Print Friendly and PDF

CANSIZ HOCA

|



 Hzl. Mehmet GÜNAYDIN
Mustafa Cansız, 1311/1895 yılında Trabzon’un Dernekpazarı il­çesinin Kondu Mahallesi’nde dünyaya geldi. Dernekpazarı, 1925 yı­lında Kondu adıyla Of ilçesine bağlı bir bucak idi. 1948 yılında Çay­kara’nın Of’tan ayrılarak ilçe olmasıyla birlikte buraya bağlanarak köy statüsüne dönüştürüldü.[1] Ancak duyulan ihtiyaç üzerine 1956 yılında yeniden teşkilatlı nahiye haline getirilmiştir. Daha sonraki yıl­larda bağlı olduğu ilçeye yakınlığı gerekçe gösterilerek adlî teşkilat ve hizmet birimleri kaldırılıp teşkilatlı bucak durumuna son verilmiş­tir. Dernekpazarı, 10 Mayıs 1990 tarihinde müstakil ilçe oldu. Bu­günkü Dernekpazarına “Kondu Altı" denilirdi. Çünkü Kondu, mer­kezden dört kilometre yukarıda olan köyün adıdır. Nitekim şu anda Kondu, ilçenin bir mahallesi durumundadır. Kondu’nun Dernekpazarı adını almasının sebebi, her Cumartesi günü burada kurulan pa­zardan dolayıdır. Bu gün ilçe Merkez (Dere), Kondu, Güney, ve Yenicami adlı dört mahalleden oluşmakta olup, ilçeye bağlı on köy bu­lunmaktadır.[2] Şu hususu önemle ifade etmemiz gerekir ki, Çayka­ra ve Dernekpazarı ilçeleri daha önce Of ilçesine bağlı idiler. Bu iti­barla yörenin tarihi dokusundan bahsederken Of, Çaykara ve Dernekpazarı ilçelerinin birlikte değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Şakir Şevket, “Trabzon Tarihi”[3] adlı eserinde “Of Kazası” başlığı altında yörenin tarihi hakkında bilgiler vermektedir. Hayatını araştırdığımız Mustafa Cansız da “Of Kazasının Umumî Tarihçesi” adlı makalesinde yöre ile ilgili önemli bilgiler vermenin yanında Şakir Şevket’in verdiği bilgilere de dikkate değer eleştiriler getirmektedir.
Şakir Şevket, “Of’ adının, yılan anlamına gelen Yunanca ofis kelime­sinden geldiğini, çünkü Of’un yollarının kıvrım kıvrım olduğunu belirttikten sonra Of’ta çıkan bir isyandan dolayı Trabzon valisinin isyanı bastırmak için on bin kişilik bir kuvvetle yöreye gittiğini ancak yollarının sarp olması nedeniyle bir netice alamadan döndüğü ifadesine yer vermektedir.[4]
Cansız, Şakir Şevket’in verdiği bu bilginin tenkite değmeyecek kadar zayıf olduğunu belirterek şu görüşlere yer vermiştir: “Of keli­mesinin de Trabzon tarihinin Yunanca yılan demek olan (Ofis) den çıkarması, buna sebepte Of yollarının yılanvari olmasını göstermek, tenkide değmeyecek kadar zayıftır. Böyle olsa Karadeniz 'in batı sahili, birkaç yer istisna edilirse hepsinin adı Of olmak icap eder. Çünkü hepsi Of gibi yamaçtır; hepsi Of gibi arızalıdır. Esasen bu­gün için iştikak usul ile tarih yapmak ilmi olmaktan uzak kalmıştır. Kalmasa da bu iştikak Türkçe’de de olabilir. Nasıl ki Amasya müver­rihi Hüsamettin (Ofa), (Hopa) yı Opodan çıkarmışsa.”[5] Cansız’ın bu tenkidine biz de katılıyoruz. Zira doğu Karadeniz sahili coğrafi konumu bakımından büyük çoğunluğunun dik ve yamaç olduğu bi­linen bir husustur.
Şakir Şevket, Of halkının hicri dokuz yüz altmış tarihine kadar ta­mamının Rum milletinden olduğu ve ahalisinin hala Rum dilini ko­nuştuğunu aktarmaktadır. Bölge (Of, Dernekpazar ve Çaykara) Fa­tih Sultan Mehmet’in Trabzon’u fethinden iki yüz sene(!) sonra yani hicri 960 (M.1553) yıllarında İslâm’la şereflendi. Maraş ulemasın­dan Osman Efendi namında bir zat Bayburt yoluyla her nasılsa yö­reye düşerek kendisine biraz baskı olunmuş ise de doğru yolu gös­tererek en saygın papazlarını hidayete erdirme başarısını göster­miş ve böylece yöre halkının ve papazların çoğunluğu İslâm dinine girmiştir.[6] Bu konuda Cansız şu ifadelere yer vermektedir:
‘‘Trabzon tarihinde Şakir Şevket’in (400 sene mukaddem Müslü­man olan Oflular Rum milletinden idi.) sözünden çıkarmak yanlıştır. Çünkü Osmanlı alimleri gibi müverrihleri de (Millet) kelimesini din yerinde istimal ederlerdi. Bu sözüyle Şakir Şevket Oflular Hristiyandı demek istemiştir. Bu gün Of'un birkaç köyünde konuşulan Rumcadan ötürü bu köylerin Rum olduğu hükmünü çıkarmak, birincisin­den daha az hatalı değildir. Of ta konuşulan Rumca'da Türk dili un­surları Rumca’dan çoktur. Bu köylerde konuşulan bu dilin milli bir dil olmadığı muhakkaktır. Yunan tarihinin bu yoldaki iddialarını kendi arkadaşları bozmaktadır. (Militios) şehrinden ayrılan birkaç muhaci­rin Karadeniz sahillerini doldurması aklın alacağı bir şey olamaz. Milâdî 500 yıl önce, on binlerin ric’atını tasvir eden (Anapasis) adlı kitabında (Eksenofon) Trabzon’da dillerini anlamadığı yerlilerle kar­şılaştığını söylüyor. Bu filozofun bize verdiği bu hakikat, Yunan ef­sane tarihinin en kesin cevabıdır. Yine bunu teyit edecek milattan sonra (Savayuvadis) in Pontus tarihindeki: Rumlar Sürmene’nin sa­hilinde, Türklerde dâhilinde bulunuyorlardı sözüdür. Bu eserde tak­riben miiâdî 13’üncü asırda yazılmıştır. Of un Rumca konuşan köy­lerinin çoğu ise sahilden 30 kilometre dâhile yanaştıktan sonra gö­rülmeğe başlar. Demek isteriz ki bu köylerde Rumca’nın konuşul­ması Hristiyanlığın gelmesi ile başlamıştır. Nasıl ki Oflular Müslüman ol­duktan sonra bir biri ile kadınlar da dahil olmak üzere Arapça konuşa­cak kadar bu din dilini öğrenmişlerdi, medreselerin de çoğu bu köyler­de bulunmuş olduğu gibi Of hocalarının da yüzde 95'i bu köylerden ye­tişirdi. Bu köyler halkının esasen Türk olduklarını ispat edecek Türk adetleri öteden beri Of'ta Türkçe söyleyen köylerden daha çoktur. Bu köylerin hele kadınlarında yabancılara ocaktan ateş vermemek âdeti kadınların Türk Şamanîliğinin ateşe karşı gösterdiği saygının bir teza­hürü sayılabilir. Bunların sevgili babasından, sevimli çocuğundan öl­dükten sonra çok tiksinmeleri yine Türk Şamalığından kalan bir izdir. Yi­ne gelin, güveyin ilk gece odalarına yemek için ekmek, tuz, son zaman­larda bal koymak bu köylerde Türklüğü yaşatan Şamanîlik tezahürü­dür. Yine bu köylerdeki kadınların ilkbaharda parlak bir güneş altında tepeler üzerinde toplanıp eğlenmeleri, doğurma ilâhesi (Ayzit)e Şaman­lar/n yaptığı ayindir ki bugün gayesi unutulmuş fakat kendisi yaşıyor. Bu kadar istihaleye uğrayan birkaç Türk’ün de Türklüğünü yaşatıyor.
Bu nokta üzerinde hayreti çeken bir olay da insanların ölmeye, öl­dürmeye sürükleyen bir mesele din değiştirmesi olduğu halde Oflular hiçbir tazyik görmeden Maraşlı bir Türk âlimi olan Osman Efendinin kimsesiz, yardımcısız Of’un en mutaassıp papazlarla dolu olan bir ye­rinde ansızın kendini gösterip günlerce samimi bir hava içinde, dinî münakaşalardan sonra Maraşlı din âliminin teklifini Ofluların candan kabul etmeleri bunların da cemi yürekli bir Türk olmalarından başka neye verilebilir? işte tarihte tazyiksiz Müslümanlığı kabul eden Selçuk Türklerini görebiliyoruz. Yine bunlar da Türklere ait masallar Türkçe söyleyen köylerden daha çok göze çarpar. Hepsinden biri bu köylerin herhangi bir semtinde bulunan bir mağara, bir taş oyuğu Dede Kor­kut masalında okuduğumuz (Tepegöze) mezar olarak gösterilir.
Şu ön sözlere etnoğrafik ve etnolojik tetkikler ilave edilirse bun­lardan çıkarılacak sonuç Of halkının Türk olmasıdır.89
Bunların Trabzon’un fethinden sonra Of’a yerleşenleri Çepni, ondan önce yerleşmişlerin de Kaşkârlı Mahmut’un büyük eserinden anlaşılacağına göre (Peçenek) olmasıdır,[7]
Cansız’ın aktardığı bu bilgiler elbette tenkide açıktır. Ancak İlmî kriterleri gözeterek yaptığı değerlendirmeleri önemsediğimizi belirt­mek isteriz. Yaptığı bazı tespitler günümüz araştırmacıları tarafın­dan da dile getirilmektedir. Ancak, Cansız’ın bu makalesini kaynak olarak göstermedikleri dikkate alınırsa bu çalışmadan habersiz ol­dukları söylenebilir.[8]
Trabzonlu Şakir Şevket’in Of’un Müslümanlaşması ile ilgili verdi­ği tarihlerde çelişki olduğu görülmektedir. Fetihten iki yüz sene son­ra ifadesi doğru ise, Of’un Müslümanlaşması 1650’lı yıllara tekabül etmesi gerekir. Eğer Hicri 960 tarihi doğru ise, bu da 1553 yılına rastlar ki, kanaatimizce doğru olan da budur. Şu halde Trabzon’un fethinden iki yüz sene sonra değil, yüz sene sonra denmesi gerekir­di ki hicri 960 tarihi bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Yörenin Türkleşme ve İslâmlaşması 16.yüzyılın ikinci yarısından itibaren gerçekleşmiştir. Bunun gerçekleşmesine en önemli katkıyı sağlayan kişinin Maraşlı Osman Efendi olduğunu söylememiz mümkündür. Osman Efendi Maraş’taki Saçaklı ailesindendir. Maraş’ta yetişip ilim tahsil etmiş, zamanın müderris ve ilim adamların­dan eğitim almıştır. Haşim Albayrak’ın “Of Çaykara” adlı eserinde Osman Efendi’nin Kahramanmaraş’ta evliyaullahtan sayılan mer­hum Saçaklızade Mehmet Efendi’nin kardeşi olduğu söylenmekte­dir.[9] Ancak bu bilginin doğru olmadığını belirtmek isteriz. Çünkü Kahramanmaraş’ta Saçaklızade Mehmet Efendi diye bilinen meş­hur kişinin vefat tarihi 1145/1732 olması, bu âlimin Osman Efendi’den yaklaşık iki asır sonra yaşadığını göstermektedir. Dolayısıyla bu bilgi inandırıcı olmaktan uzaktır." Albayrak, aynı hatayı “Of’a İslâmiyeti Yayan Maraşlılar”93 adlı makalesinde de tekrarlamıştır. Bu­nunla birlikte iki âlimin de Saçaklızadeler soyundan olduğu söylene­bilir.
Yörenin tarihi ile ilgili dikkate değer çalışmaları bulunan M. Ha­nefi Bostan, arşiv kayıtlarında Maraşlı Şeyh Osman Efendi ile ilgili bilgilere rastlanmadığını, bununla birlikte O’nun Çaykara bölgesine gelmediğinin söylenemeyeceğini ifade ettikten sonra, yörede yaşa­yan halk arasında nesilden nesile aktarılan Osman Efendi ve kar­deşleri ile ilgili kuvvetli rivayeti inkar etmenin veya görmezlikten gel­menin mümkün olmadığını vurgulamaktadır. Bununla birlikte Os­man Efendi ve kardeşlerinin yöreye İslâmiyet’i yaydıkları rivayetine ihtiyatla yaklaşmaktadır. Zira bölgede Müslümanların artışının Os­manlI Devleti’nin değişik sancaklarından gelen Müslüman Türklerden kaynaklandığını ortaya koyduğunu belirtmektedir.[10] Aynı yazar daha sonraki bir çalışmasında verdiğibilgiler şöyledir: “Bayburt'un Türklerin eline geçmesinden, özellikle 1243 Kösedağ Savaşından sonra Müslüman Türklerin bölgeye gelmeye başladıkları anlaşıl­maktadır. İlk İskan olunan halkın askeri görevlilerden oluştuğu, bu­gün yeri bilinmeyen Of kalesi muhafızlarının bunlardan olması la­zım geldiği, hatta Solaklı ve Baltacı dere adlarının bu sebeple isimleştiği öne sürülmektedir. Bölgenin İslâmla tanışması hakkındaki ri­vayetler birkaç kitabî kaynakta yer almışsa da arşiv malzemesine aksetmiştir.95 Bunlardan en meşhuru ve en çok bilineni Maraşlı Selçukîzade Osman Efendi ve torunlarının Of’ta İslâmî yaydıkları ve bunu ihtida etmiş papazlar aracılığıyla gerçekleştirdikleridir. Bu İs­lâmlaşmanın tarihi XVI. asrın ortalarından itibarendir. XVII. yüzyıl sonlarından itibaren bölgede bu yöndeki gelişmeler son şeklini al­mıştır. Of ve civarı daha az göç almış görünmektedir. Bölgenin coğ­rafyasıyla bu doğrudan ilgilidir.” Bostan, Saçaklızade Osman Efendi ile ilgili kuvvetli rivayetin olmasını belirtmesine rağmen Geç­mişten Geleceğe Çaykara Dernekpazarı adlı eser için yazdığı “Çay­kara ve Dernekpazarı Tarihi" adlı makalesinde bu kuvvetli rivayete yer vermemesinin izahı mümkün gözükmemektedir.
Of ilçesi ve özellikle Çaykara’nın Paçan (Maraşlı) Köyü ve çevre­sinde derin izler bırakan Osman Efendi Hicri 960, milâdî 1552-1553’lü yıllarda vefat etmiş ve köy camii önünde türbesi yapılmıştır. Paçan Köyü bu yüzden Maraşlı adını almıştır. Yakın zamanda cami ve çevresi ile birlikte Osman Efendi’nin kabri de yeniden düzenlen­miştir. Maraşlı Osman Efendi ile ilgili değişik rivayetler söz konusu­dur. Bu rivayetler içerisinde kabul gören husus, yörenin Maraş’tan gelen üç kardeş ve özellikle Maraşlı Köyü’nde metfun bulunan Os­man Efendi tarafından Müslümanlaştırıldığıdır. “Osman Efendi’nin din âlimi olmasının yanında “feyz-i batini ashabından” yani tarikat şeyhi olduğu, bu nedenle “Şeyh Osman Baba” olarak da anıldığı bi­linmektedir.” [11] Buradan hareketle şu hususu belirtmek isteriz: Bilin­diği üzere Müslüman Türkler, bir beldeyi fethettikleri zaman oranın halkına din değiştirme konusunda bir baskı yapmamışlardır. Çünkü “dinde zorlama yoktur” anlayışı İslâm dininin en önemli prensiplerin­den biridir. ‘Nitekim Of kazası civarında İslâm dininin yayılması için zorlama ve şiddet hareketleri olmamıştır. Hristiyanlar Solaklı ve Bal­tacı derelerinde dinlerini, dillerini, adetlerini ve kiliselerini korumuşlar­dır.’ " Ancak yöre halkına İslâm dinini tebliğ etmek için dini iyi bilen derviş ruhlu insanların gönderildiği de bir vakıadır. Bu âlim ve derviş ruhlu insanların gerek yaşantı ve gerekse İlmî kişiliğiyle halka örnek oldukları bir gerçektir. Biz, Maraşlı Saçaklızade Şeyh Osman Efendi’yi böyle bir görevi yüklenen kişi olarak görüyoruz.
Şakir Şevket’in verdiği bilgilerden, Maraşlı Şeyh Osman Efen­di’nin yörenin Müslümanlaştırılması için büyük gayret sarf ettiği ve bundan dolayı çeşitli sıkıntılara maruz kaldığı anlaşılmaktadır. Al­lah’ın kendilerine yardım ettiği doğrudur. Ancak bunun yanında Os­man Efendi’nin güçlü bir din âlimi olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim yörenin en saygın papazlarıyla dinî konularda münazaralar yapmış ve onları ikna ederek Müslüman olmalarını sağlamıştır. Bu öyle ko­lay başarılabilecek bir iş değil, güç ve sabır isteyen bir durumdur. Saçaklızade Osman Efendi ehlisünnet çizgisinde olup, bu bölgeye Sünnî İslâmlığı yaymıştır. Bu itibarla yerleştirdiği Sünnî İslâm çizgi­si tarihi süreç içerisinde muhafaza edilmiş ve yakın tarihe kadar böl­gede yetişen din âlimlerinin ülkemiz genelinde bir ağırlığının oldu­ğunu belirtmek isteriz.[12]
Çaykara ilçesinin eski adıyla Paçan, yeni ismiyle Maraşlı Köyü’nde metfun bulunan Osman Efendi’nin mezar taşına hayatını araştırdığımız Mustafa Cansız’ın yazdığı mısralar şöyledir:
“Of’a imanı, İslâm’ı getirdi
Kemalin membaı Maraşlı Osman
Ne kudsî kudrete malikti hayret!
Boyun eğmişti bir görmede ruhban
Dokuz yüz altmış idi hicri yıllar
O’nu rahmetlere gark etti Rahman.”
Geçmiş yüzyıllarda Of-Dernekpazarı ve Çaykara’nın ilim seviye­si o günün şartlarına ve memleketin diğer bölgelerine göre çok yük­sekti. Bu bölge ülke çapında meşhurdur. Nitekim 1869 Trabzon vi­layet Salnamesine göre, bütün vilayette bulunan 397 medresenin 350’si yalnız Of’ta, 11 ’i Trabzon merkez ilçede, 11 ’i Vakfıkebir’de, 1 ’i Akçaabat’ta, 8’i Sürmene’de idi. Geri kalanlar diğer kazalardadır. Bu medreseler yüksek tahsil kurumlan olduğu için öğrenim için başka bölgelerden bu kurumlara gelinirdi. Bu sayıma göre vilayetteki medreselerin %90’ı Of’ta bulunmaktaydı. Aynı şekilde seksen iki müderrisle vilayetteki müderrislerin % 80’ine, 2364 öğrenci ile tüm öğ­rencilerin %70’ine sahipti.[13]
Aynı salnameye göre, Trabzon merkez sancağında toplam 615 okulun olduğu ve bunların 191 ’inin, yaklaşık dörtte birinin, dö­nem sancağının en kalabalık yeri olan Of’ta bulunmakta idi. 1914 yılına ait İstanbul Şeyhülislâmlık arşivlerinde Of’ta 69 medrese, 69 müderris ve 1490 öğrenci olduğu belirtilmektedir. O tarihlerde Çaykara, Kadohor adı ile Of’un bir bucağı olduğundan oradaki medrese ve müderris sayısı da Of’a dâhildir. Hâlbuki Trabzon dâ­hil olmak üzere tüm kazalarında 8 medrese vardı. Bu rakamlar açıkça göstermektedir ki, Of kazası OsmanlIların sayılı ilim mer­kezlerinden biri idi.[14] Haşim Albayrak’ın salname ve Şeyhülislam­lık arşivlerine dayanarak verdiği bilgilerde izah edilmesi gereken noktalar olduğu görülmektedir. 1869 tarihinden 1914 yılına kadar geçen 45 yıllık zaman içerisinde medreselerin sayısının 350 den 69’a nasıl düştüğünün aydınlatılması gereken bir husus olduğunu belirtmek isteriz. Ancak bütün bu veriler, bölgenin bir ilim merkezi olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
“Çaykara’nın Maraşlı Köyü’nden, Beşir oğlu İbrahim isimli bir ilim erbabı, Koldere Mahallesi’nde 1695’te 75 kuruşa bir arazi ve 40 kuruşa bir arsa satın alır. Fakat daha sonra kendisinin ilim tah­sili için İstanbul’a gitmesi üzerine, eski mal sahibi, iki yalancı şahit göstererek sattığı mülkleri mahkeme kanalı ile geri almıştır. Ancak ulemadan İbrahim’in müracaatı üzerine, mahkeme 1699 yılında aldığı kararla bu yanlışı düzeltir. Bu resmi belge, bundan 300 yıl önce Çaykara’dan ilim tahsili için zamanın başkenti olan İstan­bul’a gidildiğini göstermektedir. Yine aynı köyden bir âlimin kazas­kerlik makamına yükseldiği bilinmektedir ki, Şeyhülislâmlığın iki ana kolu olan Anadolu ve Rumeli Kazaskerliği o devrin en yüksek makamlarından biridir.”[15]
Yörenin Cumhuriyetten önceki din âlimi yetiştirme özelliği Cum­huriyet kurulduktan sonra da devam etmiştir. Özellikle 1930 -1950 yılları arasında din eğitimi ve öğretimine getirilen kısıtla­malar, yörenin coğrafi konumu ve din bilginlerinin çokluğu nede­niyle din öğretiminin sürdürüldüğünü görüyoruz. Hayatını kitap­laştırdığımız Kıraat âlimi merhum Mehmet Rüştü Aşıkkutlu’nun 1936 yılında, bizzat Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK’ün önerisiyle Diyanet İşleri Başkanlı­ğınca kendilerine Kur’an Kursu açma izni verilmiştir. Aşıkkutlu’nun özellikle 1950’li yıllardan sonra din görevlisi ihtiyacını kar­şılayan elemanları yetiştirmesi takdire şayandır. Ayrıca merhum Haşan Rami Yavuz’un da din görevlisi yetiştirme konusundaki gayretleri zikretmeye değerdir.
“Of-Dernekpazarı ve Çaykara bölgesi, bir diğer ifadeyle So­laklı vadisindeki insanların eskiden beri öğrenmeyi seven ve il­me meraklı oldukları bilinen bir husustur. İlim ve irfan sahibi bu insanların başka bazı meziyetleri daha vardır. Genellikle çalış­kan, dürüst, güzel ahlaklı, dindar ve zekidirler. Bu meziyetlerin bölge insanında toplanma sebepleri içinde kalıtım, aile, sosyal çevre, bölgedeki insan faaliyetleri, nüfus hareketleri, topografya ve iklimin yanında eğitim kurumlan da sayılabilir. Bütün bu se­beplerin tarihi gelişimi ve sosyal yapısı, konunun uzmanlarınca incelenmesi faydalı sonuçlar ortaya çıkarabilir”[16] düşüncesine katılıyoruz.[17]
Mustafa Cansız’ın doğduğu Kondu Köyü bir ilim merkezi olup, önemli diyebileceğimiz bir medreseye sahipti. Bu medresenin on bir odası vardı. Mustafa Cansız, hocası “Gargar”lâkaplı Muhammed Müslim Efendi’den[18] burada okumaya başladı.[19] Ayrıca Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi’nin[20] meşhur haleflerinden Yusuf Şevki Efendi de bu köylü olup yörede önemli bir ağırlığı vardı. Nitekim bu medrese­de görev yapan Efendioğlu[21] Müderris Ali Şakir Efendi ile aralarında her ne münakaşa geçmiş ise O’nun bu medresedeki görevine son ver­miştir. Ali Şakir Efendi daha sonra Gürpınar (Mapsino) medresesine müderris olmuş, ancak Yusuf Şevki Efendi O’nu oradan da çıkartmış­tır. Ali Şakir Efendi buradan çıktıktan sonra Sürmene’nin Asu beldesi­ne gitmiş ve müderrisliğini orada sürdürmüştür.[22] Bu iki âlim arasında geçen meselenin gerçekte ne olduğunu bilemiyoruz. Yalnız Yusuf Şevki Efendi’nin yöredeki etkinliği düşünüldüğünde Ali Şakir Efendi’nin tarikatlara karşı bir tutum içerisine girdiğini akla getirmektedir.
Şu halde yörede medrese geleneğinin yanında tasavvufî yönü öne çıkan âlimlerin ağırlığının olduğu görülmektedir. Nitekim Yusuf
Şevki Efendi’nin vefatından sonra, damadı Ferşat Efendi’nin[23] tasav­vuf ağırlıklı diyebileceğimiz bir din eğitimi faaliyetini yürütmüş ve çok önemli bir üne sahip olmuştur. II. Abdülhamid döneminde tarikat ön­derlerinin önemli bir güce sahip oldukları bilinen bir husustur. Yusuf Şevki Efendi ve daha sonraki dönemlerde özellikle Of-Çaykara-Dernekpazarı yörelerinde yayılmaya başlayan Nakşibendîlik tarikatına karşı bir kısım âlimler tarafından kuşku duyularak eleştirilerde bulu­nulduğu anlaşılmaktadır. Bu eleştirilerin ortadan kaldırılabilmesi için Yusuf Şevki Efendi bir risale kaleme almıştır. Bu oluşumlara sıcak bakmayan Cansız’ın yöredeki tarikatlarla ilgili değerlendirmesi şöyledir: “Oflular vaktiyle medresenin hâkimiyeti altında akide itibariyle ehlisünnet kalmışlar, Of’a Şiilik, tekke girmemiştir. Of’ta 70 medrese mevcut iken Of'ta bir tekke yapılmamıştır. Oflular dindar olmakla hiç de mutaassıp [24] değildirler. Burada tarikatlardan ilk defa Nakşibendî­lik Erzurum’dan, sonra da Abdülhamit devrinde İstanbul’dan getiril­miştir. Bu tarikatın da burada tutunabilmesi medrese ile bağdaşabilmesindendi. Nakşîlikten başka tarihte burada hiçbir tarikata yer veril­mediği gibi bu tarikatın son mümessilleri de sona ermiştir. Bu gün bu tarikata bağlılığın kalmadığı söylenebilir.”[25]
Ancak yörede Nakşibendîliğin Hâlidî kolunun bir anlamda günümü­ze kadar geldiğini söylememiz mümkündür. Nitekim yukarıda adı geçen Yusuf Şevki Efendi’nin oğlu Ali Galip Yücel, vefatına kadar bu geleneği sürdürmüştür. Bununla birlikte bölgenin yoğun göç vermesi nedeniyle bi­linen tarikat yapılanmalarının etkisini kaybettiğini söyleyebiliriz.
Genel anlamda müderris ve mutasavvıfların din ile devleti karşı karşıya getirmemek için azami dikkat gösterdikleri gibi meşru zemin­de kalarak İslâm’a hizmet etme görevini sürdürmüşlerdir.[26] Mus­tafa Cansız’ın hocası Müslim Efendi de tarikat yapılanmasına karşı çıkan önemli bir şahsiyettir. Ferşat Efendi’nin Çaykara’nın Yeşilalan (Holayısa) Köyü’nde açtığı tekkede, özellikle kadınlara yönelik yürüt­tüğü eğitim faaliyetlerinden dolayı Gargar Müslim Efendi, “Ferşat, Yeşilalan’da kerhane[27] açtı”[28] ifadesiyle çok ağır diyebileceğimiz eleştiride bulunmuştur. Bu konuda ileride ayrıntılı bilgi vereceğiz.
Mustafa Cansız, 1921 yılından itibaren bir anlamda köyden çıkmış, Trabzon’da yaşamıştır. Trabzon, kültür açısından önemli bir şehirdir. Özellikle Trabzon Lisesi’nin felsefe ve edebiyat hocaları o gün için çok ileri seviyede olan insanlardı. Cansız, vefat yılı olan 1975 yılına kadar bu çevrelerde kalmış ve uzun yıllar il daimi encümen üyeliği yapmıştır. Ayrıca en yakın çevresi vali, hâkim, savcı, bir diğer ifade ile devletin bürokrat kesimi olmuştur. Öğretmen camiası ile sıkı diyaloğu vardı. Cansız’ın felsefi derinliği mükemmeldi. Yöremizdeki hocaların olaylara felsefi derinlikle bakmaları mümkün değildi. Hocalar genelde köyünde yaşıyordu. Köyde felsefi derinlik olması pek düşünülemez. Cansız Ho­ca aynı zamanda merakı olan, araştırıp öğrenmek ve bilmek isteyen bir yapıya sahipti. Yani alanını genişletmek istiyordu. Köy insanından farklıydı. Maddeye değer veren bir insan değildi. Ancak maddi seviye­si köylüden daha iyi idi. Bayburt’ta arazileri vardı. Oradan gelen gelir­le idare edip hayatını sürdürüyordu. Eğer maddi sıkıntısı olsaydı, “Cansız Hoca” olamazdı. Çünkü geçinmek için çalışmak zorunda olan insanın ilme ve felsefi düşüncelere ağırlık vermesi zordur. Gerçekten de Cansız Hoca’nın boş zamanı çok olmuştur. Bu itibarla sürekli oku­muş, düşünmüş ve oluşan fikirlerini etrafına aktarmıştır. Hayatının yet­miş yılı hareketli geçmiştir. Gençlik yılları savaş yıllarına rastlar. Bu yıl­lar onun için öğretici olmuştur diyebiliriz. Hayat bir biri üzerine gelişiyor, değişiyor ve insanı geliştiriyor, derinleştiriyor ve olgunlaştırıyor. Ortam da elverişli ise ve aynı zamanda alma kapasitesi de varsa, yani doğuş­tan yetileri varsa o gelişir ve serpilir. Cansız, bu fırsatarı yakalamış ve iyi değerlendirmiştir116 dememiz mümkündür.
Talebeliğinde zeki ve çalışkanlılığı ile bilinirdi. Yaya olarak yakla­şık on iki saat süren yayla yolculuklarında bile okuyacağı kitapları yanından eksik etmez, insanlar dinlenmek veya horon oynamak için konakladıklarında o bir kenara çekilir ve ders çalışırdı.[29] Yaz mev­siminde Müslim Efendi Limonsuyu civarında bulunan Mahtala yay­lasına giderdi. Mustafa Cansız da kendi yaylasına çıkardı. Dersini vermek için hocasının yaylasına giderken yol boyu başını kitaptan kaldırmaz ve bu şekilde dersini yapardı.[30]
Yaramazlıkları nedeniyle Hocası Müslim Efendi O’nu dövmek is­terdi. Ancak aldığı dersleri muntazam bir şekilde verdiği için bir tür­lü dövme imkânı bulamazdı. Mustafa’ya diğer talebelere vermediği zor dersleri verir ve medresenin bir odasına gönderirdi. Arada sıra­da kapının anahtar deliğinden kontrol edermiş. Bakar ki Mustafa uyumuş. Bunun üzerine, “uyu bakalım, yarın ne olacağını sana so­rarım” diye söylenirmiş. Mustafa sabahleyin gelir. Hiçbir talebenin veremediği o dersi açar okur, hocası hayran kalırdı.[31]
Öğrencilik yıllarında derslerde konularla ilgili hocasıyla sıkça tar­tışırdı. Bundan dolayı, hocası zaman zaman O’nu dersten dışarı çı­karırdı. Ancak meselenin içinden çıkılamayınca tekrar çağırıp gö­rüşlerine başvurmak zorunda kaldığı[32] ifade edilmektedir.
Tahsil hayatını Kondu, Fındıkoba (Mavran) ve Maraşlı (Paçan) medreselerinde tamamlayarak Müslim Efendi’den R.1330, H. 1332, M. 1916 tarihinde icazetname almıştır. (Belge: 4) İcazetnamede şu ifadelere yer verilmektedir: “Allah’u Teala bilgili, şerefli, doğru, de­ğerli Mustafa Sıtkı bin Ahmet Cansız zade lakaplı kardeşime ilmi bil­gi ve ilmi davranışlar nasip etmiştir. Bu şahıs alet ilimlerini, şer’i ilim­leri ve fıkhı tahsil etmek için bir müddet bu fakirin sohbetine devam etmiştir. Allah önemseyene ve ilmi isteyene verir ve ilmi üstün tutanın sonunu hayır kılar. O benden icazet istedi ve ben defona aktar­makta olduğum şer’i ilimlerden tefsir, hadis ve bu iki ilmi ilgilendiren hususlarda alet ilimlerini ve felsefede hocam (bahr’ul-ulum) zahir ve batın ilimlerin denizi, çeşitli sanat dallarına sahip zamanın kutbu, et­rafındakilere yardımcı olan ve Numan Zade olarak bilinen Numan Efendi bin Muhammed el-Kadohorî’ [33] nin bana icazet verdiği gibi ben de O’na icazet verdim..."(Belge: 1)
Mustafa Cansız’ın icazetname silsilesi: Muhammed Müslim elOfî, Numan Efendi bin Muhammed el-Kadohorî, Ahmed Efendi bin İbrahim Efendi el-Ofî, İsmail bin Ahmed el-Ofî el-Bacanî, Kasım bin Mahmud el-Kayseri, Osman bin Mustafa el-Akşehir, Seyyid Ömer Harputî, ...an Abdillah es-Serahsî, ... el-İmam Fahreddin er-Razi...el-İmam Muhammed bin Haşan eş-Şeybani... diye devam et­mektedir.
Cansız, din bilimleri ile ilgili olarak Müslim Efendi’nin haricinde başka bir hocadan ders almamıştır. Tahsil hayatı boyunca Arap­ça gramer ilimlerinin yanında fıkıh, tefsir, hadis ve felsefe okumuş­tur. Farsça öğrenimini kısmen Müslim Efendi, kısmen de Musullulu Abdülgani Efendi’den yapmıştır. Başarısının arkasındaki en önemli unsurun, adeta bitmek tükenmek bilmeyen araştırma ve öğ­renme merakının olduğunu belirtmek isteriz.
Kendi gayretiyle kendilerini yetiştirmiştir. Bir anlamda kitaplarla uğraşmaktan başka bir işi yoktu. Evde kitapları açar, devamlı okur ve notlar alırdı. Ara verdiği zaman evdekilere, “niçin bir şey söylemi­yorsunuz?” diye sorardı. Bazen evde komşulardan yaşlı kadınlar olurdu. “Ne diyeceğiz? Senin, dinin, imanın, her şeyin kitapların. Ev­de çoluk çocuğun var mı, onun bile farkında değilsin” diye sitem ederlerdi. O da gülerdi. Eşi Hatice Hanım, zaman zaman şu sö­zü söylerdi: “Eğer ben ölürsem Hoca ile kimse evlenmesin. Ben ev­lendim ama O’nun hanımı kitapları.” Okumayı seven ve çok okuyan bir insandı.[34] Bir kitabı okumaya başlayacağı zaman “Allah'ım, bu kitabı okumadan canımı alma” diye dua ederdi.[35]
Trabzon İl Özel İdaresi’ndeki 1946 Genel Meclisi üyeleri sicil def­terinde Cansız’ın tahsil derecesi “Dersiâm”[36] olarak geçmektedir. Daha önce aktardığımız gibi Cansız, klasik medrese usûlü ile din ilimlerindeki tahsilini tamamlamış ve icazet almıştı. Aldığı bu icazet­namenin usulüne uygun olup olmadığı Diyanet İşleri Başkanlığı Mü­şavere Kurulu’nca incelenmiş ve diplomanın geçerli olduğuna karar verilmiştir. (Belge: 5) Bunun üzerine Milli Eğitim Bakanlığı Talim Ter­biye Dairesi, “Öğrenim derecesinin tespiti istenilen Trabzon Gezici Vaizi Mustafa Cansız’ın Rumî 1330, Arabî, Cemaziyelevvel 1332 yı­lında Müderris Muhammet Müslim'den aldığı icazetnemeye göre es­ki ilmiye mesleğine hazırlayıcı mertebelerden geçerek bu yolda yük­sek öğrenim görmüş sayıldığını”onaylamıştır.[37]
Medreseden aldığı diplomaya denklik verilmesine çok sevinmiş­ti. Bildiğimiz kadarıyla Karadeniz sahilinde yetişmiş O’nun gibi bir din âlimi yoktu. Okul görmediğine göre kendi kendini yetiştirmişti. Bu da elbette üstün zekâyı gerektirir.[38] Cansız çok güçlü bir hafı­zaya sahipti. Ayaklı kütüphane olarak bilinirdi. Yöresinde Arapça ve Farsçayı en iyi bilen kişi olmanın yanında hazır cevaplığı ve zekâsı ile hocaların hocalarıydı.[39]
Gargar Müslim Efendi, talebesi Cansız için “ilmi beni okutur” söylemesine rağmen, zaman zaman O’nu “Komünist Mustafa”diye nitelendirirdi.[40] Müslim Efendi “Kasım Kıroğlu[41] ile Mustafa Cansız’ı Müslüman yapamadım" diyerek öğrencilerinden şikâyetini dile getirirdi. Bununla ilgili bir hatıra şöyledir:
Müslim Efendi bir gün beyaz binişini giymiş, binişinin arkasını toplamış belinin üzerine koymuş ve elleri arkaya bağlı olarak geli­yormuş. Birisi ona:
—Efendi bir derdin mi var. Ne düşünüyorsun?
—Var.
Nedir?
-Allah bana diyecek ki Ya Müslim, sen Cansız Mustafa ile Kıroğlu Kasım’ı niçin Müslüman yapamadın. Ben ne cevap vereceğim?
Öğrencisi Kasım arkasından geliyormuş. Müslim Efendi Kasım’ın geldiğini görmemiş. Bu sitemi duyan Kasım Kıroğlu hocası­na şunları söylemiş:
-Efendi, ne biliyorsun Allah sana Müslim diyecek. Yâ gayri Müs­lim! derse” sen ne diyeceksin?
-Doğru dersin be.[42]
Cafer Cansız’ın, Gargar Müslim Efendi ile ilgili bir anısı şöyledir: İstiklâl Mahkemeleri’nin kurulduğu zamandı. Rize’de infazlar ya­pılıyordu. Camiye geldim. Amcam Cansız Mustafa Efendi de ora­daydı. Baktım ki, endişeli ve titriyordu. Sebebi ise, hocası Gargar Müslim Efendi’yi Çaykara’da hapse koymuşlar. Müslim Efendi çok titiz bir insandı. Bazı şahıslar kestikleri hayvanların etlerini Çaykara Camii’nin duvarına asmışlar. Müslim Efendi bu durumu görünce, “hangi gâvur etleri buraya astı. Burası cami mi yoksa kasap dükkâ­nı mı?” Müslim Efendi olumsuzluklarda gâvur tabirini çok kullanırdı.
Bundan dolayı Müslim Efendi’yi şikâyet etmişler ve hapse attır­mışlar. Amcam da korkuyor. Haber almak için Çaykara’ya gittim. O sırada baktım ki bir çavuş, Müslim Efendi’nin tahkikatını yapmak için Of’tan geldi. Kosgor Mahmut Efendi’nin evinde kaldım. Sabah­leyin döndüm. Dernekpazarı’nın haftasıydı. Dükkânı açacaktım. Amcam Mustafa Efendi birkaç kişi ile birlikte pazarda dolaşıyorlar­dı. Gördüklerimi O’na aktardım. Daha sonra Of’a gitti. Orada gerek­li görüşmeleri yaptıktan sonra mahkemeye çıkartmadan hocası Müslim Efendi’yi beraat ettirtip serbest bıraktırdı. Bundan dolayı Müslim Efendi O’na çok dua ederdi.
Gençlik yıllarında köyünden bir kızı sevmişti. Ancak o kızı, bir başka şahıs zorla kaçırmıştı. Buna çok üzülmüştü. Daha sonra yi­ne köylerinden Ekşioğulları sülalesinden İsmail Ekşi’nin kızı Hatice Hanım’la evlendi. Ekşioğulları ile Cansızların arası iyi değilmiş. Bundan dolayı kızı düğün yaparak almak isteseydi belki vermezler diye kendileri anlaşıp[43] kaçarak evlenmişler. Normalde Ekşioğulları Cansızlara kız vermezdi. Kendileri anlaşıp kaçtıkları için Ekşi ai­lesi de bir itirazda bulunmamıştır. Eğer zorla almış olsaydı elbette tatsızlıklar olacaktı.[44] Mustafa Cansız’ın eşinden üç kız, bir erkek olmak üzere dört çocuğu dünyaya geldi.[45] Hatice Hanım çarşaf giy­mez, manto giyerdi. Hanımı çarşaf giymiyor diye de bazıları Cansız’ın aleyhinde konuşurdu.[46]
Eşi ve çocukları köyde, kendileri ise Trabzon’da ikamet ediyor­du. Ancak zaman zaman köye gelirdi. Hatice Hanımın bilinen bir hastalığı yoktu. Vefatından bir hafta önce Trabzon’a gitmişti. Bu es­nada tifo hastalığına yakalanmış. Hastaneye kaldırılmış, ancak bu hastalıktan kurtulamayıp genç diyebileceğimiz bir yaşata, 1944 yı­lında vefat etmiştir. Cansız Hoca, eşinin cenazesini köye getirtme­di. Hiç kimseye haber vermeden Trabzon’da defnetti. Bundan dola­yı çocuklarının kendilerine kırgınlığı vardı.[47]
Ansızın eşini kaybetmesi kolay bir hadise değildi. Artık kendileri yalnız kalmıştı. Ancak hayat devam ediyordu. Bu nedenle yeni bir hayat arkadaşı aramaya başladı. Nitekim aşağıdaki mektupta görü­leceği üzere başarısız bir girişimin kendilerinde yarattığı ıstırabın si­tem cümleleri edebi niteliktedir:
19.10.945 Canan!
Cansız’ın ağarmış saçları taşıyan başına kara duyguların yer al­masını yersiz bulmadınız mı? Öğretmen Cemil Bey vasıtasıyla size teklif edilen hayat arkadaşlığının bir takım arkadaşlar tarafından ‘lantazi[48] tasvir edilmesi, nedense sizin de biraz tatsız bulduğu­nuz bu konsere pek soğuk bir nida katmaz mı?
Üç gün önce Almanca öğretmeni Hulusi Bey’den “sizinle ara­mızda tesis edecek münasebetin” fantazi olacağını duyuşum yok mu? Dimağımı uyuşturdu, havsalamı tutuşturdu. Bu küçük varlığım­da buz diyarıyla sahrayı kebiri birleştirdi dersem mübalağaya sap­mış sayı lamam. Sizin ince ruhunuz buna tahammül edebiliyor mu? Bu sözlerle alakanızın derecesini kestiremem fakat sizden de şikâ­yet ediyorum, susamam.
Canan! Temiz, duru isteğim tarafınızdan reddedilebiliyor. Yalnız hissimin kalitesi değiştirilemezdi.
İsteğim müspet cevap verdiniz de biz menfi mi yürüdük, üç ay­dır adet, hayır diyerek tereddüdün, vesvesenin benzersiz örneğini vermediniz mi? Ben bu orijinal tereddütlerin asıl bir karara bağlana­bileceğini beklemekten başka ne yaptım?
Günlerdir bu istifhamların akrep kuyrukları kalbime saplanıyor, biriken şu istifham yekûnları yanlış mı saplanıyor, lütfen anlatır mısiniz? Saygılar...M. Cansız (İmza)[49]
Mektubun içeriğinden anladığımız kadarıyla Cansız, kendilerine hayat arkadaşı olarak seçtiği kişiye dileğinin iletmesi, bir kısım arka­daşları tarafından olması mümkün olmayacak bir hayal olarak nite­lendirilmesi ve bu konuda sevgilinin de bazı olumsuz sözlerinin ol­masından dolayı büyük bir ıstırap duyduğu anlaşılmaktadır. Bu iste­ğe sevgilinin bilinen tarzda evet veya hayır demeyip, bu ikisi arasın­daki kararsız sözlerin kendilerinde yarattığı huzursuzluğu dile getir­mektedir. Kendileri açısından bunun bir hayal olmayıp gerçekleşti­rilmesi için kararlı olduğunu ifade ederken, ince ruhlu sevgilinin bu­na nasıl tahammül edebildiğini soruyor.
İlk eşinin vefatından üç yıl sonra ikinci evliliğini gerçekleştirdi. İkinci evliliği şu şekilde olmuştur: Mustafa Cansız’ın öğretmen bir ar­kadaşı vardı. Arkadaşının vefat etmesi nedeniyle eşi dul kalmıştı. Trabzon Valisi Salim Özdemir Günday’ın arabuluculuğuyla dul ka­lan Hatice Neriman Hanım ile evlendi. Cansız Hoca, 1947 yılında evlendiği ikinci eşiyle vefatı ettiği 1975 yılına kadar birlikte hayatla­rını sürdürdüler. İkinci eşiyle mizaçları bir birine pek uygun değildi. Aynı zamanda eşinin modern bir giyimi vardı. Cansız Hoca bu du­rumunu pek tasvip etmiyordu. Ancak umumiyetle iyi geçindiler. Ha­tice Neriman Hanım idare kadınıydı. Cansız, maaşından kendisine bıraktığı harçlıktan geriye kalanını hanımına verirdi. Evin ihtiyaçları­na hiç karışmazdı. Erkeklik tarafı olduğu gibi kendisinin ağa sülale­sinden olmasının da bunda etkisi vardı.[50]
Başkasına yük olmayı istemezdi. Hayatının sonlarına doğru ha­nımı İstanbul’a gitmişti. Bu esnada damadı Ahmet Cemal Uygun’un yanında kalıyor ve kızı hizmetini yapıyordu. Ancak hanımı İstan­bul’dan döndüğü gün valizini toplayarak evine gitti. Kalması için ıs­rar etmelerine rağmen kabul etmedi. Zira eşinden ayrı olduğunda aralarının açık olduğu gibi dedikoduların yayılmasını istemiyordu.[51]
Kültür açısından Cansız ile hanımı arasında büyük fark vardı. Üvey oğlu Doktor Gündoğdu Sanımer[52]de bunu söylerdi: “Cansız, çok farklı bir dünyanın insanıydı. Annemin O’nu anlaması mümkün de­ğildi.”[53]
Giyim kuşamına çok titizdi. Temiz ve ütülü elbise giyinirdi. 1.90 boyunda ve yakışıklıydı. Vücudu ince ancak çok çevikti. Hareketle­ri çok süratli idi. Trabzon’dan geldiği zaman köy kadınları gizlice ba­karlar ve “Mustafa Efendi geçiyor” derlerdi. O da bu denilenleri du­yardı. “Yahu bu kadınlar kapılara dikiliyorlar, başka uzun boylu adam görmediler mi?” derdi.[54]
Yemeği az yerdi. Yemekten her zaman aç kalkılmasını tavsiye ederdi ve kendileri de öyle yapardı. Mısır ekmeği ve lahana yeme­ğini çok severdi. En çok sevdiği yemekten tabağına ölçüsünün dı­şında iki kaşık dahi koysanız onu asla yemez, bırakırdı. Nimettir, dökülür diye bir endişesi yoktu. Çünkü en büyük nimetin sağlık ol­duğunu ifade ederdi.[55]
En büyük tutkularından biri tavla oynamaktı. Bunun haricinde başka bir oyun oynamazdı. Tavla oynaması nedeniyle zaman za­man kendilerini şikâyet edenler olurdu. Bir din görevlisinin bunu yapması, dine zarar veriyor algılaması nedeniyle 1965 yılında dö­nemin Başbakanı Süleyman Demirel’e şikâyet edilmiş, ancak yapı­lan soruşturmada dilekçeyi yazan kişinin verdiği adreste bulunama­ması nedeniyle soruşturmanın kapatıldığı anlaşılmaktadır. Şu halde şikâyet eden kişi kendi adını yazmamış, açıktan şikâyet etme cesa­retini gösterememiştir. Çünkü Cansız Hoca’nın alacağı tavırdan çe­kinmiştir.[56] Tavla oynamanın dinen mahsuru olup olmaması ayrı bir konudur. Ancak halkın meselelere bakışı çok farklı olduğu için bir din âliminin tavla oynamasını kendilerine yakıştıramamışlardır. Cansız Hoca’nın bu tür tutumları nedeniyle şahsına (Cansız-dinsiz) olumsuz bakılmasına sebep olmuştur.
Trabzon’un meydan parkında bulunan manolya ağacının altında­ki sohbetleri çok meşhurdur. Sohbetlerine genelde öğretmen camia­sı iştirak ederdi. Trabzon’da dönemin önde gelen öğretmenlerinden olan felsefeci Topal Fahri lakaplı Fahri Bey(!), Ford Osman lakaplı fi­zikçi Osman Aydemir, matematikçi Osman Çebi,[57] pedagoji öğret­meni Ahmet Gürsoy ve fizikçi Sait Aydemir Cansız’ın hayranlarından olup uzun yıllar beraberlikleri olmuştur, felsefe öğretmeni Fahri Bey’le felsefî münakaşalara girerlerdi. Her ne kadar Cansız Hoca’nın bazı görüşlerine iştirak etmese de O’nu hayranlıkla dinlerdi.[58]
Bu konuyla ilgili Ahmet Cemal Uygun’un hatırsını aşağıya akta­rıyoruz.
Cansız Hoca’nın enteresan bir kişiliği vardı. En önemli meziyeti, hiç kimseye boyun eğmeyen, bildiklerini serbestçe müdafaa eden bir yapıdaydı. Sanırım 1940’lı yıllardı. İlkokuldan arkadaşım olan Osman Turan,[59] Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinde hoca idi. Bende Ankara emniyetinde çalışıyordum. Devamlı görüşür ve konuşurduk. Osman Turan, ısrarla Cansız Hoca’ya, “gel seni fakülteye alalım” derdi. O zaman doçentti. Osman Turan, Can­sız’ı, hocası Fuat Köprülü’ye anlatmıştı. Nasıl anlattı bilemiyorum ama bu anlatım üzerine Köprülü, “senin anlattığın çok mühim bir ki­şi. Buraya gelsin bir görüşelim” demiş. Ben de kendilerine “ fakülte­ye git. Aynı zamanda devamlı bir iştir” diye söyledim. İstemedi. Ni­çin diye sorunca şunları söyledi: “Osman Turan zeki bir kişi değildir. Çok çalışkan bir kişi olduğu için başarılı olmuştur. Kendisi zeki ol­madığına göre O’nun tavsiye ettiği hoca da nasıl olur? Onun gibi.”
Bir gün Osman Turan bana telefon ederek “Cansız Ankara’ya gelirse onu fakülteye getir de görüşelim” demişti. Şu anda burada­dır, kendisiyle bir konuşayım dedim. Konuştum, “gidelim” dedi. Be­raber fakülteye gittik. Baktık ki Osman Turan’ın odası hocalarla do­lu. Meğerse Cansız’ı imtihan edeceklerdi. Girdik, selam, aleyküm selam. Hemen sual sormaya başladılar. O da cevap vermeye baş­ladı. Doçentlerden bir tanesi tatmin olmamış olacak ki, kalkıp kütüphaneden kitap aramaya başlamış. Bunun üzerine Cansız “anladım, o            konuyu falan kitapta bakarsan daha iyi tatmin olursun” dedi. O şa­hıs, “estağfurullah Hocam, böyle bir şey hatırımdan geçmedi.” Fa­kültede iki-üç saat kaldık. Sonuç itibari ile orada görev almayı kabul etmedi. Bir yere bağımlı olmayı istememesinin yanında beğenme­me, üstten bakma gibi özelliklerinin olduğunu belirtmek isterim.”
Ahmet Gürsoy’un Cansız Hoca’dan bu konuda dinlediği ifadele­ri şöyledir:
1940’lı yıllarda Cansız Hoca Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi­ne Arapça metinler şarihi olarak çağrılmıştı. Bir gün, o zaman Doçent olan Osman Turan’ın odasında diğer hocalarla birlikte İslâm medeni­yeti tarihinde önemli şahsiyetlerden biri olan el-Cahız üzerinde soh­bet ederlerken hocanın biriyle tartışmaya başlamışlar. Cansız, Os­man Turan’a hitaben, “falan kitap senin kütüphanende var, getir ba­kalım” der. Kitabı getirir ve ilgili bahsi okumaya başlar. Oradakiler me­selenin Cansız’ın anlattığı şekilde olduğunu görürler. Şayet onların görüşlerine karşı çıkmayıp sussaydı ve sizin dediğiniz doğrudur de­miş olsaydı yüksek maaşla orada çalışma imkânı elde edecekti. Hâl­buki Cansız Hoca’nın İlmî konularda hiç şakası yoktu.[60]
Her insanın hayat çizgisini belirleme hakkı vardır. Ancak Cansız’ın bu fırsatı değerlendirmemesi kanaatimizce doğru olmamıştır. İlmî kişiliği, ilim merkezlerince görülüyor ve kendilerinin değerlendi­rilmesinin yararlı olacağı kanaatine varılıyor. Ancak O, bu tekliflere hiç aldırış etmemiştir. Hâlbuki böyle bir kurumda görev almış olsay­dı belki düşünce ve fikirlerini yazma zorunluluğu hasıl olabilecekti. Ayrıca İlmî derinliği olan Cansız Hoca’nın kanaatimizce intisap ede­bileceği en uygun yer böyle bir ilim müessesesi idi. Maalesef yöre­sinde kalarak hayatını geçirmiştir.
Cansız Hoca, Diyanet işleri Başkanlığı bünyesinde görev alma­yı düşünmemişti. Memur hayatını, daha doğrusu bir yere bağımlı ol­mayı hiç istemiyordu. Çünkü bağımlı olmanın, bir bakıma savundu­ğu düşüncelerinden ödün vereceği anlamına geleceğine inanıyor­du. Kendisi yalnız başına Trabzon’da kalıyordu. Eşi ve çocukları köyde çalışıp geçiniyorlardı. Yani ona maddi yönden pek ihtiyaçları yoktu. O da hayatını sürdürüp gidiyordu. Maddi olarak da servet ya­payım, mal-mülk biriktireyim diye hiçbir düşüncesi yoktu. İlk eşinin 1944 yılında vefat etmesi nedeniyle 1947 yılında ikinci evliliğini yap­tı. Bundan dolayı Trabzon’da bir düzen kurma zorunluluğu ortaya çıktı. Yani hayat artık eskisi gibi olamazdı. Evin ihtiyaçlarının karşı­lanması için maddiyata ihtiyaç vardı. Bu nedenle Diyanette görev almayı kabul etmek zorunda kaldı.[61]
Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatında vaiz olarak göreve başla­ması şu şekilde olmuştur: Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki, 1949 yılında Trabzon’a geldiğinde resmi bir görev verebileceği üst düzeyde hoca aramış. Cansız Hoca Trabzon ve ci­varında bulabildiği iki hocadan biri olmuştur. Diğeri de vaktiyle Of’ta kadılık yapan Pulcu Hoca lakaplı Salih Sabri Akdeniz idi. Cansız Hoca o yıllarda Of ilçesini temsilen İl Genel Meclisi üyeliği görevini yü­rütüyordu. Şu halde elli beş yaşlarına kadar resmi olarak din hiz­metlerinde bir görev üstlenmemişti. Ancak din ilimlerinden hiç ayrıl­mamış, gayri resmi de olsa talebe okutmuş ve dönemin hocalarıyla birlikteliğini sürdürmüştür. Daha doğrusu sürekli öğreten bir konumu vardı.
Salih Sabri Akdeniz hocanın icazetnamesi Osmanlı döneminden ve resmi olduğu için Ahmet Hamdi Akseki O’nu hemen vaizliğe ata­dı. Cansız Hoca’nın elindeki icazetname devletin resmi bir belgesi olarak kabul edilmediği için Ahmet Hamdi Akseki, “Şeyh Bedreddin’in “Vâridat”adlı eserini tercüme edersen seni de yüksek seviye­li maaşla tayin ederim” demişti.1^
Vaizliğe atanabilmesi için Trabzon Müftülüğü’nce Diyanet İşleri Başkanlığı’na gönderilen yazının ekinde icazetnamesi, Varidat adlı eserin aslı ve tercümesi, Usûl’ül-Hikem fi Nizam’il-Alem adlı eserin aslı ve tercümesi ve ayrıca Ahmet Hamdi Akseki’ye armağan edil­mek üzere Mevlânâ’dan Rubailerin aslı ve tercümesi ekli olarak gönderilmiştir. İstenen belgelerin gönderilmesi üzerine Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki tarafından 35 lira ma­aşla Trabzon Bölgesi gezici vaizliğine atanır ve 23 Haziran 1949 ta­rihinde görevine başlar.
Mustafa Cansız, 6 Eylül 1950 tarihinde hazırladığı ve Diyanet İş­leri Başkanlığı’na gönderdiği raporda şu ifadelere yer vermektedir: 23 Haziran 1949’da işe başladım. Ödevlerimi Diyanet işleri Baş­kanlığı’nın 945 tarih ve 583 sayılı (Müftü ve Vaizlerin ödevleri hak­kında gerekli açıklama) sına göre ayarlamak tabii idi.
Ramazan’ı Şerife tesadüf eden Haziran ve Temmuz aylarında haftada dört gün, Cum'a günlerinde öğleden evvel, Salı, Perşembe ve Pazar günlerinde de ikindi namazından sonra derslerimi Diyanet İşlerinin adı geçen açıklamasına uygun düşürmeğe çalışarak şeh­rin Ortahisar ve İskender Paşa Camileri’nde veriyorum.
Her haftanın boş kalan üç gününü de şehrin muhtelif camilerin­de vaiz arkadaşlarımın öğütlerini tetkik ile dolduruyorum.
Ağustos, Eylül aylarında mevsim icabı cemaatin dağılmasıyla[62] derslerimi haftada ikiye indirmiştim ve bölgemiz merkezindeki hatip, imam ve vaiz arkadaşlarımla müftülük binasında adı geçen açıkla­manın 41, 42 inci maddelerinden faydalanmak suretiyle toplanarak günün münasip bir zamanında bilhassa itikat ve ibadet meseleleri üzerinde ehemmiyetle durmak üzere bu meseleleri anlamaya ve anlatmaya çalıştık.
Görüldüğü üzere Mustafa Cansız, göreve başladıktan sonra öğütlerine devam etmenin yanında diğer vaiz arkadaşlarını kontrol etme görevini üstlendiği gibi günün belli saatlerinde din görevlileri­ne itikat ve ibadet konularında bilgi verdiği anlaşılmaktadır.
1950 yılında çıkarılan 5634 sayılı kanunla Diyanet İşleri Başkan­lığı yeniden düzenlendi. 29 Nisan 1950 tarihinde yürürlüğe giren bu kanunla merkez teşkilatında bazı yeni birimler kurulmuş ve bazı bi­rimlerin adları değiştirilmiştir. İlk defa gezici vaizler ihdas edilmiş ve bütün vaizler maaşlı kadroya geçirilmiştir.[63] Bu kanuna istinaden aynı tarihli Başkanlık oluruyla Mustafa Cansız, tekrar Trabzon gezi­ci vaizliğine atanır.
Trabzon Bölgesi gezici vaizlik görevini sürdürürken Diyanet İşle­ri Başkanlığı’nca 1951 yılında yapılan bir düzenlemeye göre Türki­ye geneli 21 bölgeye ayrılır. Mustafa Cansız, Trabzon merkez ol­mak üzere Gümüşhane ve Rize illeri bölge gezici vaizlik görevine atanır ve 1965 yılına kadar bu görevini sürdürür ,
Daha önce ifade ettiğimiz gibi Mustafa Cansız, klasik medrese usulü ile din ilimlerindeki tahsilini tamamlamış ve icazet almıştı. Bu icazetnamesine Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Dairesi İlâhiyat
Fakültesi mezunu denkliği vermiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı kuru­luş ve görevleri hakkındaki 633 sayılı Kanun’un[64] yürürlüğe girme­siyle birlikte bu kanunun geçici 1. inci maddesinin (b) bendi gereğin­ce Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte Trabzon vilayetine tahsis edi­len 950 lira kadro aylıklı (ihtisas) vaizliğine atanır.[65] Mustafa Cansız, Diyanet işleri Başkanlığı’nca zaman zaman ba­zı hususları konuşmak ve görüşlerini almak üzere Ankara’ya çağı­rılmıştır.[66] Ayrıca teftiş maksadıyla görevlendirildiği gi­bi bazı yörelerin din yapısını incelemek ve bu konularda Başkanlı­ğa rapor vermek için de görevlendirilmiştir.[67]
1960 ihtilalinden sonra Diyanette bir komisyon kurulmuş ve baş­kanlığına Cansız’ı getirmişler. Komisyon çalışmaya başlamadan önce bir üye ayağa kalkarak, “efendim ben Kahire el-Ezher mezu­nuyum. Şunları şunları yaptım... Kendini uzun uzun tanıtıyor. Can­sız kendisine müdahale ederek, “bu yaptıklarını bir dilekçeye yaz ve Başkanlığ’a ver de maaşına zam yapsınlar, mevzuya geç” diyerek adamın kendisini bu şekilde tanıtmasına müsaade etmemiştir.[68] Remzi Yavuz’un anısı dikkate değerdir:
Cansız Hoca yıllarca gezici vaizlik yapmış. Ayrıca devlet ona başka görevler de verdi. Kendilerinden dinledim. İmroz ve Bozcaa­da’ya incelemeye gitti. Rumların ibadet yerlerini gezdi. Keşişlerin kaldığı yerleri baktı. Kaldıkları yerlere pencere yerine mazgal delik­leri yaptırmışlardı. Herhangi bir karışıklıkta orayı bir savunma mer­kezi olarak kullanmak için öyle yapmışlardı. Karşı tarafa ateş etmek için kullanacaklardı. Bunları Diyanet’e rapor etmiş. Şunu demek is­tiyorum ki, ayrıntıları görebilen bir yapıdaydı.
Bu konuda Yusuf Ziya Cansız şu bilgileri aktardı:
1960’li yıllarda devletin yetkili birimlerince araştırma yapmak için
İmroz ve Bozcaada’ya gönderilmiştir. Oralarda bazı olaylar olmuş­tu. Bu yöreler Hristiyan cemaatin bir merkezi gibiydi. Oranın yapı­sıyla ilgili -nüfus dağılımı-bir rapor hazırlamış. Daha sonra Çayka­ra’dan oraya göç aktarması yapmışlar. Cansız, İmroz ve Bozcaa­da’ya görevli gittiğinde Rumlarla rahatlıkla anlaştığını bana söyledi. Hâlbuki oranın Rumcası ile bizim yörede konuşulan Rumca bir biri­ni tutmazdı. Demek ki o dili iyi biliyordu.
Bir ayrıntıyı anlatmadan geçmenin doğru olmayacağına inanıyoruz:
İmroz ve Bozcaada’da ki bizim din hocalarıyla orada olan pa­pazlar arasında dinî münazaralar olurmuş ve bizim hocalar cevap veremez durumdaymış. Devlet Cansız Hoca’yı, olayı soruşturmak için göndermiş. İncelemesini yapmış ve bir rapor düzenleyerek dö­nemin Diyanet işlerinden sorumlu Devlet Bakanı’na vermiş. Daha sonra bakan, biraz da resmiyet dışı konuşalım demiş. Bunun üzeri­ne Cansız: “Böyle güzel adada içki âlemi ve güzel Rum kızları var­ken bizim Müslümanların Hristiyan olmamaları zor" diyerek gülüş­müşler. Latifeyi sever ve konuşmalarında latifeye yer verirdi.[69]
Meslek olarak vaizliği sevdiği pek söylenemez. Kürsüye çıkar­ken biniş giymediği gibi başına sarık koymazdı. Başı açık ve kravat­lı olarak kürsüye çıkar ve vaaz ederdi. Çok fazla konuşmazdı. Er­ken iner ve cami görevlilerine “bir aşr okuyun” diyerek zamanı dol­dururdu. Çünkü kendisinin halkın seviyesine inip bir şeyler anlatma­sı kendilerini tatmin etmiyordu. Yüksek seviyeden konuşsa halkın anlaması mümkün değildi. Ama yinede kürsüye çıkar bir şeyler söy­lerdi.[70]
Cansız Hoca, vaizliğe başlamadan önce namaz kılmak için ca­miye pek gitmezmiş. Samsun’da ikamet eden ve medreseden arka­daşı, Cansız’ın camiye namaz kılmaya gitmediğini duymuş. Trab­zon’a geldiğinde bunu kendisine sormuş:
-Duydum ki camiye namaz kılmaya gitmiyorsun. Doğru mu?
-Evet doğrudur. Cami ahır gibi kokuyor. Onun için gitmiyorum.
Arkadaşı bu sözünden çok alınmıştı. Cansız vaizliğe başladığı sıralarda tekrar Trabzon’a gelmiş. Namaz kılmak için İskender Pa­şa Camiî’ne gitmiş. Kürsüde biri vazediyor. Yaklaşmış, bakmış ki Cansız Hoca. Hoca’nın daha önce söylediği sözü hatırlar ve şöyle der:
-Seni ahırına bağlayan Allah’u Teala’ya hamdü senalar olsun.™
Sarık, cübbe giymezdi. Bundan dolayı elbette tenkit edilirdi. An­cak yüzüne karşı tenkit etmeye korkarlardı. Yaptığı işin dine aykırı olmadığını bildiği için bu tür tenkitlere karşı ana avrat küfrederdi. Çünkü tenkit edenlerin şekilci bir anlayışa sahip olduklarını biliyor­du. Günümüzde bu anlayışın nispeten aşıldığını söyleyebiliriz.[71]
Görev yaptığı esnada sürekli uzlaşmadan yana tavır takınırdı. Bulunduğu sınav komisyonlarında torpile asla müsaade etmezdi. Görevli olduğu dönemde özellikle Süleymancı cemaatinden bilinen ve sınavlara giren hocalar için, “bunlar iki kelime öğrenmekle dini bildiklerini sanıyorlar. Hâlbuki bu bildikleri ile dinimize faydadan zi­yade zarar getirirler. Ben onlar falan cemaattendir diye asla farklı muamele yapmıyorum. Bilen görev alsın diyorum” derdi.[72]
Konu ile ilgili Ali Şenocak’ın hatırası dikkat çekicidir:
Cansız Hoca ile aynı köylüyüz. 1955 yılında Trabzon’da Müftü­lük imtihanlarına girdim. İmtihanda komisyon üyesiydi. Sorulan ha­dis sorusunu pek anlayamadım. Daha doğrusu metni çözemedim. Kendisine işaretle bir bakmasını istedim. Baktı ve bildiğin gibi yap dedi. Oldu veya olmadı diye bir şey söylemedi. Biz de anladığımız kadarıyla cevaplandırmaya çalıştım. Zaten yapacak başka bir şey de yoktu. Şunu demek istiyorum: Ben köylüsü olmama rağmen ba­na bir yardım yapmadı. Yani kimseye iltiması söz konusu değildi.
Hoca’nın bir diğer önemli özelliği, inanmadığı şeylere hemen iti­raz eder ve aksini savunurdu. Sadece kendi doğrusunun kabul edilmesi hususunda çok ısrarcıydı. Ancak daha sonra yanlış olduğunu anlayınca düzeltir ve sen haklısın demesini de bilirdi.[73]
Mustafa Cansız, 1970 yılında vaizlik görevinden emekliye ayrıldı.
Kursa katılan emekli Müftü Mehmet Aydınlı’nın verdiği bilgileri aktarıyoruz:
Diyanet işleri Başkanlığı’nın 1961 yılında Erzurum’da açtığı iki ay­lık hizmet içi eğitim seminerine doğu illerinin (20 il ve ilçeleri) müftü ve vaizleri katılmıştı. Kurs müdürlüğüne Mustafa Cansız getirilmişti. Aynı zamanda hocamızdı. Usul’ü Fıkıh ve ifta derslerimize girdi. Çok geniş bir ilme, ansiklopedik bir bilgiye sahipti. Ayaklı bir kütüphane idi. Onun ismi Türkiye Cumhuriyeti’ne yeterdi. Cansız Hoca’ya karşı olumsuz bakan müftü ve vaizler Hoca’ya sataşmak istediler. Özellikle doğulu Şafiî müftü ve vaizler daha çok sataştı. Ancak onun geniş ve açıklayı­cı cevapları hepsini susturdu. Adeta pes etmek zorunda kaldılar. Ben Tercan Müftüsü’ydüm. Kendisine saygıda kusur etmedim ve o da bizi severdi. Kursun sonlarına doğru dönemin İstanbul Valisi Prof.Dr. Fah­rettin Kerim Gökay bizi ziyarete geldi. Cansız Hoca onu, O, Cansız Hocayı takdim etti ve Gökay Hoca, Cansız’ın elini öptü.
Bir gün Gürcü kapıda lokantada yemek yiyordum. İçeri girdiler. Biz de ayağa kalkarak buyur ettik. O zamanda bir tas içerisinde, bir okka kaymaklı koyun yoğurdu olurdu. Biz ondan yiyorduk. “Bu ne­dir”? diye sordu. Biz de anlattık. Bunu üzerine “bu yoğurdu hep siz mi yersiniz” diye espri yaptı. Hocam emriniz olur dedim. Ben de yö­rede tanınmış idim. Erzurum Radyosunda Kur’an okuyordum. Gar­sonlara söyledim Hoca’ya her gün yoğurt vereceksiniz. Cansız Ho­ca “ancak 250 gram yiyebilirim” dedi. Ben de “hocam siz alın, yiye­mediğinizi başkasına verirsiniz” dedim. Böyle bir hatıramız olmuştur kendileriyle. Allah rahmet eylesin.181
Mahmut İslâmoğlu’nun kursla ilgili Cansız Hoca’dan dinledikleri dikkat çekicidir:
Erzurum hizmetiçi kurs müdürlüğü ve hatıratlarını bana anlat­mıştı. Cansız’ın konu ile ilgili ifadeleri şöyledir: “«atılanlar içerisinde iyi hocalar vardı. Fakat bizim yörenin insanları benimle ilgili olarak onlara bir fesatlık yaptı. Orada bana ilim adamıyım diye bakmadılar. Ders başlayınca İmamı Azam böyle dedi, falan kitapta yazar. İma­mı Şafiî hazretleri de böyle dedi. O da falan kitapta yazar. Benim İmamı Şafi’ye hazret kelimesini eklemekle bana bir sevgi, iltifat et­meye başladılar. Bir gün içlerinden biri usul kurallarıyla ilgili bir şey sordu. Ben de “Usulü fıkıhta Molla Hüsrev’ in görüşü şöyledir. Şafiî hazretlerine mensup falan âlimin görüşünde böyle der. Bu görüş da­ha uygundur. Bu sözlerimden dolayı bana iltifat etmeye başladılar.
İçlerinden Halep’te okumuş Gaziantepli bir vaiz yanıma geldi. ‘Biz sekiz vaiziz. Sizi yemeğe davet ediyoruz. Ben de reddetmedim. Gittik ve yemek esnasında sohbet ettik. Davet eden kişi bana şöy­le dedi: “Hocam, ben Türkiye’deki büyük hocaları tanıyorum. Mürai­lik olsun diye söylemiyorum. Sizin gibi bir hoca bu zamana kadar görmedim. Hakkınızı helal edin. Biz ilk görüşte, Halk Partili olduğu­nuz için size iltifat etmedik. Özür dileriz.’ Cansız: “Ooo benim için neler demişlerdir. Onlara hiç itibar etmem. Ne derse desinler.” So­nunda Hoca’nın hakkını teslim ettiler. Erzurum’da otelde kalacaktı. Fakat Çaykaralı bir tüccar vardı. Evin bir odasını O’na tahsis etti ve orada kaldı. Nazım Okur’da Cansız’ı davet etti ama gitmedi. Dedim ki, “O Demokrat Partili siz Halk Partili onun için mi gitmediniz?” “Yok canım. Onun babası öğretmen ve dostum idi. Partinin ne önemi var.” Yani oraları aşmış bir kişiydi. Taassup sahibi değildi.
Cumhuriyet Halk Partisi fikriyatına mensup bir kişi olmasından dolayı hocaların kendilerine olumsuz baktıkları anlaşılmaktadır. Bu anlayışın doğru bir yaklaşım olmadığını belirtmekte yarar görüyo­ruz. Ancak ilmi siyaseti sayesinde olumsuzlukları nasıl bertaraf etti­ği de dikkati çekmektedir.
Mustafa Cansız, prostat kanserine yakalanmış ve bu hastalıkla on yedi yıl mücadele etmişti. Hastalıktan dolayı üç kez ameliyat ol­du. Ameliyatların hiç birinde doktorların kendisini bayıltmasına mü­saade etmeyip, sınırlı uyuşturma yaptırtarak ameliyat olmuştur. Zi­ra bayıltıldığında hafızasının kaybolmasından endişe ediyordu. “Canımı al, aklımı alma” diye Allah’a dua ederdi.[74]
Ölümüne yakın bir zamanda ziyaretine gidenlere şunları söyle­mişti: “Yahya Kemal Beyatlı’yı ziyarete gitmiştim. Hasta yatıyordu. Bize şunu söyledi: “Güneşin gurûbunu seyretmek, insanın gurûbunu seyretmekten daha güzeldir”. Sürekli olarak insanın ölüm halini seyretmenin kişiye mutluluk vermeyeceğini ima ederdi.[75]
Dinî noktadaki hassasiyetini ifade eden ve ölümüne yakın za­manlarda söylediği şu sözü de anlamlı buluyoruz: Hastalığında ölüm anı yaklaştığında kızı Nadire Hanım arkasında duruyordu. “Beni kaldır” dedi. Doğruldu. “Yarabbi! Sana şirk koşmadım. Kusur­larım çoktur. İlmimi de elimden geldiği kadar yaydım. Dininden asla taviz vermedim. Senin huzuruna geliyorum. Beni affeyle. Eşhedü...”diyerek ruhunu teslim etti.[76]
Dursun Behzatoğlu’nun söyledikleri de dikkate değerdir:
Hastalığı sırasında tedavi için Numune hastanesinde yatıyordu. Gençliğinde Cansızla zaman zaman birlikte içki içen arkadaşı Necmeddin ile birlikte ziyaretine gittik. Hanımı da yanında idi. İçeri gir­dik ve ben elini öptüm. Konuşurken arkadaşı olan Necmeddin, eli ile işaret ederek “içelim” dedi. Bunun üzerine Cansız Hoca: “Ulan Behzatoğlu, bu şeytanı nereden taktın peşine, son nefeste imanımı ala­cak. Euzu billahi mineşşeytanirrecim...” Bu söz üzerine gülüştük. Şu halde ölüm anında bile espri yapmayı ihmal etmemiştir. Bir gün sonra gittim, ölmüştü. Orada olan bakıcıya sordum. Bizim hoca bu­rada öldü. Nasıl öldü? Son sözleri şu oldu: ‘Ya Rabbi Mustafa sana karşı bilerek veya bilmeyerek günah işledi. Fakat Rabbim ben sana asla şirk koşmadım. Sen buyuruyorsun ki, bana şirk koşmayanı cennetime koyacağım. Mustafa kapına geliyor, eşhedü enla ilahe il­lallah’ diyerek ruhunu teslim etti.[77] Ölüm anında söylediği bu sözleri değişik kişilerden dinledik ve farklı kişilerin söylediklerinin örtüştüğünü gördük.
Hastalığında ziyaretine giden Şakir Çıkrık’a şunları söylemiş: “Oruç noksanlarımı tamamladım. Namazlardan eksiklerim var. Allah ömür verirse onları da tamamlayacağım.”[78]
Ahmet Cemal Uygun’un Cansız’ın hastalığı ve vefat ile ilgili bil­gileri şöyledir:
Ölümüne yakın zamanda bir miktar parası vardı. Bu parayı ban­kaya koymasını söyledim. Kabul etmedi. “Ölürsem varislerin alma­sı zor olur” dedi. Kitabın arasına koydu ve bana, “paranın ktabın arasında olduğunu, öldüğümde buradan alın ve cenaze masrafları­mı karşılayın” dedi. Çarşı Camii imamı Hüseyin Sarıca ve vaiz Ah­met Arslantürk’ün cenazesini yıkamasını vasiyet etti. Mevlidin ke­sinlikle okutulmamasını istedi. “Hocaları, hafızları toplayın Kur’an okutun” dedi. Bu vasiyetlerini yerine getirdik.
Nerede gömüleceği, mezar taşı için bir şey yazıp yazma dığını sordum. “Kabrin türbe yapılmasının dinen uygun olmadığını, mezar taşı için de bir yazı yazmadığım” ifade etti. 04.11.1975 yılında ahirete göç etti. Cenazesini Trabzon’dan alarak Dernekpazarı ilçesinin Kondu Mahallesi’ne çıkarken çarşıya yakın ve yol üzerinde ağabeysinin yanına defnettik. Ahmet Gürsoy o zaman şunu söyledi: “Getir­dik bir deryayı köye gömdük”.
Cansız Hoca vefat ettiğinde on beş yaşında idim. Kendilerini tanı­ma şansım olmadı. Cenazesini Trabzon’dan getirdiklerinde inşaat ha­lindeki Dernekpazarı Camii’nin önüne koydular. Bakmak isteyenler için yüzünü açmışlardı. Ben o halini hatırlıyorum. Daha sonra cena­zesi çarşıya yakın bir yerde olan aile mezarlığına götürüldü. Cenaze namazı, yanılmıyorsam yörenin din âlimi Haşan Rami Yavuz tarafın­dan kıldırıldı. Trabzon Müftüsü Fazlı Çan’ın, Yasin suresinin bir bölü­münü okurken bir kaç defa şaşırdığını ve kendilerine hatırlatma konu­sunda Aşıkkutlu Hoca’nın yardımcı olduğunu hatırlıyorum.[79]
Burada bir vefasızlığı üzülerek dile getirmek istiyorum: Mustafa Cansız, yirmi yıl Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatında vaiz ve müfet­tiş olarak görev yapmıştır. Diyanet Gazetesinin 1968-1990 yılları arasında çıkan sayılarının yüklendiği CD de yaptığımız araştırma­da, vefat eden din görevlilerinin haber konusu yapıldığını gördük. Ancak Cansız Hoca’nın vefatının haber konusu yapıldığına rastlayamadık. Bunun yanı sıra Türkiye Diyanet Vakfı’nın çıkardığı İslâm Ansiklopedisi’nde madde olarak yer verilmediğini de belirtmek iste­rim. Bu konuda bir art niyetin olduğunu düşünmemekle birlikte, ve­fatının dahi haber konusu yapılmadığını görmek üzüntü vericidir. Cansız Hoca’nın ölümü ile ilgili Yaşar Nuri Öztürk’ün söylediği söz­leri anlamlı buluyoruz:
“...Yani, ben Cansız Hoca’yı düşünüyorum da, bazen toprağa gıpta ediyorum. Eğer bunlar toprağın bağrına gitmiş ise dünyanın üstü hiç bir işe yaramaz. Nasıl toprak bu insanları yiyor diye bazen kızıyorum toprağa, bazen de imreniyorum... O ölümüne yakın: ‘Ey, artık misafir bu eski evi beğenmiyor; yerine dönmek istiyor” diyor­du. [80]
Mezar taşında 1930’lu yıllarda kaleme aldığı şiirinin şu mısrala­rı yazılıdır:
Uzak geçme fâni sessizce dinle,
Hasbi hal eylesin taşım seninle
Halimden ibret al içinden inle.
3. İlmî Kişiliği
Cansız Hoca’ya hitaben yazılan bir mektubu aktarmak suretiyle İlmî kişiliği konusunda bir kanaate varmak isabetli olur diye düşünü­yoruz:
Kars’tan 17.6.1338 Cansız!....
Nerelerde? Acaba yerde mi yoksa semavatta mı?....
Bana pek mukârin, ruhen pek müşabih olduğu takarrür eden bir şahsiyet hakkındaki mütalamın pürüzsüz ve doğruluğuna iman ede­bildim. ..
Evet!.... Cansız; Maddiyeti itibariyle mahkum, esir-i zemindir; fa­kat; mahiyet-i ruhiye ve maneviyesi itibariyle kainatı meşhudenin maverayı mesturesinde ulumu nazariyat ve feraziyatı felsefenin çalkalandığı saha-i mütelaşiyenin daha gerilerinde maksudini; mevcut ve mestur ve mevzah gayey-i muhteriğ-i ezeliyi bulup yakalamak is­tiyor çabalıyor, didiniyor, yoruluyor. Bu kimseyi âzurde etmeyen sukuti ve dahili kıyametlerle derunî püskürmelerin zaruriyat-ı münkeşifesine humna alud bir inkıyat gösteriyor................................................................. Heyhat...
Gene subhaninin takrir ve tecellisi imkansızlığını edayi mu’ciz beyanı Kuran'iyenin fesahat ve belağatı bînazirinden tatmin ve tes­kin etmeye daha alışkın, daha ziyade m üste'id, ve meyyal olan şah­siyeti İlmiyeleri bu vadide arzuyi kafisini bulamayan her bîçare gibi Hazreti Şeyh Sa’idiyden imtisalen dimağın hali malumuna kanaatle fikrin arzuyi itilasına zayıf fakat tatlı bir perde-i teselli kavuşturu­yor....
Ey berter-i ez-heyal kıyası kuman ve vehm
Ve zehrçe küftene sinidim ve havendeyim
Meclis temam keset ve bîaher resid-i ömr
Mahemçinani der evvel vasf-ı tumandayım
İşte bu feryad deryai hakikatin müntehayı maksuduna erişmek isteyen ve bu yolda senelerce çırpınan bir âiim-i muazzamanın na­karatı me’yuse-i ahiresidir. Siz ruhen bu şeddi metini parçalamak için tecavüzkâr mahiyetli mütehallik kimselere benzersiniz.... Fa­kat....
Fakat;., bu imkansızlıktan mütevellitye’si asabiyetlerinizi avalim-süfliyeye dönerek; gaye-i şümulü sizce de keşfedilemeyen barid ve ateşîn hitabeleriniz ve derin iniltili, üzücü sanihatınızın edayı maluliyle tabiatı adiyenin kızgın bulutlarına, yırtıcı gecelerine, ısırgan güzelliklerine, aldatıcı mülatefelerine, kahır ve sitemine, vefasız mevaidine ilan-ı müşateme eder durursunuz....................
Kars ’tan                                  17 Haziran 338
Ey Salih-i mecrayı hakikat; nedir ol kin?..
Bîşevk ve âzam; her görünen neşeye gamkin
Yüz bin senelik derdini feryadını hâmil
Bir hilkat-ı buhran ve elem kerdesi günün
Dehrin ezeli hem ebedi rah-ı azizi
Mahkum eder her bar... evladı fatini
Bin, bin kere müsbet mücerreb kim râh
Yine iğfal ediyor müntesibini
Ya Rab bu ne hikmet ki verdin akıl ve feraset
Emrin dahi esrarı ilah iyeye te’min-i basiret
Herkeste tecessüs yine bahşasın hilkat
İnsan ne için günahında pamali hakaret
Aciz kalıyor akıl-1 beşer hem im’an
Her yer çöküyor sanki feza bir zindan
Fikrin oluyor saha-i lem’anesi viran
Çok görme bu feryadını vaveylini kalbin?
Hâlât ve sevaikini m’utı sensin
Sensin bize imkan-ı takarrub verdin
Yine sensin ki bu imkanları takyid ettin
Yandı nice bin kafile şundan yandı...
Anlat ki bu peymaneye Cansız.... Dendi..
Bir ateş-i fevvare-i tâban yolda;
Bir heykel-i zulmet ile mahsue kaldı.
Ey savt-ı samut ne ise bu ne kenz-i layemüt
İnsan çalışır hem çalışır bir gayret
Hala çekemez künhünüzün elifini himmet
Ey kenz-i layemüt bu ne savt-ı samut
İşte Cansız... buralarda sersemsin
Bu geniş sahada zindan bendsin
Tutkunusun ezelden bu belaya çıkamazsın
Her zaman ağlayacak, ağlayacak, ağlayacaksın.
Kars Mevkii Müstahkemi Mevlüt Hakî
Şahsiyeti fazılalar hakkında icale-i hama etmekliğim gerçi bir cüret-i müstemile ise de.................................... etmeye af gözüyle bakınız bir parça per­vasızca taallukı bildiğim itibarla hususiyet-i ahvalimi bildirmek iste­rim. Çünkü hayat sirkini        anlarıdır. Sarıkamış’tan bir buçuk mah mukaddem infisali ile Kars mevkii müstahkemi inşaatı istihkamiye komisyon azalığına tayin edildim. Komisyonuna ibraz-ı mevcudiyet edince inşaat istihkamiye taburu üçüncü bölük kumandanlığına ta­yin edildiğim gibi diğer taraftan mevki-i müstahkem müdüriyetini da­hi uhdeme tefviz buyurdular. Şimdi oldukça kalabalık işler arasında bulunuyorum. Sizin sıhhat ve afiyetinizi mübeşşir lutufnameler çok zamandır.....
Baki taşkın hürmet ve samimiyetlerimle sizleri selamlarım sevgi­ ve muhterem kardeşim.
Kars Mevkii Müstahkemi İnşaat-ı istihkamiye Komisyonu Aza­sından ...
İbrahim Ağaya, Haşan Ağaya, Kaymakam Efendiye arz-ı huluskari eyler, diğer komşulara dahi selamımı tebliğ buyurunuz efendim.
Adresim, Kars Mevkii Müstahkemi İnşaat İstihkamiye Komisyo­nu Azasından
Bu mektup, 1922 yılında yazılmış olup, o zaman Cansız Hoca henüz yirmi yedi yaşlarındadır. Gençlik yılları diyebileceğimiz yaş­larda arkadaşının O’na olan iltifatları kendilerinin nasıl bir düşünce dünyası ve ne tür fikir çileleri içerisinde olduğunu açıkça dile getir­mektedir. Mektubu aşağıda sadeleştirmeye çalıştık:
Kars’tan
Cansız!...
Bana pek yakın, ruhen çok benzediği belli olan bir şahsiyet hakkındaki düşüncelerimin doğruluğuna inanıyorum.
Evet!... Cansız; bedeni olarak mahkûm ve yeryüzünün esiridir. Fakat ruhi ve manevi yönü itibariyle görünen kâinatın perdesinin ar­kasında tabiat ilimleri ve felsefi düşüncelerin çalkalandığı telaşlı sa­hanın daha gerilerinde maksadın varolup ve gizli olan açık gayesi­ni ve ezeli yaratıcıyı bulup yakalamak istiyor, buna çabalıyor, didini­yor, yoruluyor.
Bu kimseyi incitmeyen sessiz iç buhranlarla (sıkıntılar) içten püskürmelerin keşfedilmesi gerekenlere yakalanmış, ateşe tutul­muş boyun eğiyor.... Ne uzak
Yine Allah’ın yerini belli etmesi ve görünmesi imkânsızlığını Kuran’ın benzersiz lisanı açık ve meramını düzgün anlatan tatmin ve teskin olmaya daha alışkın, buna daha çok hazır ve daha çok yakın olan ilmi şahsiyetleri bu sahada kesin hissettiklerini bulamayan her çaresiz gibi Şeyh Sadi’den bağlı kalarak
Sen hayalimdeki ve aklımdaki en güzel şeysin
Her ne kadar söylediklerimi duymamış ve okumamışsan da
Meclisin sonunda anlaşılacak fakat ömür bitecektir.
Biz başta nasıl yaratılmışsak yine öyleyiz ve hep öyle kalacağız. İşte bu feryat, hakikat denizinin sonsuz maksadına erişmek iste­yen ve bu yolda senelerce çırpınan büyük bir âlimin üzüntüsünün tekrarlarının sonudur. Siz ruhen bu sağlam şeddi parçala mak için aşırı derecede ileri giden yaratıcı kimselere benziyorsunuz.
Fakat bu imkânsızlıktan dolayı üzüntü veren asabiyetlerinizi aşa­ğı âlemlere dönerek genel gayesi sizce de keşfedilemeyen soğuk ve ateş gibi kızgın konuşmalarınız ve derin iniltili, üzücü fikirlerinizin (tam yerini bulmayan) normal tabiatın kızgın bulutlarına, yırtıcı gece­lerine, ısırgan güzelliklerine, aldatıcı iltifatlarına, baskı ve sitemine, vefasız yerine getirilmeyen vaatlerine sövüp duruyorsunuz.
Ahmet Cemal Uygun’un Cansız’ın ilmi kişiliğiyle ilgili düşüncele­ri şöyledir:
Cansız, çok okuyan bir kişiydi. Kendileri ile hısım olmadan yani kızıyla evlenmeden önce de babamın arkadaşı olduğu için bize ge­lirdi. Babamla çok konuşur ve sohbet ederlerdi. Daha doğrusu fikir­leri uyuşurdu. Büyük kütüphanemiz vardı. Yataklarını serdikten son­ra gidip yatardım. Orada sabaha kadar okur ve konuşurlardı. Gittik­ten sonra babam, “Çok zeki bir insan, hafızası çok kuvvetli ve bunu da istediği istikamette çok iyi kullanıyor” ifadelerine yer verdi. Din bilgisi ve felsefi külürüne herkes hayranlık duyardı. Görüşlerini be­ğenmeyenler bile bu özelliğini kabul eder, altından kalkamadıkları meseleleri istemeyerek de olsa O’na sormak zorunda kalırlardı. İsmail Ekşi’nin Cansız Hoca ile ilgili düşünceleri şöyledir:
Cansız Hoca halam ile evli idi. O kadar kitap okurdu ki bazen ki­tapla uyur kalır, sabahleyin halam yani hanımı uyandırırdı. Sigara iç­tiği için bazen kitabı bile yanardı. Çok kuvvetli bir hafızaya sahipti. Bununla ilgili bir anımı anlatmak isterim: Halamın kocası olması ne­deniyle bizimle hısımdı. Bir güz mevsimi idi. Yanılmıyorsam yıl 1939. Biz yaylada idik. Limon suyunda babamın dükkânı vardı. O zaman çocuktum. Cansız Mustafa Efendi atla birlikte Bayburt’tan geliyordu. Bize uğradı. Çocuk yaşta olduğum için yaya zor giderim diye babam beni ona verip gönderdi. Birlikte konuşa konuşa Ataköy’e geldik. Herkes etrafını sardı. Çünkü onu tanımayan olmadığı gibi itibarı da çok yüksekti. Beni de at vurdu. Sandalyeye yan oturuyorum. Bana bakıp “doğru otur” dedi. Bakmadığı zaman tekrar yan oturuyorum, görüyor “doğru otur”. Anladı beni at vurdu, bana espri yapmaya ça­lışıyordu. Aradan otuz yıldan fazla zaman geçmişti. Trabzon Nümune Hastanesinde ambulans şoförü idim. Bir gün Cansız Mustafa Efendi’nin kadın doğum uzmanı olan üvey oğlu Gündoğdu Sanımer’i evine bıraktım. Cansız ona, “kiminle geldiğini” sordu. “Ekşioğlu ile geldim” dedi. “Haber verin ona beni beklesin” dedi. Ben de kendile­rini bekledim. Yaşlı ve hasta olduğu zamanlardı. Gelince bana, “Ek­şioğlu şimdi taşıma sırası şendedir.” Çok yaşlı olması ve aradan çok uzun yıllar geçmesine rağmen birlikte yaptığımız yolculuğu hatırla­masına hayret etmiştim. Demek ki güçlü hafızası vardı.[81]
Mahmut İslâmoğlu Cansız’ın ilmi kişiliği ile ilgili şu ifadelere yer vermiştir:
Bir Ramazan ayında Rize’de geçici görevliydim. Rize Müftüsü Yusuf Karalı[82] Efendi’ye sordum: “Karadeniz’de âlim olarak kimi ta­nıdın?” “Cansız Mustafa Efendi’yi” diye cevap verdi. Aynı soruyu Cansız’a da sordum. Yusuf Efendi için “çok zeki bir insan. Her şeyi ezber okur” diye cevap verdi. Bunlar iltifat olsun diye söylenmiş söz­ler değildir. Cansız çok zeki ve ilme değer veren bir kişiliğe sahip­ti.[83] “Gerçek din adamlarına çok saygısı vardı. Karali Hoca’yı çok beğenir ve takdir ederdi.”[84]
Müfettiş Ahmet Çıkrık’ın hatırası dikkate değerdir:
1960 yılıydı. Öğretmen okulunda okuyordum. Hocamız bize Sosyoloji ile ilgili yaz tatilinde araştırıp yapmamız gereken bir ödev vermişti. Kaynak olarak adlarını verdiği kitaplar içerisinde “Rûh’ul -Akvam” da vardı. Ancak bu eseri bulmamızın zor olduğunu söyle­di. Köye geldiğimde Cansız Hoca’nın torunu Yusuf Ziya Cansız’a, “dedesinin kütüphanesinde böyle bir kitabın olup olmadığını sor­dum.” Kitabı bana getirdiğinde hayret etmiştim. Sonuna adını yaza­rak 1930 tarihini atmıştı.[85] 1930 yılında “Ruhu’l Akvam” adlı kitabı okuduğu sonuna düştüğü nottan anlaşılan Cansız Hoca’nın o yıllar­da ne tür eserlerle meşgul olduğunu ve kendisinin ne kadar araştır­maya ve okumaya meraklı bir din bilgini olduğunu anlatmak için ye­terli olduğunu düşünüyoruz. Zira o günün yöresel din adamlarının böyle kitapları okuduğunu söylemek bir yana ilgi duyduklarını bile düşünmemiz oldukça zordur.
İmamı Gazali’ye atfedilen “Faysalut’tefriketi Beyne’l İslâmi ve Zindikati” adlı Kelâm kitabının üzerine Arapça şu notu düşmüştür: "Tacettirı Sebki’den nakledildiğine göre “Faslut’ tefrikati Beyne’l İs­lâmi ve Zindikati" adlı kitap Şafiîlerin kaynağı olan Gazali ve Sebki’ye aittir. Müteehhir imamlardan ve sofilerden olan İbni Mısrî bu ki­tabı mutezilenin telif atından saymıştır. Ben de bu kitabı en güzel telifattan sayıyorum. Allah gizliyi açığa çıkarsın. 1960, Cansızoğlu.[86]
Birinci Dünya Savaşından sonra Sadıkzadeler’in[87] vapur işlet­melerinin İstanbul’daki şubesinde bir müddet kâtiplik yapmıştır. Bu esnada batı kültürüyle yakın teması olmuş ve batılı ünlü bilim adam­larının eserlerini okumuştur. Eski Yunan ve Romalı felsefecilerin eserleri de buna dâhildir. Aynı zamanda filozofların görüşlerine eleş­tiriler getirmeyi de ihmal etmezdi. Yani okuduklarını kabul eden bir yapıya sahip değildi. En önemli özelliklerinden biri çok okumasıydı. Yanından asla kitap eksik olmazdı. Hafızasının güçlü olması nede­niyle okuduğunu da unutmazdı. Birlikte olduğu öğretmenler onun yanında acziyetlerini ifade ederlerdi.[88]
Ali Şakir Günaydın’ın hatırası da dikkate değerdir:
İhtiyarlık dönemi idi. Teftiş için Karadeniz Ereğli’ye gelmişti. Ben de kendilerini misafir ettim. Sohbet ettik. Hocam neler yapıyorsunuz diye kendilerine sorunca şunları anlattı: “Cevaplandırılmak üzere çok yerlerden, hatta yurt dışından bile sorular gelir. Bundan dolayı her gün yaklaşık sekiz saat kitap okurum. Bu sorulara cevap vere­bilmek için bir kitabı alırsınız, oradan bir başka kitaba derken kitap­ların sayısı on, on beşi bulur. Sererim kitapları ve araştırırım. Bazen öyle olur ki, kitapların üzerine uyur kalırım.” O yaşlı halinde hala da­ha bu kadar okuyup araştırma yapmasına ben hayret etmiştim.
Torunu Yusuf Ziya Cansız’ın konu ile ilgili ifadelerini anılmaya değer buluyoruz:
Dedem, ayaklı kütüphane olarak nitelendirilirdi. Gerçekten de öyle idi. Bence gereksiz. İsteyen gitsin kütüphaneden öğrensin. Bir sahada derinleşseydi daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Hiç unut­muyorum 1960’lı yıllardı. CHP’nin Trabzon il kongresine Konya mil­letvekili İsmet Kabadayı gelmişti. Askerden ayrılma ve kültürlü biriy­di. Kongreden sonra Ural Palas Oteli’ne gidildi. Kendisi Mevlevi ol­duğu için Mevlevilikten bahsetmeye başladı. Konuşulanları dinle­yen Cansız Hoca, sonunda Mevlevilik sizin dediğiniz gibi değil ve başlamış anlatmaya. Adeta bir konferans vermiş. Anlattıklarına İs­met Kabadayı hayran kalmış. Sonunda “Hocam bu işi siz bizden daha iyi biliyorsunuz. Gerçekten bu konuda bizden kabadayı çıktı­nız" diyerek iltifatta bulundu.
Sanırım 78 yaşlarında idi. Trabzon’a gittiğimde ziyaretine gittim. Masasının üzerinde Bernard Russell’ın Felsefe Meseleleri adlı kita­bı duruyor. Onu okuyor ve kenarlarına not düşüyordu. Seksenine merdiven dayamış bir insanın bu kitapla ne işi olabilir? Hani kitap yaz­sa diyeceğim bir şey yok. Ama sadece öğretmenler lokaline gittiğinde mesele açılırsa konuşacak ve bu bilgileri karşı tarafı ezmek için kulla­nacaktı. Bence bu kadarına gerek yoktu. Bir kere ayaklı kütüphane di­ye adı çıkmıştı. Bu sözün devamı için didinip duruyordu. Böyle bir in­sandı. Keşke yazıp da yorumlar getirseydi günümüzde bunlardan is­tifade edilirdi. Ama malesef bunu yapmadı. Bu yönünü eleştiriyorum.
Bir toplulukta konu açıldığında bu eleştirimi dile getirmiştim. Bir arkadaşımız bana katılmayarak şunları söyledi: “Olay sizin dediği­niz gibi değildir. O’nun gördüğü hizmet farklı bir hizmet anlayışıydı. Toplumsal gelişmede böyle insanların önemli katkıları olur. Gelecek kuşaklarca isimleri bilinmeyebilir ama fikirleri yayılır. Ayrıca o tür ki­şiler, suyun yükselmesine yavaş yavaş katkıda bulunur ve toplumun değişim ve dönüşümüne önemli hizmetlerde bulunur.”
En önemli özelliklerinden biri de, herhangi bir konuda geniş, te­ferruatlı bir araştırması yoksa konu hakkında fikir beyan etmezdi. O, bir konuda bir şey söylüyorsa karşı taraftan geleceği de hesap eder­di. Aynı zamanda çok güçlü bir hafızaya sahipti. Meseleleri açıklar­ken kaynakların sayfa numaralarını vererek ortaya koymak herke­sin yapabileceği bir iş değildir. O bunu yapıyordu.
Ali Düzenli’nin hatırasını da anılmaya değer buluyoruz:
1950’li yıllardan sonra Of-Çaykara ilçelerinden Malatya ve çev­resine hocalık yapmaya gidenler olurmuş. Hüseyin Kılıç1" Malat­ya’da vaiz olarak görev yapıyordu. Bir gün müftü İsmail Hakkı Erzen ile görüşmek için yanına gitmiş. Müftü Erzen, Oflu hocaları sev­mezmiş. Kendisine niçin geldiğini sormuş. “Hocam, sizden ders okumak için geldim” demiş. Bu esnada Hüseyin Kılıç’a “Of’tan âlim çıkmaz, Cansız Hoca müstesna” diyerek Cansız’ı övmüş.
Cansız Hoca’nın döneminde Trabzon genelinde en meşhur ho­calar, Oflu Dursun Efendi[89], Mehmet Rüştü Aşıkkutlu Efendi, Çaykaralı idris Efendi, Dursun Efendi ve Haşan Rami Efendi idiler. An­cak Cansız Hoca dinî ilimlere vakıf olma konusunda bu hocaların hepsinden üstündü.[90] Nitekim kendisi ile teşriki mesaide bulunan Mustafa Genel, Cansız’ı Reîs’ul-Ulema olarak nitelendirmektedir.[91]
Gerek kıyafeti ve gerekse fikirleriyle diğer din görevlilerinden farklı bir yapıya sahip olduğu için kendisini öğretmen camiasına da­ha yakın gördüğünü söylememiz mümkündür. Bu itibarla mesaisinin önemli bir kısmını onlarla birlikte geçirirdi. Felsefeci (Topal) Fahri Bey(!), Ahmet Gürsoy, Ömer Çebi, (Fort) Osman Aydemir ve Sait Aydemir bu grubun önemli şahsiyetleridir. Öğretmenler, düşünce ve fikirlerine önem verdiği gibi kendileri de onlara yakınlık gösterirdi. Meydan parkındaki sohbetleri meşhurdur. Cansız Hoca onlardan çok yaşlı idi. Zaman zaman, “emsallerimin hepsi vefat ettiği için ço­cukların arasında kaldım" diye latife ederdi. Bu açıdan öğretmenler, arkadaşlıktan öte onunla dost idiler. Ömer Çebi ile yakınlığı vardı. Fort Osman’la tavla oynardı. Osman Bey, Cansız Hoca’yı konuştur­mak için oyun içerisinde zaman zaman bilerek hile yapardı. Hoca farkına vardığında “b.k yema Osman” diye küfür basar, etrafındaki­ler gülerdi.
İyi yetişmiş, yetenekli ve müstesna bir insandı. Gençliğinde içki kullandığını söylerdi. Ama sonraları bunu bırakmıştı. Hayat adamı, hoş sohbet, akılcı, yeri geldiğinde sözünü esirgemeyen bir yapıday­dı. Küfürü de söylemeyi ihmal etmezdi. Çok renkli bir hayat geçirdi­ğini söylememiz mümkündür. Yobazlığa ve akıl dışı şeylere çok kı­zardı. “Dinin elbette bir inanç boyutu vardır. Bunları tartışmaya ge­rek yoktur. İnandık Müslümanız” ifadesini kullanırdı. Ancak batıl inançlara yer vermezdi. Dine giren hurafelerin çoğunun İslâm dini­nin yayılmasından sonra farklı kültürlerden geldiğini, dolayısıyla bunların dinle bir alakasının olmadığını söylerdi. O kadar kültürlü bir şahsiyetti ki öğretmenler onun yakın çevresinde bulunmaktan onur duyar ve bununla övünürlerdi. Bildiğimiz kadar, Karadeniz sahilinde yetişmiş O’nun gibi bir din âlimi yoktu. Okul görmediğine göre ken­di kendini yetiştirmişti. Bu da elbette üstün zekâyı gerektirir.
Genelde Hoca’yı dinsiz diye itham ederlerdi. Bunun bir sebe­bi şudur: Molla tipli insanlar gelip hocaya sorular soruyordu. Sor­dukları sorularda saçmalıklar olursa kızıyor ve sözünü de esirge­miyordu. Aynı zamanda ağa sülalesinden olduğunu da hissettir­mekten çekinmiyordu. Hocaların çoğu kendinden korkar, yanına bile yaklaşamazlardı. Yanlış gördüğü zaman en yakını bile olsa bağışlamazdı. Yaşar Nuri Öztürk’ü dinlediğiniz zaman Cansız Hocayı hatırlamamak mümkün değildir. Kıyafeti de ona benzi­yor.[92]
Köylüsü Mehmet Saygılı bize şu hatırasını aktardı:
12    veya 13 yaşlarında idim. Mustafa Cansız’ın hocası Gargar Müslim Efendi Dernekpazarı kasabasına gelmiş ve Molla Kibâr ad­lı şahsın dükkânında oturuyordu. Ben de dükkânda idim. Mustafa Cansız, hocasının kasabalarına geldiğini duyunca O’nunla görüş­mek için oturduğu dükkâna gelmiş. Hocası, Cansız’ı görünce kalkıp ona doğru yürüdü ve kucaklaştılar. Daha sonra Cansız Hoca ora­dan ayrılmış. Dükkân sahibi Molla Kibar, Gargar Müslim Efendi’ye:
-Hocam siz bu Cansız Hoca’ya niçin bu kadar değer veriyorsu­nuz? Çünkü bu ilmi ile amil olan bir kişi değildir. Dinin vecibelerini yerine getirmiyor.
Müslim Efendi şu cevabı verdi:
-Merak etmeyin ondaki bu ilim zamanla onu evirir, çevirir yola getirir, düzelir ve mutlaka istikametini bulur.
Nitekim uzun yıllar sonra Diyanette gezici vaiz olarak görev aldı­ğı zaman hocasının söylemiş olduğu sözü hatırladım ve böyle bir görevi üstlenmesinden çok memnun kaldım.[93]
Otoriter bir kişiliği vardı. Halk Partisini tuttuğu, sakalı olmadığı, kravat taktığı, sigara ve nargile içtiği için herkes aleyhinde konu­şur ve kendisine kızardı. Hocalardan bazıları kendisine soru so­rardı. Sorulan soruya cevap verdiğinde adam tatmin olmayıp ho­cam, öyle diyorsun ama böyle de olmaz mı dediğinde; “Mademki bana inanmayacaktın ne b.k yemeğe sordun, bildiğin gibi yapsaydın.”
Her dönemde olduğu gibi az sayıda da olsa da Cumhuriyete ve onu kuranlara karşı hiç de hoş olmayan sözler sarf eden ve kendilerini hoca diye tanıtan kişilere rastlamak mümkündür. Adam hoca ve diyor ki, “keşke onlar bu memleketten olmasaydı da o ca­miler kilise olsaydı.”Cansız bu sözü duyduğunda “oy senin saka­lına İşte bu tip hocalar Cansız’ın aleyhinde konuşur ve O’nu dinsizlikle itham ederlerdi.[94]
Rıza Selim Başoğlu’nun konu ile ilgili sözleri anılmaya değer­dir:
Cansız Hoca, Cemalettin Afgani, Musa Carullah, Reşit Rıza, Mehmet Akif, Fazlurrahman, gibi düşünürleri tanıyan ve okuyan biriydi. Batı felsefesini çok iyi bildiği gibi Hindistan’daki düşünürle­ri de iyi tanıyordu. Bunu nereden anlıyorum. Bu düşünürlerin eser­leri ile tanıştıkça Hoca’nın o kitapları okuduğunu anladım. O dö­nem, hoca olarak geçinen kişilerin bahsettiğimiz düşünürlerden hiç haberleri yoktu. Zaten o imkânları da yoktu. Mesela Hacı Ha­şan Rami Yavuz, Fazlurrahman’ın hangi kitaplarını nereden temin edecekti? İşte hoca bunların farkındaydı. Hoca batı felsefesini iyi bildiği için, bir şeyi izah ederken çok farklı açıklamalar getirebili­yordu. Farklı izahı duyan bir kimse de hemen onu imanı ile irtibatlandırıyordu. Ama bunu Hoca’nın yüzüne söylemeleri mümkün değildi. Hiç birinin bu cesareti yoktu. Hoca’nın yanında hepsi sus pus olur, ancak gittikten sonra konuşmaya başlarlardı.
Hoca’nın cemaatin cebinde gözü yoktu. Onun için inandığını rahatlıkla konuşurdu. O’nun fikirleri bu gün tartışılıyor. Bu gün tar­tışanların da imanı tartışılıyor. Hoca, o dönemde bunları tartışıyor­du. Çok takdir ediyorum. Cumhuriyetle birlikte yapılan inkılâpların manasını biliyordu. İnkılâpları yapan kişilere tan edenlere çok kı­zardı. “Yahu bu inkılâpları padişahlar yaptı. Bu uğurda kelle verdi­ler. Bunun için Yeniçeri ocağında binlerce insanın kanına girildi. Şimdi niye böyle tan ediyorsunuz. Osmanlıdaki yenileşme hare­ketlerini çok iyi okuyan ve bilen bir kişiydi. Dolayısıyla Cumhuriyet­le birlikte çıkarılan kanunların ve yapılan yeniliklerinin 1800’li yılla­ra kadar gittiğini, çekilen çilelerin, yapılan gayretlerin bir sonucu ol­duğunu ifade ederdi.
Cansız Hoca’nın dinî bilgisi ve genel kültürü konusunda Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün verdiği bilgiler gerçekten dikkat çekicidir:
Trabzon’da kısmen devam ederek, kısmen de dışardan, orta-lise eğitimimi tamamlarken, bir yandan da Cansız Hoca diye ünlü bü­yük bilgin Mustafa Cansızdan din ilimlerinin temel kaynaklarını oku­dum. İslâm ilimlerindeki nasibimin en büyük dayanağı olan bu rah­metli üstadımdan, okuduğum ana kaynaklar arasında, en önemlile­rini şöyle sıralayabilirim: Tefsirlerden: Kadı Beyzâvi ve Keşşaf; ha­disten: Buhari ve Dârimî; fıkıhtan: Usül-i Pezdevi, Multeka, Kudüri; akaidden: Nesefi ve Emalî; Arap edebiyatından: İbn Fârız Yaiyyesi; Fars edebiyatından; Hafız Divanı, Ömer Hayyam Rubaiyâtı, Sa­di’nin Bostan ve Gülistan’ı Türk edebiyatından: Fuzulî, Tevfik Fikret ve Akif...
Yaşar Nuri Öztürk, kendisiyle Haziran 1998 tarihinde “Kitap Der­gisi” için yapılan mülakatta Cansız Hoca’nın kaynağı neydi? diye sorulan bir soruya şu cevabı verdi:
“Efendim eski medrese... Of’ta okumuş, Of’taki en ünlü ilim adamlarından biri olan, Gargar Müslim Efendiden okumuş Diyanet Müfettişiydi; Karadeniz bölgesini teftiş ediyordu...Felsefeyi çok iyi bilen, batıyı bilen adam, fevkalade Rumca biliyor... Muhteşem bir hafıza, muhteşem bir sentez kudreti, bir mütefekkir... Yani, yazma­mış; eğer yazsaydı Türkiye’de ihtilal olurdu, fikir ihtilali. Çok ka­lender bir adam. Ama biraz hemen küsen bir tarafı var. Takdir edil­meyen değerleri gündeme getirmekte asla ısrarlı değil; bence hata­sı o. Biraz ısrarlı olsa, takdir edileceğini görecekti. Hiç ısrarlı olma­mıştır. Kendi köşesinde...
Ve on yıla yakın ben ondan feyz aldım. Akâid-i Nesefî’den Ömer Hayyam’a, Hafız Divanı’ndan Pezdevi’nin Usul’üne, Serahsi'ye kadar bütün bu temel kaynakları bana okuttu. Bir umman... Bir meseleyi alır; Usul-i fıkıh okuyorsunuz, oradan alır, O’nun İs­lâm ilimlerindeki bütün bağlantılarına girer, edebiyatta ilişkileri var­sa oraya girer, felsefe ile münasebetlerine girer; mest olursunuz, kendinizi kaybedersiniz, yerde misiniz, gökte misiniz, kendinizi kaybedersiz ve kalkıp gitmek istemezsiniz. Yani orada on gün geçse hiçbir şeyin farkında değilsinizdir. Resmen transa girersi­niz. Böyle muhteşem bir insandı.[95]
Cansız Hoca’yı keşfetmek benim hayatımın en bereketli dö­nüm noktasıdır. Çünkü Cansız Hoca bu gün ki Türkiye’de meselâ eşi belki de zor bulunacak bir ilim adamıydı. Türkçe, Arapça, Fars­ça, Çağatayca, Rumca gibi dört beş dili, edebiyatlarıyla, bütün li­teratürüyle ezbere bilirdi. Hangi kitabı okutmuşsa bana, ezberden okutmuştur. Bazı kitapları elime vermezdi, yazdırırdı ki, ben de ez­berleyeyim, okutayım. Bu Ömer Hayyam rubaiyatı için geçerli, İbn-i Fariz’in Yaiyyesi için geçerli, Şanfera’nın şiiri için geçerli... Cansız Hoca böyle bir zattı. Ben böyle bir insan bir daha görme­dim. Çok büyük emeği var bende. Muhteşem bir hafıza, muhte­şem bir sentez kudreti, bir mütefekkir.. ,[96]
Bana okuttuğu temel kaynakların çoğunun adını bile o günün hocaları bilmiyordu. Bir meseleyi ele aldığı zaman onun doğu-batı Arap, Fars, Türk Dünyasıyla bütün bağlantılarını önünüze koyar ve siz hayran kalırsınız. Aynı zamanda çok gerçekçi ve hiçbir ta­assubu olmayan bir insan idi. Her şeyi tartışan bir mütefekkir idi. Arap ve Fars edebiyatını çok iyi bilirdi. İran’ın Trabzon Konsolosu, çoğu zamanlar Fars şiiri ile ilgili çözemediği müşkülleri gelir hoca­nın önüne diz çöker ve ondan öğrenirdi. Buna senelerce şahit ol­dum.[97]
Bu anlatılanlardan Mustafa Cansız’ın, gerçekten ilme değer ve­ren ve ilmin peşinde koşmayı ibadet aşkıyla yerine getiren bir kişi olduğu görülmektedir.
3.1. Öğrencileri İle İlişkileri
Cansız Hoca’dan okuyan öğrenci sayısı çok sınırlıdır. Araştırdı­ğımız kadarıyla icazet verdiği bir öğrencisi maalesef yoktur. Medre­se geleneğini sürdürecek bir arayış içerisinde de olmamıştır. Kendi­lerinden okuyacak öğrencilerin daha önce alet ilimleri denen Arap­ça sarf ve nahiv kitaplarını okumuş olmaları gerekirdi. “Ben, kâle-kîle ile uğraşamam” derdi. Usul kitapları okuturdu. Bu günkü anlamıy­la yüksek lisans ve doktora seviyesinde dersler verirdi. Meseleleri detaylı açıklar ve geniş malumat verirdi. Vereceği derslere saatler­ce çalışırdı. Yani işi çok ciddi tutardı.[98]
Remzi Yavuz’un, Cansız Hoca ile ilgili düşüncelerini aktarılmaya değer buluyoruz:
1950-52 yıllarında Cansız Hocadan Trabzon’da okudum. Hoca, babamın köyden arkadaşı idi. Beni okutması için babam kendileri­ne ricada bulunmuştu. Daha önce köyümüzdeki Çıkrık Süleyman Efendi ve Şenocak Yusuf Efendi’den alet ilimlerini bitirmiştim. Trab­zon’da Samsun Otelinde kalırdım. Derslerimizi bazen Hoca'nın ken­di evi, bazen de Zeytinli Camii’nin dershanesinde yapıyorduk. Zey­tinli Camii’nde fahri müezzin-imamlık yapan merhum İsmet Se­lim[99], İskender Paşa Camii İmamı Yakup Gürsoy, Merkez Vaizi Ad­nan Sağlam ve ben olmak üzere dört kişi Hoca’dan ders okuyorduk. İlk defa İsmet Selim ile başladık. Cansız Zeytinli Camii’ne gelir, bizi okutur ve çıkardı. O zamanlar bere meşhurdu. Benim başımda da bere vardı. Dersten sonra meydana doğru giderken ben de yanın­da yürümek isterdim. Başımda bere olduğu için “sen yanımda yürü­me” derdi. Hoca sigara içerdi. Dershanedeki sigarayı, Hoca içsin di­ye İsmet Selim alırdı. Bazen dalgınlıkla sigarayı cebine koyar gider­di. Ertesi gün o paketten hiç içmemiş, getirir yerine koyar ve şu es­priyi yapardı. “Çocuklar, tiryakiler hiç farkına varmadan çok kibar hırsızlık yaparlar.” Bazen İstanbul Oteli’nin lobisinde gider bulur ve sormak istediklerimi sorardım.[100]
Kendilerinde öyle bir zekâ vardı ki hayran kalmamak mümkün değil. Molla Cami ve Kadı Beyzavi tefsirini okuyordum. İki kişi aynı dersi diğer iki kişi ise ayrı ders okuyordu. Yani aynı anda üç farklı dersi okutuyordu. Bir ara özetleme yapardı. Bize şunu söyledi: “Ta­rihte adını bilmediğim bir hoca üç dört talebesine dersleri ayrı ayrı özetler ve hiç hata yapmazmış. Ben de bunu deneyeyim dedim. ” Hiçbir hata olmadan üç ayrı dersi özetliyordu. Hocamız böyle bir ze­kâya sahipti.
Hoca ile her şeyi çok rahat bir şekilde tartışırdık. Dersi okuyup geçmezdi. Tahakkümü yoktu. Müsamahalı, hoşgörülü idi. Böyle in­sanlar bilgisinden emin olan kimselerdir. Cahil, vereceği cevabı ol­mayınca meseleyi kapatır. Ama hocamız o kadar geniş bir alana sa­hipti ki, bir yoldan sizi götüremediği zaman alır öbür taraftan götü­rür. Buradan da yol gider. Oradan götüremedi, alır başka yoldan gö­türür. Oradan da yol gider. Ondaki müsamaha bilgiden kaynaklanan müsamaha idi. Baktı ki yobazlaştınız, o zaman kulağınızı çekerdi. Demokrasilerde çare tükenmediği gibi dinde de, ilimde de çare tü­kenmez. İlimde tükenme yoktur, ilim gümrüğe de tabi değildir. Dü­şünce devam ettiği sürece bilgide yenilenecek. Önceleri çarık bile yoktu. Daha sonra lastik, şimdi ise çeşit çeşit ayakkabılar. Ayağınız­daki yenileniyor da ilim niçin yenilenmesin? Takke, sarık, cübbeyi hiç dikkate almazdı. Hoca, kafanın dışına değil, içindekine önem verirdi. Daha doğrusu bilgiye değer veren bir insandı. Onun için öğ­retmenlerle diyalogu çok iyi idi. Aynı zamanda oturup kalktığı çevre elit insanlardı.
Yakup Gürsoy’un Cansız Hoca ile ilgili düşünceleri dikkat çekicidir:
Hoca’nın bir bakıma kendisine sahip çıkmadığını söyleyebilirim. Çevresindekilere pek bir şey verdiğini söyleyemem. Ben de kendi­lerinden gıdım gıdım bir şeyler almaya çalıştım. Teşbihte hata ol­mazsa bu hususta şu misali verebilirim: Bol süt veren inekler vardır. Bunların bazıları aksi olur. Sütünü sağar kaba doldurursunuz. Ama son anda bir tekme ile bütün sütü döker ve kaybeder. Hocamızın huyu da böyleydi. Kızdığı zaman bağırır, çağırır ve her şeyi bitirirdi. Kendilerini kızdırmadığınız zaman da çok iyi idi. Sohbetleri sırasın­da o konuşacak, siz dinleyeceksiniz. Aslında bilgisini tam olarak ak­tarabileceği bir meclis bulamayıp deşarj olamadığı için asabi idi. Ay­rıca Hocanın öğrenci okutup yetiştirme diye bir derdi yoktu.
Pişman olduğu durum söz konusu olursa öğrencisi bile olsa özür dileyerek gönlünü almaya çalışmak için çok gayret gösterirdi. Bu konuda talebesi Ömer Lütfü Odabaş’ın anısı şöyledir: Derslerimizi İskender Paşa Camii görevlilerinin caminin dışında bulunan odasında yapıyorduk. Hocamız mutlaka bizden önce gelir­di. Bir gün üç arkadaş hocamızla birlikte ders işliyoruz. Bir konu hakkında malumat verdikten sonra Ali adlı arkadaşımız konuyu an­lamadı. Bu nedenle dersi birkaç kez daha tekrar etti. Yine anlama­yınca sinirlenen hoca çok gür bir sesle bağırarak bazı sözler sarf et­ti. Beklemediğimiz bir çıkış olduğu için arkadaşımız korktu. Daha sonra hocamız onun boynuna sarılarak gönlünü almaya çalıştı. Bir ay müddetle her gün ona “Yavrum Ali seni üzdüm, beni bağışla” derdi. Bağırıp çağırmasına rağmen duygu dolu bir yapısı vardı.
Öğrencilerine, “Arkamdan konuşulanları bana gelip söylemeyin. Dedikleri gibi olmadığımı anlatırsanız bir şey demem. Bana söyler­seniz o olumsuzluğu gidermem için konuşan şahısları bulup, onla­ra düşündükleri gibi olmadığımı anlatmak zorundayım” derdi.
Hacca gidilmeye müsaade edildiği ilk yıllarda yörenin meşhur hocalarından Of’lu Dursun Efendi ile Çaykaralı İdris Efendi hacca giderken Ankara’da Diyanet işleri Reisi Ahmet Hamdi Akseki’yi ziya­ret ederler. Sohbet esnasında Akseki, ‘‘Allah’a şükür, Cansız Hoca'yı da saflarımıza kattık" deyince Dursun Hoca, “Evet saflarımıza kattınız ama dini kurdun eline verdiniz” diye bir söz sarf eder. Akse­ki bu sözden alınır. İdris Hoca devreye girerek “Efendim, Cansız Hoca kurt gibi adamdır demek istedi” derse de Akseki bu sözü olumsuzluğa yorar. Cansız Hoca hacdan dönüşlerinde onlardan Arabistan’ın durumu ve hac hakkında bilgi almak için kendilerini zi­yaret etmek ister. Of’un haftası olan Perşembe günü vaazını yapar. Ancak çıkışta Dursun Hoca’yı aramasına rağmen bulamaz. Söyle­miş olduğu sözü duymuş olacağını sanarak Dursun Hoca ortalıktan kaybolur. Salı günü Çaykara’nın haftasıdır. Oraya çıkar. İdris Hoca ile görüşür. İdris Hoca, bu meseleyi Cansız Hoca’ya aktarır. Bu söz­den müteessir olan Cansız Hoca, “Keşke sen de O’nun gibi söyle­sen de bunu bana söylemeseydin. Zira ben ona düşündüğü gibi ol­madığımı anlatmak zorundayım. Yine bir Perşembe günü Of’a gi­der. Bir at kiralar ve Dursun Hoca’nın köyüne çıkar. Gece sabaha kadar sohbet ederler. Namazlarını kılıp yatacakları sırada Dursun Hoca meseleyi kendine söyler. Ancak amacının dediği şekilde ol­madığını anlatmaya çalışır. Bunun üzerine Cansız, “Yok sen doğru söyledin. Eğer öyle söylemeseydin ben buraya kadar gelmezdim. Ancak ben sizin düşündüğünüz gibi olmadığımı size anlatabilmem için buraya kadar gelmek zorunda kaldım” der.[101]
Trabzon vaizlerinden Kemal Parlak da Cansız’dan çok ders oku­muştur. Derslerini İskender Paşa Camii’nin odasında yaparlardı ve Cansız Hoca’ya karşı çok saygılıydı.[102]
Yaşar Nuri Öztürk’ün Cansız Hoca ile ilgili ifadeleri de anılmaya değerdir:
Daha önce ifade ettiğim gibi Cansız Hoca, bu güne kadar tanı­dığım en büyük din âlimidir diyebilirim. Meseleleri çok iyi kavramış bir din âlimi olmasının yanında filozof kafalı ve aynı zamanda çok güçlü bir şairdi. Kendileriyle tanışmam 1961 yılında henüz çocuk di­yebileceğim yaşata başlamıştır. Babam beni ona teslim etti. Bana “kursi” derdi. Bu tabir, tespihin püskülü için kullanılırdı. Peşinden hiç ayrılmadığım için bana bu adı vermişti. Gece yataktan dahi be­ni kaldırıp istediğini sorabilirsin diye izin verdiği tek kişiydim. Evine herkes giremezdi. Bana demişti ki, ‘‘gönlüm isterdi ki keşke ben seni otuz sene evvel tanımış olsaydım. Biraz geç kaldık ama gene epey şeyler yapacağız. 1961 yılından 69 yılına kadar yanın­dan hiç ayrılmadım. Derslerimizi evinde, İskender Paşa Camii’nin oturma odasında, Sulu Han’da nargile içerken, bir de hocamın çok sevdiği Mustafa Baltacıoğlu’nun2i6 oğulları Kemal ve Reşat Baltacıoğlu’nun terzi dükkânının bir odasında yapardık. Mustafa Baltacıoğlu’da derslerimizin çoğuna iştirak ederdi.
“Cansız Hoca bana açık çek vermişti. Yani günün herhangi bir saatinde yatakta olsam dahi beni kaldırıp istediğin bir şeyi bana so­rabilirsin. Tabi senelerce bu büyük insandan, bir canlı kütüphane, bir hafıza harikası adam; adamın dört dili edebiyatıyla birlikte, ana kaynaklarıyla ki bunların bazılarını ezbere okurdu, bilen bir allame bir adam... Okyanus gibi... O muhteşem dersler, sohbetler verirdi ki yani ifade edilemez tabi... Öyle bir güzellik bir daha yaşama­dım..."2''7
Benden çok ümitli idi ve aynı zamanda benden çok şeyler bek­liyordu. “Gözüm arkada kalarak gitmeyeceğim” diyordu. “Bütün ömrüm boşa gitti” diye vahlanıyordu ve bunu ağlayarak defalarca söylemişti. “Olan kursi, sonunda benim seksen yıllık ömrümü manalandırdın. Artık bir işe yaradığımı bilerek öleceğim.” Bun­ları ağlayarak söylüyordu. Bunlar benim hayatımın müthiş tabloları­dır ve bunları yaşadım.
Beni gözü gibi korurdu. Tembelliğe kaçmama asla müsaade et­mezdi. Bununla ilgili bir hatıramı aktarmak isterim: Trabzon’da Şavrole Ahmet lakaplı meşhur bir kişi vardı. Hem servetiyle hem de yumruğuyla meşhur. Adeta mafya babası... Fakat hocaya çok say­gısı vardı. O sıralarda da Zeytinli Camii’nde Küçük Hoca lakabıyla vaaz ediyorum. En büyük cemaat benim. Cansız Hoca keyiften adeta uçuyor. Trabzon Müftüsü bile iflas etti.
Bir gün hocamızdan ders okuyoruz. Şavrole Ahmet beni överek şunları söyledi:
-Hocam, bu yaştaki çocuğun bu kadar bilgisi var. Bu kitapla, öğ­renmekle olmaz. Buna yukarıdan Allah veriyor.
Sen mi bunu söylersin. Hoca bir kükredi ki,
-Ahmet Bey! Ahmet Bey! Ben adamın ağzınası... Yetmiş sene­dir beklediğim bir cevher bulmuşum. O’na bilgilerimi aktarıyorum. Sen onu tembelliğe, uyuşukluğa ve ben ne oldum kurgusuna teslim edeceksin. Sen nasıl böyle laflar söylersin.
Şavrole Ahmet’e bunu diyen bir insan, kurşunu alnından yeme­ye hazır demekti. Ahmet Bey’in ona nasıl bir hürmeti vardı ki,
-Hocam, böyle bir şeyi dünyada bana yalnız siz yaparsınız. Ama size öyle bir hürmetim var ki herhalde ben bir hata ettim. Sizden özür diliyorum.
İşte Cansız Hoca benim üzerime o kadar titrerdi. Saatlerce oku­tur. Üç, beş, sekiz saat, ne varsa vermek için adeta paralan irdi. Do­kuz yıl boyunca yanından hiç ayrılmadım. Beş üniversite bitirsem O’nun bana verdiklerine denk olamaz. O’na alışan kişi bir daha bı­rakması mümkün değildi. Gece rüyalarıma girerdi. Sabah olsa da yanına gitsem diye düşünürdüm.[103]
Mahmut İslâmoğlu’nun Yaşar Nuri Öztürk’ün öğrenciliği ile ilgili ifadeleri şöyledir:
Cansız Hoca gibi ben de Halk Partili idim. Sürmene’den Elazığ’a sürgün gittim. İzinli geldiğimde mutlaka yanına uğrardım. Yanılmı­yorsam 1969 yılıydı. Kapısını çaldım ve beklemeden içeri girdim. Baktım ki, Cansız Hoca divanın üzerinde ve kitap elinde, yerde de bir delikanlı ders okuyorlar. Bana işaret etti. Koltuğa oturdum. Dersi bitirdiler. Hoca ile görüştüm. Okuyan kişiye şöyle dedi:
-Oğlum yengene söyle, iki kahve yapsın ve bize getir de öyle gi­dersin.
Kahveleri yaptırmaya gitti. Ben de Hoca’ya ne okuduklarını sor­dum. “Makamat-ı Harîrî”[104] diye cevap verdi. Arap Edebiyatı. Can­sız, edebiyata çok merakı olan bir kişiydi.
-Hocam okuttuğunuz kişi kimdir?
-Sürmene’nin Gorgor köy ündendir.
-Kimlerdendir?
-Niyazi oğullarındandır. Bu çocuk İmam-Hatipte okuyor. Okudu­ğumuz beyitleri bir gün sonra hep ezber okur. Çok zekidir.
Yaşar Nuri Öztürk meşhur olduğu yıllarda Trabzon’a konferansa geldi. Onu çağıranlar arasında üniversitede hoca olan oğlum da vardı. Bana telefon etti. Yaşar Bey gelecek istersen sen de gel. Ben de gittim. Konferans boyunca sürekli bakışı benim üzerimde idi. Konferansın bitiminde hemen yanıma geldi ve “ben sizi bir yerden tanıyorum ama nereden. Seninle nereden tanışıyoruz. O da beni ben de onu bir kez dediğim zamanda görmüştük. Bunu kendisine anlattım.
Milli Eğitim Bakanlığı Müfettişlerinden Mahmut Özdil’in Cansız Hoca ile ilgili anıları şöyledir:
“1964-1965 öğretim yılında stajyer öğretmen olarak Trabzon İmam-Hatip Lisesi’nde göreve başladım. Müdürümüz Ahmet Yazı­cı, yeni göreve başlayan meslek dersleri öğretmenlerine mevcut dersleri dağıtıyordu. Ben Farsça derslerini de istedim. Arkadaşlarımızdan biri dedi ki “zaten Mahmut Bey’den başka bu dersi okutacak kimse de yok”. Müdürümüz bunun üzerine “Cansız Hoca var” dedi. Biz de “bu Cansız Hoca kim" diye sorduk. Ahmet Yazıcı “çok geniş ansiklopedik bilgisi var. İsteyene ders veriyor” dedi. Daha sonra ho­ca ile ilgili birçok söz işitir olduk. Bunları özetlersek; Trabzon da di­nî bilgileri en iyi bilen hocanın O olduğu, kim olursa olsun isteyene istediği yerde, istediği saatte ve istediği kadar ders verdiği, çok nük­tedan olduğu, CHP’yi tuttuğu, Üniversite ve Eğitim Enstitüsü öğret­menleriyle tavla oynadığı, aşırı derecede küfürbaz olduğu vb.
Yaşar Nuri Öztürk öğren cimdi. O’nun Cansız Hoca’dan ders al­dığını işitiyordum. Ona sordum. “Kendisinden şu anda Hafız’ın Di­vanını okuyorum. Yakında da Usul-u Fıkh’a başlayacağız” dedi. 1966-1967 öğretim yılı başı idi. Hocaya haber gönderdim “beni de kabul eder mi?” diye, “gelsin” demiş. Üç gün derslerine gittim. Ben­den başka 3-4 öğrencisi daha vardı. Sonra beni müdür muavini yaptılar. Müdür Yardımcısı olunca “vaktim olmaz” diye gitmedim. Daha doğrusu bir şey oldum sandım. Tabii daha sonra da çok piş­man oldum.
Hoca, ilk derse girerken “Fatih Eğitim Enstitüsü’nden bir hocayı devirip geliyorum” dedi. Tavla oynayıp rakibini yendiğini daha son­ra öğrendim. Ebu Hanife’nin: “Kur’an’ın manası Kur’andır. Fars­ça tercümesi ile de namaz kılınabilir” görüşü üzerinde duruldu. Bu görüşe karşı olanların bunun Ebu Hanife’nin görüşü oldu­ğunu bilmediğini, ama yine de hep konuştuklarından yakındı. Kendisinin ahkâmı me’hazlardan istihraç edecek seviyede ol­duğu halde böyle gelişi güzel fetvalar vermediğini ifade etti.
Para karşılığı Kur’an okutulmasını istismar olarak görüyordu. O sıralar Trabzon’da konuyla ilgili bir de fıkra anlatılırdı. Tonyalı bir mümin geçmişlerin ruhuna hatim indirmesi için bir hafıza para ver­mişmiş, mümin parayı alan hafızın Kur’an hatim etmediğini öğren­miş, buna çok üzülmüş ve Cansız Hocaya şikayet etmiş. “Hoca Efendi falanca hafız Kur’an hatim ederim diye benden para aldı sonra da okumadı ne yapayım?” Hoca “ver oni mahkemeye s...ler anasuni” demiş, işte ben oni yapamam Hocam demiş Tonyalı. Ho­ca da peki demiş “öyleyse o senun anani s....”
Cansız Hoca’nm sahip olduğu CHP fikriyatı, oyun oynaması, kü­fürbaz oluşu geleneksel din adamı çizgisinden O’nu ayırıyordu. Bu nedenle seveni kadar sevmeyeni de olmalıydı. Kendisine karşı olanları küçümsediğini ve onlara küfürler ettiğini duyardık. Bir ders sırasında da küfürler etmeye başladı. Hem de küfürlerin en ağırla­rını sıraladı. “Bunlar İnönü’yü sevmezler, bunlar İnönü düşmanı” di­ye sözlerini bitirdi.
Her konuya derin bir vukufiyeti vardı. Konuları çok güzel açık­lardı. İlim öğrenmek isteyenlere her türlü yardımı esirgemezdi. Hiç­bir çıkar gözetmeden, isteyene istediği yerde, istediği saatte ve is­tediği kadar ders verirdi. Herhangi bir çıkar olmazsa adımın bile atılmadığı bir çağda O harika bir örnekti. Allah emeklerini zayi et­mesin.[105]
Mahmut Özdil’in ifadeleri bir anlamda Hoca’yı özetler mahiyette­dir. O’nun değişik özelliklerini özlü bir şekilde ortaya koymuştur. Be­lirtilen konuları yeri geldikçe tartışmaya çalışacağız. Ancak bir husu­su burada belirtmeden geçemeyeceğim. Günümüzde sıkça günde­me gelen ve tartışılan konuları o dönemde öğrencileriyle rahatlıkla tartıştığını görüyoruz. Türkçe ibadet konusu günümüzde de en faz­la tartışılan dinî konular arasında yer almaktadır. O zamanlar bu ko­nuları gündeme getirmesi kaynaklara ne kadar hâkim olduğunun bir göstergesidir. Türkçe ibadetin mümkün olmadığını söyleyenlerin as­lında bu konuda Ebu Hanife’nin fetvası olduğunu bilmediklerinden yakınmaktadır. Bununla birlikte kendilerinin de Ebu Hanife’nin ver­diği fetvaya katılmadığını belirtmektedir.
Sizlerden din hocası yapma yolunda gayreti oldu mu? diye soru yönelttiğimiz torunu emekli öğretmen Yusuf Ziya Cansız şu ifadele­re yer verdi:
İlkokulu bitirdiğim zaman köyümüzde (Kondu) Bekir Topaloğlu’nun[106] dedesi hoca idi. O’ndan hafızlık yapmaya başladım. Dedem, hafızlık yapmama şiddetle karşı çıktı. Hafızlık yapmanın gerekli ol­madığına inanıyordu. Ben de bıraktım. Daha sonra Arapça öğren­mek istedim. Bunu da istemedi. Dini bir kazanç kapısı olarak gör­meye karşı çıktı. Gerçi kendisi sonunda diyanete girdi ama hocalı­ğı bir meslek olarak yapılmasını istemiyordu. Sen bir başka meslek sahibi ol. Daha sonra din ilimleri ile uğraşacaksan yine uğraşabilir­sin. Ama meslek olarak din adamı olmamı istemedi. Ancak din bi­limleri ile uğraşacak olanın elbette uzman olması gerekir. Özellikle hafızlığa kesinlikle karşıydı.
Kendilerine bir eleştiri yapacaksam şunu söyleyebilirim. 1961 yı­lında Trabzon’a gittim. Yatılı sınavına girecektik. Evraklarımız eksik diye bizi imtihana almadılar. Hatta yatılı pansiyona girmemi bile is­tememiştir. Gerçi o dönemler onun yaşlılık dönemi idi. Ama yinede Trabzon Lisesi müdürüne deseydi ki, bana 3-4 yatılı kontenjanı ayı­racaksın. Köyümüzden çocuklar gelip okuyacak, inanıyorum ki hiç tereddütsüz kabul ederlerdi. Ama onun hiçbir zaman dünyalık bir derdi olmamıştır. Hâlbuki azar azar köyümüzün çocukları gidip okusaydı toplum bunu görecek ve herkes okumak için yarış yapacaktı. Maalesef bu konuda hiçbir katkısı olmamıştır.
Cansız Hoca’nın hayatını araştırırken merak ettiğim konulardan birisi de şudur: Hayatını bir anlamda ilme vermiş, aynı zamanda çok okuyan ve araştıran bir kişinin özellikle dinî konulardaki düşünce ve fikirlerini gelecek nesillere bırakarak bir ufuk açmasını niçin dikkate almamıştır? Edindiğimiz izlenimler çerçevesinde Cansız Hoca’nın dönemi itibariyle meslektaşlarına ilmi açıdan üstünlüğü vardı. Yaşar Nuri Öztürk’ün ifadesiyle “yazmadı, eğer yazsaydı Türkiye’de fikir ihtilali olurdu” sözünü abartılı bulmuyoruz. Niçin yazmadığını yaptı­ğımız mülâkatlarda soru olarak yönelttiğimiz kişilerin bu konudaki düşünceleri şöyledir:
Yaşar Nuri Öztürk, “Hoca’nın topluma çok kırgın olduğunu" be­lirttikten sonra şu ifadelere yer vermiştir:
O’na düşman olanlar bile eline ayağına kapanırdı. Hoca’nın hür­met görmediğini söylemem mümkün değildir. Ben onun o alımlı bo­yuyla caddede gezerken, karşılıklı dükkânlardan insanlar çıkar, iki tarafa dizilir, ceketlerini ilikler ve hocayı selamlardı. Sanki bir devlet başkanı gibi. Ama arkasından da söverlerdi. Evet, yobazın tavrı budur. Yobaz ikiyüzlü olduğu için arkasından söver, gördüğünde de el­lerini bağlar hürmet gösterirdi. Hocam elini ayağını öpeyim der, ar­kasından da tavla oynuyor zındık derlerdi. O bunun farkında idi. Toplumun ilme değer vermediği inancında idi. Bunun da bir kültür meselesi olduğunu ifade ederdi. Bu durumda yazdıklarının okun­mayacağı kanaatini taşıyordu. Bundan dolayı yazmadı. Bana şun­ları söyledi: “Benim yazdığımı kim okuyup anlayacak? Kursi, sen benim yerime yazacaksın. İleride bu cemiyet okumayı öğ­renecek, ilme saygıyı öğrenecek ve sen de o zaman yazacaksın. Sen olduktan sonra da benim yazmama gerek yok. Baba­mın büyüklüğünü de burada anlıyorum. Babam beni getirip ona tes­lim etti. Ben Arapça, Farsça’yı babamdan öğrendim. Ancak bana, “Beni aşan şeyler var. Sen Cansız Hoca’dan okuyacaksın.” Benim ilmi mirasımın arkasında babamla Cansız Hoca vardır. Ondan son­rası sadece etikettir.[107]
Bir diğer sebep ise çok seçici bir özelliğinin olması idi. Nitekim bir talebesinin aktardığına göre, “Okuduğum hiçbir kitabı beğenme­dim ki, ben de bir kitap yazayım” ifadesini kullanırdı.[108] Rıza Selim Başoğlu’nun görüşleri şöyledir: Aslında Cansız Hoca oturup yaza­cak bir yapıda değildi. Çok okuyup çok konuşan bir kişiliği vardı. Yazmak için sabırlı olmak ve çok uğraş vermek gerekir. Hoca, daha ziyade sohbet ehli idi. Çok zeki ve yakaladığı açıkları acımasız ten­kit eden bir yapıya sahip olduğu için kendileri yazmaya cesaret ede­memiştir. Yani kendileri tenkit edilmekten korkmuştur.
Bir ramazan günü müftülükte oturuyordum. Hoca yanıma geldi. Sohbet ediyoruz. Öğle tatili. Selam konusundaki görüşlerini dinliyo­rum. O’nu dinlerken içeriye hocanın biri girdi. Selam vererek oturdu. Hoca bana bir şeyler söylüyordu. Cümlesini keserek, ‘yahu Rıza Bey, bazı insanlar var okumasını öğrenmeden kitap yazmaya kalkı­yorlar. Ulan anasını avradını ... adamı, önce okumasını bir öğren. Kitap yazmak kim sen kim.’ Ben şaşırdım. Konumuzla hiç ilgisi ol­mayan cümleler. O içeri giren hoca rahatsız oldu. Bana müsaade diyerek kalkıp gitti. Gidince “nasıl sinekledim gördün mü?” Meğer ona küfretmiş. O mu? de dim. “Evet o” dedi. O hoca bir risale yaz­mış ve satıyor. Cansız almış okumuş ve hiç beğenmemiş.[109]
Hocaların ekserisi O’nu dinsizlikle itham ederlerdi. Bu açıdan ki­tap yazıp da ardından dinsizlikle anılmasını istemediği gibi, çocuk­larına dinsizlikle itham edilme mirasını bırakmak istemiyordu.[110] Dö­nemin dini yayınları konusunda şunları söylemiştir: “Piyasaya çıkan kitaplar, meselenin aslını değil, halkın istediği şekilde yazdıkları için sürüm yapıyorlar. Benim böyle bir kitap yazmam mümkün değildir. Aksini yazsanız zaten kimse okumaz.”[111]
Bu konuda Yusuf Ziya Cansız’ın hatırası şöyledir:
Bir kere Cansız Hoca’nın adı vardı. Bir başkası yazar ama o ki­tap okunmaz. Bu o kadar önemli değildir. O’nun yazacağı kitap öy­le olamaz. Çünkü yazdığı kitap hayatında ve ölümünden sonra baş­kaları tarafından okunacak ve tenkit edilecek. Bu öyle kolay başarı­lacak bir iş değildir. İstanbul’da bir olayına şahit oldum. Sanırım 1967 yılıydı. Bir şahıs Cansız’a, “milli piyangodan çıkan para haram mıdır? diye bir soru sordu. Esprili bir şekilde, “çıkarsa al da ye” diye cevap verdi. Konu açıldı ve faize geldi. Bu konuda şu ifadeyi kullan­dı: “Bu günkü faiz, Kuran’da ki faiz değildir. Ben bu fetvayı veririm ama gelecek saldırılara göğüs germek zorundasınız.” O sıralar yet­miş beş yaşlarında idi ve prostat rahatsızlığı nedeniyle de sağlığı yerinde değildi. “Onunla uğraşacak gücü kendimde göremiyorum. Çünkü çalışma bir manada ekip işidir. Çetin meseleler tek başına zor halledilir. Kaynak lazım ve emek sarf etmek gerekir. Gelecekte yetişen âlimler bu mesele ile uğraşsınlar.” diye cevap verdi. İşte dü­şüncelerini yazmamasının nedenlerinden biri gelecek saldırılardan çekinmesiydi. Kendisi çok öfkeli bir adamdı. Cevap vermesi gereki­yordu. Ayrıca maddi konularda olduğu gibi diğer konularda da bir eserim olsun, geleceğe bir şeyler bırakayım endişesi içerisinde ol­mamıştır. Dikili bir ağacım olsun dememiştir. _
Trabzon’un Of ilçesi din âlimleriyle bilinir. Âlimlerin hayat hikâye­lerinden bahsedilirken “büyük âlim idi” gibi sözleri duyarız. Yazdığı bir eser var mı diye sorduğunuzda maalesef “hayır” cevabı ile kar­şılaşırsınız. Hayatları müddetince yaptıkları dinî öğütler ağızdan ağ­za aktarılarak gelir. Bunlar da yazıya geçirilmediği için zaman içeri­sinde kaybolup gittiler. Cansız Hoca da bunlardan biridir. Bu konu­da maalesef selefleri gibi geleneği bozmamıştır. Dini konulardaki düşünce ve fikirlerini kaleme almamasının pek çok nedenleri oldu­ğu görülmektedir. Yaşadığı dönem itibari ile din bilimleri sahasında müçtehit derecesinde bilgi birikimine sahip olmasına rağmen önüne çıkan fırsatları değerlendirmemesini üzüntüyle karşıladığımız gibi hangi sebeple olursa olsun, düşünce ve fikirlerini yazmamasının bir hata olduğunu ifade etmek isteriz. Ayrıca, Öztürk Hoca’nın ifadele­rinden anladığımız kadarıyla Cansız Hoca, geleneksel din anlayışı­nın dışında çok farklı fikirlerinin olduğu anlaşılıyor. Hoca bu fikirle­rinde çok fazla ısrarcı olmamıştır. Zira çok basit şeylerde bile dinsiz­likle itham edildiğine göre ısrarcı olmamasını normal karşılamak ge­rekir. Bu eksikliğni öğrencisi Yaşar Nuri Öztürk’ün giderdiğini söyle­yebiliriz. Bu bilgilerden sonra aşağıda “eserleri” adlı başlık şaşırtıcı gelebilir.
Cansız Hoca, dinî konularda kendi görüş ve düşüncelerini kale­me aldığı bir eser bırakmamıştır. Ancak vaizliğe atanması sıra sında Diyanet İşleri Başkanlığı’na gönderdiği belgeden edindiğimiz bil­giye göre bazı eserleri tercüme etmiştir. Bu eserlerin basıldığına da­ir bir bilgiye de rastlamadık. Çevirilerini yaptığı eserler şunlardır:
1.   Şeyh Bedrettin’in Varidat adlı eserin tercümesi,
2.   Usûl’ül-Hikem fi Nizam’il-Alem adlı eserin tercümesi
3.   Mevlana’dan Rubailer Asıl ve Tercüme.[112]
Vaizlik görevini sürdürdüğü esnada da Diyanet İşleri Başkanlı­ğımın görevlendirmesi üzerine Arapça’dan çeviriler yapmıştır. Bu çeviriler arasında;
4.   Zâhid Kevseri’nin imam Ebû Yusuf Tercüme-i Hâli
5.   Hüseyin Kâşifî’nin Osmanlı Devletinde Çöküş Devri[113]
Cansız Hoca’yı hem bir din âlimi, hem esprili bir hayat adamı olarak biraz daha anlatır mısınız? sorusu üzerine Yaşar Nuri Öztürk şu bilgileri veriyor:
“Efendim, Cansız Hoca bir anlamda da espri demek. Muhteşem esprileri var, hep böyle ibret verir. Bir defa Türkiye’yi karış karış bilir. Doğudan batıya, kuzeyden güneye her yerin mahalli şivesini bilir. O şivelerle espriler yapar. Yani sohbetine gelen insanların memleketle­rini, doğup büyüdükleri yerleri öğrendi mi, anlayın orayla ilgili belki de hiç duymadığınız, yeni bir fıkra, yeni bir espri duyacaksınız muhak­kak. Çoğu zaman da bunlar müstehcene kadar varırdı. Muhteşem esprileri vardı. Hiç unutmuyorum, Amerikalılar aya gittiler; ben o sırada Trabzon’dan ayrılmıştım da tekrar gitmiştim, Hocamı da ziya­ret ettim. Şimdi böyle kıyıda köşede hocalar bağırıp duruyorlar. “Ay nurdur; aya gidilemez, Amerikalılar yalan söylüyorlar. ” Hoca­ya da gelip diyorlar ki; “hocalar böyle diyor, siz ne dersiniz?”. “Böyle şey olur mu, siz onları dinlemeyin, diyor, onlar cahildirler, bilmezler, namazlarını kıldırsın, otursunlar yerlerine, onlar anlamazlar."
Gittiler... Adam gene ısrar ediyor, öbürü geliyor aynı şeyi söylüyor, öteki geliyor benzeri bir şeyi söylüyor, Hoca bıktı. Dedi ki: “Yahu ben size diyorum gittiler aya. Gittiler, hem de orada tuvaletlerini bi­le yaptılar. Şimdi bunu kabul edin artık, diyor, gitmediler, yok nur­dur, bilmem nedir. Nur mur değildir diyor, ışığını güneşten alıyor” O anlatıyor insanlara, onlar hala nurdur falan deyince, böyle taşı gedi­ğine koyuyor. Ondan sonra dinleyenler, estağfirullah, estağfirullah şartlanmış, hala, nurdur tabiri var ya; tabi gittiler ve tuvaletlerini de orada yaptılar diyor, gittiler ne demek!.. Çok acımasız bir biçimde hakikati ifade etmede tabirler kullanırdı. Hele karşısındaki insanlar bir istismar içine girmişler ise, Hoca da bunu fark etti mi, onun elin­den sizi ancak Allah kurtarır, başkası mümkün değil. Çok meşhur­dur, o bütün Karadeniz bölgesine, esprileri, hikmetleri, çıkışları yer­leşmiştir. Bakın size yine muhteşem bir şey anlatayım. O sıralarda, o          sıralar dediğim 1960’lı yıllar... Trabzon genelevinde bir kadın, meşhur olmuş bir kadın, öldü. Cenazesini getirdiler, cenazeyi imamlar kılmıyor. Cemaat dağıldı; kimi kılmak istiyor, kimi kılmak is­temiyor. Hoca da orada. Fırlıyor, diyor ki; “Nereye gidiyorsunuz, ne­reye gidiyorsunuz? Bunun cenazesini kılmak istemeyenlerin birço­ğundan, bunun Allah katındaki durumu daha iyidir" diyor. Sonra, “Siz diyor, birçoğunuz birkaç gün önce orda kuyruğa giriyordunuz!" çünkü çok ünlü bir kadın, kalp sektesinden gitmiş; anlatılır dururlar­dı sokaklarda, Gülizar diye meşhur, “kaç gün önce kuyruğa giriyor­dunuz, sizi kabul etsin diye; şimdi nasıl oldu da cenazesini kılmıyor­sunuz? Peki siz ölünce sizin cenazeniz ne olacak? Sizin adınız çık­mamış diye sizin cenazeniz nasıl kılınacak? .. Ve etki ediyor tabi, Hoca muazzam karizması olan, ismi olan, itibarı olan, oranın kutbu kabul edilen bir adam; derhal toplanıyorlar; imam da gitmiyor, ce­maatte geri dönüyor, gidenler gitmiş tabi. Ve kılıyorlar cenaze na­mazını. Şimdi böyle tarafları var... Yahut, gidiyor camiye, işte hoca orada konuşuyor; bunlar Nasreddin Hoca fıkrası gibi anlatılır bize, öyle değil; bunları biz yaşadık. Hoca gayet esprili ama, o cami âdâbına yakışır bir biçimde, dışarıdaki sertliği ile değil, esprili ve tebessümlü, orada adamın devirdiği çamları hemen kurtarır ve adamı ikaz eder, hatta kaç tanesine, “Biraz okuyarak buraya gelseydin


böyle yapmazdın. O dediğin öyle değil, filan yerde, git onu oku ya­hut gel bana, ben sana onu okutayım, biraz zahmet çek de bu du­rumlara düşme” filan diye... Ve söylediği adamlarda bunu onur sa­yardı. Hiç kimse bundan alınmazdı. Cansız Hoca'nın bunu bir ada­ma demesi, onun için bir şeydir. [114]
Hocayı tanıdığım kadarıyla ondan ehli-sünnet itikadına ters dü­şecek en küçük bir şey duymuş değilim. Genelevi patroniçesinin ce­naze namazını kılmayanlara ilmi bir izah yapmaya kalksa onları ik­na etmeleri mümkün değildi. “Siz gidersiniz sizin namazınız kılınır. Size hizmet eder. Onunki kılınmaz. Geçin kılın bakayım.” Bu ilmin mantıkla izahından başka bir şey değildir. Kimse de itiraz edemez­di. Hoca’nın talihsizliği, o günkü cemaatin hazır olmaması, daha doğrusu halkın kültür seviyesinin onun dediklerini anlayacak seviye­de olmamasından kaynaklanmaktaydı. Şimdi bile hazmedilemiyor. Bir kilo keçiboynuzu yiyeceğine bir gram bal ye daha iyi değil mi? Hoca Efendinin fazlası yoktu.[115]
Cansız Hoca’nın mizahi yönü konusunda ileride bilgi vereceğiz. Bazı durumlarda olaylara müdahale etmesi veya sorulan sorulara verdiği cevaplar çok yerinde olmasına rağmen üslubu çok ağırdır. Bu tutumunda bilgi yönünün güçlü olmasının yanında ağa sülalesin­den gelmesinin de önemli etkisi olduğunu ifade etmemiz gerekir. Ağaya karşı gelmek mümkün mü? Daha doğrusu korkusuz ve per­vasızdı.
Önemli özelliklerinden biri de yanlış gördüğü bir şeye sonucu ne olursa olsun mutlaka müdahale etmesiydi. Trabzon İskender Paşa Camii’nin meşhur İmamı Cafer Hoca, caminin mütevelli heyetinin başkanıyla ters düşmesi nedeniyle aralarında olan bu tartışmayı ca­mi minberine taşıyarak cemaate anlatmaya kalkmış. Camide bulu­nan Cansız Hoca ayağa kalkarak, ‘‘Hafız, orası şahsi meselelerin konuşulacağı yer değildir, in oradan aşağı” diyerek çıkışmış ve ho­cayı mimberden indirmiştir.23ı
Hadisin kelime anlamı, haber vermek demektir. Sonradan Hz. Peygambere nispet edilen her türlü söz, fiil, takrir ve hallerin her bi­rine isim olmuştur. Sünnet ise belirli bir yol demektir. Terim olarak sünnet, Hz. Peygamberden nakledilen söz, fiil, yaşayış tarzı, takrir veya Hz. Peygamberin hayatlarında takip etmeyi alışkanlık haline getirdiği yol, hareket tarzları ve yaşayış şekillerini içerir. Görüldüğü üzere sünnet de hadis anlamındadır. Ancak, O’nun söylediklerinden bahsedilirken “bir hadislerinde” şöyle buyurdu ifadesiyle dile getirildiği gibi, Peygamberin sözlerini toplayan eserlere de hadis külliyatı denmektedir.[116]
Cansız Hoca’nın hadislerle ilgili düşünceleri konusunda sorulan bir soruya yazdığı cevabı aktarmak yerinde olacaktır. Şöyle ki: Meh­met Rüştü Günaydın Hoca, “Dürre’tün-Nasihin" adlı kitapta geçen bir hadis konusunda görüşlerini öğrenmek ister. Hadisin “bir teravih namazı kılan kimsenin bütün günahlarının bağışlanacağı” konusu­nu içerdiği anlaşılmaktadır.
"25 Ocak 1965
Sevimli Hocaml
Biraz rahatsızım. Mesanede iltihap oldu. Doktor ilgi gösterdi, ilaç verdi. Vazife verilir diye yirmi günlük bir rapor verdi. Kanama geçti, ızdırabım azaldı. Tanrı size afiyet versin.
Yazdığınızı aldım. Kitapçıya uğradım. Çünkü ben kitaphaneme Dürre'tün-Nasihîn'i sokmadım ki..,[117] Kitapçıda bir nüsha buldum. Fakat sorulan meseleyi verdiğiniz sahife numarasında bulamadım. Demek nüsha farkı vardı. Teravih hadisini 31 inci sahifede buldum.
Erkek, kadın sünnet olan teravihin cemaatle kılınmasının sünnet-i kifaye olduğu mezhebimizin beyanı cümlesindendir. Bu ibade­tin sağlayacağı sevap da şer’i mahiyetinin mahsulü olacağını şüp­hesiz buluruz.
Mecalisterı menkul teravih hadisinin dikkatinizi çekmesi çok yerindedir. Çünkü bir gecenin teravih namazı bizi anadan doğma gü­nahsız bir bebek yaptıktan sonra artık dinimizin farzlarını yapmaya (haşa) lüzum kalmayacak bir durumla karşı karşıya kalırız. O gör­düğün Mecalis, “Nüzhe'tül-Mecalis” dir. Uydurma hadislere ambar olan kitapların 16 incisi “Dürre'tün-Nasihin" de 28 numarayı almış­tır. Hadis Usulü ilmi uydurma hadislere on al met vermiştir. Bu ha­diste ben 10 uncu nişanı buldum. Göstereyim: “Rekâket", küçük bir iş için şedid bir va’id, bir emri yesire, azim bir va’d demektir. Tera­vih namazı farzlar, müekked sünnetler karşısında bir emri yesir de­ğil mi? Bunun ifasına o gördüğün hadisin va’d ettiği mükâfata ne de­nir? Şüphe yok ki va’di azim diyeceğiz. İşte sahihlerde kendileri­ne yer verilmeyen uydurma hadislerin bağdaş kurduğu kitapla­rın bu hususta şöhret yapanları Siyer-i Celile-i Nebevide 52 ra­kamını bulmakta ise de doğrusu İslâm dünyasında bu kötü yol­da yürüyen müelliflerin yazdığı kitapların sayısını verebilmek için 50 rakamına iki sıfır sağdan ilavesi de az gelir sanırım. Eli­nizdeki Dürre’tün-Nasihin belki Tenbih’ül Ğafilin işte hep o ellinin içindedir. Selamlar.234 (Belge: 15/ a-b)
Dürre’tün-Nasihin kitabını kütüphaneme sokmadım ki, diyerek üç nokta koyması, o tür kitapları kaynak kitap olarak kabul etmeme­sinden kaynaklanmaktadır. Zira bu çeşit kitapların içindeki bilgilere güvenmemekte ve bunları okuyup insanlara anlatanların toplumu yanlış yöne sevk ettikleri kanaatindedir. İslâm dünyasının bir mana­da bu tür bilgilerden beslendiğini açıkça dile getirmekte ve bundan şikâyetçi olmaktadır. Bu çeşit kitapların sayısı her ne kadar elli iki olarak gösteriliyorsa da kendilerinin bu kanaatte olmadığı, esasen bunların sayısının binlerle ifade edilebileceğinin altını çizmektedir. Genelde din görevlilerinin ellerinden düşürmeyip insanlara aktardık­ları bilgilerin kaynağını bu tür kitaplar oluşturduğuna göre toplumumuzun nasıl bir dinî anlayışa sahip olduğunu anlamakta sanırım zorluk çekmeyiz. İşte Cansız Hoca, bu kaynaklardan beslenen bir dinî yapılanmayı sağlıklı görmemektedir.
Özellikle Emeviler döneminde çok hadislerin uydurulduğunu, bu durumun da İslâm dinini yozlaştırdığına kani idi. Hatta Sahih-i Buhari için, altı yüz bin hadisin içinden seçildiğini ve altı bin küsur ha­disten oluştuğunu beyan ettikten sonra, altı yüz doksan dört bininin nasıl hadisler olduğunun sorulması gerektiğini ve ihtilafların bu ha­dislerden kaynaklandığını belirtirdi. İmam-ı Azam’ı çok beğenirdi. Zira onun hadislerden ziyade aklı kullanmasını takdir ederdi. Buhari bile Şafiî olduğu için kitabında imam-ı Azam’ın ismini zikretmez, “Bağdat’takiler şöyle dedi” der ifadesini kullanırdı. Çünkü onlar ha­dis ekolünü temsil ediyorlardı.[118] Burada Cansız’ın hadislere cep­he alma gibi bir özelliğinin olmadığını, ancak hadisleri, “Hadis Usû­lü İlmi” içerisinde değerlendirdiğini görüyoruz.
Hadisler konusunda Yaşar Nuri Öztürk’ün Cansız Hoca’nın dü­şüncelerini değerlendirmesi şöyledir:
Bu işi biliyordu. Bana onları çok açmazdı. Altından kalkamam ve yanlış yaparım diye o meselelerin detayına girmezdi. Tabi ki doğru olanları vardır. Ama uydurma hadislerin dini mahvettiğini bana söy­lüyordu. Sonradan bizim araştırmalarımızla meselelere vakıf olduk. O, Ku’ran merkezli bir din arıyordu. Eğer olmazsa “onun tabelası İs­lâm olur, içi İslâm olmaz” diyordu.
Bu konuda Remzi Yavuz’dan şunları dinledik:
Yaşar Nuri Öztürk’ün günümüzde söylediklerinin bir bölümünü Cansız Hoca’nın özel sohbetlerinde dinledim. Hadisler geriye doğ­ru gittikçe... Düşünebiliyor musunuz, yüz sene sonra bu günün ta­rihi nasıl yazacak... Hoca bize şu ölçüyü vermişti. “Çocuklar, itikadı konular hariç, ibadetlerde küçük bir işe büyük sevap veriliyorsa o geçersizdir. Ufak bir hataya da çok büyük ceza veriliyorsa oda doğ­ru değildir. Bunlar şeyhlerin müritlerine verdikleri talimatlardan kay­naklanmaktadır. Bu ifadelerle uzaktan kumandalı beyinler ortaya çı­kar. O bunları çok önceden kavramıştı. Bunları maalesef başka ho­calardan duymamıştık.
Hadis ve sünnet, Hz. Peygamber’in anlamlı sözleri ve uygula­maları olmak sıfatıyla her zaman ve her dönemde Müslümanların il­gi ve alakalarına mazhar olmuştur. Bununla birlikte Müslümanlar, asırlar içerisinde saadet asrına damgasını vuran ilke ve prensipleri kendi çağlarına taşıyabildiklerini söyleyebilmek pek mümkün gö­zükmemektedir. Bunun önemli bir sebebi, döndükleri özün gerek tespiti ve uygulamalarında, gerekse anlaşılmasında ve yorumlan­masında yapılan yanlışlıklardan kaynaklandığını söylememiz müm­kündür. Ortaya çıkan problemleri görmezlikten gelmek ve kendi içinde başlayan eleştirileri bastırarak tüm yaratıcı entelektüel faali­yetlerden kaçınmak bu yanlışlığın başlıca sebepleridir. Bir fikir ve düşünce, ilmi bir disiplin kendi eleştiri ve alternatiflerini kendisi üst­lenmez ve bünyesine sızan gerçek olmayan unsurları görmezlikten gelirse, kendisine tepkisel harekette bulunacak muhalifler üretmeye ve bu muhaliflerden gelecek en küçük eleştirilerle sarsılmaya mah­kûm olur.[119]
Hz. Peygamberin vefatından günümüze 14 asır gibi çok uzun bir zamanın geçmesine rağmen, O’nu doğru tanıma ve anlayabilmek hâlâ önemli bir problem olarak gözükmektedir. Çünkü Hz. Muhammed ve O’nun sünnetiyle ilgili muazzam bir literatürün hiç olmazsa zihinlerde tereddüt uyandıran bazı yönleriyle tahlil ve tenkide tabi tutulmaması Hz. Peygamberi ve sünnetini tanınmaz hale getiren bir duruma sebebiyet vermektedir. Halka hizmet ettiği inancıyla yazılan bazı fıkıh ve hadis kitaplarında Hz. Peygamberi zedeleyen pek çok ifadelere rastlanabilmektedir.[120]
Döneminin hocaları kürsülerden halka bu tür hadislerin toplandı­ğı kitaplardaki bilgileri aktarıyorlardı. Cansız Hoca, hadis usulü ilmi­ne vakıf olmayanların hadisleri konuşmalarına kaynak yapmamala­rını öğütlerdi. Çünkü uydurma hadislerin çok olduğunu, bunları ha­dis diye aktarmanın dine ve peygambere kötülük yapmış olacakla­rını belirtirdi. Hocalara öğütlerinde Kur’an ayetlerini esas almalarını tavsiye ederdi.[121]
Bu bağlamda İhsan Ekşi’nin bir hatırasını aktarmak yerinde ola­caktır:
Değirmendere Camii’nde hocanın biri vaaz vermiş. Gelişi güzel konuşmuş olacak ki Cansız’ın kulağına gitmiş ve adama kendisini görmesi için haber göndermiş. Benim dükkânımı tarif etmişler. Sarık­lı, sakallı biri dükkâna geldi. O esnada cansız Hoca dükkânda oturu­yordu. Bana dedi ki, “Mustafa Efendi buraya gelir dediler. Kendisini gördün mü?” Ben cevap vermeden Cansız Hoca, “Niçin arıyorsun Mustafa Efendi’yi?” “Aradım” diye cevap vermiş. “Anladığıma göre Cansız’ı tanımıyorsun. Sarıklı, sakallı, cübbeli birini mi arıyorsun?” (Tabi Cansız’ın sakalı yok. Takım elbise ve kravatlı) Mustafa Efendi benim” deyince hoca hemen ellerini bağladı. “Bak! sen kürsüde ge­lişi güzel konuşuyorsun. Öyle gelişi güzel konuşmalar yapmayın Kuran’dan ayetler okuyarak konuşun.” diyerek kendisini uyardı.
Ahmet Gürsoy’un anıları dikkat çekicidir:
Bir mesele konuşulduğu zaman o konuda ilk kaynaklara inilerek araştırılmasını tavsiye ederdi. Ayrıca bir kitabı okuyup oradaki gö­rüşlere yapışmayacaksınız. Oradaki görüşlerin zıddını da okuya­caksınız. Buradan senteze gitmeye çalışacaksınız. Eğer bir kitabı okuyup ona yapışırsanız o kitabın hamalı olursunuz” diyerek günü­müzdeki bilim anlayışını yansıtması dikkat çekicidir. Etrafına metot­lu şüpheyi öğretmeye çalışırdı. Taklît etmemeyi tavsiye ederdi. Taklîtçi olan kimseden hayır gelmesi mümkün değildir. Hz. Peygambe­rin örnekliği önemlidir. Yani bir işi yaparken amacı ne idi? Ona yö­nelik çalışma yapıp değer ortaya konulması gerektiğini vurgulardı. Ahmet Gürsoy sözlerine devamla şunları söyledi:
Bir gün Trabzon Cumhuriyet otelinde Haşan Atalay[122] ile birlikte tavla oynuyorlardı. Hocanın biri yanlarına gelip Hoca’ya şu soruyu yöneltir: “Dine inanmayan bir insanı nasıl ikna edebiliriz?” Cansız Hoca şu cevabı vermiş: “İnanmayan bir şahsı ikna edebilmek kolay değildir. Ancak bir an için seviyesine inip onun gibi düşünerek ikna etmeye çalışırsınız." Adam “ben onun seviyesine hiç iner miyim?” diyerek karşılık verince Hoca, “siz değil misiniz bu dini perişan edenler” diyerek küfürü basar ve adamı yanından kovar.
Mezhep, kelime anlamı itibariyle gidilen yol, tarz, tavır, yorum, tutum anlamlarına gelir. Terim anlamıyla mezhep, “din konusunda oluşmuş yorum ekolü” demektir. Şu halde mezhep, beşeri bir kurum olup, kişinin dini konularda ortaya koyduğu düşünceler bütününü ifade eder.[123]
Cansız Hoca, İslâm’da içtihadın her zaman açık olduğunu ve gelecekte İlâhiyat Fakültelerinden çok şeyler beklediğini söylerdi. Mezheplerin fıkıh ekolleri olduğunu, bunların din haline getirilmeme­si gerektiğini ve bunları benimsememenin insanı dinden çıkarmaya­cağını açıkça dile getirirdi.
Şunu ifade etmemiz gerekir ki, mezhep veya mezhepler din de­ğildir. Din bilimleriyle uğraşan bilim adamlarının kişisel yorumlarıdır. Bu yorumları yanılmaz kabul edip dinleştirmek dine yapılabilecek en büyük kötülüktür. Din bilimleriyle uğraşıp bir mezhep ortaya koyan ki­şiler, yaşadıkları dönemlerinde ortaya koydukları yorumlardan yeri geldikçe yanıldıkları ve başka yorumlar getirdikleri bilinen bir husus­tur. Bu işin doğasıdır. Nitekim İslâm medeniyetinin teşekkül ettiği ilk üç asırda yüzlerce mezhep ortaya çıkmıştır. Bu, düşünce ve fikir öz­gürlüğünün en önemli bir göstergesidir. Ancak zaman içerisinde mezheplerinin sayısının sınırlandırılması düşünceye ket vurulmasın­dan başka bir şey değildir. Bu yaratıcı düşüncesinin önünün kesil­mesi İslâm dünyasının geriye doğru dönüşünün bir ifadesidir.
Mezheplerin din haline getirilmesine çok karşı idi. Zira mezhep­ler din haline getirildi mi peşinden örtülü şirk gelir. Mezhebi din yap­tınız mı mezhebin kitabı Kur’an’ın yerini, imamı da peygamberin ye­rini alır. Halk bunu böyle anlar. İslâm dünyası Arap cahiliye devrin­deki kabileciliği mezhepler halinde adını değiştirerek İslâm dünyası­na soktu. Cansız Hoca bunları o zaman bize söylüyordu.[124]
Mezheplerle ilgili Carullah gibi düşünen biriydi. Hocalarla olan ihtilafı da buradan kaynaklanıyordu. Pekâlâ, Hanefî olan bir kişiye Malikî mezhebinden bir yol gösteriyordu. Hanefî mezhebinin dışın­dakileri din kabul etmeyen hocalar vardı. Son derce sığ, dünya görüşleri olmayan insanlar, Cansız bunu nasıl der? Yahu mecbur mu­yum ona uymaya? Bu yönden itikadının bozuk olduğunu söylerler­di. Esasen onun itikadını hayal bile etmeleri mümkün değildi. Çün­kü konuları çok iyi bilen bir insandı. Ben onun şahsiyetine ve dik du­ruşuna hayranım.[125]
Cafer Cansız’ın hatıraları dikkat çekicidir:
Amcam Mustafa Efendi, Göktaş Ahmet Efendi’yi çok severdi. Göktaş Ahmet Efendi Dernekpazarı Camii’nde sabah namazlarında uzun süre koşuyordu. Çıktıklarında Amcam ona şunları söyledi: “Ah­met Efendi, burası yol üzeridir. Yolcu olur, hasta olur, arabayı kaçırır ama cemaatle kılmak istiyor, vb. Onun için kısa sûre koşarak nama­zı kıldır.” Ahmet Efendi ise sabah namazında uzun sure okuyarak namazı kıldırıyordu. Hz. Peygamberin 40 ayet okuduğunu, usulünün böyle olduğunu söyledi. Beraber Şenocak Yusuf Efendiye gittik. Am­cam ondan bir kitap istedi. Onu açıp oradan durumu Ahmet Efendi’ye okudu. Hatta sabah namazında Felek ve Nas surelerini okuya­rak namazı kıldırmasını Peygamberimiz ifade ediyordu. Ben de ora­da idim ve bu olaya şahit oldum. Ahmet Efendi “ben bunu hiç görme­miştim.” Amcam, “insanların işi olabileceğini, yola gideceğini onun için kısa okuyarak bitirmesi gerektiğini” tekrar ifade etti.
Bir gün köyümüzün camisinde Yusuf Şenocak Efendi’nin vaazı­nı dinledim. Eve gelmekte geciktim. Geldiğimde amcam Mustafa Efendi nerede kaldığımı sordu. Ben de camide Yusuf Efendi’nin çok güzel vaaz verdiğini, onu dinlediğimi söyledim. Bunun üzerine am­cam “ onun söylediklerinin yüzde otuzunun yanlış olduğunu” söyle­di. Ben de hocanın dediklerinin nasıl yanlış olduklarına hayret ettim. Demek ki o işi biliyordu. Biz cahil olduğumuz için bir şey anlamıyor, denilenlerin doğru olduğunu kabul ediyorduk.
Aya ilk çıkılacağı sıralarda Çaykara yöresinin hocalarından biri, “ayın Allah’ın nuru olduğunu, oraya çıkılamayacağı” konusundaki konuşmalarını duyunca ona bir mektup yazar ve şunları söyler: “Bil­ginizin olmadığı konularda böyle kesin ifadeler söylemeyin. Kuran’da aksi olmadıkça mümkündür, olabilir deyin. Eğer böyle kesin ifadelerle konuşur ve bu gerçekleşirse o zaman din zarar görür. Çünkü halk sizlerin dediğine itibar ediyor. Sizin söylediklerinize kar­şılık dini anlamaya çalışıyor. Aksini görünce kabahatin sizde değil dinde olduğunu söylemeye başlar ve Kuran’ın geçersiz olduğuna inanır. Bundan dolayı vebal altında kalırsınız. O açıdan sahanız ol­mayan konularda konuşmayın” şeklindeki ifadeleriyle uyarır.[126]
Devletin köy camilerine kadrolu imam tayin edilmesini tasvip et­miyordu. 1960 ihtilalinden sonra Diyanet İşleri Başkanlığı’nda kuru­lan komisyonda bu görüşünü dile getirdi. Köydeki imam devletin memuru olursa gereği gibi görev yapmayacağı kanaatini taşıyordu. Ancak köylünün istediği imamı tutmasına taraftar değildi. Diyanetin düzenleyeceği sınavlarda başarılı olup sertifika alanların imam ola­bileceklerini benimsiyordu.[127]
Talebesi Yakup Gürsoy’un hatıralarını anılmaya değer buluyoruz:
Trabzon’da hocaları kendi etrafına çeken, aynı zamanda Nakşi Şeyhi ve kitapçı dükkânı olan Abdurrahman Beşikçi vardı. Kendile­ri de Cansız Hoca’dan okumuştur. Cansız Hoca onun dükkânına çok gelirdi. Abdurrahman Hoca koltuğundan kalkıp hocaya yer ve­rir ve kahvesini ısmarlardı. Dükkânda sigara içmek yasak olmasına rağmen Cansız Hoca’nın kahvesinin yanında sigara içmesine asla ses çıkarmazdı. Bir gün ben de o dükkânda bulunuyordum. Abdurrahman Hoca ve yanında üç hoca ile birlikte oturuyorduk. Abdurrahman Hoca da dahil olmak üzere hepsi Cansız Hoca'nın aleyhine konuşmaya başladı­lar. Hoca’yı fikirlerinden dolayı eleştirmeyi o kadar ileriye götürmüşler ki sonunda onun dinsiz olduğuna karar vermişler. Dükkân ahşap olduğu gibi kapısı da çok alçaktı. Cansız Hoca uzun boyluydu. Konuşmalar es­nasında Hoca adeta rükû eder gibi kapıyı açarak içeriye girdi. Aleyhinde konuşanların hepsi ayağa kalkarak, hocam hoş geldiniz. Bir iltifat ki sor­mayın. O zaman içimden şöyle düşündüm: Cansız Hoca bu hocalardan daha Müslüman’dır. Bu kadar ağır bir şekilde tenkit ettikleri kişiye karşı gösterdikleri iltifat onların samimi olmadıklarının bir göstergesiydi. Bun­lar onun aleyhinde konuşurlarken Allah onu oraya gönderdi.
Yakup Gürsoy sözlerine devamla şunları ifade etti:
Cansız Hoca’nın çok uğradığı esnaflardan biri de Müslim Selçuk’tu. İstanbul Üniversitesi'nden bir araştırmacı Hoca ile görüşmek için Trabzon’a gelmiş. Hoca’yı Müslim Selçuk’un dükkânında bula­bileceği kendisine söylenmiş. Adam dükkâna uğramış ve Cansız Hoca’yı nerede bulabileceğini sormuştu. Müslim Selçuk, Hoca’nın evini tarif etmiş, ancak adama, “Ne yapacaksın Cansız’ı? O dinsizin biridir” diye bir söz söylemeyi de ihmal etmemişti. Araştırmacı, Ho­cayı bulup görüşmüş ve kendisi için söylenen bu sözü de O’na ak­tarmış. Ben de Müslim Selçuk’un dükkânında bulunduğum bir sıra­da Hoca bir hışımla içeri girdi. Adeta fırtına gibi. Müslim Selçuk’a “benim dinsiz olduğumu sana kim söyledi” diye ağır hakaretler et­meye başladı. Araya girmek zorunda kaldım. Aslında Hoca’yı sev­meseler de onun ilmine ve kişiliğine saygı gösterirler ve ikramda da kusur etmezler fakat arkasından da bu şekilde konuşurlardı.
Yine bir gün Pulcu Hoca lakaplı Salih Sabri Akdeniz’in[128] dükkâ­nında oturuyordum. O sırada Cansız Hoca geldi, ikisi de sigara içer­di. Kahveleriyle birlikte sigaralarını içtikten sonra Cansız dükkândan ayrıldı. Pulcu Hoca bana şunları söyledi: “Cansız Hoca için dinsiz­dir derler. Sakın inanma. Ben dinimi ondan öğrendim”. Bu söz, hoca hakkındaki aleyhte propagandalara verilecek cevap açısından son derece değerlidir.
Rıza Selim Başoğlu’nun, Hoca’nın dinî meselelere bakışı konu­sundaki hatırası anılmaya değerdir:
Trabzon Müftü muavini olduğum dönemde stajyerliğimin kaldırı­labilmesi için bir risale hazırlamamız gerektiği söylenmişti. Ben de hangi konuyu işleyeyim diye düşünüyordum. Sonunda “selam” ko­nusunu çalışmaya karar verdim. Kur’an’daki Tahiyye ayetini[129] al­dım ve selamın sosyal ve dini yönlerini inceleyen bir risale yazma­ya başladım. Cansız Hoca müftülüğe gelir ve sohbet ederdik. Ge­nellikle ben dinleyici olurdum. Bu tutumumdan hoşlanır ve iyi bir din­leyici olduğumu söylerdi. Gerçekten çok geniş bir kültürü vardı. Bu ayeti kendilerine sordum. Bana şunları söyledi: ‘Bu konuda senin bakacağın tefsirler o ayetin anlamını anlamış değillerdir.’ Çok aykı­rı bir izah tarzı. Nasıl? diye sordum. ‘Ayetteki tahiyye, ayn çatlata­rak söyledikleri “esselamu aleyküm” demek değildir. Ayetteki anla­mı, gönül almadır. Pekala günaydın, iyi günler demek onun yerini tutabileceği gibi, eliyle selamlama bile onun yerini tutar. İlla da ifade edilen şekilde selam verilecek diye bir şart yoktur.’ Böyle bir izah tar­zı karşısında şaşırdım. Diğer hocalara sordum: ‘O’nun zaten imanı yok’ dediler. Cansız Hoca’nın sözlerine yakın bazı şeyler söyledim ancak bu izah tarzını risaleye yazacak cesareti kendimde bulama­dım. Hoca bu konularda çok cesur ve kendine güvenen bir kişiliğe sahipti. Yani dinin şekilden değil, özden ibaret olduğunu her haliyle vurgulayan ve yaşayan bir tavır içerisindeydi. Aksi düşüncelerden de hiç endişe duymayan bir kişiliği vardı.
Cansız, alışılan bir hoca tipi olmadığı için farklı değerlendiriliyor­du. Bir gün Yavuzların dükkânının önünde oturuyordu. Sanırım Ha­ziran ayıydı. Dinin, ibadetlerin dışında insana vermesi gerektiği for­masyondan bahsediyordu. Bu esnada karşıdan bir adam geliyordu. Çoban. Paltosu sırtında Belli ki dağdan geliyordu. Konuştuğu şahıs­lara, “bakın şuradan gelen adam belki de cennetliktir. Bu adam dün­yadan ne anladı ki cennette ne yapacak? Tabir aynen bu şekildedir. Bir hocanın bunu söylemesi çok aykırı görülüyordu.
Biz ilahiyat sahasında emekleme safhasındayız. Bunu da nor­mal karşılıyorum. Zira Cumhuriyetin kurulmasında Dar’ül-Fünun’a bağlı İlahiyat Fakültesi’nin kapatılması ve bu sahada 1949 yılına ka­dar akademik manada dinî tefekkürü doğuracak bir çalışma yapıl­maması çok büyük bir eksiklik olmuştur. Bunu yapanları yargılamı­yorum. Belki haklıydılar. Çünkü dinî anlayış bir anlamda tefessüh etmişti. Ama bu fetret yaşanmamalıydı. Bu dönemde kırsal kesim­lerde yapılan dinî tedrisatı gerçek manada dinî tedrisattan kabul et­memiz mümkün değildir. Çünkü öyle bir hoca olmadığı gibi talebe­de yoktu diyebilirim. 1949 da İsmet Paşa’nın baskısıyla İlahiyat Fakültesi’ni açtılar. Kapatan da açan da aynı zihniyettir. İsmet Paşa “inkılâpların üzerinden yirmi beş sene geçtiğini ve korkmaya gerek olmadığım” açıkladı. Günümüzde Diyanet’in personelini İmam-Hatip ve İlâhiyat Fakülteleri gönderiyor. Ama iddia ediyorum. 1960’dan sonra din adamı yetişmedi. Neden? Çünkü ideoloji devri başladı. İdeoloji devreye girdi mi her şey alt-üst olur. Dini daha liberal ortam­da topluma anlatmak zorundayız. Bizim buna katkımız olması lazım.
Hoca çok enteresan biriydi. Öncelikle istismara çok karşı idi. Me­sela bir kişi inkılâpçılığı savunmaya kalksa o onun muhalifi olur ve karşısına geçerdi. Şekilden ibaret olan inkılâp anlayışının yanlış ol­duğunu hem söverek hem döverek karşısındakilere anlatırdı. Ama bir mutaassıbın karşısında da kendi imanından şüphe edecek şekil­de cephe alırdı.
Dini grupların hepsine karşı idi. Ama onun yanında gruplardan birinin aleyhine konuşan ve dine lakayt davranan kimseye karşı da adeta aslan kesilirdi. O’nun böyle bir özelliği vardı. Tenkit eden kişi­nin tavrını ve niyetinin bozuk olduğunu anlayınca hemen onun kar­şısına geçer, diğer tarafı savunurdu. Dine kliklerin ve cemaatlerin bakışından bakılmasına tamamen karşı idi. Dinin esas kaynağından öğrenilmesinin gerektiğini, dini menfaatlerine kullananlara çok karşı idi. Dini politik, şöhret veya servet amaçlı kullananların da karşısın­da idi.
Müftüler ona saygılı davranırlardı. Onunla kimse ters düşmek is­temezdi. Çünkü pervasızdı. Hoca öyle realist bir anlayışa sahip ki, onun din anlayışı Türkiye’ye ve İslâm ülkelerine hâkim olsun, İslâm dünyası silkinir. Trabzon’da genelevi Patroniçesi Gülizar ölmüş. İs­kender Paşa Camii’ne getirmişler. Benim kayın pederim de o cami­de müezzin idi. Hemen bir dedikodu yayılmış. Bu kadının cenazesi kılınmaz. Oflu bir müezzin de vardı. O, cenazenin kılınmasını arzu ediyor. Çünkü çok zengin. İşin içinde de para da var. Cemaatten de çekiniyor. O gün Cansız Camiden en son çıkmış. Cami cemaati ge­nelde civar esnafı idi. Bir gürültü duymuş. Ne oldu? diye sormuş. Demişler.... Cenazesini kılmıyorlar.
—Durun bir dakika! Ben ömrümde bu karıya hiç gitmedim. Siz bu kadına gittiniz. Sizin ki kılınıyor da bunun ki niçin kılınmıyor?
Burada bir anlayış meselesi var. Erkek her türlü melaneti işler, onun cenazesi kılınır. Mevlitler okunur, yemekler yedirilir ama o ka­dının cenazesi kılınmaz. Ama sen gidiyorsun bu kadına. Diğer ho­calar bunu söyleyemez. Çünkü cemaatten korkarlardı. Hocanın öy­le bir derdi yoktu.
1940-50’li yıllarda pozitivist bir anlayış hâkim. Aydınlar genelde böyle. Öğretmen olan böyle bir kişi gelişi güzel olarak Ebu Hureyre’nin çokça hadis rivayet etmesini doğru bulmadığını ve uydurma olduğunu dile getirir. Bir kişi bu kadar hadis rivayet edemez. Tahmin ediyorum bir yerlerden bir şey okumuş. İzah etmeye çalışanların sözlerinden ikna olmamış. Cansız Hoca’yı kabul eder misin? Ede­rim. Cansız Hoca Meydan Parkı’nda bir ağacın altında sohbet edi­yor. Gelmişler. Hafız Murat var, Muharrem Aslantürk var. Hocam böyle diyen bir adam var. Anlattık ama tam izah edemedik. Siz ne dersiniz? Kalem kâğıdınız var mı? Var. Yazın. Bir: Ebu Hureyre’ye yalancı deyenin anasını avradını... Adam duraklamış. Bu kalayı safhası demiş. Daha sonra Usul-i Hadisten anlatmaya başlamış. Toplanması, rivayeti... İlmi bir izah. Kalkmış gitmiş. Öğretmene sor­muşlar nasıl buldun? Çok iyi anlatmış ama çok kaba bir insan. Ada­mın yüzüne küfretmiş. Çok acımasız tenkit eder. Ama o adamın ni­yetini biliyor. Pozitif bir anlayışa sahip olduğu için ona sözünü söy­lemekten çekinmiyor.
Cansız Hoca’nın dini meselelere bakışıyla ilgili bir fikir vermesi açısından “zekâtın hayır işlerinde harcanıp harcanamayacağı” ko­nusunu içeren bir soruya yazdığı cevabi mektubu aktarmayı gerek­li görüyoruz:
“27.6.964 Bay Rüştü!
Takvayı ihmal edip fetvaya değer verenler için gerek Behçet, ge­rek Ali Efendi’nin yazdığı fetvalar doğru olabilir. Fakat Tevbe sure­sinin “innemessadakât.. .el-ayet [130]nazmı celilin sarih ifadesine dikkat edecek takva sahiplerinin bu fetva ile amil olamayacakları şüphesizdir. Bu fetva ile avam amil olabilir vesselam...
Hamiş [131]: Rüştü Efendi! Bu mesele üzerinde neden durduğunu­zu anlamadım. Malî ibadetlerde esas yardımdır. Yardım mefhumu ne suretle tekemmül ederse fetva da ona göre yazılır. Hatta Şafi-Usulcülerinden ‘Kaffâl’ zekat gibi sadakaların her umür-i hayriyeye sarf edilemeyeceğini söylemektedir. Yol, köprü, mescit, cami in­şası da bu cümleden olabiliyor. Kazı Haşiyesi Şeyh Zade ayetin tef­sirinde bu ciheti söyler.[132]"
Cansız Hoca’nın, kendilerine sorulan soruya kaynaklara inerek verdiği ilmi cevap dikkat çekicidir. Anladığımız kadarıyla soru, zekâ­tın hayır kurumlarına verilip verilemeyeceği konusunu içermektedir. Bu konuda bir kısım fetva kitaplarında zekâtı yol, cami vb. hayır işlerine verileceği hatırlatılmaktadır. Ancak kendileri, o tür fetvalar ol­sa bile, konuyla ilgili ayetin açık anlamı olduğunu, dolayısıyla ona uymanın gerekli olduğunu ifade ettikten sonra muteber kaynakların konuya bakış açılarını aktarıp kendi görüşünü ortaya koyması ilmi metodun gereğidir. Sanırım dönemi içerisinde bölgesinde kendileri­ni değerli kılan da bu husus olsa gerektir.
Cansız Hoca’nın“hürmet-i müsahere ” konusunu içeren soruya yazdığı cevabi mektubu aşağıya alıyoruz:
“27 Eylül 1966 Muhterem Hocam:
Sorunuza verdiğim karşılık “Mültekâ” ile şerhindendir. Evlenmede göz önünde tutulan bu durumun adı müsahereti hürmetiyedir. Bu yasaklık şöyle olur: Zina edenler: Kadın, erkek: Zina işlediğinin ne usûlî ne de furûği ile evlenemez demek: Zina yapan ‘Zeyd” zina yaptığı Hind'in ne anası, ne de çocuklarıyla evlenemez. Kadın da böyledir. Şehvetle tutmak, tenasül yerlerine şehvetle bak­mak da kadın erkek, kimden vaki olursa o da müsahereti hürmet sağlar. Tutmak.... Öpmeyi, kucaklamayı, boynuna sarılmayı hatta bunlar arasına tenasül aletini sürtmeyi de ifade eder. Çimdiklemek de bunlar arasında yer alır. Yalnız tutulan, bakılan, öpülen, benzer­leri icra edilenin müştehât olması şarttır. Demek dokuz yaşından eksik olmaması gerektir. Şehvetin duyulması yukarıdaki hadiseleri yapacak olanlarla ilgilidir. Merhum Damad’ ın yazdığı bir mesele ile yazıya son veriyorum. Eşiyle cinsi münasebet yapmak üzere yata­ğına giren erkek ise kızını, kadın ise oğlunu şehvetle tutsa yahut çimdiklese erkekse kadından, kadınsa kocasından boşanmış olur. Yukarıda yazılan “cinsi münasebet" söz ve bir izahtır. Yoksa lazım olan şehvetle dik.... Selamlar
Not: Tenasül yerlerine bakarak boşanmak da müsahereti hür­met sakıt olur. [133]
Burada “hürmeti müsahare” konusunu kaynak göstererek izah et­meye çalışmıştır. Konu ile ilgili fıkıh kitaplarında geçen bilgileri aktardık­tan sonra anladığımız kadarı ile anlatılanların söz ve bir izahtan ibaret olduğunu, “hürmeti müsaharenin” meydana gelebilmesi için cinsi mü­nasebetin vuku bulması gerektiği kanaatinde olduğunu belirtmektedir.
Ahmet Cemal Uygun’un hatıraları dikkat çekicidir:
Hastalığında yanındaydım, hizmetini yapıyordum. Kapı çalındı baktım bir adam, “Hoca ile görüşeceğim” dedi. Buyur ettik içeri al­dık. Hocanın yanına vardı, “Hocam bir şey sormak istiyorum” dedi. O da “buyur” dedi. Benim babam vefat etti. Hocalar diyorlar ki ba­banın ıskatını yapacaksın. Benim de sadece bir ineğim var ne ya­payım? Hangi hoca söyledi? Falan hoca söyledi. Ko… o hocanın ... Adam bu sözü söyleyemeyeceğini söyledi.
-Yahu hem bana gelip soruyorsun hem de inanmıyorsun. Ma­dem inanmayacaksın niye gelip soruyorsun? Sakın ineğini satıp da çoluk çocuğunun hakkını başkalarına yedirme. Sütünü sağ çocuk­larına içir. [134]
Bir gün kadın biri geldi. Kocasıyla arası iyi değilmiş. Aralarının düzelmesi için Hoca’dan muska yazmasını istedi. Ona şöyle dedi:
-Ben muska yapan hocalardan değilim. Git kocanla anlaş ve gü­zel geçin.
Bazen kendisine sorular sorardım. Bana “siz onları anlayacak seviyede değilsiniz onun için fazla derinlere gitmeyin” derdi.
Uzun bir süre İl Genel Meclisi üyeliği yaptı. Vali ve müdürlerle di­yalogları çok iyi idi. Dairelerin birine yeni bir müdür gelmişti. İslâmi­yet’le hiç alakası olmayan bir kişiydi. Hristiyanlığın üstünlüğüne ina­nıyor, hatta bu dine girmeyi düşünüyordu. Arkadaşları onu Cansızla tanıştırmak istiyordu. Bir toplantıda konu açılmış ve müdür bu gö­rüşlerini tekrar etmiş. Bunun üzerine Cansız ona, “Kur’an’ı inceleyip de içinde beğenmediğin neler buldun?” diye sormuş. Müdür, “Kur’an’ı hiç okumadım” diye cevap vermiş. Bunun üzerine Cansız, “Peki, Hristiyanlığın kutsal kitabı olan incil’i okuyup neleri beğen­din?” diye sordu. Müdür, “İncil’i de hiç okumadığını” söylemiş. Bu cevap üzerine Cansız Hoca valiye dönerek, “Sayın valim, bu adam­dan ne Müslüman ne de Hristiyan olur.”[135]
Sait Aydemir’in bir hatırası anılmaya değerdir:
Hoca’dan ders okuyan Tonyalı Ahmet Hoca’dan dinledim: Ame­rikalı astronotların aya çıktıkları sırada bir grup hoca Cansız’a gelip bu konuyu sormuşlar. Hocam, Amerikalılar aya çıkmış doğru mu­dur? Hoca, tabi doğrudur, aya çıkmışlar. Gruptan bazıları tövbe, tövbe demeye başlamış. Bunun üzerine Cansız kızmış ve şöyle de­miş; Sadece çıkmış değiller, aya sı.mak bile sı.mışlar. Ahmet hoca bu cevabı duymuş ve Cansız Hoca böyle bir cevap vermez diye dü­şünmüş. Hoca’nın yanına gider ve bu konuyu sorar: Hocam, Ame­rikalıların aya çıkmasıyla ilgili bazı sözler söylediğinizi duydum doğ­rumu? “Ola Ahmet, bu dünyayı görüyorsun, her türlü nimet ve gü­zellik var. Bizler de bu nimetlerden yiyoruz, içiyoruz. Ve sonunda dünyanın içine sı..yoruz. Bu günah olmuyor da krater ve küllerden oluşan aya sı.mak niçin günah olsun” diye cevap verir.
İhsan Ekşi’nin şahit olduğu bir hadise dikkat çekicidir:
Köyde (Kondu) bir Cuma namazı kıldık. İki rekât farz kıldıktan sonra Cansız Hoca dışarı çıktı. O zamanlarda iki rekât kılındı mı ge­nelde çoğunluk çıkardı. Dışarı çıkanlar caminin dışında oturuyordu. Namazı kıldıran Şeyh Ali Galip Yücel, Cansız Hoca’ya “sünnetleri kılmadan niçin dışarı çıktın? Bir hoca camiden çıkarsa cemaatte onu görüp dışarı çıkar” deyince Cansız, “b.kyema, farz üstüne farz olmaz” diye cevap verdi. Bu sözden çok üzülen Ali Efendi yolda gi­derken ağlamış. “Bu küfürlü sözü söylemesine ben sebep oldum. Keşke bir şey söylemeseydim” demiş.
Ali Şenocak’ın Cansız Hoca’nın verdiği bir fetva ile ilgili hatırası aktarılmaya değerdir:
Çaykara’nın bir köyünden adamın birisi şart yaparak hanımını boşamış. Daha sonra yaptığı işten pişman olan adam, eşini tekrar geri alabilmek için hocalara soruyor. Buna bir çare bulun. Hocalar da senin hanımın zevc-i aher yani hülle olacak diye cevap vermiş­ler. Günün birinde Cansız Hoca Of’ta bir kahvede nargile içiyordu. Adamla birlikte yanına gittik. Hoca’yı adama gösterdim ve kendisi­ne “size probleminiz konusunda bu hocayı tavsiye ettiler” dedim. Cansız Hoca adamı tanımıyor. Gittik, selam verdi.
-Buyur, elerdin nedir?
-Hocam, hanımı boşadım. Hangi hocaya gittimse hülle yapmak­tan başka bir tavsiye yapmadılar. Bu fetva bana çok ağır geldi ve ben böyle bir şeyi kabul edemem ve yaptırmam. Bir de bu konuyu size danışmamı söylediler.
-Peki sen hanımını boşarken o nerede idi?
-Hanımım ormanda odun kesiyordu.
-Hülle olacağını kim söyledi?
-Hocalar söyledi.
-Evet, hocalar doğru söyledi. Hülle vardır ama bu durumda ha­nımın değil, sen hülle olacaksın. Çünkü kadının burada bir suçu yoktur.
Bu fetvaya ben şahit oldum.
Sait Aydemir’in bir hatırası ise şöyledir:
Bir gün birlikte yolda giderken, adamın biri yanımıza geldi ve Cansız’a;
-Hocam, bir Müslüman erkek Hristiyan bir kadınla evlenirse gü­nah olur mu?
-Olmaz.
-Ne olur?
-Kusurlu bir Müslüman olur.
Müslüman bir erkeğin kitap ehli bir bayanla evlenmesinde Can­sız Hoca’nın ifade ettiği gibi bir sakınca söz konusu değildir. Nitekim Maide suresinin 5. ayetinde “...ehl-i kitaptan olup iffetli-hür bayan­larla evlenmeniz... size helal kılındı” hükmü yer almaktadır. Kusur­lu bir Müslüman olur ifadelerinden sanırım, kitap ehli bir bayanla ev­lenmenin ileride ortaya çıkabilecek olumsuzlukları dikkate alarak söylenmiş olması veya Müslüman bir bayanla evlenme söz konusu ise diğer tercihin ikinci planda kalacağını düşünmesinden kaynakla­nabilir.[136]
Kızı Nadire Cansız’ın, Hoca ile ilgili sözlerini anılmaya değer bu­luyoruz:
Hocalar genelde bize vaaz ettiklerinde hep koca hakkından bahsederlerdi. Kadının cennete girmesi erkeğinin ayağının altın­dadır derlerdi. Bu konuyu babama sordum. Şu cevabı verdi:
-O şehir kadınları için geçerlidir. Sizin kocalarınız sizden hiçbir şey alamaz. Bu şartlarda siz onlardan hak alacaksınız. Sırtınızdan yük eksik değil. Vay olsun onların haline, asıl onlardan hak siz ala­caksınız.
Bayram gününde çalışmanın günah olduğunu söylüyorlar doğ­ru mu?
-Kızım bayramda çalışmanın günahı yoktur. Bizim memleketi­mizde insanlar sürekli çalışıyorlar. Bir gün çalışmadan bizim ge­çinmemiz mümkün değildir. Kadınların hiç istirahatı yoktur. Bir bayram gününde istirahat ediyorlar. Bu söz bunun için söylenmiş. Bayramda gençler yaşlıları ziyaret etsin diye. Eğer görüştüğünüz kimselerle dedikodu yapacaksanız hiç konuşmayın. Gidin tarlada çalışın. Bayramda çalışılmaz diye bir şey yoktur.
Son zamanlarında kadınlar ziyaretine gelirdi. Falan hoca böy­le dedi. Onlara çok kızardı. Onları ben okuttum. O e.ekleri dinler­siniz, benim dediğimi dinlemezsiniz. Çok sinirli bir yapısı vardı. Bundan dolayı pek talebe yetiştirmedi.
Köyümüzden Hüseyin Ekşi hafızlık yapıyordu. Bir ara ruh hali bozuldu. Babası, babamın yanına gelerek durumu anlattı. Babam da ona, “hafızlık yapmayı bıraktır. Çünkü her bünye onu kaldıra­maz. Gitsin serbest dolaşsın. Horonlara, öteye beriye gezsin. Bı­rak kendi haline. Yoksa oğlunu tamamen kaybedersin. Daha son­ra Hüseyin Ekşi düzelmiş ama kumar, horon gibi işleri yapmaya başlayınca gâvur hafız lakabıyla anılmaya başlandı. Öldü gitti ama hala gâvur hafız diye anılır. Böyle anılmasına babam sebep olmuş oldu. Ama öyle yapmasaydı yani hafızlığı bırakmış olma­saydı hepten delirmemesi içten bile değildi. O’nun durumunu antayarak hafızlığı bırakması yönünde tavsiyede bulundu ve düzel­miş oldu.
Babam gençliğinde horonlara çok giderdi. Aynı zamanda horonlarda türkü de söylerdi. Talebeliğinde Paçan’da (Maraşlı Köyü) okuduğu için o köylüler genelde Rumca konuşurdu. Rumcayı çok iyi öğrendi. Annesinden bile daha iyi Rumca konuşurdu. Çok gü­zel sesi vardı. Evde şarkı ve türkü söylerdi. Eve girdiğimizi duysa hemen sesini keserdi. Babam için namaz kılmazdı derler. Asla. Evde olduğu zaman namazını kılar, hatta bizim kıldığımız namaz­ları beğenmezdi.
Hafızlıkla ilgili bir hususa işaret etmekte yarar görüyorum. Özellikle yöremizde hafızlığa büyük değer verildiğini biliyoruz. Ba­zı aileler bir iki hatta daha fazla çocuğunu Kur’an kurslarına gön­dererek hafız olmalarını sağlamaya çalışıyor. Şüphesiz bu aileler, dine olan samimi bağlılıklarından ve hafızlığa yüklenen anlam ne­deni ile çocuklarını Kur’an kurslarına gönderiyorlar. Ancak hafız olanların büyük çoğunluğu din görevlisi olmadığı için zaman içeri­sinde hafızlığını kaybediyorlar. Şu halde iki yıldan fazla bir zaman verilen büyük emeğin bir anlamda yok olduğuna şahit oluyoruz. Bu maddi ve manevi açıdan büyük bir kayıptır. Eğer yönlendirme ile çocuk din görevlisi olacaksa ve kabiliyeti varsa hafız olmasın­da fayda vardır. Bunun haricinde çocuğum illa hafız olsun deme­nin anlamlı olduğuna kani değilim. Ancak, hafızlık geleneğinin bu ölçüler içerisinde yaşatılmasının gerekliliğine inanıyoruz.
Mehmet Saygılı’nın Hoca ile ilgili hatıralarını anlamlı buluyo­ruz:
Babam ile çocukluk arkadaşı idiler. İkisi de 1895 doğumlu idi. Babam ikinci kez hacca gideceği zaman Cansız Hoca’nın ziyare­tine gitti. Hacca gideceğini söyleyince Cansız,
-Bir kez gittikten sonra ikinci kez gitmenin ne anlamı var? -Hocam, ben sizi seviyorum ve ziyaretinize geliyorum. Orayı da sevdiğim için ikinci kez gidiyorum. Bunun üzerine Cansız Ho­ca sesini çıkarmadı. [137]
Bir Ramazan ayında köyden pazara inerken mevsim kış oldu­ğu için ayağı kaymış, düşmüş ve eli yaralanmış. Canı sıkılmış ola­cak ki sigarayı yakıp pazara inmiş. Ağabeyi İbrahim Ağa, kardeşi­nin sigara içtiğini görünce:
-Mustafa, Allah’tan korkmuyor sun, kuldan da mı utanmıyor sun?
Aslında ağabeysine karşı çok saygılı olan Cansız Hoca o vakit herhalde morali bozulmuş olacak ki şu karşılığı verdi:
-Namaz kılmak, oruç tutmakla cennete gideceğinizi mi zannedi­yorsunuz?
Oğlu Nihat’ın oruç tutmadığını duymuş. Bunu duyunca eve gel­miş. Odaya kapatmış. Herhalde sigara da içiyordu. Oğlunu iyice haşlamış.
Sait Aydemir’in bir anısı şöyledir:
Bir Ramazan ayında Meydan Parkın’da öğretmenlerle oturuyor­du. Kendisinin prostat rahatsızlığı vardı. Hoca’nın oruçlu olup olma­dığını bilmiyorlardı. Orta yaşlı bir garson geldi. Çay olmadığı için pa­ra karşılığı şeker veriyordu. Hoca, garsona:
-Bana bir kahve yap.
Garson beden diliyle, “bu yaşta oruç tutmuyorsun” tavrıyla Ho­ca’ya baktı. Hoca bunu anlar.
-Ben senin yaşından fazla oruç tutmuşum. Git kahveyi yap getir.
Kahve gelir ve onu içer. Hoca yaşlı olmasının yanında hasta idi. Bundan dolayı ruhsatları kullanmaktan çekinmezdi.
Remzi Yavuz’un ifadeleri oldukça dikkat çekicidir:
Hocayı çok tenkit edenler olurdu. Namaz kılmaz, oruç tutmaz... Bir defa Hoca ruhsatı iyi kullanırdı. Diyelim Ramazanda Erzurum’a gitti. Seferidir. Orada oruç tutmaz, yemeğini yerdi. Otelde yemek ye­diğini görmüşler. Ama seferi. Namaz da herkesin peşinde kılmazdı. Ama onun haricinde kılar mıydı kılmaz mıydı? O Allah’la kendisi arasında kalmış bir şeydir. Biz kılmıyor deme hakkına sahip değiliz. Biz onun için beynamaz diyemeyiz. Ondan çok rivayetler var da be­nim bizzat yaşadığım şeyler vardır. Bir gün köyde camide abdest alıyordu. Naylon çoraplar üzerine mesh yaptı. Gözümün önünde. Hocalar görmesin dedi. Neden? İslâm’ı olduğu gibi yaşıyordu. Sün­netleri kılmazdı. Sadece farzları kılardı. Çok temiz giyinirdi. Minnetsizdi. Hiç kimseye eyvallahı yoktu. O’nu tenkit etmeye korkarlardı. Ana avrat küfr ederdi. Yaptığı iş dine aykırı değildi ki. Aklı ermeyen­ler tarafından şekilci bir anlayışla tenkit ederlerdi.
Yusuf Ziya Cansız’ın anısı da dikkat çekicidir:
İdris Güney’den dinledim. Cansız Hoca ile çocukluk arkadaşı idi­ler. Yaylaya (o zaman yaya 50 km.) gidiyorlardı. Namaz kılacaklar. Cansız’ın pantolonu ütülü. Namaz kılmamış. Daha sonra kendisine sormuş. Cansız, “bu namaz kılmamanın bir yolu varsa bize de söy­le, biz de kılmayalım?” Şu cevabı verdi: “Siz bildiğiniz gibi abdestinizi alın ve namazınızı kılın. Gerisini araştırmayın. Yani benim anla­tabileceklerimi anlayabilecek seviyede değilsiniz. Onun için bildiği­niz gibi yapmaya devam edin.” Aslında sorulan meselelerin cevabı­nı karşı tarafın seviyesi kaldıramayacaksa geçiştirmeye çalışırdı. Ama çoğu zaman da kırardı.
İhsan Ekşi’nin Cansız Hoca ile ilgili anısı şöyledir:
Bir Cuma günü İskender Paşa Camii’nde vaazını yaptı ve iki re­kât farzı kıldıktan sonra camiden çıktı. Suluhan’ da nargile içerdi. Oraya gideceğini tahmin ettim. Dolaylı yollardan peşinden gittim. Beni görmesi mümkün değildi. Kahveye girdim. Orada bekliyorum. Kapıyı açtı. Bana, “dükkâna git ben de geliyorum” dedi. Benim dük­kânım vardı. Dükkâna gittim. Kendileri de geldiler. Kahvesini ısmar­ladım. “Ulan peşimden geldin ve bakacaktın Mustafa Efendi diğer namazları kılacak mı yoksa kılmayacak mı? Evet, farzın haricindekileri kılmadım. Bunu Allah biliyor sen de bil. Ancak şunu da bil ki, benim abdestim tutmuyor. -Prostat rahatsızlığı vardı. Bu şekilde kıl­dığım namazı beğenmiyorum. İçime sinmiyor. İnsan namaz kılar ve kendisi bunu beğenmezse Allah bunu kabul etmez. Ama bazısı o kadar yapabiliyor. Allah onu kabul eder. Ben şimdi yeniden abdest aldım. Benim temizliğim olmuyor” dedi.
Rıza Selim Başoğlu’nun Hoca hakkındaki hatıra, düşünce ve ka­naatlerini anılmaya değer buluyoruz:
Cansız Hoca kendi dönemindeki hocaları adam yerine koymu­yordu ki. Gezici vaiz olduğu dönemlerde otobüsle Samsun’a gidi­yordu. Saçlar uzun. Başında fötr şapka. Yanında veya arka koltuk­ta birisi Arapça bir metin açmış onu okuyor. O, Cansız’ı tanımıyor. Cansız sormuş: Elindeki kitap nedir? Ne okuyorsun? Adam bakmış ki uzun saçlı, fötr şapkalı bir adam, “sen anlamazsın demiş.” “Anla­dım ama sen anlat bana ne var orada?” Kıyafetine bakmış ya her halde gâvur zannetmiş. Çünkü şekilcilik var ya. “Merak ettim biraz oku bana.” Adam okumaya başlamış ama bir cümlede kırk tane irap hatası yapmış. Hoca, ver şu kitabı demiş ve başlamış okumaya. Bak kitap böyle okunur. Senin ağzına, sakalına, ... Hoca, hoca ge­çinen insanlara hakaret ediyordu. Daha sonra görev icabı karşılaş­tığım tablolardan dolayı anladım ki Cansız Hoca haklıymış. Çünkü bu tür insanların sosyal hayatlarına din hiç girmemiş. Dini sadece namaz ve oruçtan ibaret sayıyorlar. Cansız bu tür hocalara asabile­şiyordu. Onlara olan düşmanlığından değil. Belki maksadı aşan ifa­deler kullanıyor ama hiçbir zaman niyeti kötü değil ve hiçbir zaman zannedildiği gibi dine saygısız ve kayıtsız bir insan değildi. Bana gö­re tahkiki olarak Allah’ı bulan bir insandı. Ben onu böyle tanıyorum.
Biz Cansız Hoca’yı İmam-Hatipte olduğumuz yıllarda dinliyor­duk. Ama o yaşlarda onu anlayabilecek seviyede değildik. O dö­nemlerde biraz ibare okumuş ve vaiz olarak camilerde kürsüye çı­kan hocaların Hoca ile ilgili olarak “itikadının çok zayıf olduğu, dini­nin zayıf olduğu ve adeta inançsız biri olduğu” propagandasını ya­pıyorlardı. Bizler, O’nunla ilgili olarak hep bu sözleri duyarak yetiş­tik. Bunun takdirini yapabilecek durumda da değildik. Acaba Hoca için niçin böyle söylüyorlar? Bunu söylemelerinin tabi çok sebepleri var. Bir kere şunu söylemek lazım ki Hoca çok liberal bir kişiydi. Kı­yafetiyle, hareket tarzıyla hocalardan çok farklıydı. Geleneğin çok dışında yaşayan bir kişiydi. Mesela oturur tavla oynar. Tavla oynu­yor ya, zındık oldu. O tavla, hocalara göre O’nun küfrünü gerektire­cek bir durum olarak görülmektedir. Çünkü o dönemlerde hocalar, tavlanın zarına bile tutmanın insanın hınzır kanına bulaşacağı ko­nusunda hadisler söylerlerdi. Yani tavla oynamak dinsizlikti. Hoca olarak o bu tür hadislerin tahlilini yapacak bilgiye sahipti. Ancak ho­ca diye geçinen o devrin insanları bu hadisleri yorumlayabilecek bil­giden bile yoksundular. Onun için hocaya böyle olumsuz bakarlardı.
Tabi Cansız'ın bir özelliği şu: Hoca, milletin cebinde gözü olma­yan bir adam. Bilahare ben bunu takdir etmeye başladım. 1969 yı­lında Trabzon İl Müftülüğü’nde müftü muavini olarak görev yapma­ya başladım. O zaman Hoca bizim görevlimizdi. Hoca ile orada irti­batlarım oldu. Ben o irtibatlarımda Cânsız’ı tanımaya başladım ve onun hakkında niçin olumsuz propaganda yapıldığını anlamaya ça­lıştım. Bir kere hocanın dünya menfaati ile ilgili cemaati ile hiçbir ilişkisi yoktu. Cemaatten bir yemek yemek, çay içmek veya diğer ho­calar gibi cenazelerde para almak, hatim indirmek mevlit okumak ve benzeri hiçbir ilişkisi söz konusu değildi. Ayrıca son derece hür dü­şünceli biriydi, inandığını cemaate çok rahatlıkla söyleyen bir kişili­ği vardı. Çünkü söylediklerinden dolayı cemaatin kendi hakkında vereceği hükümle dünyevi bir menfaatinin azalacağından hiç endi­şesi yoktu. Hoca ömrü boyunca böyle yaşadı. Bana göre bu özelli­ği onu çok farklı kılıyordu. Hocalar genel olarak cemaatin yemeği­ne, çayına, en azından cemaatin kendilerine değer vermelerine çok önem verirlerdi. O’nun böyle şeylere ihtiyacı olmadığı gibi hoca ken­dini biliyor ve kendine güvenen bir adamdı. Kendisine saygı duyu­lup duyulmaması önemli değildi. Esas sorumluluğun ne olduğu ve kime ait olduğunu biliyordu. Sorumluluğun Allah’a karşı olduğunu ve ona bağlanmış biri olduğunu çok rahatlıkla söyleyebilirim. Ölümüne yakın zamanlarda kendilerini ziyarete gelen bazı arkadaş gurupları­na, Allah’a yakarışı sırasında, “Yarabbi, ben ömrüm boyunca çok günahkâr bir insanım. Ama en çok günahı işlediğim anda bile senin varlığından bir an bile şüpheye düşmedim. Sana hep inandım. Se­nin birliğini her zaman tasdik ettim. Bana merhametinle muamele et, merhametinle yargıla"diye Allah’a yalvarırdı. Bunu çok arkadaş­lardan dinledim.
Hoca için olumsuz manada söylenen şeyleri o dönemin hocala­rının bir kısmının gizli yerlerde yaptıklarını ancak insanlar içerisinde itibarları veya maddi kayıplarını düşünerek açıktan yapmıyorlardı. Hocanın böyle bir endişesi yoktu. Kendilerini böyle bir ihtiyaç içeri­sinde hissetmiyordu. Zaten kendileri gençlik ve il daimi encümeni olduğu dönemlerde çok günahlar işlediğini söylüyordu. Yalnız ima­nının tahkiki iman sahibi olduğuna şahitlik ederim. Bırakın o döne­min hocalarını, günümüzdekilerin bile yüzde doksanının onu imanı­nı anlayabilmeden yoksun olduğu kanaatindeyim. Gerek Kuran’ı ve gerekse Hz. Peygamberi ve sünnetini son derece derinden anlayan bir kişiydi. Sakalla, sarıkla hiç uğraşmazdı. Onun İslâm dinini idrak etme ve anlama noktasında Türkiye henüz o noktaya gelmiş değil­dir. O’nun idrakinde olanların ülkemizde ortaya koymaya çalıştıkla­rı düşüncelerden dolayı da zaten onlara da gâvur diyorlar. O nokta­da ben Cansız Hoca’yı çok ileride görüyorum. Hoca hakkındaki be­nim kanaatim budur.
İbadet noktasında eksiklikleri olabilir. Onu bilemiyorum. O Allah ile kendi arasında olan bir hadisedir. Bu konuda gerek Çaykara ve gerekse Trabzon’da O’nun hakkında hüküm verenlerin büyük ço­ğunluğu cahildir. Hiç birisinin şuurla ve bilgi ile bir şey yaptıkları kanaatinde değilim. Çünkü kendi pagan kültürlerinden getirdikleri hu­rafeleri din kabul ediyorlar. Hâlbuki Hoca bunlara aykırı hareket edi­yordu. Hoca bunları biliyor ve onlara değer vermiyordu. Bu yüzden de Cansız Hoca’yı imanı zayıf, dinsiz gibi tabirlerle yaftalıyorlardı.
Bizim dönemimizde O’nun hakkında yapılan bu menfi propagan­dadan dolayı kendilerinden fazla istifade edemedik. Çünkü bu men­fi propagandayı yapanlar bizim hocalarımız ve aynı zamanda her­kesin hürmet ettiği hocalardı ve ben o zamanlar Cansız’a kızardım. Yahu niye söver bu adamlara. Ama şimdi anlıyorum ki Cansız çok haklıymış. Çünkü onların tebliğ ettiği İslâm, İslâm değildi. Törenin hâkim olduğu bir din anlayışı vardı ve halka da bunu anlatıyorlardı. Keşke Cansız bu dönemde yaşasaydı. Türkiye’de ilahiyat fakültele­rinde bilimsel manada araştırma yapma yetmişli yıllarda başladı ve fikir mahsulü, özgün fikirler yeni yeni ortaya konulmaya başlandı. Bu manada geleceğimizin çok daha aydınlık ve parlak olacağını dü­şünüyorum. Yeni yetişen bilim adamlarından çok ümitliyim. Cansız Hoca’nın ruhu şad olsun. Ama o bu günü ve yapılan çalışmaları gör­meliydi.
Bizim okuduğumuz dönemde Musa Carullah kâfirin biriydi. Ni­çin? Çünkü Mustafa Sabri Efendi O’nun için şöyle dedi denildiğinde olay bitiyordu. Yoksa onun kitaplarını okuyarak bu kanaate varmış değil. Sabri Efendi’nin reddiyelerini okuyarak bu kanaate varılır ve onu öyle bilirlerdi. Cansız, Diyanet camiasına büyük oranda böyle bakardı. Elbette saygı duyduğu insanlar vardı ama bunlar sayılı ki­şilerdi. Yani çok azdı.[138]
Örflerin din yapılmasına karşı çıkardı. Arapların giydiği fistanlar, başlarına sardıkları şeyler onların örfüdür. Oranın iklimine göre se­çilmiş kıyafetlerdir. Arabistan bölgesi için geçerli olan bu kıyafetler başka bölgelerde giyilmesi mümkün olmayabilir. Kutuplarda Arabın giydiği entariyi giyersen yaşaman mümkün değildir. Onun için Arabın örfünü din gibi gösterip kutsallaştırmanın hiç bir anlamı yoktur.
Sakal bırakılmasına kızardı. Şöyle sakalı, böyle sakalı var den­diğinde “iyi süpürge olur” derdi. Peygamberin işaretidir ama şart de­ğildir. Dini kisve diye bir şey yoktur. Giyim ve kuşam da örfidir. Arabın örfünü din yapmayın. Kutsal kıyafet yoktur, her toplumun yaşa­dığı coğrafi konum ve örfüne göre bir kıyafet gelişmiştir. Bunun din­le bir alakası yoktur derdi.266
Ahmet Gürsoy’un hatıralarını aktarmak istiyoruz:
Cansız Hoca, Cumhuriyeti kuranları savunurdu. Zira Mustafa Kemal Atatürk’ü diğerlerinden ayıran en önemli özelliğinin ülkeyi tam bağımsızlığa kavuşturması olduğunu ifade eder ve yaptığı inkı­lâpları desteklerdi. Ancak beğenmediği konuları eleştirmekten de geri kalmazdı. Osmanlı İmparatorluğu’nun 18. ve 19. yüzyıllardaki içinde bulunduğu duruma çok üzülür ve Tanzimatçıları taklitçilikle it­ham ederdi. Şuursuz batılılaşmaya kesinlikle karşı idi. Dilde sade­leşmeyi savunur ancak Türk Milleti’nin tasavvuf, divan ve halk ede­biyatından kopmasının mümkün olmadığını, zira milletin köklerinin ve felsefesinin oralarda olduğunu ve onların anlaşılıp yorumlanma­dan geleceğin sağlıklı bir şekilde inşa edilemeyeceğini söylerdi. Ahmet Gürsoy sözlerine devamla şunları söyledi:
Cansız Hoca, eski Başbakanlardan Haşan Saka257 ile arkadaş­tı. Hatta Cansız’ın hocası Gargar Müslim Efendi bir ara Akçaabat’­ta O’nun köyünde hocalık yapmış ve Haşan Saka O’ndan okumuş. İkisinin aynı hocadan okuması bir tesadüftü. Haşan Saka, milletve­killiği süresi bittikten sonra(1954) tütün işlerini takip etmek için Trabzon’a gelirdi. Bir gelişleri Ramazan ayına tesadüf etti. Birlikte otelin oturma salonunda sahura kadar sohbet ederlerdi. Ben de yararın­daydım. Bir gece Haşan Saka, “bu gece teravih namazını Tabakha­ne Camii’nde kılacağız. Zira oranın imamı hem hatimle kıldırıyor, hem de sesi güzeldir. Okuyuşunu takip edeceğim”. Birlikte camiye gittik. Hoca İsra suresinden okumuştu. Otele döndüklerinde Necm suresiyle bağlantılı olarak İsra ve Miraç olayını tartışlar. Sonuçta Hz. Peygamberin Mekke’den Kudüs’e götürülmesine inanmanın farz ol­duğu, buradan ötesine ise inanmanın muhayyer olduğunu ve inan­mayanların dinden çıkmayacakları kanaatine vardılar.
Bilindiği üzere Hz. Peygamber’in miraç yolculuğu ile ilgili pek çok hadisler vardır. Toplumumuzdaki yaygın kanaate göre Hz. Pey­gamberin miraca çıktığı kesindir. Zira din görevlileri bunu topluma o şekilde aktarmışlardır. Cansız Hoca’nın meseleyi bu şekilde aktar­ması bilinene aykırı olduğu için tepki alması kaçınılmazdı.
Cansız Hoca’nın yakın çevresinin öğretmenler olduğunu ifade etmiştik. Sohbetlerinde öğretmenlere şu tavsiyede bulunurdu:
Davranışlarını beğenmediğiniz bir talebenin bu sebepten dolayı notunu kırarsanız Allah katında sorumlusunuz. Bilgi ile not termo­metre ile sıcaklık gibidir. Termometre sıcaklık ile yükseldiği gibi bilgi artınca not da yükselir. Nota davranışı katmamak gerekir. Eğer ka­tarsanız talebeye en büyük kötülüğü yapmış olursunuz. Bilgi ve davranış ayrı şeylerdir. Ancak davranışı ayrı bir şekilde değerlendi­rebilirsiniz^
Haşan Türk’ten dikkate değer bir hatırasını dinledik:
Öğretmenliğimin ilk yıllarında Trabzon’un Meydan Parkında ar­kadaşım Nazım Kumaş ile birlikte oturuyorduk. Baktım ki uzun boy­lu ve biraz da öne doğru eğik yürüyen bir kişi bize doğru geliyor. Cansız Hoca’yı tanımıyordum. Ancak Cansızlarla aynı köylü oldu­ğumuz için onlara benzeterek arkadaşıma bu kişinin Cansız Musta­fa Efendi olup olmadığını sordum. Evet, Cansız Hoca’dır dedi. Bize yaklaşınca ayağa kalkıp elini sıktık ve buyur ettik. Oturdular. Kendi­mizi tanıttık. Zaten dedemin arkadaşıydı. Öğretmen olduğumuzu söyleyince bize şunları söyledi: “Evvelce öğretmenler çok araştırır, okur ve sorarlardı. Bu durum bu gün çok azaldı. Önceleri öğretmen evine gider, onlarla sohbet eder ve tartışırdık. Çok soru sorarlardı. Şimdi gittiğimde bakıyorum da hep oyun ile meşgul oluyorlar. Siz onlar gibi olmayın. Çok okuyup araştırın. Zira sadece okuttuğunuz çocuklar değil, ileride kendi çocuklarınız olacak. Onları çok iyi yetiş­tirmek zorundasınız[139]
Cansız Hoca’nın bu sözlerinin günümüzde de geçerliliğini koru­duğunu üzülerek belirtmek zorundayız. Öğretmenlerin eğlenme hakkının olmadığını söylemek istemiyoruz. Ancak bu günkü duru­mun öğretmenler adına iç açıcı olmadığı bir gerçektir
Hoca için çok küfür söylerdi derler. Bu doğru değildir. İnsan du­rup dururken küfür söyler mi? Bu elbette mümkün değil. Elit çevre­de bir şeyi anlatırsa niye küfür söylesin. Ancak halk arasında bir şe­yi anlatırken eğer mesele anlaşılmazsa küfürlü anlatırsan anlaşılır. Yoksa Cansız durup dururken küfür söylerdi diye bir şey söz konu­su değildir. Ayrıca kör inat edilirse o zaman küfürlü konuşurdu.[140] Burada İbrahim Güveli'nin bir hatırasını aktarmak istiyoruz:
1972 yılında Of Orman Bölge Şefliği görevini yürütüyordum. Bir meseleden dolayı Çalekli Dursun Feyzi Güven (Dursun Efendi) be­nimle tanışmak istemiş. Köyüne varıp kendileriyle görüştüm. Akra­ba adlarımız aynı olduğu için nereli olduğumu sordu. Ben de Dernekpazarı’nın Kondu Köyü’nden olduğumu söyleyince Cansız Hoca’yı tanıyıp tanımadığımı sordu. Ben de “Cansız Hoca ile aynı köy­lü olduğumuzu, öğrencilik yıllarımda Trabzon’da sohbetlerini dinle­diğimi ve kültürlü bir insan olduğunu ifade ettim. Bunun üzerine Dur­sun Efendi, “küfürbazlığı olmasa ben de kendisini seveceğim” demiş.[141]
Cansız Hoca düşünce ve fikirleri ile yaşadığı dönemde bir ekol olduğunu söylememiz mümkündür. Günümüzde bu çizgiyi öğrenci­si Yaşar Nuri Öztürk’ün sürdürdüğünü ve meyvelerini verdiğini gör­mek sevindiricidir.
Sadık Albayrak’ın anısı dikkat çekicidir:
Sanırım doksanlı yıllarda idi. Yaşar Nuri Öztürk’ün fikirlerini Milli Gazete’deki köşemde eleştiriyordum. Bir yazımda Öztürk’ün ortaya koyduğu görüşlerin gayet doğal karşılanması gerektiğini, çünkü “Cansız Mustafa” ekolünden olduğunu yazmıştım. Bir gün savcılık­tan bir çağrı aldım. Niçin çağrıldığımı bilmiyordum. Savcı ile görüş­memizde kullandığım bu ifadeyi sordu. Meğer “Cansız Mustafa” ifa­desini Atatürk için kullandığımı zannetmiş ve bundan dolayı hak­kımda dava açılacağını belirtti. Atatürk’e nasıl Cansız Mustafa der­sin? Savcıya, ‘Cansız Mustafa’nın Yaşar Nuri Öztürk’ün hocası olan Mustafa Cansız olduğunu anlattım. Konuyu açıklığa kavuşturduk­tan sonra hakkımızda açılması düşünülen dava böylece açılmadan kapanmış oldu.[142]
Tasavvuf, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak ve ebedi mutluluğa ulaşmak için nefisleri temizleme, ahlakı olgunlaştırma, iç ve dışı süsleme, fiil ve hareketleri güzelleştirme hallerinden bahseden bir ilimdir.[143] Tasavvufu, felsefi bir sistem haline koyan büyük mutasav­vıf Muhyiddin Arabî O’nu; “Allah’ın ahlâkı ile ahlaklanmaktır” şeklinde tarif ederek tasavvuf hakkında yapılan bütün tanımları en özlü bir şekilde özetlemiştir[144] dememiz mümkündür.
Tasavvuf, Batı yazarları tarafından “İslâm mistisizmi” olarak isimlendirilmekle birlikte tasavvufun bütün varlığıyla bir “mistisizm” olarak adlandırılamaz. Tasavvuf; aklın ürünü olan felsefenin mistik görünümü değil, vahyi esas alan İslâm dininin; insan ruhundaki mis­tik eğilim ve ihtiyaçlara cevap veren değerlerin kurumsallaşmış bir toplamıdır. İnsan ruhu; başlangıçtan beri, varlığın özüyle temasa derin bir hasret duymuş ve bunu imkân dahiline sokmak için didinmiştir. Mistik üşünce insana bu hasretini dindirmede yardımcı olan ve varlığın özüyle teması imkân dâhiline sokmayı başaracağını söy­leyen bir yaklaşım ve tarzdır. O halde ilk günden beri, mistik düşün­ce ve arayış hep var olmuş ve insan yaşamaya devam ettikçe de var olacaktır.265
Bir tasavvuf terimi olarak tarikat ise, Allah rızasına uygun yol ta­kip edenlere mahsus hareket ve yöntem anlamında kullanılmakta­dır. 266 Tasavvuf ve tarikatlar, İslâm dünyasının asli renklerinden biri­dir. Kelamî ve fıkhı tartışmaların sonucunda nasıl ki itikadi ve İslâm mezhepleri oluşmuşsa, tasavvufî düşüncenin olgunlaşmasından sonra da tarikatlar ortaya çıkmıştır. Ancak tarikatların çok sonraları ortaya çıkması, tasavvufun tarikatlarla aynı şey olmadığını akla getirmektedir.
Tarikata mensup şeyh, derviş veya dervişlerin yaşadığı, gelip geçen yolcuların konaklayıp misafir edildiği tarikat yapıları olan tek­ke ve zaviyeler büyük bir ihtimalle 11. yüzyıldan itibaren İslâm dün­yasında görülmeye başladı. O zamana kadar mevcut olmayan bu kurumlarla beraber tasavvuf tarihi yepyeni bir aşamaya girdi. Tasav­vufî hayatın topluca ve organize bir biçimde yaşandığı bu kurumlar, bir yandan tasavvuf ağırlıklı yepyeni bir İslâm kültürünün üretim merkezleri olurken, diğer yandan da bulundukları İslâm ülkelerinde, şeyhler ve dervişlerden oluşan yeni bir toplumsal bir sınıfı ortaya çı­kardı. Bu sınıflar kendi çevrelerinde gerek toplum, gerekse siyasi otorite üzerinde etkili olmaya başladılar.[145]
Tarikatları, kültür, felsefe ve sanat kulüpleri olarak nitelendirmek mümkündür. Özellikle edebiyat, sanat, felsefe, spor, müzik alanla­rında pek çok değer üretmenin yanında ahlâk, fedakârlık, sevgi gi­bi temel insanlık değerlerinin seçkin örneklerini veren büyük ruhlu insanlar yetiştirmişlerdir.269
Bununla birlikte tarikatların ortaya çıkışı, sûfiliği bir kitle hareketi haline getirmesi nedeniyle bir kalite düşüşüne sebep oldu. Sûfiliğin değer verdiği ilim ve iç aydınlık, tarikatlar devrinde giderek yerlerini tarikat birliğini temsil eden şekil ve merasime bıraktı. Büyük kitleler, insanı yücelten en önemli değer olan ilim yerine, idrakleri kamaştı­ran harikalara, acayipliklere değer verdiklerinden, bir kitleye açılış olayı olan tarikatlarda zamanla ilmi üstünlük yerini keramet üstünlü­ğüne bıraktı. Bu durum tasavvufta yozlaşma ve yıpranmanın önem­li bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Bir diğer ifadeyle tarikatla­rın yayılması yatay anlamada büyümeyi gerçekleştirmiş olmasına rağmen, bununla birlikte dikey anlamda bir yozlaşma, çürüme ve düşüşü de beraberinde getirmiştir. Çünkü kitlelere yayılma, kitlelerin taşıdıkları eski örf ve adetlerin bünyeyi sarmasına neden olmuştur.
Bir diğer ifadeyle tarikatlar, tasavvufun değişik kültürlerin pagan kalıntılarıyla birleşerek Kur’an dışı bir kurum olmaya doğru gitme sürecini açmıştır. Kendilerini dinin temsilcileri saymak, çıkar hesap­ları uğruna siyaset ve saltanatın güdümüne girmek, bunun yanında dikkate değer bir hususta İslâm’da yaratıcı bilim ve düşünce devri­nin duruşuyla tarikatların sahneye çıkış tarihi örtüşmektedir. Bu iti­barla tarikatlar ve tarikatçılık miras yeme devrinin temel kurumlan olarak nitelendirilebilir.[146]
Tasavvufun İslâm kültürüne yaptığı en büyük olumsuzluklardan biri de, en kaliteli zihin ve parlak zekâları kültür hayatının dışına çek­mesi ve onları kısırlığa mahkûm etmesi olmuştur. Mutasavvıflar doktrinlerinin gereği olarak toplumu daima geri plana atmışlar, hat­ta yok saymışlardır diyebiliriz. Bunun en üzücü örneği İslâm dünya­sının yetiştirdiği en büyük zihin diye gösterebileceğimiz Gazali’dir. Böyle bir müstesna kişinin sorumluluklarını bırakarak yalnızlığa çe­kilmesi kabul edilebilir değildir. Kendisinden ilim almak isteyen öğ­rencilerini terk ederek ömrünün geri kalan kısmını doğduğu şehirde­ki tekkede geçirmiştir.[147]
Aslında İslâmî toplumdan sıyrılabilmenin yolu, alternatif bir İslâm toplumu kurulmasından geçer. İşte sûfilik bunun yollarından biri ol­muştur. İslâm’ın bir toplum yapısı olarak özelliklerini beğenmeyen­lerin bir alternatif olarak sufiliği kullanmaları ilk defa bir duygu me­selesi dolayısıyla ortaya çıkmıştır. İslâm’ı Arapçılığın üstünlüğü ola­rak kabul eden sonradan İslâm’a geçme milletler, İslâmiyet’in bu ge­diğini bir protesto olarak kullanmışlardır. Örneğin, İslâm İran’a gel­diği zaman idareciler bir dereceye kadar İslâm dininin Arapların üs­tünlüğünü sağlayan bir yapı olarak kabul etmişler fakat alt tabaka­lar bu anlayışa tepki göstermişlerdir. İşte İslamiyet yayıldıkça onun muhtelif şekillerine uymayanlar bu uyumsuzluklarını sufilikte ve onun kurumlaşmış şekli olan tarikatlarda bulmuşlardır. Tarikatlar bir eğitim merkezi olarak resmi ulemanın verdikleri dünya görüşünden farklı bir görüşün sağlanmasını mümkün kılmışlardır. Ulemanın ku­ru, doğru yoldan ayrılmayan kılı kırk yararak sonuçlara varan öğre­tilerinden ayrıldıkları, onlara cazip şekiller verdikleri bilinmektedir.
Bu bağlamda tekkeler, toplumun his ve gönül dünyasına hitap etmeleri sebebiyle, kamuoyuyla güçlü bir bağ kurmuştur. Bu bağ ile kitleler iç dünyalarında var olan mistik boşluğu doldurmuş, muhab­bete dayalı bir eğitim ve öğretim ile güçlü bir dayanışmayı gerçek­leştirmişlerdir. Bu dayanışmanın ve saygınlığın neticesinde tarikat erbabına derin bir saygı duyulmuş, onların yönlendirmelerine adeta dinî bir kutsiyet atfedilmiştir.[148]
Osmanlıların kuruluş devrindeki resmi ulema ile tarikat önderle­ri arasında çekişmelerin yaşanmasına rağmen sonraki dönemlerde Osmanlı İmparatorluğu’nda da sûfilik kurumlaştı. Bir taraftan resmi dini yayanlar İslâm’ın Sünni görüntüsünü daha ince bir şekle getirir­ken diğer taraftan toplumun muhtelif katlarındaki kuruluşların tari­katlarla ilişkiler resmi bir şekil almıştır. Yeniçeriler, esnaf kuruluşları belirli tarikatlara bağlıdır, iki kurum arasındaki bu iş birliği dinsel bir kuruluşun üzerinde kontrol kurma yolu ile devlet dışında yapısal ni­telik kazanmaya çalışan unsurlar bu şekilde kontrol altına alınmışoluyordu.275 Tarikatları kaldıran 1925 tarihli Kanun okunduğu za­man Atatürk’ün hatırında tuttuğu şeyin ya mahalli siyasi güce sahip eşrafın veya daha alt sınıfları sömüren cahil ve ahlâksız simalar ola­rak ortaya çıkan yerel karizmatik önderlerin etkilerini kırmak olduğu açıkça göze çarpar. Türkler, gelecekte sefih şeyhlerce değil, bilimin açıkladığı yönteme göre yönetileceklerdi. Böylece Atatürk’ ün dev­leti ulema ve tarikat önderlerinin etkisinden koruma geleneğini dev­raldığı açıkça görülmektedir.[149]
Burada şu soruyu sormak yerinde olacaktır: “Din ve eğitim ku­rumlan insanlar tarafından bozulur mu?
İnsanoğlu neyi bozmamış ki, bu kurumlan da bozmasın. Pascal’ın bir sözü var: “insan ne melektir ne hayvan. O melek gibi yap­mak ister ve bazen hayvan gibi yapar. Dinleri bozmasaydı, Allah ye­ni peygamberler göndermek lüzumu görmezdi. Hatta artık bu peygamber, size göndereceğim son peygamber” diye gönderdiği pey­gamberin tebliğlerini de insanoğlunun kendi çıkarı için değiştirece­ğini düşünmüş de “Müçtehidler göndermiş. Buna rağmen bozmu­yor mu? Bozuyor... Haşan Ali Koçer’in yaşadığı ve sizin de zaman zaman görebileceğiniz bir örnek:
İlahiyat Fakültesi 3. sınıfında öğrenci iken bir gün iki arkadaşım­la birlikte Ankara’nın Çıkrıkçılar yokuşundan geçiyorduk. Kur’an’ı Kerim satan bir seyyar satıcıdan Kur’an satın almak istedim. Satıcı Kur’an’ı açıp Türkçeye çevirmeye başladı. Ancak söylediği sözlerin Kur’an metinleri ile hiç ilgisi yoktu. Kendisine sordum. Arapçayı ne­rede öğrendiniz?
Satıcı Kemal Pilavoğlu (O zaman yaygın ve aktif olan Ticani Ta­rikatının şeyhi) bir gece rüyamda Cenab-ı Hakka yeşil bir nur göndertti ve Arapçayı öğrenmiş olarak uyandım.
Ben 3 yıldır Arap dilini ve gramerini öğrenmek için gece gündüz çalışıyorum. Cenabı Hak bu lütfunu bize göndermiyor. Yani şimdi biz de Kemal Pilavoğlu’na mı gidelim. -Evet Kemal Pilavoğlu’na gi­diniz. Bu satıcıya yalan söylediğini, yanlış iş yaptığını, söylediği söz­lerin Kur’an metni ile ilgisi olmadığını, doğrusunu Kuran’ı okuyup tercüme ederek anlattım. Bu adam dini kendi çıkarı için kullanmak yani bozmaktan başka ne yapmış oluyor?[150]
Bu hatırayı aktarmamızın farklı bir anlamı vardır. Tıcani tarikatı­nın Türkiye’deki temsilcisi olan Kemal Pilavoğlu ile ilgili olarak Diya­net İşleri Başkanlığı’nca açılan bir soruşturma, Mustafa Cansız ta­rafından yapılmıştır. Bu konudaki belgeyi Cansız Hocanın Diyanet İşleri Başkanlığımdaki şahsi dosyasında gördüm. Ancak belgeyi alamadık. Bunun ne sakıncası olabileceğine de bir anlam vereme­dim. Başkanlığın konu ile ilgili olarak Cansız Hoca’ yı niçin görev­lendirdiği de düşündürücüdür.
Cansız Hoca’nın tasavvuf ve tarikatlarla ilgili görüşleri konusun­da Yaşar Nuri Öztürk, şu ifadelere yer vermiştir:
Hocanın tarikatlara karşı olduğu doğrudur. Bununla ilgili şu ifa­deyi kullanırdı: “Evladım şunu unutma: Garp âleminin ağzına alkolizma, bizimkine de tarikatlar s..tı.” Hoca için tasavvufa düşmanı derlerdi. Hayır, tasavvuf düşmanı değildi. Hoca Cüneyd, Abdülkadir Geylani, Mevlânâ hayranıydı. Hoca tarikatların vakıflar, saray ve zenginlerle kol kola verip işi yağcılığa döndüren siyasi pisliğine ka­rışı idi. Tasavvufun temel kaynaklarını ben O’ndan okudum. Tarikat­lar tasavvufu da, İslâm’ı da mahvetti diyordu. Biz de aynı şeyi söy­lüyoruz. Muhammed İkbal de aynı şeyi söylüyor. Cansız Hoca bun­ları söylediğinde “Uy evliya ullaha taş atayi zindik” diye nitelendirili­yordu. Bundan dolayı yeri geldi mi de küfürü basardı. Hiç dinlemez­dik
Bu konuda Remzi Yavuz’un Cansız Hoca’yla ilgili görüşleri şöyledir:
Cansız Hoca net bir insandı. Allah’ın vermediği görevi bir kul başkasına veremez. Hocamızın buna kesin kanaati vardı. Tarikat­larda şeyhler müritlerine görev veriyor. Tarikat şeyhleri kendileri ku­ral koyar. Şu kadar zikir yapacaksın. Allah kullarına görev veriyor. Peygamber burada tebliğ açısından görev yapıyor. Kur’an da hiçbir yerde şu kadar zikir yapacaksın diye bir ifade yok. Ancak Allah’ı çok anın der. Sınırlı ve rakamlı zikir nerede vardır? Zikir her işte Allah’ı hatırlamaktır. Herkesin işinde Allah’ı hatırlamasıdır. Bu itibarla hoca­mızın fuzülî işlerle uğraşması mümkün değildi. Din adına yaptıkların­da ve söylediklerinde fazlalık bulmak mümkün değildir. Ne ise o.[151]
Cansız Hoca’nın kızı Nadire Cansız’dan şunları dinledik:
Köyümüzde kadınlar Şeyh Ali Efendi’den  ders alıyorlardı. Ben de alayım mı diye kayın pederime sordum. Babama sormamı ve ona göre hareket etmemi isti. Ben de durumu babama anlattım. Ba­na şunları söyledi: “ Kızım beş vakit namazını kıl. Fazla da kılmaya çalışma. Kimsenin dedikodusunu yapma. Sepetini al tarlaya git, ça­lış. Orada salâvat getir. Bunlar hep sonradan ortaya çıkmış şeyler­dir. Dinle bir alakası yoktur.” Ancak daha sonra Ali Efendi’den inabe aldım. Çünkü toplumdan ayrılmak bana çirkin geldi. Ali Efendi bize “ömründe bir sefer de yaparsan iyidir. Mutlaka yapmak zorunda de­ğilsin” derdi. Bize en büyük tavsiyesi kimsenin gıybetini yapmayın  demesiydi.
Mahmut İslâmoğlu’nun ifadelerini dikkate değer buluyoruz:
Tarikatlar konusunu konuştuğumuzda onların siyasi kuruluşlar olduğunu ifade ederdi. Trabzon’da Abdurrahman Beşikçi vardı. Ki­tapçı idi. Oradan kitap alırdım. Bir gün dükkâna gittim. 15-20 say­falık bir kitabı bana uzattı. Satın aldım ve çantaya koydum. Oradan çıkıp giderken Cansız Hoca’yla karşılaştık. “Ne haber?” dedi. Kitap­çıdaydım. Bir kitap aldığımı söyledim. “Tarikat kitabı değil mi?” He­nüz okumadım. Çıkardım gösterdim. “Bu Abdülhamit’in meşhur meddahı. O’na İstanbul’da dergah kurdurttu. Abdülhamit’in lehine talebe toplar ve onun için propaganda yaptırtırdı. Bu Arap’tır. Bun­dan dolayı Arap ülkelerinden çok insan İstanbul’a geldi.” Cansız bu kitabı almış ve okumuştu.[152] O, ciddi, hakikat olan şeyleri konuşur­du. Tarikatlar konusunda bizim memleketin hocalarının duymadıkla­rı şeyleri O çok iyi bilirdi.
İslamoğlu sözlerine devamla şunları dile getirdi:
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisindeki “Ferşat” maddesinde şu bilgilere yer verilmiştir: Ferşat Efendi, “Cumhuriyetin ilanından son­ra Mustafa Kemal Paşa ile iki defa karşılaştı, ilkinde reîsü’l-ulema sıfatıyla dini konularda onunla tartıştı. İkincisinde ise şapka giyme­nin caiz olmadığına ilişkin fetvasından dolayı Trabzon’a celbedildi ve Atatürk’e şapka giyenin kâfir olacağına dair fetva verdiğini çekin­meden söyledi[153] ” Bu konuda Cansız’la tartıştım ve ben de O’na ısrar ettim. Bu sözü Ferşat Efendi Atatürk’e söylemiş. Cansız Hoca şöyle dedi: “Ferşat Efendi bu sözü söyleyecek kadar cahil bir kişi değildi. Bunlar, tarikat müritlerinin uydurmasıdır. Müritler şeyhleri uçurur.’™
Kanaatimizce de bu rivayet sağlıklı gözükmemektedir. O dö­nemde Atatürk’ün karşısına çıkıp bu konuda konuşma cesaretini gösterebilecek bir kişinin olması bir yana, bir din âliminin, mevcut kı­yafetin yerine başka bir kıyafetin giyilmesinin dinle alakası olmayan bir husus olduğunu bilmemesi mümkün değildir. Eğer öyle ise daha önce sarık giyilirken fesin zorunlu hale getirilmesiyle insanlar kâfir mi oldular? Cansız Hoca’nın ifade ettiği gibi Ferşat Efendi’nin bu sö­zü söyleyecek kadar cahil olduğuna inanmıyoruz. Ayrıca İslâm Ansiklopedisine yazılan bu madde için kullanılan kaynakta[154] Hacı Fer­şat Efendi’nin kayın biraderi ve aynı zamanda öğrencisi Nakşî şeyh­lerinden Ali Galip Yücel’e bu husus sorulmuş. Verdiği cevapta, “ola­yı o zamanlarda dinlediğini fakat Hacı Ferşat Efendi'nin bu olayla il­gisi olmadığını anlattı. Bu şekilde halk arasında yayılmış bir rivayet varsa da doğru değildir” ifadelerine yer vermiştir. Dolayısıyla elde ettiğimiz bilgiler çerçevesinde Hacı Ferşat Efendi’nin yukarıdaki ifa­deleri Atatürk’e sarf etmiş olması imkân dâhilinde gözükmemektedir. Cafer Cansız’ın anısını aktarılmaya değer buluyoruz:
Cansız Hoca doğruyu hiç çekinmeden söylediği için O'nu pek sevmezlerdi. Bir gün Hacı Ferşat Efendi Dernekpazarı’na gelmiş. “Haydin namaza, haydin namaza!” diye çağırarak camiye gidiyordu. Dükkânını kapatan esnaf camiye giderken O’nun elini öpüyordu. Amcam Mustafa Efendi de dükkânımın önünde duruyordu. Bu du­rumu görünce şunları söyledi: “Bunlar hoca değil, murayidir. Hz. Peygamber hayatında hiçbir zaman elini öptürmedi. Sen kimsin ki elini öptürüyorsun? Bakalım sen kendini kurtarabilecek misin?” Mustafa Efendi’nin hiç pervası yoktu.
Rıza Selim Başoğlu, Cansız Hoca’nın tarikatlara bakışı ile ilgili ifadeleri dikkate değerdir:
Lütfü Şentürk ve Ömer Kama’dan dinledim. Cansız’ın hocası Gargar Müslim Efendi dönemin güçlü âlimlerindendi. O dönemde Hacı Ferşat Efendi vardı. Tasavvuf ve tarikatla ilgilenen bir âlimdi. Müslim Efendi, O’na karşı acımasız eleştirilerde bulunurdu. Anlaşı­lan Müslim Efendi tasavvufa değil de tarikatlara karşı bir anlayışı vardı. Bir gün kendilerine “hocam siz neden bu kadar Ferşat Efen­di’ye yükleniyor, kızıyorsunuz? Bizim Efendiyi, inabe verdiği kadın­lardan dolayı tenkit ediyor ve ona kızıyorsunuz. Ama “Ağustos ye­disinde”[155] kadınların erkeklerle el ele tutuşup horan oynamalarına hiçbir şey demiyorsun?” Söyleyeyim. ‘‘Yayla şenliklerine giden ve el ele tutuşan kadın ve erkeğe sorduğunuz zaman yaptıklarının ceha­let olduğunu ifade ederler. Bir cahillik yapıyoruz, Allah affeder inşal­lah derler. Onların günahlarından tövbe etme şansı vardır. Ama se­nin Efendi’nin inabe verdiği kadınlar, yaptığının din olduğunu zan­neder ve onun hiç tövbe etme şansı olmaz. "Bu ifadeden anlaşılıyor ki, Çaykara’da yüksek idrak sahibi bilgin hocaların var olduğunu gö­rüyoruz. O dönemde bu idrakte OsmanlI’da bile çok az kişi vardı. Cansız Hoca da bu idrakte olan bir âlimdi. Yani tarikatlara tamamen karşı idi. Onların Hint düşüncesinden kaynaklandığını ve oradan İs­lâm’a girdiğini ifade ederdi. Dinde ve peygamberde böyle bir anla­yışın olmadığını söylerdi. Kesin tavır aldığı için de kendileri için ga­vur veya dinsiz derlerdi. Hal bu ki, onlara “siz şirke gidiyorsunuz” derdi.[156]
Reşat Baltacıoğlu’nun konu ile ilgili hatırası şöyledir:
Cansız Hoca’dan şu hadiseyi dinledim: Ferşat Efendi zamanının en çok sevilen, sayılan ve hürmet edilen Nakşî şeyhlerinden biriydi. Manevî yönü güçlüydü. Hocalar, eşraf ve halk kendilerine saygı du­yardı. Şifa dağıtma gibi özelliği olduğu için kendilerine yapılan bu saygı da artıyordu. Bunu gören dönemin meşhur âlimlerinden Can­sız Hoca’nın hocası Çaykaralı Gargar Müslim Efendi O’na kızıyor­du. Ferşat Efendi her cumartesi kadınlara dinî sohbet ve tarikat der­si veriyordu. Bu yüzden Müslim Efendi Ferşat Efendi’nin aleyhine daha çok söyleniyordu. Hatta sözü o kadar ileri götürüyordu ki so­nunda, Ferşat Efendi “Yeşilalan Köyü’nde kerhâne açtı” tabirini bile kullandı.
Bir gece rüyasında Gargar Müslim Efendi kendisine çok kötü bir şekilde eziyet edildiğini görmüş. Kendisini bir yardan aşağı atacak­lardı. Eziyet edenler Ferşa Efendi’yi görünce hazırola geçtiler. Ferşat Efendi “bırakın bu büyük bir âlimdir ve ilminden istifade edilir” demiş. Böylece kendisi bu kötülükten kurtuldu. Terler içerisinde kal­mış. Uyanınca hemen giyinip gece vakti sabaha üç saat kala kırk beş dakikalık yolu yürüyerek Ferşat Efendi’nin köyüne çıktı. Baktı ki Ferşat Efendi camide ibadet ediyor. Sabah namazını kıldıktan son­ra görüştüler. Gargar, “senin adamlarından şikâyetçiyim” diyerek kendisine sert bir çıkış yaptı. Ferşat Efendi sakin ve tebessüm ede­rek koluna girdi ve birlikte medreseye gittiler. O görüşmeden sonra Gargar Müslim Efendi’nin Ferşat Efendi' ye bakışı değişti. Ferşat Efendi daha önce ölmüştü. Cesedini yıkama, namazını kıldırma gi­bi işlemleri Gargar Müslim Efendi yaptı. Cesedini yıkarken “kırkse­ne uyumayan Ferşat şimdi uyu”diye söyleniyordu.
Bu anının yorumunu okuyuculara bırakmak istiyoruz. Ancak Gargar Müslim Efendi’nin ağır bir şekilde eleştirdiği meslektaşına son yolculuğunda yapılması gereken bütün görevleri üstlenerek ye­rine getirmesini takdirle karşılamak gerekir.
Mehmet Saygılı’nın yaşadığı bir hatırasını aktarmak istiyoruz:
Ormancık Köyü’nden öğretmen Mehmet Sadık Kehribar, Dernekpazarı’nın ilk öğretmeni idi. Önce eski yazı, daha sonra yeni ya­zıyla okuturdu. Bayburtlu bir Kadiri şeyhine intisap etmişti. Cansız’la birlikte pazarda yürürken konuşuyorlardı. Biz de peşlerinden gidi­yorduk. Cansız, kendisine: “Raks ile ibadet olmaz.” dedi. Mehmet Kehribar, “ben sana kitap gösterebilirim”. Cansız, “senin gösterece­ğin kitabı kimin yazdığını biliyor musun? İş kitapta değil, onu yazan­dadır. Mehmet Hoca ısrar edince kendisine küfürü basarak ayrıldı. Sonraları Mehmet Sadık’ın “bu işten pişman olduğunu, bunların pe­şinden gideceğine bir sure ezberleseydik daha makbul idi” dediğini duydum.
Ahmet Cemal Uygun’un şahit olduğu bir hatırasını şu ifadelerle dile getirdi:
Hastalığında hizmetinde bulunuyordum. Tabi Hoca’nın ziyareti­ne gelenler çok oluyordu. Bir gün Mehmet Rüştü Aşıkkutlu Hoca ve başkaları geldiler. İçlerinde sakallı biri vardı. Cansız Hoca onu iyi ta­nıyor, bir tarikata mensup olduğunu biliyordu. O sırada Cansız, açı­lan mevzu gereği “İslâmiyet’te tarikat yoktur. Bunlar sonradan orta­ya çıkmış ve İslâmiyet’i yozlaştırmıştır. Aşıkkutlu Hoca’ya dönerek, Var mıdır? Sen söyle. Biraz durduktan sonra Aşıkkutlu, “yoktur” de­di. Cansız, “tabi bunu camilerde söyleyemezsiniz. Linç ederler sizi.” Daha sonra adama dönerek “sen kara cahilin birisin, okuma yaz­man bile yok. Ne işin var tarikatlara” diye azarlamış.
Yusuf Ziya Cansız, dedesi Cansız Hoca’dan dinlemiş olduğu bir olay şöyledir:
Bayburt’un Aydıntepe (Hart) ilçesinde bir şeyh varmış. Devlete isyan etmiş. Araştırma yapılması için devlet Cansız Hoca’yı görev­lendirdi. Tabi Aydıntepe’ye yaya olarak gidecek. Çaykara’dan yuka­rı giderken Alçak Köprü hanlarında gecelemiş. Yer yatakları serilmiş ve yatılacaktı. Cansız Hoca, “acaba bu şeyh denen kişinin kolları buralara kadar uzanmış mı” diye düşünmüş ve bunu tespit edebil­mek için şu yöntemi kullanmış: “Aydıntepe (Hart) de ağzına sı. ğım bir adam kendini şeyh diye tanıtmış. Şeyhe top, mermi işlemezmiş diyorlar.” Bunun üzerine adamlardan biri boğazına sarılarak boğ­mak istemiş. Epey mücadele etmişler. Anlamış ki adamın etkisi, kol­ları oralara kadar ulaşmış. Daha sonra Aydıntepe’ye giderek gerek­li incelemeyi yapıp devlete raporunu sunmuş.
Ahmet Gürsoy’un Cansız Hoca’nın tarikatlara bakışı ile ilgili şu ifadelere yer vermiştir:
Tarikatlara karşı olduğu doğrudur. Ancak tasavvuf şiirlerini ezbe­re bilirdi. Türk edebiyatının; Halk edebiyatı, Tekke edebiyatı ve Di­van edebiyatından akarak oluştuğunu ve bunların büyük değerler olduğunu ifade ederdi. Ayrıca Tarikatların 18. yüzyıldan itibaren yoz­laştığını ve şeyhlerin araya konularak dine en büyük kötülüğü yap­tıklarını söylerdi. Bazıları “hatemü’l-enbiya mı büyük, yoksa hatemü’l-evliya mı büyük” sözünü söyleyerek tartışanlara çok kızar ve ağır hakaret ederdi.
Sait Aydemir’in Cansız Hoca ile ilgili hatırası şöyledir: Kendilerinden dinledim. Gençlik yıllarıydı. Köylerinden tarikata giren bir genç, “biz vecde geliyoruz. Tecelliler oluyor. Allah’ı bile gö­rüyoruz. İstersen sana da göstereyim.” Cansız, “göster bakalım” der. Birlikte giderler. Karanlık yerde olacak ya Cansız’ı ahıra götür­mek ister. Bunun üzerine Cansız çok kızar ve “ulan e.şekoğlu eşek
Allah’ı ahırda mı arıyorsun” diyerek basmış dayağı. Aslında Hoca işi biliyor ama sonucu merak ediyordu.
6 Eylül 1950 tarihinde kaleme aldığı ve Diyanet İşleri Başkanlı­ğına gönderdiği raporda şu ifadelere yer vermiştir:
“Üzerinde hassasiyetle durulması gereken tarikatçılıkta son za­manlarda görülen durgunluk, bölgemiz hesabına tarikatçılıktan bir dönüş kabul edilemez. Buna fırsatta ilerlemek için bir gerileyiş de­mek daha doğru olur sanırım.
Zaman zaman din, tasavvuf kisvesi altında belli olmayan mak­satlarla neşredilen kitaplar, mecmualar çoğalmış bulunuyor. Bu ki­taplardan birisi de yanılmıyorsam tarikatlara hizmet maksadı ile Ömer Rıza Doğrul’un Tasavvuf tarihidir. Bu eser hakkında güzel ni­yetlerinden emin olduğum bir iki arkadaş vaiz tarafından da aciz dü­şüncem sorulmuştu. Düşündüğümü söyledikten sonra kendilerine, bağlı bulunduğumuz Diyanet İşleri Başkanlığının tastiklerini, hususi ile Başkanımızın takrizlerini görmediğimiz (yeni çıktı) dinî, tasavvufî eserleri şüphe ile telakki etmeniz gerekli olduğunu söyledim. Söz­lerime Diyanet İşleri Başkanlığının ve sayın Başkanın dinî neşriyatı size de, öğütlerinizi dinleyenlere de üstün bir yeterlilik taşıdığını ek­lemiş bulunuyordum. Fakat bu yeni çıktıların bir listesi ile mahiyet­lerinin teşkilat mensuplarına bildirilmesinin faydalı olacağını san­maktayım. ”
Cansız Hoca’nın cümlelerinden anladığımız kadarıyla tarikatlara karşı bir tavrının olduğu anlaşılmaktadır. Çok partili hayata geçişle birlikte gerek dinî neşriyatta ve gerekse dinî oluşumlarda bir ser­bestliğin yaşanması söz konusu olmakla birlikte kendileri, bu duru­mu sağlıklı görmemekte ve ihtiyatla karşılamaktadır. Özellikle ta­savvuf içerikli çıkan yayınların şüphe ile karşılanması, çıkan bu ki­taplarla ilgili Başkanlığın inceleme yapıp teşkilatı bilgilendirmesi ge­rektiğini vurgulamakta ve dini öğütlerde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınlarının kaynak olarak kullanılmasını yeterli görmektedir.
Öte yandan dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akse­ki’nin “Din Tedrisatı ve Dinî Müesseseler”adıyla 1950 yılında hazır­ladığı raporda tarikatlarla ilgili tespitleri dikkat çekicidir: “Bugün bir takım batıl akide ve yalancı tarikatların sinsi sinsi ve fakat sistemli denecek surette memleketin hemen her köşesinde yayılmakta ve üremekte olduğu da bir vakıadır. Gittikçe çoğalan ve din namına uy­durdukları bir takım hurafelerle köylü ve şehirliyi istismar eden, saf halkımızın arasına tefrikalar sokan, karıyı kocadan ayıran bu muzir unsurların tesirlerini önleyebilmek için de her şeyden evvel esaslı din terbiyesi ve bilgisi almış, müsbet ilimlerle de mücehhez kudretli din adamlarına, münevver vaizlere ihtiyacımız vardır.
Memlekette hakiki din adamları azaldıkça bu yoldaki tarikatların kanunen yasak olmasına rağmen yayılması ve gittikçe sahasını pek ziyade genişletmesi de bu ihtiyacı bir kat daha belirtmektedir. ”
Akseki’nin tespitlerine göre tarikatların sinsi ancak sistemli bir şekilde çoğalarak ülkenin genelinde faaliyet içinde bulundukları ve yaydıkları hurafelerle halkı istismar ettiklerini belirtmektedir. Böyle bir gidişin sağlıklı olmadığını ifade ettikten sonra bu olumsuzluğun önüne geçmenin dini iyi bilen din görevlilerinin yetiştirilmesine bağ­lı olduğunu vurgulamaktadır. Burada Diyanet İşleri Başkanı ile Can­sız Hoca’nın tespit ve endişelerinin örtüştüğünü görüyoruz. Bu sağ­lıksız gidişatın günümüzde de devam ettiğini belertmek isteriz.
Bu bağlamda Diyanet İşleri Başkanı Prof.Dr. Ali Bardakoğlu’nun tarikatlarla ilgili sözleri dikkat çekicidir: “Tasavvuf, İslam’da çok de­rinliği olan bir düşüncedir. Ancak mevcut tarikatların bu tasavvuf dü­şüncesini yeterince temsil ettiğini söyleyemem. Mevcut tarikat örgütlenmeleri büyük bir talihsizliktir, sufî geleneğin tanınmasının önünde ciddi bir engeldir. Tarikatların örgüt şemasını ve çıkar ilişki­lerini görenler o manzaranın olumsuzluğuna takıldıkları için tasav­vufi düşüncenin zenginliğinden mahrum kalırlar. Onların arkasında çok zengin, felsefi, mistik bir birikimin olduğunu fark edemezler. Din adına yapılan suiistimalleri biliyorum. Bizim bunlarla mücadele et­memiz görevimiz. Din adına yapılan istismarlar, bu insanların ruh hallerinin bozulması, çıkarcı tarikat örgütlenmeleri, fevkalade yanlış bulduğumuz ve mutlaka düzeltilmesini istediğimiz olumsuzluklardır. Ama bu bir eğitim işidir. Bunların üzerine akılla gitmezseniz yeraltı­na inerler. Biz ilahiyatçı bilim adamları veya Diyanet yetkilileri ola­rak, halkımızı elinin tarihi ve elinin ana mesajı konusunda bilgilendir­miş olsaydık, insanlarımız Kur'an'ı, peygamberin hayatını okuduk­ları vakit çok rahat algılayacaklardı. Onu yapmadığımız için günü­müzdeki insan, hoca anlattığı vakiteh ne yapayım aklıma pek yat­mıyor ya kabul edeyim bari’ diyor içinden. Ama dinde hatır için ka­bul olmaz, içselleştirme vardır. Halkın dindarlık beklentisi bizde sağ­lıklı bir dinî üretimi zayıflattı.[157]
Tarihi süreçten günümüze Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tarikatla­ra karşı ciddi bir mücadele verdiği kanaatinde değiliz. Cansız Hoca’nın tarikatlara karşı çıkmasının sebebi tarikatlarda yaşanan yoz­laşmadır. Bu yozlaşmanın günümüzde de devam ettiğini Diyanet İş­leri Başkanı’nın ifadelerinden de anlıyoruz.[158]
Tarikatlarda zaman zaman görülen ‘sulandırma’ ve ‘çizgi dışına çıkma’ girişimlerinden hareketle genellemeye gitmek gerçekçi değil­dir. İnsanın mistik yönünü dikkate alarak tasavvuf ve tarikat dünya­sı bu güne kadar olduğu gibi bundan sonra da yaşamaya devam edeceği söylenebilir.[159]
Tasavvufun, Müslüman dünyasının içinde doğmuş, Kur’an ve sünnetten kaynaklanan bir zühd hayatını ortaya koyduğu bir ger­çektir. Tarih boyunca bolca rastlanmış sapmaları büyüterek onu İs­lâmî değerlerin dışına atmanın hiçbir haklı yanı olamaz. Yapılacak şey, bu sapmaların tespit ve tedavisidir. İslâmî hayatın içinde doğ­muş çeşitli mezhep ve meşrepleri bir birine düşman cepheler halin­de dondurmanın, başta İslâm dünyası olmak üzere kimseye kazan­dıracağı bir şey yoktur.[160] Tasavvuf hayranı olan Cansız Hoca’nın esasen tarikatlarda yaşanan yozlaşmaya karşı olduğunu tekrar be­lirtmek isteriz.
1926-1949 yılları arasında Of ilçesini temsil etmek üzere Trab­zon İl Genel Meclisi üyeliği ve müteaddit defalar daimi komisyon üyeliğinde bulunmuştur. Yirmi üç yıl gibi uzun bir süre İl Genel Mec­lisi üyeliği görevini yürütmüştür. Bu itibarla Trabzon İl Özel İdare Mü­dürlüğümde Cansız Hoca’yla ilgili geniş bilgi bulmayı ümit ediyor­dum. Ancak yetkililerin “arşivin yanmış olduğunu, belirtilen dönemle ilgili 1946 İl Genel Meclisi üyelerinin kayıtlı olduğu sicil defteri ve meclis üyelerinin vali Salim Özdemir Günday ile çektirdikleri toplu resimden başka hiçbir bilgi ve belgeye ulaşmanın mümkün olmadı­ğım” belirtmeleri benim için hayal kırıklığı olmuştur. Hâlbuki Cansız’ın çok uzun bir süre İl Genel Meclisi ve çeşitli dönemler daimi komisyon üyeliklerinde bulunması nedeniyle Trabzon ve ilçeleri ile il­gili alınan kararlarda görüşlerinin olduğunu tahmin etmek zor değildir.
Çok partili hayata geçildiği 1946 seçimlerinde de aynı partide yer almış ve İl Genel Meclisi üyeliğine seçilmiştir. Şu halde Cumhuriyet Halk Partili fikriyatını çok partili hayata geçtikten sonra da devam et­tirmiştir. 1949 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatında vaiz ola­rak görev almasından sonra aktif siyaseti bırakmış oldu. Ancak Cumhuriyet Halk Partili olmayı devam ettirmiştir. Bunu ifade etmek­ten de hiçbir zaman çekinmemiştir.
Politikada merdivenleri niçin yükselemediği sorusu akla gelebilir. Gerek tek parti ve gerekse demokrasiye geçişle birlikte çok partili hayatta İl Genel Meclisi üyeliğinin haricinde özellikle milletvekilliğine veya partinin yetkili organlarına girme teşebbüsleri olduysa da ger­çekleşmediği görülmektedir. İfade edildiğine göre Faik Ahmet Barut­çu[161] hiçbir zaman O’nu milletvekilliği listesinde görmek istememiş­ti. 1946 CHP Kurultayında tüzük değişikliği için Ankara’ya gitti. Şük­rü Saraçoğlu ile görüştü. Politikadan kopma isteği fikrini söyleyince Saraçoğlu, “politikanın uzun bir yol olduğunu, kapıdan kovarlarsa bacadan girmesi gerektiğini” söyledi.[162] İnönü’nün Of’a geldiği bir seçim döneminde Cansız da söz alarak konuşmuş ve önemli eleş­tirilerde bulunmuş. İnönü Cansız’ı beğenmiş ama yetkililere “siz yi­nede Ali Sarıalioğlu’nu gönderin” demiş. Anlatılanlardan edindi­ğimiz izlenime göre Cansız, realist ve sözünü hiçbir zaman esirge­meyen bir yapıya sahipti. Partilerde bu yapıdaki siyasetçilerin önü­nün kesilmesini normal karşılamak gerekir diye düşünüyoruz. Remzi Yavuz’un bir anısı dikkat çekicidir:
İstanbul Oteli’ndeyim. Sürmene ve Trabzon müftülüğü yapan Abbas Hacıefendioğlu vardı. 54 seçimleri yaklaşmıştı. CHP den adaylığını koymayı düşünüyordu. Hoca Efendi de uzun yıllar il dai­mi encümen üyeliği yapmış ve Cumhuriyet Halk Partili idi. Biraz ko­nuştular. Daha sonra Abbas, Cansız Hoca’ya: “Bana rey verecek misin?” Baktı ona ve gülerek şunu söyledi: “Tuvalete atar gibi bir ta­ne atarım sana.” O kadar samimiydiler. Cansız Hoca’yı ayrı tutuyorum. Zira o beyninin doğrultusunda hareket eden bir kişiydi. Ancak o dönemlerde hocaların pek çoğu Cumhuriyet Halk Partisi’ne oy veriyorduysa yürüttükleri davaya zarar gelmesin diye bunu yapıyorlar­dı diye düşünüyorum.
Bu konuda Cansız Hoca’nın 6 Eylül 1950 tarihinde yazdığı ve Diyanet işleri Başkanlığına gönderdiği raporda şu ifadelere yer ver­miştir:
“Seçim arifesinde siyasi muhalefetin meslektaşlara siyasi maksatlarını terviç yolunda çirkin iftiralar savurmaktadırlar. Bu iftira Di­yanet teşkilatı mensuplarının Halk Partisi namına propagandaya hazırlanmış olduklarıdır. Gün oluyor ki bu iftira il gazetelerinin her­hangi birinde başyazıya mevzu oluyor. Bu hadise karşısında müte­essir olan vaiz arkadaşlara bu yoldaki tarizlere Başkanlığın göster­diği hayranlık veren ağır başlılığa ayak uydurmadan başka bizler için gerekli bir çıkar yol olmadığını tavsiyede bulunmaktayım.’  Görüleceği üzere 1950 seçimlerinde din görevlilerinin Cumhuri­yet Halk Partisi’nin propagandasını yaptıkları ifade edilmekte ve muhalefetin bu konudaki şikâyetleri gazetelerin başyazılarına konu olmaktaydı. Cansız Hoca, bunun iftira olduğunu, bu itibarla meslek­taşlarına ağırbaşlı davranmalarının yararlı olacağını tavsiye etmek­tedir.
Rıza Selim Başoğlu’nun ifadeleri dikkate değerdir:
Hoca, din istismarı sebebiyle farklı görünenlere karşı olan bir kişiydi. Bu konuda İnönü’yü ve CHP’yi biraz daha tarafsız veya bunu yapmayan bir grup olarak gördüğü için o tarafı tutardı. Yok­sa Hoca’nın tarafı yoktu. Onları da acımasız tenkit ederdi. Bir gün Yavuzların dükkânında oturuyordu. Demişler ki “Karaoğlan diye biri çıkmış düzeni değiştirecek. ” Siz bu konuda ne düşünüyorsu­nuz? Şöyle dedi: “Hiç kimse düzülmeye talip değil, hep düzenin değişmesini istiyorlar.” Enteresan bir zeka. Yani onları da tenkit ederdi.
Son devri çok iyi tanıyan ve anlayan bir kişiydi. İnönü’den hiç far­kı olmayan bir kişinin sadece menfaati dolayısıyla başka bir partide olduğunu anlıyordu. Yani ikiyüzlülüğünü anlıyor ve bu sahtekârdır diyordu. Entelektüel bir kişiydi. Basını takip eder ve olayları iyi tah­lil ederdi. İki parti vardı. Demokratlar Müslüman, CHP’liler komünist, gâvur, anlayışı. Hocanın bunu kabul etmesi mümkün değildi. Onun için de komünist, gavur,... neler demezlerdi ki...[163] Cansız, ismet İnönü hayranıydı. Özellikle İkinci Cihan Savaşı’nda ülkeyi harbe sokmadığından dolayı İsmet Paşa’yı adeta göklere çıkarırdı.[164]
Ahmet Cemal Uygun’un anısını dikkate değer buluyoruz:
Osman Turan Yassı Ada duruşmalarından beraat ettikten sonra Cansız bana: “Osman Bey’e bir telefon ette görüşelim” dedi. Tele­fon ettim. Osman Turan bizi yemeğe davet etti. Bana da sen de ge­leceksin dedi. Ben de “emniyette çalışıyorum ne olur bilemem” de­dim. Gitmek istemedim. Cansız’ı, Osman Turan’ın evine götürdüm. Bir buçuk saat sonra O’nu almaya gittim. Yemeği bitirmişler, meyve yiyorlardı. Bana da ikram ettiler. Daha sonra Osman Turan’la mübahaseye daldılar. Turan İnönü’yü sevmezdi. Hilafetçi fikirlere sahipti. Saraydan evli idi. Evi Padişah resimeriyle dolu idi. Cansız da onun zıttı. İnönü’ye çok hayrandı. Buluşmalarında uzun boylu mübahaseler yaptılar.
Cansız dünya malına hiç değer vermezdi. İl daimi encümen üye­si idi. Rum ve Ermenilerin mal ve mülkleri O’na teslim edilmişti. Elin­de imkân olmasına rağmen, o mülklerden hiçbir şey almış değil ve bu tür menfaatlere hiç tenezzül etmemiştir. Kirada oturarak hayatı­nı geçirmiştir. O kadar dürüst bir kişiliği vardı.
İl bazında önemli görevlerde bulunmasına rağmen ekonomik açıdan hayatiyetini devam ettirmenin haricinde hiçbir varlığının ol­maması gerçekten dikkat çekicidir. Bu konumda olan kişilerin tümü­nün gayri meşru yollarla çıkar elde ettiklerini söylemek hakkını ken­dimizde görmüyoruz. Ancak siyasette bir ahlâki yozlaşmanın ya­şandığını göz ardı etmemiz mümkün değildir. Burada parti ayırımı yapmanın da doğru olmadığını belirtmek isteriz. Her partide Cansız Hoca gibi insanların olabileceği gibi siyaseti, menfaati için yapanla­ra da rastlamamız mümkündür.
Toplum ve siyasetle iç içe olan bir kişinin hata yapmaması el­bette mümkün değildir. Nitekim Cansız’ın bu anlamda hataları ol­muştur. Fakat bir hatasından duyduğu pişmanlığı devamlı dile ge­tirirdi. Şöyle ki: Sürmene’nin Ormanseven(Seveho) köyü ile Kon­du köyü birlikte Limonsuyu civarındaki Ablayeras’ta yayla yapıyor­lardı. Ormanseven köyünden olanların yayladaki hane sayısı azınlıktaydı. İki köylü arasında adet uyuşmazlıkları söz konusuy­du. Ormansevenliler yaşlı, genç, kız hepsi bir araya gelip horon oynarlardı. Bu Kondu köylülerince ayıp karşılanıyordu. Bu esnada gençler Yusuf Şenocak Hoca’ya saygısızlık yapmışlar. Cansız’ın Şenocak Hoca’ya büyük sevgisi vardı. Bu saygısızlılığı kabul ede­medi ve jandarma ile birlikte Ormanseven köylülerini yayladan zorla çıkarttı. Onlar da gidip yaylaya yakın bir yerde Yeni Yayla adında yeni bir yerleşim yeri kurdular. Hâlbuki onların bu yaylada hakları vardı. İşte bunları çıkarmasından dolayı daha sonra çok pişmanlık duydu. Haksızlık yaptığı kanaatindeydi. Bunu şöyle ifa­de ederdi: “Hayatımda bir iş yaptım. Bundan dolayı öldüğüm za­man beni ağlayın. Ormanseven’lileri jandarmayla birlikte Ablayeras yaylasından dışarı attırdım. Onları oradan çıkartmamam la­zımdı. Orada hata ettim.2"
İki köy arasında bir sürtüşmenin yaşandığı anlaşılıyor. Saygısız­lık yapıldığı ileri sürülerek insanların evlerinden zorla çıkartılıp gön­derilmesi mümkün değildir. Ancak Ormansevenlilerin yayladan çı­karılması meseleyi çözmemiş, bilakis çok uzun yıllar sürecek dava­nın başlamasına sebep olmuştur. Ormensevenliler, Ablayeras yay­lasına yakın sayılabilecek bir yerde gecekondu evler yaptılar. İki köy arasındaki esas mücadele de bundan sonra başlamış ve pek çok tatsızlıklar yaşanmıştır. Çünkü o dönemde bölgede hayvancılık ge­çim kaynağı idi. Bunun için geniş meralara ihtiyaç vardı. Sanırım bu dava 1980’li yıllarda Ormanseven köyü lehine sonuçlandı. Ormanseven köylüleri davanın sonuçlanmasından sonra yapılaşmaya hız vermişler, bir anlamda yaylalarına sahip çıkmışlardır. Eğer önceki yaylalarından çıkartılmamış olsalardı orada Yeni Yayla adında bir yayla kurulmuş olmayacağı gibi uzun yıllar süren bir dava ile kay­naklar boşuna harcanmayacaktı. Sanırım Cansız Hoca bu olum­suzluklara sebebiyet veren olaya müdahil olmaktan dolayı daha sonra büyük pişmanlık ve ıstırap duymuştur.
Cansız’ın köyden çıkmasının nedenlerinden biri de dedikodular­dan usanmış, köyler arası davalardan bıkmıştı. Ayrıca para yedi di­ye de dedikodu yayıyorlardı. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı kö­yü terk edip Trabzon’a gitti.
İhsan Ekşi’nin dikkat çekeceğini düşündüğümüz bir anısını ak­tarmak istiyoruz:
1946 yılında yapılan İl Genel Meclisi seçiminde Dernekpazarı’ndan iki aday vardı. Mustafa Cansız Kondu köyünden olmasına rağmen fazla bir oy alamadı. Köylüleri Akköse köyünden aday olan ki­şiyi desteklemişlerdi. Cansız, aldığı oyların çoğunluğunu Çaykara bölgesinden almıştı. Daha doğrusu, Akköse köylü aday Dernekpazarı'ndan, Mustafa Cansız ise Çaykara’dan daha çok oy almıştı. Kendi yöresinden çoğunluğun oyunu alamamasından üzüntü duymuştu.
1948 yılında Çaykara’nın ilçe yapılmasında önemli rolü olmuş­tur. Çaykara, Dernekpazarı’ndan yedi kilometre yukarıdadır. Dernekpazarı o dönemde bucak konumunda olup, Nüfus idaresi ve ad­liye teşkilatına sahipti. Böyle bir üstünlüğü olmasına rağmen Çayka­ra’nın ilçe olması ister istemez Dernekpazarı halkı tarafından kabul edilmesi herhalde zor olsa gerektir. Nitekim mevcut teşkilatlar Çay­kara’ya kaydırılmıştır. Yöre halkının devlet işleri ile ilgili olarak yedi kilometrelik yolu gidip gelmesini bir anlamda içine sindirememiştir. Ayrıca bir beldenin ilçe yapılması oranın gelişimini doğrudan etkile­mektedir. Dernekpazarlı olmasına rağmen Çaykara’yı ilçe yapması Mustafa Cansız’a sorulduğunda şu cevabı vermiş: “Bana Çaykaralılar oy verip seçtiler. Ben de orayı ilçe yaptım.”[165]
Dernekpazarı 1990 yılına kadar Çaykara ilçesine bağlıydı. 1990 yılında yine Cansız Hoca’nın köylüsü ve dönemin Milletvekili Eyüp Aşık tarafından ilçe yapılması sağlanmıştır. Böylece Mustafa Cansız’ın bir anlamda eğer hata olarak görülecekse bu hatası giderilmiş oldu. Eyüp Aşık’ın yöremizden siyaset adamı olarak yetişmesinin gurur verici olduğunu belirtmek isteriz. Siyasette herkes sizi beğe­necek diye bir şey yoktur. Önemli olan, yapılan kalıcı hizmetlerdir. 1990 yılından günümüze gerek devletin sağladığı imkânlar, gerek­se belediye ve vatandaşların yaptığı yatırımlarla Dernekpazarı mo­dern bir ilçe görünümüne kavuşmada hayli mesafe almıştır.
Din hizmetlerinde görev üstlenenlerin siyasetle uğraşması top­lum tarafından pek olumlu karşılanmamaktadır. Partiler üstü kalmak sanırım daha faydalıdır. Çünkü toplum, din hizmetlerinde görev ya­panlara farklı bir misyon yüklemektedir. Onları siyaset üstü görmek istemektedir. Her insanın siyasi düşüncesi olduğu gibi din görevlisi­nin de elbette olacaktır. Ancak oy vermenin haricinde bir partinin sa­vunuculuğunu yapmasını doğru bulmadığımızı belirtmek isteriz.
5.   Şairliği-Edebî Yönü
Mustafa Cansız’ın hayatında şiirin de çok önemli bir yeri vardır. O sadece dini ilimlerle meşgul olmayıp edebiyatla da yakından ilgi­lenmiş ve Trabzon’da çıkan gazete ve mecmualarda birçok ciddi ve mizah yollu yayımlanan çok sayıda şiiri mevcuttur.301 Şüre ilk defa Aşık Garip ve Kerem’i okumakla başlamıştır. Daha sonra Tuhfe-i Vehbi’yi ezberlemiştir. İlk defa mîras olarak eline geçen Yahyâ Dîvanı’nı incelemişti. Fuzûlî ve Nefî divanlarını okumuş, ayrıca İran Şairi Hafız-ı Şirazi’nin şiirlerini ezberlemiştir. Bu yüzden “Hâfız’ın Hafızı” olarak bilindi. Tevfik Fikret’in şiirlerini ezbere okurdu. Aruzu çok iyi öğrenmiş ve uygulamıştı. İlk yazıları Trabzon’da çıkan Fecir mecmuasında yayımlandı. Daha sonra ikbal, Yeni Yol, İstikbal ve Halk gazeteleriyle İnan ve Necm-i Âtî mecmualarında yazıları ve ciddi mizah yollu şiirleri yayımlandı. Hafızası çok kuvvetli olup, ayaklı kütüphane olarak bilinirdi. Yaşadığı dönemde Trabzon’da Arapça ve Farsça’ya ondan daha hâkim bir kimse yoktu. Hazır cevaplığı ve zekâsı ile hocaların hocasıydı. İlmî ve edebî sohbetine doyulmaz kıymetli ve değerli bir şahsiyetti.302
Dinî ilimlere ileri derecede sahip olan Cansız Hoca’nın aynı za­manda aydın ve halk kültürünün vazgeçilmez bir parçası olan şiirle de yakından ilgilendiğini görüyoruz. Klasik Türk edebiyatı ve Halk edebiyatının önemli şairlerine vakıf olmuş, onların divanları ve diğer eserleri üzerine eleştiriler yapacak kadar dikkatle okumuş ve şairli­ğini de bu alt yapı üzerinde kurmuştur. Şiirlerini çoğunlukla Klasik Türk edebiyatı tekniğinde yazan Cansız, gazel, kasîde, müstezat gi­bi nazım şekillerini başarıyla kullanmıştır. Aruzu kusursuz bir şekil­de uygulamıştır. Şiirlerine geçmeden önce edebi tetkikler adı altın­da “İnan" dergisinde yayımlanan makalelerini aynen aktarmayı ge­rekli görüyoruz. Bu makalelerin tetkikini uzmanlarına bırakmakla birlikte çok önemli bir gayret ve İlmî bir disiplinin mahsulü oldukları­nı belirtmekte isteriz.
Şüphesiz mürettep divanlarda göze çarpan muayyen şekiller, aru­zun ahengi altı, yedi yüz yılı yularlayıp peşinden sürükleye mezdi.
Acaba: Vaktiyle Yunandan şarka taşınan felsefî tefekkürün Di­van edebiyatında yer alması Divan edebiyatının yedi asırlık saltana­tında önde gelen bir âmil sayılabilir mi? Önde gelen âmil diyoruz; çünkü: Hadise tek sebebin değil, sebeplerin mahsulüdür.
Bediiyat tarifçileri şiirin izahında hüsnün ifadesini temel tuttuktan sonra ağyarı kovalar, efradı toplar kayıtları zincirleyerek bediiyat ki­taplarını doldurmuşlardır.
Bu kitaplar bizi özden ziyade söze boğmaktadır. Şiir her yerde, her çağda şiirdi, divan edebiyatının dün yaptığı şiir bu gün de şiirdir.
Divanlardaki şiir ne mücerred mefhum olan mutlak hüsnün, ne mücerred hüsnün, ne de vahdeti vücudun ifadesidir.
Nedim’in gönülleri çeken kıvrak şiirlerini “Sa’dabat” kasrının di­reklerine dayanmış mı düşüneceğiz. O kasrı bir solukta yok eden ih­tilal, şen, ince şiiri de divaneye döndürmüşken şairin divanında biricik noktaya, mısralarındaki şuh nüktelere hiç de dokunmamıştı.
Divan şairlerinin kaşı yaya, yüzü aya, saçı sümbüle, mara, süz­gün gözleri nergise, bimara benzetmek gibi her şairin birkaç yüze varan teşbihleri altı, yedi asırlık bir zaman ummanında divan edebi­yatının cuşuhuruşunu yaşatabilir miydi? Divan edebiyatını takip eden edebî devreler yirmi seneyi mahkümü yapabilmek için ne ka­dar sendelediğini görüyoruz.
Bu Divan edebiyatının yedi yüz senelik hayatını ancak yedi asır­lık tefekkür tarihini kucaklamasında bulacağız, divan şairleri yukarı­da nümunelerini verdiğimiz bir takım teşbihlerin dar çemberinde dö­nüp dolaşmadı, onların pek çoğu yaşadıkları devrin kültürüne tepe­den tırnağa kadar intibak etmesini bilmişlerdi. İskolastik ilimlerde, tefsirde, fıkıhtao asrın ifadesi ile danişmend sayılırlardı.
Bu şairlerin her biri herhangi bir gazelinde teşbihi, ifadeyi, edayı kuvvetlendirmek için muasır ilimlerin ıstılahlarından, düsturlarından istifade etmek, telmihler yapmakla vadilerindeki orjinaliteyi yaratı­yorlardı. Aristo mantığının hâkimiyeti onlarda kendini daima göster­di, fakat bu ilimlerden istifade eden divancılar hiçbir zaman şiirlerin­de ilim yapmayı düşünmüyorlardı, her şair gibi gayeleri sanattı diye­biliriz.
Divan edebiyatı yalnız adı geçen ilimlerden ıstılah almakla kal­mıyor, musikiden o zaman Garp ilimleri sayılan kimyadan, simya­dan kelimeler alıyorlar, tarihî hadiseler şahsiyetler başta gelenlerdir. Yusuf, Zeliha, Mecnun, Leyla, Şirin, Vamık, Azra hemen her zaman müracaat edilen adlardır.
Mistik duygularına gelince bir şey demiyorum. Ben aramızda pek çoklarının divan edebiyatını tasavvuf edebiyatı bildiklerini biliyo­rum.
Tasavvuf gibi divanların badesinden, şarabından bahsetmeyişim de divanların her gazelini bir meyhane listesi tanıyanları tanıdığımdandır.
Divan edebiyatında en karakteristik cephe, kalenderlik, ham so­fulara hücumdur.
Bu edebî sistem hâkimi olduğu asırların ne hakikatlerine, ne de efsanelerine yabancı kalmamıştır.
Bu edebiyat tekrar edelim, ne yalnız hüsnü mutlak ne vahdeti vücut felsefesinden, ne de meyhaneden feyzini almamıştır. Onun kaynağı uzun asırların yaratmasında kıskanç davrandığı şarkın ze­kâsıdır,[166]
Milli tetebbularda merhum Rauf Yekta’nın Türk musikisine dair tetebbular başlığı altında çıkan değerli yazılarını yirmi küsur sene evvel görmüştük. Bu yazılarıyla üstat; Türk’ün musiki tarihini ilmi te­mellere isnat ettirirken Alman musiki âlimi Kizvetler’e de cevap ve­riyordu.
Kizvetler: Arapların musikisi adında eseriyle Türklerin musiki ka­biliyeti olmadığını, hicretin 500 tarihine kadar musiki eserleri Arap­ların yarattığını ortaya atmıştı.
Rauf Yekta hicretin sekizinci asrı musiki bilgini Abdülkadir Merağı’nın Zübdetüledvar ismindeki kitabiyle Kizveter’in bu yanlış tezini çürütmekle kalmamış, Osmanlı Türklerinin musiki ile alışkanlığını da garplıların dediği gibi Dördüncü Murat’ın devrine değil, daha uzaklara uzatmıştı.
Garbın musiki tarihçileri garp Türklerinde musikinin yayılması Dördüncü Murat’ın Bağdat’ı fethinden sonra başladığını Oflak prenslerinden Dimitriyos Kandemir’in Osmanlı tarihinde Bağdat Fa­tihi Murat’a ait bir hikâyesinden çıkarmışlardı. Bunun da doğru ol­mayacağını Rauf Yekta hicri dokuzuncu asırda Yıldırım’ın oğlu Mu­sa Çelebi adına Ahmet oğlu Şükrü İlah’ın telif ettiği bir musiki eseriy­le ispat etmek istemişti.
Benim bu bahse karışmam şark musikisine ne ameli ilgimden ne de nazari derin bilgimden doğma bir istektir. Yalnız Rauf Yekta; Kandemir’in hikâyesinden alınan düşüncenin ilmi değer taşımadığı­nı Ahmet Şükrüllah’ın Türkçe yazılmış eseriyle anlatmasından kita­bın musikiye dair topladığı bilgi musiki alâtının yapılış ve kullanılı­şından ibaret olduğunu anlıyoruz. Eseri tanıtan üstat; bize eserin şark musikisindeki teknik cepheyi de ihtiva ettiğini açmamıştır. Şark musikisinin kendine göre teknik taraflarını da garp Türklerinin bildi­ğini Ahmet oğlu Şükrüllah’ın eserine tarihçe yakın bir eserle bildir­meyi gerekli buluyorum.
Evet, merhum üstat hicretin dokuzuncu asrında Türkçe yazılmış başka bir musiki eseri gördüğünü söylemiş, fakat tarihini daha eski gördüğü Ahmet oğlu Şükrullah’ın kitabiyle bize bırakmıştı.
Ben burada sayın okuyucularıma sunacağım kitap 440 sene ev­vel Türkçe yazılmış Teziyinülelhan adını taşır bir musiki eseridir. Kitabiyat bakımından bu eseri tamamıyla tetkik edemeyeceğim. Ya­nımda ne Kâtip Çelebi’nin Keşfüzzünun’u ne de başka bir eser var­dır. Müellif ise adını saklamıştır.
Yalnız; müellifin çok kuvvetli Arapçası olduğunu kitabına yazdı­ğı Arapça hutbeden anlamaktayız. Osmanlı bilginleri içinde Arapça üslupta en yüksek Ebussuud bu hutbeyi görmüşse parmak ısırmış­tır, diyebiliriz.
Bayezit, Yavuz, Kanunî devri bilginlerini Nişancı Paşa tarihinde incelerken içlerinde üç padişahın devrinde yaşamış musiki ile ilgili bilgin Amasyalı Hatip Kasım oğlu Muhiddin’i buluyoruz. Nişancı bu­nun ölüm tarihini göstermemiş, Kastamonulu olduğunu söyleyen Osmanlı Müellifleri müellifi, merhum Tahir bey, Muhiddin’in 901 de öldüğünü söylemektedir. Eserde yazılı tarih Muhiddin’in yaşadığı ta­rihle uygun düşmektedir. Biraz zayıf olsa da Tezyin’ül-elhan’ı ken­disine maledebiliriz.
Bu kitapta hâkim fikirler filozof Farabî, İbni Sina, musiki âlimi Safiyüddin’i-Ermevî’nindir. Farabî, İbni Sinatariflerde anılırken müellifin her sayfada başlıca başvurduğu bilgin Ermevi’dir.
Eni 16, uzunluğu 20 santim, her biri 11 satır, 114 sayfadan ibaret olan bu kitap, yanılmıyorsam çığrında klasik bir eserdir. Bu kitap bir mukaddime, üç makale, bir hatime üzerine kaleme alınmıştır. Kitabın mukaddimesi (Müellifin tabiriyle diyelim) musikinin tarifi, tabiiye ve ri­yaziyenin mebadisi, makale-i ula, taksimi tesatın ve eb’adi mülâyimenin, makale-i saniye-i elhan-i meşhurenin, makale-i salise ika-ı mütedavilenin, hatime musiki fevaidi şerif esinin beyan ındadır.
Adını sunduğum eser gibi henüz elde edilemeyen Türkçe yazıl­mış musiki kitaplarımızın varlığına gözünü kapamaya alışkın garp musiki tarihçileri; Osmanlı Türklerinde musikinin yayılma başlangı­cını hicretin 1047 senesinde Bağdat’ın fethinden dönerken Dördün­cü Murat’ın İstanbul’a getirdiği Şahkulu ismindeki İranlı musiki bilgi­nine mal ediyorlar.
Adı geçen Tezyin'ül-Elhan’ın elimdeki yazma nüshasında gör­düğüm yazılış tarihi hicretin 914'üdür.304 Demek Bağdat’ın fethin­den 133 yıl önce Türk medreselerinde musiki bilgisi bulunmakta idi. Pek tabiidir ki: 914’te Türkiye’de musikinin yayılma tarihi tutulamaz. Türk’ün bedi-î duygularıyla yaşadığı varlık karşısında birkaç rakamı alan tarih birler hanesini aşamaz., bizler bu vesikalarla Avrupa mu­siki tarihçilerinin diktikleri yersiz sınırları söküp atıyoruz, hudut çiz­miyoruz.
Bu tarihçilerin hayreti çeken düşüncelerinden birisi de, şark mu­sikisine dair eserleri yaratan önce Araplar, sonra İranlılar imiş, de­meleridir.
Bunlar Arap müelliflerinden el-Kindi den başka Türk’ün musiki bilginleriyle atbaşı bir yürüyecek kaç bilgin gösterebilirler.
Farabî, İbni Sina, Adülkadir Meraği, Safiyüddin-i Ermevi benzer­siz birer Türk filozof ve musiki bilginleridirler. Fatih’in muasırı Abdürrahmani Camî İranlı gösterilecekse bunun da su getirecek yeri yok mudur? Camî Horasanlı olursa hangi ulusun malı olacağını unut­mak ‘‘Söylemek yaraşırsa” biraz da Horasanlılık olmaz mı?
Bu mevzuu Balasagunlu Yusuf Hacib’in Kudakgu bitik isimli Türkçe yazılmış eserinin adından bahsederek kapayacağım.
Hicretin dördüncü asrında yazılmış bütün İslâmî fikirlerle dolu bu eserin adı Türk musikisinin 366 kökünden biri olan “Kudaktu ” dur. Kök sözü Türk musikisinde makam karşılığıdır. Bilinmişi bildirmek yoluyla olsa da kendimi alamıyorum. Bir zamanlar bize Kudatku bilik bahtlı olmak ilmidir dedikleri gibi bu Kudatku değil Kudatğu dur diye bir takım münakaşalı yazılar okutmuşlardı da...
Abdülkadir Meraği’nin “Cam'ül-elhan”’ın Farisi aslından Türkçeye çevirdiğim şu parçayı görelim:
(Türk musikisi köklerinin çoğu beşlidir. Bir takımı da remel üze­redir. Kudatku kökü de mütekarip üzerinedir.) Abdülkadir Meraği demek istemişler ki Türk’ün musiki köklerinden bir kısmı Arabın aruzdaki remel bahrına uygundur. Kudatku kökü aruzun mütekarip bahrim andırır. Mütekaribin aruzda metodu dört Feulün dur. Fikret meşhur yağmur manzumesini bu vezinle yazmışlardı. Yusuf Hacip de Kudatku köküne uygun olan vezinle nazmettiği kitabın adını Ku­datku Bilik koymuştur.305
Geçenki yazımızın sonu (Kudatku Bilik) den konuşurken arûza taşınmıştı. Bu yazımızda biraz aruzdan, biraz da tarihten birkaç sö­zü biriktirecektir.
Hecemiz şiirimizin ahengini yaratmaya yetişirken Arabın aruzu ile uğraşmayı yersiz bulacakların bulunacağını düşünemem. 8, 9 asır şiirimizin ahengini tutan bir metot tutulmuyorsa unutulamaz ya?
İran’ın hicivci ünlü şairi Zaycanı (Ubeyd) in Arap şiirinde veain yoktur dediğini Muallim Naci’nin bir eserinde okuduğumuz zaman bu sözün üzerinde durulacak bir düşünceyi anlattığını değil bir alay olduğunu sanmakla ne kadar aldanmıştım.
Hicretin üçüncü asrında aruzun kurallarını kuran Arabın başta gelen Nahivcilerinden ve birinci lügatçilerinden, Basralı Ahmet oğlu (Halit) i medrese tarihi bize tanıtmaktadır. Bence İmam Halil aruzu yapmamış, aruzu Araba yanaştırmış. Arapçadan aldığı (Fail), (Mütefail) vezinleri ile aruzu Arap şiirine bir parça da yaraştırmıştır.
Ahmet oğlu Halil’in aruzu buluşunu şöyle anlatıyorlar: Halil bir gün Basra’da Bakırcılar sokağında dolaşırken bakırcılar işlemekte oldukları kaplara bir dizide indirdikleri çekiç darbelerinden aldığı daktakayı musiki darbelerine benzetmiş, bu daktakayı Arap Nazmı­nın maktalarına tatbik ederek sözde aruzu bulmuştur. Halil’in bu bu­luşunu medrese tarihi mistik bir tarz ile de izah etmektedir.
Aruz mucidinin musiki bildiğini müellifi olduğu (Kitabunnagam) ın adından anlıyoruz. Bu ön sözlerin doğuracağı son söz şu olabilir:
Ahmet oğlu Halil musikiden aldığı birkaç makamı Arap nazmına tatbik ederek aruz adını verdiği mevzuu yakalamıştır. Halil’in şark musikisinde eli olduğunu bildikten sonra musikiyi kimden aldığını bulmakta güçlük çekmeyiz.
Hicretin 260’ında Hireli İshak oğlu (Hüneyn) Bağdat'ta (Masüye) oğlu (Yühna) dan tıp tahsilini bitirdikten sonra: hikmette de derinleş­mek, Yunancada derinleşmeyi düşünmüştü. İki yıl Bağdat’tan Bi­zans’a uzandı. Özlediği Yunancayı, hikmeti kazandı döndü. Biliyoruz ki musiki Yunan hikmetinden ayrılmayan bir cüz gibi Yunan felsefesi ile birlikte okutturulurdu. Hikmet ve felsefe yüklü dönen (Hüneyn) bil­diklerini bildirmek için olgun bir Arap dili öğrenmeyi ihmal edemezdi.
Arap dilinin en kudretli bilgini Basralı Halil’e uğramadan (Hüney) in Bağdat’ta kalmadığını tarih bize bildirmektedir. Halil’in Arap ede­biyatı sofrasında edindiği Nefiselere karşı (Hüneyn) in üstadına bir musiki ziyafeti çekmesi talebece bir armağan tutulamaz mı?
Bir iki sözle bu düşünceleri toplamak istersek (aruz Arabın icadı bir ilim değil, aruz şark musikisinden alınmış birkaç makamın Arap­ça konmuş adıdır) demeliyiz.
9 sayılı “inan” daki yazımızda şark musikisiyle aruzun yakınlığı­nı, hemen hemen birliğini Türk’ün musiki bilgini (Abdülkadir Meraği) nin (Camiülelhan) ından aldığımız bir iki satırla göstermiştik, işte: Aruz şark musikisinden alınmış makamların adıdır demekle aruz­dan Arabın payını da ayırmış olacağız.
Arabın malı sayılan aruzu Arap (ne Türk nazmında, ne Acem 'in şiirinde sezildiği gibi) diline uyduramamıştır. Türkte, Acemde aruzun ahengi daha üstün olduğunu Arap'tan da dinleyebiliriz.
Türkçeyi, Arapçayı, Farisiyi edebiyatıyla bilen bir Araptan bu üç dilin hangilerinde aruz ahenginin buluyorsunuz diye sormuştum. Bu üstat Türkçe ile Farisiyi göstermekten çekinmemişti.[167]
5.4.     Ziğana’ya Çıkarken Bekçilerde Bir Gece
On iki sene önce Ziğana’nın zirvesine döne döne çıkan yolun üzerindeki Bekçiler denilen yerde Haziran’ın yedinci günü bizi taşı­yan otomobilin ansızın çıkardığı sürekli bir hırıltıdan vantilatör kana­dının kırıldığına şoför gibi biz yolcularda yabancı kalmamıştık.
Vantilatör kanadının kırılmasından yolcuların kolu kanadı kırıl­mıştı. Yalnız benim içimden bir sevinç kaynağı fışkırıyordu. Duygu­mun kıtlığı da, anlayışımın gevşekliği şöyle ben ormanları medeni­yetin bin bir türlü zincirlerini kırmış, kaçmış masmavi göklerin genişliğinden alabildiğine faydalanmak için yamaçlardan, diklerden, çığ­lardan ürkmeyerek, temiz, serin bir yaşayışa kavuşmuş bir varlık ta­nırım.
Demek: Böyle başıboş bellediğim bir kalabalık içinde geceledi­ğim için seviniyordum.
Esaret kaçkını ormanı hiç de anarşist bulmuyorum. Bu düşün­cemden uzun, narin görünüşlü dik kafalı genç çamların yanında sal­kım saçak yosunlardan, aksakallı görmüş geçirmiş bulunuşu da be­ni ayıramıyor.
Görünüşte başıboş olan bu toplulukta engin bir mefkure birliği de seziyordum. Benim gibi afakî boşluklarla dolmuş olanlar için böyle idealist heyet arasında bir gece olsun kalabilmekten daha sevimli ne olabilirdi? Kışın çığların sürükleyerek biriktirdiği ağaç kadit/arın­dan ateşin karşısına geçmiş hülyakâr ormanla başbaşa kalmış çamların hışıltılı musikisini ilahi bir vecd içinde dinleye dinleye tatlı rüyalar görmek için uykuya dalmıştım.
Bizi ağırlayan orman tan yeri ağardıktan sonra güneşin keskin renkleriyle karışık ördüğü nefti kumaş sergisine kuşların cıvıltılı mu­sikisiyle açış töreni yaparken yola çıkan biz konuklarına yolun sağı­nı solunu sıralayan çamlar da geçit resmi yapıyor, arkadaşlardan seksenlik Çorumlu Mehmet dayı Karaca oğlandan Fikret’in mezarını ziyaret şiirinde Rıza Tevfik’e ilham kaynağı olan şu parçayı okudu:
Güzelsin gayette seni överler
Çık sallan sevdiğim görmeğe geldim
Şeftalini dertlere derman dediler
Bağından şeftali dermeğe geldim.
Karadır kaşların hilâl eğrisi
Siyahtır gözlerin melek yavrusu
Ben söyleyim sana sözün doğrusu
Soyunup koynuna girmeğe geldim.
Mehmet dayının yorgun, titrek sesiyle şarkın melâlini yudum yu­dum tadarak Ziğana’ya biz o gün böyle çıkmıştık.307
Yavuz’un “Beni bir gözleri ahûya zebûn etti felek”3C®” mısraını tahmis ederek kaleme aldığı gazel:
Bir ömürdür bize binlerce oyun etti felek,
Var mıdır? bir günümüz ki, onu gün etti felek.
Tek karanlık geceden başka nedir günlerimiz?
Bize matem yaratırken de düğün etti felek.
Geldi yer sathına Habil ile Kâbil diyerek,
Arşu ferşiyle hemen kalktı sökün etti felek.
Yetmez mi yalnız bizleri âzarı ile Beşere ezasın ömründen uzun etti felek.
Feleğin hiç sevilir çevri de yok mu? Tek şu!
“Beni bir gözleri ahuya zebûn etti felek.”
Hûyi, 1959.
Divan şiirinde gördüğümüz methiye geleneğine adeta yeni bir yorum getirir. Divan şairleri genellikle bir sultanı, bir veziri ya da çok beğendiği bir şahsı metheder. Cansız buna bir de hamsiyi dahil eder. Karadeniz insanının vazgeçilmez yiyeceği olan hamsinin özel­liklerini mübalağalı bir dille anlattığı “Der Vasf-ı Hamsi” adlı kasi­desi meşhurdur:
Ziver’in31°ta’kîb ederken vâdi-i inşâsını,
Hamsinin yapsam biraz ben vasf-ı müstesnasını.
Mazhar-ı Tahsin eder elbette İhsan Bey[168] beni,
Ben değil herkes bilir tab’ı kerem-fermasını.
Tıbbî, hem sıhhî, gıdâî, iktisâdî vasf ile,
Bulamadım tavsîfe lâyık hamsiden başkasını.
Var mıdır bundan daha bî-mâra nâfi’ bir deva?
Artık i’lân etmeli eczacılık iflasını!
Mübtelâ-yı derd-i çeşme var iken hamsi suyu,
Göz tabibi gözüne soksun şifâ eczasını!
Feyz-i âb-ı hamsiyi bilseydi İskender eğer,
Bir zaman çekmezdi hiç âb-ı bakâ sevdâsını.
Şöyle üç batman mükemmel tuzlu hamsi sâhibi,
Gıbta-bahşâ-yı cihân kılsa sezâ dünyasını.
Hamsiden kurban olur olmaz diyen bir âdemin,
Hail ü fasi etmiştir eslâf-ı güzîn da’vâsını.
Şimdi ancak verdi bâ-kavl-i sahîh üstadımız,
El-cevâp kurban olur hamsi deyu fetvâsını.
Mevki-i bâlâ-terîni hamsinin münker değil,
Çok kibârın zînet-yâb eder sofrasını.
Sıdkıyâ, kabil midir hamsiyi tavsif eylemek,
Durma yaz manzûmenin sen makta-ı garrasını.
Ey mübârek hamsi, âh ey nimet-i uzmâ sensin,
Etmemek mümkün müdür değildir şükrünün ifasını3^.
Cansız Hoca aynı zamanda şiirlerinde hayatın gerçeklerini me­tafizik boyutuyla birlikte dile getirmeyi de ihmal etmemiştir. “Mezartaşı Kitabesi” adlı şiiri bunun en güzel örneğidir:
Bu şiiri Hocası Gargar Müslim Efendi’nin vefatı dolayısıyla kale­me almıştır. Ancak her nedense hocasının mezar taşına yazılma­mış. Kendi mezar taşı için her hangi bir şey kaleme almış değildi. O’na sorduklarında böyle bir şey hazırlamadığını söyledi. Vefatın­dan sonra hocası için yazdığı şiirin bir bölümünün mezar taşına ya­zılması varisleri tarafından uygun görülmüştür.[169]
Alımlı çalımlı gezerdim, şendim,
Uçurumda biter sanmadım yolum.
Kuruntum engindi, duygumu yendim,
Ansızın karşıma dikildi ölüm.
Uzak geçme fani sessizce dinle,
Hasbihal eylesin taşım seninle,
Halimden ibret al, içinden inle.
Toprak oldu yığın yığın emeller,
Bir çiçek vermedi diktiğim güller,
Dağıldı varlığım götürdü yeller,
Bozuldu rübabım, kırıldı teller,
Bir telden çalarken duygulu gönlüm
İnsanların zaaflarını ve ahlakî eksikliklerini mizahî bir üslupla şi­irleştirdiğini görüyoruz. “Alçak Para!.” adlı şiiri bunun en güzel ör­neklerinden biridir.
Para yükselttiği insandaki ruh alçalıyor,
O kadar alçalıyor, alçalıyor ki, çalıyor.
Kim diyor? Sosyeteyi nâzım olan kuvvet odur.
İşte: İnsanları, vicdanları o parçalıyor.
Nice Havva kızını arkasına takmış sürüyor
Çeker uçuruma atar, hislerini kancalıyor.
O yıkar mabedi, meyhane yapar, küfri de din
Sofuda varsa iman bil! Onu da kurcalıyor.
Onu mabut tanıyanlar biraz haklı gibi
Hep onunla açıyor, her kapıyı kim çalıyor.
Yine ondan geliyor, curcunaya döndü müzik!
Oynuyor sahnede, çingeneye bak, kürt çalıyor.
Sevmiş evlenmiş olanlar diyorlar ahbap!
Acı bir sirkeye döndü o canım tatlı şarap.
Böyle evlenmek kitap olsa diyor bir üstat Sâde başlıktan ibaret kalacak, boş o kitap.
Sevip evlenmeyi avlanma diyormuş “Jak bol”
Kekliği çantaya at, akşam için tuzlu kebap.
Şu yalan yok mu, ne uygun süs olur her kadına, İnanılmazsa verir dinleyene gerçi azap.
Modanın hikmetini anlatıyor bir şair Moda süsler kadını, yıllar onu etse harap.
O kadar çok ki hususiyeti Havva kızının Bu özellikle güzellik onu yapmış mihrap.[170]


GÖNLÜM
Gönlüm seni şen bilmeliyiz bir kederin var,
Zalim kaderin var.
Dert ortağıyım ben sana anlat, nelerin var?
Kimden hazerin var?
Bir gözleri âhû seni baştan mı çıkardı?
Senden ne arardı?
Yoksa şu benim bilmediğim bir hünerin mi var?
Ya sîm ü zerin var?
Bir parti mi vurdun, sana servet mi yanaştı?
Hülyan başı aştı.
Vurguncu musun her yana sık sık seferin var,
Mutlak zaferin var.
Duydun mu bir eğlence hemen can atıyorsun,
Keyfi çatıyorsun.
Varsa bugünün zengini, bir milyonerin var,
Bitmez gelirin var.
Yan çizme bu cemiyete, âcizlere yâr ol!
Millet ile var ol!
İnsan tanıyorlar seni yüksek nazarın var,
Yüksek değerin var.
Âlemdeki zevkin sonu gelmez mi sanırsın?
Bir gün utanırsın.
Bir gün aranırsın ki nasıl bir eserin var?
Bomboş kemerin var.
Vahşi’den Tercüme Yollu İkinci Cihan Harbi İçin: Taksimname, Çeviren: M. Cansız
Babandan kalma kötü her ne ki var hepsi bana
Kardeşim bak şu güzeller, iyiler hepsi sana
Şu temel, dam arası ev bana kalsın ne derim


Seni benden daha çok, çünkü severdi pederim,
İşte damdan yukarı hepsi senin ülkelere dek
Kardeşin servetine yan bakılır mı ne demek
Başı serttir sakın ha isteme şu huylu atı
Sana aslan payı, sessiz güzelim, nazlı kedi.
Biliyorsun ki geçen yıl dolu bal bir kavanoz
Var idi, al, senin olsun dikemem ben ona göz
Boş kalan tozlar içinde şu gümüş ibriği sen
Ki ayırdın bana red eyleyemem doğrusu ben
Kardeşim, böyle ne aldınsa sana hepsi helâl
Ata karşı kedi almakta eğer varsa vebal.[171]
Kokluyorken çiçeği şebnemi iç
İçli düşkünlerinin gözyaşıdır.
Gözü yaş dökmeyenin sevgisi hiç
Sevenin çünkü elem yoldaşıdır.
(Sevdiğin, kokladığın nazlı çiçek
Pek esirge çiçek incinmeye)
Söylemiş bir yüce şair bu sözü
Gunçeler topla, biriktir, sakla
Gülleri eyle demet, doldur etek,
Gün gelir ki öreceksin Leylâ
Ölü mecnunlarına sen de çelenk [172]
Figânî, her haliyle Nef’î’yi andıran bir şairdir. Figânı yalnız NefTden eda ifade, eser itibari ile ayrılır. Çünkü Figânî’nin edebi devri Bakî devrine rastlar. Figânî eserlerini vermeden öldürülmüştü. Nef’î ise lisanının biraz daha tekemmülünde şiirlerini yazıyordu. Di­vanını bitirmiş bir halde idam edilmişti. İşte Nefî ile Figânî arasında­ki ayrılış noktaları..
Figânî, Nef”i gibi hicve düşkündü. Figânî ömrü müsait olsa Nefî hem Türkçe divanını hem Farsça bir divan bize bırakabilmişti. Fa­kat o eser verecek çağda öldürülmüştü. Figânî’nin NefT yi tamami ile andıran tarafı meddahı olduğu İbrahim Paşanın heccavi olması­dır. Nef’î de Bayram Paşa’yı methederek göklere çıkardı. Hicvede­rek de esfel-i safiline indirmiş, kendisi de odunlukta boğdurularak kaybedilmiştir.
Figânî (İbrahim oldu adın eya kâni madelet.. Bu fakr ateşini ey­le bana gülistan) diye methettiği İbrahim Paşa’yı işte tercüme-i ha­linde yazılan şiirle hicvetmişti.
İbrahim Paşa hakkında yazdığı kaside hicri/ 370 tarihinde tabe­dilmiş, Fuzûlî divanının kasideleri arasına dercedilerek Fuzuli’ye maledilmiştir. Halbuki, kaside bütün edası ile Osmanlı ve Anadolu şairlerinin olduğunu göstermektedir.
Çünkü bu kaside ifadesi itibari ile Figânî gibi bir Osmanlı şairinin malı olmsını gösterdiği gibi nazımı itibari ile de bir İstanbul malı ol­duğunu ispat eder. Kasidenin sonunda şöyle bir gazel söylüyor, hâl­buki Fuzûlî hiçbir kasidesinde gazel söylememiştir. Bu usul Baki’den sonra Osmanlı şairlerinde kendini gösterir. Gazel şöyledir:
Ağzın hadisine açamaz zerrece dehan
Esrar-ı taba vakıf olan tab-i hurdeden
Ey servi hoşhiram sakın yoluna gelir.
Her süye su gibi gel akıtma yaşım revan
Gözden çıkalı gelmedi hiç aynıma yaşım
Merdum kim eyliye kendu yerinde kan
Cam-i safayi sun dolu ey piri deyr kim
Bir lahze devrin acılığın unutam haman
Meddah olalı sana ey muteber cenap Oldu
Figan’i arşeyi dehr içre pehlivan.
Bu gazelden sonra dercettiği şu (rumun kemâlidir der idi bana husrava... Görse kemâli kudretimi ehli İsfahan) beytini de bu kasi­denin Fuzûlî’ye maledilmesinin fuzuli olduğunu gösterir. Çünkü Fuzûlî kendisinin Rümun şairi diye yad ettirmemiş, hata Leyla ve Mec­nun adlı eserinde rûm şairlerinden Şeyhi’yi ve Çağatay şairi (Nevâî’yi) anmış, şeyhiyi Rûma (Nevâî’yi) de Çağatay’a maletmiştir. Ken­disini de şairler, tezkereciler Fuzûlî’yi Bağdadi diye yazmışlardır. Za­ten Fuzülî divanının evvelinde ben Osmanlı lehçesi kullanmadım. Çünkü ariyet lisan kullanmaktan bana ar gelmiştir) demiş. Demek Fuzülî kendisini Rum şairlerinden saymamış, fakat OsmanlIların ru­hi gibi Bağdatlı şairi olmuştur.”[173]
Zaman zaman kendini her devir ve şartlara adapte etmek için türlü riyayı mubah görmüş ve boyun bükmeyi ruhuna uygun bulmuş tipleri şu mısralarla canlandırmıştır:
Boyun bükmekte kim ki kudreti ruhunda bol bulmuş,
Muhakkak yükselir, yükselmeye kestirme yol bulmuş.
Desen ki dalkavukluk bu, hem der inceliktir bu,
Yapıştırmıştır riyaya hürmeti bir bandrol bulmuş,
Bu tiplerde samimiyet diye bir şey araştırma,
Bu ruhlar mideyi, insanlığa bir kontrol bulmuş,
Görürsün Türkçülük taslar, inanma gösteriştir hep.
Fakat sağdan geri dönmüşse hoş gör, çünkü sol bulmuş.
Bu tipler pek tabansızdır, yiğitlik gösterirlerse,
İnan ki duymamışsın, kendine yardımcı kol bulmuş.
Bulursa boş beyinler, dinleyenler anlatır durmaz.
Yumurtlamış bu hikmetler nedir? Hiç sorma fol bulmuş.[174]
Mustafa Cansız 1927 yılında Doktor Cudi Bey’e takdim ettiği ha­tıra fotoğrafının arkasına şu mısraları düşürmüştür:
Beni bir cehre züğürttü tanıyorken ihvan,
Ne için istedi tasvirimi Nevzat bilemem.
Kaçarım bakmadan aynaya sorma her an,
Ağlarım şeklimi gördükçe, emin ol gülemem.
Bizi bir hikmete müpteni hallâku ezel,
Şu acayip şekil ile halk etti demek layik olur,
Bir de şuna bak, şu kaziyen ne kadar sadık olur.
Çirkin olmazsa cihanda bulunur zıddı güzel,
Arkadaş, kanma sakın bizce teselliyettir bu.
Aslı yok mantığımın şevki tecellidir bu.323
Şiirlerinde içerik bakımından genellikle toplum içerisinde gördü­ğü aksaklılar, yoksulluk ve çarpıklıkları hicvetmiştir. Aşağıdaki şiir­lerde bir tarafta sefalet ve yoksulluk içinde yaşayan insanlar, diğer tarafta ise çalıp çırpan, zevk-u sefa içinde yaşayan insanlar anlatıl­maktadır.
Deste deste banknotlar ceplerimden serpilir,
Bahtım üstün, şüphe yok hey’et bilir, fertler bilir.
Bir oyun olsun, bezik olsun, poker olsun yeter,
Servetim gitsin bu yolda, yoksula vermek heder.
Lütfü layık görmedim ben, ağlayan düşkünlere,
Varlığım olsun feda ah, göz süzen pişkinlere.
Dökme yoksul kanlı yaş, yollarda çıktığım gezmeğe,
İstemem uygun değil, gitmez kızıl renk çizmeye.
Yurttaki deprem hayatta, başka olmaz niyetim,
Duymadım hiçbir inilti varsa boşluk dinlesin,
Dileriz bir mandolin, tanbur, keman, ud dinlesin.
Yusuf Ziya Cansız’ın bir şiiri ile ilgili hatırası şöyledir:
Yazdıği mizahi yazılar nedeniyle İstiklâl Mahkemesi’nde yargı­lanmıştır, Özellikle yeme-içme, fakirlerin perişanlığını içeren bir şiiri vardı. Bu şiirden dolayı yargılandı ama sonunda beraat etti. Bunu bize şunun için söylemişti. Biz o zamanlar sol görüşleri savunuyor­duk. Vatan Partisinin kurucusu Ahmet Cansız ile birlikte eşitlik, ada­let gibi kavramları dile getiriyorduk. Bana Deniz Gezmiş derdi. Bize şunları söyledi: “Dünyada bu söylemleri, eşitsizliği, adaletsizliği ilk defa siz mi dile getiriyorsunuz sanıyorsunuz? Siz mi değiştireceksi­niz bunları? Ben de yazdım, mahkemelere düştüm. Ama netice ko­lay değişmiyor. Dünya öyle kolay değişmiyor. Bu bir süreçtir.” Bu sosyolojik süreci bize anlatmak istiyordu. Biz genç olduğumuz için her şey düzelsin istiyorduk. “Stalin bir kasaptır ama Lenin’in mütefekkirliğine söylenecek söz yoktur” ifadesini bana aktarmıştır. “Batı düşünürleri evrendeki adalet ve eşitsizlikten dolayı Allah’a bile kafa tutmuşlar, ama bu kafa tutuşları adaletsizlikleri ortadan kaldırmış değildir. Siz mi bu hususları ilk defa dile getiriyor ve bayrak açıyor sanıyorsunuz?” derdi.
Bilindiği üzere yirminci yüzyılda bütün dünya bir anlamda eşitliği gerçekleştirmenin hayali ile yaşadı. Ancak bunun faturası çok ağır oldu. Nihayetinde Sovyetlerin çökmesi ile bu kâbus bir anlamda so­na erdi. Artık esas eşitliğin bireyin yeteneklerinin ve özgürlüklerin öne çıkarılmasıyla refah ve mutluluğun gerçekleşebileceğinin anla­şıldığını söylememiz mümkündür. İşte Cansız, özlü bir şekilde yir­minci yüz yıl içerisinde gerçekleştirilmeye çalışılan bu hayale işaret etmenin yanında haksızlıkların karşısında durmayı da düşüncele­riyle ortaya koymaya çalışmıştır.
Dünya yapılırmış, yıkılırmış nemelâzım?
 Vicdanlar olurmuş, sıkılırmış neme lâzım?
Suçlu yakayı kurtarıyor, kurtarıversin,
 Zindana da suçsuz tıkılırmış neme lâzım?
Bir iş bulabilsem, çalabilsem de düşünmem,
Sonra kara yüzle çıkılırmış neme lâzım?
Dağlar gibi servet yığarım, mümkün olunsa,
Servet çok olursa bıkılırmış neme lâzım?
Ben zevkimi bozmam, yaşarım aldırış etmem,
 Evler yıkılırmış, yakılırmış neme lâzım?324


İsa’nın resmi önünde intihar eden kır saçlı bir Yunanlı ağzından:
Kara günlerdir ağartan başımın saçlarını,
Öleyim, görmeyeyim yurdun ölü açlarını;
“Eleni” nazlı kızım kaymağa el sunmaz iken
Gözyaşı dolduruyor evdeki bakraçlarını;
Sana candan inanırlar bu Elen yavruları.
Görüyorsun! “Çarmıh” sümbülüdür haçlarını
 Sana tapmış, sana kanmış ki tamam yirmi asır
 Kaldırıp attı “Olimp”in32s sana muhtaçlarını
Sıkayım beynime kurşun ki faşist “Siklop”nin326
Görmeyim şaklayacak enseme kırbaçlarını.
7.4.1942 M. Cansız (İmza)
Beklentilerimizi, umduklarımızı, bulduklarımızı ve sonunda da nasıl hayal kırıklığına uğradığını “Gördükçe” şiirinde şu mısralarla dile getirmiştir:
Şaşırmıştım oduncularda sert edvarı gördükçe,
Bu gün dondum şu dağlarda yığılmış karı gördükçe
Soğuktan titreyenler çok, nasıl titrerdi bir köylü,
Yanında bir tahsildar, bir muhtarı gördükçe.
Sıcak kâşânelerde radyolarla kişneyenler var,
Katır kişner gibi arpa dolu ambarı gördükçe.
Çalıp çırpmak için öyle koşanlar görmüşüz, sanki
 Koşar ormanda bir tazı, kaçan sansarı gördükçe.
Ne beklermiş, demokratlık sözünden sözde insanlık?
Zaferden sonra hep yağmacılık âsârı gördükçe.
Nasıl iğrenmiyor insanlığından hiç de insanlar?
Şu insanım diyen, insafı yok hunharı gördükçe.

İslâmî edebiyatta bir nazım şekli olan rubaî, dört mısradan ibaret­tir. Rubâi nazım şeklinin bulunuşundan sonra hemen her şair rubâi yazmaya başlamış, böylece rubâi de gazel ve kaside gibi klasik İslâm edebiyatının bir nazım şekli olmuştur. Mevlânâ, Rubailerini Mesnevîde olduğu gibi eline kalem alarak yazmamıştır. Çeşitli yerlerde, çeşit­li olaylar karşısında, çeşitli duyguların etkisi altında doğrudan söyle­miş ve yanında bulunan hayranları onları yazmışlardır.[175]
Talât Sait Hamlan, Mevlânâ Celaleddin Rumî’den Seçme Rubai­ler Candan Cana adlı eserinde 131 rubaiyi aruzla Türkçeye çevirmiş ve İş Bankası yayınlarından 1999 yılında yayımlanmıştır. Halman, amacının, şiirlerin orjinallerine elden geldiğince sadık kalmaya çalıştığını belirtmekle birlikte rubai çevirirsinin çetin ve nankör olan bir sa­natın en zor çabalarından biri olduğunu dile getirmektedir[176] Bu konuda Şefik Can şu ifadelere yer vermektedir:
“Mevlânâ gibi büyük bir mutasavvıfın, bir mütefekkirin, hassas, heyecanlı ve coşkun bir şairin dört mısralık küçük bir nazım şekli olan “Rubai” içine, hislerini fikirlerini sığdırması, insanı hayretlere düşürür. Gerçekten de bu hal, büyük bir denizin, küçük bir havuza sığdırılmasına benzer. Bu durum her şairin başarabileceği bir şey değildir. Bundan dolayı bütün dikkatimizi toplayarak onun rubaileri üzerine eğilir ve Mevlânâ’nın dilinden anlarsak o zaman bir anlam ifade eder. Rubai derin manalı bir şiir olduğu için, onu anlamaya ça­lışmak, onun derinliklerine inmek gerekir. O zaman görülecektir ki tek bir rubaiden bir kitap yazılabilir, Bu rubailerin her biri, adeta bir mesnevi özü olarak bizi büyüler.
Şu hususu da belirtmek gerekir ki güzel bir şiir, bir dilden başka bir dile çevrilirken mutlaka aslındaki güzellikten bir şeyler kaybeder. Güzel bir şiir, çok kıymetli bir esansa benzer. Bir şişeden başka bir şişeye aktarılırken ruhu uçar. Bir şiir ne kadar güzel tercüme edilir­se edilsin, aslındaki bedii güzelliğe ulaşamaz. Hele Mevlânâ’nın şi­irleri hakkıyla tercüme edilemez. Çünkü Mevlânâ’nın gönül ateşi ile söylediği şiirlerinde yalnız kendi duyguları ve düşünceleri değil, ken­disi vardır, kendi aşkı vardır. Gerçekten de bir rubainin içine girebi­lirseniz, orada Mevlânâ’nın aşkını, heyecanını, sıcak duygularını hissedersiniz. Mevlânâ, duyguları ile sizi bir başka âleme götürür. O adeta, söylediği kelimelerin içine gizlenmiştir. Başka şairlerin, akılla­rını yorarak, kafiye ve vezin endişesiyle kendilerini zorlayarak yaz­dıkları rubaileri, Mevlânâ, aşkla, imanla gönlünde hissetmiş, onları rahatça konuşur gibi vezinli ve kafiyeli olarak söyleyivermiştir. Bu sebeple Mevlânâ’nın Rubailerini, başka şairlerin rubaileri gibi oku­mamak lazımdır.
Bu rubailer, bir velinin imanlı gönlünden yükselen feryatlardır, ni­yazlardır. Bu hakikati çok iyi anlayan PakistanlI büyük şair ve düşü­nür Muhammed ikbal, “Celaleddin-i Rumî’nin şiirlerini gönül kâbesine as” demektedir’.[177]
“Mevlânâ’dan manzum rubai çevirileri yapanlar arasında Hüse­yin Rıfat, M.Nuri Gençosman, Mehmet Önder, M. C. Duru, M. Sami Akalın var. Bu çevirilerin kimisi rubai vezinleriyle, çoğu ya başka aruz kalıplarıyla ya da hece vezniyledir. Mehmet Önder ile Ümit Ya­şar Oğuzcan’ın birlikte yaptıkları, en güzelleri arasındadır, Fevzi Halıcı’nın heceyle ve çeşitli aruz kalıplarıyla yaptığı 111 çeviri de. Hamza Tanyaş’ın 220 rubai çevirisinden bazıları çok hoş, ama kimisi imale ve zihaflar yüzünden yanlış ve bozuk”.[178]
Görüldüğü üzere Mevlânâ’nın Rubaileri üzerine pek çok çalış­malar yapılmıştır. Mustafa Cansız’ın, Mevlânâ’nın Rubailerinden seçme ve manzum olarak yaptığı 107 rübai çevirisi çalışmasından kimsenin haberi olmamıştır. Vaizliğe atanacağı sırada dönemin Di­yanet İşleri Reisi Ahmet Hamdi Akseki’ye göndermiş olduğu “Mev­lânâ’dan Rubailer Asıl ve Tercüme” adlı eserden, Cansız Hoca’nın bu çalışmayı 1940’lı yıllarda yaptığı anlaşılmaktadır. Yapılan çeviri­lerin ne kadar başarılı olduğunu konusundaki değerlendirmeyi işin uzmanlarına bırakıyoruz. Aşağıya bir kaç rubaiyi alıyoruz. Cansız’ın yaptığı çevirilerin bazılarının düz ve manzum çeviri karşılıklarını yu­karıda belirtilen kaynaklardan vermeye çalıştım. Karşılaştırma yap­ma açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Cansız’ın bu eserinin mutlaka ayrı bir kitap halinde bastırılmasının gerektiğini belirtmek isterim.[179]
Beni yâd bellemeyin ben de sizin ilden iken İlinizde ararım öz evimi, öz köyümü Özde düşman değilim, yüzde size düşman isem Sözlerim Hintçe ise Türk biliniz siz soyumu [180]
Yokluk ilinizden –yurdumuzdu-aşk ile girdik yola Yolda aydındı gece vuslat şarabından bize Biz yasaksız içkiden içtik ki yokluk tanyeri Açtığında hiç dudaklarda kuru çarpmaz göze [181] Başımı koyduğum her yerde yüzüm hep onadır;
Dört köşe, altı bucakta taparım yalnız ona;
Bağçe, gül, bülbül ile sevgili, gök hepsi de boş
Kovalarken yolları ben saparım yalnız ona.[182]
İşte gönlümde ne var, içle dış hepsi odur;
Gövdemin kanıdır o, canıdır o, hem damarı
Burada dinsizlik, iman sığmak için yer neresi
Varlığın hepsi odur varlığımın var mı yeri?
Medrese batsın yere çöksün minare doğrusu;
Başka çare yok kalenderlik ancak bulur düzen
Saymalı imanla küfrü, küfr ile imanı bir,
Böyle bilmektir gerek, gerçek Müslüman’ım diyene.
Söyle Tanrı aşkına ey parlak inci sevdiğim!
Şenle her yolunda ayrı mı bulunmak elverir?
Bak senin bahtın gibi hiç uyku kestirmez gözüm;
Sen benim bahtım gibi hiç de uyanmazsın nedir? [183]
Seni sevmekle, sana hep sokulup durmadayız
Ayağın bastığı toprak başımızdır güzelim!
Nasıl uygun düşecek? Sevgi yolunda bu gidiş?
Alemi sen de görüp de seni biz görmeyelim!..[184]
Olmuşum bir deli ben, uyku bana yanlış olur.
Ne biliyor bir deli nerde bulunur uykuya yol?
Uyumaz Tanrı, uzaktır özüne uyku onun,
Kim ki Tanrı delisi, uykusu Tanrı ile bol.[185] Ne benim ben, ne de sen! Sen! Ne de bensin diyelim Ben evet ben, sen evet sen dahi bensin nitekim Olmuşum şenle hatenli güzelim öyle ki ben Sen mi, ben mi bilemem hangimiz olmuş öteki.[186] (Belge: 20/abc)
6. Mizahî Yönü
Mizah, gerçeğin kimi görünümlerini gülünç, alışılmamış özellik­lerini vurgulayan düşünme biçimidir. Bir diğer ifadeyle bir gerçeği nükte, şaka ve takılmalarla süsleyip anlatan söz ya da yazı çeşidi­ne denir[187].
İlmî sahada son derece ciddî bir kişiliği olan Cansız Hoca’nın, özellikle dini konularla ilgili olarak sorulan sorulara verdiği cevaplar insanı güldürdüğü gibi aynı zamanda düşündürücü niteliktedir. Dinî, edebî ve felsefi konulara çok önem vermesine rağmen yeri gelince bakış açısını mizaha kaydırırdı. Hazır cevap bir yaratılışta olduğu için hak eden kişiye kim olursa olsun hiç çekinmeden cevap verirdi. Ayrıca acımasız ve üslubu çok ağırdır. Verdiği cevaptan karşı tara­fın rahatsızlık duyacağına hiç önem vermezdi. Yani soruyu soran ki­şiyi hiç beklemediği cevapla karşı karşıya bırakırdı. Herhalde ağa sülalesinden olmanın bu tutumunda etkisi olduğu söylenebilir. Çoğu zaman da cevapları küfürlü olurdu.
‘Cansız Hoca bir anlamda espri demektir. İbret verici muhteşem esprileri vardır. Bir defa Türkiye’yi karış karış bilir. Doğudan batıya, kuzeyden güneye her yerin mahalli şivesini bilirdi. Sohbetine gelen insanların memleketlerini, doğup büyüdükleri yerleri öğrendi mi, mutlaka orayla ilgili yeni bir fıkra anlatırdı. Çoğu zaman bu fıkra ve espriler müstehcenliğe kadar varırdı.’[188]
Yaşadığı dönem içerisinde toplumdaki dini yapıyı çok iyi biliyor ve bunun sağlıklı olmadığına inanıyordu. İnsanlara din diye öğreti­len ve yaşatılan pek çok hususun dinle alakası olmadığını bildiği için bundan ıstırap duyuyordu. Dinî sorulara verdiği cevaplar bilinen üslupla verilmiş olsaydı bunların günümüze gelmesi mümkün olma­yacaktı. Ayrıca diğer hocaların din adına verdiği fetvaların dine uy­gun olmadığını bir anlamda ortaya koymuş oluyordu. Zaten proble­mi olan insanlar diğer hocalara sormadan onun yanına gelmezler­di. Tespit edebildiğimiz nüktelerini aşağıya alıyoruz:
Kadının biri hayatında fahişeliği meslek olarak seçmiş ve haya­tını bu şekilde geçirmiş. Öldüğü zaman cenazesinin kılınması için camiye getirilip musalla taşına konulmuş. Cami imamı, kadının bu özelliğinden dolayı cenaze namazını kıldırmak istemez. Bunun üze­rine mesele büyür ve Trabzon Müftülüğüne intikal eder. Bu durum­dan müftü telaşlanır. Cansız Hoca’ya haber verilir. Durum kendileri­ne anlatıldıktan sonra, “Öyle şey olur mu? Musalla taşma getirilen her ölünün cenazesi kılınır” diye cevap verir. Olay mahalline vardı­ğında cenaze namazını kıldırmayan hocaya:
-Bu kadının cenaze namazını niçin kıldırmıyorsun?
-Hocam bu kadın hayatında hep fuhuş yapmış. Böyle birisinin cenaze namazı kılınmaz.
Bunun üzerine Cansız Hoca şu cevabı verir:
-Ulan! üstte yatan pe.evenklerin cenaze namazlarını kılıyorsu­nuz da altta yatanlarınkini niçin kılmıyorsunuz?
Bu sözün üzerine hoca cenaze namazını kıldırmak zorunda ka-
lır.344
2.   HÜLLE YAPMAK
Bizim toplumumuz ataerkil bir yapıya sahiptir. Kadının söz hak­kı pek yoktur. Bu durum kâğıt üzerinde kaldırılsa bile fiiliyatta devam edeceğe benziyor. Kültürümüzde şart yapma geleneği vardır. Adam, bir işten dolayı yemin yapacağı zaman, üçten dokuza şart ol­sun dedi mi kadın bir anda boş oluyordu. Bu konuda fıkhı pek çok hükümler vardır. Bu cehaletten dolayı pek çok aileler dağıtılmış ve mağdur edilmiştir. Gelelim esas meselemize:
Adamın biri bir işten dolayı üçten dokuza şart yapmış. İş olunca da hanımının kendisinden boş olduğu söylenmiş. Bunun üzerine pişman olmuş. Maksadı hanımını bırakmak değilmiş. Hocalara sor­muş. Aldığı cevaplarda, hanımının kendisinden boş olduğunu, onunla tekrar evlenebilmesi için geçici bir süreyle hanımının bir baş­kasıyla evlenip boşandıktan sonra, yani hülle (zevc-i aher) yapıldık­tan sonra ancak evlenebileceğini belirtmişler. Adam çaresizlik içeri­sinde kıvranırken arkadaşları ona:
-“Senin derdine ancak o çare bulur" diyerek Cansız Hocaya gön­dermişler.
Adam hocanın karşısına çıkınca:
-Hocam başımızdan böyle bir olay geçti ne yapmam lazım? Cansız Hoca kendisine sorar:
-Şartı sen mi ettin yoksa hanımın mı?
-Ben yaptım.
Bunun üzerine Cansız Hoca şu cevabı verir:
-O zaman hanımın değil, sen hülle olacaksın.[189]
3.   İYİ ADAM-KÖTÜ ADAM
Yukarıda aktardığımız türden olaylar olduğu zaman Müftü gelen kişileri Cansız Hocaya gönderirmiş. Adamın biri hanımını bırakmış, ama daha sonra pişman olmuş. Meseleyi müftüye anlatarak çözüm istemiş. Tabi bu zor bir hadise olduğu için müftü adamı Cansız Hoca’ya havale eder. O da gider hocayı arar bulur. Olayı anlattıktan sonra kendisini müftünün gönderdiğini söyler. Bunun üzerine Can­sız Hoca:
-   Zaten...müftüsü iyi bir adamı bana göndermez. Nerede anası avradı s..lecek birisi varsa onu bana gönderir.
4.   BU GÜN GİT YARIN GEL
Devlet dairelerinde vatandaşa “bu gün git yarın gel” anlayışı he­men her dönemde geçerli olmuştur. Dernekpazarı 1950 öncesi Of ilçesine bağlı idi. Resmi bir işi olan yirmi kilometrelik yolu gitmesi ge­rekiyordu. Cansız Hoca’nı köylüsü Şahmeran Güveli nüfus cüzdanı alabilmek için iki kez Of’a gitmesine rağmen yukarıda ifade ettiğimiz anlayıştan dolayı başarılı olamamıştır. Durumu Cansız Hocaya ak­tarır. O dönemde İl Genel Meclisi üyesi ve sözü geçer konumda idi. Kâğıt-zarf ister. Zarfa koyduğu kâğıda şunları yazar:
-  Vatandaşın üçüncü defa işini yapmamak b.k yemektir. İmza. Mustafa Cansız
Okuma yazması olmayan Şahmeran Güveli bu mektupla birlik­te Nüfus memurluğuna gider. Mektubu açıp okuyan memur hiçbir şey sormadan işlemi yapar. Böylece Şahmeran Güveli nüfus cüz­danına kavuşur.
Buna benzer bir diğer olay şöyledir: Bir şahıs rüşvet vermediği için “bu gün git yarın gel” diye oyalanıyormuş. Durumu Cansız’a an­latmışlar. Aynı şekilde bir zarf ve kâğıt istemiş. Kâğıdı makasla par­çalar ve zarfa koyar. Niçin böyle yaptığı sorulunca “bu adamın rüş­vet verecek kuruşu yoktur. Cüzdanını verin.”Adam bu şekilde cüz­danını alır.
5.   EDİSON CENNETE GİRECEK Mİ?
Cansız Hoca’nın bulunduğu bir yerde kimlerin cennete gireceği konusu tartışılıyormuş. Mollalardan biri Cansız Hocaya:
-Hocam, Edison bütün dünyayı aydınlatan buluşu gerçekleştirdi ama yine cehenneme gidecek.
-Sen Edison'un cehenneme gideceğini nereden biliyorsun?
-O bizim Peygambere inanmadı. Onun için cennete giremez.
Bunun üzerine Cansız Hoca şu açıklamayı yapma gereğini duyar:
Bakara suresinin 62. ayetinde Allah “Şüphesiz iman edenlerle, Yahudiler, Hristiyanlar ve sabilerden kimler Allah’a ve ahiret gününe inanıp salih ameller işlerlerse onların ecirleri Allah katındadır. Onla­ra korku yoktur ve üzülmeyeceklerdir de.” Bu ayette Allah insanlar­dan Allah’a ve ahiret gününe inanıp hayırlı işler yapmaları şartını getiriyor. Aynı ayet Maide suresinin 69. ayetinde tekrar edilmektedir. Sonra büyük âlimlerin ekseriyeti iman sahibi oldukları bilinen bir hu­sustur. Ayrıca Edison’un son nefesinde nasıl gittiğini ne biliyorsun? gibi izahlarla onu ikna etmeye çalışmış. Ancak adam ikna olmamış ve illa cehenneme gidecek diye ısrar edince, Cansız Hoca sinirlenir ve ona şu cevabı verir:
-Allah, senin gibi beş milyon eş.eği cennete koyacağına bir Edi­son’ü koysun daha kârlıdır.[190]
6.   AYA ÇIKILIR MI?
Amerikalıların ilk aya çıktıkları sıralarda oraya çıkıp çıkılamaya­cağını herkes tartışıyormuş. O zamanda halk genelde bu soruları din hocalarına sorarmış. Hocaların pek çoğunun bilgisi olmadığı halde gelişi güzel cevaplar verirmiş. Ayın nur olduğu, dolayısıyla oraya çıkılamayacağını söyleyenler çok olmuş.
Bir gün Cansız Hoca’ya aya çıkılıp çıkılamayacağını sor­muşlar. O da şu cevabı vermiş:
-Oraya çıkılmazdan önce bana sorsaydınız ben size cevap ver­mezdim. Zira ben fizik âlimi değilim. Ama şimdi gözlerinizle görüyor­sunuz. Oraya çıktılar. Her yer Allah’ındır. Kutsallıktan bahsederse­niz yeryüzü daha kutsaldır. Yaratılmışların en yücesi insandır ve in­san dünyada yaşamaktadır. Buraya nice peygamberler gelmiş geç­miş... Ancak çıkılmaz diyenlere şunu söylemek isterim: Siz ister ina­nın ister inanmayın aya çıktılar. Çıkmakla da kalmadılar oraya sı.mak bile sı.tılar.
Aya çıkma hadisesi her yerde tartışılıyormuş. Cansız Hoca bir gün Of meydan kahvesinde oturuyormuş. Etrafında Of’un eşrafın­dan bazı kişilerle birlikte hocalar ve müftü de varmış. Müftü de aya çıkıldığına inanmayanlardan imiş. Birisi Cansız Hoca’ya:
-Hocam Amerikalılar aya çıkmış diyorlar doğru mu?
-Aya Amstorng diye bir Amerikalı çıktı ve oraya s.çtı.
Orada bulunupta ayın nur olduğuna inananlar esteğfirullah de­meye başladılar. Bunun üzerine Cansız,
-Bunun esi, tiri yok. Orası krater, kül, toprak... oraya çıkan adam s.çacak da iş.yecekte.
7.   ŞEYTAN BUYURDU
Hocalar vaaz verdikleri sırada “Kalellahu” diye ayeti okur­ken Türkçesi “Allah dedi” anlamında olmasına rağmen saygı­ya binaen “Allah buyurdu” denir.
Cansız Hoca’nın bulunduğu bir imtihanda hocanın biri alış­kanlık olacak ki “ve kaleşşeytanu” ayetini tercüme ederken “şeytan buyurdu” demiş. Bunun üzerine Cansız Hoca şöyle der:
-Şeytan buyurdu mu? Bir de celle celalühü ekle oraya e.ek oğlu e. ek. Şeytan b.k yedi. Çık dışarı.
8.   YEDİKLERİN SANA KÂR KALDI
Kadının biri uzun müddet genelevde çalışmış. Bu işten de iyi pa­ra kazanmış. Aradan hayli zaman geçince yaptığı işin doğru bir yol olmadığını düşünerek, fahişelikten vazgeçmiş. Kazandığı paralarla da bir caminin inşaatına büyük maddî katkıda bulunmuş. Ancak Al­lah’ ın kendisini af edip etmeyeceği konusunda içinde bir şüphe uyanmış. Sormuş, soruşturmuş kendisine en iyi fetvayı Cansız Haca’nın verebileceğini öğrenmiş. Bunun üzerine kadın Cansız Hoca’ya gitmiş. Konuyu çekinmeden açmış:
-Hocam, ben hayatımda uzun müddet genelevde çalıştım ve bu işten iyi de para kazandım. Ancak bu yaptığım işin hata olduğunu anladım ve vazgeçtim. Ayrıca kazandığım paralarla da bir cami in­şaatına yardım yaptım. Allah beni affeder mi?
Cansız Hoca soruyu şöyle cevaplandırmış:
-Allah çok bağışlayıcıdır. Sen bir daha bu kötü işi yapmamak üzere tövbe ettiğine göre elbette ki Allah seni bağışlar. Ayrıca ye­diklerin de sana kâr kaldı.
9.   KUR AN SAYFALARI
Bazı insanlar vardır ki olmayacak sorular sorar. Adamın biri Can­sız Hoca’ya şöyle bir soru sormuş:
-Hocam, yeryüzünün her tarafına Kuran sayfaları serilse ve bü­yük abdest ihtiyacın gelse bu ihtiyacı gidermeyi nerede yapacak­sın?
Bu soruya sinirlenen Cansız Hoca şu cevabı vermiş:
-İhtiyacı giderecek yer kalmadığına göre ağzına sı. maktan baş­ka çare kalmadı.
10.   DERLER Kİ CANSIZ SÖVER
Günün birinde Trabzon Genelevi’nin patroniçesi ölür. Cansız Hoca ile başka bir hoca, esnaflardan birinin dükkânında bu kadının cenazesinin kılınıp kılınamayacağını tartışırlar. Cansız “Ben bu ka­dının cenazesini kılarım” der. Diğer hoca “Ben kılmam ve onun ce­nazesi kılınmaz” diye iddiada bulunur. Bu tartışma esnasında Rüş­tü Hoca tesadüfen dükkâna girer. Cansız ayağa kalkar ve onu bu­yur eder.
“Rüştü Hoca iyi ki geldin. Sen aramızda hakem ol” der. Cansız meseleyi olduğu gibi tekrar aktarır ve onun görüşünü sorar. Rüştü Hoca şöyle der:
-Hocam, bu soruyu bana sormanıza gerek bile yok. Elbette ki kı­lınır.
Bu cevap üzerine Cansız Hoca tartıştığı hocayı kastederek şöyle der:
-Derler ki Cansız söver. Ben söverim de böyle a..na koyduğum hocalara söverim.
11.   OKUNAN DUA ÖLÜ RUHUNA GİDER Mİ?
İzmirli bir avukat bir dava için Trabzon’a gelir. Bir sohbet esna­sında okunan duaların ölünün ruhuna gidip gitmeyeceğini tartışırlar. Avukat okunan duaların ölülerin ruhuna gideceğine inanmamakta­dır. Anlatılanlardan da ikna olmadı. “Seni ancak Cansız Hoca ikna edebilir” denilerek, Cansız Hoca’nın oturduğu kahveye giderler. Cansız tavla oynamaktadır. Adam hayret eder ama yine sorusunu sorar: “Hocam okunan dualar ölü ruhuna gönderiliyor. Gerçekten ölünün ruhuna gider mi?” Cansız tavla oyununa devam etmektedir. Başını kaldırmadan cevap verir:
-Elbette gider.
-Peki nasıl gider?
Cansız avukata sorar:
-Senin anan, hanımın, kızın var mı?
Avukat var diye cevap verir.
Bunun üzerine Cansız şöyle der:
-Nerede oturuyorlar?
-İzmir’de.
-Senin ananı, avradını, kızını...
Bu küfür üzerine avukat sinirlenerek, “Ne biçim konuşuyorsun?” diye çıkışır.
Bunun üzerine Cansız Hoca:
-Bak! Sözümüz Trabzon'dan İzmir’e tesirini nasıl gösterdiyse okunan dua da ölülere öyle gider.
Bunun zıttı olup, Cansız Hoca ya atfedilen nükte ise şöyledir:
Adamın biri Cansız Hoca’ya şöyle bir soru sorar:
-Anne ve babamın mezarına gitmeden ruhlarına göndermek üzere evden Kur’an okuyup yollasam yerine ulaşır mı?
Sıkıntılı anında sorulan soruya Cansız soruyla şu karşılığı verir:
-Ben senin anne ve babana buradan sövsem gider mi?
Bu soruya sinirlenen adam “gitmez” diye cevap verir.
Bunun üzerine Cansız şöyle der:
-Mademki benim sövmem gitmiyor, senin okuduğun da gitmez..
12.   KAYBOLAN AT
Adamın biri çok sevdiği atını kaybeder. Çok üzülür. Aramaya ko­yulur. Uzun süre arar ama bulamaz. Daha sonra şöyle der: “Eğer bu atı bulursam yemin olsun, şart olsun bir daha onun üzerinden inme­yeceğim.” Aradan zaman geçer. Atını bulur. Yaptığı yemin üzerine atına biner ve dolaşmaya başlar. Ama bu bitmeyecek bir dolaşma­dır. Eğer attan inerse şart etmiş olacağını hatırlar. Çözüm bulmak için Cansız Hocaya gelirler ve durumu anlatırlar.
Hoca meseleye şu yorumu getirir:
-Geceleyin atıyla bir ağaca yaklaşsın ve attan ağaca geçerek yere insin ve bir daha da böyle b.k yemesin.
13.   KO MÜFTÜNÜN...
Yine problemli biri önce müftüye gider. Müftüden aldığı cevabı beğenmeyince adam bir de Cansız Hoca’ya sorayım der ve yanına gider. Meseleyi anlatır. Hoca’nın verdiği cevap herhalde müftününkinden daha ağır olacak ki, adam şöyle der:
-Bu konuda ...müftüsü şöyle dedi.
Cansız:
-Ko müftünün....
Adam kendi lehine bir fetva istediği için tekrar müftü şu şekilde dedi.
Hoca yukarıdaki sözü tekrar eder. Adam ısrar edince Cansız:
-O zaman müftü koysun s..inkine.
Adam küplere biner. Bunun üzerine Cansız şöyle der:
-Hiç birini kabul etmiyorsun. O zaman ikinizinkine ben ...
Tabi işler karışır.
14.   MANDA TEKERLEĞİ
Demokrat Partisi kurulduğu zaman Cansız Hocaya, Halk Partisi ile Demokrat Parti arasında ne fark var diye bir soru yöneltmişler. O da şu cevabı vermiş:
-Hayvan b.kunun üzerinden manda arabasının tekeri geçti. Ya­rısı bir tarafa, öbür yarısı da öbür tarafa kaldı. Aradaki fark budur.
15.   ALLAH TÜRK MÜ?
1960 İhtilalinden sonra Milli Birlik Komitesi üyelerinden bazıla­rı Trabzon’a gelmiş. Cansız Hoca’yı, İmam-ı Azam’ın Türk olup ol­madığını sormak için çağırmışlar. Hoca gitmeden önce şöyle de­miş:
-İmam-ı Azam işi kolay da Allah’ın Türk olup olmadığını sorar­larsa ne cevap vereceğim.
16.   ESMA ÇEKMEK
Bazı hocalar esma çekme işi yaparlarmış. Beddua. Yani bunu yaparak birilerine zarar vermek isterler. Bu durumu valiye şikâyet et­mişler. O da Cansız Hoca’yı çağırmış ve “esma çekmek ne demek­tir diye sormuş.
Cansız Hoca gülerek şu cevabı verdi:
-Bazıları gece namaz kılar, tespih çekerek istedikleri kişinin za­rar görmesi için Allah’a dua eder. Bu esma çekmek, zahmet çe­kerler demektir. Yani boş işlerle uğraşıyorlar demektir.
Akçaabatlı fakir birinin babası vefat etmiş. Köyün imamı adama “bir ineğin olsa bile satıp babanın ıskatını yapacaksın” demiş. Tabi adamın imkanı olmadığı için yapamamış. Ancak olayı dinin emriy­miş gibi telakki ettiği için içi de rahat etmemiş. Trabzon’a gittiği bir gün meseleyi Cansız Mustafa Efendi’ye sormak istemiş. Cansız Hoca’nın İstanbul Oteli’nde olduğunu öğrenir ve oraya gider. Hoca arkadaşıyla tavla oynamaktadır. Adam hocanın yanına varır:
-Hocam size bir soru sormak istiyorum.
-Buyur, sor.
-Babam vefat etti. Maddi durumum hiç iyi değil. Ancak köy ima­mımız sadece bir ineğin olsa bile babanın ıskatını yapmak zorunda olduğumuzu, bunun dinin emri olduğunu söylüyor. Benim de imka­nım yok. Ne yapmam lazım?
-Git onu söyleyen hocaya deki, yalan deyenin anasını s.keyim mi?
-Tövbe estağfirullahl Ben bu dediğiniz sözü ona diyemem.
-Ne oldu, beğenmedin mi? O zaman git o senin ananı s.ksin der ve zarları atar.
1970’li yıllarda Cumhuriyet Halk Partisinde Ecevit rüzgârı es­mektedir. O zamanlar karaoğlan diye meşhur olmuştu. En önemli sloganlarından biri, düzeni değiştireceğini söylemesiydi. Bu slogan çok sık kullanılır hale gelmişti.
Adamın biri günün birinde Cansız Hoca’ya sorar:
-Hocam, Karaoğlan diye biri çıktı düzeni değiştireceğini söylü­yor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
-Hiç kimse düzülmeye talip değil, hep düzenin değişmesini isti­yorlar.
Cansız Hoca para karşılığı Kur’an okutulmasını istismar olarak görüyordu.
Tonyalı mütedeyyin biri geçmişlerin ruhuna hatim indirilmesi için
bir hafıza para vermiş, Ancak parayı yiyen hafız hatmi okumamış. Bunu duyan adam çok üzülmüş. Ve Cansız Hocaya şikayet etmiş.
-Hoca efendi, falanca hafız Kur’an hatim ederim diye benden para aldı sonra da okumadı. Ne yapayım?
-Ver onu mahkemeye s.ksinler anasını.
-Hocam ben onu yapamam.
-Öyle ise git o senin ananı s.ksin.
Ellili yıllarda Cansız Hoca Ural Palas’ta Haşan Saka ile tavla oynuyorlarmış. Masalarına yakın yerde İstanbul’dan gelen biri oturuyormuş. Trabzon’un yemeklerini hiç beğenmemiş. Sürekli yemekle­rin kalitesizliğini anlatıyormuş. Bu söz tavla oynarken Cansız’ın ku­lağına gelmiş. Bir iki derken canı sıkılmış ve kalkmış adamın yanı­na gitmiş.
-Sen nereden geldin?
-İstanbul’dan
-Trabzon’un lokantalarını, yemeklerini beğenmemişin.
-Evet beğenmedim.
-Bak! İstanbul’da en meşhur yer Konyalının lokantasıdır. Orada yemek yemek b.k yemekten biraz daha iyidir. Sen kalkmış buranın yemeklerini beğenmiyorsun[191]
Malum olduğu üzere hocaların çok yemek yediğinden şikâyet edilir.
Cansız Hoca’nın içinde bulunduğu bir yemekte vali ve üst düzey bürokratlar varmış. İçlerinden biri şu fıkrayı anlatmış:
Hoca ile manda bostana düşmüş. Görenler “hangisini çıkaralım demişler.” Kimileri “mandayı çıkarın o çok yer” demiş. Daha sonra “yok hoca daha fazla yer” diye hocayı çıkarmışlar...
Anlatılan bu fıkra üzerine Cansız Hoca masadan kalkmış ve bir ke­nara oturarak sigarasını yakmış. Masadakilerden biri Cansız Hocaya;
-Hocam niçin erken kalktınız?
Cansız şu cevabı vermiş:
-Hoca çıktı ma. dalar yesin.™
21.   RUM KIZLARI
İmroz ve Bozcaada’da ki bizim din hocalarıyla orada olan pa­pazlar arasında dini münazaralar olurmuş ve bizim hocalar cevap veremez durumdaymış. Devlet Cansız Hoca’yı, olayı soruşturmak için göndermiş. İncelemesini yapmış ve bir rapor düzenleyerek dö­nemin Diyanet İşlerinden sorumlu Devlet Bakanı’na vermiş. Daha sonra bakan, biraz da resmiyet dışı konuşalım demiş. Bunun üzeri­ne Cansız:
-Böyle güzel adada içki âlemi ve güzel Rum kızları varken bizim Müslümanların Hristiyan olmamaları çok zordur.
22.   NE OKUYOR SUNUZ?
Cansız Hoca bir gün Of’ta eski medrese usulü ders okunan bir yere gider. Hocaya, talebelere neyi okuttuğunu sorar. Hoca:
-Dürretü’n-Nasihin adlı kitabı okuyoruz.
Bunun üzerine Cansız şöyle der:
-İçindeki ayetleri çıkar, gerisini sok münasip yerine.
23.   TEZEKLİ NARGİLE
Cansız Hoca Erzurum’da müftü ve vaizler kursu müdürlüğü yap­mış. İlin müftüsü bir akşam Cansız’ı ve kursiyerleri evine davet et­miş. Hoca nargile içtiği için ona göre hazırlık yapmış. Malum oldu­ğu üzere Erzurum’da tezek yakılır. Hoca tütünü yerleştirmiş. Ama tutuşması için köz istemiş. Maalesef köz yokmuş. Hoca:
-Bir şey olmaz tezeğin kenarından tut ve koy.
Körükleyince tezek kokusu yayılmaya başlamış. Bunun üzerine orada bulunan müftü ve vaizler gülmeye başlamış. Hoca şöyle demiş:
-Eğer Allah'a değil de nefsine kul olursan hocaların yanında böy­le b.k (kemre) koklattırır sana.[192]
Günün birinde Of’un meydan kahvesinde Hoca nargile içiyormuş. Yanında sigara içen bir molla oturuyormuş. Molla:
-Hocam, sigara mı yoksa nargile içmek mi daha günahtır?
Bunun üzerine hoca şu cevabı vermiş.
-Biri sulu diğeri sıh(katı) b.k. Fark etmez.
Cansız Hoca’nın namaz kılmadığı dilden dile dolaşıyormuş. Bir gün Annesi:
-Oğlum! o kadar okudun. Şimdi namaz kılmıyorsun. Bu kadar okuduğuna göre bunun bir kolayı varsa bize de söyle. Biz de bu zahmetten kurtulalım.
-Elbette vardır.
-Nedir?
-Cehenneme dayanabilmek.
Bir gün yine annesinin kendisine niçin namaz kılmadığını sor­muş. Cansız şu cevabı vermiş:
-Ey gidi Anne! ‘Ereeytellezî” suresinin  manasını bilsen hiç kıl­mazdın.
Bazı eğitimli kişilerin İslâm dininin bizi geri bıraktığı, bundan do­layı toplum olarak din değiştirip hıristiyan olmamız gerektiğini nadir de olsa ileri sürenler olmuştur.
İki öğretmen arkadaştan biri bu fikirde olup Hıristiyanlığa geçme­yi düşünüyormuş. Belki bu görüşünden vaz geçer diye arkadaşı onu İstanbul Oteli’nde tavla oynayan Cansız Hoca’ya götürmüş. Meseleyi Hoca’ya anlatmışlar. Bunun üzerine Cansız, Hıristiyan ol­mak isteyen kişiye:
-Kur’an’ı okuyup içinde aklının almadığı nelerle karşılaştın da İs­lâm dininden çıkmak istiyorsun?
-Kur’an’ı hiç okuyup araştırmış değilim.
-Peki İncil’i okuyup neleri beğendin ki Hıristiyan olmak istiyor­sun?
-incil’i de hiç okumadım.
Bunun üzerine Cansız Hoca şu cevabı vermiş:
-Atın bu anasını s..tiğimi dışarı, bundan ne Müslüman ne de Hıristiyan olur.[193]
Cansız Hoca’nın hanımının vefat ettiği sıralarda kendilerinden daha yaşlı bir hocanın da hanımı vefat etmişti. Bu hoca yeni bir ev­lilik yapmış. Günün birinde karşılaşmışlar. Evlenen hoca, Cansız’a:
-Cansız, niçin evlenmiyorsun?
-Komşularıma güvenemiyorum. Gelip yardım etmezler bana!
-Allah müstehakını versin.
Malum olduğu üzere Dernekpazarı yöresinde araziler çok sınır­lıdır. Önceleri herkes tarlasından geçinmeye çalışırdı. Bu itibarla yerler çok kıymetli idi.
Cansız Hoca, köylüsüyle birlikte sohbet ediyormuş. Konu diş yaptırmaktan açılmış. Adam, imkânı olmadığı için dişlerini yaptıramıyormuş. Konuşma esnasında adam Cansız’a:
-Falan tarlamı satıp parasıyla dişlerimi yaptıracağım.
-Şatta dişlerini yaptırt. Sonra da o dişlerle b.k yersin.
Köyün birinde iki komşu, tarlada bellerken aralarında ne mese­le var idiyse tartışma ve kavgaya tutuşmuşlar. Kavgadan zarar gö­ren kişi karakola şikâyete gelmiş. Bu sırada Cansız Hoca ’da kara­kolda oturuyormuş. Adam, karakol komutanına şikâyetini anlatma­ya başlamış:
-Falan komşumla aramızdaki meseleden dolayı tartıştık. Kavga ettik. Bana şöyle yaptı, böyle yaptı...
Adam abartılı bir şekilde anlatmaya devam etmiş...
-Şöyle küfürler etti. Belin sapı girsin ananın ... dedi. Cansız ada­mın olayı çok abarttığını anlamış ve şunu sormuş:
-Komşun, belin sapı ananın ...girsin derken çatallarıyla (çatalla­rıyla) birlikte mi girsin dedi?
-He, he. Çatallarıyla birlikte girsin dedi.
Böylece olayın abartıldığı anlaşılmış ve şikâyet işleme konulma­mış.
Demekpazarı’nın nahiye olduğu dönemde adliye teşkilatı kurul­muştu. Hâkimlerden biri Cansız Hoca ile birlikte köyün birine keşfe çıkmışlar. Bir yerde oturmuşlar. Oturdukları yerde bulunan tarlaya da hayvan gübresi serilmişti. Hâkim, Cansız Hoca’ya latife olsun di­ye şöyle demiş:
-Bu tarlaya hayvan gübresini serdiniz. Buraya ekilen tohumlar­dan çıkacak bitkiler yenir mi? Siz b.k yiyorsunuz da farkında değil­siniz.
Cansız şöyle demiş:
-Siz kaç senedir burada hakimlik yapıyorsunuz?
-Beş sene.
-Bana bir kağıt verebilir misin?
-Ne yapacaksın kâğıdı?
Bunun üzerine Cansız şu cevabı vermiş:
-Mademki beş senedir buradasın, bu kadar zaman zarfında ne kadar b.k yediğini hesap edeceğim.[194]

SONUÇ

Mustafa Cansız’ın hayatı, fikirleri ve din eğitim-öğretimine yaptı­ğı katkıları elimizden geldiğince tespit etmeye gayret ettik. Çok yön­lü bir din bilgini olan Cansız’ın seksen yıllık ömrünü hareketli ve do­lu bir şekilde geçirdiğini söylememiz mümkündür. Bu itibarla bazı hususları özetlemek istiyorum.
Tanrı’nın kendisine verdiği üstün zekâ ve güçlü bir hafızaya sa­hipti. Bu özelliklerini istediği istikamette çok iyi kullanıyordu. Bildiği­miz anlamda bir okul hayatı olmamıştır. Öğrenimini yöresindeki “Gargar” lakabıyla meşhur Müderris Muhammed Müslim Efendi’den tamamlamıştır. Öğrencilik yıllarında dinî meselelerde hocasıyla sık­ça tartışırdı. Aykırı görüşlerinden dolayı dersten dışarı çıkartılması­na rağmen, içinden çıkılamayan konularda hocası tarafından çağrı­lıp görüşüne başvurulmasını anlamlı buluyoruz. Bununla birlikte Müslim Efendi’nin “Cansız Mustafa’yı Müslüman yapamadım” sözü de dikkat çekicidir. Öğrenciliğinde bile hocasının fikirlerine iti­raz edip kendisini kabul ettirtebilmesini, çalışkanlığı ve meseleleri tahlil etme gücünden kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Hayatının büyük çoğunluğunu öğrenme ve araştırmaya hasret­miştir. Bitmek tükenmek bilmeyen bir öğrenme merakı vardı. Dinî bilgisi ve felsefî kültürüne herkes hayranlık duyardı. Görüşlerini be­ğenmeyenler bile bu özelliğini kabul eder, çözemedikleri meseleleri istemeyerek de olsa O’na sormak zorunda kalırlardı. Bir mesele araştırıldığı zaman o konuda ilk kaynaklara inilmesini tavsiye eder­di. Ayrıca bir kitabı okuyup oradaki görüşlere takılıp kalınmamasını, bu görüşlerin zıddının da okunması ve buradan hareketle senteze gidilmesi gerektiğini vurgulardı. “Eğer bir kitabı okuyup ona yapı­şırsanız o kitabın hamalı olursunuz” diyerek günümüz bilim an­layışını yansıtması dikkat çekicidir. Etrafına metotlu şüpheyi öğretmeye çalışırdı. Taklit etmemeyi tavsiye ederdi. Taklitçi olan kimse­den hayır gelmesi mümkün değildir. Hz. Peygamberin örnekliği önemlidir. Daha doğrusu Hz. Peygamber, bir işi yaparken amacı ne idi? Ona yönelik çalışma yapıp değer üretilmesi gerektiğini vurgu­lardı.
1.90 boyu, takım elbiseli, kravatlı ve fötr şapkasıyla modern bir görünümü vardı. Öğretmen camiasına daha yakın dururdu. Sakal bırakmazdı. Giyim kuşamı dinle irtibatlandırmaya karşıydı. Arapla­rın örfünün din haline getirilmesine tahammül edemezdi. Mezhep taassubu yoktu. Mezhepleri fikir ekolleri olarak görüyordu. Tasavvuf hayranı olmasına rağmen tasavvufu yozlaştıran tarikatlara karşı acımasızdı. “Garp âlemini alkolizm, İslâm dünyasını da tarikat­lar uyuşturmuştur” sözünü bunun için söylemiştir. Şair olmanın yanında mizahî yönü de güçlüydü. Geleneksel din anlayışını sorgu­layan fetvaları insanı güldürmenin yanında düşündürücü niteliktedir.
Talebelik yıllarından itibaren namaz kılmadığı(l), itikadının bozuk olduğu(l), gençliğinde içki kullandığı, küfürbaz olduğu, sigara ve nargile içmenin yanında tavla oynaması O’nu geleneksel din adamı çizgisinden ayırıyordu. Bu yönlerinin haricinde esasen fikir ve söy­lemleri ile aykırı bir kişiliğe sahipti. Bu aykırılığı, birinci elden kay­naklara ulaşıp onları anlayıp yorumlayabilmesinden kaynaklanmak­tadır. Hiçbir zaman kabulcü bir anlayışa sahip olmamıştır. Düşünce ve fikirleriyle gerçek İslâm’a değil, yozlaştırılan ve adeta yaşanma­sı imkânsız hale getirilen din anlayışına karşı çıkmıştır. Dinle ilgisi olmayıp kutsallaştırılan geleneğe karşı tavır alması nedeniyle mes­lektaşlarının karalama kampanyalarına hedef olmuştur. Dinsiz diye nitelendirilmiş ve bunu halka da yaymışlardır. Ancak bu sözü, bütün meslektaşları için söylememiz doğru olmaz. Elbette O’na değer ve­renler olmuştur. Ama bunlar azınlıkta kalmıştır. Ne yazık ki, bu ka­ralamayı arkasından yapmışlardır. Çünkü O’nun karşısına çıkacak ne bilgileri ne de cesaretleri vardı. Yapılan bu olumsuz propaganda nedeniyle sevenleri olduğu gibi sevmeyenleri de olmuştur.
Mustafa Cansız, bazı davranışlarından dolayı kusurlu veya gü­nahkâr bir kişi olarak nitelendirilebilir. Bu niteleme esasen hemen herkes için geçerlidir. Bunun haricinde “dinsiz veya itikadı bozuk” bir kişi olarak nitelendirilmesinin vebali gerektirdiğini belirtmek isteriz. Bu konuda, “beni en iyi ben ve Rabbim bilir. Rabbim! Kusurla­rım çoktur ama biliyorum ki sana şirk koşmadım ve senin di­ninden asla taviz vermedim" sözleri anlamlıdır. Cansız Hoca’ya yapılan dinsizlik ithamı maalesef günümüzde öğrencisi Yaşar Nuri Öztürk’e de yapılmaktadır. Şu halde dinsizlikle itham edilmeden di­ne hizmet etmenin mümkün olmadığını söylemek herhalde abartı değildir.
Arkasından yapılan tenkitlere belki de en makulü, gülüp geçme­si gerekirdi. Ancak “itikadı bozuk veya dinsizlikle itham edilmek” ka­bul edilecek bir tutum değildir. Bu itibarla özellikle bilgiye dayalı ol­mayan nitelemeler konusunda, karşısındaki kim olursa olsun istis­nasız söverdi. İster kabul edelim veya etmeyelim bu tutum O’nun üslubuydu. Bilgisizce ve sadece karalamak amacıyla “dinsiz veya itikadı bozuk” demek aslında küfretmekten daha ağır bir durumdur.
Mustafa Cansız’ın en büyük talihsizliği, söylemlerine toplumun hazır olmamasının yanında bulunduğu yörede kendisini takdir ede­bilecek geniş ufuklu din bilginlerinin yok denecek kadar sınırlı olma­sıydı. Bununla birlikte ne yazık ki değerini bilen kişilerin tekliflerine de kendileri iltifat etmemiştir. Prof.Dr. Osman Turan’ın, O’nu Anaka­ra Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ne alma teşebbüsle­rine sıcak bakmamasını doğrusu talihsizlik olarak görmek gerekir.
Ağa sülalesine mensuptu. Osmanlı dönemindeki mevcut statü içerisinde yetişen Cansız, hayatı boyunca bu konumunu hissettir­mekten çekinmemiştir. Bilindiği üzere tarım toplumlarında ağalık kurumu bir anlamda toplumu idare etmekti. Yörede bu anlamda Cansızların bir ağırlığı vardı. Cansız Hoca’nın üslubunda ağalığın etkisi olduğunu söylememiz mümkündür.
Cumhuriyet Halk Partisi’nde uzun yıllar siyaset yapmıştır. Haya­tı boyunca bu fikrinden vazgeçmemiştir. Yirmi üç yıl Trabzon il Ge­nel Meclisi ve müteaddit defalar daimi encümen üyeliklerinde bulun­muştur. İlin vali ve bürokratlarıyla sıkı ilişkileri olmuştur. Siyasi haya­tında daha ileri görevlere gidememiştir. Zira sözünü esirgemeyen bir yapısı olması nedeniyle engellendiği kanaati hâkimdir. Toplum­sal yapımızda itaat kültürü olduğu ve bu kültürün partilerde daha ka­tı bir şekilde hala uygulandığını biliyoruz. Siyaseti ekonomik çıkar aracı olarak görmemiştir. Bu tür ilişkilere asla tenezzül etmemiştir. Dünyalık hiçbir serveti olmamıştır. Sanırım takdir edilmesi gereken en önemli yanlarından birisi budur.
Bilgi birikimini isteyenlere aktarmayı ihmal etmemiştir. Fakat mutlaka öğrenci yetiştirme gayreti içerisinde de olmamıştır. Kendi­sinden ders okumak isteyen öğrencinin daha önce sarf ve nahiv bil­gilerini edinmiş olması gerekirdi. Bugünkü anlamıyla mastır ve dok­tora seviyesinde dersler verdiğini söylememiz daha doğrudur. Her zaman en iyiyi elde etmek için çalışmıştır. Bu anlamda öğrenci ko­nusunda da seçici davranmıştır diyebiliriz. “Olan Kursi, seksen yıllık ömrümü manalandırdın. Artık bir işe yaradığımı anladım ve gözüm arkada kalmayacak” dediği Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, çok emek verdiği ve gözü gibi koruduğu öğrencisi olmuştur. Burada Cansız’ın ne kadar isabetli bir tercih yaptığı açıkça görülmektedir. Adeta Öztürk’ün geleceğini görerek birikimini aktarabilmesi için di­dinip durmasını takdirle karşılıyoruz. Öztürk Hoca, bilimsel çalışma­larının yanında dinî meselelerde halkı aydınlatma ile ilgili çok önem­li hizmetleri yerine getirdiği, eğer tabir yerinde ise bu anlamda Tür­kiye’de bir dönüşümü gerçekleştirdiğini söylememiz mümkündür. Türkiye’de bir Yaşar Nuri Öztürk gerçeği oluşmuş ve bu oluşumun arkasında da Cansız Hoca’nın büyük emeği vardır.
Kaybedilmiş bir değer olarak nitelendirdiğimiz Mustafa Cansız’ı rahmetle anıyorum.




Kaynak: CANSIZ HOCAÇAĞDAŞ DİN BİLGİNİ MUSTAFA CANSIZ’IN HAYATI VE DİN EĞİTİMİNE KATKILARI Yaşamöyküsü hzl: Mehmet GÜNAYDIN, 2.Baskı Mart 2007, İstanbul



Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar

Yorumlar