CANSIZ HOCA
| |
Mustafa Cansız,
1311/1895 yılında Trabzon’un Dernekpazarı ilçesinin Kondu Mahallesi’nde
dünyaya geldi. Dernekpazarı, 1925 yılında Kondu adıyla Of ilçesine bağlı bir
bucak idi. 1948 yılında Çaykara’nın Of’tan ayrılarak ilçe olmasıyla birlikte
buraya bağlanarak köy statüsüne dönüştürüldü.[1] Ancak duyulan ihtiyaç
üzerine 1956 yılında yeniden teşkilatlı nahiye haline getirilmiştir. Daha sonraki
yıllarda bağlı olduğu ilçeye yakınlığı gerekçe gösterilerek adlî teşkilat ve
hizmet birimleri kaldırılıp teşkilatlı bucak durumuna son verilmiştir.
Dernekpazarı, 10 Mayıs 1990 tarihinde müstakil ilçe oldu. Bugünkü Dernekpazarına
“Kondu Altı"
denilirdi. Çünkü Kondu, merkezden dört kilometre yukarıda olan köyün adıdır.
Nitekim şu anda Kondu, ilçenin bir mahallesi durumundadır. Kondu’nun
Dernekpazarı adını almasının sebebi, her Cumartesi günü burada kurulan pazardan
dolayıdır. Bu gün ilçe Merkez (Dere), Kondu, Güney, ve Yenicami adlı dört
mahalleden oluşmakta olup, ilçeye bağlı on köy bulunmaktadır.[2]
Şu hususu önemle ifade etmemiz gerekir ki, Çaykara ve Dernekpazarı ilçeleri
daha önce Of ilçesine bağlı idiler. Bu itibarla yörenin tarihi dokusundan bahsederken
Of, Çaykara ve Dernekpazarı ilçelerinin birlikte değerlendirilmesi gerektiğini
düşünüyoruz.
Şakir Şevket, “Trabzon
Tarihi”[3] adlı
eserinde “Of Kazası”
başlığı altında yörenin tarihi hakkında bilgiler vermektedir. Hayatını
araştırdığımız Mustafa Cansız da “Of
Kazasının Umumî Tarihçesi” adlı makalesinde yöre ile
ilgili önemli bilgiler vermenin yanında Şakir Şevket’in verdiği bilgilere de
dikkate değer eleştiriler getirmektedir.
Şakir Şevket, “Of’
adının, yılan anlamına gelen Yunanca ofis kelimesinden geldiğini, çünkü Of’un
yollarının kıvrım kıvrım olduğunu belirttikten sonra Of’ta çıkan bir isyandan
dolayı Trabzon valisinin isyanı bastırmak için on bin kişilik bir kuvvetle
yöreye gittiğini ancak yollarının sarp olması nedeniyle bir netice alamadan döndüğü
ifadesine yer vermektedir.[4]
Cansız, Şakir Şevket’in verdiği bu bilginin tenkite
değmeyecek kadar zayıf olduğunu belirterek şu görüşlere yer vermiştir: “Of
kelimesinin de Trabzon tarihinin Yunanca yılan demek olan (Ofis) den
çıkarması, buna sebepte Of yollarının yılanvari olmasını göstermek, tenkide
değmeyecek kadar zayıftır. Böyle olsa Karadeniz 'in batı sahili, birkaç yer
istisna edilirse hepsinin adı Of olmak icap eder. Çünkü hepsi Of gibi yamaçtır;
hepsi Of gibi arızalıdır. Esasen bugün için iştikak usul ile tarih yapmak ilmi
olmaktan uzak kalmıştır. Kalmasa da bu iştikak Türkçe’de de olabilir. Nasıl ki
Amasya müverrihi Hüsamettin (Ofa), (Hopa) yı Opodan çıkarmışsa.”[5] Cansız’ın bu tenkidine biz de katılıyoruz. Zira doğu
Karadeniz sahili coğrafi konumu bakımından büyük çoğunluğunun dik ve yamaç
olduğu bilinen bir husustur.
Şakir Şevket, Of
halkının hicri dokuz yüz altmış tarihine kadar tamamının Rum milletinden
olduğu ve ahalisinin hala Rum dilini konuştuğunu aktarmaktadır. Bölge (Of,
Dernekpazar ve Çaykara) Fatih Sultan Mehmet’in Trabzon’u fethinden iki yüz
sene(!) sonra yani hicri 960 (M.1553) yıllarında İslâm’la şereflendi. Maraş
ulemasından Osman Efendi namında bir zat Bayburt yoluyla her nasılsa yöreye
düşerek kendisine biraz baskı olunmuş ise de doğru yolu göstererek en saygın
papazlarını hidayete erdirme başarısını göstermiş ve böylece yöre halkının ve
papazların çoğunluğu İslâm dinine girmiştir.[6] Bu konuda Cansız şu
ifadelere yer vermektedir:
‘‘Trabzon
tarihinde Şakir Şevket’in (400 sene mukaddem Müslüman olan Oflular Rum
milletinden idi.) sözünden çıkarmak yanlıştır. Çünkü Osmanlı alimleri gibi
müverrihleri de (Millet) kelimesini din yerinde istimal ederlerdi. Bu sözüyle
Şakir Şevket Oflular Hristiyandı demek istemiştir. Bu gün Of'un birkaç köyünde
konuşulan Rumcadan ötürü bu köylerin Rum olduğu hükmünü çıkarmak, birincisinden
daha az hatalı değildir. Of ta konuşulan Rumca'da Türk dili unsurları
Rumca’dan çoktur. Bu köylerde konuşulan bu dilin milli bir dil olmadığı
muhakkaktır. Yunan tarihinin bu yoldaki iddialarını kendi arkadaşları
bozmaktadır. (Militios) şehrinden ayrılan birkaç muhacirin Karadeniz
sahillerini doldurması aklın alacağı bir şey olamaz. Milâdî 500 yıl önce, on
binlerin ric’atını tasvir eden (Anapasis) adlı kitabında (Eksenofon) Trabzon’da
dillerini anlamadığı yerlilerle karşılaştığını söylüyor. Bu filozofun bize
verdiği bu hakikat, Yunan efsane tarihinin en kesin cevabıdır. Yine bunu teyit
edecek milattan sonra (Savayuvadis) in Pontus tarihindeki: Rumlar Sürmene’nin
sahilinde, Türklerde dâhilinde bulunuyorlardı sözüdür. Bu eserde takriben
miiâdî 13’üncü asırda yazılmıştır. Of un Rumca konuşan köylerinin çoğu ise
sahilden 30 kilometre dâhile yanaştıktan sonra görülmeğe başlar. Demek isteriz
ki bu köylerde Rumca’nın konuşulması Hristiyanlığın gelmesi ile başlamıştır.
Nasıl ki Oflular Müslüman olduktan sonra bir biri ile kadınlar da dahil olmak
üzere Arapça konuşacak kadar bu din dilini öğrenmişlerdi, medreselerin de çoğu
bu köylerde bulunmuş olduğu gibi Of hocalarının da yüzde 95'i bu köylerden yetişirdi.
Bu köyler halkının esasen Türk olduklarını ispat edecek Türk adetleri öteden
beri Of'ta Türkçe söyleyen köylerden daha çoktur. Bu köylerin hele kadınlarında
yabancılara ocaktan ateş vermemek âdeti kadınların Türk Şamanîliğinin ateşe
karşı gösterdiği saygının bir tezahürü sayılabilir. Bunların sevgili
babasından, sevimli çocuğundan öldükten sonra çok tiksinmeleri yine Türk
Şamalığından kalan bir izdir. Yine gelin, güveyin ilk gece odalarına yemek
için ekmek, tuz, son zamanlarda bal koymak bu köylerde Türklüğü yaşatan
Şamanîlik tezahürüdür. Yine bu köylerdeki kadınların ilkbaharda parlak bir
güneş altında tepeler üzerinde toplanıp eğlenmeleri, doğurma ilâhesi (Ayzit)e
Şamanlar/n yaptığı ayindir ki bugün gayesi unutulmuş fakat kendisi yaşıyor. Bu
kadar istihaleye uğrayan birkaç Türk’ün de Türklüğünü yaşatıyor.
Bu
nokta üzerinde hayreti çeken bir olay da insanların ölmeye, öldürmeye
sürükleyen bir mesele din değiştirmesi olduğu halde Oflular hiçbir tazyik görmeden
Maraşlı bir Türk âlimi olan Osman Efendinin kimsesiz, yardımcısız Of’un en
mutaassıp papazlarla dolu olan bir yerinde ansızın kendini gösterip günlerce
samimi bir hava içinde, dinî münakaşalardan sonra Maraşlı din âliminin
teklifini Ofluların candan kabul etmeleri bunların da cemi yürekli bir Türk
olmalarından başka neye verilebilir? işte tarihte tazyiksiz Müslümanlığı kabul
eden Selçuk Türklerini görebiliyoruz. Yine bunlar da Türklere ait masallar
Türkçe söyleyen köylerden daha çok göze çarpar. Hepsinden biri bu köylerin
herhangi bir semtinde bulunan bir mağara, bir taş oyuğu Dede Korkut masalında
okuduğumuz (Tepegöze) mezar olarak gösterilir.
Şu ön
sözlere etnoğrafik ve etnolojik tetkikler ilave edilirse bunlardan çıkarılacak
sonuç Of halkının Türk olmasıdır.89
Bunların
Trabzon’un fethinden sonra Of’a yerleşenleri Çepni, ondan önce yerleşmişlerin
de Kaşkârlı Mahmut’un büyük eserinden anlaşılacağına göre (Peçenek) olmasıdır,[7]
Cansız’ın aktardığı bu
bilgiler elbette tenkide açıktır. Ancak İlmî kriterleri gözeterek yaptığı
değerlendirmeleri önemsediğimizi belirtmek isteriz. Yaptığı bazı tespitler
günümüz araştırmacıları tarafından da dile getirilmektedir. Ancak, Cansız’ın
bu makalesini kaynak olarak göstermedikleri dikkate alınırsa bu çalışmadan habersiz
oldukları söylenebilir.[8]
Trabzonlu Şakir
Şevket’in Of’un Müslümanlaşması ile ilgili verdiği tarihlerde çelişki olduğu
görülmektedir. Fetihten iki yüz sene sonra ifadesi doğru ise, Of’un
Müslümanlaşması 1650’lı yıllara tekabül etmesi gerekir. Eğer Hicri 960 tarihi
doğru ise, bu da 1553 yılına rastlar ki, kanaatimizce doğru olan da budur. Şu
halde Trabzon’un fethinden iki yüz sene sonra değil, yüz sene sonra denmesi
gerekirdi ki hicri 960 tarihi bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Yörenin Türkleşme ve İslâmlaşması
16.yüzyılın ikinci yarısından itibaren gerçekleşmiştir. Bunun gerçekleşmesine
en önemli katkıyı sağlayan kişinin Maraşlı Osman Efendi olduğunu söylememiz
mümkündür. Osman Efendi Maraş’taki Saçaklı ailesindendir. Maraş’ta yetişip ilim
tahsil etmiş, zamanın müderris ve ilim adamlarından eğitim almıştır. Haşim
Albayrak’ın “Of Çaykara” adlı eserinde Osman Efendi’nin Kahramanmaraş’ta
evliyaullahtan sayılan merhum Saçaklızade Mehmet Efendi’nin kardeşi olduğu
söylenmektedir.[9]
Ancak bu bilginin doğru olmadığını belirtmek isteriz. Çünkü Kahramanmaraş’ta
Saçaklızade Mehmet Efendi diye bilinen meşhur kişinin vefat tarihi 1145/1732
olması, bu âlimin Osman Efendi’den yaklaşık iki asır sonra yaşadığını
göstermektedir. Dolayısıyla bu bilgi inandırıcı olmaktan uzaktır."
Albayrak, aynı hatayı “Of’a İslâmiyeti Yayan
Maraşlılar”93
adlı makalesinde de tekrarlamıştır. Bununla birlikte iki âlimin de
Saçaklızadeler soyundan olduğu söylenebilir.
Yörenin tarihi ile
ilgili dikkate değer çalışmaları bulunan M. Hanefi Bostan, arşiv kayıtlarında
Maraşlı Şeyh Osman Efendi ile ilgili bilgilere rastlanmadığını, bununla
birlikte O’nun Çaykara bölgesine gelmediğinin söylenemeyeceğini ifade ettikten
sonra, yörede yaşayan halk arasında nesilden nesile aktarılan Osman Efendi ve
kardeşleri ile ilgili kuvvetli rivayeti inkar etmenin veya görmezlikten gelmenin
mümkün olmadığını vurgulamaktadır. Bununla birlikte Osman Efendi ve
kardeşlerinin yöreye İslâmiyet’i yaydıkları rivayetine ihtiyatla
yaklaşmaktadır. Zira bölgede Müslümanların artışının OsmanlI Devleti’nin
değişik sancaklarından gelen Müslüman Türklerden kaynaklandığını ortaya
koyduğunu belirtmektedir.[10] Aynı
yazar daha sonraki bir çalışmasında verdiğibilgiler şöyledir: “Bayburt'un
Türklerin eline geçmesinden, özellikle 1243 Kösedağ Savaşından sonra Müslüman
Türklerin bölgeye gelmeye başladıkları anlaşılmaktadır. İlk İskan olunan
halkın askeri görevlilerden oluştuğu, bugün yeri bilinmeyen Of kalesi
muhafızlarının bunlardan olması lazım geldiği, hatta Solaklı ve Baltacı dere
adlarının bu sebeple isimleştiği öne sürülmektedir. Bölgenin İslâmla tanışması
hakkındaki rivayetler birkaç kitabî kaynakta yer almışsa da arşiv malzemesine
aksetmiştir.95
Bunlardan en meşhuru ve en çok bilineni
Maraşlı Selçukîzade Osman Efendi ve torunlarının Of’ta İslâmî yaydıkları ve
bunu ihtida etmiş papazlar aracılığıyla gerçekleştirdikleridir. Bu İslâmlaşmanın
tarihi XVI. asrın ortalarından itibarendir. XVII. yüzyıl sonlarından itibaren
bölgede bu yöndeki gelişmeler son şeklini almıştır. Of ve civarı daha az göç
almış görünmektedir. Bölgenin coğrafyasıyla bu doğrudan ilgilidir.” Bostan,
Saçaklızade Osman Efendi ile ilgili kuvvetli rivayetin olmasını belirtmesine
rağmen Geçmişten Geleceğe Çaykara
Dernekpazarı adlı
eser için yazdığı “Çaykara ve
Dernekpazarı Tarihi" adlı
makalesinde bu kuvvetli rivayete yer vermemesinin izahı mümkün gözükmemektedir.
Of ilçesi ve özellikle
Çaykara’nın Paçan (Maraşlı) Köyü ve çevresinde derin izler bırakan Osman
Efendi Hicri 960, milâdî 1552-1553’lü yıllarda vefat etmiş ve köy camii önünde
türbesi yapılmıştır. Paçan Köyü bu yüzden Maraşlı adını almıştır. Yakın zamanda
cami ve çevresi ile birlikte Osman Efendi’nin kabri de yeniden düzenlenmiştir.
Maraşlı Osman Efendi ile ilgili değişik rivayetler söz konusudur. Bu
rivayetler içerisinde kabul gören husus, yörenin Maraş’tan gelen üç kardeş ve
özellikle Maraşlı Köyü’nde metfun bulunan Osman Efendi tarafından
Müslümanlaştırıldığıdır. “Osman Efendi’nin din âlimi olmasının yanında “feyz-i
batini ashabından” yani tarikat şeyhi olduğu, bu nedenle “Şeyh Osman Baba”
olarak da anıldığı bilinmektedir.” [11] Buradan hareketle şu hususu
belirtmek isteriz: Bilindiği üzere Müslüman Türkler, bir beldeyi fethettikleri
zaman oranın halkına din değiştirme konusunda bir baskı yapmamışlardır. Çünkü
“dinde zorlama yoktur” anlayışı İslâm dininin en önemli prensiplerinden
biridir. ‘Nitekim Of kazası civarında İslâm dininin yayılması için zorlama ve
şiddet hareketleri olmamıştır. Hristiyanlar Solaklı ve Baltacı derelerinde
dinlerini, dillerini, adetlerini ve kiliselerini korumuşlardır.’ " Ancak
yöre halkına İslâm dinini tebliğ etmek için dini iyi bilen derviş ruhlu
insanların gönderildiği de bir vakıadır. Bu âlim ve derviş ruhlu insanların
gerek yaşantı ve gerekse İlmî kişiliğiyle halka örnek oldukları bir gerçektir.
Biz, Maraşlı Saçaklızade Şeyh Osman Efendi’yi böyle bir görevi yüklenen kişi
olarak görüyoruz.
Şakir Şevket’in verdiği
bilgilerden, Maraşlı Şeyh Osman Efendi’nin yörenin Müslümanlaştırılması için
büyük gayret sarf ettiği ve bundan dolayı çeşitli sıkıntılara maruz kaldığı
anlaşılmaktadır. Allah’ın kendilerine yardım ettiği doğrudur. Ancak bunun
yanında Osman Efendi’nin güçlü bir din âlimi olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim
yörenin en saygın papazlarıyla dinî konularda münazaralar yapmış ve onları ikna
ederek Müslüman olmalarını sağlamıştır. Bu öyle kolay başarılabilecek bir iş
değil, güç ve sabır isteyen bir durumdur. Saçaklızade Osman Efendi ehlisünnet
çizgisinde olup, bu bölgeye Sünnî İslâmlığı yaymıştır. Bu itibarla yerleştirdiği
Sünnî İslâm çizgisi tarihi süreç içerisinde muhafaza edilmiş ve yakın tarihe
kadar bölgede yetişen din âlimlerinin ülkemiz genelinde bir ağırlığının olduğunu
belirtmek isteriz.[12]
Çaykara ilçesinin eski
adıyla Paçan, yeni ismiyle Maraşlı Köyü’nde metfun bulunan Osman Efendi’nin
mezar taşına hayatını araştırdığımız Mustafa Cansız’ın yazdığı mısralar
şöyledir:
“Of’a imanı, İslâm’ı
getirdi
Kemalin membaı Maraşlı
Osman
Ne kudsî kudrete malikti
hayret!
Boyun eğmişti bir
görmede ruhban
Dokuz yüz altmış idi
hicri yıllar
O’nu rahmetlere gark
etti Rahman.”
Geçmiş yüzyıllarda
Of-Dernekpazarı ve Çaykara’nın ilim seviyesi o günün şartlarına ve memleketin
diğer bölgelerine göre çok yüksekti. Bu bölge ülke çapında meşhurdur. Nitekim
1869 Trabzon vilayet Salnamesine göre, bütün vilayette bulunan 397 medresenin
350’si yalnız Of’ta, 11 ’i Trabzon merkez ilçede, 11 ’i Vakfıkebir’de, 1 ’i
Akçaabat’ta, 8’i Sürmene’de idi. Geri kalanlar diğer kazalardadır. Bu
medreseler yüksek tahsil kurumlan olduğu için öğrenim için başka bölgelerden bu
kurumlara gelinirdi. Bu sayıma göre vilayetteki medreselerin %90’ı Of’ta
bulunmaktaydı. Aynı şekilde seksen iki müderrisle vilayetteki müderrislerin %
80’ine, 2364 öğrenci ile tüm öğrencilerin %70’ine sahipti.[13]
Aynı salnameye göre,
Trabzon merkez sancağında toplam 615 okulun olduğu ve bunların 191 ’inin,
yaklaşık dörtte birinin, dönem sancağının en kalabalık yeri olan Of’ta
bulunmakta idi. 1914 yılına ait İstanbul Şeyhülislâmlık arşivlerinde Of’ta 69
medrese, 69 müderris ve 1490 öğrenci olduğu belirtilmektedir. O tarihlerde
Çaykara, Kadohor adı ile Of’un bir bucağı olduğundan oradaki medrese ve
müderris sayısı da Of’a dâhildir. Hâlbuki Trabzon dâhil olmak üzere tüm
kazalarında 8 medrese vardı. Bu rakamlar açıkça göstermektedir ki, Of kazası
OsmanlIların sayılı ilim merkezlerinden biri idi.[14] Haşim Albayrak’ın salname
ve Şeyhülislamlık arşivlerine dayanarak verdiği bilgilerde izah edilmesi
gereken noktalar olduğu görülmektedir. 1869 tarihinden 1914 yılına kadar geçen
45 yıllık zaman içerisinde medreselerin sayısının 350 den 69’a nasıl düştüğünün
aydınlatılması gereken bir husus olduğunu belirtmek isteriz. Ancak bütün bu
veriler, bölgenin bir ilim merkezi olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
“Çaykara’nın Maraşlı
Köyü’nden, Beşir oğlu İbrahim isimli bir ilim erbabı, Koldere Mahallesi’nde
1695’te 75 kuruşa bir arazi ve 40 kuruşa bir arsa satın alır. Fakat daha sonra
kendisinin ilim tahsili için İstanbul’a gitmesi üzerine, eski mal sahibi, iki
yalancı şahit göstererek sattığı mülkleri mahkeme kanalı ile geri almıştır.
Ancak ulemadan İbrahim’in müracaatı üzerine, mahkeme 1699 yılında aldığı
kararla bu yanlışı düzeltir. Bu resmi belge, bundan 300 yıl önce Çaykara’dan
ilim tahsili için zamanın başkenti olan İstanbul’a gidildiğini göstermektedir.
Yine aynı köyden bir âlimin kazaskerlik makamına yükseldiği bilinmektedir ki,
Şeyhülislâmlığın iki ana kolu olan Anadolu ve Rumeli Kazaskerliği o devrin en
yüksek makamlarından biridir.”[15]
Yörenin Cumhuriyetten
önceki din âlimi yetiştirme özelliği Cumhuriyet kurulduktan sonra da devam
etmiştir. Özellikle 1930 -1950 yılları arasında din eğitimi ve öğretimine
getirilen kısıtlamalar, yörenin coğrafi konumu ve din bilginlerinin çokluğu
nedeniyle din öğretiminin sürdürüldüğünü görüyoruz. Hayatını kitaplaştırdığımız
Kıraat âlimi merhum Mehmet Rüştü Aşıkkutlu’nun 1936 yılında, bizzat Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK’ün önerisiyle Diyanet
İşleri Başkanlığınca kendilerine Kur’an Kursu açma izni verilmiştir.
Aşıkkutlu’nun özellikle 1950’li yıllardan sonra din görevlisi ihtiyacını karşılayan
elemanları yetiştirmesi takdire şayandır. Ayrıca merhum Haşan Rami Yavuz’un da
din görevlisi yetiştirme konusundaki gayretleri zikretmeye değerdir.
“Of-Dernekpazarı ve
Çaykara bölgesi, bir diğer ifadeyle Solaklı vadisindeki insanların eskiden
beri öğrenmeyi seven ve ilme meraklı oldukları bilinen bir husustur. İlim ve
irfan sahibi bu insanların başka bazı meziyetleri daha vardır. Genellikle çalışkan,
dürüst, güzel ahlaklı, dindar ve zekidirler. Bu meziyetlerin bölge insanında
toplanma sebepleri içinde kalıtım, aile, sosyal çevre, bölgedeki insan
faaliyetleri, nüfus hareketleri, topografya ve iklimin yanında eğitim kurumlan
da sayılabilir. Bütün bu sebeplerin tarihi gelişimi ve sosyal yapısı, konunun
uzmanlarınca incelenmesi faydalı sonuçlar ortaya çıkarabilir”[16]
düşüncesine katılıyoruz.[17]
Mustafa Cansız’ın
doğduğu Kondu Köyü bir ilim merkezi olup, önemli diyebileceğimiz bir medreseye
sahipti. Bu medresenin on bir odası vardı. Mustafa Cansız, hocası “Gargar”lâkaplı
Muhammed Müslim Efendi’den[18]
burada okumaya başladı.[19]
Ayrıca Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi’nin[20] meşhur haleflerinden Yusuf
Şevki Efendi de bu köylü olup yörede önemli bir ağırlığı vardı. Nitekim bu
medresede görev yapan Efendioğlu[21]
Müderris Ali Şakir Efendi ile aralarında her ne münakaşa geçmiş ise O’nun bu
medresedeki görevine son vermiştir. Ali Şakir Efendi daha sonra Gürpınar
(Mapsino) medresesine müderris olmuş, ancak Yusuf Şevki Efendi O’nu oradan da
çıkartmıştır. Ali Şakir Efendi buradan çıktıktan sonra Sürmene’nin Asu beldesine
gitmiş ve müderrisliğini orada sürdürmüştür.[22] Bu iki âlim arasında geçen
meselenin gerçekte ne olduğunu bilemiyoruz. Yalnız Yusuf Şevki Efendi’nin
yöredeki etkinliği düşünüldüğünde Ali Şakir Efendi’nin tarikatlara karşı bir
tutum içerisine girdiğini akla getirmektedir.
Şu halde yörede medrese geleneğinin yanında
tasavvufî yönü öne çıkan âlimlerin ağırlığının olduğu görülmektedir. Nitekim
Yusuf
Şevki Efendi’nin vefatından sonra, damadı
Ferşat Efendi’nin[23]
tasavvuf ağırlıklı diyebileceğimiz bir din eğitimi faaliyetini yürütmüş ve çok
önemli bir üne sahip olmuştur. II. Abdülhamid döneminde tarikat önderlerinin
önemli bir güce sahip oldukları bilinen bir husustur. Yusuf Şevki Efendi ve
daha sonraki dönemlerde özellikle Of-Çaykara-Dernekpazarı yörelerinde yayılmaya
başlayan Nakşibendîlik tarikatına karşı bir kısım âlimler tarafından kuşku
duyularak eleştirilerde bulunulduğu anlaşılmaktadır. Bu eleştirilerin ortadan
kaldırılabilmesi için Yusuf Şevki Efendi bir risale kaleme almıştır. Bu
oluşumlara sıcak bakmayan Cansız’ın yöredeki tarikatlarla ilgili
değerlendirmesi şöyledir: “Oflular
vaktiyle medresenin hâkimiyeti altında akide itibariyle ehlisünnet kalmışlar,
Of’a Şiilik, tekke girmemiştir. Of’ta 70 medrese mevcut iken Of'ta bir tekke
yapılmamıştır. Oflular dindar olmakla hiç de mutaassıp [24] değildirler.
Burada tarikatlardan ilk defa Nakşibendîlik Erzurum’dan, sonra da Abdülhamit
devrinde İstanbul’dan getirilmiştir. Bu tarikatın da burada tutunabilmesi
medrese ile bağdaşabilmesindendi. Nakşîlikten başka tarihte burada hiçbir
tarikata yer verilmediği gibi bu tarikatın son mümessilleri de sona ermiştir.
Bu gün bu tarikata bağlılığın kalmadığı söylenebilir.”[25]
Ancak yörede
Nakşibendîliğin Hâlidî kolunun bir anlamda günümüze kadar geldiğini söylememiz
mümkündür. Nitekim yukarıda adı geçen Yusuf Şevki Efendi’nin oğlu Ali Galip
Yücel, vefatına kadar bu geleneği sürdürmüştür. Bununla birlikte bölgenin yoğun
göç vermesi nedeniyle bilinen tarikat yapılanmalarının etkisini kaybettiğini
söyleyebiliriz.
Genel anlamda müderris
ve mutasavvıfların din ile devleti karşı karşıya getirmemek için azami dikkat
gösterdikleri gibi meşru zeminde kalarak İslâm’a hizmet etme görevini
sürdürmüşlerdir.[26]
Mustafa Cansız’ın hocası Müslim Efendi de tarikat yapılanmasına karşı çıkan
önemli bir şahsiyettir. Ferşat Efendi’nin Çaykara’nın Yeşilalan (Holayısa)
Köyü’nde açtığı tekkede, özellikle kadınlara yönelik yürüttüğü eğitim
faaliyetlerinden dolayı Gargar Müslim Efendi, “Ferşat, Yeşilalan’da kerhane[27]
açtı”[28]
ifadesiyle çok ağır diyebileceğimiz eleştiride bulunmuştur. Bu konuda ileride
ayrıntılı bilgi vereceğiz.
Mustafa Cansız, 1921
yılından itibaren bir anlamda köyden çıkmış, Trabzon’da yaşamıştır. Trabzon,
kültür açısından önemli bir şehirdir. Özellikle Trabzon Lisesi’nin felsefe ve
edebiyat hocaları o gün için çok ileri seviyede olan insanlardı. Cansız, vefat
yılı olan 1975 yılına kadar bu çevrelerde kalmış ve uzun yıllar il daimi
encümen üyeliği yapmıştır. Ayrıca en yakın çevresi vali, hâkim, savcı, bir
diğer ifade ile devletin bürokrat kesimi olmuştur. Öğretmen camiası ile sıkı
diyaloğu vardı. Cansız’ın felsefi derinliği mükemmeldi. Yöremizdeki hocaların
olaylara felsefi derinlikle bakmaları mümkün değildi. Hocalar genelde köyünde yaşıyordu.
Köyde felsefi derinlik olması pek düşünülemez. Cansız Hoca aynı zamanda merakı
olan, araştırıp öğrenmek ve bilmek isteyen bir yapıya sahipti. Yani alanını
genişletmek istiyordu. Köy insanından farklıydı. Maddeye değer veren bir insan
değildi. Ancak maddi seviyesi köylüden daha iyi idi. Bayburt’ta arazileri
vardı. Oradan gelen gelirle idare edip hayatını sürdürüyordu. Eğer maddi
sıkıntısı olsaydı, “Cansız Hoca” olamazdı. Çünkü geçinmek için çalışmak zorunda
olan insanın ilme ve felsefi düşüncelere ağırlık vermesi zordur. Gerçekten de
Cansız Hoca’nın boş zamanı çok olmuştur. Bu itibarla sürekli okumuş, düşünmüş
ve oluşan fikirlerini etrafına aktarmıştır. Hayatının yetmiş yılı hareketli
geçmiştir. Gençlik yılları savaş yıllarına rastlar. Bu yıllar onun için
öğretici olmuştur diyebiliriz. Hayat bir biri üzerine gelişiyor, değişiyor ve
insanı geliştiriyor, derinleştiriyor ve olgunlaştırıyor. Ortam da elverişli ise
ve aynı zamanda alma kapasitesi de varsa, yani doğuştan yetileri varsa o
gelişir ve serpilir. Cansız, bu fırsatarı yakalamış ve iyi değerlendirmiştir116
dememiz mümkündür.
Talebeliğinde zeki ve
çalışkanlılığı ile bilinirdi. Yaya olarak yaklaşık on iki saat süren yayla
yolculuklarında bile okuyacağı kitapları yanından eksik etmez, insanlar
dinlenmek veya horon oynamak için konakladıklarında o bir kenara çekilir ve
ders çalışırdı.[29]
Yaz mevsiminde Müslim Efendi Limonsuyu civarında bulunan Mahtala yaylasına
giderdi. Mustafa Cansız da kendi yaylasına çıkardı. Dersini vermek için
hocasının yaylasına giderken yol boyu başını kitaptan kaldırmaz ve bu şekilde
dersini yapardı.[30]
Yaramazlıkları nedeniyle
Hocası Müslim Efendi O’nu dövmek isterdi. Ancak aldığı dersleri muntazam bir
şekilde verdiği için bir türlü dövme imkânı bulamazdı. Mustafa’ya diğer
talebelere vermediği zor dersleri verir ve medresenin bir odasına gönderirdi.
Arada sırada kapının anahtar deliğinden kontrol edermiş. Bakar ki Mustafa
uyumuş. Bunun üzerine, “uyu bakalım, yarın ne olacağını sana sorarım” diye
söylenirmiş. Mustafa sabahleyin gelir. Hiçbir talebenin veremediği o dersi açar
okur, hocası hayran kalırdı.[31]
Öğrencilik yıllarında
derslerde konularla ilgili hocasıyla sıkça tartışırdı. Bundan dolayı, hocası
zaman zaman O’nu dersten dışarı çıkarırdı. Ancak meselenin içinden çıkılamayınca
tekrar çağırıp görüşlerine başvurmak zorunda kaldığı[32] ifade edilmektedir.
Tahsil hayatını Kondu, Fındıkoba (Mavran) ve Maraşlı (Paçan)
medreselerinde tamamlayarak Müslim Efendi’den R.1330, H. 1332, M. 1916
tarihinde icazetname almıştır. (Belge: 4) İcazetnamede şu ifadelere yer verilmektedir: “Allah’u
Teala bilgili, şerefli, doğru, değerli Mustafa Sıtkı bin Ahmet Cansız zade
lakaplı kardeşime ilmi bilgi ve ilmi davranışlar nasip etmiştir. Bu şahıs alet
ilimlerini, şer’i ilimleri ve fıkhı tahsil etmek için bir müddet bu fakirin
sohbetine devam etmiştir. Allah önemseyene ve ilmi isteyene verir ve ilmi üstün
tutanın sonunu hayır kılar. O benden icazet istedi ve ben defona aktarmakta
olduğum şer’i ilimlerden tefsir, hadis ve bu iki ilmi ilgilendiren hususlarda
alet ilimlerini ve felsefede hocam (bahr’ul-ulum) zahir ve batın ilimlerin
denizi, çeşitli sanat dallarına sahip zamanın kutbu, etrafındakilere yardımcı
olan ve Numan Zade olarak bilinen Numan Efendi bin Muhammed el-Kadohorî’ [33]
nin
bana icazet verdiği gibi ben de O’na icazet verdim..."(Belge: 1)
Mustafa Cansız’ın
icazetname silsilesi: Muhammed Müslim elOfî, Numan Efendi bin Muhammed
el-Kadohorî, Ahmed Efendi bin İbrahim Efendi el-Ofî, İsmail bin Ahmed el-Ofî
el-Bacanî, Kasım bin Mahmud el-Kayseri, Osman bin Mustafa el-Akşehir, Seyyid
Ömer Harputî, ...an Abdillah es-Serahsî, ... el-İmam Fahreddin
er-Razi...el-İmam Muhammed bin Haşan eş-Şeybani... diye devam etmektedir.
Cansız, din bilimleri
ile ilgili olarak Müslim Efendi’nin haricinde başka bir hocadan ders
almamıştır. Tahsil hayatı boyunca Arapça gramer ilimlerinin yanında fıkıh,
tefsir, hadis ve felsefe okumuştur. Farsça öğrenimini kısmen Müslim Efendi,
kısmen de Musullulu Abdülgani Efendi’den yapmıştır. Başarısının
arkasındaki en önemli unsurun, adeta bitmek tükenmek bilmeyen araştırma ve öğrenme
merakının olduğunu belirtmek isteriz.
Kendi gayretiyle
kendilerini yetiştirmiştir. Bir anlamda kitaplarla uğraşmaktan başka bir işi
yoktu. Evde kitapları açar, devamlı okur ve notlar alırdı. Ara verdiği zaman
evdekilere, “niçin bir şey söylemiyorsunuz?” diye sorardı. Bazen evde
komşulardan yaşlı kadınlar olurdu. “Ne diyeceğiz? Senin, dinin, imanın, her
şeyin kitapların. Evde çoluk çocuğun var mı, onun bile farkında değilsin” diye
sitem ederlerdi. O da gülerdi. Eşi Hatice Hanım, zaman zaman şu sözü söylerdi:
“Eğer ben ölürsem Hoca ile kimse evlenmesin. Ben evlendim ama O’nun hanımı
kitapları.” Okumayı seven ve çok okuyan bir insandı.[34] Bir kitabı okumaya
başlayacağı zaman “Allah'ım, bu kitabı okumadan canımı alma” diye dua ederdi.[35]
Trabzon İl Özel
İdaresi’ndeki 1946 Genel Meclisi üyeleri sicil defterinde Cansız’ın tahsil
derecesi “Dersiâm”[36]
olarak geçmektedir. Daha önce aktardığımız gibi Cansız, klasik medrese usûlü
ile din ilimlerindeki tahsilini tamamlamış ve icazet almıştı. Aldığı bu icazetnamenin
usulüne uygun olup olmadığı Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere Kurulu’nca
incelenmiş ve diplomanın geçerli olduğuna karar verilmiştir. (Belge: 5) Bunun
üzerine Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Dairesi, “Öğrenim
derecesinin tespiti istenilen Trabzon Gezici Vaizi Mustafa Cansız’ın Rumî 1330,
Arabî, Cemaziyelevvel 1332 yılında Müderris Muhammet Müslim'den aldığı
icazetnemeye göre eski ilmiye mesleğine hazırlayıcı mertebelerden geçerek bu
yolda yüksek öğrenim görmüş sayıldığını”onaylamıştır.[37]
Medreseden aldığı
diplomaya denklik verilmesine çok sevinmişti. Bildiğimiz kadarıyla Karadeniz
sahilinde yetişmiş O’nun gibi bir din âlimi yoktu. Okul görmediğine göre kendi
kendini yetiştirmişti. Bu da elbette üstün zekâyı gerektirir.[38]
Cansız çok güçlü bir hafızaya sahipti. Ayaklı kütüphane olarak bilinirdi.
Yöresinde Arapça ve Farsçayı en iyi bilen kişi olmanın yanında hazır cevaplığı
ve zekâsı ile hocaların hocalarıydı.[39]
Gargar Müslim Efendi,
talebesi Cansız için “ilmi beni okutur” söylemesine rağmen, zaman zaman O’nu “Komünist
Mustafa”diye
nitelendirirdi.[40]
Müslim Efendi “Kasım Kıroğlu[41] ile
Mustafa Cansız’ı Müslüman yapamadım" diyerek öğrencilerinden
şikâyetini dile getirirdi. Bununla ilgili bir hatıra şöyledir:
Müslim Efendi bir gün
beyaz binişini giymiş, binişinin arkasını toplamış belinin üzerine koymuş ve
elleri arkaya bağlı olarak geliyormuş. Birisi ona:
—Efendi
bir derdin mi var. Ne düşünüyorsun?
—Var.
—Nedir?
-Allah
bana diyecek ki Ya Müslim, sen Cansız Mustafa ile Kıroğlu Kasım’ı niçin
Müslüman yapamadın. Ben ne cevap vereceğim?
Öğrencisi Kasım
arkasından geliyormuş. Müslim Efendi Kasım’ın geldiğini görmemiş. Bu sitemi
duyan Kasım Kıroğlu hocasına şunları söylemiş:
-Efendi,
ne biliyorsun Allah sana Müslim diyecek. Yâ gayri Müslim! derse” sen ne
diyeceksin?
Cafer Cansız’ın, Gargar
Müslim Efendi ile ilgili bir anısı şöyledir: İstiklâl Mahkemeleri’nin kurulduğu
zamandı. Rize’de infazlar yapılıyordu. Camiye geldim. Amcam Cansız Mustafa
Efendi de oradaydı. Baktım ki, endişeli ve titriyordu. Sebebi ise, hocası
Gargar Müslim Efendi’yi Çaykara’da hapse koymuşlar. Müslim Efendi çok titiz bir
insandı. Bazı şahıslar kestikleri hayvanların etlerini Çaykara Camii’nin
duvarına asmışlar. Müslim Efendi bu durumu görünce, “hangi gâvur etleri buraya
astı. Burası cami mi yoksa kasap dükkânı mı?” Müslim Efendi olumsuzluklarda
gâvur tabirini çok kullanırdı.
Bundan dolayı Müslim
Efendi’yi şikâyet etmişler ve hapse attırmışlar. Amcam da korkuyor. Haber
almak için Çaykara’ya gittim. O sırada baktım ki bir çavuş, Müslim Efendi’nin
tahkikatını yapmak için Of’tan geldi. Kosgor Mahmut Efendi’nin evinde kaldım.
Sabahleyin döndüm. Dernekpazarı’nın haftasıydı. Dükkânı açacaktım. Amcam
Mustafa Efendi birkaç kişi ile birlikte pazarda dolaşıyorlardı. Gördüklerimi
O’na aktardım. Daha sonra Of’a gitti. Orada gerekli görüşmeleri yaptıktan
sonra mahkemeye çıkartmadan hocası Müslim Efendi’yi beraat ettirtip serbest
bıraktırdı. Bundan dolayı Müslim Efendi O’na çok dua ederdi.
Gençlik yıllarında
köyünden bir kızı sevmişti. Ancak o kızı, bir başka şahıs zorla kaçırmıştı.
Buna çok üzülmüştü. Daha sonra yine köylerinden Ekşioğulları sülalesinden
İsmail Ekşi’nin kızı Hatice Hanım’la evlendi. Ekşioğulları ile Cansızların
arası iyi değilmiş. Bundan dolayı kızı düğün yaparak almak isteseydi belki
vermezler diye kendileri anlaşıp[43]
kaçarak evlenmişler. Normalde Ekşioğulları Cansızlara kız vermezdi. Kendileri
anlaşıp kaçtıkları için Ekşi ailesi de bir itirazda bulunmamıştır. Eğer zorla
almış olsaydı elbette tatsızlıklar olacaktı.[44] Mustafa Cansız’ın eşinden
üç kız, bir erkek olmak üzere dört çocuğu dünyaya geldi.[45] Hatice Hanım çarşaf giymez,
manto giyerdi. Hanımı çarşaf giymiyor diye de bazıları Cansız’ın aleyhinde
konuşurdu.[46]
Eşi ve çocukları köyde,
kendileri ise Trabzon’da ikamet ediyordu. Ancak zaman zaman köye gelirdi.
Hatice Hanımın bilinen bir hastalığı yoktu. Vefatından bir hafta önce Trabzon’a
gitmişti. Bu esnada tifo hastalığına yakalanmış. Hastaneye kaldırılmış, ancak
bu hastalıktan kurtulamayıp genç diyebileceğimiz bir yaşata, 1944 yılında
vefat etmiştir. Cansız Hoca, eşinin cenazesini köye getirtmedi. Hiç kimseye
haber vermeden Trabzon’da defnetti. Bundan dolayı çocuklarının kendilerine
kırgınlığı vardı.[47]
Ansızın eşini kaybetmesi
kolay bir hadise değildi. Artık kendileri yalnız kalmıştı. Ancak hayat devam
ediyordu. Bu nedenle yeni bir hayat arkadaşı aramaya başladı. Nitekim aşağıdaki
mektupta görüleceği üzere başarısız bir girişimin kendilerinde yarattığı
ıstırabın sitem cümleleri edebi niteliktedir:
19.10.945 Canan!
Cansız’ın
ağarmış saçları taşıyan başına kara duyguların yer almasını yersiz bulmadınız
mı? Öğretmen Cemil Bey vasıtasıyla size teklif edilen hayat arkadaşlığının bir
takım arkadaşlar tarafından ‘lantazi”[48]
tasvir
edilmesi, nedense sizin de biraz tatsız bulduğunuz bu konsere pek soğuk bir
nida katmaz mı?
Üç gün
önce Almanca öğretmeni Hulusi Bey’den “sizinle aramızda tesis edecek
münasebetin” fantazi olacağını duyuşum yok mu? Dimağımı uyuşturdu, havsalamı
tutuşturdu. Bu küçük varlığımda buz diyarıyla sahrayı kebiri birleştirdi
dersem mübalağaya sapmış sayı lamam. Sizin ince ruhunuz buna tahammül
edebiliyor mu? Bu sözlerle alakanızın derecesini kestiremem fakat sizden de
şikâyet ediyorum, susamam.
Canan!
Temiz, duru isteğim tarafınızdan reddedilebiliyor. Yalnız hissimin kalitesi
değiştirilemezdi.
İsteğim
müspet cevap verdiniz de biz menfi mi yürüdük, üç aydır adet, hayır diyerek
tereddüdün, vesvesenin benzersiz örneğini vermediniz mi? Ben bu orijinal
tereddütlerin asıl bir karara bağlanabileceğini beklemekten başka ne yaptım?
Günlerdir
bu istifhamların akrep kuyrukları kalbime saplanıyor, biriken şu istifham
yekûnları yanlış mı saplanıyor, lütfen anlatır mısiniz? Saygılar...M. Cansız
(İmza)[49]
Mektubun içeriğinden
anladığımız kadarıyla Cansız, kendilerine hayat arkadaşı olarak seçtiği kişiye
dileğinin iletmesi, bir kısım arkadaşları tarafından olması mümkün olmayacak
bir hayal olarak nitelendirilmesi ve bu konuda sevgilinin de bazı olumsuz
sözlerinin olmasından dolayı büyük bir ıstırap duyduğu anlaşılmaktadır. Bu
isteğe sevgilinin bilinen tarzda evet veya hayır demeyip, bu ikisi arasındaki
kararsız sözlerin kendilerinde yarattığı huzursuzluğu dile getirmektedir.
Kendileri açısından bunun bir hayal olmayıp gerçekleştirilmesi için kararlı
olduğunu ifade ederken, ince ruhlu sevgilinin buna nasıl tahammül edebildiğini
soruyor.
İlk eşinin vefatından üç
yıl sonra ikinci evliliğini gerçekleştirdi. İkinci evliliği şu şekilde
olmuştur: Mustafa Cansız’ın öğretmen bir arkadaşı vardı. Arkadaşının vefat
etmesi nedeniyle eşi dul kalmıştı. Trabzon Valisi Salim Özdemir Günday’ın
arabuluculuğuyla dul kalan Hatice Neriman Hanım ile evlendi. Cansız Hoca, 1947
yılında evlendiği ikinci eşiyle vefatı ettiği 1975 yılına kadar birlikte
hayatlarını sürdürdüler. İkinci eşiyle mizaçları bir birine pek uygun değildi.
Aynı zamanda eşinin modern bir giyimi vardı. Cansız Hoca bu durumunu pek
tasvip etmiyordu. Ancak umumiyetle iyi geçindiler. Hatice Neriman Hanım idare
kadınıydı. Cansız, maaşından kendisine bıraktığı harçlıktan geriye kalanını
hanımına verirdi. Evin ihtiyaçlarına hiç karışmazdı. Erkeklik tarafı olduğu
gibi kendisinin ağa sülalesinden olmasının da bunda etkisi vardı.[50]
Başkasına yük olmayı
istemezdi. Hayatının sonlarına doğru hanımı İstanbul’a gitmişti. Bu esnada
damadı Ahmet Cemal Uygun’un yanında kalıyor ve kızı hizmetini yapıyordu. Ancak
hanımı İstanbul’dan döndüğü gün valizini toplayarak evine gitti. Kalması için
ısrar etmelerine rağmen kabul etmedi. Zira eşinden ayrı olduğunda aralarının
açık olduğu gibi dedikoduların yayılmasını istemiyordu.[51]
Kültür açısından Cansız ile hanımı arasında
büyük fark vardı. Üvey oğlu Doktor Gündoğdu Sanımer[52]de bunu söylerdi: “Cansız,
çok farklı bir dünyanın insanıydı. Annemin O’nu anlaması mümkün değildi.”[53]
Giyim kuşamına çok
titizdi. Temiz ve ütülü elbise giyinirdi. 1.90 boyunda ve yakışıklıydı. Vücudu
ince ancak çok çevikti. Hareketleri çok süratli idi. Trabzon’dan geldiği zaman
köy kadınları gizlice bakarlar ve “Mustafa Efendi geçiyor” derlerdi. O da bu
denilenleri duyardı. “Yahu bu kadınlar kapılara dikiliyorlar, başka uzun boylu
adam görmediler mi?” derdi.[54]
Yemeği az yerdi.
Yemekten her zaman aç kalkılmasını tavsiye ederdi ve kendileri de öyle yapardı.
Mısır ekmeği ve lahana yemeğini çok severdi. En çok sevdiği yemekten tabağına
ölçüsünün dışında iki kaşık dahi koysanız onu asla yemez, bırakırdı. Nimettir,
dökülür diye bir endişesi yoktu. Çünkü en büyük nimetin sağlık olduğunu ifade
ederdi.[55]
En büyük tutkularından
biri tavla oynamaktı. Bunun haricinde başka bir oyun oynamazdı. Tavla oynaması
nedeniyle zaman zaman kendilerini şikâyet edenler olurdu. Bir din görevlisinin
bunu yapması, dine zarar veriyor algılaması nedeniyle 1965 yılında dönemin
Başbakanı Süleyman Demirel’e şikâyet edilmiş, ancak yapılan soruşturmada
dilekçeyi yazan kişinin verdiği adreste bulunamaması nedeniyle soruşturmanın
kapatıldığı anlaşılmaktadır. Şu halde şikâyet eden kişi kendi adını yazmamış,
açıktan şikâyet etme cesaretini gösterememiştir. Çünkü Cansız Hoca’nın alacağı
tavırdan çekinmiştir.[56]
Tavla oynamanın dinen mahsuru olup olmaması ayrı bir konudur. Ancak halkın
meselelere bakışı çok farklı olduğu için bir din âliminin tavla oynamasını
kendilerine yakıştıramamışlardır. Cansız Hoca’nın bu tür tutumları nedeniyle
şahsına (Cansız-dinsiz) olumsuz bakılmasına sebep olmuştur.
Trabzon’un meydan
parkında bulunan manolya ağacının altındaki sohbetleri çok meşhurdur.
Sohbetlerine genelde öğretmen camiası iştirak ederdi. Trabzon’da dönemin önde
gelen öğretmenlerinden olan felsefeci Topal Fahri lakaplı Fahri Bey(!), Ford
Osman lakaplı fizikçi Osman Aydemir, matematikçi Osman Çebi,[57]
pedagoji öğretmeni Ahmet Gürsoy ve fizikçi Sait Aydemir Cansız’ın
hayranlarından olup uzun yıllar beraberlikleri olmuştur, felsefe öğretmeni
Fahri Bey’le felsefî münakaşalara girerlerdi. Her ne kadar Cansız Hoca’nın bazı
görüşlerine iştirak etmese de O’nu hayranlıkla dinlerdi.[58]
Bu konuyla ilgili Ahmet
Cemal Uygun’un hatırsını aşağıya aktarıyoruz.
Cansız Hoca’nın
enteresan bir kişiliği vardı. En önemli meziyeti, hiç kimseye boyun eğmeyen,
bildiklerini serbestçe müdafaa eden bir yapıdaydı. Sanırım 1940’lı yıllardı.
İlkokuldan arkadaşım olan Osman Turan,[59] Ankara Üniversitesi Dil
Tarih ve Coğrafya Fakültesinde hoca idi. Bende Ankara emniyetinde çalışıyordum.
Devamlı görüşür ve konuşurduk. Osman Turan, ısrarla Cansız Hoca’ya, “gel seni
fakülteye alalım” derdi. O zaman doçentti. Osman Turan, Cansız’ı, hocası Fuat
Köprülü’ye anlatmıştı. Nasıl anlattı bilemiyorum ama bu anlatım üzerine
Köprülü, “senin anlattığın çok mühim bir kişi. Buraya gelsin bir görüşelim”
demiş. Ben de kendilerine “ fakülteye git. Aynı zamanda devamlı bir iştir”
diye söyledim. İstemedi. Niçin diye sorunca şunları söyledi: “Osman Turan zeki bir kişi
değildir. Çok çalışkan bir kişi olduğu için başarılı olmuştur. Kendisi zeki olmadığına
göre O’nun tavsiye ettiği hoca da nasıl olur? Onun gibi.”
Bir gün Osman Turan bana
telefon ederek “Cansız Ankara’ya gelirse onu fakülteye getir de görüşelim”
demişti. Şu anda buradadır, kendisiyle bir konuşayım dedim. Konuştum,
“gidelim” dedi. Beraber fakülteye gittik. Baktık ki Osman Turan’ın odası
hocalarla dolu. Meğerse Cansız’ı imtihan edeceklerdi. Girdik, selam, aleyküm
selam. Hemen sual sormaya başladılar. O da cevap vermeye başladı. Doçentlerden
bir tanesi tatmin olmamış olacak ki, kalkıp kütüphaneden kitap aramaya
başlamış. Bunun üzerine Cansız “anladım, o konuyu
falan kitapta bakarsan daha iyi tatmin olursun” dedi. O şahıs, “estağfurullah
Hocam, böyle bir şey hatırımdan geçmedi.” Fakültede iki-üç saat kaldık. Sonuç
itibari ile orada görev almayı kabul etmedi. Bir yere bağımlı olmayı
istememesinin yanında beğenmeme, üstten bakma gibi özelliklerinin olduğunu
belirtmek isterim.”
Ahmet Gürsoy’un Cansız
Hoca’dan bu konuda dinlediği ifadeleri şöyledir:
1940’lı yıllarda Cansız
Hoca Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesine Arapça metinler şarihi olarak
çağrılmıştı. Bir gün, o zaman Doçent olan Osman Turan’ın odasında diğer
hocalarla birlikte İslâm medeniyeti tarihinde önemli şahsiyetlerden biri olan
el-Cahız üzerinde sohbet ederlerken hocanın biriyle tartışmaya başlamışlar.
Cansız, Osman Turan’a hitaben, “falan kitap senin kütüphanende var, getir bakalım”
der. Kitabı getirir ve ilgili bahsi okumaya başlar. Oradakiler meselenin
Cansız’ın anlattığı şekilde olduğunu görürler. Şayet onların görüşlerine karşı
çıkmayıp sussaydı ve sizin dediğiniz doğrudur demiş olsaydı yüksek maaşla
orada çalışma imkânı elde edecekti. Hâlbuki Cansız Hoca’nın İlmî konularda hiç
şakası yoktu.[60]
Her insanın hayat
çizgisini belirleme hakkı vardır. Ancak Cansız’ın bu fırsatı değerlendirmemesi
kanaatimizce doğru olmamıştır. İlmî kişiliği, ilim merkezlerince görülüyor ve
kendilerinin değerlendirilmesinin yararlı olacağı kanaatine varılıyor. Ancak
O, bu tekliflere hiç aldırış etmemiştir. Hâlbuki böyle bir kurumda görev almış
olsaydı belki düşünce ve fikirlerini yazma zorunluluğu hasıl olabilecekti.
Ayrıca İlmî derinliği olan Cansız Hoca’nın kanaatimizce intisap edebileceği en
uygun yer böyle bir ilim müessesesi idi. Maalesef yöresinde kalarak hayatını
geçirmiştir.
Cansız Hoca, Diyanet
işleri Başkanlığı bünyesinde görev almayı düşünmemişti. Memur hayatını, daha
doğrusu bir yere bağımlı olmayı hiç istemiyordu. Çünkü bağımlı olmanın, bir
bakıma savunduğu düşüncelerinden ödün vereceği anlamına geleceğine inanıyordu.
Kendisi yalnız başına Trabzon’da kalıyordu. Eşi ve çocukları köyde çalışıp
geçiniyorlardı. Yani ona maddi yönden pek ihtiyaçları yoktu. O da hayatını
sürdürüp gidiyordu. Maddi olarak da servet yapayım, mal-mülk biriktireyim diye
hiçbir düşüncesi yoktu. İlk eşinin 1944 yılında vefat etmesi nedeniyle 1947
yılında ikinci evliliğini yaptı. Bundan dolayı Trabzon’da bir düzen kurma
zorunluluğu ortaya çıktı. Yani hayat artık eskisi gibi olamazdı. Evin
ihtiyaçlarının karşılanması için maddiyata ihtiyaç vardı. Bu nedenle Diyanette
görev almayı kabul etmek zorunda kaldı.[61]
Diyanet İşleri
Başkanlığı teşkilatında vaiz olarak göreve başlaması şu şekilde olmuştur:
Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki, 1949 yılında Trabzon’a
geldiğinde resmi bir görev verebileceği üst düzeyde hoca aramış. Cansız Hoca
Trabzon ve civarında bulabildiği iki hocadan biri olmuştur. Diğeri de vaktiyle
Of’ta kadılık yapan Pulcu Hoca lakaplı Salih Sabri Akdeniz idi. Cansız Hoca o
yıllarda Of ilçesini temsilen İl Genel Meclisi üyeliği görevini yürütüyordu.
Şu halde elli beş yaşlarına kadar resmi olarak din hizmetlerinde bir görev
üstlenmemişti. Ancak din ilimlerinden hiç ayrılmamış, gayri resmi de olsa
talebe okutmuş ve dönemin hocalarıyla birlikteliğini sürdürmüştür. Daha doğrusu
sürekli öğreten bir konumu vardı.
Salih Sabri Akdeniz
hocanın icazetnamesi Osmanlı döneminden ve resmi olduğu için Ahmet Hamdi Akseki
O’nu hemen vaizliğe atadı. Cansız Hoca’nın elindeki icazetname devletin resmi
bir belgesi olarak kabul edilmediği için Ahmet Hamdi Akseki, “Şeyh Bedreddin’in
“Vâridat”adlı
eserini tercüme edersen seni de yüksek seviyeli maaşla tayin ederim” demişti.1^
Vaizliğe atanabilmesi
için Trabzon Müftülüğü’nce Diyanet İşleri Başkanlığı’na gönderilen yazının
ekinde icazetnamesi, Varidat adlı eserin aslı ve tercümesi, Usûl’ül-Hikem fi
Nizam’il-Alem adlı eserin aslı ve tercümesi ve ayrıca Ahmet Hamdi Akseki’ye
armağan edilmek üzere Mevlânâ’dan Rubailerin aslı ve tercümesi ekli olarak
gönderilmiştir. İstenen
belgelerin gönderilmesi üzerine Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki
tarafından 35 lira maaşla Trabzon Bölgesi gezici vaizliğine atanır ve 23
Haziran 1949 tarihinde görevine başlar.
Mustafa Cansız, 6 Eylül 1950 tarihinde hazırladığı ve
Diyanet İşleri Başkanlığı’na gönderdiği raporda şu ifadelere yer vermektedir: 23
Haziran 1949’da işe başladım. Ödevlerimi Diyanet işleri Başkanlığı’nın 945
tarih ve 583 sayılı (Müftü ve Vaizlerin ödevleri hakkında gerekli açıklama)
sına göre ayarlamak tabii idi.
Ramazan’ı
Şerife tesadüf eden Haziran ve Temmuz aylarında haftada dört gün, Cum'a
günlerinde öğleden evvel, Salı, Perşembe ve Pazar günlerinde de ikindi
namazından sonra derslerimi Diyanet İşlerinin adı geçen açıklamasına uygun
düşürmeğe çalışarak şehrin Ortahisar ve İskender Paşa Camileri’nde veriyorum.
Her
haftanın boş kalan üç gününü de şehrin muhtelif camilerinde
vaiz arkadaşlarımın öğütlerini tetkik ile dolduruyorum.
Ağustos, Eylül aylarında
mevsim icabı cemaatin dağılmasıyla[62] derslerimi haftada ikiye
indirmiştim ve bölgemiz merkezindeki hatip, imam ve vaiz arkadaşlarımla
müftülük binasında adı geçen açıklamanın 41, 42 inci maddelerinden faydalanmak
suretiyle toplanarak günün münasip bir zamanında bilhassa itikat ve ibadet
meseleleri üzerinde ehemmiyetle durmak üzere bu meseleleri anlamaya ve
anlatmaya çalıştık.
Görüldüğü üzere Mustafa
Cansız, göreve başladıktan sonra öğütlerine devam etmenin yanında diğer vaiz
arkadaşlarını kontrol etme görevini üstlendiği gibi günün belli saatlerinde din
görevlilerine itikat ve ibadet konularında bilgi verdiği anlaşılmaktadır.
1950 yılında çıkarılan
5634 sayılı kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı yeniden düzenlendi. 29 Nisan
1950 tarihinde yürürlüğe giren bu kanunla merkez teşkilatında bazı yeni
birimler kurulmuş ve bazı birimlerin adları değiştirilmiştir. İlk defa gezici
vaizler ihdas edilmiş ve bütün vaizler maaşlı kadroya geçirilmiştir.[63]
Bu kanuna istinaden aynı tarihli Başkanlık oluruyla Mustafa Cansız, tekrar
Trabzon gezici vaizliğine atanır.
Trabzon Bölgesi gezici
vaizlik görevini sürdürürken Diyanet İşleri Başkanlığı’nca 1951 yılında
yapılan bir düzenlemeye göre Türkiye geneli 21 bölgeye ayrılır. Mustafa
Cansız, Trabzon merkez olmak üzere Gümüşhane ve Rize illeri bölge gezici
vaizlik görevine atanır ve 1965 yılına kadar bu görevini sürdürür ,
Daha önce ifade
ettiğimiz gibi Mustafa Cansız, klasik medrese usulü ile din ilimlerindeki
tahsilini tamamlamış ve icazet almıştı. Bu icazetnamesine Milli Eğitim
Bakanlığı Talim Terbiye Dairesi İlâhiyat
Fakültesi mezunu denkliği vermiştir. Diyanet
İşleri Başkanlığı kuruluş ve görevleri hakkındaki 633 sayılı Kanun’un[64]
yürürlüğe girmesiyle birlikte bu kanunun geçici 1. inci maddesinin (b) bendi
gereğince Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte Trabzon vilayetine tahsis edilen
950 lira kadro aylıklı (ihtisas) vaizliğine atanır.[65] Mustafa Cansız, Diyanet
işleri Başkanlığı’nca zaman zaman bazı hususları konuşmak ve görüşlerini almak
üzere Ankara’ya çağırılmıştır.[66]
Ayrıca teftiş maksadıyla görevlendirildiği gibi bazı yörelerin din yapısını
incelemek ve bu konularda Başkanlığa rapor vermek için de görevlendirilmiştir.[67]
1960 ihtilalinden sonra
Diyanette bir komisyon kurulmuş ve başkanlığına Cansız’ı getirmişler. Komisyon
çalışmaya başlamadan önce bir üye ayağa kalkarak, “efendim ben Kahire el-Ezher
mezunuyum. Şunları şunları yaptım... Kendini uzun uzun tanıtıyor. Cansız
kendisine müdahale ederek, “bu yaptıklarını bir dilekçeye yaz ve Başkanlığ’a
ver de maaşına zam yapsınlar, mevzuya geç” diyerek adamın kendisini bu şekilde
tanıtmasına müsaade etmemiştir.[68]
Remzi Yavuz’un anısı dikkate değerdir:
Cansız Hoca yıllarca
gezici vaizlik yapmış. Ayrıca devlet ona başka görevler de verdi. Kendilerinden
dinledim. İmroz ve Bozcaada’ya incelemeye gitti. Rumların ibadet yerlerini
gezdi. Keşişlerin kaldığı yerleri baktı. Kaldıkları yerlere pencere yerine
mazgal delikleri yaptırmışlardı. Herhangi bir karışıklıkta orayı bir savunma
merkezi olarak kullanmak için öyle yapmışlardı. Karşı tarafa ateş etmek için
kullanacaklardı. Bunları Diyanet’e rapor etmiş. Şunu demek istiyorum ki,
ayrıntıları görebilen bir yapıdaydı.
Bu konuda Yusuf Ziya
Cansız şu bilgileri aktardı:
1960’li yıllarda
devletin yetkili birimlerince araştırma yapmak için
İmroz ve Bozcaada’ya gönderilmiştir.
Oralarda bazı olaylar olmuştu. Bu yöreler Hristiyan cemaatin bir merkezi
gibiydi. Oranın yapısıyla ilgili -nüfus dağılımı-bir rapor hazırlamış. Daha
sonra Çaykara’dan oraya göç aktarması yapmışlar. Cansız, İmroz ve Bozcaada’ya
görevli gittiğinde Rumlarla rahatlıkla anlaştığını bana söyledi. Hâlbuki oranın
Rumcası ile bizim yörede konuşulan Rumca bir birini tutmazdı. Demek ki o dili
iyi biliyordu.
Bir ayrıntıyı anlatmadan
geçmenin doğru olmayacağına inanıyoruz:
İmroz ve Bozcaada’da ki
bizim din hocalarıyla orada olan papazlar arasında dinî münazaralar olurmuş ve
bizim hocalar cevap veremez durumdaymış. Devlet Cansız Hoca’yı, olayı
soruşturmak için göndermiş. İncelemesini yapmış ve bir rapor düzenleyerek dönemin
Diyanet işlerinden sorumlu Devlet Bakanı’na vermiş. Daha sonra bakan, biraz da
resmiyet dışı konuşalım demiş. Bunun üzerine Cansız: “Böyle
güzel adada içki âlemi ve güzel Rum kızları varken bizim Müslümanların
Hristiyan olmamaları zor" diyerek gülüşmüşler. Latifeyi
sever ve konuşmalarında latifeye yer verirdi.[69]
Meslek olarak vaizliği
sevdiği pek söylenemez. Kürsüye çıkarken biniş giymediği gibi başına sarık
koymazdı. Başı açık ve kravatlı olarak kürsüye çıkar ve vaaz ederdi. Çok fazla
konuşmazdı. Erken iner ve cami görevlilerine “bir aşr okuyun” diyerek zamanı
doldururdu. Çünkü kendisinin halkın seviyesine inip bir şeyler anlatması
kendilerini tatmin etmiyordu. Yüksek seviyeden konuşsa halkın anlaması mümkün
değildi. Ama yinede kürsüye çıkar bir şeyler söylerdi.[70]
Cansız Hoca, vaizliğe
başlamadan önce namaz kılmak için camiye pek gitmezmiş. Samsun’da ikamet eden
ve medreseden arkadaşı, Cansız’ın camiye namaz kılmaya gitmediğini duymuş.
Trabzon’a geldiğinde bunu kendisine sormuş:
-Duydum
ki camiye namaz kılmaya gitmiyorsun. Doğru mu?
-Evet
doğrudur. Cami ahır gibi kokuyor. Onun için gitmiyorum.
Arkadaşı bu sözünden çok
alınmıştı. Cansız vaizliğe başladığı sıralarda tekrar Trabzon’a gelmiş. Namaz
kılmak için İskender Paşa Camiî’ne gitmiş. Kürsüde biri vazediyor. Yaklaşmış,
bakmış ki Cansız Hoca. Hoca’nın daha önce söylediği sözü hatırlar ve şöyle der:
-Seni
ahırına bağlayan Allah’u Teala’ya hamdü senalar olsun.™
Sarık, cübbe giymezdi.
Bundan dolayı elbette tenkit edilirdi. Ancak yüzüne karşı tenkit etmeye
korkarlardı. Yaptığı işin dine aykırı olmadığını bildiği için bu tür tenkitlere
karşı ana avrat küfrederdi. Çünkü tenkit edenlerin şekilci bir anlayışa sahip
olduklarını biliyordu. Günümüzde bu anlayışın nispeten aşıldığını
söyleyebiliriz.[71]
Görev yaptığı esnada
sürekli uzlaşmadan yana tavır takınırdı. Bulunduğu sınav komisyonlarında torpile
asla müsaade etmezdi. Görevli olduğu dönemde özellikle Süleymancı cemaatinden
bilinen ve sınavlara giren hocalar için, “bunlar iki kelime öğrenmekle dini
bildiklerini sanıyorlar. Hâlbuki bu bildikleri ile dinimize faydadan ziyade
zarar getirirler. Ben onlar falan cemaattendir diye asla farklı muamele
yapmıyorum. Bilen görev alsın diyorum” derdi.[72]
Konu ile ilgili Ali
Şenocak’ın hatırası dikkat çekicidir:
Cansız Hoca ile aynı
köylüyüz. 1955 yılında Trabzon’da Müftülük imtihanlarına girdim. İmtihanda
komisyon üyesiydi. Sorulan hadis sorusunu pek anlayamadım. Daha doğrusu metni
çözemedim. Kendisine işaretle bir bakmasını istedim. Baktı ve bildiğin gibi yap
dedi. Oldu veya olmadı diye bir şey söylemedi. Biz de anladığımız kadarıyla
cevaplandırmaya çalıştım. Zaten yapacak başka bir şey de yoktu. Şunu demek
istiyorum: Ben köylüsü olmama rağmen bana bir yardım yapmadı. Yani kimseye
iltiması söz konusu değildi.
Hoca’nın bir diğer
önemli özelliği, inanmadığı şeylere hemen itiraz eder ve aksini savunurdu. Sadece
kendi doğrusunun kabul edilmesi hususunda çok ısrarcıydı. Ancak daha sonra
yanlış olduğunu anlayınca düzeltir ve sen haklısın demesini de bilirdi.[73]
Mustafa Cansız, 1970
yılında vaizlik görevinden emekliye ayrıldı.
Kursa katılan emekli
Müftü Mehmet Aydınlı’nın verdiği bilgileri aktarıyoruz:
Diyanet işleri
Başkanlığı’nın 1961 yılında Erzurum’da açtığı iki aylık hizmet içi eğitim
seminerine doğu illerinin (20 il ve ilçeleri) müftü ve vaizleri katılmıştı.
Kurs müdürlüğüne Mustafa Cansız getirilmişti. Aynı zamanda hocamızdı. Usul’ü
Fıkıh ve ifta derslerimize girdi. Çok geniş bir ilme, ansiklopedik bir bilgiye
sahipti. Ayaklı bir kütüphane idi. Onun ismi Türkiye Cumhuriyeti’ne yeterdi.
Cansız Hoca’ya karşı olumsuz bakan müftü ve vaizler Hoca’ya sataşmak istediler.
Özellikle doğulu Şafiî müftü ve vaizler daha çok sataştı. Ancak onun geniş ve
açıklayıcı cevapları hepsini susturdu. Adeta pes etmek zorunda kaldılar. Ben
Tercan Müftüsü’ydüm. Kendisine saygıda kusur etmedim ve o da bizi severdi.
Kursun sonlarına doğru dönemin İstanbul Valisi Prof.Dr. Fahrettin Kerim Gökay
bizi ziyarete geldi. Cansız Hoca onu, O, Cansız Hocayı takdim etti ve Gökay
Hoca, Cansız’ın elini öptü.
Bir gün Gürcü kapıda
lokantada yemek yiyordum. İçeri girdiler. Biz de ayağa kalkarak buyur ettik. O
zamanda bir tas içerisinde, bir okka kaymaklı koyun yoğurdu olurdu. Biz ondan
yiyorduk. “Bu nedir”? diye sordu. Biz de anlattık. Bunu üzerine “bu yoğurdu
hep siz mi yersiniz” diye espri yaptı. Hocam emriniz olur dedim. Ben de yörede
tanınmış idim. Erzurum Radyosunda Kur’an okuyordum. Garsonlara söyledim
Hoca’ya her gün yoğurt vereceksiniz. Cansız Hoca “ancak 250 gram yiyebilirim”
dedi. Ben de “hocam siz alın, yiyemediğinizi başkasına verirsiniz” dedim.
Böyle bir hatıramız olmuştur kendileriyle. Allah rahmet eylesin.181
Mahmut İslâmoğlu’nun
kursla ilgili Cansız Hoca’dan dinledikleri dikkat çekicidir:
Erzurum hizmetiçi kurs
müdürlüğü ve hatıratlarını bana anlatmıştı. Cansız’ın konu ile ilgili
ifadeleri şöyledir: “«atılanlar içerisinde iyi hocalar vardı. Fakat bizim
yörenin insanları benimle ilgili olarak onlara bir fesatlık yaptı. Orada bana
ilim adamıyım diye bakmadılar. Ders başlayınca İmamı Azam böyle dedi, falan
kitapta yazar. İmamı Şafiî hazretleri de böyle dedi. O da falan kitapta yazar.
Benim İmamı Şafi’ye hazret kelimesini eklemekle bana bir sevgi, iltifat etmeye
başladılar. Bir gün içlerinden biri usul kurallarıyla ilgili bir şey sordu. Ben
de “Usulü fıkıhta Molla Hüsrev’ in görüşü şöyledir. Şafiî hazretlerine mensup
falan âlimin görüşünde böyle der. Bu görüş daha uygundur. Bu sözlerimden
dolayı bana iltifat etmeye başladılar.
İçlerinden Halep’te
okumuş Gaziantepli bir vaiz yanıma geldi. ‘Biz sekiz vaiziz. Sizi yemeğe davet
ediyoruz. Ben de reddetmedim. Gittik ve yemek esnasında sohbet ettik. Davet
eden kişi bana şöyle dedi: “Hocam, ben Türkiye’deki büyük hocaları tanıyorum.
Mürailik olsun diye söylemiyorum. Sizin gibi bir hoca bu zamana kadar
görmedim. Hakkınızı helal edin. Biz ilk görüşte, Halk Partili olduğunuz için
size iltifat etmedik. Özür dileriz.’ Cansız: “Ooo benim için neler demişlerdir.
Onlara hiç itibar etmem. Ne derse desinler.” Sonunda Hoca’nın hakkını teslim
ettiler. Erzurum’da otelde kalacaktı. Fakat Çaykaralı bir tüccar vardı. Evin bir
odasını O’na tahsis etti ve orada kaldı. Nazım Okur’da Cansız’ı davet etti ama
gitmedi. Dedim ki, “O Demokrat Partili siz Halk Partili onun için mi
gitmediniz?” “Yok canım. Onun babası öğretmen ve dostum idi. Partinin ne önemi
var.” Yani oraları aşmış bir kişiydi. Taassup sahibi değildi.
Cumhuriyet Halk Partisi
fikriyatına mensup bir kişi olmasından dolayı hocaların kendilerine olumsuz
baktıkları anlaşılmaktadır. Bu anlayışın doğru bir yaklaşım olmadığını
belirtmekte yarar görüyoruz. Ancak ilmi siyaseti sayesinde olumsuzlukları
nasıl bertaraf ettiği de dikkati çekmektedir.
Mustafa Cansız, prostat
kanserine yakalanmış ve bu hastalıkla on yedi yıl mücadele etmişti. Hastalıktan
dolayı üç kez ameliyat oldu. Ameliyatların hiç birinde doktorların kendisini
bayıltmasına müsaade etmeyip, sınırlı uyuşturma yaptırtarak ameliyat olmuştur.
Zira bayıltıldığında hafızasının kaybolmasından endişe ediyordu. “Canımı al,
aklımı alma” diye Allah’a dua ederdi.[74]
Ölümüne yakın bir
zamanda ziyaretine gidenlere şunları söylemişti: “Yahya Kemal Beyatlı’yı
ziyarete gitmiştim. Hasta yatıyordu. Bize şunu söyledi: “Güneşin
gurûbunu seyretmek, insanın gurûbunu seyretmekten daha güzeldir”.
Sürekli olarak insanın ölüm halini seyretmenin kişiye mutluluk vermeyeceğini
ima ederdi.[75]
Dinî noktadaki
hassasiyetini ifade eden ve ölümüne yakın zamanlarda söylediği şu sözü de
anlamlı buluyoruz: Hastalığında ölüm anı yaklaştığında kızı Nadire Hanım
arkasında duruyordu. “Beni kaldır” dedi. Doğruldu. “Yarabbi! Sana şirk koşmadım. Kusurlarım çoktur. İlmimi de
elimden geldiği kadar yaydım. Dininden asla taviz vermedim. Senin huzuruna
geliyorum. Beni affeyle. Eşhedü...”diyerek ruhunu teslim
etti.[76]
Dursun Behzatoğlu’nun
söyledikleri de dikkate değerdir:
Hastalığı sırasında
tedavi için Numune hastanesinde yatıyordu. Gençliğinde Cansızla zaman zaman
birlikte içki içen arkadaşı Necmeddin ile birlikte ziyaretine gittik. Hanımı da
yanında idi. İçeri girdik ve ben elini öptüm. Konuşurken arkadaşı olan
Necmeddin, eli ile işaret ederek “içelim” dedi. Bunun üzerine Cansız Hoca: “Ulan
Behzatoğlu, bu şeytanı nereden taktın peşine, son nefeste imanımı alacak. Euzu
billahi mineşşeytanirrecim...” Bu söz üzerine gülüştük. Şu
halde ölüm anında bile espri yapmayı ihmal etmemiştir. Bir gün sonra gittim,
ölmüştü. Orada olan bakıcıya sordum. Bizim hoca burada öldü. Nasıl öldü? Son
sözleri şu oldu: ‘Ya Rabbi Mustafa sana karşı
bilerek veya bilmeyerek günah işledi. Fakat Rabbim ben sana asla şirk koşmadım.
Sen buyuruyorsun ki, bana şirk koşmayanı cennetime koyacağım. Mustafa kapına
geliyor, eşhedü enla ilahe illallah’ diyerek ruhunu teslim etti.[77]
Ölüm anında söylediği bu sözleri değişik kişilerden dinledik ve farklı
kişilerin söylediklerinin örtüştüğünü gördük.
Hastalığında ziyaretine
giden Şakir Çıkrık’a şunları söylemiş: “Oruç noksanlarımı tamamladım.
Namazlardan eksiklerim var. Allah ömür verirse onları da tamamlayacağım.”[78]
Ahmet Cemal Uygun’un
Cansız’ın hastalığı ve vefat ile ilgili bilgileri şöyledir:
Ölümüne yakın zamanda
bir miktar parası vardı. Bu parayı bankaya koymasını söyledim. Kabul etmedi.
“Ölürsem varislerin alması zor olur” dedi. Kitabın arasına koydu ve bana,
“paranın ktabın arasında olduğunu, öldüğümde buradan alın ve cenaze masraflarımı
karşılayın” dedi. Çarşı Camii imamı Hüseyin Sarıca ve vaiz Ahmet Arslantürk’ün
cenazesini yıkamasını vasiyet etti. Mevlidin kesinlikle okutulmamasını istedi.
“Hocaları, hafızları toplayın Kur’an okutun” dedi. Bu vasiyetlerini yerine
getirdik.
Nerede gömüleceği, mezar
taşı için bir şey yazıp yazma dığını sordum. “Kabrin türbe yapılmasının dinen
uygun olmadığını, mezar taşı için de bir yazı yazmadığım” ifade etti.
04.11.1975 yılında ahirete göç etti. Cenazesini Trabzon’dan alarak Dernekpazarı
ilçesinin Kondu Mahallesi’ne çıkarken çarşıya yakın ve yol üzerinde ağabeysinin
yanına defnettik. Ahmet Gürsoy o zaman şunu söyledi: “Getirdik bir deryayı
köye gömdük”.
Cansız Hoca vefat
ettiğinde on beş yaşında idim. Kendilerini tanıma şansım olmadı. Cenazesini
Trabzon’dan getirdiklerinde inşaat halindeki Dernekpazarı Camii’nin önüne
koydular. Bakmak isteyenler için yüzünü açmışlardı. Ben o halini hatırlıyorum.
Daha sonra cenazesi çarşıya yakın bir yerde olan aile mezarlığına götürüldü.
Cenaze namazı, yanılmıyorsam yörenin din âlimi Haşan Rami Yavuz tarafından
kıldırıldı. Trabzon Müftüsü Fazlı Çan’ın, Yasin suresinin bir bölümünü okurken
bir kaç defa şaşırdığını ve kendilerine hatırlatma konusunda Aşıkkutlu
Hoca’nın yardımcı olduğunu hatırlıyorum.[79]
Burada bir vefasızlığı
üzülerek dile getirmek istiyorum: Mustafa Cansız, yirmi yıl Diyanet İşleri
Başkanlığı teşkilatında vaiz ve müfettiş olarak görev yapmıştır. Diyanet
Gazetesinin 1968-1990 yılları arasında çıkan sayılarının yüklendiği CD de
yaptığımız araştırmada, vefat eden din görevlilerinin haber konusu yapıldığını
gördük. Ancak Cansız Hoca’nın vefatının haber konusu yapıldığına rastlayamadık.
Bunun yanı sıra Türkiye Diyanet Vakfı’nın çıkardığı İslâm Ansiklopedisi’nde
madde olarak yer verilmediğini de belirtmek isterim. Bu konuda bir art niyetin
olduğunu düşünmemekle birlikte, vefatının dahi haber konusu yapılmadığını
görmek üzüntü vericidir. Cansız Hoca’nın ölümü ile ilgili Yaşar Nuri Öztürk’ün
söylediği sözleri anlamlı buluyoruz:
“...Yani,
ben Cansız Hoca’yı düşünüyorum da, bazen toprağa gıpta ediyorum. Eğer bunlar
toprağın bağrına gitmiş ise dünyanın üstü hiç bir işe yaramaz. Nasıl toprak bu
insanları yiyor diye bazen kızıyorum toprağa, bazen de imreniyorum... O ölümüne
yakın: ‘Ey, artık misafir bu eski evi beğenmiyor; yerine dönmek istiyor” diyordu. [80]
Mezar taşında 1930’lu
yıllarda kaleme aldığı şiirinin şu mısraları yazılıdır:
Uzak geçme fâni sessizce dinle,
Hasbi hal eylesin taşım seninle
Halimden ibret al içinden inle.
3. İlmî
Kişiliği
Cansız Hoca’ya hitaben
yazılan bir mektubu aktarmak suretiyle İlmî kişiliği konusunda bir kanaate
varmak isabetli olur diye düşünüyoruz:
Kars’tan 17.6.1338 Cansız!....
Nerelerde?
Acaba yerde mi yoksa semavatta mı?....
Bana
pek mukârin, ruhen pek müşabih olduğu takarrür eden bir şahsiyet hakkındaki
mütalamın pürüzsüz ve doğruluğuna iman edebildim. ..
Evet!....
Cansız; Maddiyeti itibariyle mahkum, esir-i zemindir; fakat; mahiyet-i ruhiye
ve maneviyesi itibariyle kainatı meşhudenin maverayı mesturesinde ulumu
nazariyat ve feraziyatı felsefenin çalkalandığı saha-i mütelaşiyenin daha
gerilerinde maksudini; mevcut ve mestur ve mevzah gayey-i muhteriğ-i ezeliyi
bulup yakalamak istiyor çabalıyor, didiniyor, yoruluyor. Bu kimseyi âzurde
etmeyen sukuti ve dahili kıyametlerle derunî püskürmelerin zaruriyat-ı
münkeşifesine humna alud bir inkıyat gösteriyor................................................................. Heyhat...
Gene
subhaninin takrir ve tecellisi imkansızlığını edayi mu’ciz beyanı Kuran'iyenin
fesahat ve belağatı bînazirinden tatmin ve teskin etmeye daha alışkın, daha
ziyade m üste'id, ve meyyal olan şahsiyeti İlmiyeleri bu vadide arzuyi
kafisini bulamayan her bîçare gibi Hazreti Şeyh Sa’idiyden imtisalen dimağın
hali malumuna kanaatle fikrin arzuyi itilasına zayıf fakat tatlı bir perde-i
teselli kavuşturuyor....
Ey
berter-i ez-heyal kıyası kuman ve vehm
Ve
zehrçe küftene sinidim ve havendeyim
Meclis
temam keset ve bîaher resid-i ömr
Mahemçinani
der evvel vasf-ı tumandayım
İşte bu
feryad deryai hakikatin müntehayı maksuduna erişmek isteyen ve bu yolda
senelerce çırpınan bir âiim-i muazzamanın nakaratı me’yuse-i ahiresidir. Siz ruhen
bu şeddi metini parçalamak için tecavüzkâr mahiyetli mütehallik kimselere
benzersiniz.... Fakat....
Fakat;.,
bu imkansızlıktan mütevellitye’si asabiyetlerinizi avalim-süfliyeye dönerek;
gaye-i şümulü sizce de keşfedilemeyen barid ve ateşîn hitabeleriniz ve derin
iniltili, üzücü sanihatınızın edayı maluliyle tabiatı adiyenin kızgın
bulutlarına, yırtıcı gecelerine, ısırgan güzelliklerine, aldatıcı
mülatefelerine, kahır ve sitemine, vefasız mevaidine ilan-ı müşateme eder
durursunuz....................
Kars
’tan 17
Haziran 338
Ey Salih-i mecrayı hakikat;
nedir ol kin?..
Bîşevk ve âzam; her görünen
neşeye gamkin
Yüz bin senelik derdini
feryadını hâmil
Bir hilkat-ı buhran ve elem
kerdesi günün
Dehrin ezeli hem ebedi rah-ı
azizi
Mahkum eder her bar... evladı
fatini
Bin, bin kere müsbet mücerreb
kim râh
Yine iğfal ediyor müntesibini
Ya Rab bu ne hikmet ki verdin
akıl ve feraset
Emrin dahi esrarı ilah iyeye
te’min-i basiret
Herkeste tecessüs yine bahşasın
hilkat
İnsan ne için günahında pamali
hakaret
Aciz kalıyor akıl-1 beşer
hem im’an
Her yer çöküyor sanki feza bir
zindan
Fikrin oluyor saha-i lem’anesi
viran
Çok görme bu feryadını
vaveylini kalbin?
Hâlât ve sevaikini m’utı sensin
Sensin bize imkan-ı takarrub
verdin
Yine sensin ki bu imkanları
takyid ettin
Yandı nice bin kafile şundan
yandı...
Anlat ki bu peymaneye
Cansız.... Dendi..
Bir ateş-i fevvare-i tâban
yolda;
Bir heykel-i zulmet ile mahsue
kaldı.
Ey savt-ı samut ne ise bu ne
kenz-i layemüt
İnsan çalışır hem çalışır bir
gayret
Hala çekemez künhünüzün elifini
himmet
Ey kenz-i layemüt bu ne savt-ı
samut
İşte Cansız... buralarda
sersemsin
Bu geniş sahada zindan bendsin
Tutkunusun ezelden bu belaya
çıkamazsın
Her zaman ağlayacak, ağlayacak,
ağlayacaksın.
Kars
Mevkii Müstahkemi Mevlüt Hakî
Şahsiyeti
fazılalar hakkında icale-i hama etmekliğim gerçi bir cüret-i müstemile ise de.................................... etmeye
af gözüyle bakınız bir parça pervasızca taallukı bildiğim itibarla hususiyet-i
ahvalimi bildirmek isterim. Çünkü hayat sirkini anlarıdır.
Sarıkamış’tan bir buçuk mah mukaddem infisali ile Kars mevkii müstahkemi
inşaatı istihkamiye komisyon azalığına tayin edildim. Komisyonuna ibraz-ı
mevcudiyet edince inşaat istihkamiye taburu üçüncü bölük kumandanlığına tayin
edildiğim gibi diğer taraftan mevki-i müstahkem müdüriyetini dahi uhdeme
tefviz buyurdular. Şimdi oldukça kalabalık işler arasında bulunuyorum. Sizin
sıhhat ve afiyetinizi mübeşşir lutufnameler çok zamandır.....
Baki
taşkın hürmet ve samimiyetlerimle sizleri selamlarım sevgi ve muhterem
kardeşim.
Kars
Mevkii Müstahkemi İnşaat-ı istihkamiye Komisyonu Azasından ...
İbrahim
Ağaya, Haşan Ağaya, Kaymakam Efendiye arz-ı huluskari eyler, diğer komşulara
dahi selamımı tebliğ buyurunuz efendim.
Adresim,
Kars Mevkii Müstahkemi İnşaat İstihkamiye Komisyonu Azasından
Bu mektup, 1922 yılında
yazılmış olup, o zaman Cansız Hoca henüz yirmi yedi yaşlarındadır. Gençlik
yılları diyebileceğimiz yaşlarda arkadaşının O’na olan iltifatları
kendilerinin nasıl bir düşünce dünyası ve ne tür fikir çileleri içerisinde
olduğunu açıkça dile getirmektedir. Mektubu aşağıda sadeleştirmeye çalıştık:
Kars’tan
Cansız!...
Bana pek yakın, ruhen
çok benzediği belli olan bir şahsiyet hakkındaki düşüncelerimin doğruluğuna
inanıyorum.
Evet!... Cansız; bedeni
olarak mahkûm ve yeryüzünün esiridir. Fakat ruhi ve manevi yönü itibariyle
görünen kâinatın perdesinin arkasında tabiat ilimleri ve felsefi düşüncelerin
çalkalandığı telaşlı sahanın daha gerilerinde maksadın varolup ve gizli olan
açık gayesini ve ezeli yaratıcıyı bulup yakalamak istiyor, buna çabalıyor,
didiniyor, yoruluyor.
Bu kimseyi incitmeyen
sessiz iç buhranlarla (sıkıntılar) içten püskürmelerin keşfedilmesi gerekenlere
yakalanmış, ateşe tutulmuş boyun eğiyor.... Ne uzak
Yine Allah’ın yerini
belli etmesi ve görünmesi imkânsızlığını Kuran’ın benzersiz lisanı açık ve
meramını düzgün anlatan tatmin ve teskin olmaya daha alışkın, buna daha çok
hazır ve daha çok yakın olan ilmi şahsiyetleri bu sahada kesin hissettiklerini
bulamayan her çaresiz gibi Şeyh Sadi’den bağlı kalarak
Sen
hayalimdeki ve aklımdaki en güzel şeysin
Her ne
kadar söylediklerimi duymamış ve okumamışsan da
Meclisin
sonunda anlaşılacak fakat ömür bitecektir.
Biz
başta nasıl yaratılmışsak yine öyleyiz ve hep öyle kalacağız. İşte bu
feryat, hakikat denizinin sonsuz maksadına erişmek isteyen ve bu yolda
senelerce çırpınan büyük bir âlimin üzüntüsünün tekrarlarının sonudur. Siz
ruhen bu sağlam şeddi parçala mak için aşırı derecede ileri giden yaratıcı
kimselere benziyorsunuz.
Fakat bu imkânsızlıktan
dolayı üzüntü veren asabiyetlerinizi aşağı âlemlere dönerek genel gayesi sizce
de keşfedilemeyen soğuk ve ateş gibi kızgın konuşmalarınız ve derin iniltili,
üzücü fikirlerinizin (tam yerini bulmayan) normal tabiatın kızgın bulutlarına,
yırtıcı gecelerine, ısırgan güzelliklerine, aldatıcı iltifatlarına, baskı ve
sitemine, vefasız yerine getirilmeyen vaatlerine sövüp duruyorsunuz.
Ahmet Cemal Uygun’un
Cansız’ın ilmi kişiliğiyle ilgili düşünceleri şöyledir:
Cansız, çok okuyan bir
kişiydi. Kendileri ile hısım olmadan yani kızıyla evlenmeden önce de babamın
arkadaşı olduğu için bize gelirdi. Babamla çok konuşur ve sohbet ederlerdi.
Daha doğrusu fikirleri uyuşurdu. Büyük kütüphanemiz vardı. Yataklarını
serdikten sonra gidip yatardım. Orada sabaha kadar okur ve konuşurlardı.
Gittikten sonra babam, “Çok zeki bir insan, hafızası çok kuvvetli ve bunu da
istediği istikamette çok iyi kullanıyor” ifadelerine yer verdi. Din bilgisi ve
felsefi külürüne herkes hayranlık duyardı. Görüşlerini beğenmeyenler bile bu
özelliğini kabul eder, altından kalkamadıkları meseleleri istemeyerek de olsa
O’na sormak zorunda kalırlardı. İsmail Ekşi’nin Cansız Hoca ile ilgili
düşünceleri şöyledir:
Cansız Hoca halam ile
evli idi. O kadar kitap okurdu ki bazen kitapla uyur kalır, sabahleyin halam
yani hanımı uyandırırdı. Sigara içtiği için bazen kitabı bile yanardı. Çok
kuvvetli bir hafızaya sahipti. Bununla ilgili bir anımı anlatmak isterim:
Halamın kocası olması nedeniyle bizimle hısımdı. Bir güz mevsimi idi.
Yanılmıyorsam yıl 1939. Biz yaylada idik. Limon suyunda babamın dükkânı vardı.
O zaman çocuktum. Cansız Mustafa Efendi atla birlikte Bayburt’tan geliyordu.
Bize uğradı. Çocuk yaşta olduğum için yaya zor giderim diye babam beni ona
verip gönderdi. Birlikte konuşa konuşa Ataköy’e geldik. Herkes etrafını sardı. Çünkü
onu tanımayan olmadığı gibi itibarı da çok yüksekti. Beni de at vurdu.
Sandalyeye yan oturuyorum. Bana bakıp “doğru otur” dedi. Bakmadığı zaman tekrar
yan oturuyorum, görüyor “doğru otur”. Anladı beni at vurdu, bana espri yapmaya
çalışıyordu. Aradan otuz yıldan fazla zaman geçmişti. Trabzon Nümune
Hastanesinde ambulans şoförü idim. Bir gün Cansız Mustafa Efendi’nin kadın
doğum uzmanı olan üvey oğlu Gündoğdu Sanımer’i evine bıraktım. Cansız ona,
“kiminle geldiğini” sordu. “Ekşioğlu ile geldim” dedi. “Haber verin ona beni
beklesin” dedi. Ben de kendilerini bekledim. Yaşlı ve hasta olduğu zamanlardı.
Gelince bana, “Ekşioğlu şimdi taşıma sırası şendedir.” Çok yaşlı olması ve
aradan çok uzun yıllar geçmesine rağmen birlikte yaptığımız yolculuğu hatırlamasına
hayret etmiştim. Demek ki güçlü hafızası vardı.[81]
Mahmut İslâmoğlu
Cansız’ın ilmi kişiliği ile ilgili şu ifadelere yer vermiştir:
Bir Ramazan ayında
Rize’de geçici görevliydim. Rize Müftüsü Yusuf Karalı[82] Efendi’ye sordum:
“Karadeniz’de âlim olarak kimi tanıdın?” “Cansız Mustafa Efendi’yi” diye cevap
verdi. Aynı soruyu Cansız’a da sordum. Yusuf Efendi için “çok zeki bir insan.
Her şeyi ezber okur” diye cevap verdi. Bunlar iltifat olsun diye söylenmiş sözler
değildir. Cansız çok zeki ve ilme değer veren bir kişiliğe sahipti.[83]
“Gerçek din adamlarına çok saygısı vardı. Karali Hoca’yı çok beğenir ve takdir
ederdi.”[84]
Müfettiş Ahmet Çıkrık’ın
hatırası dikkate değerdir:
1960 yılıydı. Öğretmen
okulunda okuyordum. Hocamız bize Sosyoloji ile ilgili yaz tatilinde araştırıp
yapmamız gereken bir ödev vermişti. Kaynak olarak adlarını verdiği kitaplar
içerisinde “Rûh’ul -Akvam” da vardı. Ancak bu eseri bulmamızın zor olduğunu
söyledi. Köye geldiğimde Cansız Hoca’nın torunu Yusuf Ziya Cansız’a,
“dedesinin kütüphanesinde böyle bir kitabın olup olmadığını sordum.” Kitabı
bana getirdiğinde hayret etmiştim. Sonuna adını yazarak 1930 tarihini atmıştı.[85]
1930 yılında “Ruhu’l Akvam” adlı kitabı okuduğu sonuna düştüğü nottan anlaşılan
Cansız Hoca’nın o yıllarda ne tür eserlerle meşgul olduğunu ve kendisinin ne
kadar araştırmaya ve okumaya meraklı bir din bilgini olduğunu anlatmak için yeterli
olduğunu düşünüyoruz. Zira o günün yöresel din adamlarının böyle kitapları
okuduğunu söylemek bir yana ilgi duyduklarını bile düşünmemiz oldukça zordur.
İmamı Gazali’ye atfedilen “Faysalut’tefriketi Beyne’l İslâmi
ve Zindikati” adlı Kelâm kitabının üzerine Arapça şu notu düşmüştür: "Tacettirı
Sebki’den nakledildiğine göre “Faslut’ tefrikati Beyne’l İslâmi ve
Zindikati" adlı kitap Şafiîlerin kaynağı olan Gazali ve Sebki’ye aittir.
Müteehhir imamlardan ve sofilerden olan İbni Mısrî bu kitabı mutezilenin telif
atından saymıştır. Ben de bu kitabı en güzel telifattan sayıyorum. Allah
gizliyi açığa çıkarsın. 1960, Cansızoğlu. ”[86]
Birinci Dünya Savaşından
sonra Sadıkzadeler’in[87]
vapur işletmelerinin İstanbul’daki şubesinde bir müddet kâtiplik yapmıştır. Bu
esnada batı kültürüyle yakın teması olmuş ve batılı ünlü bilim adamlarının
eserlerini okumuştur. Eski Yunan ve Romalı felsefecilerin eserleri de buna
dâhildir. Aynı zamanda filozofların görüşlerine eleştiriler getirmeyi de ihmal
etmezdi. Yani okuduklarını kabul eden bir yapıya sahip değildi. En önemli
özelliklerinden biri çok okumasıydı. Yanından asla kitap eksik olmazdı.
Hafızasının güçlü olması nedeniyle okuduğunu da unutmazdı. Birlikte olduğu
öğretmenler onun yanında acziyetlerini ifade ederlerdi.[88]
Ali Şakir Günaydın’ın
hatırası da dikkate değerdir:
İhtiyarlık dönemi idi.
Teftiş için Karadeniz Ereğli’ye gelmişti. Ben de kendilerini misafir ettim.
Sohbet ettik. Hocam neler yapıyorsunuz diye kendilerine sorunca şunları
anlattı: “Cevaplandırılmak üzere çok yerlerden, hatta yurt dışından bile
sorular gelir. Bundan dolayı her gün yaklaşık sekiz saat kitap okurum. Bu
sorulara cevap verebilmek için bir kitabı alırsınız, oradan bir başka kitaba
derken kitapların sayısı on, on beşi bulur. Sererim kitapları ve araştırırım.
Bazen öyle olur ki, kitapların üzerine uyur kalırım.” O yaşlı halinde hala daha
bu kadar okuyup araştırma yapmasına ben hayret etmiştim.
Torunu Yusuf Ziya
Cansız’ın konu ile ilgili ifadelerini anılmaya değer buluyoruz:
Dedem, ayaklı kütüphane
olarak nitelendirilirdi. Gerçekten de öyle idi. Bence gereksiz. İsteyen gitsin
kütüphaneden öğrensin. Bir sahada derinleşseydi daha iyi olurdu diye
düşünüyorum. Hiç unutmuyorum 1960’lı yıllardı. CHP’nin Trabzon il kongresine
Konya milletvekili İsmet Kabadayı gelmişti. Askerden ayrılma ve kültürlü biriydi.
Kongreden sonra Ural Palas Oteli’ne gidildi. Kendisi Mevlevi olduğu için Mevlevilikten
bahsetmeye başladı. Konuşulanları dinleyen Cansız Hoca, sonunda Mevlevilik
sizin dediğiniz gibi değil ve başlamış anlatmaya. Adeta bir konferans vermiş.
Anlattıklarına İsmet Kabadayı hayran kalmış. Sonunda “Hocam
bu işi siz bizden daha iyi biliyorsunuz. Gerçekten bu konuda bizden kabadayı
çıktınız"
diyerek iltifatta bulundu.
Sanırım 78 yaşlarında
idi. Trabzon’a gittiğimde ziyaretine gittim. Masasının üzerinde Bernard
Russell’ın Felsefe Meseleleri adlı kitabı duruyor. Onu okuyor ve kenarlarına not
düşüyordu. Seksenine merdiven dayamış bir insanın bu kitapla ne işi olabilir?
Hani kitap yazsa diyeceğim bir şey yok. Ama sadece öğretmenler lokaline
gittiğinde mesele açılırsa konuşacak ve bu bilgileri karşı tarafı ezmek için
kullanacaktı. Bence bu kadarına gerek yoktu. Bir kere ayaklı kütüphane diye
adı çıkmıştı. Bu sözün devamı için didinip duruyordu. Böyle bir insandı. Keşke
yazıp da yorumlar getirseydi günümüzde bunlardan istifade edilirdi. Ama
malesef bunu yapmadı. Bu yönünü eleştiriyorum.
Bir toplulukta konu
açıldığında bu eleştirimi dile getirmiştim. Bir arkadaşımız bana katılmayarak
şunları söyledi: “Olay sizin dediğiniz gibi değildir. O’nun gördüğü hizmet
farklı bir hizmet anlayışıydı. Toplumsal gelişmede böyle insanların önemli
katkıları olur. Gelecek kuşaklarca isimleri bilinmeyebilir ama fikirleri
yayılır. Ayrıca o tür kişiler, suyun yükselmesine yavaş yavaş katkıda bulunur
ve toplumun değişim ve dönüşümüne önemli hizmetlerde bulunur.”
En önemli
özelliklerinden biri de, herhangi bir konuda geniş, teferruatlı bir
araştırması yoksa konu hakkında fikir beyan etmezdi. O, bir konuda bir şey
söylüyorsa karşı taraftan geleceği de hesap ederdi. Aynı zamanda çok güçlü bir
hafızaya sahipti. Meseleleri açıklarken kaynakların sayfa numaralarını vererek
ortaya koymak herkesin yapabileceği bir iş değildir. O bunu yapıyordu.
Ali Düzenli’nin
hatırasını da anılmaya değer buluyoruz:
1950’li yıllardan sonra
Of-Çaykara ilçelerinden Malatya ve çevresine hocalık yapmaya gidenler olurmuş.
Hüseyin Kılıç1" Malatya’da vaiz olarak görev yapıyordu. Bir
gün müftü İsmail Hakkı Erzen ile görüşmek için yanına gitmiş. Müftü Erzen, Oflu
hocaları sevmezmiş. Kendisine niçin geldiğini sormuş. “Hocam, sizden ders
okumak için geldim” demiş. Bu esnada Hüseyin Kılıç’a “Of’tan âlim çıkmaz,
Cansız Hoca müstesna” diyerek Cansız’ı övmüş.
Cansız Hoca’nın
döneminde Trabzon genelinde en meşhur hocalar, Oflu Dursun Efendi[89],
Mehmet Rüştü Aşıkkutlu Efendi, Çaykaralı idris Efendi, Dursun Efendi ve Haşan
Rami Efendi idiler. Ancak Cansız Hoca dinî ilimlere vakıf olma konusunda bu
hocaların hepsinden üstündü.[90]
Nitekim kendisi ile teşriki mesaide bulunan Mustafa Genel, Cansız’ı
Reîs’ul-Ulema olarak nitelendirmektedir.[91]
Gerek kıyafeti ve
gerekse fikirleriyle diğer din görevlilerinden farklı bir yapıya sahip olduğu
için kendisini öğretmen camiasına daha yakın gördüğünü söylememiz mümkündür.
Bu itibarla mesaisinin önemli bir kısmını onlarla birlikte geçirirdi. Felsefeci
(Topal) Fahri Bey(!), Ahmet Gürsoy, Ömer Çebi, (Fort) Osman Aydemir ve Sait
Aydemir bu grubun önemli şahsiyetleridir. Öğretmenler, düşünce ve fikirlerine
önem verdiği gibi kendileri de onlara yakınlık gösterirdi. Meydan parkındaki
sohbetleri meşhurdur. Cansız Hoca onlardan çok yaşlı idi. Zaman zaman, “emsallerimin
hepsi vefat ettiği için çocukların arasında kaldım" diye
latife ederdi. Bu açıdan öğretmenler, arkadaşlıktan öte onunla dost idiler.
Ömer Çebi ile yakınlığı vardı. Fort Osman’la tavla oynardı. Osman Bey, Cansız
Hoca’yı konuşturmak için oyun içerisinde zaman zaman bilerek hile yapardı.
Hoca farkına vardığında “b.k yema Osman” diye küfür basar, etrafındakiler
gülerdi.
İyi yetişmiş, yetenekli
ve müstesna bir insandı. Gençliğinde içki kullandığını söylerdi. Ama sonraları
bunu bırakmıştı. Hayat adamı, hoş sohbet, akılcı, yeri geldiğinde sözünü
esirgemeyen bir yapıdaydı. Küfürü de söylemeyi ihmal etmezdi. Çok renkli bir
hayat geçirdiğini söylememiz mümkündür. Yobazlığa ve akıl dışı şeylere çok kızardı.
“Dinin elbette bir inanç boyutu vardır. Bunları tartışmaya gerek
yoktur. İnandık Müslümanız” ifadesini kullanırdı. Ancak
batıl inançlara yer vermezdi. Dine giren hurafelerin çoğunun İslâm dininin
yayılmasından sonra farklı kültürlerden geldiğini, dolayısıyla bunların dinle
bir alakasının olmadığını söylerdi. O kadar kültürlü bir şahsiyetti ki
öğretmenler onun yakın çevresinde bulunmaktan onur duyar ve bununla
övünürlerdi. Bildiğimiz kadar, Karadeniz sahilinde yetişmiş O’nun gibi bir din
âlimi yoktu. Okul görmediğine göre kendi kendini yetiştirmişti. Bu da elbette
üstün zekâyı gerektirir.
Genelde Hoca’yı dinsiz
diye itham ederlerdi. Bunun bir sebebi şudur: Molla tipli insanlar gelip
hocaya sorular soruyordu. Sordukları sorularda saçmalıklar olursa kızıyor ve
sözünü de esirgemiyordu. Aynı zamanda ağa sülalesinden olduğunu da hissettirmekten
çekinmiyordu. Hocaların çoğu kendinden korkar, yanına bile yaklaşamazlardı.
Yanlış gördüğü zaman en yakını bile olsa bağışlamazdı. Yaşar Nuri Öztürk’ü
dinlediğiniz zaman Cansız Hocayı hatırlamamak mümkün değildir. Kıyafeti de ona
benziyor.[92]
Köylüsü Mehmet Saygılı
bize şu hatırasını aktardı:
12
veya 13 yaşlarında idim.
Mustafa Cansız’ın hocası Gargar Müslim Efendi Dernekpazarı kasabasına gelmiş ve
Molla Kibâr adlı şahsın dükkânında oturuyordu. Ben de dükkânda idim. Mustafa
Cansız, hocasının kasabalarına geldiğini duyunca O’nunla görüşmek için
oturduğu dükkâna gelmiş. Hocası, Cansız’ı görünce kalkıp ona doğru yürüdü ve
kucaklaştılar. Daha sonra Cansız Hoca oradan ayrılmış. Dükkân sahibi Molla
Kibar, Gargar Müslim Efendi’ye:
-Hocam
siz bu Cansız Hoca’ya niçin bu kadar değer veriyorsunuz? Çünkü bu ilmi ile
amil olan bir kişi değildir. Dinin vecibelerini yerine getirmiyor.
Müslim Efendi şu cevabı
verdi:
-Merak
etmeyin ondaki bu ilim zamanla onu evirir, çevirir yola getirir, düzelir ve mutlaka
istikametini bulur.
Nitekim uzun yıllar
sonra Diyanette gezici vaiz olarak görev aldığı zaman hocasının söylemiş
olduğu sözü hatırladım ve böyle bir görevi üstlenmesinden çok memnun kaldım.[93]
Otoriter bir kişiliği
vardı. Halk Partisini tuttuğu, sakalı olmadığı, kravat taktığı, sigara ve
nargile içtiği için herkes aleyhinde konuşur ve kendisine kızardı. Hocalardan
bazıları kendisine soru sorardı. Sorulan soruya cevap verdiğinde adam tatmin
olmayıp hocam, öyle diyorsun ama böyle de olmaz mı dediğinde; “Mademki bana
inanmayacaktın ne b.k yemeğe sordun, bildiğin gibi yapsaydın.”
Her dönemde olduğu gibi
az sayıda da olsa da Cumhuriyete ve onu kuranlara karşı hiç de hoş olmayan
sözler sarf eden ve kendilerini hoca diye tanıtan kişilere rastlamak mümkündür.
Adam hoca ve diyor ki, “keşke
onlar bu memleketten olmasaydı da o camiler kilise olsaydı.”Cansız
bu sözü duyduğunda “oy senin sakalına İşte bu tip hocalar Cansız’ın aleyhinde
konuşur ve O’nu dinsizlikle itham ederlerdi.[94]
Rıza Selim Başoğlu’nun
konu ile ilgili sözleri anılmaya değerdir:
Cansız Hoca, Cemalettin
Afgani, Musa Carullah, Reşit Rıza, Mehmet Akif, Fazlurrahman, gibi düşünürleri
tanıyan ve okuyan biriydi. Batı felsefesini çok iyi bildiği gibi Hindistan’daki
düşünürleri de iyi tanıyordu. Bunu nereden anlıyorum. Bu düşünürlerin eserleri
ile tanıştıkça Hoca’nın o kitapları okuduğunu anladım. O dönem, hoca olarak
geçinen kişilerin bahsettiğimiz düşünürlerden hiç haberleri yoktu. Zaten o
imkânları da yoktu. Mesela Hacı Haşan Rami Yavuz, Fazlurrahman’ın hangi
kitaplarını nereden temin edecekti? İşte hoca bunların farkındaydı. Hoca batı
felsefesini iyi bildiği için, bir şeyi izah ederken çok farklı açıklamalar
getirebiliyordu. Farklı izahı duyan bir kimse de hemen onu imanı ile
irtibatlandırıyordu. Ama bunu Hoca’nın yüzüne söylemeleri mümkün değildi. Hiç
birinin bu cesareti yoktu. Hoca’nın yanında hepsi sus pus olur, ancak gittikten
sonra konuşmaya başlarlardı.
Hoca’nın cemaatin
cebinde gözü yoktu. Onun için inandığını rahatlıkla konuşurdu. O’nun fikirleri
bu gün tartışılıyor. Bu gün tartışanların da imanı tartışılıyor. Hoca, o
dönemde bunları tartışıyordu. Çok takdir ediyorum. Cumhuriyetle birlikte
yapılan inkılâpların manasını biliyordu. İnkılâpları yapan kişilere tan
edenlere çok kızardı. “Yahu bu inkılâpları padişahlar yaptı. Bu uğurda kelle
verdiler. Bunun için Yeniçeri ocağında binlerce insanın kanına girildi. Şimdi
niye böyle tan ediyorsunuz. Osmanlıdaki yenileşme hareketlerini çok iyi okuyan
ve bilen bir kişiydi. Dolayısıyla Cumhuriyetle birlikte çıkarılan kanunların
ve yapılan yeniliklerinin 1800’li yıllara kadar gittiğini, çekilen çilelerin,
yapılan gayretlerin bir sonucu olduğunu ifade ederdi.
Cansız Hoca’nın dinî
bilgisi ve genel kültürü konusunda Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün verdiği
bilgiler gerçekten dikkat çekicidir:
Trabzon’da
kısmen devam ederek, kısmen de dışardan, orta-lise eğitimimi tamamlarken, bir
yandan da Cansız Hoca diye ünlü büyük bilgin Mustafa Cansızdan din ilimlerinin
temel kaynaklarını okudum. İslâm ilimlerindeki nasibimin en büyük dayanağı
olan bu rahmetli üstadımdan, okuduğum ana kaynaklar arasında, en önemlilerini
şöyle sıralayabilirim: Tefsirlerden: Kadı Beyzâvi ve Keşşaf; hadisten: Buhari
ve Dârimî; fıkıhtan: Usül-i Pezdevi, Multeka, Kudüri; akaidden: Nesefi ve
Emalî; Arap edebiyatından: İbn Fârız Yaiyyesi; Fars edebiyatından; Hafız
Divanı, Ömer Hayyam Rubaiyâtı, Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ı Türk
edebiyatından: Fuzulî, Tevfik Fikret ve Akif...
Yaşar Nuri Öztürk,
kendisiyle Haziran 1998 tarihinde “Kitap
Dergisi”
için yapılan mülakatta Cansız Hoca’nın kaynağı neydi? diye sorulan bir soruya
şu cevabı verdi:
“Efendim
eski medrese... Of’ta okumuş, Of’taki en ünlü ilim adamlarından biri olan,
Gargar Müslim Efendiden okumuş Diyanet Müfettişiydi; Karadeniz bölgesini teftiş
ediyordu...Felsefeyi çok iyi bilen, batıyı bilen adam, fevkalade Rumca
biliyor... Muhteşem bir hafıza, muhteşem bir sentez kudreti, bir mütefekkir... Yani, yazmamış; eğer yazsaydı Türkiye’de ihtilal olurdu,
fikir ihtilali. Çok
kalender bir adam. Ama biraz hemen küsen bir tarafı var. Takdir edilmeyen
değerleri gündeme getirmekte asla ısrarlı değil; bence hatası o. Biraz ısrarlı
olsa, takdir edileceğini görecekti. Hiç ısrarlı olmamıştır. Kendi köşesinde...
Ve on
yıla yakın ben ondan feyz aldım. Akâid-i Nesefî’den Ömer Hayyam’a, Hafız
Divanı’ndan Pezdevi’nin Usul’üne, Serahsi'ye kadar bütün bu temel kaynakları
bana okuttu. Bir umman... Bir meseleyi alır; Usul-i fıkıh okuyorsunuz, oradan
alır, O’nun İslâm ilimlerindeki bütün bağlantılarına girer, edebiyatta
ilişkileri varsa oraya girer, felsefe ile münasebetlerine girer; mest
olursunuz, kendinizi kaybedersiniz, yerde misiniz, gökte misiniz, kendinizi
kaybedersiz ve kalkıp gitmek istemezsiniz. Yani orada on gün geçse hiçbir şeyin
farkında değilsinizdir. Resmen transa girersiniz. Böyle muhteşem bir insandı.[95]
Cansız
Hoca’yı keşfetmek benim hayatımın en bereketli dönüm noktasıdır. Çünkü Cansız
Hoca bu gün ki Türkiye’de meselâ eşi belki de zor bulunacak bir ilim adamıydı.
Türkçe, Arapça, Farsça, Çağatayca, Rumca gibi dört beş dili, edebiyatlarıyla,
bütün literatürüyle ezbere bilirdi. Hangi kitabı okutmuşsa bana, ezberden
okutmuştur. Bazı kitapları elime vermezdi, yazdırırdı ki, ben de ezberleyeyim,
okutayım. Bu Ömer Hayyam rubaiyatı için geçerli, İbn-i Fariz’in Yaiyyesi için
geçerli, Şanfera’nın şiiri için geçerli... Cansız Hoca böyle bir zattı. Ben
böyle bir insan bir daha görmedim. Çok büyük emeği var bende. Muhteşem bir
hafıza, muhteşem bir sentez kudreti, bir mütefekkir.. ,[96]
Bana okuttuğu temel
kaynakların çoğunun adını bile o günün hocaları bilmiyordu. Bir meseleyi ele
aldığı zaman onun doğu-batı Arap, Fars, Türk Dünyasıyla bütün bağlantılarını
önünüze koyar ve siz hayran kalırsınız. Aynı zamanda çok gerçekçi ve hiçbir taassubu
olmayan bir insan idi. Her şeyi tartışan bir mütefekkir idi. Arap ve Fars
edebiyatını çok iyi bilirdi. İran’ın Trabzon Konsolosu, çoğu zamanlar Fars
şiiri ile ilgili çözemediği müşkülleri gelir hocanın önüne diz çöker ve ondan
öğrenirdi. Buna senelerce şahit oldum.[97]
Bu anlatılanlardan
Mustafa Cansız’ın, gerçekten ilme değer veren ve ilmin peşinde koşmayı ibadet
aşkıyla yerine getiren bir kişi olduğu görülmektedir.
3.1. Öğrencileri İle İlişkileri
Cansız Hoca’dan okuyan
öğrenci sayısı çok sınırlıdır. Araştırdığımız kadarıyla icazet verdiği bir
öğrencisi maalesef yoktur. Medrese geleneğini sürdürecek bir arayış içerisinde
de olmamıştır. Kendilerinden okuyacak öğrencilerin daha önce alet ilimleri
denen Arapça sarf ve nahiv kitaplarını okumuş olmaları gerekirdi. “Ben,
kâle-kîle ile uğraşamam” derdi. Usul kitapları okuturdu. Bu günkü anlamıyla
yüksek lisans ve doktora seviyesinde dersler verirdi. Meseleleri detaylı
açıklar ve geniş malumat verirdi. Vereceği derslere saatlerce çalışırdı. Yani
işi çok ciddi tutardı.[98]
Remzi Yavuz’un, Cansız
Hoca ile ilgili düşüncelerini aktarılmaya değer buluyoruz:
1950-52 yıllarında
Cansız Hocadan Trabzon’da okudum. Hoca, babamın köyden arkadaşı idi. Beni
okutması için babam kendilerine ricada bulunmuştu. Daha önce köyümüzdeki
Çıkrık Süleyman Efendi ve Şenocak Yusuf Efendi’den alet ilimlerini bitirmiştim.
Trabzon’da Samsun Otelinde kalırdım. Derslerimizi bazen Hoca'nın kendi evi,
bazen de Zeytinli Camii’nin dershanesinde yapıyorduk. Zeytinli Camii’nde fahri
müezzin-imamlık yapan merhum İsmet Selim[99], İskender Paşa Camii İmamı
Yakup Gürsoy, Merkez Vaizi Adnan Sağlam ve ben olmak üzere dört kişi Hoca’dan
ders okuyorduk. İlk defa İsmet Selim ile başladık. Cansız Zeytinli Camii’ne
gelir, bizi okutur ve çıkardı. O zamanlar bere meşhurdu. Benim başımda da bere
vardı. Dersten sonra meydana doğru giderken ben de yanında yürümek isterdim.
Başımda bere olduğu için “sen yanımda yürüme” derdi. Hoca sigara içerdi.
Dershanedeki sigarayı, Hoca içsin diye İsmet Selim alırdı. Bazen dalgınlıkla
sigarayı cebine koyar giderdi. Ertesi gün o paketten hiç içmemiş, getirir
yerine koyar ve şu espriyi yapardı. “Çocuklar,
tiryakiler hiç farkına varmadan çok kibar hırsızlık yaparlar.” Bazen
İstanbul Oteli’nin lobisinde gider bulur ve sormak istediklerimi sorardım.[100]
Kendilerinde öyle bir
zekâ vardı ki hayran kalmamak mümkün değil. Molla Cami ve Kadı Beyzavi
tefsirini okuyordum. İki kişi aynı dersi diğer iki kişi ise ayrı ders okuyordu.
Yani aynı anda üç farklı dersi okutuyordu. Bir ara özetleme yapardı. Bize şunu
söyledi: “Tarihte adını bilmediğim bir
hoca üç dört talebesine dersleri ayrı ayrı özetler ve hiç hata yapmazmış. Ben
de bunu deneyeyim dedim. ” Hiçbir hata olmadan üç ayrı
dersi özetliyordu. Hocamız böyle bir zekâya sahipti.
Hoca ile her şeyi çok rahat
bir şekilde tartışırdık. Dersi okuyup geçmezdi. Tahakkümü yoktu. Müsamahalı,
hoşgörülü idi. Böyle insanlar bilgisinden emin olan kimselerdir. Cahil,
vereceği cevabı olmayınca meseleyi kapatır. Ama hocamız o kadar geniş bir
alana sahipti ki, bir yoldan sizi götüremediği zaman alır öbür taraftan götürür.
Buradan da yol gider. Oradan götüremedi, alır başka yoldan götürür. Oradan da
yol gider. Ondaki müsamaha bilgiden kaynaklanan müsamaha idi. Baktı ki
yobazlaştınız, o zaman kulağınızı çekerdi. Demokrasilerde çare tükenmediği gibi
dinde de, ilimde de çare tükenmez. İlimde tükenme yoktur, ilim gümrüğe de tabi
değildir. Düşünce devam ettiği sürece bilgide yenilenecek. Önceleri çarık bile
yoktu. Daha sonra lastik, şimdi ise çeşit çeşit ayakkabılar. Ayağınızdaki
yenileniyor da ilim niçin yenilenmesin? Takke, sarık, cübbeyi hiç dikkate
almazdı. Hoca, kafanın dışına değil, içindekine önem verirdi. Daha doğrusu
bilgiye değer veren bir insandı. Onun için öğretmenlerle diyalogu çok iyi idi.
Aynı zamanda oturup kalktığı çevre elit insanlardı.
Yakup Gürsoy’un Cansız
Hoca ile ilgili düşünceleri dikkat çekicidir:
Hoca’nın bir bakıma
kendisine sahip çıkmadığını söyleyebilirim. Çevresindekilere pek bir şey
verdiğini söyleyemem. Ben de kendilerinden gıdım gıdım bir şeyler almaya
çalıştım. Teşbihte hata olmazsa bu hususta şu misali verebilirim: Bol süt
veren inekler vardır. Bunların bazıları aksi olur. Sütünü sağar kaba
doldurursunuz. Ama son anda bir tekme ile bütün sütü döker ve kaybeder.
Hocamızın huyu da böyleydi. Kızdığı zaman bağırır, çağırır ve her şeyi
bitirirdi. Kendilerini kızdırmadığınız zaman da çok iyi idi. Sohbetleri sırasında
o konuşacak, siz dinleyeceksiniz. Aslında bilgisini tam olarak aktarabileceği
bir meclis bulamayıp deşarj olamadığı için asabi idi. Ayrıca Hocanın öğrenci
okutup yetiştirme diye bir derdi yoktu.
Pişman olduğu durum söz
konusu olursa öğrencisi bile olsa özür dileyerek gönlünü almaya çalışmak için
çok gayret gösterirdi. Bu konuda talebesi Ömer Lütfü Odabaş’ın anısı şöyledir:
Derslerimizi İskender Paşa Camii görevlilerinin caminin dışında bulunan
odasında yapıyorduk. Hocamız mutlaka bizden önce gelirdi. Bir gün üç arkadaş
hocamızla birlikte ders işliyoruz. Bir konu hakkında malumat verdikten sonra
Ali adlı arkadaşımız konuyu anlamadı. Bu nedenle dersi birkaç kez daha tekrar
etti. Yine anlamayınca sinirlenen hoca çok gür bir sesle bağırarak bazı sözler
sarf etti. Beklemediğimiz bir çıkış olduğu için arkadaşımız korktu. Daha sonra
hocamız onun boynuna sarılarak gönlünü almaya çalıştı. Bir ay müddetle her gün
ona “Yavrum Ali seni üzdüm, beni bağışla” derdi. Bağırıp çağırmasına rağmen
duygu dolu bir yapısı vardı.
Öğrencilerine, “Arkamdan konuşulanları bana
gelip söylemeyin. Dedikleri gibi olmadığımı anlatırsanız bir şey demem. Bana söylerseniz
o olumsuzluğu gidermem için konuşan şahısları bulup, onlara düşündükleri gibi
olmadığımı anlatmak zorundayım” derdi.
Hacca gidilmeye müsaade
edildiği ilk yıllarda yörenin meşhur hocalarından Of’lu Dursun Efendi ile
Çaykaralı İdris Efendi hacca giderken Ankara’da Diyanet işleri Reisi Ahmet
Hamdi Akseki’yi ziyaret ederler. Sohbet esnasında Akseki, ‘‘Allah’a
şükür, Cansız Hoca'yı da saflarımıza kattık" deyince
Dursun Hoca, “Evet saflarımıza kattınız ama
dini kurdun eline verdiniz” diye bir söz sarf eder. Akseki
bu sözden alınır. İdris Hoca devreye girerek “Efendim, Cansız Hoca
kurt gibi adamdır demek istedi” derse de Akseki bu sözü olumsuzluğa yorar.
Cansız Hoca hacdan dönüşlerinde onlardan Arabistan’ın durumu ve hac hakkında
bilgi almak için kendilerini ziyaret etmek ister. Of’un haftası olan Perşembe
günü vaazını yapar. Ancak çıkışta Dursun Hoca’yı aramasına rağmen bulamaz.
Söylemiş olduğu sözü duymuş olacağını sanarak Dursun Hoca ortalıktan kaybolur.
Salı günü Çaykara’nın haftasıdır. Oraya çıkar. İdris Hoca ile görüşür. İdris
Hoca, bu meseleyi Cansız Hoca’ya aktarır. Bu sözden müteessir olan Cansız
Hoca, “Keşke sen de O’nun gibi söylesen de bunu bana söylemeseydin. Zira ben
ona düşündüğü gibi olmadığımı anlatmak zorundayım. Yine bir Perşembe günü Of’a
gider. Bir at kiralar ve Dursun Hoca’nın köyüne çıkar. Gece sabaha kadar
sohbet ederler. Namazlarını kılıp yatacakları sırada Dursun Hoca meseleyi
kendine söyler. Ancak amacının dediği şekilde olmadığını anlatmaya çalışır.
Bunun üzerine Cansız, “Yok sen doğru söyledin. Eğer öyle söylemeseydin ben
buraya kadar gelmezdim. Ancak ben sizin düşündüğünüz gibi olmadığımı size
anlatabilmem için buraya kadar gelmek zorunda kaldım” der.[101]
Trabzon
vaizlerinden Kemal Parlak da Cansız’dan çok ders okumuştur. Derslerini
İskender Paşa Camii’nin odasında yaparlardı ve Cansız Hoca’ya karşı çok
saygılıydı.[102]
Yaşar
Nuri Öztürk’ün Cansız Hoca ile ilgili ifadeleri de anılmaya değerdir:
Daha
önce ifade ettiğim gibi Cansız Hoca, bu güne kadar tanıdığım en büyük din
âlimidir diyebilirim. Meseleleri çok iyi kavramış bir din âlimi olmasının
yanında filozof kafalı ve aynı zamanda çok güçlü bir şairdi. Kendileriyle
tanışmam 1961 yılında henüz çocuk diyebileceğim yaşata başlamıştır. Babam beni
ona teslim etti. Bana “kursi”
derdi. Bu tabir, tespihin
püskülü için kullanılırdı. Peşinden hiç ayrılmadığım için bana bu adı vermişti.
Gece yataktan dahi beni kaldırıp istediğini sorabilirsin diye izin verdiği tek
kişiydim. Evine herkes giremezdi. Bana demişti ki, ‘‘gönlüm
isterdi ki keşke ben seni
otuz sene evvel tanımış olsaydım. Biraz geç kaldık ama gene epey şeyler
yapacağız. 1961
yılından 69 yılına kadar yanından hiç ayrılmadım. Derslerimizi evinde,
İskender Paşa Camii’nin oturma odasında, Sulu Han’da nargile içerken, bir de
hocamın çok sevdiği Mustafa Baltacıoğlu’nun2i6
oğulları Kemal ve Reşat Baltacıoğlu’nun terzi dükkânının bir odasında yapardık.
Mustafa Baltacıoğlu’da derslerimizin çoğuna iştirak ederdi.
“Cansız Hoca bana açık çek vermişti. Yani günün herhangi bir
saatinde yatakta olsam dahi beni kaldırıp istediğin bir şeyi bana sorabilirsin.
Tabi senelerce bu büyük insandan, bir canlı kütüphane, bir hafıza harikası
adam; adamın dört dili edebiyatıyla birlikte, ana kaynaklarıyla ki bunların
bazılarını ezbere okurdu, bilen bir allame bir adam... Okyanus gibi... O
muhteşem dersler, sohbetler verirdi ki yani ifade edilemez tabi... Öyle bir
güzellik bir daha yaşamadım..."2''7
Benden
çok ümitli idi ve aynı zamanda benden çok şeyler bekliyordu. “Gözüm arkada kalarak gitmeyeceğim” diyordu.
“Bütün ömrüm boşa gitti” diye
vahlanıyordu ve bunu ağlayarak defalarca söylemişti. “Olan kursi, sonunda benim seksen yıllık
ömrümü manalandırdın. Artık bir işe yaradığımı bilerek öleceğim.” Bunları
ağlayarak söylüyordu. Bunlar benim hayatımın müthiş tablolarıdır ve bunları
yaşadım.
Beni
gözü gibi korurdu. Tembelliğe kaçmama asla müsaade etmezdi. Bununla ilgili bir
hatıramı aktarmak isterim: Trabzon’da Şavrole Ahmet lakaplı meşhur bir kişi
vardı. Hem servetiyle hem de yumruğuyla meşhur. Adeta mafya babası... Fakat
hocaya çok saygısı vardı. O sıralarda da Zeytinli Camii’nde Küçük Hoca
lakabıyla vaaz ediyorum. En büyük cemaat benim. Cansız Hoca keyiften adeta
uçuyor. Trabzon Müftüsü bile iflas etti.
Bir
gün hocamızdan ders okuyoruz. Şavrole Ahmet beni överek şunları söyledi:
-Hocam, bu yaştaki çocuğun bu kadar bilgisi var. Bu kitapla,
öğrenmekle olmaz. Buna yukarıdan Allah veriyor.
Sen
mi bunu söylersin. Hoca bir kükredi ki,
-Ahmet Bey! Ahmet Bey! Ben adamın ağzınası... Yetmiş senedir
beklediğim bir cevher bulmuşum. O’na bilgilerimi aktarıyorum. Sen onu
tembelliğe, uyuşukluğa ve ben ne oldum kurgusuna teslim edeceksin. Sen nasıl
böyle laflar söylersin.
Şavrole
Ahmet’e bunu diyen bir insan, kurşunu alnından yemeye hazır demekti. Ahmet
Bey’in ona nasıl bir hürmeti vardı ki,
-Hocam, böyle bir şeyi dünyada bana yalnız siz yaparsınız.
Ama size öyle bir hürmetim var ki herhalde ben bir hata ettim. Sizden özür
diliyorum.
İşte
Cansız Hoca benim üzerime o kadar titrerdi. Saatlerce okutur. Üç, beş, sekiz
saat, ne varsa vermek için adeta paralan irdi. Dokuz yıl boyunca yanından hiç
ayrılmadım. Beş üniversite bitirsem O’nun bana verdiklerine denk olamaz. O’na
alışan kişi bir daha bırakması mümkün değildi. Gece rüyalarıma girerdi. Sabah
olsa da yanına gitsem diye düşünürdüm.[103]
Mahmut
İslâmoğlu’nun Yaşar Nuri Öztürk’ün öğrenciliği ile ilgili ifadeleri şöyledir:
Cansız
Hoca gibi ben de Halk Partili idim. Sürmene’den Elazığ’a sürgün gittim. İzinli
geldiğimde mutlaka yanına uğrardım. Yanılmıyorsam 1969 yılıydı. Kapısını
çaldım ve beklemeden içeri girdim. Baktım ki, Cansız Hoca divanın üzerinde ve
kitap elinde, yerde de bir delikanlı ders okuyorlar. Bana işaret etti. Koltuğa
oturdum. Dersi bitirdiler. Hoca ile görüştüm. Okuyan kişiye şöyle dedi:
-Oğlum yengene söyle, iki kahve yapsın ve bize getir de öyle
gidersin.
Kahveleri
yaptırmaya gitti. Ben de Hoca’ya ne okuduklarını sordum. “Makamat-ı Harîrî”[104]
diye cevap verdi. Arap Edebiyatı. Cansız, edebiyata çok merakı olan bir
kişiydi.
-Hocam okuttuğunuz kişi kimdir?
-Sürmene’nin Gorgor köy ündendir.
-Kimlerdendir?
-Niyazi oğullarındandır. Bu çocuk İmam-Hatipte okuyor. Okuduğumuz
beyitleri bir gün sonra hep ezber okur. Çok zekidir.
Yaşar
Nuri Öztürk meşhur olduğu yıllarda Trabzon’a konferansa geldi. Onu çağıranlar
arasında üniversitede hoca olan oğlum da vardı. Bana telefon etti. Yaşar Bey
gelecek istersen sen de gel. Ben de gittim. Konferans boyunca sürekli bakışı
benim üzerimde idi. Konferansın bitiminde hemen yanıma geldi ve “ben sizi bir
yerden tanıyorum ama nereden. Seninle nereden tanışıyoruz. O da beni ben de onu
bir kez dediğim zamanda görmüştük. Bunu kendisine anlattım.
Milli
Eğitim Bakanlığı Müfettişlerinden Mahmut Özdil’in Cansız Hoca ile ilgili
anıları şöyledir:
“1964-1965 öğretim yılında stajyer öğretmen olarak Trabzon
İmam-Hatip Lisesi’nde göreve başladım. Müdürümüz Ahmet Yazıcı, yeni göreve
başlayan meslek dersleri öğretmenlerine mevcut dersleri dağıtıyordu. Ben Farsça
derslerini de istedim. Arkadaşlarımızdan biri dedi ki “zaten Mahmut Bey’den
başka bu dersi okutacak kimse de yok”. Müdürümüz bunun üzerine “Cansız Hoca
var” dedi. Biz de “bu Cansız Hoca kim" diye sorduk. Ahmet Yazıcı “çok
geniş ansiklopedik bilgisi var. İsteyene ders veriyor” dedi. Daha sonra hoca
ile ilgili birçok söz işitir olduk. Bunları özetlersek; Trabzon da dinî
bilgileri en iyi bilen hocanın O olduğu, kim olursa olsun isteyene istediği
yerde, istediği saatte ve istediği kadar ders verdiği, çok nüktedan olduğu,
CHP’yi tuttuğu, Üniversite ve Eğitim Enstitüsü öğretmenleriyle tavla oynadığı,
aşırı derecede küfürbaz olduğu vb.
Yaşar Nuri Öztürk öğren cimdi. O’nun Cansız Hoca’dan ders aldığını
işitiyordum. Ona sordum. “Kendisinden şu anda Hafız’ın Divanını okuyorum.
Yakında da Usul-u Fıkh’a başlayacağız” dedi. 1966-1967 öğretim yılı başı idi.
Hocaya haber gönderdim “beni de kabul eder mi?” diye, “gelsin” demiş. Üç gün
derslerine gittim. Benden başka 3-4 öğrencisi daha vardı. Sonra beni müdür
muavini yaptılar. Müdür Yardımcısı olunca “vaktim olmaz” diye gitmedim. Daha
doğrusu bir şey oldum sandım. Tabii daha sonra da çok pişman oldum.
Hoca, ilk derse girerken “Fatih Eğitim Enstitüsü’nden bir
hocayı devirip geliyorum” dedi. Tavla oynayıp rakibini yendiğini daha sonra
öğrendim. Ebu Hanife’nin: “Kur’an’ın manası Kur’andır. Farsça tercümesi ile de
namaz kılınabilir” görüşü üzerinde duruldu. Bu görüşe karşı olanların bunun Ebu
Hanife’nin görüşü olduğunu bilmediğini, ama yine de hep konuştuklarından
yakındı. Kendisinin ahkâmı me’hazlardan istihraç edecek seviyede olduğu halde böyle
gelişi güzel fetvalar vermediğini ifade etti.
Para karşılığı Kur’an okutulmasını istismar olarak
görüyordu. O sıralar Trabzon’da konuyla ilgili bir de fıkra anlatılırdı.
Tonyalı bir mümin geçmişlerin ruhuna hatim indirmesi için bir hafıza para vermişmiş,
mümin parayı alan hafızın Kur’an hatim etmediğini öğrenmiş, buna çok üzülmüş
ve Cansız Hocaya şikayet etmiş. “Hoca Efendi falanca hafız Kur’an hatim ederim
diye benden para aldı sonra da okumadı ne yapayım?” Hoca “ver oni mahkemeye
s...ler anasuni” demiş, işte ben oni yapamam Hocam demiş Tonyalı. Hoca da peki
demiş “öyleyse o senun anani s....”
Cansız Hoca’nm sahip olduğu CHP fikriyatı, oyun oynaması, küfürbaz
oluşu geleneksel din adamı çizgisinden O’nu ayırıyordu. Bu nedenle seveni kadar
sevmeyeni de olmalıydı. Kendisine karşı olanları küçümsediğini ve onlara
küfürler ettiğini duyardık. Bir ders sırasında da küfürler etmeye başladı. Hem
de küfürlerin en ağırlarını sıraladı. “Bunlar İnönü’yü sevmezler, bunlar İnönü
düşmanı” diye sözlerini bitirdi.
Her konuya derin bir vukufiyeti vardı. Konuları çok güzel
açıklardı. İlim öğrenmek isteyenlere her türlü yardımı esirgemezdi. Hiçbir
çıkar gözetmeden, isteyene istediği yerde, istediği saatte ve istediği kadar
ders verirdi. Herhangi bir çıkar olmazsa adımın bile atılmadığı bir çağda O
harika bir örnekti. Allah emeklerini zayi etmesin.[105]
Mahmut
Özdil’in ifadeleri bir anlamda Hoca’yı özetler mahiyettedir. O’nun değişik
özelliklerini özlü bir şekilde ortaya koymuştur. Belirtilen konuları yeri
geldikçe tartışmaya çalışacağız. Ancak bir hususu burada belirtmeden
geçemeyeceğim. Günümüzde sıkça gündeme gelen ve tartışılan konuları o dönemde
öğrencileriyle rahatlıkla tartıştığını görüyoruz. Türkçe ibadet konusu günümüzde de en fazla tartışılan dinî
konular arasında yer almaktadır. O zamanlar bu konuları gündeme getirmesi
kaynaklara ne kadar hâkim olduğunun bir göstergesidir. Türkçe ibadetin mümkün
olmadığını söyleyenlerin aslında bu konuda Ebu Hanife’nin fetvası olduğunu
bilmediklerinden yakınmaktadır. Bununla birlikte kendilerinin de Ebu Hanife’nin
verdiği fetvaya katılmadığını belirtmektedir.
Sizlerden
din hocası yapma yolunda gayreti oldu mu? diye soru yönelttiğimiz torunu emekli
öğretmen Yusuf Ziya Cansız şu ifadelere yer verdi:
İlkokulu
bitirdiğim zaman köyümüzde (Kondu) Bekir Topaloğlu’nun[106]
dedesi hoca idi. O’ndan hafızlık yapmaya başladım. Dedem, hafızlık yapmama
şiddetle karşı çıktı. Hafızlık yapmanın gerekli olmadığına inanıyordu. Ben de
bıraktım. Daha sonra Arapça öğrenmek istedim. Bunu da istemedi. Dini bir
kazanç kapısı olarak görmeye karşı çıktı. Gerçi kendisi sonunda diyanete girdi
ama hocalığı bir meslek olarak yapılmasını istemiyordu. Sen bir başka meslek
sahibi ol. Daha sonra din ilimleri ile uğraşacaksan yine uğraşabilirsin. Ama
meslek olarak din adamı olmamı istemedi. Ancak din bilimleri ile uğraşacak
olanın elbette uzman olması gerekir. Özellikle hafızlığa kesinlikle karşıydı.
Kendilerine
bir eleştiri yapacaksam şunu söyleyebilirim. 1961 yılında Trabzon’a gittim.
Yatılı sınavına girecektik. Evraklarımız eksik diye bizi imtihana almadılar.
Hatta yatılı pansiyona girmemi bile istememiştir. Gerçi o dönemler onun
yaşlılık dönemi idi. Ama yinede Trabzon Lisesi müdürüne deseydi ki, bana 3-4
yatılı kontenjanı ayıracaksın. Köyümüzden çocuklar gelip okuyacak, inanıyorum
ki hiç tereddütsüz kabul ederlerdi. Ama onun hiçbir zaman dünyalık bir derdi
olmamıştır. Hâlbuki azar azar köyümüzün çocukları gidip okusaydı toplum bunu
görecek ve herkes okumak için yarış yapacaktı. Maalesef bu konuda hiçbir
katkısı olmamıştır.
Cansız
Hoca’nın hayatını araştırırken merak ettiğim konulardan birisi de şudur:
Hayatını bir anlamda ilme vermiş, aynı zamanda çok okuyan ve araştıran bir
kişinin özellikle dinî konulardaki düşünce ve fikirlerini gelecek nesillere
bırakarak bir ufuk açmasını niçin dikkate almamıştır? Edindiğimiz izlenimler
çerçevesinde Cansız Hoca’nın dönemi itibariyle meslektaşlarına ilmi açıdan
üstünlüğü vardı. Yaşar Nuri Öztürk’ün ifadesiyle “yazmadı, eğer yazsaydı Türkiye’de
fikir ihtilali olurdu” sözünü abartılı bulmuyoruz. Niçin yazmadığını yaptığımız
mülâkatlarda soru olarak yönelttiğimiz kişilerin bu konudaki düşünceleri
şöyledir:
Yaşar
Nuri Öztürk, “Hoca’nın topluma çok kırgın olduğunu" belirttikten sonra şu
ifadelere yer vermiştir:
O’na
düşman olanlar bile eline ayağına kapanırdı. Hoca’nın hürmet görmediğini
söylemem mümkün değildir. Ben onun o alımlı boyuyla caddede gezerken,
karşılıklı dükkânlardan insanlar çıkar, iki tarafa dizilir, ceketlerini ilikler
ve hocayı selamlardı. Sanki bir devlet başkanı gibi. Ama arkasından da
söverlerdi. Evet, yobazın tavrı budur. Yobaz ikiyüzlü olduğu için arkasından
söver, gördüğünde de ellerini bağlar hürmet gösterirdi. Hocam elini ayağını
öpeyim der, arkasından da tavla oynuyor zındık derlerdi. O bunun farkında idi.
Toplumun ilme değer vermediği inancında idi. Bunun da bir kültür meselesi
olduğunu ifade ederdi. Bu durumda yazdıklarının okunmayacağı kanaatini
taşıyordu. Bundan dolayı yazmadı. Bana şunları söyledi: “Benim
yazdığımı kim okuyup anlayacak? Kursi, sen benim yerime yazacaksın. İleride bu
cemiyet okumayı öğrenecek, ilme saygıyı öğrenecek ve sen de o zaman
yazacaksın. Sen olduktan sonra da benim yazmama gerek yok. ”
Babamın büyüklüğünü de burada anlıyorum. Babam beni getirip ona teslim etti.
Ben Arapça, Farsça’yı babamdan öğrendim. Ancak bana, “Beni aşan şeyler var. Sen
Cansız Hoca’dan okuyacaksın.” Benim ilmi mirasımın arkasında babamla Cansız
Hoca vardır. Ondan sonrası sadece etikettir.[107]
Bir
diğer sebep ise çok seçici bir özelliğinin olması idi. Nitekim bir talebesinin
aktardığına göre, “Okuduğum hiçbir kitabı beğenmedim ki, ben de bir kitap
yazayım” ifadesini kullanırdı.[108]
Rıza Selim Başoğlu’nun görüşleri şöyledir: Aslında Cansız Hoca oturup yazacak
bir yapıda değildi. Çok okuyup çok konuşan bir kişiliği vardı. Yazmak için
sabırlı olmak ve çok uğraş vermek gerekir. Hoca, daha ziyade sohbet ehli idi.
Çok zeki ve yakaladığı açıkları acımasız tenkit eden bir yapıya sahip olduğu
için kendileri yazmaya cesaret edememiştir. Yani kendileri tenkit edilmekten
korkmuştur.
Bir
ramazan günü müftülükte oturuyordum. Hoca yanıma geldi. Sohbet ediyoruz. Öğle
tatili. Selam konusundaki görüşlerini dinliyorum. O’nu dinlerken içeriye
hocanın biri girdi. Selam vererek oturdu. Hoca bana bir şeyler söylüyordu.
Cümlesini keserek, ‘yahu Rıza Bey, bazı insanlar var okumasını öğrenmeden kitap
yazmaya kalkıyorlar. Ulan anasını avradını ... adamı, önce okumasını bir
öğren. Kitap yazmak kim sen kim.’ Ben şaşırdım. Konumuzla hiç ilgisi olmayan
cümleler. O içeri giren hoca rahatsız oldu. Bana müsaade diyerek kalkıp gitti.
Gidince “nasıl sinekledim gördün mü?” Meğer ona küfretmiş. O mu? de dim. “Evet
o” dedi. O hoca bir risale yazmış ve satıyor. Cansız almış okumuş ve hiç
beğenmemiş.[109]
Hocaların
ekserisi O’nu dinsizlikle itham ederlerdi. Bu açıdan kitap yazıp da ardından
dinsizlikle anılmasını istemediği gibi, çocuklarına dinsizlikle itham edilme
mirasını bırakmak istemiyordu.[110]
Dönemin dini yayınları konusunda şunları söylemiştir: “Piyasaya çıkan
kitaplar, meselenin aslını değil, halkın istediği şekilde yazdıkları için sürüm
yapıyorlar. Benim böyle bir kitap yazmam mümkün değildir. Aksini yazsanız zaten
kimse okumaz.”[111]
Bu
konuda Yusuf Ziya Cansız’ın hatırası şöyledir:
Bir
kere Cansız Hoca’nın adı vardı. Bir başkası yazar ama o kitap okunmaz. Bu o
kadar önemli değildir. O’nun yazacağı kitap öyle olamaz. Çünkü yazdığı kitap
hayatında ve ölümünden sonra başkaları tarafından okunacak ve tenkit edilecek.
Bu öyle kolay başarılacak bir iş değildir. İstanbul’da bir olayına şahit
oldum. Sanırım 1967 yılıydı. Bir şahıs Cansız’a, “milli piyangodan çıkan para
haram mıdır? diye bir soru sordu. Esprili bir şekilde, “çıkarsa al da ye” diye
cevap verdi. Konu açıldı ve faize geldi. Bu konuda şu ifadeyi kullandı: “Bu
günkü faiz, Kuran’da ki faiz değildir. Ben bu fetvayı veririm ama gelecek
saldırılara göğüs germek zorundasınız.” O sıralar yetmiş beş yaşlarında idi ve
prostat rahatsızlığı nedeniyle de sağlığı yerinde değildi. “Onunla uğraşacak
gücü kendimde göremiyorum. Çünkü çalışma bir manada ekip işidir. Çetin
meseleler tek başına zor halledilir. Kaynak lazım ve emek sarf etmek gerekir.
Gelecekte yetişen âlimler bu mesele ile uğraşsınlar.” diye cevap verdi. İşte düşüncelerini
yazmamasının nedenlerinden biri gelecek saldırılardan çekinmesiydi. Kendisi çok
öfkeli bir adamdı. Cevap vermesi gerekiyordu. Ayrıca maddi konularda olduğu
gibi diğer konularda da bir eserim olsun, geleceğe bir şeyler bırakayım
endişesi içerisinde olmamıştır. Dikili bir ağacım olsun dememiştir. _
Trabzon’un
Of ilçesi din âlimleriyle bilinir. Âlimlerin hayat hikâyelerinden
bahsedilirken “büyük âlim idi” gibi sözleri duyarız. Yazdığı bir eser var mı
diye sorduğunuzda maalesef “hayır” cevabı ile karşılaşırsınız. Hayatları
müddetince yaptıkları dinî öğütler ağızdan ağza aktarılarak gelir. Bunlar da
yazıya geçirilmediği için zaman içerisinde kaybolup gittiler. Cansız Hoca da
bunlardan biridir. Bu konuda maalesef selefleri gibi geleneği bozmamıştır.
Dini konulardaki düşünce ve fikirlerini kaleme almamasının pek çok nedenleri
olduğu görülmektedir. Yaşadığı dönem itibari ile din bilimleri sahasında
müçtehit derecesinde bilgi birikimine sahip olmasına rağmen önüne çıkan
fırsatları değerlendirmemesini üzüntüyle karşıladığımız gibi hangi sebeple
olursa olsun, düşünce ve fikirlerini yazmamasının bir hata olduğunu ifade etmek
isteriz. Ayrıca, Öztürk Hoca’nın ifadelerinden anladığımız kadarıyla Cansız
Hoca, geleneksel din anlayışının dışında çok farklı fikirlerinin olduğu
anlaşılıyor. Hoca bu fikirlerinde çok fazla ısrarcı olmamıştır. Zira çok basit
şeylerde bile dinsizlikle itham edildiğine göre ısrarcı olmamasını normal
karşılamak gerekir. Bu eksikliğni öğrencisi Yaşar Nuri Öztürk’ün giderdiğini
söyleyebiliriz. Bu bilgilerden sonra aşağıda “eserleri” adlı başlık şaşırtıcı
gelebilir.
Cansız
Hoca, dinî konularda kendi görüş ve düşüncelerini kaleme aldığı bir eser
bırakmamıştır. Ancak vaizliğe atanması sıra sında Diyanet İşleri Başkanlığı’na
gönderdiği belgeden edindiğimiz bilgiye göre bazı eserleri tercüme etmiştir.
Bu eserlerin basıldığına dair bir bilgiye de rastlamadık. Çevirilerini yaptığı
eserler şunlardır:
1. Şeyh Bedrettin’in Varidat adlı
eserin tercümesi,
2. Usûl’ül-Hikem fi Nizam’il-Alem
adlı eserin tercümesi
Vaizlik
görevini sürdürdüğü esnada da Diyanet İşleri Başkanlığımın görevlendirmesi
üzerine Arapça’dan çeviriler yapmıştır. Bu çeviriler arasında;
4.
Zâhid Kevseri’nin imam Ebû Yusuf Tercüme-i Hâli
Cansız
Hoca’yı hem bir din âlimi, hem esprili bir hayat adamı olarak biraz daha
anlatır mısınız? sorusu üzerine Yaşar Nuri Öztürk şu bilgileri veriyor:
“Efendim, Cansız Hoca bir anlamda da espri demek. Muhteşem
esprileri var, hep böyle ibret verir. Bir defa Türkiye’yi karış karış bilir.
Doğudan batıya, kuzeyden güneye her yerin mahalli şivesini bilir. O şivelerle
espriler yapar. Yani sohbetine gelen insanların memleketlerini, doğup
büyüdükleri yerleri öğrendi mi, anlayın orayla ilgili belki de hiç
duymadığınız, yeni bir fıkra, yeni bir espri duyacaksınız muhakkak. Çoğu zaman
da bunlar müstehcene kadar varırdı. Muhteşem esprileri vardı. Hiç unutmuyorum,
Amerikalılar aya gittiler; ben o sırada Trabzon’dan ayrılmıştım da tekrar
gitmiştim, Hocamı da ziyaret ettim. Şimdi böyle kıyıda köşede hocalar bağırıp
duruyorlar. “Ay nurdur; aya gidilemez, Amerikalılar yalan söylüyorlar. ” Hocaya
da gelip diyorlar ki; “hocalar böyle diyor, siz ne dersiniz?”. “Böyle şey olur
mu, siz onları dinlemeyin, diyor, onlar cahildirler, bilmezler, namazlarını
kıldırsın, otursunlar yerlerine, onlar anlamazlar."
Gittiler... Adam gene ısrar ediyor, öbürü geliyor aynı şeyi
söylüyor, öteki geliyor benzeri bir şeyi söylüyor, Hoca bıktı. Dedi ki: “Yahu
ben size diyorum gittiler aya. Gittiler, hem de orada tuvaletlerini bile
yaptılar. Şimdi bunu kabul edin artık, diyor, gitmediler, yok nurdur, bilmem
nedir. Nur mur değildir diyor, ışığını güneşten alıyor” O anlatıyor insanlara,
onlar hala nurdur falan deyince, böyle taşı gediğine koyuyor. Ondan sonra
dinleyenler, estağfirullah, estağfirullah şartlanmış, hala, nurdur tabiri var
ya; tabi gittiler ve tuvaletlerini de orada yaptılar diyor, gittiler ne
demek!.. Çok acımasız bir biçimde hakikati ifade etmede tabirler kullanırdı.
Hele karşısındaki insanlar bir istismar içine girmişler ise, Hoca da bunu fark
etti mi, onun elinden sizi ancak Allah kurtarır, başkası mümkün değil. Çok
meşhurdur, o bütün Karadeniz bölgesine, esprileri, hikmetleri, çıkışları yerleşmiştir.
Bakın size yine muhteşem bir şey anlatayım. O sıralarda, o sıralar
dediğim 1960’lı yıllar... Trabzon genelevinde bir kadın, meşhur olmuş bir
kadın, öldü. Cenazesini getirdiler, cenazeyi imamlar kılmıyor. Cemaat dağıldı;
kimi kılmak istiyor, kimi kılmak istemiyor. Hoca da orada. Fırlıyor, diyor ki;
“Nereye gidiyorsunuz, nereye gidiyorsunuz? Bunun cenazesini kılmak
istemeyenlerin birçoğundan, bunun Allah katındaki durumu daha iyidir"
diyor. Sonra, “Siz diyor, birçoğunuz birkaç gün önce orda kuyruğa
giriyordunuz!" çünkü çok ünlü bir kadın, kalp sektesinden gitmiş;
anlatılır dururlardı sokaklarda, Gülizar diye meşhur, “kaç gün önce kuyruğa
giriyordunuz, sizi kabul etsin diye; şimdi nasıl oldu da cenazesini kılmıyorsunuz?
Peki siz ölünce sizin cenazeniz ne olacak? Sizin adınız çıkmamış diye sizin
cenazeniz nasıl kılınacak? .. Ve etki ediyor tabi, Hoca muazzam karizması olan,
ismi olan, itibarı olan, oranın kutbu kabul edilen bir adam; derhal
toplanıyorlar; imam da gitmiyor, cemaatte geri dönüyor, gidenler gitmiş tabi.
Ve kılıyorlar cenaze namazını. Şimdi böyle tarafları var... Yahut, gidiyor
camiye, işte hoca orada konuşuyor; bunlar Nasreddin Hoca fıkrası gibi anlatılır
bize, öyle değil; bunları biz yaşadık. Hoca gayet esprili ama, o cami âdâbına
yakışır bir biçimde, dışarıdaki sertliği ile değil, esprili ve tebessümlü,
orada adamın devirdiği çamları hemen kurtarır ve adamı ikaz eder, hatta kaç
tanesine, “Biraz okuyarak buraya gelseydin
böyle yapmazdın. O dediğin öyle değil, filan yerde, git onu
oku yahut gel bana, ben sana onu okutayım, biraz zahmet çek de bu durumlara
düşme” filan diye... Ve söylediği adamlarda bunu onur sayardı. Hiç kimse
bundan alınmazdı. Cansız Hoca'nın bunu bir adama demesi, onun için bir şeydir. [114]
Hocayı
tanıdığım kadarıyla ondan ehli-sünnet itikadına ters düşecek en küçük bir şey
duymuş değilim. Genelevi patroniçesinin cenaze namazını kılmayanlara ilmi bir
izah yapmaya kalksa onları ikna etmeleri mümkün değildi. “Siz gidersiniz sizin
namazınız kılınır. Size hizmet eder. Onunki kılınmaz. Geçin kılın bakayım.” Bu
ilmin mantıkla izahından başka bir şey değildir. Kimse de itiraz edemezdi.
Hoca’nın talihsizliği, o günkü cemaatin hazır olmaması, daha doğrusu halkın kültür
seviyesinin onun dediklerini anlayacak seviyede olmamasından
kaynaklanmaktaydı. Şimdi bile hazmedilemiyor. Bir kilo keçiboynuzu yiyeceğine
bir gram bal ye daha iyi değil mi? Hoca Efendinin fazlası yoktu.[115]
Cansız
Hoca’nın mizahi yönü konusunda ileride bilgi vereceğiz. Bazı durumlarda
olaylara müdahale etmesi veya sorulan sorulara verdiği cevaplar çok yerinde
olmasına rağmen üslubu çok ağırdır. Bu tutumunda bilgi yönünün güçlü olmasının
yanında ağa sülalesinden gelmesinin de önemli etkisi olduğunu ifade etmemiz
gerekir. Ağaya karşı gelmek mümkün mü? Daha doğrusu korkusuz ve pervasızdı.
Önemli
özelliklerinden biri de yanlış gördüğü bir şeye sonucu ne olursa olsun mutlaka
müdahale etmesiydi. Trabzon İskender Paşa Camii’nin meşhur İmamı Cafer Hoca,
caminin mütevelli heyetinin başkanıyla ters düşmesi nedeniyle aralarında olan
bu tartışmayı cami minberine taşıyarak cemaate anlatmaya kalkmış. Camide bulunan
Cansız Hoca ayağa kalkarak, ‘‘Hafız,
orası şahsi meselelerin konuşulacağı yer değildir, in oradan aşağı”
diyerek çıkışmış ve hocayı mimberden indirmiştir.23ı
Hadisin
kelime anlamı, haber vermek demektir. Sonradan Hz. Peygambere nispet edilen her
türlü söz, fiil, takrir ve hallerin her birine isim olmuştur. Sünnet ise
belirli bir yol demektir. Terim olarak sünnet, Hz. Peygamberden nakledilen söz,
fiil, yaşayış tarzı, takrir veya Hz. Peygamberin hayatlarında takip etmeyi
alışkanlık haline getirdiği yol, hareket tarzları ve yaşayış şekillerini
içerir. Görüldüğü üzere sünnet de hadis anlamındadır. Ancak, O’nun
söylediklerinden bahsedilirken “bir hadislerinde” şöyle buyurdu ifadesiyle dile
getirildiği gibi, Peygamberin sözlerini toplayan eserlere de hadis külliyatı
denmektedir.[116]
Cansız
Hoca’nın hadislerle ilgili düşünceleri konusunda sorulan bir soruya yazdığı
cevabı aktarmak yerinde olacaktır. Şöyle ki: Mehmet Rüştü Günaydın Hoca, “Dürre’tün-Nasihin"
adlı kitapta geçen bir hadis konusunda görüşlerini öğrenmek ister. Hadisin “bir
teravih namazı kılan kimsenin bütün günahlarının bağışlanacağı” konusunu
içerdiği anlaşılmaktadır.
"25 Ocak 1965
Sevimli Hocaml
Biraz rahatsızım. Mesanede iltihap oldu. Doktor ilgi
gösterdi, ilaç verdi. Vazife verilir diye yirmi günlük bir rapor verdi. Kanama
geçti, ızdırabım azaldı. Tanrı size afiyet versin.
Yazdığınızı aldım. Kitapçıya uğradım. Çünkü ben kitaphaneme
Dürre'tün-Nasihîn'i sokmadım ki..,[117] Kitapçıda bir nüsha buldum. Fakat sorulan meseleyi
verdiğiniz sahife numarasında bulamadım. Demek nüsha farkı vardı. Teravih
hadisini 31 inci sahifede buldum.
Erkek, kadın sünnet olan teravihin cemaatle kılınmasının
sünnet-i kifaye olduğu mezhebimizin beyanı cümlesindendir. Bu ibadetin
sağlayacağı sevap da şer’i mahiyetinin mahsulü olacağını şüphesiz buluruz.
Mecalisterı menkul teravih hadisinin dikkatinizi çekmesi çok
yerindedir. Çünkü bir gecenin teravih namazı bizi anadan doğma günahsız bir
bebek yaptıktan sonra artık dinimizin farzlarını yapmaya (haşa) lüzum
kalmayacak bir durumla karşı karşıya kalırız. O gördüğün Mecalis,
“Nüzhe'tül-Mecalis” dir. Uydurma hadislere ambar olan kitapların 16 incisi
“Dürre'tün-Nasihin" de 28 numarayı almıştır. Hadis Usulü ilmi uydurma
hadislere on al met vermiştir. Bu hadiste ben 10 uncu nişanı buldum.
Göstereyim: “Rekâket", küçük bir iş için şedid bir va’id, bir emri yesire,
azim bir va’d demektir. Teravih namazı farzlar, müekked sünnetler
karşısında bir emri yesir değil mi? Bunun ifasına o gördüğün hadisin va’d
ettiği mükâfata ne denir? Şüphe yok ki va’di azim diyeceğiz. İşte
sahihlerde kendilerine yer verilmeyen uydurma hadislerin bağdaş kurduğu
kitapların bu hususta şöhret yapanları Siyer-i Celile-i Nebevide 52 rakamını
bulmakta ise de doğrusu İslâm dünyasında bu kötü yolda yürüyen müelliflerin
yazdığı kitapların sayısını verebilmek için 50 rakamına iki sıfır sağdan
ilavesi de az gelir sanırım. Elinizdeki Dürre’tün-Nasihin belki Tenbih’ül Ğafilin işte
hep o ellinin içindedir. Selamlar.234 (Belge: 15/ a-b)
Dürre’tün-Nasihin
kitabını kütüphaneme sokmadım ki, diyerek üç nokta koyması, o tür kitapları
kaynak kitap olarak kabul etmemesinden kaynaklanmaktadır. Zira bu çeşit
kitapların içindeki bilgilere güvenmemekte ve bunları okuyup insanlara
anlatanların toplumu yanlış yöne sevk ettikleri kanaatindedir. İslâm dünyasının
bir manada bu tür bilgilerden beslendiğini açıkça dile getirmekte ve bundan
şikâyetçi olmaktadır. Bu çeşit kitapların sayısı her ne kadar elli iki olarak
gösteriliyorsa da kendilerinin bu kanaatte olmadığı, esasen bunların sayısının
binlerle ifade edilebileceğinin altını çizmektedir. Genelde din görevlilerinin
ellerinden düşürmeyip insanlara aktardıkları bilgilerin kaynağını bu tür
kitaplar oluşturduğuna göre toplumumuzun nasıl bir dinî anlayışa sahip olduğunu
anlamakta sanırım zorluk çekmeyiz. İşte Cansız Hoca, bu kaynaklardan beslenen
bir dinî yapılanmayı sağlıklı görmemektedir.
Özellikle
Emeviler döneminde çok hadislerin uydurulduğunu, bu durumun da İslâm dinini
yozlaştırdığına kani idi. Hatta Sahih-i Buhari için, altı yüz bin hadisin
içinden seçildiğini ve altı bin küsur hadisten oluştuğunu beyan ettikten
sonra, altı yüz doksan dört bininin nasıl hadisler olduğunun sorulması
gerektiğini ve ihtilafların bu hadislerden kaynaklandığını belirtirdi. İmam-ı
Azam’ı çok beğenirdi. Zira onun hadislerden ziyade aklı kullanmasını takdir
ederdi. Buhari bile Şafiî olduğu için kitabında imam-ı Azam’ın ismini
zikretmez, “Bağdat’takiler şöyle dedi” der ifadesini kullanırdı. Çünkü onlar hadis
ekolünü temsil ediyorlardı.[118]
Burada Cansız’ın hadislere cephe alma gibi bir özelliğinin olmadığını, ancak
hadisleri, “Hadis Usûlü İlmi” içerisinde değerlendirdiğini görüyoruz.
Hadisler
konusunda Yaşar Nuri Öztürk’ün Cansız Hoca’nın düşüncelerini değerlendirmesi
şöyledir:
Bu
işi biliyordu. Bana onları çok açmazdı. Altından kalkamam ve yanlış yaparım
diye o meselelerin detayına girmezdi. Tabi ki doğru olanları vardır. Ama
uydurma hadislerin dini mahvettiğini bana söylüyordu. Sonradan bizim
araştırmalarımızla meselelere vakıf olduk. O, Ku’ran merkezli bir din arıyordu.
Eğer olmazsa “onun tabelası İslâm olur, içi İslâm olmaz” diyordu.
Bu
konuda Remzi Yavuz’dan şunları dinledik:
Yaşar
Nuri Öztürk’ün günümüzde söylediklerinin bir bölümünü Cansız Hoca’nın özel
sohbetlerinde dinledim. Hadisler geriye doğru gittikçe... Düşünebiliyor
musunuz, yüz sene sonra bu günün tarihi nasıl yazacak... Hoca bize şu ölçüyü
vermişti. “Çocuklar, itikadı konular hariç, ibadetlerde küçük bir işe büyük
sevap veriliyorsa o geçersizdir. Ufak bir hataya da çok büyük ceza veriliyorsa
oda doğru değildir. Bunlar şeyhlerin müritlerine verdikleri talimatlardan kaynaklanmaktadır.
Bu ifadelerle uzaktan kumandalı beyinler ortaya çıkar. O bunları çok önceden
kavramıştı. Bunları maalesef başka hocalardan duymamıştık.
Hadis
ve sünnet, Hz. Peygamber’in anlamlı sözleri ve uygulamaları olmak sıfatıyla
her zaman ve her dönemde Müslümanların ilgi ve alakalarına mazhar olmuştur.
Bununla birlikte Müslümanlar, asırlar içerisinde saadet asrına damgasını vuran
ilke ve prensipleri kendi çağlarına taşıyabildiklerini söyleyebilmek pek mümkün
gözükmemektedir. Bunun önemli bir sebebi, döndükleri özün gerek tespiti ve
uygulamalarında, gerekse anlaşılmasında ve yorumlanmasında yapılan
yanlışlıklardan kaynaklandığını söylememiz mümkündür. Ortaya çıkan problemleri
görmezlikten gelmek ve kendi içinde başlayan eleştirileri bastırarak tüm
yaratıcı entelektüel faaliyetlerden kaçınmak bu yanlışlığın başlıca
sebepleridir. Bir fikir ve düşünce, ilmi bir disiplin kendi eleştiri ve
alternatiflerini kendisi üstlenmez ve bünyesine sızan gerçek olmayan unsurları
görmezlikten gelirse, kendisine tepkisel harekette bulunacak muhalifler
üretmeye ve bu muhaliflerden gelecek en küçük eleştirilerle sarsılmaya mahkûm
olur.[119]
Hz.
Peygamberin vefatından günümüze 14 asır gibi çok uzun bir zamanın geçmesine
rağmen, O’nu doğru tanıma ve anlayabilmek hâlâ önemli bir problem olarak
gözükmektedir. Çünkü Hz. Muhammed ve O’nun sünnetiyle ilgili muazzam bir
literatürün hiç olmazsa zihinlerde tereddüt uyandıran bazı yönleriyle tahlil ve
tenkide tabi tutulmaması Hz. Peygamberi ve sünnetini tanınmaz hale getiren bir
duruma sebebiyet vermektedir. Halka hizmet ettiği inancıyla yazılan bazı fıkıh
ve hadis kitaplarında Hz. Peygamberi zedeleyen pek çok ifadelere
rastlanabilmektedir.[120]
Döneminin
hocaları kürsülerden halka bu tür hadislerin toplandığı kitaplardaki bilgileri
aktarıyorlardı. Cansız Hoca, hadis usulü ilmine vakıf olmayanların hadisleri
konuşmalarına kaynak yapmamalarını öğütlerdi. Çünkü uydurma hadislerin çok
olduğunu, bunları hadis diye aktarmanın dine ve peygambere kötülük yapmış
olacaklarını belirtirdi. Hocalara öğütlerinde Kur’an ayetlerini esas
almalarını tavsiye ederdi.[121]
Bu
bağlamda İhsan Ekşi’nin bir hatırasını aktarmak yerinde olacaktır:
Değirmendere
Camii’nde hocanın biri vaaz vermiş. Gelişi güzel konuşmuş olacak ki Cansız’ın
kulağına gitmiş ve adama kendisini görmesi için haber göndermiş. Benim
dükkânımı tarif etmişler. Sarıklı, sakallı biri dükkâna geldi. O esnada cansız
Hoca dükkânda oturuyordu. Bana dedi ki, “Mustafa Efendi buraya gelir dediler.
Kendisini gördün mü?” Ben cevap vermeden Cansız Hoca, “Niçin arıyorsun Mustafa
Efendi’yi?” “Aradım” diye cevap vermiş. “Anladığıma göre Cansız’ı tanımıyorsun.
Sarıklı, sakallı, cübbeli birini mi arıyorsun?” (Tabi Cansız’ın sakalı yok.
Takım elbise ve kravatlı) Mustafa Efendi benim” deyince hoca hemen ellerini
bağladı. “Bak! sen kürsüde gelişi güzel konuşuyorsun. Öyle gelişi güzel
konuşmalar yapmayın Kuran’dan ayetler okuyarak konuşun.” diyerek kendisini
uyardı.
Ahmet
Gürsoy’un anıları dikkat çekicidir:
Bir
mesele konuşulduğu zaman o konuda ilk kaynaklara inilerek araştırılmasını
tavsiye ederdi. Ayrıca bir kitabı okuyup oradaki görüşlere yapışmayacaksınız.
Oradaki görüşlerin zıddını da okuyacaksınız. Buradan senteze gitmeye
çalışacaksınız. Eğer bir kitabı okuyup ona yapışırsanız o kitabın hamalı
olursunuz” diyerek günümüzdeki bilim anlayışını yansıtması dikkat çekicidir.
Etrafına metotlu şüpheyi öğretmeye çalışırdı. Taklît etmemeyi tavsiye ederdi.
Taklîtçi olan kimseden hayır gelmesi mümkün değildir. Hz. Peygamberin
örnekliği önemlidir. Yani bir işi yaparken amacı ne idi? Ona yönelik çalışma
yapıp değer ortaya konulması gerektiğini vurgulardı. Ahmet Gürsoy sözlerine
devamla şunları söyledi:
Bir
gün Trabzon Cumhuriyet otelinde Haşan Atalay[122]
ile birlikte tavla oynuyorlardı. Hocanın biri yanlarına gelip Hoca’ya şu soruyu
yöneltir: “Dine inanmayan bir insanı nasıl ikna edebiliriz?” Cansız Hoca şu
cevabı vermiş: “İnanmayan bir şahsı ikna edebilmek kolay değildir. Ancak bir an
için seviyesine inip onun gibi düşünerek ikna etmeye çalışırsınız." Adam
“ben onun seviyesine hiç iner miyim?” diyerek karşılık verince Hoca, “siz değil
misiniz bu dini perişan edenler” diyerek küfürü basar ve adamı yanından kovar.
Mezhep,
kelime anlamı itibariyle gidilen yol, tarz, tavır, yorum, tutum anlamlarına
gelir. Terim anlamıyla mezhep, “din konusunda oluşmuş yorum ekolü” demektir. Şu
halde mezhep, beşeri bir kurum olup, kişinin dini konularda ortaya koyduğu
düşünceler bütününü ifade eder.[123]
Cansız
Hoca, İslâm’da içtihadın her zaman açık olduğunu ve gelecekte İlâhiyat
Fakültelerinden çok şeyler beklediğini söylerdi. Mezheplerin fıkıh ekolleri
olduğunu, bunların din haline getirilmemesi gerektiğini ve bunları
benimsememenin insanı dinden çıkarmayacağını açıkça dile getirirdi.
Şunu
ifade etmemiz gerekir ki, mezhep veya mezhepler din değildir. Din bilimleriyle
uğraşan bilim adamlarının kişisel yorumlarıdır. Bu yorumları yanılmaz kabul
edip dinleştirmek dine yapılabilecek en büyük kötülüktür. Din bilimleriyle
uğraşıp bir mezhep ortaya koyan kişiler, yaşadıkları dönemlerinde ortaya
koydukları yorumlardan yeri geldikçe yanıldıkları ve başka yorumlar
getirdikleri bilinen bir husustur. Bu işin doğasıdır. Nitekim İslâm
medeniyetinin teşekkül ettiği ilk üç asırda yüzlerce mezhep ortaya çıkmıştır.
Bu, düşünce ve fikir özgürlüğünün en önemli bir göstergesidir. Ancak zaman
içerisinde mezheplerinin sayısının sınırlandırılması düşünceye ket vurulmasından
başka bir şey değildir. Bu yaratıcı düşüncesinin önünün kesilmesi İslâm
dünyasının geriye doğru dönüşünün bir ifadesidir.
Mezheplerin
din haline getirilmesine çok karşı idi. Zira mezhepler din haline getirildi mi
peşinden örtülü şirk gelir. Mezhebi din yaptınız mı mezhebin kitabı Kur’an’ın
yerini, imamı da peygamberin yerini alır. Halk bunu böyle anlar. İslâm dünyası
Arap cahiliye devrindeki kabileciliği mezhepler halinde adını değiştirerek
İslâm dünyasına soktu. Cansız Hoca bunları o zaman bize söylüyordu.[124]
Mezheplerle
ilgili Carullah gibi düşünen biriydi. Hocalarla olan ihtilafı da buradan
kaynaklanıyordu. Pekâlâ, Hanefî olan bir kişiye Malikî mezhebinden bir yol
gösteriyordu. Hanefî mezhebinin dışındakileri din kabul etmeyen hocalar vardı.
Son derce sığ, dünya görüşleri olmayan insanlar, Cansız bunu nasıl der? Yahu
mecbur muyum ona uymaya? Bu yönden itikadının bozuk olduğunu söylerlerdi.
Esasen onun itikadını hayal bile etmeleri mümkün değildi. Çünkü konuları çok
iyi bilen bir insandı. Ben onun şahsiyetine ve dik duruşuna hayranım.[125]
Cafer
Cansız’ın hatıraları dikkat çekicidir:
Amcam
Mustafa Efendi, Göktaş Ahmet Efendi’yi çok severdi. Göktaş Ahmet Efendi
Dernekpazarı Camii’nde sabah namazlarında uzun süre koşuyordu. Çıktıklarında
Amcam ona şunları söyledi: “Ahmet Efendi, burası yol üzeridir. Yolcu olur,
hasta olur, arabayı kaçırır ama cemaatle kılmak istiyor, vb. Onun için kısa
sûre koşarak namazı kıldır.” Ahmet Efendi ise sabah namazında uzun sure
okuyarak namazı kıldırıyordu. Hz. Peygamberin 40 ayet okuduğunu, usulünün böyle
olduğunu söyledi. Beraber Şenocak Yusuf Efendiye gittik. Amcam ondan bir kitap
istedi. Onu açıp oradan durumu Ahmet Efendi’ye okudu. Hatta sabah namazında
Felek ve Nas surelerini okuyarak namazı kıldırmasını Peygamberimiz ifade
ediyordu. Ben de orada idim ve bu olaya şahit oldum. Ahmet Efendi “ben bunu
hiç görmemiştim.” Amcam, “insanların işi olabileceğini, yola gideceğini onun
için kısa okuyarak bitirmesi gerektiğini” tekrar ifade etti.
Bir
gün köyümüzün camisinde Yusuf Şenocak Efendi’nin vaazını dinledim. Eve
gelmekte geciktim. Geldiğimde amcam Mustafa Efendi nerede kaldığımı sordu. Ben
de camide Yusuf Efendi’nin çok güzel vaaz verdiğini, onu dinlediğimi söyledim.
Bunun üzerine amcam “ onun söylediklerinin yüzde otuzunun yanlış olduğunu”
söyledi. Ben de hocanın dediklerinin nasıl yanlış olduklarına hayret ettim.
Demek ki o işi biliyordu. Biz cahil olduğumuz için bir şey anlamıyor,
denilenlerin doğru olduğunu kabul ediyorduk.
Aya
ilk çıkılacağı sıralarda Çaykara yöresinin hocalarından biri, “ayın Allah’ın
nuru olduğunu, oraya çıkılamayacağı” konusundaki konuşmalarını duyunca ona bir
mektup yazar ve şunları söyler: “Bilginizin olmadığı konularda böyle kesin
ifadeler söylemeyin. Kuran’da aksi olmadıkça mümkündür, olabilir deyin. Eğer
böyle kesin ifadelerle konuşur ve bu gerçekleşirse o zaman din zarar görür.
Çünkü halk sizlerin dediğine itibar ediyor. Sizin söylediklerinize karşılık
dini anlamaya çalışıyor. Aksini görünce kabahatin sizde değil dinde olduğunu
söylemeye başlar ve Kuran’ın geçersiz olduğuna inanır. Bundan dolayı vebal
altında kalırsınız. O açıdan sahanız olmayan konularda konuşmayın” şeklindeki
ifadeleriyle uyarır.[126]
Devletin
köy camilerine kadrolu imam tayin edilmesini tasvip etmiyordu. 1960
ihtilalinden sonra Diyanet İşleri Başkanlığı’nda kurulan komisyonda bu
görüşünü dile getirdi. Köydeki imam devletin memuru olursa gereği gibi görev
yapmayacağı kanaatini taşıyordu. Ancak köylünün istediği imamı tutmasına
taraftar değildi. Diyanetin düzenleyeceği sınavlarda başarılı olup sertifika
alanların imam olabileceklerini benimsiyordu.[127]
Talebesi
Yakup Gürsoy’un hatıralarını anılmaya değer buluyoruz:
Trabzon’da
hocaları kendi etrafına çeken, aynı zamanda Nakşi Şeyhi ve kitapçı dükkânı olan
Abdurrahman Beşikçi vardı. Kendileri de Cansız Hoca’dan okumuştur. Cansız Hoca
onun dükkânına çok gelirdi. Abdurrahman Hoca koltuğundan kalkıp hocaya yer verir
ve kahvesini ısmarlardı. Dükkânda sigara içmek yasak olmasına rağmen Cansız
Hoca’nın kahvesinin yanında sigara içmesine asla ses çıkarmazdı. Bir gün ben de
o dükkânda bulunuyordum. Abdurrahman Hoca ve yanında üç hoca ile birlikte
oturuyorduk. Abdurrahman Hoca da dahil olmak üzere hepsi Cansız Hoca'nın
aleyhine konuşmaya başladılar. Hoca’yı fikirlerinden dolayı eleştirmeyi o
kadar ileriye götürmüşler ki sonunda onun dinsiz olduğuna karar vermişler.
Dükkân ahşap olduğu gibi kapısı da çok alçaktı. Cansız Hoca uzun boyluydu.
Konuşmalar esnasında Hoca adeta rükû eder gibi kapıyı açarak içeriye girdi.
Aleyhinde konuşanların hepsi ayağa kalkarak, hocam hoş geldiniz. Bir iltifat ki
sormayın. O zaman içimden şöyle düşündüm: Cansız Hoca bu hocalardan daha
Müslüman’dır. Bu kadar ağır bir şekilde tenkit ettikleri kişiye karşı
gösterdikleri iltifat onların samimi olmadıklarının bir göstergesiydi. Bunlar
onun aleyhinde konuşurlarken Allah onu oraya gönderdi.
Yakup
Gürsoy sözlerine devamla şunları ifade etti:
Cansız
Hoca’nın çok uğradığı esnaflardan biri de Müslim Selçuk’tu. İstanbul
Üniversitesi'nden bir araştırmacı Hoca ile görüşmek için Trabzon’a gelmiş.
Hoca’yı Müslim Selçuk’un dükkânında bulabileceği kendisine söylenmiş. Adam dükkâna
uğramış ve Cansız Hoca’yı nerede bulabileceğini sormuştu. Müslim Selçuk,
Hoca’nın evini tarif etmiş, ancak adama, “Ne yapacaksın Cansız’ı? O dinsizin
biridir” diye bir söz söylemeyi de ihmal etmemişti. Araştırmacı, Hocayı bulup
görüşmüş ve kendisi için söylenen bu sözü de O’na aktarmış. Ben de Müslim
Selçuk’un dükkânında bulunduğum bir sırada Hoca bir hışımla içeri girdi. Adeta
fırtına gibi. Müslim Selçuk’a “benim dinsiz olduğumu sana kim söyledi” diye
ağır hakaretler etmeye başladı. Araya girmek zorunda kaldım. Aslında Hoca’yı
sevmeseler de onun ilmine ve kişiliğine saygı gösterirler ve ikramda da kusur
etmezler fakat arkasından da bu şekilde konuşurlardı.
Yine
bir gün Pulcu Hoca lakaplı Salih Sabri Akdeniz’in[128]
dükkânında oturuyordum. O sırada Cansız Hoca geldi, ikisi de sigara içerdi.
Kahveleriyle birlikte sigaralarını içtikten sonra Cansız dükkândan ayrıldı.
Pulcu Hoca bana şunları söyledi: “Cansız
Hoca için dinsizdir derler. Sakın inanma. Ben dinimi ondan öğrendim”.
Bu söz, hoca hakkındaki aleyhte propagandalara verilecek cevap açısından son
derece değerlidir.
Rıza
Selim Başoğlu’nun, Hoca’nın dinî meselelere bakışı konusundaki hatırası
anılmaya değerdir:
Trabzon
Müftü muavini olduğum dönemde stajyerliğimin kaldırılabilmesi için bir risale
hazırlamamız gerektiği söylenmişti. Ben de hangi konuyu işleyeyim diye
düşünüyordum. Sonunda “selam” konusunu çalışmaya karar verdim. Kur’an’daki
Tahiyye ayetini[129]
aldım ve selamın sosyal ve dini yönlerini inceleyen bir risale yazmaya
başladım. Cansız Hoca müftülüğe gelir ve sohbet ederdik. Genellikle ben
dinleyici olurdum. Bu tutumumdan hoşlanır ve iyi bir dinleyici olduğumu
söylerdi. Gerçekten çok geniş bir kültürü vardı. Bu ayeti kendilerine sordum.
Bana şunları söyledi: ‘Bu konuda senin bakacağın tefsirler o ayetin anlamını
anlamış değillerdir.’ Çok aykırı bir izah tarzı. Nasıl? diye sordum. ‘Ayetteki
tahiyye, ayn çatlatarak söyledikleri “esselamu aleyküm” demek değildir.
Ayetteki anlamı, gönül almadır. Pekala günaydın, iyi günler demek onun yerini
tutabileceği gibi, eliyle selamlama bile onun yerini tutar. İlla da ifade
edilen şekilde selam verilecek diye bir şart yoktur.’ Böyle bir izah tarzı karşısında
şaşırdım. Diğer hocalara sordum: ‘O’nun zaten imanı yok’ dediler. Cansız
Hoca’nın sözlerine yakın bazı şeyler söyledim ancak bu izah tarzını risaleye
yazacak cesareti kendimde bulamadım. Hoca bu konularda çok cesur ve kendine
güvenen bir kişiliğe sahipti. Yani dinin şekilden değil, özden ibaret olduğunu
her haliyle vurgulayan ve yaşayan bir tavır içerisindeydi. Aksi düşüncelerden
de hiç endişe duymayan bir kişiliği vardı.
Cansız,
alışılan bir hoca tipi olmadığı için farklı değerlendiriliyordu. Bir gün
Yavuzların dükkânının önünde oturuyordu. Sanırım Haziran ayıydı. Dinin,
ibadetlerin dışında insana vermesi gerektiği formasyondan bahsediyordu. Bu
esnada karşıdan bir adam geliyordu. Çoban. Paltosu sırtında Belli ki dağdan
geliyordu. Konuştuğu şahıslara, “bakın şuradan gelen adam belki de
cennetliktir. Bu adam dünyadan ne anladı ki cennette ne yapacak? Tabir aynen
bu şekildedir. Bir hocanın bunu söylemesi çok aykırı görülüyordu.
Biz
ilahiyat sahasında emekleme safhasındayız. Bunu da normal karşılıyorum. Zira
Cumhuriyetin kurulmasında Dar’ül-Fünun’a bağlı İlahiyat Fakültesi’nin
kapatılması ve bu sahada 1949 yılına kadar akademik manada dinî tefekkürü
doğuracak bir çalışma yapılmaması çok büyük bir eksiklik olmuştur. Bunu
yapanları yargılamıyorum. Belki haklıydılar. Çünkü dinî anlayış bir anlamda
tefessüh etmişti. Ama bu fetret yaşanmamalıydı. Bu dönemde kırsal kesimlerde
yapılan dinî tedrisatı gerçek manada dinî tedrisattan kabul etmemiz mümkün
değildir. Çünkü öyle bir hoca olmadığı gibi talebede yoktu diyebilirim. 1949
da İsmet Paşa’nın baskısıyla İlahiyat Fakültesi’ni açtılar. Kapatan da açan da
aynı zihniyettir. İsmet Paşa “inkılâpların üzerinden yirmi beş sene geçtiğini
ve korkmaya gerek olmadığım” açıkladı. Günümüzde Diyanet’in personelini
İmam-Hatip ve İlâhiyat Fakülteleri gönderiyor. Ama iddia ediyorum. 1960’dan
sonra din adamı yetişmedi. Neden? Çünkü ideoloji devri başladı. İdeoloji
devreye girdi mi her şey alt-üst olur. Dini daha liberal ortamda topluma
anlatmak zorundayız. Bizim buna katkımız olması lazım.
Hoca
çok enteresan biriydi. Öncelikle istismara çok karşı idi. Mesela bir kişi inkılâpçılığı
savunmaya kalksa o onun muhalifi olur ve karşısına geçerdi. Şekilden ibaret
olan inkılâp anlayışının yanlış olduğunu hem söverek hem döverek
karşısındakilere anlatırdı. Ama bir mutaassıbın karşısında da kendi imanından
şüphe edecek şekilde cephe alırdı.
Dini
grupların hepsine karşı idi. Ama onun yanında gruplardan birinin aleyhine
konuşan ve dine lakayt davranan kimseye karşı da adeta aslan kesilirdi. O’nun
böyle bir özelliği vardı. Tenkit eden kişinin tavrını ve niyetinin bozuk
olduğunu anlayınca hemen onun karşısına geçer, diğer tarafı savunurdu. Dine
kliklerin ve cemaatlerin bakışından bakılmasına tamamen karşı idi. Dinin esas
kaynağından öğrenilmesinin gerektiğini, dini menfaatlerine kullananlara çok
karşı idi. Dini politik, şöhret veya servet amaçlı kullananların da karşısında
idi.
Müftüler
ona saygılı davranırlardı. Onunla kimse ters düşmek istemezdi. Çünkü
pervasızdı. Hoca öyle realist bir anlayışa sahip ki, onun din anlayışı
Türkiye’ye ve İslâm ülkelerine hâkim olsun, İslâm dünyası silkinir. Trabzon’da
genelevi Patroniçesi Gülizar ölmüş. İskender Paşa Camii’ne getirmişler. Benim
kayın pederim de o camide müezzin idi. Hemen bir dedikodu yayılmış. Bu kadının
cenazesi kılınmaz. Oflu bir müezzin de vardı. O, cenazenin kılınmasını arzu
ediyor. Çünkü çok zengin. İşin içinde de para da var. Cemaatten de çekiniyor. O
gün Cansız Camiden en son çıkmış. Cami cemaati genelde civar esnafı idi. Bir
gürültü duymuş. Ne oldu? diye sormuş. Demişler.... Cenazesini kılmıyorlar.
—Durun bir dakika! Ben ömrümde bu karıya hiç gitmedim. Siz
bu kadına gittiniz. Sizin ki kılınıyor da bunun ki niçin kılınmıyor?
Burada
bir anlayış meselesi var. Erkek her türlü melaneti işler, onun cenazesi
kılınır. Mevlitler okunur, yemekler yedirilir ama o kadının cenazesi kılınmaz.
Ama sen gidiyorsun bu kadına. Diğer hocalar bunu söyleyemez. Çünkü cemaatten
korkarlardı. Hocanın öyle bir derdi yoktu.
1940-50’li
yıllarda pozitivist bir anlayış hâkim. Aydınlar genelde böyle. Öğretmen olan
böyle bir kişi gelişi güzel olarak Ebu Hureyre’nin çokça hadis rivayet etmesini
doğru bulmadığını ve uydurma olduğunu dile getirir. Bir kişi bu kadar hadis
rivayet edemez. Tahmin ediyorum bir yerlerden bir şey okumuş. İzah etmeye
çalışanların sözlerinden ikna olmamış. Cansız Hoca’yı kabul eder misin? Ederim.
Cansız Hoca Meydan Parkı’nda bir ağacın altında sohbet ediyor. Gelmişler.
Hafız Murat var, Muharrem Aslantürk var. Hocam böyle diyen bir adam var.
Anlattık ama tam izah edemedik. Siz ne dersiniz? Kalem kâğıdınız var mı? Var.
Yazın. Bir: Ebu Hureyre’ye yalancı deyenin anasını avradını... Adam duraklamış.
Bu kalayı safhası demiş. Daha sonra Usul-i Hadisten anlatmaya başlamış.
Toplanması, rivayeti... İlmi bir izah. Kalkmış gitmiş. Öğretmene sormuşlar
nasıl buldun? Çok iyi anlatmış ama çok kaba bir insan. Adamın yüzüne
küfretmiş. Çok acımasız tenkit eder. Ama o adamın niyetini biliyor. Pozitif
bir anlayışa sahip olduğu için ona sözünü söylemekten çekinmiyor.
Cansız
Hoca’nın dini meselelere bakışıyla ilgili bir fikir vermesi açısından “zekâtın
hayır işlerinde harcanıp harcanamayacağı” konusunu içeren bir soruya yazdığı
cevabi mektubu aktarmayı gerekli görüyoruz:
“27.6.964 Bay Rüştü!
Takvayı ihmal edip fetvaya değer verenler için gerek Behçet,
gerek Ali Efendi’nin yazdığı fetvalar doğru olabilir. Fakat Tevbe suresinin
“innemessadakât.. .el-ayet [130] ”
nazmı celilin
sarih ifadesine dikkat edecek takva sahiplerinin bu fetva ile amil
olamayacakları şüphesizdir. Bu fetva ile avam amil olabilir vesselam...
Hamiş [131]: Rüştü Efendi! Bu mesele üzerinde neden durduğunuzu
anlamadım. Malî ibadetlerde esas yardımdır. Yardım mefhumu ne suretle tekemmül
ederse fetva da ona göre yazılır. Hatta Şafi-Usulcülerinden ‘Kaffâl’ zekat gibi
sadakaların her umür-i hayriyeye sarf edilemeyeceğini söylemektedir. Yol, köprü,
mescit, cami inşası da bu cümleden olabiliyor. Kazı Haşiyesi Şeyh Zade ayetin
tefsirinde bu ciheti söyler.[132]"
Cansız
Hoca’nın, kendilerine sorulan soruya kaynaklara inerek verdiği ilmi cevap
dikkat çekicidir. Anladığımız kadarıyla soru, zekâtın hayır kurumlarına
verilip verilemeyeceği konusunu içermektedir. Bu konuda bir kısım fetva
kitaplarında zekâtı yol, cami vb. hayır işlerine verileceği hatırlatılmaktadır.
Ancak kendileri, o tür fetvalar olsa bile, konuyla ilgili ayetin açık anlamı
olduğunu, dolayısıyla ona uymanın gerekli olduğunu ifade ettikten sonra muteber
kaynakların konuya bakış açılarını aktarıp kendi görüşünü ortaya koyması ilmi
metodun gereğidir. Sanırım dönemi içerisinde bölgesinde kendilerini değerli
kılan da bu husus olsa gerektir.
Cansız
Hoca’nın“hürmet-i müsahere ” konusunu içeren soruya yazdığı cevabi mektubu
aşağıya alıyoruz:
“27 Eylül 1966 Muhterem Hocam:
Sorunuza verdiğim karşılık “Mültekâ” ile şerhindendir.
Evlenmede göz önünde tutulan bu durumun adı müsahereti hürmetiyedir. Bu
yasaklık şöyle olur: Zina edenler: Kadın, erkek: Zina işlediğinin ne usûlî ne
de furûği ile evlenemez demek: Zina yapan ‘Zeyd” zina yaptığı Hind'in ne anası,
ne de çocuklarıyla evlenemez. Kadın da böyledir. Şehvetle tutmak, tenasül
yerlerine şehvetle bakmak da kadın erkek, kimden vaki olursa o da müsahereti
hürmet sağlar. Tutmak.... Öpmeyi, kucaklamayı, boynuna sarılmayı hatta bunlar
arasına tenasül aletini sürtmeyi de ifade eder. Çimdiklemek de bunlar arasında
yer alır. Yalnız tutulan, bakılan, öpülen, benzerleri icra edilenin müştehât
olması şarttır. Demek dokuz yaşından eksik olmaması gerektir. Şehvetin
duyulması yukarıdaki hadiseleri yapacak olanlarla ilgilidir. Merhum Damad’ ın
yazdığı bir mesele ile yazıya son veriyorum. Eşiyle cinsi münasebet yapmak
üzere yatağına giren erkek ise kızını, kadın ise oğlunu şehvetle tutsa yahut
çimdiklese erkekse kadından, kadınsa kocasından boşanmış olur. Yukarıda yazılan
“cinsi münasebet" söz ve bir izahtır. Yoksa lazım olan şehvetle dik....
Selamlar
Burada
“hürmeti müsahare” konusunu kaynak göstererek izah etmeye çalışmıştır. Konu
ile ilgili fıkıh kitaplarında geçen bilgileri aktardıktan sonra anladığımız
kadarı ile anlatılanların söz ve bir izahtan ibaret olduğunu, “hürmeti
müsaharenin” meydana gelebilmesi için cinsi münasebetin vuku bulması gerektiği
kanaatinde olduğunu belirtmektedir.
Ahmet
Cemal Uygun’un hatıraları dikkat çekicidir:
Hastalığında
yanındaydım, hizmetini yapıyordum. Kapı çalındı baktım bir adam, “Hoca ile
görüşeceğim” dedi. Buyur ettik içeri aldık. Hocanın yanına vardı, “Hocam bir
şey sormak istiyorum” dedi. O da “buyur” dedi. Benim babam vefat etti. Hocalar
diyorlar ki babanın ıskatını yapacaksın. Benim de sadece bir ineğim var ne yapayım?
Hangi hoca söyledi? Falan hoca söyledi. Ko… o hocanın ... Adam bu sözü
söyleyemeyeceğini söyledi.
-Yahu hem bana gelip soruyorsun hem de inanmıyorsun. Madem
inanmayacaksın niye gelip soruyorsun? Sakın ineğini satıp da çoluk çocuğunun
hakkını başkalarına yedirme. Sütünü sağ çocuklarına içir. [134]
Bir
gün kadın biri geldi. Kocasıyla arası iyi değilmiş. Aralarının düzelmesi için
Hoca’dan muska yazmasını istedi. Ona şöyle dedi:
-Ben muska yapan hocalardan değilim. Git kocanla anlaş ve güzel
geçin.
Bazen
kendisine sorular sorardım. Bana “siz onları anlayacak seviyede değilsiniz onun
için fazla derinlere gitmeyin” derdi.
Uzun bir süre İl Genel Meclisi üyeliği yaptı. Vali ve müdürlerle
diyalogları çok iyi idi. Dairelerin birine yeni bir müdür gelmişti. İslâmiyet’le
hiç alakası olmayan bir kişiydi. Hristiyanlığın üstünlüğüne inanıyor, hatta bu
dine girmeyi düşünüyordu. Arkadaşları onu Cansızla tanıştırmak istiyordu. Bir
toplantıda konu açılmış ve müdür bu görüşlerini tekrar etmiş. Bunun üzerine
Cansız ona, “Kur’an’ı inceleyip de içinde beğenmediğin neler buldun?” diye
sormuş. Müdür, “Kur’an’ı hiç okumadım” diye cevap vermiş. Bunun üzerine Cansız,
“Peki, Hristiyanlığın kutsal kitabı olan incil’i okuyup neleri beğendin?” diye
sordu. Müdür, “İncil’i de hiç okumadığını” söylemiş. Bu cevap üzerine Cansız
Hoca valiye dönerek, “Sayın valim, bu adamdan ne Müslüman ne de Hristiyan
olur.”[135]
Sait
Aydemir’in bir hatırası anılmaya değerdir:
Hoca’dan
ders okuyan Tonyalı Ahmet Hoca’dan dinledim: Amerikalı astronotların aya
çıktıkları sırada bir grup hoca Cansız’a gelip bu konuyu sormuşlar. Hocam,
Amerikalılar aya çıkmış doğru mudur? Hoca, tabi doğrudur, aya çıkmışlar.
Gruptan bazıları tövbe, tövbe demeye başlamış. Bunun üzerine Cansız kızmış ve
şöyle demiş; Sadece çıkmış değiller, aya sı.mak bile sı.mışlar. Ahmet hoca bu
cevabı duymuş ve Cansız Hoca böyle bir cevap vermez diye düşünmüş. Hoca’nın
yanına gider ve bu konuyu sorar: Hocam, Amerikalıların aya çıkmasıyla ilgili
bazı sözler söylediğinizi duydum doğrumu? “Ola Ahmet, bu dünyayı görüyorsun,
her türlü nimet ve güzellik var. Bizler de bu nimetlerden yiyoruz, içiyoruz.
Ve sonunda dünyanın içine sı..yoruz. Bu günah olmuyor da krater ve küllerden
oluşan aya sı.mak niçin günah olsun” diye cevap verir.
İhsan
Ekşi’nin şahit olduğu bir hadise dikkat çekicidir:
Köyde (Kondu) bir Cuma namazı kıldık. İki rekât farz kıldıktan
sonra Cansız Hoca dışarı çıktı. O zamanlarda iki rekât kılındı mı genelde
çoğunluk çıkardı. Dışarı çıkanlar caminin dışında oturuyordu. Namazı kıldıran
Şeyh Ali Galip Yücel, Cansız Hoca’ya “sünnetleri kılmadan niçin dışarı çıktın?
Bir hoca camiden çıkarsa cemaatte onu görüp dışarı çıkar” deyince Cansız, “b.kyema, farz üstüne farz olmaz” diye cevap verdi. Bu sözden çok üzülen Ali Efendi yolda giderken
ağlamış. “Bu küfürlü sözü söylemesine ben sebep oldum. Keşke bir şey
söylemeseydim” demiş.
Ali
Şenocak’ın Cansız Hoca’nın verdiği bir fetva ile ilgili hatırası aktarılmaya
değerdir:
Çaykara’nın bir köyünden adamın birisi şart yaparak hanımını
boşamış. Daha sonra yaptığı işten pişman olan adam, eşini tekrar geri alabilmek
için hocalara soruyor. Buna bir çare bulun. Hocalar da senin hanımın zevc-i
aher yani hülle olacak diye cevap vermişler. Günün birinde Cansız Hoca Of’ta
bir kahvede nargile içiyordu. Adamla birlikte yanına gittik. Hoca’yı adama
gösterdim ve kendisine “size probleminiz konusunda bu hocayı tavsiye ettiler”
dedim. Cansız Hoca adamı tanımıyor. Gittik, selam verdi.
-Buyur, elerdin nedir?
-Hocam, hanımı boşadım. Hangi hocaya gittimse
hülle yapmaktan başka bir tavsiye yapmadılar. Bu fetva bana çok ağır geldi ve
ben böyle bir şeyi kabul edemem ve yaptırmam. Bir de bu konuyu size danışmamı
söylediler.
-Peki sen hanımını boşarken o nerede idi?
-Hanımım ormanda odun kesiyordu.
-Hülle olacağını kim söyledi?
-Hocalar söyledi.
-Evet, hocalar doğru söyledi. Hülle vardır ama
bu durumda hanımın değil, sen hülle olacaksın. Çünkü kadının burada bir suçu
yoktur.
Bu fetvaya ben şahit oldum.
Sait Aydemir’in bir hatırası ise şöyledir:
Bir gün birlikte yolda giderken, adamın biri yanımıza geldi ve
Cansız’a;
-Hocam, bir Müslüman erkek Hristiyan bir
kadınla evlenirse günah olur mu?
-Olmaz.
-Ne olur?
-Kusurlu bir Müslüman olur.
Müslüman
bir erkeğin kitap ehli bir bayanla evlenmesinde Cansız Hoca’nın ifade ettiği
gibi bir sakınca söz konusu değildir. Nitekim Maide suresinin 5. ayetinde
“...ehl-i kitaptan olup iffetli-hür bayanlarla evlenmeniz... size helal
kılındı” hükmü yer almaktadır. Kusurlu bir Müslüman olur ifadelerinden
sanırım, kitap ehli bir bayanla evlenmenin ileride ortaya çıkabilecek
olumsuzlukları dikkate alarak söylenmiş olması veya Müslüman bir bayanla
evlenme söz konusu ise diğer tercihin ikinci planda kalacağını düşünmesinden
kaynaklanabilir.[136]
Kızı
Nadire Cansız’ın, Hoca ile ilgili sözlerini anılmaya değer buluyoruz:
Hocalar genelde bize vaaz ettiklerinde hep koca hakkından
bahsederlerdi. Kadının cennete girmesi erkeğinin ayağının altındadır derlerdi.
Bu konuyu babama sordum. Şu cevabı verdi:
-O şehir kadınları için geçerlidir. Sizin
kocalarınız sizden hiçbir şey alamaz. Bu şartlarda siz onlardan hak
alacaksınız. Sırtınızdan yük eksik değil. Vay olsun onların haline, asıl
onlardan hak siz alacaksınız.
Bayram
gününde çalışmanın günah olduğunu söylüyorlar doğru mu?
-Kızım bayramda çalışmanın günahı yoktur.
Bizim memleketimizde insanlar sürekli çalışıyorlar. Bir gün çalışmadan bizim
geçinmemiz mümkün değildir. Kadınların hiç istirahatı yoktur. Bir bayram gününde
istirahat ediyorlar. Bu söz bunun için söylenmiş. Bayramda gençler yaşlıları
ziyaret etsin diye. Eğer görüştüğünüz kimselerle dedikodu yapacaksanız hiç
konuşmayın. Gidin tarlada çalışın. Bayramda çalışılmaz diye bir şey yoktur.
Son
zamanlarında kadınlar ziyaretine gelirdi. Falan hoca böyle dedi. Onlara çok
kızardı. Onları ben okuttum. O e.ekleri dinlersiniz, benim dediğimi
dinlemezsiniz. Çok sinirli bir yapısı vardı. Bundan dolayı pek talebe
yetiştirmedi.
Köyümüzden
Hüseyin Ekşi hafızlık yapıyordu. Bir ara ruh hali bozuldu. Babası, babamın
yanına gelerek durumu anlattı. Babam da ona, “hafızlık yapmayı bıraktır. Çünkü
her bünye onu kaldıramaz. Gitsin serbest dolaşsın. Horonlara, öteye beriye
gezsin. Bırak kendi haline. Yoksa oğlunu tamamen kaybedersin. Daha sonra
Hüseyin Ekşi düzelmiş ama kumar, horon gibi işleri yapmaya başlayınca gâvur
hafız lakabıyla anılmaya başlandı. Öldü gitti ama hala gâvur hafız diye anılır.
Böyle anılmasına babam sebep olmuş oldu. Ama öyle yapmasaydı yani hafızlığı
bırakmış olmasaydı hepten delirmemesi içten bile değildi. O’nun durumunu
antayarak hafızlığı bırakması yönünde tavsiyede bulundu ve düzelmiş oldu.
Babam
gençliğinde horonlara çok giderdi. Aynı zamanda horonlarda türkü de söylerdi.
Talebeliğinde Paçan’da (Maraşlı Köyü) okuduğu için o köylüler genelde Rumca
konuşurdu. Rumcayı çok iyi öğrendi. Annesinden bile daha iyi Rumca konuşurdu.
Çok güzel sesi vardı. Evde şarkı ve türkü söylerdi. Eve girdiğimizi duysa
hemen sesini keserdi. Babam için namaz kılmazdı derler. Asla. Evde olduğu zaman
namazını kılar, hatta bizim kıldığımız namazları beğenmezdi.
Hafızlıkla
ilgili bir hususa işaret etmekte yarar görüyorum. Özellikle yöremizde hafızlığa
büyük değer verildiğini biliyoruz. Bazı aileler bir iki hatta daha fazla
çocuğunu Kur’an kurslarına göndererek hafız olmalarını sağlamaya çalışıyor.
Şüphesiz bu aileler, dine olan samimi bağlılıklarından ve hafızlığa yüklenen
anlam nedeni ile çocuklarını Kur’an kurslarına gönderiyorlar. Ancak hafız
olanların büyük çoğunluğu din görevlisi olmadığı için zaman içerisinde
hafızlığını kaybediyorlar. Şu halde iki yıldan fazla bir zaman verilen büyük
emeğin bir anlamda yok olduğuna şahit oluyoruz. Bu maddi ve manevi açıdan büyük
bir kayıptır. Eğer yönlendirme ile çocuk din görevlisi olacaksa ve kabiliyeti
varsa hafız olmasında fayda vardır. Bunun haricinde çocuğum illa hafız olsun
demenin anlamlı olduğuna kani değilim. Ancak, hafızlık geleneğinin bu ölçüler
içerisinde yaşatılmasının gerekliliğine inanıyoruz.
Mehmet
Saygılı’nın Hoca ile ilgili hatıralarını anlamlı buluyoruz:
Babam
ile çocukluk arkadaşı idiler. İkisi de 1895 doğumlu idi. Babam ikinci kez hacca
gideceği zaman Cansız Hoca’nın ziyaretine gitti. Hacca gideceğini söyleyince
Cansız,
-Bir kez gittikten sonra ikinci kez gitmenin ne anlamı var?
-Hocam, ben sizi seviyorum ve ziyaretinize geliyorum. Orayı da sevdiğim için
ikinci kez gidiyorum. Bunun üzerine Cansız Hoca sesini çıkarmadı. [137]
Bir
Ramazan ayında köyden pazara inerken mevsim kış olduğu için ayağı kaymış,
düşmüş ve eli yaralanmış. Canı sıkılmış olacak ki sigarayı yakıp pazara inmiş.
Ağabeyi İbrahim Ağa, kardeşinin sigara içtiğini görünce:
-Mustafa, Allah’tan korkmuyor sun, kuldan da mı utanmıyor
sun?
Aslında
ağabeysine karşı çok saygılı olan Cansız Hoca o vakit herhalde morali bozulmuş
olacak ki şu karşılığı verdi:
-Namaz kılmak, oruç tutmakla cennete gideceğinizi mi zannediyorsunuz?
Oğlu
Nihat’ın oruç tutmadığını duymuş. Bunu duyunca eve gelmiş. Odaya kapatmış.
Herhalde sigara da içiyordu. Oğlunu iyice haşlamış.
Sait
Aydemir’in bir anısı şöyledir:
Bir
Ramazan ayında Meydan Parkın’da öğretmenlerle oturuyordu. Kendisinin prostat
rahatsızlığı vardı. Hoca’nın oruçlu olup olmadığını bilmiyorlardı. Orta yaşlı
bir garson geldi. Çay olmadığı için para karşılığı şeker veriyordu. Hoca,
garsona:
-Bana bir kahve yap.
Garson
beden diliyle, “bu yaşta oruç tutmuyorsun” tavrıyla Hoca’ya baktı. Hoca bunu
anlar.
-Ben senin yaşından fazla oruç tutmuşum. Git kahveyi yap
getir.
Kahve
gelir ve onu içer. Hoca yaşlı olmasının yanında hasta idi. Bundan dolayı
ruhsatları kullanmaktan çekinmezdi.
Remzi
Yavuz’un ifadeleri oldukça dikkat çekicidir:
Hocayı
çok tenkit edenler olurdu. Namaz kılmaz, oruç tutmaz... Bir defa Hoca ruhsatı
iyi kullanırdı. Diyelim Ramazanda Erzurum’a gitti. Seferidir. Orada oruç
tutmaz, yemeğini yerdi. Otelde yemek yediğini görmüşler. Ama seferi. Namaz da
herkesin peşinde kılmazdı. Ama onun haricinde kılar mıydı kılmaz mıydı? O
Allah’la kendisi arasında kalmış bir şeydir. Biz kılmıyor deme hakkına sahip
değiliz. Biz onun için beynamaz diyemeyiz. Ondan çok rivayetler var da benim
bizzat yaşadığım şeyler vardır. Bir gün köyde camide abdest alıyordu. Naylon
çoraplar üzerine mesh yaptı. Gözümün önünde. Hocalar görmesin dedi. Neden?
İslâm’ı olduğu gibi yaşıyordu. Sünnetleri kılmazdı. Sadece farzları kılardı.
Çok temiz giyinirdi. Minnetsizdi. Hiç kimseye eyvallahı yoktu. O’nu tenkit
etmeye korkarlardı. Ana avrat küfr ederdi. Yaptığı iş dine aykırı değildi ki.
Aklı ermeyenler tarafından şekilci bir anlayışla tenkit ederlerdi.
Yusuf
Ziya Cansız’ın anısı da dikkat çekicidir:
İdris
Güney’den dinledim. Cansız Hoca ile çocukluk arkadaşı idiler. Yaylaya (o zaman
yaya 50 km.) gidiyorlardı. Namaz kılacaklar. Cansız’ın pantolonu ütülü. Namaz kılmamış.
Daha sonra kendisine sormuş. Cansız, “bu namaz kılmamanın bir yolu varsa bize
de söyle, biz de kılmayalım?” Şu cevabı verdi: “Siz bildiğiniz gibi
abdestinizi alın ve namazınızı kılın. Gerisini araştırmayın. Yani benim anlatabileceklerimi
anlayabilecek seviyede değilsiniz. Onun için bildiğiniz gibi yapmaya devam
edin.” Aslında sorulan meselelerin cevabını karşı tarafın seviyesi
kaldıramayacaksa geçiştirmeye çalışırdı. Ama çoğu zaman da kırardı.
İhsan
Ekşi’nin Cansız Hoca ile ilgili anısı şöyledir:
Bir
Cuma günü İskender Paşa Camii’nde vaazını yaptı ve iki rekât farzı kıldıktan
sonra camiden çıktı. Suluhan’ da nargile içerdi. Oraya gideceğini tahmin ettim.
Dolaylı yollardan peşinden gittim. Beni görmesi mümkün değildi. Kahveye girdim.
Orada bekliyorum. Kapıyı açtı. Bana, “dükkâna git ben de geliyorum” dedi. Benim
dükkânım vardı. Dükkâna gittim. Kendileri de geldiler. Kahvesini ısmarladım.
“Ulan peşimden geldin ve bakacaktın Mustafa Efendi diğer namazları kılacak mı
yoksa kılmayacak mı? Evet, farzın haricindekileri kılmadım. Bunu Allah biliyor
sen de bil. Ancak şunu da bil ki, benim abdestim tutmuyor. -Prostat
rahatsızlığı vardı. Bu şekilde kıldığım namazı beğenmiyorum. İçime sinmiyor.
İnsan namaz kılar ve kendisi bunu beğenmezse Allah bunu kabul etmez. Ama bazısı
o kadar yapabiliyor. Allah onu kabul eder. Ben şimdi yeniden abdest aldım.
Benim temizliğim olmuyor” dedi.
Rıza
Selim Başoğlu’nun Hoca hakkındaki hatıra, düşünce ve kanaatlerini anılmaya
değer buluyoruz:
Cansız
Hoca kendi dönemindeki hocaları adam yerine koymuyordu ki. Gezici vaiz olduğu
dönemlerde otobüsle Samsun’a gidiyordu. Saçlar uzun. Başında fötr şapka.
Yanında veya arka koltukta birisi Arapça bir metin açmış onu okuyor. O,
Cansız’ı tanımıyor. Cansız sormuş: Elindeki kitap nedir? Ne okuyorsun? Adam
bakmış ki uzun saçlı, fötr şapkalı bir adam, “sen anlamazsın demiş.” “Anladım
ama sen anlat bana ne var orada?” Kıyafetine bakmış ya her halde gâvur
zannetmiş. Çünkü şekilcilik var ya. “Merak ettim biraz oku bana.” Adam okumaya
başlamış ama bir cümlede kırk tane irap hatası yapmış. Hoca, ver şu kitabı
demiş ve başlamış okumaya. Bak kitap böyle okunur. Senin ağzına, sakalına, ...
Hoca, hoca geçinen insanlara hakaret ediyordu. Daha sonra görev icabı karşılaştığım
tablolardan dolayı anladım ki Cansız Hoca haklıymış. Çünkü bu tür insanların
sosyal hayatlarına din hiç girmemiş. Dini sadece namaz ve oruçtan ibaret
sayıyorlar. Cansız bu tür hocalara asabileşiyordu. Onlara olan düşmanlığından
değil. Belki maksadı aşan ifadeler kullanıyor ama hiçbir zaman niyeti kötü
değil ve hiçbir zaman zannedildiği gibi dine saygısız ve kayıtsız bir insan
değildi. Bana göre tahkiki olarak Allah’ı bulan bir insandı. Ben onu böyle
tanıyorum.
Biz
Cansız Hoca’yı İmam-Hatipte olduğumuz yıllarda dinliyorduk. Ama o yaşlarda onu
anlayabilecek seviyede değildik. O dönemlerde biraz ibare okumuş ve vaiz
olarak camilerde kürsüye çıkan hocaların Hoca ile ilgili olarak “itikadının
çok zayıf olduğu, dininin zayıf olduğu ve adeta inançsız biri olduğu”
propagandasını yapıyorlardı. Bizler, O’nunla ilgili olarak hep bu sözleri
duyarak yetiştik. Bunun takdirini yapabilecek durumda da değildik. Acaba Hoca
için niçin böyle söylüyorlar? Bunu söylemelerinin tabi çok sebepleri var. Bir
kere şunu söylemek lazım ki Hoca çok liberal bir kişiydi. Kıyafetiyle, hareket
tarzıyla hocalardan çok farklıydı. Geleneğin çok dışında yaşayan bir kişiydi.
Mesela oturur tavla oynar. Tavla oynuyor ya, zındık oldu. O tavla, hocalara
göre O’nun küfrünü gerektirecek bir durum olarak görülmektedir. Çünkü o
dönemlerde hocalar, tavlanın zarına bile tutmanın insanın hınzır kanına
bulaşacağı konusunda hadisler söylerlerdi. Yani tavla oynamak dinsizlikti.
Hoca olarak o bu tür hadislerin tahlilini yapacak bilgiye sahipti. Ancak hoca
diye geçinen o devrin insanları bu hadisleri yorumlayabilecek bilgiden bile
yoksundular. Onun için hocaya böyle olumsuz bakarlardı.
Tabi
Cansız'ın bir özelliği şu: Hoca, milletin cebinde gözü olmayan bir adam.
Bilahare ben bunu takdir etmeye başladım. 1969 yılında Trabzon İl
Müftülüğü’nde müftü muavini olarak görev yapmaya başladım. O zaman Hoca bizim
görevlimizdi. Hoca ile orada irtibatlarım oldu. Ben o irtibatlarımda Cânsız’ı
tanımaya başladım ve onun hakkında niçin olumsuz propaganda yapıldığını
anlamaya çalıştım. Bir kere hocanın dünya menfaati ile ilgili cemaati ile
hiçbir ilişkisi yoktu. Cemaatten bir yemek yemek, çay içmek veya diğer hocalar
gibi cenazelerde para almak, hatim indirmek mevlit okumak ve benzeri hiçbir
ilişkisi söz konusu değildi. Ayrıca son derece hür düşünceli biriydi,
inandığını cemaate çok rahatlıkla söyleyen bir kişiliği vardı. Çünkü
söylediklerinden dolayı cemaatin kendi hakkında vereceği hükümle dünyevi bir
menfaatinin azalacağından hiç endişesi yoktu. Hoca ömrü boyunca böyle yaşadı.
Bana göre bu özelliği onu çok farklı kılıyordu. Hocalar genel olarak cemaatin
yemeğine, çayına, en azından cemaatin kendilerine değer vermelerine çok önem
verirlerdi. O’nun böyle şeylere ihtiyacı olmadığı gibi hoca kendini biliyor ve
kendine güvenen bir adamdı. Kendisine saygı duyulup duyulmaması önemli
değildi. Esas sorumluluğun ne olduğu ve kime ait olduğunu biliyordu.
Sorumluluğun Allah’a karşı olduğunu ve ona bağlanmış biri olduğunu çok
rahatlıkla söyleyebilirim. Ölümüne yakın zamanlarda kendilerini ziyarete gelen
bazı arkadaş guruplarına, Allah’a yakarışı sırasında, “Yarabbi, ben ömrüm boyunca çok günahkâr bir insanım. Ama en çok
günahı işlediğim anda bile senin varlığından bir an bile şüpheye düşmedim. Sana
hep inandım. Senin birliğini her zaman tasdik ettim. Bana merhametinle muamele
et, merhametinle yargıla"diye
Allah’a yalvarırdı. Bunu çok arkadaşlardan dinledim.
Hoca
için olumsuz manada söylenen şeyleri o dönemin hocalarının bir kısmının gizli
yerlerde yaptıklarını ancak insanlar içerisinde itibarları veya maddi
kayıplarını düşünerek açıktan yapmıyorlardı. Hocanın böyle bir endişesi yoktu.
Kendilerini böyle bir ihtiyaç içerisinde hissetmiyordu. Zaten kendileri
gençlik ve il daimi encümeni olduğu dönemlerde çok günahlar işlediğini
söylüyordu. Yalnız imanının tahkiki iman sahibi olduğuna şahitlik ederim.
Bırakın o dönemin hocalarını, günümüzdekilerin bile yüzde doksanının onu imanını
anlayabilmeden yoksun olduğu kanaatindeyim. Gerek Kuran’ı ve gerekse Hz.
Peygamberi ve sünnetini son derece derinden anlayan bir kişiydi. Sakalla,
sarıkla hiç uğraşmazdı. Onun İslâm dinini idrak etme ve anlama noktasında
Türkiye henüz o noktaya gelmiş değildir. O’nun idrakinde olanların ülkemizde
ortaya koymaya çalıştıkları düşüncelerden dolayı da zaten onlara da gâvur
diyorlar. O noktada ben Cansız Hoca’yı çok ileride görüyorum. Hoca hakkındaki
benim kanaatim budur.
İbadet
noktasında eksiklikleri olabilir. Onu bilemiyorum. O Allah ile kendi arasında
olan bir hadisedir. Bu konuda gerek Çaykara ve gerekse Trabzon’da O’nun
hakkında hüküm verenlerin büyük çoğunluğu cahildir. Hiç birisinin şuurla ve
bilgi ile bir şey yaptıkları kanaatinde değilim. Çünkü kendi pagan
kültürlerinden getirdikleri hurafeleri din kabul ediyorlar. Hâlbuki Hoca
bunlara aykırı hareket ediyordu. Hoca bunları biliyor ve onlara değer
vermiyordu. Bu yüzden de Cansız Hoca’yı imanı zayıf, dinsiz gibi tabirlerle
yaftalıyorlardı.
Bizim
dönemimizde O’nun hakkında yapılan bu menfi propagandadan dolayı kendilerinden
fazla istifade edemedik. Çünkü bu menfi propagandayı yapanlar bizim
hocalarımız ve aynı zamanda herkesin hürmet ettiği hocalardı ve ben o zamanlar
Cansız’a kızardım. Yahu niye söver bu adamlara. Ama şimdi anlıyorum ki Cansız
çok haklıymış. Çünkü onların tebliğ ettiği İslâm, İslâm değildi. Törenin hâkim
olduğu bir din anlayışı vardı ve halka da bunu anlatıyorlardı. Keşke Cansız bu
dönemde yaşasaydı. Türkiye’de ilahiyat fakültelerinde bilimsel manada
araştırma yapma yetmişli yıllarda başladı ve fikir mahsulü, özgün fikirler yeni
yeni ortaya konulmaya başlandı. Bu manada geleceğimizin çok daha aydınlık ve
parlak olacağını düşünüyorum. Yeni yetişen bilim adamlarından çok ümitliyim.
Cansız Hoca’nın ruhu şad olsun. Ama o bu günü ve yapılan çalışmaları görmeliydi.
Bizim
okuduğumuz dönemde Musa Carullah kâfirin biriydi. Niçin? Çünkü Mustafa Sabri
Efendi O’nun için şöyle dedi denildiğinde olay bitiyordu. Yoksa onun
kitaplarını okuyarak bu kanaate varmış değil. Sabri Efendi’nin reddiyelerini
okuyarak bu kanaate varılır ve onu öyle bilirlerdi. Cansız, Diyanet camiasına
büyük oranda böyle bakardı. Elbette saygı duyduğu insanlar vardı ama bunlar
sayılı kişilerdi. Yani çok azdı.[138]
Örflerin din yapılmasına karşı çıkardı. Arapların giydiği
fistanlar, başlarına sardıkları şeyler onların örfüdür. Oranın iklimine göre seçilmiş
kıyafetlerdir. Arabistan bölgesi için geçerli olan bu kıyafetler başka
bölgelerde giyilmesi mümkün olmayabilir. Kutuplarda Arabın giydiği entariyi
giyersen yaşaman mümkün değildir. Onun için Arabın örfünü din gibi gösterip
kutsallaştırmanın hiç bir anlamı yoktur.
Sakal bırakılmasına kızardı. Şöyle sakalı, böyle sakalı var dendiğinde
“iyi süpürge olur” derdi. Peygamberin işaretidir ama şart değildir. Dini kisve
diye bir şey yoktur. Giyim ve kuşam da örfidir. Arabın örfünü din yapmayın.
Kutsal kıyafet yoktur, her toplumun yaşadığı coğrafi konum ve örfüne göre bir
kıyafet gelişmiştir. Bunun dinle bir alakası yoktur derdi.266
Ahmet
Gürsoy’un hatıralarını aktarmak istiyoruz:
Cansız
Hoca, Cumhuriyeti kuranları savunurdu. Zira Mustafa Kemal Atatürk’ü
diğerlerinden ayıran en önemli özelliğinin ülkeyi tam bağımsızlığa kavuşturması
olduğunu ifade eder ve yaptığı inkılâpları desteklerdi. Ancak beğenmediği
konuları eleştirmekten de geri kalmazdı. Osmanlı İmparatorluğu’nun 18. ve 19.
yüzyıllardaki içinde bulunduğu duruma çok üzülür ve Tanzimatçıları
taklitçilikle itham ederdi. Şuursuz batılılaşmaya kesinlikle karşı idi. Dilde
sadeleşmeyi savunur ancak Türk Milleti’nin tasavvuf, divan ve halk edebiyatından
kopmasının mümkün olmadığını, zira milletin köklerinin ve felsefesinin oralarda
olduğunu ve onların anlaşılıp yorumlanmadan geleceğin sağlıklı bir şekilde
inşa edilemeyeceğini söylerdi. Ahmet Gürsoy sözlerine devamla şunları söyledi:
Cansız
Hoca, eski Başbakanlardan Haşan Saka257 ile arkadaştı. Hatta
Cansız’ın hocası Gargar Müslim Efendi bir ara Akçaabat’ta O’nun köyünde
hocalık yapmış ve Haşan Saka O’ndan okumuş. İkisinin aynı hocadan okuması bir
tesadüftü. Haşan Saka, milletvekilliği süresi bittikten sonra(1954) tütün
işlerini takip etmek için Trabzon’a gelirdi. Bir gelişleri Ramazan ayına
tesadüf etti. Birlikte otelin oturma salonunda sahura kadar sohbet ederlerdi.
Ben de yararındaydım. Bir gece Haşan Saka, “bu gece teravih namazını Tabakhane
Camii’nde kılacağız. Zira oranın imamı hem hatimle kıldırıyor, hem de sesi
güzeldir. Okuyuşunu takip edeceğim”. Birlikte camiye gittik. Hoca İsra
suresinden okumuştu. Otele döndüklerinde Necm suresiyle bağlantılı olarak İsra
ve Miraç olayını tartışlar. Sonuçta Hz. Peygamberin Mekke’den Kudüs’e götürülmesine
inanmanın farz olduğu, buradan ötesine ise inanmanın muhayyer olduğunu ve inanmayanların
dinden çıkmayacakları kanaatine vardılar.
Bilindiği
üzere Hz. Peygamber’in miraç yolculuğu ile ilgili pek çok hadisler vardır.
Toplumumuzdaki yaygın kanaate göre Hz. Peygamberin miraca çıktığı kesindir.
Zira din görevlileri bunu topluma o şekilde aktarmışlardır. Cansız Hoca’nın
meseleyi bu şekilde aktarması bilinene aykırı olduğu için tepki alması
kaçınılmazdı.
Cansız
Hoca’nın yakın çevresinin öğretmenler olduğunu ifade etmiştik. Sohbetlerinde
öğretmenlere şu tavsiyede bulunurdu:
Davranışlarını
beğenmediğiniz bir talebenin bu sebepten dolayı notunu kırarsanız Allah katında
sorumlusunuz. Bilgi ile not termometre ile sıcaklık gibidir. Termometre sıcaklık
ile yükseldiği gibi bilgi artınca not da yükselir. Nota davranışı katmamak
gerekir. Eğer katarsanız talebeye en büyük kötülüğü yapmış olursunuz. Bilgi ve
davranış ayrı şeylerdir. Ancak davranışı ayrı bir şekilde değerlendirebilirsiniz^
Haşan
Türk’ten dikkate değer bir hatırasını dinledik:
Öğretmenliğimin
ilk yıllarında Trabzon’un Meydan Parkında arkadaşım Nazım Kumaş ile birlikte
oturuyorduk. Baktım ki uzun boylu ve biraz da öne doğru eğik yürüyen bir kişi
bize doğru geliyor. Cansız Hoca’yı tanımıyordum. Ancak Cansızlarla aynı köylü
olduğumuz için onlara benzeterek arkadaşıma bu kişinin Cansız Mustafa Efendi
olup olmadığını sordum. Evet, Cansız Hoca’dır dedi. Bize yaklaşınca ayağa
kalkıp elini sıktık ve buyur ettik. Oturdular. Kendimizi tanıttık. Zaten
dedemin arkadaşıydı. Öğretmen olduğumuzu söyleyince bize şunları söyledi: “Evvelce
öğretmenler çok araştırır, okur ve sorarlardı. Bu durum bu gün çok azaldı.
Önceleri öğretmen evine gider, onlarla sohbet eder ve tartışırdık. Çok soru
sorarlardı. Şimdi gittiğimde bakıyorum da hep oyun ile meşgul oluyorlar. Siz
onlar gibi olmayın. Çok okuyup araştırın. Zira sadece okuttuğunuz çocuklar
değil, ileride kendi çocuklarınız olacak. Onları çok iyi yetiştirmek
zorundasınız[139]
Cansız
Hoca’nın bu sözlerinin günümüzde de geçerliliğini koruduğunu üzülerek
belirtmek zorundayız. Öğretmenlerin eğlenme hakkının olmadığını söylemek
istemiyoruz. Ancak bu günkü durumun öğretmenler adına iç açıcı olmadığı bir
gerçektir
Hoca
için çok küfür söylerdi derler. Bu doğru değildir. İnsan durup dururken küfür
söyler mi? Bu elbette mümkün değil. Elit çevrede bir şeyi anlatırsa niye küfür
söylesin. Ancak halk arasında bir şeyi anlatırken eğer mesele anlaşılmazsa
küfürlü anlatırsan anlaşılır. Yoksa Cansız durup dururken küfür söylerdi diye
bir şey söz konusu değildir. Ayrıca kör inat edilirse o zaman küfürlü
konuşurdu.[140]
Burada İbrahim Güveli'nin bir hatırasını aktarmak istiyoruz:
1972
yılında Of Orman Bölge Şefliği görevini yürütüyordum. Bir meseleden dolayı Çalekli
Dursun Feyzi Güven (Dursun Efendi) benimle tanışmak istemiş. Köyüne varıp
kendileriyle görüştüm. Akraba adlarımız aynı olduğu için nereli olduğumu
sordu. Ben de Dernekpazarı’nın Kondu Köyü’nden olduğumu söyleyince Cansız
Hoca’yı tanıyıp tanımadığımı sordu. Ben de “Cansız Hoca ile aynı köylü
olduğumuzu, öğrencilik yıllarımda Trabzon’da sohbetlerini dinlediğimi ve
kültürlü bir insan olduğunu ifade ettim. Bunun üzerine Dursun Efendi,
“küfürbazlığı olmasa ben de kendisini seveceğim” demiş.[141]
Cansız
Hoca düşünce ve fikirleri ile yaşadığı dönemde bir ekol olduğunu söylememiz
mümkündür. Günümüzde bu çizgiyi öğrencisi Yaşar Nuri Öztürk’ün sürdürdüğünü ve
meyvelerini verdiğini görmek sevindiricidir.
Sadık
Albayrak’ın anısı dikkat çekicidir:
Sanırım
doksanlı yıllarda idi. Yaşar Nuri Öztürk’ün fikirlerini Milli Gazete’deki
köşemde eleştiriyordum. Bir yazımda Öztürk’ün ortaya koyduğu görüşlerin gayet
doğal karşılanması gerektiğini, çünkü “Cansız
Mustafa” ekolünden olduğunu yazmıştım.
Bir gün savcılıktan bir çağrı aldım. Niçin çağrıldığımı bilmiyordum. Savcı ile
görüşmemizde kullandığım bu ifadeyi sordu. Meğer “Cansız Mustafa” ifadesini
Atatürk için kullandığımı zannetmiş ve bundan dolayı hakkımda dava açılacağını
belirtti. Atatürk’e nasıl Cansız Mustafa dersin? Savcıya, ‘Cansız Mustafa’nın
Yaşar Nuri Öztürk’ün hocası olan Mustafa Cansız olduğunu anlattım. Konuyu
açıklığa kavuşturduktan sonra hakkımızda açılması düşünülen dava böylece
açılmadan kapanmış oldu.[142]
Tasavvuf,
Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak ve ebedi mutluluğa ulaşmak için nefisleri
temizleme, ahlakı olgunlaştırma, iç ve dışı süsleme, fiil ve hareketleri
güzelleştirme hallerinden bahseden bir ilimdir.[143]
Tasavvufu, felsefi bir sistem haline koyan büyük mutasavvıf Muhyiddin Arabî
O’nu; “Allah’ın ahlâkı ile ahlaklanmaktır” şeklinde tarif ederek tasavvuf
hakkında yapılan bütün tanımları en özlü bir şekilde özetlemiştir[144]
dememiz mümkündür.
Tasavvuf,
Batı yazarları tarafından “İslâm mistisizmi” olarak isimlendirilmekle birlikte tasavvufun
bütün varlığıyla bir “mistisizm” olarak adlandırılamaz. Tasavvuf; aklın ürünü
olan felsefenin mistik görünümü değil, vahyi esas alan İslâm dininin; insan
ruhundaki mistik eğilim ve ihtiyaçlara cevap veren değerlerin kurumsallaşmış
bir toplamıdır. İnsan ruhu; başlangıçtan beri, varlığın özüyle temasa derin bir
hasret duymuş ve bunu imkân dahiline sokmak için didinmiştir. Mistik üşünce
insana bu hasretini dindirmede yardımcı olan ve varlığın özüyle teması imkân
dâhiline sokmayı başaracağını söyleyen bir yaklaşım ve tarzdır. O halde ilk
günden beri, mistik düşünce ve arayış hep var olmuş ve insan yaşamaya devam
ettikçe de var olacaktır.265
Bir
tasavvuf terimi olarak tarikat ise, Allah rızasına uygun yol takip edenlere
mahsus hareket ve yöntem anlamında kullanılmaktadır. 266 Tasavvuf ve
tarikatlar, İslâm dünyasının asli renklerinden biridir. Kelamî ve fıkhı
tartışmaların sonucunda nasıl ki itikadi ve İslâm mezhepleri oluşmuşsa,
tasavvufî düşüncenin olgunlaşmasından sonra da tarikatlar ortaya çıkmıştır.
Ancak tarikatların çok sonraları ortaya çıkması, tasavvufun tarikatlarla aynı
şey olmadığını akla getirmektedir.
Tarikata
mensup şeyh, derviş veya dervişlerin yaşadığı, gelip geçen yolcuların
konaklayıp misafir edildiği tarikat yapıları olan tekke ve zaviyeler büyük bir
ihtimalle 11. yüzyıldan itibaren İslâm dünyasında görülmeye başladı. O zamana
kadar mevcut olmayan bu kurumlarla beraber tasavvuf tarihi yepyeni bir aşamaya
girdi. Tasavvufî hayatın topluca ve organize bir biçimde yaşandığı bu kurumlar,
bir yandan tasavvuf ağırlıklı yepyeni bir İslâm kültürünün üretim merkezleri
olurken, diğer yandan da bulundukları İslâm ülkelerinde, şeyhler ve
dervişlerden oluşan yeni bir toplumsal bir sınıfı ortaya çıkardı. Bu sınıflar
kendi çevrelerinde gerek toplum, gerekse siyasi otorite üzerinde etkili olmaya
başladılar.[145]
Tarikatları,
kültür, felsefe ve sanat kulüpleri olarak nitelendirmek mümkündür. Özellikle
edebiyat, sanat, felsefe, spor, müzik alanlarında pek çok değer üretmenin
yanında ahlâk, fedakârlık, sevgi gibi temel insanlık değerlerinin seçkin
örneklerini veren büyük ruhlu insanlar yetiştirmişlerdir.269
Bununla
birlikte tarikatların ortaya çıkışı, sûfiliği bir kitle hareketi haline
getirmesi nedeniyle bir kalite düşüşüne sebep oldu. Sûfiliğin değer verdiği
ilim ve iç aydınlık, tarikatlar devrinde giderek yerlerini tarikat birliğini
temsil eden şekil ve merasime bıraktı. Büyük kitleler, insanı yücelten en
önemli değer olan ilim yerine, idrakleri kamaştıran harikalara, acayipliklere
değer verdiklerinden, bir kitleye açılış olayı olan tarikatlarda zamanla ilmi
üstünlük yerini keramet üstünlüğüne bıraktı. Bu durum tasavvufta yozlaşma ve
yıpranmanın önemli bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Bir diğer
ifadeyle tarikatların yayılması yatay anlamada büyümeyi gerçekleştirmiş
olmasına rağmen, bununla birlikte dikey anlamda bir yozlaşma, çürüme ve düşüşü
de beraberinde getirmiştir. Çünkü kitlelere yayılma, kitlelerin taşıdıkları
eski örf ve adetlerin bünyeyi sarmasına neden olmuştur.
Bir
diğer ifadeyle tarikatlar, tasavvufun değişik kültürlerin pagan kalıntılarıyla
birleşerek Kur’an dışı bir kurum olmaya doğru gitme sürecini açmıştır.
Kendilerini dinin temsilcileri saymak, çıkar hesapları uğruna siyaset ve
saltanatın güdümüne girmek, bunun yanında dikkate değer bir hususta İslâm’da
yaratıcı bilim ve düşünce devrinin duruşuyla tarikatların sahneye çıkış tarihi
örtüşmektedir. Bu itibarla tarikatlar ve tarikatçılık miras yeme devrinin
temel kurumlan olarak nitelendirilebilir.[146]
Tasavvufun
İslâm kültürüne yaptığı en büyük olumsuzluklardan biri de, en kaliteli zihin ve
parlak zekâları kültür hayatının dışına çekmesi ve onları kısırlığa mahkûm
etmesi olmuştur. Mutasavvıflar doktrinlerinin gereği olarak toplumu daima geri
plana atmışlar, hatta yok saymışlardır diyebiliriz. Bunun en üzücü örneği
İslâm dünyasının yetiştirdiği en büyük zihin diye gösterebileceğimiz
Gazali’dir. Böyle bir müstesna kişinin sorumluluklarını bırakarak yalnızlığa çekilmesi
kabul edilebilir değildir. Kendisinden ilim almak isteyen öğrencilerini terk
ederek ömrünün geri kalan kısmını doğduğu şehirdeki tekkede geçirmiştir.[147]
Aslında
İslâmî toplumdan sıyrılabilmenin yolu, alternatif bir İslâm toplumu
kurulmasından geçer. İşte sûfilik bunun yollarından biri olmuştur. İslâm’ın
bir toplum yapısı olarak özelliklerini beğenmeyenlerin bir alternatif olarak
sufiliği kullanmaları ilk defa bir duygu meselesi dolayısıyla ortaya
çıkmıştır. İslâm’ı Arapçılığın üstünlüğü olarak kabul eden sonradan İslâm’a
geçme milletler, İslâmiyet’in bu gediğini bir protesto olarak kullanmışlardır.
Örneğin, İslâm İran’a geldiği zaman idareciler bir dereceye kadar İslâm
dininin Arapların üstünlüğünü sağlayan bir yapı olarak kabul etmişler fakat
alt tabakalar bu anlayışa tepki göstermişlerdir. İşte İslamiyet yayıldıkça
onun muhtelif şekillerine uymayanlar bu uyumsuzluklarını sufilikte ve onun
kurumlaşmış şekli olan tarikatlarda bulmuşlardır. Tarikatlar bir eğitim merkezi
olarak resmi ulemanın verdikleri dünya görüşünden farklı bir görüşün
sağlanmasını mümkün kılmışlardır. Ulemanın kuru, doğru yoldan ayrılmayan kılı
kırk yararak sonuçlara varan öğretilerinden ayrıldıkları, onlara cazip
şekiller verdikleri bilinmektedir.
Bu
bağlamda tekkeler, toplumun his ve gönül dünyasına hitap etmeleri sebebiyle,
kamuoyuyla güçlü bir bağ kurmuştur. Bu bağ ile kitleler iç dünyalarında var
olan mistik boşluğu doldurmuş, muhabbete dayalı bir eğitim ve öğretim ile
güçlü bir dayanışmayı gerçekleştirmişlerdir. Bu dayanışmanın ve saygınlığın
neticesinde tarikat erbabına derin bir saygı duyulmuş, onların
yönlendirmelerine adeta dinî bir kutsiyet atfedilmiştir.[148]
Osmanlıların
kuruluş devrindeki resmi ulema ile tarikat önderleri arasında çekişmelerin
yaşanmasına rağmen sonraki dönemlerde Osmanlı İmparatorluğu’nda da sûfilik
kurumlaştı. Bir taraftan resmi dini yayanlar İslâm’ın Sünni görüntüsünü daha
ince bir şekle getirirken diğer taraftan toplumun muhtelif katlarındaki
kuruluşların tarikatlarla ilişkiler resmi bir şekil almıştır. Yeniçeriler,
esnaf kuruluşları belirli tarikatlara bağlıdır, iki kurum arasındaki bu iş
birliği dinsel bir kuruluşun üzerinde kontrol kurma yolu ile devlet dışında
yapısal nitelik kazanmaya çalışan unsurlar bu şekilde kontrol altına
alınmışoluyordu.275
Tarikatları kaldıran 1925 tarihli Kanun okunduğu zaman Atatürk’ün hatırında
tuttuğu şeyin ya mahalli siyasi güce sahip eşrafın veya daha alt sınıfları
sömüren cahil ve ahlâksız simalar olarak ortaya çıkan yerel karizmatik
önderlerin etkilerini kırmak olduğu açıkça göze çarpar. Türkler, gelecekte
sefih şeyhlerce değil, bilimin açıkladığı yönteme göre yönetileceklerdi.
Böylece Atatürk’ ün devleti ulema ve tarikat önderlerinin etkisinden koruma
geleneğini devraldığı açıkça görülmektedir.[149]
Burada
şu soruyu sormak yerinde olacaktır: “Din ve eğitim kurumlan insanlar
tarafından bozulur mu?
İnsanoğlu
neyi bozmamış ki, bu kurumlan da bozmasın. Pascal’ın bir sözü var: “insan ne
melektir ne hayvan. O melek gibi yapmak ister ve bazen hayvan gibi yapar.
Dinleri bozmasaydı, Allah yeni peygamberler göndermek lüzumu görmezdi. Hatta
artık bu peygamber, size göndereceğim son peygamber” diye gönderdiği peygamberin
tebliğlerini de insanoğlunun kendi çıkarı için değiştireceğini düşünmüş de
“Müçtehidler göndermiş. Buna rağmen bozmuyor mu? Bozuyor... Haşan Ali Koçer’in
yaşadığı ve sizin de zaman zaman görebileceğiniz bir örnek:
İlahiyat
Fakültesi 3. sınıfında öğrenci iken bir gün iki arkadaşımla birlikte
Ankara’nın Çıkrıkçılar yokuşundan geçiyorduk. Kur’an’ı Kerim satan bir seyyar
satıcıdan Kur’an satın almak istedim. Satıcı Kur’an’ı açıp Türkçeye çevirmeye
başladı. Ancak söylediği sözlerin Kur’an metinleri ile hiç ilgisi yoktu.
Kendisine sordum. Arapçayı nerede öğrendiniz?
Satıcı
Kemal Pilavoğlu (O zaman yaygın ve aktif olan Ticani Tarikatının şeyhi) bir
gece rüyamda Cenab-ı Hakka yeşil bir nur göndertti ve Arapçayı öğrenmiş olarak
uyandım.
Ben 3 yıldır Arap dilini ve gramerini öğrenmek için gece gündüz
çalışıyorum. Cenabı Hak bu lütfunu bize göndermiyor. Yani şimdi biz de Kemal
Pilavoğlu’na mı gidelim. -Evet Kemal Pilavoğlu’na gidiniz. Bu satıcıya yalan
söylediğini, yanlış iş yaptığını, söylediği sözlerin Kur’an metni ile ilgisi
olmadığını, doğrusunu Kuran’ı okuyup tercüme ederek anlattım. Bu adam dini
kendi çıkarı için kullanmak yani bozmaktan başka ne yapmış oluyor?”[150]
Bu
hatırayı aktarmamızın farklı bir anlamı vardır. Tıcani tarikatının
Türkiye’deki temsilcisi olan Kemal Pilavoğlu ile ilgili olarak Diyanet İşleri
Başkanlığı’nca açılan bir soruşturma, Mustafa Cansız tarafından yapılmıştır.
Bu konudaki belgeyi Cansız Hocanın Diyanet İşleri Başkanlığımdaki şahsi
dosyasında gördüm. Ancak belgeyi alamadık. Bunun ne sakıncası olabileceğine de
bir anlam veremedim. Başkanlığın konu ile ilgili olarak Cansız Hoca’ yı niçin
görevlendirdiği de düşündürücüdür.
Cansız
Hoca’nın tasavvuf ve tarikatlarla ilgili görüşleri konusunda Yaşar Nuri
Öztürk, şu ifadelere yer vermiştir:
Hocanın tarikatlara karşı olduğu doğrudur. Bununla ilgili şu ifadeyi
kullanırdı: “Evladım şunu unutma: Garp âleminin ağzına alkolizma, bizimkine de
tarikatlar s..tı.” Hoca
için tasavvufa düşmanı derlerdi. Hayır, tasavvuf düşmanı değildi. Hoca Cüneyd,
Abdülkadir Geylani, Mevlânâ hayranıydı. Hoca tarikatların vakıflar, saray ve
zenginlerle kol kola verip işi yağcılığa döndüren siyasi pisliğine karışı idi.
Tasavvufun temel kaynaklarını ben O’ndan okudum. Tarikatlar tasavvufu da,
İslâm’ı da mahvetti diyordu. Biz de aynı şeyi söylüyoruz. Muhammed İkbal de
aynı şeyi söylüyor. Cansız Hoca bunları söylediğinde “Uy evliya ullaha taş
atayi zindik” diye nitelendiriliyordu. Bundan dolayı yeri geldi mi de küfürü
basardı. Hiç dinlemezdik
Bu
konuda Remzi Yavuz’un Cansız Hoca’yla ilgili görüşleri şöyledir:
Cansız Hoca net bir insandı. Allah’ın vermediği görevi bir kul
başkasına veremez. Hocamızın buna kesin kanaati vardı. Tarikatlarda şeyhler
müritlerine görev veriyor. Tarikat şeyhleri kendileri kural koyar. Şu kadar
zikir yapacaksın. Allah kullarına görev veriyor. Peygamber burada tebliğ
açısından görev yapıyor. Kur’an da hiçbir yerde şu kadar zikir yapacaksın diye
bir ifade yok. Ancak Allah’ı çok anın der. Sınırlı ve rakamlı zikir nerede
vardır? Zikir her işte Allah’ı hatırlamaktır. Herkesin işinde Allah’ı
hatırlamasıdır. Bu itibarla hocamızın fuzülî işlerle uğraşması mümkün değildi.
Din adına yaptıklarında ve söylediklerinde fazlalık bulmak mümkün değildir. Ne
ise o.[151]
Cansız
Hoca’nın kızı Nadire Cansız’dan şunları dinledik:
Köyümüzde
kadınlar Şeyh Ali Efendi’den ders
alıyorlardı. Ben de alayım mı diye kayın pederime sordum. Babama sormamı ve ona
göre hareket etmemi isti. Ben de durumu babama anlattım. Bana şunları söyledi:
“ Kızım beş vakit namazını kıl. Fazla da kılmaya çalışma.
Kimsenin dedikodusunu yapma. Sepetini al tarlaya git, çalış. Orada salâvat
getir. Bunlar hep sonradan ortaya çıkmış şeylerdir. Dinle bir alakası yoktur.” Ancak daha sonra Ali
Efendi’den inabe aldım. Çünkü toplumdan ayrılmak bana çirkin geldi. Ali Efendi
bize “ömründe bir sefer de yaparsan iyidir. Mutlaka yapmak zorunda değilsin”
derdi. Bize en büyük tavsiyesi kimsenin gıybetini yapmayın demesiydi.
Mahmut
İslâmoğlu’nun ifadelerini dikkate değer buluyoruz:
Tarikatlar
konusunu konuştuğumuzda onların siyasi kuruluşlar olduğunu ifade ederdi. Trabzon’da
Abdurrahman Beşikçi vardı. Kitapçı idi. Oradan kitap alırdım. Bir gün dükkâna
gittim. 15-20 sayfalık bir kitabı bana uzattı. Satın aldım ve çantaya koydum.
Oradan çıkıp giderken Cansız Hoca’yla karşılaştık. “Ne haber?” dedi. Kitapçıdaydım.
Bir kitap aldığımı söyledim. “Tarikat kitabı değil mi?” Henüz okumadım.
Çıkardım gösterdim. “Bu Abdülhamit’in meşhur meddahı. O’na İstanbul’da dergah
kurdurttu. Abdülhamit’in lehine talebe toplar ve onun için propaganda
yaptırtırdı. Bu Arap’tır. Bundan dolayı Arap ülkelerinden çok insan İstanbul’a
geldi.” Cansız bu kitabı almış ve okumuştu.[152]
O, ciddi, hakikat olan şeyleri
konuşurdu. Tarikatlar konusunda bizim memleketin hocalarının duymadıkları
şeyleri O çok iyi bilirdi.
İslamoğlu
sözlerine devamla şunları dile getirdi:
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisindeki “Ferşat” maddesinde
şu bilgilere yer verilmiştir: Ferşat Efendi, “Cumhuriyetin ilanından sonra Mustafa Kemal Paşa ile iki
defa karşılaştı, ilkinde reîsü’l-ulema sıfatıyla dini konularda onunla
tartıştı. İkincisinde ise şapka giymenin caiz olmadığına ilişkin fetvasından
dolayı Trabzon’a celbedildi ve Atatürk’e şapka giyenin kâfir olacağına dair
fetva verdiğini çekinmeden söyledi[153] ” Bu konuda Cansız’la tartıştım ve ben de O’na ısrar ettim.
Bu sözü Ferşat Efendi Atatürk’e söylemiş. Cansız Hoca şöyle dedi: “Ferşat
Efendi bu sözü söyleyecek kadar cahil bir kişi değildi. Bunlar, tarikat
müritlerinin uydurmasıdır. Müritler şeyhleri uçurur.’™
Kanaatimizce
de bu rivayet sağlıklı gözükmemektedir. O dönemde Atatürk’ün karşısına çıkıp
bu konuda konuşma cesaretini gösterebilecek bir kişinin olması bir yana, bir
din âliminin, mevcut kıyafetin yerine başka bir kıyafetin giyilmesinin dinle
alakası olmayan bir husus olduğunu bilmemesi mümkün değildir. Eğer öyle ise daha
önce sarık giyilirken fesin zorunlu hale getirilmesiyle insanlar kâfir mi
oldular? Cansız Hoca’nın ifade ettiği gibi Ferşat Efendi’nin bu sözü
söyleyecek kadar cahil olduğuna inanmıyoruz. Ayrıca İslâm Ansiklopedisine
yazılan bu madde için kullanılan kaynakta[154]
Hacı Ferşat Efendi’nin kayın biraderi ve aynı zamanda öğrencisi Nakşî şeyhlerinden
Ali Galip Yücel’e bu husus sorulmuş. Verdiği cevapta, “olayı
o zamanlarda dinlediğini fakat Hacı Ferşat Efendi'nin bu olayla ilgisi
olmadığını anlattı. Bu şekilde halk arasında yayılmış bir rivayet varsa da
doğru değildir” ifadelerine yer
vermiştir. Dolayısıyla elde ettiğimiz bilgiler çerçevesinde Hacı Ferşat
Efendi’nin yukarıdaki ifadeleri Atatürk’e sarf etmiş olması imkân dâhilinde
gözükmemektedir. Cafer Cansız’ın anısını aktarılmaya değer buluyoruz:
Cansız Hoca doğruyu hiç çekinmeden söylediği için O'nu pek
sevmezlerdi. Bir gün Hacı Ferşat Efendi Dernekpazarı’na gelmiş. “Haydin namaza,
haydin namaza!” diye çağırarak camiye gidiyordu. Dükkânını kapatan esnaf camiye
giderken O’nun elini öpüyordu. Amcam Mustafa Efendi de dükkânımın önünde
duruyordu. Bu durumu görünce şunları söyledi: “Bunlar hoca değil, murayidir.
Hz. Peygamber hayatında hiçbir zaman elini öptürmedi. Sen kimsin ki elini
öptürüyorsun? Bakalım sen kendini kurtarabilecek misin?” Mustafa Efendi’nin hiç
pervası yoktu.
Rıza
Selim Başoğlu, Cansız Hoca’nın tarikatlara bakışı ile ilgili ifadeleri dikkate
değerdir:
Lütfü
Şentürk ve Ömer Kama’dan dinledim. Cansız’ın hocası Gargar Müslim Efendi
dönemin güçlü âlimlerindendi. O dönemde Hacı Ferşat Efendi vardı. Tasavvuf ve
tarikatla ilgilenen bir âlimdi. Müslim Efendi, O’na karşı acımasız
eleştirilerde bulunurdu. Anlaşılan Müslim Efendi tasavvufa değil de
tarikatlara karşı bir anlayışı vardı. Bir gün kendilerine “hocam siz neden bu
kadar Ferşat Efendi’ye yükleniyor, kızıyorsunuz? Bizim Efendiyi, inabe verdiği
kadınlardan dolayı tenkit ediyor ve ona kızıyorsunuz. Ama “Ağustos yedisinde”[155]
kadınların erkeklerle el ele tutuşup horan oynamalarına hiçbir şey demiyorsun?”
Söyleyeyim. ‘‘Yayla
şenliklerine giden ve el ele tutuşan kadın ve erkeğe sorduğunuz zaman
yaptıklarının cehalet olduğunu ifade ederler. Bir cahillik yapıyoruz, Allah
affeder inşallah derler. Onların günahlarından tövbe etme şansı vardır. Ama senin
Efendi’nin inabe verdiği kadınlar, yaptığının din olduğunu zanneder ve onun
hiç tövbe etme şansı olmaz.
"Bu ifadeden anlaşılıyor ki, Çaykara’da yüksek idrak sahibi bilgin
hocaların var olduğunu görüyoruz. O dönemde bu idrakte OsmanlI’da bile çok az
kişi vardı. Cansız Hoca da bu idrakte olan bir âlimdi. Yani tarikatlara tamamen
karşı idi. Onların Hint düşüncesinden kaynaklandığını ve oradan İslâm’a
girdiğini ifade ederdi. Dinde ve peygamberde böyle bir anlayışın olmadığını
söylerdi. Kesin tavır aldığı için de kendileri için gavur veya dinsiz
derlerdi. Hal bu ki, onlara “siz şirke gidiyorsunuz” derdi.[156]
Reşat
Baltacıoğlu’nun konu ile ilgili hatırası şöyledir:
Cansız
Hoca’dan şu hadiseyi dinledim: Ferşat Efendi zamanının en çok sevilen, sayılan
ve hürmet edilen Nakşî şeyhlerinden biriydi. Manevî yönü güçlüydü. Hocalar,
eşraf ve halk kendilerine saygı duyardı. Şifa dağıtma gibi özelliği olduğu
için kendilerine yapılan bu saygı da artıyordu. Bunu gören dönemin meşhur
âlimlerinden Cansız Hoca’nın hocası Çaykaralı Gargar Müslim Efendi O’na
kızıyordu. Ferşat Efendi her cumartesi kadınlara dinî sohbet ve tarikat dersi
veriyordu. Bu yüzden Müslim Efendi Ferşat Efendi’nin aleyhine daha çok
söyleniyordu. Hatta sözü o kadar ileri götürüyordu ki sonunda, Ferşat Efendi
“Yeşilalan Köyü’nde kerhâne açtı” tabirini bile kullandı.
Bir
gece rüyasında Gargar Müslim Efendi kendisine çok kötü bir şekilde eziyet
edildiğini görmüş. Kendisini bir yardan aşağı atacaklardı. Eziyet edenler
Ferşa Efendi’yi görünce hazırola geçtiler. Ferşat Efendi “bırakın bu büyük bir
âlimdir ve ilminden istifade edilir” demiş. Böylece kendisi bu kötülükten
kurtuldu. Terler içerisinde kalmış. Uyanınca hemen giyinip gece vakti sabaha
üç saat kala kırk beş dakikalık yolu yürüyerek Ferşat Efendi’nin köyüne çıktı.
Baktı ki Ferşat Efendi camide ibadet ediyor. Sabah namazını kıldıktan sonra
görüştüler. Gargar, “senin adamlarından şikâyetçiyim” diyerek kendisine sert
bir çıkış yaptı. Ferşat Efendi sakin ve tebessüm ederek koluna girdi ve
birlikte medreseye gittiler. O görüşmeden sonra Gargar Müslim Efendi’nin Ferşat
Efendi' ye bakışı değişti. Ferşat Efendi daha önce ölmüştü. Cesedini yıkama,
namazını kıldırma gibi işlemleri Gargar Müslim Efendi yaptı. Cesedini yıkarken
“kırksene uyumayan Ferşat
şimdi uyu”diye söyleniyordu.
Bu
anının yorumunu okuyuculara bırakmak istiyoruz. Ancak Gargar Müslim Efendi’nin
ağır bir şekilde eleştirdiği meslektaşına son yolculuğunda yapılması gereken
bütün görevleri üstlenerek yerine getirmesini takdirle karşılamak gerekir.
Mehmet
Saygılı’nın yaşadığı bir hatırasını aktarmak istiyoruz:
Ormancık
Köyü’nden öğretmen Mehmet Sadık Kehribar, Dernekpazarı’nın ilk öğretmeni idi.
Önce eski yazı, daha sonra yeni yazıyla okuturdu. Bayburtlu bir Kadiri şeyhine
intisap etmişti. Cansız’la birlikte pazarda yürürken konuşuyorlardı. Biz de
peşlerinden gidiyorduk. Cansız, kendisine: “Raks ile ibadet olmaz.” dedi.
Mehmet Kehribar, “ben sana kitap gösterebilirim”. Cansız, “senin göstereceğin
kitabı kimin yazdığını biliyor musun? İş kitapta değil, onu yazandadır. Mehmet
Hoca ısrar edince kendisine küfürü basarak ayrıldı. Sonraları Mehmet Sadık’ın
“bu işten pişman olduğunu, bunların peşinden gideceğine bir sure ezberleseydik
daha makbul idi” dediğini duydum.
Ahmet
Cemal Uygun’un şahit olduğu bir hatırasını şu ifadelerle dile getirdi:
Hastalığında
hizmetinde bulunuyordum. Tabi Hoca’nın ziyaretine gelenler çok oluyordu. Bir
gün Mehmet Rüştü Aşıkkutlu Hoca ve başkaları geldiler. İçlerinde sakallı biri
vardı. Cansız Hoca onu iyi tanıyor, bir tarikata mensup olduğunu biliyordu. O
sırada Cansız, açılan mevzu gereği “İslâmiyet’te tarikat yoktur. Bunlar
sonradan ortaya çıkmış ve İslâmiyet’i yozlaştırmıştır. Aşıkkutlu Hoca’ya
dönerek, Var mıdır? Sen söyle. Biraz durduktan sonra Aşıkkutlu, “yoktur” dedi.
Cansız, “tabi bunu camilerde söyleyemezsiniz. Linç ederler sizi.” Daha sonra
adama dönerek “sen kara cahilin birisin, okuma yazman bile yok. Ne işin var
tarikatlara” diye azarlamış.
Yusuf
Ziya Cansız, dedesi Cansız Hoca’dan dinlemiş olduğu bir olay şöyledir:
Bayburt’un
Aydıntepe (Hart) ilçesinde bir şeyh varmış. Devlete isyan etmiş. Araştırma
yapılması için devlet Cansız Hoca’yı görevlendirdi. Tabi Aydıntepe’ye yaya
olarak gidecek. Çaykara’dan yukarı giderken Alçak Köprü hanlarında gecelemiş.
Yer yatakları serilmiş ve yatılacaktı. Cansız Hoca, “acaba bu şeyh denen
kişinin kolları buralara kadar uzanmış mı” diye düşünmüş ve bunu tespit edebilmek
için şu yöntemi kullanmış: “Aydıntepe (Hart) de ağzına sı. ğım bir adam kendini şeyh diye
tanıtmış. Şeyhe top, mermi işlemezmiş diyorlar.”
Bunun üzerine adamlardan biri boğazına sarılarak boğmak istemiş. Epey mücadele
etmişler. Anlamış ki adamın etkisi, kolları oralara kadar ulaşmış. Daha sonra
Aydıntepe’ye giderek gerekli incelemeyi yapıp devlete raporunu sunmuş.
Ahmet
Gürsoy’un Cansız Hoca’nın tarikatlara bakışı ile ilgili şu ifadelere yer
vermiştir:
Tarikatlara
karşı olduğu doğrudur. Ancak tasavvuf şiirlerini ezbere bilirdi. Türk
edebiyatının; Halk edebiyatı, Tekke edebiyatı ve Divan edebiyatından akarak
oluştuğunu ve bunların büyük değerler olduğunu ifade ederdi. Ayrıca
Tarikatların 18. yüzyıldan itibaren yozlaştığını ve şeyhlerin araya konularak
dine en büyük kötülüğü yaptıklarını söylerdi. Bazıları “hatemü’l-enbiya mı
büyük, yoksa hatemü’l-evliya mı büyük” sözünü söyleyerek tartışanlara çok kızar
ve ağır hakaret ederdi.
Sait
Aydemir’in Cansız Hoca ile ilgili hatırası şöyledir: Kendilerinden dinledim.
Gençlik yıllarıydı. Köylerinden tarikata giren bir genç, “biz vecde geliyoruz.
Tecelliler oluyor. Allah’ı bile görüyoruz. İstersen sana da göstereyim.”
Cansız, “göster bakalım” der. Birlikte giderler. Karanlık yerde olacak ya
Cansız’ı ahıra götürmek ister. Bunun üzerine Cansız çok kızar ve “ulan
e.şekoğlu eşek
Allah’ı
ahırda mı arıyorsun” diyerek basmış dayağı. Aslında Hoca işi biliyor ama sonucu
merak ediyordu.
6 Eylül 1950 tarihinde kaleme aldığı ve Diyanet İşleri
Başkanlığına gönderdiği raporda şu ifadelere yer vermiştir:
“Üzerinde hassasiyetle durulması gereken tarikatçılıkta son
zamanlarda görülen durgunluk, bölgemiz hesabına tarikatçılıktan bir dönüş
kabul edilemez. Buna fırsatta ilerlemek için bir gerileyiş demek daha doğru
olur sanırım.
Zaman zaman din, tasavvuf kisvesi altında belli olmayan maksatlarla
neşredilen kitaplar, mecmualar çoğalmış bulunuyor. Bu kitaplardan birisi de
yanılmıyorsam tarikatlara hizmet maksadı ile Ömer Rıza Doğrul’un Tasavvuf
tarihidir. Bu eser hakkında güzel niyetlerinden emin olduğum bir iki arkadaş
vaiz tarafından da aciz düşüncem sorulmuştu. Düşündüğümü söyledikten sonra
kendilerine, bağlı bulunduğumuz Diyanet İşleri Başkanlığının tastiklerini,
hususi ile Başkanımızın takrizlerini görmediğimiz (yeni çıktı) dinî, tasavvufî
eserleri şüphe ile telakki etmeniz gerekli olduğunu söyledim. Sözlerime
Diyanet İşleri Başkanlığının ve sayın Başkanın dinî neşriyatı size de,
öğütlerinizi dinleyenlere de üstün bir yeterlilik taşıdığını eklemiş
bulunuyordum. Fakat bu yeni çıktıların bir listesi ile mahiyetlerinin teşkilat
mensuplarına bildirilmesinin faydalı olacağını sanmaktayım. ”
Cansız
Hoca’nın cümlelerinden anladığımız kadarıyla tarikatlara karşı bir tavrının
olduğu anlaşılmaktadır. Çok partili hayata geçişle birlikte gerek dinî
neşriyatta ve gerekse dinî oluşumlarda bir serbestliğin yaşanması söz konusu
olmakla birlikte kendileri, bu durumu sağlıklı görmemekte ve ihtiyatla
karşılamaktadır. Özellikle tasavvuf içerikli çıkan yayınların şüphe ile
karşılanması, çıkan bu kitaplarla ilgili Başkanlığın inceleme yapıp teşkilatı
bilgilendirmesi gerektiğini vurgulamakta ve dini öğütlerde Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın yayınlarının kaynak olarak kullanılmasını yeterli görmektedir.
Öte
yandan dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin “Din
Tedrisatı ve Dinî Müesseseler”adıyla
1950 yılında hazırladığı raporda tarikatlarla ilgili tespitleri dikkat
çekicidir: “Bugün bir takım batıl
akide ve yalancı tarikatların sinsi sinsi ve fakat sistemli denecek surette
memleketin hemen her köşesinde yayılmakta ve üremekte olduğu da bir vakıadır.
Gittikçe çoğalan ve din namına uydurdukları bir takım hurafelerle köylü ve
şehirliyi istismar eden, saf halkımızın arasına tefrikalar sokan, karıyı
kocadan ayıran bu muzir unsurların tesirlerini önleyebilmek için de her şeyden
evvel esaslı din terbiyesi ve bilgisi almış, müsbet ilimlerle de mücehhez
kudretli din adamlarına, münevver vaizlere ihtiyacımız vardır.
Memlekette hakiki din adamları azaldıkça bu yoldaki
tarikatların kanunen yasak olmasına rağmen yayılması ve gittikçe sahasını pek
ziyade genişletmesi de bu ihtiyacı bir kat daha belirtmektedir. ”
Akseki’nin
tespitlerine göre tarikatların sinsi ancak sistemli bir şekilde çoğalarak
ülkenin genelinde faaliyet içinde bulundukları ve yaydıkları hurafelerle halkı
istismar ettiklerini belirtmektedir. Böyle bir gidişin sağlıklı olmadığını
ifade ettikten sonra bu olumsuzluğun önüne geçmenin dini iyi bilen din
görevlilerinin yetiştirilmesine bağlı olduğunu vurgulamaktadır. Burada Diyanet
İşleri Başkanı ile Cansız Hoca’nın tespit ve endişelerinin örtüştüğünü
görüyoruz. Bu sağlıksız gidişatın günümüzde de devam ettiğini belertmek
isteriz.
Bu bağlamda Diyanet İşleri Başkanı Prof.Dr. Ali
Bardakoğlu’nun tarikatlarla ilgili sözleri dikkat çekicidir: “Tasavvuf, İslam’da çok derinliği olan bir düşüncedir.
Ancak mevcut tarikatların bu tasavvuf düşüncesini yeterince temsil ettiğini
söyleyemem. Mevcut tarikat örgütlenmeleri büyük bir talihsizliktir, sufî
geleneğin tanınmasının önünde ciddi bir engeldir. Tarikatların örgüt şemasını
ve çıkar ilişkilerini görenler o manzaranın olumsuzluğuna takıldıkları için
tasavvufi düşüncenin zenginliğinden mahrum kalırlar. Onların arkasında çok
zengin, felsefi, mistik bir birikimin olduğunu fark edemezler. Din adına
yapılan suiistimalleri biliyorum. Bizim bunlarla mücadele etmemiz görevimiz.
Din adına yapılan istismarlar, bu insanların ruh hallerinin bozulması, çıkarcı
tarikat örgütlenmeleri, fevkalade yanlış bulduğumuz ve mutlaka düzeltilmesini
istediğimiz olumsuzluklardır. Ama bu bir eğitim işidir. Bunların üzerine akılla
gitmezseniz yeraltına inerler. Biz ilahiyatçı bilim adamları veya Diyanet
yetkilileri olarak, halkımızı elinin tarihi ve elinin ana mesajı konusunda
bilgilendirmiş olsaydık, insanlarımız Kur'an'ı, peygamberin hayatını okudukları
vakit çok rahat algılayacaklardı. Onu yapmadığımız için günümüzdeki insan,
hoca anlattığı vakit ‘ eh ne yapayım aklıma pek yatmıyor ya kabul edeyim bari’
diyor içinden. Ama dinde hatır için kabul olmaz, içselleştirme vardır. Halkın
dindarlık beklentisi bizde sağlıklı bir dinî üretimi zayıflattı. ”[157]
Tarihi
süreçten günümüze Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tarikatlara karşı ciddi bir
mücadele verdiği kanaatinde değiliz. Cansız Hoca’nın tarikatlara karşı
çıkmasının sebebi tarikatlarda yaşanan yozlaşmadır. Bu yozlaşmanın günümüzde
de devam ettiğini Diyanet İşleri Başkanı’nın ifadelerinden de anlıyoruz.[158]
Tarikatlarda
zaman zaman görülen ‘sulandırma’ ve ‘çizgi dışına çıkma’ girişimlerinden
hareketle genellemeye gitmek gerçekçi değildir. İnsanın mistik yönünü dikkate
alarak tasavvuf ve tarikat dünyası bu güne kadar olduğu gibi bundan sonra da
yaşamaya devam edeceği söylenebilir.[159]
Tasavvufun,
Müslüman dünyasının içinde doğmuş, Kur’an ve sünnetten kaynaklanan bir zühd
hayatını ortaya koyduğu bir gerçektir. Tarih boyunca bolca rastlanmış
sapmaları büyüterek onu İslâmî değerlerin dışına atmanın hiçbir haklı yanı
olamaz. Yapılacak şey, bu sapmaların tespit ve tedavisidir. İslâmî hayatın
içinde doğmuş çeşitli mezhep ve meşrepleri bir birine düşman cepheler halinde
dondurmanın, başta İslâm dünyası olmak üzere kimseye kazandıracağı bir şey
yoktur.[160]
Tasavvuf hayranı olan Cansız Hoca’nın esasen tarikatlarda yaşanan yozlaşmaya
karşı olduğunu tekrar belirtmek isteriz.
1926-1949
yılları arasında Of ilçesini temsil etmek üzere Trabzon İl Genel Meclisi
üyeliği ve müteaddit defalar daimi komisyon üyeliğinde bulunmuştur. Yirmi üç
yıl gibi uzun bir süre İl Genel Meclisi üyeliği görevini yürütmüştür. Bu
itibarla Trabzon İl Özel İdare Müdürlüğümde Cansız Hoca’yla ilgili geniş bilgi
bulmayı ümit ediyordum. Ancak yetkililerin “arşivin yanmış olduğunu,
belirtilen dönemle ilgili 1946 İl Genel Meclisi üyelerinin kayıtlı olduğu sicil
defteri ve meclis üyelerinin vali Salim Özdemir Günday ile çektirdikleri toplu
resimden başka hiçbir bilgi ve belgeye ulaşmanın mümkün olmadığım”
belirtmeleri benim için hayal kırıklığı olmuştur. Hâlbuki Cansız’ın çok uzun
bir süre İl Genel Meclisi ve çeşitli dönemler daimi komisyon üyeliklerinde
bulunması nedeniyle Trabzon ve ilçeleri ile ilgili alınan kararlarda
görüşlerinin olduğunu tahmin etmek zor değildir.
Çok
partili hayata geçildiği 1946 seçimlerinde de aynı partide yer almış ve İl
Genel Meclisi üyeliğine seçilmiştir. Şu halde Cumhuriyet Halk Partili
fikriyatını çok partili hayata geçtikten sonra da devam ettirmiştir. 1949
yılında Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatında vaiz olarak görev almasından
sonra aktif siyaseti bırakmış oldu. Ancak Cumhuriyet Halk Partili olmayı devam
ettirmiştir. Bunu ifade etmekten de hiçbir zaman çekinmemiştir.
Politikada
merdivenleri niçin yükselemediği sorusu akla gelebilir. Gerek tek parti ve
gerekse demokrasiye geçişle birlikte çok partili hayatta İl Genel Meclisi
üyeliğinin haricinde özellikle milletvekilliğine veya partinin yetkili
organlarına girme teşebbüsleri olduysa da gerçekleşmediği görülmektedir. İfade
edildiğine göre Faik Ahmet Barutçu[161]
hiçbir zaman O’nu milletvekilliği listesinde görmek istememişti. 1946 CHP
Kurultayında tüzük değişikliği için Ankara’ya gitti. Şükrü Saraçoğlu ile
görüştü. Politikadan kopma isteği fikrini söyleyince Saraçoğlu, “politikanın
uzun bir yol olduğunu, kapıdan kovarlarsa bacadan girmesi gerektiğini” söyledi.[162]
İnönü’nün Of’a geldiği bir seçim döneminde Cansız da söz alarak konuşmuş ve
önemli eleştirilerde bulunmuş. İnönü Cansız’ı beğenmiş ama yetkililere “siz yinede
Ali Sarıalioğlu’nu gönderin” demiş.
Anlatılanlardan edindiğimiz
izlenime göre Cansız, realist ve sözünü hiçbir zaman esirgemeyen bir yapıya
sahipti. Partilerde bu yapıdaki siyasetçilerin önünün kesilmesini normal
karşılamak gerekir diye düşünüyoruz. Remzi Yavuz’un bir anısı dikkat çekicidir:
İstanbul
Oteli’ndeyim. Sürmene ve Trabzon müftülüğü yapan Abbas Hacıefendioğlu vardı. 54
seçimleri yaklaşmıştı. CHP den adaylığını koymayı düşünüyordu. Hoca Efendi de
uzun yıllar il daimi encümen üyeliği yapmış ve Cumhuriyet Halk Partili idi.
Biraz konuştular. Daha sonra Abbas, Cansız Hoca’ya: “Bana rey verecek misin?”
Baktı ona ve gülerek şunu söyledi: “Tuvalete atar gibi bir tane atarım sana.”
O kadar samimiydiler. Cansız Hoca’yı ayrı tutuyorum. Zira o beyninin
doğrultusunda hareket eden bir kişiydi. Ancak o dönemlerde hocaların pek çoğu
Cumhuriyet Halk Partisi’ne oy veriyorduysa yürüttükleri davaya zarar gelmesin
diye bunu yapıyorlardı diye düşünüyorum.
Bu
konuda Cansız Hoca’nın 6 Eylül 1950 tarihinde yazdığı ve Diyanet işleri
Başkanlığına gönderdiği raporda şu ifadelere yer vermiştir:
“Seçim arifesinde siyasi muhalefetin meslektaşlara siyasi
maksatlarını terviç yolunda çirkin iftiralar savurmaktadırlar. Bu iftira Diyanet
teşkilatı mensuplarının Halk Partisi namına propagandaya hazırlanmış
olduklarıdır. Gün oluyor ki bu iftira il gazetelerinin herhangi birinde
başyazıya mevzu oluyor. Bu hadise karşısında müteessir olan vaiz arkadaşlara
bu yoldaki tarizlere Başkanlığın gösterdiği hayranlık veren ağır başlılığa
ayak uydurmadan başka bizler için gerekli bir çıkar yol olmadığını tavsiyede
bulunmaktayım.’ Görüleceği üzere 1950 seçimlerinde din görevlilerinin
Cumhuriyet Halk Partisi’nin propagandasını yaptıkları ifade edilmekte ve
muhalefetin bu konudaki şikâyetleri gazetelerin başyazılarına konu olmaktaydı.
Cansız Hoca, bunun iftira olduğunu, bu itibarla meslektaşlarına ağırbaşlı
davranmalarının yararlı olacağını tavsiye etmektedir.
Rıza
Selim Başoğlu’nun ifadeleri dikkate değerdir:
Hoca,
din istismarı sebebiyle farklı görünenlere karşı olan bir kişiydi. Bu konuda
İnönü’yü ve CHP’yi biraz daha tarafsız veya bunu yapmayan bir grup olarak
gördüğü için o tarafı tutardı. Yoksa Hoca’nın tarafı yoktu. Onları da acımasız
tenkit ederdi. Bir gün Yavuzların dükkânında oturuyordu. Demişler ki “Karaoğlan
diye biri çıkmış düzeni değiştirecek. ” Siz
bu konuda ne düşünüyorsunuz? Şöyle dedi: “Hiç
kimse düzülmeye talip değil, hep düzenin değişmesini istiyorlar.” Enteresan
bir zeka. Yani onları da tenkit ederdi.
Son
devri çok iyi tanıyan ve anlayan bir kişiydi. İnönü’den hiç farkı olmayan bir
kişinin sadece menfaati dolayısıyla başka bir partide olduğunu anlıyordu. Yani
ikiyüzlülüğünü anlıyor ve bu sahtekârdır diyordu. Entelektüel bir kişiydi.
Basını takip eder ve olayları iyi tahlil ederdi. İki parti vardı. Demokratlar
Müslüman, CHP’liler komünist, gâvur, anlayışı. Hocanın bunu kabul etmesi mümkün
değildi. Onun için de komünist, gavur,... neler demezlerdi ki...[163]
Cansız, ismet İnönü hayranıydı. Özellikle İkinci Cihan Savaşı’nda ülkeyi harbe
sokmadığından dolayı İsmet Paşa’yı adeta göklere çıkarırdı.[164]
Ahmet
Cemal Uygun’un anısını dikkate değer buluyoruz:
Osman
Turan Yassı Ada duruşmalarından beraat ettikten sonra Cansız bana: “Osman Bey’e
bir telefon ette görüşelim” dedi. Telefon ettim. Osman Turan bizi yemeğe davet
etti. Bana da sen de geleceksin dedi. Ben de “emniyette çalışıyorum ne olur
bilemem” dedim. Gitmek istemedim. Cansız’ı, Osman Turan’ın evine götürdüm. Bir
buçuk saat sonra O’nu almaya gittim. Yemeği bitirmişler, meyve yiyorlardı. Bana
da ikram ettiler. Daha sonra Osman Turan’la mübahaseye daldılar. Turan İnönü’yü
sevmezdi. Hilafetçi fikirlere sahipti. Saraydan evli idi. Evi Padişah
resimeriyle dolu idi. Cansız da onun zıttı. İnönü’ye çok hayrandı. Buluşmalarında
uzun boylu mübahaseler yaptılar.
Cansız
dünya malına hiç değer vermezdi. İl daimi encümen üyesi idi. Rum ve
Ermenilerin mal ve mülkleri O’na teslim edilmişti. Elinde imkân olmasına
rağmen, o mülklerden hiçbir şey almış değil ve bu tür menfaatlere hiç tenezzül
etmemiştir. Kirada oturarak hayatını geçirmiştir. O kadar dürüst bir kişiliği
vardı.
İl
bazında önemli görevlerde bulunmasına rağmen ekonomik açıdan hayatiyetini devam
ettirmenin haricinde hiçbir varlığının olmaması gerçekten dikkat çekicidir. Bu
konumda olan kişilerin tümünün gayri meşru yollarla çıkar elde ettiklerini
söylemek hakkını kendimizde görmüyoruz. Ancak siyasette bir ahlâki yozlaşmanın
yaşandığını göz ardı etmemiz mümkün değildir. Burada parti ayırımı yapmanın da
doğru olmadığını belirtmek isteriz. Her partide Cansız Hoca gibi insanların
olabileceği gibi siyaseti, menfaati için yapanlara da rastlamamız mümkündür.
Toplum
ve siyasetle iç içe olan bir kişinin hata yapmaması elbette mümkün değildir.
Nitekim Cansız’ın bu anlamda hataları olmuştur. Fakat bir hatasından duyduğu
pişmanlığı devamlı dile getirirdi. Şöyle ki: Sürmene’nin Ormanseven(Seveho)
köyü ile Kondu köyü birlikte Limonsuyu civarındaki Ablayeras’ta yayla yapıyorlardı.
Ormanseven köyünden olanların yayladaki hane sayısı azınlıktaydı. İki köylü
arasında adet uyuşmazlıkları söz konusuydu. Ormansevenliler yaşlı, genç, kız
hepsi bir araya gelip horon oynarlardı. Bu Kondu köylülerince ayıp
karşılanıyordu. Bu esnada gençler Yusuf Şenocak Hoca’ya saygısızlık yapmışlar.
Cansız’ın Şenocak Hoca’ya büyük sevgisi vardı. Bu saygısızlılığı kabul edemedi
ve jandarma ile birlikte Ormanseven köylülerini yayladan zorla çıkarttı. Onlar
da gidip yaylaya yakın bir yerde Yeni Yayla adında yeni bir yerleşim yeri
kurdular. Hâlbuki onların bu yaylada hakları vardı. İşte bunları çıkarmasından
dolayı daha sonra çok pişmanlık duydu. Haksızlık yaptığı kanaatindeydi. Bunu
şöyle ifade ederdi: “Hayatımda bir iş yaptım. Bundan dolayı öldüğüm zaman
beni ağlayın. Ormanseven’lileri jandarmayla birlikte Ablayeras yaylasından
dışarı attırdım. Onları oradan çıkartmamam lazımdı. Orada hata ettim.2"
İki
köy arasında bir sürtüşmenin yaşandığı anlaşılıyor. Saygısızlık yapıldığı
ileri sürülerek insanların evlerinden zorla çıkartılıp gönderilmesi mümkün
değildir. Ancak Ormansevenlilerin yayladan çıkarılması meseleyi çözmemiş,
bilakis çok uzun yıllar sürecek davanın başlamasına sebep olmuştur.
Ormensevenliler, Ablayeras yaylasına yakın sayılabilecek bir yerde gecekondu
evler yaptılar. İki köy arasındaki esas mücadele de bundan sonra başlamış ve
pek çok tatsızlıklar yaşanmıştır. Çünkü o dönemde bölgede hayvancılık geçim
kaynağı idi. Bunun için geniş meralara ihtiyaç vardı. Sanırım bu dava 1980’li
yıllarda Ormanseven köyü lehine sonuçlandı. Ormanseven köylüleri davanın
sonuçlanmasından sonra yapılaşmaya hız vermişler, bir anlamda yaylalarına sahip
çıkmışlardır. Eğer önceki yaylalarından çıkartılmamış olsalardı orada Yeni
Yayla adında bir yayla kurulmuş olmayacağı gibi uzun yıllar süren bir dava ile kaynaklar
boşuna harcanmayacaktı. Sanırım Cansız Hoca bu olumsuzluklara sebebiyet veren
olaya müdahil olmaktan dolayı daha sonra büyük pişmanlık ve ıstırap duymuştur.
Cansız’ın
köyden çıkmasının nedenlerinden biri de dedikodulardan usanmış, köyler arası
davalardan bıkmıştı. Ayrıca para yedi diye de dedikodu yayıyorlardı. Bu ve
benzeri sebeplerden dolayı köyü terk edip Trabzon’a gitti.
İhsan
Ekşi’nin dikkat çekeceğini düşündüğümüz bir anısını aktarmak istiyoruz:
1946
yılında yapılan İl Genel Meclisi seçiminde Dernekpazarı’ndan iki aday vardı.
Mustafa Cansız Kondu köyünden olmasına rağmen fazla bir oy alamadı. Köylüleri
Akköse köyünden aday olan kişiyi desteklemişlerdi. Cansız, aldığı oyların
çoğunluğunu Çaykara bölgesinden almıştı. Daha doğrusu, Akköse köylü aday
Dernekpazarı'ndan, Mustafa Cansız ise Çaykara’dan daha çok oy almıştı. Kendi
yöresinden çoğunluğun oyunu alamamasından üzüntü duymuştu.
1948
yılında Çaykara’nın ilçe yapılmasında önemli rolü olmuştur. Çaykara,
Dernekpazarı’ndan yedi kilometre yukarıdadır. Dernekpazarı o dönemde bucak
konumunda olup, Nüfus idaresi ve adliye teşkilatına sahipti. Böyle bir
üstünlüğü olmasına rağmen Çaykara’nın ilçe olması ister istemez Dernekpazarı
halkı tarafından kabul edilmesi herhalde zor olsa gerektir. Nitekim mevcut
teşkilatlar Çaykara’ya kaydırılmıştır. Yöre halkının devlet işleri ile ilgili
olarak yedi kilometrelik yolu gidip gelmesini bir anlamda içine
sindirememiştir. Ayrıca bir beldenin ilçe yapılması oranın gelişimini doğrudan
etkilemektedir. Dernekpazarlı olmasına rağmen Çaykara’yı ilçe yapması Mustafa
Cansız’a sorulduğunda şu cevabı vermiş: “Bana Çaykaralılar oy verip seçtiler.
Ben de orayı ilçe yaptım.”[165]
Dernekpazarı
1990 yılına kadar Çaykara ilçesine bağlıydı. 1990 yılında yine Cansız Hoca’nın
köylüsü ve dönemin Milletvekili Eyüp Aşık tarafından ilçe yapılması
sağlanmıştır. Böylece Mustafa Cansız’ın bir anlamda eğer hata olarak
görülecekse bu hatası giderilmiş oldu. Eyüp Aşık’ın yöremizden siyaset adamı
olarak yetişmesinin gurur verici olduğunu belirtmek isteriz. Siyasette herkes
sizi beğenecek diye bir şey yoktur. Önemli olan, yapılan kalıcı hizmetlerdir.
1990 yılından günümüze gerek devletin sağladığı imkânlar, gerekse belediye ve
vatandaşların yaptığı yatırımlarla Dernekpazarı modern bir ilçe görünümüne
kavuşmada hayli mesafe almıştır.
Din
hizmetlerinde görev üstlenenlerin siyasetle uğraşması toplum tarafından pek
olumlu karşılanmamaktadır. Partiler üstü kalmak sanırım daha faydalıdır. Çünkü
toplum, din hizmetlerinde görev yapanlara farklı bir misyon yüklemektedir.
Onları siyaset üstü görmek istemektedir. Her insanın siyasi düşüncesi olduğu
gibi din görevlisinin de elbette olacaktır. Ancak oy vermenin haricinde bir
partinin savunuculuğunu yapmasını doğru bulmadığımızı belirtmek isteriz.
5.
Şairliği-Edebî
Yönü
Mustafa
Cansız’ın hayatında şiirin de çok önemli bir yeri vardır. O sadece dini
ilimlerle meşgul olmayıp edebiyatla da yakından ilgilenmiş ve Trabzon’da çıkan
gazete ve mecmualarda birçok ciddi ve mizah yollu yayımlanan çok sayıda şiiri mevcuttur.301
Şüre ilk defa Aşık Garip ve Kerem’i okumakla başlamıştır. Daha sonra Tuhfe-i
Vehbi’yi ezberlemiştir. İlk defa mîras olarak eline geçen Yahyâ Dîvanı’nı
incelemişti. Fuzûlî ve Nefî divanlarını okumuş, ayrıca İran Şairi Hafız-ı
Şirazi’nin şiirlerini ezberlemiştir. Bu yüzden “Hâfız’ın Hafızı” olarak
bilindi. Tevfik Fikret’in şiirlerini ezbere okurdu. Aruzu çok iyi öğrenmiş ve
uygulamıştı. İlk yazıları Trabzon’da çıkan Fecir mecmuasında yayımlandı. Daha
sonra ikbal, Yeni Yol, İstikbal ve Halk gazeteleriyle İnan ve Necm-i Âtî
mecmualarında yazıları ve ciddi mizah yollu şiirleri yayımlandı. Hafızası çok
kuvvetli olup, ayaklı kütüphane olarak bilinirdi. Yaşadığı dönemde Trabzon’da
Arapça ve Farsça’ya ondan daha hâkim bir kimse yoktu. Hazır cevaplığı ve zekâsı
ile hocaların hocasıydı. İlmî ve edebî sohbetine doyulmaz kıymetli ve değerli
bir şahsiyetti.302
Dinî
ilimlere ileri derecede sahip olan Cansız Hoca’nın aynı zamanda aydın ve halk
kültürünün vazgeçilmez bir parçası olan şiirle de yakından ilgilendiğini
görüyoruz. Klasik Türk edebiyatı ve Halk edebiyatının önemli şairlerine vakıf
olmuş, onların divanları ve diğer eserleri üzerine eleştiriler yapacak kadar
dikkatle okumuş ve şairliğini de bu alt yapı üzerinde kurmuştur. Şiirlerini
çoğunlukla Klasik Türk edebiyatı tekniğinde yazan Cansız, gazel, kasîde,
müstezat gibi nazım şekillerini başarıyla kullanmıştır. Aruzu kusursuz bir
şekilde uygulamıştır. Şiirlerine geçmeden önce edebi tetkikler adı altında “İnan"
dergisinde yayımlanan makalelerini aynen aktarmayı gerekli görüyoruz. Bu
makalelerin tetkikini uzmanlarına bırakmakla birlikte çok önemli bir gayret ve
İlmî bir disiplinin mahsulü olduklarını belirtmekte isteriz.
Şüphesiz mürettep divanlarda göze çarpan muayyen şekiller,
aruzun ahengi altı, yedi yüz yılı yularlayıp peşinden sürükleye mezdi.
Acaba: Vaktiyle Yunandan şarka taşınan felsefî tefekkürün Divan
edebiyatında yer alması Divan edebiyatının yedi asırlık saltanatında önde
gelen bir âmil sayılabilir mi? Önde gelen âmil diyoruz; çünkü: Hadise tek
sebebin değil, sebeplerin mahsulüdür.
Bediiyat tarifçileri şiirin izahında hüsnün ifadesini temel
tuttuktan sonra ağyarı kovalar, efradı toplar kayıtları zincirleyerek bediiyat
kitaplarını doldurmuşlardır.
Bu kitaplar bizi özden ziyade söze boğmaktadır. Şiir her
yerde, her çağda şiirdi, divan edebiyatının dün yaptığı şiir bu gün de şiirdir.
Divanlardaki şiir ne mücerred mefhum olan mutlak hüsnün, ne
mücerred hüsnün, ne de vahdeti vücudun ifadesidir.
Nedim’in gönülleri çeken kıvrak şiirlerini “Sa’dabat”
kasrının direklerine dayanmış mı düşüneceğiz. O kasrı bir solukta yok eden ihtilal,
şen, ince şiiri de divaneye döndürmüşken şairin divanında biricik noktaya,
mısralarındaki şuh nüktelere hiç de dokunmamıştı.
Divan şairlerinin kaşı yaya, yüzü aya, saçı sümbüle, mara,
süzgün gözleri nergise, bimara benzetmek gibi her şairin birkaç yüze varan
teşbihleri altı, yedi asırlık bir zaman ummanında divan edebiyatının
cuşuhuruşunu yaşatabilir miydi? Divan edebiyatını takip eden edebî devreler
yirmi seneyi mahkümü yapabilmek için ne kadar sendelediğini görüyoruz.
Bu Divan edebiyatının yedi yüz senelik hayatını ancak yedi
asırlık tefekkür tarihini kucaklamasında bulacağız, divan şairleri yukarıda
nümunelerini verdiğimiz bir takım teşbihlerin dar çemberinde dönüp dolaşmadı,
onların pek çoğu yaşadıkları devrin kültürüne tepeden tırnağa kadar intibak
etmesini bilmişlerdi. İskolastik ilimlerde, tefsirde, fıkıhtao asrın ifadesi
ile danişmend sayılırlardı.
Bu şairlerin her biri herhangi bir gazelinde teşbihi,
ifadeyi, edayı kuvvetlendirmek için muasır ilimlerin ıstılahlarından,
düsturlarından istifade etmek, telmihler yapmakla vadilerindeki orjinaliteyi
yaratıyorlardı. Aristo mantığının hâkimiyeti onlarda kendini daima gösterdi,
fakat bu ilimlerden istifade eden divancılar hiçbir zaman şiirlerinde ilim
yapmayı düşünmüyorlardı, her şair gibi gayeleri sanattı diyebiliriz.
Divan edebiyatı yalnız adı geçen ilimlerden ıstılah almakla
kalmıyor, musikiden o zaman Garp ilimleri sayılan kimyadan, simyadan
kelimeler alıyorlar, tarihî hadiseler şahsiyetler başta gelenlerdir. Yusuf,
Zeliha, Mecnun, Leyla, Şirin, Vamık, Azra hemen her zaman müracaat edilen
adlardır.
Mistik duygularına gelince bir şey demiyorum. Ben aramızda
pek çoklarının divan edebiyatını tasavvuf edebiyatı bildiklerini biliyorum.
Tasavvuf gibi divanların badesinden, şarabından
bahsetmeyişim de divanların her gazelini bir meyhane listesi tanıyanları
tanıdığımdandır.
Divan edebiyatında en karakteristik cephe, kalenderlik, ham
sofulara hücumdur.
Bu edebî sistem hâkimi olduğu asırların ne hakikatlerine, ne
de efsanelerine yabancı kalmamıştır.
Bu edebiyat tekrar edelim, ne yalnız hüsnü mutlak ne vahdeti
vücut felsefesinden, ne de meyhaneden feyzini almamıştır. Onun kaynağı uzun
asırların yaratmasında kıskanç davrandığı şarkın zekâsıdır,[166]
Milli tetebbularda merhum Rauf Yekta’nın Türk musikisine
dair tetebbular başlığı altında çıkan değerli yazılarını yirmi küsur sene evvel
görmüştük. Bu yazılarıyla üstat; Türk’ün musiki tarihini ilmi temellere isnat
ettirirken Alman musiki âlimi Kizvetler’e de cevap veriyordu.
Kizvetler: Arapların musikisi adında eseriyle Türklerin
musiki kabiliyeti olmadığını, hicretin 500 tarihine kadar musiki eserleri Arapların
yarattığını ortaya atmıştı.
Rauf Yekta hicretin sekizinci asrı musiki bilgini Abdülkadir
Merağı’nın Zübdetüledvar ismindeki kitabiyle Kizveter’in bu yanlış tezini
çürütmekle kalmamış, Osmanlı Türklerinin musiki ile alışkanlığını da garplıların
dediği gibi Dördüncü Murat’ın devrine değil, daha uzaklara uzatmıştı.
Garbın musiki tarihçileri garp Türklerinde musikinin
yayılması Dördüncü Murat’ın Bağdat’ı fethinden sonra başladığını Oflak
prenslerinden Dimitriyos Kandemir’in Osmanlı tarihinde Bağdat Fatihi Murat’a
ait bir hikâyesinden çıkarmışlardı. Bunun da doğru olmayacağını Rauf Yekta
hicri dokuzuncu asırda Yıldırım’ın oğlu Musa Çelebi adına Ahmet oğlu Şükrü
İlah’ın telif ettiği bir musiki eseriyle ispat etmek istemişti.
Benim bu bahse karışmam şark musikisine ne ameli ilgimden ne
de nazari derin bilgimden doğma bir istektir. Yalnız Rauf Yekta; Kandemir’in
hikâyesinden alınan düşüncenin ilmi değer taşımadığını Ahmet Şükrüllah’ın
Türkçe yazılmış eseriyle anlatmasından kitabın musikiye dair topladığı bilgi
musiki alâtının yapılış ve kullanılışından ibaret olduğunu anlıyoruz. Eseri tanıtan üstat; bize eserin şark
musikisindeki teknik cepheyi de ihtiva ettiğini açmamıştır. Şark musikisinin
kendine göre teknik taraflarını da garp Türklerinin bildiğini Ahmet oğlu
Şükrüllah’ın eserine tarihçe yakın bir eserle bildirmeyi gerekli buluyorum.
Evet, merhum üstat hicretin dokuzuncu asrında Türkçe
yazılmış başka bir musiki eseri gördüğünü söylemiş, fakat tarihini daha eski
gördüğü Ahmet oğlu Şükrullah’ın kitabiyle bize bırakmıştı.
Ben burada sayın okuyucularıma sunacağım kitap 440 sene evvel
Türkçe yazılmış Teziyinülelhan adını taşır bir musiki eseridir. Kitabiyat
bakımından bu eseri tamamıyla tetkik edemeyeceğim. Yanımda ne Kâtip Çelebi’nin
Keşfüzzünun’u ne de başka bir eser vardır. Müellif ise adını saklamıştır.
Yalnız; müellifin çok kuvvetli Arapçası olduğunu kitabına
yazdığı Arapça hutbeden anlamaktayız. Osmanlı bilginleri içinde Arapça üslupta
en yüksek Ebussuud bu hutbeyi görmüşse parmak ısırmıştır, diyebiliriz.
Bayezit, Yavuz, Kanunî devri bilginlerini Nişancı Paşa
tarihinde incelerken içlerinde üç padişahın devrinde yaşamış musiki ile ilgili
bilgin Amasyalı Hatip Kasım oğlu Muhiddin’i buluyoruz. Nişancı bunun ölüm
tarihini göstermemiş, Kastamonulu olduğunu söyleyen Osmanlı Müellifleri
müellifi, merhum Tahir bey, Muhiddin’in 901 de öldüğünü söylemektedir. Eserde
yazılı tarih Muhiddin’in yaşadığı tarihle uygun düşmektedir. Biraz zayıf olsa
da Tezyin’ül-elhan’ı kendisine maledebiliriz.
Bu kitapta hâkim fikirler filozof Farabî, İbni Sina, musiki
âlimi Safiyüddin’i-Ermevî’nindir. Farabî, İbni Sinatariflerde anılırken
müellifin her sayfada başlıca başvurduğu bilgin Ermevi’dir.
Eni 16, uzunluğu 20 santim, her biri 11 satır, 114 sayfadan
ibaret olan bu kitap, yanılmıyorsam çığrında klasik bir eserdir. Bu kitap bir
mukaddime, üç makale, bir hatime üzerine kaleme alınmıştır. Kitabın mukaddimesi
(Müellifin tabiriyle diyelim) musikinin tarifi, tabiiye ve riyaziyenin
mebadisi, makale-i ula, taksimi tesatın ve eb’adi mülâyimenin, makale-i
saniye-i elhan-i meşhurenin, makale-i salise ika-ı mütedavilenin, hatime musiki
fevaidi şerif esinin beyan ındadır.
Adını sunduğum eser gibi henüz elde edilemeyen Türkçe yazılmış
musiki kitaplarımızın varlığına gözünü kapamaya alışkın garp musiki
tarihçileri; Osmanlı Türklerinde musikinin yayılma başlangıcını hicretin 1047
senesinde Bağdat’ın fethinden dönerken Dördüncü Murat’ın İstanbul’a getirdiği
Şahkulu ismindeki İranlı musiki bilginine mal ediyorlar.
Adı geçen Tezyin'ül-Elhan’ın elimdeki yazma nüshasında gördüğüm
yazılış tarihi hicretin 914'üdür.304 Demek Bağdat’ın fethinden 133 yıl önce Türk medreselerinde
musiki bilgisi bulunmakta idi. Pek tabiidir ki: 914’te Türkiye’de musikinin
yayılma tarihi tutulamaz. Türk’ün bedi-î duygularıyla yaşadığı varlık
karşısında birkaç rakamı alan tarih birler hanesini aşamaz., bizler bu
vesikalarla Avrupa musiki tarihçilerinin diktikleri yersiz sınırları söküp
atıyoruz, hudut çizmiyoruz.
Bu tarihçilerin hayreti çeken düşüncelerinden birisi de,
şark musikisine dair eserleri yaratan önce Araplar, sonra İranlılar imiş, demeleridir.
Bunlar Arap müelliflerinden el-Kindi den başka Türk’ün
musiki bilginleriyle atbaşı bir yürüyecek kaç bilgin gösterebilirler.
Farabî, İbni Sina, Adülkadir Meraği, Safiyüddin-i Ermevi
benzersiz birer Türk filozof ve musiki bilginleridirler. Fatih’in muasırı
Abdürrahmani Camî İranlı gösterilecekse bunun da su getirecek yeri yok mudur?
Camî Horasanlı olursa hangi ulusun malı olacağını unutmak ‘‘Söylemek
yaraşırsa” biraz da Horasanlılık olmaz mı?
Bu mevzuu Balasagunlu Yusuf Hacib’in Kudakgu bitik isimli
Türkçe yazılmış eserinin adından bahsederek kapayacağım.
Hicretin dördüncü asrında yazılmış bütün İslâmî fikirlerle
dolu bu eserin adı Türk musikisinin 366 kökünden biri olan “Kudaktu ” dur. Kök sözü Türk musikisinde makam
karşılığıdır. Bilinmişi bildirmek yoluyla olsa da kendimi alamıyorum. Bir
zamanlar bize Kudatku bilik bahtlı olmak ilmidir dedikleri gibi bu Kudatku
değil Kudatğu dur diye bir takım münakaşalı yazılar okutmuşlardı da...
Abdülkadir Meraği’nin “Cam'ül-elhan”’ın Farisi aslından
Türkçeye çevirdiğim şu parçayı görelim:
(Türk musikisi köklerinin çoğu beşlidir. Bir takımı da remel
üzeredir. Kudatku kökü de mütekarip üzerinedir.) Abdülkadir Meraği demek
istemişler ki Türk’ün musiki köklerinden bir kısmı Arabın aruzdaki remel
bahrına uygundur. Kudatku kökü aruzun mütekarip bahrim andırır. Mütekaribin
aruzda metodu dört Feulün dur. Fikret meşhur yağmur manzumesini bu vezinle
yazmışlardı. Yusuf Hacip de Kudatku köküne uygun olan vezinle nazmettiği
kitabın adını Kudatku Bilik koymuştur.305
Geçenki yazımızın sonu (Kudatku Bilik) den konuşurken arûza
taşınmıştı. Bu yazımızda biraz aruzdan, biraz da tarihten birkaç sözü biriktirecektir.
Hecemiz şiirimizin ahengini yaratmaya yetişirken Arabın
aruzu ile uğraşmayı yersiz bulacakların bulunacağını düşünemem. 8, 9 asır
şiirimizin ahengini tutan bir metot tutulmuyorsa unutulamaz ya?
İran’ın hicivci ünlü şairi Zaycanı (Ubeyd) in Arap şiirinde
veain yoktur dediğini Muallim Naci’nin bir eserinde okuduğumuz zaman bu sözün
üzerinde durulacak bir düşünceyi anlattığını değil bir alay olduğunu sanmakla
ne kadar aldanmıştım.
Hicretin üçüncü asrında aruzun kurallarını kuran Arabın
başta gelen Nahivcilerinden ve birinci lügatçilerinden, Basralı Ahmet oğlu
(Halit) i medrese tarihi bize tanıtmaktadır. Bence İmam Halil aruzu yapmamış,
aruzu Araba yanaştırmış. Arapçadan aldığı (Fail), (Mütefail) vezinleri ile
aruzu Arap şiirine bir parça da yaraştırmıştır.
Ahmet oğlu Halil’in aruzu buluşunu şöyle anlatıyorlar: Halil
bir gün Basra’da Bakırcılar sokağında dolaşırken bakırcılar işlemekte oldukları
kaplara bir dizide indirdikleri çekiç darbelerinden aldığı daktakayı musiki
darbelerine benzetmiş, bu daktakayı Arap Nazmının maktalarına tatbik ederek
sözde aruzu bulmuştur. Halil’in bu buluşunu medrese tarihi mistik bir tarz ile
de izah etmektedir.
Aruz mucidinin musiki bildiğini müellifi olduğu
(Kitabunnagam) ın adından anlıyoruz. Bu ön sözlerin doğuracağı son söz şu
olabilir:
Ahmet oğlu Halil musikiden aldığı birkaç makamı Arap nazmına
tatbik ederek aruz adını verdiği mevzuu yakalamıştır. Halil’in şark musikisinde
eli olduğunu bildikten sonra musikiyi kimden aldığını bulmakta güçlük çekmeyiz.
Hicretin 260’ında Hireli İshak oğlu (Hüneyn) Bağdat'ta
(Masüye) oğlu (Yühna) dan tıp tahsilini bitirdikten sonra: hikmette de derinleşmek,
Yunancada derinleşmeyi düşünmüştü. İki yıl Bağdat’tan Bizans’a uzandı.
Özlediği Yunancayı, hikmeti kazandı döndü. Biliyoruz ki musiki Yunan
hikmetinden ayrılmayan bir cüz gibi Yunan felsefesi ile birlikte okutturulurdu.
Hikmet ve felsefe yüklü dönen (Hüneyn) bildiklerini bildirmek için olgun bir
Arap dili öğrenmeyi ihmal edemezdi.
Arap dilinin en kudretli bilgini Basralı Halil’e uğramadan
(Hüney) in Bağdat’ta kalmadığını tarih bize bildirmektedir. Halil’in Arap edebiyatı
sofrasında edindiği Nefiselere karşı (Hüneyn) in üstadına bir musiki ziyafeti
çekmesi talebece bir armağan tutulamaz mı?
Bir iki sözle bu düşünceleri toplamak istersek (aruz Arabın
icadı bir ilim değil, aruz şark musikisinden alınmış birkaç makamın Arapça
konmuş adıdır) demeliyiz.
9 sayılı “inan” daki yazımızda şark musikisiyle aruzun
yakınlığını, hemen hemen birliğini Türk’ün musiki bilgini (Abdülkadir Meraği)
nin (Camiülelhan) ından aldığımız bir iki satırla göstermiştik, işte: Aruz şark
musikisinden alınmış makamların adıdır demekle aruzdan Arabın payını da
ayırmış olacağız.
Arabın malı sayılan aruzu Arap (ne Türk nazmında, ne Acem
'in şiirinde sezildiği gibi) diline uyduramamıştır. Türkte, Acemde aruzun
ahengi daha üstün olduğunu Arap'tan da dinleyebiliriz.
Türkçeyi, Arapçayı, Farisiyi edebiyatıyla bilen bir Araptan
bu üç dilin hangilerinde aruz ahenginin buluyorsunuz diye sormuştum. Bu üstat
Türkçe ile Farisiyi göstermekten çekinmemişti.[167]
5.4. Ziğana’ya
Çıkarken Bekçilerde Bir Gece
On iki sene önce Ziğana’nın zirvesine döne döne çıkan yolun
üzerindeki Bekçiler denilen yerde Haziran’ın yedinci günü bizi taşıyan
otomobilin ansızın çıkardığı sürekli bir hırıltıdan vantilatör kanadının
kırıldığına şoför gibi biz yolcularda yabancı kalmamıştık.
Vantilatör kanadının kırılmasından yolcuların kolu kanadı
kırılmıştı. Yalnız benim içimden bir sevinç kaynağı fışkırıyordu. Duygumun
kıtlığı da, anlayışımın gevşekliği şöyle ben ormanları medeniyetin bin bir
türlü zincirlerini kırmış, kaçmış masmavi göklerin genişliğinden alabildiğine
faydalanmak için yamaçlardan, diklerden, çığlardan ürkmeyerek, temiz, serin
bir yaşayışa kavuşmuş bir varlık tanırım.
Demek: Böyle başıboş bellediğim bir kalabalık içinde
gecelediğim için seviniyordum.
Esaret kaçkını ormanı hiç de anarşist bulmuyorum. Bu düşüncemden
uzun, narin görünüşlü dik kafalı genç çamların yanında salkım saçak
yosunlardan, aksakallı görmüş geçirmiş bulunuşu da beni ayıramıyor.
Görünüşte başıboş olan bu toplulukta engin bir mefkure
birliği de seziyordum. Benim gibi afakî boşluklarla dolmuş olanlar için böyle
idealist heyet arasında bir gece olsun kalabilmekten daha sevimli ne
olabilirdi? Kışın çığların sürükleyerek biriktirdiği ağaç kadit/arından ateşin
karşısına geçmiş hülyakâr ormanla başbaşa kalmış çamların hışıltılı musikisini
ilahi bir vecd içinde dinleye dinleye tatlı rüyalar görmek için uykuya
dalmıştım.
Bizi ağırlayan orman tan yeri ağardıktan sonra güneşin
keskin renkleriyle karışık ördüğü nefti kumaş sergisine kuşların cıvıltılı musikisiyle
açış töreni yaparken yola çıkan biz konuklarına yolun sağını solunu sıralayan
çamlar da geçit resmi yapıyor, arkadaşlardan seksenlik Çorumlu Mehmet dayı
Karaca oğlandan Fikret’in mezarını ziyaret şiirinde Rıza Tevfik’e ilham kaynağı
olan şu parçayı okudu:
Güzelsin
gayette seni överler
Çık sallan sevdiğim görmeğe geldim
Çık sallan sevdiğim görmeğe geldim
Şeftalini
dertlere derman dediler
Bağından şeftali dermeğe geldim.
Bağından şeftali dermeğe geldim.
Karadır
kaşların hilâl eğrisi
Siyahtır gözlerin melek yavrusu
Siyahtır gözlerin melek yavrusu
Ben
söyleyim sana sözün doğrusu
Soyunup koynuna girmeğe geldim.
Soyunup koynuna girmeğe geldim.
Mehmet dayının yorgun, titrek sesiyle şarkın melâlini yudum
yudum tadarak Ziğana’ya biz o gün böyle çıkmıştık.307
Yavuz’un
“Beni bir gözleri ahûya zebûn etti felek”3C®” mısraını tahmis ederek
kaleme aldığı gazel:
Bir
ömürdür bize binlerce oyun etti felek,
Var
mıdır? bir günümüz ki, onu gün etti felek.
Tek
karanlık geceden başka nedir günlerimiz?
Bize
matem yaratırken de düğün etti felek.
Geldi
yer sathına Habil ile Kâbil diyerek,
Arşu
ferşiyle hemen kalktı sökün etti felek.
Yetmez
mi yalnız bizleri âzarı ile Beşere ezasın ömründen uzun etti felek.
Feleğin
hiç sevilir çevri de yok mu? Tek şu!
“Beni
bir gözleri ahuya zebûn etti felek.”
Hûyi, 1959.
Divan
şiirinde gördüğümüz methiye geleneğine adeta yeni bir yorum getirir. Divan
şairleri genellikle bir sultanı, bir veziri ya da çok beğendiği bir şahsı
metheder. Cansız buna bir de hamsiyi dahil eder. Karadeniz insanının
vazgeçilmez yiyeceği olan hamsinin özelliklerini mübalağalı bir dille
anlattığı “Der Vasf-ı Hamsi” adlı
kasidesi meşhurdur:
Ziver’in31°ta’kîb
ederken vâdi-i inşâsını,
Hamsinin
yapsam biraz ben vasf-ı müstesnasını.
Mazhar-ı
Tahsin eder elbette İhsan Bey[168]
beni,
Ben
değil herkes bilir tab’ı kerem-fermasını.
Tıbbî,
hem sıhhî, gıdâî, iktisâdî vasf ile,
Bulamadım
tavsîfe lâyık hamsiden başkasını.
Var
mıdır bundan daha bî-mâra nâfi’ bir deva?
Artık
i’lân etmeli eczacılık iflasını!
Mübtelâ-yı
derd-i çeşme var iken hamsi suyu,
Göz
tabibi gözüne soksun şifâ eczasını!
Feyz-i
âb-ı hamsiyi bilseydi İskender eğer,
Bir
zaman çekmezdi hiç âb-ı bakâ sevdâsını.
Şöyle
üç batman mükemmel tuzlu hamsi sâhibi,
Gıbta-bahşâ-yı
cihân kılsa sezâ dünyasını.
Hamsiden
kurban olur olmaz diyen bir âdemin,
Hail ü
fasi etmiştir eslâf-ı güzîn da’vâsını.
Şimdi
ancak verdi bâ-kavl-i sahîh üstadımız,
El-cevâp
kurban olur hamsi deyu fetvâsını.
Mevki-i
bâlâ-terîni hamsinin münker değil,
Çok
kibârın zînet-yâb eder sofrasını.
Sıdkıyâ,
kabil midir hamsiyi tavsif eylemek,
Durma
yaz manzûmenin sen makta-ı garrasını.
Ey
mübârek hamsi, âh ey nimet-i uzmâ sensin,
Etmemek
mümkün müdür değildir şükrünün ifasını3^.
Cansız
Hoca aynı zamanda şiirlerinde hayatın gerçeklerini metafizik boyutuyla
birlikte dile getirmeyi de ihmal etmemiştir. “Mezartaşı
Kitabesi” adlı şiiri bunun en güzel
örneğidir:
Bu
şiiri Hocası Gargar Müslim Efendi’nin vefatı dolayısıyla kaleme almıştır.
Ancak her nedense hocasının mezar taşına yazılmamış. Kendi mezar taşı için her
hangi bir şey kaleme almış değildi. O’na sorduklarında böyle bir şey
hazırlamadığını söyledi. Vefatından sonra hocası için yazdığı şiirin bir
bölümünün mezar taşına yazılması varisleri tarafından uygun görülmüştür.[169]
Alımlı
çalımlı gezerdim, şendim,
Uçurumda
biter sanmadım yolum.
Kuruntum
engindi, duygumu yendim,
Ansızın
karşıma dikildi ölüm.
Uzak
geçme fani sessizce dinle,
Hasbihal
eylesin taşım seninle,
Halimden
ibret al, içinden inle.
Toprak
oldu yığın yığın emeller,
Bir
çiçek vermedi diktiğim güller,
Dağıldı
varlığım götürdü yeller,
Bozuldu
rübabım, kırıldı teller,
Bir
telden çalarken duygulu gönlüm
İnsanların
zaaflarını ve ahlakî eksikliklerini mizahî bir üslupla şiirleştirdiğini
görüyoruz. “Alçak Para!.” adlı
şiiri bunun en güzel örneklerinden biridir.
Para
yükselttiği insandaki ruh alçalıyor,
O
kadar alçalıyor, alçalıyor ki, çalıyor.
Kim
diyor? Sosyeteyi nâzım olan kuvvet odur.
İşte:
İnsanları, vicdanları o parçalıyor.
Nice
Havva kızını arkasına takmış sürüyor
Çeker
uçuruma atar, hislerini kancalıyor.
O yıkar
mabedi, meyhane yapar, küfri de din
Sofuda
varsa iman bil! Onu da kurcalıyor.
Onu
mabut tanıyanlar biraz haklı gibi
Hep
onunla açıyor, her kapıyı kim çalıyor.
Yine
ondan geliyor, curcunaya döndü müzik!
Oynuyor
sahnede, çingeneye bak, kürt çalıyor.
Sevmiş
evlenmiş olanlar diyorlar ahbap!
Acı
bir sirkeye döndü o canım tatlı şarap.
Böyle
evlenmek kitap olsa diyor bir üstat Sâde başlıktan ibaret kalacak, boş o kitap.
Sevip
evlenmeyi avlanma diyormuş “Jak bol”
Kekliği
çantaya at, akşam için tuzlu kebap.
Şu
yalan yok mu, ne uygun süs olur her kadına, İnanılmazsa verir dinleyene gerçi
azap.
Modanın
hikmetini anlatıyor bir şair Moda süsler kadını, yıllar onu etse harap.
O kadar
çok ki hususiyeti Havva kızının Bu özellikle güzellik onu yapmış mihrap.[170]
GÖNLÜM
Gönlüm
seni şen bilmeliyiz bir kederin var,
Zalim
kaderin var.
Dert
ortağıyım ben sana anlat, nelerin var?
Kimden
hazerin var?
Bir
gözleri âhû seni baştan mı çıkardı?
Senden
ne arardı?
Yoksa
şu benim bilmediğim bir hünerin mi var?
Ya
sîm ü zerin var?
Bir
parti mi vurdun, sana servet mi yanaştı?
Hülyan
başı aştı.
Vurguncu
musun her yana sık sık seferin var,
Mutlak
zaferin var.
Duydun
mu bir eğlence hemen can atıyorsun,
Keyfi
çatıyorsun.
Varsa
bugünün zengini, bir milyonerin var,
Bitmez
gelirin var.
Yan
çizme bu cemiyete, âcizlere yâr ol!
Millet
ile var ol!
İnsan
tanıyorlar seni yüksek nazarın var,
Yüksek
değerin var.
Âlemdeki
zevkin sonu gelmez mi sanırsın?
Bir
gün utanırsın.
Bir gün
aranırsın ki nasıl bir eserin var?
Bomboş
kemerin var.
Vahşi’den
Tercüme Yollu İkinci Cihan Harbi İçin: Taksimname, Çeviren: M. Cansız
Babandan
kalma kötü her ne ki var hepsi bana
Kardeşim
bak şu güzeller, iyiler hepsi sana
Şu
temel, dam arası ev bana kalsın ne derim
Seni
benden daha çok, çünkü severdi pederim,
İşte
damdan yukarı hepsi senin ülkelere dek
Kardeşin
servetine yan bakılır mı ne demek
Başı
serttir sakın ha isteme şu huylu atı
Sana
aslan payı, sessiz güzelim, nazlı kedi.
Biliyorsun
ki geçen yıl dolu bal bir kavanoz
Var
idi, al, senin olsun dikemem ben ona göz
Boş
kalan tozlar içinde şu gümüş ibriği sen
Ki
ayırdın bana red eyleyemem doğrusu ben
Kardeşim,
böyle ne aldınsa sana hepsi helâl
Ata
karşı kedi almakta eğer varsa vebal.[171]
Kokluyorken
çiçeği şebnemi iç
İçli
düşkünlerinin gözyaşıdır.
Gözü
yaş dökmeyenin sevgisi hiç
Sevenin
çünkü elem yoldaşıdır.
(Sevdiğin,
kokladığın nazlı çiçek
Pek
esirge çiçek incinmeye)
Söylemiş
bir yüce şair bu sözü
Gunçeler
topla, biriktir, sakla
Gülleri
eyle demet, doldur etek,
Gün
gelir ki öreceksin Leylâ
Ölü
mecnunlarına sen de çelenk [172]
Figânî,
her haliyle Nef’î’yi andıran bir şairdir. Figânı yalnız NefTden eda ifade, eser
itibari ile ayrılır. Çünkü Figânî’nin edebi devri Bakî devrine rastlar. Figânî
eserlerini vermeden öldürülmüştü. Nef’î ise lisanının biraz daha tekemmülünde
şiirlerini yazıyordu. Divanını bitirmiş bir halde idam edilmişti. İşte Nefî
ile Figânî arasındaki ayrılış noktaları..
Figânî,
Nef”i gibi hicve düşkündü. Figânî ömrü müsait olsa Nefî hem Türkçe divanını hem
Farsça bir divan bize bırakabilmişti. Fakat o eser verecek çağda öldürülmüştü.
Figânî’nin NefT yi tamami ile andıran tarafı meddahı olduğu İbrahim Paşanın
heccavi olmasıdır. Nef’î de Bayram Paşa’yı methederek göklere çıkardı. Hicvederek
de esfel-i safiline indirmiş, kendisi de odunlukta boğdurularak kaybedilmiştir.
Figânî
(İbrahim oldu adın eya kâni madelet.. Bu fakr ateşini eyle bana gülistan) diye
methettiği İbrahim Paşa’yı işte tercüme-i halinde yazılan şiirle hicvetmişti.
İbrahim
Paşa hakkında yazdığı kaside hicri/ 370 tarihinde tabedilmiş, Fuzûlî divanının
kasideleri arasına dercedilerek Fuzuli’ye maledilmiştir. Halbuki, kaside bütün
edası ile Osmanlı ve Anadolu şairlerinin olduğunu göstermektedir.
Çünkü
bu kaside ifadesi itibari ile Figânî gibi bir Osmanlı şairinin malı olmsını
gösterdiği gibi nazımı itibari ile de bir İstanbul malı olduğunu ispat eder.
Kasidenin sonunda şöyle bir gazel söylüyor, hâlbuki Fuzûlî hiçbir kasidesinde
gazel söylememiştir. Bu usul Baki’den sonra Osmanlı şairlerinde kendini
gösterir. Gazel şöyledir:
Ağzın
hadisine açamaz zerrece dehan
Esrar-ı taba vakıf olan tab-i hurdeden
Ey servi hoşhiram sakın yoluna gelir.
Her süye su gibi gel akıtma yaşım revan
Gözden çıkalı gelmedi hiç aynıma yaşım
Merdum kim eyliye kendu yerinde kan
Cam-i safayi sun dolu ey piri deyr kim
Bir lahze devrin acılığın unutam haman
Meddah olalı sana ey muteber cenap Oldu
Figan’i arşeyi dehr içre pehlivan.
Esrar-ı taba vakıf olan tab-i hurdeden
Ey servi hoşhiram sakın yoluna gelir.
Her süye su gibi gel akıtma yaşım revan
Gözden çıkalı gelmedi hiç aynıma yaşım
Merdum kim eyliye kendu yerinde kan
Cam-i safayi sun dolu ey piri deyr kim
Bir lahze devrin acılığın unutam haman
Meddah olalı sana ey muteber cenap Oldu
Figan’i arşeyi dehr içre pehlivan.
Bu
gazelden sonra dercettiği şu (rumun kemâlidir der idi bana husrava... Görse
kemâli kudretimi ehli İsfahan) beytini de bu kasidenin Fuzûlî’ye
maledilmesinin fuzuli olduğunu gösterir. Çünkü Fuzûlî kendisinin Rümun şairi
diye yad ettirmemiş, hata Leyla ve Mecnun adlı eserinde rûm şairlerinden
Şeyhi’yi ve Çağatay şairi (Nevâî’yi) anmış, şeyhiyi Rûma (Nevâî’yi) de
Çağatay’a maletmiştir. Kendisini de şairler, tezkereciler Fuzûlî’yi Bağdadi
diye yazmışlardır. Zaten Fuzülî divanının evvelinde ben Osmanlı lehçesi
kullanmadım. Çünkü ariyet lisan kullanmaktan bana ar gelmiştir) demiş. Demek
Fuzülî kendisini Rum şairlerinden saymamış, fakat OsmanlIların ruhi gibi
Bağdatlı şairi olmuştur.”[173]
Zaman
zaman kendini her devir ve şartlara adapte etmek için türlü riyayı mubah görmüş
ve boyun bükmeyi ruhuna uygun bulmuş tipleri şu mısralarla canlandırmıştır:
Boyun
bükmekte kim ki kudreti ruhunda bol bulmuş,
Muhakkak
yükselir, yükselmeye kestirme yol bulmuş.
Desen
ki dalkavukluk bu, hem der inceliktir bu,
Yapıştırmıştır riyaya hürmeti bir bandrol bulmuş,
Yapıştırmıştır riyaya hürmeti bir bandrol bulmuş,
Bu
tiplerde samimiyet diye bir şey araştırma,
Bu
ruhlar mideyi, insanlığa bir kontrol bulmuş,
Görürsün
Türkçülük taslar, inanma gösteriştir hep.
Fakat
sağdan geri dönmüşse hoş gör, çünkü sol bulmuş.
Bu tipler pek tabansızdır, yiğitlik gösterirlerse,
Bu tipler pek tabansızdır, yiğitlik gösterirlerse,
İnan
ki duymamışsın, kendine yardımcı kol bulmuş.
Bulursa
boş beyinler, dinleyenler anlatır durmaz.
Yumurtlamış
bu hikmetler nedir? Hiç sorma fol bulmuş.[174]
Mustafa
Cansız 1927 yılında Doktor Cudi Bey’e takdim ettiği hatıra fotoğrafının
arkasına şu mısraları düşürmüştür:
Beni
bir cehre züğürttü tanıyorken ihvan,
Ne
için istedi tasvirimi Nevzat bilemem.
Kaçarım
bakmadan aynaya sorma her an,
Ağlarım
şeklimi gördükçe, emin ol gülemem.
Bizi
bir hikmete müpteni hallâku ezel,
Şu
acayip şekil ile halk etti demek layik olur,
Bir
de şuna bak, şu kaziyen ne kadar sadık olur.
Çirkin
olmazsa cihanda bulunur zıddı güzel,
Arkadaş,
kanma sakın bizce teselliyettir bu.
Aslı
yok mantığımın şevki tecellidir bu.323
Şiirlerinde
içerik bakımından genellikle toplum içerisinde gördüğü aksaklılar, yoksulluk
ve çarpıklıkları hicvetmiştir. Aşağıdaki şiirlerde bir tarafta sefalet ve
yoksulluk içinde yaşayan insanlar, diğer tarafta ise çalıp çırpan, zevk-u sefa
içinde yaşayan insanlar anlatılmaktadır.
Deste
deste banknotlar ceplerimden serpilir,
Bahtım
üstün, şüphe yok hey’et bilir, fertler bilir.
Bir
oyun olsun, bezik olsun, poker olsun yeter,
Servetim
gitsin bu yolda, yoksula vermek heder.
Lütfü
layık görmedim ben, ağlayan düşkünlere,
Varlığım
olsun feda ah, göz süzen pişkinlere.
Dökme
yoksul kanlı yaş, yollarda çıktığım gezmeğe,
İstemem
uygun değil, gitmez kızıl renk çizmeye.
Yurttaki
deprem hayatta, başka olmaz niyetim,
Duymadım
hiçbir inilti varsa boşluk dinlesin,
Dileriz
bir mandolin, tanbur, keman, ud dinlesin.
Yusuf
Ziya Cansız’ın bir şiiri ile ilgili hatırası şöyledir:
Yazdıği
mizahi yazılar nedeniyle İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanmıştır, Özellikle
yeme-içme, fakirlerin perişanlığını içeren bir şiiri vardı. Bu şiirden dolayı
yargılandı ama sonunda beraat etti. Bunu bize şunun için söylemişti. Biz o
zamanlar sol görüşleri savunuyorduk. Vatan Partisinin kurucusu Ahmet Cansız
ile birlikte eşitlik, adalet gibi kavramları dile getiriyorduk. Bana Deniz
Gezmiş derdi. Bize şunları söyledi: “Dünyada bu söylemleri, eşitsizliği,
adaletsizliği ilk defa siz mi dile getiriyorsunuz sanıyorsunuz? Siz mi
değiştireceksiniz bunları? Ben de yazdım, mahkemelere düştüm. Ama netice kolay
değişmiyor. Dünya öyle kolay değişmiyor. Bu bir süreçtir.” Bu sosyolojik süreci
bize anlatmak istiyordu. Biz genç olduğumuz için her şey düzelsin istiyorduk. “Stalin bir kasaptır ama Lenin’in mütefekkirliğine söylenecek
söz yoktur” ifadesini bana aktarmıştır.
“Batı düşünürleri evrendeki adalet ve eşitsizlikten dolayı Allah’a bile kafa
tutmuşlar, ama bu kafa tutuşları adaletsizlikleri ortadan kaldırmış değildir.
Siz mi bu hususları ilk defa dile getiriyor ve bayrak açıyor sanıyorsunuz?”
derdi.
Bilindiği
üzere yirminci yüzyılda bütün dünya bir anlamda eşitliği gerçekleştirmenin
hayali ile yaşadı. Ancak bunun faturası çok ağır oldu. Nihayetinde Sovyetlerin
çökmesi ile bu kâbus bir anlamda sona erdi. Artık esas eşitliğin bireyin
yeteneklerinin ve özgürlüklerin öne çıkarılmasıyla refah ve mutluluğun
gerçekleşebileceğinin anlaşıldığını söylememiz mümkündür. İşte Cansız, özlü
bir şekilde yirminci yüz yıl içerisinde gerçekleştirilmeye çalışılan bu hayale
işaret etmenin yanında haksızlıkların karşısında durmayı da düşünceleriyle
ortaya koymaya çalışmıştır.
Dünya
yapılırmış, yıkılırmış nemelâzım?
Vicdanlar olurmuş, sıkılırmış neme lâzım?
Suçlu
yakayı kurtarıyor, kurtarıversin,
Zindana da suçsuz tıkılırmış neme lâzım?
Bir
iş bulabilsem, çalabilsem de düşünmem,
Sonra
kara yüzle çıkılırmış neme lâzım?
Dağlar
gibi servet yığarım, mümkün olunsa,
Servet
çok olursa bıkılırmış neme lâzım?
Ben
zevkimi bozmam, yaşarım aldırış etmem,
Evler yıkılırmış, yakılırmış neme lâzım?324
İsa’nın
resmi önünde intihar eden kır saçlı bir Yunanlı ağzından:
Kara
günlerdir ağartan başımın saçlarını,
Öleyim,
görmeyeyim yurdun ölü açlarını;
“Eleni”
nazlı kızım kaymağa el sunmaz iken
Gözyaşı
dolduruyor evdeki bakraçlarını;
Sana
candan inanırlar bu Elen yavruları.
Görüyorsun!
“Çarmıh” sümbülüdür haçlarını
Sana tapmış, sana kanmış ki tamam yirmi asır
Kaldırıp attı “Olimp”in32s sana
muhtaçlarını
Sıkayım
beynime kurşun ki faşist “Siklop”nin326
Görmeyim
şaklayacak enseme kırbaçlarını.
7.4.1942
M. Cansız (İmza)
Beklentilerimizi,
umduklarımızı, bulduklarımızı ve sonunda da nasıl hayal kırıklığına uğradığını “Gördükçe”
şiirinde şu mısralarla dile
getirmiştir:
Şaşırmıştım
oduncularda sert edvarı gördükçe,
Bu gün
dondum şu dağlarda yığılmış karı gördükçe
Soğuktan
titreyenler çok, nasıl titrerdi bir köylü,
Yanında
bir tahsildar, bir muhtarı gördükçe.
Sıcak
kâşânelerde radyolarla kişneyenler var,
Katır
kişner gibi arpa dolu ambarı gördükçe.
Çalıp
çırpmak için öyle koşanlar görmüşüz, sanki
Koşar ormanda bir tazı, kaçan sansarı
gördükçe.
Ne beklermiş,
demokratlık sözünden sözde insanlık?
Zaferden
sonra hep yağmacılık âsârı gördükçe.
Nasıl
iğrenmiyor insanlığından hiç de insanlar?
Şu
insanım diyen, insafı yok hunharı gördükçe.
İslâmî
edebiyatta bir nazım şekli olan rubaî, dört mısradan ibarettir. Rubâi nazım
şeklinin bulunuşundan sonra hemen her şair rubâi yazmaya başlamış, böylece
rubâi de gazel ve kaside gibi klasik İslâm edebiyatının bir nazım şekli
olmuştur. Mevlânâ, Rubailerini Mesnevîde olduğu gibi eline kalem alarak
yazmamıştır. Çeşitli yerlerde, çeşitli olaylar karşısında, çeşitli duyguların
etkisi altında doğrudan söylemiş ve yanında bulunan hayranları onları
yazmışlardır.[175]
Talât
Sait Hamlan, Mevlânâ Celaleddin Rumî’den Seçme Rubailer Candan Cana adlı
eserinde 131 rubaiyi aruzla Türkçeye çevirmiş ve İş Bankası yayınlarından 1999
yılında yayımlanmıştır. Halman, amacının, şiirlerin orjinallerine elden
geldiğince sadık kalmaya çalıştığını belirtmekle birlikte rubai çevirirsinin
çetin ve nankör olan bir sanatın en zor çabalarından biri olduğunu dile
getirmektedir[176]
Bu konuda Şefik Can şu ifadelere yer vermektedir:
“Mevlânâ
gibi büyük bir mutasavvıfın, bir mütefekkirin, hassas, heyecanlı ve coşkun bir
şairin dört mısralık küçük bir nazım şekli olan “Rubai” içine, hislerini
fikirlerini sığdırması, insanı hayretlere düşürür. Gerçekten de bu hal, büyük
bir denizin, küçük bir havuza sığdırılmasına benzer. Bu durum her şairin
başarabileceği bir şey değildir. Bundan dolayı bütün dikkatimizi toplayarak onun
rubaileri üzerine eğilir ve Mevlânâ’nın dilinden anlarsak o zaman bir anlam
ifade eder. Rubai derin manalı bir şiir olduğu için, onu anlamaya çalışmak,
onun derinliklerine inmek gerekir. O zaman görülecektir ki tek bir rubaiden bir
kitap yazılabilir, Bu rubailerin her biri, adeta bir mesnevi özü olarak bizi
büyüler.
Şu
hususu da belirtmek gerekir ki güzel bir şiir, bir dilden başka bir dile
çevrilirken mutlaka aslındaki güzellikten bir şeyler kaybeder. Güzel bir şiir,
çok kıymetli bir esansa benzer. Bir şişeden başka bir şişeye aktarılırken ruhu
uçar. Bir şiir ne kadar güzel tercüme edilirse edilsin, aslındaki bedii
güzelliğe ulaşamaz. Hele Mevlânâ’nın şiirleri hakkıyla tercüme edilemez. Çünkü
Mevlânâ’nın gönül ateşi ile söylediği şiirlerinde yalnız kendi duyguları ve
düşünceleri değil, kendisi vardır, kendi aşkı vardır. Gerçekten de bir
rubainin içine girebilirseniz, orada Mevlânâ’nın aşkını, heyecanını, sıcak
duygularını hissedersiniz. Mevlânâ, duyguları ile sizi bir başka âleme götürür.
O adeta, söylediği kelimelerin içine gizlenmiştir. Başka şairlerin, akıllarını
yorarak, kafiye ve vezin endişesiyle kendilerini zorlayarak yazdıkları
rubaileri, Mevlânâ, aşkla, imanla gönlünde hissetmiş, onları rahatça konuşur
gibi vezinli ve kafiyeli olarak söyleyivermiştir. Bu sebeple Mevlânâ’nın
Rubailerini, başka şairlerin rubaileri gibi okumamak lazımdır.
Bu
rubailer, bir velinin imanlı gönlünden yükselen feryatlardır, niyazlardır. Bu
hakikati çok iyi anlayan PakistanlI büyük şair ve düşünür Muhammed ikbal, “Celaleddin-i
Rumî’nin şiirlerini gönül kâbesine as” demektedir’.[177]
“Mevlânâ’dan
manzum rubai çevirileri yapanlar arasında Hüseyin Rıfat, M.Nuri Gençosman,
Mehmet Önder, M. C. Duru, M. Sami Akalın var. Bu çevirilerin kimisi rubai
vezinleriyle, çoğu ya başka aruz kalıplarıyla ya da hece vezniyledir. Mehmet
Önder ile Ümit Yaşar Oğuzcan’ın birlikte yaptıkları, en güzelleri arasındadır,
Fevzi Halıcı’nın heceyle ve çeşitli aruz kalıplarıyla yaptığı 111 çeviri de.
Hamza Tanyaş’ın 220 rubai çevirisinden bazıları çok hoş, ama kimisi imale ve
zihaflar yüzünden yanlış ve bozuk”.[178]
Görüldüğü
üzere Mevlânâ’nın Rubaileri üzerine pek çok çalışmalar yapılmıştır. Mustafa
Cansız’ın, Mevlânâ’nın Rubailerinden seçme ve manzum olarak yaptığı 107 rübai
çevirisi çalışmasından kimsenin haberi olmamıştır. Vaizliğe atanacağı sırada
dönemin Diyanet İşleri Reisi Ahmet Hamdi Akseki’ye göndermiş olduğu “Mevlânâ’dan
Rubailer Asıl ve Tercüme” adlı eserden, Cansız Hoca’nın bu çalışmayı 1940’lı
yıllarda yaptığı anlaşılmaktadır. Yapılan çevirilerin ne kadar başarılı
olduğunu konusundaki değerlendirmeyi işin uzmanlarına bırakıyoruz. Aşağıya bir
kaç rubaiyi alıyoruz. Cansız’ın yaptığı çevirilerin bazılarının düz ve manzum
çeviri karşılıklarını yukarıda belirtilen kaynaklardan vermeye çalıştım.
Karşılaştırma yapma açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Cansız’ın bu
eserinin mutlaka ayrı bir kitap halinde bastırılmasının gerektiğini belirtmek
isterim.[179]
Beni
yâd bellemeyin ben de sizin ilden iken İlinizde ararım öz evimi, öz köyümü Özde
düşman değilim, yüzde size düşman isem Sözlerim Hintçe ise Türk biliniz siz
soyumu [180]
Yokluk
ilinizden –yurdumuzdu-aşk ile girdik yola Yolda aydındı gece vuslat şarabından
bize Biz yasaksız içkiden içtik ki yokluk tanyeri Açtığında hiç dudaklarda kuru
çarpmaz göze [181]
Başımı koyduğum her yerde yüzüm
hep onadır;
Dört
köşe, altı bucakta taparım yalnız ona;
Bağçe,
gül, bülbül ile sevgili, gök hepsi de boş
Kovalarken
yolları ben saparım yalnız ona.[182]
İşte
gönlümde ne var, içle dış hepsi odur;
Gövdemin
kanıdır o, canıdır o, hem damarı
Burada
dinsizlik, iman sığmak için yer neresi
Varlığın
hepsi odur varlığımın var mı yeri?
Medrese
batsın yere çöksün minare doğrusu;
Başka
çare yok kalenderlik ancak bulur düzen
Saymalı
imanla küfrü, küfr ile imanı bir,
Böyle
bilmektir gerek, gerçek Müslüman’ım diyene.
Söyle
Tanrı aşkına ey parlak inci sevdiğim!
Şenle
her yolunda ayrı mı bulunmak elverir?
Bak
senin bahtın gibi hiç uyku kestirmez gözüm;
Sen
benim bahtım gibi hiç de uyanmazsın nedir? [183]
Seni
sevmekle, sana hep sokulup durmadayız
Ayağın
bastığı toprak başımızdır güzelim!
Nasıl
uygun düşecek? Sevgi yolunda bu gidiş?
Alemi
sen de görüp de seni biz görmeyelim!..[184]
Olmuşum
bir deli ben, uyku bana yanlış olur.
Ne
biliyor bir deli nerde bulunur uykuya yol?
Uyumaz
Tanrı, uzaktır özüne uyku onun,
Kim
ki Tanrı delisi, uykusu Tanrı ile bol.[185]
Ne benim ben, ne de sen! Sen! Ne de bensin diyelim Ben evet ben, sen evet sen
dahi bensin nitekim Olmuşum şenle hatenli güzelim öyle ki ben Sen mi, ben mi
bilemem hangimiz olmuş öteki.[186]
(Belge: 20/abc)
6.
Mizahî Yönü
Mizah,
gerçeğin kimi görünümlerini gülünç, alışılmamış özelliklerini vurgulayan
düşünme biçimidir. Bir diğer ifadeyle bir gerçeği nükte, şaka ve takılmalarla
süsleyip anlatan söz ya da yazı çeşidine denir[187].
İlmî
sahada son derece ciddî bir kişiliği olan Cansız Hoca’nın, özellikle dini
konularla ilgili olarak sorulan sorulara verdiği cevaplar insanı güldürdüğü
gibi aynı zamanda düşündürücü niteliktedir. Dinî, edebî ve felsefi konulara çok
önem vermesine rağmen yeri gelince bakış açısını mizaha kaydırırdı. Hazır cevap
bir yaratılışta olduğu için hak eden kişiye kim olursa olsun hiç çekinmeden
cevap verirdi. Ayrıca acımasız ve üslubu çok ağırdır. Verdiği cevaptan karşı
tarafın rahatsızlık duyacağına hiç önem vermezdi. Yani soruyu soran kişiyi
hiç beklemediği cevapla karşı karşıya bırakırdı. Herhalde ağa sülalesinden
olmanın bu tutumunda etkisi olduğu söylenebilir. Çoğu zaman da cevapları
küfürlü olurdu.
‘Cansız
Hoca bir anlamda espri demektir. İbret verici muhteşem esprileri vardır. Bir
defa Türkiye’yi karış karış bilir. Doğudan batıya, kuzeyden güneye her yerin
mahalli şivesini bilirdi. Sohbetine gelen insanların memleketlerini, doğup
büyüdükleri yerleri öğrendi mi, mutlaka orayla ilgili yeni bir fıkra anlatırdı.
Çoğu zaman bu fıkra ve espriler müstehcenliğe kadar varırdı.’[188]
Yaşadığı
dönem içerisinde toplumdaki dini yapıyı çok iyi biliyor ve bunun sağlıklı
olmadığına inanıyordu. İnsanlara din diye öğretilen ve yaşatılan pek çok
hususun dinle alakası olmadığını bildiği için bundan ıstırap duyuyordu. Dinî
sorulara verdiği cevaplar bilinen üslupla verilmiş olsaydı bunların günümüze
gelmesi mümkün olmayacaktı. Ayrıca diğer hocaların din adına verdiği
fetvaların dine uygun olmadığını bir anlamda ortaya koymuş oluyordu. Zaten
problemi olan insanlar diğer hocalara sormadan onun yanına gelmezlerdi. Tespit
edebildiğimiz nüktelerini aşağıya alıyoruz:
Kadının
biri hayatında fahişeliği meslek olarak seçmiş ve hayatını bu şekilde
geçirmiş. Öldüğü zaman cenazesinin kılınması için camiye getirilip musalla
taşına konulmuş. Cami imamı, kadının bu özelliğinden dolayı cenaze namazını
kıldırmak istemez. Bunun üzerine mesele büyür ve Trabzon Müftülüğüne intikal
eder. Bu durumdan müftü telaşlanır. Cansız Hoca’ya haber verilir. Durum
kendilerine anlatıldıktan sonra, “Öyle şey olur mu? Musalla taşma getirilen
her ölünün cenazesi kılınır” diye cevap verir. Olay mahalline vardığında
cenaze namazını kıldırmayan hocaya:
-Bu kadının cenaze namazını niçin kıldırmıyorsun?
-Hocam bu kadın hayatında hep fuhuş yapmış. Böyle birisinin
cenaze namazı kılınmaz.
Bunun
üzerine Cansız Hoca şu cevabı verir:
-Ulan! üstte yatan pe.evenklerin cenaze namazlarını
kılıyorsunuz da altta yatanlarınkini niçin kılmıyorsunuz?
Bu
sözün üzerine hoca cenaze namazını kıldırmak zorunda ka-
lır.344
2. HÜLLE YAPMAK
Bizim
toplumumuz ataerkil bir yapıya sahiptir. Kadının söz hakkı pek yoktur. Bu
durum kâğıt üzerinde kaldırılsa bile fiiliyatta devam edeceğe benziyor.
Kültürümüzde şart yapma geleneği vardır. Adam, bir işten dolayı yemin yapacağı
zaman, üçten dokuza şart olsun dedi mi kadın bir anda boş oluyordu. Bu konuda
fıkhı pek çok hükümler vardır. Bu cehaletten dolayı pek çok aileler dağıtılmış
ve mağdur edilmiştir. Gelelim esas meselemize:
Adamın
biri bir işten dolayı üçten dokuza şart yapmış. İş olunca da hanımının
kendisinden boş olduğu söylenmiş. Bunun üzerine pişman olmuş. Maksadı hanımını
bırakmak değilmiş. Hocalara sormuş. Aldığı cevaplarda, hanımının kendisinden
boş olduğunu, onunla tekrar evlenebilmesi için geçici bir süreyle hanımının bir
başkasıyla evlenip boşandıktan sonra, yani hülle (zevc-i aher) yapıldıktan
sonra ancak evlenebileceğini belirtmişler. Adam çaresizlik içerisinde
kıvranırken arkadaşları ona:
-“Senin derdine ancak o çare bulur" diyerek Cansız
Hocaya göndermişler.
Adam
hocanın karşısına çıkınca:
-Hocam
başımızdan böyle bir olay geçti ne yapmam lazım? Cansız
Hoca kendisine sorar:
-Şartı sen mi ettin yoksa hanımın mı?
-Ben yaptım.
Bunun
üzerine Cansız Hoca şu cevabı verir:
-O zaman hanımın değil, sen hülle olacaksın.[189]
3.
İYİ
ADAM-KÖTÜ ADAM
Yukarıda
aktardığımız türden olaylar olduğu zaman Müftü gelen kişileri Cansız Hocaya
gönderirmiş. Adamın biri hanımını bırakmış, ama daha sonra pişman olmuş.
Meseleyi müftüye anlatarak çözüm istemiş. Tabi bu zor bir hadise olduğu için
müftü adamı Cansız Hoca’ya havale eder. O da gider hocayı arar bulur. Olayı
anlattıktan sonra kendisini müftünün gönderdiğini söyler. Bunun üzerine Cansız
Hoca:
- Zaten...müftüsü
iyi bir adamı bana göndermez. Nerede anası avradı s..lecek birisi varsa onu
bana gönderir.
4.
BU GÜN
GİT YARIN GEL
Devlet
dairelerinde vatandaşa “bu gün git yarın gel” anlayışı hemen her dönemde
geçerli olmuştur. Dernekpazarı 1950 öncesi Of ilçesine bağlı idi. Resmi bir işi
olan yirmi kilometrelik yolu gitmesi gerekiyordu. Cansız Hoca’nı köylüsü
Şahmeran Güveli nüfus cüzdanı alabilmek için iki kez Of’a gitmesine rağmen
yukarıda ifade ettiğimiz anlayıştan dolayı başarılı olamamıştır. Durumu Cansız
Hocaya aktarır. O dönemde İl Genel Meclisi üyesi ve sözü geçer konumda idi.
Kâğıt-zarf ister. Zarfa koyduğu kâğıda şunları yazar:
-
Vatandaşın üçüncü defa işini yapmamak b.k yemektir. İmza.
Mustafa Cansız
Okuma
yazması olmayan Şahmeran Güveli bu mektupla birlikte Nüfus memurluğuna gider.
Mektubu açıp okuyan memur hiçbir şey sormadan işlemi yapar. Böylece Şahmeran
Güveli nüfus cüzdanına kavuşur.
Buna
benzer bir diğer olay şöyledir: Bir şahıs rüşvet vermediği için “bu gün git
yarın gel” diye oyalanıyormuş. Durumu Cansız’a anlatmışlar. Aynı şekilde bir
zarf ve kâğıt istemiş. Kâğıdı makasla parçalar ve zarfa koyar. Niçin böyle yaptığı
sorulunca “bu adamın rüşvet
verecek kuruşu yoktur. Cüzdanını verin.”Adam bu
şekilde cüzdanını alır.
5. EDİSON CENNETE GİRECEK Mİ?
Cansız
Hoca’nın bulunduğu bir yerde kimlerin cennete gireceği konusu tartışılıyormuş.
Mollalardan biri Cansız Hocaya:
-Hocam, Edison bütün dünyayı aydınlatan buluşu
gerçekleştirdi ama yine cehenneme gidecek.
-Sen Edison'un cehenneme gideceğini nereden biliyorsun?
-O bizim Peygambere inanmadı. Onun için cennete giremez.
Bunun
üzerine Cansız Hoca şu açıklamayı yapma gereğini duyar:
Bakara
suresinin 62. ayetinde Allah “Şüphesiz iman edenlerle, Yahudiler, Hristiyanlar
ve sabilerden kimler Allah’a ve ahiret gününe inanıp salih ameller işlerlerse
onların ecirleri Allah katındadır. Onlara korku yoktur ve üzülmeyeceklerdir
de.” Bu ayette Allah insanlardan Allah’a ve ahiret gününe inanıp hayırlı işler
yapmaları şartını getiriyor. Aynı ayet Maide suresinin 69. ayetinde tekrar
edilmektedir. Sonra büyük âlimlerin ekseriyeti iman sahibi oldukları bilinen
bir husustur. Ayrıca Edison’un son nefesinde nasıl gittiğini ne biliyorsun?
gibi izahlarla onu ikna etmeye çalışmış. Ancak adam ikna olmamış ve illa
cehenneme gidecek diye ısrar edince, Cansız Hoca sinirlenir ve ona şu cevabı
verir:
-Allah, senin gibi beş milyon eş.eği cennete koyacağına bir
Edison’ü koysun daha kârlıdır.[190]
6. AYA ÇIKILIR MI?
Amerikalıların
ilk aya çıktıkları sıralarda oraya çıkıp çıkılamayacağını herkes
tartışıyormuş. O zamanda halk genelde bu soruları din hocalarına sorarmış.
Hocaların pek çoğunun bilgisi olmadığı halde gelişi güzel cevaplar verirmiş.
Ayın nur olduğu, dolayısıyla oraya çıkılamayacağını söyleyenler çok olmuş.
Bir
gün Cansız Hoca’ya aya çıkılıp çıkılamayacağını sormuşlar. O da şu cevabı
vermiş:
-Oraya çıkılmazdan önce bana sorsaydınız ben size cevap vermezdim.
Zira ben fizik âlimi değilim. Ama şimdi gözlerinizle görüyorsunuz. Oraya
çıktılar. Her yer Allah’ındır. Kutsallıktan bahsederseniz yeryüzü daha
kutsaldır. Yaratılmışların en yücesi insandır ve insan dünyada yaşamaktadır.
Buraya nice peygamberler gelmiş geçmiş... Ancak çıkılmaz diyenlere şunu
söylemek isterim: Siz ister inanın ister inanmayın aya çıktılar. Çıkmakla da
kalmadılar oraya sı.mak bile sı.tılar.
Aya
çıkma hadisesi her yerde tartışılıyormuş. Cansız Hoca bir gün Of meydan
kahvesinde oturuyormuş. Etrafında Of’un eşrafından bazı kişilerle birlikte
hocalar ve müftü de varmış. Müftü de aya çıkıldığına inanmayanlardan imiş.
Birisi Cansız Hoca’ya:
-Hocam Amerikalılar aya çıkmış diyorlar doğru mu?
-Aya Amstorng diye bir Amerikalı çıktı ve oraya s.çtı.
Orada
bulunupta ayın nur olduğuna inananlar esteğfirullah demeye başladılar. Bunun
üzerine Cansız,
-Bunun esi, tiri yok. Orası krater, kül, toprak... oraya
çıkan adam s.çacak da iş.yecekte.
7. ŞEYTAN BUYURDU
Hocalar
vaaz verdikleri sırada “Kalellahu” diye ayeti okurken Türkçesi “Allah dedi”
anlamında olmasına rağmen saygıya binaen “Allah buyurdu” denir.
Cansız
Hoca’nın bulunduğu bir imtihanda hocanın biri alışkanlık olacak ki “ve
kaleşşeytanu” ayetini tercüme ederken “şeytan buyurdu” demiş. Bunun üzerine
Cansız Hoca şöyle der:
-Şeytan buyurdu mu? Bir de celle celalühü ekle oraya e.ek
oğlu e. ek. Şeytan b.k yedi. Çık dışarı.
8.
YEDİKLERİN
SANA KÂR KALDI
Kadının
biri uzun müddet genelevde çalışmış. Bu işten de iyi para kazanmış. Aradan
hayli zaman geçince yaptığı işin doğru bir yol olmadığını düşünerek,
fahişelikten vazgeçmiş. Kazandığı paralarla da bir caminin inşaatına büyük
maddî katkıda bulunmuş. Ancak Allah’ ın kendisini af edip etmeyeceği konusunda
içinde bir şüphe uyanmış. Sormuş, soruşturmuş kendisine en iyi fetvayı Cansız
Haca’nın verebileceğini öğrenmiş. Bunun üzerine kadın Cansız Hoca’ya gitmiş.
Konuyu çekinmeden açmış:
-Hocam, ben hayatımda uzun müddet genelevde çalıştım ve bu
işten iyi de para kazandım. Ancak bu yaptığım işin hata olduğunu anladım ve
vazgeçtim. Ayrıca kazandığım paralarla da bir cami inşaatına yardım yaptım.
Allah beni affeder mi?
Cansız
Hoca soruyu şöyle cevaplandırmış:
-Allah çok bağışlayıcıdır. Sen bir daha bu kötü işi yapmamak
üzere tövbe ettiğine göre elbette ki Allah seni bağışlar. Ayrıca yediklerin de
sana kâr kaldı.
9.
KUR AN
SAYFALARI
Bazı
insanlar vardır ki olmayacak sorular sorar. Adamın biri Cansız Hoca’ya şöyle
bir soru sormuş:
-Hocam, yeryüzünün her tarafına Kuran sayfaları serilse ve
büyük abdest ihtiyacın gelse bu ihtiyacı gidermeyi nerede yapacaksın?
Bu
soruya sinirlenen Cansız Hoca şu cevabı vermiş:
-İhtiyacı giderecek yer kalmadığına göre ağzına sı. maktan
başka çare kalmadı.
10.
DERLER
Kİ CANSIZ SÖVER
Günün
birinde Trabzon Genelevi’nin patroniçesi ölür. Cansız Hoca ile başka bir hoca,
esnaflardan birinin dükkânında bu kadının cenazesinin kılınıp kılınamayacağını
tartışırlar. Cansız “Ben bu kadının cenazesini kılarım” der. Diğer hoca “Ben
kılmam ve onun cenazesi kılınmaz” diye iddiada bulunur. Bu tartışma esnasında
Rüştü Hoca tesadüfen dükkâna girer. Cansız ayağa kalkar ve onu buyur eder.
“Rüştü
Hoca iyi ki geldin. Sen aramızda hakem ol” der. Cansız meseleyi olduğu gibi
tekrar aktarır ve onun görüşünü sorar. Rüştü Hoca şöyle der:
-Hocam, bu soruyu bana sormanıza gerek bile yok. Elbette ki
kılınır.
Bu
cevap üzerine Cansız Hoca tartıştığı hocayı kastederek şöyle der:
-Derler ki Cansız söver. Ben söverim de böyle a..na koyduğum
hocalara söverim.
11.
OKUNAN
DUA ÖLÜ RUHUNA GİDER Mİ?
İzmirli
bir avukat bir dava için Trabzon’a gelir. Bir sohbet esnasında okunan duaların
ölünün ruhuna gidip gitmeyeceğini tartışırlar. Avukat okunan duaların ölülerin
ruhuna gideceğine inanmamaktadır. Anlatılanlardan da ikna olmadı. “Seni ancak
Cansız Hoca ikna edebilir” denilerek, Cansız Hoca’nın oturduğu kahveye
giderler. Cansız tavla oynamaktadır. Adam hayret eder ama yine sorusunu sorar:
“Hocam okunan dualar ölü ruhuna gönderiliyor. Gerçekten ölünün ruhuna gider
mi?” Cansız tavla oyununa devam etmektedir. Başını kaldırmadan cevap verir:
-Elbette gider.
-Peki nasıl gider?
Cansız
avukata sorar:
-Senin anan, hanımın, kızın var mı?
Avukat var diye cevap verir.
Bunun
üzerine Cansız şöyle der:
-Nerede oturuyorlar?
-İzmir’de.
-Senin ananı, avradını, kızını...
Bu küfür üzerine avukat sinirlenerek, “Ne biçim
konuşuyorsun?” diye çıkışır.
Bunun
üzerine Cansız Hoca:
-Bak! Sözümüz Trabzon'dan İzmir’e tesirini nasıl gösterdiyse
okunan dua da ölülere öyle gider.
Bunun
zıttı olup, Cansız Hoca ya atfedilen nükte ise şöyledir:
Adamın
biri Cansız Hoca’ya şöyle bir soru sorar:
-Anne ve babamın mezarına gitmeden ruhlarına göndermek üzere
evden Kur’an okuyup yollasam yerine ulaşır mı?
Sıkıntılı
anında sorulan soruya Cansız soruyla şu karşılığı verir:
-Ben senin anne ve babana buradan sövsem gider mi?
Bu
soruya sinirlenen adam “gitmez”
diye cevap verir.
Bunun
üzerine Cansız şöyle der:
-Mademki benim sövmem gitmiyor, senin okuduğun da gitmez..
12. KAYBOLAN AT
Adamın
biri çok sevdiği atını kaybeder. Çok üzülür. Aramaya koyulur. Uzun süre arar
ama bulamaz. Daha sonra şöyle der: “Eğer bu atı bulursam yemin olsun, şart
olsun bir daha onun üzerinden inmeyeceğim.” Aradan zaman geçer. Atını bulur.
Yaptığı yemin üzerine atına biner ve dolaşmaya başlar. Ama bu bitmeyecek bir
dolaşmadır. Eğer attan inerse şart etmiş olacağını hatırlar. Çözüm bulmak için
Cansız Hocaya gelirler ve durumu anlatırlar.
Hoca
meseleye şu yorumu getirir:
-Geceleyin atıyla bir ağaca yaklaşsın ve attan ağaca geçerek
yere insin ve bir daha da böyle b.k yemesin.
13. KO MÜFTÜNÜN...
Yine
problemli biri önce müftüye gider. Müftüden aldığı cevabı beğenmeyince adam bir
de Cansız Hoca’ya sorayım der ve yanına gider. Meseleyi anlatır. Hoca’nın
verdiği cevap herhalde müftününkinden daha ağır olacak ki, adam şöyle der:
-Bu konuda ...müftüsü şöyle dedi.
Cansız:
-Ko müftünün....
Adam
kendi lehine bir fetva istediği için tekrar müftü şu şekilde dedi.
Hoca
yukarıdaki sözü tekrar eder. Adam ısrar edince Cansız:
-O zaman müftü koysun s..inkine.
Adam
küplere biner. Bunun üzerine Cansız şöyle der:
-Hiç birini kabul etmiyorsun. O zaman ikinizinkine ben ...
Tabi
işler karışır.
14.
MANDA
TEKERLEĞİ
Demokrat
Partisi kurulduğu zaman Cansız Hocaya, Halk Partisi ile Demokrat Parti arasında
ne fark var diye bir soru yöneltmişler. O da şu cevabı vermiş:
-Hayvan b.kunun üzerinden manda arabasının tekeri geçti. Yarısı
bir tarafa, öbür yarısı da öbür tarafa kaldı. Aradaki fark budur.
15.
ALLAH
TÜRK MÜ?
1960
İhtilalinden sonra Milli Birlik Komitesi üyelerinden bazıları Trabzon’a
gelmiş. Cansız Hoca’yı, İmam-ı Azam’ın Türk olup olmadığını sormak için
çağırmışlar. Hoca gitmeden önce şöyle demiş:
-İmam-ı Azam işi kolay da Allah’ın Türk olup olmadığını
sorarlarsa ne cevap vereceğim.
16.
ESMA
ÇEKMEK
Bazı
hocalar esma çekme işi yaparlarmış. Beddua. Yani bunu yaparak birilerine zarar
vermek isterler. Bu durumu valiye şikâyet etmişler. O da Cansız Hoca’yı
çağırmış ve “esma çekmek ne demektir diye sormuş.
Cansız
Hoca gülerek şu cevabı verdi:
-Bazıları gece namaz kılar, tespih çekerek istedikleri
kişinin zarar görmesi için Allah’a dua eder. Bu esma çekmek, zahmet çekerler demektir. Yani boş işlerle uğraşıyorlar demektir.
Akçaabatlı
fakir birinin babası vefat etmiş. Köyün imamı adama “bir ineğin olsa bile satıp
babanın ıskatını yapacaksın” demiş. Tabi adamın imkanı olmadığı için yapamamış.
Ancak olayı dinin emriymiş gibi telakki ettiği için içi de rahat etmemiş.
Trabzon’a gittiği bir gün meseleyi Cansız Mustafa Efendi’ye sormak istemiş.
Cansız Hoca’nın İstanbul Oteli’nde olduğunu öğrenir ve oraya gider. Hoca arkadaşıyla
tavla oynamaktadır. Adam hocanın yanına varır:
-Hocam size bir soru sormak istiyorum.
-Buyur, sor.
-Babam vefat etti. Maddi durumum hiç iyi değil. Ancak köy
imamımız sadece bir ineğin olsa bile babanın ıskatını yapmak zorunda
olduğumuzu, bunun dinin emri olduğunu söylüyor. Benim de imkanım yok. Ne
yapmam lazım?
-Git onu söyleyen hocaya deki, yalan deyenin anasını s.keyim
mi?
-Tövbe estağfirullahl Ben bu dediğiniz sözü ona diyemem.
-Ne oldu, beğenmedin mi? O zaman git o senin ananı s.ksin
der ve zarları atar.
1970’li
yıllarda Cumhuriyet Halk Partisinde Ecevit rüzgârı esmektedir. O zamanlar
karaoğlan diye meşhur olmuştu. En önemli sloganlarından biri, düzeni
değiştireceğini söylemesiydi. Bu slogan çok sık kullanılır hale gelmişti.
Adamın
biri günün birinde Cansız Hoca’ya sorar:
-Hocam, Karaoğlan diye biri çıktı düzeni değiştireceğini
söylüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
-Hiç kimse düzülmeye talip değil, hep düzenin değişmesini
istiyorlar.
Cansız
Hoca para karşılığı Kur’an okutulmasını istismar olarak görüyordu.
Tonyalı
mütedeyyin biri geçmişlerin ruhuna hatim indirilmesi için
bir
hafıza para vermiş, Ancak parayı yiyen hafız hatmi okumamış. Bunu duyan adam
çok üzülmüş. Ve Cansız Hocaya şikayet etmiş.
-Hoca efendi, falanca hafız Kur’an hatim ederim diye benden
para aldı sonra da okumadı. Ne yapayım?
-Ver onu mahkemeye s.ksinler anasını.
-Hocam ben onu yapamam.
-Öyle ise git o senin ananı s.ksin.
Ellili
yıllarda Cansız Hoca Ural Palas’ta Haşan Saka ile tavla oynuyorlarmış.
Masalarına yakın yerde İstanbul’dan gelen biri oturuyormuş. Trabzon’un
yemeklerini hiç beğenmemiş. Sürekli yemeklerin kalitesizliğini anlatıyormuş.
Bu söz tavla oynarken Cansız’ın kulağına gelmiş. Bir iki derken canı sıkılmış
ve kalkmış adamın yanına gitmiş.
-Sen nereden geldin?
-İstanbul’dan
-Trabzon’un lokantalarını, yemeklerini beğenmemişin.
-Evet beğenmedim.
-Bak! İstanbul’da en meşhur yer Konyalının lokantasıdır.
Orada yemek yemek b.k yemekten biraz daha iyidir. Sen kalkmış buranın
yemeklerini beğenmiyorsun[191]
Malum
olduğu üzere hocaların çok yemek yediğinden şikâyet edilir.
Cansız
Hoca’nın içinde bulunduğu bir yemekte vali ve üst düzey bürokratlar varmış.
İçlerinden biri şu fıkrayı anlatmış:
Hoca
ile manda bostana düşmüş. Görenler “hangisini çıkaralım demişler.” Kimileri
“mandayı çıkarın o çok yer” demiş. Daha sonra “yok hoca daha fazla yer” diye
hocayı çıkarmışlar...
Anlatılan
bu fıkra üzerine Cansız Hoca masadan kalkmış ve bir kenara oturarak sigarasını
yakmış. Masadakilerden biri Cansız Hocaya;
-Hocam niçin erken kalktınız?
Cansız
şu cevabı vermiş:
-Hoca çıktı ma. dalar yesin.™
21. RUM KIZLARI
İmroz
ve Bozcaada’da ki bizim din hocalarıyla orada olan papazlar arasında dini
münazaralar olurmuş ve bizim hocalar cevap veremez durumdaymış. Devlet Cansız
Hoca’yı, olayı soruşturmak için göndermiş. İncelemesini yapmış ve bir rapor
düzenleyerek dönemin Diyanet İşlerinden sorumlu Devlet Bakanı’na vermiş. Daha
sonra bakan, biraz da resmiyet dışı konuşalım demiş. Bunun üzerine Cansız:
-Böyle güzel adada içki âlemi ve güzel Rum kızları varken
bizim Müslümanların Hristiyan olmamaları çok zordur.
22. NE OKUYOR SUNUZ?
Cansız
Hoca bir gün Of’ta eski medrese usulü ders okunan bir yere gider. Hocaya,
talebelere neyi okuttuğunu sorar. Hoca:
-Dürretü’n-Nasihin adlı kitabı okuyoruz.
Bunun
üzerine Cansız şöyle der:
-İçindeki ayetleri çıkar, gerisini sok münasip yerine.
23. TEZEKLİ NARGİLE
Cansız
Hoca Erzurum’da müftü ve vaizler kursu müdürlüğü yapmış. İlin müftüsü bir akşam
Cansız’ı ve kursiyerleri evine davet etmiş. Hoca nargile içtiği için ona göre
hazırlık yapmış. Malum olduğu üzere Erzurum’da tezek yakılır. Hoca tütünü
yerleştirmiş. Ama tutuşması için köz istemiş. Maalesef köz yokmuş. Hoca:
-Bir şey olmaz tezeğin kenarından tut ve koy.
Körükleyince
tezek kokusu yayılmaya başlamış. Bunun üzerine orada bulunan müftü ve vaizler
gülmeye başlamış. Hoca şöyle demiş:
-Eğer Allah'a değil de nefsine kul olursan hocaların yanında
böyle b.k (kemre) koklattırır sana.[192]
Günün
birinde Of’un meydan kahvesinde Hoca nargile içiyormuş. Yanında sigara içen bir
molla oturuyormuş. Molla:
-Hocam, sigara mı yoksa nargile içmek mi daha günahtır?
Bunun
üzerine hoca şu cevabı vermiş.
-Biri sulu diğeri sıh(katı) b.k. Fark etmez.
Cansız
Hoca’nın namaz kılmadığı dilden dile dolaşıyormuş. Bir gün Annesi:
-Oğlum! o kadar okudun. Şimdi namaz kılmıyorsun. Bu kadar
okuduğuna göre bunun bir kolayı varsa bize de söyle. Biz de bu zahmetten
kurtulalım.
-Elbette vardır.
-Nedir?
-Cehenneme
dayanabilmek.
Bir
gün yine annesinin kendisine niçin namaz kılmadığını sormuş. Cansız şu cevabı
vermiş:
-Ey gidi Anne! ‘Ereeytellezî” suresinin manasını bilsen hiç kılmazdın.
Bazı
eğitimli kişilerin İslâm dininin bizi geri bıraktığı, bundan dolayı toplum
olarak din değiştirip hıristiyan olmamız gerektiğini nadir de olsa ileri
sürenler olmuştur.
İki
öğretmen arkadaştan biri bu fikirde olup Hıristiyanlığa geçmeyi düşünüyormuş.
Belki bu görüşünden vaz geçer diye arkadaşı onu İstanbul Oteli’nde tavla
oynayan Cansız Hoca’ya götürmüş. Meseleyi Hoca’ya anlatmışlar. Bunun üzerine
Cansız, Hıristiyan olmak isteyen kişiye:
-Kur’an’ı okuyup içinde aklının almadığı nelerle karşılaştın
da İslâm dininden çıkmak istiyorsun?
-Kur’an’ı hiç okuyup araştırmış değilim.
-Peki İncil’i okuyup neleri beğendin ki Hıristiyan olmak
istiyorsun?
-incil’i de hiç okumadım.
Bunun
üzerine Cansız Hoca şu cevabı vermiş:
-Atın bu anasını s..tiğimi dışarı, bundan ne Müslüman ne de
Hıristiyan olur.[193]
Cansız
Hoca’nın hanımının vefat ettiği sıralarda kendilerinden daha yaşlı bir hocanın
da hanımı vefat etmişti. Bu hoca yeni bir evlilik yapmış. Günün birinde
karşılaşmışlar. Evlenen hoca, Cansız’a:
-Cansız, niçin evlenmiyorsun?
-Komşularıma güvenemiyorum. Gelip yardım etmezler bana!
-Allah müstehakını versin.
Malum
olduğu üzere Dernekpazarı yöresinde araziler çok sınırlıdır. Önceleri herkes
tarlasından geçinmeye çalışırdı. Bu itibarla yerler çok kıymetli idi.
Cansız
Hoca, köylüsüyle birlikte sohbet ediyormuş. Konu diş yaptırmaktan açılmış.
Adam, imkânı olmadığı için dişlerini yaptıramıyormuş. Konuşma esnasında adam
Cansız’a:
-Falan tarlamı satıp parasıyla dişlerimi yaptıracağım.
-Şatta dişlerini yaptırt. Sonra da o dişlerle b.k yersin.
Köyün
birinde iki komşu, tarlada bellerken aralarında ne mesele var idiyse tartışma
ve kavgaya tutuşmuşlar. Kavgadan zarar gören kişi karakola şikâyete gelmiş. Bu
sırada Cansız Hoca ’da karakolda oturuyormuş. Adam, karakol komutanına
şikâyetini anlatmaya başlamış:
-Falan komşumla aramızdaki meseleden dolayı tartıştık. Kavga
ettik. Bana şöyle yaptı, böyle yaptı...
Adam
abartılı bir şekilde anlatmaya devam etmiş...
-Şöyle küfürler etti. Belin sapı girsin ananın ... dedi.
Cansız adamın olayı çok abarttığını anlamış ve şunu sormuş:
-Komşun, belin sapı ananın ...girsin derken çatallarıyla (çatallarıyla)
birlikte mi girsin dedi?
-He, he. Çatallarıyla birlikte girsin dedi.
Böylece
olayın abartıldığı anlaşılmış ve şikâyet işleme konulmamış.
Demekpazarı’nın
nahiye olduğu dönemde adliye teşkilatı kurulmuştu. Hâkimlerden biri Cansız
Hoca ile birlikte köyün birine keşfe çıkmışlar. Bir yerde oturmuşlar.
Oturdukları yerde bulunan tarlaya da hayvan gübresi serilmişti. Hâkim, Cansız
Hoca’ya latife olsun diye şöyle demiş:
-Bu tarlaya hayvan gübresini serdiniz. Buraya ekilen
tohumlardan çıkacak bitkiler yenir mi? Siz b.k yiyorsunuz da farkında değilsiniz.
Cansız
şöyle demiş:
-Siz kaç senedir burada hakimlik yapıyorsunuz?
-Beş sene.
-Bana bir kağıt verebilir misin?
-Ne yapacaksın kâğıdı?
Bunun
üzerine Cansız şu cevabı vermiş:
-Mademki
beş senedir buradasın, bu kadar zaman zarfında ne kadar b.k yediğini hesap
edeceğim.[194]
SONUÇ
Mustafa
Cansız’ın hayatı, fikirleri ve din eğitim-öğretimine yaptığı katkıları
elimizden geldiğince tespit etmeye gayret ettik. Çok yönlü bir din bilgini
olan Cansız’ın seksen yıllık ömrünü hareketli ve dolu bir şekilde geçirdiğini
söylememiz mümkündür. Bu itibarla bazı hususları özetlemek istiyorum.
Tanrı’nın
kendisine verdiği üstün zekâ ve güçlü bir hafızaya sahipti. Bu özelliklerini
istediği istikamette çok iyi kullanıyordu. Bildiğimiz anlamda bir okul hayatı
olmamıştır. Öğrenimini yöresindeki “Gargar” lakabıyla meşhur Müderris Muhammed
Müslim Efendi’den tamamlamıştır. Öğrencilik yıllarında dinî meselelerde
hocasıyla sıkça tartışırdı. Aykırı görüşlerinden dolayı dersten dışarı
çıkartılmasına rağmen, içinden çıkılamayan konularda hocası tarafından çağrılıp
görüşüne başvurulmasını anlamlı buluyoruz. Bununla birlikte Müslim Efendi’nin “Cansız Mustafa’yı Müslüman yapamadım”
sözü de dikkat çekicidir.
Öğrenciliğinde bile hocasının fikirlerine itiraz edip kendisini kabul
ettirtebilmesini, çalışkanlığı ve meseleleri tahlil etme gücünden
kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Hayatının
büyük çoğunluğunu öğrenme ve araştırmaya hasretmiştir. Bitmek tükenmek
bilmeyen bir öğrenme merakı vardı. Dinî bilgisi ve felsefî kültürüne herkes
hayranlık duyardı. Görüşlerini beğenmeyenler bile bu özelliğini kabul eder,
çözemedikleri meseleleri istemeyerek de olsa O’na sormak zorunda kalırlardı.
Bir mesele araştırıldığı zaman o konuda ilk kaynaklara inilmesini tavsiye ederdi.
Ayrıca bir kitabı okuyup oradaki görüşlere takılıp kalınmamasını, bu görüşlerin
zıddının da okunması ve buradan hareketle senteze gidilmesi gerektiğini
vurgulardı. “Eğer
bir kitabı okuyup ona yapışırsanız o kitabın hamalı olursunuz”
diyerek günümüz bilim anlayışını
yansıtması dikkat çekicidir. Etrafına metotlu şüpheyi öğretmeye çalışırdı.
Taklit etmemeyi tavsiye ederdi. Taklitçi olan kimseden hayır gelmesi mümkün
değildir. Hz. Peygamberin örnekliği önemlidir. Daha doğrusu Hz. Peygamber, bir
işi yaparken amacı ne idi? Ona yönelik çalışma yapıp değer üretilmesi
gerektiğini vurgulardı.
1.90
boyu, takım elbiseli, kravatlı ve fötr şapkasıyla modern bir görünümü vardı.
Öğretmen camiasına daha yakın dururdu. Sakal bırakmazdı. Giyim kuşamı dinle
irtibatlandırmaya karşıydı. Arapların örfünün din haline getirilmesine
tahammül edemezdi. Mezhep taassubu yoktu. Mezhepleri fikir ekolleri olarak
görüyordu. Tasavvuf hayranı olmasına rağmen tasavvufu yozlaştıran tarikatlara
karşı acımasızdı. “Garp
âlemini alkolizm, İslâm dünyasını da tarikatlar uyuşturmuştur”
sözünü bunun için söylemiştir.
Şair olmanın yanında mizahî yönü de güçlüydü. Geleneksel din anlayışını sorgulayan
fetvaları insanı güldürmenin yanında düşündürücü niteliktedir.
Talebelik
yıllarından itibaren namaz kılmadığı(l), itikadının bozuk olduğu(l),
gençliğinde içki kullandığı, küfürbaz olduğu, sigara ve nargile içmenin yanında
tavla oynaması O’nu geleneksel din adamı çizgisinden ayırıyordu. Bu yönlerinin
haricinde esasen fikir ve söylemleri ile aykırı bir kişiliğe sahipti. Bu
aykırılığı, birinci elden kaynaklara ulaşıp onları anlayıp
yorumlayabilmesinden kaynaklanmaktadır. Hiçbir zaman kabulcü bir anlayışa
sahip olmamıştır. Düşünce ve fikirleriyle gerçek İslâm’a değil, yozlaştırılan
ve adeta yaşanması imkânsız hale getirilen din anlayışına karşı çıkmıştır.
Dinle ilgisi olmayıp kutsallaştırılan geleneğe karşı tavır alması nedeniyle meslektaşlarının
karalama kampanyalarına hedef olmuştur. Dinsiz diye nitelendirilmiş ve bunu
halka da yaymışlardır. Ancak bu sözü, bütün meslektaşları için söylememiz doğru
olmaz. Elbette O’na değer verenler olmuştur. Ama bunlar azınlıkta kalmıştır.
Ne yazık ki, bu karalamayı arkasından yapmışlardır. Çünkü O’nun karşısına
çıkacak ne bilgileri ne de cesaretleri vardı. Yapılan bu olumsuz propaganda
nedeniyle sevenleri olduğu gibi sevmeyenleri de olmuştur.
Mustafa
Cansız, bazı davranışlarından dolayı kusurlu veya günahkâr bir kişi olarak
nitelendirilebilir. Bu niteleme esasen hemen herkes için geçerlidir. Bunun
haricinde “dinsiz veya itikadı bozuk” bir kişi olarak nitelendirilmesinin
vebali gerektirdiğini belirtmek isteriz. Bu konuda, “beni
en iyi ben ve Rabbim bilir. Rabbim! Kusurlarım çoktur ama biliyorum ki sana
şirk koşmadım ve senin dininden asla taviz vermedim"
sözleri anlamlıdır. Cansız
Hoca’ya yapılan dinsizlik ithamı maalesef günümüzde öğrencisi Yaşar Nuri
Öztürk’e de yapılmaktadır. Şu halde dinsizlikle itham edilmeden dine hizmet
etmenin mümkün olmadığını söylemek herhalde abartı değildir.
Arkasından
yapılan tenkitlere belki de en makulü, gülüp geçmesi gerekirdi. Ancak “itikadı
bozuk veya dinsizlikle itham edilmek” kabul
edilecek bir tutum değildir. Bu itibarla özellikle bilgiye dayalı olmayan
nitelemeler konusunda, karşısındaki kim olursa olsun istisnasız söverdi. İster
kabul edelim veya etmeyelim bu tutum O’nun üslubuydu. Bilgisizce ve sadece
karalamak amacıyla “dinsiz veya itikadı bozuk” demek aslında küfretmekten daha
ağır bir durumdur.
Mustafa
Cansız’ın en büyük talihsizliği, söylemlerine toplumun hazır olmamasının
yanında bulunduğu yörede kendisini takdir edebilecek geniş ufuklu din
bilginlerinin yok denecek kadar sınırlı olmasıydı. Bununla birlikte ne yazık
ki değerini bilen kişilerin tekliflerine de kendileri iltifat etmemiştir.
Prof.Dr. Osman Turan’ın, O’nu Anakara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya
Fakültesi’ne alma teşebbüslerine sıcak bakmamasını doğrusu talihsizlik olarak
görmek gerekir.
Ağa
sülalesine mensuptu. Osmanlı dönemindeki mevcut statü içerisinde yetişen
Cansız, hayatı boyunca bu konumunu hissettirmekten çekinmemiştir. Bilindiği
üzere tarım toplumlarında ağalık kurumu bir anlamda toplumu idare etmekti.
Yörede bu anlamda Cansızların bir ağırlığı vardı. Cansız Hoca’nın üslubunda
ağalığın etkisi olduğunu söylememiz mümkündür.
Cumhuriyet
Halk Partisi’nde uzun yıllar siyaset yapmıştır. Hayatı boyunca bu fikrinden
vazgeçmemiştir. Yirmi üç yıl Trabzon il Genel Meclisi ve müteaddit defalar
daimi encümen üyeliklerinde bulunmuştur. İlin vali ve bürokratlarıyla sıkı
ilişkileri olmuştur. Siyasi hayatında daha ileri görevlere gidememiştir. Zira
sözünü esirgemeyen bir yapısı olması nedeniyle engellendiği kanaati hâkimdir.
Toplumsal yapımızda itaat kültürü olduğu ve bu kültürün partilerde daha katı
bir şekilde hala uygulandığını biliyoruz. Siyaseti ekonomik çıkar aracı olarak
görmemiştir. Bu tür ilişkilere asla tenezzül etmemiştir. Dünyalık hiçbir
serveti olmamıştır. Sanırım takdir edilmesi gereken en önemli yanlarından
birisi budur.
Bilgi
birikimini isteyenlere aktarmayı ihmal etmemiştir. Fakat mutlaka öğrenci
yetiştirme gayreti içerisinde de olmamıştır. Kendisinden ders okumak isteyen
öğrencinin daha önce sarf ve nahiv bilgilerini edinmiş olması gerekirdi.
Bugünkü anlamıyla mastır ve doktora seviyesinde dersler verdiğini söylememiz
daha doğrudur. Her zaman en iyiyi elde etmek için çalışmıştır. Bu anlamda
öğrenci konusunda da seçici davranmıştır diyebiliriz. “Olan
Kursi, seksen yıllık ömrümü manalandırdın. Artık bir işe yaradığımı anladım ve
gözüm arkada kalmayacak” dediği
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, çok emek verdiği ve gözü gibi koruduğu öğrencisi
olmuştur. Burada Cansız’ın ne kadar isabetli bir tercih yaptığı açıkça
görülmektedir. Adeta Öztürk’ün geleceğini görerek birikimini aktarabilmesi için
didinip durmasını takdirle karşılıyoruz. Öztürk Hoca, bilimsel çalışmalarının
yanında dinî meselelerde halkı aydınlatma ile ilgili çok önemli hizmetleri
yerine getirdiği, eğer tabir yerinde ise bu anlamda Türkiye’de bir dönüşümü
gerçekleştirdiğini söylememiz mümkündür. Türkiye’de bir Yaşar Nuri Öztürk
gerçeği oluşmuş ve bu oluşumun arkasında da Cansız Hoca’nın büyük emeği vardır.
Kaybedilmiş
bir değer olarak nitelendirdiğimiz Mustafa Cansız’ı rahmetle anıyorum.
Kaynak: CANSIZ HOCAÇAĞDAŞ DİN BİLGİNİ
MUSTAFA CANSIZ’IN HAYATI VE DİN EĞİTİMİNE KATKILARI Yaşamöyküsü hzl: Mehmet
GÜNAYDIN, 2.Baskı Mart 2007, İstanbul
Önceki Yazı
« Prev Post
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder