YORGO BACANOS
| |
(d. 21 Eylül 1900, Silivri ö. 24 Şubat 1977 İstanbul), Türk müziğinin ünlü
udisidir.
Yorgo'nun dünyaya gözlerini açtığı Rum asıllı Bacanos
ailesinde hemen herkes Türk musikisiyle uğraşmaktadır: Babası, Lavtacı Lambo;
Kemençeci Anastas, dayısı; onun oğlu Kemençeci Paraşko, Kemençeci Todori ile
Sotiri, kardeş çocuğu ve acemaşiran makamında “Gel ey denizin nazlı kızı,
nûş-i şarâb et" ile segah'tan ‘öyle bir âfet-i yektâ-yı emelsin
meleğim" gibi başarılı besteleri bulunan ünlü kemençeci Aleko Bacanos
da ( 1888-1950) ağabeyidir.
Kulağı, çocuk yaşta musikimizin çeşitli
nağmeleriyle dolan Yorga Bacanos, daha beş yaşındayken, babasının karşı
çıknasına rağmen, ud öğrenmeye başlar. İlk hocaları Ûd'ı Kirkor ve Kamik
(Gertniyan) Efendiden ayrıca nota ve usül dersleri alır. Babası Lambo, oğlunun
önce okuyup adam olmasını isterse de Yorgo'nun okulla başının hiç hoş
olmadığını anlayınca, bâri zanaat öğrensin diye onu dayısının yanına çırak
olarak verirse de aklı fikri çaldığı udda olan Yorgo, girdiği hiçbir işte başarılı
olamaz... Ve nihayet daha 12 yaşındayken Eftalopos Gazinosu'nda, udu ile fasıla
katılarak musiki hayatına başlayan Yorgo Bacanos, çok kısa zamanda piyasanın en
aranılan ûdî'leri arasına girdiği gibi, ayrıca da piyano ve cünbüş çalmada da
ustalığını gösterir.
Radyo’da da çalışan sanatçı, 1947 yılları arasında
da İstanbul Belediye Konservatuarı icra Heyeti’nde yer almıştır... Ayrıca da yaptığı
turnelerle Arap âleminde, özellikle de Mısır’da büyük üne kavuşmuş; hatta
döneminin en ünlü “muganniyemi Ummü Gülsüm’ün bile hayranlığını kazanmış
ve ondan Mısır'da kalması için teklif almış; fakat İstanbul'un hasretine
dayanamayacağını hisseden Yorgo Bacanos, bu teklifi geri çevirmiştir...
İstanbul'a dönünce de hem gazino hayatını sürdürmüş hem de beste yapmaya devam
etmiştir.
Besteleri
Yorgo Bacanos’un en sevilen bestesi, avukat Sinan
Bey'in sözlerinden, mahur makamında bestelediği:
"Hâlâ kanayan kalbimi aşk âteşi dağlar,
Ümmîdi kırılmış beni âtiye ne bağlar?
Gönlümdeki öksüzlüğe hatta gülen ağlar;
Bir türbe ki ruhum, gelen ağlar giden ağlar"
dır...
Ayrıca, hüseynî makamında:
"Bir yaz gecesi Çamlıca mehtabına geldin,
Billlah o gece sen iki mehtaba bedeldin.
Aydan da, güneşten de, mehtaptan da güzeldin;
Billah o gece sen iki mehtâba bedeldin"
ile hicazkâr makamında:
“At elinden şu çiçek destesini, ver şu eli”;
segâh makamında:
“Çöktü artık bir perişanlık hayâl-hâneme" gibi
besteleri bulunmaktadır.
ÜMMÜ GÜLSÜM'ün sanatına aşık olduğu ud üstadı YORGO BACANOS'un evinde
Assolistlerin “vazgeçilmez" ud üstadı Yorgo
Bacanos, sahnede sanatını icra ederken hayli ağırbaşlı olmasına karşılık, özel
hayatında son derece neşeli, hoşsohbet bir sanatçıdır... Nitekim Bacanos Apartmanı'ndaki
sohbetimize daha yeni başladığımızda, ailesinden söz ederken;
-
Dedem, dedi,
klârnet çalardı... Lavtacı Lambo Efendi pederimdi. Kemençeci Aleko (“Gel ey
denizin nazlı kızı"nın unutulmaz bestecisi) ağabeyim. Paraşko, dayımın
oğludur. E armut dibine düşermiş... Ben de küçük yaşta uda gönül verdim.
Gözümü hayata açtığım gün, kulağımı daTürk
musikisinin nefis nağmelerine açtım... Beş yaşında iken babam bana bir ud
yaptı... Vakti gelip mektebe başlayınca, derse karşı hevesim olmadığını
anladım. Dayım, kemani Vasilaki kalorifer işleriyle meşguldü. Onun yanına
girdim... Fakat bir akşam üstümün başımın perişanlığını babama gösterince:
-
Sende adam
olmaya niyet yok... Ben sana bir meslek tut; musikiyle de zevk için uğraş dedim
ama, sende başka işe karşı heves yok, dedikten sonra duvarda asılı duran
lavtasını alıp bana ilk musiki dersini verdi... Notayı da Karnik Germiyan'dan öğrendim.
1912’de en iyi saz Eftelapos'ta idi; bir sene
parasız olarak orada çalıştım. Bir sene sonra gazino sahibi bana bir ud hediye
etti. Burada üç sene çalıştım...
Sonra “Gülistan Gazinosu"na geçtim. Daha sonra
da muhtelif yerlerde çalıştım. 1917’de biraz piyano ile meşgul oldum..
Ve alaturka saza ilk defa piyanoyu ben koydum. Daha
sonra piyasadan kendimi kurtarmak istedim... Zira gazinolar musiki bakımından
beni tatmin etmiyordu. Onun için Konservatuar icra Heyeti kadrosuna geçtim.
Açıldığı zamandan beri de İstanbul Radyosu'nda çalışıyorum.
-
Bu sanat
hayatınız; biraz da özel hayatınızdan söz eder misiniz?
-
Ne gibi?
-
Kaç yılında,
nerede doğdunuz? Demin söz arasında “1921 tevellütlüyüm" dediniz!... Aklım
bu sözünüze takıldı kaldı!...
-
1921 mi?!...
Bir yanlışlık olmuş!... 1900 yılının 21 Eylül'ünde doğmuşum. Ah, keşke 1921de
doğsa idim!... Gençlik gibi iyi bir şey var mı hiç!...
(Doğrusunu söylemek gerekirse, bu söyleşinin
yapıldığı 1950 yılının Nisan ayında daha 25 yaşına bile basmadığımdan, gençliğin
böylesine kıymetli olduğunu maalesef bilmiyordum; ancak 80'ine gelince tam
olarak değerini anlayabildim!...)
-
Şimdi de
gelelim aşklarınıza!
-
Haa anlatayım:
Gençliğimde çok güzel bir kızla evlenmek istiyordum...
Annernla. ağabeyim, bir gün Büyükada'daki Ayayorgi
tepesine gidiyorlar. Orada birçok âileler var... Bizimkiler bir kız
beğeniyorlar... Akşam, çalıştığım Küçük Çiftlik gazinosuna gelerek bana haber
veriyorlar...
Bir gece kız da ağabeyisiyle bahçeye geldi. Beni
çok beğendiğinden nişanlandık... Amma ben kendisini sevemediğimden ayrıldık. ..
İkinci bir defa daha nişanlandım... Ondan üç ay sonra ayrıldım.
Bir gün patapi almak için bir dükkâna girdim.
Patapi’yi, yâni halı silkeceğini muayene ederken dükkândaki kız bana:
■
Bununla kime
vuracaksınız? diye takıldı... Güldüm...Güldü... Gülüştük...
Kız o kadar hoşuma gitti ki hemen izdivaç teklif
ettim... Adresimi isteyip kararını birkaç gün sonra bildireceğini söyledi...
O
zaman “Mulen Ruj”da çalışıyordum. Adresimi verdim... iki gün sonra telefon edip
muvafakat ettiğini bildirdi. Nişanlandık... Ama bir meseleden dolayı,
Atatürk’ün vefat ettiği gün ondan da ayrıldım. Ve nihayet şimdiki karım Despina
ile evlendik... Evlenir evlenmez asker olup balayını Konya'da yaptım!... Sonra
tekrar İstanbul'a döndüm... Hayatımdan memnunum... Boş zamanlarımı evde eşimle
geçiririm.
-Sizin aileden, benim bilmediğim Türk musikisiyle
meşgul olan başka Rumlar da var mı?
- Hayır
yok.
-
Biraz da
bestelerinizden söz eder misiniz?
-
Mâhûr makamında
“Hâlâ kanayan kalbimi aşk âteşi dağlar"; hüzzam makamında "Sevdası
henüz sinemde göynüm gibi sağdı"; kürdili hicazkâr makamında “Neş'eyle
geçen ömrümü eyvah heder ettim"; uşak’tan “Tatlı elâ gözlerinle
kararttın gözlerimi"; hüseyniden, geçen gün Safiye Ayla’nın radyoda okuduğu
“Bir yaz gecesi Çamlıca mehtabına gel", hicazkâr'dan “At elinden şu
çiçek destesini, ver şu eli”; hicazkâr kürdî’den "Titriyor lebler
müheyya buseye ey şive-naz"; segâh’tan “Çöktü artık bir perişanlık
hayâlhâneme"; hüzzam’dan "Gülmedim, güldürmedin; bilmem
kabahat kimdedir"; sultanıyegâh’tan “Her nameyi ruhum içiyor, mest
oluyor çal"; acem aşiran’dan "Dalınca gözüm gözüne suna"
gibi birçok besteler.
-
Sohbetimize son
vermeden, Ümmü Gülsüm’le olan mâceranızı da biraz anlatır mısınız?
-
1930’da
Kahire'ye davet üzerine gittik ... Bana orada “Udun en büyük ustası"
diyerek iltifatlar ediyorlardı!... Hususi toplantıda ben taksim yaparken Ümmü
Gülsüm'ün gözünden yaşlar aktığını gördüm. Ertesi gün evine davet etti. ..
Gittim... Uduma âşık olduğunu söyledikten sonra, Mısır'da kendisiyle birlikte
kalmamı ısrarla teklif etti. .. Oradaki kontratım bitince vatanımdan
ayrılamayacağım söyledim... Ve gözyaşları içinde beni memleketime yolcu
etti!...[ Bu yazı,
8 Nisan 1950 tarihli PERDE dergisindeki röportajımdan
yararlanılarak hazırlanmıştır.]
Sh:75-79
İÇKİLİ GAZİNOLARDA OKUMAYAN TEK KADIN ASSOLİST: ÂKİLE ARTUN
Akile
Artun'un Türk musikisinde apayrı bir yeri vardır. Daha 5 yaşında,
Heybeliada'dayken piyanoyla musikimize adım atan sonra da çok değerli
hocalardan Türk musikisi dersleri alan; bununla da yetinmeyip yedi, evet tam
yedi yıl da Konservatuvarda şan dersleri alan, son derece geniş ve zengin müzik
birikimi olan; üstelik de billur gibi pürüzsüz, saf sesi bulunan sanatçı; başka
"assolistler", hatta “solist-altları” kadar bile tanınmamıştır. Bunun
da başlıca sebebi; içkili gazinolarda okumayı sürekli reddetmesi; ancak “hayır
dernekleri” yararına, içkisiz yerlerde sahneye çıkması ve ayrıca da çok
"mazbut" bir âile hayatı olup adının hiçbir “skandal”a
karışmamasıdır!...
Türk
musikisine gönülden bağlı olanlar, onu ancak radyoda ve İstanbul Konservatuarı
İcra Heyeti'nin, aylık konserlerinde dinleyip alkışlayabilmektedirler.
Konservatuarda
sık sık karşılaştıgımız Akile Artun'la 1 Mart 1950 ikindisi Nişantaşı’ndaki
evinde buluştuğumuzda; sanatçımıza; günümüz bestekârları hakkında düşüncelerini
sorduğumda:
- Maalesef, dedi, klâsik eserlerimiz
ayarında besteler yapacak bir bestekârımız yok artık. Onların ayarında kimse
yetişmiyor. Halbuki Türk musikisinin özünü klâsik eserler teşkil etmektedir.
- İçkili gazinolardaki arkadaşlarınızı
icra bakımından nasıl buluyorsunuz?
- Ben, Türk sanat musikisinin ancak Konservatuvarda
icra edilebileceğine inanıyorum!...
- Münir Nurettin için neler düşünüyorsunuz?
- O hepimizin üstadı. Türk musikisine pek çok hizmeti
dokunmuştur. Ayrıca onun kadar musikimize sevgi ve saygı duyan hiçbir solist
yoktur. O başlıbaşına bir "ekol”dür. Üstelik bakın, içkili yerlerde
okumamak için ne servetleri elinin tersiyle geri çeviriyor!... Öyle bir el
ancak öpülür!...
- Her iki musiki türünde de iyi bir eğitim
gördünüz. Hangisini daha tercih edersiniz? Alaturkayı mı, Batı musikisini mi?
Akile
Artun, bir an düşündükten sonra:
- Vallahi, dedi, birini diğerine tercih
etmek çok güç. İkisinde de çok güzel, erişilmez derecede güzel eserler,
melodiler var.
- Biraz âilenizden ve musiki hayatınızdan
bahseder misiniz?
- İstanbul'da doğdum. dedem, o zamanlar bir
Türk eyaleti olan Bağdat ve Yemen’de yıllarca valilik yapmış olan Münir Ahmet
Fevzi Paşa. Babamsa Yemen meb'uslarından Tahir Fevzi Bey'dir..
Ailemizde
hemen herkes ya yakından yauzaktan musiki ile uğraşmıştır. Bu yüzden de daha 5
yaşında, Heybeliada'da otururken piyano derslerine başladım. Bir yandan da
Fransızca öğreniyordum.. Dokuz yaşında mektep müsamerelerinde şarkı söylemeye
başladım. ilkokulu bitirdikten sonra Işık Lisesi'ne girdim. Fakat musiki sevgim
yine herşeyin üstündeydi.
Onun
için de liseden mezun olur olmaz Konservatuvara kaydolarak bir buçuk sene şan
dersi aldım. O sırada evlendim.
Keman
üstadı Hakkı Derman’ın teşvikiyle Türk musikisi dersleri aldım.. Bir ara
Kadıköy'deki Şark Musiki Cemiyeti’nde çalıştım. Bilhassa bu cemiyette kemençe
üstadı Kemal Niyaz Seyhun’dan çok istifade ettim. Daha sonra İstanbul
Radyosu'nda çalıştım.. Fakat bu arada eşimin tayini çıkıp “Şark hizmeti"
başladığından dört yıl İstanbul’dan uzak kaldım. Siirt'te bulunduğumuz sırada,
yıllarca, ortaokulda müzik dersleri vererek kendimi avuttum.
İstanbul'a
dönünce, yeniden Konservatuvara girerek Bayan Rosenthal'den şan, Muhittin
Sadaktan da solfej dersleri aldım. Harp yıllarında Konservatuar'ın, Türk
Musikisi İcra Heyeti'ne ilk kadın sanatkâr olarak kabul edildim.. Halen de bu
heyetin içinde bulunmaktayım.
- Musiki dışında neler yapıyorsunuz? Mesela
sporla aranız nasıl?
- Fırsat buldukça ata binerek güzel manzaralı
yerlerde dolaşırım. Yaz Aylarında da deniz sporlarıyla meşgul oluyorum.
-Ya
ev işleri?
- Ev işlerinin hepsi elimden gelir.
Yakınlarım çok güzel yemek yaptığımı söylerler. Ayrıca biçki-dikiş en sevdiğim
işler arasındadır. Hatta Siirt'te bulunurken ortaokuldaki öğrencilere, musiki
derslerinin yanısıra biçki-dikiş dersleri de verdim..
Çaylarımızı
yudumlarken içerden gelen piyano sesi üzerine:
- Kızım Suna, dedi, mektepten gelince hemen
piyanonun başına geçer. Sesi de çok güzeldir. Canı isteyince hem çalar hem
söyler!...
Her İkisiyle Güzel Bir Karşılaşma
Aradan
üç dört yıl geçmişti. Türkoloji’de okurken, sevgili Ali Nihat Tarlan hocamız;
artık gelenekselleşen, Şehir Tiyatrosu Komedi Bölümü'nde yapılacak olan
"Edebiyat Şöleni” için benim ısrarla Tevfik Fikret rolünü Üstlenmemi istemişti!...
(Oysa
ben, uzun boylu, geniş omuzlu Tevfik Fikret yerine; ancak orta boylu etine
dolgun Yahya Kematı canlandırabilirdim!) Makyajımı, Hoca'mızın kardeşi, eski
aktörlerden Zati Tarlan yaptıktan sonra kulise çıktığımda Akile Artun ve
vaktiyle evlerinde içeriki odadan gelen piyano sesini dinlediğim güzel kızı
Suna ile karşılaşmayayım mı?.. Akile Artun'un, yalnız "hayır kurum”larının
değil, böyle güzel “hayırlı” gecelerin de gönüllü “solist”i olduğunu söylemeyi
galiba unuttum!... Üstelik de yol parasını da cebinden ödeyerek! ... Onun niye
diğer sanatkârlara benzemediğinin, Türk musikisinde apayrı bir yeri olduğunun
bir sebebini daha bilmem şimdi daha iyi anlatabildim mi?
Ve
o gece Akile Artun, zaman zaman kızını da sahneye çağırarak, Divan edebiyatı
şairlerimizin en güzel şiirlerinden bestelenmiş olan parçaları, yine en güzel
“biçimleriyle okuyarak dinleyenlerin gönüllerini, haklı olarak fethetti. Daha
sonra da oturup eski günleri yâd ettik.
Sh:399-403
Kaynak: Bakî kalan bu kubbede, Sermet Sami Uysal, L& M, Kasım,
2005,İstanbul
Önceki Yazı
« Prev Post
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder