ayverdi ve Buğra’nın Erol hakkında söylediklerini aktarmanın isabetli olacağını düşündük. Bu kısa girizgâhtan sonra çalışmamızın konusunu, amacını, önemini, yöntemini ve sınırlılıklarını tanıtmaya çalışacağız.

1.                             Araştırmanın Konusu, Önemi ve Amacı

Kendini yenilemeye ve geliştirmeye dolayısıyla da değişime açık bir varlık olan insanoğlu, maddi alandaki değişim sürecini, gelişim yönüne çevirmiş ve son birkaç asırdır bilimsel ve teknolojik alanlarda büyük başarılar göstermiştir. Maddî anlamda gelişen dünyada, “medeniyet” kavramının ise aynı doğrultuda ilerlediğini söyleyebilmek zorlaşmıştır, zira medeniyet kavramını şekillendiren aslî unsurlar maddî cepheden ziyade mânevî kaynaklardan beslenen kültür ve değerlerdir. Bilgi ve teknolojinin ilerlemesi, iletişim olanaklarının artması ve ülkeler arası sınırların kalkması ile kimi zaman ölçüsüzce yaşanılan değişim süreci, toplumu ayakta tutan ve toplumsal sürekliliğin kaynağı olan değerleri etkilemiş; sekülerizmin de tesiri ile mevcut değerleri temelden sarsan bu değişimlere, hemen her ülke oldukça hazırlıksız yakalanmıştır.

Kendi medeniyetimize baktığımızda ise, Tanzimat ve Meşrutiyet ile başlayan, dönemin şartları gereği seçkin zümre ile sınırlı kalan, Batı dünyasını model olarak görme sürecinin, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte ihdas edilen kurumlar ve yapılan inkılâplarla, sosyal hayata yansıdığını ve bütün toplumu geniş bir alanda etkilediğini söylemek mümkündür. Doğu’nun geleneklerinden, kültürel mirasından beslenmiş ve şekillenmiş olan millî bünye, kendi kaynağından koparılmış, çağı yakalamak ve modernleşmek adına, mânevî anlamda -tabiri caizse- dikiş tutturamamış Batı formuna sokulmuştur. Sonuçta da batıdan, gelişigüzel kopya edilen değerler, fikir ve toplum hayatımızda beklenen neticeyi meydana getirememiştir. Batılılaşma projesi ile mânevî mirasından ve varlığının anlamı

olan değerlerinden koparılan kültürümüz, canlılığını yitirmiş; kültür temposu aksamış hatta durma noktasına gelmiştir. Zira kültür unsurlarını üretebilmek, insânî faaliyetleri tetikleyecek hassalara bağlıdır. İnsanı salt biyolojik bir varlık olmaktan kurtaran, insanın mânevî yönünü besleyen dinamikler olan değerlerinden ve dolayısıyla kültürel mirasından uzaklaşan milletler, insânî faaliyetlerde mesafe alamamaktadır. Tarihe gömülen milletlerin pek çoğu, kılıçtan geçirilmiş oldukları için değil, kültür üretme yetilerini, mânevî ve metafizik derinliklerini kaybettiklerinden silinmişlerdir.

Batılılaşma süreci ile kültür ve toplum hayatımızda, bilinçsiz bir özentiye bağlı olarak herhangi bir tahlile dayanmadan yapılan değişiklikler ve ihdas edilen yapay değerler, kendi değerlerimizle çatışma sonucunu doğurmuştur. Zira yabancı kültürlerden hisse kapmanın ve faydalanmanın temel şartı, önce kendi kültürel mirasını tanımaktan geçmektedir. Kendi kültürünü, mânevî mirasını, gücünü ve sınırlarını tanıma, yabancı kaynakların hangilerine ve ne dereceye kadar ihtiyaç olduğunu kestirebilme noktasında ehemmiyet arz etmektedir. Bu noktada medeniyetimizden giderek uzaklaşmanın da etkisiyle, öz değerlerimizi ve fikir alanında da mânevî mirasımız niteliğindeki klasiklerimizi ihmal etmek, modernleşme ve ilerleme niyetiyle girilen bu süreçte, toplum olarak gerçek benliğimizi yitirmek anlamına gelmektedir.

Toplumları oluşturan ve bir arada yaşatan temel dinamikler olan gelenek, görenek, örf, âdet ve değerlerin nesilden nesile aktarılarak her neslin kattığı unsurlarla zenginleşen kültürel miras, toplumlar için mânevî bir kuvvettir. Türk İslam medeniyetinin zengin birikimi ise, gelecek için bir teminat niteliği taşımaktadır. Kendi kültürel mirasının zenginliğinin farkında olan toplum, diğer kültürlerle iletişim sürecinde, yabancı kaynaklardan istifâde ederken ayağını sağlam zemine basarak, neyi ne kadar alacağının farkında olarak, yeri geldiğinde uyarlamalar yaparak alış verişte bulunacaktır. Tarihî vasıflarına sâdık kalabilmiş, kendi kudret kaynağı olan geleneklerini yeni zamana ayarlayarak canlı tutmuş, kendine mahsus hayat usarelerinin bir başka ifadeyle değerlerinin diriliğini devam ettirmiş bir toplum, başkaları tarafından üretilen kültürleri değil, kendi ürettiği kültürü yaşayabilmekte; dolayısıyla kendisi olarak kalabilmekte ve özünü koruyabilmektedir.

1902 doğumlu olan Safiye Erol, Türkiye tarihinin önemli evreleri olan Osmanlı, Cumhuriyet, tek parti ve çok partili dönemlerini yaşamıştır. Erol, çocuk yaşlarından itibaren edindiği toplumsal farkındalıkla Türkiye Cumhuriyeti’nin en canlı dönemine

tanıklık eder ve dönemin sosyal hayatındaki değişimleri, bu değişimlerin insana ve değerlerine yaptığı tesirleri tüm canlılığıyla eserlerine yansıtır. Safiye Erol’un fikir, kültür ve sanat birikimi, o devrin fikir ve sanat dünyasını meşgul eden düşünceleri ihtiva etmektedir. Erol’un bir ayağı kendi kültüründe, diğer ayağı dünyanın bütün diğer kültürlerindedir. Küçük yaşta öğrenimi vesilesiyle gittiği Almanya’da Batı medeniyetini çok iyi tanıyan, Türk-İslam medeniyetine de oldukça hâkim olan Safiye Erol, Doğu ve Batı medeniyetleri arası gözlemlere ve tahlillere dayanarak, günümüzde artık unutulmaya yüz tutmuş kültür hazinelerimize gönül ve ruh penceresinden ışık tutmaktadır. Doğunun, çocukluğundan beri aşina olduğu kültür hazinesini, batının, eğitim hayatında karşılaştığı disipliniyle kuşatan Safiye Erol’un birikimi, iki medeniyetin sızıntılarıyla, derinleştikçe zenginleşmiş bir denize benzeterek ifade edilebilir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, bir milletin kültürel mirasını tanıması ve bu mânevî mirasın zenginliğinin farkında olması, modernleşme sürecinde özünü yitirmeden kendisi olarak kalabilmesinde, varlığını koruyabilmesinde mihenk taşı özelliği arz etmektedir. Erol’un hem Doğuyu hem de Batıyı bilen bir zihin, şarklı bir mütefekkir ve halkı çok iyi bilen, halkın içinden ses veren bir yazar olarak kadın duyarlılığı ile idrâk ettiği Türk-İslam medeniyetinin ışığını yaymak gayesini taşıyan fikir yazıları, geleceğimiz için mânevî güç niteliğindeki kültürel mirasımızı yeni nesle tanıtmada ve bu mirasın içselleştirilmesinde faydalanılması gereken bir hazinedir.

Din, kültürel mirası oluşturan, değerleri etkileyen ve besleyen birincil kurum iken insan şahsiyetini geliştirmede değerleri ön planda tutan din eğitimi ise, yeni nesillere kültürel miras aktarımı yapan en önemli disiplindir. Bu noktada, kendi kültür mirasının zenginliğinin farkında olarak, edebî ve felsefî cepheleriyle, fikir ile duyguyu, sanat ile felsefeyi harmanlayan ve kadın duyarlılığından gelen diriliğe sahip bir mütefekkir olan Safiye Erol’un eserlerinde değerler ve din eğitimi ile ilgili görüşlerini tespit etmeye çalıştık.

Amacımız, bireyi anlatırken onun içinde bulunduğu topluma, bu toplumun hayat şartlarına, değer yargılarına ve kültürel mirasına geniş yer veren; iki farklı medeniyetin değerlerine vâkıf ve bu medeniyetleri tahlil edebilen; bu tahlilden günümüz dünyasına ışık tutacak terkipler ortaya çıkarabilen önemli bir mütefekkir olan Erol’un, doğudan beslenen

bir toplum olarak batılılaşma ve modernleşme sürecinde yaşadığımız ikiliklere ve çatışmalara sunduğu çözümleri, din eğitimi ve değerler bağlamında incelemektir.

Son olarak Safiye Erol’un niçin okunması, araştırılması ve tanıtılmasını gerektiğini anlatma noktasında ise Sabahat Emir’in veciz niteliğindeki ifadesini mealen aktarmak istiyoruz.

“Safiye Erol, özel bir yazar. Gençlerin onu okumamaları büyük kayıp çünkü anlatılan, kaybettiğimiz tüm değerler...”

2.                             Araştırmanın Yöntemi ve Sınırlılıkları

Araştırmamızda dökümantasyon yöntemi kullanılmıştır zira çalışmamız bütünüyle kaynak incelenmesi ve incelenen kaynakların yorumlanmasına dayanmaktadır. Erol’un fikrî eserlerinden, gazetede yayımlanan yazılarının Halil Açıkgöz tarafından derlenerek kitap haline getirdiği “Makaleler” ve “Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık” kitabında, hocası Ken’an Rîfâî’yi tahlil ettiği etüd okunmak ve taranmak suretiyle, yazarın değerler ve din eğitimine dair düşüncelerine ulaşıldı. Safiye Erol’un hayatı ve mütefekkir yönü ile ilgili yazılmış olan eser, makale ve araştırma yazıları da incelendi.

Tezimizin başlığı konunun çerçevesini çizmektedir. Araştırmamız, Erol’un fikir ve düşünce yazılarından olan makaleleri ve Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık” kitabında Ken’an Rifâî ile ilgili etüdünü kapsamaktadır. Safiye Erol’un edebî eserleri araştırmamız dışı tutulmuş, bu eserlerden daha çok yazarın üslûbu ve birikimi ile ilgili fikir almak açısından faydalanılmıştır.

Çalışmamız temelde değerler sistemi ve din eğitimi bağlamında olduğu için, konuların açıklanması ve temellendirilmesinde konu ile ilgili yazılmış eserlere de başvurulmuştur.

Safiye Erol’un değerler ve din eğitimi ile ilgili ilkelerin tespit edildiği bölümde, konu önce genel bir çerçeve ile ele alınmış, daha sonra yazarın konu ile ilgili alıntıları aynen verilip sonrasında gerekli açıklama ve değerlendirmeler yapılmıştır.

BİRİNCİ BÖLÜM

SAFİYE EROL’UN HAYATI VE ESERLERİ

1.                                   SAFİYE EROL’UN HAYATI

Safiye Erol, 2 Ocak 1902’de Uzunköprü’de doğmuştur.[5] Annesi Bektaşî dervişi Emine İkbal Hanım, babası da Uzunköprü Belediyesi’nde kâtip olan Sâmi Bey’dir. Anne babası Trakya’ya Makedonya’nın Hacıkadir Bey Mahallesi’nden gelmiştir. Safiye Erol’un ailesi, Sâmi Bey’in Duyûnu-ı Umûmiye İdaresi’ne tayini nedeniyle, Safiye Erol dört yaşındayken[6] İstanbul’a taşınır, Üsküdar’ın Selimiye semtine yerleşirler. Yazar on yaşına kadar burada bir ilkokula devam etmiştir. Erol, “Müze Şehir: İznik I” [7] isimli makalesinde “Biz ilk tahsilimizi Osmanlılar zamanında yapmıştık.” diyerek ilkokul dönemine atıf yapmıştır. Kızının eğitimine özel bir titizlik göstermekte olan Sami Bey, ilkokuldan sonra Safiye’yi, Batı eğitim sistemiyle yetişmesi için, Fransız Mürebbiyeler Okulu’na kaydettirmiştir. Safiye Erol, bu okulun ardından 1914’te Haydarpaşa’daki Alman Lisesi’ne, sonra da Beyoğlu’ndaki Alman Lisesi’ne devam eder. Ülkesinde okuduğu son okul Beyoğlu Alman Lisesi’dir.

Safiye’nin, Alman Lisesi’nde öğrenim gördüğü sıralarda, dokuz yaşındaki kardeşi Melek vefat eder. Safiye, ölüm gerçeği ile ilk defa bu yaşta tanışır. Safiye Erol’un Refiye adında bir kardeşi daha vardır.

Bu sıralarda Kadıköy’ün Şifa semtine, oradan da Beyazıt’ın Soğanağa Mahallesi’ne taşınırlar. Safiye Erol’un buralarda geçirdiği çocukluk yılları Balkan harbinin başladığı döneme[8] rastlamaktadır. Yazar, “Yakın Tarih”[9] adlı makalesinde yaşı küçük olduğundan o dönemi pek hatırlamasa da, döneme dair mozaik parçaları gibi hatıralarının olduğunu nakletmektedir.

Safiye Erol, Türkiye’den ilk defa yurt dışına giden öğrencilerin kafilesinde, 1917 yılında Türk-Alman Derneği’nin aracılığı ile 14 yaşında Almanya’ya gönderilir. Lübeck şehrinde Özel Falkenplatz Lisesi’nde okumak üzere, pansiyoner olarak bir Alman ailenin yanına verilir. Safiye’nin okul ve diğer masrafları İstanbul ve Lübeck Belediyeleri tarafından karşılanır. Yazar daha o yaşlarda iki farklı dünyanın, iki medeniyetin, Doğu ve

Batı’nın ortasında buluverir kendisini. Almanya’daki tahsil hayatının başında belki de yaşından beklenmeyecek bir bilinç kuvvetiyle, oraya okumak, bilgiyle donanmak, sonra da ülkesine dönüp hizmet etmek için gittiğinin farkındadır. Anne babasının, kültür ve medeniyetinin ona kazandırdıklarını koruyacağına, ait olduğu dünyaya ihanet etmeyeceğine dair kendisine söz verir. Safiye, bu sözünü tutmuş, öğrenim gördüğü yıllarda ailesinden aldığı köklü terbiye ile kendi kültüründen kopmamıştır. Samiha Ayverdi’nin deyimiyle ‘’Garb’dan kazanmış olduğu adetleri kendine mâl etmiş olan Safiye Erol, dış dünyadan iç dünyaya geçerken, kendini Avrupa’da değil, Avrupa’yı kendinde gören bir asabiyet içinde, katışıksız bir Müslüman Türk’’[10] olarak yaşamıştır.

Küçük bir kız olarak gittiği yabancı memlekette, misafir kaldığı ailenin dostları arasında olan papaz, Safiye ile yakından ilgilenir ve onu sık sık ziyaret eder. Bu yakın alakayı fark eden evin hanımı, papaz efendinin Safiye Erol’a hikâyeler anlattığı bir sırada, ‘’Safiye, papaz efendi seni çok takdir ediyor. Herhalde seni bir gün Hristiyan yapacak.’’ der. Küçük Safiye, odadakileri şaşkına çeviren bir asabiyetle başını dikerek: ‘’Yooo. Bir gün ben onu Müslüman edeceğim!’’ karşılığını verir. Yakın dostu Nezihe Araz, Safiye Erol’un vefatının ardından kaleme aldığı makalesinde bu olayı nakletmiş ve sonrasında şu ifadeleri kullanmıştır:

‘’Safiye Erol işte en küçük yaşından beri böyle sağlam ve temelli bir yerli –bu kelimenin altını itina ile çiziyorum- değerler sistemiydi.’’[11]

Eğitimi esnasında Almanca ve Fransızca’yı mükemmel bir şekilde öğrenen Safiye, liseyi 1919 yılının Mart ayında bitirir. O sıralarda, Birinci Dünya Savaşı’nın en hareketli zamanı yaşanmaktadır. Safiye Erol, Almanya’da çıkan huzursuzluklar sebebiyle İstanbul’a dönmek zorunda kalır. Tahsilini yarım bırakmak istemeyen Safiye, ailesinin de desteğiyle ortalık yatıştıktan sonra tekrar Almanya’ya döner. 1921 yılının yaz aylarında Marburg an der Lahn’da üniversite eğitimine başlar. Elster ve Jensen adlı profesörlerin derslerini titizlikle takip eder. Eğitimine devam etmek üzere, 1921-1922 yılı kış döneminde Freiburgi Br. (Breisgau’da) şehrine taşınır ve burada profesör olan ünlü bilimadamları Reckendorf ve Fincke’nin derslerine katılır. Bu arada Safiye Erol, yazı hayatının ilk ürünlerini de Alman mecmualarında Almanca olarak vermeye başlar. Erol’un ‘’Leyla ve

Mecnun’’ ve ‘’Büyücü Masalı’’[12] adlı hikâyeleri yayımlanır. Ancak Safiye Erol, eğitimini sekteye uğratmaması için yazı hayatına asılamaz.

Bu sıralarda Freiburg’taki Realgymnasium’una devam eder. Sıkı bir ders çalışma dönemi sonucunda 1923 yılı Mart ayında mezuniyet imtihanını kazanır. Yaz döneminde Münih şehrine geçer. Burada Geheimrat Hommel, Gunter, Muncker ve Dyroff gibi profesörler ile çalışır. Bütün gayretiyle kendini derslerine verir. Yazarın çalışkanlığı hocaları tarafından da fark edilir. Almanya’daki İsviçre Konsolosluğu Türkiye masası tarafından 24 Haziran 1924’te kendisine verilen kimlikle, kısa bir süreliğine İsviçre’ye gider. Bu kimlikte, yazarın görüntüsüyle ilgili bilgiler de verilir.

Safiye’nin gösterdiği yoğun çalışma, azim, ciddiyet başarılı bir sonuç verir. Yirmi dört yaşında felsefe eğitimini tamamlayan Safiye Erol, 1926 yılında da, Geheimrat Hommel yönetimindeki Eski Arap Şiirinde Bitki Adları (Die Pflanzennamen in der Altarabischen Poesie) adlı tezi ile Şarkiyat dalındaki doktorasını tamamlar.

Safiye, Almanya’da geçirdiği on beş yıl içinde, Hintli bir hürriyet mücahidi ile tanışmış, aralarında başlayan arkadaşlık kısa bir süre sonra aşka dönüşmüştür. Her iki genç, bu aşk ve tutkuyla okullarını bitirirler. Eğitimlerini tamamladıklarında Hintli genç Safiye Erol’a birlikte ülkesine gitmeyi teklif eder. Ancak Safiye’nin de vatanı için yapacağı birçok şey vardır. Bu sebeple o da aynı teklifi sevdiği adama yöneltir. Sonuçta ikisinin de vatan sevgisi, sorumluluk duygusu ağır basar, âşıkların yolları ayrılır. Sevdiği gencin ülkesine dönmesi ile yüzünü kendi memleketine çeviren Safiye Erol da, Türkiye’nin birikimini görmek, kültürünü daha yakından tanımak ve bu medeniyetin üzerine bir taş koyabilmek umuduyla ülkesine döner. Safiye’nin duygularını dizginlemesi ve ‘’mektepten memlekete’’ dönüşü, bir İstanbul gazetesinde ‘’vatanını aşka tercih ettiği’’ şeklinde yorumlanır.[13]

Erol, memleketine döndükten sonra bir müddet Alman firması olan AEG’de çalışır. Bu arada tabiatında zaten bulunan yazarlık cevheri ortaya çıkar ve Safiye Sâmi imzasıyla yaptığı yayın hayatına tercümelerle girer. Bazı küçük hikâyeleri de “Dilâra” mahlasıyla yayınlanır.

1931 yılında Deniz Kuvvetleri Çarkçıbaşılarından M. Nurettin Erol Bey ile evlenir. Kendisinden yirmi yaş büyük olan eşi ile mantık evliliği yapmıştır. Nurettin Bey, matematik hocalığı yapmış, ataşelik görevinde bulunmuş, bilgili bir insandır.[14]

Safiye Erol 1932’de babası Sâmi Bey’i kaybeder. Kız kardeşi Refiye de bu sıralarda vefat eder. Çocuğu olmayan Safiye Erol, Refiye Hanım’ın hatırası olan küçük oğlu Aydın ‘ı yanına alır ve onu nüfusuna geçirir.

Safiye Erol, ülkesine döndükten sonra siyasetle ilgilenir, bit müddet CHP’de çalışır. Ancak bu çalışma uzun sürmez. Vaktini yazı çalışmaları ile geçirmeyi tercih eder. Bu sebeple resmî bir görev de almamıştır. Mesâiye tâbi olmak, âmirlere bağımlı, memurlara hâkim olmak ona göre değildir. O sadece okumalı, düşünmeli ve yazmalıdır.

Yazı hayatının yanı sıra yazar, bazı sosyal aktivitelere de katılır. 1943 yılında İstanbul Belediyesi’nin meclis üyeliğine seçilir. Fetih Cemiyeti’nin 1955’teki kongresinde de Ekrem Hakkı Ayverdi başkanlığa seçilince, 20 Mayıs 1955 tarihinde Safiye Erol da cemiyete üye kabul edilir. Üsküdar İmâr ve Kültür Derneği üyeliği, Türkiye Kadınlar Dayanışma Birliği üyeliği olan Erol, 1960 yılında, Milletlerarası Kadınlar Konseyi’nin Ankara’da yapılan toplantısına Türkiye temsilcisi olarak katılmıştır.[15]

Bütün bu faaliyetlerin ve çalışmaların ortasında, düşünen, araştıran bir beyin işçisi olan Safiye Erol artık olgunluk dönemine ulaşmış ve 45 yılın verdiği tecrübelere sahip olmuş bir yazardır. Fakat şimdiye kadar yaptıkları ona kâfi gelmemiş; içinde doğup büyüdüğü, uğruna büyük fedakârlık gösterdiği ülkesine iyilikler ve güzellikler aşılamak, kutlu yollar gösterme arzusu tatmin olmamıştır. Katıldığı faaliyetler, yazmak istediği eserler, terkibini yapmak istediği her fikir zaman zaman onu tereddüte ve sorulara sürükler. İçinde cevabını bulamadığı bir arayış, düşüncelerinde soru işareti; gönlünde derinden hissettiği fakat tanımlayamadığı bir boşluk vardır. Açık bir yol, sâlim bir liman bulabilmek için Rabbine devamlı dualar eder. Aklında sorular, ruhunda tereddüt ve hafakanlar varken Muğla Müftüsü İsmail Hakkı Hakgüder ile Burhan Toprak vesilesiyle yazar Sâmiha Ayverdi ile tanıştırılır. Daha sonra dostlukları pekişen bu iki hanımın, iki şimşeğin birbirine çarpması gibi karşılaşması, tanışması, Safiye Erol’da büyük bir enerji doğurur. Safiye Erol, Sâmiha Ayverdi tarafından, müridi olduğu Rifâîlik tarikatının şeyhi Kenan âî[16] ile tanıştırılır. Zaten Bektâşî kültürüne mensup bir aileden geldiği için tasavvufa âşinâ olan yazar, artık ‘’Hocam!’’ demeye başladığı Kenan Rifâî rehberliğinde yapılan sohbetlere Burhan Toprak, Nezihe Araz, Ekrem Hakkı Ayverdi ve Sâmiha Ayverdi ile birlikte katılır. Safiye Erol’un zihnini kurcalayan cevapsız sorular karşılığını bulur, gönlündeki karmaşa düzene, kafasındaki istifhamlar açık ve net cevaplara kavuşur. Yakın arkadaşı Sâmiha Ayverdi bu süreci şu sözlerle ifade etmiştir:

‘’Arkadaşımız ve sevdiğimiz Safiye Erol, Garp çevrelerinden kazandığı zihnî bilgileri yüzünden gururun ve benliğin yükü altında ezilmeden yaşadı. Sonunda da gönlü dağarcığı, bir ulu Efendi’nin irfan ve iman hamûlesi ile dolup taştı. Yerin göğün kabul etmediği o ilâhi emanete gönlünde yer vermekle ululandı, bahtı açıldı.’’[17]

Kenan Rifâî, 7 Temmuz 1950’de vefat eder. Safiye Erol, hocasının ardından bir yıl sonra 29 Eylül 1951 tarihinde eşi M. Nurettin Bey’i de kaybeder, bundan bir yıl sonra da annesi Emine İkbal Hanım vefat eder.

Safiye Erol, 1942’de Kadıköy’de Şifa Sokağı, İkbal Apartmanında bir ev alır. Ancak burayı daha çok yazlık olarak kullanır. Asıl ikâmet yeri, yirmi sekiz yıl oturduğu Maçka Palas’taki A blok Numara 16’daki dairesidir. Safiye Erol, daha sonra yaşadığı bu daireden 1961 yılında haksız ve çirkin bir biçimde tahliye edilir ve Piyerloti’de küçük bir otel odasına yerleşir. Safiye Erol, daha sonra bu otel odasından Üsküdar Selimiye’de denize nâzır bir eve taşınır.

Safiye Erol’un yazma faaliyetleri dışında zevk aldığı uğraşılarından biri de mûsikîdir. Özellikle klâsik Türk sanat mûsikîsinden çok hoşlanır. Yazarın diğer bir ilgi alanı da hayvanlardır. Evinde, beslediği birçok kedisi vardır.

Safiye Erol’un hayatındaki en mühim ve verimli safhalardan biri de Nihad Sâmi Banarlı, Nezihe Araz, Sofi Huri ve Sâmiha Ayverdi ile birlikte Ken’an Rifâî’nin Şerhli

Mesnevî Şerif’ini hazırlayan ekipte yer aldığı ve her hafta Salı günü toplandıkları devredir. Bu feyizli toplantılar Erol’un Maçka Palas’taki dairesinde yapılmıştır.

Safiye Erol, 1962 yılının Ramazan ayında, son eseri olan ‘Çölde Biten Rahmet Ağacı’nı yazar ve bu eser Ramazan ayı boyunca Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilir. Yazar başlangıçta iki kısım olarak düşündüğü bu eserini rahatsızlandığı için tamamlayamaz. Erol, 1 Ekim 1964’de vefat eder. Karacaahmet Kabristanlığı Mezar Defterinde, Safiye Erol’un altmış iki yaşında kalpten öldüğü belirtilirken, mezar yeri 1. Ada 4975 olarak gösterilir.

Şöhretten kaçtığı ve kendini âdeta gizlediği için ölümünden pek az kişinin haberi olur. Ölümünün ardından, hayattayken romanlarını tefrika eden Yeni İstanbul gazetesinde Emel Esin “Sâfî’nin Ölümü”[18] başlıklı yazıyı yazar. Yazısında cenaze törenine kısaca değindikten sonra yazarın Ciğerdelen adlı romanından ve Edirne hasretinden bahseder. Yine onunla aynı gazetede köşe yazarlığı yapan Tarık Buğra, “Safiye Erol Hanımefendi’yi Kaybettik”[19] başlığıyla haberi duyurur. Buğra, yazısında Safiye Erol’un Türk-İslâm medeniyetini idrâk eden ve bu medeniyetin ışığını dağıtanlardan biri olduğunu belirtir. Nezihe Araz, Düşünen Adam[20]’da yazdığı yazısında Safiye Erol’un şahsiyetine ve ölümüne gösterilen ilgisizlikten yakınır. Yazarın Hint, Yunan ve İslâm felsefelerine vukûfundan bahseder. Yakın arkadaşı Sâmiha Ayverdi, birçok yazısında sık sık Safiye Erol’dan bahsederek onunla ilgili anılarını nakleder.

2002 yılında külliyâtının Kubbealtı Neşriyâtı tarafından yayın dünyasına kazandırılmasıyla doğumunun 100. yılında yeniden gündeme gelen Safiye Erol’un hakkında yapılan çalışmalarla yazarın edebî ve düşünür kişiliği gün ışığına çıkar.[21]

2.                                   ESERLERİ

Safiye Erol edebiyat dünyasına ilk olarak küçük hikâye, deneme ve tercümeleriyle girer. Daha sonra ilk eseri olan “Kadıköyü’nün Romanı” isimli eserini yazar. Bu diğer romanlarına göre daha sade bir romandır. Bu roman 1938 yılında kitap halinde basılır. İkinci romanı 1944 yılında yayımlanan “Ülker Fırtınası”dır, Üçüncü ve âdeta Safiye Erol adıyla bütünleşen romanı ise“Ciğerdelen”dir. Millî tarihî bir romandır ve 1946 yılında

kitap halinde basılmıştır. Yazarın son romanı olan “Dineyri Papazı”, ilk defa 26 Mayıs-12 Ekim 1955 tarihleri arasında yüz yirmi bir tefrika hâlinde Tercüman gazetesinde yayımlanır. Halil Açıkgöz tarafından yayına hazırlanan roman, ancak kırk altı yıl sonra, yani 2001 yılında kitap halinde basılmıştır.

Safiye Erol’un iki tercüme eseri vardır. Bunlar; Selma Lagerlöf’ten 1941 yılında “Portugaliya İmparatoriçesi” ve La Motte-Fouque’den 1945 yılında tercüme ettiği “Sukızı” dır.

Çölde Biten Rahmet Ağacı”, Safiye Erol’un 1962 yılı Ramazan ayı boyunca Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilmiş eseridir. Eser başlangıçta iki kısım olarak düşünülür. Ramazan ayı boyunca yazılan ilk bölümden sonra, tasarlanan ikinci bölüm yazarın rahatsızlığı sebebiyle yazılamaz. Uzun süre dağınık kalan bu eser, 1974 yılının sonlarına doğru Halil Açıkgöz tarafından elle istinsah edilerek hazırlanır. Eserin, kitap olarak ilk baskısı 2001, ikinci baskısı da 2002’de yapılır. Çölde Biten Rahmet Ağacı, Peygamber efendimizin hayatını anlatır. Eser Hz. Halil İbrahim’le başlayıp, Peygamber efendimizin Hicretine kadar devam eden bölümlerden oluşur. Safiye Erol bu eserinde, okuyucuya âdeta seslenircesine hitap ederek, bir eli Asr-ı Saadet’te, bir eli yirminci asırda iki zaman arasında irtibat kuruyor gibidir.

“Makaleler”: Makaleler kitabı, Milli Mecmua, Her Ay, Yeni İstanbul, Havâdis, Türk Yurdu, Son Havâdis gibi dergi ve gazetelerde yer alan haftalık ve aylık yazıların Halil Açıkgöz tarafından bir araya getirilip yayına hazırlanmasıyla, 2002 yılında kitap olarak basılmıştır. Eserde, Safiye Erol ile yapılan bir röportaj[22] ve yazarın 147 makalesi yer almaktadır. Bu eser, yazarın romancılığının gölgesinde kalan mütefekkir yönünü ortaya çıkarmıştır. Bir milletin sahip olduğu değerleri, köklerinden gelen enerji olarak nitelendiren ve yabancı kültürlerle olan yoğun iletişimde, toplumların kendi varlığını koruyabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi için kendi kültürel mirasını tanıması gerektiğini ifade eden Erol’un, âdeta ileriyi görüyormuşçasına yazdığı makaleler, günümüzün eğitim ve kültür sorunlarına ışık tutmaktadır. Yazarın romancılığının getirdiği, dili ustaca kullanma becerisi, etkili üslûbu ve derin birikiminin birleşimi olan makaleler, yeni nesillere millî kültür ve medeniyetimizi tanıtması ve sevdirmesi açısından büyük önem taşımaktadır.

“Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık”: Sâmiha Ayverdi, Nezihe Araz ve Sofi Huri ile birlikte yazılan bir eserdir. Safiye Erol, eserin altmış sayfalık bir bölümünde hocası Ken’an Rifâî’yi, mistik adam, hakîm adam ve mürşid-i âgâh olarak tahlil etmiştir. Erol’un kitaptaki makālesi ondaki fırtınalarla dalgalanan rûhun sükûnete kavuştuğunun ipuçlarını vermesi bakımından dikkat çekicidir.

“Leylâk Mevsimi”: Yazı hayatının ilk yıllarında[23] Millî Mecmua’da “Dilâra” müstear adıyla yayınlanan hikâyeler, yazarın doğumunun yüzüncü yıldönümü dolayısıyla Kubbealtı Akademi Mecmua’sının 2002 Ocak, Nisan, Temmuz, Ekim ve 2003 yılının Ocak ve Nisan sayılarında yer almıştır. Halil Açıkgöz tarafından yayına hazırlanan ve Erol’un yazı hayatının ilk yıllarındaki üslûbunu ve eserlerinin geçirdiği merhaleyi gözler önüne sermek bakımından önemli olan altı hikâye, Kubbealtı Neşriyat tarafından 2010 yılında hikâyelerden birinin ismini alarak “Leylak Mevsimi” adıyla kitap haline 22 getirilmiştir.[24]

3.                                   BİR MÜTEFEKKİR OLARAK SAFİYE EROL

Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının ve düşünce dünyasının önemli kadın yazarlarından biri olan Safiye Erol üzerine çalışma yapan araştırmacılar, onun yazın hayatını üç devreye ayırırlar. 1935 yılına kadar olan süreç “başlangıç dönemi” olarak adlandırılır. İkinci devre ise romancı kimliğinin ön plana çıktığı “olgunluk dönemi”dir. Bu dönem ilk romanından 1955’te yayınlanan son romanına kadar devam eder. Üçüncü ve son devre ise 1955’ten vefatına kadar sürecek olan, “fikir yazarlığı” dönemidir.

Safiye Erol’un 1947 yılında Ken’an Rifâî ile tanışması, onun hayatında, Almanya’dan sonraki dönüm noktası olarak nitelendirilebilir. Yazar, Rifâî tarikatının şeyhi olan Ken’an Rifâî ile tanıştıktan sonra, ondaki bütünleyici ve tamamlayıcı cezbeden etkilenerek, olgunluk devrine adım atar. Fikrî eserlerinde ve son romanı Dineyri Papazı’nda, bu durumun yansımaları dikkati çekmektedir.[25] ‘’Dineyri Papazı’’ Safiye Erol’un fikrî dönüşümünü tamamladığı ve hocasına bağlandıktan sonra yazdığı bir roman özelliği taşıması bakımından önemlidir.

Safiye Erol, Ken’an Rifâî’den tasavvufa ve hayata dair, zihnini ve ruhunu aydınlatan çok önemli şeyler öğrenir. Onun fikirleriyle âdeta ruhunu tüm

olumsuzluklardan arındırır.[26] Hocasından aldığı telkinlerle araştırma, inceleme ve tefekküre; dinin kabuğuna değil özüne bakmaya yönelmiştir.

Ken’an Rifâî’in, Erol’un üzerindeki etkisi, kendisinin hocasını anlattığı satırlarından okunmaktadır:

“O mistik tipte âşık, bir gerçek ve filozoftu. O cemiyetimizin müşahhas hayâtı, müşahhas hakîkati gibiydi. Sosyal insicâmın şebekesini ne dereceye kadar tanırdı diye sorulursa: Bir dokumacının kendi tezgâhındaki dokumayı tanıdığı kadar tanırdı. O, tabiatın ancak gerçek âşıklara âyân olan şifresini okuyarak böyle bir tabiat zemini üzerinde insanın nasıl ve ne üslûpla yerleşmesi lâzım geleceğini takdir etmiş kuruculardandır. Zaman ve mekâna elverişli normları imâl edenlerdendi. Beşer kaderinin ana rotasını bildiği için ferdî mukadderat yollarını da yekten görürdü.”[27]

“Ziyâretine gittiğim bir gün, uzun zaman görünmediğim için sitem etti. “Af buyurun efendim” sözleriyle özür diledim. Dedi ki: “Ben affetmişim ne çıkar? Sen kendi kendini affet.” Sanki bu sözler maddî mânevî bütün varlığıma taazzuv etti, vücûduma yapıştı, kanımın terkibine karıştı, beyin hücrelerimi ışığa boğdu.”[28]

Kenan Rifâî, 7 Temmuz 1950’de vefat eder. Kendisine ışık olan hocasının vefatı, Safiye Erol’un dünyasında yıkımlar değil, yeni oluşumlar meydana getirir. Hocasından emanet aldığı söz ve hakikatleri, devşirdiği irfanı ve birikimi, hocasından öğrendiği ahlâkı ve hayat nizamını uygulamaya geçirmek, yaymak, geniş kitlelere ulaştırmak zorundadır.

“Biliyorum, hocamın hikmeti berrak bir kaynaktır, onu duraklamadan anmak gerekirdi. Bizlerin, mukaddesât karşısında duyduğumuz huşû, mukaddesin girift ve korkulu oluşundan değil, kendimizin kifâyetsizliği endişemizdendir.”[29]

Erol, 1951 yılında Ken’an Rifâî’nin talebelerinden olan Sâmiha Ayverdi, Nezihe

Araz, Sofi Huri ile birlikte hazırladıkları ‘’Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık” adlı eserin ikinci etüdünü yazmayı üstlenir. Safiye Erol bu etüdünde, Kenan Rifâî ile tanışmasını ve onunla ilgili hislerini şöyle dile getirir:

“Hakk’a göçmüş bulunan hocam, hayatın gözle görülen ve görülmeyen yollarında rehberim Ken’an Rifâî’nin mânevîyatı huzurunda durarak şu yazıma başlamadan evvel onu selâmlıyor, ona şükranlarımı arz ediyor, ondan yardım niyaz ediyorum. İlk defa 1948 senesinde

huzuruna çıktım. Onu halka tanıtmayı, son nefesine kadar muhitine bezl ettiği kemal nimetlerini daha geniş kütlelere ulaştırmayı gaye bilen böyle bir eserde benim de söz payım olabilmek için birkaç senelik zaman kısa görünürse de bazı manevî mensûbiyetler vardır ki zaman kaydına girmez.”[30]

Safiye Erol yaklaşık 60 sayfa süren bu etüdünde hocası Kenan Rifâî’ye ait hatıralarını aktardığı gibi, bilhassa üç hususiyeti olarak tarif ettiği ‘’mistik adam‘’, ‘’hâkim adam‘’, ‘’mürşid-i âgâh‘’ yönleri üzerinde durur.

“Hocam Ken’an Rifâî… mistik adam, sırrı görmüş, sırrı yaşamış, sırra katılmış adam.

Sırrı beşer planına çıkarmış, hikmete çevirmiş, cemiyete zerketmiş insan… hâkim adam.

Bütün yaptıklarını dîn-i mübîn dâiresinde yapan büyük İslam şeyhi, hâlkı irşat eden terbiyeci, yani mürşit; yolunun îcaplarına, cemiyet bünyesine, insan ruhuna tam bir vukufla âgâh olan mürşid-i âgâh.”[31]

Safiye Erol’un bundan sonra fikir işçisi olarak yoğun bir mesai ile, büyük bir heyecan ve inançla yazdığını görürüz. Öyle ki bu tarihe kadar gazete ve dergilerde 9 makalesi yayınlanan Erol’un 1957’den vefatına kadar 138 makalesi yayımlanmıştır.[32] Yazar, 6 Şubat 1957 ila 6 Ocak 1962 tarihleri arasında önceleri Havadis, sonraları ise Son Havadis ismini alan gazetenin ikinci sayfasındaki Günün Yazısı sütununda ‘’İstanbul Sohbetleri’’ni kaleme alır. Bu arada Türk Yurdu Mecmuası’nda da görünür. Yeni İstanbul gazetesinde 24 Şubat 1962 tarihinde başlayan yazıları 7 Haziran 1963 tarihine kadar devam eder. Daha sonra bütün makalelerinin Halil Açıkgöz tarafından derlenip “Makaleler”[33] ismi ile kitaplaşan yazılar, Milli Mecmua, Her Ay, Yeni İstanbul, Havâdis, Türk Yurdu ve Son Havâdis gibi gazate ve dergilerde çıkacaktır. Safiye Erol’un Türkiye’de ve Türkçe olarak çıkan ‘’Rabindranath Tagore’’ başlıklı ilk yazısı, 77 numaralı Milli Mecmua’da ve 01 Kânunısani/Ocak 1927 tarihli mecmuanın 1241 ve 1242’nci sayfalarında yer alır. En son makalesi ise vefatından üç ay önce kaleme alıp yayınlattığı ‘’Hz. Mevlânâ’nın Meşrebi’’ isimli yazıdır. Türk Yurdu’nda neşredilen bu veda makalesi, derginin 302-304 sayılı nüshasında 8-9-10 Temmuz 1964 tarihli sayısında ve 52 ile 53’ncü sayfalarında çıkar.

Safiye Erol, muhtelif konulardaki bu kalem çalışmaları için ‘yazı’, ‘fıkra’, ve ‘sohbet’ kelimelerini kullanır. Safiye Erol’un makaleleri üzerinde kapsamlı bir araştırma yayınlayan Sema Uğurcan, bu yazıların birer ‘deneme’ sayılması gerektiğini belirtir.[34]

Safiye Erol’un makalelerinde titiz bir işçilik, ince bir yorum ve sanatkârane bir yaklaşım hissedilmektedir. Yazılar, gazete ve mecmuaların siparişi üzerine kaleme alınmış olsa da Erol, her makale için romancılığını konuşturmuş, yazılarını lezzetli birer deneme havasına sokmuştur.

Küçük yaşta öğrenimi vesilesiyle gittiği Almanya’da Batı medeniyetini çok iyi tanıyan yazar, makalelerinde Doğu ve Batı medeniyetleri arası gözlemlere ve tahlillere dayanarak, günümüzde artık unutulmaya başlamış kültür hazinelerimize gönül ve ruh 33 penceresinden ışık tutmaktadır.[35]

Erol’un makalelerini değerli kılan tarafları yakın dostu Sâmiha Ayverdi anlatmaktadır:

“Safiye Erol, dürüst, ihlâslı, imânlı, hamiyetli, liyâkat ve zekâsı ölçüsünde saf ve mâsum insandı. Ne ki mühim olan, onun tek tek sayılan vasıfları değil, bu vasıfların antlaşması ile kurulmuş olan şahsiyet yapısının, bir ayağı Şark’ta, bir ayağı Garp’ta olması ve iki farklı medeniyetin, kültür vasatları üstünde tarafsız bir tahlil ve terkîbin muhâsebesinden sonra da Şarklı bir münevver olarak cemiyetin karşısına çıkmış bulunmasıdır.”[36]

Safiye Erol, Türk-İslam medeniyetine de oldukça hâkimdir; kendi kültür mirasının zenginliğinin farkındadır. Tarık Buğra, Erol’un vefatının ardından yazar hakkında şu ifadeleri kullanmaktadır:

“Safiye Erol, İslam-Türk medeniyetinin nankör ve bedbaht yıkıcılıklara, köksüz ve anlayışsız zorlamalara yenilmeyen kadın mümessillerinden biri idi, ayrıca, bütün varlığı ile, gönlü, kafası, mizacı ile idrâk ettiği bu medeniyetin ışığını dağıtanlardan birisi oldu. Yazıları ve yaşayışı bu büyük değeri taşırdı.

Bana kalırsa yazarlığının tek sebebi tadına ve değerine vardığı medeniyetimizden aldıklarını yayabilmek arzusu idi”[37]

Safiye Erol’un derin birikiminin altında çok okuması da yatmaktadır. Yeğeni

Aydın Erol, şöyle söylemektedir:

“Hafızası çok kuvvetliydi. Aynı anda iki kitap okurdu. Bir kitap okur, onu bırakır başka bir eseri ele alırdı. Bir Türkçe eseri okurken, yanında Almanca bir eseri mütalaa ederdi. Zamanını farklı eserler için -şimdi hâfıza bölmeleriyle okunuyor ya- bölerdi. Okumaktan yorulduğu zaman dinlenmek için yine başka bir kitap alır, takip ederdi.”[38]

Safiye Erol’un romancı kimliğinin dışında bir mütefekkir oluşu, Açıkgöz tarafından şöyle değerlendirilmektedir:

“Safiye Erol, çok dikkatli bir okuyucu, çok geniş ve derin düşünen bir mütefekkir, ayrıntılardaki güzellikleri görebilecek hassasiyette bir gözlemci ve doğu-batı, eski-yeni arasında kurduğu köprüyü bir bir kendi vücudu teknesinde yoğurmasını bilmiş ender yetişen bir şahsiyettir. Aşağı yukarı 160’dan fazla tutan makalelerinde çevre gözlemlerine, bu gözlemlerden çıkardığı gözlemelere, şehirlere, sokaklarla, hayvanlara, çiçeklere, böceklere herkesten farklı bir ışıkla yanaşır. Kaleminin dokunduğu nesneler birden bire canlanıverir, birer ruh kazanır.”[39]

Kâzım Yetiş de Safiye Erol’u, romancılığının ötesinde bir düşünür olarak tarif etmektedir:

“Safiye Erol romancı olmanın ötesinde bir düşünürdü, sağlam ve derin bir düşünce yapısına sahipti. Safiye Erol, düşünürken, duyguları ile düşüncesini izdivaç ettirebilen; üslûp ilmindeki ifadesiyle yazmadan evvel düşünmeyi öğrenmiş bir sanatkârdır.”[40]

Edebî ve felsefî cepheleriyle, fikri ve duyguyu, sanatla felsefeyi harman etmekten gelen bir kuvvete, bir diriliğe sahip bulunan yazar, eserlerinde ideolojik kalıpların dışında bir yaklaşım sergilemekte; dikkatlerin merkezine insanı ve insanın varlığına anlam katan değerleri koymaktadır. Doğunun, çocukluğundan beri aşina olduğu kültür hazinesini, batının, eğitim hayatında karşılaştığı disipliniyle kuşatan Safiye Erol’un birikimi, iki medeniyetin sızıntılarıyla, derinleştikçe zenginleşmiş bir denize benzeterek ifade edilebilir. Erol’un şarklı bir mütefekkir olarak idrâk ettiği Türk-İslam medeniyetinin, gelecek nesiller için köklerinden gelen güç ve enerji niteliğindeki ışığını yaymak gayesini taşıyan fikir yazıları, bu sebeple büyük değer taşımaktadır.

İKİNCİ BÖLÜM

KAVRAMSAL ÇERÇEVE: DİN EĞİTİMİ VE DEĞERLER

1.                               DİN EĞİTİMİ

Çalışmamızın bu kısmında eğitim, din ve din eğitimi kavramlarını ve bunların birbiri ile olan bağlantılarını genelden özele inecek şekilde ele almayı çalışacağız.

Eğitim, dar kapsamda, bireyin üzerinde kasıtlı ve anlamlı bir biçimde gerçekleştirilen etkileme sürecidir. Geniş perspektifte ise, bireyin yer aldığı çevrede, kendisi dışındaki bütün nesnelerin, kurumların ve bireylerin, onun üzerindeki duygusal ve sosyal yönden etkilerini ifade etmektedir. Bu etki iyi ya da kötü yönde olabilmesine[41] rağmen “eğitim” söz konusu olduğunda akla ilk olarak olumlu yönlendirme faaliyetleri gelmektedir. Toplumsal yaşamın yürütülmesi noktasında “eğitimin şart oluşu” gibi fenomenleşen deyimler, insanların eğitilme ihtiyacını ve eğitimin iyiye ve güzele yönlendirme işlevini işaret etmektedir. Bütün bunlardan hareketle eğitimi, “insanın bütün kuvvet ve kabiliyetlerini gerek kendi ve gerekse bütün insanlığın saadetine götürecek bir tarzda geliştirmektir”[42] şeklinde tarif edebiliriz. Özet olarak eğitim, insanda istenilen yönde davranış geliştirme faaliyetidir, yani biyolojik insandan kültür insanına geçmektir. İstenilen yönden kasıt insandaki iyi yönlerin geliştirilmesidir.[43]

Tarih içerisinde eğitim yerine “terbiye” ifadesi de sıklıkla kullanılmıştır. Terim olarak terbiye, insana olumlu davranışlar ve tavır kazandırarak onu bulunduğu seviyeden daha üst bir seviyeye taşımak ve mükemmel bir insan durumuna getirmektir.[44]

Eğitimin bu kısa tarifinden sonra din-eğitim ilişkisini kurmak amacıyla dinin muhtasar bir tarifini aktarmak isabetli olacaktır. Din, fertleri mukaddes duygu ve alışkanlıklarda birleştiren, toplumları yücelten ve geliştiren bir kurum olmanın yanı sıra, insanlara yön verip, onları iyi ve faydalı işler yapmaya yönelten bir hayat nizamıdır.[45] Din aynı zamanda ahlâkî bir müessese olarak insanları kontrol eden, en mükemmel kanunlar ve en sıkı nizamlardan daha kuvvetli bir şekilde kişiyi içten kuşatan, kucaklayan ve

yönlendiren bir disiplindir.[46] Bu tanımlardan hareketle dinin kişiyi ve toplumu olumlu yönde değiştirip geliştirmeyi amaçladığını, dolayısıyla dinin, hem bireysel hem de toplumsal boyutta bir eğitim süreci olduğunu söyleyebiliriz.

Eğitim ve dinin tanımlarına bakıldığında göze çarpan noktalardan en önemlisi her iki kurumun da amacının ortak oluşudur. Gerek din, gerekse eğitim, insanı geliştirerek insanlığın saadete ulaşması hedefindedir. İnanç ve eğitim, insanca birlikte yaşama içinde birbiriyle sıkı sıkıya bağlı ve iç içe geçmiş durumdadırlar. [47]

Dinin belirlediği amaca ulaşmasında eğitime başvurmadan insanda dînî inancın oluşması ve gerçekleştirilmesi mümkün değildir. İnsanın aklını, iradesini ve arzularını doğru yolda kullanabilmesi ancak çok küçük yaşlardan itibaren aldığı eğitim ve öğretimle mümkün olur.[48] Bu noktada din, din eğitiminin konusunu teşkil etmekte, dinin amacı din eğitiminin amacı olmaktadır. Aşkın ve mutlak varlık tarafından konulmuş dînî kaideler sistemli etkiler ile ruhî alanda müspet değişiklikler yaparak kişinin şahsiyetinin kurulmasına ve tekâmülüne yardımcı olurlar. Bu yönüyle din, kâinatın en şerefli yaratığı olan insanın beşerî kural ve kaideler dünyasına girmeden önce iç dünyasının nizamını kurmasını ister ve bu yolda ona etkili bir kurum olarak yardım eder. Dinin bu amacını genelde eğitimin, özelde din eğitiminin amacından soyutlayabilmek mümkün değildir.[49]

Din eğitiminin amacı, dinin temel amacından ayrılmaz. Din insana bu dünya ve ahiret saadetini temin etmeyi hedefler. Din eğitimi de dinin bu amacını gerçekleştirmeye kendi konuları çerçevesinde katkıda bulunur. Bunun için dinin öngördüğü hedef olan, insana, Kur’ân’ın ve Hz. Muhammed’in ahlâkını kazandırma amacını o da 48 gerçekleştirmeye çalışır.

Din eğitimi, insandaki aslî fıtratı korumak; yani insanları, Allah hangi fıtrat üzerine yaratmış ise o fıtrata çevirmektir.[50] Din eğitimi söz konusu fıtratı koruma ve fıtrata

çevirme sürecinde, ana materyal olarak dînî argümanları kullanarak, çeşitli eğitim yöntem ve teknikleri uygular.

Din eğitimi bilimi, dinden gelen bilgilerle eğitim biliminin verilerini birleştirerek, insanların Allah’ın iradesine uygun kişiler olarak yetiştirilmesine katkıda bulunacak çalışmalar yapar. Onların hayatları boyunca karşılaşabilecekleri, dini anlayış ve yaşayışla ilgili teorik ve pratik problemleri araştırır, inceler, çözümler üretmeye, geleceğe yönelik teoriler geliştirmeye çalışır. Bu çalışmaların bütünü insanla ilgilidir. Dolayısıyla din eğitimi biliminin konusu insandır, insanın din ve iman ilişkisidir.[51]

Eğitim faaliyeti ruhî ve bedenî güçlerini dengelemiş, içinde barındırdığı bütün kabiliyetlerini sonuna kadar geliştirmiş insanı yetiştirmeyi hedefler. Tıpkı bunun gibi din eğitimi de, insanın irâdî, aklî, hissî güçlerini idrak etmesine, kendi varlığının şuuruna erişmesine dolayısıyla saadete ulaşmasına giden yolların önünü açmayı gaye edinir.

Din eğitimi, din kültürünün verilmesi veya dînî kişiliğin kazandırılması olarak da tanımlanabilir. Dînî kültürün etkisi ile dînî kimliğin özümsenmesindeki amaç, kendisine, çevresine ve toplumuna faydalı; kısaca “kendini gerçekleştirmiş” şahsiyetler yetiştirmektir. Din eğitiminin amacı, bireyi Allah’a, O’nun peygamberlerine yönelik inanç, ibadet ve ahlâk değerleri içinde yetiştirirken, bireyin Allah ile, kendisiyle ve çevresiyle uyum içinde olmasını sağlamaktır.[52] Bu noktada din eğitimi faaliyetlerinin, eğitim bilimlerinin ve dînî ilimlerin temel amaç, yöntem, muhataplarının insan olması gibi ortak paydalarının kesişim noktasında yer aldığını ifade edebiliriz. Din eğitimi, dinin eğitici ve öğretici vasıflarının, eğitimin yöntem ve teknik süreçleri içerisine sokularak, insanın kişiliğini geliştirmeyi ve “iyi”, “faydalı”, “ahlâklı” bireyler yetiştirmeyi amaçlamaktadır.

Eğitim, bireyin her yönüyle bir bütün olarak kendisi ve toplumu için en uygun düzeyde geliştirilmesi sürecidir.[53] İslam, insanı madde ve mana, beden ve ruhtan müteşekkil bir varlık, tüm temâyül ve davranışları ile bir bütün olarak ele alır, her şeyi ile

ilgilenir. Gaye insanı mükemmelliğe ulaştırmaktır.[54] İnsan, işlenmemiş fakat işlenmeye hazır kabiliyetlerle dünyaya gelmekte ve ömrünün sonuna kadar öğrenci niteliği taşımaktadır. Hz. Peygamber “Beşikten mezara kadar ilim taleb ediniz” derken insanın bu dünyada sürekli bir öğrenci olduğunu ve dolayısıyla onun ömür boyu öğrenmeye ve eğitilmeye muhtaç olduğunu belirtmektedir.[55] Din eğitimi de, dinin ve eğitimin mahiyetine uygun olarak, insan varlığının bütünü ile ilgilenir, insan hayatını, hayatın bütünlüğü içindeki yeri ile ele alır, yani insanla insan olarak ilgilenir.[56]

Bu noktadan hareketle din eğitimini, din öğretimini de kapsayan, bunun yanında insanın şahsiyetini ve benliğini temel malzeme olarak ele alışıyla da insan hayatının her aşamasına hitap eden bir sistem olarak telakki edebiliriz. Din insan hayatının tek bir dönemini kapsamadığı gibi, din eğitimini de başlayan ve bir noktada biten bir süreç olarak düşünmek yanlış olacaktır. Dinin öngördüğü, insanı ve toplumu saadete ulaştıracak dünya düzeninde, kutsal kitap olarak, âdet, gelenek,[57] değer ve kültürel miras olarak din eğitimi, insan hayatının her dönemine hitap etmektedir.

2.                               DEĞER KAVRAMI

Değer konusu, ekonomi, güzel sanatlar, sosyoloji, felsefe, psikoloji, ahlâk, eğitim vb. alanlardaki araştırmacıların ilgisini çekmiş, birçok araştırmaya konu olmuştur. Biz bu bölümde, tüm bu alanlardan hareketle ‘’değer’’ kavramının tahlîlini ve kavramsal çerçevesini ortaya koymaya çalışacağız.

Varlık tabakaları içinde sadece insan değer kavramına muhataptır. Bilindiği üzere insan, maddî ve manevî yönü olan bir varlıktır ve bu varlığın manevî yönünü değerler meydana getirir. İnsanın manevî yönünü oluşturan din, iman, ahlâk, onur, gurur, şeref, hayâ, sadakat, ahde vefa, doğruluk, iffet gibi değerler bu sistem içerisinde yer alır. Bu değerler bir bakıma insan varlığının şartı,[58] insanın varoluşuna anlam katan mayalardır.

Küreselleşme süreci ile birlikte toplumların hayatlarında ve yapılarında meydana gelen değişme ve dönüşümler, toplumların kendisi olarak kalabilmesini, özünü

koruyabilmesini zorlaştırmıştır. Hâlbuki toplumları var eden ve sonsuza kadar yaşatacak olan güç, toplumların özünden aldıkları enerjidir. Değerler insanın tarih ve kültür varlığı olarak kendini gerçekleştirmesi bakımından olduğu kadar, kendisinin ne olduğunu bilmesi ve varlığının anlamını soruşturması bakımından da ehemmiyet taşır. Kısacası değerler özelde hem eylem hem de bilme bakımından insanın var oluşunun, genelde ise bu insanların meydana getirdiği toplumların kendini gerçekleştirmesinin dolayısıyla özünü koruyarak kalabilmesinin temelidir. Değerlerini dolayısıyla özünü kaybeden toplumların, kimliklerini de kaybettikleri tarihî bir olgu olarak karşımızda durmaktadır. [59] Bu sebeple, değişen ve gelişen dünyada değerler önemli bir alan olarak görülmektedir.

Değerler üzerine yapılmış çalışmalar, çoğunlukla sosyal bilimciler tarafından ortaya konmuştur. Bunun sebebi değerlerin, insan davranışlarının açıklanmasında ve sosyal hayatın sekilenmesinde önemli bir yere sahip olmasıdır. Sosyal bilimciler ve felsefecilerden sonra değerler son yıllarda, eğitim bilimcilerin de araştırma konusu olmuştur.[60]

Değerleri kavrayabilmek ve ne olduğunu anlayabilmek için öncelikle değerin tanımı üzerinde durmak faydalı olacaktır.

2.1.                            Değer Nedir?

Değer kavramına nedir? sorusunu yönelttiğimizde, cevabı çok kolay ve yalın olamamaktadır. Çünkü “nedir?” sorusu ile araştırılan, var olanın özünde ne olduğu, başka bir ifade ile bir şeyi kendisi yapan unsurun ne olduğudur. Bu da bilinmek istenen bir şeyin bütün fertlerine aynı derecede ve eşit olarak delâlet eden bir kavramın tanımıdır. Hâlbuki değer alanı, bilgi alanından farklıdır ve bu alan bilgi alanına irca edilemez. Üstelik değer, ölçüsü akıl olsa da, yani akıl ile ifade edilebilir olsa da aklı aşar. Fakat insânî varlığın en geniş ifadesi olan değerin, bildirilebilir olması için bu akıl dışı alanın akılla temasa geçmesi gerekir.[61] Buradan hareketle diyebiliriz ki, değerin herkes için geçerli olabilecek bir tanımı yoktur. Bütün bu zorluklarla birlikte genel-geçer bir iddia ile olmasa da her düşünürün zihninde bir değer tanımı vardır. Bu tanımlar incelendiğinde değer kavramının

kullanıldığı bağlam ilgili olarak, bakış noktasına ve araştırma sahasına göre farklı tanımlamalar yapıldığı görülmektedir.

Türkçe “teğmek” sözcüğünden gelen, “değmek” anlamındaki “değer” kelimesi, anlam genişlemesiyle bir nesnenin dengi, karşılığı ve ederi demektir.[62] Değer “bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık”[63] olarak da tanımlanmaktadır. Osmanlıca metinlerde “değer”in karşılığını en iyi karşılayacak kelime, “kıymet”tir. Kıymet ise, “değer, bedel, baha, tutar, şeref, onur, itibar”[64] anlamlarına gelmektedir.

Değer “Nesnelerin ve olayların bir toplum, bir sınıf ya da bir insan yönünden taşıdığı önemi belirleyen niteliği ya da bir toplum, bir sınıf, bir insan için önem taşıyan nesne ya da olay”[65] olarak da tanımlanabilir.

Değer kelimesi “bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık, kıymet, bir şeyin ya da şahsın taşıdığı yüksek ve yararlı nitelik ya da kıymet” olarak tarif edilmektedir.[66] Psikolojik olarak ele alındığında değer, düşünce, eylem ve nesnenin insan için taşıdığı önemi belirleyen niteliğe ve niceliğe ilişkin inançlar şeklinde tanımlanmaktadır. Toplumsal açıdan ise değer, çeşitli olaylar, olgular ve fikirler karşısında bireylerin tepki ve fikir birliği olarak tanımlanabilir.[67] Felsefî olarak öznenin, olguya yüklediği nitelik değer olarak tanımlanmaktadır.[68] Ahlâkî yaklaşımda ise “yapıp eden bir varlık” olan insanoğlunun, her yapıp etmeleri bir değere bağlıdır. Buradan hareketle değerleri, “insanın yapıp etmelerini determine eden ilke ya da ilkeler”[69] olarak değerlendirebiliriz. Yani değerler, yapıp etmelerimizi, belirleyen, yöneten, yönlendiren, onların temelinde yatan ilkelerdir.[70]

Ülken, değeri “süje ile obje arasında aşkın bir orandan doğan beşeri bir eser” olarak tarif etmiştir. O’na göre her değer, süjenin bulunduğu varlık türünün üstünde ve dışındadır. Her değer aşkındır ve evrenselleşme yetkinliğindedir. Çünkü onlarda bildirilebilme ve yayılabilme özelliği vardır.[71]

Değeri, anlamlar kümesinin bir alt kategorisi olarak gören İnam ise, anlam üzerinde yoğunlaşmıştır. Ona göre, “felsefenin en temel meselelerinden biri de yaşadığımızı sandığımız değerlerin arkasında başka ne gibi değerlerin ve anlamların olabileceğinin sorgulanmasıdır. Anlam her tür yaşantının içindedir. İnsan için anlamsız bir tecrübe söz konusu değildir. Biz algıladığımız şeyleri hep bir şey olarak algılıyoruz. Bu algılamaya beş duyuyu, tecrübe faaliyetini, duygularımızı, anımsamalarımızı, düşüncelerimizi katabiliriz. Dünyanın bize ne ifade ettiği genel olarak söylenirse dünyamız ve yaşantımızın nesnesi, o anlamı oluşturuyor. Anlamlar karsısında sorumluluk duymaya başladığımızda, onları ahlak yaşamımızda ve birbirimizle olan ilişkimizde etkin biçimde kullanmaya başladığımızda, anlamlar değerler haline dönüşür.”[72] Özetle İnam’a göre değer, bilim, estetik, ahlak alanında bir şeyler üretme, meydana getirme ve birbirimizle olan birlikte yaşamalarımız içerisindeki anlamlardır.

Şafak Ural’a göre değerler, bizim her türlü bilgisel, psikolojik, sosyal davranışlarımızla, tavır alışlarımızla, bilgilerimizle bir şekilde ilgisini kurabileceğimiz bir alandır. Hiçbir konu, hiçbir alan, hiçbir bilgi, hiçbir nesne yoktur ki, kendisine bir değerle yaklaşılmamış olsun, ona bir değer atfedilmemiş olsun. [73]

Değer ile değerler arasında farklılık bulunmaktadır. Bir şeyin değeri, onun kendisiyle aynı cinsten olan şeyler arasındaki yeri ve konumu iken; değerler ise var olan şeyler ve imkânlardır. Bundan dolayı denilebilir ki insanın değeri başka, değerleri 73 başkadır.[74]

Değerler, insanoğlunun, neyin doğru, neyin yanlış olduğuna ilişkin inançları ve hayatı daha anlamlı kılmak için oluşturduğu yargılarıdır. Buna ek olarak neleri yapıp,

neleri yapmamamız gerektiğini söyleyen de değerlerdir. Bu açıdan bakıldığında değerler, verilen kararların rehberi ve gidilen yönü belirleyen pusulalardır.[75]

Değer bir insanın, çeşitli insanları, insanlara ait olan özelliklerini, istek ve niyetlerini, davranışlarını değerlendirirken başvurduğu ölçüt demektir. Değer, bir tek inanca değil, bir arada organize olmuş bir grup inanca karşılık gelir. Bundan dolayı da organizasyonlardan oluşan bir sistem bütünlüğüdür.[76] Değerler, davranışlarımıza yol gösteren ölçütler, değer sistemleri de çelişkileri çözmek, karar vermek için başvurulan genel planlardır.

2.2.                            Değerlerin İşlevi

Felsefi antropolojide bilme, yapıp-etme, tavır koyma, inanma, ideleştirme vb. niteliklerin yanı sıra bir “değerler dünyasına sahip olma” da insanın varlık şartları arasında kabul edilir.[77] Her ne kadar fiziksel farklılıklar göz önünde olsa da insanlık denince akla gelen, biyolojik birtakım özelliklerle donatılmış milyarlarca insan değil, insanın değerler dünyasıdır.[78] Bizler insan olarak eylemlerimizi yöneten ve onlara rehberlik eden ‘değerler’le örülmüş bir atmosferde nefes alıp vermekteyiz.[79] Bu sebeple, yapıp etmelerimizi yöneten ve değişmez ilke kabul edilen değerlerin önemi son derece büyük görülmektedir.

Değerler insanın tarih ve kültür varlığı olarak kendini gerçekleştirmesi bakımından olduğu kadar, kendisinin ne olduğunu bilmesi ve varlığının anlamını soruşturması bakımından da ehemmiyet taşır. Kendilik kavramı, bireyin dünyayı algılama ve tanımlaması esnasında belirlediği çizgi ya da yoldur. Bireyi başkalarından farklı kılan kabiliyetleri ve bu kabiliyetlerin kişinin kendiliğine yansıyan bir değerlendirme ve organizasyon tarzıdır.[80] Kısacası değerler hem eylem hem de bilme bakımından insanın var oluşunun ve kendini gerçekleştirmesinin temelidir. İlişki kurduğumuz insanlar karşısında tutumumuz, yaşadığımız olaylar ve çeşitli durumlar karşısında aldığımız her karar ve ilgili

davranışlarımız, bunları nasıl “değer”lendirdiğimize dayanır. Bu tutum, karar ve davranışlarımız, yaşamımıza vermeye çalıştığımız yönü gösterir. Yaşamımıza verdiğimiz yön ise, insanı ve kendi kendimizi nasıl değerlendirdiğimize bağlıdır. Bunlar birbirine bağlı, ama farklı cinsten değerlendirmelerdir. Kişilerle ve kendimizle ilişkilerimizde, başkalarının ve kendimizin yapıp ettikleri ve ortaya koyduklarıyla ilgimizde, yakın çevremiz, çağımız, geçmiş ve gelecekle bağımızla, belli bir bütünlükte bir kişi olarak var olmamızın temelinde değer anlayışımız bulunur.[81]

İnsan maddî ve manevî yönü olan bir varlık olduğu için iki türlü gıdalanmaya muhtaçtır.[82] Necati Öner’in belirttiği gibi, “insanın maddî yönü nasıl gıdalanma ile devam ederse, manevî tarafı da ancak onun bağlı bulunduğu değerlerin hâkim olduğu cemiyet içinde gereği gibi yaşanmasıyla devam eder.[83] Eğer mânevî tarafı olmazsa insan, hayvanlarla aynı duruma düşer ve akıl sahibi olduğundan onlardan daha zararlı olur. İnsanın insanî tarafta kalması ancak değerlerine, üstün duygularına sahip çıkması ile mümkündür. Bunları hiçe sayan bir serbesti, insan hürriyeti değildir. Değerlerden uzaklaşma, insanî olandan uzaklaşmadır.[84]

İnsanın akıl gücünü hiçbir alanda olumsuz yönde kullanmaması için kayıtlanması gerekir. İnsanda bu sınırlamayı yapan, değerler sistemidir. İnsan böyle bir sınırlamaya tutulmazsa en tehlikeli yaratıklardan biri olur. Tehlike onun akıl gücüne sahip olmasından gelir. İnsanın zekâ denen tehlike oluşturabilecek aleti, değerler kontrolü altında kullanması, insanın mecbur olduğu toplum hayatı için kaçınılmaz bir gerekliliktir. Din, ahlâk ve hukuk değerleri, işte böyle bir gerekliliğin sonucu olarak, bir açıdan, insan hürriyetini, insan hayrına kısıtlayan unsurlardır.[85]

İnsan davranışları, zihinsel olarak yönlendirilmeye muhtaçtır ve bunun için de bir takım ilke ve kurallar gerekir. Bu ilke ve kuralların her biri insan hayatında bir değer olarak belirlenmektedir. O halde değer, insan davranışlarına yön veren belirlenmiş veya zihinsel bir tutum olarak insanda oluşan kural ve ilkeler bütünlüğüdür.[86] Değerler, bir inanma biçimini ortaya koymaktadır. Buradan hareketle değer inançtır diyebiliriz.

Toplumsal norma dahi ilerleyebilecek yapıyla hareket ettiğini düşünürsek, değer yargılarının normlara kimi zaman yaklaştığını söyleyebiliriz. Bu da normun salt anlamda kanunlaşmış metinler üzerinden düşünülemeyeceğini göstermektedir.[87] Değerlerin kimi durumda kanunlaşmış metinlerden daha fazla yaptırım ya da motivasyon gücüne sahip olduğunu da söyleyebiliriz. Örneğin yolda bulduğu parayı alıp kullandığı takdirde kendisine herhangi bir yaptırım uygulanmayacağını bildiği halde kullanmayan, aksine paranın sahibini bulmak için çabalayan kişiye bu davranışı yaptıran kanunlar değil, hak etmediği paranın kullanılmasının uygun olmadığı inancını ona yerleştiren değerlerdir.

Teoriden çok pratik bir karakter taşıyan değer kavramı, insanın ve toplumun varlık şartlarındandır. İnsan değerlerini, varlıklarla kurduğu ilişkiler neticesinde meydana getirmekte, uygulamakta ve yaşamaktadır. Bu bağlamda değerlerin yaşatıcısı, koruyucusu bizzat insandır. Zira değerler etkisini, önemini, onlara inanan ve yaşayan oldukça gösterir. Bir şahsın benliği ve toplumun kimliği, ancak değerler oldukça korunabilmektedir.[88] İnsan değer koyar, onlara bağlanır, onlara inanır, onları yaşar. Hatta gerektiği durumda koyduğu değerleri yeniler. Bolay’ın “değer koymak” ifadesi ile kastettiği, bir gaye belirlemektir. Hayatın gayesini ve yönünü belirleyen değerler, insan için bir yaptırım gücüne sahiptir.[89]

Değerlerden kaynaklanan güç, insanı ezen ve insanı küçülten değil insan onurunu yücelten bir güç niteliğindedir. İnsanın düşünce ve eylemlerine yön veren değerler, toplumsal baskı olmadan etkili olmaktadır. Davranışlar, ya zorunlu uyma davranışı diye nitelenen dış disiplin zoruyla olmakta; ya da içselleştirilerek kişinin kendine mal ettiği değerler vasıtasıyla olmaktadır. Onurlu bir yaşam için insan davranışlarını yönlendiren etken, korku ve disiplin değil, değerler olmalıdır. Değerler iç disiplini oluşturur ve bu iç 89

disiplin, değerler değişmediği sürece değişmez.

“Değerler kişilerin hayat tarzlarını da oluşturabilecek sosyal güce sahiptirler. Örf, gelenek, görenek gibi kavramlar, değerlerin toplumda yaşamsal alana geçişiyle mümkün olabilen değersel güç unsurlarıdır. Geleneksel bir yapı içerisinde aile hayatının, bireysel ilişkilerin, toplumsal yaşam şekillerinin tümü aslında değersel bir güç ve inanma biçimiyle

ilgilidir.”[90] Robbins gibi düşünürler değerleri, kendimizi daha saygın kılmak için kendimizin ürettiğini söyleseler de aksine değerler aşkın bir unsuru barındırır ve çoğunlukla dinî mahreçli, kültür, gelenek, görenek, örf gibi tarihi kavramlarla da örüntülüdür.[91]

İnsanın toplumsal anlamdaki varlığı, benlik kazanabilmesi, var olanlarla ilişki kurabilmesi ile mümkündür. Zira toplumsallaşamayan fert, kişi olamaz. Toplumsallaşmanın söz konusu olmadığı yerde, değerlerin uygulanması da söz konusu değildir. Ferdi, kişi haline getiren, toplumsallaşmayı mümkün kılan ise kültür dünyasıdır. Kişi, içinde doğduğu bu dünya, kültür ve bunların var ettiği değerler ve bu değerlerin içselleştirilmeleri sayesinde benlik kazanır.[92] Kişilik, değerleri yaşama ve ahlâklılıkla 93 doğru orantılıdır.[93]

Değerlerin toplum yaşamı içinde önemli özellikleri ve bu özelliklere bağlı olarak yerine getirdiği çeşitli işlevleri vardır.[94] Özensel, değerlerin işlevlerini Gökçe ve Fichter’den şu şekilde aktarmıştır:

“1. Sosyal değer, temel seçici uyumun standardıdır. Yani bu bağlamda değerler, bilinçli ve amaçlı davranışın genel ölçütüdür. Bu bakımdan değer, sosyal eylemde bulunan bir kişinin sosyal olarak kabullenilebilen olgu ve istekleri için temel atıf noktası görevini görmektedir.

2.                            Değerler, kültürel olarak şekillendirilmiştir ve aynı zamanda kültür üzerinde de yönlendirici olarak etki etmektedir. Bu bakımdan değerler, belli bir kültürün gelişme süreci içinde sekil almaktadır. Bu da genel olarak sembol, moral ve estetik normlar, davranış şekilleri olarak belirginleşir. Bu açıdan değerler, kültürün esasını oluşturmaktadır.

3.                            Değerler, insanlarla özdeşleşmiştir. Yani sosyalleşme sürecinde değerler, kişiler tarafından öğrenilmekte ve üstlenilmektedir. Kısaca, kişinin şahsiyet yapısına eklenmektedir. Bunun doğal bir sonucu olarak değerler, kişinin şahsiyetinin bir parçası olarak görülmektedir.

4.                            Değerler, sosyal bir boyuta sahiptirler. Değerler, hem zihin (arzu ve eylem boyutunu belirten) hem de hissi-duygu yönünü belirten ifadelerdir. Sosyal değerler, belli sosyal sonuçlara yol açarlar. Bu sosyal sonuçlar literatürde, sosyal değerlerin işlevleri olarak adlandırılmaktadır.

Fichter’den aktarılan işlevler şunlardır:

1.                            Değerler, kişilerin ve birlikteliklerin sosyal değerinin yargılanmasında, hazır birer araç olarak kullanılır. Tabakalaşma sistemini mümkün kılar. Bireyin çevresindekilerin gözünde nasıl olduğunu ve nerede durduğunu bilmesine yardım eder.

2.                            Değerler; kişilerin dikkatini çeker ve kişilerin dikkatini yararlı ve önemli olarak görülen maddi kültür nesneleri üzerinde odaklar. Bu değerli nesne, her zaman birey veya grup içinde en iyi olmayabilir. Fakat o nesne için çaba gösterilmesine yol açtığı da bir gerçektir.

3.                            Her toplumdaki ideal düşünme ve davranma yollarına, değerler tarafından işaret edilir. Değerler, sosyal olarak kabul edilebilir davranışın âdeta semasını çizerler. Böylece kişiler de hareket ve düşüncelerini en iyi hangi yolda gösterebileceklerini kavrayabilirler.

4.                            Değerler, kişilerin sosyal rollerini seçmesinde ve gerçekleştirmesinde rehberlik ederler. İlgi yaratırlar, cesaret verirler. Böylelikle de kişiler, çeşitli rollerin gerekliliklerinin ve beklentilerinin, birtakım değerli hedefler doğrultusunda islemekte olduğunu kavramış olurlar.

5.                            Değerler, sosyal kontrol araçlarıdır. Kişileri toplumun kurallarına uymaya yöneltir, doğru şeyleri yapmaya yüreklendirir. Değerler ayrıca onaylanmayan davranışları engeller, yasaklanmış davranışların neler olduğuna işaret eder.

6.                            Değerler, dayanışma araçları olarak da işlevde bulunurlar. Kişiler aynı değeri taşıyan kişilerle birlikte olmak ister. Ortak değerler, sosyal dayanışmayı yaratan ve sürekli kılan en önemli faktörlerden biridir.”[95]

Değerler bir toplumun üzerinde hemfikir oldukları (iyiliği, kötülüğü ve önem derecesi) bir olguyu belirtir.[96] Değerler, kişisel olmaktan çok topluluğun ortak malıdır. Gerçekten de her değerin arkasında toplumdan referans alan çok yönlü bir inanç sistemi vardır.[97] Şüphesiz, toplum içerisinde yaşayan, geleneksel insan için de modern insan için de bir takım değerlere bağlı olmak bir tür zorunluluktur. Çünkü toplumsal hayatı mümkün kılan, paylaşılan bu değerlerdir.[98]

2.3.                            Değerlerin Özellikleri

Değerlerin özellikleri ana hatlarıyla şu şekilde sıralanabilir:[99]

                                      Değerler, inanç olmakla birlikte tümüyle nesnel, duygulardan arındırılmış değildir. Duygularla iç içe, soyut ve özneldir.

                                      Değerler, özgül eylem ve durumların üzerindedirler. Örneğin; itaatkârlık değeri, evde, işte, okulda ve tanımadığımız ilişkilerin tümünde geçerlidir. Bir değer sadece belli kişiler için geçerli değildir.

                                      Toplum ve birey tarafından benimsenen birleştirici olgular; Toplumun sosyal ihtiyaçlarını karşılayan ve bireylerin iyiliğine çalışan inançlardır.

                                      Değerler, bireyin bilincinde yer eden davranışı yönlendiren güdüler; duygu ve heyecanları da ilgilendiren yargılardır.

                                      Değerler iç içe geçmiş bir bütündür. Bir değeri kendisiyle yakından ilgili başka bir değerden ayırmak zor olsa da aralarında bir üstünlük ve öncelik münasebeti vardır. Bu münasebet değer önceliklerini belirleyen bir sistem öngörür.

                                      Değerler, durağan değildir. Değişkenlik özelliği vardır. Zaman içinde etkileşim ve ortaya çıkan yeni ihtiyaçları karşılamak için değerlerde değişiklikler olabilir. Değerlerdeki değişim birdenbire değil, zaman içerisinde oluşmaktadır. Değerlerdeki değişim olumsuzdan olumluya doğru veyahut olumludan olumsuza doğru olabilmektedir.

                                      Değerler, kalıtım yoluyla geçmez ama bir sonraki kuşağa sosyal rollerle öğrenilerek aktarılır; çevreden, yazılı ve görüntülü materyallerden taklit ya da model alma yolu ile öğrenilir.

                                      Değerlerin ortaya çıkmasında sosyal onay önemlidir. Sosyal olarak onaylananlar, zamanla davranış ölçütleri hâline gelerek değerleri oluşturmaktadır.

                                      Değerler, yaptırım gücüne sahiptir. Bireyin toplum içinde yaşarken uyması gereken değerlere göre yaşamını sürdürmesi gerekir.

                                      Değerler, bireydeki şüpheleri ve tereddütleri yok eder. Hayatın hızlı bir şekilde değişimine karşılık kişinin hayata intibakını sağlar; kişiye kendini aşma ve yenileme imkânı verir.

2.4.                            Değerlerin Tasnifi

Değerler, yaşantımızın farklı yönlerine ve insan oluşumuza temel teşkil eden birçok alanla ilgilidirler ve doğal olarak çeşitlidirler. Bu yüzden de değerleri konu edinen bilimler tarafından, farklı değer tasniflerinin yapıldığını gözlemlemekteyiz. Her ne kadar farklı değer tasniflerinden söz edilse de, değerlerden her birinin alanını, diğerlerinden kesin

çizgilerle ayırmanın mümkün olduğunu söylemek zordur. Biz ahlâkî, dinî, toplumsal, tarihî, ekonomik, estetik, siyasî, millî vb. değerlerden söz edebiliriz. Fakat ahlâkî değerler içerisinde kabul edilen bir şeyin, aynı anda bir milletin dinî veya başka bir değerini de ifade etmesi mümkündür.[100] Belirteceğimiz değer sınıflandırmalarının genel geçer olduğunu ve sosyal bilimlerin her alanında aynı şekilde kabul edildiğini söylemek zordur. Dediğimiz gibi, farklı alanlarda, farklı değer sınıflandırmaları yapılabilmektedir. Bu kısımda, çeşitli araştırma sonuçlarına dayalı olarak değerlerin sınıflandırılmasına ilişkin farklı bakış açıları sunulmaya çalışılmıştır.

Allport, Vernon ve Lindzey’den sonra değerleri “Estetik, Teorik, İktisadi, Siyasi, Sosyal ve Dinî değerler” olarak altı grupta toplamak adet olmuştur. Bunlar hayatımızın belli başlı sahalarıdır. Herkes kendi hayatında bu kavramlara şu veya bu şekilde önem verir veya bunlar karşısında belli bir tavır alır. Değerler bir bakıma bizim hayatımızın gayeleridir; hatta sadece kendi hayatımızın değil başkalarının hayatları için de birer gaye olmasını istediğimiz şeylerdir.[101]

Sosyolojide ve sosyal psikolojide ise değerler bir toplumun kültürüdür. Bir toplumu oluşturan onu var eden o toplumun işleyiş mekanizmalarını oluşturan ve aynı toplumu geleceğe taşıyabilen şey kültürdür. Kültür kendi medeniyetimizin bugün yaşayan umdelerini içerisinde görme fırsatı bulabildiğimiz her tür şeyin adıdır. Biz kültür sayesinde geçmişimizin izlerini bulunduğumuz zamanda hissedebilir, bilebiliriz. Aynı şekilde de yarına taşınabilecek değerler yine kültür eliyle gerçekleştirilecektir. Bu meyanda sosyologlar yahut da sosyal psikologlar genelde değerleri soyut değerler ve somut değerler şeklinde ikiye ayırarak tasnif etmektedirler.[102]

Değerleri sübjektif ve objektif değerler şeklinde sınıflandıranlar da vardır. Değerleri objektif olarak ele alanlar, insanların değerlendirmede herhangi bir tercihleri olamayacağı görüşündedirler. “Objektif değerlerin olduğunu söylemek, insanların tercihi olmaksızın doğruluğu kendiliğinden var olan değerlerin olduğunu iddia etmektir. Mesela iyilik, doğruluk ve güzellik gibi değerler kâinata ait gerçeklerdir. Onlar nesnelerin yaratılışının bir özelliğidir. Bazı nesneler objektif olarak doğrudur. Bazı davranış ve nitelikler de doğuştan iyidir.”[103]

Değerleri sübjektif olarak ele alanlar da mevcuttur. Bu görüşe sahip olanlar, değerler insana bağlı şeylerdir derler. Timuçin’e göre, “yüce değerler bireysellik temelinde oluşur ve evrene açılır. Onu belirleyen bireyin bilinç koşullarıdır. Bu çerçevede değer yaratmak ve değeri, değer diye belirlemek bireyin sorumluluğuna girer. Değerin oluşumunda göreneklerin ve alışkıların büyük ölçüde etkili olduğu doğrudur, bununla birlikte o her şeyden önce bireysel bilinç koşullarıyla ilgilidir.”[104] Bu, toplumsal yapı, çevre, kültür, gelenek gibi kavramlardan arınarak kişisel zihni yapının tutumunu önceleyen bir görüştür. “Oysaki öyle mutlak ve ebedî değerler vardır ki, onların milleti olmaz, onlar evrenseldir. Onlar, yani o değerler, insanların ortak dilidir, lisanıdır. Bütün kalp ve zihinler o değerlerde birleşmektedir. Fert onları doğuşta toplumda bulur. Ne kadar uğraşsa da fert onları değiştiremez. Onlar ne ferdin ne de belli bir milletin malıdırlar.”[105]

Bilinmesinde yarar görülen diğer bir değer tasnifi de şöyle ifade edilmektedir:[106]

1.                                   Yüksek Değerler: Dinî değerler, mutlak değerler, manevî değerler, ahlakî değerler, milli değerler, hukuki değerler, idealler, inançlar, dürüstlük, dostluk, sözünde durma gibi değerler.

2.                                   Araç Değerler: Yarar ve çıkar alanıyla ilgili değerlerdir: Yarar ve çıkarın her türlüsü, kayırmalar, maddi değerler, hoş olanlar, tutkular, güç, iktidar faktörleri, ün ve şan hırsı gibi değerler.

Yüksek değerler mutlak oldukları için saf etik ilkelerdir. Bu değerler sürekli ve bölünmez olduklarından diğerleri tarafından temellendirilemezler. Bu değerlerin gerçekleşmesi insan için derin bir sevince sahip olmaktadır.[107] Yarar ve çıkar alanı olan araç-değerler, öznel durum ve tavırları yönetirler. Bu değerlerin yönetimindeki alan, insanlar arasındaki çatışmaların alanıdır. Uzlaşma ise ancak yüksek değerlerin bu alandaki etkinliğiyle sağlanabilmektedir.[108]

Araç değerler, yüksek değerlerle olan bağlarından koparılınca, artık etik bir karakter taşımazlar, fakat değerler hiçbir zaman birbirinden koparılamazlar. Mademki bütün hayat eylemlerimizi değerler yönetip düzenlemekte ise, her iki değer grubunun bizim eylemlerimizi yönetmesi gerekmektedir. Bundan dolayı hiçbir zaman birbirinden

kopmazlar; ancak bu değer gruplarından birinin ağır basması yahut birisinin ötekisinin emrine girmesinden söz edilebilmektedir. Asıl tehlike yüksek değerlerin, araç-değerlerin emrine girmesindedir; ahlakî bir yapıp etme ve eylemde, bunun tersi olmalıdır; yani araç değerler, yüksek değerlerin emrinde olmalıdır.

Değerlerin bir başka tasnifi, insan şahsiyetini, onun değerlerine göre ortaya çıkarmaya çalışan Spranger tarafında yapılmıştır. Psikolojik çalışmalarda, onun yapmış olduğu tasnif bir ilk olarak kabul edilmektedir. Spranger, estetik, ilmi, iktisadî, siyasî, sosyal ve dinî olmak üzere altı değer grubundan söz etmektedir.[109] Spranger tarafından yapılan bu tasnif, genel bir kabul görmüş ve büyük ölçüde değerleri bu sınıflandırmaya göre incelemek ilmi bir gelenek haline gelmiştir. Fakat bu sınıflandırmaya sonradan ahlâkî değerler boyutu da eklenmiştir.

“Shaver ve Strong ise değerleri estetik, enstrümantal ve ahlâkî değerler olarak üç kategoride sınıflandırmaktadır: Estetik değerler, resimde, müzikte, edebiyatta kişisel yaklaşımımızla güzel olduğu yargısına vardığımız standartlardır. Enstrümantal değerler, belirli amaçları başarmak için kullandığımız değerlerdir. Örneğin bir öğretim yöntemi, eğer belirlediğimiz eğitim amaçlarını gerçekleştirmeye yardım ediyorsa değerlidir. Değerler, bireylerin belirli amaç ve eylemlere ilişkin Ahlâkî karar vermelerine de yardımcı olmaktadır. Ahlâkî değerler, amaç ya da eylemlerin uygun olup olmadığını yargıladığımız ilke ve standartlardır. Ahlâkî değerler yalnızlık gibi kişisel bir tercihten, insan yaşamının kutsallığı gibi insanlığın varlığını temel alan değerlere kadar geniş bir yelpaze çizmektedir. Çalışkan olmak, dürüstlük, yardımlaşmak, vatanseverlik gibi değerler bu kutuplar arasında yer almaktadır.”[110]

Bir başka değer sınıflaması da Beck tarafından yapılmıştır. Beck'in değerlere ilişkin çalışması, farklı durumlarda değişebilmekle birlikte, oldukça yaygın olan evrensel değerler seti üzerine temellenir. Beck'e göre, kesin, mutlak değerler yoktur. Değerler, hem araç hem de amaçtır. Beck, değerleri, temel insan değerleri, ahlâkî değerler, sosyal ve politik değerler, ara değerler, spesifik değerler olarak tasnif etmiştir.[111]

Güngör, değerler psikolojisi ve ahlâkî değerleri konu alan çalışmasında, insanın hayatta ideal edinebileceği, on dört farklı değer belirtmiştir. İncelenen bu on dört değer,

temelde yedi ana değeri temsil etmiş ve her bir ana değerde de iki alt değer yer almıştır. İlgili araştırmada, estetik, ahlâkî, teorik, iktisâdî, dînî, siyâsî ve sosyal değerler, yedi ana 112

değer olarak kabul edilmiştir.[112]

Ülken ise değerleri öz karakterlerine göre içkin, aşkın ve normatif değerler olarak üçe ayırmıştır. İçkin değerlerin bir kısmı, değer vermenin öznesi durumundaki bilincin eşya ile ilişkisinden doğan “teknik” değerlerdir. Bir kısmı, duyguya ve duyuşa bağlı kavradığımız şeylerle ilgili olarak ortaya çıkan “sanat” değerleridir ve yine bir kısmı temelini doğrudan doğruya şuurun verilerinde bulan düşünce “bilgi” değerleridir. İçkin değerler, kavramlar, duygular ve eşya ile münasebetten doğan ve bilinçle çevrelenen, inanmadan daha çok bilmenin hâkim olduğu değerlerdir. İçkin değerler, sujenin kendi dışındaki dünyadan oluşturduğu değerler iken aşkın değerler kişilerarası ilişkilerden meydana gelirler. Bireyin sosyal çevresiyle etkileşmesinden doğan değerler, kişilerarası değerlerdir bilgiden çok inanma üzerine kuruludur. Bu değerler ahlak ve dindir. Üçüncü ve son değer grubunda normatif değerler vardır. Bunlar aslında değer değil, ancak bütün değerlerin ölçüleri, değişim örnekleridir. Bu değerlerin görevi, başka değerleri birbirleriyle karşılaştırmak ve ölçmektir. Bu ölçü-değerler; iktisadi, hukûkî, lisanî değerlerdir.[113]

Son olarak üzerinde duracağımız bir değer tasnifi de, değerleri maddî ve mânevî olarak ayıran sınıflandırmadır. Maddî değerlerden kastedilen şeyin genelde bir toplumun iktisadî, teknolojik vb. donanımları olduğunu söylememiz mümkündür. Mânevî değerleri ise, “ büyük bir sosyal gurubun mensuplarının (sırf başkaları tarafından tasdik edildiği için değil) kendi idrak ve anlayışları ile doğruluğunu tasdik ettikleri için üzerinde ittifak ettikleri ve sübjektif olarak da kıymet takdir ettikleri değer hükümleri” olarak tanımlamak mümkün görünmektedir.[114] Din, iman, ahlâk, sabır gibi değerler, bu sınıflandırmada mânevî değerler grubuna girmektedir.

Daha önce de değindiğimiz gibi değerler çoğu zaman girift bir durumdadır ve değerlerden her birinin alanını, diğerlerinden kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir. Başka bir ifadeyle, örneğin ahlâkî değerler, insanın değerler sisteminde apayrı bir bölüm teşkil etmez. Başka cinsten -mesela ilmi, siyasi- değerler, ahlak değerleriyle sıkı bir ilişki halindedir ve bunlar pekâlâ birer ahlâkî değer görünümü alabilirler. Dolayısıyla “şunlar

dînî, şunlar ahlâkî, şunlar da ilmî değerlerdir” diyerek, değerleri kesin bir kategorik tasnife tâbî tutmamız zordur. “Ahlâkî ” diye nitelediğimiz herhangi bir değer, aynı zamanda dînî, siyâsî, sosyal bir değer görünümü de arz edebilir. Örneğin, başkalarının görüşlerine saygı duymak, hem ilmin, hem de ahlakın gereğidir. Öte yandan aynı saygı, hem siyâsî, hem de sosyal bir değer olarak pekâlâ görülebilmektedir. Keza, çalışmanın, hem dini, hem ahlâkî, hem de ilmî bir değer olduğu rahatlıkla ifade edilebilmektedir.[115]

Biz ise tezimizde değerleri sınıflandırırken, Safiye Erol’un yazılarındaki konuların çeşitliliğinden hareketle, geniş bir tasniflendirme tercih etmekteyiz. Felsefe, siyaset, ekonomi, din, ahlâk, aşk, millet, şehir kültürü, estetik, sanat, hayvanlar gibi çok farklı konulara değinen Erol’un yazılarında tespit ettiğimiz değerler, kimi zaman bir başlık altına oturmuş, kimi zaman da değerlerin iki hatta üç değer başlığına girecek kadar geniş arka plana sahip olduğu görülmüştür. Bu noktada yazının ana fikrine en yakın başlık tercih edilmiştir. Tezimizde esas aldığımız değer tasnifi şu şekildedir:

a)                             Ahlakî Değerler

b)                             Dinî Değerler

c)                             Millî Değerler

d)                             Medeniyet ve Kültürel Değerler

e)                             Felsefî Değerler

f)                              Estetik Değerler

g)                             İnsanî Değerler

h)                             Toplumsal Değerler

3.                                                          DİN EĞİTİMİ VE DEĞERLER

Bu bölümde “değer” kavramını, değerlerin nesnesi konumundaki ‘’kişilik’’ kavramı ile ilişkisi bağlamında ele almaya çalışacağız. Zira değerlerin ve değer eğitimin ve din eğitiminin amacı, kişiliğin müspet gelişimidir.

Kişilik, bireyin toplumsal hayatın içinde edindiği alışkanlıkların ve davranışın bütünü[116] olarak tanımlanmaktadır. Kişilik alışkanlıkların, alışkanlıklar ise davranışların

tekraren yapılmasının neticesidir.[117] İnsan kişiliğinin temeli olan davranışlar, beşeriyet ve insaniyet düzeyinde zihinsel olarak yönlendirilmeye muhtaçtır ve bunun için de bir takım ilke ve kurallar gerekmektedir. Bu ilke ve kuralların her biri insan hayatında bir değer olarak belirlenmektedir. İnsan davranışlarına yön veren belirlenmiş veya zihinsel bir tutum olarak insanda oluşan kural ve ilkeler bütünlüğü[118] şeklinde tanımlanabilecek olan değerler, insan davranışlarının ve dolayısıyla şahsiyetinin mayası olarak ifade edilebilmektedir.

Değerler, insan şahsiyeti ve hayatıyla doğrudan ilgili olması ve insanın insanca yaşama çabasına yardımcı olması bakımından her çağda eğitimin hem amacı hem de konusu olmuştur. Eğitim, bireyi ister toplumun etkin bir üyesi yapma süreci, ister sorumlu bir yetişkin olarak hayata kazandırma ya da bir mesleğe hazırlama çabası olarak düşünülsün, değerlerin bu süreç içinde herhangi bir şekilde yer aldığı ve alacağı bir gerçektir.[119] Değerler, kişiliğin temel malzemesi olması itibariyle, sağlıklı düşünen, hisseden ve davranan bireylerin yetiştirilmesi noktasında din eğitiminin de önemli çalışma alanlarından birini oluşturmaktadır. Din eğitimindeki, insanın doğuştan getirdiği en iyi tarafı ortaya çıkarmak; kişiliğinin her yönüyle gelişmesini sağlamak; insanın mükemmelliğe ulaşmasına yardımcı olmak; bireyi ve toplumu kötü ahlaktan korumak ve kurtarmak, bunun yanında iyi ahlakla donatmak ve devamını sağlamak gibi hedefler, değerlerin işlenmesi ve eğitilmesi ile gerçekleşebilmektedir. Din eğitiminin insanın şahsiyetini geliştirmeyi hedef alan boyutunda, insanın değerlerinin eğitilmesi ehemmiyet arz etmektedir.

Din eğitiminin tanımında geçen fıtratı koruma ifadesinde kastedilen, yaratılış ahlâkını korumaktır. Zaten, dinin gerektirdiği tüm ritüellerin özüne baktığımızda bütün uygulamalardaki amacın Allah ile iletişim kurarak, ahlâklı ve iyi insana ulaşmak olduğunu görmekteyiz. İyi insan, toplumca kabul gören; insanın, dolayısıyla toplumun varlığının temeli olan değerlere bağlı, bu değerlere göre hareket eden, hayatını bu değerlere göre düzenleyen, kendisine ve topluma faydalı olan insandır. Dolayısıyla insanın davranışlarının

özü niteliğindeki değerlerin eğitimi, “iyi insan” yetiştirme noktasında din eğitiminin hem aracı hem de amacı konumundadır.

Değerlerin öğretiminin, program, usul ve öğretmenin şahsiyeti açısından da din eğitiminde önemli bir yeri vardır.[120] Hz. Muhammed’in “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” hadisi, “Allah katında gerçek din, İslam’dır.”[121] ayeti ve “İslam, güzel ahlaktan ibarettir”[122] şeklindeki bir çok vecize de gösteriyor ki bu dini tebliğ etmek, sadece buyrukları değil, dinin gerektirdiği yaşama üslûbunu da tebliğ etmektir. Ahlâkın tamamlanması, ahlâkın Hz. Muhammed’in varlığında somutlaşması demektir. Allah, peygamber modelini, insanların onun yaşantısını örnek alarak eylemlerini inşa edebilmesi amacıyla göndermiştir. Peygamberi örnek alan kişi, dünya ve ahiret saadetini kazanmak için, kendisini güzel bir ahlâkla inşâ etmektedir.[123] Buradan hareketle peygamber modelindeki din eğitiminin sadece bir bilgi eğitimi değil, bir kimlik eğitimi olduğunu ifade edebiliriz. Bu noktada ise yine karşımıza din eğitiminin önemli bir boyutu olan değer eğitimi çıkmaktadır zira insandaki “kimlik eğitimi” değerlerinin eğitilmesiyle gerçekleşebilmektedir.

Ülkeler ve milletler arası sınırların kalktığı, medeniyetler arası yoğun bilgi ve kültür alışverişinin yaşandığı günümüzde, yabancı kaynakların hangisine ve ne dereceye kadar minnet etmek lazım, lâyıkıyle kestirebilme noktasında kendi kültürünü ve değerlerini tanıma önem arz etmektedir. Toplumların kendi varlığını koruyabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi için kendi kültürel birikimini, bir başka ifade ile kültürel mirasını tanıması 124 ve kullanması gerekmektedir.[124]

Bütün milletlerin eğitim tarihindeki uygulamalarına bakıldığında, eğitim amaçlarına ulaşmalarında, fert ve toplum ihtiyaçları yanında, kültürel mirasın yetişmekte olan nesillere kazandırılmasına büyük ölçüde önem verdikleri görülmektedir. Kültürel hayatı belirleyen başlıca mânevî değerler; temel inançlar, ahlakî değer yargıları, örfler ve âdetlerdir.[125] Çağdaş eğitim anlayışına göre ise, “eğitim üzerinde etkisini gösteren temel

inançlar arasında dinden daha kuvvetli olanı yoktur.”[126] Din, kültürel miras dairesinde büyük paya sahip bir alandır zira din/inançlar, bütün değerlerin en derininde yer alır, onların oluşumunda en belirleyici role sahiptir. Din, bireysel ve toplumsal kimliği belirleyici temel unsurdur. “Kültürel miras” olarak ifade edilen, toplumları oluşturan ve bir arada yaşatan temel dinamikler olarak bakabileceğimiz gelenek, görenek, örf, âdet ve değerler, çoğu toplumda dinden büyük ölçüde etkilenmiştir. Dînî anlayış, doğrudan değer sistemini, değer sistemi ise tutum ve davranış biçimlerini etkilemektedir. Bu noktada ise yine din eğitiminin değer aktarımındaki fonksiyonu göze çarpmaktadır.

Geleceğini garanti altına almak isteyen toplumlar, ahlaklı bir nesil yetiştirmek için gayret göstermişler, ahlak eğitimine önem vermişlerdir. Ahlak eğitiminin amacı, olgun davranışlar konusunda alışkanlık sağlayıp, üstün ahlakı gerçekleştirmektir. Bir ahlakî davranış, kalıcı bir âdet oluncaya ve köklü bir ahlak kuralı hâline gelinceye kadar, istikrarlı bir şekilde tekrarlanmalıdır, böylece davranış karakter hâline gelir. İnsanın fiillerini devamlı olarak doğruluk şartlarına uydurmak, bu doğru ve düzenli hareketleri güzel alışkanlıklar, yüksek karakterler hâlinde elde etmek değerler eğitimidir.[127]

Din ve din eğitimi, değerlerin eğitimi sürecinde araç konumuna da geçebilmektedir. Dînî unsurların materyal olarak kullanılması değerler eğitiminde mânevî motivasyon sağlamaktadır. Mehmedoğlu’na göre “manevî motivasyon, nihaî bir varlığa olan bireysel bir iman ve bağlanma ile hayatın anlamını belirleyen ve yorumlayan, insan bilincindeki sürekli ve insanlık tarihini şekillendiren sosyal veçhesi bulunan duygu, düşünce ve ahlak sistemleri olarak anlaşılmalıdır. Düşünce ve duygu dünyamızda tıpkı herhangi bir duygu ve düşünce gibi gelişimsel bir seyir takip eden ve bildiğimiz bütün duygu ve düşüncelerimizin üzerinde temellenen, karmaşık ve gelişime açık, insanı salt biyolojik bir varlık olmak sınırından kurtaran ona hayatı için anlam tayin eden değerler sunan ilkeli ve estetik yaşama biçimi sunan duygu/düşünme biçimidir.”[128] Buradan hareketle değer eğitiminde, değerlerin içselleştirilmesi ve davranış boyutuna aksettirilmesi noktasında, dînin ve dolayısıyla da din eğitiminin sağladığı mânevî motivasyon ve içsel dinamiklerin yadsınamaz payı olduğu ifade edilebilir.

Bireyin değerlerle donanması ancak eğitimle mümkündür. Bireyin eğitilmesi, bireyin içinde yer aldığı diğer ortamlarda yani aile, toplum, devlet, iş vb. alanlarda yüksek değerlerin hâkim olmasını sağlayacaktır. Değerler eğitiminin amacı, bireyin değerlere bağlı bir kişilik geliştirmesini sağlamaktır. İnsan davranışlarının ve dolayısıyla şahsiyetinin mayası olarak ifade edilen değerler, kişiliğin dolayısıyla da toplumun temel malzemesini teşkil etmekte, zira karşısında duruş alınan bir değer sistemi olmadığında hayatı anlamlandıran bir ahlâki davranış ve yargıdan söz edilememektedir. Fakat benimsenen değer sistemine hangi motivasyon ve ölçütlerle bağlanıldığı, bağlılığın yoğunluğu ve etkililiği, bağlanmanın dış faktörlerden etkilenişi gibi daha bir çok husus da ahlâkîliği belirlemektedir.[129] İşte din ve din eğitimi gerek motivasyon unsuru olarak, gerekse yöntem ve teknik açısından kattıklarıyla, amaçlarındaki ortak paydalarla, değerler eğitimi ile yan yana hatta iç içe bulunmaktadır. İnsanın istidat ve kabiliyetlerini işleyip geliştirmek üzere, Allah’a iman ve bağlanma ile, kişinin yaşayışını gerek kendi gerekse toplumun saadetine ulaştıracak şekilde düzenlemeyi hedef alan din eğitimi, değer eğitimi noktasında önemli bir görevi üstlenmektedir.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

SAFİYE EROL’UN ESERLERİNDE DİN EĞİTİMİ ve DEĞERLER

1.                               DİN EĞİTİMİ

1.1.                           Safiye Erol’un Din Eğitimine Genel Bakışı

Safiye Erol, dinin temel gayelerinden olan, insanlığın Allah’ı bilme ve tanımasının, beşeriyetin, varoluşundan bu yana kazandığı en büyük başarı olduğunu belirtmektedir.

“Başarı ne kadar büyük olursa olsun insanlığın öyle esaslı bir temel-zaferi vardır ki ona kıyasla bugün olan ve bundan sonra olacaklar hep birer nüshadan ibaret kalacak. O temel-zafer ise beşerin (Allah) diyebilmiş, bu mefhuma ermiş ve kendi kendine sonsuz tekâmül, aşk ve 130

ebediyet sahası vermiş olmasıdır.”[130]

Yazar, kişinin hem dünya hem de âhiret hayatına yansıyacak bu zaferi, Allah’ı bilme, tanıma, O’na bağlanma ve inanma sonucu kazandığı mânevî ve içsel dinamiklerle şahsiyetini olgunlaştırması zincirlemesiyle gerçekleştirdiğini işaret etmektedir. Bu noktada, insanın doğuşla beraberinde getirdiği dinî istidat ve kabiliyetlerini işleyip geliştirmek üzere, başta Allah’ı ve ilâhi kelâmı öğrenip kabul ederek, ilâhi kelam içinde mevcut bilgiler ve talepler doğrultusunda yaşayışını düzenleyebilmesi[131] olarak tarif edilen din eğitimi karşımıza çıkmaktadır. Yazar, insanın dünyaya gönderiliş amacının Allah’ı tanımak ve tanımanın getirdiği bilinç üzere yaşamak olduğunu ifade ederek, din eğitiminin insan ve toplum hayatındaki yerini de temellendirmektedir.

1.1.1.                             Din Eğitiminin Gerekliliği

Yazar, modern zamanın neticesinde oluşan kalabalık, koşturmaca ve telaşın, dindarlığın sağladığı mânevîyattan haz alma duyusunu zayıflattığını ifade etmekte, hissiyât ve mânevîyat bakımından eski zamanlardaki yüksek duygulara erişilemese de, insanın içerisinde, modern hiçbir etkinliğin dolduramayacağı, Allah’a yönelme ihtiyacı bulunduğunu belirtmektedir.

“Böylece kabul edelim, dindarlık nîmetlerinden eskiler kadar nasîbimiz olamaz. Biz sağa sola çok dağılmışız. Entelektüel hayât, san’at dinamik yaşayış şu bu… Hatta işbâ halindeyiz. Yine de hiç bir şeyin dolduramayacağı bir gedik kalıyor Tanrıya yönelme…”[132]

Erol, düsturların, ilke ve değerlerin, insanın varoluşuna anlam katan mayalar olduğunu, Hocası Ken’an Rifâî’nin kendine bulunduğu telkinlerden birini naklederek ifade etmektedir.

“Hocam- İnsan benimsediği düsturları unutmamaya gayret etmeli. Hoş, unutsa da günün birinde mihnet ve elemle hatırlayıp tazelemeye mahkûmdur. Düsturların, senin hayat ve ebedîyet mayandır. Onları sıkı tut.”[133]

Safiye Erol, bir milletin sahip olduğu değerleri, köklerinden gelen enerji ve hayat usareleri olarak nitelendirmekte; din eğitiminin aleyhinde olan kişilere, din eğitiminin ahlak ve değer eğitimi boyutunun, bireyin ve toplumun erdeme ulaşmasında vazgeçilemez bir unsur olduğunu ifade ederek cevap vermektedir.

“Din terbiyesinin niçin aleyhinde bulunuyorlar anlamam. Bâzı kimseler fazîlet öğrenmek için dîne ihtiyaç yok, Allah ve Peygamber mefhumlarını öğrenmesek de olur, diyorlar. Soruyorum: Hak, vicdan, ahlâk mefhumlarını da öğretmeden olur mu? Yoo… Onlar lâzım, diyorlar. Âdetâ meyvasını yiyip ağacını inkâr etmeğe benziyor. Bana kalırsa derim ki: Ey felek! Allah’sız, Muhammed’siz dünyayı al, başına çal!.”[134]

Yazar, bu noktada, ahlak eğitiminde, dînin ve din eğitiminin yadsınamaz payına işaret etmekte, ahlak ve değer eğitiminin, din eğitiminin bir meyvesi gibi olduğunu ifade etmektedir. Meyvenin daldan, dalın ise ağaçtan ayrı tutulamayacağından hareketle, Erol’un din eğitimini, ahlak ve değer eğitimi olarak yorumladığı çıkarımına ulaşabiliriz.

Din eğitiminin ahlak ve değer eğitimi cephesini öne çıkaran Safiye Erol, dîn eğitimi disiplinlerinden biri olan tasavvuftaki derviş kavramı üzerinden, tasavvûfi terbiye sistemindeki ahlâk ve değer eğitimi boyutundan bahsetmektedir.

“Derviş, kendi devrinin mutlaka çok okumuş adamı olmak lazım değildi. Dervişlik tahsilden ziyâde, düşünce ve duygu hassasiyeti zemîninin bir bitkisidir. Belki de tarîkat rejimleri, çeşitli gâyeleri arasında bir hedef daha tutturmuşlardı: Fazla feverân, aşırı rikkât, ölçüsüz duygu istîdâtı yüzünden hayat sermayelerini vaktinden evvel tüketen kâbiliyetleri, maddî manevî inzibat çemberi içine alarak kurtarmak, bu istîdâtları kendi kendine zarar verecek taşkınlıklardan soyup, cemiyete faydalı bir formaya sokmak. Günümüzün ruh tabâbeti henüz bu ilmin alfabesindedir. Psikiyatristlerin telkin gayreti, elde çekirdek olmadan meyve yetiştirmeye kalkmak gibi bir çabalamaya benziyor.”[135]

Ölçüsüzlük sebebiyle tükenen kabiliyetleri, sıkı bir maddî ve mânevî düzen ile şekillendirip cemiyete faydalı hale getirme faaliyeti, mânevî terbiyedeki ahlak eğitimi örneklerinden birisini teşkil etmektedir. Erol, iman ve bağlanmanın, kişilik gelişiminde temel mânevî motivasyon unsuru olduğunu belirtmekte, bu özden mahrum dışsal telkinlerin gerçek anlamda faydalı olamayacağının altını çizmektedir.

“Şunu da kabul etmek gerekir ki dünya görüşü, bir vahdete erişmiş devirlerde ruh şifası için usul kurmak daha kolaydı. Zamanımızda ise duygular ve düşünceler curcuna halinde, herkes ayrı bir istikamet tutturmuş. Fakat disiplin ihtiyacı şimdi daha keskin bir zaruret haline geldi. Çünkü medeniyet vasıtaları: Basın, radyo, sinema ve kıyı bucak köylerin halkını bile kolayca bir muhitten bir muhite ulaştıran motor, insanların şuur sistemini ziyadesiyle aşındırıyor.”[136]

Safiye Erol, modern devrin duygu ve düşünce karmaşasında ruha şifa bulmanın zor olduğunu belirtmekte ve bununla birlikte bu karmaşanın insanın zihninde ve gönlünde yaptığı yıpratıcı etkilerin yoğunluğu sebebiyle, modern dönemde ruh için arınma, düzen ve disiplin ihtiyacının karşılanmasının zaruret haline geldiğinin altını çizmektedir. Erol, disiplin kavramıyla, mânevî motivasyon kaynaklı ahlak ve değer eğitimini, dolayısıyla da din eğitimini işaret etmektedir.

“İşte âşikâr ki cümlemiz beden ve ruh tepkilerimizi yeni zamanın şartlarına göre kontrol altına almağa ve yeniden ayarlanmış bir sağlık nizâmı vaz’etmeye mecburuz.”[137]

Erol, ruh şifası ve ruh sağlığının korunması noktasında yeni dönemin şartları ve ihtiyaçlarını göz önüne alan, işlevsel öneriler ve yöntemler sunan sağlam bir disiplinin

zarûriyetine vurgu yapmakta; “sağlık nizâmı” ifadesiyle beden sağlığından ziyade, ruh sağlığını, ahlâkı ve mânevîyatı koruma ve iyileştirmeye dönük faaliyetleri kastetmekte, bu noktada modern devrin dinamiklerine göre yeniden şekillenmiş bir din ve değerler eğitimi sisteminden bahsetmektedir.

Safiye Erol, mânevî terbiye kazanmış kişiyi, planlı ve huzurlu yaşayan, huzur ve güven verici, sağlam ve temiz insan olarak vasıflandırmaktadır. Yazar, tarihte başarı kazanmış atalarımızın zaferlerinin, mânevî terbiye neticesi sağlam ruh yapılarının eseri olduğunu belirtmektedir.

“Temkinli ruh “havf ü recâ” sadmelerine pek cevap vermez. Şöyle bir ürperse bile bunların gelip geçici hayaller olduğunu bilir, çabuk durulur. Heyecanların edep çemberi içinde zapt ü rapta almıştır. Kendi düşünce ve duygularını dizginler. Parazit fikirleri, sözleri, hareketleri devamlı bir kontrolle budar atar. Netîcede mânevî terbiye kurulmuş olur. Karşımızda huzurlu yaşayan, huzur veren, plan dairesinde gâyeye teksif edilmiş bir iş hayâtında başarı kazanan, güven verici sağlam ve temiz insanı görürüz. Dedelerimiz bu türlü üsluplaşmış insanlardır. Târihteki başarılarına maddî kuvvetten ziyâde ruh salâbeti ile ulaştılar.”[138]

Erol, dünya hayatındaki gerçek başarının, sağlam kişilik yapısına sahip kâmil insan olmayı gerektirdiğini ifade etmektedir. Yukarıda, niteliklerinden bazıları sıralanan kâmil insan vasfını kazanmak mânevî terbiye ile gerçekleşir ki yazar burada zımnen dînî terbiyeyi işaret etmektedir. Bu noktada, din eğitiminin kişinin sadece âhiret hayatını değil, dünya hayatını da güzelleştirmeyi ve iyileştirmeyi hedef aldığından bahsedebiliriz.

Erol’a göre ibadetler, mânevî terbiyenin vazgeçilmez unsurları olup, bireyi ve toplumu kötülüklerden koruyan bir çember, ferdin ve cemiyetin iyi yönde gelişimini sağlayan periyodik kontrollerdir.

“Mademki hepimiz gönül denilen Tanrısal periyi konuklandırıyoruz, buna benzer acı buhranlardan az çok geçmişizdir. İlmin hünerli eli bizi sıvazlar, derdimizi savdırır. Kuvvetli telkinler eğilmiş belimizi doğrultur, bükülmüş boynumuzu dik kaldırır; hatta o telkinleri kendi kendimize sunmayı bile öğreniriz. Günün birinde. Yine de çevremizden tehlikeler eksilmez. Dünyâ etkileri fikirlerimizi

coşturur, rûhumuzu bulandırır, vücûdumuzu yıpratır; gevşek davranırsak bizi hasta eder. Periyodik kontrolleri eksik etmemeliyiz. Belki yeri değil, ama bilmem neden İstiklal Marşımızın bir mısraı zihnimde aralıksız çınlıyor:

‘’Arkadaş yurduma alçakları uğratma sakın

Siper et gövdeni dursun bu hayâsızca akın’’

Evet, merhum Âkif’in bu şiirini en etraflı mânâsıyle anlıyorum. Sâdece Türkiye sınırları içindeki vatanı değil, kendi sosyal, âilevî ve ferdî bünyemizi, kendi millî ve şahsi mânevîyatımızı da düşünüyorum. Bütün o abdestler, baş örtmeler, namazlar, dualar hep birer periyodik kontrol, hep birer tehlikeden izâle kalmak, şifâlanmak davranışı değil mi?” [139]

Yazarın mânevî şifa için periyodik kontrol olarak nitelendirdiği ibadetlerin eğitim ve öğretimi, din eğitiminin temel konuları arasında yer almaktadır. Dolayısıyla Erol, şahsiyetin gelişimi ve korunmasında ibadetlerin mühim fonksiyonuna değinerek din eğitiminin kişilik gelişimindeki rolüne işaret etmekte ve din eğitiminin gerekliliğini ifade etmektedir.

1.1.2.                             Din Eğitiminde Çevre

Safiye Erol üç dört yaşlarında iken annesi ile aralarında geçen diyaloğu naklederek, din eğitimine başlama tecrübesinden bahsetmektedir.

“Cennet annelerin ayakları altında olduğu gibi, iman da annelerin dudakları arasındadır. Çok küçük bir çocuktum her halde, belki üç dört yaşında. Geniş bir karyolada yatmıştım. İnce sarı çubuklu al ipek bir yorgan örtünmüştüm. Annem yatağın kenarında oturuyordu. Allah’ı tutturmuş olacağım. Annem dedi ki, Allah herkesten, her şeyden büyük.

-Allah’tan sonra kim gelir, dedim. Cevap verdi:

-Peygamber.

-Ondan sonra kim gelir, dedim. Cevap verdi:

-Padişah. (O devletin reisi)

-Ondan sonra kim gelir, dedim. Cevap verdi:

-Evliya.

-Daha sonra. Cevap:

-Büyük baban.

-Daha sonra. Cevap:

-Baban.

Ben yatak mahmurluğu içinde bir yandan annemin latif elleriyle okşanırken bir yandan da Allah’ın büyüklüğü hakkında izahat istiyordum. Enini boyunu merak ediyordum. Çocukların hali malum, ahiret suali sorarlar, insanın “Yangın var!..” diye evden fırlayası gelir, sabredebilen yine ancak güzel annelerdir. Daha ne masum saçmalar sıralamışımdır o gün, hatırlamıyorum tabii. Küçücük zihnim yoruluyordu, Allah’ı bildiğim ölçüler içine almağa çalışıyordum. Allah ev kadar mı? Ağaç kadar mı? Suallerime hep daha büyük, daha büyük cevabını alınca bir nev’i hayal kırıklığına uğradım ve hayatımın bu ilk fikir çabalaması içinde kendi kendime mikyas metodunu keşfederek anneme sordum: Allah’ın bir tek dişi bu yorgan kadar mı?

Hatıralarım burada bir film gibi kopuyor. Annem ne cevap verdi bilmiyorum. Hafızamda kala kala o sarı yollu al ipek yorgan kaldı. İşte ben din dersine böyle başladım. Sizi temin ederim ki, öğrendiklerim mıh gibi oturdu. Hâlbuki altı yaşından başlayarak hep ecnebi mekteplerde Garp dilleriyle okudum, tahsilimi de yine Garp memleketinde ikmal ettim. Ama bileceğimi biliyordum. Annem babam bana kendi dünyalarını (İslam dünyasını) bir çırpıda ve tamamı tamamına aktarmışlardı. Üstünden tufan geçse değişmez.”[140]

Daha önce de belirttiğimiz gibi, ilke ve değerlerin, insanın varoluşuna anlam katan mayalar olduğunu belirten Erol, bir milletin sahip olduğu değerleri, köklerinden gelen enerji, hayat usareleri olarak nitelendirmektedir. Din eğitiminin sağladığı mânevî motivasyon ve içsel dinamiklerle güzelliklere yönlendirilen insanın, mânevî terbiye ile kazandığı sağlam kişiliğin yansımaları, hayat dairesinin her açısında görülmektedir.

Erol, çocuğa ilk dînî bilgilerin aktarıldığı, ilk dînî yaşantıların sunulduğu, çocuğun ilk model aldığı ortam olan ailenin din eğitimindeki ehemmiyetini vurgulamaktadır. Yazar, karakter ve kişiliğin büyük ölçüde şekillendiği çocukluk döneminde, aile tarafından sağlam bir şekilde verilen din ve değer eğitiminin

içselleştirilerek hayatın ileriki dönemlerine de olumlu bir şekilde aksettiğini belirtmektedir.

Safiye Erol, din eğitiminde mürşit kavramını, bir başka ifade ile de din eğitimcisini merkeze oturtmaktadır. Yazara göre mürşit, model olan, değiştiren, dönüştüren, insanları karakter ve davranışlarıyla etkileyen ve çevresine güç veren “merkez insan”dır. Telkin ve tâlim edilen ilke ve değerlerin, teoriden pratiğe uyarlanarak, merkezdeki din eğitimcisi tarafından yaşanarak ve örnek olunarak aktarılması, özellikle davranışa dönük değer eğitiminde ehemmiyet arz etmektedir.

Yazar, kendisine ve topluma faydalı şahsiyetler yetiştirmeyi amaçlayan din eğitiminde “ilim” ve “amel” unsurlarının önemini belirtmekte, kişiye ilim ve amel ekseninde bir ömür kazandırılması sürecinde mürşidin önemini vurgulamaktadır.

“Dînî terbiyeyi lâyıkıyla vermesini bilen bir mürşitten lâyıkıyla alabilmiş bir talebenin ömrü hiç şaşmadan ilim ve amel mihveri etrafında döner. İlim burada, bütün diğer bilgilerin türemesine imkân hazırlayan zemin yâni Allah bilgisi mânasına gelir. Amel, işlenecek işler candan içeri danışılarak, İslam’ın ana prensiplerine uyarlığı görülerek cemiyeti ve âmiline faydalı olarak yapılan aksiyondur. İslam dininin en küçük teferruatına kadar topyekûn hârikalı bir üslûba sokularak üstün plana yükseltilmiş bir hayât şekli olduğunu görüyoruz.”[141]

Yazar, “hakîkî efendi” olarak ifade ettiği mürşidin, terbiye sürecindeki mânevî sıkıntılar noktasında talebesi için güç ve kuvvet kaynağı olduğunu ifade etmektedir.

“Hakiki efendi, hakîkî emirler verir. Hakîkî efendi için kendi şahsî nef’i yoktur, muhâtabının nef’i de yoktur, yalnız umûmun nizâmı vardır. Hakîkî efendi bir merkezdir, kendi manzûmesini muayyen bir âhenk ve devrân içinde seyrettirir. O manzume içinde tenâsübü şaşırmış bir peyke, “Yerine!” diye kumanda ettiği zaman bu sadece bir emir değil, aynı zamanda sarhoş peykin mevziye dönmek için kendinde 142

bulamadığı kuvvettir.”[142]

Erol, dînî karakterdeki mürebbî olarak tarif ettiği mürşidin, aile, okul, toplum, kitaplar gibi bütün eğitim unsurlarını cem eden, ilaveten bütün bu unsurlardan farklı hasletlere sahip olduğunu belirtmektedir.

“Ferdiyetçi asrımızda herkes başlı başına orijinal bir âlem olmak sevdasındadır. Küçükken velilerimiz bize ailenin terbiyesini verir. Mektep hocalarımız eğitim programlarında ve varsa onu okutur. Cemiyetten gelenekleri, arkadaşlardan muhtelif mizaç ve karakterlere aksülâmeli ve kendi karakterlerimizi onlarda denemeyi öğreniriz. Mûsikî, kitaplar, spor, sahne, şahsî maceralarımız ve bütün tabiat, hepsi bizi birer cepheden terbiye eder. “Mürşit” dediğimiz dini karakterdeki mürebbî yukarıda sayılanların hiç birine benzemez, cümlesinin yekûnuna ve ilaveten bambaşka elemanlara muâdildir.”[143]

Yazar, din eğitimcisinin, klasik bir eğitimciden farklı olarak adeta muhatabının bütün hücrelerine tesir etmesini, benliğine yerleşmesini, mürşit kavramının bir şahıstan öte, cemiyeti yaşatan bütün özellik ve değerlerin müşahhas timsâli olmasına bağlamaktadır.

“Annemiz, bazı haşarı huylarımızı tâdil etmek için senelerce uğraşır, nihayet sinir hastası olur; babamız bizi tokatlamamak için lâhavle çeker, ellerinin titrediğini görürüz; öğretmen hakkımızda çok iyi olabilirdi fakat serkeş...”der. Bu ilk pedagoglar terbiye yolunda bizim bâriz şahsiyet sınırlarımıza kadar gelip, kale kapılarımız nafile yere zorlayıp akibet ric’at ederler. Mürşit bize hariçten icbar yapmaz, benliğimizin mukaddes mihrabına geçer oturur. Onun sesini biz dışarıdan almayız, o rûhumuzun harîminden ses verir. Onu dinlediğimiz nispette hayâtımızı gerçekleştiririz. Dinlemediğimiz olursa biliriz ki bu hareket kendi kendimize balta vurmaktan başka bir şey değildir. Nasıl oluyor, mürşide rastlayıncaya kadar hayâtta kendimizden üstün hiçbir kimse görmedik mi? Elbette gördük. O hâlde bu dört başı mâmur hâkimiyetin sırrı nedir, diye sorarsak cevabı şudur ki: “Mürşit, bir şahıs değil, cemiyeti yaşatan hassa ve faziletlerin müşahhas timsâlidir. Onda “cüz-i kül” düstûrunu idrak ederek onu incitmenin kendimizi tahrip, ona itaatsizlik etmenin kendi hayrımızı ayak altına almak olduğunu anlarız. Mürşit, kapıyı çekince bizi yalnız bırakan annemiz, mektep paydos olunca bizi koyuveren öğretmenimiz gibi değildir. Mürşit dâimâ hazır ve nâzırdır; şuurda, tahteşşuurda ve daha da derinlerde onu gedikli, mihman taşırız. Biz uyanık hâlde iken onun gözleri üzerimizdedir. Her sözümüze kulak şahidi olur, geceleri rüyâlarımızın ve rüyâsız uykularımızın arka planında o ebedî müşahit yer almıştır. En küçük jestlerin bile, ses vermeden hüküm veren jürisi odur.”[144]

Erol’a göre dînî karakterdeki eğitimci, muhatabının benliğine nüfuz etmesi, muhatabında oluşturduğu gönül etkisi ve birliktelik duygusu ile adetâ mânevî karakol vazifesi görmektedir.

“Gece vakti balkonda sigaramı yakarım, kibrit çöpünü kendi bahçeme atmak istemem, komşunun bahçesine fırlatmaya davranırken kolum havada kalır. Tenha bir demde esnerken ağzımı örtmekte ihmal gösteriririm, fakat derhâl derlenir, edepli vaziyete girerim. Ayna karşısında makyaj yaparken mîyârı kaçırdığım olur. Çabuk kendime gelir ve mazur görülebilecek kadın kaprislerini bile tadında bırakmak, bunlarla fazla vakit çürütmemek lâzım geldiğini düşünürüm. Ev temizliğinde de birçok kadınlar gibi mâkul haddi aşmak istidâtını gösteririm. Fakat o gizli sorgu yargıcı bana sorar ki: “Bu her gün cilalanan muşambalar, her gün parlatılan camlar neyim remzidir? Söyle bakalım, bunlar kılık değiştirmiş bir lüks mü? Sûret-i haktan görünmek isteyen bir şehvet mi?” Toz bezini ortadan kaldırırken biraz içimi çekerim, ama bu iç çekişte mahrumiyetten ziyâde saâdet vardır. Hocam bana dedi ki: “Sen hiçbir zaman yalnız değilsin, ben dâimâ seninle berâberim.” Tek başıma sereserpe uzanırken bile edep ve estetik kâidelerine riayet ediyorum, zîra nerede olursam olayım dâimâ disiplini ve zarafeti emreden bir huzurdayım. Bu berâberlik hayâtı güçleştirmedi, kolaylaştırdı. Bütün sporcular bilirler ki sporda yorulmayanlar stil sahibi olanlardır.”[145]

Yazar maddeyi ve bedeni aşan bu sınırsız birlikteliğin, devamlı gözetim altında olma hissiyatının ilk bakışta garip ve zor gelse de aslında disiplini, düzeni, dolayısıyla da huzurlu bir hayatı getirdiğini ifade etmektedir

“Dâimî karakol devriyesini gezen ben kendim değilim, rûhumun harîminde oturan müşahhas prensiptir. Nasıl oldu bu iş? O mu bir mihmet kaosu içinde yuvarlanan varlığıma acıdı da bende bir merkez kurmak için nâzil oldu? Ben mi çıkmaz yolların hüsrânı mahşerinde onu bir Tanrı zerresi tutar gibi kaptım ve içime hapsettim? Her ne oldu ise oldu, teyakkuz mekânizması kuruldu, mes’uliyetin de devâsı bulundu.”[146]

“Dâima teyakkuz üzere bulunmak ve en ehemmiyetsiz bir hareket veya düşüncenin bile muhasebesinden sorumlu olmak ilk duyana zor ve yorucu hatta, imkânsız bir hâl gibi görünür. Hâlbuki bu vaziyet hakîkatte parazitlerden ayıklayıcı lüzumsuz ve zararlı inhiraflardan korucuyu bir sistemdir.”[147]

Erol’a göre, insan şahsiyetini güçlendiren ve ayakta tutan prensiplerin ve değerlerin müşahhas hâli olan din eğitimcisinin, muhatabının benliğinde kurduğu teyakkuz mekanizması, kötülüğe ve iyiliğe karşı uyanıklık ve dirilik sağlaması ve sorumluluğu paylaşması vesilesiyle kişinin işini bir hayli kolaylaştırmaktadır.

Sonuç olarak, din eğitiminin sağladığı mânevî motivasyon ve içsel dinamiklerle güzelliklere yönlendirilen insanın, mânevî terbiye ile kazandığı sağlam kişiliğin yansımaları, hayat serüveninin her aşamasında ve her alanında belirmektedir. Güzel ruh yapısına sahip kişi, başta aile ve iş hayatı olmak üzere toplumsal yaşamın her alanında, hem kendisine hem de çevresine faydalı olmaktadır. İnsanın istidat ve kabiliyetlerini işleyip geliştirmek üzere, hayatın her döneminde Allah’a iman ve bağlanma ile kişinin yaşayışını, gerek kendi gerekse toplumun saadetine ulaştıracak şekilde düzenlemeyi hedef alan din eğitimi, bu noktada önemli bir görevi üstlenmektedir.

1.2.                            Din Eğitiminde İlke Ve Yöntemler

Bir eğitim faaliyetinde yapılacak ilk iş, "amaç"ların belirlenmesidir. Genelde eğitim politikaları ve eğitim felsefesi, eğitimin amaçlarını belirlemektedir. Amaçların belirlenmesinden sonra yapılacak olan, bu amaçlara hangi program, ilke ve metodlarla ulaşılacağının tespitidir. Programın nasıl uygulanacağını ise öğretim ilke ve yöntemleri ortaya koymaktadır.

Eğitimde yöntem, amaçlara ulaşmak için izlenen yoldur. İlkeler ise, eğitimde yöntemin şekillenmesi ve işlerlik kazanmasında etkili olan belli başlı prensiplerdir. Eğitim-öğretim ilkeleri, amaçların içinde gizlidir ve genel ifadesini de orada bulur. Eğitimde başarıya ulaşmak için, uygun yöntem kullanmak kadar; bu faaliyetlerde bazı ilkelere de uymak gereklidir.

Safiye Erol, bir disiplin olarak ifade ettiği din eğitiminde planlama ve sistemleşmenin altını çizmektedir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, yazar, ruh şifası ve ruh sağlığının korunması noktasında yeni dönemin şartları ve ihtiyaçlarını göz önüne alan, şimdiki bize göre işlevsel öneriler ve yöntemler sunan sağlam bir disiplinin zarûriyetine vurgu yapmakta, modern devrin dinamiklerine göre yeniden şekillenmiş bir din ve değerler eğitimi sisteminden bahsetmektedir

1.2.1.                               Din Eğitiminde İlkeler

1.2.1.1.                           Bütünlük

Erol, din eğitimindeki kavramların yeni nesle kazandırılmasında bütüncül bir bakışın esas alınması gerektiğini “şehit” kavramı üzerinden belirtmektedir.

“Acabâ her genç ‘’şehit’’ ne demektir bilir mi? Cihat nedir, gazâ nedir, gâzi nedir bilir mi? Faydasız köhne mefhumlara yeni terbiyede yer yok denecekse ben de derim ki, öyleyse gençlikten huşû ve hürmet beklemeye de hakkımız yok. Belki ‘’şehit’’i sâdece dövüşürken ölmüş herhangi bir asker sanırlar. Hâlbuki iki yamyam kabilesi de birbiriyle vuruşursa orada ölenler olur.”[148]

Erol, şehit kavramını tam olarak anlamak ve şehit kavramına karşı kişide saygı ve huşû gibi tutum ve davranışlar meydana getirmek için, “şehit” kavramını kazandırırken, “cihat”, “gazâ”, gâzi” kavramlarının açıklanmasının gerektiğinin altını çizmektedir. Yazar, bir değeri kazandırmaya çalışırken, o değeri besleyen kavramları kullanmanın ve açıklamanın, insanın beden, zihin, duygu dünyasında değerlerin içselleştirilmesi noktasında ehemmiyet taşıdığını belirtmekte ve değer eğitiminde insanın tüm yetilerini ele almanın gerekliliğine işaret etmektedir.

“Bilmem yeni nesle şehit hakkında yeteri kadar fikir verebilir miyim? Veremezsem kabahat ne bendedir, ne de gençlerde. Çünkü mükemmel bir sistem İslâmiyet kâşânesinin, bütününü açıklamaksızın bir tek yapı taşının vücud-ı hikmetini izah etmek güç, hatta imkânsız.”[149]

İnsanın kabiliyetleri beden, zihin ve duygu yetileri onun kişiliğini ve davranışlarını belirlemektedir. Bedenimiz hareket kabiliyetinin, zihnimiz akıl ve muhakeme kabiliyetinin, duygularımız ise seçme ve değer verme kabiliyetinin tezahür ettiği insâni kuvvelerdir. İnsanın sağlam bir kişilik geliştirebilmesi için, bu üç alanın birbiriyle uyumlu bir bütünlük içinde eğitilmesi gerekir.[150] Din eğitiminde bütünlük ilkesi gereği özellikle soyut kavram ve değerlerin kazandırılması sürecinde, bu kavram ve değerlerin içine oturduğu zincirin, bu zincire anlam katan halkalar olan diğer kavram ve değerlerin açıklanması ehemmiyet taşımaktadır. Değerler manzûmesi olan ahlakı bir

zincire benzetirsek, bu zincirdeki tüm halkaların yani bütün değerlerin dolaylı da olsa birbirlerine temas ettikleri ve anlam etkileşimi içinde olmalarından hareketle, değerler ve din eğitiminde bütüncül bir yaklaşımın esas alınması gerektiği sonucuna ulaşmaktayız.

1.2.1.2.                           Yaşayarak Öğrenme- Aktif Katılım

Safiye Erol, özellikle din eğitiminin insanın duygu dünyasını ele alan boyutunda, birey tarafından yaşayarak ve tecrübe ederek öğrenmenin gerekliliğini, din eğitimi disiplinlerinden biri olan tasavvufî terbiye sisteminin kavramlarının üzerinden ifade etmektedir.

“Aslında mistik hakîkât, şuur ve idrâk yolundan erişilecek bir şey değildir, doğrudan doğruya tecerrüt ve istiğrak yolundan yaşanması gereken bir şeydir.”[151]

“Hidâyet, sâdece akıl ve vicdan yoluyla vâsıl olunacak bir menzil midir? İnsanların doğru yolu bulmaları için akıl ve muhâkemeden üstün, kendilerinin dahi bilmediği hassalarını seferber 152

etmeleri lâzım gelmez mi?”[152]

Safiye Erol, hidayet kavramı üzerinden, dînî kavramların ve değerlerin, bilişsel boyutunun yanında, inanma ve bağlanma duygularının harekete geçirileceği, mânevî dinamiklerin de katkı sağlayacağı duyuşsal ve tecrübî bir süreçte kazandırılmasının gerekliliğine işaret etmektedir.

“IX. Hint hâkimi Şankara’ya Vaşkali adında bir mürit gelmiş demiş ki,”Ey aziz, bana Brahma’yı öğret!” Şankara sükût etmiş. Öteki beklemiş gene demiş: “Ey aziz, bana Brahma’yı öğret!” Şankara susmuş. Üçüncü defa, dördüncü defa. Vaşkali yalvarmaya başlamış: “Kurbânın olayım ey aziz, bana Brahma’yı öğret!” Şankara demiş ki: “Deminden beri hep öğretip duruyorum, ama sen anlamıyorsun. Buna ilm-i ledün derler, bunun dili yoktur. Akıl, bir yaratıktır. Mahlûk hâlikı nasıl ihâta edebilir? Brahma ol da Brahma’yı bil. Brahma ol da Brahma’yı yaşa!”[153]

Din eğitimi, insanın beden, zihin ve duygu yetilerini ele alarak, doğuştan getirdiği kabiliyetlerini işleyip yaşayışını düzenlemeyi hedef almaktadır. Din, salt akılla

bilip kabul edilme sonucu değil, duygusal olarak inanma ve bağlanmanın sonucu insan hayatını kuşatmaktadır. Din sadece zihinde olup biten bir faaliyet olmadığına göre, din eğitimi de sadece zihinsel süreçleri ele almamalıdır. Bu noktada din eğitiminin duyuşsal cephesi öne çıkmaktadır. Duyuşsal süreçlerde ise, kişinin sürece aktif katılımı, tecrübe ederek ve yaşayarak öğrenmesi, kazanımların içselleştirilerek tutum ve davranış değişikliğine dönüşmesi açışından ehemmiyet taşımaktadır.

1.2.1.3.                           Îtidâl Üzere Olma

İnsanın fıtratı gereği sahip olduğu yetileri ve sevgi-bağlılık, korku-umutsuzluk gibi duyguları, ifrat ve tefrit boyutunda uç noktalara doğru aşırı yoğunlaşmalara müsaittir. Yazara göre, insandaki her istîdatın ağırlık derecesine göre dengeli bir şekilde sarfedilmesi ve doyurulması, kişinin dünya ve ahiret saadeti noktasında ehemmiyet arzetmektedir.

“Şu halde “az ye, az iç, az uyu” sözü günümüzün dilinde “Grizî kuvvet istihsal ve sarfı işini sen kendi hayatının umumi gidişine denk ve ahenk tut.” Ağır sanayi işçisi ile üniversite profesörü aynı gıdayı alamaz, fakat her ikisinin de yaşayışa uygun besi rejimi gütmesi gerekir.”[154]

Erol, kişinin zihin ve duygu dünyasındaki dengeyi bozabilecek tehlikeleri ve bu tehlikelere karşı yapılması gerekenleri, İbrahim Hakkı’nın beyitlerinden birisini açıklayarak nakletmektedir.

“Zikr-i kalbi eyle kut” tenbihiyle İbrahim Hakkı Hazretleri (en düz anlamıyla söyleyeyim) bir nev’i concentretion emrediyor. Sağa sola kayma, zihnini faydasız şeylere harcama, kendi içine çekil, şu gün, şu saatte vazifen ne ise sadece onu bil, demek istiyor. Nitekim ikinci beyit daha geniş bir açıklama armağan etmiş: “Vehm ü fehm ü fikri nefyet kim gönül kılsın sükût”. Burada insan ruhunun üç musallat illetine işaret buyurulmuştur, sanmak, anlamak, kurmak. Fikri terbiye eden düzenli düşünce değil, insanın her bir parçasını bir dala takan, ne yazık ki ruh için tehlikeli olduğu kadar muhayyileye tatlı gelen ibtilâ, vehim ve hayal kastedilmiştir. Hadiseler üzerinde bizim isteklerimizin, kuruntularımızın, garantili bir tesiri olmadığını göre bu fuzûlî takat tüketişimiz nedendir? Gündüz huzurumuzu, gece uykumuzu çalan parazitleri niçin acaba kanımızla canımızla üretmekte ısrar ederiz? Onları varlığımız diyarından sürmek lazım “kim gönül kılsın sükut”

Gerçi hayat tam bir süt limanlık olmayacaktır; huzursuzluk ve mücadele de beşer bünyemiz için elzem birer tenbih ve teşvik vâsıtasıdır.”[155]

Safiye Erol, denge üzere olmanın sağlıklı kişilik yapısı için gerekli olduğunu, sağlıklı kişiliğin neticesinde de huzurlu bir hayatın olduğunu belirterek, insanları, onları dengeden uzaklaştıran parazitleri uzaklaştırmaya teşvik etmektedir. Erol, din eğitiminin bu durumu göz önüne alarak kişilerin maddî ve mânevî dünyalarında, ifrat ve tefrite kaçmayan, îtidâlli bir tutum geliştirmeleri hususundaki görevine işaret etmektedir.

Yazar, kişiliğin temellerinin atıldığı dönem olması itibariyle büyük önem taşıyan çocukluk dönemindeki mânevî terbiye uygulamalarına dair yapılan bir yanlışı da hatırlatmaktadır.

“Duâlar, adaklar, sıhhî tedâviler daha neler nelerle bir çocuk peydahlanır, dünyâya getirilir. Aile, âdetâ bu küçük melek rahatsız olmasın diye nefes almaya korkar, gözler ona sevgiyle, süzgün bakar, dudaklar, titreyip büzülerek hitap eder, ona soy sopun canlarından durmadan can aktarılır. Gün gelir, artık terbiyeye geçmeye karar verilir ve yekten öyle bir tutum uygulanır ki daha dün kendini evin ruhu sana küçük, bugün o evde bir köpek yavrusu gibi hor ve âciz olduğunu bir çırpıda anlar. Küçüklerin hayâtında böyle tehlikeli şoklar hep gelir geçer, onları yene yene kıvâma erişirler. Ama ruhlarda zehirli tortular çöküp kalmıştır. Fırsat buldukça, yâni eski acıların tedâvisini tazeleyecek olaylar, hatta önemsiz eskiler çıka göründükçe yeniden kabarır, can yakarlar.”[156]

Erol, ailelerin çocuk terbiyesinde dengeli bir tutum izlemesi gerektiğini ifade etmektedir. Terbiye, hayatın tüm alanlarını içerdiğine göre, terbiye süreci de hayatla iç içe olmalıdır. Çocuk için eğitim, bir milat ile başlanan faaliyetten ziyade, çocuğun kendini bildiği andan itibaren içinde bulunduğunu hissettiği ve hayatla paralel giden bir süreç olarak uygulanmalıdır.

1.2.1.4.                           Bireye Görelik

Safiye Erol, Eflâtun’un, kendi felsefesini öğretme sürecinde, muhatabının seviyesine ve yapısına uygun şekilde davranışından bahsederken, eğitimde bireye görelik ilkesini işaret etmektedir.

“Eflâtun, kendi mahrem felsefesini, alâ-kaderi ukûlihim, muhtelif idrak seviyelerine göre doze ederek yâhut, müridin tab’ına uygun mecazlar kılığına sokarak bahşediyordu. Salâhiyetsiz ve ehliyetsiz parmakların her şeye uzanmaya, dokunmaya, her şeyi kurcalamaya mezun olduğu devrimiz öyle bir devirdir ki yaratıcı düşüncenin sâhibini, muhtemel tefsirler ve neticeler bakımından ürkütse yeridir.”[157]

Eğitimde bireysel farklılıklar, eğitimcinin bu farklılıklara göre yaklaşımını gerektirmektedir. Eğitimci kendisini, muhatabının mizacı, algılama düzeyi, toplumdaki yeri, yeteneklerinin eğilimi gibi farklılıklara göre konumlandırmalı ve hitâbetini muhatabına göre şekillendirmelidir. Özellikle din eğitiminde bu husus daha fazla ehemmiyet arz etmekte, din eğitiminin öğrenciye göreliği, onun çekiciliğini arttırmaktadır. Eğitim sürecine, öğrenenin aktif katılımını sağlamanın yolu onda öğrenme arzusu uyandırmaktan geçmektedir, zira sadece isteyen öğrenci öğrenebilmektedir. Din eğitiminin öğrencide öğrenme arzusunu kılavuzlayabilmesi, öğrenci gözünde ilgi çekici hâle gelebilmesine bağlıdır. Öğrenci nezdinde ilgi çekici hale gelebilme noktasında din eğitiminin, bireye görelik ilkesinden hareket etmesi gerekmektedir. Din eğitiminin içselleştirilmesi açısından, muhatabını bir birey olarak ele alan, hedef, yöntem ve tekniklerini onun idrak seviyesine, mizacına, yeteneklerine göre şekillendiren bir tutum izlemesi beklenmektedir.

1.2.2.                              Din Eğitiminde Yöntemler

1.2.2.1.                           Telkin

Telkin, etkili konuşma yöntemiyle bir duygu veya inancı başkalarına veya kendisine kabul ettirme faaliyetidir. Dinin özünde telkinât bulunması sebebiyle, din eğitiminde de telkin önemli bir araçtır.

Safiye Erol, Victor Pauchet’ten yaptığı alıntı ile karakterin oluşumunda telkinin büyük etkisinden bahsetmektedir.

“Doktor şöyle hükmediyor: “Kaderiniz karakterinizin netîcesidir.

Karakteriniz îtiyâtlarınızın yahut reflekslerinizin eseridir. Îtiyatlarınız yahut refleksleriniz aynı fiîlin tekrar tekrar yapılmasından doğar. Fiil, fikirlerinizden hâsıl olur. Fikirleriniz telkine tâbidir. Telkini ise insanlardan, muhitten, hal ve şartlardan alırsınız. Şu halde kaderinize makbûl bir istikâmet vermek isterseniz sağlam bir karakter bina edebilecek telkini kabul ediniz.” Böyle bir telkini nereden bulalım ve

kimden alalım? Ben, kendi şahsım için şöyle cevaplandırırım: Yine kendi milletimin ulularından. Zîra her taze filiz kendi kütüğünden yeşerir.”[158]

Erol, telkin-fikir-fiil-îtiyât-karakter-kader zincirlemesiyle, insan hayatını kendi karakterinin şekillendirdiğini ve karakterin oluşumunda insanın çevresinden aldığı telkinlerin temel olduğunu belirtmekte; bu temelin sağlam olduğu nispette karakterin de sağlam olacağını, buna mukabil insan hayatında da o ölçüde verimliliğin gerçekleşeceğini ifade etmektedir. Yazar, sağlam telkinin kaynağını ise kendi öz kültürümüzün yetiştirdiği örnek kişiler olarak görmekte; insan şahsiyetini terbiye ederek kişiye dünya ve ahiret mutluluğu kazandırmayı amaçlayan din eğitiminde kültürel mirastan yararlanmanın önemine işaret etmektedir.

Safiye Erol, yazılarında, “mecaz olan benliğimde gizlenmiş hakîkat payı”[159] diyerek mânevî dünyasında bıraktığı büyük etkisinden bahsettiği hocası Ken’an Rifâî’nin, kimi zaman kendisine birebir yaptığı, kimi zaman da bulunduğu ortamda kulak verdiği telkinlerini aktarmaktadır. Hocasının telkinleri akabinde kaleme aldığı yazılarından, bu telkinlerin Erol’da bıraktığı derûnî tesir hissedilmektedir.

Safiye Erol’un Ken’an Rifâî’den, insan fiillerinin karaktere etkisi üzerine naklettiği telkinlerden biri, buna örnektir.

“Hocam buyurmuş ki: “Bize bir müddet zevk veren şeyleri artık işi bittiği için istikrahla tepmek caiz değildir. Az evvel o sigara keyifle dudakta tütüyordu. Onu usûletle bastırmak, rıfk ile elden bırakmak lâzımdır. İnsan, küçük hareketlerine dikkat etmezse edineceği kötü îtiyât, onun büyük işlerdeki tavrını da etkiler.”[160]

Erol da hocasının bu telkinâtını yorumlayarak, okuyucularına telkinde bulunmaktadır:

“Ken’an Rifâî Hocam demek istiyor ki: “Dikkat et senin her sözün, düşüncen ve hareketinle gene senin nasîbin bina edilmektedir. Yalnız seninki değil, beşerin nasîbi de berâber. İyi yapmak kudreti sensin, kötü yapmak kudreti de sensin. Sen dışarı ile mukayyet değilsin.

Dışarı seninle mukayyettir; yani tabiat, sana bakarak tabiat olur. Kavme olsun, ferde olsun, her elem ve keder, kendi hevâyı nefislerinin hârice çıkıp kendilerine çarpmasından ileri gelmiştir. Âd kavmini helâk eden

sarsar rüzgârı, o kavmin içinden taşan hevâ-yı nefisti. Sen tabiat mahsûlü değilsin, tabiat senin mâkesindir. Lütûf istersen eğer, lütfu evvelâ kendinde hâlket, lütûf güneşi gibi ışıklarını eksiksiz her tarafa yay. Yok eğer kahır çeşmelerini açarsan bil ki kendi destine kahır dolacaktır. Hilkate âit her şey senden çıkar, sana gelir. Mesut mu oldun, kendin yapmışsındır. Bedbaht mı oldun, nâfile sebep sorma, gene kendin yapmışsındır.””[161]

Erol, insanın başına gelenlerin, fikirlerinin ve davranışlarının mahsûlu olduğunu belirtmekte ve insanın dış dünyasını, iç dünyasının mâkesi olarak ifade etmektedir. Yazar, bu noktada, olumlu düşünce ve olumlu davranışın neticesinin de güzel olacağını belirterek, insanlara, iyi düşünme ve iyi davranma doğrultusunda telkinde bulunmaktadır.

Yazar, hocasının kötü zanda bulunmamakla ilgili yaptığı telkini şu şekilde yorumlamaktadır.

“Ken’an Rifâî Hocam, yanında ailesi efrâdı ve yakınlarından bâzıları olduğu hâlde pencereden pencereye bakıyormuş. İki aşçı yamağının kavga ettiğini görmüşler. Yamaklardan birisi elini kaldırarak ötekine hücûm ederken hanımefendiler: “Eyvah, dövüyor,” diye telaşlanmışlar. Hocam demiş ki: “Hayır, sadece kolunu kaldırdı. Fesini düzeltecek, belki dalı tutacak, belki uzakta bir yeri işaret ediyordur.” Bu telkinin yekten mânâsı, vehme îtibar edilmemek, sonuna kadar iyi zan beslemek, sonuna kadar her işi iyiye yormak tavsiyesidir. Esası ise çok mühim bir prensibe dayanır. Bütün hilkatin mesûliyetini taşıyan insanın nazarı yaratıcı kuvvete sahiptir. Her zerrede sonsuz imkânlar mevcut olduğuna göre, insanın şöyle veya böyle nazar edişi, şu veya bu imkânın uykusundan dürtülüp faal hâle getirilmesi demektir. Ruhun bütün kudretiyle hayır elemanlarına teveccüh etmek gerekir. Hayır, düşünmek, hayır işlemek, hayır yormak, son nefese kadar her yerde ve her şeyde hayır izini kovalamak işte yardımcı insana düşen vazife.”[162]

Yazar, her işe iyi gözle bakmanın ve olayları iyiye yormanın gerekliliğinin çok önemli bir prensibe dayandığını belirtmektedir. Erol, insanın nazarının yaratıcı kuvvete sahip olduğunu işaret ederek, ruhun bütün kuvvetiyle hayır ve güzellik cephesine yönelmesi gerektiğini ifade etmektedir.

Safiye Erol, hocasının mânevî açıdan sıkıntılı ve huzursuz talebelerinden birine olan telkînini de nakletmektedir.

“Ken’an Rifâî: Hayât destânının hangi yaprağı dönmüşse onu okumaya bakalım, gözümüz, gönlümüz ne gerilere asılsın, ne ileri atlamaya savaşsın. Kolay değil elbet. Cânânı elden çıkarmak can vermek demektir. Fakat değil mi ki can da mecazdır, cânan da mecazdır, ufûlü acı da olsa fâni yası olduğunu bilelim.”[163]

Erol’un yaptığı, bizim de bir bölümünü aktarmayı uygun gördüğümüz bu nakil, telkinin kişi üzerinde yaptığı kalıcı ve yeri geldiğinde de onarıcı etkilerini ifade etmesi açısından örnek teşkil etmektedir.

1.2.2.2.                           Örnek Olma – Model Sunma

Hem öznesi hem de nesnesi olması bakımından insan, eğitim faaliyetlerinin merkez noktasını işgal etmektedir. Hazırbulunuşlukları ve önceden edinmiş oldukları anlayış ve davranışları ne olursa olsun yetişkinler, daima bulundukları çevreye uyum sağlama eğilimindedirler. Bu uyum ancak çevreden davranış modelleri ve örnekler almakla mümkündür. Çocuklar ise çevrelerinde olup bitenleri görerek, izleyerek onları taklit etmek suretiyle davranış geliştirirler. Her ikisinde de ortak olan durum, çevrede görülüp izlenilenlerin, insanın duygu, düşünce ve dolayısıyla da davranışlarını etkilemesidir. İnsanların bu özellikleri, din eğitiminde örnekleme ve modelleme yapmayı bir yöntem olarak kullanma gereğini ortaya çıkarmaktadır. Zira bir davranış biçimini sözle anlatmaktansa, onu göstermek daima daha etkilidir.[164]

Safiye Erol, özellikle davranışa dönük değer eğitiminde, telkin ve tâlim edilen ilke ve değerlerin, teoriden pratiğe uyarlanarak, eğitimci tarafından da yaşanarak ve örnek olunarak aktarılması gerektiğine işaret etmektedir.

“Şark böyledir, kuru nazariyelere değer vermez. Her tâlim edilen düsturun hayâta aksettirilmesi, düstur sahibi tarafından, şüpheye meydan bırakmayacak tarzda, hâlkın gözü önünde yaşanması lâzımdır. Nefisten hâlâs olmak gerek! Diyene “Nasıl olurmuş o iş, göster de bilelim” derler. O zaman mal, mülk, unvan, aile, mekân, hâsılı en basit iddiadan dahi vazgeçmek lâzımdır. Hükemânın şahsî hayatları bile yoktu denilse caiz, çünkü onların kârı, hayatı yaşamak değil, nasıl yaşanması icâp ettiğini bir ömür boyunca bilfiil temsil etmekten ibâretti.”[165]

Yazar, kazandırılmaya çalışılan hususların bizzat eğitimci tarafından içselleştirilmiş ve hayata aksettirilmiş olmasının, uygulanan eğitim yöntemlerinin tesir uyandırabilmesinin temel şartlarından biri olduğunu ifade etmektedir. Eğitimde model olmak, değiştiren, dönüştüren, insanları karakter ve davranışlarıyla etkileyen ve çevresine pozitif enerji veren merkez insan olmak demektir. Din ve değer eğitiminde, eğitimci bu dereceye ancak söylediklerini yaşayarak ulaşabilmektedir.

“Ârif-i kâmilin nefhettiği rûh, her zaman sözlü ve meş’ur olmaz. Onlar belki de asıl icrâatlarını sessiz, sedâsız, bir takım mevceler salarak yaparlar. Fikrin ve sözün iflas edeceği yerlerde iflas, henüz denenmemiş yollardan gelir. Belki şuurumuz o mevcelerden birdenbire haberdâr olamaz, fakat rûhumuz onları muhakkak zapteder ve tâkati geliştikçe peyderper şuûra sevkeder. Eski ârif-i kâmiller kendileri için: “Biz kâl ehli değiliz, hâl ehliyiz” derlerdi.”[166]

Erol, şahsiyet terbiyesinde model olan örnek insanın, sözlü telkin ve talim yöntemlerini kullanmadan, herhangi bir öğretim tekniği uygulamadan, sadece hâl ve tavırlarıyla da etkili olduğunu belirtmektedir. Yazar, bu noktada özellikle din ve şahsiyet terbiyesinde önce model bulmanın, sonra da model olmanın hassasiyetine işaret etmektedir.

1.2.2.3.                           İyiliklere Yönelterek Kötülüklerden Uzaklaştırma-Teyakkuz

Safiye Erol, kötü alışkanlık ve davranışların etkisinin, bu davranışların dairesinden çıkıldığında dahi devam ettiğini ifade etmektedir.

“Af kapıları açılmakla affın huzûr ve inşirâhı hemen günü gününe tecellî etmiyor. İnsanın kendi kendini gömdüğü o adsız zulüm ve işkence kalesinde geçen fâcia devrinden kalma alışkanlıklar var. Kalebent yaşamış olanlar, serbest kalsalar da daha bir zaman reviş ve hareketlerinde, zincirli esîrin küskün ve ezgin edâsını taşırlar.”[167]

Yazar, kötü alışkanlıkların olumsuz tesirinden daha kolay kurtulma noktasında hocası Ken’an Rifâî’in uyguladığı “menfî için teyakkuz, müspet için teyakkuz” olarak ifade ettiği yöntemi işaret etmektedir.

“Hocam Ken’an Rifâî derdi ki: “Bir kötü itiyadı sökmek, sıra dağları devirmekten daha güçtür.” Bu sebepten hocam, talebelerine iyi

îtiyâtlar vermek sistemini tâkip ederdi. İyi îtiyâtları sık zerkederek kötülerine yer bırakmazdı. Bunların gümrah bereketi zemini kavrayınca kötü îtiyâtların durumu zaten müşkül safhaya giriyor, ekseri imkânsızlaşıyordu. Hocamın ısrarla telkin ettiği esaslardan biri de yapılmaması lâzım gelen şeylerden sakınıldığı kadar, yapılması lâzım gelen şeyleri lâzım gelen tarzda, vaktini geçirmeden mutlaka yapmaktı. Onun menfîden çekip aldığı talebe, nötr bir sahada zararsız, fakat zararsız olduğu kadar mânâsız bir unsur gibi kalmaz, derhâl müspet faaliyete geçerdi. Hocam Ken’an Rifâîi teyakkuz terbiyesini hayâtın gündelik disiplinlerine kadar teşmil ederdi.”[168]

Erol, insanları iyi alışkanlıklara ve güzel davranışlara yönlendirmenin kötülüğe

giden yolların önünü kesmek açısından ehemmiyet taşıdığını ifade etmektedir. Yazara göre, iyi alışkanlıkların kişide değerlere dönüşümü ve içselleştirilmesi ile kötü îtiyâtların oluşumu imkânsız hâle gelmektedir. Din ve değerler eğitiminde kişiyi kötülüklerden uzaklaştırmak kadar, onu iyilikler yapma noktasında teşvik edip iyiye yönlendirmek, dünyasına iyinin yerleşmesini sağlamak, daha sonra karşılaşabileceği olumsuzluklara karşı şahsiyeti güçlendirme açısından önem arz etmektedir.

Erol, kişinin kendini kötülüklerden koruması, kötülüğe yaklaşmaması noktasında hocası Ken’an Rifâî ile aralarında geçen bir diyaloğu da nakletmektedir.

“Ben- Efendimiz, dünya pek kötü!

O- Sen iyi ol.

Ben- Ben iyi olmuşum ne fayda, bu kötülük içinde.

O- Senin üstüne vazîfe değil. Sen iyi olmânâ bak. Kötülük senin sınırlarında durakladı mı, kalmadı mı? Sana sirâyet etti mi, etmedi mi? Sana bulaşamadığı, seni karartıp bozamadığı dakîkada kötülük hezîmete uğradı gitti.”[169]

Yazar, hocasının söyledikleri vasıtası ile iyi olmanın ve iyi olarak kalmaya çalışmanın da şahsiyet terbiyesinde kötülükten uzaklaşma ve kötülüğü yenme noktasında kişiye yeteceğini belirtmektedir.

2.                             DEĞERLER

2.1.                             Ahlâkî Değerler

Safiye Erol’da ahlâki değerler, yazılarının gazete ve dergilerde yayımlanan makaleler olması vesilesiyle, akademik bir usûl, üslup ve kavramsal bir kullanımdan ziyâde günlük hayattaki yaşantılardan örneklerle işlenmiş olarak karşımıza çıkmaktadır. Yazar kimi zaman gündeme dâir yazılarında ahlâki değerlere vurgu yapmakta, kimi zaman târihi bir olayı anlatarak, olayla ilgili değerlendirmelerinde ahlâki değerleri işlemektedir.

Günümüzde sıkça dile getirilen ahlâki dejenerasyondan, Safiye Erol kendi dönemi için de şikâyetçidir. Özellikle batı dünyasında çocukların eğitiminde kullanılan argümanların, çocukluklarını yaşayamadan ergen hatta yetişkin olan çocukların yetişmesine sebep olduğunu ifade etmekte ve batı eğitim sistemini eleştirmektedir.

“Ben ecnebî basını tecessüs gözüyle araştırırken çocuk dergilerini de elden geçirdim. Alman çocuk dergileri tipik birer numûnedir. Bütün o resimli hikâyelerde hep yeni icatların, patentlerin, kurulan atölyelerin, reklâm, sürüm ve rekâbetin destânı anlatılır. Çocuklar zaten bu atmosfer içine doğuyorlar, bu konu ortasında büyüyorlar. Onlara göre masal artık bir padişâhın kızı varmış tekerlemesiyle başlayamaz. Şöyle başlar mesel: “İki çocuk tavan arasında hırdavat karıştırırken Nuh-ı nebîden kalma bir partal sandıkta eski bir mum fabrikasyonu târifnamesi bulmuşlar. Ecdâdın kıymetli bir sır gibi kucak kucak kaçırdığı husûsî îmâlât tarzını öğrenmiş çocuklar, işlerini gizli tutarak bir atölye açmışlar.” İşte asrımızın çocukları alfabeyi söker sökmez bu hikâyelerle hayâtın realitesine hazırlanmış oluyorlar. Periler diyârından, haberleri yok, Merih’teki yaratıkları düşünüyorlar. Bir bakıma denebilir ki çocukluk devresinden mahrum kalıyorlar.”[170]

“Gelişim çevre ile etkileşimin ürünüdür” ve “gelişimin hızlı olduğu dönemlerde çevre etkisi daha büyüktür”. Yazar, gelişimin bu ilkelerini işaret ederek, toplumsal hayattan aktarılan değerlerin çocukların gelişim süreçlerini etkilediğini belirtmekte; değer aktarımında çocukların gelişim aşamalarını dikkate almanın önemini ifade etmektedir. Zira gelişim belirli bir sıra izler ve basitten karmaşığa doğru bir ilerleme gösterir. Her gelişim dönemi ise bir sonraki dönemin öncüsü ve hazırlayıcısıdır. Bu sebeple her gelişim döneminin zamanında yaşanması, sağlıklı bir kişiliğin oluşmasında ehemmiyet arz etmektedir.

“ Hele Amerikan tarzı pek acelecidir. Hayât standardı peşinde soluk soluğa koşuşma neticesi daha ilk okul çağındaki küçüklere (işim, eşim, aşım) telkini basılıyor. Sosyeteye hazırlanmak motifi âdetâ bir ruh baskısı. Çocukların kendilerine birer (randevu eşi) edinmeleri sözleşip buluşmaları, baş başa gezmeye çıkmaları gelenekleşmiş. Kızlar bir an evvel kadınlaşmak için mevsimsiz koketlik öğrenirken oğlanlar da tahsil mahsil pek aldırmayıp, hemen eli ekmeği tutmak kaygusunda. Çocuk izdivaçları almış yürümüş, kundaktan dosdoğru gerdeğe! Bize şaka gibi gelir, ama sahi, Amerika’da (on beş yaşında kız ve oğlan dullar derneği) kurulmuştur. Düşündürücü fenomenler… Avrupa’ya da bir dereceye kadar bulaştı, şimdi bize sirâyetinden korkulur. Gençleri çabuk geliştiren iklimlerde, Arabistan’da, Hindistan’da, cinsi hayât toplum kanunlarıyle çok mazbut bağlandığı için körpe yaşta evlenmeler âdettir. Ya hürriyetin her türlüsü içinde yüzen Amerikalılara ne oluyor? Tahlîli yapmak gerekirse akla evvela hayât hırsı, standart hastalığı gelir. Cihan Harbinin de rolü vardır elbet, milyonlarca genç, dünyâ safâsı süremeden bugünden yarına harcandı gitti. Batı âleminde belki haddinden aşırı serpilmiş (individualisme) 171

cereyânı, ferdin taleplerini azmanlaştırmış olabilir.”[171]

Sağlıklı bir kişilik gelişimi için, özellikle hızlı bir gelişimin yaşandığı ve dolayısıyla çevre etkisinin büyük olduğu son çocukluk ve ergenliğe geçiş dönemlerinde, toplumsal yaşamda, çocuğun gelişim aşamalarına ve bu aşamaların özelliklerine göre ortamlar sunmak gerekmektedir. Erol, çevrenin yerinde ve zamanında olmayan etkilerinin sağlıklı bir kişiliğin parçalarından cinsel gelişimin normal seyrinde tamamlanamamasının önemli sebebi olduğunu belirtmekte, normal seyrinde tamamlanmayan cinsel gelişimin ise toplumsal açıdan ahlâkî noktada sıkıntılara yol açtığını ifade etmektedir.

Yazar, hayâtının normal çığırdan çıktığını ifade eden genç bir okuyucusunun mektubuna cevap olarak kaleme aldığı bir yazısında ise öğüt niteliğindeki tavsiyelerini, birçok ahlâki değere atıf yaparak vermektedir.[172]

“Gününüz hiçbir kuruntuya gedik bırakmamacasına programlı, faaliyetle dolu olsun. İster bir vazîfeye girin, ister ders çalışın.

Ne var ki gece yatma saatinde (erken bir saatte yatın) zamanın muhâsebesini yaptığınız vakit tatmin edici bir mesâi ve başarı yekûnu önünüzde olsun.”[173]

“İnsanın iki ezeli düşmanı vardır: Korku ve tembellik. Bunları siz adım adım yeneceksiniz. Zihninizi bürüyen, hayâllere gelince, kanımızı emen vampirlerdir, hatta güzel hayâller bile, gedikli konuk yerleşmeye kalktılar mı bilin ki canınızadır kasıtları. Bunları birer birer yeneceksiniz. Durmayın hemen tez günden mânevî sığınağınızda istihkâma girin, bütün silahlarınızı kullanın. Sizden gayret, erenlerden himmet..”[174]

Yazar, planlı olmanın, çalışkanlığın, sorumluluk almanın ruh sağlığına katkılarını vurgulamakta, “mânevî sığınak” ifadesiyle de dînî ve mistik bir cepheyi işâret etmektedir. İnsanın maddî yönü nasıl gıdalanıyorsa, mânevî tarafı da beslenmelidir. Kişinin mânevî tarafını besleyecek faaliyetlerde bulunması da ruh sağlığı noktasında destekleyici olmaktadır.

Ahlakî Değerlerin İçselleştirilmesi

Safiye Erol, ahlâkın bir iç formasyon olduğunu ifade ederek, insanın özünü şekillendirmeden dışta takılıp kalmanın anlamsızlığına değinmektedir. Yazar, etik ilkelerin kıymetinin her devirde geçerli olmasıyla birlikte, bu ilkelerin uygulanışının ve estetik formunun zamana ve şartlara göre değişmesi gerektiğini belirtmektedir.

“Hurma, en bol ve ucuz memleket mahsûlü hangisi ise o demektir. Tahta çanağın mânâsı kap kacakta fazla tekellüf ve masrafa kaymamaktır. Cübbe ve sakalın medlûlü, devrin en sıhhî, sâde, kullanışlı ve tasarruflu kisvesini tercih etmektir. Etik kıymetler dâimâ bâkirdir, fakat estetik versiyonlar devrin ihtiyâcına göre değişir. Tek bir versiyon üzerinde ısrar etmek etik kıymetlerimizin velûdiyetine bühtan etmek olur. Etik esaslar, devirlere göre “intêrprêtê” edilir yani 175

bunlardan çeşitli estetik versiyonlar çıkarılır.”[175]

Safiye Erol, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in dini uygulama biçimi, yaşayış tarzı olarak ifade edilen “sünnet” kavramına şekilden ziyâde mâna ve gâye ekseninde yaklaşılması gerektiğini vurgulamakta; sünnetteki mânânın kişinin ve toplumun ahlâki boyutunda dengeyi sağlamak olduğunu belirtmektedir. Yazar, sünneti şekilden ibaret olarak algılamanın, farklı coğrafyalarda, farklı kültür muhitlerinde yaşayan ve kendi toplumları içinde bile farklı katmanlar oluşturan insanları tek bir kalıba girmeye götürdüğünü; bunun

da ahlak ilkelerinin evrenselliğine leke çalmak anlamına geldiğini ifade etmektedir.

Hz. Mevlânâ’da Ahlakî Değerler

Erol içinde bulunduğu tasavvûfî sistemin de yönlendirmesiyle yazılarında sık sık Mevlânâ’ya atıfta bulunmuştur. Mevlânâ’ya göre aşk ehlinin sahip olması gereken değerler vardır.

“Hz. Mevlânâ bir gün dostlar meclisinde aşk ehlinin iffetinin nasıl bir iffet olduğunu anlattı. Kimseye gönül bağlamamak, kimseye ümit dolamamak, kimseye hayâl sardırmamak, kimseden bir şey ummamak, kimseden bir şey istememek, Aşk ehli saadetini, dünyâ halkının bir birini çele devire koşuştuğu yollarda aramayacak. Hakk’ın takdirine, Peygamber’in irşâdına, mürşîdin rehberliğine uyarak (gîna ve istiğna) tam doymuşluk ikliminde kalacak.”[176]

Mevlâna burada, ahlâkı “iffet” kavramıyla ifade etmektedir. Mevlana’ya göre, kin tutmamak, kimseye minnet duymamak, kanaatli olmak gibi özellikler, iffet sahibi insanda bulunması gereken değerlerdir.

Yoga’da Ahlâkî Değerler

Safiye Erol’un yazılarında karşımıza çıkan konulardan biri de Hint felsefesidir.

Hindistan, gerek eğitim gördüğü dönemdeki konumu, gerekse Almanya’da doktora döneminde âşık olduğu gencin Hind’li oluşu sebebiyle, Erol’un bir hayli ilgisini çekmiştir. Yazar, Hindliler’in altı ortodoks felsefe sistemlerinden biri olan “Yoga”nın pratik tatbikâtında şart olarak görülen ahlâki davranışları şu şekilde sıralamıştır:

“Yoga’ya intisap eden mürit evvel emirde şu şartlara riâyet edecektir: Hemcinsinin haklarına riâyet etmek, hiçbir mahlûka zarar ikâ etmemek, hakîkati söylemek, hırsızlıktan, cinsî münâsebetten, hediye kabulünden içtinap etmek, nefsine hâkim olmak, maddî ve mânevî hayâtı terbiye edecek bir şekilde yaşamak, yani gerek vücut gerek rûhu dâimâ temiz bulundurmak, kanâat göstermek, itikâfa çekilmek, dîne müteallik eserleri mütâlâa etmek.”[177]

Hint felsefesinin ürünlerinden biri olan Yoga’nın da, bir terbiye biçimi olduğunu söyleyebiliriz. Safiye Erol’a göre birbiriyle kıyas edilirken ne kadar farklılık gösterirse göstersin, tahlil gözüyle bakıldığında, bütün felsefe ve kültür sahalarında müşterek esaslar âşikâr olmaktadır. Yazar, beşeriyete damgasını vurmuş büyük ruhlar arasında inkâr edilemeyecek, aile benzerliği gibi bir benzerlik olduğunu ifade etmektedir.178

Safiye Erol’un genel olarak ahlâkî değerler ile ilgili görüşlerini aktardıktan eserlerinde tespit ettiğimiz ahlâki değerler şu başlıklar altında ifade etmek mümkündür.

Sorumluluk

Safiye Erol, işini iyi yapma ve sorumluluğunu yerine getirme noktasında çok hassas davranmakta; evine getirdiği papatyaların bakımında dahî titiz davranmayı kendine vazîfe bilmektedir.

“Suları ne zaman tazelenir, odanın hangi köşesinde ve ne derece bir ışıktan hazzederler, bunu düşünmek boynuma borç. Geceleri açık havada kalmak onlara yaradığını bildiğim için balkona çıkarırım. Mademki onları kendi yurtlarından kaldırdım, gurbeti hoş edecek sevgi ve bakım göstermeliyim.”179

Sorumluluk değerine günlük hayatından aktardığı şu anekdotta da rastlamaktayız:

“…Kötü îtiyatlar kurusun, pazarlık etmeye kalktım. Mânâlı bir sükûta büründü ki söz etmeğe değer mi, değmez mi diye zihninde derhal tarttığını anladım. Kestânecinin karşısında daha ilk adımda mahcup vaziyete düştüm. Beni nüfuzlu gözlerle bir daha süzdü ve nihâyet kelâma lâyık gördü: Kestânelerini ancak ve ancak filan yerdeki toptancıdan alırmış, eve götürür teker teker muayene eder, iğne başı kadar bir kusura razı olmaz, o ekstra malın bile yarıdan çoğunu ıskartaya çıkararırmış. Sonra… Kestânelerini bin îtinâ ile yıkar temiz bezlerle kurular, ayrıca havalandırır, sonra sonra… İpek gibi mülâyim İstanbul şîvesiyle konuşuyordu. Pazarlık etmezmiş, kendi hakkına tecavüz olurmuş, kestanelerine el dokundurmazmış, diğer müşterilerin hakkına tecâvüz olurmuş, tartıda miskalin zerresine bakmazsa eğer, Hakk’ın hakkına tecâvüz olurmuş. Kestane külahını aldım, dersimi de

178

179

Erol, s.85

Erol, s.117

 

aldım. Kestane kebapçılığı işini bile bu kadar geniş ölçüde maddi ve manevî ihtimam koyduran şehir kültürümüzü düşünerek giderken dayanamadım, nefis kestânalerden bir tane tattım.”[178]

Safiye Erol aktardığı bu olayda kestâne satıcısının sorumluluk duygusuna, işini iyi yapma ve tartıdaki hassasiyeti vesilesiyle de adâlet değerine değinmektedir. Bu değerlerin oluşumu ve aktarımında ise kültürel mirasa işaret etmektedir.

Erol, yazılarını okuyuculara ulaştırma noktasında karşılaştığı sıkıntıları aktarırken, yine işini iyi yapmanın ve sorumluluklarını özveriyle yerine getirmenin önemini vurgulamaktadır.

Görmeden saygı ve sempati duyduğum mürettip ve musahhih kardeşlerim, sizden umarım ki Türk diline iyi gözcülük edesiniz. Sınırları tutan asker gibisiniz. Mânevî varlığımızın korunması biraz da sizin elinize verilmiştir. Bir yazının basılması, Türk rûhunun, Türk fikrinin artık bir daha değişmeyecek tarzda kalıba dökülmesi demektir. Millî irfânımızın serpilip gelişmesinde sizin tuz ve biberden fazla bir katığınız var. Yorucu mesâîinizi pek iyi takdir ettiğim halde yine de daha fazla gayret temennî ediyorsam ümit ederim ki hoş görürsünüz. Kendi te’lif hayatımda tertip hataları yüzünden başıma neler geldi! İlk gençlik eserim olan (Kadıköy’ün Romanı)’nda şöyle bir cümle vardı: “Orhan, elinde kemençe kapı kapı dolaşır, demlenir..” Nasıl dizdiler biliyor musunuz? “Orhan elinde kepçe kapı kapı dilenir..” İş bu kadarla kalsa ne âlâ. Okuyucu benim yavan ve mânâsız bir yazar olduğuma hükmeder, ben de tertip ve tashih kurbanı bir yazar olarak kaderi sîneye çekerdim. Ama öyle olmadı, kitaptaki Orhan’dan kinâye kendisi olduğunu sanan bir genç san’atkâr beni dâvâ etmeğe kalktı. Şimdi tam sırası, Fuzuli’nin meşhur bir mısraı vardır ki devrin mürettibi demek olan kâtiplerden yana yakıla sızlanır ve der ki: “Onlar bir noktayı yerinden oynatarak muhabbeti (mihnet) yazarlar, bazen bir noktayı eksik bırakarak gözü (kör) eylerler”. Mısraın tamamını burada tekrarlamak gerekti ama bende yürek Selanik. Kim bilir nasıl dizilir, 181

nasıl çıkar!...”[179]

Yazar, işini iyi yapma noktasında azimli ve gayretli olmanın önemine işaret etmektedir.

“Nefsine mağlûp olanlar dehâdan pay alamazlar ve insan işinin ehli olabilmek için biraz da işinin kurbanı olmalıdır.”[180]

Azimle çalışmanın karşılığının er geç alınacağını da şu satırlarında dile getirmektedir.

“Suya ne olur? Hiç! Kıvranır, bocalar, çırpınır, dağılır, er geç ummana yol bulacak olduktan sonra… Çünkü bir akar sudur, hayâtın ta kendisidir; tarlası çolak kalanlar düşünsün.”[181]

Erol, gayret ve çalışmaya sadece bireysel açıdan yaklaşmayarak, toplumsal boyutta çalışmanın ve azimli olmanın gereğine ve önemine işaret etmektedir.

“Her işi devletten beklemek sakat bir düşüncedir, devlet yapı müteahhidi değil ya… Kalkınmaksa milletçe olmalı, onarım yolunda millet yediden yetmişine teşkilâta girmeli, işte o zaman kalkınmanın maddîsi mânevîsi tamama erer.”[182]

“Eksiksiz gediksiz, katıksız temiz emek, gerçek emek! Bunlar bir milletin soluğunu arttıran, yüzünü ağartan hadiselerdir.”[183]

Safiye Erol, çalışmanın dünya ve âhiret hayâtına olduğu kadar insan rûhuna olan faydasını da belirtmektedir.

“Salgın ruh hastalıklarına karşı aşılı bir tip vardır, alçak gönüllü, sorumluluk bilir, görevinde yok olurcasına çalışkan. Bunlar köhne düsturlardır diyen bulunacak. Acaba köhne mi? Bana kalsa daima geçer akçe, hem de tam ayar.”[184]

Yazar, çalışma, alçakgönüllü olma ve sorumluluklarını bilme gibi değerlerin öneminin her dönemde geçerliliğini koruyacağını belirterek, ahlak ilkelerinin, bir başka ifadeyle ahlakî değerlerin evrenselliğini işaret etmektedir.

Kanâat

Safiye Erol, tasavvûfî terbiyenin önemli duraklarından olan tevâzün ve îtidâl üzere olmak konularından bahsederken kanâatli olma değerine atıf yapmaktadır. Yazara göre kanâat, dünya ve âhiret saadetine ulaşmada kullanılan, insanın kıskançlık, haset gibi kötü duygulardan korunmak için sığındığı limandır.

“İnsan kendini kendi nasîbi çerçevesinde temâşa edebildiği müddetçe doymuşluk, kanmışlık iklîminde yaşar. Ama mukâyeselere kalkarsa çığır bozulur, haset boy verir. Hükümler ve kıyaslar fırtınasının ulaşamayacağı limanlara sığınmalı. Yoksa ötekinin berikinin avantajlarına göz dikenin ruh zehirlerini yedi deryâlar temizlemez.”[185]

Safiye Erol insanın psikolojik sağlığı için kanâat etmeyi bilmesinin önemine vurgu yapmıştır. Kanâat etme bir anlamda insanı özgür kılmaktadır. Dünya hayatının sonsuz istekleri karşısında insanın göstereceği hırs, insanı nefsinin kölesi durumuna düşürebilir. Mutluluk insanın kanâat etmeyi öğrenmesiyle başlar ve bitmez. Erol, bu noktada bize Gjellerup adında bir müellifin Avrupa’da çok okunan ve beğenilen, Buda’nın hayâtına ve devrine âit menkîbeleri, roman tekniği ile kaleme aldığı “Hacı

Kamanita” adlı eserinden kendisine tesir eden kısmı örnek olarak vermektedir:

“Kamanita bir ülkenin hükümdarı olur, olgunluk çağındadır artık. Günün birinde dünyâ velvelesinden ayrılır, şöyle bir etrâfına bakınır ve der ki, “Ne çok malım varmış benim. Ülkem, taç ve tahtım, ordum, silâh depolarım, savaş ve merâsim fillerim, atlarım, develerim, sığır ve koyun sürülerim, hazînem. Zevcelerim, çocuklarım, câriyelerim, saraylarım, av köşklerim, aman Yârabbî…” Kamanita dehşet duyar, saydığı ve sayamadığı mallarının herbirinin kendine bir zincir olduğunu ayan beyân anlar. Ah.. der, nerede benim on sekiz yaşım, hiçbir şeyim 188

yoktu o zaman, ancak bir aşkım vardı.”[186]

Yazar, kanâat etmeyi küçük yaşta babasıyla gittiği şekerci dükkânında öğrenmeye başladığını anlatmaktadır:

“Dizi dizi allı morlu kavanozlar karşısında babam bana ne istersin?

derdi. Hakikatte o şekerlerin topunu birden isterim ama kanâatle sınırlanmak mecburiyetini daha o yaşta -o yaşta zoraki tabii- öğrenmeye başlamıştım. Aç gözlülüğü hayli esefle bir yana atıp en sevdiğim şekerleri işaret ederdim.”[187]

Kültürel mirası, değer aktarımında sık sık kullanan Safiye Erol, kanâatli olmak konusunda da Müslüman Türk kültürünün zenginliğinden bahsetmektedir.

“Müslüman rûhu bu minnetsizlik, isteklerde ölçülülük mayasıyla âdetâ pişe pişe yoğrulmuştur. Klasik edebiyattan, atasözlerine, halk türkülerine kadar her ses her perdeden minnetsizlik, tok gözlülük çağırır. Hz. Ali’den getirilmiş bir öğüt der ki: “Ganî yürekli, kanaatli ol.

Bir alçaktan dilenilmiş geçimden ne hayır görürsün? Kalbin kırılmak pahasına yaşamayı kabul etme.”[188]

Fedâkârlık

İnsan birey olarak değil, toplum olduğunda anlamlıdır ve güçlüdür. Fıtratı gereği insanın yapabilecekleri sınırlı iken ihtiyaçları çok çeşitlidir. Toplumsal yaşam ve paylaşım ile insanın yükü hafiflemektedir. Bu noktada bazı insanların taşıyamadıkları yüklerini paylaşarak birlikte taşımak, fedâkârlık yapmak, toplumsal yaşamın getirdiği güzelliklerden birisidir. Yazarın kendi çocukluğu döneminden naklettiği bir hatırası, fedâkarlık değerine örnek teşkil etmektedir.

“Balkan bozgunu olunca Keşan’daki bütün akrabalarımız bir yere -galiba Gelibolu’ya- göçmüşler. Babam o zaman anneme demiş ki “Bütün soyu sopu İstanbul’a davet edeceğim, yanımıza. Nasıl? Evin düzenini Fedâ eder misin?” Annem “Fedâ olsun” demiş. Babam devam etmiş: “Ama rahat huzur, mobilya, halı, perde falan feşmekan arama.” Annem tekrarlamış: “Fedâ olsun dedik ya.” Sonra babam ev sahibine müracaat etmiş, “belki kırk elli muhaciri eve almak istiyorum, muvafakatiniz var mı?” Mithat Paşa sülâlesinin evladı, “Fedâ olsun evim”, demiş. Babam yine sağlama bağlamak istemiş işini: “Ama kapı, baca, döşeme duvardan hayır kalmaz.” Ev sahibi yerinden fırlamış: “Fedâ olsun dedik ya beyim, Fedâ olsun, Fedâ olsun.”[189]

Safiye Erol tarihte büyük başarılara imza atmış, toplumu etkilemiş kişileri devir açıp devir kapayan kahramanlar olarak nitelendirmekte; bu kahramanların zafere, kendi benliklerinden fedakârlık yaparak ulaştıklarını belirtmektedir.

“Devir açıp devir kapayan kahramanların, zafer kâlemini kendi 192

kanlarına banarak imza atmaları bir hayât kânunu olsa gerek.”[190]

Erol, özellikle tasavvûfî önderlerin mistik tecrübelerine atıf yaptığı bu satırlarında, toplumun önünde olan büyük insanların, toplumları için ortaya çıkardıkları fikir ve eserlerinin oluşum sürecinde, toplumlarına kendilerini adanmışlıkla, benliklerinden geçerek çeşitli bedeller ödediklerini vurgulamıştır. Zâten o kişinin büyük olarak toplumun önünde olması da bu bedeller vesilesiyledir.

“Bir dâhi, kendini ve kendi menfaatini aramadığı için büyüktür. Buna mukâbil her hangi bir şahsi gâye için gösterilen faaliyet küçüklüktür. Çünkü bu şekilde faal olan birisi kendini yalnız bir zerrecik olan şahsında arar ve bulur. Büyük bir insan ise kendisini bütün mevcûdâtta görür “büyük dünya = makrokosmos” içinde yaşar. Bütün varlıkta yaşadığı için varlık onu alâkadar eder ve düşündürür. Dâhinin muhiti dünya, büyük bir muhit olduğu için dâhiye büyük denir. Dehâ kendi kendinin mükâfâtıdır. Geçmiş zamanların büyüklerini düşünürken “O ne bahtiyar adam ki ona bugün bile hayran oluyoruz demeyiz. Deriz ki: “Ne bahtiyar imiş ki böyle bir rûha mâlik imiş ve bi’n-nefs bu ruhun zevkini tatmış. Biz bile asırlardan sonra, bu ruhun bekâsı birkaç 193

kırpıntıdan bu kadar lezzet alıyoruz.”[191]

Sabır

Sabır, Safiye Erol’un hocası Ken’an Rifâî ile tanışarak Rifâî tarîkatına intisap edip tasavvufla tanışmasıyla daha sık dile getirdiği kavramlardan biri olmuştur. Erol’a göre, Tasavvuf terbiyesinin mühim basamaklarından olan, her türlü çileye sabredip hâk vâdisine yol bulanın ulaşacağı denge hâli, beşerin selâmetle yaşayabileceği tek iklimdir.[192]

Hayattaki muhtelif sorunlar karşısında ve tasavvûfî terbiyede sabır, îman ile pasif bir tahâmmül olmaktan çıkıp aktif hâle gelir:

“İnançlı, kaderle pençeleşmek şöyle dursun, teslim menzilinde bile karar etmez; onun tevekkülünde zımnî bir mutâbakat, kendi nefsinden öte gitme ve nefsi aşan kendi görünmez kânunuyla uzlaşma ve işbirliği vardır. Sabır pasif bir tahammül değil, Müslümanlığın etik derinliklerinden kopan aktif bir nurdur deyişimiz bu yüzdendir. Müminle münkir aynı akışla akan birer su molekülüdür ki mümin bu

gidişten emniyet ve inşirâh duyarken münkir, kendi ezel hakkını kendinden gaspeder ve hakîkatte o da külle mutabakat hâlinde bulunmakla berâber muarız olduğunu vehmeder. Yeryüzünün hiçbir mâkûs talihi yoktur ki, ne veba, ne kolera, ne yüz karası, ne gönül acısı, ne gurbet, ne esaret… külle aykırı düşmüş olmak vehmi ne kadar ezâlı olsun. Kur’an-ı Kerim’in “azâb-ı elîm” tâbirini tefsir ederken hocam Ken’an Rifâî “azâb-ı elîm’in mânâsı firkattir” derdi. Yani Hak’tan firkati, küllün bir cüz’ü olmak ihtisâsının kayboluşunu kastederdi.”[193]

Erol’a göre sabır konusunda inançlı insanın en büyük yardımcısı, îmanıdır. Her başına geleni Hâk’tan bilip râzı olma hâli, kişinin, rûh sağlığına bir nevi enerji yüklemesidir.

“Müslümanlıkta hak mefhûmu ile sabır anlayışı ikizdirler. Hâlk arasında sabır mefhûmu her ne kadar pasif manzaralı bir tahammül anlamına gelirse de asıl etik derinlerinde dînimizin aktif nûrunu taşır. Dinsiz insanla dîne bağlı birinin çile doldurmakta birbirinden ne müthiş farklarla ayrıldığı her gün müşâhedemize açık bulunuyor. Dinsiz insan da kazâ ve kadere çâresiz boyun eğer, fakat bu zâhirî bir inkıyattır, îtiraz ve isyan için için devam ediyordur. Sebep araştırılır, tâlihsizliğin mesûliyeti başkalarına yükletilmeye teşebbüs edilir. Kazâ ve kader âdeta, alakalı insanların re’sen tertip ettiği bir sûikast şekline sokulur. Böyle olunca da mücadelenin sonu gelmez. Dinsiz insan, tâlih elinden tepelenirken bir yandan karşı kor, bir yandan da rûhunun hırçınlığı ile kendi kendini içten tepeler ve farkına varmadan asıl mânî olmak istediği şeyi, yâni kendi kendinin tahrîbini hızlandırır. İnançlı insan ise şans aksiliklerini yumuşak, hatta halâvetli karşılar. Felek çarkını uygun tarafa çevirmek için kendi çapından mesâî sarfeder. Fakat azgın protestolarla rûhunu yıpratmaz, zîra her vukûa geleni Hak’tan bilir.”[194]

Safiye Erol sıkıntıların ve bu sıkıntılara sabretmenin öğretici ve motive edici yönüne de işaret etmiştir:

“Mihnetlere muhtâcız, öğrenmemiz lâzım gelen her ne ise onu öğrenmek için.”[195]

“Gerçi hayat tam bir süt limanlık olmayacaktır; huzursuzluk ve mücadele de beşer bünyemiz için elzem birer tenbih ve teşvik vasıtasıdır.”[196]

Erol sabır konusunda da geçmişe atıf yaparak günümüz olaylarını değerlendirmektedir.

“Eski zaman insanları, her şeyin iğreti olduğu inancıyla hiçbir şeyden şikâyet etmezlermiş. Sabırsızı çıksa da ara sıra cevabı alır, sus­pus olurmuş.”[197]

Yazar, tarihten misâl getirerek sabretme sürecinde motivasyona değinmektedir.

“Kahır yüzünden lûtuf olur derler ve yine derler ki sular karışmadan durulmaz. Bu hikmetin misâli olarak Süleyman Şah’ın Türkistan’dan göç etmesini düşünelim. Moğol istilâsı olmasa Kayıhan kabilesi yola çıkmazdı, yâhut çıksa bile Rûm diyârına kadar gelmezdi. Osmanlı İmparatorluğu kurulmazdı, biz olamazdık vesselâm.”[198]

Erol, motive edici örneklerle her sıkıntının sonunda ferahlık, her zorlukla birlikte bir kolaylık olduğuna işaret ederek sabretme konusunda insanları teşvik etmektedir.

Ölçülü Olmak - Îtidal

Erol, İslâm ahlâkının temel taşlarından biri olan itîdâl üzere olmayı fert ve cemiyet olarak üstün bir kıvama ulaşmanın nişânesi olarak görmektedir.

“Doğuma sevinilir, şenlik edilir, ölüme yerinilir, yas tutulur. Ancak ne birinde ne ötekinde aşırı gitmeden her hâdisenin belirli bir süresi ve değeri olduğunu, sonsuz destanda nihâyet bir yaprak yer tutacağını kavramış toplumlar îtidal yolundan ayrılmasalar, yapılan tecrübe ister acı, ister tatlı olsun, gâye bilgiyi arttırmak, temkinde ilerlemek, fert ve cemiyet olarak daha üstün bir kıvama ulaşmak değil mi?”[199]

Yazar, acı ve mutlulukta, genelde bütün duygularımızda ölçülü olmayı ve yeri geldiğinde teslim olabilmeyi, hayattaki sıkıntı ve gerginlikler için bir çözüm önerisi olarak getirmektedir.

“Safâ ve cefâ telakkîlerimizi daha mütevâzi ölçeklerle sınırlandırabilirsek daha ileri giderek hem safâdan, hem cefâdan hâriç

“üçüncü sâha”ya kök salabilirsek umulur ki meslek ve ev hayatındaki gerginliklerimiz, yorgunluklarımız hiç değilse ezici olmaktan çıkar.”[200]

“(Sezai-i Gülşenî) yine böyle bir mektûbunda hayat tecellîlerini, acı da olsa tatlı da olsa, aynı kararla karşılamayı, nüanslar üstünde fazla durmaksızın “tecellileri istekle, can bütünlüğü ile kabullenmeyi” tavsiye eder.”[201]

Erol, aşırılıkların, ateşin bir maddeyi yok etmesi gibi, hayâtî kuvvetlerimizi bitirdiğini belirtmektedir.

“Hırslı bir gerginlikte netîce almak sevdâsına düştüğümüz, yâni cereyan etmekte olan hâdisenin tabiî safhalarını atlayarak sonra yâhut sonu tâkip edecek zevke göz diktiğimiz vakit hayatî kuvvetlerimiz öyle çabuk yanıp gider ki bu hızla herhangi bir maddeyi sömürmek belki ateşin bile kârı değildir.”[202]

Yazar ölçülü olmak konusundaki ısrarcı tavrını, ashab-ı kehf metaforunu kullanarak aktarmaktadır.

“Zaman beni ifratla tefritten birine katılmaya zorlamasın zinhar, dedim, eshab-ı kehfin mağarasına sığınır, iki yüz yıl da ben uyurum.”[203]

Tevâzün

Îtidâl ve denge üzere olmayı, tasavvufî bir formasyon olan “tevâzün” kavramı ile ifade eden Safiye Erol, Allah’a ulaşma yolunda denge içindeki Müslüman’ı, asıl benliği maddî sıkıntıların ulaşamayacağı bölgeleri yurt edinen, hayâtı fâni olduğunu bilerek yaşayan bir kişi olarak târif etmektedir.

“Hak tevâzünü, hem tabiat, hem cemiyetle barışık olmak demektir. Hak tevâzünü içindeki Müslüman, hastalığında huysuzlanmaz, ihtiyarlığa karşı direnmez, ölüm için hazır baş durur. Onun asıl benliği hiçbir beşerî âfetin el atamayacağı selâmet bölgesinde, levh-i mahfuzda vatan tutmuştur. İğreti benliği haz ve elem nağmeleriyle kâh dolup kâh taşıp boş kalırken, asıl benliği bütün bu nümâyişlerin haz ve eleminden âzâde, hüküm ve kıyastan müberrâ bir seyircisidir.”[204] “Mesela ona vururlar, o karşı kor, fakat ne yenmenin, ne yenilmenin tahripkâr bir tesiri altında kalmaz. Şahsî hayâtını her

şahıs gibi yaşar ama onun ayrıca öyle bir şahsiyeti vardır ki hâdiselerin nâmından ve resminden masundur.”[205]

“Hak tevâzünü içinde kâmeti bulan Müslüman, hayâtı, asıl sahip nâmına bilvekâle yaşıyor gibidir. Evlenirken bile Allah’ın emri, Peygamberin kavliyle evlenir. Hak’tan öz aldığı ve halka öz verdiği nispette hayâtını gerçekleştirir. Bir meyvenin, ağacına akort oluşu nispetinde ağacın tenebbüt kudretinden faydalanışı gibi, Hak ve halk şeceresiyle münâsebetin kesâfeti kadar müslümanın hayâtı dinamik olur. Bu hayât üslûbunun dâimî bir mücâhede demek olduğunu tafsîle lüzum görmem. İslâmiyetin, formalizimden çok daha üstün bir mânâ ifâde ettiği zamânı, cemiyetin etik kaynaklardan ayn-ı hayât emdiği devirlerin, o devirlerin yüksek seviyesini düşünürsek dinamik varlık tâbiri kendiliğinden açıklanır.”[206]

Hak tevâzünü içindeki Müslüman, Hak’tan aldığı özü halka iletmesiyle dinamikleşir. Erol, Müslümanın dâimî mücâhede ile yüksek seviyelere erişmesine de Asr-ı Saâdet’i örnek olarak göstermektedir.

Edep

Safiye Erol, edep kavramını özgün bir bakışla tahlil etmekte ve edebi, teyakkuz, sabır ve hak tevâzünü dediği etik elemanların estetik sahadaki şekli olarak tanımlamaktadır.

“Edep: Teyakkuz, sabır ve hak tevâzünü dediğimiz etik elemanların estetik sahada şekil bulmasıdır. Hocam Ken’an Rifâî derdi ki: “Edep tâcını başına giy, istediğin yere git.” Müslümanlığın etik cevherine estetik tefsir bulanın her cemiyete her vaziyete kifâyet şöyle dursun, muhîtinin tâcidârı olacağını biz Ken’an Rifâî’den öğrendik.”[207]

Erol, Türk milletinin varlığının beslendiği temel değerlerden birinin edep olduğunu ifade ederek, edep kavramını millî bir değer olarak ele almaktadır. Yazara göre, edep kavramı Türk İslam kültürüne damgasını vurmuş faziletler arasındadır.

“Tâ geçmiş zamanlardan kopup gelen, Türk milletine hala heybet ve hilmiyetle seslenen ferman; edepli olmaktır. Edep dedikten sonra fazlasına lüzum yok ama yine de analiz verelim. Edepli olmak tam manasıyla temiz, hak bilir, gayretli ve fedakâr olmak, içten ve dıştan özenerek kuvvette güzellikte ideale ulaşma yolunda şaşmadan ilerlemek demektir. Her millet yaşama gücünü kendi soy kütüğüne uygun bazı

faziletlerden aldığına göre, Türk’ün, İslamiyet’le mayalanmış varlığı da edep kaynağından beslenir.”[208]

Yazar, Türk millî kültüründeki edep kavramında îtidâl ve ağırbaşlılığın yerini, İstanbul’un fethi sonrası zafer kutlamalarını naklederek anlatmaktadır.

“Gerek ordu, gerek millet bu zaferi şımarmadan coşmadan, ölçülü

bir tatmin duyarak her zamanki ağır başlılığı ile kutladı. Fetih şenliklerinde hükümdârın “Şehitlere rahmet-i rahman, gâzilere şeref ve şân, teb’ama fahr ü şükran yaraşır” sözleri Türk rûhunun gınâ ile tok, edep ile sınırlı bulunmasının açık şahididir.”[209]

Barış ve Demokrasi

Safiye Erol, bir dönem aktif siyasetle meşgul olan bir kişi olmasına rağmen, politik konulara yazılarında çok sık yer vermemiştir. Meşrebi gereği politikada da îtidâl aradığını belirterek, kendisinin tarafsız olmasını eleştirenlere “düşünen bir tarafsız olmak taraf tutmaktan çok daha güçtür.”[210] ifâdesiyle karşılık vermiştir. Yazar, demokrasiyi, îtidal üzere olmada ve toplum olarak tekâmül etme sürecinde ahlâkî bir 213 olgu olarak görmekte; demokraside uzlaşma kültürünün önemine işaret etmektedir. [211]

“Demokrasinin ancak millî birliğin sarsılmaz ve ebedî çerçevesi içinde çeşitli ilkeleri çarpıştırarak ideal dengeyi aramak ve takâmüle gitmek olduğu lâyıkıyle anlaşılamadı. Çok partili sistemi mutlaka 214

muhâlifin yok edilmesiyle bitecek kıyasıya bir döğüş sanıyorlar.”[212]

İyilik ile Mukâbele Etmek

Erol, hocası Ken’an Rifâî ile aralarında geçen şu konuşmayı nakletmektedir:

“Ben- Efendimiz, dünya pek kötü!

O- Sen iyi ol.

Ben- Ben iyi olmuşum ne fayda, bu kötülük içinde.

O- Senin üstüne vazîfe değil. Sen iyi olmânâ bak. Kötülük senin sınırlarında durakladı mı, kalmadı mı? Sana sirâyet etti mi, etmedi mi?

Sana bulaşamadığı, seni karartıp bozamadığı dakîkada kötülük hezîmete uğradı gitti.”

Yazara göre, boşluk kabul etmeyen fıtratımız gereği kötülüğün yerini iyi ile doldurmaya çalışmak kötülüğü yok etmenin en iyi metotlarından biridir. Erol, kötülüğe karşı kötülük etmek için harcanacak enerjiyi başka etkinliklere yönlendirmek gerektiğini işaret etmektedir.

“Kötülüğe karşı kötülük etmek yolunda harcanacak enerjiyi husûsi metodumla başka türlü kanalize ederek kendime iki vazife çizdim.”[213]

Sevgi

Erol, kalikantüs isimli çiçeğinden bahsederken, sevginin değeri ve sevilene karşı takınılması gereken tavır ile ilgili aktarımlarda bulunmaktadır.

“Sevilen şeylerin, sevilmiş olmaları onlara yeterli bir kimlik kuşatmak gerekir. Ne diye saygısızca elleyip kurcalayayım. Onlar sevilendir, fazlası sorulmaz da aranmaz da.”[214]

Tecrübelere Saygılı Olmak

Safiye Erol, tecrübe ve birikimlere büyük değer vermektedir. Gerek eski zamanlarda yaşamış insanların tecrübeleri gerekse şahsî tecrübeler mutlaka bir bedel ödenerek edinilmiştir. O sebeple kıymeti bilinmeli ve tecrübe karşılığı edinilmiş bilgiler kullanılmalıdır.

“İbret dolayısı ile tedbir almak kolay olmuyor, unutmayı tercih ediyoruz. Filozof Schopenhauer’in bir sözü var: “Ben mektep parasını sokağa atmak istemem.” Manâsı şudur ki; insan bir tecrübe yaptığı zaman mutlaka bir bedel öder. O zaman dangalak durumunda kalmamalı, tediye karşılığı bir bilgi edinmiş olmalı. Ve bu bilgiden faydalanmasını bilmeli.”[215]

Yazar, tecrübe etmenin yollarına da işaret etmekte, tecrübenin duygu ve düşünce boyutuna atıf yapmaktadır:

“Çok gezen mi bilir, çok yaşayan mı? Buna kestirmeden cevap verilemez. Çok gezmek neye yarar afal afal dolaşıp, görülen duyguda düşüncede elemeyince dokumayınca. Çok yaşamak neye yarar dört duvar arasına kapanıp hayâtın rengarenk kıvıl kıvıl sahnelerini görmeyince.”[216]

Vefâ

Safiye Erol, kedilere olan sevgisinden bahsettiği bir makalesinde, yaşantılarından edindiği birikimler sonucu insanlardan vefâ göremediği noktasında sitem etmektedir.

“…Evet kediyi çok sevdim. Keşke muhabbet sermâyesini yatırdığım diğer yaratıklar da kedi kadar olabilseydi. Ona hizmet ettim, o da bana hizmet etti; onu okşadım, o da beni okşadı; onu özledim, o da beni özledi. Onsuz duramaz oldum, o da aynı düşkünlükle bensiz duramaz oldu. Hâsılı şu yalancı dünyâda sevgi terazimi denk getiren seyrek vücutlardan biri oldu. Beni inkisâra uğratmadı, canımı yakmadı, muhabbete karşı katmer fâiziyle muhabbet ödeyerek bana bir defada nasılsa isâbetli bir yere gönül vermiş olmanın tatmin ve iftihârını sundu.”[217]

Kıymet Bilme

Erol, kıymet bilmek için kişilerin illa ki olağanüstü şeyler yapmasını beklemeyerek, sıradan da olsa erdemli sayılan davranışları takdir etmenin önemine değinmektedir.

“Uzun mesafeleri bir hamlede aşan göçebe kuş, kona göçe sefer eden diğer bir kuşa yan bakmış, küçümseyerek gagasını bükmüş. Bölüm bölüm yol alan kuş hakâreti sezmiş, bağrına taş basmış susmuş. Nereden ne aldığını, hangi emaneti nereye ulaştıracağını gayet iyi bilirmiş.

Faziletimiz varsa eğer kadir bilmeyenlere göstermeyelim. Hele bizi hor görenlerden bucak bucak gizleyelim. Bu menkıbeyi neye mi söyledim? Bir şifredir, efendim: Anahtarını vermiyorum. Okuyucularım

arasında bana sırdaş olanlar bulunur. Anahtar vardır onlarda, kolayca çözüverirler.”[218]

Yazar, yine kendine has üslûbuyla bir takım okuyuculara tasavvûfi yaşantılarından hareketle telkinde bulunmaktadır. Tasavvufun söz ile anlatılarak değil, hâl ile yaşanılarak anlaşılacak bir saha oluşuna işaret etmektedir.

Nezâket

Yazar, günlük hayat ile o kadar içli dışlıdır ki, kimi zaman dolmuşta başına gelenleri, kimi zaman da alışveriş yaptığı manavda karşılaştıklarını yazılarına aktarmaktadır. Sorumluluk sahibi olma, adalete riâyet etme gibi hususlarıyla takdir ettiği esnaf kültürünü, kimi zaman da eleştirmekte, esnaftan nezâket beklentisini dile getirmektedir.

“Hâlbuki esnafın, tüccarın vasıfları evvelâ doğruluk, sonra hoş muamele olmak gerekmez miydi? Tam doğru olamayacaklarsa bile hiç 221 değilse terbiyeli davransalar bilmem ne kaybederler.”[219]

Gösterişten Uzak Olmak

Yazar, gösteriş yapıp riyâkâr davranmayı, kendini olduğundan fazla ve farklı gösterme çabasının bir neticesi olduğunu belirtmektedir.

“Sabahları spor, ikindi zamanı yarım tuvalet, akşamları dekolte giymeye, üç lisandan ötmeye, kendimi olduğumdan fazla göstermeye mecbur değilim.”[220]

Safiye Erol gösterişten hoşlanmamış, yazılarında da bunu dile getirmiştir zira

Erol’a göre asıl olan rûh ve şahsiyettir.

“Schopenhauer’e göre insanın kaderi üç şarta dayanır: şahsiyeti, malı, mevkii. Servet ve rütbe ârızîdir, kaybedilebilir. Şahsiyet ise ne hâriçten verilir ne de geri alınır, o bizimdir, bizim koparıp götürmesi mümkün olmayan öz varlığımızdır. Başkalarının bilişinde değer taşımaktan, kendimizi ille onlara beğendirmektense yapayalnızken giyindiğimiz kimliğe önem verelim. Zira başkalarıyla alış verişimiz daima sınırlı bir muâmeledir, mutlaka bir an gelir yalnız, kendi

boyumuz bosumuzla tam yalnız kalırız. İşte hayâtta asıl mühim olanı, bu yalnız kalanın kendi kendine ne derece yeterli olduğunu ispat edecek 223

şahsiyetidir.”

Yazar olgun bir şahsiyetin, kendi kendine yeten, başkalarının bakışlarından uzak ve yalnız kaldığında da kendini itminana ulaştırmış şahsiyet olduğunu belirtmektedir.

Sû-i Zanda Bulunmamak

Erol’un, 1 Nisan 1928 tarihinde Milli Mecmua’da yayımlanan, Hindistan’da Kalküta ağır cezâ mahkemesi reisi “Ebu’l-Muzaffer Ahmed Han” başlıklı makalesi, Ahmed Han’ın o dönemdeki Türkiye ziyaretine dâir yazarın izlenimlerini içermektedir. Bu yazısında Erol, Ahmed Han’ın ülkemizde beyân ettiği görüşleri ile ilgili haksız yorumlarda bulunan gazeteleri, bir şahıs, olay veya durum hakkında araştırmadan olumsuz fikir edinilmemesi gerektiği noktasına vurgu yaparak eleştirmektedir.

“Bilahere Ahmed Han’ın terbiye prensiplerinin tahrif edilmiş bir şekilde matbuatımıza aks ettiğini teessüfle gördüm. Ahmed Han “Ahkam-ı İslamiyye” layıkıyle tefsir edilmek şartıyla, asrî hissiyâta dahi tatbik edilebilir, terakkiye bir mani teşkil etmez” diyordu. Gazeteler, tezyif ve istihza yollu: “bir ukala Hindli gelmiş, ibadetimizin şeklini değiştirmek istiyormuş. Bize İslamiyet’i öğretecekmiş” kâbilinden şeyler yazdılar. Bir yandan “memlekete seyyah celp edelim, harsımızı, inkılâbımızı tanıtalım” diye bar bar bağırırken öte taraftan memleketimizle hakîkaten alâkadar olan namdar ecnebîleri böyle 224

sebepsiz yere tezyif etmeyi anlayamadım.”[221]

Kıskançlık Etmemek

Safiye Erol kıskançlığı bir hastalık olarak tanımlamaktadır. Bu hastalığın sebebini dış dünyaya odaklanma ve kendini başkalarıyla kıyaslama; hastalığın ilacını ise kanâatle kendi dünyasındaki mutluluklarla yetinebilmeyi öğrenmek olarak tespit etmektedir.

“Kıskançlık kötü bir hastalıktır… Anti-haset ilacının başı, sonsuz derecede mes’ut ve zengin olmaktır. Beylik manada mes’ut ve zengin olmayı kastetmiyorum. Başka türlü mutluluk, başka türlü doyuşluk. Bir

insan dış dünyâya baktıkça hiçbir zaman kendini mes’ut ve zengin sayamaz, çünkü bilirsin, el elden üstündür tâ arşa kadar. Cihanı fetheden, tâ Yecüç Mecüç diyârına varınca hükmü altına alan Büyük İskender bile tatmin olamadı, ölüme mahkûm olduğunu anlıyordu, dirim suyundan içerek Hızır gibi ölmezlik kazanamamıştı, bu yüzden muratsız kaldı. İnsan safâ bulmak isterse kendi içine nazâr etmeli, kendi saltânatını bulasıya dek. Yûnus Emre’nin dediği gibi: Şu vücûdum şehrine her dem giresim gelir – İçindeki sultânın yüzünü göresim gelir.

Bu özlemle hayat yoluna çıkan er geç menzile varır, göreceğini görür, bulacağını bulur. İç zaferi tatmış kimseye dünyâyı değil ya, takımıyle güneş sistemini, saman yolunu bağışlasan değer vermez. Böyle olunca da kıskançlık iflas etti tabiî.”[222]

2.2.                             Dînî Değerler

Safiye Erol yazılarında, insanın hayatına ilişkin ne varsa onu işlemektedir. Mânevî, felsefî, ictimâi meseleler yanında gündelik hayatın sıradanlığını da yazılarına konu etmektedir. Kimi zaman ev taşınma telaşından, su kesintilerine karşı aldığı tedbirlerden bahsederken, kimi zaman da felsefenin ve tasavvufun derin konularına değinmiştir. “Îcâbında vazgeçilebilir bir fantezi değil, hayât ve hakîkatin ta kendisi”[223] olarak tarif ettiği din olgusu da, insan hâyatının bir vazgeçilmezi olarak yazarın çok sık atıfta bulunduğu konuların başında yer almaktadır.

Erol’a göre bir dine bağlanma ve inanma duygusu, insan fıtratının bir gereğidir. İnsan, her ne kadar diliyle inkâr etse de özüyle hâk istikâmetindedir. İnsan rûhu, fıtratının gereği olarak Allah’a yönelmek ister. Tabiri caizse bu, fıtratın refleksif bir tavrıdır. O’na göre, dinden uzak yaşamak isteyenler, eğreti bir hale girmiş olmaktadırlar. Din istikametinde yaşayanlar ise Hakk’a yönelişin neticesi olarak hem fert hem de toplum olarak ahenk ve denge içerinde seyretmektedirler.

“Yaratık nasıl olsa Yaradan’a yönelmiştir, diliyle inkâr etse bile özüyle hâk istikâmetindedir, zîra yönelecek başka istikâmet yoktur. Şu farkla ki herhangi bir dînin üslûbuna samimiyetle bağlananlar Hakk’a yönelişin fertler ve cemiyetler için saâdet ve selâmet demek olan sitilli ahenginde kolaylıkla akarlar; şuurları rahat, rûhları muvâzenelidir. Onların şuur ve tahteşşuurlarında hemcinsleriyle mutâbık ve berâber olarak birliğe doğru yürüyüşün emniyet ve inşirâhı hâkimdir. Herhangi bir dînin üslûbundan kaçınanlar ise ordu ile berâber yürüdüğü hâlde

müstakil bir reviş iddia etmek gayretiyle değişik adım atanlar gibidir. Başkalık, üstünlük vehmini besleyebilmek için mihnet bedelini verirler.”[224]

Yazara göre en güzel şekilde yaratılmış olan insan, varlığının aslını, yaratıcısına ulaşarak kavrar. İnsanoğlunun aslını bilme gayreti, kendisini var eden gücü tanımaktan geçmektedir. Bu noktada Erol Tanrı düşüncesini, “insanın biyolojik insiyâkı” olarak ifade etmektedir.

“Enerji nedir, madde nedir gibi büyük tefekkür mevzûlarına girmeksizin şu kadarını diyebiliriz ki insan, sayısız nispetlerin ilân olduğu bir infilâk noktasıdır. İnsanın var oluşu, hâlikı bilerek kendisini bulmasıyla başlar. Din tarihi yazmak isteyen bir bilgin, ne kadar gerilere gidebilirse gitsin Tanrısız bir insana rastlayacağı çok şüphelidir. İptidâi bile olsa herhangi bir Tanrı düşüncesiyle insan hayâtı o kadar bir arada geçmiştir ki Tanrı düşüncesine biyolojik insiyâkın ta kendisi denebilir.”[225]

Yazar insanlık tarihi boyunca, zihninde herhangi bir tanrı anlayışı barındırmayan bir topluma rastlamanın pek mümkün olmadığını söyleyerek dînin, insan tabiatının gereği olduğuna bir daha işaret etmektedir.

Erol’a göre dîn, insanın duyuş alanlarının dışında kalmasına rağmen, varlık yapısı gereği ilgisini çekmekte ve insanın merak ettiği sorulara verdiği cevaplarla, insan benliğini inşâ etmektedir. Yazar, ancak başı ve sonu bilinmeyen bir alanda belirmesi mümkün olan varlığımızın konumunu, Allah’tan gelen ve Allah’a giden olarak görmenin, kaçınılmaz çıkış noktası olduğunu ifade etmektedir.

“Bazı filozoflar dinlerin aslında birer hijyenden ibâret olduğunu iddia etmişlerdir. Şüphesiz hijyen kelimesi burada alelâde sağlık koruma mânâsından çok daha şümullü bir mânâda, âdeta hayâtın temel taşı karşılığı olarak anlamak lâzım gelir. İnsan gayba îman ettiği nispette kendi kendini idrak ediyor ve kendi kendini idrak ettiği nispette mevcut oluyor. Öyle görünüyor ki varlık âlemi dediğimiz şey sır kalmış bir evvelle sır kalmış bir âhir arasında belirmesi mümkün olan bir âlemdir. Bu kaçınılmaz bir şart, varlığımızı zuhûra getiren bir kânun, biricik bir rüyet imkânı gibidir. Kendimizi Allah’tan gelir ve Allah’a gider görmeyip de daha başka türlü nasıl tasavvur edebilirdik. Böyle bir suâle ilim de felsefe de kolay cevap veremez kanaatindeyiz. Belki ad değişir tabiat denir, enerji vesâire denir, fakat baştaki meçhulle sondaki

meçhul ortadan kalkmaz. O hâlde dinlerin bir hijyen oluşu onların “dünyada fânilik ve Hak katında bekâ”dan mürekkep bir mânevî rüyet yaratmalarından, yani bir rûh uyandırmalarından ve dolayısıyla madde belirtmelerinden ileri geliyor demektir. Din, adsız meçhuller ortasında bize muayyen bir vezin bağlamak suretiyle bizliğimizi bahşeder, iki adsız meçhûlü birbiriyle karşılaştırarak hâsıl olan tenasüpten bizi inşâ eder. Din, hilkat sırlarının izâfi bir varlık tasavvuruna bile imkân bırakmayan seyri arasında mûcize nevinden hâsıl olmuş bir ayardır ki onun sayesinde insan kendi kendinin, kendi cinsinin ve cihânın rüyetine vâsıl olarak bu biliş neticesi oluşa erer.”[226]

Bir dîne inanma ve bağlanma, kişide âidiyet ve teslimiyet hissi uyandırdığından, kişiye huzur vermektedir. Aşkın bir varlığa bağlanma; bağlanmanın sonucu oluşan kayıtsız şartsız teslimiyet ve her olan şeyi Hâk’tan bilme, insan rûhu için dünya hayatındaki türlü sıkıntılar karşısında bir kalkan vazîfesi görmektedir.

“Dinsiz insanla dine bağlı birinin çile doldurmakta birbirinden ne müthiş farklarla ayrıldığı her geçen gün müşâhedemize açık bulunuyor. Dinsiz insan da kaza ve kadere çaresiz boyun eğer, fakat bu zâhirî bir inkıyattır, itiraz ve isyan için için devam ediyordur. Sebep araştırılır, tâlihsizliğin mesûliyeti başkalarına yükletilmeye teşebbüs edilir. Kaza ve kader âdeta, alakalı insanların re’sen tespit ettiği bir sûikast şekline sokulur. Böyle olunca da mücadelenin sonu gelmez. Dinsiz insan talih elinden tepelenirken bir yandan karşı kor, bir yandan da rûhunun hırçınlığı ile kendi kendini içten tepeler ve farkına varmadan asıl mani olmak istediği şeyi, yani kendi kendinin tahrîbini hızlandırır. İnançlı insan ise şans aksiliklerini yumuşak, hatta hâlâvetli karşılar. Felek çarhını uygun tarafa çevirmek için kendi çapında mesâî sarfeder. Fakat azgın protestolarla rûhunu yıpratmaz, zîra her vukûa geleni haktan bilir. Cüz’ün külden tecrit edilmiş bir davası olabileceğini düşünmeden, şahsi kaderlerinin de birer münferit hadise değil, küllün sırrından damlamış, kaçınılmaz bir icap olduğuna, o veya bu surette mutlaka vukûa geleceğine inanır.”[227] “İnsan kendini üstün bir irâdenin emrine terk ettiği zamandır ki sağlam ve devamlı bir verime erişir.”[228]

Felsefeci oluşunun yanında, İslâm’ın irfânî geleneğine bağlanan Erol, araştırma, inceleme ve tefekküre; dinin kabuğuna değil özüne, bedenine değil ruhuna bakmaya yönelmiştir. Felsefî metod ve kavramlarla, dinin esaslarından olan Tanrı, iman, âhiret, varlığın başlangıcı ve sonu, Allah ve tabiat karşısında insanın konumu gibi konuları temellendirme yoluna gitmiştir.

“En geniş mânâsında dînin beşer hayâtına sonradan ekleme, mücerret, musanna, mâverâi, kısası: Îcâbında vazgeçilebilir bir fantezi değil, hayât ve hakîkatin ta kendisi oluşudur. İnsanla ve insan hayâtıyla aynı kökten değilse nasıl oldu da taş devrinin toteminden başlayarak bugünün, mücerret ulûhiyet mefhûmuna kadar beşerin ancak tecessüme vâsıl olabildiği zemini teşkil etti? Zamanımızın bir münevveri dinsiz geçinebilir, fakat ebedîyet mefhûmundan müstağni kalamaz.”[229]

Erol, dîni, gerek kendi kültürümüz, gerekse başka kültürlerdeki yansımalarından hareketle, sosyal ve siyasi hayatın merkezinde olan bir kavram olarak görmektedir. Yazara göre din, toplumları millet yapan en önemli unsurdur ve millî terkîbin ayrılmaz elemanıdır.

“Hindistan’da din, sosyal hayâtın can damarına hükmettiği gibi millî hareketin de mihveri ve ruhu olmuştur. Hindûlar, kendi baş mayalarını canlandırmak için klasik din ve felsefe eserlerini yeniden araştırdılar. Vedâlar, Upanişadlar, millî destanlar başka bir gözden okunmaya, başka bir anlayışla tefsirlenmeye başladı. İngiliz sosyetesinde kralın her hangi bir itibarlı teb’ası gibi cemiyet hayâtı süren kibar Hint’li, evine çekilince Yoga egzersizleri yapardı. En şık spor kıyafeti içinde Times’da yelken yarışına katılan esmer centilmeni birkaç ay sonra pis Ganj suları içinde dualar mırıldanarak gargara eder görürdünüz.”[230]

Safiye Erol, din kavramının toplumdaki yerini ve önemini anlatma noktasında Batı dünyasının din anlayışına da değinmektedir.

“Milletin hem katolikler hem protestanlar cephesinde aynı kuvvetle kök salmış dindarlığından bahsederken gazatenin küçük ilânlarında hıristiyan evliyâlarına hitâben neşredilmiş teşekkürnâmelere dikkati çekiyor ve İngiltere’de hıristiyanlık unsurunun Avrupa’ya nispetle daha sıkı oturduğunu ilâve ediyor. Alman yazar (christliche substanz) tâbirini kullanmış ki bu da batı âleminin dîn anlayışını uzun tariflere hâcet kalmadan tamâmıyle açıklamış oluyor. (Substanz) madde, hülâsa, cevher demektir. Batı görüşü ile din, millî terkîbin ayrılmaz bir elemanıdır, öyle ağır basan cevher ki sökülüp alınmak istense terkîbin bütünü bozulacaktır.”[231]

Erol’a göre, batı dünyasında din, aşk ve imânla insanın kalbine ve zihnine yerleşmesinden ziyâde, atalarından kalan ırsî bir refleks ve millî terkîbin önemli bir unsuru olduğu için benimsenen bir kavramdır.

“Dîn millî terkîbin içinde önemle muhafaza edilmektedir. Ama bu bizim anladığımız mânâda aşk ve îman olmaktan ziyâde (lüzûmuna binâen) benimsemek gibi bir şey, şuurlu ve hesaplı bir davranıştır ki dîni, ruhların gıdâsı, şifâsı, desteği olmaktan çıkarıyor, ecdattan kalmış bir ırsî refleks haline getiriyor. Öyle olmasaydı modern insanlarda ebediyet duygusu bulunurdu ve o zaman “çabuk….çabuk… yaşayalım, aman kârı alalım, hayât hakkımızı kaçırmayalım” edasiyle çocukluk, körpelik çağını bu kadar aceleyle atlatıp geçmeye özenmezlerdi.”[232]

Yazar, batıda dinin sadece toplumsal boyutta, milli bir unsur olarak yaşanıp anlam kazandığını düşünmektedir. Erol’a göre batı dünyasında din, bireylerin kalbine ve vicdanına inip, pratik yaşama aktarılma tarafı eksik kalan bir kavramdır. Bu şekildeki din anlayışı, batıda, özellikle modern dönem insanlarında, ebediyet duygusunun yoksulluğunu ve dolayısıyla dünyaya ve maddiyâta düşkünlüğü de beraberinde getirmektedir.

Din ve kültür toplum hayatında etkili olan iki önemli unsur olmanın yanında birbiriyle de etkileşim içindeki kavramlardır. Safiye Erol ‘un din anlayışında da kültürel öğelerin tesiri hissedilmektedir. Erol’un yazılarına da aktardığı, ölülerin arkasından Yâsin Sûresi okumak, türbe ve kabir ziyaretine ehemmiyet vermek gibi uygulamalarında, kültürün etkisini gözlemlemekteyiz.

“Bu gece… Zafer bayramı, tertemiz odalar, vazolarda tâze çiçek ve… Yalnızlık. Bana kalsa söze yekûn tutar, üzerine perdeleri çekerim artık, olamayacak galiba, konuşmayı daha uzatmam gerekecek. Şimdi gideyim, evde evvelâ şehitlere yasin okuyayım.”[233]

Erol, kültürün dîne kattığı bazı öğelerin, dîne aykırı olduğunu beyan eden âlimleri, işin özünü göz ardı edip, zâhire göre hükmettikleri gerekçesiyle eleştirmektedir.

“Semâ’ı Rûm diyârına Türkler Horasan’dan getirdiler. Türkler’in raksa ne derece önem verdiği bugüne dek süregelen halkoyunları ihtişâmından bellidir. Oyun deyip geçiyoruz şimdi, Şamanizm devrinde bunlar birer dînî âyindi. İslâm çerçevesi içinde yine dînî âyin kaldı. Ama zâhir âlimleri, mûsikî ve raks şeriata uygun değildir diye bağırmış çağırmış… Türkler, başta mevlevî ve bektâşîler tek cevapla direndi: Horasan’dan getirdik! “Horasan’dan getirdik”

sözüyle Türklüğün ulusal, kültürel, felsefi ve ilmi ideolojisi ilan edilir. Horasan gerçi ayrı bir mezhep değil, fakat orijinal ve muhteşem bir ekoldü.”[234]

Safiye Erol’un genel olarak dine ilişkin düşüncelerini aktardıktan sonra eserlerinde tespit ettiğimiz dînî değerleri şu başlıklar altında ifade etmek mümkündür.

Allah Tasavvuru

Yazar, “gönül sultan” isimlendirmesiyle Allah’ı zikretmektedir. Erol’a göre insan en yalnız ve en zor anlarındaki sıkıntılarını Allah’ın yardımıyla atlatmaktadır.

“Gönül sultan olmasa zâten garip kişi hangi işin üstesinden gelebilirdi ki? Hep aynı güzel ve kudretli sahip değil mi insanı iklimden iklîme kaçıran, zaman ve mekân kaydından uçuran, iğne gözünden geçiren?”[235]

Erzurumlu İbrahim Hakkı’dan aktardığı “Hakk’ın gözü ile nefsine nazar et ki rahat bulasın”[236] dizesinde olduğu gibi, yazar, Allah’a “Hakk” ismi üzerinden de değinmektedir. Erol, dünyadaki bütün her şeyin Hakk’ın kahır ve lütûf tecellileri olduğunu belirtmektedir.

“Esasında bütün dünyâ tek bir hadisenin şâhididir. Hakkın kahır ve lûtuf tecellisi. Bundan başka ne görülecek ne de anlatılacak bir şey vardır. Ama işte dekorları değiştiriyoruz, saray diyoruz, kulübe diyoruz, batı diyoruz, doğu diyoruz… Böylece biz muharrirlere sermaye çıkıyor.”[237]

İman Telakkîsi

Safiye Erol, iman kavramını, inanç duygusunun, insan fıtratının bir parçası oluşundan hareketle açıklamaktadır. Yazara göre iman, insanın kendinden üstün, aşkın bir varlığa tâbî olup, yeni bir şekil alışıdır.

“Demek oluyor ki insanın beş duyusundan hariç bir başka realite hissi olduğunu kabul etmek lâzımdır. Beşerin imân tezahürleri ise herhangi bir dış tesirin netîcesi değil, doğrudan doğruya kendi yaratılışı iktizâsıdır. İnanç duygusu modern psikolojide tam ahenk, huzur ve

saadet tarifleriyle; bizim tasavvuf diline çevirsek (kemâl ve cemâl) mefhûmuyla târif edilir. Kendi kudretimizden üstün bir varlıkla müşâreketi, ona tâbî olmak saadetini ve onun tarafından takviye edilmek itmi’nânını duyarız. Yine bizim tasavvuf diliyle konuşmak icap ederse iman: cüz’ün külle temas ettiği noktada zuhûra gelen bir hadisedir.”[238]

Yazar’a göre kendisini dinsiz olarak tanımlayan kişinin bile zihninde imâni boyutu olan düşünceler mevcuttur, çünkü insanın inanma duygusunun tatmini, yaratılışının gereği bir ihtiyacıdır.

“Sûfilerin dâimi kozu ve gözdağı olan îmansız ahreti bir yana bırakalım ve soralım: Îmansız dünya var mıdır ki îmansız âhiret olsun? Herkes îmanlıdır. “Ben dinsizim” diye şerefine yemin edenin bile şerefi dinden müsteardır, yemini de dînî bir jesttir. Belki Allah’ı, peygamberi düşünmez. Fakat yenemediği müphem huzursuzlukları, haşyetleri, türlü türlü kamuflaj altında gizlenmiş ölüm korkuları, devâsız kalmaya mahkum rûh illetleri vardır ki bunların hepsinin uygun mecrâ bulamamış ve seyrini şaşmış îman olduğunu isabetle iddia edebiliriz.”[239]

Erol insanın davranışlarının, imanının değer ölçütü olduğunu ifade etmektedir.

Yazara göre dindar insanın vasıfları imanını yansıtan bir ayna niteliğindedir.

“İman hadisesini değeri bakımından psikolog gözüyle tahlil etmek cihetine gelince W. James; ağaca yemişine göre hüküm verilir, esasını kabul ediyor ve dindar tipin, mesela, azizlerin, vasıflarını tetkike geçiyor. Önden gelen vasıflar: tevazu, afiflik, riyâzet, tâat, fakr u fenâ vs. Çok defa mübalağaya kaçmış olsa da beşerin irade ve kudreti bu vasıfların geliştirilmesi ile artmıştır. İnsan artık gayret sarfına muhtaç olmadan yaşayabilir, kahramanlar devri geçmiştir, diyenler hata ediyor. Bilakis daima tabiata galebe çalmak neticesi bugünkü formasyonuna erişmiştir.”[240]

Safiye Erol, takva kavramını da imânın ifade edilişi üzerinden işlemektedir.

Takva ehli, imânını, ibadet ve ahlak boyutunda yansıtmalıdır.

“Takva ehlinin birinci fârik alâmeti gayba îman, ikincisi imânı sembolik hareketlerle yani namazla ifade, üçüncüsü rızkına kanaat, yâni kaderiyle barışıklık, doğduğu iklime intibak, içine düştüğü içtimâi

şartlara kifâyet ve şahsiyeti sınırlarından kısmet konstellasyonuna rızâ demektir.”[241]

Yazara göre iman, cüz’ün külle temas ettiği noktada zuhûra gelen bir hadise, insanın kendi kudretinden üstün bir varlıkla müşâreketi sonucu kimliğini inşa etme sürecidir. İnsanın aşkın âlemle kurduğu ilişki onun ahlâkına da sirâyet etmektedir.

“Orta çaptaki inançlı insan, zahmetli sabır geçidinden ferahlı hak vâdisine açılır. Onun yolu çok uzundur. Îmansızın yaptığı gibi sâdece beşikle mezar arasına gözünü dikmemiştir. Bu sebepten fazla hırsa, telaşa, aceleye, ferâgat bilmeyen sevgiye, barış tanımayan kîne düşmez. Özlediği onun olacaktır, bugün değilse yarın, dünyada değilse âhirette, şu sûretle veya bu sûretle. Değil mi ki binlercesi arasından seçip özlemiştir, onunla kendisi arasında bir ilişiklik, bir hak kombinezonu

245

var demektir, nasıl olsa yerini bulacaktır.”[242]

Safiye Erol, insandaki üstün kuvvetlerin soydan yani maddi şecereden geldiğini belirtmekte; insana, aşkın âlemle kurduğu vasıta ile sağladığı üstün kuvvetler vesilesiyle iman için de, “mânevî şecere” ifadesini kullanmaktadır.

“İnsanlara üstün kuvvetler soydan soptan gelir. Kütük ne kadar sağlam, kökler ne kadar güçlü ise dal budak da öyle. Bazen de maddi şecerenin yerini mânevî şecere diyeceğimiz iman tutar.”[243]

İslam Düşüncesi

Yazar, dînlerin, insan cinsine dünya hayatını yaşanılabilir kılan bir düzen olduğunu ifade etmekte, bu vesileyle, mükemmel sistemini işaret ederek, İslam Dini’nin insanlığın en son zaferi olduğunu belirtmektedir.

“İnsan cinsine dünya hayâtını mümkün kılan bir çok dinlerden sonra İslam dini tecellî etti ve biz Müslümanlar beşerin bu en son zaferinden nasip alabilmiş, Fahr-i Âlem Efendimizin yüksek numûnesinden aşılanmış mazhariyetli kimseleriz.”[244]

Yazarın İslam’ı “beşerin en son zaferi” ifadesiyle insanlığa mâl etmesi, İslam’ın diğer dinlerden farklı olan, ona inanan kişileri aktif kılan, yaşayan ve yaşanılan boyutunu işaret etmektedir.

Erol’a göre İslam’ın diğer dinlerden bir farkı da özünde getirdiği dinamik ahlâki sistemdir. İslam, emir ve yasaklarıyla insanı pasif olmaktan çıkarıp aktif hâle getirmektedir. Dünya hayatının, insanın beden ve ruh sağlığına olan olumsuz etkilerinden, dîne sığınarak korunan Müslüman, sorumluluk ve denge prensipleriyle göreve çağrılmış ve aktifleştirilmiştir.

“İslâmiyet kendinden evvelki ve sonraki tefekkür tarzlarının hiç birinde görülemeyen, kendine has, yepyeni etik elemanlar getirmiştir ki bunlardan birkaçı, mesela dâîmi teyakkuz, dâîmi mesûliyet, hâk tevâzünü ve bunların neticesi olarak en dinamik bir hayâttır. İslam’ın telkinini hakkıyla temessül etmiş tiplerde dâima müşahede ettiğimiz vasıflar konsantre rûh, sıhhatli beden ve bu devrin artık zümrüdüankâsı sayılmak lâzım gelen armonize bir sinir sistemi oluyor.”[245]

Kur’an-ı Kerim Anlayışı

Safiye Erol, Kur’an- Kerîm’in her dem tâze ve canlı olduğunu ifade etmektedir. Ona göre evliyâların gelişi, Kur’an’ın kendisini tekrarlaması hareketidir.

“Peygamberden sonra fâsılasız evliyânın zuhûru ise ezel ve ebed kânunu olan Kur’an’ın kendi kendini zaman içinde tekrarlaması ve bir nev’i teste tâbi tutması keyfiyetidir. Kur’an-ı Kerim -hâşâ- firavunların ehramları gibi taştan bir âbide değil, dâimî hayat ve hareketin ta kendisidir.”[246]

Erol, bu noktada İsmail Hakkı Bursevî’nin şu görüşünü aktararak konuyu açıklamaktadır.

“Onun görüşüne göre evliyâ, Rabb’in ilhâmına, yâhut daha açık bir deyimle (vahiy)e mazhardır, çünkü açısını gâipten aldıkları mânâ esrâr-ı Kur’an’dandır, esrâr-ı Kur’an ise yine Kur’an demektir. Nitekim tefsirler de Kur’an’dan sayılır ve Kur’an’a mülhaktır. Asıl olan mânâdır, lâfız değildir. Hakk’ın kelâmı, sıfat-ı ilâhiye olmak hasebiyle (gayrı mahlûk)tur, vücuttan ve şekilden ve kisveden münezzehtir. Arap dilini kuşanışı ise, gâipten iniş ve beşere sunuluş ânına tekâbül eden bir keyfiyettir.”[247]

Safiye Erol, Kur’an’ın mânâsının asıl olduğunu ifâde etmektedir. Kur’an’ın

Arapça olarak indirilişiyle birlikte diğer dillere yapılan tercümesinin, aslı ile farklı

olduğunu savunmaktadır. Yazar, Kur’an tercümesinin aslı ile arasında olan farkı, kâmil bir insanla onun fotoğrafı arasındaki farka benzeterek açıklamaktadır. Erol’a göre, Kur’an-ı Kerîm bir tefekkür semeresi ve entelektüel bir tertip mahsûlü olmadığından, onun tercüme yoluyla başka bir dile edâ edilmesi de mümkün değildir.[248]

Âhiret

Yazar, âhiret kavramını ikiye ayırmış, dünya hayatında yaşanan, düşüncelerimiz ve davranışlarımızın karşılığı olarak yaşadığımız küçük âhireti, öte dünyada hesap vereceğimiz büyük âhiretin bir çeşnisi olarak ifade etmiştir. Erol’a göre, kötü davranışların cezâ mercileri sadece âhirette Tanrı dîvânı, dünyada mahkemeler, cemiyet içinde haysiyet ve îtibar analizleri değildir.

“Âhireti dâimâ öyle uzaklarda ölümün mâverâsında, Münker-Nekir arasında filân görmeyelim. Büyük âhirete gitmeden evvel dünya yüzünden her lahza bize tecellî gösteren ufak tefek ahretlerimiz oluyor. Nefes alıp verme tarzında kötü bir itiyâdım varsa, bir kifâyetsiz nefesi yine kifâyetsiz bir nefes hareketi tâkip eder. Yemekte iyi çiğnemeyi îtiyât etmemişsem, gördüğüm zararlardan da ibret almamışsam bu tahripkâr hâlim öylece sürer gider. Yürürken yanlış atılmış bir adımda sürçerim, toparlanabilirsem ne âlâ, yoksa üst üste sürçer, nihayet tekerlenirim. Ben dikiş dikerken birisini üzmeyi ve incitmeyi içimden geçirdiğim zaman elime iğne batar.”[249]

Erol, “içerden dışarıya menfileştiğimiz demlerde acaba kan deverânında, hazım cihâzında, beyin hücrelerinde ne gibi değişiklikler oluyor”[250] diyerek kötülüğün, yine kötülük olarak bize yansıyacağını ifade etmektedir.

“Dinimizin kaydettiği “ve bil’âhiretihim yûkınûn”[251] ayet-i kerimesi hemen şu anımıza ve bir nefes ötemize şümul bağlayarak bizdeki teyakkuz elamanını geliştirir. Menfî jestlerimizin menfî akisler uyandırışı, büyük âhiretten bir çeşnicik getire. Küçük ahretlerin hayâtımızdaki sık tecellîleri ve bunların gözümüze soktuğu hakîkat şudur ki aykırı davranışların cezâ mercileri sadece âhirette Tanrı dîvânı, dünyada mahkemeler, cemiyet içinde haysiyet ve îtibar analizleri değildir. İş daha oralara kalmadan etraftaki cemâdat dile gelir, bizzat kendi vücut ve rûhumuz alarm zilleri çalar. Tabiatı da, cemiyeti de, ferdi de ayakta tutan tek kânunun mümessilleri her yerde, içimizde ve

dışımızda. Bu hayâtın toptan hesâbını âhirette vermeye kalmadan, dünyâda her adımımız bize bir evvelki adımın bilançosunu karşı tutarsa teyakkuz üzere olmayıp da ne yaparız?”[252]

Yazara göre, dünya hayatında, kişideki olumsuz duygu, düşünce ve davranışların sonucunun kişiye çeşitli vesilelerle olumsuzluk olarak geri dönmesi, âhiret hayatının küçük bir provası niteliğindedir. İnsan, karşılığının daha bu dünyada alınmaya başlandığı adımlarının kaçınılmaz yönünün büyük âhirette hesap vermek olduğunu unutmayarak, kötülük karşısında her dem teyakkuz üzere olmalıdır.

Erol’un, hocası Ken’an Rifâî’nin telkinlerinden biri olarak naklettiği “menfîden teyakkuz ve müspet için teyakkuz”, İslam âhlaki sisteminde “emr-i bi’l mâruf nehyi an’il münker”[253] prensibini uygulamada temel taşlardan birisidir. Safiye Erol, Müslümanın teyakkuzunda, Allah’a olan sevgiden kaynaklanan bir iç disiplin mevcut olduğunu ifade etmektedir.

“Müslümanın teyakkuzunda korku değil, belki sevgiden süzülmüş tatlı bir endîşe vardır. Mâbûda, mâşûka beğenilmek endişesi. Aşk, hayât, îman… Bu üçü aynı şecere olduğuna göre vaktinde ve yerli yerinde atılmış bir Müslümanlık tohumu bizde o suretle gelişir ki neticede aşkın ve hayâtın îcapları ne ise, imânın icapları da aynı olduğunu anlarız. Elbette müslümanca teyakkuz, bir korku heyûlasından savunma değildir; bütün varlığımızı içine alan, bugünkü seyrimizi matlûp üslûba sokan, yarınki gelişmemizin selâmetini bu günden hazırlayan bir mânevî karakoldur.”[254]

İbadet

Safiye Erol, ibadet kavramına, insana ve topluma kazandırdığı disiplin boyutuna işaret ederek değinmektedir. Yazara göre ibadet, insana, içselleştirilmiş sağlam bir disiplin kazandırmaktadır.

“Türk İslâm camiâsına yüz yıllardan beri, hücrelerine girercesine aşılanmış güzel ve sağlam disiplini hiçbir zaman bu seneki kadar kuvvetle fark edememiştim. Kendi soframda önüme dizili çerez tabaklarına dalgın bakarken şimdi benimle beraber milyonlarca din kardeşimin bir tek kumanda beklediğini, imsak saatinde de bir tek yasağa tetik durduğunu bu sene çok düşündüm. İftihar duydum.

Zihnimde tarttım ki Türk Milleti müspet telkinlere elverişli bir zemin olarak yüz yıllardan beri hazırlıklıdır. Hep birden öğrenebilir, hep birden tatbik edebilir. Terbiye yoluyla edinilmiş predispozisyon (istîdât) bakımından bu kıvamı bulmuş toplumlar dünyâda azdır sanırım. Üstat idâreci, milletteki toplu davranış toplu duraklayış alışkanlığını verimli yolda değerlendirebilirdi.”[255]

Safiye Erol’a göre, dinimizdeki ibadet mefhûmu, müspet telkinlere hazırlıklı olma, topluca öğrenme ve tatbik etme alışkanlığı oluşturmasıyla, Türk toplumuna, devlet kurma, devlet çatısı altında birlik olarak toplumsal yaşamı sürdürebilme gibi sosyal istidâtlar kazandırmıştır.

Oruç ve Ramazan

Safiye Erol’un üzerinde en çok durduğu ve bahsettiği başlıca ibadet oruçtur. Yazar, oruç ibadetindeki temel kavramların mânâsının evrensel olduğunu ifade etmektedir.

“Oruç usûlünü insanlar ne zamandan beri tatbik eder bilen yok. Cemiyetin temel taşlarından biri, dünya kânunlarının çekirdeği: İmsâk etmesini öğrenmektir. Yalnız yemeğe içmeğe değil, fiil ve harekete, söze ve hatta düşünceye. Her dînin bir nev’i orucu yahut perhizi var. Puta tapan vahşî kabilelerde bile bazı rejimler gözetilir. Din ile kayıtlanmak istemeyen asri düşüncelilerse sağlık engellerine uğrayınca doktorun tavsiyesi üzerine türlü kürlere katlanırlar. Tansiyon illeti, şeker, böbrek, karaciğer, safrakesesi hastalıkları devamlı ve sıkı imsâkı zarûrî kılar. Yumurta kapıya gelince yapılan nefis fedâkarlıkları pek makbûl olmasa gerek. Çünkü sâiki can kaygusu.”[256]

Erol, bütün düzenli sistemlerde, düzenin sağlanması için yapılan kısıtlamaları, sınırlamaları oruçtaki imsâk kavramına benzetmiştir. Toplumsal hayatın, birlikte yaşayabilmenin temel kanunlarından birinin, imsâk edebilmek olduğunu ifade etmiştir. Allah, insanların bir müddet yeme-içme gibi faaliyetlerini kısıtlayarak, onlara bütün dürtülerini kontrol edebilmeyi öğretmekte, otuz gün süren bir ahlâk eğitimi vermektedir.

Safiye Erol, oruç ibadetinin ve Ramazan ayının, insanların mânevî dünyasında diğer ibadetlere kıyasla farklı bir yeri olduğuna değinmektedir. Ramazan ayı, normal zamanlarda dînî yaşantı olarak vasatın altında sayılabilecek, dünyanın gidişâtına ayak

uydurmuş olan insanlara, samîmî bir inanç, mâsum bir niyetle kendilerini toparlayacakları, Rableri ile iletişim kuracakları bir iklim sunmaktadır.

“Bence hakîkaten en güzel olanı dinimizin şartlarından olan “Allah rızası için” Ramazan’da tutulan oruçtur. Birçok saf yürekli, uygun mayalı, fakat fazla haşarı halk çocukları tanırım ki dünyâ zahmetleri, dünyâ zevkleri ile al tekke ver külah yuvarlanır giderler. Ama Ramazan gelince kendilerini derler toplar, namaz kılar, oruç tutarlar. Zannederler ki bir ay içinde sürdürdükleri nûrâni ömür, diğer on bir ayın uçarılıklarını denk getirecektir. Bu anlattığım tiplerde ben öyle samîmî bir inanç, öyle mâsum bir niyet gördüm ki ne yalan söyleyeyim onlara kanım kaynadı. Mevlid’in (Bir kez Allah dese şevkile lisan Dökülür cümle günah misl-i hazan) beyti gözümün önünde çatlayan bir gonca gibi açıldı, sakız gülü kokusu yayıldı.

Din buyruklarını tamamlayan faziletliler bana küsmesin, gevşekliği alkışlıyor değilim. İlle o akşamcı tiryaki ateş gibi hovarda delikanlıların yekten ilahi bir cezbeye teslim olarak bütün alışılmış zevkleri fırlatıp atmalarına hayran kaldım. Bu hali bir nev’i (Savm-ı Dâvûdî) saydım. Hazret-i Dâvûd orucu denilen tarz bir gün tutmak, bir gün salmak demektir. Alışkanlığa yer vermediği için her gün tutmaktan daha güç olduğu söylenir.

Bahsettiğim hovarda gençlerde gönlümü çelen bir başka hal daha var. Bel bağlayacak faziletleri, güvenecek sevapları olmadığını bilirler. Kusur bağışlatmak için boyun büküp Hakk yoluna çıkarlar. Onların gündüzleri, ramazandan evvelki hayatlarının tam aksi bir riyâzet, geceleri ise Kadir Gecesi iştiyâkı ile süzülen bir nur akımı gibi geçer.”[257]

Yazar, oruç ibadetindeki mânevî cepheden ise oruçla ilgili duygusal yaşantılarını aktararak bahsetmektedir.

“…Ben (Savm-ı Visal) deyince can gözümle daima Peygamberimizi görürüm. Seçtiğim ne bir çehre, ne bir şekil vardır. Fakat bir tavır ve bir edâ seçerim, târife giremeyecek müstesnâ bir ânın tepemden aşan halâveti içinde erir giderim. Şahit olmuşumdur ki, iftar vaktidir, Peygamberimiz eline bir hurma tanesi alır, ruhumla bildiğim, sözümle anlatamayacağım bir edep edasıyle ağır ağır dudaklarına götürür, bir lâhza duraklar ve (Niyet ettim Allah rızası için..) diyerek hurmayı tekrar önüne bırakır. O dakikada peygamberimiz, ümmetlerine yeni sevgi ve bilim ufukları açmıştır. Oruç herkesin üzerine farz olan tanrısal bir kânun ki muhakkak tutulacak. İnsan kendi ihtiyarı ile kendi dini

töresince tutarsa ne ala. Şayet kaçınırsa hayat onu nasıl olsa bir gün imsâk çemberleri içine kıskıvrak sıkıştırır.”[258]

“Issızlık içinde yüzerek küçük sahur soframı kurup kaldırırken modern dünyâmızın velvelesinden beni alan, nurdan bir tecrit küresi gibi beni içine saran bu ramazan mûcizesini düşünüyorum, böyle zamanlarda insan galiba ruh kıvâmına yaklaşıyor.”[259]

Ramazan ayının mânevîyât iklimini, ramazan mucizesi diye tanımlayan Safiye

Erol, ramazanın, modern dünyanın hızlı akışında giden insanı kuşatıp dinginleştiren ve yenileyen bir dönem olduğunu ifade etmektedir. Ramazan iklimince kuşanmayı halvet olarak ifade eden yazar, yine eski zamanlara atıf yapmaktadır.

“İhtiyaçları itiyâtları, tiryâkilikleri sıyırıp atmak, zaman düzenini başka türlü ayarlamak meğer insanı ne kadar değiştirirmiş. Kendimi yenilenmiş duyuyorum. Bir gizli kimyâya batıp çıkmış gibiyim. Öyle olduğu halde dedelerimin ulaştığı ramazan halvetini bulamayacağımı bilirim.”[260]

Safiye Erol, gizli bir kimyâ olarak nitelendirdiği ramazan ayının insanlarda uyandırdığı tesirde, sahur atmosferinin büyük payı olduğunu ifade etmektedir. Ona göre ramazanın ve orucun ruhâni güzelliği en çok sahur vaktinde saklıdır.

“Sahurun bu müstesna tesirine sebep nedir? Belki etrâfın sessizliği, belki göçmeye yüz tutmuş gecenin büyüsü, belki de îtiyatlara hükmetmek, zamâna müdâhale etmek için imrendiğimiz davranış. Ramazanın hiçbir vaktinde, ne iftarda, ne terâvihte rûhâni güzelliği bulamam. Şüphesiz insan gece olsun, gündüz olsun, kendi içine çekilip gönül hasbihâline erebilir, ama etrafta dünyâ uğuldar. Bir de bu gönül hasbihâlini dünyânın durgun, berrak sular gibi kaldığı demlerde zevk etmek var, hiçbir zevke benzemez.”[261]

Yazar, oruç ve ramazanın anlamını, güzelliğini, kendisine bıraktığı tesirleri, oruç ve ramazana dair hatıralarını naklederek ifade etmektedir.

“Ana babadan gelen telkinlere uyarak ve etrâfa bakarak ben, yaşımın müsâadesi olmadan oruç tutmağa özendim, tuttum da. Mâni olmak için beni sahura kaldırmazlardı. Bütün gün durmadan açık havada oynamış bir afacanın uykusu ne demektir? Davulu duyar ve çok çetin bir savaşa başlardım. Uyku lezzetiyle ramazan muhabbeti arasında didik didik

yıpranırdım. Vücûdum gecenin yumuşak akan lacivert sularında bir ceviz kabuğu gibi sallana çalkalana uykulu giderken gönlüm; göklerin sesini utandıracak bir ihtişamla gümbürdeyen davuldan uyanırdı. Sanırdım ki Peygamberimiz ortalarda dolaşıyor ve bu davul sesi onun nabız ahengidir.”[262]

Yazarın, çocuk gözüyle, sahur davulunu Peygamberin nabız ahengine benzettiğini ifade edişinden, oruç ve ramazan atmosferinin, Erol’un duygu dünyasını çocukluğundan itibaren kuşattığını anlamaktayız. Yazar, Ramazan ayının ve oruç ibadetinin, çocuk dünyasında bıraktığı tesiri ifade eden bir başka hatırasını da şöyle nakletmektedir:

“Yedi sekiz yaşlarında olmalıydım, büyüklerin yasağını dinlemeden arada oruç tutardım. Herhalde annemin başına da ömür törpüsü kesilirdim. Kaç defa “anne susadım” feryâdıyle ona koşardım. Derdi ki: “Niyet etmeseydin! Şimdi su içersen orucun bozulur.” Dişimi sıkar içmezdim. Bunaltı içinde koşardım oyun arkadaşlarıma. Oruç günlerinde biz çocukları avutan tek şey aramızda yapılan yemiş mübâledesiydi. İftara saklanmak üzere bir birimize yemişlerimizden verirdik, öyle ki akşam sofrasına oturduğum zaman tabağıma bir acâyip ve pis koleksiyon dizilmiş bulunurdu; başka bir çocuğun ısırıp yarım bıraktığı, ısırık yeri kararmış bir güdük ayva, tozlara bulanmış bir akîde şekeri, iki üç tane kabuklu fıstık, bir büsküvi kırığı, çocuklar pisti temizdi umursamazlar. Bu saydığım yemişler gündüzün kaç defa cepten çıkarılır, elden ele mıncıklanır, tekrar cebe konur, manzarasıyle gönül eğlendirmek için yine çıkarılır, artık temiz bir aile sofrasının tabağına serilinceye kadar nasıl bir mikrop kültürü haline gelir tasavvur edin. Başka zamanda olsa bu döküntüyü babamın gözü önüne getiremezdim ama ne hoş.. Ramazanda ses çıkarmazdı. Böylece ben on iki ay sultanının bütün imtiyazlarının tadını çıkarmasını öğrendim.”[263]

Safiye Erol, Kadir Gecesi’nin kendisinde bıraktığı etkiden ise şöyle bahsetmektedir:

“…Büyüklerimin şefkat dolu lahavle!’leri arasında işte gûya ben de sahur yemeği yer, ertesi güne niyet eder, yine geldiğim gibi sendeleye tökezleye yatak odama çıkardım. Ama o dipsiz kuyu çocuk uykusu içinde daima Kadir Gecesi’ni kollardım. Hep kendimi şilteden koparıp pencerelere koşmak isterdim. Acaba gökler açılıyor mu, toprağa nur yağıyor mu, ağaçlar secdeye kapanıyor mu? Bu masum özleyişin gücüyle tabiata dileğimi geçirir, göklerin sâhiden açıldığını, dünyânın

renk renk nurlara boyandığını, ağaçların, çiçeklerin titreye titreye yere vardığını görürdüm.”[264]

Yazar, Ramazan ayının ve orucun, Müslüman Türk kültüründeki yansımalarına da değinmektedir.

“Eh… Ramazan hâlidir, olur böyle şeyler. Topa az kaldı. Türk evlerinin müşterek jesti bizde de sıralanıyor. Sofra hazır, iftarlık dizili, yemekler ocakta. Radyo açılır, Kur’an-ı Kerim, Türkçe açıklama, ney faslı, spiker, ezan. Hemen o saniyede Selimiye Kışlası’ından atılan top, bütün câmilerde uyanan kandiller. Ağzımıza götürdüğümüz öyle bir helâl lokmadır ki izn-i Hakk’tan koparak dünyâ yüzünde kutlu ses 268

yankıları, dalga dalga nurlarla onaylanmıştır.”[265]

Erol, Ramazan kültüründe iftardan sonra yapılan eğlenceleri eleştirenleri haksız bulduğunu ifade etmektedir. Yazara göre, insanların sert disipline alıştırılması için yeri geldiğinde tâviz vermek gerekmektedir.

“Ramazanın gündüzü ile gecesi arasındaki bu büyük tezat biraz tahlil istiyor. Riyâzetle ibâdetle geçmiş bir gündüzden sonra gece uçarıca eğlenceler yersiz görülmesin. Eski taassup devirlerinde bile ramazanda müsâmaha fazla olurmuş. Bazı tâvizler olmadan toplumları sert disipline, sürekli mahrumiyete yatırmak güçleşecek. Katolik memleketlerinde perhiz günlerine girmeden evvel bir hafta karnaval yapılması aynı muvâzene tedbirinden ileri gelir.”[266]

Bayram

Erol, bayramı bekleyişini ve bayram bittikten sonra yaşadığı hüznü yine çocuk masumiyetiyle nakletmektedir.

“Hele bayram ertesi mahzunluklarım!.. Bana öyle gelirdi ki evimizin eşyâsı azalmış, yer muşambaları yıpranmış, tül perdeler pörsümüş, âvizeler kararmış. Hatta annemin babamın bile üstünden sihirli bir şerefin ve güzelliğin uçup gittiğini anlardım. “Ramazan bir daha ne zaman gelecek?” diye büyüklerime asılırdım. Her halde fazla bir yeis göstermiş ve onları kendime acındırmış olacağım. “Önümüz Kurban Bayramı” derler, beni avutmaya çalışırlardı. Kurban bayramına kadar geçmesi lâzım gelen altmış yedi gün bana bir ebediyet gelirdi.

Kavuşmayı, kaybetmeyi, hasret kalmayı tâ o körpe çağda güzelce talim etmeğe başlamıştım. Şimdi hayatın izzetli, hürmetli demlerini cana minnet bilmekte daha usta oldum, ama bu demlerin Tanrısal huyu 270

hızla akıp geçmektedir.”[267]

“Çocukluğumuzda delici özlemle beklenen, iple çekilen bayram gelir geçer, biz bir peri diyârından cascavlak bir dünyâya tekerleniverirdik. Bir yeni ümide sarılırdık. Anne kurban bayramına kaç gün var. Beybaba bayram ne zaman? Büyükler bizi avutmasını bilirdi, boynumuzu büker otururduk. Hayatta şevk ü safânın ölçülü olduğunu, sabretmek beklemek lâzım geldiğini biz daha o zaman öğrendik.”[268]

Kurban

Yazar, Kurban ibadetinin aslının, kurban ibadetindeki mânevî disiplin ve maddî perhizin mânâsının, rahat ve konfor içinde yaşayan modern devir insanlarınca tam olarak anlaşılamayacağını ifade etmekte; kurban ibadetindeki şükür unsuruna dikkat çekmektedir.

“Sözlükler ‘’Kurban’’ Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmak için fedâ edilen nesnedir, diye açıklarlar. Asıl mânâsını anlamaya bugünkü insan rûhu belki de takat getiremez. Hayat yolunu şaşırmamak uğruna ecdâdımızın nasıl bir mânevî disiplin ve bir maddî perhize katlandıklarını biz, fikir hürriyeti ve beden konforu içinde serpilmiş yeni çağ çocukları belki de kavrayamayız bile. İslâmda ilk Kurban Bayramı hicretin ikinci senesinde Bedir Gazası dönüşü kutlanmıştır. Bu meşhur gazâ ile yeni kurulan kurban töresinin arasında ne gibi bir iç bilgi var, düşünüyorum. Gerçi hicretten evvel Mekke’de din düşmanlarıyle kişiden kişiye çarpışmalar yâhut ufak çapta sokak arbedeleri olmuştu; ille Bedir Gazâsı, İslâmın ilk açık savaşı, ilk zaferi, ilk ganimete el koyuşu demekti. Kurban, bunun şükrânesi olabilir.”[269]

Mistisizm

Erol, yazılarında mistisizmi, bu yola benliğini vermiş kişiler için kullandığı “mistik adam” tabiriyle anlatmaktadır. Yazar, mistik adamı tasvir ederken, aslında mistik yolu tarif etmektedir.

“Mistik adam, görüşleri, duyuşları rüyet sahasının ötesine, ilerisine geçendir. Garbın, mistiklere “transcendental” deyişi bu yüzdendir.

Mistik, sırf kendi şahsına ait seferlere çıkar; ne gören olur, ne bilen olur, ne gittiği diyârlar mâlûmdur, ne de zaten o diyarları ilâm etmek kâbildir.”[270]

Yazar, mistisizmin duyuş ötesi bir alan olduğunu ifade etmekte, bu alana yönelmenin de istîdat işi olduğunu ifade etmektedir.

“Mistik adam, insanları ve eşyâyı ve bütün mevcûdâtı hem sonsuz infirât kânunu içinde yani kesrette, hem yekvücut olarak yani vahdette, hem birbirine külliyen yabancı, hem birbiriyle candan cana kancalı olarak görebilir. Böyle bir rüyetin herkesin harcı olamayacağını sahibini ebedî ayrılık acısı içinde âdetâ hayatla ölüm arası bir sallantıda yaşatacağını kolaylıkla tasavvur edebiliriz.”[271]

Safiye Erol, kişide mistik âleme yönelmenin başladığı noktayı, yaşantıları ve sorgulamaları neticesinde, kişinin müthiş bir yokluk buhrânı içinde kendini dümdüz bir karanlığa düşmüş cisimsiz ve şekilsiz bir varlık olarak gördüğü an olarak zikretmekte; bu ânı vahdet şoku olarak da ifade etmektedir.

“Yuvarlanıp gittiğimiz dünya planından uzaklara, gözle görülmeyen mıntıkalara sürüklenmek için nasıl bir sebep olabilir? Deriz ki: “Kandili yakar işimize bakarız.” Pek çok insanlar için mukadder yol budur, bunlar müstehlik diye adlandırdıklarımızdır. Onlar garanti bölgesi dâhilinde, kendi fonksiyonları içinde mâsum ve habersiz kalırlar, öyle yaşar, öyle ölürler. Diğer bir zümre insan vardır ki günün birinde farkına varmadan iflas sınırına dayanır. Ya büyük bir korku, bir kayıp, inkisâr veya ölüm manzarası öyle bir insanın bakışını değiştirir. Artık kandili yakamaz, yağ tükenmiştir, kandil de zaten yok olmuştur. Hangi işe bakacak, işinin izini ve mânâsını bulamıyor; hem ne idi o iş, nasıl yapılırdı, neyi istihdâf ederdi; kim öğretmişti, kime öğretmişti? Bu hâl tabiri caizse bir vahdet şokudur. Mâruz kalan müthiş bir yokluk buhrânı içinde kendini dümdüz bir karanlığa düşmüş cisimsiz ve şekilsiz bir varlık olarak duyar. … Kendi şahsı da dâhil, her şeyin olduğunu, daha doğrusu evvelden mevcut sanılanın birer mecazdan ibaret olduğunu itirâfa mecbur kalarak tecellî perdesinin ötesine 275 geçtiğini anlar. … artık hazır yaşamak bitmiş, yaşatmak başlamıştır.”[272]

Erol, kişinin, her şeyin aslında bir mecaz olduğunu anladığı noktadan sonra mutlak sandığı benliğini kaybedip, hâk yolunda çalıştıracağı yeni bir benlik oluşturması sürecini kesret şoku olarak isimlendirmekte, kesret şokundan sonra kişinin, varlığını, ancak hâk yoluna adayarak koruyabileceğini belirtmektedir.

“Fert şimdi bir kristalizasyon nüvesi hâline gelmiştir, kuvvet ve istidâtına göre ya diğer nüveleri kendine çekerek amalgam merkezi olur yâhut daha kuvvetli nüveler tarafından cezbedilip tekevvün fazında bulunan bir amalgama katılır. Ancak vahdet şokunu tâkip eden diğer bir buhrânı, yani kesret şokunu geçirmeden kristalizasyona girmek kâbil değildir. Kesret şoku, ferdin mutlak sandığı benliğini kaybedip yeni bir benlik giyinmesinden, yani geçmiş bir rüyâ gibi geride kalan benliği nâm ve hesâbına değil de havzasına düştüğü hâk ve birlik kânununun bir aleti olarak fonksiyona devâma müheyyâ olduğu anda tecellî eder.”[273] …. “Büyük senfoniyi vücûda getiren sayısız enstrümanlar arasında ufacık bir ney, artık rotasını şaşırmaz, hem beraber okur, hem de kendi bildiğini okur. Kesretin çepeçevre diş bileyen tehâcümü ortasında ancak kendi fonksiyonunu icrâ ve idâme etmek suretiyle tutunabilir. Daha doğrusu, fonksiyonu, onun varlığının koruyucusu, mânâsı, kısacası, varlığının hepsi demektir.”[274]

“Sır denizine dalan ve tekrar satha çıkmaya muvaffak olan dalgıcın vehleten, ne söyleyecek bir sözü, ne de yapacak bir işi vardır. Onun sadece derûnî bir ihtilaç ve ihtizâzı vardır ki meçhul derinliklerde geçirdiği mâcerayı nakleder ve satha çıkarılabilen hazine de gene iliklere ve hücrelere depo edilmiş bulunan bu ihtilaç ve ihtizazdır. Zîra cemiyetin müstakbel bünyesinin tenasüp ve nizâmı için bu ilk taslaktır. Daha sonraları hâmilinin ıztırap ve mücadeleleriyle yoğurularak –tabir caizse- fikre tercüme edilir. Fikir ise zemin ve zamanın icâplarını değiştirerek, kısmen kendisi de stilize olarak hükmünü yapar. Mühim olan nokta: İstihâle merhâleleri için lâzım gelen ilk sâdemenin mistik menşe’li oluşudur.”[275]

Yazar, toplum önündeki liderlerin mistik tecrübelerinin, toplumların değişim ve gelişimi yönündeki hareketin fikrî altyapısının temelini oluşturduğunu düşünmektedir.

Safiye Erol, mistisizmi sosyal hayatın merkez kuvveti olarak değerlendirmektedir. Yazara göre, ilkel toplumların etrafında birleşerek cemiyet hayatını başlattığı ve her devirde farklı kılığa giren totem, özünde mistik bir noktadır.

“Modern sosyoloji ise en eski cemiyetlerin en iptidâî safhada bir totem etrafında birleşerek vücut bulduğunu, yani mistik bir noktayı kendine merkez edindiğini kabul eder.”[276] “Totem ne kılığa girerse

girsin, hakan, halife, din, devlet, millet, vatan, ırk, ideoloji olsun, hep aynı totemdir.”[277]

Erol, bütün din ve bilim adamlarını, sanatçıları, filozofları bilinmeyen dünyasına yöneldikleri için “mistik” olarak nitelendirmektedir.

“Şarkın azizleri, İslâm’ın ve Yunan’ın hakîmleri, garb âleminin ilim adamları her ne kadar birbirinden külliyen ayrı gruplar gibi görünürse de, yakından tetkik edilince müşterek bir fonksiyonda birleştikleri meydana çıkar. Çünkü hepsini birden “sır bulucular” yâhut “yeniyi görücüler” diyebiliriz. Ayrıldıkları nokta, hedef ve istikâmette değil kullanılan metottadır. Zemin ve zamanda mevcut olmayana, daha doğrusu henüz aşikâr olmayana, hamle edenlerin cümlesine, hatta bugünün atom kâşifine bile “mistik” demek esâsında câiz olurdu, madem ki meçhulün peşindedir!”[278]

Yazar, bilinmeyeni arayan bütün grupları mistik olarak kabul etmiş, bu gruplar arasındaki tek farkın, bilinmeyeni arama sürecinde kullanılan metod farklılığı olduğunu dile getirmiştir.

“Hintli aziz ile garplı kâşifin arasındaki farka gelince şöyle bir mizaç tehâlüfü ortaya çıkar ki, birisi kendini kurban ederek, fenafillâh bularak sırdan mayalanıyordu, öteki maddeyi intihal ettirerek ilmini artırıyor. Yunan’a gelince her iki metodu da kullandığı âşikârdır.”[279]

Bilinmeyeni, mistisizm sahası olarak gören Erol, farklı kültürlerde araştırılan farklı alanlardan bahsetmektedir. Yazar, Batı dünyasında, daha çok âlemin müşahede edilen yönünün araştırıldığını, bunun da temelinde Sokrat’ın akıl ve mantıkçı felsefesinin olduğunu vurgulamaktadır. Erol’a göre Batı dünyasının teknoloji ve fennî ilimlerde ilerlemesinin ardında da bu felsefe yatmaktadır.

“Hindistan’da mânâ ve mutlak varlık araştırıldı, İslam ve Yunan’da hem mânâ, hem tecellî âlemi, garpta ise tercîhan tecellî âlemi 283

araştırıldı.”[280] “Garbın böyle tek taraflı bir gidiş tutturuşunun menşei çok gerilere, diğer Yunan filozofları kâfilesinden ayrı bir yol açarak akıl ve mantığın bütün hilkat sırlarına galabe edeceğini düşünen Sokrat’a dayanır. İşte bu akîde garp medeniyetine temel olmuş ve garbın fendeki terakkîsini intaç etmiştir.”[281]

Safiye Erol, Ortaçağ’a kadar mistisizmin büyük etkisi olduğunu ifade etmekte ve mistik felsefe karşıtlığının son asırlarda ortaya çıktığına değinmektedir.

“Mistik felsefe muârızlığı son birkaç asrın cereyânıdır. Eski ve Ortaçağ’da insanlık, cemiyete maddi ve mânevî sahada rehberlik edeceklerin mutlaka mistik bir hüviyeti olması, vasat çağın göremediğini görmesi, duymadığını duyması, üstün ve bilinmez kuvvetlere mensubiyeti bulunması lazım geleceğini inanmıştı.”[282]

Yazar, duyu ötesi âlemin varlığına inanmayan kişileri, dünyanın varlığını sorgulamaya davet ederek eleştirmektedir.

“Mâverâî cevelânlara karşı ekseri lüzumsuz bir şiddetle cephe alanlar derler ki: “Bu gördüğümüz dünya, bu yaşadığımız hayat bize yeter, ne ötesini sorarız, ne berisine ihtiyaç duyarız.” Kendi realitelerini mutlak ve müstekâr sandıkları bir âlem üzerine gelişir bilenlere sormalı: “Kâfidir dediğiniz bu dünyayı kim yaptı? Dünyâyı dünya eden hükümler ve kıyaslar kimlerin imzasını taşıyor?’’[283]

Erol, duyu ötesi âlemin varlığını kabul etmenin, insanın kendi varlığını kabul

etmesinin bir gerekliliği olduğunu, Schopenhauer’den alıntı yaptığı satırlarıyla zikretmektedir.

“Schopenhauer, sabırsız bir anında kendine has öfke ile şu feryâdı salıvermiştir: “İçeri dönük tefekkür tarzı, yani rûh-ı beşeri, ebedî ve ilâhi diye kabul etmek, pürüzsüz bir yol değildir. Ucu, “illuminisme” hezeyanlarına dayanabilir. Fakat ne edelim ki aksi yolu tuttuğumuz anda varlığımızın neticesi olarak bir avuç topraktan başka bir şey göremiyoruz.”[284]

Safiye Erol, özellikle batı dünyasında Rönesans ve Reform sonrası mistisizm etkisinin gerilemiş gibi görünse de, yok olmadığını, sadece görüntü değiştirip farklı alanlarda ortaya çıktığını ifade etmektedir.

“Ortaçağ’da hayli Hıristiyan mistikler yetişmiş olduğu halde Rönesans ve bilhassa reformasyondan sonra ilim ve ilmin formasını taşıyan bir mantık ağır basarak, mistik hamleler tavsadı. Daha doğrusu din vâdisinde artık “zulümat seferleri” yapılmaz oldu. Fakat âb-ı hayat çeşmesinin de karanlıklar diyarından başka bir yerde olmadığı düşünülürse mistisizmin garpta da yok olmadığına, olsa olsa kisve

değiştirdiğine ve yeni yeni patlak kraterleri bulunduğuna hükmedebiliriz.”[285]

Yazar, mistisizmin kisve değiştirip ortaya çıktığı şekillerden birini sanat olarak ifade etmektedir.

“Garpta da din ve tefekkür sahâsından sürgün edilen cezbe rûhu, mûsıkî ve şiir ummânını coşturmaya koyuldu. Zira san’atın hele adsız vatanını sözsüz bir lisanla terennüm eden mûsikînin menşeini samîmî ve tarafsız olarak araştırıp da cezbe pîrinin izi üzerine düşmemek imkânsızdır.”[286]

Tasavvuf ve Mâneviyât

Safiye Erol’un zihnî ve kalbî dünyasında, Ken’an Rifâî ile tanışıp Rifâî tarikatına intisap ettikten sonra büyük değişiklikler yaşanmıştır. Erol, tasavvufa girişiyle birlikte, dîni kimliğini yazılarına daha çok yansıtmış, satırlarında sık sık tasavvufî ıstılahlar kullanmıştır.

Yazar, tekke ve zâviyelerin kapatılması ile tasfiye edilen târikatlerin, fikir ve sanat dünyasında tasavvuf kimliğiyle yer bulduğunu düşünmektedir.

“Târikatlar mâlûm olduğu gibi tasfiye edilmiştir, onların sermayesi olan tasavvuf, fikir ve san’at sahâlarında ebedî kıymetini iddia edecektir.”[287]

“Osmanlı İmparatorluğu dağıldı, fakat Türkiye Cumhuriyeti ve Türk an’anesi bâkîdir. Devlet laik oldu, fakat İslâmiyet altıncı hissin bile erişemeyeceği sır ve ihtişamıyla vicdanlar tahtındadır. Tarîkatler tasfiyeye uğradı; fakat tasavvuf, çağdaş üslûplardan geçerek Türk fikir ve san’at hayâtını feyizlendirecektir.”[288]

Erol önemli bir terbiye sistemi olarak gördüğü tasavvufun, modern dönem bilimlerinden de gelecek katkılarla, bugünün ilim dünyasına nakledilmesi gerektiğini ifade etmektedir.

“Bugün artık tasavvufun da dili değişmek gerek. Sözlükten Türkçe kelimeler derlemeyi kastetmiyorum. Maksadım tasavvuf terimlerini

çağdaş felsefe, psikoloji, tabâbet terimleri ile karşılaştırılmış ve bugünün ilim planına nakledilmiş görmektir.”[289]

Safiye Erol, tasavvufun gâyelerinden de bahsetmektedir. Yazara göre tasavvufun gayesi, muhatab aldığı kişilerin istidâtına göre değişmektedir. Tasavvuf bu yönüyle çağdaş eğitim metodlarındaki bireye görelik ilkesini uygulamaktadır.

“Tarîkat, evvelâ ortadan yukarı istidâtları züht ve takva hududunda bırakmak istememiş, daha doğrusu onları mânâ müstehliki olmaktan alıp müstahsil sınıfına geçirmek istemiş ve onlara aşk darbesini havâle ederek benlik, aile, cemâat gibi hudûdu çizilmiş mıntıkalardan kopararak sonsuz iştiyâk yollarına düşürmüştür.”[290]

“Tarîkatin ikinci fârik alâmeti: Fazla spekülatif istîdatta olan tiplere, muhtaç oldukları rûh hijyenini sağlamaktır.”[291] “Tarîkatlerin tatbik ettikleri hijyen usûlleri, bütün Asya’ya mahsus çok eski ilimlerdir… Meselâ, ne geçmişi, ne geleceği hiç düşünmemek ve anmamak. Hâlden bir lâhza ileriye geriye gitmemek. Şöhretten, rütbeden kaçınmak, ümerâ ile, zenginlerle, avamla sohbet etmemek; onların râbıtasıyla mukayyet olmamak, cinsî alâkaya inhimak göstermemek.”[292]

Yazar, züht ve takvada ilerlemek isteyen tâliplere, tasavvûfi adımların işaretlerine de değinmektedir.

“Kur’an-ı Kerim, Müslümanlarda üç nüans ayırır: Bunları, müflihûn, muhlisûn, mukarrebîn olarak derecelendirir. Son iki kademeyi tasavvuf, ehl-i ukbâ ve ehl-i mânâ adıyla zikrediyor. Kendi hâlinde yaşayan ve İslam’ın şartlarını yerine getirmekle kendi “maksimumun”a varan sâdedil mümin için mesele yok. Fakat züht ve takvâ yolunda ölmeden evvel ölümü talep edecek kadar ileri gidenlerin mutlaka bir adım daha atıp mukarrebîn sınıfına, yani ehl-i mânâ fırkasına geçmeleri lüzûmunu, tasavvuf şiddetle ilzam etmiştir.”[293]

Safiye Erol, standart yapıdaki insana tasavvufun anlatılamayacağını, ancak istîdâtı olan kişinin tasavvûfî yola baş koyabileceğini belirtmektedir.

“Âşıklık hali başka şeydir, istîdâtı olmayana telkin, târif edilemez. Haramdan sakınan, helâli râhat vicdanla ve bol bol kullanan, mubahı zemin zaman kaprisine bırakan standart yapılı, işi tıkırında sofu (mâsiva) orucunu nereden bilecek? Ayrılık ateşinden, kan ağlatan

özlemden, en masum en zararsız görünen bir varlığa bile yer vermeden her mevcut olmaya davrananı sûret bağladığı anda yakan Tanrı celâlinden nasıl haberli olacak?”[294]

Safiye Erol, tasavvûfi ıstılâhın temel kavramlarından olan cezbeyi, tehlikeli bir yol olarak ifade etmektedir. Yazar, toplumu etkileyen ve şekillendiren büyük insanları, cezbe yolunu tamamlayan muzaffer gâziler olarak nitelendirmektedir.

“Cezbe, tehlikeli bir yoldur. Ayak basanların çoğu geri dönmez, geri dönenlerin çoğu hakîkatte geri dönmüş değildir, benliklerinin sıklet merkezi meçhul bir mıntıkada unutulmuştur, ne ileri, ne geri artık yol bulamayarak bocalamada kalırlar. Cezbenin çok az muzaffer gâzileri olur. Bu mertebeye erişenlerin, ne şekilde olursa olsun, sazla, sözle, ilimle, amelle, insanlığa söyleyecek bir çift sözleri vardır. Cemiyet bünyesine çeki düzen veren büyük pederşahlar, din müessisleri, san’atkârlar, hatta ilme yeni istikâmetler açan büyük kâşifler bu muzaffer gaziler zümresindendir.”[295]

Erol’a göre, her yeni hakîkatin sırrı ölümle hayat arasında bir noktadadır.

Yazar, bu noktada cezbe hâlini işaret etmektedir.

“Mitoloji bize öğretir ki her yeni hakîkâtin bedeli “viviseksiyon”dur. Ölüm sır vermez, hayat da sır vermez, sırrı olsa olsa diri diri paralanan bir canlı, hayatla ölümün vuslatı deminde söyler."[296] “Canlı bir bütün katledilmedikçe yeni sahîfe açılamaz.”[297]

Erol, meczup kavramının cezbe ile olan ilişkisi üzerine bir değerlendirme yapmakta ve kültürümüzde meczuba olan koruyucu yaklaşımın, cezbe sürecinde yaşanılan gayb boyutundan ileri geldiğini ifade etmektedir.

“Eski şark, ister şuûru, ister insiyâkı ile bu takdiri yapmış olsun şu muhakkak ki meczûbu incitmekten ve kızdırmaktan çekinir, onun bir takım üstün kudretler istihâline kalkmış, bu uğurda sihirli kaynaklara el atmış bir insan olduğunu düşünerek teşebbüsünde yenilmiş ve hatta nispetsiz işlere giriştiği için cezalandırılmış bile olsa, o çeşme başlarından üstüne efsunlu bir damla sinmiş olması ihtimâlini hesaba katar, onu sakınırdı. Buna, eski şarkın ifrâta varmış bir “gayp hürmeti” diyebiliriz.”[298]

“İşbu bâzâr-ı fenâda satılırsın yoksa çün

Sen cihanı sat, seni dünyây-ı fânî satmadan”[299]

Erol, İsmail Hakkı Bursevî’den yaptığı alıntı ile dünyanın fâniliği ve insanın hayatının sonlu olması üzerinden, dünya hayatında, mânevîyâtı unutturan engeller konusunda insanı uyarmaktadır.

“Her gönülde bir aslan yatarmış. Kimi der ah vazîfemde şu, şu dereceye terfi etsem. Kimi bir ticâret işi çevirmek, fabrika kurmak, san’at eseri vücûda getirmek, toprak tımar etmek sevdâsındadır. Şan şöhret peşinde koşanlar var. Gurbet veya hasret ufkunda büsbütün dilberleşen bir sevgiliye kavuşmak için yanıp tutuşanlar var. Bütün bu istek ve özlem komprimeleri şöyle oturup bir düşünseler ve kendi kendilerine sorsalar “Arzuladığım, ama vehimsiz, hayâlsiz, taklitsiz, özentisiz tâ rûhumuzun derininden, yalansız riyâsız istediğim en özlü, can gücü ile tek istediğim şey bu mudur?” Böyle ince eleyip sık dokusalar belki de son amaç olarak ezberledikleri dilek, gözleri önünde duman gibi dağılır.”[300]

Safiye Erol, insanın, geçici süre ile misafir olarak bulunduğu dünyada, var oluşunun asıl sebebini, maddî hedefler kıskacında unuttuğunu ifade etmektedir. Erol’a göre, dünya kalabalığı içinde yalın kalamayan insan, maddî eksenli bir hayatın, ruhunun özlemle aradığı mecra olmadığının farkına varamamaktadır. Yazar, bu noktada insana, var oluşu ve benliği üzerine düşünmeyi ve sorgulamayı tavsiye etmektedir.

Türbe/Kabir Ziyareti

Safiye Erol, günah işlemediği müddetçe, her mü’minin nübüvvet nûrundan pay aldığını belirterek, bu sebeple, evliya ve ecdâdın türbelerini ziyaret edip dua etmenin dînî açıdan bir sakınca teşkil etmediğini ifade etmiştir.

“İ. Hakkı İslam âlemini daimi tekevvün halinde bulunan canlı bir terkip biyolojik bir olay gibi görmüştür. Her mü’min günah işlemediği müddetçe nübüvvet nurundan bir zerreyi canında taşır, günah işlediği takdirde bu nur mayası ondan kaçar. Ta ki tövbe edene kadar. O zaman nur geri döner. Peygamber nûruna ortaklık dolayısıyledir ki, bir müminin kabrini ziyaret edip ona hayatındaki gibi selam verdiğimiz zaman o bizim selamımızı (cisim kulağıyla değil, berzâh kulağıyla işitir.) “Dünyâ işlerinde şaşkın ve darda kaldığınız zaman yardım dileyiniz” manasına gelen bir hadis vardır. Bu îtibarla insan ister evliyâ

makâmını, ister ecdâdın kabirlerini ziyaret ederek kendi maddî ve mânevî durumunun düzelmesini niyaz ederse, dinimiz hükümlerine göre doğru hareket etmiş olur. Zira ermişler veya ecdât yolu ile çağrılan imdad, aslında Hakk’tan dilenmiştir.”[301]

Yazar peygamberimizin kabrini ziyâret etmenin, peygamberimizin şahsını ziyaret etmek gibi olduğunu ifade etmektedir. Erol’a göre kabir bu noktada zât yerine geçmektedir.

“Cümle ziyarette asıl ve umde olan peygamberimizin kabr-i şerifini ziyarettir. Kabir burada zât yerine geçer. Yani peygamberimizin mübarek kabrini ziyaret eden, şahsını ziyaret etmiş gibi olur.”[302]

Safiye Erol, peygamberimize getirilen salât ü selamların da, peygamberimizin hem cismine hem de ruhâniyetine ulaştığına değinmektedir.

“Peygamberimize gerek kabri şerifinde gerek uzaktan getirilen salat

ü selam ise kendilerinin hem ruhâniyetine hem de cismâniyetine

sunulmuştur. Dinimiz esaslarına göre Peygamberimizin cismi de tâze ve

erişir.

”306

hayat-ı sahîheye sahiptir. Zira bütün ümmetin salât ü selamları ona

Şehitlik

Safiye Erol, Türk ve İslam kültürünün ortak bir paydası olarak gördüğü “şehit” kavramının, başka dillere, başka kültürlere birebir çevrilmesi imkânsız bir boyutu olduğundan bahsetmektedir. Yazar, şehitliği tam mânâsıyla anlayabilmek için bütün İslam sistemini tanımanın gerekli olduğunu vurgulamaktadır.

“İslâm ve Türk tefekküründe ‘’şehit’’in başka dillere çevrilmesi imkânsız bir nüansı vardır. Şehitlik mertebesi bizim anlamımızda öyle Tanrı’ya yakın bir makâmdır ki, büyük filozof ve bilginimiz İsmail Hakkı Bursavî (18. yüz yıl ) târifine göre (Şehitler ki, canları feda ederek gazaya girmiş ve vücutlarını Hakk yoluna lokma lokma vermişler, bir kefen bile bulamadan üstlerindeki fukaracık elbiseleriyle kabre girmişlerdir, ölmezliğin al ipek harmânisine bürünüp kıyâmete kadar tâze kalırlar ve kanlarından misk kokusu tüter.) Bilmem yeni nesle şehit hakkında yeteri kadar fikir verebilir miyim? Veremezsem kabahat ne bendedir, ne de gençlerde. Çünkü mükemmel bir sistem

İslâmiyet kâşânesinin, bütününü açıklamaksızın bir tek yapı taşının vücud-ı hikmetini izah etmek güç, hatta imkânsız.”[303]

Erol, şehitleri insanın canlılığının temel yapı taşı olan kandaki alyuvarlara benzetmekte ve onları, toplumu oluşturan yapının bir nevi mayası olarak görmektedir.

“Şehitleri kanımızdaki kırmızı alyuvarlara benzettim, toplum bünyesi içinde yapının tümüne can veren temiz ve kudretli hayat 308

merkezlerine benzettim.”[304]

“O şehitler kendi toprakları uğruna savaşa kalkmışlardı; kazandıkları dünyâda şimdi ben oturuyorum. Ama onlar kim ben kim? Hepimiz bir tek can değil miyiz? Vaktiyle onların civan varlığında şehit düşen bendim, şimdi benim hüviyetimde huzur ve şükran şurubunu içen onlardır. Şehitliğin mânâsı şu olsa gerek: Kendi vücûdunun parça parçacık bölünüp zerrelerden bir başka ad, başka şuur taşıyan varlıkların yaradılışına şâhit olmak. Allahım, şu zavallı ben nelerden binâ edilmişim! Bilmeden taşıdığım kıymetlerin bedelini nasıl öderim?”[305]

Yazar, şehitliği toplum yapısının mayası olarak ifade ederken, aynı zamanda o toplumu oluşturan kişilerin de aynı mayadan oluşan bir tek vücut olduğuna; şehitliğin, topluluğun birliğini sağlayan, bir topluluğu millet yapan unsurlardan biri olduğuna değinmektedir.

Cami

Safiye Erol, birçok yazısında camileri konu edinmekte; Edirne’li oluşu hasebiyle de Selimiye Camii’nden sık bahsetmektedir.[306]

Câmileri, insan hayatının her dönemine hitap eden, insanın ruh hâletine göre anlam kazanan bir sembol olarak gören Erol, hayâtın zirvesinin, bir insanın kendi sembolü içinde mütevâzi bir zerre olarak yaşadığını idrak ettiği dem olduğunu ifade etmektedir.

307

308

309

310

“Câmilerimiz, içinde bulunduğumuz çağın remzini açıklarlar. Çocuk iken isteriz ki bir kayyumu, müezzini, anneyi, babayı kapı dışarı edelim, sevdiğimiz yaşıtlarla şadırvanda yıkanalım, yumuşak halı serili

mâbedin içinde koşmaca oynayalım. Bir zaman gelir, güvercinlere yem serpmenin, çınarlı kahvede arkadaşlarla sohbetin câzibesini duyarız. Mecâzi aşk devresinde câmiler ümit ve hülyalarımızın, elem ve hicranlarımızın mahremi olur. Câmiler geçirdiğimiz rûh hâletine göre bize kâh yumulmuş, bestelenmiş bir nur kümesi, kâh taş kesilmiş bir ıztırap görünür. Yine bir zaman gelir ki âilenin ve cemiyetin yükünü sırtlanmış, hayât savaşında hızlanmış bulunuruz. Bu en faal ve verimli devremizde câmi bizim doğrudan doğruya kendi elimizden çıkmış bir eserimiz olur. Onu biz yapmışızdır; mimarı biz, kalfası, işçisi, planı, malzemesi hep biz. İşte bu lâhûti eserimizi teşhis ettiğimiz an, eserimizin içinde fert olarak eridiğimiz âna tekabül eder. Hayâtın zirvesi, bir insanın kendi sembolü içinde mütevâzi bir zerre olarak 311

yaşadığını idrak ettiği demdir.”[307]

Erol, Ayosofya Camii’nin müze oluşunu değerlendirirken, câmilere anlam katan ve onları hayâtın merkezi yapan vasfın, ibadetgâh olmak olduğunu ifade etmektedir.

“Onu nur askılı ramazan kisvesi içinde seyrederken hizâsında kara hayâlet azmanı gibi kabaran Ayasofya’dan kulağıma sitemler erişti, ibâdete büsbütün kapatılmış olmasına küsmüştü. Benim görüşüme göre haklıdır Ayasofya. İbadethane olmak nerede, müzelik etmek nerede? Biri hayâtın pınar başı, öteki anılar sergisi. Eğer binaların da kendilerine göre bir nev’i perisi varsa Ayasofya’nınki hoşnutsuzlukla somurtmuş oturmaktadır sanırım. Bilmem neden müze açılırken bir köşecik, meselâ hünkâr mahfili ibadete ayrılmadı? Şeriatçe mahzuru var mıdır onu da söyleyemem, gâlibâ asıl gâye dünyânın ilgilendiği mozaikleri değerlendirmekti. Bizans san’atının layık olduğu gibi teşhiri bir ayrı bölümde ibâdetin devâmına engel midir? Zavallı Ayasofya yüz yıllardan beri olduğu gibi Nûr-ı Muhammedî ile şereflenir ve bugün nice donanmış camiler arasında nasipsiz kalmazdı.”[308]

Semâ

Safiye Erol, hocası Ken’an Rifâî’nin, Mevlevî tarikatinden aldığı icazetin de etkisiyle, Mevlâna ve Mevlevîlikle ilgili kavramları da dile getirmektedir. Yazar, bu kavramlardan biri olan “semâ”yı, Mevlânânın cezbe sürecinde aşk diyarından aldığı titreşimi, insanlığa yansıtması olarak ifade etmektedir.

“Mevlânâ aşk diyarından aldığı elektroşoku kendi vücûdunda besteledi. Yeni bir istifin, yeni bir tekevvünün müvellidi olan ve ilk

defa kendi varlığında denenmiş bulunan yeni ihtizâzı hemcinsine sirâyet ettirmek için hâlk önünde semâ etti.”[309]

Erol, semânın İslam dînine aykırı bir uygulama olduğunu söyleyen ulemâyı, ledün iklîmini yaşayamamış nasipsiz zâhir âlimleri, olgunlaşmamış ruhlar şeklinde nitelendirerek eleştirmektedir.

“İslâm kültürünün devlet sarayı kurulur, her millet buna kendi en canlı ve kıymetli özünü katarken bu kutsal karmaşmaya tahakkümle karışmak istendikçe hep o değişmez cevap meydanda çınladı: Horasan’dan getirdik. Müslümanlığı anlayan ve uygulayan yalnız kendileri olduğu sanısı ile semâ’a dil uzatanlara Hz. Mevlânâ dedi ki: “Genç talih yardımcımız, can vermek de işimizdir. Aşkımızın katarında Fahr-i Âlem, önder yürür.” Anlaşılamayacak gibi değil… Değil ama (ledün) iklîmi güllerinden bir ıtır koklayamamak nasipsizliği içinde zâhir âlimleri köpürmeye devam edecek: “fesad, haram, ay… vay… günah, küfür, neûzübillâh”. Beri tarafta ise Şâh-ı Merdân’ın kulları, mutrıp takımının sazlarına, kudüm halîle tanbur ve kemana uyarak uçar, ayak döne süzülmekten, Segâh makamında neşveli yörük semâî çağırmaktan asla geri kalmayacaklar.”[310]

“(Semâ’ın nurundan) Tek bir mahrumlar zümresi kaldı: şeriat acemileri, aşağılık kompleksi sakatları, kin ve hased şampiyonları, 315

kısacası ham ervah.”[311]

Hikmet

Safiye Erol, hikmet kavramını, hikmeti edinmiş kişi anlamında kullandığı “hâkim adam”ın vasıflarını açıklayarak anlatmaktadır. Yazara göre hâkim adam, geçirdiği mistik tecrübelerini fikre dönüştürüp, toplumunun gelişmesi için yaşayan, kendisini topluma adamış kişidir.

“Onun insan sıfatında görülen, ulûhiyet mümessili olduğunu itiraf etmemiz lâzımdır.”[312]

Yazar, ulûhiyetin yeryüzündeki temsilcisi olarak gördüğü hâkim adamın, toplumları için canlı bir örnek teşkil ettiğini ifade etmektedir.

“Hangi hâkimin târihçesini tetkik edersek edelim, hayatlarının son nefese kadar meydan malı olduğu hakîkati tevilsiz bir sarâhatle

gözümüze çarpar. “İndividuel” hayat kokusu bulamayız. Daha doğrusu, karşılaştığımız biyografi, bildiğimiz mânâda bir hayat tasviri değil de, bahis mevzuu camianın âtîsi uğruna temsil edilmiş canlı bir örnektir.”[313]

Erol, hâkim adamın, bütün beşeriyetin harcını benliğinde taşıdığına değinmektedir. Toplum önündeki önderlerin, insanlara örneklik teşkil etmesinde bu nokta ehemmiyet taşır; çünkü model alınacak kişinin kendisine benzerliği, etkileşimin derecesini belirlemektedir.

“Hâkim adam, tekmil beşer amalgamının muâdil kıymetini nefsinde taşıyan bir “cüz-i kül”dür. Mürit ona baka baka ameller ve aksülâmeller edinir. İnsanın Allah’a, insanın insana, insanın kendi kendine olan münasebetleri, ayarları, nizamları hâkimin eseridir.”[314]

Nimet

Safiye Erol, ekmek uğruna çalışıp didindiğimiz halde, önümüze gelen nimetleri ne olduğunun farkına varmadan alelacele tüketmenin, nimetlerden hakkımız olan huzur ve zevki şeytana kaptırmak olduğunu ifade etmektedir. Yazar, Allah’ın insanlara verdiği nimetleri anlatmak için enginardan misal getirmektedir.

“Yazıyı enginarla açtık yine enginarda kalalım. Maksadım hayatın bize sunduğu ve çok defa şükürsüz istihlâk ettiğimiz küçük nimetlerden bahsetmekti. Hâlbuki sayısız küçük nimetlerden ruhûmuzla kâm almak, 319

bedenimizle damla damla beslenmek ve zevklenmek gerekir.”[315]

“Küçük nimetlerden ve onların kaderini asla unutmamak lazım geldiğinden bahsederken aklıma bir bardak su geldi. Ama işte dura kaldım bir bardak su küçük nimetlerden sayılmaz. Öyle bir nimettir ki söyleyecek sözüm yok. Hürmetle sükût ederim. İçimden kelimesiz ibadete benzer nefes dalgaları geçer.”[316]

2.3.                             Millî Değerler

Türk milletinin vasıfları üzerinden millî değerleri işleyen Safiye Erol, Türk millî değerlerinin kültürel miras dairesindeki payının önemine değinmektedir. Gençlere, düşünmek, gerçekleri görebilmek ve öğrenmek için, ecdâdın ruhu ile birlik olmayı tavsiye eden yazar, millî değerleri “ecdâdın yaşayan ruhu” olarak nitelendirmektedir.

“Yüksek tahsil gençlerinin bâzı çevrelerin talebi gereğince kolda çanta evden mektebe, mektepten eve gide gele yaşamasına ve bu hayatla yetinmesini de ne metod ne gâye bakımından özenmeye değer bulurum. Yirmi yaşındaki zihni açık, kanı kaynar delikanlıları, kızları ille de gençliğin vazîfelerinden sonra, bazı hakları, bazı imtiyazları bulunmalı.

Soyumuza çekmeyip de başka kimlere çekebiliriz acaba? Victor Hugo’nun gençliğe şöyle bir hitabesi var:

‘’Ey çocuklar; dünyâdan göçmüş kahramanların, vatanımı Şarkî ve Garbî Roma’dan daha üstün yüceliklere çıkarmış er kişilerin evlatları! Ciddi düşünmek, gerçekleri görmek vakti gelince huşû ve saadetle titreyerek ecdadımıza bakınız. Ruhunuz onların daima yaşayan ruhuyla birlik kursun. Dünyâ âlem halkı içinde herkesten asil, dürüst ve mert olunuz, zira adlarınız öyle büyüktür ki, artık sizin malınız olmaktan çıkar.’’

Fransız çocuklarına söylenmiş bu sözleri yağdan kıl çeker gibi Türk çocukları için adapte edebilirim; eksiği var fazlası yok. Herkesin bir düşünce tarzı olur ya… Ben de şehitlerin kudretine inanmışım.”[317]

Safiye Erol’da tespit ettiğimiz millî değerleri şu başlıklar altında ifade etmek mümkündür:

Türk Milleti

Yazar, tevhit inancının da bir getirisi olarak, tek bir otorite etrafında birleşmeye yatkınlığı vesilesiyle, Türk milletinin, demokrasi kültürüne alışmada zorluk çektiğini ifade etmektedir.

“Biz Türkler yüzlerce değil, binlerce seneden beri, tek bir otorite merkezi etrafına toplanmak terbiyesiyle yetişmiş bir milletiz. Yakın denecek bir tarihe kadar padişahlık sistemiyle geldik. Demokrasi kalıbına girmek için uğraştık, uğraşacağız. Her halde ele geçirmek istediğimiz nimetin bedelini ödemesini bilen bir milletiz.”[318]

Erol, Türk milletinde, bireyden ziyâde, bireylerin oluşturduğu birliktelik olan toplumun önemli olması hasebiyle, milletin, aşırı kişisel özgürlüklere iltifat etmediğine değinmektedir.

“Toplum olarak Türkler aşırı kişisel hürriyetleri uygun bulmaz, sadece “kendi hayatını yaşamak” isteyenlere de pek değer vermez 323

sanırım.”

Yazar, tüm farklılıklarına rağmen Türk milletini, tek bir vücut olarak nitelendirerek, Türk milletindeki birlik ve beraberlik anlayışını övmektedir.

“Bizim millet, mutâbıkı olsun, muhâlifi olsun, neticede hepsi bir tek vücûttur.”[319]

Safiye Erol, Türk milletinin diğer kültür ve medeniyetlere olan saygısından da övgüyle bahsetmektedir. Yazar, yabancı unsurlara saygı ile yaklaşımın, Türk milletinin kendi kültür ve medeniyetine olan güvenini işaret ettiğini belirtmektedir.

“Biz Türkler, fetihten sonra bu mâbede Orhan Gâzi Câmii demişiz, ama Kayser’in hakkını Kayser’e vermek hasletimiz inkâr edilemez, yine Küçük Ayosofya adında karar kılmışız. Gerçi başka dînin, başka milletin yavrusudur, yine de garip bir tarzda akrabamızdır. Biz ona boylu boyunca hayran olur, alkış tutarız. Kendi soy kütüğümüzden, kendi sağlam bünyemizden nice şaheserler yetişeceğini biliriz de ondan.”[320]

Erol, millî sembollerin, milletlerin tasviri niteliğinde olduğunu ve milletleri tanımak için, milletlerin sembollerinden doğru ipuçları edinilebileceğini ifade etmektedir.

Milletlerin psikolojisine nüfûz etmek için her birinin hangi sembollere değer verdiğini araştırmak verimli bir usûl olur sanırım. Zîra millî semboller ve totemler beher câmiadaki âzâmi kudret ve imkânların en hakîkî tasvirleridir.”[321]

Yazar, kültür ve estetik üzerine bir değerlendirmesinde, Türk milletinin sembol olarak lâle kullanmasının, Türk milletinin bilinçaltında yatan dayanıklılık, sabırlılık ve kendine güvenme hasletlerinden kaynaklandığını belirtmektedir.

“Bâzı milletler bâzı çiçekleri kendilerine sembol yapmışlar, Japon’un krizantemi, Çin’in haşhaşı, İran’ın gülü, Fransa’nın zambağı var. Biz Türkler’in nişânı laledir. Niçin acaba, bu yavukluluk, bu tutkunluk neden? Yoksa kendi ırkımızın gizli kuvvetlerini, aşikâr üstünlüklerini, aşırı mihnetlere dayanıklı, kan ağlatan raddelere kadar sabırlı, zafere güvenli olmak vasıflarını mı sezdik lalede?”[322]

Erol, millet olarak kanı kaynayan, yerinde duramayan, her an koşuşturma ve çaba içerinde olma vasıflarımızın kayboluşunu ve son zamanlarda yerini atalet duygusuna bırakışını dile getirmektedir.

“Aslında bu günün işini yarına bırakmayı sevmeyen bir milletiz. Ordularına çat İran, çat Tuna serhâtleri boy gösterirdi. Ve pâdişahlarımızdan birinin lâkâbı Yıldırımdır. Çok mu koştuk ne oldu? Şimdi “Erişir menzil-i maksûduna aheste giden” diyoruz ve mesela ben Beyazıt hamamını elli sene evvel ne halde gördümse bugün yine öyle görüyorum.”[323]

Erol, Türk Milletinin, kültürünün sağlam yapısının yanında, modern çağın ideallerine uyak uyduramamanın etkisiyle bazı zamanlarda bocalama yaşadığını ifade etmektedir.

Aslında börtü böcek vızıltısına kulak asacak millet değiliz, ama bir dünyâ imparatorluğu kaybettiğimizden mi, ideallerimizin karşısına hep başka istif ve yapıda yeni çağ idealleri çıktığından mı neden megolomani ile aşağılık kompleksi ortasında çırpınan, marazî heyecanlar kumkuması bir topluma döndük.”[324]

Soy

Yazar, soy kavramına büyük önem vermektedir. Gençliğe model olarak atalarını gösteren Erol, kendi soyuna olan kutsal bağlılığını da ifade etmektedir.

“Kökleri Orta Asya’da, dalı budağı Balkanlar’da olan ey soyum ağacı! Sonsuz bereketle dâimâ yeşer, filizlen! Canla kanla sana bağlı ve sâdık olan ben çocuğundan sana sevgi ve selam olsun.” [325]

“Ben yeryüzünü aramış, taramış o şecereden daha özlüsünü, “kendim için” o anne baba çehrelerinden daha güzel, temiz ve kutsalını hiçbir tarafta görmemiştim.”[326]

Kahramanlık

Türk milleti tasvir edilirken sıkça kullanılan kahramanlık faziletine değinen

Erol, Türk milletinin, kahramanlığını, soyundan ve İslam dininden aldığını belirtmektedir.

“İmparatorluk nasıl şanla, kanla kuruldu, dağılışı da yine aynı şâhâne. Kahramanlık faydasız da olsa kahramanlık üslûbunda olmak mukadderdi. Bu azâmate ne bizim başımızdaki pısırık herifler, ne aşağılık düşman hasedi, hiçbir şey mâni olamadı. Gizli kütük kânunumuz öyle buyurdu, minnet edemezdik, teslim olamazdık, kahramanca döğüşecektik. (Câhedû fi sebîlillah).”[327]

Yazar, Türk milletinin özellikle toprağını savunma noktasındaki

kahramanlığından övgüyle bahsetmektedir.

“Toprağımızı hakkıyle çekip çevirmeyi iş edinmemiştik, ama müdâfaasını nâmus meselesi yaptık. İtalyanlar Trablusa giremediler, 333

gemi toplarının menzilinden dışarı adım atamadılar.”333

Milliyet

Safiye Erol, milliyet kavramının, toplumsal bilincin fertlere nüfûz eden

tezahürü olduğunu, Birinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanmış bir hikâyeyi naklederek işlemektedir.

332 Erol, s.149

333 Erol, s.149

“Hikâye, Birinci Cihan Harbi’nin en buhranlı günlerine gelmiştir. Âlim, fazıl Japon profesörü, Fransız ateş hatlarına kadar girerek yeni bir buluşu, kurşun geçirmeyen bir ipek gömleği Fransız ordusuna teklif

eder. Gömlek başarı ile denenip kabul edildikten sonra Fransız kumandan bir protokol yazdırmak ister ve “Profesör Şimazu’nun icâdı olan” sözleriyle zabıt tutturmaya kalkışırken Şimazu yerinden fırlar;

“Hayır hayır… Zinhar öyle yazmayın. Japon menşe’li zırh-gömlek deyiniz lütfen.

Fransız –Ama mösyö profesör, meydanda bir olay var, bu zırhı siz icat ettiniz.

Japon- Ben ve ecdadım, ben ve hep akrabalarım, ben ve hep dostlarım, ben ve bütün milletim.”[328]

Memleket

Yazar, memleketi Edirne üzerinden, Türk millî bünyesindeki memleket sevgisini aktararak şöyle demektedir.

“Edirne benim de atalar yurdumdur. Ömrüm öz sevgi besinini o toprakta bulur. Baba himayesi, ana şefkati, sanki iki kutsal ağaçtır, Edirne’de biter, sonra bütün Trakya’ya, oradan bütün Türkiye’ye gölge salar ve ben vatan sınırları içinde kendimi soy obasında bulurum. Dünyânın öteki ucuna gitsem Edirne benimle gidecekti. Yahut bir başka deyimle Uşak’ta da olsam, yine Edirne’de kalacaktım.”[329]

Yazar, küçük yaşta oradan ayrılmasına rağmen, memleketi Edirne’ye büyük bağlılık göstermiştir. Erol için Edirne, tazelendiği kutsal bir mekândır, çünkü ecdât toprağıdır.

“Artık ben de bilmiyorum. Hacca mı gidiyorum, ecdat toprağına mı, anne babamı ziyarete mi. Sadece Edirne’ye, kaynağıma, can 336

tazelemeye gidiyorum.”

Edirne’den söz açmak ne güçmüş Yârabbi!”[330]

2.4.                             Medeniyet ve Kültürel Değerler

Tarihî ve toplumsal gelişme süreci içinde oluşturulan bütün maddî ve mânevî değerler ile bunları oluşturmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü[331] olarak

tanımlanan kültür, Erol’un yazılarında çok sık yer bulan bir unsurdur. Zira Erol, uzun tecrübelerin ve geniş birikimlerin neticesinde oluşan kültürel mirasa, büyük değer vermektedir.

Yazar, medeniyetlerin oluşumunda yüceltici ideallerin yattığını belirterek, insanın varlığının bütünleyicisi konumunda olan mânevî cepheyi işaret etmektedir.

“Her devirde âdemoğlu taşkın tükenmez özlemi ile imkân kapılarını zorladı, kendini kendi gözünde arındıran yüceltici ideale erdi, sonra yer yüzünü bu idealin gereğine göre düzenledi.”[332]

Yazar, eski medeniyetlerdeki ahenk ve uyumun, medeniyetin bütün unsurlarının oluşturucusu, geliştiricisi ve koruyucusu konumundaki ehl-i hikmet kişilerin, aynı ideal ve aynı yol üzere olmalarından kaynaklandığını ifade etmektedir.

“Bugünün zâviyesinden bakılınca eski medeniyetlerden her birinin kendi hâlkası içinde çok âhenktar, mütecânis ve iyi bestelenmiş bir görünüşü vardır ki, manzarası ferahlık verir; eski cemiyetler, tek mîmar, yahut da tek ekole dayanan bir seri mîmarlar elinden çıkardı. Mesela kânun vaz’eden, ahlak umdeleri vaz’eden, dinde rehber olan hep aynı adam, tek bir hakîmdi. Böyle bir hakîmin ilmi de tedvir ettiğini, hendese, astronomi, tabâbet ve ve tabîiye öğrettiğini, hatta şiir ve mûsikîyi de tâlim ettiğini düşünürsek tek elden kalıplanan bir cemiyetin üslûp yekpâreliğindeki hikmeti anlarız.”[333]

O’na göre, kişilerin ve toplumun gelişip ilerlemesi için, köklerinden alacakları enerjiye ihtiyaçları vardır. Özellikle modern devrin yoğun bilgi akışında, yabancı kültürlerle olan yoğun iletişimde, toplumların kendi varlığını koruyabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi için kendi kültürel birikimini, bir başka ifade ile kültürel mirasını tanıması ve kullanması gerekmektedir.

“Yabancı kültürlerden haberdar olmak, hisse kapmak, hatta onları kendi bünyesinin icaplarına göre kendine tatbik etmek esasen bir kültür hamlesidir. Ancak bu yolda bir faydaya ulaşmak için insanın kendi iktidarı hudutlarını, kendi malını mülkünü, saltanatını, gücünü kuvvetini, iyice tanıması lazımdır ki, yabancı

kaynakların hangisine ve ne dereceye kadar minnet etmek lazım, lâyıkıyle kestirsin.”[334]

Yazar, kişisel ve toplumsal başarıların dayanağı olarak gösterdiği “mânevî maya” tanımlamasıyla kültürel mirası ifade etmektedir.

“Dedelerimiz bu türlü üsluplaşmış insanlardır. Târihteki başarılarına maddî kuvvetten ziyâde ruh salâbeti ile ulaştılar.

Nesilden nesile aktarılarak cevherleşen mânevî mayalara dayandılar.”[335]

Erol, nesilden nesile aktarılarak, her neslin kültüre kattığı unsurlarla zenginleşen kültürel mirasın, toplumlar için aynı zamanda mânevî bir kuvvet olduğunu belirtmektedir.

“Türk İslam ulularının cefâ bereli hayatlarını düşünüyorum

da o üstatların talebesi olmaya özenen ben, karşıma çıkan umulmadık imtihanlara göğüs gerdirecek kuvvetin rûhuma aktığını duyuyorum.”[336]

Yazar, ayrıca Türk İslam kültürünün zengin birikimine atıf yapmakta; bu mirasın, gelecek için bir teminat niteliği taşıdığını belirtmektedir.

“Modern terbiye ve ruh sağlığımızda azizlerin misâlinden öğrenecek çok şeyler olduğunu, hatta daha ileri giderek o klasik sistemin temiz nûru ile yıkanamazsak asrımıza da yetemeyeceğimizi çoktan anlamıştım.”[337] “Öyle bir manevî mîrasın sahibiyiz ki bugüne de yeter, yarına da.”[338]

Yazar, yeni nesillere kültürel mirasın aktarımı konusunda eğitim sistemine düşen en büyük görevlerden birinin, toplumun geçmişinde kullandığı dilleri ve o diller vasıtasıyla vücûda getirdiği, bir nevi mânevî hazine olan klasik eserleri tanıtmak olduğunu vurgulamaktadır. Yazar, batı dillerinin yanında, kültürümüzü etkileyen ve büyük ölçüde şekillendiren Arapça ve Farsça’nın öğretiminin de lise düzeyinde başlaması gerektiğini düşünmektedir. Erol, Türk İslam kültürünün büyük mirasını bilme

ve tanıma, yeni nesillere aktarma, bu mirastan mânevî bir kuvvet olarak faydalanabilme noktasında millî eğitim sistemine düşen görevler olduğunu şu şekilde belirtmektedir:

“Bugünkü sohbetim gide gide beni maârif davasına götürdü. Liselerimizin klasik bilgiler ve eski diller mevzûundaki kifâyetsizliğini düşündüm. Millî inkılâbımızı yaşaya yaşaya geliştireceğiz. Denemeler içindeyiz. Ama ne olursa olsun, yüksek tahsile namzet bir gençliğin hümanist terbiyeden mahrum kalmasına imkân yoktur. Liselerde Latince ve Yunanca’ya önem vermek şarttır. Asrî bilgiler yanı sıra bu eski dillerle zihinleri terbiye etmek Türk mefkûresinin bir cephesini teşkil edecektir. Fakat gönül isterdi ki liselerin bir kısmı da Arapça ve Farsça öğretsin. Osmanlı tarihi, ilahiyat, hukuk ve edebiyat tahsil etmek isteyenler bu türlü liselerden mezun olsunlar. Zira Homer, Aristotales, Plato, Livius ve sâireyi okumak iyi hoş, ama o basamaklardan bizim kendi klasiklerimize atlamak imkânsızdır. Mânevî bünyemizin biraz müşkül icapları var: Garp gibi Latin ve Yunan’da demir atıp kalamayız; dil, edebiyat, mûsıkî elhâsıl nemiz varsa ta can damarından Şark’a bağlıdır, biz her iki âlemi de kendimizde yaşatsak gerek.”[339]

Erol, kültürel değerlerin aslında tüm beşeriyetin ortak malı olduğunu ifade etmekte; bütün insanlığın kattıklarıyla cevher haline gelen ortak akıl olmasaydı, medeniyetlerin oluşmayacağını ileri sürmektedir.

“Eğer bütün beşeriyetin bünyesinde gelişip kıvama gelmiş bir istîdat bulunmasaydı, Gagarin fezâya gidip gelemezdi. Bir ağacın yemişi bu, hangi dalda bitmişse o dala şeref vermekle beraber meyve yerine ağacın malıdır. O yemişin yapıcısı ağacın bütünüdür, dal ise en 347

uygun inşa zemini…”

Safiye Erol, beşeriyetin ortak aklı vesilesiyle, farklı toplumlar arasındaki kültür sahalarında ortak esaslar bulunduğunu aktarmaktadır.

“Kendi çevrelerinde âhenkli manzara gösteren kültür birlikleri birbiriyle kıyas edilirken ne kadar nüans zuhur ederse etsin, ta Japonya’dan Balkanlar’a ve Afrika sahillerine kadar bütün kültür sahâlarında, tahlil gözüyle bakılınca, müşterek esaslar âşikâr olur. Görülür ki hükemâ bu yerlerde belli başlı iki

mânevî kutup tesis etmeye uğramıştır: Birincisi rûhun ebedîliğine îman, ikincisi beynelbeşer nizamlı bir tesanüt.”[340]

Farklı kültürlerin, farklı dillerde ve kelimelerde söylediklerinin aslında aynı mânayı taşıyan unsurlar olduğunu yazar, aynı makamdaki iki ayrı türkü benzetmesi ile nakletmektedir.

““Nerede ne şartlar arasında bulunursan bulun, elinden geleni yapmakta geri kalma. Aktif ve faydalı ol. İçinde yaşadığın andan zevk almasını öğren.” Latinlerin meşhur (Carpe diem) tekerlemesi ve bizim (gün bugün, saat bu saat, dem bu dem) meselemizin ta kendisi değil mi? Hâfız’dan Tagore’a kadara uzanmış bir tesellî ve şevk kemendi her türkünün kararını aynı makâmda bağlar: Geçmişte değil, gelecekte de değil şimdi hemen şuracıkta ne durumda ne kılıkta olursan ol hemen şimdi yaşa.”[341]

Yazar, Goethe ve Erzurumlu İbrahim Hakkı’yı karşılaştırarak, iki farklı kültürün büyük insanlarının söylediklerinden hareketle, beşeriyetin ortak unsurlarına bir kez daha dikkat çekmektedir.

“Ne olursa olsun, beşere damgasını vurmuş büyük ruhlar arasında inkâr edilemeyecek bir aile benzerliği gibi bir benzerlik var. Goethe, sanatın sırrını şöyle tahlil ediyor: “San’at gözle görülen mevcûdun gizlediği hüviyeti keşif ve rümûzu tespit edebilmek hüneridir.”

–Eğer tasavvuf diliyle konuşsa ve “Varlıkların aslı, Hakk indindeki âyan-ı sabitedir” demiş olsa ne icap edecekti? Yine Goethe “Olgun insan kendi zatını kendine alakor, fakat irfânını halka bezleder. Olgun insanın alâmeti şudur ki artık o kimseye muhtaç değildir, herkes ona muhtaçtır,” demekle İbrahim Hakkı’nın “Gönlünü Hakk’a tahsis et, bedenini halka ver. Gına ve istiğnâ ehli ol” düstûrunu harfi harfine teyit etmiyor mu?”[342]

Yazar, kültürel faaliyetlerin insanın ruhunu ve benliğini olgunlaştırıcı ve dinlendirici unsurlar olduğunu mûsikinin, kitap ve gazete okumanın üzerinden işlemekte; içinde bulunduğu dönem itibariyle haberleşmenin en önemli araçlarından olan gazetenin, bazen iletişimden öte mânaları olduğundan bahsetmektedir.

“Yorgun insan, gece yatağında sızlanan, bir türlü uyuyup rahatlamak istemeyen bir çocuğa benzer. Çocukları anneler, dadılar, tatlı sesler, esrarlı mırıltılar, masallarla yatıştırırlar, onların minicik, fakat kendilerine yetip de artan adsız dertlerini unuttururlar. Büyüklerin devası ise: Musiki, kitap, gazete. Bunlar küçük benliğimizin şerrinden kurtulmak için sığındığımız büyük benliklerimizdir. “Okuduğumuz müddetçe kendi şahıslarımızdan adeta âzâd olarak hemşehrilik, vatandaşlık, dindaşlık sıfatlarımızla kalır, topluluk duygusu içinde kuvvet tazeler, çelikleşiriz.”

“Bir de gurbete gittiğimizi düşünelim. Kur’an-ı Kerim baş ucumuzda, bayrağımız, haritamız duvarda. Sağa sola sevdiklerimizin resimlerini iliştirir, vatan yadigârı ufak tefek biblolarla garipliğimize ılık bir yurt havası katmağa özeniriz. İşte o zaman gazete, saltanatının şahikasına ulaşmış olur. Postada kirlenmiş, bandrolü örselenmiş gazete tomarı Allah’ım nasıl beklenir, nasıl karşılanır! Çünkü gazete gurbette belki eş dost mektuplarından bile ağır basan bir “bütün vatan” sesi demektir.”[343]

Safiye Erol batılılaşma sürecinde, Doğu medeniyetinden kalan alışkanlıklardan kopamayışın meydana getirdiği ikiliklere günlük hayattan örnekler vermektedir.

“Biz iki kıt’a arasına düşmüş hem şanslı hem çileli bir şehir halkıyız. Asya’nın da Avrupa’nın da meşrebini yan yana iç içe taşımak yorgunluğundan tâkatsiz kalmışız. İstanbul’da yol yoktur, trafik düzeni, yolların yeterliği ve halkın medeniyet seviyesi kadar vardır. Bünye değiştiriyoruz. Doğunun bol zamâna, geniş mekâna fatalizme göre ayarlanmış âheste salıntısından batının makine gibi tıkır tıkır işleyen ritmik dinamizmine aktarmanın içindeyiz, daha doğrusu başlangıcındayız, asıl civcivli noktasına gelmedik daha, eski zaman kalıntıları her tarafta yol kesiyor ve bizi eski zamanın ahengine geri tepiyor. Asfaltta uçar adım biraz 352 yürüyorsunuz, derken stop. Arnavut kaldırımı başlıyor.”[344]

Yazar, modern zaman karşısında direnemeyen kültürün değişmesini kimi zaman normal karşılasa da, özellikle mânevîyat noktasındaki değişimden hoşnut olmadığını ifade etmektedir.

“Böyle klasik bir şehir ne dereceye kadar modern olabilir, daha doğrusu kendi eski çeşnisinden hangi sınıra kadar taviz vermelidir? Mesela ben İstanbul’un asrîleşirken mânevî huzur

sahalarını ve eski rehavet köşelerini kaybetmesine gönülce razı değilim. Ne cami avlularından, ne şadırvanlardan sebillerden ne çardaklı kahvelerden vazgeçmek isterim….”[345]

Erol, kültürümüzün kendine has, kimi zaman dingin, kimi zaman iştiyak dolu üslûbunun yok olmasından dolayı endişelenmektedir.

“Yeni zamanı tasdik ve takdir eder, hem de daima taze bilenmiş kuvvetlerle günün hakkını vermeğe özenirken hurdaya atılan bazı hususiyetlerimizi de özleyerek aramaktan kendimi alamıyorum. Ramazanlarımızda eski halavet kalmadı, kandiller arada sönükçe çakıp geçiyor, bayramlar şevksiz ve yorucu oldu, şöyle tatlı bir kalıba giremiyor. Orta oyununu da unuttuk, Karagöz’le Hacivat Çelebi’yi de küstürdük. Şimdi şehrimizdeki fuzuli çirkinlikler temizlenirken dileyelim ki aydın beldemizde kaybolmuş güzellikler de yeni bir hayata serpilsin.”[346]

Safiye Erol’un kültürle ilgili genel bakış açısına değindikten sonra, yazarın eserlerinde geçen kültürel değerleri şu başlıklar altında ifade etmek mümkündür.

Klasikler

Safiye Erol, kültürümüzün edebî ve fikrî sahada en değerli hazinelerinden olan, değerli olmalarından ötürü her dönemde geçerliliğini koruyan ve “klasik” olarak isimlendirilen eserlerin, tam olarak anlaşılamayacağından bahsetmektedir.

Şâheserlerin kaderi böyledir, her vakit her yerde geçer akçe olurlar, zevkli ürperti, sıcak şaşkınlık salarlar. Gel gelelim tam anlaşılamazlar.”[347]

Erol, klasik eserlerin günlük okuma sürecinde, başlanıp bitirilip kenara kaldırılan kitaplar olmadığını, insanın hayatının her döneminde başvuru kaynağı niteliği taşıdığını ifade etmektedir.

“Bildim ki zemin zaman ayrılığı, ırk ve din farkları, doğu- batı yabancılığı ne olursa olsun yüce tepelerde hep aynı yankı boydan boya gidip geliyor. Bu iklimde uzunca kalmak sarsıyor insanı. Cılızlaşmış bünyeye çok kuvvetli çelik banyosu, kötü kedi ile zayıf düşmüş midelere arslan sütü gibi. Büyük klasikler üst

üste ve sürekli okunamıyor, okunmamalıdır da. Onlar arada bir ele alınır, fâsıla verilir, yine alınır. Meselâ Mesnevî’yi nasıl okursunuz? Ömrünüz boyunca ve… bitiremezsiniz.”[348]

Yazar, nesilden nesile aktarılarak cevherleşen klasiklerin, her dönem tarafından farklı bakışlarla yorumlanmasını, klasikler için bir tazelenme olduğunu ifade etmekte; modern dönemde klasiklerle olan irtibatından zayıflığından şikâyet etmektedir.

“Her nesil klasik şâheserleri kendi muhâyyilesi zâviyesinden görür ve böylece hep tâzelenen bir hareket ve ölmezlik bâhşeder.”[349] “Klasiklerimizi ihmal ettik, o kadar ki eğer bu yolda az daha devam edersek bir daha onlarla irtibat kurmak bile imkânsız olur. Her türlü nimet, kadir bilmeyen eller arasından 358 nihayet uçup gider.”[350]

Safiye Erol, harf inkılâbından[351] sonra, yeni nesillerin, Arap alfabesi ile yazılmış olan klasik eserleri okuyamamasından tedirginlik duymakta; klasiklerimiz, dolayısıyla kültürümüz ile aramızdaki mesafeyi açacak bu hususla ilgili, Millî Eğitim Bakanlığı’nın klasik eserleri Latin alfabesine çevirmesi gerektiğini ifade etmektedir.

“Dedeler mirası anıtların ve eserlerin ziyanlığından en büyük hüsranı duyanlardanım. Temenni edilir ki Maarif Vekâletinin klasiklerimizi yeni harflere geçirtip bastıracağı müjdesi gecikmeden gerçekleşsin ve bir yandan kültür cemiyetlerimiz artsın.”[352]

Dil

Erol, 1928 Harf İnkılâbı’ndan sonra Türk Dili’nde yaşanan değişimin, klasik edebiyatımız ile genç kuşaklar arasında bir kopukluk oluşturduğunu belirtmekte; kendisi ile yapılan bir röportajda, harf değişimiyle gelen ve kimi zaman kültür yozlaşmasına dönüşen yeni durumdan hoşnut olmadığını ifade etmektedir.

“-Yeni dil ile aranız nasıl?

-Tanımıyorum öyle bir şey… Benim bir ana dilim var.

Başkasını bilmiyorum.”[353]

Kendi döneminin yazarları ile ortak bir şikâyetini de nakleden Erol, klasik edebiyattan aktardıklarının, genç kuşaklar tarafından anlaşılamayacağı endişesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmektedir.

“Ne zaman dîvân edebiyatından bir numûne versem akranım müelliflerin pek iyi bileceği bir (Dip komplesi) ile pençeleşirim. Hem düşünce hem deyim şöyle bir aksar sallanır öyle ya. Yazdığım şeyi genç kuşaklar anlar mı? Mürettip doğru dizer mi, musahhih güç metinler verdiğim için kızar mı? Muharrir olarak duraklar tökezler, yine de klâsik edebiyatımızın ebedî çiçeklerinden vaz geçemeyiz.”[354]

‘’

‘’Ey Sezâî, savm-ı hicr-i yâr ile nâgâm olans

Bir mekîn vaslile ahâr eder ol bayrâmını’’

Tercüme edeyim mi? Haydi edeyim, ya yeni Türkçecileri bana kim tercüme edecek? (Sevgiliden, ayrılık orucu ile isteğinden uzak düşen, âkıbet gök yüzünde yeni ay başlangıcı hilâli görür, bayram eder.)”[355]

“Genç kuşaklar anlasın diye işte gûya yeni deyimlere döktüm, lâf ola pâdişâhım bir lüle tütün… Bu güzel beyitlere dokunmaya gelmiyor. Kelimeleri terkipleri anlayarak ve aruz vezninde okumalı ki zevkine varılsın.”[356]

Yazar, bir eseri orijinalinden okumanın oluşturduğu hissiyâtın, tercümesinden okumanın verdiği duygudan çok daha derin olduğuna değinmekte; özellikle klasik edebiyat eserlerinin dokunmaya gelmediğini; kendi terkip ve vezninde okunması gerektiğini belirtmekte; klasik eserlerden tam anlamıyla hisse almak için, onları kendi dillerinden okumanın gerekliliğini Schopenhauer’den yaptığı alıntı ile ifade etmektedir.

“Zamanında, böyle eski yeni her dilden metin naklederken tercüme kokuyor diye Schopenhauer’e târizde bulunmuşlar; üstât küplere binmiş “Bütün Avrupa dillerini, ilaveten klasik dilleri

bilmeyen ne zoruna benim kitabımı okumaya yelteniyor?”

demiş.”[357]

Atasözleri

Yazar, kültürel mirasın sözlü aktarımlarından olan atasözlerinin, özlerinde ataların ruhunu da taşıdığını dile getirmektedir.

“Güzelliklerini rast gele yağma ettirmemek için sanki ortadan silinmiş, seçme saf gönüllere sığınıp gizlenmiş atalar yadigârı sözler. Can kulağıyla dinleyen, bu seslerin ötesinde çehreler görebilir. Öyle çehreler ki insan bakımına tâkat getiremez ve elleriyle yüzünü örter. Çünkü meydanda dalga dalga dolanan işte onlardır, tâ kendileri: Horasan erleri, Urumeli serverleri!”[358]

Çok Kültürlülük

“İki kıtanın bitiştiği yere sahip olmanın türlü medeniyetlerin curcuna beşiğinde durmadan sallanmanın icâblarını ne zaman yadırgadık ki?”[359]

Yazar, coğrâfi konum itibariyle farklı kültür ve medeniyetlerin birlikte yol aldığı bir iklim içinde olduğumuzu ifade etmekte, bu çeşitliliğin kimi zaman zenginlik, kimi zaman da sorun teşkil ettiğine değinmektedir.

“Türk rûhunun hem müşkülü, hem de müstesna mazhariyeti diyebileceğimiz husûsiyet, onun ne şarktan, ne de garptan vazgeçmemesidir.”[360]

Tarih

“Biz ilk tahsilimizi Osmanlılar zamanında yapmıştık. İşte öğretmenin sesi bugün gibi kulağımda çınlıyor. … Hocamız Osman Gâzi! derdi, Orhan Gâzi, Murad-ı Hüdâvendigâr derdi. Şimdi olduğu gibi soğuk bir bîgânelikle Birinci Murad demezdi.”[361]

Erol, tarihî değerlerin öğretiminde, özellikle ilk ve orta öğretimde, salt bilgi aktarımından ziyâde, bilgiye duygu boyutu da kazandırmak gerektiğini düşünmektedir.

Yeni nesillere vatan ve millet sevgisi değerini kazandırma noktasında, tarihimize, bir bilgi yığınından öte, atalarımızın ve kültürümüzün yaşantıları ve tecrübeleri gözüyle bakabilmek önem taşımaktadır.

“Ta Türkistan’dan kopup Anadolu’da soluğu alarak kılıcı hakkı bir vatan toprağı edinmiş olmanın sevincini, Domaniç yaylalarında Osman Gâzi’ye nöbet vurulurken, bayrağımızı genişleten zafer rüzgârını bugünün çocukları bilmem bizim gibi tanırlar mı?”[362]

Bayram

“Bayram ferdiyetçi görüşe göre, neşeli bir devre olmak şöyle dursun, angarya bile sayılabilir. Ferdiyetçi görüşe göre sevinç ısmarlama olamaz. Kumanda üzerine keyf sürmek mümkün değildir. Kişinin mutluluğu, takvim işaretine değil, kişisel yaşayışın büründüğü renge bağlıdır. Şüphesiz bayram daha ziyâde bir vazîfe herkesin katılmak zorunda olduğu bir törendir.”[363]

Yazar, ferdiyetçi görüşte kimi zaman angarya olarak görülse de, dînî ve kültürel değeri olan bayramın, toplumsal boyutta bir eğitim olduğundan bahsetmektedir.

“Ben bayramı sosyal terbiyenin bir zaferi olduğu için

372 severim.”

Erol, bayramların, dînî boyuttan ziyâde geleneklerle yoğrulmuş, toplumsal bir yarışa dönüşmesini eleştirmektedir.

“Herkesten herkese bir saygı ve sevgi hücûmu. Evet, hücûma benziyor bu bayramlaşmalar. Geleneklerde zinhâr gevşek davranmamak, aman kimseden geri kalmamak, toplumsal ilgilerin hesâbını sıkı görmek alanında bir yarışa benziyor.”[364]

Yazar, kalıpsallaşmış bayram geleneklerinin, şehir kültüründe, özellikle mesafelerin uzaklığı ve vasıtaların kısıtlı olmasından kaynaklanan sebeplerle zor yaşandığını belirtmektedir.

“Bu güzel geleneğimiz, eski görgüleri yeni şartlara sığdırabilmek güçlüğü cihetinden şehirliyi hayli sıkışık duruma düşürür. Kasabalarımızda bayram hâla bütün icapları ile kutlana gelmekte ise de şehirlerimizde bu icapları başarmak seneden seneye zorlaştı. Bir defa mesafeler..”[365]

Yazarın bayramlardan şikâyetçi olduğu konuların başında israf gelmekte; kaynağı din olan bir hâdisenin, dînin haram kıldığı isrâfın kaynağı haline dönüşmesinin önüne geçilmesi gerektiğini ifade etmektedir.

Dini bayramlarımızın kutlanış tarzı beni (acaba)larla yüklü çekimser bir tutumda görür. Ramazan Bayramında şeker, Kurban Bayramında et ziyankârlığı acaba önlenemez mi? Her sene bu uğurda israf edilen miktar, millî ekonomi bakımından daha rasyonel tasarruflara bağlanamaz mı?”[366]

Şehir Kültürü

Yazar, özellikle yaşadığı yer olan İstanbul’u anlatırken şehir kültürüne de atıf yapmaktadır. Öyle ki şehir kültüründe seyyar satıcı seslerinin bile ayrı bir güzellik taşıdığını ifade etmektedir.

“Bu satıcı sesleri İstanbul’un samîmîyet ve husûsiyet atmosferinde belli başlı yer tutar. Ezelî ebedî seslerdir. Sanırsanız yine çocukluğunuzdaki yoğurtçu, simitçi, dondurmacı geçiyor. Esnaf nesilleri arasında kuşaktan kuşağa hiç bulmadan mîras kalan bir nev’i müziktir bu. Zaman ona ilişmeye kıyamaz. Hâdiseler de onda iz bırakmaz. Harp olur, devrim olur; hükümetler, rejimler değişir. Ama yoğurtçu, tahin pekmezci, kağıt helvacı hep bildiğini okur ve hâl dili ile bize ne der ki; ne olursa olsun, kendi yurdunuz, kendi toprağınızda, kendi kökleriniz besisinde yaşıyor, gelişiyorsunuz.”[367]

Safiye Erol, İstanbul’da yaşayan insanların neden İstanbul’u bu kadar sevdiklerinin de açıklamasını yapmaktadır.

“Bunun burasına İstanbul demişler, yaşaması hem güç hem zevkli oluyor. Doğuyu batıyı, yetmiş iki milleti kucağında barındıran şehrimizde Amerikan modeli iş adamından, Avrupakâri centilmenden tutunuz, mağaza adamına kadar her

türlü insan tipi, bir o kadar da hayat tarzı vardır. Biz tevekkeli değil, en medenî gurbette bile sıkılırız, hep İstanbulu sayıklarız, bu ebedî Bâbili, bu şehir kılığındaki minyatür imparatorluğu.”377

Moda

Safiye Erol, modern dönemin bir getirisi olan moda takıntısının, insanın psikolojisinin zaaf noktalarını hedef alarak hareket ettiğini ifade etmektedir.

“Kitle psikolojisinin karanlık dip köşesinde gizlenmiş iç güdülerin bir takım çapraşık manevralarından doğmuşa benzer modalar. Âdetâ hamile kadınların aş yermesini hatırlatır mânâsız isteksizlikler, mânâsızdan da münasebetsiz istekler. Doktorlar bu kaprisleri yeni hayâtın ısrarlı gelişimi, kimyevî talepleri ile izâh etmeye çalışırlar. Dün gözde olanı bugün hor ve gülünç, bugün çirkin olanı yarın güzel göstermeyi başaran modanın asıl gizli yayları ve zenberekleri pek kolay ele gelemezse de zaman akımı içindeki gidiş gelişleri politik ve sosyal çerçevelerde belirtilebilir.”378

Yazar, özellikle modern dönemde, modanın tahakkümünün engellenemeyecek olduğundan bahsetmektedir.

“Her saltanat günün birinde çöker ille modanın elinden âsâyı, başından tâcı çekip alacak bir kuvvet tasavvur edemem. Zîra o her devirde her diyârda hüküm sürdü, dünyâ durdukça hüküm sürecek.”379

Erol, modanın varlığının kimi zaman anlamsız kalışını, modanın, kültürden kültüre geçişinde, geldiği kültüre göre uyarlanmaması durumu üzerinden işlemektedir.

“Artık sabrım tükendi, iskarpinlerimden ziyâdesiyle râhatsız oluyordum. Bu sivri burunlu, iğne topuklu iskarpinleri icâd eden bir İtalyan modacısıdır. Hayâlimde ona adam akıllı veriştirdim. ‘’Efendi, modayı çıkarırken bizim Selimiye sokaklarını hiç düşünmedin gâlibâ. Madamına giydir de hele bir 380

salınsın buralarda bakalım.’’”380

377

378

379

380

Erol, Erol, Erol, Erol,

s.356

s.505

s.506

s.358

 

2.5.                             Felsefî Değerler

Romancı kişiliği ve edebî eserleriyle tanınmış olsa da makalelerindeki felsefî vurgular, Erol’un düşünür kimliğini ifşâ etmektedir. Yazar, felsefe üzerine almış olduğu üniversite eğitiminin de etkisiyle olsa gerek, ele aldığı konuların genellikle felsefî arka planlarına da değinmektedir. Hem doğu hem batı dünyasını çok iyi tanıyan ve bilen Erol’un felsefî birikimi, iki medeniyetin zenginliğini barındırmaktadır.

Yazar, bir konuyu tamamen felsefi bakışla ele almaktan ziyade konuya, konumuna göre farklı açılardan bakarken felsefi arka plandan da yaklaşmaktadır. Erol’un daha çok düşünsel planda değindiği değerleri, felsefî değerler başlığı altında incelemeyi uygun bulduk.

Erol’un eserlerinde tespit ettiğimiz felsefî değerler şunlardır:

Akıl-Dehâ

Safiye Erol, insanlardaki idrâk kuvvetini ve bütün mânevî hâssaları, maddî dünyanın hâkimiyetinden kurtarıp, ortaya çıkaran gücün dehâ olduğunu ifade etmektedir.

“Ekseri gördüğümüz çehrelerin bayağılık ile damgalanmış olduğunu müşahede ediyoruz. Bunun sebebi insanlarda yaşamak hırsının, idrak kuvvetini ve bütün mânevî hâssaları kendi menfaâti uğrunda işletmesidir. Dehâ sahiplerinde ise idrâk kuvveti o derece fazla olur ki yaşamak hırsının tahakkümünden kendini kurtarır ve müstakil yaşar. Dehâ sahiplerinin çehresinde bu hırstan serâzat ve mücerret kuvvetin nûrunu seyrediyoruz. Aynı sebepten dehâ sahipleri bir tek âilenin çocukları gibi birbirlerine benzerler.”[368]

Yazar, dünyevî isteklerden kendini soyutlamayı başarmış dehâ sahiplerinin

ortak bir nur taşıdığını belirtmekte; Aristo’dan yaptığı alıntı ile de bütün dehâ sahiplerinin, maddî olanı öteleyip mânevîyat eksenli bir düşünce ve hayatın fâniliğinden hareketle melankolik olduklarına değinmektedir.

“Aristo diyor ki: “Omnes ingenios melancholicos esse” = “Bütün dehâ sahipleri melankolik olurlar.” İdrak kuvveti ne derece parlak olursa hayatın hiçliğini ve sefâletinin o nispette

tenvir edeceğinden dâhîlere mahsus olan bu mahzuniyetin sebebi kolaylıkla izâh edilebilir.”[369]

Erol, akıl ile dehânın farklı kuvvetler olduğunu, dâhi ile âkil adamı karşılaştırarak açıklamaktadır.

“Kıymet şöhrette değil, şöhreti mucip olan hassadadır. Dâhi ile âkil bir adam arasındaki fark: Âkil ve hakîm bir adam en nâfi gayeler ve bu gâyelere sevk edecek en müessir vasıtalar ile uğraşır, yani mânevî kuvvetlerini tabiî yolda, yaşamak hırsına hizmet yolunda işler. Romalılar’ın Gravitas tesmiye ettikleri 383

mâkul ve mazbut tefekkür tarzı budur.”[370]

Yazar, akîl insanla dâhi insan arasında, bu kişilerdeki nihâi hedefler ve hedeflere ulaşmadaki vasıtalar açısından fark olduğunu belirtmektedir. Erol’a göre akıl sahibi kişi, maddî hayâta, pratik yaşamı kolaylaştırma ve güzelleştirmeye, bir noktada şahsî çıkarlarına hizmet ederken, benliğinden ve dünyadan geçmiş dâhi, tefekkür âleminde ürün vermektedir.

“Dâhide ise idrak kuvveti fazlalığından, tabiî hudûdu aşar, her hangi bir motife kölelik etmeyi kabul etmez; o derece ki felaket dakikasında bile istiklâlini iddia ederek, mesela felâketi tevlit eden muhiti tetkîk ile meşgul olur. (şu dakikada Schiller’in bir sözünü hatırladım: "ölüm tehlikesi karşısında bile bir güzelliği görebilen, evet, ancak o, ben güzelliği idrak ettim, diyebilir") Makul bir adam nokta-i nazarından bu hal delilikten başka bir şey değildir. Zaten dehâ ile cinnetin kardeş olduğu çok defalar iddia edilmiştir. Faaliyetleri yüzünden büyük adamlar, tefekkür yüzünden büyük olanlardan daha mebzuldür. Çünkü: Âdi insanda idrak kuvveti pek cüz’i, fiil adamında hayat için lazım olduğu derecede, dâhide ise lüzûmundan fazla, taşkın bir şekilde mevcuttur. Dâhinin eserleri pratik değildir, pratik hayata hiç yardım etmez.”[371]

Erol, dâhiyâne eserlerin bir amaca mebnî olmadığını belirtirken, varoluşlarının da, insanların ferahlama vesilesi olduğunu ifade etmektedir.

382

383

384

“Beşeriyetin diğer eserleri hayatı idame ettirmek, kolaylaştırmak için vücuda getirilmiştir. Dâhiyane eserler bir maksada hizmet etmezler, kendi kendileri için yaşarlar. Biz de,

onlarla iştigal ettikçe gönlümüzün ferahladığını hissediyoruz, çünkü bize zavallılığımızı unuttururlar.”[372]

Erol, fayda ile güzelliğin ayrı makamlarda bulunduğunu belirtmenin akabinde dâhiyâne eserlerin pratik hayatla irtibatının olmaması üzerinden, bu eserlerin güzellik ve özelliklerine atıf yapmaktadır.

“Musiki olsun, felsefe, şiir, sanayi-i nefise olsun, bunlardan hiç birisi nafi bir şey değildir. Nâfi olmamak dâhiyâne eserlerin fârik-i alameti, asalet fermanıdır!”[373] “Güzel şey ile faydalı şey bir arada olamaz. Muhteşem ağaçların meyvesi yoktur. Meyve veren ağaçlar bücürdürler. En güzel binalar faydası olmayan 387

binalardır. Bir mabet ikametgâh olamaz.” [374]

Yazar, beşeriyete damgasını vurmuş büyük eserleri meydana getirenlerin, kendi benliğinden geçmiş dâhiler olduğunu ifade etmekte; dâhileri, şahsî menfaatten âzâde yaşayan büyük insanlar olarak tavsif etmektedir.

“Büyük eserleri ise ancak benliğinden geçmiş dâhîler yaratır.” [375] “Bir dâhi, kendini ve kendi menfaatini aramadığı için büyüktür. Buna mukabil her hangi bir şahsi gaye için gösterilen faaliyet küçüklüktür. Çünkü bu şekilde faal olan birisi kendini yalnız bir zerrecik olan şahsında arar ve bulur. Büyük bir insan ise kendini bütün mevcûdâtta görür “büyük dünya= makrokosmos” içinde yaşar. Bütün varlıkta yaşadığı için varlık onu alâkadar eder ve düşündürür. Dâhinin muhiti dünya, büyük bir muhit olduğu için dâhiye büyük denir. Deha kendi kendinin mükâfatıdır. Geçmiş zamanların büyüklerini düşünürken “O ne bahtiyar adam ki ona bugün bile hayran oluyoruz demeyiz. Deriz ki: “Ne bahtiyar imiş ki böyle bir rûha mâlik imiş ve bi’n-nefs bu ruhun zevkini tatmış. Biz bile asırlardan sonra, bu ruhun bekâsı birkaç 389 kırpıntıdan bu kadar lezzet alıyoruz.”[376]

Yazar, idrak kuvvetini ve mânevîyâtı, maddî hayata galebe edebilmiş dâhilerin sayıca az olduğuna değinmekte; bu sebeple inzivâ hayatı yaşadıklarını ileri sürmektedir.

385

386

387

388

389

390

“Dâhi ekseriyetle inzivada yaşar. Çünkü kendi cinsinden insana nadiren rast gelir. Diğerleri ise kendine hiç benzemedikleri için onlarla kafadar olamaz.”[377]

Erol, dâhinin, kendine mahsus istîdâtlarından birisinin, eserlerinin oluşum sürecinde, bütün hâssalarını ve kuvvetini bir noktaya çekebilme ve ortaya çıkarabilme gücü olduğunu ifade etmektedir.

“Her dâhiyane eser, mûcidinin bütün kuvvetini bir noktaya çekip toplamasıyla meydana gelir. Bu fevkaltabii dikkat tekessüfü dâhiye mahsus bir kabiliyettir.”[378]

Mistisizm-Rasyonalizm

Erol, insanda akıldan üstün bir özellik olamayacağını savunan rasyonalist felsefecilerce, akıl dışı sahada, bilinmeyen dünyasında faaliyet gösteren san’atın varlığının kabulünün, savundukları düşünceden yarı itiraf edilmiş bir dönüş niteliğinde olduğunu ifade etmektedir.

“Mistisizmi hastalık ve delilik diye kabul etmeyi ehven bulan bazı modern tabâbet mümessilleri, san’at fenomeni karşısında duraklamış, nihâyet san’atkâra has ayrı bir psikoloji tezi ile onun “akıllılara hitap etmesini, teshir, iknâ etmesini, ihlâs ve saâdet getirmesini başaran” velût neviden, üstün bir anormal olduğunda karar kılmışlardır. İnsanda akıldan ileri hâssalar olduğunu kabul eden mistiklerle, aklın son ve mukaddes temel olduğunu iddia eden rasyonalistler münâkaşası, bu noktada rasyonalistlerin yarı itirâf edilmiş bir ric’ati ile neticeleniyor demektir.”[379]

“Transandan düşmanlığının pîri ve mûcidi diyebileceğimiz Sokrat, meşhur Demon’u tarafından ömrü boyunca rüyâda ikaz edildiğini ve “Ey Sokrat gözünü aç, senin büyük bir ihmâlin, bir günahın var: Mûsikîyi unuttun!” tevbîhine uğradığını anlatır. Rasyonalizmin âlemdârı olan koca Sokrat sinsi bir şüpheye giriftâr olmuş gibidir. Ya akıldan üstün bir hikmet, ya akliyûnun hiçbir zaman ayak basamayacağı başka çeşit bir bilgi sahası varsa!”[380]

Erol, san’atın varlığının, katı akılcılığıyla tanınan Sokrat’ı dahi akıl ötesi alanın mevcudiyetini sorgulamaya ittiğine değinmektedir.

391

392

393

“Sokrat bu kadarcık olsun razı olmuştu. Teslim olmaktan imtina ettiği kudretin bir ulûhiyet olması ihtimalini sezmiş

gibiydi; teslim olmadı ise de hiç olmazsa sembolik bir reverans yaptı.”[381]

Yazar, felsefede mistisizmin etkinliğinin artmasının ve dogmatizme varan katı rasyonalizmin yumuşamasının Kant ile birlikte olduğunu belirtmektedir.

“Mistik görüş dâvâsının sarîh bir şekilde ortaya çıkması asıl Kant’tan sonradır. Zîra Kant Transcendentale Östhetik isimli eserinde, zaman ve mekân mevhumluğunu hiçbir itiraza imkân bırakmayacak tarzda ispat ederek dogmatizmi resmen yıktı, yerine metafizik bayrağını çekti.”[382] “Hegel gibi bazı müfrit muârızlardan sarfı nazâr edilirse şark mistisizminin bilhassa on dokuzuncu asır filozoflarını ilham altında tuttuğunu görürüz.”[383]

İlim

Yazar, ilimden, nur ve mânevî bereket olarak bahsetmektedir.

“Burada ilim nuru çağlayıp taşmış. O mânevî bereket taşa toprağa bile sinmiş gibi muhitte hürmetli sükût var.”[384]

Erol, ilmin nimetlerinin beşeriyetin ortak malı olduğunu belirtirken, ilmin sırrının ancak büyük insanlara, dehâ sahiplerine ait olduğunu ifade etmektedir.

“İlmin nimetleri eski zamanda olsun, şimdiki atom çağında olsun, cümle cihânın malı; fakat ilmin sırrı, yani kaynakları ve istihsal metotları, ancak zirve mütehassısların ve kademe kademe zirveye yaklaşanların imtiyâzıdır.”[385]

Yazar felsefenin tartışılan konularından biri olan din-ilim ilişkisine değinmekte; İslâm dünyasında dinin ve ilmin ayrı iki saha olarak teşkil etmediğini, ayrılığın din ve ilim adamlarının yöntemlerinde olduğunu ifade etmektedir.

394

395

396

397

398

“İslam dünyâsında din ve ilim diye iki ayrı ve alenî sahayı tarih kaydetmiyor. Esasen İslam devletlerinin teokratik bünyesinde böyle bir meydan savaşı kâbil olamazdı. Olsa olsa iki fırka mücadelesi “Ulemâ-yı Rüsum” dediğimiz skolastik

bilginlerle “İlm-i Ledün” taraflısı ehl-i tasavvuf arasında 399

geçmiştir.”

Aşk

Safiye Erol, tasavvufa yönelişinden sonra, yazılarında aşk kavramına sıkça değinmektedir. Aşk kavramıyla, ilâhî aşk ya da mânevî aşka işâret eden yazar, aşkın tarifinin mümkün olmadığını İbrâhim Hakkı’dan yaptığı alıntı ile belirtmektedir.

“Son sözü yine İbrâhim Hakkı (k. s.) söylesin:

“Aşk eğer kıyamete kadar tarif edilse, yüz kıyamet geçer, bahis tamam olmaz.” “[386]

Erol, aşkın hakîkatinden bahsetmenin imkânsız olduğunu, aşkın, tecrübe edildiğinde dahî tam olarak idrâk edilemediğini ifade etmektedir.

“Öyle bir gizli ve kutlu maya ki biz onu kendi kendimizden bile kıskanırız. Şimşek gibi çakıp geçen yalıncı sürekli olsa zaten dayanamayız. Onu Kaf Dağı’nın tepesine saklamışız sanki, rast gele el atamayız, sarp yamaçlarda ömür törpülemek gerekir, Hakk’tan inâyet olmazsa yine ulaşılmaz. Onu anlatmaya kalkmak atomla oynamak gibi tehlikeli görünür bana. Tezâhürlerinden söz açalım, başka çıkar yol yok. Aşkın terbiye edici kudretini seyredelim.”[387]

Âşıklık hâllerinin sürekli olmasının, insan için dayanılmaz bir durum arz ettiğine değinen yazar, “şimşek gibi çakıp geçen” ifadesiyle, tasavvûfi aşk hâllerine işaret etmektedir. Aşkı anlatmanın ancak aşkın tezâhürleri üzerinden mümkün olduğunu belirten Erol, bu tezâhürlerin, aşkın terbiye edici boyutunu yansıttığını düşünmektedir.

“Aşk, başı sonu olmayan Kerem kaynağıdır, verir verir yağdırır, gark eder; toprak mahsûlü bir bîçare ölümlüyü Tanrı makbûlü bir ölümsüz haline getirir. İlle ve lakin aşkın ikiliğe, kaçakçılığa, parantezler açılmasına, şarta şurta tahammülü yoktur.”[388] “Aşk dünyâdaki tertiplerin en üstünüdür. Her sarsıntıya dayanabilir belki, bir diğer terkiple karşısına çıkılmasına asla!..”[389]

Erol’a göre aşk, topraktan yaratılmış insanı, Allah’ın râzı olduğu kul sıfatına yükselten bir iklimdir. Fâni dünya hayatının ferdi olan insanın, ruhunu olgunlaştırarak, onu ebedî âlemin sonsuz boyutuna taşıyan aşk, terbiye sistemlerinin en üstünüdür. Aşkın insanı bu derece etkilemesinin ardında, aşkın hallerinin, aşkı tecrübe eden kişide bıraktığı tesirle içselleştirilmesi yatmaktadır.

“Aşkta maddî birleşme olsun mu olmasın mı? İster olsun ister olmasın aşkın mukadder seyrini değiştirmez. Aşk, doğum ve ölüm gibi bir âlemden diğer âleme geçiş, mâhiyeti bilinmez bir metamorfoz, yaratıcı kuvvetin bizce meçhul bir gâye uğruna giriştiği meçhul bir tasarruftur. Aşk, bâkir ve ergin ruhların, beneksiz kristal gibi billûrlaşmış vücutların imtiyâzıdır.” [390]

Yazar, aşk ikliminin her insan tarafından solunabilecek bir hava olmadığını düşünmektedir. Aşk, hedeflenerek, çalışarak ulaşılan bir nokta değil, Allah’ın bazı kullarına sunduğu ikram, aşkın âlemden bahşettiği bir ihsândır.

“Aşk kesbî değildir, ihsânidir, yâni Yaradan’ın yaratığa yüce keremidir. Özenmekle olmaz. Dünyâları ver, canını ver, âşık olamazsın. Aşk dilediği gibi gelir, dilediği gibi gider. Onun her değerden artık değerini, ulu şânını bilmeli, radyo aktivitesinde kat kat canlarla özenerek olgunluk çığırına yol bulmalı.”[391]

Safiye Erol, aşkın sürekli değil, süreli olduğunu; bu sebeple aşk hâllerini tecrübe etmiş kısmetli kişilerin, ilâhi âleme ulaşmada temel basamak olan ruh olgunluğunu sağlama noktasında, tecrübelerinden faydalanabildikleri kadar faydalanmaları gerektiğini vurgulamaktadır.

“Ben derim ki aşka düşenin dudak değdirdiği mestlik Şarâb­ı Kevser’in tâ kendisi bir dolu bâdedir. Bunun kadrini bilen, edepten seviyeden aşağı tekerlenmeyen için ölümsüzlük diyarına bir kılavuzdur. Ne yazık ki böyle bir tanrısal armağanın şükrânını yerine getirmekte nankör ve kısır davranırız. Kevseri bir hamlede sömürür, neşveler tavsayınca küçüklüklere, hasisliklere kaymaya başlarız. Kıskançlık şahlanır, gurur taş put kesilir, tahakküm isteği kırbaç gibi şaklar.”[392]

Erol, aşkın, ölümsüzlük diyarına uzanan bir yol olsa da, kimi zaman da bu nimete uzanabilmiş fakat kadrini bilememiş kişi için aşağılara kayma sebebi olabileceği noktasına dikkat çekmektedir. Aşkın, kişiye çalışmasının veya üstün olmasının bir karşılığı olarak değil, Yaradan’ın kendi katından ikrâmı olarak verildiğini, bu sebepten âşık sıfatını elde eden kişinin bu hâlinin, kişi için gururlanma vesilesi olmasının, ilâhi âlemle kurulacak irtibatı zedeleyebileceğini ifade etmektedir.

Yazar, Allah’ın bir ihsan olarak bazı kullarına verdiği aşkı tecrübe eden âşıklara şükretme, dua etme ve ettiği dua üzere yaşamaya çalışmayı tavsiye etmektedir.

“Âşıklara, aşkın doğuşunu yaşadıkları o tanrısal günlerde evvelâ Cenab-ı Hakk’a şükür, sonra bir adak yaraşır: “Güzel Allahım… Bana kendimi unutturma. Seni şimdi sevdiğim gibi ömrüm boyunca seveyim. Bana şu dakîkada verdiğin canlılığı, hızı hep muhâfaza edeyim. Hayâtım dâimâ daha iyi, daha yararlı, daha güzel olmaya çalışmakla geçsin. Arzularımın esîri olmayayım, emiri olayım. Dünyâmın paraziti olmayayım, faydalı ve ardınca hoş sadâ bırakan bir misâfiri olayım.” İlk sarhoşluk sırasında o Kevser şarâbını limonata içer gibi müsrifçe ve sersemce tepemize dikmesek sâhiden bir adakta bulunmak ve adağa sâdık kalma riâyetini göstersek yaşayışımız ne eşsiz bir seviye kazanırdı.”[393]

Kendi dilinden olan bu duada yazar, Allah aşkının, insan ruhunu terbiye edici boyutunun işaretlerini göstermekte; âşık kişinin, iyi, faydalı olmak, nefsine hâkim olmak, sorumluluk duymak gibi değerleri içselleştirmesini, kişinin Allah’a ulaşma yolunda basamaklar olarak ifade etmektedir.

Mitoloji-Esatir

Safiye Erol, Yunan felsefesinin temeli olan Yunan mitolojisinin çıkış noktasının, kader inancının büyüklüğü karşısında, insanların, hayal güçleriyle kendilerine yardımcı kuvvet üretmeleri olduğunu ifade etmektedir.

“Esasen bir bakışa göre Yunan esatiri, Yunan milletinin fıtratında gizli olan bu tevzin ve tenasüp ihtiyacından doğmuştur. Yunanlı evvelâ kadere inanır, sonra kendi aczine bakmış, bu kadar amansız kör bir kuvvetin, bu derece zayıf ve biçare bir

hedefe mâtuf olmasını akl-ı selimi (yoksa zevk-i selimi mi diyelim) kabul etmemiş; bu mantıksızlığı, tenasüpsüzlüğü, çirkinliği gidermek, kaderle fert arasındaki korkunç boşluğu doldurmak için muhayyilesini imdada çağırmış ve esâtîri 408

yaratmıştır.”

Yazar, Yunan mitolojisindeki sembolik anlatımlarda, ulûhiyet kavramının, diğer tüm değerlerin üzerinde olarak işlendiğinden bahsetmektedir.

“Odise’yi okurken bir facia destanı okuyoruz, fakat bu facia sükunet ve ferahlıkla duble edilmiştir. Kahraman meşakkat çeker, mihnet görür ve ölür. Fakat bu kahramanla teve’ün demek olan ulûhiyet, ıstırabın ve ölümün fevkindedir. Yani biz bir yandan fani kahramanın sükûtunu ve ölümünü müşâhede ederken, aynı zamanda onun lâyemut prensibi olan ilahın Olimp’te kaygusuz ve muzaffer deymumetini temaşa ederiz. İnsanların en zekisi olan Odise ihtiyarlar, fakat zekâyı temsil eden Athene ihtiyarlamaz. Güzel Helen er geç ölür, fakat güzelliğin sembolü Afrodit daima bâki kalacaktır.”[394]

Zaman

Safiye Erol, zamanı, zamanın değerine vurgu yaparak ele almakta; her ânın tek; tekrarı olmayan bir ihsan olduğunu belirterek, vaktin kıymetini bilmek gerektiğini ifade etmektedir.

“Zahmetli de olsa, lezzetli de olsa her dem, tekerrürü olmayan bir başka ihsandır. Biz bu demleri su gibi, hava gibi heder etmekteyiz.”[395]

Erol, Rabindranath Tagore’un “İğreti misâfirleri selâmetle yolcu et ve arkalarından ayak seslerini süpür, bastıkları yer artık seçilmiş olsun” dizeleriyle başlayan şiirinin son beyitine atıf yaparak, geçmişin üzüntüsü ve geleceğin kaygısını yaşamadan, ânın kıymetini bilmenin ve ânlardan oluşan zamanı değerlendirmenin gerekliliğini ifade etmektedir.

408

409

410

“Gün bu gün… saat bu saat, dem bu dem…” düstûrumuzu hatırlatan bir makâmdan terennüm eder. “Sazını çaldığı zaman

geçmişi geleceği düşünme, ancak içinde yaşadığın şu canlı dakîkanın âhenkleri duyulsun…”[396]

Yazar, zamanın taşıdığı güzellikleri, görmesini ve faydalanmasını bilen herkese sunduğunu belirtmektedir.

“İnkâr edilemez, içinde yaşadığımız “ân” eğer biz onu ille ziyan etme yoluna gitmezsek bize güzellik ışığında görünmekte gecikmez.”[397]

Değişim

Yazar, insan hayatında değişimin hep var olduğunu; insan için hiçbir demin, hiçbir iklimin kalıcı olmadığını, beşeriyetin sürekli bir seyir halinde bulunduğunu ifade etmektedir.

“Bir kararda bir Allah. Bizim karar ve istikrâr dediğimiz hep iğreti duraklardır, hakîkâtte biz insanlar kona göçe seyrederiz. Konup da kalmak kısmetimiz olsaydı Âdem babamızla Havva anamız ne yapıp edip ille de kendilerini cennetten sürgün ettirmenin yolunu bulmazlardı.”[398]

Yazar, insanın değişimle malûl bir varlık olduğunu hatırlatırken sürekli değişimin yalnızca beşer nev’ine hâs bir durum olmadığını, kâinatın da sürekli deverân ederek değişimden pay aldığındı dile getirmektedir.

“Doğrusu düşünülürse, hayatta devamlı bir göç içindeyiz, ama farkına varmayız. Bilinemez nasıl bir câzibe veya hasret veya aşk akımı ile bir meçhûlden bir meçhûle fırıl fırıl dönerek uçan kâinatta insan mucizeye eriyor, yani kendi kendini ve dünyâsını görüyor, biliyor. Haydi felsefe çıkmazına sapmayalım. Dünyânın en isabetli tarifini masal tekerlemesi verir: Bir varmış bir yokmuş.”[399]

Erol, varlık ve yokluk arasında, sürekli değişim esasıyla yaşayan insanın, her duruma, her konuma karşı hazırlıklı olması gerektiğini hatırlatmaktadır.

“İnsan, hayat ölçülerini kâh yaymayı kah daraltmayı, her halde esnek tutmayı öğrenmeliymiş. Beşer kanunu devamlı bir istikrara müsaade vermiyor.”[400]

Yazar, alışkanlık kazanıp farkına bile varmadığımız değişimlere işaret ederek değişimin insan hayatı içre olduğunu vurgulamakta; değişimin kimi zaman zor gelse de, yeniliğin getireceği ferahlık ümidiyle sabrederek, değişim sürecini olumlu karşılamayı tavsiye etmektedir.

“Zaten iki göç bir yangın yerine geçermiş. Bir terkip bozuluyor dayanmak gerek, yeni bir terkip kuruluyor başarmak gerek.”[401]

“Zaten bu mübarek şehirde hepimiz değişik havalara şerbetli değil miyiz? Lodostan poyraza, poyrazdan lodosa bir gün içinde kaç iklim geçtiğimiz olur. Geceleri çek yorganı at yorganı, 417

bir yanıp bir donduğumuzu unuttuk mu?”[402]

Modernizm

Yazar, değişimin, hayatın kaçınılmaz ve doğal süreci olduğunu kabul etmenin yanında, modern dönemde bu sürecin çok hızlı bir şekilde yaşanmasının, insanların özellikle mânevî dünyalarında sarsıntıya yol açtığını ifade etmektedir.

“İnsan insanın hâlinden anlamalı, bazı terslikleri hoş görmeli ama her şeyin fazlası fazla. Galiba makine devri yurdumuzda kabuğu deldi, öze işlemeye başladı, mizâcımız sarsıntı geçiriyor. Makine kendi millî kreasyonumuz olsaydı belki bu kadar bocalamazdık. Hâlbuki başka iklim malıdır. Demek iki türlü yadırganıyor.”[403]

Safiye Erol, değişimin toplumun kültürel motiflerine uygun düzlemde ilerlemesiyle doğal ve faydalı olacağını, farklı kültür mâmüllerinin, toplumun kültür dokusuna uyarlanmadan topluma zerk edilmesinin olumsuz neticelere yol açacağını düşünmektedir.

Şimdi artık ipin ucu bizde değil; rahat, istiklâlini îlân etti.

Araçlar araçları, makineler makineleri doğuruyor. Biz kendimiz

de o derecede robotlaştık ki ara sıra rûhumuzu sebepsiz özlemlerle gevşeten, muhayyilemizi adı, sanır, sınırı bilinmez yönlere kaydıran bir gariplik, bir yanmışlık olmasa durumun farkına bile varamayız. Bir yandan kazandığımızı öte yandan kaybetmek, hayâtı yine hayât bedeli ile ödemek ve ne yaparsak yapalım aslında çok basit ve değişmez bir kadere sâhip olmak sezgisidir ki bizi hüzünle karışık bir ümitsiz iştiyâk seline atar. İlk mûsıkî bu yetimlik acısından doğmuş olabilir.”[404]

Erol, modern devirdeki makineleşmenin, insanın günlük hayatını rahatlatmış gibi görünse de his dünyasını sığlaştırdığını, bir yandan kazanç sağlarken, diğer taraftan kayıplara sebep olduğunu belirtmektedir.

“His hayâtımız çok arka planlara atılmış değil mi, yoksa ben mi yanılıyorum? Modern insanın his hayâtı günden güne dumûra uğrayarak, bir gizli atavizm gibi ört bas edilerek, utana sıkıla birkaç lâhzaya sıkıştırılan kaçamak bir ömür çeşnisi haline gelmedi mi? Modern insanın, çok partili iç parlemantosunda kalbe kürsüde söz verilmez, kazârâ verilse bile kulak verilmez. Rûha gelince farkında mısınız ne silik bir kavram olmaya başladı…”[405]

Yazar, makineleşme neticesinde araçlardaki çeşitliliğin, bunları kullanmanın ve yönetmenin, insan için kimi zaman içinden çıkılamaz bir hâl aldığını ifade etmektedir.

“Evde şöyle bir etrafa bakınayım dedim. Bardak, çukur tutulmuş avucum; tabak, yayvan tutulmuş avucumdu. Çatal bıçakla tırnaklarımı parmaklarımı gördüm. Koltuğu annemin kucağına, telefonu babamın kumanda sesine benzettim. Orta halli modern bir evde bulunan araçları düşündüm, gördüm ki işin içinden çıkılır gibi değil.”[406]

Erol, modern zamandaki çeşitliliğinin ve gürültünün, her ne kadar insanın işini kolaylaştırmış gibi görünse de esasında, zaman mefhûmunu ve zaman yönetimini 422

unutturan bir yük halini aldığından dem vurmaktadır.[407]

Yaşadığı dönem itibariyle modernizmden bu kadar şikâyetçi olan yazarın, ileri görüşlülüğü ve tespitlerinin doğruluğu, “post modern” ifadesiyle tanımlanan günümüzde daha net ortaya çıkmaktadır. Yazarın bir makalesinde dile getirdiği geçmişe

özlem, günümüz insanı için özlemden öte tahayyül sınırlarını zorlayacakları bir tasvir hâlini almıştır.

“Bir sahilsarayım olsa, rıhtıma saltanat kayığı yanaşsa, ben de cam göbeği feraceme bürünüp, tül yaşmak altında inciler elmaslarla güneş gibi çakarak harem ağaları, nedimeler, muhafızlar, etrafımı almış öyle bir debdebeyle köşeme kurulsam fena olmaz mı?”[408]

Eşya

Safiye Erol, eşyaya, hayatî özellikler taşıyan unsurlar olarak bakmaktadır. Cansız varlıkların kimi zaman insan ruhundan etkilenen, insana göre şekillenen boyutu olduğunu ifade etmektedir.

“Çalar saatin akrep ve yelkovanı üst üste düşünce bâzı zaman işlemeden kalır. Amma niçin takılmaz takılmaz da günün birinde takılıverir, hikmetinden sual olmuyor. Benim çıngıraklı küçük saatim kezâ keyif sâhibidir. Canı ister durur, yüzü koyun yatırırım işlemeye başlar. Petrol sobamız müstakil bir fasıl. Dedim ya… Her birinin bir huycağızı var, teknikle alâkalı olmayan cemâdat kaprisi. Eşya kullanan insan bunları bilmeli, sırası gelince cansızın bile nabzına göre şerbet sunmalıdır ki hayatının nizam ve huzurunu sağlama bağlasın.”[409]

Yazar, yeri geldiğinde cansız varlıkların ritmine uygun davranmanın, hayatında muvâzene ve ahengi yakalama noktasında, insana düşen vazîfelerden biri olduğunu ifade etmektedir.

Kader

Yazar, kadere karşı insanların, içinden çıkamadıkları noktada işi Allah’a havale edip, sorumluluklarını öteleyip rahatlamak gibi yanlış bir yaklaşım içinde olduklarını ifade etmektedir.

“Olayların gerekçesini anlayamadığımız, bilimle çözemediğimiz zaman, “kaza ve kader” tekerlemesiyle avunmaya, kendi gücümüzle içinden çıkamadığımız davaları Yaradan’a

ısmarlayıp cisme cana akla ziyan getirmemek için bir kenara çekilmeye çalışırız.”[410]

Erol, kadere bu çerçeveden bakmanın, insan tecrübelerinin bir neticesi olduğuna dikkat çekmekte, liyâkat, sorumluluk, özveri gibi vasıfların tümünü ihâta eden çalışmaların dahi kimi zaman aleyhte sonuçlanmasının, kader karşısında insan fiillerinin konumunun ve varlıklardaki izâfiyetin tecellisi olduğuna değinmektedir.

“Bazı hâdiseler karşısında kuvvet, irâde, tedbir her şey iflas edince imkânsızlıklar çemberi içinde yapacak tek bir iş kalır: Felek değişmez insan kendi değişir. Daha doğrusu poz değiştirir. Mademki bütün liyâkate rağmen olup biten işler hep aleyhte tecellî ediyor, ortada bir hesap yanlışlığı var demektir. Kişinin istekleri, amaçları hayatın bütünü içinde ancak bir ilmik olduğuna göre hatayı bir rü’yet noksanında, yani şahsın kendi emelini hatta en meşrû gayesini kovalarken örgünün içindeki ilmik hüviyetini kaybetmesinde aramak lazım. Şüphesiz herkes kendi değerinden haberi olmak, ona göre çalışmak ve sorumluluk almak gerek. Şu şartla ki, varlıkların izâfi olduğu hakikati daima göz önünde bulunsun.”[411]

Safiye Erol, Allah’ın külli iradesi karşısında, “cüz’i irade” olarak isimlendirilen insan iradesinin konumuna ve derecesine, sıkıntılı süreçler tecrübe etmiş bir dostunun konu ile ilgili ifadeleri üzerinden değinmektedir.

“ Geçende bir dostumla bu ‘’yaşamak’’ konusuna dolandık, sanki pek lâzımmış gibi irâde bahsine geldik dayandık, cüz’i irâde var mıdır, yok mudur. İslâm düşüncesinin ezeli problemi. Dostum hiç beklenmedik buhranlara uğramış bir insandı. Alnını avuçladı, öne arkaya bir iki salladı ve dedi ki, ‘’O irâde-i cüz’iyyeyi sen ez ez de suyunu iç!’’ Bana pek dokundu, dilim tutuldu âdetâ…”[412]

Yazar, insanın yaşadıkların, düşüncelerinin ve eylemlerinin neticesi olduğunu düşünmekte lâkin, kader ve insan iradesini tartıya koyduğunda, dengenin ne tarafa doğru kayacağı noktasında kesin bir fikir edinemediğini ifade etmektedir.

“Gürbüz ormanlar rahmeti çeker, yıldırım kapan yıldırımı çeker. İyimser ve girgin tutum bir çeşit kısmetin, kötümser ve çekingen tutum bir başka çeşit kaderin planını çizer. Bu rengârenk duruşlar, davranışlar, aşırı veya ölçülü gidişler, sonra netîcede ele

geçenle elden gidenin tartı dengesi… İnsanı uzun uzun düşündürür.”[413]

Fânilik

Yazar, dünya hayatının geçici ve sonlu olmasını, Somerset Maugham’dan aktardığı somut bir örnekle zihinlerde canlandırmaktadır.

“Somerset Maugham’ın bir sözünü düşünüyorum: “Hayâtın faniliğini kolayca anlamak isteyen, eski gazeteleri okusun yeter. Yeri yerinden oynatmış sansasyonlar bakın bugün birer silik gölge gibi kalmış.’’”[414]

Erol, Goethe’den yaptığı alıntıyla, insan portlerinin de dünya hayatının geçici olduğunu fısıldayan bir fânilik sembolü olduğunu ifade etmektedir.

“Size garip bir duygumu itiraf edeyim, tuhafınıza gidecekse de… Portrelere karşı bir tepki var bende. Sanki bana sessiz sedâsız sitemde bulunuyorlar. Bizden kopmuş, uzaklaşmış bir şeyi temsil ediyor ve yaşanmakta olan “an”ın hakkını vermemenin ne kadar güç olduğunu bana hatırlatıyorlar.”[415]

Yazar, özellikle Şark medeniyetinde, yeryüzünün nizâmı için çalışmış, büyük işler başarmış devlet yöneticilerinin çoğundaki genel karakteristik özelliğin, fânilik şuuru ve ölüm düşüncesi olduğunu ifade etmektedir.

“Eserini tamamlamış veya tamama yakın getirmiş devletli kendi kendine mukadder bir sual sorar. Ya bundan sonra, der. Bundan sonrası yoktur. Ölüme sıra gelmiştir. Bir hayâl kırıklığı, bir hüsran dakîkasıdır ki, kimi dînin, felsefenin, kimi mûsikî veya şiirin kurtarıcı iklîmine can atar. En yüksek emelleri en tâze kuvvetleriyle ömrü geçici bir hayâl, yani dünyâ uğruna tüketmiş olmanın pişmanlığı saltanata şifasız bir yara açmıştır.”[416]

Erol, sadece geçici dünya nimetleri için geçirilmiş bir ömrün pişmanlığının başladığı noktada, din, felsefe, mûsiki ve şiirin kişiye sığınacak bir liman olduğundan bahsetmektedir. Kişi, bu vasıtaların arındırıcı, diriltici seslerinin vesilesiyle mânevîyat aynasına bırakacağı akislerle gönüllerde bâki kalacaktır.

Safiye Erol, “Bu dünyâda yıkılmayacak bina, çökmeyecek çatı yoktur, bakî kalan ancak azizlerin ruhlarına sinmiş şeklidir.”[417] beyitindeki mananın farkında olarak fâni olduğunu bile bile dünya hayatının sürdürebilmesi için çalışmayı, geçici olduğu bilindiği halde kıştan sonra baharın dört gözle beklenmesine benzetmektedir. Bahar gelip geçecektir, yine de onun taşıdığı güzellikler özlenir, dilenir, beklenir. Dünya hayatında yaşamın sürdürebilmesi için yeteri kadar çalışma ve dünya nimetlerinden ölçülü olarak istifâde etme de insan fıtratına yerleştirilmiş bir özelliktir.

“Bütün bu romantizm, ölümlülük damgasını taşıdığını bildiğimiz halde sûret câzibesine olan bu düşkünlüğümüz elbet bir işe yarıyor ki serap kovalamadan aslâ vazgeçmiyoruz. Gerçekleşmesini görmek için çırpındığımız hayâller bize yeni hayât hamleleri kazandırıyor. Böyle olmasa istekleri, özlemleri aşırı derecede şımartmazdık. Çünkü pek pahalı şeylerdir ve biz insanlar yaşama ekonomisinde gizliden gizliye hayli hesabını bilir yaratıklarız. Hayâller niçin pahalıdır, bedelleri nedir?”[418]

Rûh

Yazar, modern dönemde ruh kavramının, onun aracılığıyla felsefesini yürütmeye çalışan cenahlar tarafından yıpratılarak, iç dinamizmini yitirdiğini düşünmektedir.

“Rûha gelince farkında mısınız ne silik bir kavram olmaya başladı… Zaten âhım şâhım bir endâmı yoktu; onu din adamları, mistikler, spiritistler, ispirtizmacılar, şâirler, psikoloji bilginleri, psikoloji san’atkârları çekiştire çekiştire paraladılar, hepsinin elinde birer lokması kaldı. Demek kalbimizle yaşayamadığımız gibi rûhumuzla da yaşayamıyoruz.”[419]

Siyaset

Safiye Erol, bir dönem aktif siyasetle meşgul olmasına rağmen, makalelerinde günlük siyaseti pek fazla konu edinmemiştir. Yazar, nadir de olsa, genellikle geçmiş dönemler üzerinden siyasî konulara değinmektedir.

Erol, tarafgirliğin, ait olduğu tarafı yüceltirken karşı tarafı küçük görme olgusunun, bir bakıma asabiyet duygusunun hâkikatin zamanında anlaşılmasına bir engel teşkil ettiğini belirtmekte, özellikle siyasî liderlerin, yaşadıkları dönemde tam olarak anlaşılamamasını bu duruma bağlamaktadır.

“Geçmiş hükümdârların, maddî veya mânevî liderlerin millî bünye içinde nasıl yer ettikleri, iş ve tepki bıraktıkları, onların yaşadıkları zamanda gereği gibi belli olmaz. Çünkü taraf tutanlar, bir devlet ve hükümet reisinin çehresini göklere çıkarırken aleyhte olanlar yerin dibine geçirirler ve bu çekişme sırasında vuzuhla bir sîmâ belirmesine imkân kalmaz.”[420]

Yazar, Osmanlı padişahlardan Üçüncü Selim’in şahsı üzerinden, devlet yöneticiliğinde, güzel fazîletlerde bile denge üzere olabilmenin ehemmiyetinden bahsetmektedir.

“Selimiye Kışlası’na bakarken, devletleri idâre etmenin ne çetin hem ne nâzik bir iş olduğunu, idâre edenin ideal bir dengeden asla ayrılmaması lâzım geldiğini, hatta güzel fazîletler tarafına bile kayarsa ayağı sürçeceğini gördüm.”[421]

Demokrasi

Erol, demokrasinin, körü körüne taraf tutup, karşı tarafa hücum etmek değil, tarafların çatıştığı noktalardan çıkacak enerjiyle dengeye ulaşıp, gelişimi sağlamak olduğunu ifade etmektedir.

“Demokrasinin ancak millî birliğin sarsılmaz ve ebedî çerçevesi içinde çeşitli ilkeleri çarpıştırarak ideal dengeyi aramak ve takâmüle gitmek olduğu lâyıkıyle anlaşılamadı.”[422]

Yazar, demokrasinin kimi zaman sınırsız özgürlük olarak algılanmasının bazı toplumsal değerlerde zedelenmeye yol açmasından hoşnut olmadığını ifade etmektedir.

Zamanımız demokrasi devridir, sembollere saygı yoktur.

Bismark’ın adını balık salamurasına kullandılar, Atatürk’ün resmini kibrit kutusu kılıflarında gördüm.”[423]

Nazariyecilik

Yazar, kuralların, ilkelerin pratiğe dökülmediği ve teorilerin hayata aktarılmadığı sürece anlam kaybına uğradığını, Sokrat’ın nazariyeciliğine yaptığı bir eleştiri ile belirtmekte; düşünce planında üretilenlerin uygulamaya geçirilebildiğinde kıymetlendiğini ifade etmektedir.

“Stop. İnsan yoruluyor, değişiklik arıyor, fanteziye hayâta hasret çekiyor. Nazariyecilik iyi hoş, ille ve lâkin dâimî olmak şartıyle. Nazariyecilerin dehâsı Sokrat’ın rûhunu küstürmek pahasına söyleyeceğim: Karısı Ksentip’in adını çok haksız yere şirrete çıkarmıştır. Zavallı Ksentip ne yapsındı? Hazretin gözü ne karı görüyor ne çocuk? Bunlar aç mıdır, çıplak mı? Soğuklarda ocağa atacak bir kütük bulurlar mı, yoksa garip hatırları alınmak, fukaracık başları şöyle bir okşanmak ister mi? Kimin umrunda. Hazretin alışverişi, Tanrılar, yenilerleydi. İnsanlar onun ancak felsefe nazariyelerini anlamak ve görüşmek şartıyle Sokrat’a arkadaşlık edebilirdi. Eflâtun, Ksefenon, Feton, Yaton, Alkibiyat, Kriton ve daha başka ruhbanlar şarap testilerini dizip günlerce, gecelerce felsefe hikmet sohbetleri sürmeye doyamazlardı. Îsâ’dan evvel 400. yılda Atina hükümeti tarafından ölüme mahkûm edilince Sokrat yine dostlarını etrafına toplamış, zindancının getirdiği zehir kadehini elinde tutarak ruhunun ölümsüzlüğünü anlatmaya koyulmuştu ki, Ksentip’le çocukları ‘’Babamız. Bizi öksüz bırakıp nerelere gidiyorsun?’’ feryatları ile hapishaneye doluvermişlerdi. Kendi fikir sisteminin en parlak mizansenine hazırlandığı sırada bu gülünç baskın Sokrat’ın hiç hoşuna gitmedi. ‘’Bütün ömrümü süflî dırdırınızla bulandırdınız, ölümün asâletini de mi paçavra etmek istiyorsunuz? Çekilin karşımdan’’ dedi, onları koğdu. Sokrat insanlara doğru düşünmeyi, ölümden korkmamayı öğretti, büyük eser! Ne olurdu biraz da yaşamayı öğretseydi. Yaşamak, ama şöyle hakkıyle yaşamak da doğru düşünmek ve korkusuz ölmek derecesinde bir marifet olsa gerek.”[424]

Rüya

Erol, akıl ve mantık ekseninden, dolayısıyla değerler sisteminden uzak bir ruh faaliyeti olan rüyada yaşanılan sınırsızlığın, bilinç kazandığı anda insanı kimi zaman rahatsız ettiğinden bahsetmektedir.

“Rü’ya, irâde baskısından kurtulmuş psişik faaliyetlerden biridir. Ne akıl, ne mantık tanır, ne de değerler sistemine bağlanır. İnsanın mantık, ahlâk, estetik ölçülerini hep birden tatmin edici bir rüya görebilmesi her halde mûcize sayılmalıdır.”[425]

2.6.                              Estetik Değerler

Safiye Erol’un, kullandığı estetik unsurlar, düşünce yazılarının dikkat çeken taraflarındandır. Bu hususta yazarın derin estetik birikimini, edebî ustalığı ve dili çok iyi kullanma becerisiyle kaleme aksettirişi etkili olmaktadır. Erol’un makaleleri, salt bilgi içeren metinler olmaktan çok, bilgilenme ve öğrenmenin yanında, okuyanın duygu dünyasını harekete geçiren, hissiyâtını derinden etkileyen yazılar olma niteliğindedir.

Yazar, estetik unsurlarla zenginleştirdiği yazılarında estetik değerlerden de bahsetmektedir. Edebiyatçı oluşu ve sanatla hemhâl olması vesilesiyle Erol’un zihninde ve kalbinde güzellik ve estetik kavramlarının etkisi, yazarın dünyaya bakış açısında gözlemlenmektedir.

“ Güzel üzerine düşünme, onun ne olduğunu açıklama” olarak tanımlanan estetik kavramı, Erol’un özellikle tasvir ağırlıklı yazılarında karşımıza çıkmaktadır. Yazar, Bursa Bahçeleri isimli makalesinde Bursa’yı estetik bir bakış açısıyla tasvir etmektedir.

“Ben Bursa’yı lirik cepheden gördüm ve zevkini aldım. Mor salkım ağaçlarının sarı denecek kadar açık fıstıki yeşilinden tutunuz da servilerin karaya bakar neftisine kadar bu perde perde yeşil deryası, bu yer yer korular, top top ağaçlar, her kıyıdan bucaktan çılgınca bir feveranla fışkıran kucak kucak ot, çiçek ve yaprak; sonra bu dağlar… Gâh berrak ve lacivert, gah hafif mavi duvaklı, bazen de hiddetli, mağrur, dumanlı ve isyanlı dağlar. Sonra sular; Bursa’da adım başında suların gürleyen, uğuldayan, şakıyan, musikisi çağlar.”[426]

Yazarın, komşularının balkonlarındaki saksı çiçeklerine meftûn oluşunu ifade edişinden, doğal güzelliklerin kendisinde bıraktığı tesiri hissetmekteyiz.

“Anaç karanfiller, pembe, sarı güller, gümrah ortancalar gözüme gönlüme nur katar. Kışın acabâ donarlar mı diye

tasalanır, yazın branda beziyle güneşten korunmuş görür, sevinir, onlara su verildikçe ben ferahlarım.”[427]

Erol, Türk İslam kültürünün sembollerinden olan lâleden yine estetik bir tasvirle bahsetmektedir.

“Öyle karmakarışık saplardı, çöplerdi, bir alay yaprak ve gonca nümâyişiydi sevmez böyle şeyi Lâlecan. Tek soğan, dosdoğru hem dik hem esnek, tek sap, kıvır zıvır çizgilere tenezzül etmeyen düz hatlı tek çiçek. O ne hafif belli belirsiz, gizli aşk gibi iffetli kokudur o…”[428]

Yazarın mîmarîye olan yakın alâkasında da estetik bakış açısının etkisini gözlemlemekteyiz.

“Selimiye şadırvanının bir sütununa Koca Sinan’ın nakşettiği ters lâle huzûrunda hayretler hayranlıklar içinde eridim kaldım.”[429]

Erol, Türk İslam kültürünün diğer bir estetik sembolü olan gülden yine estetik unsurlar vesilesiyle bahsetmektedir.

“Evet, Türk san’atında gülden geçilmiyor. Hayâli bile baygınlık verecek kadar bir tatlı koku tufanına bürüdü beni. Artık güle “çiçek” demeye dilim varmaz, çiçekten fazla bir şey o, Selimiye’nin câmilikten, Sinan’ın mimarlıktan aşkın oluşu gibi.”[430] “Hep biliriz ki, insanlar içinde Resulallah, mimarlar içinde Koca Sinan, camiler içinde Selimiye neyse, çiçekler içinde de gül odur.”[431]

Safiye Erol’un yazılarında tespit ettiğimiz estetik değerleri şu başlıklar altında ifade edebiliriz.

Güzellik

Yazar, estetiğin temeli olan güzellik kavramını, sanatçının duyu ötesi âlemle kurduğu ilişki vesilesiyle, Tanrı katından, her defasında farklı bir sûretle gelen bir mucize olarak ifade etmektedir.

Güzellik sırdır, gizli tenasüptür, dünyâya kendini ilk defa gösteren bir yeni kreasyondur. Yaratıcı el, evvelce görülmüş nispetleri biraz kaydırır, biraz onu öteye, bunu beriye oynatır, mûcizeyi tamamlar. Bakınca evet deriz, bu hiç birine benzemiyor. Böyle deriz, ama değişikliğin ilkesini bulamayız. Yeni âhenk, hangi yoldan ne gibi bir hünerle meydana akmış sır kalır. Artık mîmarlar, istedikleri kadar kubbeden, kemerden, sütundan hesap versinler, bunların hepsi sebep değil netîcedir. Sebebi ruhta aramak, bir gönül sahibi san’atkârın kutsal bir âleminde herkesten saklı, Tanrı berâberliğinde yaşanmış bir özel serüvende sezmek lâzım.”[432]

Yazar, Selimiye Kışlası üzerinden, aşkın âlemden beşeriyete aktarılmış hakîki bir güzelliği müşahede etmenin kişide bıraktığı tesirin, bu güzelliği ifade edebilmek için, insanı çeşitli vesileler aramaya sevk ettiğine değinmektedir.

“Bilmeli idim ki muhteşem bir güzelliğe kendini kaptıran insan, teslim bayrağı çekmeğe, buyruk altına girmeye mecburdur. Bilmeli idim ki mâbetlerden söz açan insan, artık sözün gidişine hükmedemez olur. Uzun konuşayım derken dili tutulur, kısa konuşayım der, başaramaz coşar kaynar. Büyü gibi kelimeler, musiki gibi ahenkler, duyduğuna can verecek yaratıcı üsluplar bulmak hasretine düşer.”[433]

Sanat

Safiye Erol, “tabiat bir terkip, cemiyet de öyle, san’at ise hem tabiat hem cemiyet kânunlarını aşarak, aşmaya mecbur olarak ortaya çıkan üçüncü bir terkiptir”[434] diyerek, güzelliği ifade etme vesilesi olan sanatın, bütün kânunları aşan, akıl üstü bir alandan beslenerek ortaya çıkan bir terkip olduğunu belirtmektedir.

Yazar, sanatın, Tanrı katından, her defasında farklı sûretle beşeriyete aktarılan bir sır olan güzelliğin önündeki perde olduğunu ifade etmektedir. Erol’a göre sanat, kaynağı ilâhi âlem olan güzelliğin, kisveye bürünmüş şeklidir.

“San’atın sır perdesi arkasında dünyâ çehresi bağlamamak

447

448

449

hükmünü giymiş Tanrısal güzeller vardır, yaratıldıkları halde doğamayan çocuklar gibidirler. Gûyâ Hakk Yaradan bunlara hem can, hem cisim vermiş, sonra da peçelerini açmaya kıyamamış ve

demiş ki: “Sizi bu çehrenizle dünyâya salmam. Varın başka sûret bağlayın, sırra bürünün de öyle tecelli edin…”[435]

Erol, yeni bir güzelliğe, bir terkîbe, dolayısıyla bilinmeyene yöneldiği için sanatın mistik bir faaliyet olduğunu düşünmektedir. Yazar sanatçıyı da, aşkın âlemden istihsal ettiklerini, toplumun ihtiyacına göre çeşitli sûretlere ve kisvelere büründürüp ifade eden mistik kahraman olarak ifade etmektedir.

Mistik kahramanlar sırasında san’atkârı yâdetmeden geçemeyeceğim. O, çok defalar istihsal ettiği hazineyi ayniyat hâlinde, yâni mûsıkî olarak boşalttı. Cemiyetin gizli talebi, o an için öyle olmalıydı, san’atkâr müzik verdi.”[436]

Erol, “Üslûp, san’atkârın müthiş ve meçhul bir bölgede yaşadığı müthiş ve meçhul bir maceradan yadigâr kalan ihtizazdır.”[437] diyerek sanatçının üslubunu, mistik diyardan getirdiği frekanslar olarak tanımlamaktadır.

Yazar, sanatkârın mistik bir cephe ile ilişkisi olmadığını düşünenleri, sanatın, beşeriyetin mevcudiyetini derinden etkileyen, herkesin rahatça iştigal edemeyeceği, her isteyenin istediği anda uzanamayacağı, ehemmiyet taşıyan bir saha olduğunu ifade ederek eleştirmektedir.

“Devrimizde san’atkâr denilen tiplerin mistik seferleri olmadığı iddia edilir, hünere fazla yer verilir, âdeta laboratuarda ilmî tetkikin her uyanık insana açık oluşu gibi, san’atın da herkesin at oynatabileceği bir meydan olduğu sanılır. Yapıcı ve yaratıcı fikirler gibi hakîki san’at eserleri de beşerin hayâtiyet seyrine doğrudan doğruya karılmış hâdiseler olduklarından, ıztırar noktalarında tecellî gösterirler.”[438]

Erol, sanat ile iştigal etmenin, sonu olmayan sıkıntılı bir süreç olmasından ötürü de herkesin harcı olamayacağını ifade etmektedir. Yazara göre sanatkâr, mahrum kaldığı hayata karşı, tek başına seyr ettiği bilinmeyen dünyasından aldıklarını, yeni bir hayat terkibiyle sunmaktadır.

“San’atın bedeli sonsuz mihnet, sonsuz garipliktir. Kendi tanrısal nûru ile içten parıldar bir eser vermek isteyen, her şeyi

bırakacak, herkesten uzaklaşacak, kimsesiz ve çıplak olarak, ışıktan, ısıdan yoksun bir boşlukta tek başına sefer edecektir. Ümitsizliğin, mahzunluğun bu son mertebesidir ki san’atkârı verimli olmaya, mahrum kıldığı hayâta karşılık daha üstün terkipte bir hayat yaratmaya zorlar.”[439]

Safiye Erol, “Kendi kendime soruyorum: “Değer mi sanki? Sanat eseri de

fani… bu kadar mihnet, bu derece hasret değer mi?”[440] serzenişinde bulunuşundan, sanat için sıkıntılı bir sürece dâhil olmanın anlamını kimi zaman kendi içinde sorguladığını görmekteyiz.

Yazar, sanatın mükâfatının kendi içinde olduğunu ifade etmekte ve bu

mükâfatın, sanatkâr için tatmin duygusunu sağladığını şöyle belirtmektedir: San’atın, mükâfatını yine ancak kendi kendinde buluşu hem yetince hem de aslî bir tatmindir.”[441]

Safiye Erol, ihtilâl sonrası Fransız toplumundaki durumu tahlil ederek, sanatın,

insan ruhunu ve davranışlarını, çirkinlik ve aşırılıklardan sıyırarak güzelliklere kanalize ettiğini ifade etmektedir.

Erol, s.339

“Fransız ihtilâlini ve Napolyon saltanatını tâkip eden devri, o kadar büyük olaylar, dünyânın görmediği ölçüde yaygın, kızgın savaşlardan sonra nispeten durgun seneleri inceliyordum. Şiddetle ayaklanmış, hem kendi câmiası, hem yabancı milletlerle sonu gelmez kozlar paylaşmayı artık huy haline getirmiş bir toplum, hele bu toplumun münevver gençliği bütün o girginliği, atılganlığı nasıl kanalize eder, nasıl yatıştırır, kısacası cenkten barışa nasıl yol bulur diye düşündüm. Elimdeki kitap ‘’Victor Hugo’nun Hayâtı’’ sorularımı kifâyetlice cevaplandırır mâhiyetteydi. İhtilâllerin yayın ve sosyetede adım adım ideoloji çarpışmasına inkılâp ettiğini, savaşa alışmış iç güdülerin sahnedeki tiratlarda boşaldığını, büyük kahramanların harp meydanından edebiyat alanına göçtüğünü, kendini tüketmiş realitelerin, ideal âleminde başka bir hayat tarzı bulduklarını müşâhede ettim. Bütün o yüksek heyecanlar şimdi aşkta, dostlukta, vefâ ve fedâkârlıkta hızını almak ister gibiydi.”[442]

Yazar, insanın enerjisini tahripkâr değil de, güzelliklere vesile olacak şekilde kullanmasını öğrenmesinde sanatın icrâ ettiği fonksiyonun önemli olduğunu işaret etmektedir.

“İhtilâl, Napolyon hâkimiyeti ve imparatorluktan sonra ruhların galeyânı ancak böyle bir duygu taşkınlığına yönelmek suretiyle akıp gidebilme yolunu bulmuş olacak. Ne mutlu! diyorum, zira başı boş enerjilerin evvela kendi kendine, sonra çevreye yapabileceği tahribatı düşünmemek elimde değil.”[443]

Erol, İslam’da sanat kavramına da değinmekte, insan tasvîrini yasaklamasından ötürü, İslâmiyet’in sanatın önünü kestiği, bir anlamda sanatı kısır bıraktığı iddialarının geçersizliğini, tasvir yasağının özünde taşıdığı mânâyı açıklayarak temellendirmektedir.

“Çok münâkaşa edilmiş bir iddia var: İslâmiyet, insan tasvirini men ettiği için san’atı kısır bırakmış. Mevzûu kökünden ele alalım. İslâmiyetin tasvir yasağı nasıl bir hüküm taşıyor? Fahr­i Âlem Efendimiz, Kâbe’deki putları kırarken insanlara demişti ki: “Bunlar varlığımızın sembolü olamaz. Varlığımızın sembolü mevcûdâta benzerliği olan herhangi bir tasvirle ifade edilemeyecek kadar azametli bir kânun, celâl ve cemal püsküren bir nizamdır. Siz kendinizde kendinizi gördüğünüz gibi değilsiniz. Vücutlarınız asıl mayanızın çakıp sönen bir inşiâından ibârettir.” Onun telkini içinde gelişen ümmeti, kendi kendini madde ve fâni şekil olarak değil, muayyen bir nizam olarak görmeyi öğrendi. İslâmiyet’te insan tasviri yok demişler öyle mi? Ben derim ki İslam san’atında insandan başka bir şey yoktur.”[444]

Yazar, İslam’ın resim konusundaki olumsuz tutumunun da, bir taassup ve hoşlanmamak olmadığını; resmi küçümsemek ve resmin mutlak varlığına inanmamak olduğunu ve yaratmanın sadece Allah’a mahsus bir fiil olması inancından kaynaklandığını belirtmektedir. [445]

Yazar, İslam’ın varlık anlayışında asıl olanın sûret değil, mâna olduğunu ifade etmekte, bu vesileyle tasvir yasağının dâhilinde olan sûretin, insanın aslı değil sadece sembolü olabileceğini vurgulamaktadır. Erol, İslam sanatında insanın, müşahhas bir varlık olarak değil, mücerred bir mâna olarak yer bulduğuna, İslam sanatının,

beşeriyetin tümünün aksettiği bir ayna olduğuna değinmekte, sadece beş duyuyu esas aldığı için bu aksi fark edemeyen modern devir anlayışını eleştirmektedir.

“Müslüman san’atkâr, eşyânın yahut kendi kendinin hakîkatinden bahsedebilmek için zevâhirin mânâsını, değişmez hüviyetini araştırmış, hasretli bir cehdin sonunda şekilleri mücerrede ircâ ede ede motife vâsıl olmuştur. Bu san’atta mı insan bertaraf edilmiş? Hem analizi, hem sentezi ile aynı sahîfede ve öyle kesif bir sûrette mevcut ki çok talepkâr olmak iddiasıyla farkına varmadan çok kanaatkâr bir seviyeye düşen ve kendini beş duyusu tâkatince teşhis eden asrımız, bu san’attaki beşerî varlık kesâfetini tadamaz oldu. Bana öyle gelir ki halı motiflerinden birini alsam, zaman mekân kozalite ummânına atsam, hâsıl olacak solüsyondan bütün bir beşeriyet çıkar. San’at aynasına akseden çehre insanın kendi kendini ve kâinâtı görüşünden başka bir şey değildir. Müslüman şark, cüz’de küllü, müşahhasta mücerredi görmüş, insanı fert olarak kâle almadan cins olarak bekâsını talep etmiştir.”[446]

Safiye Erol, İslam san’atında dile gelen varlığın hiçbir zaman tek bir fert değil, dâima bir bütünün sihirli ve ölmez nizâmı olduğunu belirtmektedir.[447] Erol, İslam sanatında, insanın, müşahhas bir sûret olarak değil, mücerred bir asıl olarak yer almasının, sanatın özündeki mânaya da uygun olduğunu vurgulamaktadır.

“İslam san’atının zayıf değil, bilâkis en kuvvetli bir tarafı olduğuna işâret etmekle iktifâ ediyoruz. San’at eğer insanın kendi kendini temâşa ettiği bir ayna ise bu aynada ona bir ânın vehmi olan bir sûreti mi, yoksa mevcûdiyetinin şifresini mi göstermek terbiye ve telkin bakımından doğrudur?”[448]

Sanatkâr

Erol, mistik kahraman olarak vasıflandırdığı gerçek sanatkârın, aşkın âlemden istihsâl ettiği ürünü sahiplenmeyi edepsizlik olarak addetmesinden ve toplumdan çok farklı bir boyutta seyr eylemesinden ötürü, ortaya çıkardığı eserinden çok daha gerilerde kalmayı tercih ettiğini ve meçhul diyarları mekan tuttuğunu ifade etmektedir.

“Şimdi anlıyoruz, ekseri büyük eserlerin sâhipleri neden meçhul kalmıştır. San’atkâr bir bakıma korkunçtur, gerek insanları aşmış olduğu için insanların kininden gerek ölümsüzlüğe

erdiği, ilâhlara yaklaştığı için ilâhların gazâbından bir bakıma da Tanrısal kaynaktan kopmuş bir kemâl ve cemâl yarattığına “benimdir” demeye utandığı için, işte böyle olunca eser dünyâya iner, ışık dökmeye başlar, ama san’atkar bir sır olur, kayıplara karışır.”[449]

Erol, sanatkârın tenha köşeleri, bilinmeyen diyarları mesken tutmasının başka bir sebebinin, içinde taşıdığı cevheri toplumdan kaçırarak, sadece eserlerine tasadduk etme isteği olduğunu şöyle ifade etmiştir: “Her san’atkar kendi hüviyetinin en saf en değerli cevherini husûsî hayâttan esirger ve bu kaçak malı eserlerinde harcar.”[450]

2.7.                              İnsânî Değerler

Sanat aynasına akseden çehrede, insanın kendi kendini ve kâinâtı görmesi gerektiğini düşünen Erol, yazılarında temel malzeme olarak insanı ele almaktadır. Yazara göre bütün kâinatın zenbereğini özünde taşıyan insanı ele almak, insanın özünde şifresini taşıdığı bütün mevcûdâtı da yansıtmaktır.

Yazarın kaleme aldığı makalelerde insan unsuru, kimi zaman seyyar satıcı, gemi kaptanı, padişah kimlikleriyle, kimi zaman rüya, komşuluk, bayram, sağlık, politika gibi insana dair konularla yer almaktadır. Yazarın hemen hemen bütün yazılarında değindiği insan unsuru ve insan hayatına dair değerlerden, insan cinsine özgü olarak gördüklerimizi insanî değerler başlığı altında ele almaktayız. Bu noktada tespit ettiğimiz insânî değerleri şu başlıklar altında ifade edebiliriz.

İnsan

Yazar, evrenin özü olarak ifade ettiği insanın, hayatındaki olayların, kâinattaki sistemin bir parçası olduğunu ifade etmekte, sistemin bütün parçalarının birbiriyle ve dahi sistemle etkileşim içinde olması gibi, insanın da kâinatla ve diğer varlıklarla devamlı bir alış-veriş durumunda olduğunu vurgulamaktadır.

“Elbette bütün kâinatın zenbereği insanın kendindedir. Çark ters döndüğü zamanlar bunu büyük deveranın bir faslı görelim. Aksilikler olmasa ıslah hamleleri de olmazdı. Her bir güçlüğün yanı sıra kolaylıkla yürüdüğünü, her bir elemin ürkünç kisvesi altında şâdlık gizlendiğini

ayet-i kerime açıklıyor. “Yâr küser, ağyâr güler, etmek tahammüldür hüner. Talihimin dolabı, bir gün merâm üzere döner.””[451]

Erol, dâhil olduğumuz kâinat sisteminin sırrına eremediğimiz düzen ve gidişâtı içinde seyr ettiğimizi belirtmektedir. Yazar, bu yolculukta ödediğimiz bedelleri, kendimizden olduğu için kolayca bildiğimizi, istihsâl ettiklerimizi değerlendirmenin ise emek ve zaman vermekle mümkün olacağını ifade etmektedir.

“Kendi kendimize bile sır tuttuğumuz bir gizli yapı üzerinde çalışmaktayız durmadan. O yapı için elverişli bir harç diyelim ki Kaf dağındadır, Kaf dağı seferi hiç hâtıra gelmezken yallah yollanıverir, vereceğimizi verir, alacağımızı alır döneriz. Verdiğimizin ne olduğunu kolayca biliveririz, ilk elimize geçenin ne olduğunu seçmek sonra da malzeme olarak değerlendirmek ve yerli yerine kullanmak hem vakit, hem zahmet ister.”[452]

Safiye Erol, insanı bir muamma olarak tanımlamakta, insanın yaratılışı ve karakterinin oluşumu gibi noktaların bu muammayı besleyen cepheler olduğuna işaret etmektedir.

İnsan denilen muammâ sanırım muammâlıktan çıkmayı pek istemez. Çocuk anaya mı çeker babaya mı, hem ona hem ona çekerse nispet farkları ne olur? Sorarız, arar araştırır, ince eler sık dokuruz. Nihâyet yorgun düşeriz. Tahmin ederim ki gelecek zamanların ilmi, doğacak çocukların karakter ve mîzâcını ısmarlama tespit eden metodlu müdâhaleleri programına alacaktır.”[453]

Erol, muamma olarak vasıflandırdığı insanın hayatını da bir Arap şâirinden yaptığı alıntı ile ince bir dokunuşla özetlemektedir.

“Uyanıklık hâlimizin sırlarını sanki çözmüşüz gibi rü’yâlarımızın izâhına bu derece zihin sarf ediyoruz, biz insanlar böyleyiz işte, dostlar alışverişte görsün. Eski devirlerin bir Arap şâirine sormuşlar “Hayatı nasıl yaşadın?” Demiş ki: “Geceleri uyudum, gündüzleri rü’yâ gördüm.””[454]

Safiye Erol, ahlâki değerler ve mânevîyât değil de maddiyât ve kişisel çıkarlar ekseninde yaşanan hayatın, insanın cevheri olan ruhunu yorduğunu belirtmektedir.

“Nefsin gözüyle halka bakar ta’b duyarsın; Hakk’ın gözüyle nefsine nazar et ki rahat bulasın.” Böyle bir söz insanı ömür boyunca düşündürür, doğruluğunu hemen her gün belki her dakika açığa vurur, hükmüne ayak uydurabilene ise tazelik ve hürriyet bahşeder. Şüphesiz. Nefsimizin gözüyle halka bakar, o yüzden ölçüsüz yoruluruz. Yorgunluk mevzûu halen batı ilim âleminin araştırmalarında mühim bir yer tutuyor, baş yeri tutsa revâdır. Çünkü doğrudan doğruya can demek olan hayâtı enerjinin harcanma tarzında üstün bir dâvâ olmasa gerek. İlim sâhasında varılan netîcelerden bir kaçını hatırlayalım. Ruh hastalıkları mütehassısı İngiliz Doktor Hadfield der ki: “Çektiğimiz yorgunluğun en büyük kısmı bedenden değil, ruhtan doğar. Bedenin cidden yorulması seyrek bir hâdisedir.”[455]

Yazar, modern hayatın hızlı akışı içinde, dünya ile ilgili telaş ve meşguliyetlerinin artmasının da insan ruhunu yıprattığını ifade etmektedir. Erol, modern dünyadaki karmaşa karşısında, kendi ve kendi dışındakilerle uyum içerisinde hayatı sürdürebilmeyi ruh ve kişilik olgunluğunun tezahürü olarak nitelendirmekte, bu noktada insana, kâmil insan olma sürecini, bu sürece destek olarak da kültürel mirasımızı işaret etmektedir.

“Bugün makine devrimizin sür’at temposu içinde hepsi bir boş hayâl ve gönülde masal oldu. Artık bir yandan tencereyi ateşe vuruyor, bir yandan ütüyü prize takıyor, çok ince ve karışık bir zaman hesabı içinde saniyelerden istifâde ederken araya bir telefon sıkıştırıyor, konuşurken: Banyo musluğu yoksa yalama mı olmuş diye kulak veriyor, zihnimizin bir köşesinde komşuya gidecek düğün hediyesiyle beraber bir de tebrik mektubu tasarlarken ayağımızın ucuyla koridor seccadesinin ters dönmüş ucunu düzeltiyoruz. Ta ne zamandan başlayarak eviç noktasına doğru git gide hızlanan bir sür’at içinde nefesimiz daralır gibi oluyor. Ama milletimizin ölmez büyükleri demiş ki: “Kâmil insan enfüs ve âfâkı birbirine tatbike kâdir olandır.” Bizi çoktan bugünlere hazırlamışlar. Lâzım gelen intibâk kâbiliyetini damarlarımıza ve ruhumuza depo etmişler. Hatta umdelerini halk da kolayca anlasın diye düz dile de çevirmişler: “Ger zaman uymazsa ”” 471

bana, uyarım eyyâma ben.””[456]

Safiye Erol, kulağa çok hoş gelen bir ifade ile teknoloji ve beşeriyet ilişkisini, “daha keskin dövüşebilmek isteği ile eline ilk defa bir odun alan insanı robotların âdem babası tutabiliriz”[457] şeklinde değerlendirmektedir. Yazar, bu ifade ile insanı insan yapan değerler, duygular ve mânevîyatın yoksunluğunun, insanı robotla eş değer

seviyeye indirgediğinden dem vurmaktadır. Erol’a göre, insanı en değerli varlık, eşref-i mahlûkât statüsüne yükselten, insanın ruhu, duyguları ve değerleri ekseninde bir hayat sürdürebilme faziletidir.

Kadın

Yazar, içinde bulunduğu dönemi çokça ilgilendiren bir mesele olarak gördüğü kadın konusunda, bir dâhi olarak nitelediği Alman filozof Schopenhauer’un düşündüklerini okuyucularına anlatmak istemiş, “Kadınlara Dâir”[458] isimli makalesinde, filozofun kadınlar hakkında kaleme aldıklarını aynen aktarmıştır. Erol, makalenin girişinde Schopenhauer’ın yorumlarına ilişkin bir değerlendirmede bulunmuş, bu değerlendirmesinde kuvvetli atılan bir güllenin hedefi şaşması gibi, Schopenhauer’un mütâlâasında kimi zaman fazla ileri gitse de, kadın kusurlarının âşinâ bir gözle tespiti ve bazı gerçekleri işaret etmesi bakımından yazılanların önemli nitelikte olduğunu ifade 474

etmiştir.

“Schopenhauer diyor ki: Kadının hâricen şeklini temâşa etmek bile kendisinin ne maddi, ne mânevî hiçbir mühim faâliyete nâfi olmadığını isbata kâfîdir. Kadın hayat borçlarını faaliyet ile değil, tahammül ile çocuk doğurma ıztırâbına, çocuk yetiştirme meşakkatlerine mâdûnu olduğu erkeğin hâkimiyetine tahammül ile öder. Çocukluğumuzun ilk devrinde kadınlar mürebbîliğe neden bu kadar muvâfıktır? Çünkü kadın da çocuk huylu, kısa mantıklı bir mahlûk, sözün hülâsası yaşadığı müddetçe büyük bir çocuk, âdetâ erkek ile çocuk arasında vasatî bir kademe teşkil eder.”[459]

473

474

475

“Kızlara gelince tabiat bunları bütün müstakbel hayatlarından iâreten birkaç senecik için o kadar melâhat ve letâfetle süsler ki bunlar bir erkeğin muhayyilesinde şiddetle yer tutup bütün ömürlerine ait mes’ûliyeti erkeğin sırtına yüklemeğe, yâni onu izdivaca sevk etmeğe muvaffak olurlar. Demek ki tabiat yaşamak için her mahlûka esliha ve vesâit bahşettiği gibi kadına dahi râhat temini için güzellik vermiştir. Fakat burada da her yerde olduğu gibi tabiatın acımasız cilvesine şâhit oluyoruz. İlkah olunduktan sonra kanatlarını kaybeden karınca dişisi misilli kadın bir veya birkaç lohusa döşeğinden kalkınca güzelliğini elden kaçırmıştır. Bu sebepten kızlar zâhiren memuriyet ve sâire gibi meşgalelerine her ne kadar ehemmiyet verir görünürse görünsünler,

ruhlarının en mahrem derinliklerinde besleyip büyüttükleri fikir budur:

Aşk! Ve aşka yardım edecek vâsıtalar, tuvalet, dans ve sâire…”[460]

“Bir şey ne derece asil ve mükemmel ise o nispette yavaş kemâle vâsıl olur. Erkekteki idrâk kuvveti yirmi sekiz yaş sularında olgunlaşırken kadının on sekizinde mantık ve manevî kuvvetlerinin son derecesine vâsıl olduğunu görürsünüz. Lâkin bu mantık ona göredir: Yâni kısa!”[461]

“Kadının zayıf olan idrâk kuvveti üzerinde ancak hâl-i hazırda mevcut ve maddî bir şekilde tezâhür eden şey bir tesir uyandırır. Erkekler gibi bir mefkûre, nazariye veya kat’i karar sevkiyle hareket etmek kendilerince mümkün değildir. Kadının en büyük kusuru adalet hissinden mahrum olmasıdır. Bu kusurun sebebi bir yandan kadının idrâk kuvvetine düşkünlüğü, diğer taraftan zayıflığı yüzünden kuvvet ile değil hîle ve desîse ile mücehhez bulunmasıdır.” [462]

“J. J. Rousseau’nun dediği gibi:“Kadınlar ekseriyetle san’atı sevmezler ve anlamazlar, dehâdan nasip almamışlardır.” Konser, opera veya tiyatroda kadınları tetkîk ettiniz mi? En nefis bir parça karşısında nasıl lâkaydî ile çene çalmaktan geri kalmazlar. Meğer kadim Yunanlılar tiyatrolarına kadın sokmamakta pek haklı imişler.”[463]

Yazar, 18. y.y.’da bu yazıları kaleme alarak, kadın-erkek münâsebetindeki gerginliği, erkeğin hâkimiyetini ilân ederek halletmek isteyen Schopenhauer’u, zamanın yalancı çıkardığını, son dönemde kadınların hukûkî, nüfûzî kudretinin durmadan arttığını belirterek ifade etmektedir. Erol, günümüzde, erkeğin kudret ve nüfûzuna hazıra konan kadın modelinden ziyâde, kendi maddî ve mânevî gücüyle hayat mücadelesini sürdüren kadın kimliğinin yaygın olduğunu vurgulamaktadır. Yazar, kadını iş hayatında ciddiye almayan kimi erkekleri de, ileriki zamanlarda, tavşan ile kaplumbağa hikâyesindeki tavşana benzeyecekleri şeklinde gönderme yaparak eleştirmektedir.[464]

476

477

478

479

480

Yazar, modern devrin ekonomik ve toplumsal getirilerinin kadını erkekle beraber geçim yükünü sırtlamaya ittiğine değinmekte, bu sürecin sonucunda da kadınlık mefhûmunun sıkıntılarının arttığına dikkat çekmektedir.

“Neden milletler arası erkekler birliği diye bir teşekkül yokken kadınların böyle bir teşkilâtı var? Bunun cevabı işte iki kısa kelime: Lüzûmu üzerine! “Erkeğin erkeklik problemi diye bir şey yok ki, onun cins olarak kaderi Âdem babadan bugüne değişmemiş. Bir zamanlar kadının da cins olarak problemi yoktu, sadece evin ve ailenin malı olduğu devirlerde. Sonra dünyâ değişti, iktisâdî ve içtimaî şartlar kadını erkekle beraber geçim yükü altına girmeye zorladırlar.”[465]

Safiye Erol, annelik, eşlik ve ev hanımlığı vazifelerinin üstüne aslî olarak erkeğe verilmiş olan geçim sorumluluğunun da kadına yükletilmesinin, hem erkek hem de kadın gibi verimli olmak mecburiyetine sokarak, bir anlamda fıtratının dışına çıkararak, kadını zor durumda bıraktığını ifade etmektedir. Erol, böyle bir sürecin kadının ruh ve beden yapısında meydana getireceği çöküntülerin, gerek ırsiyet gerekse de nesli eğiten kişinin kadın olması hasebiyle, yeni nesillere yapacağı tesirin olumsuz olacağını işaret etmektedir.

“Kadın, kendi ezelî ve ebedi mesleği, zahmeti, mes’uliyeti olan zevcelik, annelik ve ev kadınlığı üstüne bir de erkeğin vazîfelerini de yüklenecektir. Yaratılış itibariyle birinci ödevinden dışarı çıkamaz; medeni gelişme ve ekonomik durum bakımından ikinci mecburiyetten kurtulamaz. Şu halde kadın bundan böyle hem kadın hem erkek gibi verimli olmak zorundadır. Böyle bir randımanın altından kalkabilir mi ve nasıl kalkar? Hem içeri hem dışarı dönük fâsılasız çalışma kadının rûh ve beden yapısında çöküntü yapmaz mı; bu çöküntünün doğacak 482

nesillere irsiyet yoluyle nasıl bir tesiri olur?”[466]

1927-1961 yılları arasında bu düşüncelerini kaleme alan Erol’un tespitlerine

günümüz konjöktüründen bakıldığında, yazarın ilerisini görmüşçesine değerlendirmelerde bulunduğunu daha fazla idrak etmekteyiz. Yazarın değerlendirmelerinde esas olan döneme nazaran, günümüzde kadınların çok daha fazla bir oranla iş hayatına atılmasının, çocukların eğitimi ve aile hayatının devamı noktasında meydana getirdiği boşluklar ve bu boşlukların neticesi gün geçtikçe daha belirgin hale gelmektedir.

Anne

Erol, “Cennet, annelerin ayakları altındadır” ifadesini, tahlil edildiğinde, ciltler dolduracak kadar derin mânalar çıkarılacağının altını çizerek, muhtasar bir şekilde açıklamakla yetindiğini belirtmektedir.

“Ana-yavru arasında gözle görülen âşikâre muâmelenin perdesi altında hepimiz zaman zaman hissetmişizdir ki, su sızmayan bir sır var. Belki de ölüm-dirim sırrının ta kendisi. Annelerimizden doğarız, fakat onlardan kopmuş olmayız; sütten kesiliriz, fakat yine onlardan velev kokularını olsun besi çekmeğe devam ederiz. Büyürüz, güyâ reşid olmuşuzdur, annelere kafa tutar kendi güyâ müstakil ve asrî fikirlerimizi müdâfaa ederiz; farkında değilizdir, bizi şahsiyet gurûru bürümüştür, ama hakîkatte annelerin tesiri sürüp gidiyordur. Nihayet ayrılık günü gelir çatar, o biricik sevgiliyi rahmete uğurlarız, artık annesiz kaldık deriz. Hâlbuki ana-evlat aşkında ölüm iflâs etmek şöyle dursun, mer’iyete bile girememiştir. Annemiz yaşamakta berdevam, her ne kadar gözle göremesek, elle tutamasak da can evinden sezeriz ki o bizle beraberdir. Evet, Peygamberimiz öyle buyurmuşlar: Cennet annelerin ayağı altındadır.”483

Yazar, anne-evlat arasındaki bağın, bu bağın kuvvetinin, ilâhi kaynaklı bir sır niteliğinde olduğunu ifade etmekte, doğum, sütten kesilme, ergen olma ve hatta ölüm gibi ayrılık vasfı taşıyacak süreçlerin dahi, anne ile çocuğu arasındaki sırlı iletişimi koparmadığının altını çizmektedir. Ayrıca Yazar, kadın cinsine özel olarak verilmiş annelik içgüdüsünün, kadına cins-i latîf sıfatını kazandırması hasebiyle, annelik dışındaki diğer alanlarda da etkisini gösterdiğini bildirmektedir.

Erol, kadınların, özellikle yönetim ve eğitim sahalarında, erkeklere nazaran teoriden ziyâde pratik eksenli bir tavır takındığını ifade etmektedir.

“Dünyâya hâkim olan erkekler sevk-i idare ve mes’uliyetleriyle fazla nazariyâta kaçabilirler. Fakat biz kadınlar, az çok endişeli anneleriz. İsteriz ki, tâlim ve terbiyenin yanı sıra hayatın hakkı 484 unutulmasın.”

483

484

Erol, s.74

Erol, s.243

 

Baba

Yazar, baba kavramından kendi babası üzerine kısa bir değerlendirmesinde bahsederken çocuk için baba modelinin otorite anlamına geldiğini ifade etmekte, çocukluk döneminde ebeveynlerin aşırı disiplinli gelen tavırlarına, ileriki yaşlarda hak verildiğini belirtmektedir.

“Zira bu bıyıklar benim çocukluk barometrem olmuştu, babam kızınca dikilir, yatışınca yumuşardı. Bugün düşünüyorum da vaktiyle çok sert sandığım babamın ne kadar müsamahalı davranmış olduğunu 485

âşikâr görüyorum.”

Çocukluk

Safiye Erol, insan yetişkin olsa dahi hayatının bütününe etki etmeye devam eden çocukluk dönemini, hesapsız sevgi ve naz çağı olarak tanımlamaktadır.

“Hayatın hesapsız sevgi ve naz çağı olan çocukluğun saltanat beşiği az çok herkesin hayâlinde buyruk yürütür, değil mi efendim? Ben hâla saçımı tararken tarağı annemin saçımdan geçirdiğini, yüzümü kurularken havluyu annemin sıkı sıkı yüzümde dolaştırdığını duyarım. Demek ki biz, yaşımız ne olursa olsun bir türlü annemizin, babamızın sevgilerinden vazgeçemediğimiz gibi onlar da rahmete kavuştuktan nice yıllar sonra bile hâlâ bizi besleyip büyütüp, terbiye etmekten, yıkayıp tarayıp giydirmekten, ömrümüzün her sâniyesinde bize bakmaktan kurtulamıyorlar.”[467]

Yazara göre, çocukluk döneminin insan hayatının ileriki evrelerine olan etkisinin altında, çocuğun anne-baba ile olan iletişimi yatmaktadır. Çocuk üzerinde anne babanın büyük etkisi, onu eğiten ve ona terbiye veren, kısacası onun karakterinin temelini atan ilk öğretmenler olması hasebiyledir. Kişinin hayatı boyunca kullanacağı, hayatını onların üzerine binâ edeceği faziletler, büyük oranla çocukluk döneminde, anne babanın kazandıracağı değer ve davranışlardır.

“Yaşadıkça işlediğimiz kabahatler, tâ ne zaman anne ve babanın yasak koyduğu, başarabildiğimiz fazîletler yine anne ve babanın

öğdüğü şeyler değil mi? Böylece bir cephemizle, şüphesiz en ağır basan

487 cephemizle, çocuk kalmakta devam ederiz de farkında olmayız.”[468]

Yazar, “duygulanma sermayemizin çocuklukta derlenmiş olduğunu sanırım”[469] ifadesiyle, çocukluk döneminin hissiyâtımız için yatırım niteliğinde olduğunu, duygu dünyasının temel taşlarının çocukluk döneminde oluştuğunu ve yerleştiğini belirtmektedir.

Gençlik

Erol, genç okuyucularından aldığı mektuplar üzerine yaptığı değerlendirmesinde, gençlik döneminin, yapısı gereği, bunalıma elverişli olduğunu belirtmektedir. Bu buhran devresini, kiminin çok kolay atlattığından bahseden yazar, kimi gençlerin ise bu süreçte desteğe ihtiyaç duyduğunu ifade etmekte, yurdumuzda sahipsiz ve öksüz bırakılan gençliğin mânevîyâttan uzaklaştığından dem vurmaktadır.

“Gençlerden aldığım mektuplar dâimâ buhranlıdır. Normal bir olay, çünkü gençlik, adı üstünde (delikanlılık) zâten buhran mevsimi demek. Kimi bu taşkınlık devresini yağdan kıl çeker gibi kolaylıkla aşar; kimi biraz sendeler, yalpa vurur, netîcede sağlam zemine yol bulur, erkeklik ve sorumlu vatandaşlık formasına girer. Öylesi de var ki her hangi bir engele takılır kalır, bocalar ve çıkamaz. Bu takıntılar çeşitlidir, tâ imtihan takıntısından kız kadın takıntısına kadar yolu var. Onların koluna girmek, çırpıntıdan dışarı çekmek, ha gayret aslanım diye sırtlarından desteklemek gerek. Her gün söylenen, tekrar tekrar yazılan bir gerçek: Yurdumuzda gençlik pek başıboş, bir manada öksüz kalmıştır.”[470]

Yazar, kültürel mirasımızdan, gençliğin model alabilecekleri örnekleri sunmak, bu örnekleri onlara tanıtmak, başka bir ifade ile bu örneklerle gençlik arasında ülfet peyda ettirmenin ehemmiyetine işaret etmektedir. Bu mühim vazifenin aslî sorumluluğunu taşıyan sistemlerinde de din ve değerler eğitimi olduğu görüşünü taşımaktayız.

487

488

489

Erol, netâmeli 16 yaş duvarı olarak bahsettiği kendi ergenlik dönemine dâir sıkıntılarını atlatmasında, öğretmeninin ve okul ortamının desteklerinin büyük payı

olduğunu ifade etmektedir. Gerek okuldaki aktivitelerin, gerekse okul dışı sosyal faaliyetlerin gençlerin, ergenliğin buhranlı sürecini kolayca aşmasına yardımcı olduğunu görmekteyiz.

“Sel coşkun akar, bırakmaz ki tâze kuvvetler kösteklenip ziyan olsun, öğretmenin öğrenciye şahsî yardımları ise olağan işler. Henüz bir ortaokul öğrencisi çağında ben batıya gönderildim ve ortaokulu gurbette bitirdim. Çocuktum, dersten oyuna, oyundan derse, yurt ve aileden ayrı düşmenin pek farkına varamadım. Lisenin ilk sınıfı da yine çocukluk atmosferi içinde geçti. Sonra huzursuzlanmaya başladım. Mektepte ağlamalar, dersi gevşetmeler şu bu… Gizli sıtma gibi bir illet kaprisler kisvesine bürünmüş müthiş bir sıla hastalığı. Hocalarım ak saçlı lise müdürümüz, sınıf arkadaşlarım, onların velîleri -şükrânla anarım- bana kol kanat oldular. Ormanda uzun yürüyüşler, konser ziyâretleri, evlere davet edilmeler, evin çocuğu sayıldığımı kuvvetle hissettirmeler, hıristiyan bayramlarında ailenin diğer çocukları gibi türlü hediyelerle hatırımın hoş edilmesi, hâsılı ne mümkünse oldu. O netameli 16 yaş duvarını aştım hamd olsun.”[471]

Sağlık

Erol, başkalarına güzel görünme hedefi ekseninde bir hayat sürmenin bütün insanlığın ortak zaafı olduğunu ifade etmektedir. Yazar bu hedefin, insan hayatı için daha mühim noktalara taşınması gerektiğini belirtmekte, en mühim noktalar olarak da maddî ve mânevî sağlığı işaret etmektedir. Erol, sağlık kavramıyla, beden sağlığının yanında, insanın mânevî cephesini oluşturan ruh sağlığını da kastetmektedir.

Neden acaba çin iğnesi, antep işi, nakışlar yapmak öğretilir de doğru dürüst bir rejim yemeği öğretilmez? Gösterişe pek meraklıyız. Yalnız bize değil, bütün insanlığa has bir zaaftır bu. Fakat zamânımızın rasyonel gidişi parazit davranışların kökünü kazımak, emeği doğruca özlü noktalara toplamak gidişidir. Özlü noktalarımız başında maddî ve mânevî sağlık geliyor.”[472]

Yazar, sağlıkla ilgili bir değerlendirmesinde bir öneri dile getirmektedir. Erol, her insanın geçirdiği ameliyat ve hastalıklar, devamlı kullandığı ilaçlar, kısacası sağlığına dayanan tüm bilgilerini içeren bir sağlık kimliği olması gerektiğini ifade etmektedir. Bu kimlik hem hastanın, hem de doktorun işini bir hayli kolaylaştıracak,

gerekli müdahalelerin de zamanında yapılmasını sağlayacak, yersiz müdahaleleri önleyecektir.

“Îkaz yabancı illerden gelmekle beraber, benim şahsen senelerden beri üzerinde durduğum bir konu olduğu için derhal benimsedim. Mesele halkın sağlığı ile ilgilidir ve şöyle bir soru ile başlar: “Her ferdin bir kafa kağıdı, kaşına gözüne, ninesinin küçük adına varınca kayıtlı ikâmet tezkeresi, pasaportu, memurluk sicili, iyi servis vesîkası, diploması ve diğer belgeleri vardır da sağlık durumunu belirten bir raporu neden yoktur? Öyle bir rapor ki geçirilmiş hastalıkları, tatbik edilmiş aşı ve serumları, yapılmış ameliyatı olup olmadığını, bu takdirde alınmış uzuv bulunup bulunmadığını ve sağlığa dayanan bütün hususları açıklasın. Ben kendiliğimden bazı davranışlar gösterdim: Doktora her çıkışımda sağlık geçmişimin önemli olaylarını sırasıyla bildirdim. Fakat üstatlar beni dinlemek istemediler. Nezaketen dinler gibi görünenlerin aklı başka taraftaydı. Yani onlar benim fizyolojime bakacakları yerde ben onların psikolojisine baktım.”[473]

Hürriyet

Safiye Erol kendisi ile yapılan bir röportajda, en çok düşkün olduğu şeyin hürriyeti olduğunu belirtmektedir.

“-En çok neye düşkünsünüz?

-Hürriyet ve istiklal…

-Kayıtsız şartsız mı?

- O kadar ki, hürriyetimi, ne de olsa tahdîd edecek diye, şöhretten bile korkuyorum.”[474]

Yazar, özgürlüğünün sınırlanması ihtimaline karşı şöhretten çekindiğini ifade etmektedir. Erol’un burada kastettiği özgürlüklerin, haberleşme, yerleşme ve seyahat özgürlüğü vasıflarındaki özgürlükler olması muhtemeldir.

Yalnızlık

Yazar, mânevî tarafıyla insan cinsine has hâllerden birisi olan yalnızlığın, insan için dünya hayatının yüklediği olumsuz tabakalardan sıyrılma, bir anlamda yalınlaşma fırsatı olduğunu ifade etmektedir.

“Ve yalnız kalmak istiyordu. Kendi kendinden âzât olmak dünyâya gelirken getirdiğimiz mâsum melek rûhunun üstüne hayatın yüklediği parazit tabakasını sıyırıp atmak isteyen inanın yanına arkadaş lazım değil.”[475]

Yazar, özellikle eşi ve annesi vefat ettikten sonraki dönemde olan yalnız görünümlü yaşantısının gariplik olarak nitelense de, kendisi tarafından seçildiğini belirtmektedir. Bu seçimde yazarın yalnızlığı, dünyanın debdebesinden, telaşından, yüksek sesinden arınma fırsatı olarak görmesinin etkisi olduğu muhakkaktır.

“Şu yalnızlığım kimsesizliğim dışarıdan bakana gariplik gibi görünür, bir bakıma yine öyledir belki. Ama ne kendimi ne başkasını aldatmak meşrebim değil, bu yalnızlığı garipliği ben seçtim.”[476]

Mutluluk

Erol, birçok yolun kesişimi niteliğinde olan mutluluğun yaradan katından her daim geldiğini belirtmekte, mühim noktanın, yoldakileri kestirebilmek, fark edebilmek ve hayatına dâhil edebilmek olduğunu vurgulamaktadır.

“Mutluluk bize yaradan katından her dem dalga dalga gelir, dolambaçlı yollardan gelir kimi zaman değişik çehrelerle gelir. Buruk hattâ acı tadlarla kıvrandırır bizi. Marifet onun mutluluk olduğunu seçebilmektedir.”[477]

2.8.                              Toplumsal Değerler

Safiye Erol, ne hazzını, ne elemini tek başına taşımaya takat getiremeyecek olan insanın, cemiyet halinde yaşamasının zorunlu olduğunu belirtmektedir. Yazar, bireyler arasında, candan cana gizli bir akış olarak nitelediği, bireyler arasındaki birlikteliği topluma dönüştüren bir mayanın varlığından bahsetmekte, bu mayanın,

cinsin acısını, herkesin doğrudan doğruya olmasa bile vasıtalı yoldan duyacağı kadar kuvvetli mânevî bir doku taşıdığını ifade etmektedir.

Yazar, fertlerin üzüntüsünün de sevincinin de toplumun ortak sînesine aksettiğini ve bu akisten toplumun her şahsiyetinin nasîbini bulduğunu belirtmekte; vücudumuz, ruhumuz, adı konmamış hasselerimiz ve sezgilerimizle her daim beşeriyetin ortak duygularından payımıza düşeni aldığımızı ifade etmektedir.

“Eski zamanlarda erbain çıkınca hatta kurban kesilirmiş.

Fıkarası var, hastası, ihtiyarı, yeni doğmuş çocuğu var. Beşer ıztırâbından kim kendini muaf tutabilir ki… Cinsin acısını herkes doğrudan doğruya olmasa bile vasıtalı yoldan duyacaktır. Dert üstü murat üstü dediklerimiz, mesela yirmi beş derecelik bir salonda Buhara halıları, seçme biblolar, ve nadide orkideler atmosferinde oturanların çektiği müphem kırıklıklar, sebepsiz keyifsizlikler, mîzaç televvünleri, beşer mukadderâtındaki çizilip bozulmaz ortaklıktan başka neyle izah edilir? Azap çeken kardeşlerimizin mihnetini vücudumuz bilmese ruhumuz, ruhumuz bilmese diğer adı konmamış hasselerimiz ve kendimizin bile varlığından haberdar olmadığımız ince antenlerimiz bilir, inim inim inler. Bir hadis-i şerifte buyurulmuştur ki: “Beşer, sıcağın ve soğuğun zahmetinden hiçbir zaman tam kurtulamayacaktır.” Tedbirlerimiz, dünya meşakkatlerini bizce malum olan şekillerinde bertaraf etmeğe yarasa bile, o meşakkatler kisve değiştirerek yine hükümlerini yerine getirecek. Keşki tabiat gibi sabırlı olabilseydik. Zamana gadretmeğe kalkmasaydık, acısını, tatlısını aynı zevkle zevketmeyi başarabilseydik.”[478]

Erol, toplumu, bir aile gibi, bütün fertlerin birbirinden etkilendiği bir sistem olarak telakkî etmektedir. Yazara göre, kişisel olarak duymasak, görmesek, haberdâr olmasak bile bir şekilde hissettiğimiz beşer aynasının yansımaları, toplumu bir arada tutan, topluluğu toplum yapan bir tür harç görevi görmektedir.

Safiye Erol, beşeriyetin, yeryüzünde ikâmet ediş sürecinde türlü sıkıntılar çekmesini bedel ödemeye benzetmektedir. Yazar, tabiat cephesinden bakıldığında, insanlığın, arz küresine verilmiş emek ekseninde bir zafer kazanmış olduğunu, cemiyet cephesinden bakıldığında ise benzer ehliyeti elde edemediğini vurgulamaktadır. Erol’a göre, tabiat şartlarıyla kimi zaman mücadele edip kimi zaman hemhâl olan, nihayetinde

konaklayacak mekânı bulan beşer nev’i, cemiyet nizâmı konusunda bu yetkinliğe ulaşamamıştır.

“Eskimolar açlığa, soğuğa kurban gitmek, şimal ayısına yem olmak yüzünden üreyemediler, yine vatanlarına sadık kaldılar. Onların benzeri olan tropik iklim çocukları da aynı dehşet verici şartları omuzlamış gidiyor. Kimi yanar, kimi donar, fakat beşer nev’i bu arz küresini yurt edinmiş olmanın bedelini daima öder. Evet, tabiat cephesinden diyebiliriz ki, biz bu dünyada yüz aklığı ile oturuyoruz. İnşallah günün birinde cemiyet cephesinden de aynı kifâyet beyanına erişiriz.”498

Safiye Erol’un toplumsal değerler ile ilgili genel görüşlerini aktardıktan sonra, eserlerinde tespit ettiğimiz, toplumsal dokunun temel harçlarından olan değerleri şu şekilde sınıflandırmaktayız.

Aile

Yazar, cemiyetin nizamı için alınması gereken ilk tedbirin cinsî istekleri düzene sokmak ve disipline bağlamak olduğunu belirtmekte, bu tedbirin de sosyal hayatın temeli olan aile mefhumuna dayandığını ifade etmektedir.

“İnsanlıkta ilk cinâyet,. Hâbil-Kâbil rivâyeti, cinsî ihtiras motifine dayanır ve alınması gereken ilk tedbirin seksüel istekleri bir düzene sokmak, bir disipline bağlamak olduğunu ispat eder. Bu tedbir, sosyal hayâtın temelidir, nitekim ana yasamız, devletin âileye dayandığını açıklar. Bütün kanunlar her şeyden evvel âile müessesini korumak endişesi üzerine bina edilmiştir. Yalnız ne var, siyasi inkılâplarla devlet kendisi istihâleler geçirir, sosyal orantılar modern ölçülere ayarlanırken âile müessesesi, semâvî dinler üslûbunda nasıl binâ edilmişse öyle kaldı. Modern âile diye bir şey yoktur, varsa eğer âile değildir, başka türkü bir organizmadır. Âile, beşeriyete çok pahalıya mâl olan öyle bir şah eseridir ki uzay açan atom çağında bile onun kılına dokunulamıyor. Niçin? Bin bir sosyal yardım kaynağı işletmeye açılsa yine âilenin yokluğunu gideremez de ondan.”499

Erol, modernizmin estirdiği değişim fırtınasının, semavî dinlerin sağlam bina ettiği aile kurumunu etkileyemediğinden bahsetmektedir. Önüne gelene çoğu zaman yıpratıcı etkilerini gösteren modernite ve değişim rüzgârının, beşeriyetin en mükemmel

498

499

Erol, s.77

Erol, s.533

 

eseri olan aile müessesesine dokunamamasının altında, aile kavramının ehemmiyeti ve aile kurumunun bozulmasının telafi edilemez bir noktayı teşkil etmesi yatmaktadır. Safiye Erol bu sebeple, batı dünyasının, ferdi fazlasıyla öne çıkararak, aile kurumunu sarsmasını büyük hata olarak şu sözleriyle nitelendirmektedir: “Batı âleminin büyük hatası aile teşkilatını çiğneyerek ferdi haddinden ziyade geliştirmek olmuştur.”[479]

Yazar, telafi edilemez bir nokta olarak gördüğü aile müessesinin bozulması sürecinin ahlâkî noktada da sıkıntıların kaynağı olduğunu ifade etmektedir. Aile, toplumsal hayatın temeli olma vazifesini, ahlâki değerleri koruyup nesillere aktarma işlevi ile kazanmaktadır. Cemiyet olmanın gereği olan nizam ahlâkî değerlere, ahlâkî değerlerin korunup, yeni nesillerce içselleştirilmesi de aile müessesine dayanmaktadır.

Yazar, toplumu oluşturan insanın, karakter ve kişiliğinin sermayesinin aile tarafından kazandırıldığını belirtmekte, ailenin, toplumun çekirdeğinin beslendiği ve şekillendiği kurum olduğunu ifade etmektedir.

“Otel personeli hizmet ve sebât bakımından zaten daha işe başlarken farklı sermayelerle gelirler. Ben artık yüzlerini görür görmez seçer oldum, hangisi iğretidir, hangisi kök salacak. Çoğu Anadolu yavruları olan bu gençlerin iş hayatı, çocukken aile içinde buldukları nasibe göre tecelli eder.”[480]

Aile, toplumun temel malzemesi insanın, maddi ve mânevî dünyasının, değerlerinin, mizacının mayalandığı bir ortam olması hasebiyle, sosyal yaşamın sürekliliği ve kalitesi noktasında büyük bir sorumluluk yüklenmiştir.

Komşuluk

Yazar, candan cana gizli akışın yoğun yaşandığı komşuluk ilişkilerinde beş duyudan öte vasıtaların olduğunu ifade belirtmektedir.

“Görüştüğüm kimseler değil, soy adlarını bile bilmem. Bununla beraber çok defalar hissederim ki duvar, kapı, perde, pancur gibi ayırıcı ve gizleyici vasıtalar hayat selinin akışına mâni olamıyor. Sempati dalgaları, alaka huzmeleri. Bazen endişe bulutları bir taraftan bir tarafa aralıksız sefer eder. Zaman birini

güldürür, birini ağlatırken komşudan komşuya nasip damlacıkları sızar. Diyemem ki onları merdivende yahut apartmanın giriş holünde yahut mahallede alışveriş sırasında görüyoruz, görmesek bile daireden daireye sesler işliyor, sırf bu yüzden intibalar ediniyoruz. Hayır, beş duyunun yardımı olmasa bile yine komşulardan herhangi bir şekilde haberli olacağız. Bu ayrı bir iş, altıncı duyu deyin, ön seziş deyin, garip bir alışveriş vesselam.”[481]

Erol, komşuluk ilişkilerinin temelinde bir anlamda birbirinin külüne muhtaç olma durumunun yattığını belirtmekte, “kül” ile ifade edilen ihtiyacın, maddî ve mânevî mânâlar içerdiğinden bahsetmektedir.

“Candan cana gizli bir akış var. Ayla bebeğin ilk çığlığını ne hazla duydum! Daha sonraları onun diş buğdayını yedim. Daha daha sonraları dadısı arabayla Taşlık Gezisine götürürken onu yarı uykulu safâsında seyrettim. Evin küçük evlatlığı günde birkaç defa ninni söyler: “Dandini dandini dastana, danalar girmiş bostana, koğ bostancı danayı, götürmesin lahanayı.” Ninni biraz da bana söylenmiş olur, sanki annemin sesidir, havama siner, bana bir taze kuvvet ve ferahlık getirir. Hem de ikaz fısıldar. Anlarım: Günün çeşitli zahmetleri benim bostanımda: Nebati sistemimde tahribat yapmakta. Parazitleri defederim. Böylece duvarlar erir, perdeler sıyrılır, komşudan komşuya neler sızar neler. Yoksa biz insanlar ne hazzımızı, ne elemimizi tek başına taşımaya takat getiremezdik. Farkında bile olmayız, kendi fadlamızdan kanal açılır, bir tarafa akar, gün gelir bize kanal açılır, gediğimizi gideriririz.”[482]

Hemşehrilik

Erol, hemşehrî ve hemşehrîlik kavramının, din kadar, bazen dinden daha kuvvetli bir bağ oluşturabildiğini, yakından tanıdığı Hint kültürü üzerinden ifade etmektedir.

“Hindliler’in cemiyet ve meclislerinde daima müşahede etmiştim: Hemşerilik din kadar ve hatta bazen dinden kuvvetli bir rabıta teşkil ediyordu.”[483]

Yazar, hemşehrilik duygusunun vatandaşlık hissine temel olabilecek bir noktayı teşkil ettiğini, bu noktanın millî birlik ve beraberliğe yaptığı katkının altını çizerek vurgulamaktadır.

“Tabii bir duygu olan bu hemşerilik hissinin zaman ile daha ziyade kuvvetlenip vatandaşlık hissine inkılâp etmesini Hindistan’da milli vahdet teşekkülüne malik olmasını -bir Hint dostu sıfatıyla- daima temenni ettim.”[484]

Evrensellik

Erol, iletişim vasıtalarının artması ile yoğunlaşan uluslararası ilişkilerin yeni bir dünya düzeni oluşturduğundan bahsetmektedir. Yazar, sınırların harita üzerinde kaldığı evrensel dünyada hiçbir milletin tek başına bir kadere sahip olamadığını ifade etmektedir.

“Bu günün dünyâsı, terkipler dünyâsıdır. Hiçbir millet kendi başına bir kadere sahip olamıyor. Müşterek ideoloji ve gâye etrafında birleşiyor. Bu bakımdan her devlet büyük terkîbin bir unsuru vaziyetinde kalıyor. Terkibe can katan aktif eleman olmak var, mahkûm olarak sürüklenmiş pasif eleman olmak var. Tarihî vasıflarına sadık kalabilmiş, kendi kudret kaynağı olan geleneklerini yeni zamana ayarlayarak canlı tutmuş, kısacası kendine mahsus hayat usarelerinin diriliğini devam ettirmiş bir devletin durumu, katıldığı üstün terkip bakımından da daha makbûl olsa gerek.”[485]

Erol, sınırların olmadığı yeni dünya düzeninde medeniyetlerin harmanlanması ile ortaya çıkan yeni iklimden bahsetmektedir. Yazar, dünyanın müşterek ideoloji ve gâyeleri etrafında birleşen devletlerin, bu iklimin bir unsuru olduğunu belirtmektedir. Bütün dünya milletlerinin soluduğu bu iklimin havasına, ancak kendi tarihî dokusuna sahip çıkabilmiş, köklerinden gelen güç kaynağı niteliğindeki geleneklerini günümüze uyarlayarak canlı tutabilmiş, kendi kültür ve değerlerinin, kendine has birikimlerinin diriliğini devam ettirmiş milletlerin aktif olarak katkıda bulunduğuna, diğer milletlerin bu iklime etki edenden çok, iklimden etkilenen pasif unsurlar olarak kaldığına değinmektedir.

Yazar, toplumların dünya iklimine aktif katkıda bulunup, kendi varlığını koruyabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi için kendi kültürel birikimini, bir başka ifade ile kültürel mirasını tanıması ve kullanması gerektiğini ifade etmektedir.[486] Sınırların kalktığı, medeniyetler arası yoğun ve bilgi ve kültür alışverişinin yaşandığı günümüzde, yabancı kaynakların hangisine ve ne dereceye kadar minnet etmek lazım, lâyıkıyle kestirebilme noktasında kendi kültürünü ve değerlerini tanıma önem arzetmektedir.

“Ecnebîlerin bizi nasıl gördüğü ile uğraşmaktansa biz onları daha iyi görmeye çalışalım. Ne çok öğrenecek şeyimiz var. Hem bilgimiz arttıkça tarafsız kritik kâbiliyetimiz serpilir, o zaman biz yabancıların meziyetleri gibi noksanlıklarını da seçer olur, alınganlıktan kurtuluruz. Dünyâ bir kader ve işbirliğine doğru gidiyor. Her millet kendi potansiyelini bir mücevher gibi işlemek, kıskanarak korumak, aynı zamanda diğer milletlerle takıntısız harman olabilmek zorundadır. İki elle piyano çalmaya benzedi değil mi? Ama öğrenmek lâzımmış. Bu diyardan gidicilerden olmadığımıza göre deveyi gütmenin çaresi.”[487]

Kendi kültür ve değerlerini, tanıma, işleme ve uyarlama ile günümüze ve yeni nesillere aktarma, ortak kader ve işbirliğine giden dünyadaki bu harmana takıntısız katılabilme ve bu birikimden faydalanabilme kapısının anahtarı niteliğindedir.

SONUÇ

Din, insanları kontrol eden, kuvvetli bir şekilde kişiyi içten kuşatan, kucaklayan ve yönlendiren bir disiplin, dolayısıyla da ahlâkî bir müessesedir. Din, kişiyi ve toplumu olumlu yönde değiştirip geliştirmeyi amaçlar, bu bağlamda dinin, hem bireysel hem de toplumsal boyutta bir eğitim süreci olduğunu söyleyebiliriz. Dinin amaçlarından olan, insanın aklını, iradesini ve arzularını doğru yolda kullanabilmesi için eğitilmesi gerekir ki bu noktada karşımıza din eğitimi çıkmaktadır. İnsanın irâdî, aklî, hissî güçlerini idrak etmesine, kendi varlığının şuuruna erişmesine, dolayısıyla saadete ulaşmasına giden yolların önünü açmayı gaye edinen din eğitimi, dinin eğitici ve öğretici vasıflarının, eğitimin yöntem ve teknik süreçleri içerisine sokularak, insanın kişiliğini geliştirmeyi ve “iyi”, “faydalı”, “ahlâklı” bireyler yetiştirmeyi hedefleyen bir disiplindir. Din eğitimi, dinin ahlâkî müessese olan boyutunu, insan şahsiyetine yansıtan bir eğitim sürecidir.

İnsan davranışlarına yön veren belirlenmiş veya zihinsel bir tutum olarak insanda oluşan kural ve ilkeler bütünlüğü olan değerler, insan davranışlarının ve dolayısıyla şahsiyetinin mayasıdır, dolayısyla iyi insan yetiştirmeyi hedefleyen dinin ve dinin bu hedeflerinin önünü açan din eğitimi sürecinin de temel çalışma alanlarından birini teşkil etmektedir. Değerler eğitimi, din eğitiminin önemli bir boyutudur, zira insandaki “kimlik eğitimi” değerlerinin eğitilmesiyle gerçekleşebilmektedir. İnsanın davranışlarının özü niteliğindeki değerlerin eğitimi, “iyi insan” yetiştirme noktasında din eğitiminin hem aracı hem de amacı konumundadır.

Değişimin, hayatın kaçınılmaz ve doğal süreci olduğunu kabul etmenin yanında, modern dönemde bu sürecin çok hızlı bir şekilde yaşanması, insanların özellikle mânevî dünyalarında sarsıntıya yol açmıştır. Değişim toplumun kültürel motiflerine uygun düzlemde ilerlediğinde doğal ve faydalı olacak, farklı kültür mâmüllerinin, toplumun kültür dokusuna uyarlanmadan topluma zerk edilmesi olumsuz neticelere yol açacaktır. Sınırların kalktığı, medeniyetler arası yoğun ve bilgi ve kültür alışverişinin yaşandığı günümüzde “milletlerin kadir bildikleri nispette kadirleri olur” düsturuyla, kendi kültür ve değerlerini, tanıma, işleme ve uyarlama ile günümüze ve yeni nesillere aktarma, ortak kader ve işbirliğine giden dünyadaki bu harmana takıntısız katılabilme ve bu birikimden faydalanabilme kapısının anahtarı niteliğindedir.

Toplumunu çok iyi tanıyan, Doğu ve Batı’nın kültürel mirasına hâkim, çağın kültür ve medeniyet sorunlarını çok iyi bilen ve bu noktada hayatî ehemmiyete sahip öneriler sunan Safiye Erol, Doğu ve Batı medeniyetleri arası gözlemlere ve tahlillere dayanarak, günümüzde artık unutulmaya yüz tutmuş kültür hazinelerimize, düşünce dünyamızdan, geleneğimizden, gönül ve ruh penceresinden ışık tutmaktadır.

Çalışmamızın birinci bölümünde, Erol’un hayatını ve mütefekkir yönünü tanıtmaya çalıştık, zira Erol, kültür dünyamızda, fikrî cephesinden ziyâde romancı ve edebî kişiliğiyle tanınmaktaydı. Yazarın makalelerini taradığımızda ise, her biri başlı başına bir âbide olabilecek derin bir kültür hazinesi ile karşılaştığımızı gördük. Bu kadar büyük bir kalem ehlinin, nasıl bu kadar görmezlikten gelindiği noktasında, yazarın düşünce yazılarını ilk defa okuyanların şaşkınlığına biz de ortak olduk. Erol’un romanları ve edebî kişiliği ile ilgili Türk Dili ve Edebiyatı alanında, lisans ve yüksek lisans seviyesinde birçok araştırma ve tez olmasına rağmen, sosyal bilimler açısından onun düşünce yönünü ele alan akademik bir çalışma bulunmamaktaydı. Bu şaşkınlığımız ve elimizde olan satırların ne derece kıymetli olduğunun farkındalığı ile Erol’un adeta bugün yazmışçasına bize hitap eden fikirlerini, üçüncü bölümde, ihtisâsımız açısından din eğitimi ve değerler başlığı altında tahlil etmeye çalıştık.

Safiye Erol’un din ve değerler ile ilgili düşüncelerini incelediğimizde, onun dine ve değerlere şekilden ziyâde mâna ve gâye ekseninde yaklaştığını gördük. O’na göre dinin gâyesi, aşkın âlemle kurduğu ilişkiyle, kişinin kendisinde ve toplumun ahlâki boyutunda dengeyi sağlamaktır. Dini ve değerleri şekilden ibaret olarak algılamak, farklı coğrafyalarda, farklı kültür muhitlerinde yaşayan ve kendi toplumları içinde bile farklı katmanlar oluşturan insanları tek bir kalıba girmeye götürür; bu da ahlak ilkelerinin evrenselliğine leke çalmak anlamına gelmektedir. Bu bağlamda, etik ilkelerin kıymetinin her devirde geçerli olmasıyla birlikte, bu ilkelerin uygulanışının ve estetik formunun zamana ve şartlara göre değişmesi gerekir zira ahlâk şekilden ziyade bir iç formasyondur, insanın özünü şekillendirmeden dışta takılıp kalmak anlamsızdır.

Erol, insanı bütün kâinatın zenbereğini özünde taşıyan en değerli varlık olarak telakkî etmektedir. İnsanı en değerli varlık, eşref-i mahlûkât statüsüne yükselten, insanın ruhu, duyguları ve değerleri ekseninde bir hayat sürdürebilme faziletidir. Ahlâki

değerler ve mânevîyât değil de maddiyât ve kişisel çıkarlar ekseninde yaşanan hayat, insanın cevheri olan mânevî özünü yormaktadır. Modern hayatın hızlı akışı içinde, dünya ile ilgili telaş ve meşguliyetlerinin artması da insan ruhunu yıpratmaktadır. Dünyadaki karmaşa karşısında, kendi ve kendi dışındakilerle uyum içerisinde hayatı sürdürebilmek, kendilik bilincinin tezâhürüdür.

Erol’a göre kişiliği olgunlaştırma ve geliştirme noktasında ise karşımıza din olgusu çıkmaktadır. Din insan benliğini inşa etmektedir zira iman, insanın kendinden üstün, aşkın bir varlığa tâbî olup, yeni bir şekil alışıdır. İnsan davranışları, imanının değer ölçütüdür, dindar insanın vasıfları imanını yansıtan bir ayna niteliğindedir. Kurallar, ilkeler pratiğe dökülmediği ve teoriler hayata aktarılmadığı sürece anlam kaybına uğramakta, düşünce planında üretilenlerin uygulamaya geçirilebildiğinde kıymetlenmektedir. Bu noktada kişinin imanının değeri onun düşünce ve davranışlarına yansımasıyla ifade edilebilmektedir. Dine bağlanma ve inanma varoluşun bütün boyutlarına akseder, insanın aşkın âlemle kurduğu ilişki, bir ahlak kişisi olarak insanın hâdiseleri nasıl yorumlayacağına işaret eder.

Safiye Erol, bir milletin sahip olduğu değerleri, köklerinden gelen enerji ve hayat usareleri olarak nitelendirmekte; din eğitiminin bireyin ve toplumun erdeme ulaşmasında vazgeçilemez bir unsur olduğunu düşünmektedir. Ahlak eğitiminde, dînin ve din eğitiminin yadsınamaz payı vardır, ahlak ve değer eğitimi, din eğitiminin bir meyvesi gibidir. Meyvenin daldan, dalın ise ağaçtan ayrı tutulamayacağından hareketle, Erol’un din eğitimini, ahlak ve değer eğitimi olarak yorumladığı çıkarımına ulaşmaktayız. Safiye Erol, din eğitimini, dînî bilgilerin öğretiminden çok, dînî argümanları kullanarak insanı şekillendiren bir kimlik eğitimi olarak görmektedir.

Erol, ruh sağlığının korunması noktasında yeni dönemin şartları ve ihtiyaçlarını göz önüne alan, işlevsel öneriler ve yöntemler sunan, modern devrin dinamiklerine göre yeniden şekillenmiş bir din ve değerler eğitimi sistemi oluşturulmasının zorunlu olduğunu düşünmektedir. Kişiliği olgunlaştırma sürecinde, kültürel mirasın desteği de ehemmiyet arz etmektedir. Kültürel mirasımızdan, gençliğin model alabilecekleri örnekleri sunmak, bu örnekleri onlara tanıtmak, başka bir ifade ile bu örneklerle gençlik arasında ülfet peyda ettirmek gerekmektedir.

Yeni nesillere kültürel mirası aktarma ve değerler eğitimindeki mühim vazifenin aslî sorumluluğunu taşıyan sistemin din eğitimi olduğu görüşünü taşımaktayız. Günümüzde gerek altyapı ve kurumsallaşma, gerekse çalışma alanı olarak değerler eğitimine katkı sağlayacak en önemli hatta tek disiplin din eğitimidir.

Erol’un düşünce, tespit ve önerileri, geleceğimiz için mânevî güç niteliğindeki kültürel mirasımızı yeni nesle tanıtmada ve bu mirasın içselleştirilmesinde faydalanılması gereken bir hazine, başlı başına kültürel bir mirastır. Bu bağlamda, tezimize konu edindiğimiz Erol’un değerler ve din eğitimi hakkındaki görüşleri günümüzün eğitim ve kültür meselelerine ve yol gösterebilecek mahiyettedir. Zevkle ve heyecanla yürüttüğümüz ve alanımıza fayda sağlayacağını düşündüğümüz bu çalışmanın Safiye Erol’un fikrî cephesi ile ilgili daha yetkin araştırmalara vesile olmasını diliyoruz.

EKLER

Safiye Erol, Gençlik Dönemi

Safiye Erol, Annesi Emine İkbâl Hanım’la birlikte

Safiye Erol, Almanya’daki doktora çalışması sırasında hocalarıyla beraber

 

Safiye Erol

(Ayaktakiler) Nihad Sâmi Banarlı ve Nezihe Araz

(Soldan itibaren oturanlar) Sofi Huri, Sâmiha Ayverdi, Safiye Erol, her hafta gerçekleştirdikleri ilmî toplantılardan birinde.

Safiye Erol’un Karacaahmet Mezarlığı 1. Ada’daki Kabri

 

Safiye Erol’un Türk matbuatında neşredilen ilk yazısı

Millî Mecmua, nr. 77, Kânunısanî/Ocak 1927, s. 1241-1242

Safiye Erol’un, 01.05.1957 tarihli Havâdis Gazetesinde
“İsranbul Sohbetleri” köşesindeki yazısı

———

SON HAVADİS

ngeyi

Bir mise.

dal-

n da-

<inl ona

m:

İD O'

I

n Oa-

ııı ey-

MtU-
kellU

ı en aln I mİ?

ben* M*M bono-

MMM

10

ki bu bü ' kandaşlar t*a kadar yüzde 35 tant>ul Be

Devletle Saadetle!

ablndranat

misafirleri

bastıkları yer artık seçili sun., diye bağlar, son be bizim "gün bugün., saat at. dem bu dem., düatur hatırlatan bir makamdan

müsaade alarak selamlık daire­sinden ziyarete başladım. Ne di­yeyim bilmem ki. Anlayışlı oku­yucum mazur görsün, yazımın bu noktasındaki mukadder bir gedik açılacak Bina ile aramız­da olan alış veriş değil dile, hat-

ler, çömlekler yaı mış Buna bakıl hanım gülyağını üne getirdiği evli yapıyordu. Ev son

yln

Ekrem Beye geçmiş
e, Türk edebiyatının

N

DE

nüm eder "Baz man geçmişi gr

dakikanın ahenk:

Şairin adaline

edilemez,

ma yoluna altı İlk ışığında gö

mez vardı.

ık ya:

tl

BüyC

tim. Mel

Gözüm «c

m ak üzere ola mutun Bellmly hntıları. Bulla yapısı bahçeli <

sızıl

an

kleı

şeyleri bir ebe<

artık her gördükler tepeden bakıp “Rai lah.. diyebilmişler.

yayvan yapılı eski ahşap binaya

tutulmuştum Bükün

yarın

Safiye EROL

rünün

rjdlr.

rclha

1UQ

Ekrem

ya al

Ha

Bir

klta

ik

mabeyin

şimdi hâli ıll1

«M F*brı- [Inln 7 *y LTl toplu i» un kurulu

yok. ne yapsam de içini bir göre- bilsem diyordun. O köhnelisi 1- çtnde alı y»r*bbl ne kadar can­lı. hayatla dolup tasar gibiydi Her önünden geçl»ımde »*nk merime bir kemend atılıyor «el! diye sesleniyordu, «el «örUgelım. gei »eni sevdim, »en de bent w- yemin: ömrüm çok kıs*.

ma «el. »akın gecikme, eenl bek liyorum.. Bu »eslerin hiçbirini kaçırmadım, beni kUı »açımdan kkh eteğimden tutup çeken, ba- gen sırtımı okşayan manevi do kunşundan bir gün falla gafil ol madun; eski ayin bacalarından talan gül »uyu. ıtır yaprağı ve samba* kokularına karşı asla hoş bulunmadım- Ama bir türlü okutamadım ona. ha bugün, ha yarın dedim Bir de gördüm kİ.

tında rindin

Başında

.indim:

ola dâim

maz örtüsü, belinde »ümrütlü yekutlu tokastle telkin »İtin

kadın, hani öylesi ki. insan yü­züne dikkatli bakmaya cesaret edemez- Ellerinin güzelliği tari­fe gelmez, belki dünyada misil

Ellerinin

«Örülmez Bana gülümsedi ve arkacında kapısı açık duran bir küçük odayı işaret etti, "yavaş bas. çocukları uyuttum., dedi.

Aradığımı bulmuş, özlediğimi görmüştüm- Ama evin İçinde böyle bir hanım sultan, öte yan da efendi aksiliği ve tiryakiliği birbirine uymadı. Çaresiz, semt­te Oturan «ki ev sahiplerine huş

vurdum.

binanın

mümkün olduğu dım- Üçüncü Bu manın d a bu av»

kadar - çıkar­tan Selim za* gülyağcu Nur-

mekân Şeyh

ncnde-l

lUsandtdeal

Mehmet Emin.

Bugün yıkılan ve yarın yerin- <1* kefaletli» rükggrı eösetlterek seltolık onblr od*h. bir “« dlv.nbenelKllr K«hk »»yırın- d* kelleme rü«*r> gbsetllere* İstanbul manaara*!»» •“ uyg açıdan alacak tertiple oturtul­muştur. Enıın bey g*m»nuı«* u­çak ayvaz, aççı kayıkçı bekçi, vekilharç allı yedi kişi erkek re ona göre de kadın personeli var mı, Gerek Emin bey.

esi Zade ailesinde otorite erk ­te iml». Bütün etrafı gül koku suna boğan Nurclh.n hanım 1» evinde çeyrek varlık olarak de- fctl tam şahsiyeti İle oturmu».. Ve Saltanat sürmüs.

Safiye Erol’un, 02.12.1961 tarihli Son Havâdis Gazetesinde

“Günün Yazısı” köşesindeki yazısı

M

Bas

ı •

detil ke

attan»

DOK

 

e görülür M

va-

tığ* yolculuklarda oralarda ca­rt hükümlere. ticari muamelât kaidelerine kendi özel görüşüy­le nüfuz etmiş bulunsa gerek ümmf olduğu için herhangi bir

mecelleyi okuyup ileride vaze­deceği dini hükümler ıçın fikir almış olması düşünülemez- Fa­kat bu seyahatlar. vahye daya­nan kanunlar hariç, takdire da

yanan kanunlar# elbette U?ır edecekti. İslâm hukukunun hâ­zinesi, insan hayatının her cep­hesini ilgilendiren emirleri ile

Kta kabile

adlı, hacmi küçük, muhtevası büyük kitap hakk ta kavda değer cihet şudur ki. broşür yurdumuzu

ı kaik'isnız hanefî mezhepli olmak nedir bilmem etli cevap verecek bir tek kişi çıkar mı ?

Ol yerinde pek faydaU net hısmeu gormho bu- muhterem Profesörün, incelemesini gazete le. kitap okuyucusun- geniz bir topluma öz nuymum-

ukukuııa fıkıh deril ilkti herhangi oir «*• i dikkat ve «kİ kur n derin inceledikten •P ılım haline getir- islim hukuçuları-

detürdi, şeriat hQ- uı Be uebıt eden urlar- Fakat ko- arettlği metod İla lar ve muamelât irerek sağlam hm akidesi yük-

m «bü Hatufe- fiin Mittin dün- mı» yarman a- innetın büyük aoife mezhe- •üm müelli-

kerim tutar, br olgunla- eçilir Oku-

•k iat olan "«i hiçbir ?^e tesa- ,(ti kanun

• yetişen

•) cocuk-

Çâ^mda

Umman : n* vap-

Kuran-ı Kerim olmakla her a- her begenildıgı için ipka edil­miş lokal gelenekler dd İslâm hukukunda belli başlı birer kay bak sayılabilir- Ası] düşünüle­cek cihet şuydu: İlerideki ge- üşme sonucu ortaya çıkacak

yeni meselelerde nasıl karar ^r^l Ejr hadls tabını nJh ^ ^^ berimiz, Cehel

,Mua21 “*■* yerde bir

SELd^^^611 ««a h? k dâvaJarda hangi usulle

yoksa ,°rada bir i^et

^n Örnek ahnm^0 S'lnnetJn- »nazsam kena ’ °nu da bll’a- ade-

tejrH devir z Mmanı
«vır sayıımak]a

harıın gerçek İlk" ^j®' ona takaddüm c«Ier vardı, ff nişlik. teferruj özellik bakımn

Kbû Hanff

Safiye Erol’un, 31.05.1963 tarihli Yeni İstanbul Gazetesinde yayımlanan vefatından
önceki son gazete yazısı

 

Tarık Buğra’nın Safiye Erol’un vefatının ardından kaleme aldığı yazı

Yeni İstanbul Gazetesi, 4 Ekim 1964

Emel Esin’in Safiye Erol’un vefatının ardından kaleme aldığı yazı

Yeni İstanbul Gazetesi, 7 Ekim 1964

 

KAYNAKÇA

Açıkgenç, Alparslan. “Küreselleşmenin ve Değerlerin Felsefi Temelleri”, Felsefe Dünyası, 2005/1, sayı 4

Açıkgöz, Halil. “Safiye Erol’un Yazı Dünyası”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Ekim 2001

Akbaş, Oktay. Türk Milli Eğitim Sisteminin Duyuşsal Amaçlarının İlköğretim II. Kademedeki Gerçekleşme Derecesinin Değerlendirilmesi, Basılmamış Doktora tezi, Ankara, 2004

Araz, Nezihe. “Safiye Erol’un Ardından”, şünen Adam, Sayı: 5, 9 Ekim 1964

Arslanoğlu, İbrahim. “Türk Değerleri Üzerine Bir Değerlendirme”, Felsefe Dünyası, 2005/1, sayı 41

Aydın, Ayhan. Gelisim ve Öğrenme Psikolojisi, İstanbul: Alfa Yay, 2003

Aydın, Mehmet Zeki. “Okulda Çalışan Herkesin Görevi Olarak Değerler Eğitimi”, www.mehmetzekiaydin.com

Ayhan, Halis. Din Eğitimi ve Öğretimi, İstanbul: İFAV Yay., 1997,

Ayhan, Halis. Türkiye’de Din Eğitimi, İstanbul: İFAV Yayınları, 1999

Ayverdi, Sâmiha ve Safiye Erol- Nezihe Araz- Sofi Huri, Ken’an Rifâi ve Yirminci

Asrın Işığında Müslümanlık, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2009

Ayverdi, Sâmiha. Âbide Şahsiyetler, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 1976

Ayverdi, Sâmiha. Bağbozumu, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2005

Bay, Fatma Özlem. Safiye Erol Üzerine Bir İnceleme, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2008

Bayraklı, Bayraktar. İslam’da Eğitim, İstanbul: M. Ü. İlahiyat Fakültesi Yay. İstanbul: 1983

Bilgin, Beyza, Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi, Ankara: A.Ü. İ.F. Yay., 1988

Bilgin, Beyza. “Din Eğitiminin Genel Eğitimdeki Yeri”, A. Ü. İ. F. Dergisi, XXIV, 1981

Bilgiseven, Âmiran Kurtkan. Türk Milletinin Mânevî Değerleri, İstanbul: M.E.B Yay., 1977

Bingöl, Abdülkuddüs. “Değerler ve Medya”, Felsefe Dünyası, 2005/1, sayı 4

Bolay, Süleyman Hayri. “Aşkın Değerler Buhranı”, Değerler ve Eğitimi, Ed. Recep Kaymakcan, Seyfi Kenan, Hayati Hökelekli, Şeyma Arslan ve Mahmut Zengin İstanbul: Dem Yayınları. 2007

Buğra, Tarık. “Safiye Erol Hanımefendi’yi Kaybettik”, Yeni İstanbul, 4 Ekim 1964

Cebeci, Suat. Din Eğitimi Bilimi ve Türkiye’de Din Eğitimi, Ankara: Akçağ Yay., 1996

Cebeci, Suat. “Din Öğretimi Yöntemleri”, Etkili Din Öğretimi, İstanbul: TİDEF Yayınları, 2010

Cevizci, Ahmet. Felsefe Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Paradigma Yay., 2000

Cramer, J. F. ve G. S. Browne, Çağdaş Eğitim, çev: Ferhan Oğuzkan, İstanbul, 1974

Cüceloğlu, Doğan. Anlamlı ve Coşkulu Bir Yasam İçin Savaşçı, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2001

Çamdibi, Mahmut. Din Eğitiminde İnsan ve Hayat, İstanbul: Çamlıca Yayınları, 2003

Çavdar, Murat. İlköğretim Öğretmenlerinin Bireysel Değerlerinin Çok Boyutlu İncelenmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2009

Devellioğlu, Ferit. Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara, 2003

Dodurgalı, Abdurrahman. Ailede Çocuğun Din Eğitimi, İstanbul: MÜİF Yay., 1998

Erhun, Halil. 7-12 Yaş Çocuklarda Paylaşma ve Yardımlaşma Değerlerlerinin Hadisler Işığında Öğretimi, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2010

Erol, Safiye. Ciğerdelen, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2009

Erol, Safiye. Çölde Biten Rahmet Ağacı, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2009

Erol, Safiye. Dineyri Papazı, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2009

Erol, Safiye. Kadıköyü’nün Romanı, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2007

Erol, Safiye. Leylâk Mevsimi, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2010

Erol, Safiye. Makaleler, Yayına Haz.: Halil Açıkgöz, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2002

Erol, Safiye. Ülker Fırtınası, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2006

Esin, Emel. “Sâfî’nin Ölümü”, Yeni İstanbul, 7 Ekim 1964

Eyüboğlu, İsmet Zeki. Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, İstanbul 1998

Gülçür, Musa Kazım. Kur’an’da Karakter Eğitimi, İzmir: Işık Yay., 1994

Güngör, Erol. Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2000

İdriz, Enes. Üsküpte Yaşayan Müslüman Toplulukların Değerler Dünyası Üzerine Sosyolojik Bir Değerlendirme, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Bursa, 2007

İnam, Ahmet. “Değerlerin Değmesi”, Felsefe Dünyası, 2005/1, sayı 41

Kaya, Vural. Cahit Zarifoğlu’nun Çocuk Kitaplarında Temel Değerler, Basılmamış

Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2007

Kayadibi, Fahri. Din Eğitimi Dersleri, İstanbul:İ.Ü.İ.F. Yay., , 2006

Korlaelçi, Murtaza. “Küreselleşme Karşısında Manevî Değerlerimiz”, Felsefe Dünyası, 2005/1, sayı 41

Kuçuradi, İonna. İnsan ve Değerleri, İstanbul: Yankı Yay., 1971

Küçükkalp, Emine. “Ahlâki Yargı Gelişimi ve Dindarlık Arasındaki İlişki” Gençlik Din ve Degerler Psikolojisi, Ed.; Hayati Hökelekli, İstanherbul: Dem Yay., 2006

Marshall, Gordon. Sosyoloji Sözlüğü, Çev: Osman Akınhay ve Derya Kömürcü, Ankara: Bilim ve Sanat Yay., 1999

Mehmedoğlu, Yurdagül. Okul Öncesi Çocuklarda Dînî Duygunun Gelişimi ve Eğitimi, Ankara: TDV Yay., 2005,

Mehmedoğlu, Yurdagül. “Evrenselleşebilirlik ve Ahlak”, Küreselleşme Ahlâk ve Değerler, Ed. Yurdagül Mehmedoğlu- Ali Ulvi Mehmedoğlu, İstanbul: Litera Yay., 2006

Mehmedoğlu, Yurdagül. Erişkin Bireyin Kendilik Bilinci, Dem Yay., İstanbul: 2005

Mengüşoğlu, Takiyettin. Felsefeye Giriş, İstanbul: İ.Ü Edebiyat Fak. Yay., 1983

Öner, Necati. Felsefe Yolunda Düşünceler, M.E.B. Yay., 1995

Özensel, Ertan. “Sosyolojik Bir Olgu Olarak Değer”, Değerler Eğitim Dergisi, c. 1, sayı:3, İstanbul, 2003

Öztürk, Muhsin. “Bir Balkan Romanı”, Aksiyon Dergisi, 17 Kasım 2001

Pelister, Ayşe Özge. Safiye Erol’un Romanlarında Sosyal Hayat, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2007

Poyraz, Hakan. “Ahlâkın Dikotomisi İç Ahlâk/Dış Ahlâk”, Küreselleşme Ahlâk ve Değerler, Ed. Yurdagül Mehmedoğlu- Ali Ulvi Mehmedoğlu, İstanbul: Litera Yay., 2006

Poyraz, Hakan. “Değerlerin Kuruluşu ve Yapısı” Değerler ve Eğitimi, Ed. Recep Kaymakcan, Seyfi Kenan, Hayati Hökelekli, Şeyma Arslan ve Mahmut Zengin İstanbul: Dem Yayınları. 2007

Püsküllüoğlu, Ali. Türkçe Sözlük, İstanbul, 1995

Robbins, Anthony. Sınırsız Güç, Çev. Mehmet Değirmenci, İstanbul: İnkılap Kitapevi Yayını, 1992

Savcan, Yasemin (Sürmeli). Safiye Erol’un Romanları Üzerine Bir İnceleme, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir, 2005

Şen, Ülker. Milli Eğitim Bakanlığının 2005 Yılında Tavsiye Ettiği 100 Temel Eser Yoluyla Türkçe Eğitiminde Değerler Öğretimi Üzerine Bir Araştırma, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2007

Şişman, Mehmet. Eğitim Bilimlerine Giriş, Ankara: Pegem Akademi Yayıncılık, 2009

T.D.V. Diyanet İlmihali, Ankara, T.D.V Yayınları, 2006, c. 1

TDK. Türkçe Sözlük, Ankara, 1998

Timuçin, Afşar .‘’Değer Nedir?’’, Felsefe Dünyası, 2005/1, sayı 4

Toku, Neşet. “Değerlerin Dilemması”, , Bilgi Ve Değer, Ed. Sahabettin Yalçın, Ankara: Vadi Yay. 2002

Tozlu, Necmettin ve Cem Topsakal “Avrupa Birliğine Uyum Çerçevesinde Değerler Eğitimi.” Değerler ve Eğitimi, Ed. Recep Kaymakcan, Seyfi Kenan, Hayati Hökelekli, Şeyma Arslan ve Mahmut Zengin İstanbul: Dem Yayınları. 2007

Uğurcan, Sema. ‘’Safiye Erol’un Makaleleri’’, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Nisan 2002

Ural, Şafak. “Ritm, Ritüel ve Değerler”, Felsefe Dünyası, 2005/1, sayı 41

Uysal, Enver. Değerler Üzerine Bazı Düşünceler Ve Bir Erdem Tasnifi Denemesi: İnsanî Erdemler İslamî Erdemler”, U.Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, c.12, Sayı: 1, Bursa, 2002

Ülken, Hilmi Ziya , Eğitim Felsefesi, İstanbul:Ülken Yay., 2001

Ülken, Hilmi Ziya. Bilgi ve Değer, İstanbul: Ülken Yayınları, 2001

Yardım, Mehmet Nuri. Safiye Erol Kitabı, İstanbul: Benseno Yayınları, 2003

Yavuz, Kerim, Eğitim Psikolojisi, Kayseri: Erciyes Üniversitesi Yay:24, 1991

Yavuz, Kerim. Günümüzde Din Eğitimi, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Yayınları:1, Adana 1988

Yeşilyaprak, Binnur, Eğitimde Rehberlik Hizmetleri, Ankara: Nobel Yay., 2005,

Yeşim, Nâzan. ‘’Kadın Kadına’’, Milliyet Pazar İlavesi, 18 Ekim 1964

Yetiş, Kâzım. “Safiye Erol’un Üslûbu”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Nisan 2002

Yılmaz, Özlem ve Ulaş Yıldız, “İslâm’da Tarikatlar”, Sabah Gazetesi, 9 Ekim, 2005

 

48 Abdurrahman Dodurgalı, Ailede Çocuğun Din Eğitimi, s. 20

89 Doğan Cüceloğlu, Anlamlı ve Coşkulu Bir Yasam İçin Savaşçı, İstanbul:Remzi Kitabevi, 2001, s. 150.

223 Erol, s.507

306 Erol, s.220

323 Erol, s. 214

336 Erol, s.236

347 Erol, s.195

372 Erol, s.328

399 Erol, s.164

Erol, s.55

Erol, s.25

485 Erol, s.104



[3] Sâmiha Ayverdi, Âbide Şahsiyetler, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 1976, s. 200

[4] Ayverdi, Âbide Şahsiyetler..., s. 205

[5] Bu kısımdaki bilgiler için esas alınan kaynak: Mehmet Nuri Yardım, Safiye Erol Kitabı, İstanbul: Benseno Yayınları, 2003

[6] Erol’un ailesi 1906 yılında İstanbul’a taşınmıştır.

[7] Erol, s.450-452

[8] Balkan Harbi, 8 Ekim 1912 - 30 Mayıs 1913 arasındaki dönemi kapsamaktadır.

[9] Erol, s. 248-251

[10] Sâmiha Ayverdi, Bağbozumu, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2005, s 92-93

[11] Nezihe Araz, ‘'Safiye Erol’un Ardından’’, Düşünen Adam, 9 Ekim 1964’ den aktaran Yardım, s.33

[12] Yazar hakkında en kapsamlı çalışmayı yapanlar arasında bulunan Halil Açıkgöz, 2001 Ekim ayında yayınlanan Kubbealtı Akademi Mecmuası’ndaki “Safiye Erol’un Yazı Dünyası” isimli yazısında bu metinlere ulaşamadığını bildirmektedir.

[13] Nâzan Yeşim, ‘’Kadın Kadına’’, Milliyet Pazar İlavesi, 18 Ekim 1964’den aktaran Yardım, s. 42

[14] 1877 yılında doğan M. Nurettin Erol, 29 Eylül 1951 tarihinde, yetmiş dört yaşında vefat etmiştir.

[15] Fatma Özlem Bay, Safiye Erol Üzerine Bir İnceleme, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2008, s.12

[16] “1866 yılında Filibe’de dünyaya gelen Türk mutasavvıfı Kenan Büyükaksoy, nam-ı diğer Kenan Rifâî, Rifâîliğin, Türkiye’deki en önemli temsilcisidir. Kenan Rifâî, 1908 yılında Fatih’te açtığı tekke ile tarikatın İstanbul’da özellikle kadınlar arasında yaygınlaşmasını sağladı. Kenan Rifâî, 1950 yılında vefat edinceye kadar şeyhlik yaptı. Galatasaray mezunu olan ve şeyhlik icazetini Medine’de Şeyh Hazma Rifâî’den alan Kenan Rifâî, tarikat uygulamasında İslâm ahlâkını modern şartlara göre yorumlayarak, dergâhların birer kültür akademisi hâlinde gelişmesini amaç edindi. Tesettür konusundaki esnekliğiyle ve kadınların toplumdan soyutlanmaması fikriyle geniş bir kadın müritler topluluğuna ulaştı. Kenan Rifâî’nin, Tekke ve Zaviyelerin 1925 yılında kapatılmasını tasvip ettiği biliniyor. O dönemde İstanbul’da olan dört yüzü aşkın dergâhın hiçbirinin irfan müessesesi olmadığını açıkça belirtmesinden de, neden tekke ve zaviyelerin kapatılmasını istediği anlaşılıyor. Kenan Rifâî, devlet kanunlarına karşı çıkılmaması gerektiğini ise, ‘Biz ulü-l-emrin sözüne uyarız. Oradan gelenin hak olduğunu biliriz.’ diyerek açıklıyor.” Özlem YILMAZ- Ulaş YILDIZ, “İslâm’da Tarikatlar”, Sabah Gazetesi, 9 Ekim, 2005, s. 22.

[17] Ayverdi, Bağbozumu, s. 90

[18] Emel Esin, “Sâfî’nin Ölümü”, Yeni İstanbul, 7 Ekim 1964, s. 2

[19] Tarık Bugra, “Safiye Erol Hanımefendi’yi Kaybettik”, Yeni İstanbul, 4 Ekim 1964, s.3

[20] Araz, s. 156

[21] Ayşe Özge Pelister, Safiye Erol’un Romanlarında Sosyal Hayat, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2007, s.

6

[22] Kandemir tarafından, Safiye Erol ile yapılan röportaj “Edebiyat Âlemi” ismindeki haftalık gazetede 28 Temmuz 1949 tarihinden yayımlanmıştır.

[23] 1927-1928 yılları arasındaki dönemdir.

[24] Yazarın Mehmet Nuri Yardım tarafından neşredilen “Gel Seninle Dertleşelim” isimli bir hikâyesi de Safiye Erol Kitabı’nda yer almıştır.

[25] Bay, s.14

[26] Yasemin (Sürmeli) Savcan, Safiye Erol’un Romanları Üzerine Bir İnceleme, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir, 2005, s. 8

[27] Sâmiha Ayverdi ve diğerleri, Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2009, s. 273

[28] Sâmiha Ayverdi ve diğerleri, s. 273

[29] Sâmiha Ayverdi ve diğerleri, s. 288

[30] Sâmiha Ayverdi ve diğerleri, s. 255

[31] Sâmiha Ayverdi ve diğerleri, s. 323

[32] Bu rakamlar, Açıkgöz’ün yayına hazırladığı “Makaleler” isimli eser esas alınarak tespit edilmiştir.

[33]Erol’un gazete ve dergilerde yayımlanan yazıları, Halil Açıkgöz tarafından yayına hazırlanarak “Makaleler” ismi ile kitap haline getirilmiştir. İlk basımı 2002 yılında yapılan kitabın, üçüncü ve şu anki son baskısı 2009 yılında yapılmıştır.

[34] Sema Uğurcan, ‘’Safiye Erol’un Makaleleri’’, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Nisan 2002, s. 73

[35] Muhsin Öztürk, “Bir Balkan Romanı”, Aksiyon Dergisi, 17 Kasım 2001’den aktaran Yardım, s. 141

[36] Ayverdi, Âbide Şahsiyetler, s. 200

[37] Buğra, s.3

[38] Yardım, s. 192

[39] Halil Açıkgöz, “Safiye Erol’un Yazı Dünyası”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Ekim 2001, s. 87

[40] Kâzım Yetiş, “Safiye Erol’un Üslûbu”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Nisan 2002, s. 68-72

[41] Mehmet Şişman, Eğitim Bilimlerine Giriş, Ankara:Pegem Akademi Yayıncılık, 2009, s. 7

[42] M. Satı’, Fenni Terbiye, İstanbul, 1327, s. 15’den aktaran Mahmut Çamdibi, Din Eğitiminde İnsan ve Hayat, İstanbul: Çamlıca Yayınları, 2003, s. 13

[43] Fahri Kayadibi, Eğitim Dersleri, İstanbul:İÜİF Yay., s. 3

[44] Suat Cebeci, Din Eğitimi Bilimi ve Türkiye’de Din Eğitimi, Ankara: Akçağ Yay., 1996, s. 12

[45] T.D.V, Diyanet İlmihali, Ankara, T.D.V Yayınları, 2006, c. 1, s. 7

[46] T.D.V, s. 7

[47] Beyza Bilgin, Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi, Ankara: A.Ü. İ.F. Yay., 1988, s. 22

[48] Halis Ayhan, Din Eğitimi ve Öğretimi, İstanbul:İFAV Yay., 1997, s. 15

[49] Yurdagül Mehmedoğlu, Okul Öncesi Çocuklarda Dînî Duygunun Gelişimi ve Eğitimi, Ankara: TDV Yay., 2005, s. 104

[50] Çamdibi, s. 87

[51] Cebeci, Din Eğitimi Bilimi..., s. 28

[52] Beyza Bilgin, “Din Eğitiminin Genel Eğitimdeki Yeri”, A. Ü. İ. F. Dergisi, XXIV, 1981, s. 474.

[53] Binnur Yeşilyaprak, Eğitimde Rehberlik Hizmetleri, Ankara: Nobel Yay., 2005, s. 2

[54] Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, İzmir: Işık Yay., 1994, s. 72

[55] Kerim Yavuz, Eğitim Psikolojisi, Kayseri: Erciyes Üniversitesi Yay:24, 1991, s. 1

[56] Bilgin, Eğitim Bilimi..., s. 27

[57] Hilmi Ziya Ülken, Eğitim Felsefesi, İstanbul:Ülken Yay., 2001, s. 15

[58] Murtaza Korlaelçi, “Küreselleşme Karşısında Manevî Değerlerimiz”, Felsefe Dünyası, 2005/1, sayı 41, s. 91

[59] İbrahim Arslanoğlu, “Türk Değerleri Üzerine Bir Değerlendirme”, Felsefe Dünyası, s. 73

[60] Ülker Şen, Milli Eğitim Bakanlığının 2005 Yılında Tavsiye Ettiği 100 Temel Eser Yoluyla Türkçe Eğitiminde Değerler Öğretimi Üzerine Bir Araştırma, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2007, s. 4-5.

[61] Abdülkuddüs Bingöl, “Değerler ve Medya”, Felsefe Dünyası, s. 171

[62] İsmet Zeki Eyüboğlu, Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, İstanbul 1998

[63] TDK. Türkçe Sözlük, Ankara, 1983

[64] Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara, 2003

[65] Ali Püsküllüoğlu Türkçe Sözlük, İstanbul, 1995

[66]Enes İdriz, Üsküpte Yaşayan Müslüman Toplulukların Değerler Dünyası Üzerine Sosyolojik Bir Değerlendirme, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Bursa, 2007, s. 11

[67] Değer kavramının tanımı ve kullanımları için bkz. Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, Çev: Osman Akınhay ve Derya Kömürcü, Ankara: Bilim ve Sanat Yay., 1999, s. 133-135

[68] Ahmet Cevizci, Felsefe Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Paradigma Yay., 2000

[69] İdriz, s.11

[70] Enver Uysal, Değerler Üzerine Bazı Düşünceler Ve Bir Erdem Tasnifi Denemesi: İnsanî Erdemler İslamî Erdemler”, U.Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, c.12, Sayı: 1, Bursa, 2002, s. 1’den aktaran Enes İdriz, Üsküpte Yaşayan..., s.12

[71] Hilmi Ziya Ülken, Bilgi ve Değer, İstanbul:Ülken Yayınları, 2001, s. 216-218

[72] Ahmet İnam, “Değerlerin Değmesi”, Felsefe Dünyası, s. 178-180

[73] Şafak Ural, “Ritm, Ritüel ve Değerler”, Felsefe Dünyası, s. 124

[74] İonna Kuçuradi, İnsan ve Değerleri, İstanbul:Yankı Yay., 1971, s. 56-58

[75] Anthony Robbins, Sınırsız Güç, Çev. Mehmet Değirmenci, İstanbul,:İnkılap Kitapevi Yayını, 1992, s. 87

[76] Erol Güngör, Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2000, s. 75

[77] Emine Küçükkalp, “Ahlâki Yargı Gelişimi ve Dindarlık Arasındaki İlişki” Gençlik Din ve Degerler Psikolojisi, Ed.; Hayati Hökelekli, İstabul: Dem Yay., 2006, s. 458

[78] Hakan Poyraz “Değerlerin Kuruluşu ve Yapısı” Değerler ve Eğitimi, ed. Recep Kaymakcan, Seyfi Kenan, Hayati Hökelekli, Şeyma Arslan ve Mahmut Zengin İstanbul: Dem Yayınları. 2007, 81- 89.; Necmettin TOZLU, Cem Topsakal “Avrupa Birliğine Uyum Çerçevesinde Değerler Eğitimi.” Değerler ve Eğitimi, s. 177-203.

[79] Hakan Poyraz, “Ahlâkın Dikotomisi İç Ahlâk/Dış Ahlâk”, Küreselleşme Ahlâk ve Değerler, ed. Yurdagül

Mehmedoğlu- Ali Ulvi Mehmedoğlu, İstanbul:Litera Yay., 2006, s. 173

[80] Yurdagül Mehmedoğlu, Erişkin Bireyin Kendilik Bilinci, Dem Yay.,İstanbul 2005, s.17.

[81] Kuçuradi,, s. 13

[82] Korlaelçi, s. 99

[83] Kur’an-ı Kerim, 5/Maide 32

[84] Necati Öner, Felsefe Yolunda Düşünceler, M.E.B. Yay., 1995, s 194

[85] Öner, s. 200

[86] Alparslan Açıkgenç, “Küreselleşmenin ve Değerlerin Felsefi Temelleri”, Felsefe Dünyası, s. 45

[87] Vural Kaya, Cahit Zarifoğlu’nun Çocuk Kitaplarında Temel Değerler, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2007, s. 37

[88] Korlaelçi, s. 100

[89] Süleyman Hayri Bolay, “Aşkın Değerler Buhranı”, Değerler ve Eğitimi, s. 60-64

[90] Kaya, s. 37

[91] Robbins, s. 87

[92] Necmettin Tozlu ve Cem Topsakal, “Avrupa Birliğine Uyum Çerçevesinde Değerler Eğitimi.” Değerler ve Eğitimi, s. 179-180

[93] Korlaelçi, s. 98

[94] Halil Erhun, 7-12 Yaş Çocuklarda Paylaşma ve Yardımlaşma Değerlerlerinin Hadisler Işığında Öğretimi,

Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2010, s. 51

[95] Ertan Özensel, “Sosyolojik Bir Olgu Olarak Değer”, Değerler Eğitim Dergisi, c. 1, sayı:3, İstanbul, 2003, s. 217-239

[96] Oktay Akbas, Türk Milli Eğitim Sisteminin Duyuşsal Amaçlarının İlköğretim II. Kademedeki Gerçekleşme

Derecesinin Değerlendirilmesi, Basılmamış Doktora tezi, Ankara, 2004, s. 45

[97] Ayhan Aydın, Gelisim ve Öğrenme Psikolojisi, İstanbul:Alfa Yay, 2003, s. 122

[98] Neşet Toku, “Değerlerin Dilemması”, , Bilgi Ve Değer, Ed. Sahabettin Yalçın, Ankara: Vadi Yay. 2002, s. 101-102.

[99] Erhun, s. 51

[100] Güngör, Değerler Psikolojisi..., s. 84; Uysal, s. 2.

[101] Güngör, Değerler Psikolojisi..., s. 76

[102] Kaya, s. 40

[103] Bayraktar Bayraklı, İslam’da Eğitim, İstanbul: M. Ü. İlahiyat Fakültesi Yay., s. 34

[104] Afşar Timuçin, ‘’Değer Nedir?’’, Felsefe Dünyası, s. 12

[105] Bayraklı, s. 36

[106] Korlaelçi, s. 94

[107] Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, İstanbul: İ.Ü Edebiyat Fak. Yay., 1983, s. 280

[108] Korlaelçi, s. 94

[109] Güngör, Erol, Değerler Psikolojisi..., s.84

[110] Theodore Kaltsounis,. “Teaching Social Studies in the Elementary School”, New Jersey: Prentice-Hall, 1987, s.101’den aktaran Erhun, , s. 56

[111] Erhun, s. 59

[112] Murat Çavdar, İlköğretim Öğretmenlerinin Bireysel Değerlerinin Çok Boyutlu İncelenmesi, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2009, s. 35.

[113] Ülken, Bilgi ve Değer , s.360

[114] Âmiran Kurtkan Bilgiseven, Türk Milletinin Mânevî Değerleri, İstanbul: M.E.B Yay., 1977, s. 7.

[115] Uysal, s. 53-54.

[116] TDK, Türkçe Sözlük, c. 2

[117] Victor Pauchet’ten aktaran Erol, s. 159

[118] Açıkgenç, s. 45

[119]Mehmet Zeki Aydın, “Okulda Çalışan Herkesin Görevi Olarak Değerler Eğitimi”, www.mehmetzekiaydin.com, s.5

[120] Çamdibi, s. 92

[121] Âl-i İmran Sûresi 19. ayet

[122] Babanzade, 1995, s. 18’den aktaran Poyraz, s. 183

[123] Poyraz, “Ahlâkın Dikotomisi İç Ahlâk/Dış Ahlâk”, s. 183

[124] Safiye Erol, Makaleler, Yayına Haz.: Halil Açıkgöz, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2002, s. 79

[125] Halis Ayhan, Türkiye’de Din Eğitimi, İstanbul: İFAV Yayınları, 1999, s. XIV

[126]J. F. Cramer ve G. S. Browne, Çağdaş Eğitim, çev: Ferhan Oğuzkan, İstanbul, 1974, s. 10’dan aktaran Ayhan, s. XIV

[127] Aydın, s.5

[128] Yurdagül Mehmedoğlu, “Evrenselleşebilirlik ve Ahlak”, Küreselleşme Ahlâk ve Değerler. , s. 159

[129] Mehmedoğlu, “Evrenselleşebilirlik ve Ahlak”, s. 163

[130] Erol, s. 198

[131] Kerim Yavuz, Günümüzde Din Eğitimi, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları:1, Adana 1988, s. 52

[132] Erol, s. 527

[133] Ayverdi ve diğerleri, s. 290-291

[134] Erol, s. 75

[135] Erol, s. 80

[136] Erol, s. 80

[137] Erol, s. 80

[138] Erol, s. 160

[139] Erol, s. 379-380

[140] Erol, s. 74-75

[141] Ayverdi ve diğerleri, s. 299-300

[142] Ayverdi ve diğerleri, s. 275

[143] Ayverdi ve diğerleri, s. 305

[144] Ayverdi ve diğerleri, s. 305-306

[145] Ayverdi ve diğerleri, s. 306-307

[146] Ayverdi ve diğerleri, s. 307

[147] Ayverdi ve diğerleri, s. 304-305

[148] Erol, s. 340

[149] Erol, s. 341

[150] Suat Cebeci, “Din Öğretimi Yöntemleri”, Etkili Din Öğretimi, İstanbul:TİDEF Yayınları, 2010, s. 324

[151] Ayverdi ve diğerleri, s. 277

[152] Erol, s. 267

[153] Ayverdi ve diğerleri, s. 277

[154] Erol, s. 80-81

[155] Erol, s. 81

[156] Erol, s. 379

[157] Ayverdi ve diğerleri, s. 281

[158] Erol, s. 159

[159] Ayverdi ve diğerleri, s. 277

[160] Ayverdi ve diğerleri, s. 289

[161] Ayverdi ve diğerleri, s. 289

[162] Ayverdi ve diğerleri, s. 290

[163] Ayverdi ve diğerleri, s. 294

[164] Cebeci, , “Din Öğretimi Yöntemleri”.. , s. 320

[165] Ayverdi ve diğerleri, s. 283

[166] Ayverdi ve diğerleri, s. 277

[167] Ayverdi ve diğerleri, s.274

[168] Ayverdi ve diğerleri, s.303

[169] Ayverdi ve diğerleri, s.290

[170] Erol, s.416-417

[171] Erol, s.416-417

[172] Safiye Erol’un nasihat verme tarzındaki tavrı özellikle ahlâka değindiği yazılarında genel bir üslûp özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada yazarın tecrübelere verdiği kıymetin etkisi büyüktür.

[173] Erol, s.471

[174] Erol, s.472

[175] Ayverdi ve diğerleri, s. 318

[176] Erol, s.485

[177] Erol, s.38

[178] Erol, s.91-92

[179] Erol, s.106-107

[180] Erol, s.230

[181] Erol, s.538

[182] Erol, s.141

[183] Erol, s.468

[184] Erol, s.338

[185] Erol, s.125

[186] Erol, s.206

[187] Erol, s.249

[188] Erol, s.485

[189] Erol, s.250

[190] Ayverdi ve diğerleri, s.. 263

[191] Erol, s.35-36

[192] Ayverdi ve diğerleri, s. 310

[193]Ayverdi ve diğerleri, s.. 308-309

[194] Ayverdi ve diğerleri, s. 307

[195] Erol, s.276

[196] Erol, s.81

[197] Erol, s.488

[198] Erol, s.270

[199] Erol, s.169

[200] Erol, s.157

[201] Erol, s.208

[202] Erol, s.156

[203] Erol, s.169

[204] Ayverdi ve diğerleri, s.. 311

[205] Ayverdi ve diğerleri, s.. 311

[206] Ayverdi ve diğerleri, s.. 311

[207] Ayverdi ve diğerleri, s.. 317

[208] Erol, s.281

[209] Erol, s.122

[210] Erol, s.169

[211] Yazarın bu makaleyi kaleme aldığı dönem 1961 askerî darbesi sonrası, Başbakan Adnan Menderes’in Yassıada ceza evinde bulunduğu dönem olması itibariyle siyâsi açıdan çalkantılı bir dönemdir.

[212] Erol, s.169

[213] Erol, s.203

[214] Erol, s.493

[215] Erol, s.232

[216] Erol, s.496

[217] Erol, s.345

[218] Erol, s.449

[219] Erol, s.131

[220] Erol, s.46

[221] Erol, s.43

[222] Erol, s.124-125

[223] Ayverdi ve diğerleri, s.297

[224] Ayverdi ve diğerleri, s.298-299

[225] Ayverdi ve diğerleri, s.297

[226] Ayverdi ve diğerleri, s.296-297

[227] Ayverdi ve diğerleri, s.307-308

[228] Erol, s.159

[229] Ayverdi ve diğerleri, s.297

[230] Erol, s.375

[231] Erol, s.416

[232] Erol, s.417

[233] Erol, s.429

[234] Erol, s.476

[235] Erol, s.94

[236] Erol, s.160

[237] Erol, s.259

[238] Erol, s.166

[239] Ayverdi ve diğerleri, s.297-298

[240] Erol, s.166

[241] Ayverdi ve diğerleri, s.300

[242] Ayverdi ve diğerleri, s.310

[243] Erol, s.188

[244] Ayverdi ve diğerleri, s.299

[245] Ayverdi ve diğerleri, s.299

[246] Erol, s.265-266

[247] Erol, s.266

[248] Erol, s.266

[249] Ayverdi ve diğerleri, s.300-301

[250] Ayverdi ve diğerleri, s.301

[251] Bakara sûresi, 4. Ayet: “Ve âhiret gününe de kesinkes inanırlar.”

[252] Ayverdi ve diğerleri, s.301-302

[253]“ İyiliği emredip, kötülükten men etme”

[254] Ayverdi ve diğerleri, s.302

[255] Erol, s.525

[256] Erol, s.100

[257] Erol, s.100-101

[258] Erol, s.102

[259] Erol, s.319

[260] Erol, s.526

[261] Erol, s.318

[262] Erol, s.103-104

[263] Erol, s.514

[264] Erol, s.104-105

[265] Erol, s.513

[266] Erol, s.322-323

[267] Erol, s.105

[268] Erol, s.330

[269] Erol, s.370-371

[270] Ayverdi ve diğerleri, s.256

[271] Ayverdi ve diğerleri, s.265

[272] Ayverdi ve diğerleri, s.266

[273] Ayverdi ve diğerleri, s.266

[274] Ayverdi ve diğerleri, s.267

[275] Ayverdi ve diğerleri, s.268

[276] Ayverdi ve diğerleri, s.271

[277] Ayverdi ve diğerleri,s.272

[278] Ayverdi ve diğerleri,s.279

[279] Ayverdi ve diğerleri, s.279

[280] Ayverdi ve diğerleri, s.280

[281] Ayverdi ve diğerleri, s.280

[282] Ayverdi ve diğerleri, s.260

[283] Ayverdi ve diğerleri, s.259

[284] Ayverdi ve diğerleri, s.264

[285] Ayverdi ve diğerleri, s.257-258

[286] Ayverdi ve diğerleri, s.258

[287] Ayverdi ve diğerleri, s.319

[288] Ayverdi ve diğerleri, s.323

[289] Ayverdi ve diğerleri, s.320

[290] Ayverdi ve diğerleri, s.321

[291] Ayverdi ve diğerleri, s.321

[292] Ayverdi ve diğerleri, s.322

[293] Ayverdi ve diğerleri, s.319-320

[294] Erol, s.478

[295] Ayverdi ve diğerleri, s.256

[296] Ayverdi ve diğerleri, s.279

[297] Ayverdi ve diğerleri, s.279

[298] Ayverdi ve diğerleri, s.257

[299] Erol, s.221

[300] Erol, s.486

[301] Erol, s.221

[302] Erol, s.219

Erol, s.340-341

Erol, s.430

Erol, s.431

Erol, s.236, s.279, s. 402

[307] Ayverdi ve diğerleri, s.314

[308] Erol, s.518

[309] Ayverdi ve diğerleri, s. 260

[310] Erol, s. 476-477

[311] Erol, s. 477

[312] Ayverdi ve diğerleri, s. 284

[313] Ayverdi ve diğerleri, s. 284

[314] Ayverdi ve diğerleri, s. 284

[315] Erol, s. 241

[316] Erol, s. 242

[317] Erol, s. 342

[318] Erol, s. 210

[319] Erol, s. 290

[320] Erol, s. 456

[321] Ayverdi ve diğerleri, s. 278

[322] Erol, s.361-362

[323] Erol, s.249

[324] Erol, s.422

[325] Erol, s.99

[326] Erol, s.236

[327] Ei-a!

[328] Erol, s.213

[329] Erol, s.226

[330] Erol, s.381

[331] TDK Türkçe Sözlük, c.2, s. 1436

[332] Erol, s.516

[333] Ayverdi ve diğerleri, s.282

[334] Erol, s.79

[335] Erol, s.159

[336] Erol, s.199

[337] Erol, s.205

[338] Erol, s.81

[339] Erol, s.90

[340] Ayverdi ve diğerleri, s.282

[341] Erol, s.567-568

[342] Erol, s.85-86

[343] Erol, s.72

[344] Erol, s.491-492

[345] Erol, s.69

[346] Erol, s.69

[347] Erol, s.536

[348] Erol, s.565

[349] Erol, s.255

[350] Erol, s.79

[351] Harf Devrimi, Türkiye'de 1 Kasım 1928 tarihinde 1353 sayılı "Yeni Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkında Kanun"un kabul edilmesi ve yeni alfabenin yerleştirilmesi sürecine genel olarak verilen isimdir. Bu yasayla o güne kadar kullanılan Osmanlı Alfabesi'nin yerine, Latin Alfabesi'nin Türkçe'ye uyarlanmış bir biçimi kabul edilmiştir.

[352] Erol, s.146

[353] Erol, s.65

[354] Erol, s.327-328

[355] Erol, s.330

[356] Erol, s.361

[357] Erol, s.265

[358] Erol, s.99

[359] Erol, s.68

[360] Ayverdi ve diğerleri, s.319

[361] Erol, s.451

[362] Erol, s.451

[363] Erol, s.328

[364] Erol, s.369

[365] Erol, s.176

[366] Erol, s.370

[367] Erol, s.576

[368] Erol, s.33-34

Erol, s.34

Erol, s.36

Erol, s.36

Erol, s.37

Erol, s.36

Erol, s.37

Erol, s.34

Erol, s.36

Erol, s.37

Erol, s.37

Ayverdi ve diğerleri, s.259

Ayverdi ve diğerleri, s.261

Ayverdi ve diğerleri, s.261

Ayverdi ve diğerleri, s.263

Ayverdi ve diğerleri, s.264

Erol, s.139

Erol, s.264

[386] Erol, s.437

[387] Erol, s.434

[388] Erol, s.481

[389] Erol, s.395

[390] Erol, s.428

[391] Erol, s.428

[392] Erol, s.434-435

[393] Erol, s.436

Erol, s.56

Erol, s.275

[396] Erol, s.297

[397] Erol, s.297

[398] Erol, s. 268

[399] Erol, s.272

[400] Erol, s.207

[401] Erol, s.271

[402] Erol, s.68

[403] Erol, s.132

[404] Erol, s.439

[405] Erol, s.490

[406] Erol, s.440

[407] Erol, s.241

[408] Erol, s.466

[409] Erol, s.119-120

[410] Erol, s.461

[411] Erol, s.159

[412] Erol, s.332

[413] Erol, s.464

[414] Erol, s.411

[415] Erol, s.464

[416] Erol, s.293

[417] Erol, s.313

[418] Erol, s.546

[419] Erol, s.490

[420] Erol, s.280

[421] Erol, s.291

[422] Erol, s.169

[423] Ayverdi ve diğerleri, s.281

[424] Erol, s.331-332

[425] Erol, s.324

[426] Erol, s.45

[427] Erol, s.83

[428] Erol, s.361

[429] Erol, s.363

[430] Erol, s.403

[431] Erol, s.403

Erol, s.455

Erol, s.292

Erol, s.314

[435] Erol, s.314-315

[436] Ayverdi ve diğerleri, s.269

[437] Ayverdi ve diğerleri, s.270

[438] Ayverdi ve diğerleri, s.269

[439] Erol, s.305

[440] Erol, s.309

[441] Erol, s.499

[442] Ei-a! „

[443] Erol, s.340

[444] Ayverdi ve diğerleri, s.312

[445] Erol, s.444

[446] Ayverdi ve diğerleri, s.313

[447] Ayverdi ve diğerleri, s.313-314

[448] Ayverdi ve diğerleri, s.315

[449] Erol, s.316

[450] Erol, s.406

[451] Erol, s.120

[452] Erol, s.447

[453] Erol, s.377

[454] Erol, s.326

[455] Erol, s.155

[456] Erol, s.93

[457] Erol, s.438

Erol, s.25

Erol, s.25-26

Erol, s.26

Erol, s.26

Erol, s.27

Erol, s.29

Erol, s.30

[465] Erol, s.191

[466] Erol, s.191

[467] Erol, s.284

Erol, s.284

Erol, s.285

Erol, s.469

[471] Erol, s.470

[472] Erol, s.549

[473] Erol, s.112

[474] Erol, s.66

[475] Erol, s.238

[476] Erol, s.494-495

[477] Erol, s.494

[478] Erol, s.77

[479] Erol, s.212

[480] Erol, s.258

[481] Erol, s.82

[482] Erol, s.84

[483] Erol, s.42

[484] Erol, s.42

[485] Erol, s.218

[486] Erol, s.79

[487] Erol, s.425

Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar

Yorumlar