Print Friendly and PDF

KASİDEİ TÂİYYE İBNÜ’L-FÂRIZ

|



1.       سَقَتني حُمَيَّا الحُبَّ راحَةَ مُقلَتي
          وَكَأسي مُحَيَّا مَن عَنِ الحُسنِ جَلَّتِ
Göz bebeğim olan sevgili, bana muhabbet şarâbını içirdi. Benim kadehimde o yücesevgilinin bilinen, anlaşılan ve kayıtlı güzelikten üstün olan  yüzüdür.
2.       فَأَوهَمتُ صَحبي أنَّ شُربَ شَرابهِم
          بهِ سُرَّ سِرِّي في انتِشائي بنَظرَةِ
Arkadaşlarımın gibi içince onları vehim ve şaşkınlıkta bıraktım.
Bakışta onlar gibi içişim olunca, sarhoşken kalbim sevinçle doldu.[ bu halle onların idrak gözlerinden uzak kaldım.]
3.       وبالحَدَقِ استغنَيتُ عن قَدَحي ومِن
          شَمائِلِها لا من شَموليَ نَشوَتي
Zât'ın cemâlini gördüğüm için kadehimden/kadehlerden yüz çevirdim.  Sarhoşluk sevincim, hallerim ise şaraptan değil zâtın ve sıfatlarındandır.
4.       ففي حانِ سُكري حانَ شُكري لِفِتيَةٍ
          بِهِم تَمَّ لي كَتمُ الهَوَى مَعَ شُهرَتي
Böyle olunca, gençlikteki sarhoşluk yeri şükür hanesi oldu.  Muhabbetle tanınan birisi olduğumdan tatmin olan hevamı/nefsânî arzularımı gizlemem gerekti.
5.       وَلَمَّا انقضى صَحوي تَقاضَيتُ وَصلَها
          وَلَم يغشَني في بَسطِها قَبضُ خَشيَةِ
Ayıklığım son bulup sarhoşluğum galip gelince sevgilime ulaşmak zamanı geldi. Sevgilime kavuşunca gönül ferahlığına, bir daha (ayrlık) korku ve sıkıntısı gelmedi.
6.       وَأَبثَثَتُها ما بي وَلَم يَكُ حاضِري
          رَقِيبٌ لها حاظٍ بخَلوَةِ جَلوَتي
Celvetimin halvetinde [iç dünyamda] sevgilimden başka nefsânî haz ve cismânî şeyler gözleyici  olmadığı ve ona kavuşmayı istediğim vakit, bendeki hallerden haberdar ettim..
7.       وقُلتُ وحالي بالصبَّابَةِ شاهدٌ
          وَوَجدي بها ماحِيَّ والفَقدُ مُثبِتي
Sevgilime, halim aşkımın şiddetine şahittir. Bu aşkımla sevgiliyi bulmam bütün varlığımı mahvedici oldu;
8.       هَبي قَبلَ يُفني الحُبُّ مِنِّي بَقيَّةً
          أَراكِ بِها لي نَظرَةَ المتَلَفِّتِ
Aşk bende kalmış vücud bakıyyesini yok etmeden bana müteleffitin  bakışıyla görmeyi hibe eyle dedim.
9.       ومُنِّي عَلى سَمعي بلَن إن مَنَعتِ أَن
          أَراكِ فمِن قَبلي لِغيرِيَ لذَّتِ
Seni görmemi men ediyorsun, bâri [لَن-asla] demek sûretiyle işitmem için lütufta bulun, zîrâ benden evvel, başkasına [Hz. Mûsâ] bu kelime lezzet verdi.
10.      فعِندي لسُكري فاقَةٌ لإِفاقَةٍ
          لَها كَبِدي لَولا الهَوى لم تُفتَّتِ
Zîrâ benim katımda sarhoş olmaya ihtiyaç vardır; sevgilimin aşkı ve muhabbeti olmasaydı, o sevgili için benim ciğerim parça parça olmazdı.
11.      وَلَو أَنَّ ما بي بِالجِبالِ وَكانَ طُو
          رُ سِينا بها قبلَ التَجلِّي لدُكَّتِ
Aşk yolunda bana gelen belâ ve meşakkat, dağlara inseydi, dağlarla birlikte Tûr-ı Sînâ tecellîden önce parça parça olup yerle bir olurdu.
12.      هَوى عَبرَةٌ نَمَّت بِهِ وجَوىً نَمَت
          بِهِ حُرَقٌ أدوَاؤُها بِيَ أودَتِ
Bendeki arzuyu gözümün yaşı koğuculuk edip açığa çıkardı; o sebeple dert ve belâ arttı. İçimin yanıp tutuştuyla, hastalık ve sıkıntı beni helâk eyledi.
13.      فَطُوفانُ نوحٍ عندَ نَوحي كَأَدمُعي
          وَإيقادُ نِيرانِ الخَليلِ كلَوعَتي
Hz. Nuh'un tûfanı, benim feryat ve figanla ağlamam yanında âdetâ benim gözyaşım, içimin yanması da Hz. İbrâhim Halil'in ateşinin tutuşturulması gibidir.
14.      وَلَولا زَفيري أَغرَقَتنيَ أَدمُعي
          وَلَولا دُموعي أَحرَقَتنيَ زَفرَتي
Hal böyle olunca, iç yangınım ve acıklı âhım olmasaydı, gözyaşlarım beni boğar, göz yaşlarım da olmasa, ateşim ve yanışım beni yakardı. [Göz yaşlarım bağrımın ateşini söndürür ve gönül yanığım göz yaşımı yok eder. ]
15.      وَحُزني ما يَعقوبُ بَثَّ أقلَّهُ
          وكُلُّ بِلى أيُّوبَ بعضُ بلِيَّتي
Yâkub'da görülen hüzün benim hüznümden daha azdır. Eyyub'un çektiği belânın tamamı bile benim belâmın sâdece bir kısmı sayılır.
16.      وآخِرُ ما لاقى الأُلى عَشِقوا إلى الرْ
          رَدَى بعضُ ما لاقيتٌ أوَّلَ مِحنَتي
Âşık olup da kendilerini helâke atanların belâ ve sıkıntılarının en son noktası bile, benim bu imtihanda karşılaştığım belânın sâdece bir kısmıdır. Onların, işin başında çektiklerini ben daha başlangıçta çektim.
17.      فلَو سَمِعَت أذنُ الدَّليلِ تَأَوُّهي
          لآلامِ أسقامٍ بِجِسمي أضَرَّتِ
Eğer benim âh ü vâhımı, bedenime zarar veren elem ve sıkıntılardan doğan âhımı, kervanın başındaki kimse (rehber) işitseydi;
18.      لَأَذكَرَهُ كَربي أَذى عَيشِ أزمَةٍ
          بِمُنقطِعي ركبٍ إِذا العيسُ زُمَّتِ
Keder ve hüznüm, o rehbere, deve yularlanıp herkesin merkebi yüklendiği sırada kâfileden kopan kimsenin çektiği sıkıntıyı hatırlatır.
19.      وَقَد بَرَّحَ التَّبريحُ بي وَأَبادَني
          وَأَبدى الضَّنى مِنِّي خَفِيَّ حَقيقَتِي
Muhakkak ki hüzün ve şevkin şiddet ve zorluğu beni tüketti. [Aşkın şiddeti bana çok ağır geldi, beni mahvetti.] Bu zayıflık benim hakikatimin gizli sıfatlarını ve kalbimin örtülü hallerini açığa çıkardı
20.      فنادَمتُ في سُكري النُحولَ مُراقِبي
          بجُملَةِ أَسراري وتَفصيلِ سِيرَتِي
Aşk sarhoşluğumun şiddeti bana gâlip gelerek hakikatimin gizli yönlerini ortaya çıkarınca, konuştum ve gözetleyicime bütün sırlarımı ve yolumun tafsilâtını hal diliyle haber verdim.
21.      ظَهَرتُ لَهُ وَصفاً وَذاتي بِحَيثُ لا
          يَراها لِبِلوى مِن جَوى الحُبِّ أَبلَتِ
O benim cismimi görmeyen gözeticiye, sıfat ve mânâ bakımından zâhir oldum. Bu, muhabbetten oluşan belâ bedenimi eskitmiş, iyice harap hale getirdi.
22.      فَأَبدَت وَلَم يَنطِق لِساني لِسمعِهِ 
          هَواجِسُ نَفسي سِرَّ ما عَنهُ أخفَتِ
Nefsimin o gözetleyiciden gizlediği sırrı, nefsimin kuruntuları ve cismimin fikirleri ifşâ etti. Halbuki benim dilim o gözetleyicinin kulağına o sırrı söylememişti.
23.      وظلَّت لِفكري أُذنُهُ خَلَداً بها
          يدورُ بِه عن رؤيَةِ العينِ أغنَتِ
Rakibin (gözetleyicinin) kulağı, düşüncemi anlama konusunda gözün görmesinden müstağni köstebeğin kulağı gibi düşüncemi kuşatırdı.
24.      فَأَخبَرَ مَن في الحيَّ عَنِّيَ ظاهراً
          بِباطِنِ أَمري وَهُوَ من أهلِ خُبرَتي
Rakîb, benim bütün hallerimden haberdar olunca, zâhiren âlemdeki veya aşk yolundaki kimselere, benim içimin sırrını ve işimin iç yüzünü haber verdi. Aslında rakîb beni en iyi bilenlerdendir
25.      كَأنَّ الكِرَامَ الكَاتِبينَ تَنَزَّلوا
          على قلبِهِ وَحياً بما في صَحيفَتي
Sanki Kirâmen kâtibin, vahiy şeklinde sahifelerdeki olanları rakibin kalbine indirdi. [Öyle ki, benim zâhir ve bâtınımın sırrına ve hallerime benden zuhûr etmeksizin muttali' oldu.]
26.      ومَا كانَ يَدري ما أُجِنُّ وما الَّذي
          حَشايَ مِنَ السِّرِّ المَصُونِ أكنَّتِ
Rakîb, kendisinden gizlediğim şeyi bilmezdi; bâtınımın, koruduğu sırdan gizlediği şeyin ne sır olduğunu bilmezdi.
27.      وَكَشفُ حِجابِ الجسمِ أبرَزَ سِرَّ ما
          بِهِ كَانَ مَستُوراً لَه مِن سَريرَتِي
Rakîb benim gözleyip içimde sakladığım sırdan haberdar olmadıysa da; cisim perdesinin açılıp yok olması, örtmekte olduğu sırrımı ortaya koydu.
28.      فَكُنتُ بسِرِّي عَنهُ في خُفيَةٍ وَقَد
          خَفَتهُ لِوَهنٍ من نحوليَ أنَّتي
Ben bu sırrımla o rakîbden gizliydim, halbuki o sırrın gizliliğini ve zayıflığımın yol açtığı inlemem sebebiyle yoketti. Böylece inleyişim, beni gizlilik mertebesinden zuhûra getirip rakîbe sırlarını açtı.
29.      فَأَظهَرني سُقمٌ بِهِ كُنتُ خافياً
          لَهُ وَالهَوى يَأتي بِكُلِّ غَريبَةِ
Ben sırrını rakibden gizlemiştim. Fakat hastalık beni rakîbe gösterdi. Aslında ben o hastalık sebebiyle rakîbin gözünden ve başka insanlardan gizlenmiştim. Oysa arzu ve hevâ çok garib bir durum ortaya çıkardı.
30.      وَأَفرطَ بي ضُرٌّ تَلاشَت لمَسِّهِ
          أَحاديثُ نَفسٍ بالمَدامِعِ نُمَّتِ
Zarar ve elemler benim için haddi aştı. Nefsimin hâtıraları ve içimde olup bitenler, o zararın bana dokunması için yok oldu, içimde olup bitenler de gözyaşlarım gibi sırrımı ifşâ etti.
31.      فلو هَمَّ مَكروهُ الرَّدى بي لَما دَرى
          مَكاني وَمِن إِخفاءِ حُبَّكِ خُفيَتي
Elem ve hastalıklar görünen vücûdumu nefsânî kuruntularımı tamâmen mahvetmişti. Helâkin meşakkati benim mekânımı/vücûdumu bulamaz. Benim gizli hâle gelmem senin muhabbetinin beni gizlemesinden dolayıdır.
32.      وما بينَ شوقٍ واشتياقٍ فَنِيتُ في
          تَوَلٍّ بحَظرٍ أو تَجَلٍّ بِحضرَةِ
Ben şevk ve iştiyak arasındayım. Zîrâ ne zaman ki benden yüz çevirip ayrılsa, şevkin ateşi vücûdumu yok eder, ne zaman kendini gösterip vuslatını sunsa, yine aynı şekilde o büyük iştiyak beni fâni ve perişan kılar.
33.      فلو لِفَنائي من فِنائِكَ رُدَّ لي
          فؤاديَ لم يرغَب إلى دارِ غُربَةِ
Eğer benim ulu huzurunda îtikâf hâlinde olan kalbim, benim yokluğum için bana geri verilseydi, kalbim orayı bırakıp bu gurbet diyârına rağbet etmezdi.
34.      وعُنوانُ شأني ما أبُثَّكِ بِعضَهُ
          وما تحتَهُ إظهارُهُ فوقَ قُدرتي
Senin mükemmel güzelliğinin konusunda hallerimin sâdece bir kısmını sana gösterdim. Benim hâlimin altında gizli olan kısımları izhar etmek ise, kudretimin üstündedir.
35.      وأُمسِكُ عَجزاً عَن أُمورٍ كَثيرةِ
          بنُطقِيَ لَن تُحصى وَلَو قُلتُ قَلَّتِ
Halerimin birçoğunu beyan etmekten âciz olduğum için sükût ederim, zîrâ sözümle o pek çok iş sayılamaz. O işleri anlatırken ne kadar azaltmak istesem yine de binde biri açıklanmaz.
36.      شِفائِيَ أَشفى بل قَضى الوَجدُ أَن قَضى
          وبَردُ غليلي واحِدٌ حَرَّ غُلَّتي
Benim şifâm, beni helâke yaklaştırdı. Belki benim gamım, hüznüm, muhabbet ve iştiyâkım ölüme hükmeyledi. Şevk-ı yârdan dolayı olan susuzluk harâretimin kaybolup sönmesi, susuzluğun harâretini bulucudur.
37.      وباليَ أبلى مِن ثيابِ تَجَلُّدي
          به الذَّاتُ في الإعدامِ نيطَت بلَذَّةِ
Benim hâlim sabır elbisemden daha eskidir, sebat ve tahammül elbisemden daha zayıftır. Belki benim sevgim onu yok etmekten lezzet bulmuştur.
38.      فَلو كَشَفَ العُوَّادُ بي وتَحَقَّقُوا
          منَ اللَّوحِ ما مِنَّي الصَّبابةُ أبقَتِ
Eğer beni ziyarete gelenlere durum keşf olsa, sevgilinin muhabbetinin levh-i mahfuzdan benim vücûdumda ne kadar bıraktığını bilebilseler;
39.      لمَا شاهَدَت منِّي بَصائِرهُم سِوى
          تخَلُّلِ رُوحٍ بينَ أثوابِ مَيِّتِ
o ziyâretçiler benim vücûdumda, bedeni darmadağın olmuş ölünün elbiseleri arasına bir rûhun girdiğini görmekten başka bir şey müşâhede edemezlerdi.
40.      وَمُنذُ عَفا رَسمي وَهِمتُ وهِمتُ في
          وُجودي فَلَم تَظفَر بكَونِيَ فِكرَتي
Benim bedenim yok olup, şekil ve hey'etim yıkılıp ben deli ve şaşkın olalıdan beri vücûdumda yanılıp hatâ eder oldum. Bu sebeple, fikrim benim vücûdum olmasına zafer bulamadı ki benim vücûdum var mıdır yok mudur bilebilesin.
41.      وَبَعدُ فَحالي فيكِ قامَت بِنَفسِها
          وَبَيِّنَتي في سَبقِ روحي بَنِيَّتي
Benim hâlim olan sevgi, senin huzûrunda kendi kendine bizzat kâim oldu.
Benim bu hususa delîlim, rûhumun bedenimin önceliğinde sâbittir.
42.      وَلَم أَحكِ في حُبِّيكِ حالي تَبرُّماً
          بِها لاضطِرابٍ بَل لِتَنفِيسِ كُربَتي
Ey sevgili, hâlimi, elem ve dertlerden acı duyduğumu ifâde için anlatmadım. Aksine bunu ferahlamak, gam ve tasadan uzaklaşmak için yaptım.
43.      ويَحسُنُ إظهارُ التَجلُّدِ للعِدى
          ويقبُحُ غَيرُ العَجزِ عندَ الأحِبَّةِ
Ben belâ ve zorlukları âcizlik ve zayıflığımı şikâyet olarak segiliye arzedip niyazda bulundum. Zîrâ sevgililer huzûrunda aczden başka bir şey ortaya koymak çirkindir.
44.      وَيَمنَعُني شكوَايَ حُسنُ تَصَبُّري
          وَلَو أَشكُ لِلأَعداءِ ما بي لأَشكَتِ
Benim güzel sabrım, beni düşmanlara şikâyetten alıkor. Eğer bende olup biten şeyleri düşmanlara şikâyet etsem; bana olan büyük merhametin dolayı o şikâyeti benden gidermeye çalışırlardı.
45.      وَعُقبى اصطِباري في هَواكِ حمِيدةٌ
          عَلَيكِ وَلَكِن عَنكِ غَيرُ حَميدَةِ
Sana kavuşma yolunda, benim zorluklar ve sıkıntılara sabretmemin sonucu iyi bir şeydir. Fakat sevgiliden sabır, yâni ayrılık acısına sabretmek, güzel değildir.
46.      وَما حلَّ بي من مِحنَةٍ فَهوَ مِنحَةٌ
          وقد سَلِمَت من حَلِّ عَقدٍ عَزيمَتي
Mihnetten bana gelen her türlü belâ ve elem, benim için bağış ve nimettir. Halbuki benim azimetim mihnet akdini çözmekten sâlim ve emîn oldu.
47.      وكُلُّ أذىً في الحُبِّ مِنكِ إذا بَدا
          جَعَلتُ لهُ شُكرِي مكانَ شَكِيَّتي
Aşk yolunda senden gelen her ezâ ve belâ sebebiyle ben şikâyet yerine şükrederim. Zîrâ senin gibi sevgiliden her ne gelirse sevimlidir.
48.      نَعَم وَتَباريحُ الصَّبابَةِ إن عَدَت
          عَلَيَّ مِنَ النَّعماءِ في الحبِّ عُدَّتِ
Evet işte bu, doğru ve gerçektir. Eğer aşk ateşinin şiddeti, şevk ve aşk ateşinin zorlukları benim üzerime yüklenip beni zorlarsa  dahi benim için en büyük nimetlerden biri sayılır.
49.      وَمِنكِ شَقائي بَل بَلائِيَ مِنَّةٌ
          وفيكِ لِباسُ البؤسِ أسبَغ نِعمَةِ
Senin vuslatından benim mahrum olmam, benim belâm benim için büyük bir nimettir. Senin murâdın benim hicran ve mahrûmiyetim ise, murâdın üzre olmak bana büyük nimettir.
50.      أرانِيَ ما أُوليتُهُ خيرَ قِنيَةٍ
          قديمُ وَلائي فيكِ من شَرّ فِتيَةِ
Eski aşkım bana, senin muhabbetin sebebiyle kıymetli bir sermâye verildiğini gösterdi. Koğuculardan bana her ne gelirse gelsin, kadîm aşkıma sermâye olur.
51.      فلاحٍ وواشٍ ذاك يُهدي لِعزَّةٍ
          ضَلالاً وذا بي ظَلَّ يَهذِي لغِرَّةِ
Gammazlayıcı kimseler olarak benim zikrettiklerimin bazısı bir takım kötüleyici kimselerdir ki, aşk yolunu bilmediklerinden dolayı beni gaflet yoluna götürürler. [ Aşırı kıskançlıklarından dolayı benim hakkımda boş ve saçma sapan sözler söyler.]
52.      أُخالِفُ ذا في لومِهِ عن تُقَىً كما
          أخالِفُ ذا في لؤمِهِ عن تَقيَّةِ
Ben şeytan ve nefse kötüleyici oluşlarında muhalefet ederim. Ben takvâ kemâliyle bunların kötülüklerine aldanmayıp, isteklerini yerine getirmeyerek bunlara muhalefet ederim.
53.      وَمَا رَدَّ وَجهِي عَن سَبيلِكِ هَولُ ما
          لَقيتُ ولا ضَرَّاءُ في ذاكَ مَسَّتِ
Senin aşk yolunda karşılaştığım elem verici belâlar beni alıkoymadı; o korku ve belâların bâzısı hüzün ve yanıp yakılma gibi iç dünyâma insede yüzümü yolundan çevirmedi.
54.      وَلا حِلمَ لي في حَملِ ما فيكِ نالَني
          يُؤدّي لحَمدي أو لمَدحِ مَوَدّتِي
Benim hilmim, [nefsimi öfkenin heyecanından onu alıkoymam seni sevmiş olmam dolayısıyla koğucu ve gammazın beni ayıplayıp kötülemesi konusunda değildir.] Bu hilm beni aşk ve sevgimi övmeye sevk eder. [ hilimle övülmüş methedilmiş olmak değildir.]
55.      قضى حُسنُكِ الدَّاعي إِليكِ احتِمالَ ما
          قصَصتُ وأَقصى بَعدَما بعدَ قِصَّتي
Senin, aşkına sebep olan güzelliğin, benim belâ ve sıkıntılardan heber verdiğim şeylere katlanmak gerektiğine hükmetti ve benim anlattıklarımdan sonraki şeylerin uzaklığını  gördü.
56.      وما هُو إلَّا أَن ظَهَرتِ لِناظِرِي
          بأَكمَلِ أَوصافٍ على الحُسنِ أَربَتِ
Senin o sevgine yol açan şey güzelliğinin hükmü değildir. Belki de kâmil vasıflarının benim gözüm üzere genişce zuhurundur.
57.      فَحلَّيتِ لي البَلوَى فَخلَّيتِ بَينها
          وبَينِي فَكانَت مِنكِ أَجملَ حِليَةِ
Benim gözüme sen en güzel vasıflarla zâhir olduktan sonra belâyı bana tatlı veya süslü kıldın ve belâ ile benim aramı boşalttın, böylece o belâ bana senden gelen en güzel zînet oldu.
58.      ومَن يَتَحَرَّش بِالجَمالِ إِلى الرَّدى
          رَأَى نَفسَهُ من أَنفَس العَيشِ رُدَّتِ
Her kim ki (cemâle) yönelse veya tutulup âşık olsa ben onun nefsini, en güzel yaşayış olan hayattan yokluk ve ölüme çevrilmiş görürüm. [Her kim ki bir cemâle avlansa, ben onun nefsini en güzel yaşayışta helâke çevrilmiş görürüm.]
59.      وَنَفسٌ تَرى في الحُبِّ أن لا ترى عَناً
          مَتى ما تَصَدَّت للصَّبابِة صُدَّتِ
Herkes bilmeli ki, muhabbet ve aşka yönelip de sıkıntı ve belâ görmemek mümkün değildir. Zîrâ bu yolda bir kimseye zahmetsiz ve meşakkatsiz âşinalık müyesser olmaz.
60.      وما ظفِرَت بالوُدِّ روحٌ مُراحَةٌ
          ولا بالوَلا نَفسٌ صفا العيشِ وَدَّتِ
Kendisine râhatlık verilen ve nefsânî arzuları huy edinmiş olan bir ruh, dost sevgisini elde etmede başarılı olamaz. Aynı şekilde yaşama zevkinin peşinde olan, sevgilinin muhabbetine nâil olamaz.
61.      وأَينَ الصَّفا هَيهات من عَيشِ عاشِقٍ
          وجَنَّةُ عَدنٍ بالمَكَارِهِ حُفَّتِ
Râhatlık isteyen ve maddî hayâtın zevkleri peşinde olan aşıkın muhabbetle ülfet etmesi imkânsızdır. Zaten cennet dert ve sıkıntılarla (mekârih) kuşatılmıştır.
62.      ولي نفسُ حُرٍّ لو بذَلتِ لها على
          تَسَلّيكِ ما فوقَ المُنى ما تَسلَّتِ
Benim dünyevî kayıtlardan tehlikelerinden âzâd olmuş bir nefsim vardır ki, eğer sen o nefse senden teselli olmak üzere akıl ve idrâkin ötesinde sayısız bir ölçüde nefsânî arzu ve rûhânî lezzetler versen yine de teselli olmaz.
63.      ولو أُبعِدَت بالصَّدِّ والهجرِ والقِلى
          وقَطعِ الرَّجا عن خُلَّتِي ما تَخلَّتِ
Menederek, zorla, ayrılık ve hicranla, buğz ve düşmanlıkla yahut ümidini kırarak hakîkî sevgilim benim şahsımı uzaklaştıracak olursa (veya  ben uzaklaştırılacak olursam), nefsim râhat halde olmaz.
64.      وَعَن مَذهَبي في الحُبِّ ما لِيَ مذهَبٌ
          وإن مِلتُ يوماً عنهُ فارَقتُ مِلَّتِي
Benim aşktaki mezheb ve inanımdan başka gidecek yerim yoktur. Eğer istemeyerek bir gün o mezhebimden başka bir yola meyledecek olsam, kesin olarak din ve milletimi ayıracağımı anladım.
65.      ولو خطَرَت لي في سِواكِ إرادةٌ
          على خاطري سَهواً قضيتُ بِرِدَّتِي
Eğer benim hatırıma sehven senden başka bir istek doğsa, âşıklar dîninden çıktığıma hükmederim. Zîrâ âşıklar mezhebinde mâsivâya nazar gizli şirktir.
66.      لَكِ الحُكم في أَمري فما شِئتِ فَاصنَعي
          فَلَم تكُ إلّا فيكِ لا عَنكِ رَغبَتِي
Benim hakkımda hüküm senindir; Ne istersen yap, ben senden yüz çevirmem, rağbet ve yönelişim ancak yine sana olur.
67.      ومُحكَمِ عهدٍ لم يُخامِرهُ بيننا
          تَخَيّلُ نَسخٍ وهوَ خيرُ أَليَّةِ
Ben aramızdaki vazgeçilmez aşka yemîn ederim ki, onda asla bozulma/değişme hayali dahi yoktur. Şu da var ki bu muhkem aşka yemîn etmek, yeminlerin en büyüğüdür.
68.      وأخذِكِ ميثاقَ الوَلا حيثُ لم أَبِن
          بِمَظهَرِ لَبسِ النَفسِ في فَيءِ طِينَتي
Ey Sevgilim! Ben henüz nefs elbisesine bürünmemişken yani zuhûra doğru dönen yaradılış gölgemde aşk yeminini aldığın (an) hakkı için..
69.      وسابِقِ عَهدٍ لم يَحُل مُذ عَهِدتُهُ
          ولاحِقِ عَقدٍ جَلَّ عن حَلِّ فَترَةِ
Ey Sevgilim, ezel âleminde verdiğim söz o zamandan beri asla değişmemiştir. Dünya âlemine geldikten işte bu sonraki yeminde de zayıflıkla kendisi  bozulmaktan münezzehdir. [ eski yemini yenilemekten ibarettir]
70.      ومَطلَعِ أَنوارٍ بطلعتِكِ الَّتي
          لِبَهجَتِها كلُّ البُدُورِ استسَرَّتِ
Senin yanağındaki nurların doğuşu veya doğduğu yerler, parlaklığı ile bütün ayların gizlenmiş olduğu vücûd-ı mutlak ışıklarının zuhûr mahalli ve kaynaklarıdır.
71.      وَوصفِ كمالٍ فيكِ أحسنُ صورَةٍ
          وأقوَمُها في الخَلقِ مِنهُ استَمدَّتِ
Sendeki gizli ve en güzel sûretteki kemal sıfatı hakkı için; o en güzel sûretin en düzgünü de insan unsurunun yaratılışında olandır ki o kemal vasfından medet ister, işte bu sıfatla mevsuf olan kemal hakkı için yardım istiyorum
72.      ونَعتِ جَلالٍ منكِ يعذُبُ دونَهُ
          عذابي وتحلو عِندَهُ ليَ قَتلَتِي
Senden bütün eşyâya sirâyet edip, âlemlerdeki her güzelliğin kendisi sebebiyle görünüp tamamlandığı, lütfuyun sıfatı olan cemâl sırrın hakkı için de!..[ yardım istiyorum]
73.      وسِرِّ جَمالٍ عنكِ كُلُّ مَلاحَةٍ
          بِه ظَهَرَت في العالمِين وتمَّتِ
Senden bütün eşyâya sirâyet edip, âlemlerdeki her güzelliğin kendisi sebebiyle görünüp tamamlandığı, lütfuyun sıfatı olan cemâl sırrın hakkı için de!..
74.      وحُسنٍ بِهِ تُسبَى النُّهَى دلَّني على
          هَوىً حسُنَت فيه لِعِزِّكِ ذِلَّتِي
Ve o büyük güzellik hakkı için, onunla akılları yağmalarsın, işte o arzû ve istekte senin izzetin için benim zillet ve hakârette kalmam tam ve makbul oldu.
75.      وَمَعنىً وَرَاء الحُسنِ فيكِ شَهِدتُهُ
          بِه دَقَّ عن إدراكِ عَينِ بَصِيرتِي
Bilinen güzellik, çirkinliğin zıddıdır. İşte o bilinen güzelliğin ötesinde olan mutlak güzellik ve mânâ-yı muhakkak hakkı için ki ben onu senin zâtında müşâhede eyledim. Bu öyle bir güzellik ki baş gözüne ve basiret gözüne gizlidir.
76.      لأنتِ مُنى قَلبي وغايَةُ بُغيَتِي
          وأَقصى مُرادي واختِياري وحِيرَتي
Bu mezkûr mânâlar hakkı için gönlümün arzûsu, maksûdumun en sonu, arzû ve ihtiyârımın en nihâyeti benim dilediğim varlık sensin.
77.      خَلَعتُ عِذاري واعتِذَاري لابِسَ ال
          خَلاعَةِ مسروراً بِخَلعي وخِلعَتي
Ey Sevgilim! Senin muhabbetinde ilgi ve engellerin bağlarından soyulup temizlenmem, mahlûkâtın merâsimleri, âdetleri, hürmetlerinden boşalmış ve soyulmuş olmam bana farzdır.
78.      وخَلعُ عِذاري فيكِ فَرضي وإِن أَبىاق
          تِرَابيَ قَومِي والخلاعَةُ سُنَّتي
Ar ve nâmusla şekillenmiş olan zâhidlerin ve âbidlerin alışılmış şekillerinden fâriğ olup ve uzaklaşıp kânunları yıkmam, İlmî ıstılahları çözmeye çalışan âlimlerin ve fakihlerin riyâ ve gösterişle olan sahte amelleri ve hayâlî hallerinden uzak olmam benim için lâzım ve vâcibdir. Eğer kavmim benim kendilerine yaklaşmamdan yüz çevirip sakınırlarsa da bunun önemi yoktur.
79.      وَلَيسوا بِقَومي ما استعابوا تَهَتُّكي
          فَأَبدَوا قِلَىً وَاستَحسَنوا فيكِ جَفوَتي
Zâhir erbâbından olan bir takım şekil düşkünleri benim kavmim değildir. Çünkü onlar benim perdeyi yırtıp şekil ve âdetlerin hükümlerini kaldırıp; kuralları, ayıp ve utanma endîşesini kırmamı ayıp sayarlar. Perdeleri yırtmam sebebiyle düşmanlık göstererek senin sevgin uğrunda bana ezâ ve cefâ göstermeyi iyi bir şey sayarlar. Her ne kadar onlar sûreta bana benzer iseler de arada büyük farklılık vardır.
80.      وَأَهليَ في دين الهَوى أَهلُهُ وَقَد
          رَضُوا ليَ عاري واستَطابوا فَضيحَتي
Benim ailem ve kavmim hevâ ve muhabbetin ehlidir. Onlar benim ârıma, ayıp endîşesini ve kuralları kırmama râzı oldular, benim rüsvaylığımı iyi ve makbul saydılar.
81.      فَمَن شَاءَ فَليَغضَب سِواكِ ولا أَذىً
          إِذا رضِيَت عَنِّي كِرامُ عَشيرَتي
Şekil düşkünleri benim kavmim olmayıp, bana düşmanlık göstererek senin sevgin uğrunda bana cefâ etmeyi iyi ve makbul bir iş saydıklarına göre, artık ey hakîkî mahbûb senden başka kim isterse gazab eylesin; yeter ki şekillerin ve âdetlerin dışına çıkıp melâmet ve harâbat rütbesine yükseldiğimden dolayı, aşiretimin tevhid ve irfan ehli olan ileri gelenleri benden râzı olsunlar.
82.      وإِن فَتَنَ النُّسّاكَ بعضُ محاسِنٍ
          لَديكِ فكُلٌّ مِنكِ مَوضعُ فِتنَتي
Eğer senin katında olan güzel huylar ve yüce sıfatlardan bâzısı âbidleri ve zâhidleri fitne ve belâya bıraktıysa, o halde senden olan sıfatlar, isimler ve bütün eşyâ hepsi benim fitne ve belâmın mevziidir.
83.      وَما احترتُ حَتَّى اختَرتُ حُبِّيكِ مَذهباً
          فَواحَيرتي إِن لَم تَكُن فيكِ خيرَتي
Senin aşkını seçinceye kadar ben hayrette ve şüphede olmadım. Senin muhabbetini seçtiğim andan beri hayretteyim.  Ey hayret! Eğer senin aşkında benim hayretim olmazsa
hazır ol ki vaktidir.
84.      فَقالَت هَوى غَيري قصَدتَ ودونَهُ اق
          تَصَدتَ عَميّاً عَن سواءِ مَحَجَّتي
Hazret bana dedi ki: Benden başkasının istek ve muhabbetine yöneldin ve bu istek ve yönelişin sırasında, benim muhabbet yolumun hakikatini görmeyerek oraya girdin ve durakladın, aracı olup uygun gördün. Oysa beni sevmenin kemal noktası, nefsânî arzulardan tamâmen soyunma ve cismânî isteklerden kurtulmaktır.
85.      وَغَرَّكَ حَتَّى قُلتَ ما قُلتَ لابِساً
          بِه شَينَ مَينٍ لَبسُ نَفسٍ تَمَنَّتِ
Kendi istek ve arzûlarının peşinde olan nefsin hilesi seni gaflete düşürdü de yalanın hilesine bürünmüş olduğun halde diyeceğini dedin.
86.      وَفي أَنفَسِ الأَوطارِ أمسَيتَ طامِعاً
          بِنَفسٍ تَعدَّت طَورَها فتَعَدَّتِ
İsteklerin ve aşkların en nefisi, en hoşu ve en değerlisi bana kavuşmaktır; oysa sen haddini aşan ve bu sebeple sana zulmetmiş olan nefisle (başka şeylere) tama' eyledin.
87.      وَكَيفَ بِحُبِّي وهوَ أَحسَنُ خُلَّةٍ
          تَفوزُ بِدعوى وهيَ أقبَحُ خَلَّةِ
Gerçekten "da'vâ", doğru olduğu takdirde bile kötü bir sıfattır, zîrâ kendini beğenmişlik ve enâniyetten hâsıl olur. Fakat yalancı olacak olursa çirkinin çirkini ve kötünün de kötüsü bir sıfattır.
88.      وأينَ السُّهى مِن أكمَهٍ عن مُرادِهِ
          سَهَا عَمَهاً لكن أمانيكَ غَرَّتِ
Şaşkınlık, hayret ve tereddütten dolayı, maksadını unutmuş olan anadan doğma körün bakışıyla Sühâ yıldızının nerede olduğu bilinir mi? Lâkin, nefsânî arzûn seni mağrur kılıp gurur kapısını çaldın.
89.      فقُمتَ مقاماً حُطّ قَدرُكَ دونَهُ
          على قدَمٍ عَن حَظِّها ما تَخَطَّتِ
Nefsânî arzûların seni mağrur eyledi de vuslat talebinde bulundun. Böylece nefsinin hazzından uzaklaşmış olan ayağın üzerinde kadriyin düştüğü bir makamda vuslat talebin için azimli ve kararlı oldun.
90.      ورُمتَ مَراماً دونَهُ كَم تَطاوَلَت
          بأعناقِهَا قومٌ إليهِ فَجُذَّتِ
Sen öyle bir istekte bulundun ki, nice insan o istek ve maksada boyunlarını uzattılar ve o maksad uğrunda boyunları kesildi.
91.      أَتيتَ بُيوتاً لم تنَل من ظُهُورها
          وأَبوابُها عن قرعِ مثلِكَ سُدَّتِ
Ey vuslata tâlib olan; sen, arkalarına geçilmeyen (içlerine girilmeyen) evlere geldin, yüce makam kapılarına gelmeye niyet ettin ki, o isim ve sıfatların arkasından o makamlara kimse nâil olmadı.
92.      وبينَ يدَي نجواك قَدَّمتَ زُخرُفاً
          ترومُ بهِ عِزّاً مَرامِيهِ عَزَّتِ
Sevgili dedi ki: Ey iddiacı kişi, arzû ettiğin sırrın önünde sahte bir söz ve düzme bir dâvâ ileri sürdün. Bununla benim yakınlığım ve vuslatım olan izzet ve mertebeyi istersin.
93.      وجئتَ بوَجهٍ أبيضٍ غيرَ مُسقِطٍ
          لِجَاهكَ في دارَيكَ خاطِبَ صَفوَتي
Dünyevî ve uhrevî makamından geçmeksizin, benim safvetimle izdivaç isteyerek, yakınlık ve vuslat gelinime tâlib olarak beyaz bir yüz ile huzûruma geldin. [… aklî ve hissî, rûhânî ve cismânî, dünyevî ve uhrevî herhangi bir haz bulunursa, bu, vücud artığıdır ve nefsin gereğidir.]
94.      ولو كنتَ بي مِن نُقطَةِ الباء خَفضةً
          رُفِعتَ إلى ما لم تَنَلهُ بِحيلَةِ
Eğer sen ey âşık, بي 'de bânın noktasından alçalmış olaydın; veya : Eğer sen, بي noktasından alçak olduğun halde benimle durmuş olaydın; veya: Be'nin noktasından alçak olduğun cihetten..
Hileyle ve çalışıp mücadele etmekle nâil olmadığın bir mertebeye yükseltilirdin.
95.      بحيثُ تُرى أن لا تَرى ما عَدَدتَهُ
          وأَنَّ الَّذي أعدَدتَهُ غيرُ عُدَّةِ
Çalışmakla elde edemediğin mertebeye ulaşasın, bilmemeyi ve görmemeyi iyice bilecek hale gelesin! Kavuşma sebebi saydığın ameli görmemeyi bilesin, bana ulaşmak ve yaklaşmak için hazırladığın sâlih ameller, iyi işler, ibâdetlerin yeterli olmadığını görebilesin!
[olarak yaklaşmak için hazırladığın şeylerin hepsini boşa gitmiş olduğunu bilesin.]
96.      ونَهجُ سبيلي واضِحٌ لِمَنِ اهتدَى
          وَلَكِنَّها الأهواءُ عَمَّت فأَعمَتِ
Fıtratının aslı itibariyle hidâyeti kabul etmiş olan kimseye benim doğru yolum apaçıktır, fakat nefsin arzû ve istekleri basiret gözünü bürüdü ve onu doğruyu görmekten alıkoydu.
97.      وقد آنَ أَن أُبدِي هواكَ ومَن بهِ
          ضَنَاكَ بما يَنفي ادِّعاكَ محَبَّتي
Sevgili dedi ki: Muhakkak ki senin istek ve aşkını açıklamanın vakti geldi; bana aşık iddianı yok etmek sûretiyle senin zayıflığına yol açan kimseyi açıklamanın vakti yaklaştı.
[Senin bana aşkın tam değildir, nefsânî maksadla karışıktır da sen dürüstlük iddia edersin, işte nihâyet vakti geldi, senin arzûnu ortaya koydum, tâ ki iddianı silsin.]
98.      حَليفُ غَرامٍ أنتَ لكِن بنفسِهِ
          وَإِبقاكَ وصفاً مِنكَ بعضُ أَدِلَّتي
Sevgili buyurdular ki: Sen bu dâvâda sâdıksın ve aşk musibetine düşmüşmüşsün. Ancak bana değil nefsine âşıksın. O delillerden bâzıları, senin kendine âit sıfat ortaya koyman ve varlık kalıntılarını açıklamandır.
99.      فَلمْ تَهْوَني ما لم تَكنْ فيَّ فانِياً
          ولم تَفنَ ما لا تُجْتَلى فيكَ صورتي
Hal böyle olunca, senin vasfın sende bâki olup nefsânî hazzın muhabbet dâvana karışınca, sen bana muhabbet iddia edemezsin. Zâtını, sıfatlarını ve irâdeni benim zâtım, sıfatlarım ve irâdemde yok edip fânî olmadıkça ve sende benim sûretim tecellî etmedikçe, beni sevmiş olmazsın.
100.    فدَعْ عنكَ دَعوى الحبِّ وادعُ لِغيرِهِ
          فؤادَكَ وادفَعْ عنكَ غَيَكَ بالَّتي
Sen zâtının isteğini sevmekten, sıfatlarının gereğine âşık bir kimse olmaktan vaz geçip tam yoklukla muttasıf olmayınca, beni sevdiğine dair iddiayı terk eyle, gönlünü benim sevgimden başka yerlere, kendi nefsânî hazlarına ve rûhânî isteklerine çağır.
101.    وجانِبْ جنابَ الوَصْلِ هَيهاتَ لَم يكُنْ
          وها أنتَ حيٌّ إن تكن صادقاً مُتِ
Ey iddia sahibi, bana ulaşmaktan uzak ol, ne yazık ki bu vuslat sana hâsıl olmaz, sen dirisin, eğer bana ulaşma isteğinde samîmi isen "Ölmeden önce ölünüz"  gereği öl,
102.    هُو الحُبُّ إِن لم تَقضِ لم تَقضِ مأرَباً
          منَ الحُبِّ فاخترْ ذاكَ أَو خَلِّ خُلَّتي
Benim sevgim öyle bir sevgidir ki, mücerred kuruntu ve temenni ile ona ulaşılamaz, [sâdece iddia ve hırsla isteyerek ona yaklaşılamaz. Hal böyle olunca sen iki şeyden birini seçmekte serbestsin, ya ölümü seç; ]yahut da böyle yapmazsan benim dostluğumu terk et.
103.    فقُلْتُ لها روحي لديكِ وَقَبْضُها
          إليكِ ومَن لي أن تكونَ بقَبضَتي
[Sevgilinin hitab ve azarlaması sona erince ben de şöyle dedim:] Ey hakikat sultanı, benim rûhum senin huzûrundadır ve rûhumun kabzı sana ısmarlanmış ve teslim edilmiştir.
104.    وما أَنا بالشَّاني الوفاةَ عَلى الهَوى
          وشأني الوَفا تأبى سِوَاهُ سَجِيَّتي
Dedim ki, Ey sevgilim, senin yolunda ben ölümü kötü görücü değilim. Benim vasfım vefâlı olmak ve seciyem/karekterim de sana kendimi fedâ etmektir.
105.    وَماذا عَسى عَنِّي يُقالُ سِوى قضَى
          فُلانٌ هَوى مَنْ لي بذا وهْو بُغْيَتي
Benim hakkımda, filân kimse aşk ve hevâdan dolayı öldü denmesi ümid edilir; bundan ne çıkar? Keşke benim için "filân hevâ için öldü" denilse. Beni, o ölüme ulaştıran ve götüren kimdir, işte o benim matlûbumdur.
106.    أجَلْ أَجَلي أَرضى إِنقِضَاهُ صَبَابَةً
          ولا وصْلَ إن صَحَّتْ لِحُبِّكَ نِسبَتي
Az önce "filân kimse muhabbetten öldü" denilmesi benim için saâdetin tâ kendisidir! demiştim. Eğer senin sevgine benim nisbetim sahih oursa, ömrümün âşıklıkla geçmesine râzıyım. Vuslata eremesem bile senin muhabbetine mensub olmanın saâdeti bana kâfi gelir. 
107.    وَإِنْ لَم أفُزْ حَقّاً إليكِ بِنِسْبَةٍ
          لِعِزّتها حسبي افتِخاراً بِتُهْمَةِ
Ey Sevgili, eğer ben izzet ve şeref taşıyan bir nisbetin bu özelliğinden dolayı o nisbetle senin aşkına sahip olamazsam da bana, iftihar vesilesi olarak aşıklık ithamına ulaşmam bile kâfi gelir.
108.    وَدونَ إِتِّهامي إنْ قَضَيْتُ أَسىً فما
          أَسأتُ بِنَفْسٍ بالشَّهَادةِ سُرَّتِ
Senin aşkın ve muhabbetinle itham edilerek, eğer ben, aşkın kemaline  ulaşamamaktan dolayı hüzün ve keder sebebiyle ölürsem herhalde sen, şehâdet şerefiyle sevinçli olan kimseye kötülük etmezsin.
109.    ولي منكِ كافٍ إن هَدَرْتِ دمي ولَم
          أُعَدَّ شهيداً عِلمُ داعي مَنِيَّتي
Ey Sevgili, benim kanımı mübah edip öldürdükten sonra şehitler zümresinden sayılmazsam da senin beni bilmiş olman kâfidir. [başkaları seninle olan ilgimi bilsinler veya bilmesinler fark etmez.]
110.    ولم تَسْوَ روحي في وِصَالِكِ بَذلَها
          لَدَيّ لِبَونٍ بَيْنَ صَونٍ وبِذْلَةِ
Benim rûhum sana ulaşma yolunda harcanmaya değmez. Mâsum ve aziz olan senin visâlinle, hakîr ve değersiz olan benim rûhum birbirine çok uzaktır.
111.    وإِنِّي إلى التَّهديدِ بِالمَوتِ راكِنٌ
          ومِن هَولِهِ أركانُ غيري هُدّتِ
Hakîkaten ben ölümle tehdit edilmeye istekli ve meyilliyim. Halbuki o ölümün korkusundan, benden başkasının uzuvları yıkılıp kırılmıştır. Fakat o bana bir armağandır.
112.    ولم تعسِفي بالقَتْلِ نفسي بَل لَها
          بِهِ تُسْعِفِي إن أنتِ أتلَفْتِ مُهْجَتِي
Ey lütuflar ve ihsanlar menbaı, eğer sen beni öldürerek rûhumu ifnâ ve telef edersen, bana zulüm ve adaletsizlik etmiş olmazsın; aksine, nefsimi öldürerek ihtiyâcını giderip arzûsunu yerine getirerek onu diriltirsin.
113.    فإنْ صَحّ هذا الفال مِنْكِ رَفَعْتِني
          وأعلَيْتِ مِقدارِي وأَغلَيْتِ قِيمَتِي
[Ey canın canı, az evvel benim dilimden dökülmüş ve içime doğmuştu ]demiştim ki:
Eğer bu fâl doğru çıkacak olursa sen beni yüceltirsin, derecemi yüksek ve kıymetimi üstün kılarsın.
114.    وها أنا مُسْتَدْعٍ قضاكِ وما بهِ
          رِضَاكِ ولا أختارُ تأخيرَ مدَّتِي
Ey Sevgilim, benim ölümüme hükmetmeni, senin rızân olan şeyi ve  ömrümün uzamasını istemiyorum. Senin rızân ne ise onu istiyorum.
115.    وعِيدُكِ لي وعدٌ وإنجازُهُ مُنىً
          ولِيٍّ بغيرِ البُعْدِ إن يُرْمَ يَثْبُتِ
Ey Sevgilim, senin öldürmen ve tehdit etmen, her ne kadar [diğer insanlara göre kötülük ve korkulacak] bir vaîd ise de bana vaaddir, [beşâret ve saâdet müjdesidir.] vaade vefâ etmek, uzaklıktan başka bir şeyde sâbitkadem olan velînin arzûsudur. [Belâ ve kazâ oku atılınca uzaklıktan başka bir şeyde sâbitkadem olan uzaklık ve ayrılığa sabredemeyen sâdık sevgili ve âşık velînin arzûsudur.]
Uzaklık iki türlüdür. Biri sevgili ve âşıkı uzaklaştırıp, rızâsı da uzaklıkta olmaktır. Öteki, âşık kendi arzûsuna ve nefsine uymak sûretiyle sevgiliden uzak olmaktır. Bu beyitte بغيرِ البُعْدِ demesi, kendi tarafından olan uzaklıktır. Aksi halde sevgili tarafından olan uzaklığa ârif-i billâh olanlar yine sabredici ve râzı olurlar. Zîrâ Hakk'ın murad ettiği bir uzaklık, binlerce vuslattan evlâdır.
116.    وقد صِرْتُ أرجو ما يُخافُ فأسعِدي
          بِه روحَ مَيتٍ للحياةِ استعدَّتِ
Böyle olunca, korkulan ve kavuşmaktan sakınılan ölümü ben ümit eder oldum. Ben kendisini isteyici ve ümit edici olduğum için o ölümle, hayâta kâbiliyetli olan ölünün rûhunu mes'ud et ve yardımcı ol.
[Burada ölü canlı âşık demektir, hayattan kasıd da yokluk ve ölümdür.]
117.    وبي مَنْ بها نافسْتُ بالرّوحِ سالِكَاً
          سبيلَ الأُلى قبلي أَبَوا غيرَ شِرْعَتِي
Ben rûhumu ve nefsimi bir sevgiliye fedâ ettim, onun yardımı sebebiyle, aşk yolundaki yokluğa rağbet ettim, bunu öyle bir yola sâlik olarak yaptım ki, benden evvelkiler onun dışında bir yola girmekten kaçınmışlardı.
118.    بكُلِّ قَبِيلٍ كمْ قتيلٍ بها قضَى
          أسىً لم يَفُزْ يوماً إِليها بِنَظرةِ
Her kabilede nice ölü, onun aşkı sebebiyle hüzün ve elemden kaybolup gitti; o sevgiliye bir gün bir kerre bakmağa muvaffak olmadı.
119.    وكم في الوَرَى مِثلي أماتتْ صَبَابَةً
          ولوْ نَظرتْ عطْفَاً إليهِ لأحْيَتِ
Benim gibi çok kimseleri sevgi yüzünden, aşk için o sevgiliyi öldürdü. Eğer onlara merhametle bir kere nazar etse tamamen ihyâ edip maksada kavuştururdu.
120.    إذا ما أَحلَّتْ في هواها دَمي فَفي
          ذُرَى العِزّ والعلْيَاءِ قَدري أحلَّتِ
Sevgilim arzusuiçin benim kanımı helâl kılarsa benim kadir ve kıymetimi izzet mertebelerinin en yükseğine çıkarır.  [Benim zâtımı ve sıfatlarımı bu yok etme ve helâk etme sebebiyle yükseltir. (Damla gibi ki, denizde yok olunca denizin bütün sıfatları onun sıfatları hâline gelir).]
121.    لَعَمْري وإن أتْلَفْتُ عُمري بِحُبِّها
          رَبِحْتُ وإن أَبْلَتْ حشايَ أَبَلَّتِ
Hayâtım hakkı için, eğer ben ömrümü onun sevgisinde telef eylesem fayda elde etmiş olurum. Ve eğer o benim vücûdumu yok etse, ten ve canı hastalıktan arındırıp şifâ verir.
122.    ذَلَلْتُ لها في الحيِّ حَتَّى وَجَدْتُنِي
          وأدنَى مَنالٍ عندهم فوقَ هِمَّتي
Ben onun sevgisiyle sebebiyle zelîl oldum; o kadar ki, onların katındaki en aşağı mertebeyi nefsimin fevkinde buldum.
123.    وَأَخملني وهناً خُضُوعي لهُم فَلم
          يَرَوني هواناً بي محلّاً لِخدمَتي
Tevâzuum, zayıflık bakımından beni öyle isimsiz ve belirsiz hale getirdi ki, onlar beni görmezler; hor ve hakîrlikteki aşırılığımdan dolayı beni bir hizmete lâyık ve değer kabul etmezler.
124.    ومِنْ دَرَجَاتِ العِزّ أمسيْتُ مُخلِداً
          إلى دَرَكَاتِ الذُّلِّ من بَعدِ نخْوَتي
Vuslat erip izzet ve şerefden dereceleri ile vasıflanınca; nefsime büyük bir gurur ve kibir geldiğinde zayıflığa yönelip aşağı indim
125.    فلا بابَ لي يُغشى ولا جاهَ يُرْتَجَى
          ولا جارَ لي يُحْمى لفَقْدِ حَمِيَّتي
[Hallerim tevazu ve alçalmada bu şekilde olunca,] benim kemâlâttan ne kapım var ki ona bir kimse gelip dayansın. Benim ne komşum var ki, benim için muhafaza edilsin. Onun için benim ar ve gayretim tamamen yok oldu
126.    كَأَنْ لم أكُنْ فيهِمْ خطيراً وَلَمْ أزَل
          لَدَيْهِمْ حقيراً في رَخاءٍ وشِدَّةِ
Sanki ben onların içinde ferahlıkta ve sıkıntı da, kadri büyük olmadım ve hakîr ve fakîr olmaktan kurtulamadım.
127.    فَلَو قيلَ مَن تَهوى وصرَّحتُ باسمِها
          لَقيلَ كنَى أوْ مسَّهُ طيفُ جِنَّةِ
Bana deselerdi ki: Sen kimi seversin? Ben de o sevgilimin ismini açıklasaydım; cinli ve şeytan vesvesesi dokunmuş, kinâye yapıyor derlerdi.
128.    ولو عَزَّ فيها الذُّلُّ ما لذَّ لي الهَوى
          ولم تكُ لولا الحُبُّ في الذلِّ عِزَّتي
Eğer sevgilimin aşkında fakr ve zillet yok olsaydı, bana arzu lezzetli gelmediği gibi ve aşk zillette görünseydi benim izzetim de olmazdı.
129.    فحالي بِها حالٍ بعقْلِ مُدَلَّهٍ
          وصِحَّةِ مَجهودٍ وعِزِّ مذلَّةِ
Aşk sultânı vücud ülkemi harab, akıl ve fikrimi perişan ve fânî kılmışsa da, benim halim şimdi o sevgilinin aşkı sebebiyle şaşmış akılla, gücü kuvveti yok olmuş ve zelillikle izzet bulmuştur.
130.    أَسَرَّتْ تمَنِّي حُبِّها النَفسُ حَيثُ لا
          رقيب حِجاً سِرّاً لسِرِّي وخَصَّتِ
Nefsim, ruhuma o sevgilinin aşk temennisini başklarından gizleyerek e aşikar etti; o sırada akıl rakîbi [ayak bağı] orada yoktu ve nefsim o isteği ruhuma ve kalbime tahsis etti.
131.    فأشفَقْتُ مِن سَيرِ الحديثِ بِسائِري
          فتُعرِبُ عن سِرِّي عِبارةُ عَبرَتي
Nefsim aşk arzûsunu kalbime açınca, o sözün başka organlarıma sirâyet etmesinden ve yabancılar katında gizli olan sırrımın, gözyaşlarımın akmasıyla ortaya çıkmasından korktum.
132.    يُغالِطُ بَعضي عنهُ بَعضي صيانةً
          ومَينيَ في إخفائِه صِدْقُ لَهجَتي
Sevgilinin sırrını korumak için benim kuvvetlerimden bâzısı, diğer bâzılarını yanıltır. Oysa o sırrı gizlemekte benim yalanım, lisânımın doğruluğudur.
133.    ولمَّا أبَتْ إظهارَهُ لجوانِحي
          بَديهةُ فِكري صُنتُهُ عن رَوِّيَّتي
Kendiliğinden içime doğan düşüncem, aşk sırrını bâtınî kuvvelerime göstermekten sakınınca, ben de o sırrı fikrimden ve aklımdan sakladım.
134.    وبالَغْتُ في كِتمانِه فنسِيتُهُ
          وأُنسيتُ كَتمي ما إليهِ أسرَّتِ
Sevgilinin aşk sırrıı gizlemede o kadar ileri gittim ki, sonunda o sırrı da unuttum; nefsimin kalbime açtığı sevgiliyi sevme arzusunu gizlemem gerektiği de bana unutturuldu.
135.    فإن أجنِ مِن غرْسِ المُنى ثمَرَ العنا
          فَلِلَّهِ نَفسٌ في مُناها تمَنَّتِ
Eğer ben arzularımın ağacından belâ ve sıkıntı meyvesi toplarsam korkum yoktur. Zîrâ Allah hakkı için, o ne hayrete layık nefstir ki arzû ve maksadı uğrunda belâ ve sıkıntıya sabretti.
136.    وأَحلى أَماني الحُبِّ للنَّفسِ ما قَضَت
          عَناها بهِ مَنْ أذكَرَتْها وأنسَتِ
Aşktan, nefsime hâsıl olan arzûların en tatlısı, nefsimi ayırıp hasretine ulaştıran şeyi vuslattan sonra da nefsime, kendisini ve arzûsunu da tamâmen unuttursun. [Ayrıca ona arzûsunu unutturmuş, hattâ kendisini ve benliğini vücud karışıkığından ve arzû bağından kurtarsın.]
137.    أَقامتْ لها مِنِّي عليَّ مُراقِباً
          خَواطِرَ قَلبي بالهوى إن ألَمَّتِ
Sevgilim nefsimi kalbimin havâtırının gelmesi konusunda murâkabe ve muhâfaza altında tutarak, nefsânî kuvvelerimden sevgisini korumak için hevâsına yerleştirdi.
[Eğer benim kalbim onun sevgisiyle bana gelseydi, sevgili, aşkı için benden benim üzerime bir muhâfız dikerdi de başkasına ilgi gösterip göstermeyeceğimi gözetirdi.]
138.    فَإنْ طَرَقتْ سرّاً مِنَ الوَهمِ خاطِري
          بِلا حاظِرٍ أطرَقْتُ إجلالَ هَيبَةِ
Eğer, bir mâni olmaksızın, vehim ve akıldan gizli olarak bir gece sevgilinin hâtırası kalbime gelse, ben onun pek yüce ululuk ve heybetinden dolayı başımı önüme eğerim ve gözlerimi yeryüzünden yukarı kaldıramam.
139.    ويُطرَفُ طرْفي إِن هَمَمْتُ بِنَظرَةٍ
          وإن بُسِطَتْ كفِّي إلى البَسطِ كُفَّتِ
[Bu beyit bir soruya cevaptır: Niçin sevgilinin cemâlini müşâhededen bakışını çevirirsin?]
Eğer ben sevgilimin cemâline nazar etmeğe niyet etsem, benim gözüm heybetten çevrilir, eğer ben onunla konuşmaya  çalışsam büyüklüğünden dolayı benim bu teşebbüsüm men edilir.
140.    فَفي كُلِّ عُضْوٍ فيَّ إقدامُ رغبَةٍ
          ومِنْ هَيبةِ الإِعظامِ إحجامُ رَهبَةِ
Benim her bir organımda sevgilim tarafına yöneliş vardır. Zîrâ bütün organlarım onun aşkıyla boyanmıştır. Onun azametinin heybetinden, korkumun men'i vardır ki onun yakınlık ve vuslatına o korkunun engeli oluyor.
141.    لِفِيّ وسَمعي فِيَّ آثارُ زَحْمةٍ
          عليها بَدَتْ عِندي كإيثارِ رَحمَةِ
Vücûdumdaki kulağım ve ağzım için o sevgilinin zikri veya onun zahmeti konusunda darlık ve sıkıntı belirtileri var. Öyle ki her biri hissesini almak için lütuf ve rahmeti seçerler, yine rahmete koştukları gibi zahmetine veya zikrine de koşarlar.
[Benim kulağım ve ağzım için sevgilinin zahmeti üzere sıkıntı ve darlık belirtileri vardır; o zahmet benim yanımda zâhir iken onlar rahmete yönelirler. ]
142.    لِسانِيَ إن أبدى إِذا ما تَلا اسمَها
          لهُ وصفُهُ سمْعي ومَا صَمَّ يَصمُتِ
Dilim, sevgilimin ismini söylediği sırada; kulağım, onu dinlerken sağır olmadan ve sözlerini dinleme iştiyâkı varken, dinlemek ve kavramak olan vasfını kendisine izhar etse, dilim merhameten sükût eder. [Ta ki dertli kulak sevgilinin sözünden lezzet bulsun ve coşsun diye.]
143.    وأُذْنيَ إن أهدَى لِسانِيَ ذِكرهَا
          لِقلبي ولم يستَعبِدِ الصَّمتَ صُمَّتِ
Eğer benim dilim zevkten dolayı sevgilimin zikrini kalbime hediye etse dilim sükûta mâlik olmadan kulağım sağır olur ve o dilime olan büyük merhamet ve şefkatinden dolayı kendi payını ona ikram eder.
144.    أَغارُ عَلَيها أن أهيمَ بحُبِّها
          وأعرِفُ مِقداري فأُنكِرُ غَيرَتي
Ben öyle bir sevgiliyi kıskanırım ki, onun aşkıyla şaşkın hale gelirim, sonra da Ben kimim ki, onun âşık ve hayrânı olayım ve onu kıskanayım! Bu sebeple kendi kıskançlığımı inkâr ederim.
145.    فتُختَلسُ الرُّوحُ ارتياحاً لها وما
          أُبَرِّئُ نفسي من تَوَهُّمِ مُنْيَةِ
Benim rûhum neş'eye vesîle olduğundan dolayı sür'atle sevgilime sürüklenir, ben nefsimi arzû ve murad kuruntusundan temizleyemedim. Zîrâ görmek arzûsu nefse âit işlerdendir.
146.    يَراها على بُعدٍ عَنِ العَينِ مسمَعي
          بطَيْفِ مَلامٍ زائرٍ حينَ يَقظَتي
Benim kulağım beni ziyâret eden kötüleyicinin hayâli vâsıtasıyla, gözden uzak olmasına rağmen uyanıkken dahi sevgiliyi görür.
[Yâni ne zaman ki benim kulağım, o hazretin zikrini, beni ziyâret eden kötüleyiciden dinlese, sanki o hazretin hayâli gözümde canlanır ve o kötüleyici, kendisini zikr eyledikçe, tıpkı gözümün görmekten lezzet alması gibi, kulağım ondan son derece zevk alır.]
147.    فيغْبِطُ طَرْفي مسمَعي عِندَ ذِكرها
          وَتَحْسِدُ ما أَفنتْهُ مِنِّي بَقِيَّتي
[Sevgilimin zikri sırasında gözüm kulağımı kıskanır ve der ki: ]
Keşke ben kulak olaydım ve sevgilinin can bahşedici sözünü dinleyeydim.
[Kulak da müşâhede sırasında gözü, kıskanır ve şöyle der:]
Ah keşke onun yok ettiği ben olaydım.
148.    أمَمْتُ أَمامي في الحَقيقَةِ فَالوَرى
          وَرائي وكانَت حَيثُ وجَّهتُ وِجهَتي
Sevgilide fânî ve aradan ikilik kalkınca, hakikat âleminde ben önde imam oldum, âlem halkı benim arkamda durdu. Sevgilim ise her nereye yüzümü döndürdümse orada oldu.
149.    يَراها إِمامي في صلاتيَ ناظِري
          وَيشهدُني قلبي أمامَ أئِمَّتي
Gözüm sevgilimi, namazımda kendisine uyduğum imamım olarak görür. (Hemzenin fethasıyla olursa: Benim gözüm sevgiliyi, namazımda önümde görür) Benim kalbim de beni, önde imam olanların imamı ve kendisini görür.
150.    ولاَ غرْوُ إِنْ صَلَّى الإِمامُ إليَّ إِنْ
          ثَوَتْ في فؤادي وهْيَ قِبلةُ قِبلتي
İmam ve bütün halk, hakîkatte benim canıma yönelip namaz kılarlarsa bunda şaşılacak bir şey yoktur. Şu bakımdan ki, sevgili benim kalbimde ikâmet edip yerleşti. Halbuki sevgilim, şerîate göre yöneldiğim Kabe'nin kıblesidir.
[Durum böyle olunca, elbette her imam Kabe'ye yöneliktir, Kâbe Cenâb-ı Hakk'a yöneliktir; Cenâb-ı Hak ise "Ben yere göğe sığmam, fakat mü'min, müttaki, temiz, verâ sahibi kulumun kalbine sığarım"  kudsî hadîsi hükmünce benim kalbimde bulunmaktadır. O halde gerçekte herkesin teveccühü ve namazı benim canıma olur. Onun içindir ki Hasan Harakâni buyurur: "Beni tanırsanız bana secde edersiniz"]
151.    وكُلُّ الجِهاتِ السِّتِّ نَحوي تَوَجَّهتْ
          بما تَمَّ من نُسْكٍ وَحجٍّ وعُمرَةِ
Kâbe altı cihetiyle, fer'in asla teveccühü gibi benden tarafa yönelmiştir; kendisinde olan şeylerin hepsi ile nüsük; [tavaf, vakfe, ihram, sa'y, taş atma] hacc ve umre olarak ne varsa cümlesi benden tarafa yönelmiştir.
[Zîrâ bunların hepsinin yönelişi Hakk'adır ve Hakk benim kalbimin arşını kaplamış olup, ikilik ortadan kalkmış, vücûdum arşullah ve kalbim beytullah olmuştur. O halde bütün bu eşyânın ibâdetleri ve yönelişi benim tarafımadır.]
152.    لها صَلَواتي بالمَقامِ أُقِيمُها
          وأشهَدُ فيها أنَّها ليَ صَلَّتِ
Makâm-ı İbrahim'de veya cem' makamında kıldığım namaz segili içindir; ben o namazda, segilimin de bana salât ettiğini müşahede ederim.
153.    كِلانا مُصَلٍّ واحِدٌ ساجِدٌ إلى
          حقيقتِهِ بالجمعِ في كُلِّ سجدَةِ
Cem' makamında olan hakikate her secdede, biz ikimiz yâni sevgilim ve ben tek namaz kılıcı ve secde ediciyiz.
154.    وما كان لي صَلَّى سِوايَ وَلَم تَكُن
          صَلاتي لغَيري في أدا كُلِّ رَكعَةِ
Musallî ve musallâ (namaz kılan ve kılınan), cem' hükmüyle "bir" oldu ve benim için salât edip namaz kılan benden başkası olmadı ve her rekâtın edâsında salâtım da benden başkasına olmadı.
155.    إِلى كَم أُواخي السِّتْرَ ها قد هَتَكتُهُ
          وحَلُّ أُواخي الحُجبِ في عَقدِ بَيْعَتي
Daha ne zamânâ kadar örtüye ve hicâba sarılacak ve beşeriyyet perdesiyle hakikatin yüzünü örteceğim? Haberin olsun ben onu yırttım! Zaten örtü bağlarının çözülüp açılması benim ezeldeki bîat ahdimde vardır.
156.    مُنِحْتُ وَلاها يومَ لا يوْمَ قبل أَن
          بدَتْ عند أخْذِ العهدِ في أَوَّلِيَّتي
Sevgilinin aşkı bana öyle bir günde verildi ki,  o zaman bizim bildiğimiz, geçmiş, gelecek ve hal ile vasıflanan günler yoktu. Hattâ zemin, zaman, kevn ve mekân da henüz ortaya çıkmamıştı; ahd ve mîsâk sırasında sevgilinin vücûdunda zâhir olmasından  da önceydi.
[Nitekim Hz. Mevlâna da mârifetli bir gazelinde bu mânâya işâret eder:
"Dünyâda bağ, şarap ve üzüm yokken, Lâ-yezâl olan Allah'ın şarâbı ile canımız sarhoş idi. O, ben, ben de O idim. Ben sâkî idim, O büyük kadehi sabaha kadar içti durdu."]
157.    فَنِلْتُ وَلاها لا بِسَمْعٍ وناظِرٍ
          ولا بِاكتِسابٍ واجتِلاب جِبِلَّةِ
Sevgilimin aşkı bana ahd ve mîsâk âleminden önce verilince, ben onun sevgisine ve arzusuna nâil ve vâsıl oldum. Bu işiterek ve görerek olmadığı gibi fıtrat ve yaratılışımın çekişiyle de olmuş değildir.
[yâni Bendeki başka bir vasfın onun muhabbetini kazanmasıyla veya kulağım onun sözünü işitip, gözüm onun cemâlini görmek sûretiyle sevmedim. ]
158.    وهِمتُ بها في عالَمِ الأمْرِ حيثُ لا
          ظُهورٌ وكانت نَشوَتي قبلَ نَشأَتي
Ben sevgilimin aşkıyla âlem-i emrde sarhoş ve kendimden geçer oldum. Şu şekilde ki, benim zat ve sıfatlarım zuhûr etmemişti; onun aşk şarâbından benim sarhoş olmam, bu mizâcî sûretlerimin şehâdet âleminde zuhûr etmesinden önce idi.
159.    فَأَفني الهَوى ما لم يكُنْ ثَمَّ باقِياً
هُنا من صِفاتٍ بينَنَا فاضمحلَّتِ
Orada hevamı kaybolup o aşkla kendimden geçmiştim. Sonra beşeriyet mertebesinde ise, benimle sevgilim arasında perde teşkil eden beşerî sıfatlarımı da sevgilinin arzû ve muhabbeti yok etti.
160.    فألفيْتُ ما ألقَيتُ عنِّيَ صادراً
          إليَّ ومنِّي وارِداً بمَزيدَتي
Benim beşeriyet sıfatlarım fenâ mertebesinde benden yok olduysa da, kendimden uzaklaştırdığım o sıfatları, [bakâbillâh] mertebesinde yine kendime dönücü ve bana âit buldum; ziyâdesiyle olarak zâtımdan yine bana gelici buldum.
161.    وشاهدتُ نفسي بالصِّفاتِ الَّتي بها
          تحجَّبْتِ عنِّي في شُهودي وحِجْبتي
Ben nefsimin hakikatini ve zâtımın bâtınını örtülmüş hâlini, kendileri sebebiyle kendimden perdelendiğim sıfatlarla müşâhede ettim.
162.    وإنّي الَّتي أحبَبْتُها لا مَحالَةً
          وكانت لها نفْسي عليَّ محيلَتي
Kendimin, sevgilime şeksiz şüphesiz aşık oduğumu gördüm. Halbuki nefsimin sevgiliyi bilmesi, onun ayn-ı zatı üzeredir. Yâni Sevgilim benim zâtım üzre havâle ediyordu.  [Sevgilim bana şöyle dedi: Eğer beni bilmek ve beni görmek istersen; (Zâriyât, 51/21). "...kendi nefislerinizde de öyle. Görmüyor musunuz?"]
163.    فَهَامَتْ بها من حيْثُ لم تدرِ وهي في
          شُهودي بنفس الأمْرِ غير جَهو لةِ     
Ben zâtını bilmenin ma'rifetini nefsim üzerine havâle edince, o sevgiliyi bilmediğinden, onu kendi zâtı ve aynı olarak göremediğinden dolayı şaşkınlığa düştü. [Görüş sırasında, ikilik kalkıp aralarında ayrılık yok olunca]  şimdi nefsim işin aslını bilmektedir, câhil değildir. [Sevgilim, benden ayrı ve benim zâtımdan başka değildir.]
164.    وقد آنَ لي تفصِيلُ ما قُلتُ مُجملاً
          وإجمالُ ما فصَّلْتُ بسطاً لبَسطتي
Evvelce özet olarak zikrettiğim sırları tafsil etmek ve tafsil eylediğim şeyleri de icmal etmemin artık vakti geldi.
165.    أفادَ اتِّخاذي حُبَّها لاتّحادنا
          نوادِرُ عن عادِ المُحبِّينَ شَذَّتِ
İttihad [birleşmek] ten ötürü sevgilinin sevgisini almam/ kabul etmem  âşıkların âdetleri dışında nice nâdir işleri ifâde etti. Bu yüce tâife arasında "ittihâd"dan murad, iki zâtın bir zat olması demek değildir.
[Fahr-ı Râzî rahimehullah der ki: Eğer bir şeyin birleşmesi farz edilse, birleşme hâsıl olunca ya ikisi birlikte fânî olur veya biri fânî biri bâki olur. Eğer ikisi birlikte bâki olurlarsa, aralarında ikilik olur, ittihad olmaz. Eğer her ikisi de fânî olsalar, Hak dâimâ bâki oduğu için yine ittihad olmaz. Eğer biri bâki biri fânî olsa, yine ittihad olmaz, zîrâ var olan, yok olanın kendisi olmaz. O halde ittihad bâtıldır.]
166.    يَشي لي بيَ الواشي إليها ولائِمي
          عليها بها يُبْدي لديها نَصيحتي
Gammazlayıcı benim için koğuculuk yapar ve bana yardım eder. Sevgilime olan gammazlığı ve onun aşkı üzere beni kötüleyen ona yardım eder ve onun yanında bana nasîhatte bulunur.
167.    فأُوسِعُها شكراً وما أسلفَتْ قِلىً
          وتَمنحُني بِرّاً لصِدقِ المحبَّةِ
Hal böyle olunca, ben sevgiliye çokça şükürde bulunurum. [Ben, cem' mertebesine ulaşarak, tefrika makamından kurtulunca,] bu halden önce beni sevgiliye ulaşmaktan alıkoyan kötüleyici ve gammazlığınız, belki de aşk ve muhabbet takdir etmiş ve muhabbetteki sıdkımdan dolayı bana dâimâ hayır ve ikramda bulunmuştur.
168.    تَقرَّبْتُ بالنَّفْسِ احتِساباً لها ولمْ
          أكنْ راجياً عنها ثواباً فأدنَتِ
Sevgiliye yakınlık olsun diye nefsimi kurban ederek, nefsin arzûsuna karşı koyup [onun zevk aldığı ve ülfet ettiği şeyleri izâle etmek sûretiyle] sevab olarak kendi dışında bir şey ümit etmedim. [sâdece onu istedim.]
169.    وقدَّمْتُ مالي في مآليَ عاجلاً
          وما إن عساها أن تكونَ مُنِيلتي
Talep maksadıyla çabucak son bulucu olduğu için dünyâya ve içindekilere bakmadım. Lâkin âhiretin devam ve bakâsına rağbet ettim; sâlih ameller ve rızâya vesile olacak işlere sarıldım.
170.    وَخَلَّفْتُ خَلفي رؤيتي ذاكَ مخلِصاً
          ولستُ براضٍ أن تكونَ مَطيَّتي
Samîmî ve hâlisâne bir şekilde bunları görmeyi de arkamda bıraktım, terk ettim, bunlarla ilgimi kestim. Bununla birlikte, cânânın rızâsı uğrunda kurban ettiğim nefsimin bana âhirette binek olmasına râzı değilim
171.    ويمَّمنا بالفَقْرِ لكِنْ بوَصْفِهِ
          غَنِيتُ فألقَيْتُ افتِقاري وثروتي
Tam bir "fakr" ile, [yâni zahiren ve bâtınen; ameller, fiiller, makamlar ve hallerden kendimde bir şey görmemek sûretiyle,] sevgilime ulaşmaya niyet ettim; fakat o fakrın vasfıyla yâni tam fakr hâsıl olunca Hakk'ın sıfatlarıyla zengin oldum.
[fakr sıfatıyla zengin olunca, gördüm ki fakr ile sıfatlanmış olmak da bir bakıma vücud /varlık isteyici olmaktır.]
172.    فأثنَيتَ لي إلقاء فَقريَ والغِنى
          فضيلةَ قَصدي فاطرّحْتُ فضيلتي
Hakikatiyle tahakkuk eden fakr ve zenginlik kendimde oldu. sanki bir yönden benim niyet ve yönelişime fazilet katınca bu fazileti dahi attım.
173.    فلاحَ فَلاحي في اطّراحي فأصبحَتْ
          ثَوابي لا شيْئاً سِواها مُثِيبتي
[Fakr ve gınayı atmaktan hâsıl olan fazileti de atınca,] hemen arkasından felâh nûru ve kurtuluş aydınlığı parladı ve Hz. Müsîbim  [İsâbetli, yanılmayan, doğru sevgili * Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin isimlerinden birisi] bana sevab oldu ve o hazretten başka, bana bir sevab kalmadı.
[(Fakr tamamlanınca o Allah'tır) sırrı doğru "Lâ mevcûde illallah" nûru parıldadı.]
174.    وظِلْتُ بها لا بي إليها أدُلّ مَن
          بِه ضَلّ عن سُبْل الهُدى وهيَ دَلّتِ
Ben kendi kudret ve kuvvetimle değil, sevgilinin yardımı ve hidâyeti sebebiyle, hidâyet yolundan ayrılmış olan kimseyi sevgiliden tarafa gitmek üzre delil ve yol gösterici olmuştum. Oysa, hidâyet ve yol gösteren ben değilim, sevgilimdir.
["Onun sem'ı ve basarı olurum" sözü gereği bir âlet gibiyim. O halde benim irşad ve hidâyetim aynı onun hidâyetidir.]
175.    فخَلّ لها خلّي مُرادَكَ مُعْطِياً
          قيادَكَ مِن نَفسٍ بها مُطمئِنّةِ
İrâde yularını, istek ve inkıyad [boyun eğme] gemini sevgiliye ve onun mazharı [şerefi] olan saâdet sâhibine vermezse, [nefsânî hazlardan tamâmen soyunup] sükûn bulmuş olan nefsime âit irâde yularını ona ve ona delil olan büyüklere vererek isteklerini terk et.
176.    وأمْسِ خليّاً من حُظوظك واسمُ عن
          حضيضِكَ واثُبتْ بعد ذلك تنُبتِ
Nefsânîyet çukurundan sevgiliye ulaşma zirvesine çık. Bu hususta kararlı ve zorluklarına karşı sabırlı ol. Tâ ki büyüyüp ve vücud ağacından tevhid meyvesi bitsin.
177.    وسَدّدْ وقارِبْ واعتصِم واستقم لها
          مُجيباً إليها عن إنَابَةِ مُخْبِتِ
İşlerinde ve hallerinde doğruyu ve doğruluğu benimse, huzur ve murakabeyle sevgiline yakın ol. Bu doğruluk, yakınlık, i'tisam ve istikâmetin, sevgilinin dâvetine icabet ederek olmalıdır ve [bu icabet alçalmış olan kimsenin dönüşünde daha ileri bulunmalıdır.]
178.    وعُد من قريب واستجب واجتنب غداً
          أُشَمّرُ عن ساقِ اجتِهادٍ بنهضَةِ
Sevgilin dâvetine icâbet et ve gecikmekten sakın ki yarın ben engel ve ilgilerden sâlim olan âni doğruluş ve kuvvetimle gayret ve çalışma bacağının paçalarını sıvarım. Ve tevbe ve inâyetimle Cenab-ı Hakk'a yönelirim.
179.    وكن صارماً كالوقت فالمقتُ في عسى
          وإيّاك عَلاّ فهْيَ أخطَرُ علّة
Her vakitte nefsin üzere emirleri yerine getirmede kestirip atan kılıç gibi ol. Zîrâ عسى (keşke ne olurdu..) demede büyük buğuz/illet vardır. [hele şimdi yiyip içelim, tevbe kapısı açıktır demekte şiddetli günah vardır.]
180.    وقُمْ في رِضاها واسْعَ غير مُحاوِلٍ
          نشاطاً ولا تُخلِدْ لعَجْزٍ مُفَوِّتِ
Sevgilinin rızâsını istemede sevinç istemeksizin vuslat yolunda çalış ve gayret göster. Zîrâ nefsânî sevinç ve ferahlık istemek, birçok zevkten alıkor.
181.    وسِرْ زمناً وانهض كسيراً فحَظّك ال
          بَطالَةُ ما أخَّرْتَ عزْماً لِصِحّةِ
Nefis tabiat arzusuyla kayıtlı olduğuna göre, mizâcı bozuk hasta gibidir ve mânevi sıhhat ve ruh selâmetinden uzaktır. Eğer hastalıkların galebesi sırasında tamâmen gaflete dalıp tedbir ve ilâca başvurmazsa, hastalık baskın çıkarak mizâcını yok eder ve onu öldürür.
182.    وَأقِدمْ وقَدّمْ ما قعَدْتَ لهُ معَ ال
          خوالِف وَاخرُجْ عن قيود التّلفّتِ
Fânî ilgileri kesmekte acele et Kendileri için sevgili yolundan geri bırakan [malı, mevkii, haşmeti ve lezzeti ver,] elinden çıkar ve engel olucu, alâka çekici şeylere yönelmek kaydından kurtul.
183.    وجُذّ بسيْف العَزْم سوفَ فإن تجُد
          تجِد نفَساً فالنفسُ إن جُدتَ جَدّتِ
Ne zaman ki nefsin atlatma ve bahâne arayışı sana mâni olursa kararlılık kılıcıyla onu kes ve sür'atle ve mahcûbiyetle sevgiliye yönel. Nefis ilgilerinin kayıtlarından, fânî engellerin zorluğundan kurtulursun ve fânî ve cismânî meşguliyetler sebebiyle kaybetmiş olduğun bir büyük kimse olursun.
184.    وأقبِلْ إليها وانحُها مُفلِساً فقدْ
          وصيَتَ لِنُصْحي إن قبِلتَ نصيحتي
Sevgili tarafına yönel. Nasihatimin kabûlü için vasiyetimde birçok faydayı bir araya getirdim. Eğer sen nasihatimi kabul edersen saâdete erişirsin, aksi halde varlıkla bu sırlardan mahrum kaldın demektir.
185.    فلم يَدْنُ منها موسِرٌ باجتِهادِهِ
          وعنها بِهِ لم ينأ مؤثِرُ عُسْرَةِ
[Zirâ iyi işler de işlese çalışması sebebiyle, ] zenginlik ve çalışma vuslat yakınlığına sebep teşkil etmez. Fakrı tercih eden müflis, çalışması ve fakrı sebebiyle sevgiliden uzak olmadı.
186.    بِذَاك جَرَى شَرْطُ الهوى بينَ أهلِهِ
          وطائفةٌ بالعَهْدِ أوفَتْ فوَفّت
Bu yüce zümreden bir grup sözlerinde durarak aşkın şartını tam olarak edâ edip emellerini tamâmen terk edip isteklerinden sevgilide de vaz geçti. ["O zümre sözlerini yerine getirdiler, sözlerinin hukûkunu ve muhabbetlerinin şartını en iyi şekilde eda ettiler"]
187.    متى عَصَفَتْ ريحُ الوَلا قصفَتَ أخا
          غَناء ولو بالفَقْرِ هَبّتْ لَرَبّت
Aşk rüzgârı şiddet ve kahr ile estiği vakit, başkasıyla zengin olanları kahredip muhtaç ve fakîr hâle getirir. Aşk rüzgârı fakra doğru esince, besleyip büyütür ve ikbâlin doruğuna ulaştırır.
[Meselâ zenginin elinde yanmakta olan bir mum bulunsa, aşığın elinde de yarı yanmış bir odun parçası olsa, aşk yeli "zenginlik" rüzgârının şiddetiyle esince zenginin mumunu darmadağın eder, aşığın odun parçasını ışıklı hâle getirir.]
188.    وأغنى يَمينٍ باليَسارِ جزاؤها
          مُدى القطع ما للوصل في الحب مُدَّت
Sevgiliye bütün vesilelerden boşalmış ve kopmuş olarak teveccüh et. Zîrâ mal-mülkçe çok zengin olan bir elle, sevgilinin vuslatına uzanma durumunda olan elin cezâsı keskin bıçaktır.
189.    وأخلِصْ لهاواخلُص بهاعن رُعونة اف
          تِقارِكَ مِنْ أعْمالِ بِر تزكّت
Amellerini ve hallerini nefsânî şâibelerden şeytânî kuruntu ve vesveselerden, riyâ ve gösterişten ve yanlarında iyi anılman söz konusu olan başkalarını dikkate almaktan sevgili için serap ümid etmekten hâlis eyle, ihlâslı olmayı görmekten bile sâfî ve hâlis ol.
[Ebû Ya'kub şöyle der: "İhlâslarındaki ihlâsı fark etttikleri vakit onların ihlâsları yeni bir ihlâsa muhtaç olur, zîrâ ihlâs, ihlâsı görme hastalığına mâruz kalmış demektir"]
190.    وعادِ دواعي القيلِ والقالِ وانجُ من
          عَوادي دعاوٍ صِدْقُها قصْدُ سُمْعة
Sevgiliye, vuslat gerçekleşmeden söz ve ibârelerle tâlim ve irşaddan sakın, kıyl ü kâl sebep ve vesilelerine düşman ol, dâvâların zulüm ve şerrinden, övünme sözünün fayda ve zararından kurtul. [Nefsin haz duyarak insanlara işittirdiğin her amel riyadır.]
191.    فألسُنُ مَنْ يُدْعى بألسَنِ عارِفٍ
          وقد عُبِرَتْ كل العِباراتِ كَلّت
Âriflerin fesâhat ve belâğatçilerin en güzel konuşanların lisanları;[o hakikat konusunda bütün ibâreleri, işâretleri ve istiâreleri ile]  söz sarf etseler, dilleri tutulur, akılları hastalanırdı.
192.    وما عنه لم تُفْصحْ فإنّك أهلُهُ
          وأنْتَ غريبٌ عنه إن قلتَ فاصْمت
Sâhibi olduğun sırları izhar etmekten sakın, söylediğin takdirde o sırra yabancı ve bîgâne olursun. Söylemek süreriyle ona ehil olmaktan çıkarsan sükût et.
[Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem buyururlar ki: "Hikmeti ehil olmayana vermeyiniz, ona zulmetmiş olursunuz. Onu ehlinden sakınmayınız, ehline zulmetmiş olursunuz".]
193.    وفي الصمتِ سمتٌ عنده جاهُ مسكةٍ
          غدا عبْدَه من ظنَّه خيرَ مُسْكتِ
Ey aşık, sükût hâlinde nefsin âfetlerinden hâli olacağını zannetme. Zîrâ sükûtta alçak bir niyet ve kötü bir yön vardır ki o niyette makam artığı bulunur. Zîrâ nefs sükûtla sebat ve vakar murad edip kibirlenir.
194.    فكن بصِراً وانظُرْ وَسمعاً وعِهْ وكن
          لساناً وقُل فالجَمْعُ أهدى طريقَةِ
[Sükûtta yâni samt sıfatında dedikodu, bunların her birinde bir yönden âfet ve zarar olduğu anlaşılmaktadır.] O halde sen "cem'iyyet" mertebesine sâhip olup mahallinde baştan ayağa göz ol ve bütün mevcûdâta bak; zâhiren ve bâtınen kulak ol, mahallinde rûhânî ve cismânî varlıkları dinle, lisan ol söyle.
195.    ولا تتّبعْ منْ سَوّلَتْ نفسُهُ لَهُ
          فصارَتْ له أمّارَةً واستمرّتِ
Nefsin bâtıl isteklerini güzel gösterdiği kimseye uymaktan sakın. Zîrâ nefsi ona kötülüğü emreder ve emmârelikte güçlü, devamlı ve sağlamdır.
196.    وَدَعْ ما عداها واعدُ نفسَك فهي من
          عِداها وعُذُ منها بأحصَنِ جُنّةِ
Sevgilinin sırlarına tâlip olan ondan başka maddî mânevî ne varsa terket. Nefsin şerrinden ve gürültüsünden en muhkem ve sağlam sipere sarıl.
197.    فنَفْسيَ كانَتْ قبلُ لَوّامَةً متى
          أطعْها عصَت أو أعصِ عنها مُطيعتي
Sevgiliye vuslattan önce nrfsim "levvâme" idi. Ne zaman ben sevgiliye itâat etsem, nefsim bana isyan ederdi. Yine ne zaman ki ona isyan olunsa, nefsim bana itâat edici olurdu.
198.    فأوْرَدْتُهَا ما المَوْتُ أيْسَرُ بَعْضِهِ
          وأتْعَبْتُها كيَما تكونَ مُريحتي
Mâdem ki nefse itâat ettikçe isyan edici ve ona isyan ettikçe itâatli olunuyor, ben nefsimi zor riyazetlere, mücâhedelere, zahmetlere yönelttim ki bunların bâzısından ölüm daha kolaydır.
199.    فعادتْ ومهما حُمِّلَتْهُ تحَمّلَتْ
          هُ مِنّي وإنْ خفّفّتُ عنها تأذَّتِ
 [zorluklara yönelttikten sonra] Nefsim levvâmelik mertebesinden tâat ve ibâdet tarafına döndü. Emmâre ve levvâmelikten öylesine döndü ki, bana ne yüklendiyse, nefsim ona tahammül gösterir, hattâ onu iyi karşılardı.
200.    وكَلّفْتُها لا بل كَفَلْتُ قيامَها
          بتكليفِها حتى كَلِفْتُ بِكُلَفتي
Nefsin mükellef tutulmasına kefil oldum. Hattâ nefsim külfet ve meşekkate düşkün hâle geldi. Sevgilinin külfetinden dolayı bir an onsuz olamam.] Zîrâ nefs neye alıştırılırsa  onu ister.]
201.    وأذْهَبْتُ في تهذيبِها كُلّ لَذّةٍ
          بإبْعادِها عن عادِها فاطمأنّتِ
Ben nefsimi âdetlerinden uzaklaştırarak dünyevî ve uhrevî haz lekelerinden, ahlâkî ve fıtrî ayıplardan temizlemek sûretiyle bütün maddî ve mânevî lezzetleri ondan giderdim. Böylece levvâmelikten dönüp mutmainne oldu.
202.    ولم يَبْقَ هوْلٌ دونَها ما ركِبْتُهُ
          وأشهَدُ نفسي فيِه غيرَ زَكيّةِ
Nefsin katında korkunç sayılan şeyleri ben irtikâb ettim. O korkulu şeylerin işlenmesinde nefsimin riyâ pisliğinden ve gizli şirkten temiz halde olmadığına da şehâdet ederim.
203.    وكلّ مقام عن سُلوكٍ قطَعتُهُ
          عُبودِيّةً حَقّقْتُها بعُبودةِ
Sülük [aşk yolu] makamlarından, kul olarak katettiğim her makamı, kulluğumla tahkik ve tesbit eyledim.
[Lügatler Lügat bakımından "ubudiyet" ile "ubudet"in farkı yoktur. Ubûdiyet aşıkın sevgiliye vâsıl olmadan önceki kulluğudur, vâsıl olunca ubûdiyet, "ubûdet"e dönüşür; sâlikin her ibâdet ve tâatı korku ve ümitsiz, külfetsiz, zahmetsiz, zevkle ve sevgiliye kavuşma şevki ile olur.]
204.    وصرتُ بِها صَبّا فلمّا تركْتُ ما
          أريدُ أرادَتْني لها وأحبّتِ
Sevgiliye âşık biri idim. Kendi irâdemi terk edince sevgilim beni kendi zâtı için diledi ve sevdi. [Böylece ben "mürid" iken şimdi "murad" oldum ve seven (muhib) ike sevilen (mahbûb) oldum.]
205.    فَصِرْتُ حبيبا بل مُحِبّا لِنَفْسِهِ
          وليسَ كقَولٍ مَرّ نفسي حبيبتي
Ben irâdemi terk edip de sevgilim beni kendisi için isteyerek bana muhabbet ettiği vakit ben "sevilen" oldum; Belki de kendi zâtıma seven oldum ve zâtım bana sevgili oldu.
206.    خَرَجْتُ بها عني إليها فلم أعُدْ
          إليَّ ومثلي لا يَقولُ بِرَجعَةِ
Ben vücud evimden sevgilinin muhabbeti sebebiyle çıkıp ona ulaştım. Artık kendi beşerî vücûduma dönmedim. Benim gibi vahdet mertebesine vâsıl olan tevhid ehli, ayrıldığı vücûduna tekrar dönemez.
207.    وأفْرَدْتُ نفسي عن خُروجي تكرماً
          فلم أرْضهَا منْ بعد ذاكَ لصُحبَتي
Ben şeref ve büyüklük izhârı için, nefsimden çıkışımı görmekten kendimi tecrid ettim. [ Ben kendimi, çıkışı görmekten kerem ve şeref îtibâriyle tecrid ettim.] Böylece mücerred olup nefs tek kaldıktan sonra, onun bana arkadaş olmasına râzı değilim.
208.    وغَيّبْتُ عن إفرادِ نفسي بحيثُ لا
          يُزَاحِمُني إبْداءُ وَصْفٍ بحَضْرتي
Hakîkî birlik tecellîsi bana görünüp beni benliğimden kaybetti ve ben nefsimi tecrid etmekten kayboldum, öyle ki birliğin hakîkatiyle huzûrum sebebiyle bana asla bir vasfın zuhûru zahmet vermez oldu.
[Bu mertebede zâhir olan her sıfat kahır ve lütuf, her neyse, sevgilinin olur ve bu mertebede müşâhede gözleri için "başkalık" söz konusu olmaz. Beşeriyet ahlâkından bir sıfatın zuhûru ona zahmetli gelmez.]
209.    وها أنا أُبدي في اتّحاديَ مَبدَئي
          وأُنْهي انتِهائي في تواضُعِ رِفعتي
Ey âşık uyan ve mütenebbih ol. Ben o hazretle olan birliğimin başlangıç hâlini gösteririm ve rif'atimdeki tevâzuumun son mertebesini bildiririm.
[Şâirin J sözü vahdet mertebesiyle yükseldikten sonra, kesret âlemine inip tevâzu göstererek müridlerin terbiyesi ve irşâdı ile memur olduğunu bildirmedir. Gerçekten tenezzül ve tevâzu yükseklikteki kemaldendir ki Allah'ın ve Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin halîfesidir.]
210.    جَلَتْ في تَجَليّها الوجودَ لِناظري
          ففي كُلّ مَرْئيٍ أراها برؤيَةِ
Sevgilinin tecellîsinde benim nâzırıma ve temiz gözüme mutlak vücûdunu zâhir eyledi. [Bâsîret gözüm öyle aydınlandı ki "Gördüğüm her şeyde Allah'ı gördüm" ifâdesinin hükmü ile] mevcud görünen her şeyde sevgilimi rü'yetimle görürüm.
211.    وأشهِدْت غَيبي إذ بدتْ فوجدتُني
          هُنَالِكَ إيّاها بجَلوَةِ خَلْوتي
Benim aynım ve bâtınım Sevgilimin tecellî ve zuhuru vaktinde içim ve dışım bana gösterildi. Ben halvetimin celvetinde o makamda zâtımı sevgilinin zâtı buldum. ["Halvet" boş yerin ismidir. Burada murad bâtını ve aynıdır. ]
212.    وطاحَ وُجودي في شهودي وبِنْتُ عن
          وُجودِ شُهودي ماحيا غيرَ مُثبِت
vücûdumun karanlığı şühûdumun nûrunda darmadağın ve yok oldu; varlık resmini mahvederek, müsbit [ispat eden] olmaksızın, iç görüşümden ayrıldım, bundan sonra kendimde vücud görmem.
213.    وعانقْتُ ما شاهدتُ في محْوِ شاهدي
          بمَشهدِهِ للصّحْوِ من بَعد سَكرتي
Sarhoşluktan sonra hâsıl olan ayıklık sırasında, görüş ve huzûru sebebiyle gönlümü ve canımı veya zâhirî vücûdumu mahvettiğim şeyi içime aldım ve ona ulaştım.
214.    ففي الصّحوِ بعد المَحْوِ لم أكُ غيرَها
          وذاتي بذاتي إذ تحَلّتْ تجَلّتِ
Sevgilime vâsıl olduğum için, mahv ve fenâdan sonra olan ayılıkta ben ondan gayrı değilim. Benim görülen zâtım, nisbetler ve izâfetlerle kayıtlı vücûdum, sevgilim berâberlik süsü ve birlik zînetiyle zâtıma tecellî edince, diğerlerini yok  etti.
215.    فوَصْفيَ إذ لم تُدْعَ باثنَين وصفُها
          وهيئتُها إذ واحدٌ نحنُ هيئَتي
Aradan gayriyet ve ikilik kalkıp tam vahdet ve birlik hâsıl olup da benim vasfım ikilik ve başkalıkla çağrılmadığı zaman o hazretin vasfıdır.
216.    فإن دُعيَتْ كنتُ المُجيبَ وإن أكُن
          منادىً أجابَتْ مَن دعاني ولَبّت
İkilik kalkarak gayriyyet yok olunca ve vahdet-i zât-ı hakîkînin güzelliği vücud aynamda görününce, eğer sevgiliye bir murad için duâ edilse, ben duâya icâbet edici olurum.
[Zîrâ sevgilinin halîfesi ve mutlak vücûdun nâibiyim. Benim icâbetim onun icâbeti, benim hidâyet ve korumam onun hidâyet ve korumasıdır.]
217.    وإنْ نَطقَتْ كنْتُ المُناجي كذاك إن
          قَصَصْتُ حديثا إنَّما هي قَصَتّ
Eğer sevgilim konuşsa ve söz söylese o söze sırdaş ben olurum. Aynı şekilde ben bir kıssa anlatıp söz söylesem sevgilim benim kıssam olur.
218.    فقد رُفِعَتْ تاءُ المُخاطَب بَينَنَا
          وفي رَفعِها عن فُرْقة الفَرْقِ رِفْعَتي
Sevgilimle aramızdan hitap te'si kalktı ve yok oldu. Senlik ve benlik zâil oldu. O hitap te'sinin kalkmasında ehl-i tefrika fırkasından ve mahcûbîn zümresinden benim yüksek olma özelliğim vardır, [zîrâ onlar tevhid mertebesine ve cem' makamına ulaşmamışlardır.]
219.    فإن لم يُجَوِّزْ رؤيَةَ اثنَينِ واحدا
          حِجاكَ ولم يُثْبِتْ لبُعدِ تثَبُّتِ
Ey tefrika ve çokluk mertebesinde kayıtlı ve ayağı bağlı olan kimse, eğer senin aklın tevakkuf ve ispat etme şartının uzaklığından dolayı ikiyi bir görmeyi caiz kabul etmezse,
220.    سأجْلو إشاراتٍ عليكَ خَفِيَّةً
          بها كعباراتٍ لدَيكَ جَليَّةِ
Öyle görmen sebebiyle sana gizli olan bir takım işâretleri yakında açar ben sana gösteririm. Öyle açarım ki o gizli işâretler senin katında açık ibâreler ve sarih kelimeler gibi vâzıh ve kesin olur.
221.    وأُعْربُ عنها مُغرِبا حيثُ لاتَ حي
          نَ لَبْسٍ بتَبْيانَيْ سَماعٍ ورؤيِة
İkiyi bir görmeyi aklın mümkün görmediyse, ben sana bu rü'yetle gizli olan işaretleri açık ibareler gibi açıklayım, o gizli işaretleri veya ikiyi bir görmeyi garib gösterici olarak, yâni garib bir misal getirerek açıklayayım.
222.    وأُثْبِتُ بالبُرهانِ قَوليَ ضاربا
          مثالَ مُحِقٍّ والحقيقةُ عُمْدتي
İkiliği kaldırmaya, hakîkî tevhîde ve mânevî ittihâda dâir olan sözümü, kat'î burhanlar ve parlak delillerle isbat ederim, bunu muhakkik [İç yüzüne inceliyerek vakıf olan] kimsenin darb-ı mesel getirmesi gibi yaparım. Aslında sahih ilimlerin menşei olan hakîkat benim dayandığım yer ve asıl maksadımdır.
223.    بِمَتْبوعةٍ يُنبيكَ في الصّرعِ غيرُها
          على فَمِها في مَسّها حيثُ جُنّتِ
[Ey mânevi birlik sırrından gâfil olan kimse, ben ittihad ve tevhid konusundaki] sözümü sar'alı kadın misâliyle isbat ederim. [Böyle bir kadın kayıp şeylerden haber verir, aslında haber veren o kadın değil, sar'a hâlinde ona yapıştığı zaman] onun ağzından konuşan cindir, o sırada kadın mecnundur.
224.    ومِنْ لُغَةٍ تبدو بِغَيرِ لسانها
          عليهِ براهينُ الأدلّةِ صَحّت
Verdiği haber kadının bilmediği başka bir dille de olabilir. Yâni kadının lisânı Rumca ise Arapça olarak; kadın Arap ise Rumca olarak konuştuğu görülebilir.
[Lügatler cinnin kendisine tâbi olduğu ve metbû yaptığı ve üzerinde tasarrufta bulunduğu kadın demektir, bu hal sevdâ maddesinin ona baskın çıkarak mizâcını bozması şeklinde olur, sonuda sar'aya tutulur. Lügatte bir kimsenin galebesi veya bir hâlin istilâsı ile yere  yıkılıp düşmeye derler.
Sar'alının lisânından dökülen sözlere insanların çoğunun itimâdı vardır. Zirâ bâzı kimselerin bir şeyleri kaybolsa veya bir isteği olsa, cincilerden bir üstâda başvururlar; o da ya bir kadını veya bir çocuğu getirip, sonra bâzı efsunlarla cinlere tasarruf edip onu sar'alı hâle getirir. Sonra ona, kaybolan eşyâyı ve arzû edilen şeyleri sorar. O sar'alının dilinden o cin ona cevap verir. Bâzen sar'alı Rum ve Acem olur, ondan konuşan cin Arapça konuşur; bâzen Arap olur, konuşan ise Rumca ve Acemce konuşur. İnsanların çoğu sar'alının bu şekildeki sözüne uyduklarından dolayı sar'alıya "metbûa" denildi.]
225.    وفي العِلم حقا أنّ مُبدي غريبِ ما
          سمِعتَ سواها وهْي في الحُسن أبدت
Sar'a ilminde veya bizim ilmimizde mecâz şaibesi olmaksızın, açık seçik gerçek olarak garib bir mânâ ortaya çıktı; öyle bir garib mânâ ki sen onu sar'alıdan dinlersin, oysa başkasındandır.
[O sar'alı, görünüşte garib mânâyı ve o tuhaf sözü kendisi ortaya koyar gibidir. Lâkin o sözler, o acâip ve tuhaf ifâdeler, her ne kadar görünüş îtibâriyle ondan çıksa da, o sar'alının değildir. Bunu böyle anladınsa, hakkânî vahdet ve rabbânî kuvvet insana tecellî edince, mutlak vücûdun ezici kuvvetinden, insanın sonradan olma sıfatları darmadağın olup kadîm İlâhî sıfatlar onda zâhir olur.]
226.    فلو واحدا امسيْتَ اصبحْتَ واجِدا
          مُنازَلةً ما قُلتُهُ عن حقيقة
[Eğer sen, zâhiren ve bâtınen] bütün varlığından bir ve tek olup izâfetleri ıskat etseydin, münâzele makamında (veya münâzele îtibâriyle) benim dediğim sırları ve hakikatlere âit benim söylediğim sözleri bulurdun.
227.    ولكنْ على الشّرْك الخفيّ عكفْتَ لو
          عرَفتَ بنَفسٍ عن هَدي الحق ضلّت
Hak yolundan sapmış nefis ile gizli şirk üzerine ikâmet eyledin. Sen gizli şirk nedir onu da bilmezsin. Eğer bilseydin dalâletten hidâyete dönüp muvahhid olurdun.
228.    وفي حُبّهِ مَن عَزّ توحيدَ حِبّهِ
          فبالشّرْكِ يَصلى منِهُ نارَ قَطيعةِ
Muhabbetinde sevgiliyi birlemek bulunmayan aşk; gizli şirk sebebiye kesilmesine yanar ve ayrılık ateşiyle kebap olur.
229.    وما شانَ هذا الشأنَ منكَ سوى السّوى
          ودعواهُ حقّاً عنك إن تُمْحَ تثُبت
Bu birlik işini senin zâtından, ikilik ve ayrlıktan başka bir şey ayıplı kılmadı veya tevhid işi, mânen, sendeki ayrılıktan başka bir şeyi ayıplı kılmadı. O tevhid işini iddia etmen, eğer sen mahvolursan senden gerçekleşir. [Aksi halde mahvolmadığın takdirde iddian şirkin bir çeşididir, bu durumda iddia sahibi müşrik hükmündedir.]
230.    كذا كُنتُ حينا قبلَ أن يُكشف الغطا
          منَ اللَّبْسِ لا أنفّكُّ عن ثَنوِيَّة
İlk zamanlarımda ben de böyleydim. Nice zaman şüphe ve şek perdesi keşfolunmadan ben ikilik şirkinden ayrılmazdım, beşeriyet perdesi ve ikilik körlüğü kalkınca anladım ki, birleyen ve birlenen, kasdeden ve kasdedilen, gören, görülen ve gösteren hepsi O'dur.
231.    اروحُ بفَقْدٍ بالشّهودِ مؤلِّفي
          وأغْدو بوَجْدٍ بالوجودِ مُشَتّتي
İkiliğin kaybolması sebebiyle ben zâtımı toplarım, bu ikiliğin kaybolması şühûdum sebebiyledir. Vücûdumu bulduğum için kendimi dağıtırım. kendisizlik) birleşmeyi mûcib iken, kendine önem vermek (beşerî vücud kesret) ikiliğ ve dağılmayı gerektiricidir.
232.    يُفرّقُني لُبّي التِزاما بمَحضَري
          ويَجمعُني سَلْبي اصْطلاماً بغيبتي
Aklım azır bulunduğu her vakitte beni ikiliğe ikiliğe yöneltir. Aklı kaldırmam kaybetmem, yakıp helâk ederek vücud ve şühûdumu yok etmem sebebiyle beni cem' eder [ikilikten kurtarır].
233.    أخال حضيضي الصّحو والسكر معرجي
          إليها ومَحوي مُنتَهى قابِ سِدرتي
Benim ayıklığım ve aklı başında oluşum alçak ve aşağı mertebede oluşumdur. Benim sarhoşluğum, sevgiliye yükselişim ve zirve mertebemdir. Gene sanırdım ki, benim vücûdumu mahvetmem makam ve menzillerin en son noktasıdır, hayret ve tereddüdümün nihâyetidir ve seyr ü sülükte bunun ötesinde imkân yoktur.
234.    فلمّا جلَوْتُ الغَينَ عنّي اجتَلَيْتُني
          مُفيقا ومنّي العَينُ بالعَين قَرّتِ
Ben ince perdeyi ve örtüyü açıp, gayriyetten zât aynamı iyice temizleyince, kendimi ikilik  sarhoşluğundan ayık olarak gördüm; gözüm zâtımı görmek sûretiyle aydınlandı. Böylece zâtımın hakîkati bana apaçık göründü ve "gayr" sandığım da "ayn" olup vahdet-i zâtım ortaya çıktı.
235.    ومِن فاقتي سُكراً غَنيتُ إفاقةً
          لدى فَرْقيَ الثَاني فجَمْعي كوَحْدتي
Ben ayıklığımdan dolayı ben sekre muhtaç olmaktan kurtuldum. Ki o ayıklık bana, halkın anlayışından uzak olan farktan hâsıl oldu. [ O ayılma bana, cem'den sonraki fark olan ikinci farkta hâsıl oldu.]
236.    فجاهدْ تُشاهدْ فيكَ منكَ وراءَ ما
          وصَفْتُ سُكوناً عن وجُودِ سَكينَة
Eğer benim zikreylediğim hallerin ve mertebelerin müşâhedesini istiyorsan çalışıp çabala; nihâyet benim vasfettiğim haller ve makamların ötesinde olan şeyleri ve sırları kendi zâtından müşâhede eyle. Söz konusu bu sırlar vücûd-ı sekîne ve kâmil yakînden hâsıl olan sükûn ve tuma'nînettir.
237.    فمِن بعدما جاهدتُ شاهدتُ مَشهَدي
          وهادِيّ لي إيَّايَ بل بيَ قُدْرَتي
Ey aşık, mücâhede eyle ki müşâhedeye ulaşasın, deyişim şunun içindir: Çünkü ben; maksadımı, mücâhede ettikten sonra müşâhede ettim ve bana delil ve hidâyet edici olanı yine bana delâlet eder gördüm.
[Hayır böyle değil, belki kendi zâtıma uyduğumu gördüm. Her ne kadar zâhiren başka birine iktidâ edersem de hakikatte uyan ve uyulan yine benim, hidâyet eden ve edilen yine kendi zâtımdır.]
[Ey âşık, eğer bu sırra vakıf olmak istersen ve benim maksad ve gâyem nedir duymak dilersen, mücâhede ettikten sonra müşâhede edersin ki benim meşhedim banadır, benim hâdî ve delilim yine banadır, hattâ benim uyşum kendi nefsimedir, başka değildir. Benim uymuş olduğum tek hakikattir ki nice aynalarda görünmüştür.]
238.    وبي موْقِفي لا بلْ إليَّ تَوَجُّهي
          كذاكَ صَلاتي لي ومِنِّيَ كَعْبتي
Mücâhededen sonra müşâhede eylersin ki benim her yerde vukûfum yine banadır. Veya Arafat'ta durduğun yer ve duruşun benimle kâimdir. Hayır, belki de benim zâhir kıblesine yönelişim gerçekte yine banadır. Yine benim sevgilim için yaptığım ibâdet ve tâatlar, kıldığım namaz yine benim içindir. Kendisine yönelinen Kâbe benim eczamdan bir cüzdür ve benden sâdır olmuştur.
239.    فلاتَكُ مَفْتُوناً بحُسْنِكَ مُعْجباً
          بنَفْسِكَ مَوْقوفاً على لَبْسِ غِرة
Ey aşık   iyi hâline meftun olma, nefsinle gururlanıp kibirlenme; hicab, gaflet ve gurûra bağlanıp kalma, ta ki zâtının hakikatinden haberdar olasın.
240.    وفارقْ ضَلالَ الفَرْق فالجَمْعُ مُنتجٌ
          هُدى فِرْقَةٍ بالاتّحَادِ تَحَدَّت
Ey âşık, ikilik dalâletinden uzaklaş ve ayrıl ki bunlar çokluk alâkaları ve sûret engelleridir ve cem' ve birlik mertebesine tâlib ol, zîrâ "cem"' ittihadları sebebiyle birlik mertebesine yönelenlerin doğru yolu bulması sonucunu doğurur.
241.    وصرّحْ باطْلاقِ الجَمالِ ولا تَقُل
          بتَقْيِيِدِهِ مَيلاً لِزُخْرُفِ زِينَة
 Sevgilinin cemâlini mutlak kılmayı açıkça yap. Ödünç ve hayâli süslere meylinden ötürü, mutlak cemâlin muayyen sûret ve hey'etlerden biriyle kayıtlanmasına meyletme ve inanma.
[Ödünç her şey mutlaka ödünç alandan ödünç verene geri döner. Arif odur ki ödünç tâlibi olmasın. Zîrâ çabuk son bulur. Cemâlin aslı olan mutlak cemâl zevalsiz ve sonsuzdur. İşte O'na âşık ve tutkun halde olmak gerektir. Tâ ki sonunda mahrum ve zarar görmüş olmasın]
242.    فكُلّ مَليحٍ حُسنُهُ منْ جَمالها
          مُعارٌ لهُ بل حُسْنُ كلّ مَليحِة
Ey âşık, her güzelin güzelliği, her latîfin letâfeti sevgilinin güzelliğinden ödünç alınmadır. Bütün güzellerin ve sevgililerin güzelliği de o hazretin mükemmel güzelliğinden âriyettir.
243.    بها قَيسُ لُبْنى هامَ بل كلّ عاشق
          كَمجنون لَيلى أو كُثَيّرِ عَزَّة
Sevgilinin cemâli sebebiyle, Lübnâ'nın âşıkı olan Kays şaşkın ve hayran oldu. Hattâ bütün âşıklar sevgilinin cemâli sebebiyle şaşkın hâle geldi. O âşıklar Leylâ'nın Mecnûn'u olsun, Azzete'nin Küseyyir'i olsun, hepsi onun cemâlinin parlaklığını mezâhir aynasında görerek o parlaklığa âşık ve mübtelâ oldular.
244.    فكُلُّ صَبا منهُمْ إلى وَصْفِ لَبْسِها
          بصورةِ حُسنِ لاحَ في حُسنِ صورة
Zîrâ bunlardan her birisi sevgililerin güzellik aynasında ve güzellerin cemâlinde güzellik elbisesi şeklinde, güzel bir biçimde, sevgilinin görünen sıfatına mâil oldular. Bütün bu sevgililer, gerçek sevgilinin cemâlinin aynasıdır.
245.    وما ذاكَ إلاَّ أن بدَتْ بمَظاهِرٍ
          فظَنُّوا سِواها وهي فيها تجَلَّتِ
O vasıflar zâhiri giyinme değildir. Ancak sevgilinin muhtelif aynalarda zâhir olmasıdır. Mecaz âşıkları, güzellerin yüzünde o cilve ve nazı görünce, o güzelliğe âşık oldular. Zannettiler ki görülen güzellik, onlaındır. Oysa ki tecellî eden hakîkî sevgilidir. 
246.    بدَتْ باحْتِجابٍ واختَفَتْ بمَظاهر
          على صِبَغِ التَّلْوينِ في كلّ بَرْزَةِ
Sevgili, zatlar ve kâinatla perdelenmek sûretiyle zâhir oldu, varlıkların görüntüleriyle örtünüp gizlendi. [İlâhî isimler kâinattaki görünüşlerde çeşitli renklerde ortaya çıkmış] boyası, gök ve yer ahâlisinin üzerine her bir zattan her zuhûr ve görünüşte ortaya çıktı.
247.    ففي النَّشأةِ الأولى تَرَاءتْ لآدَمٍ
          بمَظْهَرِ حَوَّا قبل حُكم الأمومة
Sevgili, neşe-i ûlâda yani Âdem ve Havvâ'nın yaradılışının başlangıcında Adem'e, çocuklarına anne olmazdan evvel Havvâ ile zâhir oldu. Âdem Havvâ'nın vücûdunda bu güzellik ve cemâli müşâhede edince muhabbet ve şevkle coşku ve galeyan gösterip hayran ve perişan oldu. Bu âşık oluş Âdem evlâdının zuhûruna sebep oldu.
248.    فهامَ بها كَيما يكونَ بِه أباً
          وَيَظْهَرَ بالزَّوْجَينِ حُكم البُنوَّة
Hz. Adem Havvâ sebebiyle çocuklarına baba ocağından dolayı ve nübüvvet hükmü (sırrı) karı-koca vâsıtasıyla görüleceğinden ötürü Havvâ'nın cemâline hayran oldu. Fakat Hz. Adem emanet edilen bu sırlardan habersizdi. Ne ki Adem'in Havvâ'ya âşık olması mutlakâ tabiî arzûlar değildi. Bu keyfiyet insanın zuhûrunun sebebi oldu.
249.    وكانَ ابتدا حُبِّ المَظاهِرِ بعْضَها
          لبَعْضٍ ولا ضِدٌّ يُصَدّ بِبغْضَةِ
Âşıkla mâşuk, Adem ve Havvâ arasında zuhûr eden sevgi, birbirimize olan muhabbetin başlangıcıdır. O zaman buğz ve düşmanlıkla, seveni sevgiliden alıkoyacak bir zıdlık ve engel yoktu.
250.    وما برِحَتْ تَبْدو وتَخْفَى لِعلَّةٍ
          على حَسَبِ الأوْقاتِ في كلِّ حقْبَةِ
Sevgili, güzelliğiyle Adem zamanından bu ana kadar, zaman ve vakitler îtibâriyle zamânın son bulmasına kadar, saatler ve zamanların icâbına göre herşeyde mukayyed güzellik şeklinde her an görülürse de birçok vakitte gizlenir ve kimseye görünmez. Bu görünüş ve gizleniş bir sebep ve hikmet içindir.
[Beyt: Sebepsiz sevdiğimi görüyorum. Bana öyle bir hal geliyor ki, yolumu şaşırıyorum. Ateş yakıyor sonra bir damla su onu söndürüyor. Bunun için sen beni yanmış ve boğulmuş görüyorsun. ]
251.    وتَظْهَرُ للعُشَّاقِ في كلّ مَظْهَرٍ
          من اللَّبْسِ في أشْكالِ حُسنٍ بديعة
Sevgilim her bir şeyde elbise ve perdenin arkasından güzellik ve cemâlin zâtı olan fevkalâde şekillerde hoş ve güzel sûretlerde âşıkların gözüne görünür. Sevilen ve âşık olunan her güzel şekil ve hoş sûret, hakîkatte kendi mükemmel güzelliğinin parıltısıdır ki, âşıkların gözünden yine onu temâşâ eder.
252.    ففي مَرَّةٍ لُبْنَى وأخْرى بُثَيْنَة
          وآوِنَةً تُدْعَى بعَزَّةَ عَزَّتِ
Sevgilim bâzen Lübnâ şeklinde Kays'a görünür, başka bir zaman Büseyne şeklinde, bâzen de Küseyyir'in gözünde büyük değer taşıyan Azzete ismiyle anılır. [Muhtelif sûret ve şekillerde görünen yine biricik kendisidir.]
253.    وَلَسنَ سِواها لا ولا كَنَّ غَيرَها
          وما إن لها في حُسنها من شَريكةِ
İsimleri zikredilenler hakîkî sevgilimden başka değillerdir. Onların güzellikleri onun güzelliğinden ayrı değildir. [Belki de bunların hepsi onun güzelliğinin mazharı ve aynasıdır.] Ve sevgili için güzellikte bir ortak yoktur, [başkalarının güzelliği onun güzelliğinden ödünç alınmadır.]
254.    كذاكَ بحُكْمِ الاتّحادِ بحُسْنِها
          كما لي بَدَتْ في غيرِها وتزَيَّتِ
Nasıl ki Sevgilim, sevgililerin görünüşünde zâhir oluyor ve onlarla birliği varsa, onun sevilmeyenlerdeki güzellik zuhûru [ onların şeklinde temessülü gibi], ittihad hükmüyle ben de onlara göründüm.
255.    بدوْتُ لها في كُلّ صَبٍ مُتَيَّمٍ
          بأيّ بديعٍ حُسْنُهُ وبأيَّةِ
[Sevilen ister erkek ister kadın olsun,] âşıklar kimi severse sevsinler onların hepsinin üzerinde görülen güzellikler, ittihad hükmü îtibâriyle benim. [Hakikate bakılırsa aşk, âşık ve mâşuk bir olduğu görülür, kendi cemâline âşık ve hayran olan yine kendisidir.]
[Beyt: O’nun cemâli yüzbin tane yüze sahip olduğu için, her zerrede başka bir yüz oldu. Sonunda her zerreye, kendi cemâlinden başka bir yüz gösterdi Dost.]
256.    وَلَيسوا بغَيري في الهوَى لتَقَدّمٍ
          عليَّ لِسَبْقٍ في اللَّيالي القَديمةِ
[Bu beyit soruya cevap gibidir. Dedin ki, bütün âşıklarda zâhir olan benim. Aslında bütün mâşuklarda zâhir olan sevgilidir. O halde senin vücûdundan önceki âşıklara ne dersin?]
Benim maddî vücûdumdan önce gelen âşıklar, birçok zaman evvel gelmiş olmaları dolayısıyla yâr sevgisinde benden başka değillerdir. Zîrâ iki vücuddan birinin ötekinden önce gelmesi bu iki vücud arasında uzaklık ve başkalık olmasını gerektirmez.
257.    وما القَومُ غَيري في هَواها وإنَّما
          ظَهَرْتُ لهمْ لِلَّبْسِ في كل هيئَةِ
Yâni âşıklar ve şaşkın hâle gelmişler topluluğu benim sevgimde benden başka değillerdir. Ve hakîkaten bunların vücûdunda her hey'et ve sûrette benzeyiş ve gizlenme için zâhir olan benim.
258.    ففي مَرْةٍ قَيساً وأخرَى كُثَيّراً
          وآوِنَةً أبدو جَميلَ بُثَيْنَةِ
Ben bâzen Kays şeklinde göründüm ve Lübnâ'ya âşık oldum. Başka bir zaman Küseyyera şeklinde görünüp Azzete'nin cemâline hayran oldum, bâzen de Büseyne'nin âşıkı Cemil olarak göründüm
259.    تجَلَّيْتُ فيهمْ ظاهراً واحْتَجَبْتُ با
          طِناً بهم فاعْجَبْ لِكشْف بسُترة
Ben bu âşıkların vücudlarında zâhir olarak âriflere tecellî eyledim ve bunların sûretiyle bâtın olarak gizlendim ve perdelendim ki gaflet ehli ve kesret erbâbı bunları benden başka sanırlar. Ey Hak yolunun sâliki benim gizlilikle birlikte zuhûruma şaşmaz mısın? Zîrâ zuhûr ve bütün birbirine zıddır, bilhassa tek halde olunca (bunlardan biri bulunup diğeri bulunmayınca) şaşkınlık konusu olur.
260.    وهُنّ وهُمْ لا وهْنَ وهْمٍ مَظاهِرٌ
          لنا بتَجَلِّينا بحبٍّ ونَضْرَة
Meşhur sevilmiş kadınlar, zikredilen ve edilmeyen şevk dolu âşıklar, kendilerine sevgiyle, güzellikle tecellî ettiğimiz için zaaf, vehim ve galat söz konusu olmaksızın hepsi bizim görüntülerimizdir. Yâni aşk ve muhabbetle âşıklara tecellîmiz ve güzellik ve letâfetle de sevgililere tecellîmiz olduğundan bunların hepsi gerçekte bizim zuhurumuz başkası değildir.
261.    فكُلّ فَتى حُبٍّ أنا هُوَ وهيَ حِبْ
          بُ كلّ فَتىً والكُلّ أسماءُ لُبْسة
Hal böyle olunca, sevdiğimiz kadınlar ve âşıklar bizim mazharımız olunca, bu durumda sevgi sahibi olan her seven ve tâlib olan benim ve ben oyum. Sevgilim ise bütün âşıkların ve gençlerin sevgilisidir, Sevenler ve sevilenlerin hepsi kendileriyle gizlenilen örtü ve elbiselerdir.
262.    أسامٍ بِها كُنْتُ المُسمَّى حَقيقَةً
          وكنتُ ليَ البادي بِنَفْسٍ تخَفَّت
O isimler elbisesi sebebiyle ben hakîkaten müsemmâ [isimlendirilen] oldum ve vahdet-i zâtımla örtülen, sıfatlarımın cem'iyyetiyle gizlenip perdelenen nefsle ben bana zâhir oldum. [ittihad cihetinden ve hakîkate nazaran, seveler ve sevilenlerin hepsi şahısları ve isimleri benim isimlerim ve işlerimdir, başka değildir.]
263.    وما زِلْتُ إيَّاها وإيايَ لَم تَزَلْ
          ولا فَرْقَ بل ذاتِي لذاتي أحَبَّتِ
Dâimâ ben O'yum; ben o olmaktan ve o ben olmaktan zâil olmadım, aramızda fark yoktur, belki de zâtım zâtımı sevdi.
264.    وليس معي في الملك شيىءٌسِواي وال
          مَعيَّةُ لم تخطُرْ على ألْمَعِيَّة
"Maiyyet/Beraberlik. Arkadaşlık" iki kısımdır. Biri zatla maıyyet, öteki sıfatlarla maıyyettir. Zatla maıyyet memnû'dur. Zîrâ ortaklık ve hulûlü gösterir. Sıfatlarla maıyyet câizdir.
265.    وهَذي يَدي لا إنّ نَفْسي تَخَوَّفَتْ
          سِوَاي ولا غيري لخيري تَرجَّتِ
İşte benim elim; [yemîn eder, bîat ederim, ahdimi bozmayı kendime büyük noksan bilirim; maiyyeti nefyettiğime ve ikiliği kaldırdığıma dâir sözümde sâdıkım.] Maiyyeti nefyetmem, [hulûl ve ikiliği kaldırmam] nefsim başkasından korktuğu veya başkasından bir şey umduğu için değildir ki bana bu hususta bunlardan bir büyük iyilik isâbet etsin.
266.    ولاذُلُّ إخمالٍ لِذِكري توَقَّعَتْ
          ولا عِز إقْبالٍ لِشكري تَوَخَّت
nefsim başkasından korktuğu veya başkasından bir şey umduğu için değildir ki bana bu hususta bunlardan bir büyük iyilik isâbet etsin: Yine insanlar arasında ismimin unutulup kaybolması zilletinden korktuğu için de nefsim böyle bir şey yapmadı; halkın bana övgüsü dolayısıyla, onların kabul ve ikbâli şerefini de aramış değildir.
267.    ولكنْ لِصَدِّ الضّدّ عن طَعْنهِ على
          عُلا أولياءِ المُنْجدينَ بنَجدتي
Lâkin ben, zıd görüşlü ve muhâlif olanların, evliyânın büyüklerini kötüleyip ayıplamalarına mâni olmak için hulûl ve beraberliği nefyedip ittihad ve vahdeti isbat konusunda ahd ü bîatte bulundum. O büyük evliyâ ve asfiya ki duâ ve himmetleriyle, hâcetlerin yerine gelmesinde ve belâların def'inde halka yardımcıdırlar. [Ayrıca Hakk'ın bana verdiği benim şecâat ve kuvvetimle de bu işler olur ve ben bu mânevî kuvvetle bunlara yardım ederim.]
268.    رَجَعْتُ لأعمال العبادةِ عادَةً
          واعدَدْتُ أحْوَالَ الإرادةِ عُدتي
Ben ne zaman son mertebemin zirvesinden başlangıç çukuruna döner ve inersem, [âdet için başlangıç hâlindeki dostları irşad maksadıyla nâfile ibâdetlere dönerim.] İrâde ahvâlini vuslat ve yakınlık âleti ve vahdeti müşâhede sebebi olarak hazır vaziyete getiririm. [Ki bunlar hidâyet ehlinin vazifesidir. Gerçekte benim bu amellere ve hallere ihtiyâcım yoktur. ]
Hz. Mevlânâ buyurur: [Ben nurlara dolmuş, garkolmuş bir güneşim. Kendimi nurdan ayır edemiyorum.O halvete girmem, namaz kılmam, halka öğretmek için. M, III, 2408-2409]
269.    وعُدتُ بنُسكي بعد هتكي وعُدتُ من
          خَلاعَةِ بَسْطي لانْقباضٍ بعفَّة
 Allah'ın haramlarını yırttıktan sonra ben ibâdetime sığındım, bastımla [genişliğim/ferahımla] ilgili olan izardan [göğüs elbisemden] soyunmadan takvâ ve iffet sebebiyle olan kabz [sıkıntı/tutukluluk] hâline döndüm.
270.    وصُمْتُ نَهارِي رغبةً في مَثوبَةٍ
          واحْيَيْتُ لَيلي رَهبةً مِن عُقوبَةِ
Bidâyet ehlinin [çocuklaın] yaptığı gibi, ben karşılık olarak verilecek nimetlere rağbet ettiğim için gündüzlerimi oruçlu geçirdim, uhrevî cezâlardan korktuğum için geceleri namaz kıldım.
271.    وعَمّرْتُ أَوْقَاتي بِوِرْدٍ لِوَارِدٍ
          وَصمْتٍ لسَمْت واعتكاف لحرمة
Değerli vakitlerimi, İlâhî vâridat ve rabbânî ilhamlar için vird ile geçirdim. ["Vâridât evrâdın semeresidir" denilmiştir.] Vakarlı olmak ve kötülüklerden dili korumak için vakitlerimi zikirle geçirdim. Aynı şekilde iyilerin yoluna uymak için îtikâfla geçirdim.
272.    وبِنتُ عنِ الأوطانِ هِجران قاطعٍ
          مُواصَلَةَ الإِخوانِ واخترتُ عُزْلتي
Ben dostlara kavuşmayı ve kardeşlerimle berâberliği kesip atmış kimsenin ayrılığı gibi, vatanımdan ayrıldım ve halvet ve uzleti seçtim.
273.    وَدَقَّقْتُ فِكري في الحلالِ تَوَرُّعاً
          وراعَيتُ في إصْلاحِ قُوتيَ قوَّتي
Ben fikrimi ve nazarımı helâli isteme husûsunda vera' sebebiyle çok ince hâle getirdim.
Ben yemeği ancak nefsimin ibâdet vazifelerini yerine getirmesine yetecek kadar yedim. [Ondan başkasını Allah yolunda infak ettim.]
[Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem vera' hakkında şöyle buyurdu: "Değer bakımından vera'a denk bir şey yoktur."
Sıddîku'l-Ekber (radıya'llâhu anh): "Haramdan bir kapıya uğrarım korkusuyla, helâle âit yetmiş kapıyı terk ettim"]
274.    وانفَقْتُ من سُتْر القَنَاعَةِ راضياً
          منَ العيْشِ في الدنيا بأيسرِ بُلغة
Ben kanaat hazînesinin zenginliğinden râzı olarak kâfi mikdarda dünyâ maişetini az bir şeye infak ettim. Az şeyle iktifâ, nefsin hazzı olmayıp, onun hakkıdır,         
["Nefsin senin bineğindir, ona iyi davran" hadîsi bu hususta vârid olmuştur.]
275.    وهَذَّبتُ نفسي بالرياضة ذاهباً
          إلى كشفِ ما حُجبُ العوائدِ غطَّت
Nefsimi riyâzet ve mücâhede ile kötü fiillerden, zâtımı kirli ve alçak işlerden temizledim; bunu, nefsânî haz perdelerinin veya cismânî âdetlerin örttüğü hakikatin keşfine götürücü olarak yaptım.
276.    وجَرَّدتُ في التجريد عزْمي تزَهُّداً
          وآثَرْتُ في نُسكي إستِجابةَ دَعوتي
Ben zâhidlik gâyesiyle maddî ve mânevî alâkaları yok etme husûsundaki azmimi ve kasdımı dünyâ ve içindekileri terk etmede hâlis kıldım. İbâdet ve tâatımda duâmın kabûlünü istedim. Yâni bu ibâdetleri seçmekle duâmın kabûlünü murad ettim.
277.    متى حِلْتُ عن قولي أنا هيَ أو أقُلْ
          وحاشا لمثْلي إنَّها فيَّ حَلَّتِ
"Ben oyum ve ondan başka değilim, ikilik ve başkalık yoktur" sözümden ve "Şüphesiz o hazret bana hulûl etti" deyişimden ne zaman ayrılırsam, ben o illetli ve bilinen ibâdetlere dönerim. Hâşâ ki, bizim gibi birlik ehli, tevhid ve ittihad sözünden ayrılsın ve "bana Hak hulûl etti desin" ve az önce anlatılan biçimde ibâdet etsin!.
278.    ولَسْتُ على غَيْبٍ أُحيلُكَ لا ولا
          على مُستحيلٍ موجبٍ سَلْبَ حيلتي
Ey aşık durumunda olan, ben ki, bu hulûlü nefyettim ve birleme ve karışma dâvâsında bulundum. [Ben seni bu hususta anlayışı kıt ve ilmi az olan perdeli vaziyetteki zâhir ehli gibi] gâib bir şeye veya belirsiz bir işe havâle etmiyorum. Yine seni, benim gücümü kudretimi ortadan kaldıracak olan imkânsız bir işe de havâle etmiyorum.
279.    وكيفَ وباسْمِ الحق ظَلَّ تحَقُّقي
          تكونُ أراجيفُ الضَّلالِ مُخيفَتي
Bana yalancı dalâlet haberlerini nisbet etmeleri, ki kasdedilen karışma ve birleşmedir, nasıl olur da beni korkutucu olur?
Veya:
Nasıl olur da dalâlet ehlinin kuruntu haberleri beni korkutur? Ben Hakk'ın ismiyle muttasıf oldum. Dalâlet ehlinden murad, şekilciler ve anlayışlı olduklarını sananlardır ki, bunlar ilimlerin hakikatinden habersiz bulundukları için ehlüllaha hulûl ve ittihad [karışma ve birleşme] isnad ederler.
280.    وها دِحيَةٌ وافى الأمينَ نبيَّنا
          بصورَتِه في بَدءِ وَحْيِ النّبوءةِ
Şu husûsu hulûl ve ittihâdı nefyetmek şeklindeki dâvâsına delil olarak ileri sürdüler. Hayal ve vehimle perdelenmiş olanlar bu fevkalâde misalle meseleyi anlasınlar ki;
281.    أجبريلُ قُلْ لي كان دِحيَةُ إذ بدا
          لِمُهْدي الهُدى في هيْئَةٍ بَشَريَّة
Hz. Cibril'in Dıhye şeklinde zuhûrundan Dihye'nin vücûduna hulûl etmesi ve onunla birleşmesi icab etmez;  Nübüvvetin başlangıcında, risâletini edâ etmekte iken bizim Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve selleme Cebrâil Dıhye sûretine bürünmüş olduğu halde geldi.
[Ey Hakk'ın tecellîsini inkâr eden kimse, söyle bana; Cebrâil, yol gösterici olan Peygamber'e beşer sûretinde ve Dihye şeklinde göründüğü vakit Dihye-i Kelbî mi oldu?
Bilinmelidir ki Cebrail Dihye-i Kelbî olmadı. Zîrâ Dihye-i Kelbî o sırada ya evinde veya ticârette bulunuyordu. Cebrail Dihye olmadığına göre, demek ki Cenab-ı Hakk'ın kul sûretinde zuhûrundan dolayı kul olması ve kul sûretine hulûl edip onunla birleşmesi lâzım gelmez. Belki temessül ve telebbüsü lâzım gelir, aşağıda geleceği üzere "telebbüs" ve "temessül" câizdir.
282.    وفي عِلمِه عن حاضريه مزِيَّةٌ
          بماهيّةِ المَرْئيّ من غيرِ مِرْية
Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin ilminden, Cebrâil'in mâhiyeti hakkında, şekli olmaksızın ve görmeksizin, hazır olan ashâb-ı kiramdan görünmesinden daha fazlası ve üstünü vardır.
283.    يَرَى مَلَكاً يوحي إليه وغيرُهُ
          يَرى رَجُلاً يُدْعَى لَدَيْهِ بِصُحبة
Zîrâ o Peygamber, kendisine vahyeden meleği görürdü; Peygamber'den başkası ise onu insan olarak görürdü, bu da onu Resûl'le sâbit olan sohbetine riâyeten olurdu.
284.    ولي مِن أتَم الرّؤيَتينِ إشارةٌ
          تُنَزِّهُ عن رأيِ الحُلولِ عقيدتي
Benim hulûl ve ittihâdı nefyettiğim iddiada Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem ile ashâbın görmesinden işâret vardır. Öyle bir işâret ki hulûl ve ittihad görüşünden benim inancımı tenzih eyler.
[En doğru görme Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem)'in görmesidir, zîrâ görülenin hakikati ona açıktır, başkalarına örtülüdür. Çünkü o Cebrâil'i görürdü, hazır olanlar Dihye-i Kelbî'yi görürlerdi. İşte ârifler de bütün mazharlarda hulûl ve ittihadsız Hakk'ı müşâhede ederler, bilhassa kendi zatlarında. Lâkin cihânın nâ-mahremleri bu irfan ve iz'andan mahrumdurlar.]
285.    وفي الذكرِ ذكرُ اللَّبْس ليسَ بمُنكرٍ
          ولم أعْدُ عن حُكمَيْ كتابٍ وسُنَّة
Ey birlik sırlarını inkâr eden, Kur'ân-ı Kerim'de, Hakk'ın bu sûrette telebbüsü zikretmesi, münker ve merdud değildir. Belki âyetlerle ve hadislerle sâbittir. ve ben Allah'ın kitâbının ve Resûlüllah salla’llâhu aleyhi ve sellemin sünnetinin hükümlerini çiğnemedim.
[Birinci olarak Kur'an'daki âyetlerden biri Mûsâ (aleyhisselâm)'ın kıssasında geçmektedir ki, ona ateş şeklindeki bir ağaçtan tecellî buyurmuştur: (Kasas, 28/30). "Oraya gelince mübârek bölgede vadinin sağ tarafındaki ağaçtan kendisine: Ey Musa şüphesiz ben âlemlerin Rabbi olan Allah'ım diye seslenildi"]
286.    مَنَحْتُكَ علماً إن تُرِدْ كشفَه فرِدْ
          سبيلِي واشرَعْ في اتِّباعِ شريعتي
Ey aşık ben sana büyük bir ilim verdim ki o tevhid ilmidir. Eğer sen vicdan ve muâyene yoluyla bu ilmin keşfini istersen benim yoluma dâhil ol ve şerîatime uymaya başla ki bunlar Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin yoludur.
[Şerîati kendi nefsine nisbet etmesi makam-ı Muhammedîden hikâye yoluyladır. Veya kendi zamanında Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin makamına kâim olduğu içindir. Zîrâ  (Kavmi içinde şeyh, ümmeti içinde peygamber gibidir). O bakımdan şerîat sahibi olmasını kendisine isnad eylemesi câizdir. Veya "şerîatim" demekten murad, kendilerinin tarîkati olabilir ki bu da şerîat-i Muhammedînin hulâsasıdır.]
287.    فمَنْبعُ صدِّي من شرابٍ نقيعُهُ
          لَديَّ فدَعْني من سَرابٍ بقيعة
Ey aşık, ben sana emsalsiz bir ilim olan tevhid ilmini verdim, eğer bu ilmin keşfini arzû edersen benim yoluma gir. Zîrâ tatlı suyun membaı bir şaraptandır; o tatlı su ki, pınarı benim katımdadır.
288.    ودُونَكَ بحراً خُضْتُهُ وقَف الأُلى
          بساحلهِ صَوناً لَمَوضعِ حُرْمتي
Ey aşık, benim daldığım öyle bir denizdir ki evvelki velîler ve geçmiş ârifler onun sâhilinde benim hürmetimi korumak ve tâzim mevkime riâyet için durakladılar. Zîrâ tam verâset her uluya müyesser değildir. Havâss hattâ havâssın havâssı bu denize dalamazlar. Meğer ki gavs-i ekber ve çok sevilen iftihar edilenlerden saâdet sâhipleri olsun.
289.    ولا تقْرَبوا مالَ اليتيمِ إشارةٌ
          لكَفِّ يدٍ صُدَّتْ له إذ تصَدَّتِ
Ey eziyetlerle dolu aşık, (En'am, 6/152). "Yetimin malına ancak en iyi bir şekilde yaklaşın" âyetinde o mala saldırdığı vakit nâ-mahrem elinin men' edilmesine işâret müjdesi vardır.
[Mevcûdât sadefinde bir tâne ve yegâne olan Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem bir dürr-i yetim ve cevher-i azimdir.]
[ Hz. Mûsa (aleyhisselâm), bu mertebeyi ve bu görmeyi Hakk'tan ricâ edip dedi ki: (Rabbim zat olarak bana kendini göster), "Ben sana bakayım" Bu tecellî Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve selleme mahsus olduğundan "Beni göremezsin" hitâbıyla men' olundu. Rivâyet edilir ki, bayıldıktan sonra ayılıp kendine gelince Cenâb-ı Hakk'tan şöyle hitab buyruldu: (Ey Mûsâ, bu senin için değildir. Bu, senden sonra gelecek olan Yetîm'indir). Mûsâ bu mânâyı anlayınca tevbe ve inâbete yönelip dedi ki: (Araf, 7/143). "Ya Rabbi, münezzehsin. Sana tevbe ettim, ben inananların ilkiyim" Yâni ben seni bu rü'yetle görmeden ve sana vâsıl olmadan seni tenzih ederim, anlaşıldı ki, o kimseye bu mertebeyi müyesser ve mahsus kıldın ve ben heves ettiğim mertebeden döndüm. Ben bu mertebenin Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve selleme mahsus olduğuna inananların ilkiyim, dedi.
290.    وما نالَ شيئاً منهُ غيري سوى فتىً
          على قَدَمي في القبضِ والبسطِ ما فتي
O tevhid denizinden ve benzersiz makamdan verâset yoluyla, benden başka bir kimse bir şeye nâil ve vâsıl olamadı. Meğer ki fiitüvvet sâhibi ve mürüvvete mazhar olan müstesnâdır; o fütüvvet sâhibi ki kabzda ve bastta, celâl ve cemâlde, zevk ve hâlde uyma yoluyla ayağını ayağımdan ayırmadı; [kahır ve lütuf nezdinde müsâvi olup benim gibi zat ve sıfatlarını Hakk'ın zat ve sıfatlarında yok eti.]
[Bu durumda o kâmil de benim vâsıl olduğum ahadiyyet mertebesine ve makâm-ı Muhammedi'nin sırlarına vâsıl olur.]
291.    فلا تَعْشُ عن آثارِ سَيريَ واخْشَ غَيْ
          نَ إيثار غَيري واغشَ عَينَ طريقتي
Durum bu ise, ey aşık sen de benim seyrimin eserlerinden makam ve menzilimin sırlarından yüz çevirip onları görmezlikten gelme. Benden başkasına uymanın hicâbından kork ki, benden başkasına uymak hak da olasa benim yoluma gel ki, bu yol Hz. Risâletpenâh'ın yoludur.
292.    فؤادي وَلاها صاحِ صاحي الفؤادِ في
          ولايةِ أمري داخلٌ تحتَ إمرتي
Ey kalbi temiz olan arkadaşım, o sevgilinin aşk vâdîsi [ (Al-i İmran, 3/31). "Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin" gereğince] benim ülkemdedir, benim mülküme ve tasarrufuma dâhildir. Bana tam bir şekilde ittibâ olmadıkça Hakk'a sevgi sahih olmaz.
293.    ومُلْكُ معالي العشقِ مُلكي وجندي ال
          مَعاني وكُلّ العاشقينَ رعيَّتِي
Ey âşık, aşk ve sevginin yüce memleketi benim tasarrufum altındadır. Benim askerim İlâhî tecellîden hâsıl İlâhî mânâlar ve rabbânî hakikatlerdir. Bütün Hakk âşıkları benim tebeamdır ve benim tasarrufum altında mahkûmlardır.
294.    فنى الحبّ ها قد بنتُ عنهُ بحُكم مَن
          يَراهُ حِجاباً فالهوى دونَ رُتبتي
Ey aşık, ben sevginin fenâ bulduğu bir mertebedeyim. Ben o sevgiden ayrıldım, [fakat bu mutlak değildir,] sevgiyi hicab gören kimsenin sebebiyledir. Hal böyle olunca sevgi ve arzu benim mertebemden aşağıdır.
[Zîrâ sevgi sıfattır ve sıfat zâtın hicâbıdır. Kezâ aşk bir seven bir de sevileni ister, dolayısıyla ikiliği gerektirir. Benim ulaştığım ahadiyyet mertebesinde ise ikilik ortadan kalkmıştır. Bu mertebede seven sevilenin aynı, sevilen de sevenin aynıdır.]
295.    وجاوزتُ حدَّ العشقِ فالحبّ كالقلى
          وعن شأوِ مِعراجِ اتِّحاديَ رِحْلتي
Ben aşk ve sevginin sınırını da geçtim, o yüzden bana şimdi sevgi, buğz ve düşmanlık gibidir. Her ne kadar sevgi bütün mertebelerden yüksek ise de, ıtlak mertebesine ve ahadiyyet mertebesine nisbetle aşağıdır.
İkinci mana: Ben birleşmek mi'râcının sonundan göçerken aşk sınırını geçtim. Zîrâ birleşmek bile bir yönden cem'ü'l-cem' mertebesinde olanlara nisbetle hicabdır
[Zîrâ sevgi, sevenle sevilen arasında bir nisbettir, dolayısıyla aykırılık kuruntusunu gerektirir. Muğâyeret sıfatı bir yönden gizli şirktir.] Zîrâ bu mertebede olan, seveni sevilenin aynı görür. Aşk ve sevgi mertebesinde olan ise, hakîkî mahbûbu başka zanneder. İşte bu yönden vahdet mertebesinde olanlara göre aşağıdır.]
296.    فطبْ بالهوى نفساً فقد سُدتَ أنفُس ال
          عبادِ منَ العُبَّادِ في كُلّ أُمَّةِ
Bana tam bir şekilde uyar ve sözümü iyice dinlersen, sevgi ve muhabbet sebebiyle nefsin iyi olur. Zîrâ muhakkak ki sen, bütün topluluklarda âbidlerin en iyisine ve zâhidlerin en üstününe efendi ve büyük oldun. Çünkü âbidler, zâhidler, sâlikler ve nâsikler her ne kadar ibâdet ve tâat îtibâriyle üstün iseler de âşıklar ve âriflere göre aşağıdırlar.
297.    وفُزْ بالعُلى وافخَرْ على ناسكٍ علا
          بظاهرِ أعمالٍ ونَفْسٍ تزَكَّت
Ey aşık, sevgi ve aşk sebebiyle yüksek makamlar elde et. Ve yine bu sebeple zâhir amellerle, iyi işlerle, rezâletlerden ve kötülüklerden temizlenip arınan nefisle âlî dereceye yükselmiş olan âbidlere karşı da iftihar et.
298.    وجُزْ مُثقَلاً لو خَفَّ طَفَّ مُوكَّلاً
          بمَنقول أحكام ومعقولِ حكمة
Ey aşık, amellerini ağır gören zâhid ve âbidleri aş ve geç; eğer onların amelleri hafif olsa mizanları eksik tartar, yâni amellerde kusur ve eksiklik yapsalar cezâları noksan olur veya halkın iltifatı veya âlem ehlinin nazarı onlara hafif olsa, amelleri ve ilimleri tamâmen bozulmuş olur. Amellerini ağır gösteren bu kimseler aynı zamanda şer'î hükümlerin naklettiği şeylere ve felsefecilerinin sözlerine sıkıca bağlıdırlar.
299.    وحُزْ بالولا ميراثَ أرفَعِ عارفٍ
          غَدا همُّهُ إيثارَ تأثيرِ هِمَّة
İlâhî muhabbet sebebiyle, kâmillerin en kâmili âriflerin en ârifi, insan nev'inin en şereflisi olanın yâni Rahman'ın sevgilisi (aleyhisselâm)'ın mîrâsını topla (ona sâhip ve malik ol). Enbiyânın mîrâsı İlâhî mârifetler ve ilimler, Rabbânî mükâşefe ve tecellîlerdir.
300.    وتِهْ ساحباً بالسُّحب أذيالَ عاشقٍ
          بوَصْلٍ على أعلى المَجرَّةِ جُرَّتِ
Ey aşık, birlik ve aşk mertebesini elde edince, kibirle eteğini bulutlara çekerek, yâni eteğini buluta semâya, en yüksek maksada ve yüce âleme çekerek kibirlilik göster.
[Âşık, kâmil, âlim, âmil olan enbiyânın seyyidi, evliyâ ve asfiyârun dayanağı Efendimiz salla’llâhu aleyhi ve sellemde olduğu gibi ki o, Cenab-ı Hakk'a ulaşmaları sebebiyle, mübârek etekleri Saman Yolu'nun üzerine çekilmişti. ]
Yine sen de Hakk sevgisiyle vasıflanıp birlik mertebesiyle ahlâklanınca, her iki âleme karşı kibirlilik ve iftihar göstererek, himmet nazarını kâinatın tozuyla tozlandırma, tahtının eteğini mümkün olanlar kirleriyle kirletme ve herkesten el etek çekip, Hakk'tan başkasını bilme.
301.    وجُلْ في فُنونِ الاتحادِ ولا تَحدْ
          إلى فئةٍ في غَيرِهِ العُمْرَ أفنَت
Ey aşık, ittihad [birleşme] tabakalarında dolaşırsan, zâtın birliği zirvelerinde kanat açıp uç, ittihad ve tevhidden başka konularda ömürlerini yokeden zümrenin sözlerine, işlerine ve ahvâline meyledip rağbet gösterme.
302.    فواحدُهُ الجَمُّ الغفيرُ ومَن غدا
          هُ شِرْذِمة حُجَّتْ بأبلغِ حُجَّة
Ey aşık, ittihad tabakalarında dolaş ve çalış veya ehline itâat veya boyun eğip onlardan yardım iste. Zîrâ ittihad ehlinin bir tânesi bile büyük topluluk menzilesindedir. Nitekim Hz. Mevlânâ buyururlar:
[Onlardan iki dosta bir arada gördün mü bil ki onlar birdir, hem altı yüz bin. Onların sayılan dalgalar gibidir. Onları rüzgâr, zâhiren çoğaltır. Çokluk, rûh-i hayvânîdedir; rûh-i insânî ise birdir. Mesnevi, 1,184-188]
[Mânâlarda taksim ve sayı yoktur, ayırma, birleştirme olmaz. Mesnevi, I, 681 ]
303.    فمُّتَّ بمَعناهُ وعشْ فيه أو فمُتْ
          مُعَنَّاهُ واتْبَعْ أُمَّةً فيهِ أمَّتِ
Ey aşık, ittihâdın mânâsına ve tevhidin hakikatine sen de ulaş ve tevessül et. Eğer ittihâdın mânâsına ulaştın ise o yüksek makamda yaşa. Eğer vâsıl olmadınsa elde etmek için zahmet ve yorgunluğa katlanarak bu konuda önder olan topluluğa ittibâ eyle.
304.    فأنتَ بهذا المَجدِ أجدَرُ من أخي اجْ
          تهادٍ مُجِدٍّ عن رجاءٍ وخيفةِ
Ey aşık, Hak yolunda çalışıp çabalaması korku ve ümitle, yâni bir maksadla olan gayret sâhibinden, ittihad ve tevhid gibi bir devlet ve ululuğa daha lâyıksın. Fakat âşıkın gayret ve çalışması katışıksız, korku ve ümitle olmaksızın zâtı için doğan bir istektir
305.    وغيرُ عجيبٍ هَزُّ عطفَيْكَ دونهُ
          بأهْنا وأنهى لذّةٍ ومسرّةِ
Ey âşık [o büyüklük ve ululuk sırasında büyük tat alarak ve sonsuz mutluluk duyarak] omuzlarını oynatıp azametle yürümen ve böbürlenmen garib ve tuhaf değildir. Son derece tat bulma, müşâhede şarâbını birlik sâkîsinden vâsıtasız olarak içmektir. Aksâ-yı meserret, [sonsuz sevinç/tat] vahdetin kusursuz cemâlini müşâhede edip başkasını unutmaktır.
[Bu mertebeye vâsıl olanın büyüklenmesi ve övünmesi, şerîatte kötülenmiş olan gurur ve kibir değildir. Burada kasdedilen, bu eserlerden ve nurlu makamlarından bir eseri, irşad için veya inkârı def etmek için perdelenmiş olanlara göstermeleridir.]
306.    وأوْصافُ من تُعْزَى إليهِ كمِ اصْطفتْ
          من الناسِ مَنْسيّاً وأسماهُ أسمتِ
Hakk'ın kendisine veya ittihad veya tevhid makamına nisbet edilen vasıfları, insanlardan ismi silinmiş, cismi unutulmuş nice kimseleri seçip yüce hale getirdi. Hakk'ın o isimleri insanlardan seçtiği kimsenin kadrini yüksek ve ismini büyük kıldı.
[Zikredilen bu hususlar insanlar arasında unutulup gitmiş olan çok kimseleri seçip yücelterek âlem dilinde güzel vasıflar, velilik ve hoşa giden kerâmetlerle anılır hale getirdi, her birinin mübârek isimlerini de bu vasıflar yüceltti. Kimine "seyyidü't-tâife" dediler, kimine "sultânü'l-ârifin", kimine "sultânü'l-âşıkın", kimine de "sultanü'l-meczûbîn" dediler.]
307.    وأنتَ على ما أنتَ عنِّيَ نازحٌ
          وليسَ الثّرَيَّا للثَّرَى بِقَرينَة
Ey aşık, sen, senin olduğun cem' mertebesi ittihad makamı üzere, yine benden ve benim mertebemden uzaksın. Nitekim süreyyâ yıldızı toprağa yakın değildir, uzaktır. Yine, birleşme ve birlik makamı benim makamıma nisbetle böyledir.
308.    فطُورُك قد بُلّغتُهُ وبَلَغتَ فَوْ
          قَ طَوركَ حيث النَّفسُ لم تَكُ ظُنَّت
Ey güzel sıfatlı ârif, senin Allah'ın izniyle eriştiğin, cem' ve ittihad mertebesi olan tavrın, tecellî mahalli ve münâcât makamıdır; ben ise senin eriştiğin sınırın ve tavrın en son noktasına ve en nihâyetine ulaştım ve nâil oldum ki sen onu kavrayamazsın.
309.    وحَدُّكَ هذا عندَهُ قفْ فَعَنه لو
          تقدَّمْتَ شيئاً لاحترقتَ بجَذوة
Ey aşık, senin haddin şu tevhid ve ittihad makamıdır. Bu makamda dur ve aşma. Eğer bu makamdan azıcık ileri gidersen, İlâhî tecellî ve Rabbani nur şimşeklerinin kıvılcımları seni yakar.
310.    وقَدري بحَيث المرْءُ يُغُبَطُ دونَهُ
          سُمُوّاً ولكن فوق قدرِكَ غِبطتي
Benim değerim ve yerim, üstünlüğü ve yüceliği bakımından gıbta edilen kimsenin aşağısındadır. Zîrâ imrenilen her makam, anlayış ve akılla kavranabilir demektir. Fakat benim makamım akıl sınırının ötesindedir. Lâkin benim makamıma senin kadrinin üstünde olan değer, makam ve yer imrenmektedir. [Ve bu makam, makâm-ı Hazret-i Muhammedî'dir. (salla’llâhu aleyhi ve sellem)
311.    وكُلُّ الوَرى أبْناءُ آدمَ غيرَ أنْ
          نِي حُزْتُ صَحْوَ الجمع من بين أخوتي
Bütün halk ve her insan âdemoğludur; ben hâriç, muhakkak ben uhuvvetimden mâada [din kardeşliğimden başka ] "sahv-ı cem"e sâhip oldum. Bu sahv-ı cem'in alâmetlerindendir ki, bu kulakla dahî Hakk'ın sözünü işitebilir, nitekim Hz. Mûsâ'nın işittiği gibi ve her uzvu ötekinin hükmünü yerine getirebilir. Meselâ kulak görür, göz işitir, el koklar vb. nitekim buna işâret ederler:
312.    فسَمْعي كَليميٌّ وقلبي منَبَّأ
          بأحمَدَ رُؤيا مُقَلَةٍ أحْمَديَّة
Ey âşık ve ârif, [ihvânım arasında ben sahv-ı cem'a sâhip oldum.] Zîrâ benim kulağım benim lisânımdır, [hem Hakk'ın kelâmını idrak eder hem bana söyler. ] Benim kalbim Hz. Ahmed salla’llâhu aleyhi ve selleme mensub olan gözümün görüşünün fevkalâde üstün oluşunun haber verildiği yerdir.
[Şu şekilde ki, benim sevgiliyi görüşüm, Hz. Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellemin görüşüdür; bu bana tam uyma sûretiyle mîras kılındı. Veya benim rüyam Hz. Peygamber'in rüyâsı gibidir ki, hatâ, halel ve yanılmadan mahfuzdur. Nitekim Hz. Nebî vâkıada ne görse sabah aydınlığı gibi âşikâr olurdu ve tâbire muhtaç olmazdı. yine benim de vâkıam sabah aydınlığı gibi görünür; tâbire muhtaç olan da ilmimin kemâlinin tâbiri olduğundan, uyanıklıktaki haller gibi tam bir şekilde ortaya çıkacağından ve çok doğru olacağından hiç şüphe etmem. O halde benim kalbim Hz. Muhammed'in göz bebeğinin görüşüne mahaldir. Zîrâ birlik makamından, Ahmed'in göz bebeği her ne müşâhede ederse, benim göz bebeğime de o müşâhede müyesserdir. Zîrâ vâris-i tâm odur ki, o hazretin nûruyla boyanınca onun görüş ve kudretinden ilim ve hikmetinden, izzet ve rütbesinden hâsıl olan her hâlinden ona mîras gelir. Her kim tam vâris olursa o hazretin bu sözü ve bu maksadı bir nevi dile gelip: Bütün insanoğullarından ben üstünüm! dese doğrudur.]
313.    وروحيَ للأرواحِ روحٌ وكُلّ ما
          تُرى حَسَناً في الكونِ من فَيض طينتي
Ey aşık benim rûhum bütün ruhların rûhudur. Bu kâinatta gördüğüm her güzellik, adâlet, letâfet bunların hepsi benim tıynet-i sûriyemin  [yaratılış görünüşüme] feyzindendir.
[Hakikatte ruhların rûhu ve nurların nûru Hakîkat-i Muhammediyyedir. Bu hakikate mazhar olan ve tam verâsete vüsul bulan her kâmile "kutbü'l-aktâb", "gavs-ı ekber" denilir ki zâhiren bâtınen kâim-i makâm-ı Muhammed'dir. O sâhib-i saâdetin bu makamda gösterdiği her şey gerçekten kendi halleridir. Lâkin bu makam, makâm-ı Muhammedi'nin esrârıyla vasıflanmak ve nurlarıyla boyanmak sûretiyle hâsıl olur. Nitekim Şeyh-i Ekber şöyle buyurur: "Ben Kur'an'ım, seb'ul-mesârûyim, rûhun ruhuyum, kapların (bedenlerin) rûhu değilim" O halde bu makama vâsıl olan her kâmilin rûhu, bütün ruhlara el uzatır ve feyz verir; arşı, ferşî, mülkî, melekî, arzî ve felekî bütün ruhlara onun feyz ve imdâdı ulaşır. Yine bütün kâinatta ne kadar güzellik, letâfet, adâlet ve tazelik görürsen hepsi onun temiz yaradılışının feyzinin yansımasıdır. Her şey, kabiliyeti ölçüsünde ondan feyz alır ve istifâde eder.]
314.    فذَرْ ليَ ما قبلَ الظُّهورِ عَرَفتُهُ
          خصوصاً وبي لَم تَدْرِ في الذرّ رُفقتي
Ey sırlara vâkıf olan, zuhûrumdan önce benim bildiğim ve ilmi ve mârifeti bana mahsus olan şeyi bana bırak. Zîrâ zuhûrumdan önce ilim mertebesinde olan sırlarımı kimse anlayamaz.
315.    ولا تُسمني فيها مُريداً فمَن دُعي
          مُراداً لها جَذْباً فقيرٌ لعصمتي
Vuslat yolunda veya arkadaşların arasında beni "mürid" ismiyle çağırma. O hazretin cezbesi dolayısıyla kime "murad" veya "mürşid" denirse, sâliklerin murâdı ve tâliblerin matlûbu olan o mürşid, benim hıfzıma, ismetime, korumama ve himâyeme muhtaçtır. Eğer onlardan benim ismet ve imdâdım kesilse, onlar irşad mertebesinden muradlık makamından düşmüş olurlar.
316.    وألْغِ الكُنى عني ولا تَلغُ ألكناً
          بِها فهيَ مِن آثارِ صيغةِ صَنعتي
Ey beni medheden kimse benim büyüklüğümü söylerken, künye ile anma yoluna gitme. Bana ["Ebu'l-Maâli, Ebu'l-Mekârim, mürid, murad, mahbûbü'l- fuad, sâhibü'l-irşad, ârif-i esrâr-ı mebde ü mead" gibi] künyelerle tâzimde bulunma. [Konuşmaz ve dilsiz olduğun halde mânâsız ses sarfetme. Zîrâ] bu künye ve isimler benim yaptığım şeyin ıstılahının eserlerindendir. [Benim zâtıma nisbetle bütün sıfatlar berâber ve eşittir.]
[Arapların bâzı âdetleri ve ıstılahları vardır. O âdetler ve ıstılahlarla iftihar edilecek bir hâtıra, iyi bir iz bırakmak isterler. Tâ ki hayatlarında ve ölümlerinde iyi hâtıra ile anılsınlar. Hizmetçi ve âile çokluğu, cömertlik ve kerem fazlalığı, şecâat, arkadaşların ve dostların haklarına vefâ göstermek vb. Evlât çokluğuyla iftihar etmek de bunların en büyük övünçleridir. Hattâ çocuğu olmayanı "ebter" diye kötüleyip ayıplar idiler. Bir kimsenin erkek evlâdı olunca, hürmeten kendisine o çocuğun ismi ile künye verirlerdi. Ebu'l-Kâsım, Ebu'l-Mekârim, Ebu'l-Maâli ve Ebu Usâme gibi. Bunlar arasında tâzim ve tekrim kinâye ile anılmaktır. Kendi ismi ile anılmak o kadar makbul değildir.]
317.    وعن لَقَبي بالعارِفِ ارْجعْ فإنْ تَرَ التْ
          تَنابُزَ بالألقابِ في الذّكرِ تُمقَت
Ey beni övmeye çok hevesli olan kimse, bana "ârif ve vâkıf" lakabı vermekten vazgeç, eğer Kur'an'daki tenâbüz bi'l-elkâb (kötü lakab takma)'nın cevazına inanırsan (onu doğru görürsen) ve yasaklanan bu işten tevbe etmezsen gazaba uğrarsın ve kendini bu gazabda hebâ edersin.
[Zât ve sıfat tecellîsine, hakâyıka, ilimlere ve kâinatın sırlarına vâsıl olan kimseye ârif-i billâh derler. Lâkin bu mertebe ahadiyyet-i cem' makamına ve sahv-ı cem'a nisbetle daha aşağıdır. Zîrâ makamların nihâyetinin en sonu ve yüksek gâye- lerin en nihâyeti, daha ötesinde başka bir mertebe olmayan "sahvü'l- cem"dir. O yüzden bu makamda olanlara "ârif" denmesi kötü lakabla anılmak gibidir.]
318.    فأصغَرُ أتباعي على عينِ قَلبِه
          عَرائسُ أبكارِ المَعارِفِ زُفَّتِ
Bana tâbi olanların en küçüğünün kalb gözü üzere, haklarında (Rahman, 55/56). "Daha önce ne insan ne de cinler dokunmamıştır" beyânı bulunan arâis-i ebkâr-ı irfan ve muhadderât-ı esrâr-ı can olan kadınların zifaf birleşmesi vâki olmuştur. O halde ne halle bana ârif lakabı verilmesi doğru olur?
319.    جَنى ثَمَرَ العرْفانِ من فَرْعِ فِطنَة
          زكا باتّباعي وهوَ من أصلِ فطرَتي
Benim en küçük tâbiim (hizmetçim) ve en değersiz cemaatim, bana uyması sebebiyle irfan meyvesini idrak etti ve basiret ağacından topladı ve bana son derece itâatkâr olması dolayısıyla zekî oldu ve gelişti; halbuki o benim fıtrat kökümden bir daldır ve zâtımın ilminden bir tayyün ve takdirdir.
320.    فإنْ سيلَ عن مَعنىً أتَى بغرائبٍ
          عنِ الفَهمِ جلَّتْ بل عن الوَهم دقت
[Benim en değersiz cemaatimin mertebesinin yüceliği ve derecesinin üstünlüğü o seviyededir ki, eğer onlara kemâlin mânâsından cemâl ve celâlin sırları sorulsa, cevap olarak] öyle garib ilimler, şaşılacak sırlar ve benzersiz mânâlar söylerler ki ulemânın anlayışının çok üstünde bulunur; hattâ âriflerin hakimlerin, zan ve tasarruflarından yüksek ve ince olurdu.
[En küçük tâbiiın bu seviyede olunca, tasavvur et ki benim yüce mertebem akılların idrâkinden ne kadar münezzeh ve bana "ârif" denilmesinin kötü lakab sayıldığı kesindir.]
321.    ولا تدعُني فيها بنَعتٍ مُقَرَّبٍ
          أراهُ بِحُكمِ الجمعِ فَرْقَ جريرَةِ
Bana sevgilimle bir oluşumu veya sevenler topluluğu içinde "mukarreb" sıfatıyla hitap etme, zîrâ ben o mukarreblik sıfatını, cem' nokta-i nazarından büyük suç olan "tefrika/ayrılık/ikilik" olarak görürüm. Çünkü "mukarreb" olmak ittihada [birleşmeye] mânidir ve ikiliği gösterir. [Zîrâ mukarreb, bir yaklaşan ve bir de yaklaşılanı gösterir.]
[ Hakk'ın vasıflarıyla ahlâklanmak benim özelliğim olmuştur. O halde bana nasıl olur da "ârif" ve "mukarreb" demek doğru olur.]
322.    فوَصليَ قَطعي واقترابي تَباعُدي
          ووُدّيَ صَدّي وإنتهائي بَداءتي
Yâni eğer bana "vâsıl" dersen benim vaslım ayn-ı kat'ımdır. Eğer "mukarreb" dersen, yakınlaşmam uzaklaşmamdır, eğer "muhib" dersen sevgim yüz çevirmiş ve yasaklanmış olmamdır. Eğer "müntehî" dersen, nihâyetim bidâyetimdir.
[Çünkü vasl bir ulaşan bir ulaşılan ister. Yakınlaşma, bir yaklaşan bir yaklaşılan gerektirir. Sevgi, bir seven bir sevilen; nihâyet, bidâyet ister. Bunların hepsi de tefrikayı [ikiliği] îcab ettirir. İşte bu mertebelerden biriyle kayıtlı olmak, ehl-i vahdet katında aynen zıddıyla vasıflanak gibidir. Ehl-i vahdet ise bunların hepsini câmi'dir.]
323.    وفي مَن بِها وَرَّيتُ عنِّي ولمْ أرِدْ
          سوايَ خلَعَتُ اسمي ورَسمي وكُنيتي
"Ben onu severim, ona sâdık bir âşığım, onu istiyorum, ona uygunum" demek sûretiyle ve onun muhabbetiyle o hazrette ben kendimi gizledim. Halbuki ben kendi zâtımdan başka bir sevgili arzû etmem ve kendimden başkasını sevmem. Zîrâ ben ismimi, resmimi ve künyemi soydum ve devirdim bu üç şeyin yok olmasından sonra hakkânî vücudla bâki olup, mahbûbun kendisi olan muhib ve mahbûbun kendisi hâline gelen tâlib olarak ikilik ortadan kalkmıştır. Lâkin gizlenmek için bâzen "o" derim, bâzen "ben" derim. (Ben o oldum, o ben oldu).
324.    فسرْتُ إلى ما دونَه وَقَف الأُولى
          وضَلَّتْ عُقولٌ بالعوائدِ ضَلَّتِ
Ben Hak muhabbetinde ismimi, şeklimi ve alâmetimi soyup attığım vakit, bu hâlin akabinde öyle bir yüksek makam ve mertebeye çıktım ki, geçmiş ârifler, eski âlimler ve hakîmler onun altında bir seviyede kaldılar;
Bana mahsus olan bu makamda, bir takım menfaatlerle yolunu kaybederek akıllar helâk ve fânî oldular.
325.    فلا وَصفَ لي والوَصفُ رسمٌ كذاكالاسم
           وسمُ فإن تَكني فكَنّ أو انعتِ
Benden bütün gayriyet ve zıddiyet elbiseleri soyulup ikilik ve tefrika ortadan kaldırıldığına ve ben tam bir yoklukla vahdet makamına ve ahadiyet mertebesine ulaşüğıma göre, benim herhangi bir vasfım yoktur ki onunla beni tavsif etsinler ve ben makam ve tecellî sâhipleri yanında tanınabileyim.

Faydalanılan Kaynaklar:
İsmail Rusûhî Ankaravî, Makâsıd-ı Aliyye fî Şerhi't-Tâiyye, [Osmanlı Tasavvuf Düşüncesi] Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ, Haziran, 2007, İstanbul
Arapça Metin için erişim: http://www.afdhl.com/poem/text-12975.html

Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar

Yorumlar