EVLİLİK ve AHLAK [ Marriage and Morals] BERTRAND RUSSELL
| |
Türkçesi: Vasıf ERANUS
CİNSEL ETHİK NİÇİN GEREKLİDİR
İster eski ister çağdaş
olsun, bir toplumun özelliklerini belirtirken birinci derecede önem taşıyan ve
birbirine sıkı sıkıya bağlı olan iki unsurla karşılaşılır: ekonomik yapı ve
aile yapısı. Günümüzde etkin olan iki düşünce sisteminden bir tanesi herşeyin
kaynağı olarak ekonomiyi görürken, diğeri her şeyi aileye ya da cinsiyete
bağlamaktadır. Bunlardan birisi Marks’ın öğretisidir, İkincisiyse Freud’un. Ben
bunlardan hiç birine bağlı değilim. Bana ekonomiyle cinsiyet arasındaki
bağlantılarda, belirleyici etmen olma noktasında biri; diğerinden daha üstünmüş
gibi gelmiyor.» Örneğin sanayi devriminin cinsel ahlak üzerinde, hiç şüphesiz
çok büyük etkisi oldu ve olacak da. Ne var ki Puritanların cinsel
duyarlılıkları da sanayi devriminin nedenlerinin bir parçası olarak ruh
bilimsel yönden gerekliydi.
* Puritan: İngiltere'de kraliçe Elizabeth zamanında meydana çıkan
ve bilhassa ibadette sadelik taraftarı olan mezhebin bir ferdi, Püriten; (s.)
ahlâk ve din hususunda çok sofu. puritan'ic(al) (s.) sofu. puritan'(i.) - cally
(z.) sofucasına. Puritanism (i.) sofuluk.
Ben ne ekonomik ya da
cinsel unsurdan birinin diğerinden daha üstün olduğuna katılıyorum ne de
bunların gerçekte belli bir kesinlikle birbirinden ayrılabileceklerine
inanıyorum. Ekonominin temelinde yiyecek sağlamak yatar, fakat yiyecek aile
için sağlanır, insanların yiyeceği, sadece, kendi bireysel gereksinmeleri için
elde etmeleri, çok az rastlanan bir olaydır. Ve aile sistemi değiştikçe
ekonomik güdüler de değişime uğrar. Açıktır ki, Platon’un Cumhuriyetinde olduğu
gibi eğer çocuklar devlet tarafından ana ve babalarından alınsaydı, sadece
yaşam sigortası değil, özel biriktirimin birçok türü de hemen hemen ortadan
kalkardı. Yani babalık rolünü üstlenecek devlet, zorunlu olarak (ipso fakto- sırf
bunun için, yalnız bu nedenle) tek kapitalist haline gelecektir. Katıksız
komünistler bunun tersini, eğer devlet tek kapitalist olursa bildiğimiz
biçimiyle ailenin sona ereceğini öne sürerler, burada aşırıya gidildiği
düşünülse bile, özel mülkiyetle aile arasındaki karşılıklı yakın bağlantıyı
yadsımak olanaksızdır, bundan ötürü de birine neden diğerine sonuç diyemeyiz.
Topluluğun (cemaat,
ortaklaşalık) cinsel törelerinin çeşitli katlardan oluştuğu görülecektir. İlk
olarak yasayla somutlaşan kesin kurumlar vardır, örneğin bazı ülkelerde tek
eşlilik, diğerlerinde çok eşlilik gibi. Ardından yasanın karışmadığı, fakat
kamuoyunun belirginleştirdiği kat gelir. Ve nihayet kuramsal olarak değilse
bile uygulamada bireylerin keyfine bırakılan kata varılır. Dünya tarihinin
hiçbir evresinde ve Sovyet Rusya dışında dünyanın hiçbir ülkesinde, cinsel
ethik (ahlak felsefesi) ve cinsel kurumlar, rasyonel düşünceyle
belirlenmemiştir. Sovyet Rusya’da kurumların bu yönden kusursuz olduğunu
söylemiyorum, söylemek istediğim burada cinsel ethik ve cinsel kurumlardan en
azından bir kısmının, çağlar boyu tüm ülkelerde olduğu gibi, kör inançlardan ve
geleneklerden çıkmadığıdır. Genel mutluluk ve huzur açısından hangi cinsel
ahlakın daha iyi olduğunu belirlemek sorunu son derece karmaşıktır ve çözüm
çeşitle koşullara göre değişir. Çözüm gelişmiş sanayi toplumlarında, ilkel
tarımsal düzenlerden farklı olacaktır. Tıbbın ve sağlık bilgisinin ölüm
oranının düşmesinde etken olduğu yerlerde başka, nüfusun büyük bir bölümünü
veba ve diğer salgınları daha büyümeden kırdığı yerlerde başka olacaktır. Belki
de artan bilgimizle birlikte en iyi cinsel ethikin bir iklimden diğerine, bir
beslenme düzeninden ötekine farklılıklar gösterdiğini söyleyebileceğiz.
Cinsel ethikin etkileri
birçok türe ayrılır. —kişisel, karıkocaya ilişkin, ailesel, ulusal ve
uluslararası. Bu ilişkilerin bir kısmında etkiler iyiyken diğerlerinde kötü
olabilir. Yeni bir sistem üzerinde yargıya varmadan önce her şey enine boyuna
düşünülüp taşınılmalıdır. İlk önce salt bireyselle başlanılır: bu etkiler ruh
çözümlemesi (psikoanaliz) tarafından ele alınır. Burada yalnızca konulmuş
kurallar tarafından hizaya getirilmiş olan yetişkinin davranışlarını göz önünde
tutmamalıyız) aynı zamanda kurallara itaati yaratan ilk eğitimin yapısını da
dikkate almalıyız. Şimdi herkesin bildiği gibi bu alanda ilk yasakların
uygulanması son derece şaşırtıcı ve dolaylı olmaktadır. Konunun bu bölümünde
daha, kişisel esenlik, düzeyindeyizdir. Sorunun bundan sonraki evresi kadınlar
ve erkekler arasındaki ilişkinin kavranmasıyla doğar. Bazı cinsel ilişkilerin
diğerlerinden daha değerli olduğu açıklık kazanır. İçinde büyük ölçüde ruhsal
öğenin bulunduğu cinsel birleşmenin salt bedensel olandan daha iyi olduğu
konusunda birçok kişi aynı kanıdadır. Aslında insanların, aralarındaki ilişkiye
kendi kişiliklerini kattıkları oranda sevginin değerinin yükseleceği görüşünü,
uygar erkeklerin ve kadınların ortak bilincine, ozanlar sokmuştur. Aynı zamanda
ozanlar birçok kişiye sevginin değerini onun şiddetinin gösterdiğini de
öğretmişlerdir ki, bu çok daha tartışma götüren bir husustur. Birçok çağdaş
insan, sevginin karşılıklı eşit ilişkilere dayanması konusunda aynı fikirdedir
ve diğerleri bir yana, sadece bu neden, örneğin çok eşliliğin üstün bir sistem
olarak kabulünü olanaksızlaştırmaktadır. Konunun bu bölümünde, evlilik sistemi
üstün gelip evlilik dışı ilişkiler buna uygun olarak değişinceye kadar, her iki
sistemi de, evlilik ve evlilik dışı ilişkiler olarak göz önüne almalıyız.
Şimdi aile sorununa
geliyoruz. Çeşitli zamanlarda ve çeşitli yerlerde birçok farklı aile
toplulukları var olmuştur. Bunlar içinde en geniş yeri ataerkil aile tutar. Tek
eşli ataerkil aile, çok eşli aileye, giderek üstün gelmiştir. Batı
uygarlığında, Hıristiyanlık öncesi dönemden bu yana, var olan cinsel ethikin
ilk amacı kadının namusunu korumak olmuştur, zira onsuz babalık
belirsizleşeceği için ataerkil aile de var olamazdı. Buna, erkeğin de namusu
üzerinde durulması doğrultusunda Hıristiyanlık’ça eklenen ne varsa ruhsal
kaynağını çilecilikten (zühdiye) almıştır. Ayrıca bu güdü kadınların oldukça
kısa süre önce haklarına kavuşmalarıyla daha etkili hale gelen, kadın
kıskançlığı tarafından da körüklenmiştir. Ne var ki bu son etmen geçici gibi
görünüyor, zira olayları şöyle bir tartarsak, kadınların, her iki cinse de
özgürlük getirecek bir sistemi, şimdiye dek kadınlara konulan yasakların
erkeklere de uygulanmasını isteyene, tercih etme eğiliminde olduklarını
saptarız.
Tek eşli aile de kendi
içinde farklılıklar gösterir. Evlilikler, eşlerin kendileri tarafından kararlaştırılabildiği
gibi, aileler arasında da kararlaştırılabilir. Bazı ülkelerde gelin,
bazılarındaysa, örneğin Fransa’da, güvey satın alınır. Ayrıca boşanmada da bir
çok farklılıklar vardır, en aşırı uç Katolik’lik boşanmaya izin vermez. Eski Çin yasasındaysa erkeğe karısını
geveze olduğu için boşama hakkı verilmektedir. Cinsel ilişkilerde sadakat
ya da yarı sadakat insanlar arasında olduğu gibi hayvanlar arasında da
doğmuştur. Türün korunabilmesi için erkeğin de yavrunun yetiştirilmesine
katılması zorunludur. Örneğin kuşlar yumurtayı sıcak tutabilmek için üzerinde
oturarak, günün en iyi yiyecek toplayabilecekleri zamanını yitirirler. Tek bir
kuşun her iki işi birden yapabilmesi olanaksızdır, ve bu nedenle erkeğin
yardımı gereklidir. Bunun sonucundaysa kuşların çoğu sadakat timsali
olmuşlardır. İnsanlar arasında, özellikle göçebelik döneminde ve çalkantılı
topluluklarda, babanın yar dimi evlat için son derece önemli yaşamsal
(biyolojik) yararlar sağlardı. Ne var ki çağdaş uygarlığın gelişmesiyle devlet,
artan bir şekilde, babanın rolünü üstlenmektedir. Ve emekçi sınıflarda babanın
sağladığı yaşamsal yararın çok geçmeden sona ereceğini düşünmek için yeterli
neden bulunmaktadır. Eğer bu gerçekleşirse geleneksel ahlakın tümüyle çöküşünü
bekleyebiliriz, zira annenin, çocuğunun babasını kesin olarak belirlemesi için
ortada bir neden kalmayacaktır. Plato burada bir adım daha atmamızı ve devleti,
salt babanın değil annenin de yerine koymamızı istemişti. Ben, kendim, Devletin
pek sevdalısı değilim ya da kimsesiz çocuk yuvaları henüz beni böylesi bir
tasarıyı kabul edebilmem için yeteri kadar etkilemedi. Ama ekonomik güçlerin
bunu amaçlayıp bir ölçüde kabul ettirebilmeleri olasılık dışı da değil.
Yasa seksle iki biçimde
ilgilenir. Bir yandan söz konusu toplulukta benimsenen cinsel ethiki yaşama
geçirtirken diğer yandan bireyin cinsel alandaki sıradan haklarını korurlar.
Bunlardan sonuncusunu iki ana bölüme ayırabiliriz: birincisi kadınları ve
küçükleri saldırıdan ve alabildiğine sömürülmekten korumak, İkincisi tek tek kişileri
zührevi hastalıklardan sakınmak. Çoğunlukla bu ayrımlardan hiçbirinin önemi,
bütünüyle kavranmıyor, bu nedenle de gereken biçimde değerlendirilemiyor.
İlkinde meslekten karanlık kişiler, beyaz kadın ticaretine karşı yürütülen
hırçın kampanyaların itkisiyle çıkan yasaların boşluklarını kolayca bulmakta,
şantajla kendi halinde yaşayan kişilerin sırtından servetler edinmektedirler.
İkincisindeyse, zührevi hastalıkların işlenmiş bir günahın cezası olarak kabul
edilmesi, tıbben son derece etkin olunacakken, önlem alınmasını engellemekde bu
hastalığı kapmanın utanç verici kabul edilmesi, onun gizlenmesini genel bir
davranış biçimi haline sokarak bir an önce iyileştirilmesine ya da kökünden
sökülüp atılmasına mani olmaktadır.
Son olarak nüfus
sorununa geldik. Bu, birçok açıdan değerlendirilmesi gereken başlı başına geniş
bir konudur. Annenin ve çocuğun sağlık sorunları vardır, küçük ya da büyük
ailelerin, çocuğun kişiliği üzerinde yaptıkları ruhsal etkilerden kaynaklanan
sorunlar bulunmaktadır. Bunlara sorunun sağlık cephesi deriz. Ayrıca kişisel ve
kamusal olarak bir de sorunun ekonomik cephesi vardır: Toplumun doğum oranına,
aile büyüklüğüne göre kişi başına ya da ailede fert başına düşen zenginlik
sorunu. Buna çok yakından bağlı bir şey de uluslararası politikayla, dünya
barışının nüfus sorunuyla olan ilişkisidir. Ve sonra, toplumun farklı
katmanlarındaki farklı ölüm ve doğum oranlarına göre ırkın ıslah olması ya da
bozulması üzerine ırk iyileştirmeciliği (eugenics, ırk ıslahı) sorunları
bulunmaktadır. Yukarıda saydığımız sorunlar, bütün açılardan incelenmedikçe
herhangi bir cinsel ethikin, ne doğrulanması ne de yadsınması sağlam temellere
dayanabilir. Reformistler (ıslahatçılar, re formers) ve tutucular, benzer
şekilde bir ya da en fazla iki cephesini göz önüne alma alışkanlığındadırlar.
Özel ve siyasal bakış açılarının herhangi bir bileşimine çok seyrek
rastlanmaktadır. Ayrıca, bunlardan biri, diğerinden daha önemlidir diyebilmek
de oldukça güçtür. Özel bakış açısından iyi olan bir sistemin, siyasal bakış açısından
da iyi olacağına ya da bunun tersine ilişkin, apriori bir kesinlik yoktur.
Benim kişisel kanım odur ki çoğu zaman ve birçok yerde cahil ruhsal
(psikolojik) güçler insanlığın boş yere zalim sistemleri kabul edip onlara
bağlanmasına yol açmışlardır. Hatta bugün oldukça uygar toplumlar arasında bile
bu durum sürmektedir. Ayrıca kanıma göre, tıbda ve sağlık bilgisinde elde
edilen ilerlemeler özel ve siyasal bakış açılarının her ikisinde de olumlu
değişiklikler yaptı. Eğitimde devletin rolü arttıkça babanın önemi geçmişe
oranla azaldı. Şu halde günümüzün ethikini eleştirmenin ikili yanı vardır. Bir
yanda, bilinç altına işlenmiş olan boş inanç ögele rini temizlerken diğer
yandan, geçmişin bilgeliğini günümüz bilgeliğinin yerine koymanın budalalığını
sergileyen tümüyle yeni unsurları dikkate almalıyız.
Bugün var olan sisteme
bir bakış açısı yakalayabilmek için, önce insanoğlunun geçmişte yaşadığı ya da
günümüzde dünyanın uygar olmayan bölümlerinde bulunan sistemlerin bazılarını
ele alacağım. Daha sonra bugün Batı uygarlığında gözde olan sistemi
tanımlayacak, ardından bu sistemin ıslahını zorunlu kılan nedenleri ele alıp,
bu ıslahatın yapabileceğine taşıdığım umudun kaynağını göstereceğim.
BABALIĞIN BİLİNMEDİĞİ TOPLUMLAR
Evlilik ilişkileri her
zaman kabaca iç güdüsel, ekonomik ve dinsel olarak sıralayabileceğimiz üç
etkenin (factor, amil) karışımından oluşmuştur. Bunların, başka alanlarda
olduğu gibi birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılabileceklerini söylemek
istemiyorum. Pazar günleri dükkânların
kapanmasının asıl kaynağı dinseldir. Ama bugün ekonomik bir olgudur bu,
sekse ilişkin birçok yasa ve törede de durum tıpkı böyledir. Dinsel kökenli bir
dolu yararlı töre, dinsel temeli zayıfladıktan sonra büe yararından dolayı
varlığını sürdürür. Ayrıca neyin içgüdüsel neyin dinsel olduğu konusunda bir
ayırım yapabilmek de oldukça zordur. İnsan eylemi üzerinde uzun süre
etkinliğini koruyabilen her dinin genel olarak bir takım içgüdüsel temelleri
vardır. Gene de bu dinler, geleneğin önemine ve içgüdüsel olarak
gerçekleştirilen çeşitli eylem biçimleri arasından bir kısmının yeğlenmesine
göre ayrılırlar, örneğin aşk ve kıskançlığın her ikisi de içgüdüsel
duygulardır. Fakat din, kıskançlığı toplumun sahip çıkması gereken erdemli bir
duygu olarak açıklarken aşk’a «şöylesine» bir izin çıkartılmıştır.
Sekste içgüdüsel öğeler
genellikle sanılandan çok daha azdır. Bu kitapta, antropolojiye güncel
sorunlarınıza ışık tutması için gerekli olandan daha fazla girecek değilim.
Fakat bu bilim dalı, sorunumuza ilişkin son derece önemli bir hususu, içgüdüyle
çalıştığını sandığınız birçok adetimizin uzun dönemler boyunca ortaya
koymaktadır. Örneğin salt vahşiler arasında değil, bazı belli oranda
uygarlaşmış topluluklarda da, bekâretin resmi olarak (bazen alenen) rahipler
tarafından bozulması yaygın bir uygulamaydı. Hıristiyan ülkelerindeyse
bekaretin bozulması güveye tanınan bir ayrıcalıktır ve birçok Hıristiyan, yakın
zamana kadar, bekaretin dinsel bozma töresini tiksintiyle karşılamalarının
altında içgüdünün yattığını sanır. Kişinin, karısını konukseverliğinin işareti
olarak konuğuna sunması da çağdaş Avrupa’da içgüdüsel bir tiksintiyle
karşılanmaktadır. Oysa bu çok yaygın bir konukseverlik gösterisidir. Çok
kocalılık, cahil beyaz adamın insan doğasına aykırı saydığı bir başka töredir.
Bu kişilere yeni doğan bir bebeğin öldürülmesi de ters gelmektedir, ne var ki
gerçekler, ekonomik yarar sağlayacak başka çare kalmayınca bu yola
başvurulduğunu göstermektedir. Gerçek şudur ki, insanlar tedirgin edildikleri
zaman içgüdü, olağanüstü bir şekilde müphemleşip (belirsizleşip) doğal yönünden
kolayca sapabilmektedir. Bu gerçek uygar topluluklar için olduğu kadar vahşiler
için de söz konusudur. «İçgüdü» kelimesinin aslında cinsel konulardaki insan
davranışları gibi kesin olmaktan uzak şeyler için kullanılması pek doğru değildir.
Bu alanın tümünde dar ruhbilimsel yönden içgüdüsel denilebilecek tek edim,
bebeğin meme emmesidir. Vahşilerde nasıl olduğunu bilmiyorum ama, uygar insan
cinsel edimi gerçekleştirmeyi öğrenmek zorundadır. (C. P. Hevelock Ellis «Studies
in Psychalogy al sex» VI. p.510.] Evlenmelerinin üstünden bir hayli yıl
geçtikten sonra nasıl çocuk sahibi olacaklarını öğrenmek isteyen ve yapılan
inceleme sonucu cinsel birleşmenin nasıl yapıldığını bilmeyen çiftlere doktorlar
pek seyrek rastlamamaktadırlar. Cinsel edim, şu halde dar anlamıyla içgüdüsel
değildir, ama elbetteki cinsel birleşmeye doğru doğal bir eğilim ve cinsel
birleşme olmaksızın kolayca bastırılamayan bir istek bulunmaktadır. İnsanoğlu,
tedirgin edildiğinde diğer hayvanların gösterdiği, kesin davranış
özelliklerinden yoksundur. Ve bu durumda, içgüdü yerini oldukça farklı başka
bir şeye bırakmaktadır. İnsanoğlu az çok rastlantısal ve eksik gerçekleştirilen
faaliyetlere karşı ilkönce bir hoşnutsuzluk gösterir, fakat faaliyet
«kendiliğinden» diyebileceğimiz bir şekilde yavaş yavaş bir doygunluk vermeye
başlar ve bu nedenle de yinelenir. İçgüdüsel olan, öğrenme tepişi gibi,
tamamlanmış bir etkinlik değildir. Çoğu zaman doygunluk veren faaliyet daha
önceden kesin olarak belirlenemez, buna rağmen eğer yanlış alışkanlıklar
edinilmemişse, kural olarak en yararlı biyolojik faaliyet en mükemmel
doygunluğu verecektir.
Tüm uygar çağdaş
toplumlara baktığımızda, bunların baba erkil aile temeline oturduklarını ve
kadın iffeti kavramının baba erkil aileyi olanaklı kılmak için oluşturulduğunu
görürüz. Babalık duygusunun hangi doğal tepiler tarafından yaratıldığını
araştırmak önem kazanmaktadır. Bu, pek öyle derinliğine düşünme alışkanlığı
olmayan kişilerin sandığı kadar çözümü kolay bir sorun değildir. Bir annenin
çocuğuna yönelen duygularını anlamak oldukça kolaydır, çünkü en azından çocuk
memeden kesilinceye kadar aralarında yakın bedensel (Physical, Fiziki) bir bağ
bulunmaktadır. Ne varki babanın çocukla olan ilişkisinin ruhsal olarak babalık
durumuna dayanan yanı; dolaylı, sayılgılı (hipotetik) ve çıkarımcıdır
(inferential, istidlâl). Bu ilişki eşin namusuna olan güvene sıkıca bağlıdır ve
içgüdüsel değil tamamıyla düşünsel bir alana aittir. Eğer kişi, aslında babalık
duygusunun erkeğin kendi çocuklarına yöneltmesi gerektiğine inanıyorsa, durum
en azından böyledir. Malenezyalılar insanların babaya sahip olduğunu bilmezler.
Yine de Malenezyalı babalar, en az çocuğunun kendisinden olduğunu bilen babalar
kadar, çocuklarını severler. Malinowski’nin Trobrıand Adaları üstüne yazdığı
kitaplar babalık psikolojisini aydınlığa çıkartmıştır. Özellikle kitaplardan
üçü vahşi toplumlarda Seks ve Baskı, îlkel psikolojide Babalık ve Kuzeybatı
Malenezyadaki Vahşilerin Cinsel Yaşamları babalık dediğimiz karmaşık duyguyu
anlamak için oldukça gereklidir. [«Sex and repression in Savage Society», «The
Father in Primilive Psychology», «The sexual Life al Savages in Nortniertern
Melanasia».] Aslında erkeğin çocukla ilgilenmesine yol açan birbirinden tamamen
farklı iki neden vardır: ya çocuğun kendisinden olduğuna inandığı için
ilgilenmektedir onunla, ya da kendi karısının çocuğu olduğunu bildiği için.
Dölün devamında, babanın payı bilinmeyen yerlerde bu güdülerden sadece İkincisi
işler.
Trobrıand Adalılarının
insanların babaları olduğu gereğini bilmedikleri Malinowski tarafından
kuşkulara yer bı rakmıyarak şekilde gün ışığına çıkartılmıştır, örneğin Malinowski
iki yıl süreyle bir yerlere giden erkeğin geri döndüğünde, karısının doğurduğu
yeni bir bebekle karşılaşınca, bundan sevinç duyduğunu ve Avrupalıların
karısının namusuna ilişkin kafasına sokmaya çalıştıkları kuşkuları kavramasının
olanaksız olduğunu gözlemişlerdir. Bundan çok daha inandırıcı olay, son derece
iyi domuz soyuna sahip bir adamın, erkek domuzları vurdurması ve bir türlü,
yaptığı işin soyu körleteceğini anlayamamasıdır. Çocukları ruhların getirip
annenin içine yerleştirdiklerine inanmaktadırlar. Bakirelerin çocuk
doğuramadıkları bilinmektedir, fakat bunun kızlık zarının ruhların hareketlerine
fiziki bir engel oluşturması sonucu gerçekleştiğini sanmaktadırlar. Bekar
kız ve erkekler tam anlamıyla serbest aşk yaşamaktadırlar, fakat bilinmeyen bir
nedenle bekar kızlar pek seyrek gebe kalırlar. Rastlantı sonucu gebe kalmaları
durumunda, yerli düşüncesine göre yaptıkları hiçbir şeyin gebe kalmalarının
sorumluluğunu onlara yüklememesine karşın, şiddetle ayıplanırlar. Er ya da geç
genç kız değişiklikten usanır ve evlenir. Kocasının köyünde yaşamak üzere
köyünden ayrılır. Fakat kendisi ve çocukları, içinden çıktığı köye bağlı
sayılırlar. Kocanın çocuklarla herhangi bir kan bağı olduğu kabul edilmez
ve dölün devamını salt ananın sağladığına inanılır Başka yerlerde çocuklar
üzerinde babanın sahip olduğu yetkiye (otorite) Trobriand Adaları arasında,
dayı sahiptir. Bu noktada son derece garip bir karışıklık ortaya çıkar. Kız
kardeşle erkek kardeş arasındaki tabu çok katıdır. Bu nedenle belli bir yaşa
geldikten sonra kız ve erkek kardeşler birbirleriyle uzaktan yakından cinsiyete
ilişkin bir şey konuşmazlar. Sonuçta çocuklar üzerinde her ne kadar dayının
yetkisi varsa da, dayılar çocukları ancak analarından ve evlerinden uzakta
oldukları zaman, yani pek az görebilirler. Bu yapı, çocuklara; hiçbir yerde
rastlanmayan disiplinden ırak, ölçüsüz bir sevginin güvencesini verir. Onlarla
ilgilenip oynayan babalarının üzerlerinde hiçbir yatırım hakkı bulunmamaktadır,
yaptırım hakkına sahip dayılarınınsa yanlarında bulunmaya hakkı yoktur.
Çocukla, ananın kocası arasında, hiçbir kan bağının bulunmadığına olan tüm
inanca karşın, çocukların analarından ve kardeşlerinden çok ananın kocasına
benzediğinin sanılması oldukça tuhaftır. Anayla çocuk ya da kız kardeşle erkek
kardeş arasında bir benzerlik bulmak ahlaksızlık olarak kabul edilmekte ve
hatta çok açık benzerlikler şiddetle yadsınmaktadır. Malinowski’ye göre
çocukların anadan çok babaya benzediklerine olan inanç, babaların çocuklarına
karşı duydukları sevginin kaynağını oluşturmaktadır. Malinowski, baba oğul
bağının uygar insanlar arasında rastlanandan çok daha sevgi dolu ve uyumlu
olduğunu saptamış ve bulmayı umduğu Odipus kompleksine rastlamamıştır.
Malinowski, adadaki
dostlarını tüm ikna edici gücünü kullanmasına karşın babalık diye birşeyin
varlığına inandıramamıştır. Yerliler onun anlattıklarını misyonerlerin uydurduğu
saçma bir hikaye olarak görüyorlardı. Ataerkil bir din olan Hıristiyanlığın,
babalık kavramına sahip olmayan bir kişinin kafasına duygusal ya da düşünsel
yollarla sokulması olanaksızdır. «Tanrı Baba» yerine «Tanrı Dayı» sözcükleri
kullanılacaktır ki bu da amaçlanan ince anlamı tam olarak vermekten uzaktır.
Zira babalık, gücü ve sevgiyi birlikte ifade etmektedir, Malenezya’lılardaysa
gücü dayı, sev giyse baba simgelemektedir. Herhangi bir erkeğin, çocuğu
olabileceğine inanmayan Trobriand Adası yerlilerine, insanların, Tanrının
çocukları olduğu düşüncesi anlatılamaz. Bu nedenle misyonerler dinlerini
yaymaya başlamadan önce fizyolojik gerçekleri anlatmakla işe başlıyorlardı.
Malinowski, giriştikleri işin daha birinci aşamasında başarısızlığa uğrayan misyonerlerin
İncili öğretebilmelerinin olanaksız olduğunu söylüyor.
Malinowski’nin,
karısının yanından, hamileliği boyunca ve çocuğun doğumu anında ayrılmayan
erkeğin, doğan çocuğa karşı içgüdüsel bir sevgi duyduğu ve bu sevginin babalık
duygusunun temelini oluşturduğu savına ben de katılıyorum. Malinowski, «Başta
hemen hemen tamamıyla biyolojik temelden yoksun gibi görünsede, babalığının»
diyor, «bendensel gereksinmeler ve doğal özelliklere kökten bağlı olduğu
gösterilebilir». Düşüncesine göre, eğer erkek karısının hamileliği boyunca onun
yanında bulunmazsa, ilk ağızda çocuğa karşı içgüdüsel bir sevgi duyamaz, ne var
ki töreler ve kabilenin ahlak anlayışı onu ana ve çocukla kaynaştırır. Ve
böylece sevgisi, sanki karısının yanından hiç ayrılmamış gibi yeşerir. Vahşiler
arasında da olsa, tüm önemli insan ilişkileri her zaman, yeterince zorlayıcı
olamayan içgüdüler doğrultusunda toplumsal ahlak anlayışı tarafından yürütülen,
toplumun benimsediği, edimlerdir. Töre, ananın kocasını, çocuklarla ilgilenip, onları
korumakla görevlendirmiştir. Ve bu töre, içgüdü doğrultusunda olduğu için
yürütülmesi güç değildir.
Malenezya’lılarda
babanın çocuklarına karşı olan tavrını açıklarken Malinowski’nin başvurduğu
içgüdü, bana, yazılanlardan çok daha genel gibi geliyor. Bence her erkek ve
kadın bakmakla yükümlü olduğu çocuğa karşı bir sevgi duyma, eğilimi taşır.
Hatta ilk başta sadece töre ve gelenek yetişkinin çocuğa ilgi duymasını sağlar,
bu ilgide yatan büyük gerçek, çoğunlukla sevginin büyümesine neden olur. Hiç
şüphesiz bu sevgi eğer çocuk, erkeğin sevdiği kadının çocuğuysa çok daha
güçlenir. Böylece vahşilerin, karılarının çocuklarına gösterdikleri büyük sevgi
de açıklık kazanmaktadır, ve bu, uygar erkeğin çocuklarına verdiği sevginin
içindeki en büyük olarak ele alınabilir. Malinowski,
tüm insanlığın Trobrian adasında yaşıyanlar gibi babalığın kabul edilmediği
aynı evreden geçtiğini ileri sürmektedir — ve bu düşüncenin aksini kanıtlamak
oldukça zordur. — Babayı içeren hayvan aileleri de aynı temele dayanmak
durumundadır. Sadece insanlar arasında babalık gerçeği kavrandıktan sonra
babalık duygusu bugün bildiğimiz biçimi almıştır.
BABANIN EGEMEN OLMASI
Babalığın fizyolojik
gerçeğinin kabul edilmesi babalık duygusuna yepyeni bir unsur ekleyerek hemen
her yerde ataerkil toplumların doğmasına yol açtı. Baba, Incil’de belirtildiği
gibi, çocuğunu kendi «tohumu» olarak kabul etmesiyle birlikte çocuğa karşı olan
duygusu iki etken tarafından güçlendirildi: İktidar tutkusu ve dölün devamı.
Erkek döllerinin başarısını kendi başarısı olarak duymakta ve onların yaşamını
kendi yaşamının devamı olarak görmektedir. Tutku artık mezarda son bulmamakta
kuşaktan kuşağa uzanmaktadır. Örneğin dölünün vaad edilmiş topraklara
yayılacağını öğrenen İbrahim’in duyduğu hazzı düşünün. Anaerkil toplumlarda
aile tutkularının da kadınlığa özgü olması gerekiyordu, nitekim kadınlar
savaşmadıkları için böylesi tutkular ataerkil toplumlarda olduğundan daha az
etkiliydiler. Böylece babalığın ortaya çıkması insan toplumunu, anaerkil
evreden daha rekabetçi (yarışmacı) daha güçlü (enerjik) daha faal (dinamik) ve
hummalı çalışır hale getirmiştir. Bir ölçüde varsayıma dayanan bu etkiden başka
eşin (kadının) namusu üzerinde durmak için yeni ve çok önemli bir neden vardı
artık. Çağdaş insanın sandığı gibi kıskançlıkta salt içgüdüsel öğe pek o kadar
güçlü değildir. Kıskançlık en uç noktasına, soyun bozulması korkusundan dolayı,
ataerkil toplumlarda ulaşmıştır. Bu olgu, karısından bıkıp metresine iyiden
iyiye bağlanan bir erkeğin buna karşın rakip erkeklerden karısını, metresinden
daha çok kıskanması gerçeğinde görülebilir. Yasal (meşru) çocuklar erkeğin
egosunun (ben’inin) bir devamıdır ve onun çocuğa duyduğu sevgi bir egoizm
(bencillik) türüdür. Diğer yandan eğer çocuk yasal değilse, gayrimeşru baba bir
biyolojik bağı bulunmayan bu çocuğa karşı sahte sevgi gösterilerinde
bulunabilir. Babalığın ortaya çıkması, kadınların namuslarının korunması için,
baskı altına girmelerine yol açtı — bu baskı önce bedensel başlamış, ardından
düşünsel hale gelmiş ve en yüksek noktasına Viktorya çağında ulaşmıştır. —
Kadınların baskı altına alınmalarından ötürü, birçok uygar toplulukta karı ve
koca arasında gerçek dostluk oluşturulamamış, aralarındaki ilişkiler birinin
alçakgönüllülük göstermesi diğerininse görevini yerine getirmesi biçiminde
süregelmiştir. Tüm erkekler, yetkin bir düşünce yapısının karısını ihanete
itebileceği korkusuyla tüm ciddi düşünce ve amaçları kendilerine
saklamışlardır. Birçok uygar toplulukta kadınlar hemen hemen tüm dünya
nimetlerinden ve olaylarından yoksun bırakılmışlar ve yapay bir şekilde
aptallaştırılıp kayıtsız kılınmışlardır. Platonun diyaloglarından kendisinin ve
arkadaşlarının, erkeklere, ciddi sevginin tek gerçek nesnesi olarak baktıkları
izlenimi çıkartılabilir. İlgilendikleri konuların tümünün saygıdeğer Atinalı
kadınlara bütünüyle kapatıldığı göz önüne alınırsa buna pek şaşmamak gerekir.
Tümüyle benzer durum, şiirinin en görkemli olduğu dönemde İran’da, yakın
zamanlara kadar Çin’de ve dünyanın birçok yerinde ve çocukların yasallığından
(meşruluğundan) emin olma tutkusu yüzünde tahrip edilmiştir. Sadece sevgi
değil, kadınların uygarlığa yapacakları tüm katkılar da aynı nedende güdük
bırakılmıştır.
Kendi doğal akışı içinde
değişen ekonomik sistemle birlikte soy izi sürme yöntemi de biçim değiştirdi.
Anaerkil toplumda kişi dayısının mirascısıyken ataerkil toplumda babasının
mirasçısı oldu. Ataerkil toplumda babayla oğul arasındaki ilişki, anaerkil
erkekler arasında var olan tüm ilişkilerden daha yakındı, zira daha önce
gördüğümüz gibi, babaya yüklediğimiz doğal işlemler, anaerkil toplumda babayla
dayı arasında bölüşülmekte, sevgi ve ilgi babadan gelirken, yetki ve mal
dayıdan gelmekteydi. Böylece, ilkel bir aile türünden, ataerkil ailenin çok
daha karmaşık bir durumda olduğu açıklık kazanmaktadır. Erkeklerin
evlenecekleri kızda bekâret aramaya başlamaları ataerkil sistemin ortaya
çıkmasıyla başlar. Anaerkil sistemin var olduğu yerlerde genç kadınlar da
erkekler gibi diledikleri çılgınlıkları yapabilmekteydiler, fakat evlilik dışı
tüm cinsel ilişkilerin kötülüğünün önemine kadınlar inandırıldıktan sonra buna
göz yumulmadı.
Babalar varoluş
gerçeklerini yakalar yakalamaz ulaşabildikleri her yerde bundan azami derecede
yararlandılar. Uygarlık tarihi, tarihsel kayıtların başlamasından hemen önce
birçok uygar ülkede en yüksek noktasına ulaşan babalık yetkisinin yavaş yavaş
zayıflamasının öyküsüdür. Çin’de ve Japonya’da bugün hâlâ devam etmekte olan
atalara tapınma ilk uygarlıklarının tümel (Üniversal) bir özelliği olarak
belirmektedir. Baba çocukları üzerinde birçok konuda — Roma’da ölümüne ya da
yaşamasına karar vermeye kadar uzanan — mutlak yetkiye sahipti. Kız çocuklar
uygar toplumun her yanında erkek çocuklar ise ülkelerin büyük çoğunluğunda
babalarının izni olmaksızın evlenemezlerdi ve evlenecekleri kişiyi babalarının
seçmesi olağan bir durumdu. Kadın yaşamının hiçbir evresinde bağımsız bir
varlığa kavuşamamış önce babasının sonra kocasının kölesi olmuştur. Ayrıca
gelinler, oğulları ve onların karılarıyla aynı çatı altında oturan ve onlara ev
işlerinde zorbaca çalıştıran yaşlı kadınların tümüyle baskısı altındaydılar. Bu
gün bile Çin’de genç kadınların kaynanalarının zulmüne dayanamayıp intihara
sürüklenmeleri bilinmeyen birşey değildir ve Çin’de rastladığımız bu durum
yakın zamana kadar Asya ve Avrupa’nın tüm uygar bölümlerinde de söz konusuydu.
İsa, oğlu babaya, gelini kaynanaya karşı çıkartmaya geldiğini söylediğinde,
bugün halen Uzakdoğu’da süregelen aile düzenini düşünüyordu. Babanın üstün
gücüyle ilk ağızda elde ettiği erk (iktidar) din tarafından da desteklenmekteydi
ki, birçok biçimine rastladığımız bu duruma Tanrının Yönetenlerden yana
olduğunu duyulan inanç diyebiliriz. Atalara tapınma ya da benzeri şeyler son
derece yaygındı. Hıristiyanlığın dinsel görüşlerinin babalık görkemiyle
mayalandığını daha önce görmüştük. Toplumun monarşik (Tek-erklik) ve
aristokratik (Soylu-erklik) örgütlenmesi ve miras düzeni her yerde babalık erki
temeline oturtulmuştu, tik dönemler ekonomik güdüler (Motive, Saik) bu sistemi
ayakta tutuyordu. Tekvin [Tevrat’ın dünyanın oluşunu anlatan birinci
kitabının başlığı. ] de
(Genesis) erkeklerin nasıl sayısız torun istediklerini ve istedikleri
gerçekleşince bunun kendileri için ne kadar yararlı olduğunu görürüz. Oğulların
çoğalması hayvan sürülerinin büyümesi kadar yararlıydı. O günlerde Yehova [Yahudilerin
Tanrılarına verdikleri ad. ]insana
bu nedenle çoğalıp artmalarını söylemekteydi.
Uygarlığın gelişmesiyle
ekonomik koşullar değişti, bir zamanlar bencilliği körükleyen dinsel kurallar
sıkıcı gelmeye başladı. Roma’nın refaha erişmesinden sonra soylular (aristokracy)
büyük aileyi bir yana bıraktılar. Görkemli Roma’ nın son yüzyılları boyunca,
bugünkünden çok daha etkili olan ahlakçıların öğütlerine rağmen, eski soylu
takımı birer birer ölerek tükenmekteydi. Eşlerin ayrılması kolay ve yaygın hale
gelmiş, üst sınıftaki kadınlar, hemen hemen erkeklerle eşit bir konuma
ulaşmışlardı. Ve çocuklar üzerinde sahip olduğu velayet hakkı (patria potestas)
yavaş yavaş azalmaktaydı. Bu gelişme birçok yanıyla günümüzdekine
benzemektedir, yalnız Roma’da üst sınıflar içinde yer alan bu gelişme ondan
yararlanacak kadar varlıklı olamayanlar tarafından sarsıldı. Bizimkinin aksine
Antik uygarlığın sınırları nüfusun çok küçük bir yüzdesini içine almaktaydı.
Antik uygarlığı yaşadığı sürece güvenilmez yapan da işte buydu ve sonunda
aşağılardan gelen büyük boş inanç dalgasına dayanamayıp yıkılmasının da nedeni
bu oldu. Hıristiyanlık ve barbar istilaları Greko-Romen düşünce sistemini yok
etti. Her ne kadar ataerkil sistem varlığını sürdürmüş ve hatta ilk elde soylu
(Aristokratıç) Roma’dakine göre bir ölçüde güçlenmişse de kendini yeni unsura,
Hıristiyanlığın cinsiyete bakışına ve Hıristiyan ruh ve güfran [Güfran: Tanrının kullarının günahını
bağışlaması ] (Salvation)
öğretisinden çıkartılan bireyciliğe uydurdu. Hiçbir Hıristiyan topluluğu Antik
ve Uzakdoğu uygarlıkları kadar açıktan açığa dirimsel (biological, yaşama
değgin) olamamıştır. Üstüne üstlük Hıristiyan din biliminin bireyciliği
Hıristiyan ülkelerinin yönetim biçimini giderek etkiledi ve bir zamanlar
insanlarca, ölümsüzlüğü sağlamaya en iyi çare olarak görülen soyun devamına
olan ilgi, kişisel ölümsüzlük vaadleriyle azaldı. Çağdaş toplum ataerkilliğini
sürdürmekte ve aile kendini korumaktaysa da eski toplumlara oranla babalığa
olan bağlılık önemini oldukça yitirmiştir. Ayrıca ailenin gücü de alışılmışın
çok altına düşmüştür. İnsanların umut ve tutkuları bugün, Tekvin’deki
atalarından tamamıyla farklıdır. Bugün
sayılarının kalabalığıyla değil, devlet içindeki konumlarıyla üstünlüğe
erişmeye çalışılıyor. Bu değişim geleneksel ahlak ve tanrıbilimin gücündeki
azalmanın nedenlerinden biridir. Değişmenin kendisi gerçekte Hıristiyan
tanrıbilimin bir parçasıdır. Bunun nasıl gerçekleştiğini görebilmek için,
dinin, insanların evlilik ve aile hakkındaki görüşlerini nasıl değiştirdiğini
incelemek gerekir.
ERKEKLİK ORGANINA TAPINMA ÇİLECİLİK VE GÜNAH
Çilecilik:
ascetizm, Riyazet, Zühdü, takva
Babalık gerçeğinin
ortaya çıkmasından bu yana cinsiyet (seks) her zaman dinin büyük ölçüde
ilgisini çekmiştir. Din önemli ve gizli herşeyle ilgilendiği için yadırganacak
bir şey değildir bu. Tarım ve kır yaşamının sürdürüldüğü çağların başlarında
ister hayvan sürüsünden olsun ister ekilen ekinden ya da kadından, ürünün her
türünün büyük önemi vardı. Ürün her zaman bereketli olmuyor her cinsel beraberlik
sonunda kadın gebe kalmıyordu. İstenilen amaca ulaşabilmek için din ve büyüye
sığınıldı. Duygudaşlık büyüsünün [Duygudaşlık büyüsü: Tecazüp, meyli tabi,
iştiraki his] (sympathetic magic) genel düşüncesine göre toprağı bereketli kılmak
için insanın doğurganlığım artırmak gerekmekteydi ve birçok ilkel toplulukta
arzulanan insanın doğurganlığının artırılması bir dolu dinsel ve büyüsel
törenle körüklendi. Tarımın anaerkil dönemin sonlarında doğduğu kadim Mısır’da,
biçimini, sihirli güçleri olduğuna inanılan ve para gibi kullanılan deniz
salyangozu kabuğundan aldığı sanılıyordu. Bu evre, tüm eski uygarlıklarda
olduğu gibi Mısır’da da sona ererek dindeki cinsel öge erkeklik organına
tapınma biçimini aldı. Robert Brıffault’un «Sex in Civilizatıon» adlı kitabında
bu konuda çarpıcı gerçeklerin son derece başarılı kısa öyküleri bulunmaktadır. [Havelock
Ellis’in önsözüyle V. F. Calverton ve Schmalhausen tarafından basılmıştır.]
Tarımsal şölenler,
özellikle tohumun ekilişi ve haşatın kaldırılışına ilişkin olanlar, dünyanın
her köşesinde vardı ve bunlar her dönem toplu cinsel serbestliğin en çarpıcı
örneklerini oluşturuyorlardı... Cezayir’in tarımla uğraşan halkı kadınlarının
cinsel serbestliklerine konulan her türlü sınırlamalara kızıyor, cinsel ahlaka
yönelik getirilecek her türlü baskının tarımsal faaliyetlerinin başarısına
zararı dokunacağına inanıyorlardı Atina’nın thesmophoria’sında, ekim
bayramında, bereket büyüsü asli yapısı biraz değiştirilerek korunmuştur. Bu
bayramlarda kadınlar erkeklik organı amlemi taşırlar açık seçik şeyler
söylerlerdi. Roma’nın ekim bayramlarının Saturnaha’larının sürdürüldüğü Kuzey
Avrupa karnavallarında yakın zamana kadar, Sioux’larda [A.B.D.’nin kuzey
dağlarında, Dakota’da yaşı- yan kızılderili kabile.] ve Dahomey’lerde [Fransız
batı Afrikasında, Fransız Kolonisi ] yaygın olandan biraz daha değiştirilmiş
erkeklik organı sembolleri görülmekteydi. [Briffault, loc. cit. p. 34.]
Dünyanın birçok yerinde ayın (erkek olarak kabul edilmekte) çocukların gerçek
babası olduğu sanılmıştır. [ Maori Devletinde «Ay, tüm kadınların değişmiyen ya
da gerçek kocasıdır. Atalarımızın ve yaşlılarımızın düşüncesine göre erkeğin
karısıyla evlenmesinin hiçbir hükmü yoktu: gerçek koca aydı.» Dünyanın birçok
yerinde benzer görüşler varolmuştur ve bunlar babalığın bilinmediği evreden
onun önemini kavrandığı evreye geçişi göstermektedir. Briffault a.g.e. p. 37.] Bu
görüş elbette aya tapınmaya bağlıdır. Ay — rahip ve ay takvimiyle, güneş —
rahip ve güneş takvimi arasında yer olan garip çatışmanın konumuzla doğrudan
bir ilgisi yoktur. Takvimin her zaman dinde önemli bir yeri olmuştur.
İngiltere’de 18. Yüzyıla kadar ve Rusya’da 1917 devrimine dek Gregorian
takviminin katolikliğe ait olduğu düşünüldüğü için yanlış takvim kullanılmıştı.
Aynı şekilde son derece yanlış ay takvimleri aya tapan rahipler tarafından
savunulmuş, güneş takvinin üstünlüğü yavaş yavaş ve bölge bölge
sağlanabilmiştir. Mısır’da bu çatışma bir keresinde iç savaşa kadar uzanmıştır.
Bu savaşın, — ay — kelimesinin dilbilgisi açısından cinsiyetinin
belirlenmesiyle ilgili çıkan tartışmadan doğduğa düşünülebilir ve hâlâ
Almanya’da «ay» kelimesi erildir (masculine, muzekker). Güneşe ve aya
tapınmanın her ikisi de Hıristiyanlıkta iz bırakmış, İsa kış gündönümünde
doğmuş, dirilmesi ise Paskalya’da, dolunay’da gerçekleşmiştir. Her ne kadar
ilkel uygarlıklara şu ya da bu düzeyde ussallık (Rationality, aklilik) yüklemek
cüretkarlık olsa da, güneşe tapınanların her yerde elde ettikleri başarıların,
güneşin ürünler üzerinde ay’dan daha etkili olduğu gerçeğine dayandığı sonucuna
ulaşmak zor değildir. Buna uygun olarak Saturnalia çoğunlukla ilkbaharda
gerçekleşirdi.
Putperest antik dinlerin
hepsinde erkeklik organına tapınmanın önemli öğeleri bulunmaktaydı ve Rahipler
bu konuda yazıya dökülmüş birçok tartışma (Polemical, Muna kaşai Kalemiye)
silahıyla donatılmışlardı. Bununla
birlikte onların polemiklerine rağmen erkek organına tapınmanın izleri Ortaçağ
boyunca sürdü ve sonunda sadece Protestanlık, erkek organına tapınmadan geride
kalanları kökünden söküp atmayı başarabildi.
«Flandre [Belçika
ve Fransa’nın kuzeyinde bir bölge ] ve Fransa’da Fallus tapımına [Erkeklik
organının kutsallığı inancı ] (İtyhphallic)
düşkün azizlere pek seyrek rastlanmamaktaydı, Bretanya’lı St. Gıles, Anjou’lu
St. Rene, Bourges’li St. Greluchon, St. Regnaud, St. Arnaud, Güney Fransa’da ünü
en yaygın olanı ilk Lion Piskopos’u olduğu söylenen, St. Fautin’di Embrun’daki
türbesi Hugucnot’lar (Fransız Protestanları) tarafından tahrip edildiğinde, ona
inananların kısırlığa ve iktidarsızlığa karşı ilaç olarak içmek için, üzerine
döktükleri şaraplardan kıpkırmızı kesilen, olağanüstü erkeklik organı hazretin
türbesinin yıkıntıları arasından kurtarılmıştı.» [Briffault, a.g.e. s. 40.]
Antikçağlar’da kutsal
fahişelik çok yaygın bir kurumdu. Bazı yerlerde sıradan, namuslu kadınlar
tapınağa giderek ya rahiple ya da orada karşılaştıkları bir yabancıyla cinsel
birleşmede bulunurlardı. Başka yerlerdeyse rahibelerin, kendileri kutsal
fahişeydiler. Tüm bu töreler tanrıların lutfuyla kadınların doğurganlığını
arttırmak ya da duygudaşlık büyüsüyle ürünleri verimli kılmak için kalkışılan
işler olsa gerek. Buraya kadar dindeki cinsiyet (sexual) öğelerini inceledik,
cinsiyete karşı öğelerde diğeriyle birlikte, yanyana, ilk günlerden beri
varolmuşlar ve sonunda bu öğeler Hıristiyanlığın ve Budizmin yaygın olduğu
yerlerde karşıtlarına üstün gelip zafer kazanmışlardır. Westermarch «Evlilikte,
genel olarak cinsel ilişkide olduğu gibi, murdar ve günah olan bir şeylerin
bulunduğuna inanan acayip düşünce» [«History of Human Marriages» s.
151.] dediği şeye bir çok örnek vermektedir.
Dünyanın çeşitli yerlerinde Hıristiyanlığın ve Budizmin etkisinde kalmadan
kendilerini eldeğmemiş (bakire) kalmaya adayan rahip ve rahibeler olmuştur.
Haydulerin Essenes mezhebi tüm cinsel birleşmeleri pis (murdar) kabul eder. Bu
görüş, eski çağlarda Hıristiyanlığa en çok karşı olan yerlerde bile, kendine
yandaş bulabilmiştir. Aslında Roma İmparatorluğunda çileciliğe (ascetizm,
zühdiye) karşı genel bir eğilim vardı. Aydın Roma’lılar arasında Epikürcülük
etkisini hemen hemen yitirerek yerini Stoacılığa bırakmıştı. Apokrifa ’nın [Eski
Akit’e bağlı olan fakat İbranice metinleri olmadığı için herkesçe Kutsal
Kitabın metnine dahil edilmeyen ve bazı kiliselerce kutsal kabul edilen
birtakım kitaplar. ] bir
çok bölümünde Tevrat’ın (ahidi atik) ilk kitaplarındaki güçlü erkeklikten son
derece farklı olarak, kadınlara karşı münzevi bir tavır öneriliyor. Neo-Platoncular
aşağı yukarı Hıristiyanlar kadar çileciydiler. İran’dan maddenin şer (kötü)
olduğunu ileri süren öğreti batıya yayılmış ve beraberinde tüm cinsel
birleşmelerin şer (kötü) olduğu inancını getirmiştir. Bu pek o kadar uca
savrulmamışsa da, kiliseninde görüşüdür, ama bu konuyla gelecek bölüme kadar
değinmeyeceğim. Kesin olan şey insanların belli koşullarda seksten
kendiliğinden (spontaneöusly) dehşet duymalarıdır ki bu da seksin olağan
çekiciliği gibi doğal bir tepişidir. Bu hususu dikkate almamız ve hangi tür
cinsel sistemin insan doğasına huzur vereceğine ilişkin bir yargıda
bulunabilmek istiyorsak, onu ruhsal (psikolojik) açıdan anlamamız gereklidir.
Öncelikle inançlara
böylesi davranışların kaynağı olarak bakmanın abes olduğunu söylemeliyiz. Bu
tür inançları ilk ağızdan kişinin duygu durumu
(mood) [ Sevinçli, dertli ya da coşkusal bir tepki göstermek için
kişinin içsel hazırlığı ]ortaya
çıkarmıştır, fakat bunlar bir kez doğdular mı duygu durumunu ya da bu duruma
uygun eylemleri sürekli kılacaklardır. Ama sekse karşıt (antiseks) tavrın
birincil nedeni olabilmeleri çok uzak bir olasılıktır. Bence kıskançlık ve
cinsel yorgunluk böylesi tavırların iki ana nedenidir. Ufacık da olsa
kıskançlığın doğmasıyla cinsel eylem biraz nefret vermekte ve bu eyleme yönelen
arzuysa iğrenç görünmektedir. Eğer tümüyle içgüdüsüyle yaşıyan bir erkek,
öylece bırakılırsa bütün kadınların kendisini ama sadece kendisini sevmesini
ister, kadınların başka erkeklere verebilecekleri herhangi bir sevgi onda
kolayca ahlaksal suçlamalara dönüşebilecek duygular yaratır. Özellikle kadının
kendi karısı olması halinde durum böyledir. Örneğin Shakespeare’in erkekleri
karılarının aşırı tutkulu (ateşli) olmalarını istemezler, Shakespeare’e göre
kusursuz kadın, kocasının okşamalarına bir görev duygusuyla kendini bırakan ve
aslında seksten haz almayıp sırf ahlak yasaları buyurduğu için ona katlanan, bu
nedenle de kendine bir aşık bulmayı düşünmeyen kadındır. Karısının kendisini
aldattığını öğrenen içgüdüsel koca, karışma ve onun aşığına karşı içi nefretle
dolar ve seksin böylece çok kötü bir şey olduğuna karar verebilir Hele
yorgunluktan ya da yaşlılıktan dolayı iktidarsızsa, bu durum daha güçlü olarak
ortaya çıkar. Birçok toplumda yaşlı erkekler gençlere göre daha ağır bastıkları
için seks konusundaki resmi ya da geçerli düşüncenin kaynağını delikanlıların
oluşturmaması doğal karşılanmalıdır.
Cinsel yorgunluk
uygarlıkla ortaya çıkan görüngüdür (phenomenon, hadise). Bu olay hayvanlar
aleminde bilinmez, vahşi (uygarlık öncesi) insanlar arasındaysa cinsel
yorgunluğa pek seyrek rastlanır. Tek eşli evliliklerde de pek seyrek ortaya
çıkar zira birçok erkeğin bedensel olarak aşırıya gitmesini yeni heyecanlar
körükler. Ayrıca kadınların cinsel birleşmeyi red etme özgürlüklerinin
bulunması halinde de cinsel yorgunluk söz konusu olamaz, zira böylesi durumda
tıpkı dişi hayvanlar gibi, kadınlar da cinsel birleşmeden önce kendilerine kur
yapılmasını istiyecekler ve kendilerini erkeğin arzuları yeteri kadar
alevlenmeden aşıklarına teslim etmiyeceklerdir. Bu tümüyle içgüdüsel olan duygu
ve davranış, uygarlık tarafından zayıflatılmıştır. Bunda büyük pay
ekonominindir. Evli kadınlar ve fahişeler, benzer şekilde, cinsel
çekicilikleriyle yaşamlarını kazanırlar ve bu nedenle de kendilerini sadece,
içgüdüleri kamçılandığı zaman veremezler. Buysa cinsel soğukluğa karşı Doğa’nın
koruyucusu olan kur yapmanın oynadığı rolü son derece küçültmektedir. Sonuçta
katı ahlak kurallarıyla yeteri kadar kendilerini sınırlamayan erkekler her
zaman aşırı gitme eğilimini taşıyacaklar buysa doğal olarak, çileci inançlara
yol açan usanç ve tiksinme duygularını yaratacaktır.
Sıkça rastlandığı gibi,
kıskançlık ve cinsel yorgunluk bir leşince, sekse karşıt duygu güçlü hale
gelmektedir. Bence bu, şehvet düşkünü toplumlarda çileciliğin gelişme eğilimi
taşımasının temel nedenidir.
Bakirliğin
(evlenmemenin) bir tarihsel görüngü (pheno menon, hadise) olarak tabiiki başka
kaynaklarıda vardır. Kendilerini ilahların hizmetine adamış olan rahip ve
rahibeler bu ilahlarla evli kabul edilebilirler ve böylece kendilerini,
ölümlülerle her türlü cinsel birleşmeden sakınmaya zorlarlar. Doğal olarak
bunlar son derece kutsal kabul edilecekler ve böylece kutsallık ve bakir kalma
(evlenmeme) arasında bir ortaklık oluşacaktır. Katolik Kilisesinde bugün de
rahibeler İsa’nın gelinleri olarak kabul edilmektedirler. Ve bu elbette onlarda
ölümlülerle cinsel birleşmede bulunmanın günah olduğu düşüncesini yaratan
nedenlerden biridir.
İlk çağın son
dönemlerinde çileciliğin artmasında şimdiye kadar değindiklerimizden çok daha
çapraşık nedenlerinin bulunduğu kuşkusu var bende. Yaşamın neşeli, insanların
güçlü olduğu ve var olan dünyevi hazların tam bir doygunluk vermeye yeterli
bulunduğu çağlar vardır, insanların yorgun olduğu, bu dünyanın ve onun
hazlarının onları doyurmadığı ve yaşadıkları bu dünyanın doğal boşluğunu
kapatmak için cinsel (spırıtual, ruhani) teselliler aradıkları ya da bir öte
dünya yarattıkları çağlar da olmuştur. Süleyman’ın «Türkülerin Türküsü» (Neşideler
Neşidesi) ile
Süleyman’ın
Mesellerini (Ecclesiastes) [Eski
ahit’in (Tevrat) daha çok tarih, efsane, şiir, atasözü gibi metinlerden oluşan
üçüncü bölümü Ketubım'de Hz. Süleyman’ın yazdığı kabul edilen 18 türkü otuzbir
bölümlük Meseller. ] karşılaştırdığımızda
görürüz ki birincisi ilk çağın en dinç ve güzel dönemini, İkincisiyse çürüme
dönemini sergilemektedir. Bu farklılığın nedenini bilebilecek durumda değilim.
Belki de açık havadaki hareketli yaşamın yerini yerleşik kent yaşamının alması,
Stoacıların ağır kanlı oluşları ya da Meselleri (Ecclesiastes) yazan kişinin
yeteri kadar beden eğitimi yapmadığı için herşeyin beyhude olduğunu düşünmesi
gibi çok basit ve bedensel (fizyolojik) bir nedeni vardır. Ne olursa olsun
böylesi bir duygu durumu (mood) hiç şüphesiz seksin kolayca mahkum edilmesine
yol açacaktır. Galiba bizim öne sürdüğümüz nedenlerle diğer bir çokları antik çağın
son yüzyılındaki genel usancı körüklemişler ve bu usancın bir görünümü de
çilecilik olmuştur. Ne yazık ki Hıristiyan ahlak felsefesi (ethic, ilmi ahlak)
bu tükenmiş ve hastalıklı dönemde kurulmuştur. Daha sonraki dönemlerin güçlü
insanları, tüm yaşambilimsel (biological, ilmül hayatı) değerlerinin ve insan
yaşamını sürdürmenin anlamını yitirmiş olan hasta, bıkkın ve düş kırıklığına
uğramış insanlara ait hayat görüşüne ayak uydurmak için ellerinden geleni
yapmışlardır. Bu gelecek konunun kapsamına giriyor. Sh: 7-34
AŞKIN İNSAN YAŞAMINDAKİ YERİ
Toplulukların birçoğunda
aşka karşı takınılan tavra egemen olan tuhaf bir ikilem vardır: bir yanda
şiirin, romanın, oyunun ana konusu aşktır, diğer yanda en ciddi toplum
bilimciler tarafından ekonomik ve politik dönüşüm (reform) planlarında aşkın
varlığı göz ardı edilmektedir. Bu tutumun savunulabilir bir yanı olduğunu
sanmıyorum. Ben aşkı insan yaşamındaki en önemli şey olarak görüyor ve sevginin
özgürce gelişmesine gereksiz yere karışan düzenlere iyi gözle bakmıyorum.
Aşk, sözcüğüne gerçek
anlamı verildiğinde, cinsiyetler arasındaki birtakım ya da tüm bağlantıları
ifade etmez, o coşkun bir şekilde insanı saran bedensel olduğu Kadar ruhsal da
olan duygu ve ilişkiyi dile getirir. Her düzeyde yoğunluk kazanabilir. Sayısız
kadın ve erkek «Tristan und Isolde» de anlatılan böylesi duyguları kendi
yaşamlarında duymaktadırlar. Aşk duygusunun sanatsal anlatım gücüne pek sık
rastlanmaz fakat duygunun kendisine, en azından Avrupa’ da, sıkça rastlanır.
Bazı toplumlarda, aşk, diğerlerinden çok daha yaygındır. Bence bu durum o
toplumun insanlarına değil gelenek ve kurumlarından kaynaklanmaktadır. Aşka
Çin’de seyrek rastlanır, tarihte aşk şeytansı cariyeler tarafından baştan
çıkarılan kötü imparatorların özellikleri olarak görülmüştür. Geleneksel Çin
kültürü her tür güçlü duyguyu yadsır ve her koşulda insanın kendine hakim
olmasını öne sürer. Bu bakımdan on sekizinci yüzyılın başlarını andırıyor.
Geçmişlerinde romantizm hareketi, Fransız Devrimi ve Büyük Savaş bulunan
bizler, aklın kapladığı yerin Kraliçe Anne devrinde sanıldığı gibi, insan
yaşamında pek öyle egemen olmadığının bilincindeyiz. Ve akıl psikoanaliz
yöntemini bularak kendi kendine ihanet etti. Çağdaş dünyada akıldışı
(extrarational) üç ana etkinlik (activity, faaliyet) din, savaş ve aşktır.
Bunların üçü de akıldışıdırlar fakat aşk akla karşıt (antirational) değildir,
yani aklı başında bir kişi sevginin varlığından oldukça tad alabilir. Daha
önceki bölümlerde üzerinde durduğumuz nedenlerden dolayı çağdaş dünyada din ile
aşk arasında belli bir uzlaşmaz çelişki vardır. Ben bu çelişkinin engellenemeyeceği
kanısında değilim, bu karşıtlığın kökü, diğer dinlerden farklı olarak,
Hıristiyan dininin çileciliğe dayanmasında yatmaktadır.
Çağdaş dünyada aşkın
dinden çok daha şiddetli bir düşmanı vardır, bu iş ve ekonomik başarının kutsal
kitabıdır. Özellikle Amerika’da, çoğunluk tarafından kişinin aşkını işine
karıştırmaması gerektiğine, böyle bir şey yaparsa bunun aptallık olduğuna
inanılır. Ne varki burada da tüm insansal konularda olduğu gibi bir denge
gereklidir. Mesleğini tümüyle aşkı uğruna feda etmek her ne kadar bazı
durumlarda trajik bir kahramanlık olsa da, aptalca bir şeydir, ama aşkı meslek
uğruna kurban etmek de aynı şekilde aptallıktır, üstelik yiğitçe hiçbir yanı olmayan
bir aptallık. Ne yazık ki istesek de istemesekte, tümüyle para kazanma temeline
oturtulmuş bir toplumda, bu oluyor. Tipik bir iş adamını, özellikle Amerika’da,
gözünüzün önüne getirin: gelişip büyüdüğü ilk günden itibaren en yetkin
düşüncesinin tümünü ve tüm ise yarar gücünü parasal (finansial) başarısı için
harcar, bunun dışında kalan herşey onun için önemsiz bir eğlencedir.
Gençliğinde bedensel gereksinimlerini ara sıra gittiği oruspularla giderir,
gecikmeden de evlenir, ne varki ilgi duyduğu şeyler karısının ilgi
duyduklarından tümüyle farklıdır ve hiçbir zaman karısıyla içten bir ilişki
kuramaz. İşinden eve geç ve yorgun döner, sabahları daha karısı uyanmadan
erkenden kalkar. Pazarlarını golf oynayarak geçirir, zira bu idman (exercise)
para kazanma uğraşında onu dinç tutması için gereklidir. Karısının meraklarıysa
ona son derece kadınsı gelir, bunları onaylasa bile onları paylaşmaktan yana
değildir. Evlilik içi aşka olduğu gibi evlilik dışı aşka da vakti yoktur ve
böylece iş nedeniyle evden uzaklara gittiği zamanlar oruspuları ziyaret eder.
Karısı ona karşı cinsel olarak çoğunlukla soğuk davranır, ama buna hiç şaşmaz
zira onun da karısına kur yapacak zamanı yoktur. Bilinçaltında nedenini bir
türlü bilemediği bir doyumsuzluk vardır. Bu doyumsuzluğunun büyük bir bölümünü
işte bastırır, ama doyumsuzluğunun bahsi müşterekli döğüşleri izlemek ya da
ilericileri kovuşturmak için sadistçe tadlar aldığı pek hoş olmayan başka
biçimlerde de giderebilir. Aynı şekilde doyumsuz olan karısı da ikinci sınıf
işlerle uğraşarak bir çıkış yolu bulur ve yaşamları özgür ve rahat olanların
rahatlarını kaçırarak erdemli kalmaya çabalar. Böylece karı ve kocanın her
ikisinde de eksik kalan cinsel doyum kamu ruhu ve yüksek ahlak prensipleri
ardına gizlenerek insanlıktan nefrete dönüşür. İlişkilerin bu talihsiz durumu
büyük ölçüde cinsel gereksinimlerin yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır.
Aziz Paul evlilikte gereksinilen tek şeyin cinsel birleşme olanağı olduğunu
düşünmüş ve bu görüş Hıristiyan ahlakçıların öğretilerinde bütünüyle
desteklenmiştir. Onların cinselliğe karşı olan nefretleri, cinsel yaşamın tüm
güzel yanlarına karşı gözlerini kör kılmıştır. Bunun sonucundaysa
gençliklerinde bu eğitimle yetişenler, dünyanın tüm güzel yanlarına gözlerini
kapayarak bir kör gibi dolaşmaktadırlar. Aşk cinsel birleşme isteğinden çok
daha başka bir şeydir, birçok kişinin yaşamlarının büyük bir bölümüne acı veren
yalnızlık tan kaçmanın temel aracıdır. İnsanların çoğunda bu katı dünyadan ve
çevrenin zalimliğinden kaynaklanan bir korku yüreklerinin derinliklerine
işlemiştir. Erkeklerde çokluk sertlik, kabalık ya da zorbalık gibi tavırlarla,
kadınlarda dır dır ve şirretlikle gizlenmeye çalışılan, sevgiye karşı bir özlem
vardır. Bu duyguya karşılıklı coşkun bir sevgi son verebilir, benliğin (ego,
ene) katı duvarlarını yıkar ve ikinin tekleştiği yepyeni bir varlık çıkartır
ortaya. Doğa
insanoğlunu yalnız yaşayacak biçimde meydana getirmemiştir öyleki insanoğlu
diğerinin yardımı olmadan onun (doğanın) amacını gerçekleştiremez ve çağdaş
insan cinsel içgüdülerini aşk olmadan bütünüyle doyuramaz. İnsan bütün varlığıyla (bedensel olduğu kadar
düşünsel) ilişki kurmadan içgüdü tamamıyla doyurulamaz. Mutlu bir karşılıklı
sevginin verdiği o engin içtenliği ve coşkun beraberliği hiç yaşamamış olanlar
yaşamın onlara verebileceği en güzel şeyi yitirmişlerdir, bilinçle değil,
bilinçsizce duyarlar bunu ve sonu, onları kıskançlığa, zorbalığa ve zalimliğe
iten hüsranla biter. Şu halde coşkun sevgiye hak ettiği yeri vermek, toplum
bilimciyi ilgilendiren bir konudur, zira eğer kadın ve erkek bu deneyimden
yoksun kalırlarsa tamlığa erişmeleri olanaksızdır ve dünyada arda kalan diğer
şeylere karşı bir yakınlık duyamazlar ki bunsuz toplumsal etkinliklerinin
zararlı olacağı kesindir.
Birçok kadın ya da erkek
yaşamlarının bir döneminde uygun koşullar altında coşkun sevgi duyacaklardır.
Deneysiz biri için coşkun sevgiyi, cinsel açlıktan ayırmak güçtür, bu durum
özellikle sevmedikleri bir erkeği öpemeyecekleri öğretilen iyi aile kızları
için söz konusudur. Evlendiği zaman bakire çıkmak isteyen bir genç kız çoğu
zaman olduğu gibi, cinsel deneyimi olan bir kadının kolayca düşmeyeceği, geçici
ve sıradan bir cinsel çekimin tuzağına düşüverir. Bu, mutsuz evliliklerin
şüphesiz sıkça rastlanan bir nedenidir. Hatta karşılıklı sevginin varlığında
bile biri ya da her ikisi günâh işledikleri inancıyla zehirlenebilirler. Bu
düşünce bir gerçeklikten de kaynaklanabilir. Örneğin Parnell hiç şüphesiz zina işleyerek
günaha bulanmıştır zira İrlanda’nın umutlarının gerçekleşmesi bu yüzden
yıllarca geriye atılmıştır. Ama hiç bir gerçekliği olmasa da günah düşüncesi
aşkı aynı şekilde zehirler. Eğer sevgi olabilecek bütün güzelliklerin
sergilenmesiyse, özgür, verimli, sınırsız ve içten olmalıdır.
Geleneksel
eğitimin sevgiye bulaştırdığı günah duygusu, evlilikte bile, ister bilinçli,
düşünceleri bağımsız olsun, isterse geleneğe bağlı, kadınlarda olduğu kadar
erkeklerde de bilinçaltına işler. Bu tutumun etkileri çeşitlidir, çokluk
erkekleri sevişirken haşin, beceriksiz ve sevimsiz yapar, kadının duygularını
deşmek için bu konuda konuşmadıkları gibi ne de birçok kadının tad almasında
temel olan son harekete yavaş yavaş yaklaşmayı, gerektiği gibi
değerlendirebilirler. Aslında çoğu kez bir kadının da tad alması gerektiğini
atlarlar. Eğer bir kadın tad almıyorsa suçlu sevgilisidir.
Geleneğe bağlı olarak eğitilen kadınlarda soğuk davranmakta çoğu zaman belli
bir gurur, büyük bir bedensel kayıtsızlık ve kolay bedensel yakınlaşmaya karşın
bir isteksizlik vardır. Becerikli bir sevgili bu ürkekliklerin üstesinden
gelebilir, fakat erkek bunlara namuslu bir kadının göstergeleri olarak saygı ve
hayranlık duyuyorsa, bu ürkekliği yenmesi mümkün değildir ve yıllar sonra bile
evliliklerindeki karı koca ilişkileri az ya da çok resmi ve donuk olarak kalır.
Dedelerimizin günlerinde kocalar karılarını çıplak göremezlerdi ve kanları
böylesi bir istek karşısında dehşete düşerlerdi. Bu tutum bugün de
sanıldığından çok daha yaygın, hatta bu sorunun üstesinden gelenler de bile hala
önemli ölçüde eskiden kalan o gerginlik devam ediyor.
Çağdaş dünyada sevginin
bütünüyle gelişmesine diğerlerinden daha ruhsal olan bir başka engel vardır, bu
bir çok kişinin kendi eldeğmemiş bireyselliklerini koruyamayacakları korkusu
duymalarıdır. Bu oldukça çağdaş ve aptalca bir korkudur. Bireysellik kendi
içine kapalı bir son değildir, o dünya ile meyva verebileceği ilişkiler içine
girmesi gereken, ve böylece ayrılığını yitirecek bir şeydir. Cam bir fanus
içine kapatılan bireysellik solar, insan ilişkileriyle büyüyen bireysellik ise
zenginleşir. Aşk, çocuk ve çalışma bireyle dışta kalan dünya arasındaki
ilişkiyi güçlendiren en önemli kaynaklardır. Bunların arasındaki sevgi
sıralamada birinci gelir. Ayrıca anne ve babanın her ikisinin de karakterlerini
yansıtması muhtemel olduğu için, sevgi, bir anne-baba sevgisinin en iyi biçimde
yaratılabilmesi için gereklidir. Eğer anne ve baba birbirlerini sevmiyorlarsa,
herbiri kendi karakterini çocukta görmekten mutlu olacak, diğerinin
karakterinin belirmesiyse ona acı verecektir. iş, her zaman kişiyi dış dünya
ile verimli bir ilişkiye geçirme gücüne sahip değildir. Bunu başarıp
başaramaması gerçekleştirilen çalışmanın özüne bağlıdır. Eğer çalışmanın itici
gücü sadece para kazanmak ise bir değeri yoktur, insanlara, şeylere ya da
sadece bir hayale bağlılığı somutlayan çalışma değerlidir. Ve sadece tahakküm
eden sevgi de değersizdir, salt para kazanmayı amaçlayan çalışmayla aynı
düzeydedir. Sevginin sözünü ettiğimiz değeri kazanabilmesi için sevilen kişinin
ben’i kişinin kendi ben’i kadar önemli olmalı ve başkalarının duygu ve
arzularını kişi kendi duygu ve arzuları gibi almalıdır. Bundan, sadece bilinçli
değil içgüdüsel olarak da bencillik duygusunun boyutları diğer kişiyi de içine
alacak kadar genişlemelidir anlamı çıkar. Tüm bunları vermek, rekabetçi, hırçın
toplumumuz ve kısmen romantizm kısmen Protestanlık tarafından türetilen
kişiliğe aptalca tapınma yüzünden güçleşmektedir.
Sevgi, çağımızın özgür
insanları tarafından ilgimizi ciddi olarak çeken yeni bir tehlike karşısındadır.
İnsanlar her fırsatta, hatta sıradan basit bir dürtüyle bile, cinsel ilişkide
bulunabilmelerinin önünde hiç bir ahlaksal engelin kalmadığını hissetmeleriyle,
seksi ciddi duygu ve sevgilerden ayırma alışkanlığı edindiler, hatta seksi
nefret duygularıyla bir tuttular. Aldaus Huxley’in romanlarında bu konuda çok güzel
örnekler vardır. Huxley’in kişileri, cinsel birleşmeye St. Paul gibi sadece
bedensel bir boşalım olarak bakmaktadırlar, ona katılabilecek yüce değerler
onlar tarafından bilinmemektedir. Bu tutumun bir adım sonrası çileciliğin
dirilmesidir. Aşkın kendine özge düşüncesi, özünden kaynaklanan
ahlaksal ölçütleri vardır. Bu ölçütler bir yandan Hıristiyan öğretisiyle, diğer
yandan gençliğin önemli bir bölümü arasında yaygınlaşan, tüm cinsel ahlaka
karşı karmakarışık başkaldırıyla belirsizleştirilmiş tir. Sevgiden koparılmış
bir cinsel birleşme içgüdüye derinlemesine doygunluk vermeye yeterli değildir.
Bunun asla gerçekleşmemesi gerektiğini söylemiyorum, bunun gerçekleşmesi için
öylesine katı engeller koyarız ki sevginin gerçekleşmesi de son derece güç bir
hale gelir. Söylemek istediğim, sevgiden ayrılıp kopartılmış cinsel birleşmenin
pek az değeri olduğu ve buna öncelikle sevgi deneyimi gözüyle bakmak
gerektiğidir.
Gördüğümüz gibi aşkın insan yaşamında iddia ettiği yer son
derece büyüktür. Ne var ki aşk, serbest bırakıldığında ne yasanın ne de törenin
sınırları içinde kalmayacak kadar anarşik bir güçtür de. Eğer çocuklar söz
konusu olmasa pek önemli bir sorun değil. Fakat işin içine çocuklar girince
aşkın özerkliğini yitirerek insan soyunun devamına hizmet ettiği farklı bir
alana geçeriz. Bir çatışma çıktığında tutkun (passionate, ihtiraslı) sevginin
iddialarının üstesinden gelebilecek çocuklara ilişkin toplumsal ahlakın olması
gereklidir. Sağduyulu bir ahlak, sevgi sadece kendi içinde güzel olduğu için
değil anne ve babanın birbirlerini sevmelerinin çocuklar için büyük değer taşımasından
dolayı da çatışmayı en az düzeye indirir. Sevgiye olabildiğince az bulaşmaktan
kaçınmak çocukların çıkarlarına olduğu kadar sağduyulu ahlakın da temel
araçlarından biri olmalıdır. Bu konuyu aileyi ele almadan tartışamayız.
Sh:82-88
FAHİŞELİK
Saygıdeğer kadınların
iffetinin çok önemli bir konu olarak görünmeye başlamasıyla, evlilik kurumuna,
onun gerçek bir parçası olarak ele alman bir başka kurum daha eklendi
—Fahişelik kurumundan söz ediyorum—. Fahişelerden, yuvamızın kutsallığının, karılarımızın,
kızlarımızın saflığının koruyucusu olarak söz eden Lecky’nin söylediklerini
herkes bilir. Duygu
Viktorya çağma ait, ifade tarzıysa eskimiş, ama yadsınılmayacak kadar da
gerçek. Lecky’in sözleriyle küplere binen ahlakçılar onu suçladılar fakat onun
söylediklerinin gerçek olmadığını göstermekte niçin başarılı olamadıklarını bir
türlü anlayamadılar. Ahlakçı pek haklı olarak, eğer erkekler öğretisini
izlerlerse fahişeliğin ortadan kalkacağını öne sürüyordu. Fakat erkeklerin
kendisini izlemeyeceklerini de oldukça iyi bilmekteydi. Böylece de onu eğer
izleselerdi ne olurduyu düşünmek abes kaçmaktadır.
Fahişeliğe gereksinim, bekâr olmaları nedeniyle ya da seyahate
çıkmaları sonucu karılarından uzakta bulunmalarından dolayı, kadınsız kalmaktan
pek hoşnut olmayan birçok erkeğin, geleneksel namusu sürdüren bir toplumda,
kendilerine uygun bir hanımefendi bulamamaları gerçeğinden doğmuştur. Böylece
toplum, onaylamaktan utanç duyduğu fakat tamamıyla doyumsuz bırakmaktansa
çekindiği erkeklerin gereksinimlerini karşılamaları için belli bir sınıf kadını
bir yana ayırmıştır. Fahişenin sağladığı tek avantaj istendiği an emre hazır
olması değildir, ayrıca mesleğinin dışında bir yaşamı olmadığı için, hiçbir
güçlükle karşılaşılmadan herşey gizli kalabilmekte ve onunla beraber olan erkek
karısına, ailesine ve kilisesine, onurundan hiçbir şey yitirmeden, geri
dönebilmektedir. Ne var ki bu zavallı kadın, yerine getirdiği cüretli hizmete
ve karıların, kızların ve kilise yöneticilerinin (mütevelli) iffetlerini gözle
görülür bir şekilde korumasına rağmen, genellikle horlanır, toplum dışı görülür
ve işi dışında sıradan insanlarla yakın ilişki kurmasına izin verilmez. Hıristiyanlığın
kazandığı zaferle başlayan bu kahredici haksızlık o zamandan bu yana
süregelmekte., Fahişenin büyük suçu, meslekten ahlakçıların sahtekarlıklarını
gözler önüne sermesidir. Freud’cu sansürün baskı altında tuttuğu düşünceler
gibi fahişe de bilinçdışına (unsons cious) atılmalıdır. Ne var ki fahişe
atıldığı o yerden, tüm sürgünlerin yaptıkları gibi, farkında olmadan öcünü
almaktadır.
«Çokluk sokaklarda
duyarım, gece yarıları
Nasıl lanetler
yağdırdığını genç orospunun
Yükselir yeni doğan
bebeğinin hıçkırıkları
Ve kavurur belalar
evliliğin ölüm arabasını.
Fahişelik
her zaman hor görülüp gizli tutulmamıştır. Kökeni aslında sanılabileceğinden daha yüceydi. Başlangıçta
fahişe bir tanrıya ya da tanrıçaya adanmış bir rahibeydi ve geçen yabancılara
hizmet ederek bir tapınma (ibadet) eylemini yerine getirmekteydi. O günlerde onlara karşı saygılı davranılır, onlarla
beraber olan erkek onları yüceltirdi. Kilise uluları bir yığın sayfayı bu
isteme karşı ettikleri ağır küfürlerle doldurmuşlardır. Onlara göre bu
putperest tapınmanın (ibadet) şehvet düşkünlüğünü göstermekte ve kökeninde
şeytanın oyunları yatmaktadır. Tapınaklar kapatılarak fahişelik her yerde kâr
getiren ticari bir iş haline getirildi, elbette fahişelerin kendilerine değil,
gizli kölelik ettikleri efendilerine kâr sağlayan bir işti bu, zira oldukça
yakın zamana kadar tek başına çalışan fahişeye, çok az rastlanırdı. Büyük
çoğunluğu genelevlerde, hamamlarda ya da diğer kötü şöhretli yerlerde iş
tutarlardı. Hindistanda
dinsel fahişelikten ticari fahişeliğe dönüşüm hâlâ tümüyle tamamlanmamıştır. «Mother India» (Hindistan Ana)nın yazarı olan Kat
herino Mayo dinsel fahişeliğin süregelmesini bu ülkeye karşı suçlamalarının bir
tanesine kanıt olarak gösteriyor. Kuzey Amerika dışında her yerde fahişeliğin
gerilediği görülüyor, hiç şüphesiz bu kadınların yapageldiklerinin dışında
başka yollarla yaşamlarını kazanma olanağının daha çok ortaya çıkması ve bugün
daha fazla kadının para için değil istedikleri için evlilikdışı ilişkileri
yeğlemesi gerçeklerinden kaynaklanmaktadır. [Albert Londres «The Road
to Buenos Ayres» 1929.] Gene de fahişeliğin tümüyle yok edilebileceğini
sanmıyorum. Örneğin, uzun bir yolculuktan sonra karaya çıkan denizcileri ele
alalım. Onlardan kadınlara kur yaparak sevgi uyandırıp onları etkileyecek sabrı
bekleyemeyiz. Ya da evliliklerinde mutsuz olanı ve karılarından ödü patlayan
oldukça geniş bir erkek kütlesini alalım ele. Böylesi erkekler karılarından
uzak olduklarında rahatlık ve kolaylık arayacaklardır ve bunu ruhsal
yükümlülüklerden olduğunca kurtulmuş bir biçimde isteyeceklerdir. Bunun yanında
fahişeliği en alt düzeye indirme gereğinin ciddi nedenleri bulunmaktadır. Bu
konuda üç yaşamsal itirazda bulunulabilir: birincisi toplumun sağlığına karşı
tehlike oluşturması, İkincisi kadınların uğradığı ruhsal yıkım ve üçüncüsü
erkeklere verdiği ruhsal yıkım.
Toplumun sağlığına karşı
oluşturduğu tehlike üçünün içinde en önemlisidir. Zührevi hastalıklar elbetteki
fahişeler, tarafından yayılmaktadır. Fahişelerin fişlenmeleriyle, devlet
kontrolüyle bu sorunun üstesinden gelmeye çalışmak tıbbi bakımdan pek yeterli
olmamaktadır, ayrıca bu yollar polise fahişeler, hatta fırsat buldukça bu işi
yapan, meslekten fahişe olmak istemeyen fakat kendilerini yasal kayıtlara
geçmiş buluveren kadınlar üzerinde, baskı yapma yetkisi verdiği için, tatsız
istismarlara neden olabilmektedir. Zührevi hastalıklarla eğer ona işlenen
günahın cezası olarak bakılmazsa bugün olduğundan elbette çok daha etkin
savaşılabilinir. Zührevi hastalığa yakalanmayı engelleyecek birçok önlem almak
mümkündür, fakat böylesi bilgilerin günahı arttıracağı düşünüldüğü için
önlemlerin yaygın bir şekilde öğrenilmesi istenmemiştir. Bu tür hastalıkların
herhangi birine yakalanmak çok ayıp karşılandığından, zührevi hastalık kapan
kişi çokluk utandığı için tedaviyi erteler. Şüphesiz toplumun bu yönde tutumu
eskiye göre çok daha olumludur ve böyle gelişirse bu tutum, zührevi
hastalıklarda önemli bir azalma sonucuna ulaşılabilinir. Gene de açıktır ki
fahişelik var olduğu sürece tehlikeli bir biçimde hastalık yaymayı
sürdürecektir.
Günümüzde var olduğu
biçimiyle fahişelik, kesinlikle istenmeyen bir yaşam biçimidir. Hastalık kapma
tehlikesi fahişeliği, böylesi bir yaşamın insanda yarattığı çöküntüden ayrı
olarak, tıpkı üstübeç [kuvvetli bir zehir niteliği taşıyan kullanılışı kimi
koşullara bağlı olan kurşun karbonat. ] kullanmak gibi,
tehlikeli bir iş haline getirmiştir. Ayyaşlığı doğuran boş bir yaşamdır.
Kahredici bir sakıncası da fahişenin genel olarak horlanması hatta
müşterilerinin bile ona çoğu zaman kötü gözle bakmasıdır. İçgüdüyle çatışan bir
yaşamdır — tıpkı içgüdüye karşı bir yaşam süren rahibe gibi. Tüm bu nedenlerden
ötürü, Hıristiyan ülkelerde var olduğu biçimiyle fahişelik, şiddetle istenmeyen
bir meslektir.
Japonlarda durum
göründüğü kadarıyla tam tersidir. Fahişelik itibar gören ve istenen bir
meslektir, o kadar ki mesleğe ana babanın ısrarıyla girilmektedir. Çeyiz parası
kazanmak için bu işi yapanlar da pek az değildir. Bir takım uzmanlara göre Japonların bir
oranda frengiye karşı bağışıklıkları varmış. Bu nedenle Japonya’da fahişelik
mesleğinin, ahlakın daha katı olduğu yerlerdeki sefilliği yoktur. Avrupa’da alışkın olduğumuz biçiminin yerini
Japonya’da var olan biçimi almalıdır. Bir ülkede ahlak kuralları ne kadar
katıysa, fahişenin yaşamı da o kadar aşağılanacaktır.
Fahişelerle ilişki
kurmak bir alışkanlık halini alırsa erkek üzerinde de aynı şekilde kötü
etkileri olur. Cinsel ilişkide bulunmak için karşısındakini hoş tutması
gerekmediği duygusunu bir alışkanlık haline getirir. Ayrıca eğer genel ahlak
kurallarını kabul ediyorsa, cinsel ilişkide bulunduğu tüm kadınları küçük
görecektir. Bu yapıdaki bir kafanın evliliğe karşı tepkisi son derece
olumsuz olabilir, bu tepki evliliği fahişelikle bir tutan bir biçim alabileceği
gibi, bunun tam tersi bir biçime de dönüşerek evlilikle fahişeliği elinden
geldiğince birbirinden ayırabilir. Bazı erkekler derin bir saygı ve sevgi
duydukları kadınlara karşı cinsel birleşme arzusu duyamazlar. Bu durum Freud
tarafından Oedıpus kompleksi olarak nitelendirilmiştir, bana kalırsa bu, böylesi
çok sevilen kadınlarla fahişeler arasına olabildiğince geniş bir uçurum
yerleştirmek arzusundan kaynaklanmaktadır. Çok uç noktalara gitmeye gerek yok,
eski terbiye almış erkekler, karılarına onları ruhsal olarak eldeğmemiş kılan
ve cinsel haz almaktan alıkoyan, abartılmış bir saygı gösterirler. Benzer
olumsuz sonuçlar, bunun tam tersinden, erkeğin karısını fahişe gibi görmesinden
de çıkmaktadır. Bu cinsel birleşmenin ancak iki tarafta onu istediği zaman
gerçekleşeceğini ve her zaman bir kur yapma döneminin sonunda yakınlaşılabileceğini
göz ardı etmeyi doğurur. Karısına karşı
kaba ve haşindir ve karısında kolay kolay silinmeyecek bir tiksinti yaratır.
Ekonomik güdünün
cinsiyete bulaşması her zaman şu ya da bu oranda yıkım olmaktadır. Cinsel
ilişkilerden karşılıklı haz alınmalı, her iki eşde de kendiliğinden,
içgüdülerle ortaya çıkmalıdır. Eğer bu gerçekleşmiyorsa, değerli olan ne varsa
yiter. Bir başka insandan bu kadar içten bir ilişkide yararlanmak, tüm gerçek
ahlakın üzerinde yeşermesi gereken insanoğluna karşı, saygısızca bir tutumdur.
Bununla beraber eğer salt bedensel (fizyolojik) zorlamalarla cinsel birleşmede
bulunulursa bu erkekte pişmanlık yaratabilir ve pişmanlık onun değer
yargılarını altüst eder. Bu elbette fahişelik için söz konusu olduğu kadar
evlilik için de söz konusudur. Evlilik kadınlar için en yaygın geçim aracıdır
ve kadının istemeden, katlandığı cinsel ilişkilerin toplamı büyük bir
olasılıkla evlilikte, fahişelikten daha çoktur. Boş inançlardan kurtulmuş
cinsel ilişkilerde ahlak, özünde, karşındaki insana saygıyı ve istekli olup
olmadığına aldırmak sızın bir başka insandan salt kişisel zevk almak için
yararlanmayı yadsımayı içerir. Zührevi hastalıkların kökü kazınıp, fahişelik
saygınlık kazansa da sırf bu ilkeye ters düşmesinden dolayı fahişelik
istenmeyen bir iş olarak kalacaktır.
Fahişelik üzerine o çok
ilgi çekici kitabında Havelock Ellis’in fahişelikten yana geliştirdiği
iddiasının, geçerli olduğunu sanmıyorum. İşe uygarlığın en eski dönemlerinde
var, olan ve diğer zamanlar denetim altında tutulan anarşik içte pileriıı
atılmasını sağlayan orgileri ele alarak
başlıyor. Havelock Ellis’e göre fahişelik orgiden doğmuştur ve orginin [İlkellerde
cinsel yasakların belli bir süre ortadan kaldırıldığı yasaksız eğlence ]hizmet
ettiği amacı bir oranda yerine getirmektedir. Birçok erkeğin, geleneksel
evliliğin yasakları, namus ölçüleri ve nezaket kurallarıyla getirdiği
sınırlamalar yüzünden tam anlamıyla doyuma ulaşamadığını ve böylesi erkeklerin
fırsat buldukça fahişelere giderek boşalmalarının tüm diğer çözüm yollarından
daha az antisosyal olduğunu söylüyor. Biçimi daha çağdaş olmasına karşın,
aslında bu sav Lecky’ninkinin aynıdır. Cinsel yaşamları sağlıklı olan kadınlar
da Havelock Ellis’in sözünü ettiği güdülerden erkekler kadar etkilenirler ve
eğer kadının cinsel yaşamı özgür bırakılırsa erkekler beraber olmak için
amaçları sadece para olan profesyonellere gerek duymadan değinilen içtepilerine
doyum bulabileceklerdir. Bu, kadının cinsel özgürlüğünden beklenen en büyük
yararlardan bir tanesidir. Gözleyebildiğim kadarıyla cinsiyete ilişkin duygu ve
düşünceleri, eski yasakların etkisi altında kalmayan kadınlar, evliliklerinde
Viktorya dönemindekinden çok daha fazla doyum alıp verebiliyorlar. Eski ahlakın
dağıldığı yerde fahişelik de dağılmıştır. Bir zamanlar fırsat buldukça
fahişeleri ziyaret etmek zorunda bırakılan delikanlı, şimdi kendi ayarındaki
genç kızlarla ilişki kurabiliyor, bu her iki tarafında özgür olduğu, ruhsal
(psikolojik) unsurlar kadar bedensel unsurların da önemli olduğu ve her ikisinin
de coşkun bir sevgi duydukları bir ilişkidir. Her gerçek ahlak açışından bu,
eski sisteme göre çok büyük bir gelişmedir. Ahlakçılar gizlenmesi daha güç
olduğu için bundan yakınırlar, fakat bu ahlakçıların duymaması gereken ahlakın
çiğnenmiş olan ilk kuralı değildir. Bence gençler arasındaki yeni serbestlik
tümüyle sevinç vericidir. Bu, haşin olmayan erkeklerden ve kılıkırk yarmayan
kadınlardan oluşan bir kuşak yaratmıştır. Yeni özgürlükleri yadsıyan herkes, aslında uygulanması
mümkün olmayan katı hukuk sisteminin baskısına karşı sadece emniyet sübobu
olarak fahişeliğin devamını istediklerini açıkça kabul etmelidirler.
Sh:98-104
CİNSİYET VE BİREYSEL MUTLULUK
Cinsiyet ve cinsel
ahlakın kişinin bireysel mutluluğu ve iyiliği üzerindeki etkileri konusunda daha
önceki bölümlerde gördüklerimizi tekrarlamak istiyorum. Bu konuda sadece
yaşamın etkin (actif) cinsel dönemiyle ya da gerçekleşen cinsel ilişkiyle
ilgilenmeyeceğiz. Cinsel ahlak, olumlu ya da olumsuz koşullara bağımlı olarak
çocukluğu, yetişkinliği ve hatta yaşlılığı çeşitli biçimlerde etkiler.
Geleneksel ahlak,
çocuklarda yasaklar koyarak işlemeye başlar. Çocuğa, çok küçük yaşlarda,
büyüklerin önünde vücudunun belli bölümlerine dokunmaması gerektiği, çişi
geldiğinde fısıltıyla söylemesi ve çişini gizlice yapması öğretilir. Vücudunun
belli bölümlerinin belirli eylemlerinin, çocuğun kavrayamadığı fakat onda özel
bir ilgi ve merak doğuran garip özellikleri vardır. Bebeklerin nereden
geldikleri gibi bir takım zihinsel sorular sessizce düşünülmendir zira bunlara
büyükler ya kaçamak ya da gerçek dışı yanıtlar vermektedir. Küçükken
vücutlarının belli yerlerine dokunduklarında, kendilerine büyük bir ciddiyetle «Böyle
yaptığını göreceğime ölünü göreydim» denilen
bir dolu hiç de yaşlı olmayan kişi tanırım. Söylenirken üzgünüm ama yaşamın
daha sonraki yılları için yaratılmaya çalışılan namus her zaman geleneksel
ahlakçıların istekleri doğrultusunda gerçekleşmemiştir. Sık sık gözdağı
verilir. Belki çocukları daha önceleri olduğu gibi iğdiş etmekle korkutmak pek
yaygın değil ama hâlâ onları deli olmakla tehdit etmek oldukça uygun
görülmekte. Aslında New York eyaletinde kendisi farkında olmadan birine kendini
tehlikeye atmamasını söylemek yasaktır. Bu eğitimin sonunda birçok çocuk küçük
yaşlarında cinsiyete ilişkin konularda dehşet ve suçluluk duygusu
edinmektedirler. Cinsiyetle bütünleşen bu korku ve suçluluk çok derinlere
bütünüyle bilinçaltına işliyor. Keşke kendini böylesi çocuk masallarından
kurtardığına inanan kişiler arasında gök gürültüleri altında normal zamanlardaki
gibi cinsel ilişkilerde bulunup bulunamayacaklarının belirlendiği bir anket
yapılabilse, eminim ki bu kişilerin % 90’ı yüreklerinin derinlerinde, öyle
davranırlarsa kendilerini yıldırım çarpacağına inanırlar.
Sadizmin ve Mazoşizmin
her ikisi de hafif oldukları zaman normalselerde, cinsel suçluluk duygusu işe
karıştı mı tehlikeli bir biçim alırlar. Mazoşist kendisinin seksle ilişkin suçunun kesinlikle
bilincindedir. Sadistse kadını baştan çıkarıcı olarak suçlamaktadır.
Yaşamın daha sonraki yıllarında ortaya çıkan bu durumlar, çocukluktaki aşırı
katı ahlak öğretimi etrafından yaratılan ilk izlenimlerin ne kadar etken
olduğunu göstermektedir. Bu hususta, çocukların eğitimiyle ilgili kişiler
özellikle çok küçük çocuklara bakmak durumunda da olanlar giderek daha bilgili
kılınıyorlar. Ama ne yazık ki bilgilenme henüz mahkemelere ulaşamadı.
Çocukluk ve gençlik,
yaşamda dayağın, haylazlığın ve yasakların doğal ve kendiliğinden olduğu ve çok
aşırıya gidilmedikçe kötü gözle bakılmadığı bir çağdır. Fakat cinsel yasakları
çiğneme büyükler tarafından tüm diğer kurallara uymamaktan oldukça farklı
biçimde ele alınmakta, çocukta kaçınılmaz olarak onun ayrı bir kategoriye ait
olduğu düşüncesi doğmaktadır. Eğer çocuk dolaptan meyva çalarsa canınız
sıkılabilir, çocuğa bağırıp çağırırsınız ama ahlaksal açıdan bir dehşete düşmez
ve çocuğa da korkunç bir şey olduğu izlenimi vermezsiniz. Ama, bunun yerine
geri kafalı biri olsanız ve onu kendi kendine doyuma (maturbating, istimna) çalışırken yakalasanız, sesinizde daha önceki
ilişkilerinizde hiç rastlamadığı bir ton olacaktır. Sesinizdeki bu ton sizin
suçlamanıza neden olan davranıştan kendini alamayan çocukta iğrenç bir dehşet
yaratır. Çocuk sizin içtenliğinizin etkisinde
kalarak kendi kendine doyumun söylediğiniz gibi aşağılık bir şey olduğuna
inanabilir. Gene de onu yapmayı sürdürür. İşte burada bir yaşam boyu sürecek
hastalığın temelleri atılmaktadır. Daha ilk gençlik yıllarında kendini günahkâr
olarak görmeye başlar. Kısa sürede gizlice günah işlemeyi öğrenir, günahını
kimsenin bilmemesi yarım yamalak bir avuntu verir ona. Son derece mutsuz olduğu
için işledikleri aynı suçun kendisi gibi saklamayı başaramayanları bulup
cezalandırarak dünyadan öc alır. Düzenbazlığa çocukken alışmış olduğundan,
ileri yaşlarda bu deneyiminden yararlanmakta güçlük çekmez. Böylece
anababasının kendilerine göre iffetli yapmak için takındıkları düşüncesizce
tavırları sonucunda hastalıklı bir içedönük, ikiyüzlü ve zalim olup çıkar.
Çocukların yaşamına,
suçluluk, utanç ve korku girmemelidir. Çocuk mutlu, neşeli olmalı, içinden
geldiğince hareket etmelidir. Kendi içtepileri onda dehşet uyandırmamalı, doğal
gerçeklikleri araştırmaktan kaçınmamalıdır. İçgüdüsel yaşamının tümünü karanlıklar
içine gizlememelidir. Tüm çabalarına rağmen alt edemediği bilinçdışı tepilerini
derinlere gömmemelidir. Eğer çocukların büyüdüklerinde birer kafaca namuslu,
toplumsal korkulardan kurtulmuş, etkin bir eylemci ve düşüncede hoşgörülü
kişiler olmalarını istiyorsak, onları eğitmeye çok erken başlamalıyız. Eğitim,
çoğunlukla ayı terbiye etmekle eşanlamlı alınmaktadır. Ayının nasıl terbiye
edildiğini biliriz hepimiz. Kızgın bir zemin üzerine konurlar ve ayakları zemin
üstünde kaldığı sürece yandığı için oynamaya başlarlar. Bu esnada belli bir
müzik çalınır. Belli bir süre sonra bu müzik onları oynamasına yol açar. Çocuğa
da aynısı yapılmaktadır. Çocuk cinsel organını her farkedişinde yetişkinler onu
azarlar. Sonunda böylesi fark edişler ona büyüklerden işittiği azarları
düşündürmeye başlar ve onların çalgılarıyla oynamaya başlar ve böylece sağlıklı
ve mutlu bir cinsel yaşamın tüm olasılığı ortadan kalkar.
İkinci evrede, yani delikanlılığında,
cinsiyete geleneksel yaklaşımın yarattığı dertler çocukluktakinden çok daha
berbattır. Birçok erkek çocuk kendilerine ne olduğunu doğru dürüst bilmezler ve
düşlerinde ilk kez şeytan tarafından aldatıldıklarında altüst olurlar.
Kendilerini son derece kötü olduğuna inandırıldıkları içtepilerle dolu
buluverirler. Bu iç tepiler öylesine güçlüdür ki gece gündüz peşini
bırakmazlar. Daha olumlu erkek çocuklarda aynı zamanda, cinsiyetten tamamen
ayrı sandıkları güzelliğe, şiire, soyut aşka karşı yüksek düzeyde ülküsel
(idealism) içtepiler vardır.
Hıristiyan öğretisindeki maneşeizm (insani-mani) unsurları ergenlik çağının
ülküsel ve bedensel (carnal, şehevi) içtepilerini, kendi içimizde, tamamıyla
birbirinden ayrı hatta birbiriyle kavga halinde tutma eğilimindedir. Burada,
aydın bir dostumun sözlerini aktaracağım: «Ben gençliğimde, bu ayrıma inanırdım
ve en belirgin şekliyle sergilerdim. Günde dört saat Shelley okurdum. Şu
dizeler çok duygulandırırdı beni;
‘Pervanenin özlemi yıldızlardır
Geceninse gelen gün.
Ardından birden bu
yukarlarda uçmaktan kurtulur, soyunan hizmetçiyi gizlice gözlerdim. İkinci
tepim beni utandırırdı, ilkinde kuşkusuz cinsiyetten korkuya ilişkin ülkücülük
oldukça aptalca unsurlar bulunmaktaydı.»
Hepimizin bildiği gibi
ergenlik sinirsel bunalımların sıkça yer aldığı, yaşamlarının diğer
dönemlerinde dengeli olan kişilerin kolayca aksi bir insan haline geldikleri
bir evredir. Miss Mead «Sisam’da Ergenleşme» adını verdiği yapıtında ergenlik
bunalımlarına adada rastlanmadığım bunun nedeninin geniş boyutlu cinsel
özgürlük olduğunu yazmaktadır. Bu cinsel özgürlüğün misyonerlerin faaliyetleri
sonucu biraz sınırlandığı bir gerçektir. Misyoner evlerinde yaşayan
kızlardan konuştuğu bir bölümü, ona, ergenliklerinde kendilerinin mastürbasyon
yapıp eşcinsel ilişkilere girerken, dışarda yaşayanların karşı cinsle ilişkide
bulunduklarını anlatmıştır. Bizim ünlü erkek okullarımız da bu açıdan
Sisam’lı misyoner evlerinden pek farklı değildir, ama bunun davranışlar
üzerindeki psikolojik etkisi Sisam’lılarda zararsızken İngiliz erkek öğrenci
yüreğinde geleneksel ahlak öğretisine bir saygı duymaktadır. Sisam’lılarsa
misyonere, gırgır geçilecek garip zevkleri olan beyaz adam diye bakmaktadırlar.
Birçok
delikanlı, ergenlik yıllarının başında cinsiyete ilişkin oldukça gereksiz
sıkıntı ve güçlüklerle karşılaşırlar. Bir delikanlının eğer eli kız eline
değmezse kendi kendini tutmanın zorluğu büyük bir olasılıkla onun çekingen
olmasına neden olur. Evlendiğinde bu yüzden geçmiş yılların kendi kendini tutma
alışkanlığını yıkamaz, ya da birden ve zalimce atar bu kendi kendini tutmayı
ama bu da karısına bir sevgili gibi davranmasını engeller. Eğer orospulara
giderse, ergenlikte başlayan aşkın bedensel ve düşünsel ayrışması süreklilik
kazanır ve ona göre kadınlarla olan ilişkileri ya platonik olmalıdır ya da
rezilce. Bundan da öte zührevi hastalıklar tehlikesiyle karşı karşıyadır. Eğer
kendi düzeyinde kızlarla ilişki kurarsa, pek o kadar büyük yıkıma uğramaz, ama
bu durumda bile gizlilik tehlikelidir, ve düzenli ilişkilerin gelişmesini
engeller. Bir erkeğin genç yaşlarda biraz züppelikten biraz da evlenip çocuk
sahibi olmak için evlenmesi güç bir iştir. Hele boşanmanın çok zor olduğu
yerlerde erken evlilikler son derece sakıncalıdır. Bir biriyle yirmi yaşında
uyuşan iki kişi otuzunda pekala uyuşamayabilirler. Değişik kişilerle
yaşamadıkça tek bir eşle sürekli bir ilişki içine girmek birçok kişi için
zordur. Eğer cinsiyete sağlıklı bir bakış açımız olsaydı, üniversite
öğrencilerinin çocuk yapmaksızın evlenmelerini kabul edebilirdik. Böylece onlar
çalışmalarını önemli ölçüde engelleyen cinsiyet saplantısından kurtulurlardı.
Çocuklu evliliğin ciddi eşliliği. İçin gereksinilen karşı cinse ilişkin
deneyimler edinirlerdi. Ve bugün gençlik heyecanlarını boğan bahaneler uydurma,
gizlenme ve hastalık kapmaktan korkmama olmadan özgürce aşkı yaşayabilirlerdi.
. .
Evlenmeyen kadınların
büyük çoğunluğunda geleneksel ahlak acı çektirir ve çoğu kez yıkıcı olur.
Herkes gibi ben de katı geleneksel erdemini koruyan her açıdan hayranlık
duyulacak kadınlar tanıdım. Ama genel kural bunun tersi. Namusunu korumanın
kendisi için çok önemli olan hiç bir cinsel deneyim yaşamamış kadın, olumsuz
bir tepki içine girer, endişeyle kıvranır, çoğunlukla çekingenleşir, aynı
zamanda kendisinin isteyip de yapamadıklarını yapanları cezalandırma isteği
duyar ve içgüdüsel olarak bilinçsizce normal insanları yadsır. Düşünsel
çekingenlik uzun süren bakireliklerde en çok rastlanan şeydir. Aslında ben,
kadınların bugünkü var olduğu biçimiyle, düşünsel geriliklerine cinsiyete karşı
duydukları korkunun öğrenme isteklerini engellediğini iddia ediyorum.
Kendilerine koca bulamayan kadınların ömür boyu bakire kalarak mutsuzluk ve
yıkım içinde yaşamaları için her hangi haklı bir neden yoktur. Sık sık ortaya
çıkan bu durum, evlilik kurumunun ilk devrelerinde kimsenin aklına
gelmemekteydi zira o günlerde her iki cinsiyetin sayısı hemen hemen eşitti.
Kuşkusuz, birçok ülkede kadın sayısının çok oluşu gelenekçi ahlak yasalarının
değiştirilmesinden yana ciddi tartışmalara yol açmaktadır.
Geleneksel olarak seksten dolayı hoşgörüyle karşılanan evliliğin
kendisi bile bu katı yasalar tarafından acıya boğulmaktadır. Çoğunlukta
kazanılan kompleksler, erkeklerin orospularla edindikleri deneyimler ve
iffetlerini koruyabilmeleri için küçük hanımlara aşılanan seksten nefret
evlilikteki mutluluğa karşı tecavüzlerdir. İyi yetiştirilmiş bir kızın
eğer cinsel tepileri güçlüyse, bir adama karşı duyduklarının cinsel istek mi
yoksa ciddi bir hoşa gitme mi olduğunu ayırt edemeyecektir. Büyük bir olasılıkla karşısına
çıkacak olan onda cinsellik uyandıran ilk erkekle evlenecek ve cinsel açlığı
doyduktan sonra o adamla ortak hiç bir yanının kalmadığın çok geç fark
edecektir. Cinsel konularda kadını aşırı derecede çekingen erkeği ise aşırı
derecede atak kılmak için eğitimde elden gelen her şey yapılmaktadır. Her ikisi
de sahip olmaları gereken cinsel konulardaki bilgilerden yoksundurlar ve çoğu
zaman bu bilgisizlik doğan ilk başarısızlıklar her iki taraf için de evliliği
cinsel açıdan doyumsuz hale getirir. Bundan da öte bedensel olduğu kadar
düşünsel birliktelik dc güç hale gelir. Kadın cinsel konularda rahatça
konuşmaya alışkın değildir. Erkek de arkadaşları ve orospular dışında bu konuda
konuşmaya alışkın değil. Böylece birlikteliklerinin en canlı ve içten olması
gereken anında, utanç, çekingen ve tümüyle sessiz olurlar. Muhtemelen kadın uykusu kaçmış, doyumsuz ve
ne istediğinin bilincinde yatmaktadır. Belki erkeğin de aklından geçmekte,
ilkin şöyle bir gelip hemen yitmekte ve ardından yavaş yavaş kafasına orospuların
bile yasal karısından çok daha sıcak davrandıkları takılmaktadır. Erkek kadının
soğukluğu karşısında kırılırken aynı anda karısı kendisini uyarmayı
başaramadığı için acı çekmektedir. Bu faciayı hep bizim suskunluk ve
nezaketimiz doğurmaktadır.
Çocukluktan
ergenlik ve gençliğe oradan da evliliğe kadar uzanan bu yolda eski ahlak, aşkı
bedensel içtepiye dayanan cinsellik ve duygusal içtepiye dayanan ülküsel aşk
olarak ayırıp birini hayvanlaştırırken diğerini kısırlaştırarak onu sıkıntıyla,
korkuyla, karşılıklı anlayışsızlıkla, pişmanlıkla ve sinir gerginliğiyle
doldurmuştur. Böylesi bir hayat çekilmez. Duygusal ve hayvansal yapılar
çatışmamalıdır. Bir arada bulunmalarını engelleyecek hiç bir şey yoktur ortada,
ayrıca bir arada olmadan her ikisi de en güzel medyalarını veremezler. Kadın ve
erkeğin aşklarının en güzeli korkusuz olanıdır. Düşünce ve beden
eşit oranlarda birleşmeli bedensel yanı var diye ilişkiyi yüceltmekten
çekinilmemeli, bedensel yanın duygusal yanı gölgeleyeceğinden korkulma malıdır.
Aşk kökleri toprağın derinlerine, dalları göğün enginlerine uzanan bir ağaç
olmalıdır. Aşk yasaklarla boş inançlar m
dehşetiyle, korkunun suskunluğu ve lanetli sözcüklerle çevrilirse serpilip
yeşeremez. Kadınla erkek arasındaki sevgiyle
anababa arasındaki sevgi insanoğlunun duygusal yaşamındaki iki ana
gerçekliktir. Ne var ki geleneksel ahlak birini yüceltirken diğerini
alçaltmıştır, ama sonuçta ana ile baba arasındaki aşk aşağılanırken bundan
anaba bayla çocuk arasındaki sevgi zarar görmüştür. Karşılıklı hazzın ve
doygunluğun meyvası olan çocuklar çok daha sağlıklı ve sağlam çok daha doğal,
yalın hayvansal ama daha az bireyci ve verimkar sevilebilirler. Ana babaların
yoksul aç ve stekli evliliklerinde kendilerinden sakınılan besinin
kırıntılarını bu çaresiz minikde bulan ve bunun sonucunda da minimini beyinlere
gelecek kuşakların başına bela olacak düşünceleri yerleştiren ana babalar da
vardır. Sevgiden korkmak yaşamaktan korkmaktır ve yaşamaktan korkanlarsa üç kez
ölüdürler şimdiden.
Sh:176-183
İNSAN DEĞERLERİ İÇİNDE CİNSİYETİN YERİ
Cinsel konulara ilgi
duyan bir yazar böylesi konuların irdelenmemesi gerektiğini düşünenler
tarafından suçlanıp bunlar tarafından tedirgin edilme tehlikesiyle her zaman
karşılaşabilir. Konuya olan ilgisi, konunun önemiyle tümden oransız olursa
aşırı tutucu ve şehvet düşkünü kişilerin sansürüne uğrama tehlikesinden
kurtulabileceği düşünülür. Bu görüş gene de sadece geleneksel ethikde
değişikliği savunanlarca dikkate alınmaktadır. Orospuların rahat
bırakılmaması için uğraşanlar ve yasalara sahip çıkanlar görünüş de Beyaz Kadın
Ticaretine karşıdırlar, fakat aslında bunlar isteyerek ve bilerek
gerçekleştirilen evlilik dışı ilişkilere karşıdırlar. Kadınların kısa etek giyip, dudaklarını boyamalarına karşı çıkanların
ve plajlarda açık saçık mayolar görürüm umuduyla dolananların hiçbirisi cinsel
saplantıların kurbanları değillerdir. Ama bunlar daha fazla cinsel
özgürlüğü savunan yazarlardan daha çok acı çekmektedirler. Katı ahlak
genellikle şehvet düşkünlüğüne bir tepkidir. Ve bunları dile getiren kişiler de
bu edepsiz düşüncelerle doludurlar. Bu düşünceler cinsel içerik taşıdıkları
için değil, ahlakın kişileri açık ve sağlıklı biçimde bu konuda düşünmeyi
olanaksızlaştırdığı için terbiye dışıdır. Ben cinsel konulara kafayı takmanın
kötülüğünde kiliseyle aynı görüşteyim, ama bu kötülükle mücadelede
uyguladıkları yöntemlerde kiliseyle birleşmiyorum. St. Anthony dünyaya gelmiş geçmiş en şehvet
düşkünü kişiden çok daha fazla kafayı sekse takmasıyla ünlüdür. Kimseyi
darıltmamak için bu günlerden örnek vermiyorum. Seks yemek, içmek gibi doğal bir gereksinimdir. Oburlarla
ayyaşları suçlarız çünkü yaşamda belli yeri olan herhangi bir ilgi kişinin
duygu ve düşüncelerinde çok önemli bir yeri tutar. Bunun yanında yediği mantık
dahilindeki bir miktar yemekten duyulacak hazdan dolayı kimse suçlanamaz.
Çilecilerin böyle davrandıkları gerçektir ve insanların yeme içmelerini ancak
yaşamalarına yetebilecek düzeye indirmelerini savunmuşlardır. Bu düşünce
günümüzde eskisi gibi yaygm değildir hatta unutulmuştur. Seksin hazzından
kaçınmak istiyen Puritanlar sofra zevklerine kendilerinden öncekilerden daha
fazla dalmışlardır. 17. yüzyılda Puritanizmi eleştirenler şöyle demektedirler:
«Keyifli geceler ve nefis yemekler mi istiyorsun?
Sofraya azizlerle otur, günahkârlarla gir yatağa.»
Puritanların insan
doğasının bedensel yanını tümüyle bastırmakta başarılı olamadıklarını
göstermektedir bu durum. Seksten esirgediklerini boğazlarına vermektedirler.
Oburluk katolik kilisesi tarafından yedi ölümcül günahtan biri olarak kabul
edilmektedir. Dante
oburları cehennemin en dibine atmıştır ama bir yanıyla da muğlak bir günahtır
oburluk, zira hangi noktaya kadar yemenin hak olduğunu ve suçun hangi noktadan
başladığını belirlemek zordur. Besleyici olmayan bir şey yemek günah
mıdır? O halde yediğimiz her tuzlu bademle boyumuzca günaha batmaktayız. Bu
görüşler bugün çağdışıdır. Obur birisini görür görmez tanır, onu pek sevimli
bulmayız ama günahkâr olmakla pek az suçlarız. Buna rağmen yoksulluğun acısını
çekmeyenler arasında yemeğe kafasını takana çok az rastlanır. Birçok kişi iki
yemek arasında başka şeyler düşünürler. Çileci felsefeye bağlananlar
kendilerini yiyebilecekleri en az yemeğin dışındaki herşeyden yoksun
bırakırlar, düşlerindeyse ziyafet sofraları, türlü türlü yemişler görürler.
Balina yağı rejimi yapmak zorunda kalan Antartika kâşifleri Carlton’da
yiyecekleri akşam yemeğinin planlarını yapmakla geçirirler günlerini.
Bu gerçekler
göstermektedir ki eğer cinsiyetin bir saplantı olması istenmiyorsa ona Thebai
rahiplerinin yiyeceğe baktığı gibi değil ahlakçıların yiyeceğe baktığı gibi
bakmak gereklidir. Seks yemek içmek gibi doğal insan gereksinimlerinden
biridir. İnsanoğlunun yemeden içmeden yaşayamıyacağı ama seks yapmadan
yaşayabileceği bir gerçektir. Ama psikolojik olarak sekse duyulan istek, yemeğe
içmeye olan isteğin tepkisidir. Bu istek karşılanmadığı zaman hızla büyür, karşılandığında
ise bir süre yatışır. İstek dayanılmaz hale geldiğinde insanın kafasında
cinsiyet dışındaki tüm dünya silinir. O anda dışta kalan tüm ilgiler yok olur
ve daha sonra suçluluk duyulacak olan o andaki hareketlere delilik gözüyle
bakılır. Bunun da ötesinde istek tıpkı yemek ve içmekte olduğu gibi, konulan
yasaklarla daha da kabarır. Kahvaltıda önlerine konulan olgun elmaları yemeyip
bahçeden ham elmaları çalan çocuklar tanırım. Amerika’da hali vakti yerinde
olanlar arasındaki içki düşkünlüğünün yirmi yıl öncesinden çok daha yaygın
olduğunu yadsıyacak İliç kimse yoktur. Aynı şekilde, Hıristiyan öğretisi ve
Hıristiyan oteritesi cinsiyete olan ilgiyi kamçılamıştır. Geleneksel öğretinin
sınırlarını aşan ilk kuşak, cinsel özgürlük sorununda görüşleri boş inançların
olumlu ya da olumsuz etkisinde kalmamış kişilerden çok daha ileri giderler.
Seks konusundaki saplantıları özgürlük dışında hiçbir şey engelleyemez.
Özgürlükte bu etkisini cinsel sorunlara akıllıca yaklaşan bir eğitimle
bütünleşip olağan bir bale gelmedikçe bunu başaramaz. Gene de gereksiz yere
seksle uğraşmanın bela getireceğini bir kez daha tekrarlamak istiyorum. Ama bu
bela özellikle Amerika’da karşıtları gibi gördüklerinin yanlış olduklarına
inanmaya hazır katı ahlakçılar arasında bir hayli yaygınlaşmıştır. Ufuklarım
kendi istekleriyle ya doygunluk ya da inzivadan yana sınırlamış oburlar, şehvet
düşkünleri ve çileciler kendi içlerine kapalı kişilerdir. Aklı ve sağlığı
yerinde hiç kimse ilgi alanının merkezi kendi kendini yapmaz. Fırdolayı dünyaya
bakıp kendisine ilgisini çekecek nesneler bulur. İçedönüklük bazılarının
sandığı gibi ahlak dışı insanların doğal yapısı değildir. Bu hemen her zaman
doğal içtepilere direnmeden kaynaklanan bir hastalıktır. Tıpkı yiyecek istif
eden kişinin bir zamanlar yoksulluk çekmiş ya da aç kalmış olması gibi şehvet
düşkünlüğü da cinsel haz düşüncesinin başarısızlığı üzerine oturmuş bir tür
yoksunluktur. Sağlıklı, dışadönük erkek ve kadınlar doğal içtepilere direnilerek
sağlanamaz, aksine içtepilerin eşit ve dengeli gelişmesi mutlu yaşam için
temeldir.
Cinsiyete bakışımızda,
yemek yemeğe bakışımızdan daha fazla ahlaküik ve kendi kendini sınırlama
olmamalıdır. Yemeğe bakışımızda üç tür sınırlayıcı vardır, bunlar, yasalar,
koşullar ve sağlıktır. Yiyecek çalmayı, ortak sofrada payımıza düşenden
fazlasını almayı ve bizi hasta edecek kadar çok yemeyi yanlış buluruz. Cinsiyet
söz konusu olduğunda benzer sınırlandırmalar temel alınmalıdır, fakat getirilen
bu kısıtlamalar çok daha karmaşık ve çok daha fazla özdenetim gerektirir.
Ayrıca herhangi bir insan bir diğerinin malı olamayacağına göre, hırsızlığa
koşut düşen edim zina değil zorla ırza geçmedir ki yakalarca kesinlikle
yasaklanmalıdır. Sağlığa ilişkin doğan sorun fahişelerden söz ederken
değindiğimiz zührevi hastalık kapmakla ilişkindir. Aslında ilacı bir yana
koyarsak, bu beladan kurtulmanın en iyi yolu meslekten orospuların sayısını
azaltmaktır ve böylece yarının büyükleri olacak olan gençler arasında
özgürlüğün sınırlarının genişlemesinde bu azaltmanın olumlu katkısı olacaktır.
Kapsamlı bir cinsel
ethik sekse sadece doğal bir açlık ve tehlike kaynağı olarak bakmaz. Bunların
her ikisi de önemlidir ama cinsiyetin insan yaşamının en yüce yanlarına bağlı
olduğunu unutmamak, çok daha önemlidir. Bu yüce yanlardan önde gelen üçü,
duygusal aşk, evlilikte mutluluk ve sanattır. Sanatın cinsiyetten bağımsız bir
şey olduğuna ilişkin savın savunucuları bugün dünkünden çok dahi azdır. Açıkça
ortadadır ki her türlü estetik yaratıcılığa yönelik içtepi psikolojik olarak
karşı cinse duyulan isteği belirtmeye bağlıdır. Bunun doğrudan ve apaçık olması
gerekmez.
Cinsel
tepinin sanatsal ifadelere yol açabilmesi için bir dolu koşul gereklidir. Bir
kere sanatsal yeteneğin olması gereklidir ama sanatsal yetenek veri bir ırkta
bile bazen nadir bazen yaygın olarak ortaya çıkmaktadır. Doğuştan var olan
yeteneğe karşıt bir çevre, sanatsal tepinin gelişmesinde önemli rol oynar.
Özgürlüğün belli türü bulunmalıdır. Bu sanatçıyı ödüllendiren değil sanatçıyı
estetik anlayış ve zevkten yoksun bir kişi haline getiren alışkanlıklar
kazandıran zorlama ve yönlendirmelerin bulunmadığı bir özgürlüktür. II. Julius,
Michelangelo’ya baskı yaparken sözünü ettiğimiz sanatçının gereksindiği
özgürlükle hiçbir şekilde çatışmıyordu. Michelangelo’yu
önemli kişi olarak kabul ettiği için ona müdahale ediyor, derecesi Papalığın
altında olan herhangi bir yerden ona yönelik hiçbir karşı çıkışa izin
vermiyordu. Gene de sanatçı zengin patron ya da kent yöneticilerinin önünde bel
kırmaya zorlanıp onların estetik ölçütlerine uygun çalışırsa, sanatçı özgürlüğü
yiter. Benzer biçimde eğer sanatçı toplumsal ve ekonomik korkularla çekilmez
hale gelen evliliği sürdürmeye zorlanırsa sanatçı yaratıcılığının gereksindiği
güç yok olur. Geleneksel olarak iffete düşkün toplumlar gelişkin bir sanat
olayı üretemezler. İnsanlar İdaho’ da olduğu gibi kısırlaştırılmış olurlar.
Günümüzde Amerika sanatsal değerlerini Avrupa’dan ithal etmektedir ama bu arada
Avrupa’nın Amerikalılaşması daha henüz özgürlüklerin varlığını sürdürmesinden
dolayı zencilere yönelmeyi zorunlu kılmaktadır. Sanatın en son yurdu Yukarı
Kongo dolaylarında bir yer, burası da olmazsa Tibet’in yukarları olacak gibi
gözükmektedir. Fakat Amerika’da yabancı sanatçıların kaçınılmaz bir şekilde
sanatsal yok oluşlarını hazırlayan ölçüsüz ödüllendirme de nihai tükenişi daha
fazla erteleyemeyecektir. Sanatın geçmişte yaşamanın tadı olmasından
kaynaklanan yaygın bir yapısı vardı. Yaşamanın tadı olması aslında cinsiyete
ilişkin belli bir kendiliğindenliğe dayanmasından gelmektedir. Cinsiyetin baskı
altında tutulduğu yerlerde geriye sadece çalışmak kalmaktadır ve sadece
çalışmak aşkına evliya gibi çalışmak, ortaya değeri olan hiçbir iş çıkartmaz.
Tabii ki birilerinin Amerika’da gerçekleşen cinsel eylemlerin günlük istatistik!
sınırlamasını yapmasından söz etmiyorum, bu eylemlerin kişi başına düşen tutarı
tüm diğer ülkelerden çok daha fazla olabilir. Durumun gerçekten de böyle olup
olmadığım bilmiyorum ve bunu hiçbir şekilde de yadsımaktan yana değilim.
Geleneksel ahlakçıların en büyük hatalarından biri de daha kolayca
hırpalayabilmek için cinsiyeti, cinsel eyleme indirgemeleridir. Eğer eyleme
yönelten içtepi duyulursa, kur yapma, sevme ve arkadaşlık yeşerir. Bu doygunluk
olmadan her an şahlanmaya hazır bir bedensel açlık söz konusuyken, düşünsel
açlığı azaltmak mümkün değildir ve derin bir doygunluk elde etmek olanaksızdır.
Sanatçıların gereksindikleri cinsel özgürlük herhangi bir kadınla bedensel
ihtiyaçlarını karşılama değil sevebilme özgürlüğüdür ve her şeyden önce bu
özgürlük gelenekçi ahlak çılarca kabul edilebilecek bir şey değildir. Eğer
dünya Amerikalılaştırıldıktan sonra sanat yeniden canlanacaksa Amerika’nın da
değişmesi zorunludur. Amerikalı ahlakçılarınsa daha az ahlaksız olmaları kısaca
her ikisinin de cinsiyete daha fazla değer verip, neşeli olmayı banka hesabının
önüne koymaları gerekecektir. Amerika’yı dolaşan birisine neşe eksikliği kadar
hiçbir şey acı veremez. Mutluluk, o anı unutturan içki alemleri ve kendi
kendinden geçmedir. Balkanlar’ da ya da Polonya’da her çalgı sesiyle dansa
kalkanların torunları bugün, sandalyelerine yapıştırılmış gibi oturup, büyük
bir ciddiyet, önem ve duyarsızlık içinde daktilo yazıp, telefonlara cevap
vermektedirler. Akşamları içkiye ve farklı bir gürültüye sığınarak mutluluğu
yakaladıklarını sanmaktadırlar. Oysa sadece insanoğlunun bedenine hizmet edip
ruhunu köleleştirmekte kullanılan paranın kazanıldıkça kendini yeniden
doğuruşunun umutsuz aynılığında çılgınca ama kırık dökük bir kayıtsızlık
bulmaktalar.
İnsan
yaşamında mükemmel ne varsa tümü cinsiyete bağlıdır demek istemiyorum. Ayrıca
böyle bir şeye de inanmamaktayım. Ben ne pratik ne kuramsal olarak bilimi ne de
önemli toplumsal ve siyasal etkinlikleri cinsiyete bağlı olarak görmemekteyim.
Yetişkinlerin yaşamındaki karmaşık isteklere yol açan içtepiler birkaç ana
başlıkta toplanabilir. Kendilerini korumak için gerekli olanın dışında iktidar,
cinsiyet ve anababalık insan yaşamındaki birçok derin kaynağı olarak ele
alınabilir. Bu üçü içinde iktidar ilk başlayan ve en son bitendir. Küçükken
iktidar gücüne çok az sahip olan çocuk daha fazlasını edinme peşinde koşar.
Faaliyetlerinin büyük bir bölümü aslında bu istekten kaynaklanır. Bir diğer
belirleyici istek de el üstünde tutulmaktır — övülme arzusu ve terk edilme ya
da suçlanma korkusu —. Onu toplumsal kisi yapan ve ona toplum içinde yaşamak
için erdemli olma gerekliliğini aşılayan bu gururdur. Her ne kadar kuramsal
olarak ayrıştırılsa da gurur cinsiyetle sıkıca kaynaşmıştır. Buna rağmen
iktidar tutkusunun cinsiyetle çok az bağlantısı vardır. Çocuğu derslerine
çalıştırtıp, vücudunu geliştirmek için çabalamaya iten, gurur kadar iktidar
tutkusudur da. Bana göre araştırma ve bilgi peşinde koşmaya iktidar tutkusunun
bir parçası olarak bakılmalıdır. Buna göre biyolojinin bir kaç dalı ve
psikoloji dışında bilimin cinsel duyguların etki alanı dışında olduğu kabul
edilmelidir. İmparator
II. Frederick artık yaşamadığına göre bu görüş ister istemez bir varsayım
olarak kalacaktır. Eğer bugün hayatta olsaydı hiç kuşkusuz seçkin bir matematikçiyi
ve başarılı bir besteciyi iğdiş ederek bunun onların yapıtları üzerindeki
etkisini gözlemeye çalışırdı. Bence bu işlem matematikçide hiçbir iz
bırakmaz ama bestecinin üzerinde ciddi etkisi olacaktır. Bilgi peşinde koşmayı
insan doğasının en önemli öğelerinden biri olarak ele aldığımızda, eğer
yanılmıyorsak, son derece önemli bir faaliyet alanı cinsiyetin egemenliğinin
dışında demektir.
Aynı zamanda iktidar,
kelimenin geniş anlamıyla, birçok siyasal faaliyetin itici gücüdür. Büyük bir
devlet adamının kamunun çıkarlarına kayıtsız kalabileceğini söylemek istemi 190
yorum, tam tersine onda anababalık duygusunun son derece gelişmiş olduğu kanısındayım.
Fakat aynı zamanda onda önemli ölçüde iktidar tutkusu yoksa siyasal
girişimlerde başarılı olması için gerekli çalışmayı gösteremez. Devlet
işleriyle uğraşan tanıdığım bir dolu üstün zekalı kişi önemli ölçüde hırslı
olmadıkları sürece amaçlarını gerçekleştirmekte pek başarılı olamamışlardır.
Abraham Lincoln oldukça zor koşullarda kendisine direnen iki inatçı senatöre
karşı yaptığı konuşmaya «Ben ABD başkanıyım ve büyük yetkilerle donatılmışım,»
diye başlayıp aynı sözlerle bitirmiştir. Bu gerçeği dile getirirken aldığı
taddan kuşku duymak imkansız. İyi ya da kötü tüm siyasetlerde ekonomik güdüyle
iktidar sevdası iki ana güçtür. Bence siyaseti Freud’un ilkeleriyle açıklama
eğilimi yanlıştır.
Eğer söylediklerimiz
gerçekse, sanatçıların dışındaki birçok büyük adam önemli faaliyetlerini
cinsiyetle bağlantısı olmayan bir güdüyle gerçekleştirmişlerdir. Eğer bu
faaliyetler kazandıkları saygınlık içinde süregeleceklerse cinsiyetin insanın
geri kalan duygusal ve coşkulu dünyasını karartmaması gereklidir. Dünyayı kavramak ve onu dönüştürmek
ilerlemenin iki büyük motorudur ve bunlar olmadan bir toplum olduğu yerde sayar
ya da gerisin geriye sürüklenir. Tümüyle mükemmelleşmiş bir mutluluk da
bilimsel ve dönüştürücü içtepileri zayıflatır. Birçok insan yaşadığımız
dünyanın sıkıntılarından soyut işlere sıvanarak kurtulmak istemektedir. Yeterli gücü olan bir adam için acı, değerli bir uyarıcı
olabilir ve bence eğer tam anlamıyla mutlu olduğumuzda, daha fazla mutlu olmak
için çaba harcamayız. Bu arada birilerinin insanları verimli kılmak için
onlara acı vermeyi iş edinmelerini onaylamamaktayım. Acı insanların yüzde
99’unu tümüyle ezer geçer. Yüzde birindeyse insanlığın miras aldığı doğal
şoklara inanmak gerekmektedir. Ölüm var oldukça keder de var olacaktır. Ve
keder var oldukça insanoğlunun işi, bunu nasıl değiştireceğini bilen pek az
hevesliye rağmen kederi çoğaltmak değildir.
SONUÇ
İncelememiz boyunca
birtakım tarihi ve ethik sonuçlara vardık. Tarihsel olarak uygar toplumlarda
var olduğu biçimiyle cinsel ahlakın oldukça farklı iki kaynaktan, babalığı
belirleme arzusuyla dölü sürdürme dışında, seksin aşağılık olduğuna ilişkin
çileci inançtan çıktığını bulduk. Hıristiyanlık öncesi ve halen günümüzde
çileciliğin çıktığı ve yayıldığı İran ve Hindistan dışında kalan Uzak Doğu’da
ahlak, sadece birinci kaynağı içermektedir. Elbette babalıkdan emin olma isteği üremede
erkeğin rolünü bilmeyen geri toplumlar için sözkonusu değildi. Bunların
arasında her ne kadar erkeğin kıskançlığı dişiye belli sınırlandırmalar
getiriyorduysa da daha önceki babaerkil toplumlardan çok daha özgürdü. Geçiş evresinde belli sürtüşmelerin yer almış
olması kesin. Ve hiç şüphe yok ki kendilerinden olan çocukların babası olmak
isteyen erkekler kadınların özgürlüklerine kısıtlamalar getirmeyi gerekli
görmekteydiler. Bu evrede cinsel ahlak sadece kadınları kapsamaktaydı. Erkek evli bir kadınla cinsel ilişkide
bulunmanın dışında tümüyle özgürdü.
Hıristiyanlıkla yeni bir
unsur günahı engelleme, işin içine karıştı. Ve böylece ahlak ölçüleri kuramsal
olarak kadınlar kadar erkekleri de kapsamı içine aldı. Ne var ki bu kuramı
erkeklere uygulamanın güçlüğü erkeklerin konulan ilkeleri çiğnemelerine
kadınlardan çok daha hoşgörüyle bakılmasını getirdi. İlk cinsel ahlakın,
bebeğin ilk yıllarında annebabanın bir tanesi değil her ikisi tarafından
beraberce korunmasını içeren kesin bir yaşamsal amacı vardı. Bu amaç Hıristiyan
kuramında yitmişse de uygulamada süregelmektedir.
Oldukça yakın dönemlerde
Hıristiyan ve Hıristiyanlık öncesi cinsel ahlakı her ikisinin de değişime
uğradığına ilişkin belirtiler bulunmaktadır. Hıristiyanlık dinsel tutuculuğun
çözülmesi ve hâlâ inançlı olanlar arasında bile inancın etkisinin azalmış
bulunması nedeniyle eski önemini sürdürmemektedir. Bu yüzyılda doğan kadın ve
erkekler her ne kadar eski davranışlara yönelirlerse de büyük bir bölümü
evlilik dışı cinsel ilişkinin günah olduğuna inanmamaktadırlar. Cinsel
ahlaktaki Hıristiyanlık öncesi unsurlara gelince bunları daha önce bir etmen
değişime uğratmıştı, şimdi bir başka etmen tarafından da değiştirilme süreci
içindeler. Bu etmenlerden birincisi gebe kalmadan cinsel birleşmeye olanak
tanıyan ve kadınların, eğer evli değillerse hamilelikten korunmalarını eğer
evliyseler, sadece kocalarından çocuk yapmalarını sağlayarak her iki durumda da
onların iffetlerinin lekelenmesini engelleyen gebeliği engelleyici nesnelerdir.
Bu süreç
henüz tamamlanmış değil, çünkü henüz gebelik önleyici nesneler yeterince güven
verici değil, ama bence güven kazanması pek uzun süre almayacak. Bu
durumda kadının evlilik dışı cinsel ilişkide bulunmasına yasak getirmeden de
babalığın güven altına alınması sağlanmış olacaktır. Kadınların kocalarını
aldatabilecekleri öne sürülebilir ama eskiden de kadınların kocalarını
aldatabilmeleri her zaman söz konusuydu. Ayrıca aldatma etmeni, coşkuyla
sevilen biriyle yatıp yatmama sorununun yanında hafif kalmaktadır. Böylece
babalığa ilişkin aldatmaya, eskinin evlilik dışı ilişkiyle gerçekleştirilen aldatmasından
çok daha az rastlanacağını kabul edebiliriz. Bu yeni durumda kocalar
kıskançlıklarını yeni koşullara uydurmalı, ancak karıları çocuklarına bir başka
erkek seçtiğinde kıskançlıkları kabar malıdır. Doğuda erkekler her zaman harem
ağalarına belli özgürlükler tanımışlardır ki Avrupalı erkeklerin birçoğu buna
tepki duyarlar. Doğulu erkekler harem ağalarına hoşgörülü davranırlar çünkü
babalıktan yana bir kuşkuları yoktur. Aynı hoşgörü, gebelik önleyici nesnelerin
kullanılmasıyla birlikte gelen özgürlüklere de kolayca uygulanabilir.
Böylece anababalı aile,
geçmişte olduğu gibi kadından erkeksiz kalmasını istemeden, gelecekte de
yaşayabilir. Bununla birlikte ikinci etmenin cinsel ahlakın uğradığı
değişimlerde çok daha uzun erimli etkileri vardır. Bu, çocuğun bakım ve
eğitiminde devletin payının artmasıdır. Bu etmen Amerika'dan çok Avrupa’da
etkin olmakta ve ağırlıklı emekçi sınıflara dokunmaktadır ve devletin babanın
yerini alması ne kadar endişe doğurursa doğursun eninde sonunda nüfusun tümünü kapsayacaktır.
İnsan ailelerinde olduğu gibi hayvan ailelerinde de babanın rolü bakım ve
korunmayı sağlamaktır. Fakat çağdaş toplumlarda koruma polis tarafından
gerçekleştirilmekte, bakımsa şimdi toplumun yoksul katmanlarına yapıldığı gibi
tümüyle devlet tarafından üstlenilebilir. Eğer bu gerçekleşirse babanın yerine
getirebileceği herhangi bir belirgin iş kalmamaktadır. Anneye gelince iki
olasılık söz konusu. Ya çalıştığı işine devam eder ve çocuğuna bir kurum bakar,
ya da elverirse çocuğu küçükken ona bakması için devletten para alır. Eğer
ikinci yol benimsenirse namuslu olmayan kadına yapılan ödeme kesileceği için
geleneksel ahlakın desteklenmesinde bir süre için kullanılabilir. Ama ödemeden
yoksun bırakılırsa çocuklarına çalışmadan bakamayacağı için onları bir kuruma
bırakmak zorunda kalacaktır. Böylece anababası zengin olmayan çocukların
bakımında ekonomik güçlerin işleyişi babanın elenmesini doğurabileceği gibi
büyük ölçüde anneyi de dışta bırakacaktır. Bu gerçekleşirse geleneksel ahlaka
ilişkin tüm geleneksel nedenler yitecek ve yeni ahlak için yeni nedenler
bulunacaktır.
Eğer ailenin
parçalanması gerçekleşirse kanımca bu pek sevinilecek bir şey değil. Çocuk için
anne baba sevgisi önemlidir ve eğer kurumlar geniş ölçüde yaygınlık kazanırsa
kuşkusuz son derece resmi ve sert olacaklardır. Farklı aile çevrelerinin farklı
etkileri ortadan kalkınca son derece berbat bir yeknesaklık egemen olacaktır.
Ve enternasyonal bir devlet öncelikle oluşturulmadıkça ayrı ulusların
çocuklarına yurtseverliğin hastalıklı biçimi aşılanacak ve büyüdükleri zaman
bunlar büyük bir olasılıkla birbirlerini yiyeceklerdir.
Ayrıca enternasyonal bir
devlet' nüfus açısından da gereksinim doğmaktadır, aksi halde milliyetçiler
nüfusun gerekenden fazla artmasını teşvik edecekler ve tıb ile sağlık
bilgisinin gelişmesi nedeniyle nüfusun fazlasını eritecek tek yol olarak savaş
kalacaktır.
Sosyolojik sorunların
çoğunlukla karmaşık ve zor olmalarına karşın bence bireysel sorunlar oldukça
basittir. Cinsiyete bir takım günahlar bulaştıran öğreti bireyin kişiliğine
sayısız kötülüğü dokunmuştur — yaptığı bu kötülük çocukluğundan başlar tüm
yaşamı boyunca sürer—. Cinsel aşkı baskı altında tutan geleneksel ahlak tüm
diğer arkadaşça duygulan da hapsetmiş ve insanları daha az eli açık, daha az
nazik ve daha çok kendine yontan ve gaddar yapmıştır. Sonunda benimsenecek olan
hangi cinsel ahlak olursa olsun boş inançlardan kurtulmalı, açık ve kabul
edilebilir temele dayanmalıdır. Bilimsel araştırma, spor, iş ya da diğer insan
faaliyetleri gibi cinsiyet de ethiksiz yapamaz. Toplumda bizimkinden farklı
eğitim görmemiş kişilerce konulan ilkel yasaklara dayanılması durumunda bir
ethike gereksinim duyulmayabilir. Ekonomi ve siyasette olduğu gibi cinsiyette
de ethikimize hâlâ çağdaş buluşların mantık dışı kıldığı korkular hakimdir ve
bu buluşlardan sağlayacağımız yararın önemli bir miktarını onlara psikolojik
uyumu sağlayamadığımız için yitirmekteyiz.
Bir eski sistemden yeni
bir sisteme geçişte, tüm geçişlerde olduğu gibi kendine has güçlüklerin ortaya
çıkacağı doğrudur. Herhangi bir ethikal yenilikten yana olanlar kaçınılmaz
olarak tıpkı Sokrat gibi gençliği bozmakla suçlanmaktadırlar. Bu suçlamalar
yeni ethikin telkin ettikleri bütünüyle kabul edildiğinde değiştirmek
istedikleri eski ethik den çok daha iyi bir yaşama biçimine neden olsa bile her
zaman tümüyle boşuna yapılmış değildir. Hz. Muhammed’in Doğu'sunu bilen
herkes, günde beş kez ibadet etmenin bir yana bırakılmasını savunanların, çok
daha önem verdiğimiz diğer ahlak kurallarına saygıyı da bıraktıklarını
söylemektedirler. Cinsel ahlakta bir değişiklik
amaçlayan kişi bu anlamda yanlış anlaşılabilmeye uygundur ve ben söylediğim
şeylerin bazı okuyucular tarafından yanlış yorumlanacağını biliyorum.
Yeni ahlakın gelenekçi
puritinizmin geleneksel ahlakından ayrılan genel ilkesi şudur: biz içgüdünün
engellenmesi yerine eğitilmesinden yanayız. Genel olarak ifade ettiğimizde bu
görüş çağdaş kadın ve erkekler arasında geniş bir kabul görmüştür. Ama bu
görüşü benimsemenin genç yaşlarda tüm yanlarıyla gerçekleşip uygulanması gerekmektedir.
Eğer çocuklarda içgüdü eğitilmek yerine
sınırlandırılırsa bunun izleri yaşamın geri kalan bölümünde de görülmesi
sonucunu yaratabilir, çünkü yaşamın ilk yıllarındaki sınırlandırmalar son
derece kötü istenmeyen biçimlere dönüşmektedir. Yetişkinlere ya da
delikanlılara önerdiğim ahlakta «İçtepilerinizi
izleyin ve aklınıza gelen herşeyi yapın,» demiyorum. Yaşamda bir
tutarlılık olmalı, sonuca yönelik, ama yaran hemen elde edilmeyen ve her
evresinde çekici gelmeyebilen sürekli çabalar gerçekleştirilmelidir. Başkaları
da düşünülmeli, dürüstlüğe mihenk belli ölçüler olmalıdır. Gene de öz denetimi
bir amaç olarak almıyor, ayrıca kurum ve ahlaksal törelerimizin de öz denetime
duyulan gereksinimi en çok yerine en aza indirmesini diliyorum. Öz denetimin
uygulanması trenin fren yapmasına benzer. Kendini yanlış yöne giderken
bulduğunda yararlıdır ama yönün doğruysa baştan ayağa yanlıştır. Hiç kimsenin
trenin yoluna sürekli fren yaparak devam etmesini savunabileceğini sanmıyorum.
Aynı şekilde zorla öz denetim alışkanlığı da yararlı faaliyetlerde
kullanılabilecek gücümüz üzerinde zedeleyici etkide bulunur. Öz denetim bu
güçlerin dışa yönelik faaliyetlerde kullanılması yerine içerde harcanmasına
neden olur, bundan ötürü bazen gerekli olsa bile her zaman istenmeyen bir
şeydir.
Yaşamda gerekli olan öz
denetim derecesi içgüdünün ilk eğitimine bağlıdır. Çocukta ortaya çıkan iç
güdüler, tıpkı lokomotifi yolunda tutan ya da raydan çıkaran islim gibi,
yararlı ya da zararlı faaliyetlere yöneltebilir. Eğitimin işlevi içgüdüyü
yararlı faaliyetlere doğru yönlendirmektir. Eğer bu görev çocukluk yıllarında
yeterli biçimde yerine getirilebilirse, kadın ya da erkek birkaç bunalım dışında
öz denetime gerek duymaksızın yararlı bir yaşam sürebilirler. Bunun tersi olur
da ilk eğitim içgüdülerin sınırlanmasına yol açarsa, ileri yaşlardaki içgüdüsel
hareketler bir yanı ile zararlı olacağından sürekli öz denetime gerek
duyulacaktır.
Bu genel düşünceler
özellikle cinsel içtepilerimize uygulanmaktadır. Çünkü bunlar hem çok güçlüdür
hem de geleneksel ahlak bunlarla özel olarak ilgilenmektedir. Birçok geleneğe
bağlı ahlakçı, cinsel içtepilerimiz sıkı denetim altında tutulmazsa bunların
bayağılaşacağım, anarşik bir hal alacağını, kabalaşacağını düşünmektedirler. Bu
görüşün kendilerinin çocukluklarında yaşadıkları ket vurma alışkanlıklarım ileriki
yıllarda unutma eğiliminden doğduğuna inanıyorum. Ne var ki böylesi kişilerde
yasaklamayı başaramadıkları ilk yasaklar hâlâ işlemektedir.
Vicdan denilen şey
düşünsel yargılara karşın kişinin geleneksel yasakların yanlışlığını
hissetmesine neden olan ilk gençlikte öğretilen ahlaksal ilkelerin düşünmeden
az ya da çok bilinçaltı onaylamasıdır diyebiliriz. Bu kişiliğin kendine karşı
ikiye bölünerek içgüdüyle aklın omuz omuza gitmemesini yaratır. Böylece içgüdü
soysuzlaşırken akıl gücünü yitirir. Kişi çağdaş dünyada geleneksel öğretiye
değişik derecelerde başkaldırı bulabilir. Bunların en yaygını, gençliğinde öğretilen
ahlakın doğruluğuna düşünsel olarak inanıp da, yeterince öyle yaşayamadığından
gerçek dışı bir üzüntüyle yakınanlardır. Böylesi kişiler için söylenecek pek
bir şey yoktur. Onun için en iyisi ya yaşamım ya da inançlarını aralarında bir
denge olacak biçimde değiştirmemesidir. Bunlardan sonra çocukluğunda öğretilen
şeyleri usu, bilinçli olarak yadsıyan fakat bilinçaltı bütünüyle benimseyen
kişiler gelir. Böylesi kişiler herhangi bir güçlü duygusal gerilim altında,
özellikle korku, davranış çizgisini birden değiştiriverirler. Ciddi bir
hastalık ya da bir deprem onda pişmanlık yaratarak düşünsel yargılarını atıp
çocukluğundaki inançlarının kabarmasına neden olabilir. Hatta normal zamanlarda
bile davranışları ölçülüdür ve kendine koyduğu bu sınırlamalar olumsuz biçimler
alabilir. Bu sınırlamaları onu geleneksel ahlakça suçlanan biçimde hareket
etmekten korumaz fakat bunları iç rahatlığı ile gerçekleştirmesini engeller ve
hareketlerini değerli kılacak bir takım unsurların yitmesine neden olur. Eski
ahlak yasasının yerine yenisinin konulması. sadece kafanızla değil tüm
benliğinizle kabul edilmedikçe bütünüyle başardı olamaz. Çocukluklarında eski
ahlakla büyüyen birçok kişi için bu çok güçtür. Bu nedenle yeni bir ahlakı ilk
eğitimde uygulamadan bütünüyle yargılamak imkânsızdır.
Cinsel ahlak varılacak
sonuçlara büyük itirazlar olsa bile geniş bir onay alacak belli yaygın
ilkelerden çıkarılmalıdır. Burada üzerinde durulacak ilk şey, her iki eşin de
tüm kişiliğini kucaklayan ve her ikisini de zenginleştirip yücelten o derin ve
ciddi aşktan kadın ve erkekte olabildiğince çok bulunmasıdır. İkinci önemli şey
çocukların ruhsal ve bedensel bakımının yeterli şekilde sağlanmasıdır. Bu
ilkelerin her ikisinde de şaşkınlık yaratacak bir şey yok ayrıca bu iki ilkeden
kalkılarak geleneksel yasada belli değişikliklerin yapılmasını savunuyorum.
Birçok kadın ve erkek şimdiki durumda evliliğe taşıdıkları aşkta içten ve eli
açık değildirler. İlk yıllarda yasaklarla daha az sınırlandırılsalardı böyle
olmazdı. Ya daha önceden edindikleri eğilimler yok ya da bu deneyimleri kacak
ve olumsuz yollarda ediniyorlar. Daha da öte kıskançlık ahlakçılarca
cezalandırılacak bir şey olmasına karşın gene de birbirlerini karşılıklı
zindanda tutuyorlar. Elbette karı ve kocanın birbirlerini aldatmayacak kadar
çok sevmeleri pek güzel bir şey ama bundan daha güzel olan aldatma eğer
gerçekleşirse bir felaket olarak düşünülmemesi ve diğer cinsle arkadaşlığı
engelleyecek düzeye çıkarılmamasıdır. Özgürlüğe karşılıklı kısıtlamalar
getirmekle, yasalarla ve korkuyla güzel bir yaşam sağlanamaz. Tüm bunlar söz
konusu olmadan bir bağlılık sağlanırsa iyi, ama bunlara yüksek bir fatura
ödemek yerine biraz fedakârlıkta bulunup arasıra gerçekleşecek kaçamaklara
karşılıklı hoşgörü göstermek daha iyi. Hiç kuşku yok ki bedensel bağlılık
olduğu durumlarda bile karşılıklı kıskançlık evlilikte mutsuzluk yaratır. Oysa
derin güçlü ve sürekli bir sevgiye duyulan güven bu sonucu doğurmaz.
Kendini
erdemli sayan birçok anababanın çocuklarına karşı yükümlülüklerini hafife
almalarını doğru bulmuyorum. Bugünkü veri sistemde iki büyüklü (ebeveyn) ailede
çocuk olur olmaz her ikisinin de görevi evliliği ellerinden geldiğince dengeli
kılmak için çaba harcamaktır, bu bir öz denetim gerektirse bile. Fakat
buradaki öz denetim gelenekçi ahlakçıların öne sürdüğü gibi aldatmaya yönelik
tüm içtepileri dizginlemeyi içermemekte, kıskançlık, öfkelenme, buyuruculuk
gibi içtepileri içermektedir. Hiç şüphesiz anababa arasındaki sık sık yapılan
ciddi tartışmalar çocukta sinir bozukluklarına neden olur. Bu nedenle böylesi
tartışmaları engelleyecek ne varsa o yapılmalıdır. Bunun yanında eşlerden biri
ya da her ikisi öz denetimi başaramayıp anlaşmazlıkları çocuklardan gizlemiyorlarsa
evliliğin sona ermesi çok daha iyidir. Evliliğin bozulması her zaman çocuk için
karşılaşabileceği en kötü şey değildir, aslında huzursuz evlerde çocuğun
karşılaştığı, bağırıp çağırmalardan, kötü suçlamalardan hatta kaba kuvvet
kullanma gibi şeylerden çok daha iyidir.
Daha
fazla özgürlüğün aklıselim sahibi savunucusu dileklerinin, yetişkinleri hatta
delikanlıları tüm ahlakçıların onlara verdiği eski kısıtlayıcı ilkelerden
arındırıp içtepilerini başıboş bırakarak bir anda başarıya ulaşamayacağını
bilir. Bu gerekli bir evredir, aksi halde bunlar aynı berbatlıkta onların
çocuklarına da geçecektir, ama yalnızca bir evredir. Aklı başında bir özgürlük
ilk yıllarda öğrenilebilir aksi halde bütün kişiliği saran değil yüzeysel,
ayağı yerden kesik bir özgürlük sağlanabilir. Saçma sapan içtepiler bedensel
aşırılıklara neden olurken ruh prangaya vurulmuş olarak kalıyor.
En baştan adam gibi
eğitilmiş içgüdü, Kalvinistik ilk günah eğitiminden çok daha iyi sonuç verir,
fakat bu eğitimin kötü etkilerine bir kez izin verildi mi sonraki yıllarda bu
eğilimi silmek oldukça güç olacaktır. Psikoanalizin dünyamıza sağladığı
yaraların en önemlisi ilk çocuklukta konulan yasakların kötü etkilerini
sergilemesidir ve kötü etkileri silmek uzun bir psikoanalitik tedavi gerektirir.
Bu sadece herkesin görebildiği sinir hastalan için söz konusu değildir. Aynı
zamanda son derece normal görünen kişiler için de geçerlidir. Yaşamlarının ilk
yıllarında gelenekçi eğitim gören her on kişiden dokuzu bence evliliğe ve
cinsiyete karşı genel olarak aklı başında bir tutum takınmayacak hale
getirilmektedir. Benim en iyi dediğim tutum ve davranışlar bu kişilerce imkânsız
diye geri çevrilmiştir. Yapılabilecek en doğru şey onlara uğradıkları yıkımları
anlatmak ve çocuklarının aynı zarara uğramamaları doğrultusunda onları ikaz
etmektir.
Her şeye izin veren bir öğreti öne sürmek istemiyorum, benim
öğretim de tamı tamına geleneksel öğretinin gereksindiği kadar öz denetim
istemektedir. Fakat buradaki öz denetim kişinin kendi özgürlüğüne sınır
koyması değil, başkalarının özgürlüklerine karışmaktan kendini sınırlamasıdır.
Bence bu amaca yönelik doğru bir eğitimle işe başlanırsa
başkalarının kişiliğine ve özgürlüğüne saygı kolayca sağlanabilir. Fakat
birçoğumuz gibi erdem adına başkalarının hareketlerine karşı çıkma hakkına
sahip olduğumuz inancıyla yetişen kişilerin kuşkusuz zulmün bu sevimli
biçiminden kurtulmaları oldukça zor, hatta imkânsız. Buradan küçüklüklerinde
daha az baskıcı ahlakla yetişenler için de olanaksız olacağı sonucu
çıkartılmamalıdır. İyi evliliğin özünde eşlerin birbirlerine saygı göstermekle,
bedensel, düşünsel ve ruhsal derin içtenlik vardır ki bu kadın ve erkek
arasında tüm insan edimlerinin en verimlisi olan aşkı yaratır. Böylesi aşk tüm
büyük ve değerli şeyler gibi kendi özel ahlakını gereksinir ve çoğunlukla bazen
az, bazen çok bir özveri ister. Ne var ki gerçekleştirilen bu fedakârlık
yürekten yapılmazsa aşkın temellerini çökertir.
Sh:184-200
Kaynak:
EVLİLİK ve AHLAK Bertrand Russell , [1929. Marriage and Morals. London: George
Allen & Unwin.] Türkçesi : Vasıf Eranus , Birinci Baskı Ocak 1983, İstanbul
Önceki Yazı
« Prev Post
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder