Aşk
| |
Hzl: Nurgül KARAYAZI
Eflatun, aşk için “Doğumsuz, ölümsüz, artmaz, eksilmez bir
güzellik” diyor. Aşk, tasavvuf düşüncesinin en önemli
kavramlarından birisidir. Tasavvufta dolayısıyla klasik kültürümüzde evrensel
bir prensip olarak varoluşun esas gayesidir. Bunun için tasavvufî çerçevede
teşekkül eden edebiyâtın da yegâne konusu olarak karşımıza çıkar.[1]
Kur’an ve sahih hadîslerde aşk kelimesi geçmez; “sevgi”
çoğunlukla hub ve muhabbet, bazen de meveddet kelimeleri ve bunların müştaklarıyla ifâde edilir.[2]
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın, Resûlü’ne bağlananları,[3]
tevbe edenleri ve temizlenenleri, sabredenleri, iyilik yapanları, muttakîleri,
Allah yolunda savaşanları[4]
sevdiği ifâdesi yer alır. Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en önemli kaynak sayılan
hadîs-i şeriflerde de insanın “Allah ve Resûlünü her şeyden daha çok sevmesi
gerektiği, ancak böyle davranarak imân etmiş sayılabileceği, bir kimseyi
sevenin de ancak Allah için sevmesi lâzım geldiği”[5] husûsları
üzerinde durulur.
İlk zâhidler de Allah sevgisinden çok Allah korkusuna
ağırlık verdikleri için aşktan söz etmemişlerdir. İlk defa II. (VIII.) yüzyılda
Allah ile kul arasındaki sevgiyi anlatmak üzere nâdiren de olsa aşk kelimesinin
kullanılmaya başlandığını gösteren rivâyetler vardır. Ancak yine de sonraki
mutasavvıflar tarafından sık sık kullanılan “aşk, âşık ve mâşuk”
kelimeleri sûfîler tarafından hoş karşılanmamıştır. O zaman aşk daha ziyâde
beşerî sevgiyi ifâde ediyordu. Hâlbuki Allah sevgisini ifâde etmek için
kullanılan “muhabbet, mahabbet ve hubb” gibi kelimeler âyet ve hadîslerde de bu
mânâlarda kullanılmıştır. [6]
İlâhî aşk konusunda ilk ortaya çıkan ekol Basra ekolü
olmuştur.[7]
Râbia el- Adeviyye (ö.185/801), Bâyezîd-i Bistâmî (ö.234/848), Cüneyd-i Bağdâdî
(ö.297/909), Hallâc-ı Mansûr (ö.310/922) gibi sevgi temasını işleyen ilk
sûfîler genellikle aşk, âşık ve mâşuk yerine hub, muhabbet, habîb, mahbûb kelimelerini kullanmayı tercih etmişlerdir.[8]
İlâhî aşkı
ihlâs ve sıdk ile ilk terennüm eden Rabiatü’l-Adeviyye (ö.185/804) olmuştur.[9]
Ebû Tâlib el-Mekkî, Muhammed b. İbrâhim el-Kelâbâzî,
Hucvîrî, Ebû Nasr es- Serrâc, Hâris el-Muhâsibî, Gazzâlî, Sühreverdî,
Abdülkerîm el-Kuşeyrî, Hâce Abdullah el-Herevî, Hakîm et-Tirmizî, Ebû Nuaym
gibi mutasavvıf yazarlar eserlerinde aşk kelimesine ya hiç yer vermemişler veya
nâdiren kullanmışlardır. Bu kavramın yerine, önem verdikleri Allah sevgisini anlatmak
için hubb ve muhabbet terimlerini kullanmışlardır.
Kuşeyrî’nin naklettiğine göre, Allah ile kul arasındaki
sevginin aşk kavramıyla ifâde edilmesine karşı olan şeyhi Ebû Ali ed-Dekkâk bu
görüşünü şöyle açıklamıştır:
“Aşk, sevgi hususunda haddi aşmaktır. Hak Teâlâ haddi aşmakla nitelenmez,
öyleyse aşk ile de nitelendirilemez. Eğer bütün yaratıkların sevgileri bir
şahıstan toplansa, o şahıs Hak Teâlâ’yı hak ettiği sevme şeref ve dercesine
erişemez. O hâlde kul Allah’ı sevmede haddi aştı denilmez. Öyle olunca ne Hak
Teâlâ ‘âşık olmak’la nitelendirilir ne de kul ‘Hak Teâlâ’ya âşık olmak’la
nitelenir. Bu sebeple Hak Teâlâ’yı aşk ile nitelemeye yol yoktur. Ne Cenâb-ı
Hakk’ın kula ne de kulun Cenâb-ı Hakk’a âşık olması mümkündür. ”[10]
Bununla birlikte Kuşeyrî, sûfîlerin Allah sevgisini aşk
kelimesiyle ifâde etmelerini müsamaha ile karşılamıştır. Nitekim o eserinin
“Muhabbet” bölümünü, “.âşıklar sözlerinden dolayı kınanmazlar” cümlesiyle
tamamlamıştır.[11]
Keşfu’l-Mahcûb müellifi de aşk konusunda meşâyihin farklı görüşlere
sahip olduğunu belirttikten sonra bu konudaki başlıca görüşleri şöyle açıklar: “Sûfîler zümresinden bir
tâifeye göre Hakk Teâlâ’ya âşık olmak câizdir ama Hakk Teâlâ’dan aşk câiz
değildir. Bunlar derler ki: Aşk, bir zâtı sevgilisinden men eden bir sıfattır.
Kul, Hakk’tan men olunmuştur ama Hak kuldan memnû değildir. Buna göre kulun
Hakk’a âşık olması câizdir. Fakat Hakk’ın kuluna âşık olması câiz
değildir.(Çünkü kulun sevgilisine ulaşmasına engel olan mâniler vardır ama
Allah’ın sevdiği şeye vâsıl olması için bir mâni yoktur. Mâni olmayınca da
Allah men’ edilmiş ve netice i’tibâriyle âşık olmuş olmaz.)”
Hucvîrî dayandığı çeşitli gerekçeleri de sıralayarak, Allah’a duyulan sevginin
“muhabbet” kelimesiyle ifâde edilmesi gerektiği, bunun yerine aşk kelimesini kullanmanın
câiz olmadığı görüşünü benimsediğini belirtmiştir.
İhyâu Ulûmi’d-dîn müellifi Gazzâlî, eserinin Allah sevgisi konusunu
işlediği “Kitâbü’l-Mahabbe ve’ş-şevk ve’l-üns ve’r-rızâ” başlıklı bölümünde aşk
kelimesine iltifat etmemiştir. Gazzâli’ye göre “Allah’ı tanıyan O’nu
sever. Tanıma (mârifet) arttıkça sevgi de gelişir ve güçlenir. İşte bu sevgiye
aşk denir. Sevginin bu şekilde aşk hâlini alması, kulun mârifette yetkinleşerek
ilâhî güzelliği idrâk etmesinden ileri gelir; bu idrâk arttıkça aşk da
güçlenir. Nitekim Hz. Peygamber’in Hirâ’da ibâdete kapandığını gören Mekke
müşrikleri, ‘Muhammed Tanrı’sına âşık oldu’ demişlerdi. Gerçek âşık kalbindeki Allah
sevgisine hiçbir varlığın sevgisini ortak etmez. Bu yüzden başka şeylere karşı
duyulan sevgiye ancak mecâz yoluyla aşk denebilir; çünkü ortağı olmayan,
dolayısıyla ortaksız sevilebilen tek varlık Allah’tır. ”
Tasavvuf târihinde aşk kavramını ilk defa muhabbetten
ayırarak ciddi bir şekilde inceleyen sûfî Ahmed el-Gazzâlî (ö.520/1126) olmuştur.
Onun Sevânihu’l-uşşâk adlı Farsça risâlesi özel olarak aşk konusunun işlendiği
ilk eserdir.[12]
Ahmed Gazzâlî, Fahreddîn-i Irâkî (ö.688/1289), İbnü’l-Fârız (ö.632/1235),
İbnü’l-Arabî (ö.628/1240) ve bilhassa Sultânu’l-âşıkîn Hz. Mevlânâ
(ö.672/1273)’dan sonra “Allah sevgisi” tâbiri yerine daha çok “Allah aşkı”
tabiri kullanılmıştır. “Allah’a âşık oldum” sözünü ilk söyleyen de Ebu
Hüseyin Nûrî (ö.h.295) olmuştur.[13]
İbnü’l-Arabî’nin beyânına göre de aşk lafzına Kur’ân’da kinâye yoluyla îrâd
buyurulmuştur. Kur’ân’daki “eşedd-i hubb”[14] âyeti
buna delil sayılmıştır.[15]
Arapça aslı ışk olup sözlükte “şiddetli ve aşırı sevgi;
sevenin sevgilisinde kendisini yok etmesi; aşkın yok, yalnızca mâşukun var
olması, her şeyin ondan ibâret olması hâli” anlamına gelir.[16] Bursevî
Hazretlerinin de değindiği gibi, “Lugatte sarmaşık tabir olunan bir nev ağaca aşk (aşaka) derler. Bu ağaç
herhangi mahalle sarılacak olursa orasını behemehâl kurutur. Bu sebepten nâmına
aşk tesmiye kılmışlardır. Âşıkı cümle taallukat u alâyıkdan men' eylediği
hikmetine mebnîdir. ”[17]
Aşkın mâhiyetini kelimelerle izah etmek imkânsızdır. Hz.
Mevlânâ’ya birisi, “Aşıklık nedir? ” diye sorduğunda o da, “Benim gibi ol ki, bilesin ”
cevabını vermiştir. Aşkı, “vuslat ve yakınlık makâmlarının sonu” olarak ifâde
eden Tehânevî, ilâve olarak “Aşk kalbde vücûd bulan bir ateş olup, mahbûbdan başka her şeyi yakar; o,
yakmak ve öldürmektir, ondan sonrası ise Allah ’ın ikrâmı olan sonsuz bir
hayattır. O, akıl binâsını yıkan ilâhî bir cinnettir. ” der.[18]
Aşk, bir başka ifâdeye göre de “insanın içini ve
ciğerini yakan bir ateştir. Aklı şaşkın kılar, yanıltır, gözü kör eder. İşitme
duygusunu giderir. Büyük korkuları insana küçük gösterir. İnsanın boğazını
sıkar, nefesten başka bir şey oradan geçmez, ölecek gibi olur. Bütün himmeti
mâşuk ve sevgili üzerine toplar, sevgilisini kıskandığı için onun hakkında kötü
zan besler, bu hâl daha da artar, düzeni bozar, şaşkınlığı getirir, nihâyet
unutkan olur ve ölümü hoş görür. Bazen âşık, aşkta fânî olur. O zaman âşık aşk
hâline gelir. Sonra aşk, mâşukta fânî olur. ” [19]
“Mahabbette ilk adım nefs için mahbûbun arzu edilmesidir. Sonra nefsin
kendisine feda edilmesidir. Daha sonra ikiliği unutmasıdır. En son merhale ise
vahdaniyette fenâ bulmasıdır. ” diyen Necmüddin Kübrâ’ya göre “mahabbetin sonu aşkın
başlangıcıdır. Mahabbet kalp için, aşk ise ruh içindir. ” [20]
Ayrıca tasavvufta aşk yakıcı özelliği i’tibâriyle ateşe
(âteş-i aşk); sarhoş edici özelliği i’tibâriyle şarâba (mey-i aşk, bâde-i aşk);
çıldırtıcı özelliği i’tibâriyle de deliliğe (cinnet-i aşk) benzetilir.[21]
Aşkın en güzel ifâdesini bulduğu satırların sâhibi
Fuzûlî’ye göre, hayatın anlamı aşktır. Ancak bir “âfet-i cân” olan aşka düşenin
artık rahatı ve huzûru yoktur, âleme gizli kalmayan bu aşk aynı zamanda sonu
ziyân olan bir alış verişe benzer. Buna rağmen aşk vazgeçilmesi kolay bir şey
değildir; müptelâlıktır.
Fuzûlî her zaman bir ta
‘n ile bağrum kılursen kan
Aceb bilmez misen aşkdan geçmek değül âsân
Aceb bilmez misen aşkdan geçmek değül âsân
“Ey Fuzûlî, hep beni ayıplayıp, bağrımı eylersin kan;
Acep bilmez misin ki, kolay değil vazgeçmek aşktan?”
Tasavvufta
aşk, kâinâtın rûhudur. Âlem, aşk diyârıdır.[22]
Âriflere göre varoluşun aslı aşktır.[23] [Ben
gizli bir hazineydim. Bilinmekliğimi arzuladım ve mahlûkatı yarattım.][24]
bu kudsî hadîsde açıklandığı üzere muhabbet, Hakk’ın zuhûra duyduğu bu meyil ve
iktizâdan ibârettir[25]
ve âlem, Allâh’ın bilinmesi için yine kendisi tarafından yaratılmıştır.[26]
Eğer bu muhabbet olmasaydı, İbnu’l-Arabî’ye göre âlem kendi “ ‘ayn’ında zâhir
olamazdı. Bu durumda onun ademden varlığa doğru hareketi onu icâd edenin
muhabbetinin bu iş için harekete geçmesiyle olmuştur. ”
Böylelikle İbnu’l-Arabî’nin bu sözlerinden ona göre âlemin vücûda geliş
sebebinin bir aşk eylemiyle “hareket-i hub” olduğu anlaşılıyor.[27]
Yâni kâinâtın sebeb-i zuhûru muhabbet-i ilâhiyye olmuştur ve bu muhabbet, aşk
bütün eşyâya sârîdir.[28]
Eğer bu muhabbet-i zâtiyye olmasa idi, bu vücûdât-ı izâfiyye zâhir olmazdı.[29]
Kısaca diyebiliriz ki, bu kudsî hadîsin açık bir şekilde bize bildirmekte
olduğu gibi sevgi (hubb), Hakk’ı âlemin yaratılmasına tahrik etmiş ilkedir. Bu
anlamda da bu ‘yaratılışın sırrı’ (sırr-ı halk) ya da ‘yaratılışın sebebi’dir
(illet-i halk). Eğer bu düşünceyi İbnu’l-Arabî’nin daha karakteristik
sözleriyle ifâde edersek, muhabbet
Hakk’ın ‘Dipsiz Karanlık=Amâ’ hâlinden çıkarak kendisini
bütün varlıkların sûretlerinde izhâr etmeye başlamasının sebebidir. Yâni
muhabbet ‘her hareket’in ilkesidir. Âlemde vuku bulan bütün hareketlerin hepsi
‘muhabbet’ in itici kuvvetinin eseridir. Muhabbet, Hakk’ın zuhûra duyduğu bu
meyil ve iktizâdan ibârettir.
Bu açıklama bağlamında olarak sûfilerin aşk konusundaki
görüşlerinin gayet açık ve parlak bir üslûpla anlatıldığı Rûzbihân-ı Baklî’nin Abherü’l-âşıkîn adlı
eserinde de bu hadîs-i kudsîde geçen “bilinmek”ten maksadın mârifet; “istemek”
ten maksadın da muhabbet yâni aşk olduğu belirtilir.[30] Fuzûlî de
bu hakîkati şöyle dile getirmiştir:
Ey neş’et-i hüsni aşka
te’sîr kılan
Aşkiyle binâ-yı kevni ta ’mîr kılan
Aşkiyle binâ-yı kevni ta ’mîr kılan
“Ey güzelliğinin ortaya çıkışı aşka sebep olan (ve) aşkı
ile kâinat binasını mâmur kılan!”
Bir diğer beytinde de şöyle demiştir:
Bilmek gerek anı kim
cevâhir
Ne genc-i nihândan oldı zâhir
Ne genc-i nihândan oldı zâhir
“Bilmeleri gerekir; cevherler hangi gizli hazineden
ortaya çıktı?..”
“Peygamberimizin yolu-yordamı aşktır; aşktan doğduk biz; anamız aşktır. ”112
diyen Hz. Mevlânâ gibi, Fuzûlî de Leylâ ve Mecnûn
mesnevîsinde aşkın ezelî oluşu üzerinde durur. Babası Mecnûn’u aşkından
vazgeçirmek ister, fakat Mecnûn bu aşkın kendisini istilâ ettiğini ve
davranışlarında kendi irâdesinin dışında hareket ettiğini söyler:
Ol gün ki rahimde kilk-i
kudret
Îcâduma verdi zîb sûret
Îcâduma verdi zîb sûret
Doldurdı hevâ ile
dimâğum
Sevdâ ile bağladı ayağum
Sevdâ ile bağladı ayağum
Doldı bedenümdeki rek ü
pûst
Başdan ayağa mahabbet-i dûst
Başdan ayağa mahabbet-i dûst
“Kudret kalemi ana rahminde bana güzel bir şekil
verdiğinde, dimağımı aşk ile doldurdu ve ayağımı sevdâ ile bağladı; vücudumun
derisi ve damarlarım baştan başa dost muhabbeti ile doldu.”
Yaratılıştan gelen bu aşka meyil karşısında Mecnûn’un
yapabileceği bir şey yoktur, nitekim âlemdeki bütün varlığı aşkın
himâyesindedir:
K’ey varı menüm olan
cihânda
Nen var senün bu cism ü cânda
Nen var senün bu cism ü cânda
Câna tama ‘ etme kim
menümdür
Terk eyle teni ki meskenümdür
Terk eyle teni ki meskenümdür
Menden geç ü cân ü
tenden ayrıl
Koy varlığunı özünle sen bil
Koy varlığunı özünle sen bil
“Ey dünyâda bütün varlığı benim olan! Bu bedende ve canda
senin neyin var ki? Canına güvenme, çünkü bana aittir; tenini de terk et, çünkü
benim meskenimdir. Benlikten vazgeç, can ve tenden ayrıl; varlığını bırak, sen
özünle düşün!..”
Yûnus Emre de aşkın vücuda sân olduğu düşüncesindedir:
Hakîkat her vücûdun cânı ışkdur
Ne cân kim cân içinde cânı ışkdur
Ve bu bir ezelî aşktır
ki cândan ayrılması muhâldir:
Sen handan ü terk-i aşk
handan
Aşk-ı ezelî çıhar mı cândan
Aşk-ı ezelî çıhar mı cândan
“Sen nerede, aşkı terk etmek nerede?..Ezelî aşk, candan
ayrılır mı?”
Aşkın ezelî oluşu konusu mutasavvıflar tarafından da
geniş bir şekilde ele alınmıştır. Sûfîlere göre aşk sonradan kazanılmış bir şey
değil, ilâhî bir vergidir,[31]
ezelîdir. Her varlık bu ezelî aşkı kendi diliyle terennüm etmektedir[32]:
Yûnus Emre bir beytinde şöyle buyurur:
Işk makamı âlîdür, ışk
kadîm ezelidür
Işk sözini söyleyen cümle kudret dilidür116
Işk sözini söyleyen cümle kudret dilidür116
İbnü’l-Arabî de bu hakîkati şöyle ifâde etmiştir: “Bil ki, sevgi (hubb)
ilâhî bir makamdır. Allah kendini onunla vesfetti. Kendini Vedûd diye
adlandırdı. Hz. Peygamber’in hadîslerinde de Allah, Muhibb-Seven, diye
nitelendirildi. Allah Tevrat’ta Musa’ya sevgiyle şöyle vahyetti: ‘Ey Ademoğlu,
sana verdiğim hakla Ben seni seviyorum. Öyleyse, senin üzerindeki hakkınla da
sen Ben ’i sev. ’ ”[33]
Bu
bağlamda muhabbet ehlini üç derecede ele alan mutasavvıflar olmuştur:
1.
Avâmın Muhabbeti: Bu
sevgi Allah’ın kullarına olan in’âm ve ihsânından meydana gelir. Muhabbetin bu
derecesinin şartı Semnûn’un şu sözünde açıklandığı gibidir. Semnûn kendisinden
muhabbet sorulduğunda şu karşılığı vermişti: “Muhabbet, devamlı hatırlayarak
(unutmadan) arı ve duru bir sevgidir. Çünkü kim bir şeyi severse onu çokça
hatırlar ve anar. ”
2.
Sâdıkların ve Tahkîk
Erbâbının Muhabbeti: Muhabbetin bu türü, kalbin Allah’ın celâline, ganî
oluşuna, ilmine ve kudretine nazar etmesinden doğar. Böyle bir muhabbetin
özelliği Ebu’l-Hüseyn Nûrî’nin şu sözünde anlatıldığı gibidir: “Muhabbet, perdeleri
yırtmak, sırlara âşinâ olmaktır. ” İbrâhîm Havâs da; “Muhabbet, irâdelerin yok olması,
ihtiyaçların ve bütün beşerî sıfatların yanmasıdır. ”, der.
3.
Âriflerin ve Sıddîkların
Muhabbeti: Muhabbetin bu türü, onların, Allah’ın illetsiz olan
kadîm sevgisini bilip ona nazar etmelerinden doğar. Sıddîk ve âriflerin Allah’a
olan sevgisini bilip ona nazar etmelerinden doğar. Sıddîk ve âriflerin Allah’a
olan sevgisinin bir illeti yoktur. Bu tür sevginin özelliğini Zünnûn Mısrî
kendisine “saf sevgi nedir?” diye sorulduğunda şöyle açıklamıştır: “İçinde herhangi bir
bulanıklık bulunmayan saf sevgi, sevginin kalpten ve organlardan sukut ederek
orada muhabbetten eser kalmaması ve her şeyin Allah ile ve Allah için olduğu
bir anlayışın ortaya çıkmasıdır. Böyle biri Allah için seven, Hakk âşıkıdır. ”
Aşk ve muhabbeti tasavvuf nazariyelerine esas yapanlardan
biri olan Baklî, aşkı Allah’ın kadîm ve ezelî bir sıfatı olarak telakkî eder.
Ona göre, “Allah kendisini sevdiği için aşk, âşık ve mâşuk sûfînin nazarında
birleşir ve tek kavram hâline gelir.” [34] Ayrıca
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler][35]
şeklinde bir ifâdeyle karşılaşılır ki buradan da aym hakîkat yâni sevenin de
sevilenin de Allah olduğu, Allah’ın gerçek aşkı başlattığı, bizimkinin buna bir
cevap olduğu[36]
anlaşılır. Abdurrahmân Câmî de bu duruma dikkat çekerek, insanı ebedî saadete
ulaştıracak şeyin ancak aşk olduğunu söyler. Ona göre, varlık âlemindeki bütün
oluş ve tezâhürlerde cilveleşen ‘aşk sultânı’dır. Seven de sevilen de her
mertebede Hakk’ın kendisidir. Mutlak aşk bütün mazharlardan parlamakta, her
idrâk ve şuurda belirmekte ve kâinattaki her bir varlıkta Allah’ın birliğinin
delilleri müşâhede edilmektedir.[37]
Sûfiler sevgiyi (hubb, mahabbet) genellikle çeşitli
kısımlara ayırırlar, çoğu kez de en tepeye aşkı koyup aşkı, sevginin en
mükemmel şekli sayarlar.[38]
Sevginin dereceleri sırasıyla şöyledir: Meveddet, sevgi
sebebiyle kalbin özlem içinde bulunması; hevâ, sürekli olarak sâlike
gözyaşı döktüren sevdâ; hillet, sevgilinin sevgisiyle sermest olmak, tam dostluk; mahabbet, kötü
huylardan arınma ve güzel huylarla donanma sûretiyle sevgiye lâyık olma ve
yaklaşma; şağaf, kalbi parçalayan ve yakan ateşli sevgi; hüyâm,
sevdâlıyı çıldırtan sevgi, sevgi çılgınlığı; çılgınca sevme; sevgilinin kulu,
kölesi olma; veleh, dostun ve yârin güzelliğini seyrederken sevgi şarâbıyla
kendinden geçme, sevgi şarâbını kana kana içme.[39]
İbnü’l-Arabî, çok
şerefli bir makam olarak nitelediği sevgi makamının dört adının olduğunu
söyler.
Bunlardan birincisi el-hubb’dur.
“Bunun saflığı kalbe nüfuz eder, saydamlığı ise arazların bozulmasıyla
bozulmaz. Sevgiliyle birlikteyken, âşıkın başka bir maksadı, gâyesi yoktur.
Sevgilinin irâdesi önünde kendi irâdesini bırakır. ”
İkincisi, el-vedd’dir.
“Allah’ın ‘Vedûd’ ismi bundan türer. El-vedd Allah’ın sıfatlarındandır ve
bu sıfat O’nda sabittir. Yeryüzündeki sübûtundan dolayı el-vedd diye
adlandırılmıştır. ”
Üçüncüsü, el-ışk’dır.
“Aşk, sevgide ifrattır, aşırılıktır. Kur’ân’da bu aşırı sevgi kinayeli
olarak çokça geçmektedir: ‘İnsanlardan kimi, Allah’tan başka eşler tutar,
Allah’ı sever gibi severler onları. İnananlar ise, Allah’ı çok, hem de pek çok
severler. ’ (Bakara, 2/165). ‘Vezirin karısı uşağının nefsinden murâdını almak istedi,
çünkü Yûsuf’un aşkı onun yüreğini kor gibi yakmıştı. ’ (Yûsuf, 12/30) yâni
Yûsuf için gönlünde beslediği sevgi kalbinin zarı olmuştu. Bu zar öylesine ince
bir deridir ki kalbin üzerini tamamen kaplar. Bu zar, kalbi dıştan bütünüyle
saran çok ince bir örtüdür. ”
Dördüncüsü, el-hevâ’dır.
“Hevâ, irâdenin sevgilide açığa çıkarılmasıdır, yâni kalbe doğan ilk
durumdan i’tibâren irâdenin tamamıyla sevgilinin irâdesine bağlanmasıdır.
Hevâ’nın doğmasına sebep, bazen bir bakıştır, bazen bir haberdir, bazen bir
ihsândır. Aslında sebepleri çoktur. Anlamı ise, kudsî hadîslerde ve hadîs-i
şeriflerde geçmektedir.” İbnü’l-Arabî ayrıca “.Allah, nâfile olarak yapılan hayırları
ve ibâdetleri çokça yapan ve böylece dinde Resûlüne ittibâ eden kulunu çok
sever. İşte bu makam bizde ‘hevâ ’ diye adlandırılır. ” demiştir.
Aşk; bütün yaratılmışlar içinde yalnız insanın
erebileceği son tekâmül basamağıdır. Yüksek hâller ve makamlar aşk merhaleleri
aşıldıkça daha net zuhûra başlarlar. Büyük bir varlık mukabilinde elde edilen,
en değerli kıymet aşktır.[40]
Allah’ı 788 bilmek, tanımak da ancak aşk ile olur. Sevginin nedenleri
sarıyor beni özüyle Varlık ve yokluk gibi iki zıt elbiseyle Allah’ın varlığı
bile sevgiyle bilinir
O’na benzer değiliz ama, bizde de O ’nda da O görülür Aşk,
güzelliği kadar insanı belâlara da gark eden bir mâcerâdır:
Men bilmez idüm belâ
imiş aşk
Bir derdlü mâcerâ imiş aşk
Bir derdlü mâcerâ imiş aşk
“Ben bilmiyordum; meğer aşk bir belâ ve dertli bir mâcerâ
imiş.”
Cevheri derd olan bir cisimdir aşk:
Aşk derdi ey mûalic kâbil-i derman değül
Cevherinden eylemek cismi cüdâ âsân değül
“Ey tabip!..Aşk derdi dermân kabul eder değil; cismi,
cevherinden ayırmak kolay değil.”
“Ey derde dermân isteyen yetmez mi derd dermân sana”[41],
“Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş”[42]
mısrâlarında da ifâde edildiği gibi aşka düşenin dermânı yine dert olmakta, bu
yüzden âşık belâlara tâlip olmaktadır:
Yâ Rab belâ-yı aşk ile
kıl âşinâ meni
Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ meni
Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ meni
Az eyleme inâyetüni
ehl-i derdden
Ya ‘ni ki çoh belâlara
kıl mübtelâ meni
“Yâ Rab, aşk belâsı ile
kıl âşinâ beni; bir ân bile aşk belâsından ayrı bırakma beni! Dert sahiplerine
yardımını az eyleme; yâni, çok belâlara kıl müptelâ beni!”
Fuzûlî, Farsça bir gazelinde bu duâsının kabul olduğunu
söyler: “Binlerce şükr olsun ki Allah’ın ezelî lütfu, Fuzulî’yi aşk eleminin
lezzetinden bîhaber bırakmadı. ”192
Mevlevîlerin
kullandığı “Allah derdini artırsın”, deyiminde de aynı niyâz söz konusudur.
Nitekim en büyük dert, dertsiz olmaktır. Dertten kasıt ezelî, ilâhî bir aşktır.[43]
Ve bu aşk her derde dermândır:
Derd yohdur kimsede yohsa tabîb-i feyz-i aşk
Kimde gördi derd kim ol derde dermân etmedi
“Dert yokmuş kimsede; yoksa, aşk feyzi tabibi, kimde dert
gördü de, o derde dermân eylemedi?.. ”
“İnsan vücûdu aşk eliyle yok olma derecesine ulaştığı gün
fânî vücûdun yerini ebedî vücûd alır. Bu yüzdendir ki kalbi temizleyip nefsânî
ayıpları gideren, bütün cismânî ve hattâ rûhânî illetlerin tabîbi “aşk”tır.
Sûfîler bu aşka eflâtunî aşk da demişlerdir.”[44]
Abdurrahmân-ı Câmi, “Aşka esir ol ki, hür olasın; onun
gamını sinene yerleştir ki, bahtiyar olasın.” der.[45] Niyâzî-i
Mısrî de şöyle buyurur:
Gam bugün âşık olan dâim çeke gelmiş dürür
Duymayan dost derdine aşka giriftâr olmasın
Derd uyutmaz râhat etmez gece gündüz âşıkı
Şol ki bülbüller güle karşı nice zâr olmasın196
Mutasavvıflara göre belâ, Hakk’ın kulunu denemesi,
kendisinde mevcut olan iyi hâllere gerçekte sahip olup olmadığını ona fiilen
göstermesi; bu amaçla onu sıkıntıya sokması ve azap çektirmesidir. Kulun Hakk’a
yakınlığı da, O’ndan gelen ezâ ve cezâlara samimî bir şekilde katlanması
nispetinde olur.[46]
Her işte insana rehber olan derd, bir başka ifâdeyle aşk Hakk’a ulaşmada da en
etkili yoldur.
Muhammed İkbal aşkı şöyle târif ediyor: “Aşk makamı minberler
değildir, darağacıdır. İbrahimler Nemrudlardan korkmazlar, öd ağacının ayarı
ateşte belli olur. ”199
Rüveym b. Ahmed el-Bağdâdî (ö.303/915)’ye göre insanın
kendisine isâbet eden belâlardan haz duyması, rızânın göstergesidir.[47]
Âşıkın bu hâli de sevgilisinin rızâsına tâlip olmasındandır.
Ger derd ü eğer devâ
senündür
Hâkim sensen rızâ senündür “
Hâkim sensen rızâ senündür “
Derdi de, devâyı da veren sensin. Çünkü, hüküm senin
elindedir ve râzılık senindir.”
Ger katlüme dûst çekse
şemşîr
Yoh mende rızâdan özge tedbîr
Yoh mende rızâdan özge tedbîr
“Eğer dostum beni öldürmek için kılıç çekse, buna râzı
olmaktan başka bir çârem yoktur.”
Böylece anlaşılmaktadır ki derd de devâ da, kahır da
lütûf da âşıkın nazarında aynı şeydir. İkisi de mahbûbdan kaynaklanmaktadır.
Aradaki kayd ve perdeler aradan kalkınca her ikisinin aynı şey olduğu görülür.[48]
Eşrefoğlu Rûmî, bu hâli şöyle dile getirir:
Câna cefa kıl ya vefâ senden o hem hoş hem bu hoş
Ya derdin gönder ya devâ senden o hem hoş hem bu hoş
Hoştur bana senden gelen ya hil’at yahut kefen
Ger taze gül yahut diken senden o hem hoş hem bu hoş
Yahya b. Muaz Razî (r.a.), “Mahabbetin hakîkatı ve
aslı ezâ ve cefâ ile eksilmez, atâ ve ihsan ile de çoğalmaz”,
demiştir. Çünkü bu iki şey mahabbette sebeptir. Mahabbet hâsıl olunca cefâ ve
vefâ, safâ gibi; vefâ ve safâ da cefâ gibi olur.[49]
Hz. Mevlânâ da aşkın bu çelişkili durumu ile ilgili
olarak der ki:
“Ben onun kahrına da
lütfuna da candan gönülden âşıkım.
Ne gariptir ki, ben bu iki zıddın ikisinin de âşıkıyım. ”
Ne gariptir ki, ben bu iki zıddın ikisinin de âşıkıyım. ”
“Gerçek âşık (artık)
küllün âşığıdır, zîra kendisi de külle karışmıştır.
O (hem) kendine âşık (ve hem) kendi aşkını isteyip arayıcıdır. ”[50]
O (hem) kendine âşık (ve hem) kendi aşkını isteyip arayıcıdır. ”[50]
“Biliyoruz ki bütün bunlar aşkın kanûnu, aşkın îcâbıdır.
Aşkın ıstırâbı ne sevgilinin vefâsızlığından ne de cefâsının çokluğundandır.
Aşkın ıstırâbı onun tabiî kanûnudur. Çünkü sevenler için sevgilin cefâsı da
vefâsı kadar sevgilidir. Biz ise sevgilinin vefâsı kadar cefâsını da
sevmekteyiz. Bu ikisi, birbirinin zıddı gibi göründükleri hâlde birbirinin
aynıdır. Bu, garip gibi görünen hakîkat yalnız aşkın kanûnunda bütün
garipliğinden sıyrılır.”
“Gerçek âşık da güle değil külle âşıktır. Burada kül
bütün isimleri ve sıfatlarıyle birlikte o büyük varlığı ifâde eder. Külle âşık
olan ise, Allah’ın elbette yalnız güzel, iyi ve bağışlayıcı sıfatlarına değil,
Cebbâr ve Kahhâr olan tecellîsine de âşık demektir. Kısaca o büyük sevgili,
Gafûr veya Rahîm; Kahhâr veya Müntakîm, her ne sûretle tecellî ederse; onu
seven gönül bu tecellîleri de sever, onun saadetinden olduğu kadar ıstırâbından
da haz duyar. Ve bu duygu yüceliğiyle ve bu aşk hâlleriyle o kadar ona yaklaşır
ki, kendi de o kül içinde erir. O kül içinde olur. Sonunda duyduğu aşk artık
kendi kendisine karşı duyulan bir aşk olur. Bu aşkı duymak, fenâ mertebesine
ermektir.”
“Gerçek âşık, iyiliği, güzelliği ve nîmeti ne ölçüde
severse kahrı ve mihneti de
o ölçüde sever. Bu
seviyeye ermiş bir kâmil insan ise bütün ilâhî isimler ve sıfatlar kendisinde
toplanmışçasına ikilikten kurtulmuş olur. Böyle kimseler, fenâ derecelerinin
ileri mevzîlerine yükselerek Allah’ta bâkî olmanın sırlarına ve bahtiyarlığına
ulaşmışlardır.” [51]
A. Avni Konuk da, Hz. Mevlânâ’nın yukarıda zikrettiğimiz
beyti ile ilgili olarak der ki;
“Kahır ve lütuf, muhakkıkîn nazarında hakîkat-i vâhidenin şuûnâtından başka
bir şey olmadığından ikisi de şey-i vâhiddir. Ancak bi-hasebi’l-mezâhir
birbirinden ayrı ve yekdiğerinin zıddı görünürler...kahır vech-i Hakk’ın nikabı
olan nefse taalluk eder ve onu yırtıp cemâl-i Hakk’ı izhâr eyler. Onların
matlûbu da bundan ibârettir. ”[52]
Sh: 130-145
Kaynak:
Nurgül KARAYAZI, Fuzûlî’nin “Leylâ Ve
Mecnûn”unda Tasavvufî Kavram Ve Unsurlar , T.C. Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü İlâhiyat Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı, 2007, İstanbul
[1] Ayvazoğlu,
Aşk Estetiği: İslâm San’atlarınınTemel Prensipleri Üzerine Bir Deneme, Ötüken
Neşriyat, 1993, s.20.
[2] H.Kâmil
Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, 10. Baskı, İstanbul: Ensar
Neşriyat, 2004, s.209.
[6] Kelâbâzî,
Doğuş Devrinde Tasavvuf Ta’arruf, Süleyman Uludağ (hzl.), İstanbul:Dergah
Yayınları, 1979,s.161.
[7] Afifî,
Tasavvuf: İslâm’da Manevi Devrim,İbrahim Kaçar, Murat Sülün (çev.), İstanbul:
Risale Yayınları, 1996, s. 233
[10] Abdülkerim
Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, Mehmet Günyüzlü (hzl.), İstanbul: Yasin Yayınevi,
2003, s.434-435.
[13] Süleyman
Deliktaş, “Salâhaddîn-i Uşşâkî ve Kasîde-i Hamriyye Şerhi”, (Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler nstitüsü Kelâm-İslâm
Felsefesi Bölümü, İslâm Felsefesi Ana Bilim Dalı, 1993), s.36.
[16] Uludağ,
s.11; Kılıç, s. 171-172; Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İkinci
Basım, İstanbul: KabalcıYayınevi, 2005, s.48-49; Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf
Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul: Anka Yayınları, 2005, s.65; Mevlânâ
Celâleddîn Rûmî, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, C.I, s.83.
[17] Ömür
Ceylan, Tasavvufî Şiir Tahlilleri, İstanbul: Kitabevi, 2000, s.176; Ayrıca bkz.
Afif Tektaş, Şeyh İsmâil Ankaravî’nin Minhâcü’l-Fukarâ Adlı Eserinin Özü-
Fukarânın Yolu-, Mustafa Çiçekler (hzl.), İstanbul: Eren Yayıncılık, 2004, s.
138.
[18] Mehmet
Demirci, “Mesnevî’de Akıl-Aşk Karşılaştırması”, Selçuk Üniversitesi 4. Millî
Mevlâna Kongresi (Tebliğler), 12-13 Aralık 1989, Konya, 1991, s.154.
[20] Necmüddin
Kübra, Tasavvufî Hayat, Mustafa Kara (hzl.), İstanbul: Dergah Yayınları, 1980,
s. 120-121.
[22] Kerim
Kara, “Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde Kalp-Gönül”, Tasavvuf (Mevlânâ Özel
Sayısı),Ocak-Hazîrân 2005, Ankara, s.499.
[24] Suyûtî,
ed-Düreru’l-mensûre, 126; Aliyyu’l-Kârî, Esrâru’l-merfûa, 273; ı'ıîUî Uıjoî j'ı uıjeî V 'IjjS
İSli Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, II/191 (h.
no:2016).
[25] Ekrem
Demirli, “Abdullah İlâhî’nin Keşfu’l-Vâridât Adlı Eserinin Tahkîki”,
(Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı, 1995), s.46; Ayrıca
bkz. M. Nusret Tura, Gönül ve Aşk, Mahmut Erol Kılıç(hzl.), İstanbul: İnsan
Yayınları, 1995, s.23.
[26] Mahmut
Erol Kılıç, “Muhyiddin İbnu’l-Arabî’de Varlık ve Mertebeleri (vücud ve
meratibu’l vücud)”, (Basılmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı,
1995), s. 144; Ahmed Avnî Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, Mustafa
Tahralı - Selçuk Eraydın (hzl.), III. Baskı, İstanbul: MÜ İlahiyat Fakültesi
Vakfı Yayınları, 1999, C.I, s.43; Ahmed Avnî Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve
Şerhi, Mustafa Tahralı - Selçuk Eraydın (hzl.), III. Baskı, İstanbul: MÜ
İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2002, C.II, s.56.
[27] Kılıç,
“Muhyiddin İbnu’l-Arabî’de Varlık ve Mertebeleri (vücud ve meratibu’l vücud)”,
s.144-145; Ahmed Avnî Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi,. Mustafa Tahralı
- Selçuk Eraydın (hzl.), II. Baskı, İstanbul: MÜ İlahiyat Fakültesi Vakfı
Yayınları, 2002, C.IV , s.164, 258, 377.
[28] Rûmî,
Mesnevî-i Şerîf Şerhi, C.I, s.83.; Benzer yorumlar için bkz.Ahmed Avnî Konuk,
Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, Mustafa Tahralı - Selçuk Eraydın (hzl.), III.
Baskı, İstanbul: MÜ İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2005, C.III, s.316.
[31] Ayşe
Aladağ, “Tasavvufta İlâhî Aşk”, (Basılmamış Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi
Tasavvuf Anabilim Dalı,
2004) ,
s.13.
[32] Mehmet
Demirci, Yunus Emre’de İlâhî Aşk ve İnsan Sevgisi, İstanbul: Kubbealtı
Neşriyat, 1991, s.21.
[37] Ömer
Okumuş, “Câmî, Abdurrahman”, DİA, C.7, İstanbul, 1993, s.96; Ayrıca bkz.
Sadreddin Konevî, Vahdet-i Vücûd ve Esasları en-Nusûs fî tahkîki
tavri’l-mahsûs, Ekrem Demirli (çev.),İstanbul: İz Yayıncılık, 2002, s.105 dipot
no.121; Safer Baba, Istılâhât-ı Sofiye fî Vatan-ı Asliye Tasavvuf Terimleri,
İstanbul: Keten Yayınları, 1998, s. 18.
[39] Uludağ,
Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.49; Sevginin mertebeleri hakkında farklı görüşler
için ayrıca bkz. Erzurumlu İbrâhim Hakkı Hazretleri, Mârifetnâme, M. Fuad Başar
(sad.), İstanbul: Âlem Tic. Ve Yay.Ltd.Şti.,
2006, s.462-463; Cebecioğlu, s.65, 405.
[40] M.
Nusret Tura, Aşk Yolu Râh-ı Aşk (III), Mahmut Erol Kılıç (hzl.), İstanbul:
İnsan Yayınları, 2006, s.252.
[45] Nureddin
Abdurrahman İbni Ahmed-i Câmî, Yûsuf ve Züleyhâ : beşinci taht , Ali Nihat
Tarlan (çev.), Şinasi Tekin, Gönül Alpay Tekin (yay. hzl.), Günay Kut (Türkçe
tercümeyi asliyle karşılaştırıp Farsça baskısının (1972) ve yazmasının
(Süleymaniye Ayasofya 3898) tıpkıbasımları ile birlikte yay.hzl.), Doğu dilleri
ve edebiyâtlarının kaynakları ; 55, Harvard Üniversitesi Yakındoğu Dilleri ve
Medeniyetleri Bölümü, 2003, s.18/347. beyit.
[47] Selçuk
Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, 7. Baskı, İstanbul: MÜ İlahiyat Fakültesi
Vakfı Yayınları, 2004, s.180; H.Kâmil Yılmaz, s.178.
Önceki Yazı
« Prev Post
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder