Print Friendly and PDF

AŞK MEKTUPLARI/ SİMONE DE BEAUVOIR

|


Hakkında

Simone de Beauvoir’ın Nelson Algren’e İngilizce yazdığı mektup­lar, Ohio’daki Columbus Üniversitesi tarafından bir açık arttırma satın alınmıştır; Algren’in yazmış olduğu mektuplar ise Simone de Beauvoir tarafından saklanmıştır. Ben mektupların karşılıklı olduğu bir yayın hazırlamıştım, açıklayacağım nedenlerden dolayı bundan vazgeçmek zorunda kaldık, okuyucular burada sadece Simone de Beauvoir’ın Alg­ren’e 1947-1964 yılları arasında yazmış olduğu mektupları okuyabile­cekler (üç yüz dört mektup). Tüm beklentilerimize karşın, uzun bir sus­kunluktan sonra -bir yıldan fazla-, Algren’in Amerikalı ajanlarından bütün ısrarlarımıza rağmen kesin bir red cevabı aldık. Açıklamasız ve nedensiz bir yayınlama yasağı. Söz konusu duruma boyun eğmek zo­runda kaldık. Bu üzüntü verici bir durum, özellikle de Algren için. Böylesi bir yayın çok faydalı olabilirdi çünkü bu adam yazar olarak, hayatında benzeri olmayan bu özel karşılıklı ilişki sırasında umulma­dık, coşkun bir ışık ile aydınlanıyor, belki de bu ışık onun varlığının gerçeklerine daha yakındı, karmaşık kişiliğini bazı romanlarından ya da sıradan bir biyografiden daha iyi yansıtıyordu, öte yandan Simone de Beauvoir’ın katkıları eksiksiz bir bütünü oluşturuyordu. Bu yayın eksiksiz sayılabilir; yalnız, yazıştığı kişinin dikkatsizliğinden ya da posta memurlarını boş göndermeme arzusundan kaynaklanan zorunlu birkaç makaslama yapmak zorunda kaldık. Gerekli bulduğum konular­da metnin daha akıcı ve anlaşılabilir olması için açıklamalarda bulun­dum (Algren’in tepkileri, günlük olaylar ya da damgasını vurmuş olay­lar).
Simone de Beauvoir hayatı boyunca birçok kişiyle mektuplaşmıştır. Bu mektuplaşmalar arasında özel bir konuma sahip “transatlantik aşkın” günlüğünü oluşturan bu yazıların bir eşine daha rastlanamaz. Diğer mektuplaştığı ayrıcalıklı kişiler her zaman hemcinsleridir. Yazı­şarak, seçkin bir yakınlığın ortasında kendi farklılıklarını açığa vuru­yorlar. Burada, tam tersine, mektuplaşma, Sartre’a yazılmış mektuplar­daki gibi kendiyle aynı olan biriyle değil farklı biriyle tanışmasını sağ­lıyor. Bu alandaki olaylar her şeyi açıklamıyor. Bu iki öncü kişiye sı­radan "yabancı” statüsünü benimseten uyruk farkı ortaya çıkıyor, bir Amerikalının ve bir Fransız’ın basmakalıp düşüncelerini taşıyorlardı. Söz konusu olan yalnızca bu uyruk farkı değil onları ayıran -hem ayı­nın hem de birbirlerine yakınlaştıran temel ve duyarlı özgünlüklerdir.
Garip bir kişiliğe sahip olan Huron’un 1947’de Simone de Beauvoir’ın hayatına ani girişi, onu diğer muhataplarıyla sorgulamadan sür­dürdüğü gerçeklikleri, varsayımları, bilgileri, “ortak dünya”nın alışıl­mış gerçekliklerini gözden geçirmesine ve aydınlatmasına neden oldu. Onlara Cocteau’yu, Gide’i veya Colette’i tanıtmayı düşünür müydü?
Hikâyesinin, geçmişinin ve Parisli hayatının tarzını eski bir yenilikçi olarak nitelendirerek, kendini tanıtır mıydı? Bu düşünülemez ve gerek­sizdi çünkü bunlar bir bütün olan geçmişini, bir kadın ve yazar olarak sürdürdüğü hayatının tümünü paylaşmışlardı. Onlara Nazilerin Pouez’e girişini, Giacometti’yi, Sartre’ın oyununun ilk temsilinden önce­ki provalarının şaşkınlığını, Kurtuluş’un büyük sevincini, edebi zevk­lerini, Camus’yü, Koestler’i, Dulin’i, yürüyüşe olan büyük düşkünlü­ğünü, aileye verilen değersizliğe olan nefretini, “varoluşçuların” eğlence kulüplerini, Pierre Brasseur’ü, R.D.R.’nin mitinglerini anlatmak için çok gereksizdi fakat Şikago’daki Nelson Algren’e hepsini öğret­mek , açıklamak gerekiyordu. Bir başka gezegende yaşayan bu insanı bilgilendirmek gerekiyordu. Hiç hakkında konuşulmamış konular, benzer özellikler, söylenmeden ve dolaylı olarak anlaşılan olaylar da­lın I azla oluyordu. Işık yılı uzaklığında birbirlerine doğru yürüyorlar­dı Ah! Tabii ki! Onları yakınlaştıran şeyi önemsememek büyük bir ha­la ulur. Yazar olarak paylaştıkları ortak konum aralarında bir dostluk, ikisinin de vazgeçemeyeceği yazarlık mesleği gibi pratik, güçlü ve hayati bir bağ kurmuştu. Aykırı kişilikleri de benzeşiyordu; bilinçlerinde, yaşanmışlıklarında saygın yazar olarak beklentilerinde belirgin ortak yönleri nelerdi? Burada olgusal açıklamanın (kültür farklılıkları, vs.) yeterli olmadığı bir durumla karşılaşmaktayız.
Olaylar kendiliğinden geliştiğinde, dünyanın huzur verici samimi­yeti yok edildiğinde artık geride sadece saf varlığın boşluğu kalıyor. Karşılıklı olarak bir kadın, bir adam birbirlerini seviyor ve birbirlerini tanımıyorlar. Aşk iksiri içildiğinde birbirlerini uzun uzadıya tanımaya çalışıyorlar: Karşımda olan kişi kim? Büyülü, heyecan verici, şaşırtıcı bir deneyim. Herkes Simone de Beauvoir’ın Algren’e mektup yazma­ya başlamasının, aradaki mesafe farkının onu kendisinin ve kişiliğinin arasına sokmasından kaynaklandığının farkında. Bu durum onun sıfır­dan başlamasına zorluyor ve el değmemiş bir zemine götürüyor. Hiç düşünülmeden yapılan sıfırdan bir yeni başlangıç. Bu çağda Paris New-York transatlantik bir uçuş gibi tehlikeli bir başlangıç. Bu aşkı sürdüren de bitiren de uçaktır. Uçak da aşk gibi, aşk uçağı, mesafeleri azaltıyor. Bu aşkı sürdüren de bitiren de uçaktır. Uçak da aşk gibi, aşk uçağı, mesafeleri azaltıyor. Hikâyenin başında ve sonunda dört motor­lu pervaneli uçak okyanuslararası gediş gelişleri sağlıyordu, günümüz­de bile heyecan verici ve tehlikeli sayılan bu uçuş o yıllarda bir mace­raydı. Bu ölümü yok etmenin kaygısı mı, aşk korkusu mu bunu ayırd etmek biraz zor.
Katedilen bu büyük mesafeyi yok etme öncülüğü Algren’e düşüyor. Simone de Beauvoir ve kendisi arasındaki yok edilemez mesafeleri, ondan vazgeçmeden 1950’de ardından da 1964 yılında yeniden düzen­lemeye karar veriyor. Peki bunu neden yapıyor? Bunu yorumlamak, tahmin etmek, kurgulamak okuyucuya düşüyor. Nedenler ve mantık bu iki varlığı, iki insanı, iki temel seçimi, iki öznel yapıyı ayırıyordu. Si­mone de Beauvoir’ın “mutluluk yeteneği” vardı, Algren’in ise bir tür başarısızlık sorunu vardı. Acıyla kendini yiyip bitiren acımasız zombi sonunda canlı, neşeli, cana yakın “iyi genç adamı” yok eder. Bu kor­kutucu ve acı verici bir olaydır.
1965 yılında, “Nesnelerin Gücü” (La Force des choses) kitabının Amerika’daki çevirisi yayınlandığında, Simone de Beauvoir birkaç sayfa boyunca onu Algren’le birleştiren ilişki, ilişkinin anlamı ve do­ğasında onları kıstıran acı verici ikilemler üzerine yazmıştır. “Umarım ki sizinle ilgili bölümler hoşunuza gider çünkü oraya bütün kalbimi koydum”, diye uyarıyor. Oysa Algren öfkeli bir tutum sergiledi. Hır­çınca davranarak hain açıklamalarda bulunuyor. Ve ardından 1981 yı­lındaki ölümüne kadar sessizliğini koruyor, ölüm koşulları sembolik olarak bir romancının izin verebileceğinden daha ağırdı: Bir yalnızın yalnız ölümü, evinde öldürülüyor ve kimse cenaze törenins gelmiyor. “Algren’s body unclaimed!” diye bir gazete başlığı “Algren’e sahip çı­kan olmadı!”, Simone de Beauvoir her şeye rağmen Algren’in onun yazdığı mektupları sakladığını öğrendiğinde büyük bir şaşkınlık yaşı­yor. Bunun yayınlanmak için yapıldığını sezdiğinden, yayını ve çevi­riyi kendisinin kontrol etmesi şartıyla memnuniyetle bu işe girişmeyi düşündü. Yayınlanana kadar mektuplarının okunmasını ve mektupla­rından her tür alıntıyı yasakladı. Ben onun bitiremediği bu projesini kaldığı yerden devralıp bitirmeye karar verdim. Mektuplarının özüne yararlı olması açısından bağımsız olarak zor da olsa Simone de Beauvoir’in biçimsel isteğinde bağlı kalmaya çalıştım. O hayattayken baş­layan, arşivlerde kötü koşullarda korunan mektupları 1986 yılından sonra daha da artmıştır. Hiçbir haklan olmamalarına rağmen, izinli ol­duklarını iddia eden biyograflar, gazeteciler, araştırmacılar, üniversite öğretim görevlileri, yayınlanmamış yapıt avcıları Amerika’da olduğu kadar Fransa’da da her biri bir diğerinin haksızlığına dayanarak izinsiz kullanımı ve korsan yayınlan arttırmışlardır. Simone de Beauvoir’in korktuğu olay gerçekleşmiş oldu; onun söylemediği sözler ve saçma sapan şeyler sanki o söylemiş gibi kaleme alındı. Yazısını çözmekte zorlanmışlar, bazen isteyerek bazen de kaçınılmaz olarak konuyu anlamamışlardır, bunu ister bilgisizlik, ister deneyimsizlik, ister kötülük olarak adlandıralım, bu olay beklenmedik sonuçlar doğurmuştur. “Sa­rışın”ı "sevgili” olarak çevirmenin, bazı terimleri ve konulan değiştir­ilirimi ne gibi bir haklılığı olabilir? Artık metni aslına uygun bir şekilde düzenlemenin zamanı gelmişti, Simone de Beauvoir’m dilini, ritmi­ni tarzını, alışkanlıklarını yansıtan doğru bir okuma ve güvenilir bir çeviri… . Algren’in elimde kalan cevapları da Simone de Beauvoir’ın kiIerle aynı saldırılara maruz kalmıştır. Halk onlardan direkt yararlana­mazsa da onları okumak, onları çevirmek benim için daha değerli ol­umsun; çünkü Simone de Beauvoir’in mektupları ile olan karşılıklı uyumu olmadan büyük hatalar yapılmış olurdu. Üstelik Algren her meklubuna tarih attığı için mektupların sıralanmasında yapılmış olan Amerika’daki yayınlardaki belirsiz bir kişinin yapmış olduğu büyük İmlaları düzeltmiş oldum.
Sylvie Le Bon de Beauvoir

MEKTUPLARINDAN

18 Mayıs 1947, Pazar
Her şeyim, Şikagolu erkeğim,
Paris'te olduğunu düşünüyorum, Paris’te özlüyorum seni. Yolculuk tun ikaydı. Doğu’ya geldiğimizden beri neredeyse hiç gece olmadı. Newfoundland’de güneş batmaya başladı; ama beş saat sonra Shan­non'da enfes, yeşil bir İrlanda manzarasının üzerine doğuyordu yeni­den. Her şey öyle güzeldi, düşünecek öyle çok şeyim vardı ki hiç uyu­yamadım. Bu sabah 10’da (sizin saatinizle 6’da) Paris’in göbeğindeydim. Paris’in güzelliği kederimi alır götürür diye ummuştum; ama ya­nılmışım. Bir kere Paris bugün hiç güzel değil. Kapalı ve bulutlu, gün­lerden Pazar, caddeler bomboş, her şey karanlık, tatsız ve ölü görünü­yor. Belki de Paris’e küsen benim kalbimdir. Kalbim hâlâ New York’ta, birbirimize elveda dediğimiz Broadway’deki o köşede, Şikago’daki evimde kalbim, o sımsıcak kalbinin üzeri benim yerim. İki, üç gün içinde biraz değişir her şey diye umuyorum.
Fransız entelektüel ve siyasi hayatıyla, çalışmalarımla ve arkadaşlarımla ilgilenmeye başlamalıyım yeniden. Bugün canım bunların hiç­im ıy le uğraşmak istemiyor; üzerimde bir yorgunluk, bir tembellik var, ..sadece anılar oyalıyor beni. Biricik aşkım, seni sevdiğimi söylemek için niye bu kadar bekledim hiç bilmiyorum. Sadece emin olmak istiyordum; bildik, boş kelimeler kullanmak istemiyordum. Oysa şimdi inliyorum, ta başından beri sana âşıktım. Neyse, o şimdi burada, aşk ve kalbimi sızlatıyor. Bu kadar mutsuz olmak beni mutlu ediyor; çün­kü senin de mutsuz olduğunu, aynı mutsuzluğu paylaştığımızı biliyorum. Seninle birlikteyken zevk aşk demekti, şimdi de acı aşk demek. Aşkın her çeşidini tatmalıyız. Tekrar kavuşmanın mutluluğunu yaşayacağız. İstiyorum bunu, ihtiyacım var buna, olacak bu. Beni bekle. Ben seni bekliyorum. Seni söylediğimden, tahmininden çok seviyorum. Sa­na daha sık mektup yazacağım, sen de bana daha sık yaz. Sonsuza dek hep senin karın olarak kalacağım.
               Sımoneun
Kitabın hepsini okudum, çok hoşuma gitti. Emin ol, bu kitabı çevirteceğim. Binlerce kez öpüyorum. Beni öpüşün harikaydı. Seni seviyorum.
**
21 Mayıs 1947, Çarşamba
Sevgili kocacığım,
Paris öyle hüzünlü ve berbattı ki bu öğleden sonra Paris’ten biraz uzaklaştım. Çok uzağa gitmedim; otuz kilometre ya var ya yok; ama bana ne kadar da uzak geldi. Burası kuşların cıvıldadığı, yeşil çayırla­rı, ağaçlarıyla tam bir kır yeri. Köy demek biraz güç, ağaçların etrafın­da birkaç küçük ev var. Burada, mavili sarılı küçük bir pansiyonda iki hafta kalacağım. Şimdi saat yedi olmak üzere, güneş ağır ağır batıyor, evin önündeki küçük bahçede oturuyorum. Dört yanımı kaplayan man­zara, esen ılık meltem harika. Burada nasıl da mutlu hissediyorum ken­dimi ve sana nasıl da yakın. Buraya geldim; çünkü dinlenmeye, uyku­ya, huzura ihtiyacım var. Yeniden çalışmaya, okumaya başlamak isti­yorum. Umarım dinlenmeye, düşünmeye, eskileri hatırlamaya zamanım olur. Birkaç arkadaşıma rastladım, herkes ne kadar da soğuk; ya da en azından sıcak değil. Sen sıcaklığın, cömertliğin ve öylesine sev­gi dolu oluşunla beni çok şımarttın galiba. Belki benimdir soğuk olan; usandırıcı bir rüya gibi her şey; hiçbir şeye, hiç kimseye aldırmıyorum. Dün akşam Saint-Germain bulvannda bir taraçada otururken içim cız etti. Ağaçlar, ay ışığı öyle güzeldi ki! Paris caddelerini sana gösterme­nin beni çok mutlu edeceğini düşündüm, Paris’in seni beklediğini his­settim. Paris’i seninle, senin için sevmeye başladım yeniden.
Kitabını Gallimard’a götürdüm. Önümüzdeki iki hafta içinde oku­yup basmaya niyetli olup olmadıklarını bildirecekler bana. Basmak is­temezlerse başka bir yayıncıyla görüşeceğim. Her durumda Les Tempes modernes'de kitabının bir bölümünü basacağız. Senden gelecek mektubu sabırsızlıkla bekliyorum, Paris’ten buraya gönderecekler. Belki iki üç gün içinde elime geçer. Birbirimizden ayrı olduğumuzu hissetmeyelim diye bana daha sık yazmalısın sevgili arkadaşım, sevgi­lim, kocacığım. Aramızda Atlas Okyanusu ve uçsuz bucaksız ovalar olsa da, bu aylan birlikteymiş gibi geçirmeye çalışmalıyız. Ne yazık ki Fransızca kitaplar okuyamıyorsun. Neden öğrenmeye çalışmıyorsun? Böylece beni, hayatımı daha iyi tanırdın. Bir işe yarayacaklarını düşü­nürsen sana kitaplarımı gönderirim.
Şu anda Kafka’nın Günlük'ünü okuyorum. Diğer bütün kitaplarını okudum, hepsi çok hoşuma gitti. Sen Kafka’nın kitaplarını sever mi­sin? Biliyorum kırlardan hoşlanmıyorsun; ama burada, mavili sarılı pansiyonun önündeki küçük bahçede benimle olmanı isterdim. Yanım­da oturmuş, bana gülümsediğini görüyorum. Gülümsemeni ne çok se­viyorum bir bilsen! İki hafta önce, küçük bir Fransız bahçesinde, seni seven bir Fransız kadının yüreğinde böyle gülümseyeceğini düşünmüş müydün? İşte buradasın biricik aşkım, bana gülümsüyorsun, guguk ku­şu öterken beni seviyorsun. Ben de sana gülümsüyor ve hem bu Fran­sız bahçesinde, hem de Şikago’da seviyorum seni. Sen Fransa’da be­nimlesin, ben de Şikago’daki evimizde seninle. Biz ayrılmadık, ayrıl­mayacağız. Sonsuza dek senin karın olarak kalacağım.
Simone’un
**
Mayıs 1947, Cuma
Mon bien-aime(Sevgilim)
Bu küçük odada oturup sana mektup yazmak çok güzel. Saat öğle­den sonra beş. Güneş köyün, yeşil tepelerin üzerinde parlıyor, pencerem açık, masa da pencerenin önünde. Yani kendi odamda olsam da manzaranın içindeyim. Çok eski bir Fransa manzarası bu. Otelden yak­laşık bir buçuk kilometre uzakta Port-Royal-des-Champs var. Uzun, çok uzun zaman önce Pascal’m yaşadığı manastır bu. Racine de bura­da eğitim görmüş. Az ötede Racine’in kuş cıvıltıları arasında sık sık yürüyüşe çıktığı küçük patika var. Bu patika hakkında bir şiir bile yazmış, Hısımların yol boyunca karo taşlara kazıdığı çok kötü bir şiir. Bahçeden suna mektup yazdığımdan beri iki gün geçti, sessiz sakin. Saat on’da yattım; yanımda beni uyumaktan alıkoyacak yakışıklı bir adam da ol­madıkı için öğlen on iki’ye kadar uyudum. Yani şu anda uyumaktan bıkmış haldeyim. Aslında uykuya çok ihtiyacım vardı. On ikide öğle yemeği yedim, nefis yemekler ve kırmızı Fransız şarabı vardı yemek­le Sonra da kırlarda biraz dolaşıp geri geldim. Kitap okudum, yazı yaz­maya çalıştım. Saat sekiz’de akşam yemeğimi yiyip uyudum. Görüyorsun ya bu şekilde yaşamak için elime çok az fırsat geçiyor; oysa buna nasıl ihtiyacım var. Carson Mac Cullers’ın bir romanını bitirdim. Ame­rikalı bir yazarın kitabını okumak güzel de kitap hiç iyi değildi. Söyle­diğim gibi Kafka da okudum. Dediğim gibi modem Fransız edebiyatın­dan ne bulursan okumalısın. Camus’nün Yabancı'sı, Sartre’ın Sinekler’iyle Gizli Oturum’u çevrildi. Ayrıca Sartre’ın bazı makaleleriyle be­nim bazı makalelerimin çevirileri Partisan Review'da ve birkaç başka dergide yayımlandı. Eminim Mary Goldstein senin için bunları seve se­ve bulur. Sevgili kocacığım, ben seninle senin Şikago hayatını yaşama­ya çalışıyorum, sen de benim Fransız hayatımdan bir şeyler kapmayı denemelisin, mutlaka ama mutlaka. Deneyeceksin değil mi?
Bu satırları senin verdiğin kırmızı, parlak dolma kalemle yazıyorum, parmağımda da yüzüğün var. Hayatımda ilk kez yüzük takıyorum. Pa­ris’teki herkes çok şaşırdı; ama yüzüğe bayıldılar. Mektubunu dört gözle bekliyorum. Seni özledim, biliyorsun. Özledim dudaklarını, ellerini, sı­cak güçlü bedenini, yüzünü, gülüşünü, sesini özledim. Seni özledim. Ol­sun, seni böylesine özlemek hoşuma gidiyor, böylece bir düş olmadığını, gerçek olduğunu, yaşadığını, seninle yeniden buluşacağımızı hissediyo­rum. Sadece bir hafta önce New York’ta beraberdik. Sana kavuşmadan zaman çok uzun geliyor. O güzel yüzünü, o tatlı dudaklarını sevgi dolu buselerle öpüyorum.
Simone’un
Sana Fransa’dan senin için topladığım birkaç çiçek de yolluyorum.
**
Mayıs 1947, Cumartesi
Sevgili N. Algren*,
Mektuplarını, o küçük sarı mektuplarını bugün aldım, çok mutlu ol­dum. Mektupların da senin gibi; hem hüzünlü, hem neşeli, aşkta bece­riksiz, sakar, çok da samimi. Samimi olanla olmayanı ayırt edebildiği­mi söylüyorsun, böyle söylediğin için çok gurur duydum kendimle. Ta­nıştığımız ilk anda senin ne kadar samimi olduğunu anlamıştım, sen­den bu kadar hoşlanmaya o zaman başlamıştım, sonra da sana olan sev­gim filizlendi. Senin her şeyin samimi, sözlerin, davranışların, sevgin, nefretin, mutluluğun, kederin; bütün hayatın samimi senin. Seninleyken ben de ne kadar samimi olduğumu hissediyorum; her şey çok gü­zel; çünkü her şey gerçek. Hâlâ Şikago’daki küçük evde olduğumu his­sediyorsan çok mutlu olurum. Birlikte New Orleans’a gidene dek ay­rılmayacağım o evden. Galiba gönderdiğim birkaç mektubu -Newfo­undland’den gönderdiğimi, Paris’ten çektiğim telgrafı daha almışsın.
Bugün çalışmak için çok çaba harcadım. Altı ay önce kadınlar hak­kında yazdığım her şeyi okudum. Çalışmak çok da kötü değilmiş; ama tekrar yazmaya başlamak çok zor. İnsan niye yazma ihtiyacı duyar hiç anlayamıyorum artık. Dünya şu haliyle çok büyük; var ve kelimelere ihtiyacı yok. Şikago’yu hatırlıyorum, Fransa’nın yemyeşil manzarası­nı hatırlıyorum. Gerisi boş. Yine de yarın yeniden çalışmaya başlaya­cağım, umarım bu kez daha başarılı olurum. Olmalıyım.
Bana daha sık yaz, daha da sık. San mektupların bana büyük neşe verdi. Sana mektup yazmak hoşuma gidiyor. Yazdıklarımı okuyabildi­ğini umuyorum. Fransızca’da kendimi daha iyi ifade edebilirim. Ama seni ne kadar çok sevdiğimi anlaman için İngilizce’min yeterli olduğu­nu sanıyorum; önemli olan da senin sevgimi hissedebilmen. Seni sevi­yorum çılgın, tatlı erkeğim benim.
Salı
Mon bien-aime, bu mektubu ancak bugün yollayabileceğim; çünkü dün ve Pazar günü yortu vardı, postacı gelmedi. Tekrar hayata dön­düm, mesela tekrar yazı yazmaya başladım. Bütün hafta kendimi has­taymış gibi hissettim; rüyada gibiydim, etrafımdaki hiçbir şey gerçek delildi sanki. Havaalanında senin beni öpmenle başlayıp caddenin kö­şesinde son gülüşünle biten Şikago-New York hatundaki hikâyemizi kendi kendime kaç kez anlattım bilmiyorum. Bütün öyküyü ezbere bi­liydim, her gülüşü, her bakışı, her öpüşü, her sözcüğü. Kafamda saatlerce dönüp durmasından bıktım, usandım. Bir tanem seni ne kadar özlediğimi hissedebilseydin öyle kibirlenir, burnun öyle büyürdük ki .artık böyle lallı bir adam olamazdın.
Bugünn birkaç arkadaşımı görmek için Paris’e gideceğim; hemen otele gidip mektubun gelmiş mi diye bakacağım. Lütfen sık sık mek­tup yaz. Ben sana yazmayı hiç bırakmayacağım. Seni öyle içten, öyle derinden seviyorum ki ben bile şaşıyorum kendime. Başıma böyle bir şeyin yelebileceğim hiç düşünmemiştim. Âşığım işte, çok da mutluyum âşık olduğuma, biraz acı olsa da aşk. Ah, öyle çok yanında olmak isliyorum ki, omzunu yanağımın yanında hissetmek, kollarının beni sımsıkı sardığını hissetmek istiyorum. Sen bana bakmalısın ben de sa­na, görmemiz gerekeni görmeliyiz gözlerimizde ve mutlu olmalıyız.
Simone’un
* N. Algren benim biricik arkadaşım ve sevgilim, bir haftalık kocam olan ve sonsuza dek kocam olarak kalacak Şikagolu bir gencin adıdır.
**
29 Mayıs 1947, Perşembe
Sevgilim,
Paris’e gelir gelmez, trenden inip taksiye atladım. Taksiden de iner inmez senden mektup gelmiştir diye merdivenlere koştum. Mektup yoktu, nasıl üzüldüm bilsen! Ama bunda senin suçun yok biliyorum. Şikago çok uzak, uçaklarsa çok yavaş. Neyse boşver bunları biricik aş­kım. Geçen pazardan beri neler yaptığını bilememek çok acı veriyor bana. Kızkardeşine gidecektin, belki onunla at yarışlarına da gitmişsindir. Daha başka neler yaptın? At yarışında para kaybettin değil mi? Her gün neler yapıyorsun bilmek istiyorum; küçük, önemsiz şeyleri.
Paris güzeldi. Uçak bileti için para bulur bulmaz Paris’e gelmelisin. Paris’te birlikte yaşamamıza yetecek param olacak. Sevgili kocacığım, benden para alma konusunda öyle kaşlarını çatıp sinirlenme. Seni gör­mek için parana ihtiyaç duysaydım ben senden para alırdım. Birbirimi­zi sevdiğimiz sürece senin olan benim, benim olansa senin. Paris’e gel, gel lütfen! Paris’te New York’taymışçasına mutlu olacağız. Sana Pa­ris’i göstermek istiyorum. Bunlar boş sözler değil, bilirsin boş laflar et­mem. Paris’te benim yanımda olman için paradan da fazlasını verir­dim. Unutma, seni seviyorum benim Şikagolu genç evcimen erkeğim.
Paris güzeldi işte! Masmavi ve sıcaktı, yeşil yapraklı ağaçlarıyla, güzel kokularıyla, neşeli, yazlık elbiseleri içindeki kadınlarıyla, sokak­ta öpüşen sevgilileriyle, mutlu görünen insanlarıyla. Arkadaşlarımla Montmartre’daki Place du Tertre’a gittik. Orayı biliyor musun? Harika bir yer. İnsanlar, basit ama hoş bir müzik çalarken açık havada akşam yemeği yiyebilirsin. Yemekler, şarap harika, yukarıda gökyüzü, ayak­larının altında koca şehir. Sonra konuşa konuşa yürüyerek tepeden aşağıya indik, çok tatlı bir bara uğradık. Piyano vardı, viski-soda içtik. So­kakta da masalar vardı, insanlar birbirleriyle nasıl da neşeyle konuşu­yordu, Amerika’da yok böyle bir şey. Sonra çılgın, gerçekten çok çıl­gın bir kadın geldi. Çok yaşlı, çok çirkindi; suratında kırmızı, pembe, mavi, beyaz tonlarda makyaj vardı; boyalı saçlarının üzerindeyse hasır bir şapka. Sonra eteğini dizlerinin üzerine çekerek dans etmeye başla­dı; çirkin bacaklarını, çıplak baldırlarını göstererek acı dolu, açık saçık bir sürü laf etti. Barın kapanış vakti gelip de artık gitmemiz gerektiği söylenene dek orada oturduk. Sonra Paris’ten geçerek yaşadığım yere, Saint-Germain-des-Pres’ye gittik. Biz yürürken şafak sökmeye başla­mıştı. Seine’nin üzerinde şafağın söküşü çok güzeldi. Gökyüzü laci­vertti, sanki bir köyde gibiydim; ama Paris’teydim. Sonra yattım uyu­dum, seni düşündüm biricik aşkım. Bu Paris gecesini seninle paylaş­mayı öyle çok isterdim ki!
Ertesi gün mavili, sanlı pansiyona geri döndüm. Artık yazı yazabi­liyor, çok çalışıyorum. Arkadaşlarım beni görmeye geliyor, uzun uzun konuşuyoruz. Onları sana anlatmak isterdim; ama mektup yaza­rak bunları İngilizce anlatmak çok zor. Aslında bir süre için seninle baş başa kaldığımızı hissetmek istiyorum. Bugün hem yazım hem de İngi­lizcem çok kötü; çünkü çok geç oldu. Bunları yatakta yazıyorum, çok uykum geldi. Rüyamda seni görmek istiyorum; ama rüyalarımda iste­diğim şeyleri göremem hiç.
Seni seviyorum ve tutkuyla öpüyorum.
Simone’ un
**
4 Haziran 1947, Çarşamba
Sevgili kocacığım,
Bugün alt kata inerken mektubunu aldım, nasıl mutlu oldum bir bilsen. Ne tatlı bir mektup o öyle. Okurken sanki o şakacı sesini duydum, sımsıcak gülüşünü gördüm. Sanki yanımdaydın da oturmuş neşe için­de konuşuyorduk. Hemen cevabını alınca mektup yazmak gerçekten çok güzel, hem böylece gerçek bir konuşma ortamı oluşuyor. Şimdi hiç uzakta değilsin sanki. Yanımdaymışçasına beni sevdiğini hissedebili­yorum, benim de seni sevdiğimi hissettiğini biliyorum. Birtanem bunu hissetmek beni mutlu ediyor. Henüz bana ne kadar mutluluk verebildi­ğini bilmiyorsun. Bunu ben de bilmiyordum. Bütün gün günlük güneş­lik ıi, harikaydı; çünkü bugün kalbimdeki bu tatlı mektubu aldım. Bu kadar güzel mektuplar yazmamızı kıskanıyorum, bu hiç de adil değil. Yabancı bir dilde yazarken söylemek istediklerimi tam olarak ifade edemiyorum. Senin kalemin kıvrak, her şeyi en iyi şekilde tasvir edip öyküler anlatabiliyorsun. Bense bir çocuğunki kadar kırık dökük bir İngilizce’yle yazıyorum; yine de biliyorsun boş bir kadın değilim. Kendini benden daha zeki, daha akıllı, daha ilginç sanmandan, benim hu beceriksizliğimi küçümsemenden korkuyorum.
Çarşamba gecesi
lliılııtıcnı geceyansı oldu. Şimdi burada, Paris’te vakit geceyarısı, Şıkago'da saat kaç acaba? Akşam yemeği vaktidir herhalde. Tam şu anda ne yapıyorsun acaba? Bir tabak et yemeği mi yiyorsun? Ben tulumdayım, gerçekten çok iğrenç bir oda. Sana bu odayı göstermekten utanırdım herhalde. Duvarlar diş macunu kadar pembe, bu iyi tarafı. Tavan öyle kirli, oda öyle küçük ki içinde insana sıcaklık duygusu veren hiçbir şey yok. Buraya kadınsı bir çekicilik vermek için erkek bir kahyanın el atması gerek. Yine de savaş boyunca erişte ve patates pi­şirerek yaşadığım bu iğrenç odayı seviyorum. Yapılabilecek en mantıklı şey başka bir yere taşınmak olsa da buradan gidemem artık.
Bu akşam hiç de mantıklı değil, kendimi çok mutsuz hissediyorum. Ağlamak istiyorum. Senin kollarında ağlamak öyle güzel olurdu ki! Senin kollarında ağlayamadığım için ağlıyorum, bu hiç de mantıklı de)'il; çünkü senin kollarında olsaydım ağlamazdım ki. Aşk mektubu yazmak büyük aptallık, aşk kâğıda dökülemeyecek bir şey; ama sevdi­ğin adamla aranda şu korkunç Atlas Okyanusu varsa başka ne yapabi­lirsin? Sana bir şeyler yollamak istiyorum; ama ne yollayabilirim ki? Çiçekler bile soluyor yolda; öpücükleri, gözyaşlarını gönderemezsin bile. Sadece sözcükler var, bense İngilizce bile yazamıyorum. Sen ne kadar acı veren bir adamsın ki sevgilin senin için bütün Atlas Okyanu­su boyunca ağladı! Bununla gurur da duyuyor olabilirsin doğrusu!
Çok yorgunum, seni de deliler gibi özledim. Biliyorsun geri gelmek çok zor. Benim için bu geri geliş sürecini yaşamak çok zor. Fransa’da çok hüzünlü bir şeyler var; yine de seviyorum bu hüznü. Amerika’ysa tatil içindi. Kendimden hiçbir şey istemedim. Buradaysa ne olduğunu, yapıp yapamayacağımı tam olarak bilmesem de yapacak işlerim var.
Çok tuhaf bir akşam geçirdim ve avunmak için çok fazla içtim; şu anda çok garip hissediyorum. Bana âşık olan çok çirkin bir kadından söz etmiştim sana. Hatırlıyorum: New York’ta karşılıklı yatıyorduk, bu kadından söz etmiştik. O güzel yüzünü görmüş, mutlu olmuştum. Onunla akşam yemeği yedik. Dört gün önce karşılaştık. Beni gözetliyormuş (kendisi söyledi), sonra oturduğum kafeye geldi. Benimle ko­nuşurken bütün vücudu titriyordu. Ben de onunla akşam yemeği yiye­bileceğimizi söyledim. Yazdığı kitabın bir müsveddesini verdi bana. Bana olan aşkı hakkında her şeyi anlattığı bir günlük bu. Harika bir ki­tap. Çok iyi bir yazar. Çok derin duygulan var ve bunları harika keli­melerle anlatıyor. Bu günlüğü okumak çok sinir bozucuydu, özellikle de benim hakkımda olduğu için. Ona karşı bir hayranlık, bundan da öte dostluk hissediyorum. Paris’teyken onu iki ayda bir kez görüyorum. Ona çok da aldırmıyorum, o da bunu biliyor zaten. Tuhaf olan şey ba­na olan aşkı hakkında bu kadar rahat konuşabilmesi ve bunu benimle sanki bir hastalıkmışçasına tartışabilmesi. Tahmin ediyorsundur her­halde, onunla bir akşam geçirmek pek de kolay değil. Beni hep Pa­ris’in en güzel restoranlarına götürüp, şampanya ve en iyi yemekleri ıs­marlıyor. Ben de uzun uzun konuşuyor, hikâyeler anlatıyor, neşeli ve kayıtsız görünmeye çalışıyorum. Çok içki içiyor, akşam yemeğinden sonra bara gidiyoruz. Birden çok dokunaklı bir hal alıyor, bense ken­tlimi berbat hissediyorum, hoşça kal deyip ayrılıyorum. Ve biliyorum kulasını duvarlara vura vura, kafasında intihar düşüncesiyle, ağlayarak gidiyor. Benden başka bir arkadaş edinmeyi reddediyor. Sürekli yalnız yaşıyor, beniyse yılda sadece altı kez görüyor. Onu sokaklarda yalnız başına, umutsuz, ölümü düşünürken bırakmaktan nefret ediyorum. Başka ne yapabilirim ki? Fazla şefkat çok daha kötü şeylere yol açabi­lir. Onu asla öpemem, sorun da bu zaten. Başka ne yapabilirim ki?
Bu sabah Les Temps modernes’e uğradım, birkaç müsvedde alıp gün boyunca okudum. Bir tanesi çok tuhaf bir öyküydü. Bir fahişe kendi hayatını yazmış. Tanrım! Dünyayı böyle gördüğünü, başka hiç­bir şey tatmadan ölüp gideceğini düşünmek korkunç. Öyle içten ve do­ğal yazmış ki hikâyeyi basmak imkânsız gibi bir şey. Oysa bu öyle bir hikâye ki insanın ufak tefek endişelerini bir yana bırakıp oturup ağla­ması lazım okuyunca. Bazı yönlerden de çok komik bir öykü.
Biricik aşkım, artık yatıyorum. Sana yazmak çok iyi geldi. Yaşadı­ğım, beni beklediğini, birbirimizi severek yine mutlu olacağımızı bil­mek öyle rahatlatıcı ki. Bir kez bana, benin senin için senin benim için olduğundan daha önemli olduğumu söylemiştin. Bence bu artık doğru değil. Seni özledim ve seni seviyorum. Sen benim kocamsın, ben de scııiıı karın. Kollarında uyuyacağım, biricik aşkım.
Simone’un

**
23 Temmuz 1947, Çarşamba
Biricik aşkım benim,
Senden yeni mektup alamadım; ama daha geçen hafta iki tane al­ınıştım, bu yüzden onları bir kez daha okudum. Biliyorsun, kumar oy­namanı onayladığımı söyleyemem. Ama bütün gün çalışıyorsan neden olmasın? Önemli olan çalıştığında adam akıllı çalışman, çalışmayı bı­raktığında da dinlenmek için gerçekten sevdiğin şeyi yapman. Ben iç­meyi tercih ederim; ama bu da kumardan ne daha iyi ne de daha kötü. Bu aralar galiba çok fazla içiyorum; çünkü seni çok özledim. Böyle olacağını hiç düşünmemiştim. Nelson, sevgilim, sen bu dünyadaki en hoş adamsın, oraya gelebilmem için her şeyi ayarlamaya çalışman çok güzel; ama sadece bir dilek bu. Hâlâ yaşıyorsan ve beni seviyorsan, başka bir şey yapmaya ne gerek var? Yapacak bir şey yok. Eğer on do­lara bir araba alabilirsen ve kullanabilirsen çok hoş olur; ama sadece otobüsler ve uçaklar, uçağı da boşver sadece otobüs de bize yeter, kü­çük mutfağımızda sadece biftek ve mısır olsa, biftek de olmasın sadecc mısırla mutlu olabiliriz, değil mi? Bilirsin ben gösterişe düşkün de­ğilimdir; sadece ekmek, patates, su ve aşkla yaşayabilirim. Bunlar için kala yormana gerek yok.
Evet biraz korkuyorum, bu doğru. Öğleden sonra, Sartre’ın filmi­ni (İş İşten Geçti)  izledim, oldukça iyiydi; ama olması gerektiği kadar değil. Neyse, sorun  bu değil. Sorun şu ki filmin öyküsü beni biraz rahatsız etti. Bir­birini seven ve öldükten sonra karşılaşan bir kadınla bir adamın öyküsüydü, birbirlerini sevdiklerinden dünyaya dönmelerine izin verildi, eğer bu aşkı gerçekten yaşayan bir aşk haline getirebilirlerse sonsuza kadar yaşayabileceklerdi; ama başaramazlarsa yeniden öleceklerdi. Sonunda başarısız oldular. Gerçekten çok dokunaklıydı, seni ve beni düşündüm. Biz birbirimizi anılarımız, umutlarımız ve mektuplarımızla, aramızdaki mesafeye rağmen seviyoruz, bu aşkı gerçekten bitmeyecek bir aşk yapabilecek miyiz? Yapmalıyız. Yapabileceğimize de inanıyorum; ama kolay olmayacak. Nelson, seni seviyorum. Ama sana hayatımı adamazsam bu aşkı hak eder miyim? Hayatımı sana adayamayacağımı açıklamaya çalışmıştım. Beni anlıyor musun? Bana gücenmedin mi? Hiç gücenmeyecek misin? Her zaman sana verdiğimin aşk olduğuna mı inanacaksın? Belki de bunları sormamalıyım, bunları böylesine apaçık söylemek bana çok acı veriyor. Ama bir türlü bundan kurtulamıyorum, kendime sürekli bunları soruyorum. Sana yalan söylememeliyim, senden bir şey gizlememeliyim. İki aydır çok kötüyüm; sürekli içimi kemiren, kalbimi acıtan bir soru var: Her şeyini vermeye hazır değilken, kendinden bir şeyler vermek doğru mu? Benden istemesi­ne rağmen bütün hayatımı ona vermeyi düşünmüyorsam, onu sevebilir miyim, ona bunu söyleyebilir miyim? Benden nefret etmez mi? Nelson, aşkım bu konuda konuşmamak benim için çok daha kolay olurdu. Kolay olurdu; çünkü sen bu konuda hiçbir şey söylemedin; ama birbirimize yalan söyleyemeyeceğimizi, sessiz kalamayacağımızı söylemen öyle güzeldi ki. Aramızda oluşabilecek her türlü kötü duygudan, aldatmacadan, kırgınlıktan nefret ediyorum. Ama bunları yazdığıma göre her şeyi göze almış durumdayım. İstemezsen cevap yazma, bunları kar­ılaştığımızda yüz yüze konuşuruz. Hatırlıyor musun bir keresinde sana çok fazla saygı duyduğumu söylemiştim; işte bu yüzden yazdım bunları. Benden bütün hayatımı istiyorsun demek istemiyorum, söyle­mek istediğim sadece şu: Tekrar karşılaştığımızda ne olacağını bilmi­yoruz; yalnız şunu biliyorum ki ne olursa olsun, sana her şeyimi vere­mem, bu yüzden de kendimi kötü hissediyorum. Ah, sevgilim, bu ka­tlar uzakta olmak, böylesine önemli şeyler konuşurken birbirimizin yüzüne bakamamak ne korkunç bir şey. Aşkın sadece "seni seviyorum" ı İçmekten fazla bir şey olduğunu, gerçeği söylemeye çalışmanın da aşk olduğunu hissedebiliyor musun? Aşkım istediğim kadar aşkını hak et­meyi de istediğimi anlıyor musun? Bu mektubu sevgi dolu bir kalple, başımı omzunda hissederek okumalısın. Belki de bütün bu söyledikle­rim sana çocukça gelecek, kimbilir belki de zaten bunları biliyorsun. Bu akşam bunları yazmaktan kendimi alamadım sadece. Aşkımız gerçek olmalı, kavuştuğumuzda bunu başarmalıyız. Kendime güvendiğin kadar sana da güveniyorum. Aklından neler geçiyorsa geçsin, öp beni,
Simone'un
**
7 Ekim 1947, Salı
Nelson, aşkım,
Şu anda Paris o kadar güzel ki mutlu olmamak ve umutlanmamak imkansız. Seni görmeyi, günler, haftalar, aylar boyunca seninle yaşa­mayı umut  etmek; senin bu güzel kasabada olduğunu ve sana sevdiğim bütün bu küçük sokakları göstermeyi umut etmek... Dün, bütün öğle­den sonramı Paris’in kuzeyindeki küçük tepelerin üzerinde bulunan o fakir ama canlı mahallelerde, Belleville ve Ménilmontant’da yürüye­rek geçirdim. Küçük unutulmuş sokaklarda bir sürü, bir sürü küçük unutulmuş ev var. Sen de onları çok seveceksin. Uslu bir kız olmaya devam ediyorum, sürekli çalışıyor ve seni düşünüyorum. Pek fazla şey olmadı. Pazar günü Sartre, Camus ve André Gide ve birkaç başka yazarla birlikte Afrika’nın sorunlarıyla ilgili bir toplantıya gittim. Bili­yi usun zenciler Fransız sömürgelerinde hâlâ Amerika’da olduğundan çok daha kötü muamele görüyor, içlerinden biri de beyaz yazarlardan yardım etmelerini istemiş. İşin ilginç yanı, hepimiz sol görüş yanlışıy­ken bu zencinin Hıristiyan, son derece dindar ve ağırbaşlı, bir o kadar ılıt muhafazakâr olmasıydı. Bu yüzden son derece kibir bir dille Fransa'dan, özgürlükten bahsetti, zencilerin de Fransızların yardımıyla bir İsyana başvurmadan ve beyazları ülkelerinden atmadan mutlu olmalarını umduğunu söyledi. Bir tür işbirlikçi olduğunu düşündüğümüzde hepimiz çok sinirlendik. Fransa’nın sömürgeler konusunda çok kötü davrandığını ve sömürgelerde yaşayan bütün beyazların aşağılık olduğunu söyledik. Tabii ki zenci arkadaşımız bu işten pek memnun kaldı. Richard Wright’da oradaydı; bir başka zencinin Amerika’da yaşayan bütün zencilerin Afrikalı olduğunu söylemesi hiç hoşuna gitmedi. Bilirsin Wright’i severim, çok da duygusal biri olduğumdan sadece İngilizce konuşulduğunu duymak bile benim için büyük zevkti, benide yazılarımı yazdığım Les Deux Magots kafesinden bahsetmesi çok hoşuma gitti. Her ne kadar yiyecek, kömür ve benzin bulmakta zorluk çekse de Fransa’da yaşadığı için çok mutlu görünüyordu, zamanın çoğunu kitabı üzerinde çalışarak geçiriyor. Ama yine de, özellikle Sartre böyle düşünüyor, her şeyi biraz fazla ciddiye aldığını, her şeyi gereğinden fazla "önem" verdiğini düşünüyoruz.
Dün akşam, bahsettiğim çirkin kadınla yemek yiyip bir iki kadeh bir şeyler içtim. Günlüğüne benimle ilgili yazdığı son bölümleri getirmiş, gerçekten şahaneydi. Çok güzel bir dille yazıyor, yapayalnız yaşamasına ve bir lezbiyen olmasına rağmen tanıdığım bütün kadınlarda çok daha cüretkâr, hem bahsettiği şeyler hem de bunlardan bahsedil şekli gerçekten cesaret ister. Söylemek istediğim şu ki neredeyse bütün kadın yazarlar özellikle de sanatsal ortamlarda biraz utangaçtırlar, biraz fazla gizli kapaklı ve tatlı dillidirler. Bu kadınsa bir kadının hassasiyetiyle ama bir erkek gibi yazıyor. Ona gerçekten yardımcı olabildiğim için mutluyum. Kitaplarını yayımlattım, kendine güvenmesini sağladım; artık onun üzerinde kafa yormaya başlayan çok sayıda eleştirmen ve yazar var, bu da yapayanlız trajik yaşamında onun için çok önem taşıyor. Biliyorsun, kendini o kadar çirkin buluyor ki ne bir erkekle ne de bir kadınla yatmak istiyor; ama açık yüreklilikle buna çok fazla ihtiyaç duyduğunu söylüyor, o yüzden dört gözle yaşlanmayı bekliyor. Belki yaşlandığında artık seksi önemsemeyeceğini, bu yüzden de biraz daha rahatlayacağını düşünüyor. Onun yerinde olmak istemedi dim. Bana aşk hakkında çok güzel ve dokunaklı şeyler söyledi. O konuşuyor ben de sanki bahsettiği kişi ben değilmişim gibi dinliyorum ama benden bahsettiğini gizlemememiz de çok tuhaf bir ortam yaratıyor. Sürekli kendinden bahsediyor, sonra da sıkıntılı bir sesle, "Hep senden bahsediyoruz! Hadi biraz da senden konuşalım!" diyor. Bu da kendimden bahsetme isteğimi tamamıyla kırıyor. Kendimden korniş­imin lazım, başkalarıyla kendimle ilgili çok az konuşurum zaten. Inn bahsetmeye başladığında ise, işin en kötü yanı da sürekli olarak sevdiğin insanı görememekten, yokluğundan sonra varlığının birden yarattığı tuhaf duygulardan ve buna benzer şeylerden bahsetmesiy­di. Bense seni, seni ne kadar özlediğimi, seni göreceğimi düşünüyor. bunu bilseydi gerçekten katlanması çok zor olurdu. Benden onu sevmemi beklemiyor; ama başka birini sevebileceğimi düşünmek onun için bir cehennem azabı. Sonunda sarhoş oldu, garson gelip de artık gitmemiz gerektiğini, gece kulübünün kapanmak üzere olduğunu söylediğinde, artık bana hoşça kal demesi gerektiğini anladığındaysa az kalsın bayılacaktı. Sakın bana onu görmememi söyleme; çünkü bütün bunlara rağmen ayda bir kere de olsa beni görmek onun hayatına bir anlam katıyor, üstelik kitapları da hoşuma gidiyor. Aslında kendisini de çok seviviyorum; ama insan aşka ihtiyaç duyarken sevgi yetmiyor. Beni sadece sevmeye başladığın zaman çok üzüleceğim.
Çarşamba
Timsahıma sevgiler, sevgiler.
Dün gece küçük bir gece kulübünden döndüğümde mektubunu buldum, okudum ve hemen uykuya daldım.
Seni seviyorum. Bir arkadaşımın resim sergisi vardı. Çok hoş, hatta güzel bir kadındır; ama hiç de iyi bir ressam değildir. Herkesin iyi ol­madığını bilerek, hiçbir şey söylemeden tablolara bakması, onun da resimlerinin iyi olmadıklarını bilmesi gerçekten üzücüydü. Bu yüzden akşam onu biraz rahatlatmaya çalıştık, onunla ve Amerikalı heykeltıraş kocasıyla birlikte kuskus yemeye sonra da viski içmeye gittik. Kocası bana çok kutsal göründü; çünkü bu sabah New York’a gidecek uçağa binecekti. Paris’teki son gecesiydi, Perşembe orada olacağını düşündü­ğümde Amerika çok yakın geldi; ama sen her zamanki kadar uzaksın, Onlarla birlikte Kanada’ya gitmemden, büyük göllerde kanolarla yapacağımız yolculuklardan bahsettiler; ama ben gizlice düşümdüğüm şeyler yüzünden mutlu ve gururluydum: "Eğer birtanecik timsahım için de uygunsa, bu harika insanlarla dünyanın en güzel göllerini görmektense    onun küçük güneşinin altında kalmayı tercih ederim." Gittiğimiz gece kulübü daha dün açıldı, neredeyse benim mahallemde sayılır,  yazık ki İspanyol dansçı ve şarkıcılar çok kötüydü, yine de neşeli, samimi bir şeyler vardı bu mekânda. Paris’te hep aynı yerlere gidiyoruz, bütün akşam İngilizce konuşuyorum ve bu bana inanılmaz zevk veriyor.
Artık çalışmalıyım. Bütün gece hiç rüyalarıma girmemen, sonra bütün gün karşıma dikilip, bana gülümsemen, beni izlemen, benimle konuşman ya da en olmadık yerlerde beni öpmen ne kadar da kötü. Hoşça kal, bir sonraki mektubunu alana kadar çok beklemek zorunda kalacağım, oysa bu öyle çabuk gelmişti ki. Evet, Filipinler’le ilgili öyküleri seviyorum.
Bırak seni uzun uzun öpeyim. Je vous aime, mon amour.
Küçük kurbağan ve Simone'un
Her zaman benim konuştuğum ve seninse sustuğun hiç de doğru değil. Sen de en az benim kadar konuşuyorsun, bu arada senin böyle güzel rüyalar görmen hiç de adil değil.
**
http://images.forwallpaper.com/files/thumbs/list/45/457691__make-it-snappy_t.jpg

KRONOLOJİ

9 Ocak 1908: Simone de Beauvoir doğdu
Mart 1909: Nelson Algren doğdu
1947
Ocak: Beauvoir Amerika’ya gider
Şubat: Algren ve Beauvoir Şikago’da tanışırlar
Nisan: Beauvoir üç gün Şikago’da kalır
1 Mayıs: Algren, Beauvoir ile birlikte New York’a gelir
10 Mayıs: Algren, Beauvoir’a gümüş bir yüzük verir
17 Mayıs: Beauvoir Amerika’dan ayrılır
11 Eylül: Beauvoir Şikago’ya gider
14 Eylül: Beauvoir Paris’e döner
1948
8 Mayıs: Beauvoir Şikago’ya gider
14 Mayıs: Beauvoir ve Algren Meksika’ya hareket ederler
3 Temmuz: Beauvoir Paris’e döner
Ekim Sonu: Beauvoir, 11 rue de la Bûcherie’e taşınır Günü Gününe Amerika yayınlanır
1949
7 Mayıs: Algren Paris’e gelir
Eylül Ortası: Algren Şikago’ya döner The Man with the Golden Arm yayınlanır ve Ulusal Kitap Ödülü’nü alır
İkinci Cins yayınlanır
1950
Temmuz: Beauvoir Amerika’ya hareket eder
30 Eylül: Beauvoir Fransa’ya döner
1951
15 Ekim: Beauvoir Şikago uçağına biner
Ekim: Beauvoir Fransa’ya döner
1952
Beauvoir’ın Claude Lanzmann ile ilişkisi başlar
1953
23 Şubat: İkinci Cins Amerika’da basılır Algren eski karısı Amanda ile evlenir
1954
Ekim sonu: Mandarinler Fransa’da yayımlanır Goncourt Ödülü’nü kazanır
1955
Ağustos ortası: Beauvoir 11 rue Schoelcher’e taşınır Algren Amanda’dan boşanır
1956
Mandarinler Amerika’da basılır
1958
Bir Genç Kızın Anıları yayımlanır
1959
Beauvoir’ın Lanzmann ile ilişkisi biter
1960
The Prime of Life yayımlanır
Mart: Algren, Paris’e gelir
Eylül: Algren, Amerika’ya döner
1963
Olgunluk Çağı yayımlanır
1964
Beauvoir ile Algren arasındaki iletişim kopar 1981
Mayıs: Algren öldü
1986
14 Nisan: Beauvoir öldü Parmağında Algren’in yüzüğüyle gömüldü
Kaynak: Simone de Beauvoir, Aşk Mektupları, İngilizceden çevirenler: Tülay Evler-Pınar Öztamur İstanbul 2001
 
 

Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar

Yorumlar