Print Friendly and PDF

EVLİLİK ve AHLAK [ Marriage and Morals] BERTRAND RUSSELL

|


Türkçesi: Vasıf ERANUS

CİNSEL ETHİK NİÇİN GEREKLİDİR

İster eski ister çağdaş olsun, bir toplumun özelliklerini belirtirken birinci derecede önem taşıyan ve birbirine sıkı sıkıya bağlı olan iki unsurla karşılaşılır: ekonomik yapı ve aile yapısı. Günümüzde etkin olan iki düşünce sisteminden bir tanesi herşeyin kaynağı olarak ekonomiyi görürken, diğeri her şeyi aileye ya da cinsiyete bağlamaktadır. Bunlardan birisi Marks’ın öğretisidir, İkincisiyse Freud’un. Ben bunlardan hiç birine bağlı değilim. Bana ekonomiyle cinsiyet arasındaki bağlantılarda, belirleyici etmen olma noktasında biri; diğerinden daha üstünmüş gibi gelmiyor.» Örneğin sanayi devriminin cinsel ahlak üzerinde, hiç şüphesiz çok büyük etkisi oldu ve olacak da. Ne var ki Puritanların cinsel duyarlılıkları da sanayi devriminin nedenlerinin bir parçası olarak ruh bilimsel yönden gerekliydi.
* Puritan: İngiltere'de kraliçe Elizabeth zamanında meydana çıkan ve bilhassa ibadette sadelik taraftarı olan mezhebin bir ferdi, Püriten; (s.) ahlâk ve din hususunda çok sofu. puritan'ic(al) (s.) sofu. puritan'(i.) - cally (z.) sofucasına. Puritanism (i.) sofuluk.
Ben ne ekonomik ya da cinsel unsurdan birinin diğerinden daha üstün olduğuna katılıyorum ne de bunların gerçekte belli bir kesinlikle birbirinden ayrılabileceklerine inanıyorum. Ekonominin temelinde yiyecek sağlamak yatar, fakat yiyecek aile için sağlanır, insanların yiyeceği, sadece, kendi bireysel gereksinmeleri için elde etmeleri, çok az rastlanan bir olaydır. Ve aile sistemi değiştikçe ekonomik güdüler de değişime uğrar. Açıktır ki, Platon’un Cumhuriyetinde olduğu gibi eğer çocuklar devlet tarafından ana ve babalarından alınsaydı, sadece yaşam sigortası değil, özel biriktirimin birçok türü de hemen hemen ortadan kalkardı. Yani babalık rolünü üstlenecek devlet, zorunlu olarak (ipso fakto- sırf bunun için, yalnız bu nedenle) tek kapitalist haline gelecektir. Katıksız komünistler bunun tersini, eğer devlet tek kapitalist olursa bildiğimiz biçimiyle ailenin sona ereceğini öne sürerler, burada aşırıya gidildiği düşünülse bile, özel mülkiyetle aile arasındaki karşılıklı yakın bağlantıyı yadsımak olanaksızdır, bundan ötürü de birine neden diğerine sonuç diyemeyiz.
Topluluğun (cemaat, ortaklaşalık) cinsel törelerinin çeşitli katlardan oluştuğu görülecektir. İlk olarak yasayla somutlaşan kesin kurumlar vardır, örneğin bazı ülkelerde tek eşlilik, diğerlerinde çok eşlilik gibi. Ardından yasanın karışmadığı, fakat kamuoyunun belirginleştirdiği kat gelir. Ve nihayet kuramsal olarak değilse bile uygulamada bireylerin keyfine bırakılan kata varılır. Dünya tarihinin hiçbir evresinde ve Sovyet Rusya dışında dünyanın hiçbir ülkesinde, cinsel ethik (ahlak felsefesi) ve cinsel kurumlar, rasyonel düşünceyle belirlenmemiştir. Sovyet Rusya’da kurumların bu yönden kusursuz olduğunu söylemiyorum, söylemek istediğim burada cinsel ethik ve cinsel kurumlardan en azından bir kısmının, çağlar boyu tüm ülkelerde olduğu gibi, kör inançlardan ve geleneklerden çıkmadığıdır. Genel mutluluk ve huzur açısından hangi cinsel ahlakın daha iyi olduğunu belirlemek sorunu son derece karmaşıktır ve çözüm çeşitle koşullara göre değişir. Çözüm gelişmiş sanayi toplumlarında, ilkel tarımsal düzenlerden farklı olacaktır. Tıbbın ve sağlık bilgisinin ölüm oranının düşmesinde etken olduğu yerlerde başka, nüfusun büyük bir bölümünü veba ve diğer salgınları daha büyümeden kırdığı yerlerde başka olacaktır. Belki de artan bilgimizle birlikte en iyi cinsel ethikin bir iklimden diğerine, bir beslenme düzeninden ötekine farklılıklar gösterdiğini söyleyebileceğiz.
Cinsel ethikin etkileri birçok türe ayrılır. —kişisel, karıkocaya ilişkin, ailesel, ulusal ve uluslararası. Bu ilişkilerin bir kısmında etkiler iyiyken diğerlerinde kötü olabilir. Yeni bir sistem üzerinde yargıya varmadan önce her şey enine boyuna düşünülüp taşınılmalıdır. İlk önce salt bireyselle başlanılır: bu etkiler ruh çözümlemesi (psikoanaliz) tarafından ele alınır. Burada yalnızca konulmuş kurallar tarafından hizaya getirilmiş olan yetişkinin davranışlarını göz önünde tutmamalıyız) aynı zamanda kurallara itaati yaratan ilk eğitimin yapısını da dikkate almalıyız. Şimdi herkesin bildiği gibi bu alanda ilk yasakların uygulanması son derece şaşırtıcı ve dolaylı olmaktadır. Konunun bu bölümünde daha, kişisel esenlik, düzeyindeyizdir. Sorunun bundan sonraki evresi kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkinin kavranmasıyla doğar. Bazı cinsel ilişkilerin diğerlerinden daha değerli olduğu açıklık kazanır. İçinde büyük ölçüde ruhsal öğenin bulunduğu cinsel birleşmenin salt bedensel olandan daha iyi olduğu konusunda birçok kişi aynı kanıdadır. Aslında insanların, aralarındaki ilişkiye kendi kişiliklerini kattıkları oranda sevginin değerinin yükseleceği görüşünü, uygar erkeklerin ve kadınların ortak bilincine, ozanlar sokmuştur. Aynı zamanda ozanlar birçok kişiye sevginin değerini onun şiddetinin gösterdiğini de öğretmişlerdir ki, bu çok daha tartışma götüren bir husustur. Birçok çağdaş insan, sevginin karşılıklı eşit ilişkilere dayanması konusunda aynı fikirdedir ve diğerleri bir yana, sadece bu neden, örneğin çok eşliliğin üstün bir sistem olarak kabulünü olanaksızlaştırmaktadır. Konunun bu bölümünde, evlilik sistemi üstün gelip evlilik dışı ilişkiler buna uygun olarak değişinceye kadar, her iki sistemi de, evlilik ve evlilik dışı ilişkiler olarak göz önüne almalıyız.
Şimdi aile sorununa geliyoruz. Çeşitli zamanlarda ve çeşitli yerlerde birçok farklı aile toplulukları var olmuştur. Bunlar içinde en geniş yeri ataerkil aile tutar. Tek eşli ataerkil aile, çok eşli aileye, giderek üstün gelmiştir. Batı uygarlığında, Hıristiyanlık öncesi dönemden bu yana, var olan cinsel ethikin ilk amacı kadının namusunu korumak olmuştur, zira onsuz babalık belirsizleşeceği için ataerkil aile de var olamazdı. Buna, erkeğin de namusu üzerinde durulması doğrultusunda Hıristiyanlık’ça eklenen ne varsa ruhsal kaynağını çilecilikten (zühdiye) almıştır. Ayrıca bu güdü kadınların oldukça kısa süre önce haklarına kavuşmalarıyla daha etkili hale gelen, kadın kıskançlığı tarafından da körüklenmiştir. Ne var ki bu son etmen geçici gibi görünüyor, zira olayları şöyle bir tartarsak, kadınların, her iki cinse de özgürlük getirecek bir sistemi, şimdiye dek kadınlara konulan yasakların erkeklere de uygulanmasını isteyene, tercih etme eğiliminde olduklarını saptarız.
Tek eşli aile de kendi içinde farklılıklar gösterir. Evlilikler, eşlerin kendileri tarafından kararlaştırılabildiği gibi, aileler arasında da kararlaştırılabilir. Bazı ülkelerde gelin, bazılarındaysa, örneğin Fransa’da, güvey satın alınır. Ayrıca boşanmada da bir çok farklılıklar vardır, en aşırı uç Katolik’lik boşanmaya izin vermez. Eski Çin yasasındaysa erkeğe karısını geveze olduğu için boşama hakkı verilmektedir. Cinsel ilişkilerde sadakat ya da yarı sadakat insanlar arasında olduğu gibi hayvanlar arasında da doğmuştur. Türün korunabilmesi için erkeğin de yavrunun yetiştirilmesine katılması zorunludur. Örneğin kuşlar yumurtayı sıcak tutabilmek için üzerinde oturarak, günün en iyi yiyecek toplayabilecekleri zamanını yitirirler. Tek bir kuşun her iki işi birden yapabilmesi olanaksızdır, ve bu nedenle erkeğin yardımı gereklidir. Bunun sonucundaysa kuşların çoğu sadakat timsali olmuşlardır. İnsanlar arasında, özellikle göçebelik döneminde ve çalkantılı topluluklarda, babanın yar dimi evlat için son derece önemli yaşamsal (biyolojik) yararlar sağlardı. Ne var ki çağdaş uygarlığın gelişmesiyle devlet, artan bir şekilde, babanın rolünü üstlenmektedir. Ve emekçi sınıflarda babanın sağladığı yaşamsal yararın çok geçmeden sona ereceğini düşünmek için yeterli neden bulunmaktadır. Eğer bu gerçekleşirse geleneksel ahlakın tümüyle çöküşünü bekleyebiliriz, zira annenin, çocuğunun babasını kesin olarak belirlemesi için ortada bir neden kalmayacaktır. Plato burada bir adım daha atmamızı ve devleti, salt babanın değil annenin de yerine koymamızı istemişti. Ben, kendim, Devletin pek sevdalısı değilim ya da kimsesiz çocuk yuvaları henüz beni böylesi bir tasarıyı kabul edebilmem için yeteri kadar etkilemedi. Ama ekonomik güçlerin bunu amaçlayıp bir ölçüde kabul ettirebilmeleri olasılık dışı da değil.
Yasa seksle iki biçimde ilgilenir. Bir yandan söz konusu toplulukta benimsenen cinsel ethiki yaşama geçirtirken diğer yandan bireyin cinsel alandaki sıradan haklarını korurlar. Bunlardan sonuncusunu iki ana bölüme ayırabiliriz: birincisi kadınları ve küçükleri saldırıdan ve alabildiğine sömürülmekten korumak, İkincisi tek tek kişileri zührevi hastalıklardan sakınmak. Çoğunlukla bu ayrımlardan hiçbirinin önemi, bütünüyle kavranmıyor, bu nedenle de gereken biçimde değerlendirilemiyor. İlkinde meslekten karanlık kişiler, beyaz kadın ticaretine karşı yürütülen hırçın kampanyaların itkisiyle çıkan yasaların boşluklarını kolayca bulmakta, şantajla kendi halinde yaşayan kişilerin sırtından servetler edinmektedirler. İkincisindeyse, zührevi hastalıkların işlenmiş bir günahın cezası olarak kabul edilmesi, tıbben son derece etkin olunacakken, önlem alınmasını engellemekde bu hastalığı kapmanın utanç verici kabul edilmesi, onun gizlenmesini genel bir davranış biçimi haline sokarak bir an önce iyileştirilmesine ya da kökünden sökülüp atılmasına mani olmaktadır.
Son olarak nüfus sorununa geldik. Bu, birçok açıdan değerlendirilmesi gereken başlı başına geniş bir konudur. Annenin ve çocuğun sağlık sorunları vardır, küçük ya da büyük ailelerin, çocuğun kişiliği üzerinde yaptıkları ruhsal etkilerden kaynaklanan sorunlar bulunmaktadır. Bunlara sorunun sağlık cephesi deriz. Ayrıca kişisel ve kamusal olarak bir de sorunun ekonomik cephesi vardır: Toplumun doğum oranına, aile büyüklüğüne göre kişi başına ya da ailede fert başına düşen zenginlik sorunu. Buna çok yakından bağlı bir şey de uluslararası politikayla, dünya barışının nüfus sorunuyla olan ilişkisidir. Ve sonra, toplumun farklı katmanlarındaki farklı ölüm ve doğum oranlarına göre ırkın ıslah olması ya da bozulması üzerine ırk iyileştirmeciliği (eugenics, ırk ıslahı) sorunları bulunmaktadır. Yukarıda saydığımız sorunlar, bütün açılardan incelenmedikçe herhangi bir cinsel ethikin, ne doğrulanması ne de yadsınması sağlam temellere dayanabilir. Reformistler (ıslahatçılar, re formers) ve tutucular, benzer şekilde bir ya da en fazla iki cephesini göz önüne alma alışkanlığındadırlar. Özel ve siyasal bakış açılarının herhangi bir bileşimine çok seyrek rastlanmaktadır. Ayrıca, bunlardan biri, diğerinden daha önemlidir diyebilmek de oldukça güçtür. Özel bakış açısından iyi olan bir sistemin, siyasal bakış açısından da iyi olacağına ya da bunun tersine ilişkin, apriori bir kesinlik yoktur. Benim kişisel kanım odur ki çoğu zaman ve birçok yerde cahil ruhsal (psikolojik) güçler insanlığın boş yere zalim sistemleri kabul edip onlara bağlanmasına yol açmışlardır. Hatta bugün oldukça uygar toplumlar arasında bile bu durum sürmektedir. Ayrıca kanıma göre, tıbda ve sağlık bilgisinde elde edilen ilerlemeler özel ve siyasal bakış açılarının her ikisinde de olumlu değişiklikler yaptı. Eğitimde devletin rolü arttıkça babanın önemi geçmişe oranla azaldı. Şu halde günümüzün ethikini eleştirmenin ikili yanı vardır. Bir yanda, bilinç altına işlenmiş olan boş inanç ögele rini temizlerken diğer yandan, geçmişin bilgeliğini günümüz bilgeliğinin yerine koymanın budalalığını sergileyen tümüyle yeni unsurları dikkate almalıyız.
Bugün var olan sisteme bir bakış açısı yakalayabilmek için, önce insanoğlunun geçmişte yaşadığı ya da günümüzde dünyanın uygar olmayan bölümlerinde bulunan sistemlerin bazılarını ele alacağım. Daha sonra bugün Batı uygarlığında gözde olan sistemi tanımlayacak, ardından bu sistemin ıslahını zorunlu kılan nedenleri ele alıp, bu ıslahatın yapabileceğine taşıdığım umudun kaynağını göstereceğim.

BABALIĞIN BİLİNMEDİĞİ TOPLUMLAR

Evlilik ilişkileri her zaman kabaca iç güdüsel, ekonomik ve dinsel olarak sıralayabileceğimiz üç etkenin (factor, amil) karışımından oluşmuştur. Bunların, başka alanlarda olduğu gibi birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılabileceklerini söylemek istemiyorum. Pazar günleri dükkânların kapanmasının asıl kaynağı dinseldir. Ama bugün ekonomik bir olgudur bu, sekse ilişkin birçok yasa ve törede de durum tıpkı böyledir. Dinsel kökenli bir dolu yararlı töre, dinsel temeli zayıfladıktan sonra büe yararından dolayı varlığını sürdürür. Ayrıca neyin içgüdüsel neyin dinsel olduğu konusunda bir ayırım yapabilmek de oldukça zordur. İnsan eylemi üzerinde uzun süre etkinliğini koruyabilen her dinin genel olarak bir takım içgüdüsel temelleri vardır. Gene de bu dinler, geleneğin önemine ve içgüdüsel olarak gerçekleştirilen çeşitli eylem biçimleri arasından bir kısmının yeğlenmesine göre ayrılırlar, örneğin aşk ve kıskançlığın her ikisi de içgüdüsel duygulardır. Fakat din, kıskançlığı toplumun sahip çıkması gereken erdemli bir duygu olarak açıklarken aşk’a «şöylesine» bir izin çıkartılmıştır.
Sekste içgüdüsel öğeler genellikle sanılandan çok daha azdır. Bu kitapta, antropolojiye güncel sorunlarınıza ışık tutması için gerekli olandan daha fazla girecek değilim. Fakat bu bilim dalı, sorunumuza ilişkin son derece önemli bir hususu, içgüdüyle çalıştığını sandığınız birçok adetimizin uzun dönemler boyunca ortaya koymaktadır. Örneğin salt vahşiler arasında değil, bazı belli oranda uygarlaşmış topluluklarda da, bekâretin resmi olarak (bazen alenen) rahipler tarafından bozulması yaygın bir uygulamaydı. Hıristiyan ülkelerindeyse bekaretin bozulması güveye tanınan bir ayrıcalıktır ve birçok Hıristiyan, yakın zamana kadar, bekaretin dinsel bozma töresini tiksintiyle karşılamalarının altında içgüdünün yattığını sanır. Kişinin, karısını konukseverliğinin işareti olarak konuğuna sunması da çağdaş Avrupa’da içgüdüsel bir tiksintiyle karşılanmaktadır. Oysa bu çok yaygın bir konukseverlik gösterisidir. Çok kocalılık, cahil beyaz adamın insan doğasına aykırı saydığı bir başka töredir. Bu kişilere yeni doğan bir bebeğin öldürülmesi de ters gelmektedir, ne var ki gerçekler, ekonomik yarar sağlayacak başka çare kalmayınca bu yola başvurulduğunu göstermektedir. Gerçek şudur ki, insanlar tedirgin edildikleri zaman içgüdü, olağanüstü bir şekilde müphemleşip (belirsizleşip) doğal yönünden kolayca sapabilmektedir. Bu gerçek uygar topluluklar için olduğu kadar vahşiler için de söz konusudur. «İçgüdü» kelimesinin aslında cinsel konulardaki insan davranışları gibi kesin olmaktan uzak şeyler için kullanılması pek doğru değildir. Bu alanın tümünde dar ruhbilimsel yönden içgüdüsel denilebilecek tek edim, bebeğin meme emmesidir. Vahşilerde nasıl olduğunu bilmiyorum ama, uygar insan cinsel edimi gerçekleştirmeyi öğrenmek zorundadır. (C. P. Hevelock Ellis «Studies in Psychalogy al sex» VI. p.510.] Evlenmelerinin üstünden bir hayli yıl geçtikten sonra nasıl çocuk sahibi olacaklarını öğrenmek isteyen ve yapılan inceleme sonucu cinsel birleşmenin nasıl yapıldığını bilmeyen çiftlere doktorlar pek seyrek rastlamamaktadırlar. Cinsel edim, şu halde dar anlamıyla içgüdüsel değildir, ama elbetteki cinsel birleşmeye doğru doğal bir eğilim ve cinsel birleşme olmaksızın kolayca bastırılamayan bir istek bulunmaktadır. İnsanoğlu, tedirgin edildiğinde diğer hayvanların gösterdiği, kesin davranış özelliklerinden yoksundur. Ve bu durumda, içgüdü yerini oldukça farklı başka bir şeye bırakmaktadır. İnsanoğlu az çok rastlantısal ve eksik gerçekleştirilen faaliyetlere karşı ilkönce bir hoşnutsuzluk gösterir, fakat faaliyet «kendiliğinden» diyebileceğimiz bir şekilde yavaş yavaş bir doygunluk vermeye başlar ve bu nedenle de yinelenir. İçgüdüsel olan, öğrenme tepişi gibi, tamamlanmış bir etkinlik değildir. Çoğu zaman doygunluk veren faaliyet daha önceden kesin olarak belirlenemez, buna rağmen eğer yanlış alışkanlıklar edinilmemişse, kural olarak en yararlı biyolojik faaliyet en mükemmel doygunluğu verecektir.
Tüm uygar çağdaş toplumlara baktığımızda, bunların baba erkil aile temeline oturduklarını ve kadın iffeti kavramının baba erkil aileyi olanaklı kılmak için oluşturulduğunu görürüz. Babalık duygusunun hangi doğal tepiler tarafından yaratıldığını araştırmak önem kazanmaktadır. Bu, pek öyle derinliğine düşünme alışkanlığı olmayan kişilerin sandığı kadar çözümü kolay bir sorun değildir. Bir annenin çocuğuna yönelen duygularını anlamak oldukça kolaydır, çünkü en azından çocuk memeden kesilinceye kadar aralarında yakın bedensel (Physical, Fiziki) bir bağ bulunmaktadır. Ne varki babanın çocukla olan ilişkisinin ruhsal olarak babalık durumuna dayanan yanı; dolaylı, sayılgılı (hipotetik) ve çıkarımcıdır (inferential, istidlâl). Bu ilişki eşin namusuna olan güvene sıkıca bağlıdır ve içgüdüsel değil tamamıyla düşünsel bir alana aittir. Eğer kişi, aslında babalık duygusunun erkeğin kendi çocuklarına yöneltmesi gerektiğine inanıyorsa, durum en azından böyledir. Malenezyalılar insanların babaya sahip olduğunu bilmezler. Yine de Malenezyalı babalar, en az çocuğunun kendisinden olduğunu bilen babalar kadar, çocuklarını severler. Malinowski’nin Trobrıand Adaları üstüne yazdığı kitaplar babalık psikolojisini aydınlığa çıkartmıştır. Özellikle kitaplardan üçü vahşi toplumlarda Seks ve Baskı, îlkel psikolojide Babalık ve Kuzeybatı Malenezyadaki Vahşilerin Cinsel Yaşamları babalık dediğimiz karmaşık duyguyu anlamak için oldukça gereklidir. [«Sex and repression in Savage Society», «The Father in Primilive Psychology», «The sexual Life al Savages in Nortniertern Melanasia».] Aslında erkeğin çocukla ilgilenmesine yol açan birbirinden tamamen farklı iki neden vardır: ya çocuğun kendisinden olduğuna inandığı için ilgilenmektedir onunla, ya da kendi karısının çocuğu olduğunu bildiği için. Dölün devamında, babanın payı bilinmeyen yerlerde bu güdülerden sadece İkincisi işler.
Trobrıand Adalılarının insanların babaları olduğu gereğini bilmedikleri Malinowski tarafından kuşkulara yer bı rakmıyarak şekilde gün ışığına çıkartılmıştır, örneğin Malinowski iki yıl süreyle bir yerlere giden erkeğin geri döndüğünde, karısının doğurduğu yeni bir bebekle karşılaşınca, bundan sevinç duyduğunu ve Avrupalıların karısının namusuna ilişkin kafasına sokmaya çalıştıkları kuşkuları kavramasının olanaksız olduğunu gözlemişlerdir. Bundan çok daha inandırıcı olay, son derece iyi domuz soyuna sahip bir adamın, erkek domuzları vurdurması ve bir türlü, yaptığı işin soyu körleteceğini anlayamamasıdır. Çocukları ruhların getirip annenin içine yerleştirdiklerine inanmaktadırlar. Bakirelerin çocuk doğuramadıkları bilinmektedir, fakat bunun kızlık zarının ruhların hareketlerine fiziki bir engel oluşturması sonucu gerçekleştiğini sanmaktadırlar. Bekar kız ve erkekler tam anlamıyla serbest aşk yaşamaktadırlar, fakat bilinmeyen bir nedenle bekar kızlar pek seyrek gebe kalırlar. Rastlantı sonucu gebe kalmaları durumunda, yerli düşüncesine göre yaptıkları hiçbir şeyin gebe kalmalarının sorumluluğunu onlara yüklememesine karşın, şiddetle ayıplanırlar. Er ya da geç genç kız değişiklikten usanır ve evlenir. Kocasının köyünde yaşamak üzere köyünden ayrılır. Fakat kendisi ve çocukları, içinden çıktığı köye bağlı sayılırlar. Kocanın çocuklarla herhangi bir kan bağı olduğu kabul edilmez ve dölün devamını salt ananın sağladığına inanılır Başka yerlerde çocuklar üzerinde babanın sahip olduğu yetkiye (otorite) Trobriand Adaları arasında, dayı sahiptir. Bu noktada son derece garip bir karışıklık ortaya çıkar. Kız kardeşle erkek kardeş arasındaki tabu çok katıdır. Bu nedenle belli bir yaşa geldikten sonra kız ve erkek kardeşler birbirleriyle uzaktan yakından cinsiyete ilişkin bir şey konuşmazlar. Sonuçta çocuklar üzerinde her ne kadar dayının yetkisi varsa da, dayılar çocukları ancak analarından ve evlerinden uzakta oldukları zaman, yani pek az görebilirler. Bu yapı, çocuklara; hiçbir yerde rastlanmayan disiplinden ırak, ölçüsüz bir sevginin güvencesini verir. Onlarla ilgilenip oynayan babalarının üzerlerinde hiçbir yatırım hakkı bulunmamaktadır, yaptırım hakkına sahip dayılarınınsa yanlarında bulunmaya hakkı yoktur. Çocukla, ananın kocası arasında, hiçbir kan bağının bulunmadığına olan tüm inanca karşın, çocukların analarından ve kardeşlerinden çok ananın kocasına benzediğinin sanılması oldukça tuhaftır. Anayla çocuk ya da kız kardeşle erkek kardeş arasında bir benzerlik bulmak ahlaksızlık olarak kabul edilmekte ve hatta çok açık benzerlikler şiddetle yadsınmaktadır. Malinowski’ye göre çocukların anadan çok babaya benzediklerine olan inanç, babaların çocuklarına karşı duydukları sevginin kaynağını oluşturmaktadır. Malinowski, baba oğul bağının uygar insanlar arasında rastlanandan çok daha sevgi dolu ve uyumlu olduğunu saptamış ve bulmayı umduğu Odipus kompleksine rastlamamıştır.
Malinowski, adadaki dostlarını tüm ikna edici gücünü kullanmasına karşın babalık diye birşeyin varlığına inandıramamıştır. Yerliler onun anlattıklarını misyonerlerin uydurduğu saçma bir hikaye olarak görüyorlardı. Ataerkil bir din olan Hıristiyanlığın, babalık kavramına sahip olmayan bir kişinin kafasına duygusal ya da düşünsel yollarla sokulması olanaksızdır. «Tanrı Baba» yerine «Tanrı Dayı» sözcükleri kullanılacaktır ki bu da amaçlanan ince anlamı tam olarak vermekten uzaktır. Zira babalık, gücü ve sevgiyi birlikte ifade etmektedir, Malenezya’lılardaysa gücü dayı, sev giyse baba simgelemektedir. Herhangi bir erkeğin, çocuğu olabileceğine inanmayan Trobriand Adası yerlilerine, insanların, Tanrının çocukları olduğu düşüncesi anlatılamaz. Bu nedenle misyonerler dinlerini yaymaya başlamadan önce fizyolojik gerçekleri anlatmakla işe başlıyorlardı. Malinowski, giriştikleri işin daha birinci aşamasında başarısızlığa uğrayan misyonerlerin İncili öğretebilmelerinin olanaksız olduğunu söylüyor.
Malinowski’nin, karısının yanından, hamileliği boyunca ve çocuğun doğumu anında ayrılmayan erkeğin, doğan çocuğa karşı içgüdüsel bir sevgi duyduğu ve bu sevginin babalık duygusunun temelini oluşturduğu savına ben de katılıyorum. Malinowski, «Başta hemen hemen tamamıyla biyolojik temelden yoksun gibi görünsede, babalığının» diyor, «bendensel gereksinmeler ve doğal özelliklere kökten bağlı olduğu gösterilebilir». Düşüncesine göre, eğer erkek karısının hamileliği boyunca onun yanında bulunmazsa, ilk ağızda çocuğa karşı içgüdüsel bir sevgi duyamaz, ne var ki töreler ve kabilenin ahlak anlayışı onu ana ve çocukla kaynaştırır. Ve böylece sevgisi, sanki karısının yanından hiç ayrılmamış gibi yeşerir. Vahşiler arasında da olsa, tüm önemli insan ilişkileri her zaman, yeterince zorlayıcı olamayan içgüdüler doğrultusunda toplumsal ahlak anlayışı tarafından yürütülen, toplumun benimsediği, edimlerdir. Töre, ananın kocasını, çocuklarla ilgilenip, onları korumakla görevlendirmiştir. Ve bu töre, içgüdü doğrultusunda olduğu için yürütülmesi güç değildir.
Malenezya’lılarda babanın çocuklarına karşı olan tavrını açıklarken Malinowski’nin başvurduğu içgüdü, bana, yazılanlardan çok daha genel gibi geliyor. Bence her erkek ve kadın bakmakla yükümlü olduğu çocuğa karşı bir sevgi duyma, eğilimi taşır. Hatta ilk başta sadece töre ve gelenek yetişkinin çocuğa ilgi duymasını sağlar, bu ilgide yatan büyük gerçek, çoğunlukla sevginin büyümesine neden olur. Hiç şüphesiz bu sevgi eğer çocuk, erkeğin sevdiği kadının çocuğuysa çok daha güçlenir. Böylece vahşilerin, karılarının çocuklarına gösterdikleri büyük sevgi de açıklık kazanmaktadır, ve bu, uygar erkeğin çocuklarına verdiği sevginin içindeki en büyük olarak ele alınabilir. Malinowski, tüm insanlığın Trobrian adasında yaşıyanlar gibi babalığın kabul edilmediği aynı evreden geçtiğini ileri sürmektedir — ve bu düşüncenin aksini kanıtlamak oldukça zordur. — Babayı içeren hayvan aileleri de aynı temele dayanmak durumundadır. Sadece insanlar arasında babalık gerçeği kavrandıktan sonra babalık duygusu bugün bildiğimiz biçimi almıştır.

BABANIN EGEMEN OLMASI

Babalığın fizyolojik gerçeğinin kabul edilmesi babalık duygusuna yepyeni bir unsur ekleyerek hemen her yerde ataerkil toplumların doğmasına yol açtı. Baba, Incil’de belirtildiği gibi, çocuğunu kendi «tohumu» olarak kabul etmesiyle birlikte çocuğa karşı olan duygusu iki etken tarafından güçlendirildi: İktidar tutkusu ve dölün devamı. Erkek döllerinin başarısını kendi başarısı olarak duymakta ve onların yaşamını kendi yaşamının devamı olarak görmektedir. Tutku artık mezarda son bulmamakta kuşaktan kuşağa uzanmaktadır. Örneğin dölünün vaad edilmiş topraklara yayılacağını öğrenen İbrahim’in duyduğu hazzı düşünün. Anaerkil toplumlarda aile tutkularının da kadınlığa özgü olması gerekiyordu, nitekim kadınlar savaşmadıkları için böylesi tutkular ataerkil toplumlarda olduğundan daha az etkiliydiler. Böylece babalığın ortaya çıkması insan toplumunu, anaerkil evreden daha rekabetçi (yarışmacı) daha güçlü (enerjik) daha faal (dinamik) ve hummalı çalışır hale getirmiştir. Bir ölçüde varsayıma dayanan bu etkiden başka eşin (kadının) namusu üzerinde durmak için yeni ve çok önemli bir neden vardı artık. Çağdaş insanın sandığı gibi kıskançlıkta salt içgüdüsel öğe pek o kadar güçlü değildir. Kıskançlık en uç noktasına, soyun bozulması korkusundan dolayı, ataerkil toplumlarda ulaşmıştır. Bu olgu, karısından bıkıp metresine iyiden iyiye bağlanan bir erkeğin buna karşın rakip erkeklerden karısını, metresinden daha çok kıskanması gerçeğinde görülebilir. Yasal (meşru) çocuklar erkeğin egosunun (ben’inin) bir devamıdır ve onun çocuğa duyduğu sevgi bir egoizm (bencillik) türüdür. Diğer yandan eğer çocuk yasal değilse, gayrimeşru baba bir biyolojik bağı bulunmayan bu çocuğa karşı sahte sevgi gösterilerinde bulunabilir. Babalığın ortaya çıkması, kadınların namuslarının korunması için, baskı altına girmelerine yol açtı — bu baskı önce bedensel başlamış, ardından düşünsel hale gelmiş ve en yüksek noktasına Viktorya çağında ulaşmıştır. — Kadınların baskı altına alınmalarından ötürü, birçok uygar toplulukta karı ve koca arasında gerçek dostluk oluşturulamamış, aralarındaki ilişkiler birinin alçakgönüllülük göstermesi diğerininse görevini yerine getirmesi biçiminde süregelmiştir. Tüm erkekler, yetkin bir düşünce yapısının karısını ihanete itebileceği korkusuyla tüm ciddi düşünce ve amaçları kendilerine saklamışlardır. Birçok uygar toplulukta kadınlar hemen hemen tüm dünya nimetlerinden ve olaylarından yoksun bırakılmışlar ve yapay bir şekilde aptallaştırılıp kayıtsız kılınmışlardır. Platonun diyaloglarından kendisinin ve arkadaşlarının, erkeklere, ciddi sevginin tek gerçek nesnesi olarak baktıkları izlenimi çıkartılabilir. İlgilendikleri konuların tümünün saygıdeğer Atinalı kadınlara bütünüyle kapatıldığı göz önüne alınırsa buna pek şaşmamak gerekir. Tümüyle benzer durum, şiirinin en görkemli olduğu dönemde İran’da, yakın zamanlara kadar Çin’de ve dünyanın birçok yerinde ve çocukların yasallığından (meşruluğundan) emin olma tutkusu yüzünde tahrip edilmiştir. Sadece sevgi değil, kadınların uygarlığa yapacakları tüm katkılar da aynı nedende güdük bırakılmıştır.
Kendi doğal akışı içinde değişen ekonomik sistemle birlikte soy izi sürme yöntemi de biçim değiştirdi. Anaerkil toplumda kişi dayısının mirascısıyken ataerkil toplumda babasının mirasçısı oldu. Ataerkil toplumda babayla oğul arasındaki ilişki, anaerkil erkekler arasında var olan tüm ilişkilerden daha yakındı, zira daha önce gördüğümüz gibi, babaya yüklediğimiz doğal işlemler, anaerkil toplumda babayla dayı arasında bölüşülmekte, sevgi ve ilgi babadan gelirken, yetki ve mal dayıdan gelmekteydi. Böylece, ilkel bir aile türünden, ataerkil ailenin çok daha karmaşık bir durumda olduğu açıklık kazanmaktadır. Erkeklerin evlenecekleri kızda bekâret aramaya başlamaları ataerkil sistemin ortaya çıkmasıyla başlar. Anaerkil sistemin var olduğu yerlerde genç kadınlar da erkekler gibi diledikleri çılgınlıkları yapabilmekteydiler, fakat evlilik dışı tüm cinsel ilişkilerin kötülüğünün önemine kadınlar inandırıldıktan sonra buna göz yumulmadı.
Babalar varoluş gerçeklerini yakalar yakalamaz ulaşabildikleri her yerde bundan azami derecede yararlandılar. Uygarlık tarihi, tarihsel kayıtların başlamasından hemen önce birçok uygar ülkede en yüksek noktasına ulaşan babalık yetkisinin yavaş yavaş zayıflamasının öyküsüdür. Çin’de ve Japonya’da bugün hâlâ devam etmekte olan atalara tapınma ilk uygarlıklarının tümel (Üniversal) bir özelliği olarak belirmektedir. Baba çocukları üzerinde birçok konuda — Roma’da ölümüne ya da yaşamasına karar vermeye kadar uzanan — mutlak yetkiye sahipti. Kız çocuklar uygar toplumun her yanında erkek çocuklar ise ülkelerin büyük çoğunluğunda babalarının izni olmaksızın evlenemezlerdi ve evlenecekleri kişiyi babalarının seçmesi olağan bir durumdu. Kadın yaşamının hiçbir evresinde bağımsız bir varlığa kavuşamamış önce babasının sonra kocasının kölesi olmuştur. Ayrıca gelinler, oğulları ve onların karılarıyla aynı çatı altında oturan ve onlara ev işlerinde zorbaca çalıştıran yaşlı kadınların tümüyle baskısı altındaydılar. Bu gün bile Çin’de genç kadınların kaynanalarının zulmüne dayanamayıp intihara sürüklenmeleri bilinmeyen birşey değildir ve Çin’de rastladığımız bu durum yakın zamana kadar Asya ve Avrupa’nın tüm uygar bölümlerinde de söz konusuydu. İsa, oğlu babaya, gelini kaynanaya karşı çıkartmaya geldiğini söylediğinde, bugün halen Uzakdoğu’da süregelen aile düzenini düşünüyordu. Babanın üstün gücüyle ilk ağızda elde ettiği erk (iktidar) din tarafından da desteklenmekteydi ki, birçok biçimine rastladığımız bu duruma Tanrının Yönetenlerden yana olduğunu duyulan inanç diyebiliriz. Atalara tapınma ya da benzeri şeyler son derece yaygındı. Hıristiyanlığın dinsel görüşlerinin babalık görkemiyle mayalandığını daha önce görmüştük. Toplumun monarşik (Tek-erklik) ve aristokratik (Soylu-erklik) örgütlenmesi ve miras düzeni her yerde babalık erki temeline oturtulmuştu, tik dönemler ekonomik güdüler (Motive, Saik) bu sistemi ayakta tutuyordu. Tekvin [Tevrat’ın dünyanın oluşunu anlatan birinci kitabının baş­lığı. ] de (Genesis) erkeklerin nasıl sayısız torun istediklerini ve istedikleri gerçekleşince bunun kendileri için ne kadar yararlı olduğunu görürüz. Oğulların çoğalması hayvan sürülerinin büyümesi kadar yararlıydı. O günlerde Yehova [Yahudilerin Tanrılarına verdikleri ad. ]insana bu nedenle çoğalıp artmalarını söylemekteydi.
Uygarlığın gelişmesiyle ekonomik koşullar değişti, bir zamanlar bencilliği körükleyen dinsel kurallar sıkıcı gelmeye başladı. Roma’nın refaha erişmesinden sonra soylular (aristokracy) büyük aileyi bir yana bıraktılar. Görkemli Roma’ nın son yüzyılları boyunca, bugünkünden çok daha etkili olan ahlakçıların öğütlerine rağmen, eski soylu takımı birer birer ölerek tükenmekteydi. Eşlerin ayrılması kolay ve yaygın hale gelmiş, üst sınıftaki kadınlar, hemen hemen erkeklerle eşit bir konuma ulaşmışlardı. Ve çocuklar üzerinde sahip olduğu velayet hakkı (patria potestas) yavaş yavaş azalmaktaydı. Bu gelişme birçok yanıyla günümüzdekine benzemektedir, yalnız Roma’da üst sınıflar içinde yer alan bu gelişme ondan yararlanacak kadar varlıklı olamayanlar tarafından sarsıldı. Bizimkinin aksine Antik uygarlığın sınırları nüfusun çok küçük bir yüzdesini içine almaktaydı. Antik uygarlığı yaşadığı sürece güvenilmez yapan da işte buydu ve sonunda aşağılardan gelen büyük boş inanç dalgasına dayanamayıp yıkılmasının da nedeni bu oldu. Hıristiyanlık ve barbar istilaları Greko-Romen düşünce sistemini yok etti. Her ne kadar ataerkil sistem varlığını sürdürmüş ve hatta ilk elde soylu (Aristokratıç) Roma’dakine göre bir ölçüde güçlenmişse de kendini yeni unsura, Hıristiyanlığın cinsiyete bakışına ve Hıristiyan ruh ve güfran  [Güfran: Tanrının kullarının günahını bağışlaması ] (Salvation) öğretisinden çıkartılan bireyciliğe uydurdu. Hiçbir Hıristiyan topluluğu Antik ve Uzakdoğu uygarlıkları kadar açıktan açığa dirimsel (biological, yaşama değgin) olamamıştır. Üstüne üstlük Hıristiyan din biliminin bireyciliği Hıristiyan ülkelerinin yönetim biçimini giderek etkiledi ve bir zamanlar insanlarca, ölümsüzlüğü sağlamaya en iyi çare olarak görülen soyun devamına olan ilgi, kişisel ölümsüzlük vaadleriyle azaldı. Çağdaş toplum ataerkilliğini sürdürmekte ve aile kendini korumaktaysa da eski toplumlara oranla babalığa olan bağlılık önemini oldukça yitirmiştir. Ayrıca ailenin gücü de alışılmışın çok altına düşmüştür. İnsanların umut ve tutkuları bugün, Tekvin’deki atalarından tamamıyla farklıdır. Bugün sayılarının kalabalığıyla değil, devlet içindeki konumlarıyla üstünlüğe erişmeye çalışılıyor. Bu değişim geleneksel ahlak ve tanrıbilimin gücündeki azalmanın nedenlerinden biridir. Değişmenin kendisi gerçekte Hıristiyan tanrıbilimin bir parçasıdır. Bunun nasıl gerçekleştiğini görebilmek için, dinin, insanların evlilik ve aile hakkındaki görüşlerini nasıl değiştirdiğini incelemek gerekir.

ERKEKLİK ORGANINA TAPINMA ÇİLECİLİK VE GÜNAH

Çilecilik: ascetizm, Riyazet, Zühdü, takva
Babalık gerçeğinin ortaya çıkmasından bu yana cinsiyet (seks) her zaman dinin büyük ölçüde ilgisini çekmiştir. Din önemli ve gizli herşeyle ilgilendiği için yadırganacak bir şey değildir bu. Tarım ve kır yaşamının sürdürüldüğü çağların başlarında ister hayvan sürüsünden olsun ister ekilen ekinden ya da kadından, ürünün her türünün büyük önemi vardı. Ürün her zaman bereketli olmuyor her cinsel beraberlik sonunda kadın gebe kalmıyordu. İstenilen amaca ulaşabilmek için din ve büyüye sığınıldı. Duygudaşlık büyüsünün [Duygudaşlık büyüsü: Tecazüp, meyli tabi, iştiraki his] (sympathetic magic) genel düşüncesine göre toprağı bereketli kılmak için insanın doğurganlığım artırmak gerekmekteydi ve birçok ilkel toplulukta arzulanan insanın doğurganlığının artırılması bir dolu dinsel ve büyüsel törenle körüklendi. Tarımın anaerkil dönemin sonlarında doğduğu kadim Mısır’da, biçimini, sihirli güçleri olduğuna inanılan ve para gibi kullanılan deniz salyangozu kabuğundan aldığı sanılıyordu. Bu evre, tüm eski uygarlıklarda olduğu gibi Mısır’da da sona ererek dindeki cinsel öge erkeklik organına tapınma biçimini aldı. Robert Brıffault’un «Sex in Civilizatıon» adlı kitabında bu konuda çarpıcı gerçeklerin son derece başarılı kısa öyküleri bulunmaktadır. [Havelock Ellis’in önsözüyle V. F. Calverton ve Schmalhausen tarafından basılmıştır.]
Tarımsal şölenler, özellikle tohumun ekilişi ve haşatın kaldırılışına ilişkin olanlar, dünyanın her köşesinde vardı ve bunlar her dönem toplu cinsel serbestliğin en çarpıcı örneklerini oluşturuyorlardı... Cezayir’in tarımla uğraşan halkı kadınlarının cinsel serbestliklerine konulan her türlü sınırlamalara kızıyor, cinsel ahlaka yönelik getirilecek her türlü baskının tarımsal faaliyetlerinin başarısına zararı dokunacağına inanıyorlardı Atina’nın thesmophoria’sında, ekim bayramında, bereket büyüsü asli yapısı biraz değiştirilerek korunmuştur. Bu bayramlarda kadınlar erkeklik organı amlemi taşırlar açık seçik şeyler söylerlerdi. Roma’nın ekim bayramlarının Saturnaha’larının sürdürüldüğü Kuzey Avrupa karnavallarında yakın zamana kadar, Sioux’larda [A.B.D.’nin kuzey dağlarında, Dakota’da yaşı- yan kızılderili kabile.] ve Dahomey’lerde [Fransız batı Afrikasında, Fransız Kolonisi ] yaygın olandan biraz daha değiştirilmiş erkeklik organı sembolleri görülmekteydi. [Briffault, loc. cit. p. 34.] Dünyanın birçok yerinde ayın (erkek olarak kabul edilmekte) çocukların gerçek babası olduğu sanılmıştır. [ Maori Devletinde «Ay, tüm kadınların değişmiyen ya da gerçek kocasıdır. Atalarımızın ve yaşlılarımızın düşüncesine göre erkeğin karısıyla evlenmesinin hiçbir hükmü yoktu: gerçek koca aydı.» Dünyanın birçok yerinde benzer görüşler varolmuştur ve bunlar babalığın bilinmediği evreden onun önemini kavrandığı evreye geçişi göstermektedir. Briffault a.g.e. p. 37.] Bu görüş elbette aya tapınmaya bağlıdır. Ay — rahip ve ay takvimiyle, güneş — rahip ve güneş takvimi arasında yer olan garip çatışmanın konumuzla doğrudan bir ilgisi yoktur. Takvimin her zaman dinde önemli bir yeri olmuştur. İngiltere’de 18. Yüzyıla kadar ve Rusya’da 1917 devrimine dek Gregorian takviminin katolikliğe ait olduğu düşünüldüğü için yanlış takvim kullanılmıştı. Aynı şekilde son derece yanlış ay takvimleri aya tapan rahipler tarafından savunulmuş, güneş takvinin üstünlüğü yavaş yavaş ve bölge bölge sağlanabilmiştir. Mısır’da bu çatışma bir keresinde iç savaşa kadar uzanmıştır. Bu savaşın, — ay — kelimesinin dilbilgisi açısından cinsiyetinin belirlenmesiyle ilgili çıkan tartışmadan doğduğa düşünülebilir ve hâlâ Almanya’da «ay» kelimesi erildir (masculine, muzekker). Güneşe ve aya tapınmanın her ikisi de Hıristiyanlıkta iz bırakmış, İsa kış gündönümünde doğmuş, dirilmesi ise Paskalya’da, dolunay’da gerçekleşmiştir. Her ne kadar ilkel uygarlıklara şu ya da bu düzeyde ussallık (Rationality, aklilik) yüklemek cüretkarlık olsa da, güneşe tapınanların her yerde elde ettikleri başarıların, güneşin ürünler üzerinde ay’dan daha etkili olduğu gerçeğine dayandığı sonucuna ulaşmak zor değildir. Buna uygun olarak Saturnalia çoğunlukla ilkbaharda gerçekleşirdi.
Putperest antik dinlerin hepsinde erkeklik organına tapınmanın önemli öğeleri bulunmaktaydı ve Rahipler bu konuda yazıya dökülmüş birçok tartışma (Polemical, Muna kaşai Kalemiye) silahıyla donatılmışlardı. Bununla birlikte onların polemiklerine rağmen erkek organına tapınmanın izleri Ortaçağ boyunca sürdü ve sonunda sadece Protestanlık, erkek organına tapınmadan geride kalanları kökünden söküp atmayı başarabildi.
«Flandre [Belçika ve Fransa’nın kuzeyinde bir bölge ] ve Fransa’da Fallus tapımına [Erkeklik organının kutsallığı inancı ] (İtyhphallic) düşkün azizlere pek seyrek rastlanmamaktaydı, Bretanya’lı St. Gıles, Anjou’lu St. Rene, Bourges’li St. Greluchon, St. Regnaud, St. Arnaud, Güney Fransa’da ünü en yaygın olanı ilk Lion Piskopos’u olduğu söylenen, St. Fautin’di Embrun’daki türbesi Hugucnot’lar (Fransız Protestanları) tarafından tahrip edildiğinde, ona inananların kısırlığa ve iktidarsızlığa karşı ilaç olarak içmek için, üzerine döktükleri şaraplardan kıpkırmızı kesilen, olağanüstü erkeklik organı hazretin türbesinin yıkıntıları arasından kurtarılmıştı.» [Briffault, a.g.e. s. 40.]
Antikçağlar’da kutsal fahişelik çok yaygın bir kurumdu. Bazı yerlerde sıradan, namuslu kadınlar tapınağa giderek ya rahiple ya da orada karşılaştıkları bir yabancıyla cinsel birleşmede bulunurlardı. Başka yerlerdeyse rahibelerin, kendileri kutsal fahişeydiler. Tüm bu töreler tanrıların lutfuyla kadınların doğurganlığını arttırmak ya da duygudaşlık büyüsüyle ürünleri verimli kılmak için kalkışılan işler olsa gerek. Buraya kadar dindeki cinsiyet (sexual) öğelerini inceledik, cinsiyete karşı öğelerde diğeriyle birlikte, yanyana, ilk günlerden beri varolmuşlar ve sonunda bu öğeler Hıristiyanlığın ve Budizmin yaygın olduğu yerlerde karşıtlarına üstün gelip zafer kazanmışlardır. Westermarch «Evlilikte, genel olarak cinsel ilişkide olduğu gibi, murdar ve günah olan bir şeylerin bulunduğuna inanan acayip düşünce» [«History of Human Marriages» s. 151.]  dediği şeye bir çok örnek vermektedir. Dünyanın çeşitli yerlerinde Hıristiyanlığın ve Budizmin etkisinde kalmadan kendilerini eldeğmemiş (bakire) kalmaya adayan rahip ve rahibeler olmuştur. Haydulerin Essenes mezhebi tüm cinsel birleşmeleri pis (murdar) kabul eder. Bu görüş, eski çağlarda Hıristiyanlığa en çok karşı olan yerlerde bile, kendine yandaş bulabilmiştir. Aslında Roma İmparatorluğunda çileciliğe (ascetizm, zühdiye) karşı genel bir eğilim vardı. Aydın Roma’lılar arasında Epikürcülük etkisini hemen hemen yitirerek yerini Stoacılığa bırakmıştı. Apokrifa ’nın [Eski Akit’e bağlı olan fakat İbranice metinleri olmadığı için herkesçe Kutsal Kitabın metnine dahil edil­meyen ve bazı kiliselerce kutsal kabul edilen birtakım kitaplar. ] bir çok bölümünde Tevrat’ın (ahidi atik) ilk kitaplarındaki güçlü erkeklikten son derece farklı olarak, kadınlara karşı münzevi bir tavır öneriliyor. Neo-Platoncular aşağı yukarı Hıristiyanlar kadar çileciydiler. İran’dan maddenin şer (kötü) olduğunu ileri süren öğreti batıya yayılmış ve beraberinde tüm cinsel birleşmelerin şer (kötü) olduğu inancını getirmiştir. Bu pek o kadar uca savrulmamışsa da, kiliseninde görüşüdür, ama bu konuyla gelecek bölüme kadar değinmeyeceğim. Kesin olan şey insanların belli koşullarda seksten kendiliğinden (spontaneöusly) dehşet duymalarıdır ki bu da seksin olağan çekiciliği gibi doğal bir tepişidir. Bu hususu dikkate almamız ve hangi tür cinsel sistemin insan doğasına huzur vereceğine ilişkin bir yargıda bulunabilmek istiyorsak, onu ruhsal (psikolojik) açıdan anlamamız gereklidir.
Öncelikle inançlara böylesi davranışların kaynağı olarak bakmanın abes olduğunu söylemeliyiz. Bu tür inançları ilk ağızdan kişinin duygu durumu  (mood) [ Sevinçli, dertli ya da coşkusal bir tepki göstermek için kişinin içsel hazırlığı ]ortaya çıkarmıştır, fakat bunlar bir kez doğdular mı duygu durumunu ya da bu duruma uygun eylemleri sürekli kılacaklardır. Ama sekse karşıt (antiseks) tavrın birincil nedeni olabilmeleri çok uzak bir olasılıktır. Bence kıskançlık ve cinsel yorgunluk böylesi tavırların iki ana nedenidir. Ufacık da olsa kıskançlığın doğmasıyla cinsel eylem biraz nefret vermekte ve bu eyleme yönelen arzuysa iğrenç görünmektedir. Eğer tümüyle içgüdüsüyle yaşıyan bir erkek, öylece bırakılırsa bütün kadınların kendisini ama sadece kendisini sevmesini ister, kadınların başka erkeklere verebilecekleri herhangi bir sevgi onda kolayca ahlaksal suçlamalara dönüşebilecek duygular yaratır. Özellikle kadının kendi karısı olması halinde durum böyledir. Örneğin Shakespeare’in erkekleri karılarının aşırı tutkulu (ateşli) olmalarını istemezler, Shakespeare’e göre kusursuz kadın, kocasının okşamalarına bir görev duygusuyla kendini bırakan ve aslında seksten haz almayıp sırf ahlak yasaları buyurduğu için ona katlanan, bu nedenle de kendine bir aşık bulmayı düşünmeyen kadındır. Karısının kendisini aldattığını öğrenen içgüdüsel koca, karışma ve onun aşığına karşı içi nefretle dolar ve seksin böylece çok kötü bir şey olduğuna karar verebilir Hele yorgunluktan ya da yaşlılıktan dolayı iktidarsızsa, bu durum daha güçlü olarak ortaya çıkar. Birçok toplumda yaşlı erkekler gençlere göre daha ağır bastıkları için seks konusundaki resmi ya da geçerli düşüncenin kaynağını delikanlıların oluşturmaması doğal karşılanmalıdır.
Cinsel yorgunluk uygarlıkla ortaya çıkan görüngüdür (phenomenon, hadise). Bu olay hayvanlar aleminde bilinmez, vahşi (uygarlık öncesi) insanlar arasındaysa cinsel yorgunluğa pek seyrek rastlanır. Tek eşli evliliklerde de pek seyrek ortaya çıkar zira birçok erkeğin bedensel olarak aşırıya gitmesini yeni heyecanlar körükler. Ayrıca kadınların cinsel birleşmeyi red etme özgürlüklerinin bulunması halinde de cinsel yorgunluk söz konusu olamaz, zira böylesi durumda tıpkı dişi hayvanlar gibi, kadınlar da cinsel birleşmeden önce kendilerine kur yapılmasını istiyecekler ve kendilerini erkeğin arzuları yeteri kadar alevlenmeden aşıklarına teslim etmiyeceklerdir. Bu tümüyle içgüdüsel olan duygu ve davranış, uygarlık tarafından zayıflatılmıştır. Bunda büyük pay ekonominindir. Evli kadınlar ve fahişeler, benzer şekilde, cinsel çekicilikleriyle yaşamlarını kazanırlar ve bu nedenle de kendilerini sadece, içgüdüleri kamçılandığı zaman veremezler. Buysa cinsel soğukluğa karşı Doğa’nın koruyucusu olan kur yapmanın oynadığı rolü son derece küçültmektedir. Sonuçta katı ahlak kurallarıyla yeteri kadar kendilerini sınırlamayan erkekler her zaman aşırı gitme eğilimini taşıyacaklar buysa doğal olarak, çileci inançlara yol açan usanç ve tiksinme duygularını yaratacaktır.
Sıkça rastlandığı gibi, kıskançlık ve cinsel yorgunluk bir leşince, sekse karşıt duygu güçlü hale gelmektedir. Bence bu, şehvet düşkünü toplumlarda çileciliğin gelişme eğilimi taşımasının temel nedenidir.
Bakirliğin (evlenmemenin) bir tarihsel görüngü (pheno menon, hadise) olarak tabiiki başka kaynaklarıda vardır. Kendilerini ilahların hizmetine adamış olan rahip ve rahibeler bu ilahlarla evli kabul edilebilirler ve böylece kendilerini, ölümlülerle her türlü cinsel birleşmeden sakınmaya zorlarlar. Doğal olarak bunlar son derece kutsal kabul edilecekler ve böylece kutsallık ve bakir kalma (evlenmeme) arasında bir ortaklık oluşacaktır. Katolik Kilisesinde bugün de rahibeler İsa’nın gelinleri olarak kabul edilmektedirler. Ve bu elbette onlarda ölümlülerle cinsel birleşmede bulunmanın günah olduğu düşüncesini yaratan nedenlerden biridir.
İlk çağın son dönemlerinde çileciliğin artmasında şimdiye kadar değindiklerimizden çok daha çapraşık nedenlerinin bulunduğu kuşkusu var bende. Yaşamın neşeli, insanların güçlü olduğu ve var olan dünyevi hazların tam bir doygunluk vermeye yeterli bulunduğu çağlar vardır, insanların yorgun olduğu, bu dünyanın ve onun hazlarının onları doyurmadığı ve yaşadıkları bu dünyanın doğal boşluğunu kapatmak için cinsel (spırıtual, ruhani) teselliler aradıkları ya da bir öte dünya yarattıkları çağlar da olmuştur. Süleyman’ın «Türkülerin Türküsü» (Neşideler Neşidesi) ile
Süleyman’ın Mesellerini  (Ecclesiastes) [Eski ahit’in (Tevrat) daha çok tarih, efsane, şiir, atasözü gibi metinlerden oluşan üçüncü bölümü Ketubım'de Hz. Süleyman’ın yazdığı kabul edilen 18 türkü otuzbir bölüm­lük Meseller. ] karşılaştırdığımızda görürüz ki birincisi ilk çağın en dinç ve güzel dönemini, İkincisiyse çürüme dönemini sergilemektedir. Bu farklılığın nedenini bilebilecek durumda değilim. Belki de açık havadaki hareketli yaşamın yerini yerleşik kent yaşamının alması, Stoacıların ağır kanlı oluşları ya da Meselleri (Ecclesiastes) yazan kişinin yeteri kadar beden eğitimi yapmadığı için herşeyin beyhude olduğunu düşünmesi gibi çok basit ve bedensel (fizyolojik) bir nedeni vardır. Ne olursa olsun böylesi bir duygu durumu (mood) hiç şüphesiz seksin kolayca mahkum edilmesine yol açacaktır. Galiba bizim öne sürdüğümüz nedenlerle diğer bir çokları antik çağın son yüzyılındaki genel usancı körüklemişler ve bu usancın bir görünümü de çilecilik olmuştur. Ne yazık ki Hıristiyan ahlak felsefesi (ethic, ilmi ahlak) bu tükenmiş ve hastalıklı dönemde kurulmuştur. Daha sonraki dönemlerin güçlü insanları, tüm yaşambilimsel (biological, ilmül hayatı) değerlerinin ve insan yaşamını sürdürmenin anlamını yitirmiş olan hasta, bıkkın ve düş kırıklığına uğramış insanlara ait hayat görüşüne ayak uydurmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Bu gelecek konunun kapsamına giriyor. Sh: 7-34

AŞKIN İNSAN YAŞAMINDAKİ YERİ

Toplulukların birçoğunda aşka karşı takınılan tavra egemen olan tuhaf bir ikilem vardır: bir yanda şiirin, romanın, oyunun ana konusu aşktır, diğer yanda en ciddi toplum bilimciler tarafından ekonomik ve politik dönüşüm (reform) planlarında aşkın varlığı göz ardı edilmektedir. Bu tutumun savunulabilir bir yanı olduğunu sanmıyorum. Ben aşkı insan yaşamındaki en önemli şey olarak görüyor ve sevginin özgürce gelişmesine gereksiz yere karışan düzenlere iyi gözle bakmıyorum.
Aşk, sözcüğüne gerçek anlamı verildiğinde, cinsiyetler arasındaki birtakım ya da tüm bağlantıları ifade etmez, o coşkun bir şekilde insanı saran bedensel olduğu Kadar ruhsal da olan duygu ve ilişkiyi dile getirir. Her düzeyde yoğunluk kazanabilir. Sayısız kadın ve erkek «Tristan und Isolde» de anlatılan böylesi duyguları kendi yaşamlarında duymaktadırlar. Aşk duygusunun sanatsal anlatım gücüne pek sık rastlanmaz fakat duygunun kendisine, en azından Avrupa’ da, sıkça rastlanır. Bazı toplumlarda, aşk, diğerlerinden çok daha yaygındır. Bence bu durum o toplumun insanlarına değil gelenek ve kurumlarından kaynaklanmaktadır. Aşka Çin’de seyrek rastlanır, tarihte aşk şeytansı cariyeler tarafından baştan çıkarılan kötü imparatorların özellikleri olarak görülmüştür. Geleneksel Çin kültürü her tür güçlü duyguyu yadsır ve her koşulda insanın kendine hakim olmasını öne sürer. Bu bakımdan on sekizinci yüzyılın başlarını andırıyor. Geçmişlerinde romantizm hareketi, Fransız Devrimi ve Büyük Savaş bulunan bizler, aklın kapladığı yerin Kraliçe Anne devrinde sanıldığı gibi, insan yaşamında pek öyle egemen olmadığının bilincindeyiz. Ve akıl psikoanaliz yöntemini bularak kendi kendine ihanet etti. Çağdaş dünyada akıldışı (extrarational) üç ana etkinlik (activity, faaliyet) din, savaş ve aşktır. Bunların üçü de akıldışıdırlar fakat aşk akla karşıt (antirational) değildir, yani aklı başında bir kişi sevginin varlığından oldukça tad alabilir. Daha önceki bölümlerde üzerinde durduğumuz nedenlerden dolayı çağdaş dünyada din ile aşk arasında belli bir uzlaşmaz çelişki vardır. Ben bu çelişkinin engellenemeyeceği kanısında değilim, bu karşıtlığın kökü, diğer dinlerden farklı olarak, Hıristiyan dininin çileciliğe dayanmasında yatmaktadır.
Çağdaş dünyada aşkın dinden çok daha şiddetli bir düşmanı vardır, bu iş ve ekonomik başarının kutsal kitabıdır. Özellikle Amerika’da, çoğunluk tarafından kişinin aşkını işine karıştırmaması gerektiğine, böyle bir şey yaparsa bunun aptallık olduğuna inanılır. Ne varki burada da tüm insansal konularda olduğu gibi bir denge gereklidir. Mesleğini tümüyle aşkı uğruna feda etmek her ne kadar bazı durumlarda trajik bir kahramanlık olsa da, aptalca bir şeydir, ama aşkı meslek uğruna kurban etmek de aynı şekilde aptallıktır, üstelik yiğitçe hiçbir yanı olmayan bir aptallık. Ne yazık ki istesek de istemesekte, tümüyle para kazanma temeline oturtulmuş bir toplumda, bu oluyor. Tipik bir iş adamını, özellikle Amerika’da, gözünüzün önüne getirin: gelişip büyüdüğü ilk günden itibaren en yetkin düşüncesinin tümünü ve tüm ise yarar gücünü parasal (finansial) başarısı için harcar, bunun dışında kalan herşey onun için önemsiz bir eğlencedir. Gençliğinde bedensel gereksinimlerini ara sıra gittiği oruspularla giderir, gecikmeden de evlenir, ne varki ilgi duyduğu şeyler karısının ilgi duyduklarından tümüyle farklıdır ve hiçbir zaman karısıyla içten bir ilişki kuramaz. İşinden eve geç ve yorgun döner, sabahları daha karısı uyanmadan erkenden kalkar. Pazarlarını golf oynayarak geçirir, zira bu idman (exercise) para kazanma uğraşında onu dinç tutması için gereklidir. Karısının meraklarıysa ona son derece kadınsı gelir, bunları onaylasa bile onları paylaşmaktan yana değildir. Evlilik içi aşka olduğu gibi evlilik dışı aşka da vakti yoktur ve böylece iş nedeniyle evden uzaklara gittiği zamanlar oruspuları ziyaret eder. Karısı ona karşı cinsel olarak çoğunlukla soğuk davranır, ama buna hiç şaşmaz zira onun da karısına kur yapacak zamanı yoktur. Bilinçaltında nedenini bir türlü bilemediği bir doyumsuzluk vardır. Bu doyumsuzluğunun büyük bir bölümünü işte bastırır, ama doyumsuzluğunun bahsi müşterekli döğüşleri izlemek ya da ilericileri kovuşturmak için sadistçe tadlar aldığı pek hoş olmayan başka biçimlerde de giderebilir. Aynı şekilde doyumsuz olan karısı da ikinci sınıf işlerle uğraşarak bir çıkış yolu bulur ve yaşamları özgür ve rahat olanların rahatlarını kaçırarak erdemli kalmaya çabalar. Böylece karı ve kocanın her ikisinde de eksik kalan cinsel doyum kamu ruhu ve yüksek ahlak prensipleri ardına gizlenerek insanlıktan nefrete dönüşür. İlişkilerin bu talihsiz durumu büyük ölçüde cinsel gereksinimlerin yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Aziz Paul evlilikte gereksinilen tek şeyin cinsel birleşme olanağı olduğunu düşünmüş ve bu görüş Hıristiyan ahlakçıların öğretilerinde bütünüyle desteklenmiştir. Onların cinselliğe karşı olan nefretleri, cinsel yaşamın tüm güzel yanlarına karşı gözlerini kör kılmıştır. Bunun sonucundaysa gençliklerinde bu eğitimle yetişenler, dünyanın tüm güzel yanlarına gözlerini kapayarak bir kör gibi dolaşmaktadırlar. Aşk cinsel birleşme isteğinden çok daha başka bir şeydir, birçok kişinin yaşamlarının büyük bir bölümüne acı veren yalnızlık tan kaçmanın temel aracıdır. İnsanların çoğunda bu katı dünyadan ve çevrenin zalimliğinden kaynaklanan bir korku yüreklerinin derinliklerine işlemiştir. Erkeklerde çokluk sertlik, kabalık ya da zorbalık gibi tavırlarla, kadınlarda dır dır ve şirretlikle gizlenmeye çalışılan, sevgiye karşı bir özlem vardır. Bu duyguya karşılıklı coşkun bir sevgi son verebilir, benliğin (ego, ene) katı duvarlarını yıkar ve ikinin tekleştiği yepyeni bir varlık çıkartır ortaya. Doğa insanoğlunu yalnız yaşayacak biçimde meydana getirmemiştir öyleki insanoğlu diğerinin yardımı olmadan onun (doğanın) amacını gerçekleştiremez ve çağdaş insan cinsel içgüdülerini aşk olmadan bütünüyle doyuramaz. İnsan bütün varlığıyla (bedensel olduğu kadar düşünsel) ilişki kurmadan içgüdü tamamıyla doyurulamaz. Mutlu bir karşılıklı sevginin verdiği o engin içtenliği ve coşkun beraberliği hiç yaşamamış olanlar yaşamın onlara verebileceği en güzel şeyi yitirmişlerdir, bilinçle değil, bilinçsizce duyarlar bunu ve sonu, onları kıskançlığa, zorbalığa ve zalimliğe iten hüsranla biter. Şu halde coşkun sevgiye hak ettiği yeri vermek, toplum bilimciyi ilgilendiren bir konudur, zira eğer kadın ve erkek bu deneyimden yoksun kalırlarsa tamlığa erişmeleri olanaksızdır ve dünyada arda kalan diğer şeylere karşı bir yakınlık duyamazlar ki bunsuz toplumsal etkinliklerinin zararlı olacağı kesindir.
Birçok kadın ya da erkek yaşamlarının bir döneminde uygun koşullar altında coşkun sevgi duyacaklardır. Deneysiz biri için coşkun sevgiyi, cinsel açlıktan ayırmak güçtür, bu durum özellikle sevmedikleri bir erkeği öpemeyecekleri öğretilen iyi aile kızları için söz konusudur. Evlendiği zaman bakire çıkmak isteyen bir genç kız çoğu zaman olduğu gibi, cinsel deneyimi olan bir kadının kolayca düşmeyeceği, geçici ve sıradan bir cinsel çekimin tuzağına düşüverir. Bu, mutsuz evliliklerin şüphesiz sıkça rastlanan bir nedenidir. Hatta karşılıklı sevginin varlığında bile biri ya da her ikisi günâh işledikleri inancıyla zehirlenebilirler. Bu düşünce bir gerçeklikten de kaynaklanabilir. Örneğin Parnell hiç şüphesiz zina işleyerek günaha bulanmıştır zira İrlanda’nın umutlarının gerçekleşmesi bu yüzden yıllarca geriye atılmıştır. Ama hiç bir gerçekliği olmasa da günah düşüncesi aşkı aynı şekilde zehirler. Eğer sevgi olabilecek bütün güzelliklerin sergilenmesiyse, özgür, verimli, sınırsız ve içten olmalıdır.
Geleneksel eğitimin sevgiye bulaştırdığı günah duygusu, evlilikte bile, ister bilinçli, düşünceleri bağımsız olsun, isterse geleneğe bağlı, kadınlarda olduğu kadar erkeklerde de bilinçaltına işler. Bu tutumun etkileri çeşitlidir, çokluk erkekleri sevişirken haşin, beceriksiz ve sevimsiz yapar, kadının duygularını deşmek için bu konuda konuşmadıkları gibi ne de birçok kadının tad almasında temel olan son harekete yavaş yavaş yaklaşmayı, gerektiği gibi değerlendirebilirler. Aslında çoğu kez bir kadının da tad alması gerektiğini atlarlar. Eğer bir kadın tad almıyorsa suçlu sevgilisidir. Geleneğe bağlı olarak eğitilen kadınlarda soğuk davranmakta çoğu zaman belli bir gurur, büyük bir bedensel kayıtsızlık ve kolay bedensel yakınlaşmaya karşın bir isteksizlik vardır. Becerikli bir sevgili bu ürkekliklerin üstesinden gelebilir, fakat erkek bunlara namuslu bir kadının göstergeleri olarak saygı ve hayranlık duyuyorsa, bu ürkekliği yenmesi mümkün değildir ve yıllar sonra bile evliliklerindeki karı koca ilişkileri az ya da çok resmi ve donuk olarak kalır. Dedelerimizin günlerinde kocalar karılarını çıplak göremezlerdi ve kanları böylesi bir istek karşısında dehşete düşerlerdi. Bu tutum bugün de sanıldığından çok daha yaygın, hatta bu sorunun üstesinden gelenler de bile hala önemli ölçüde eskiden kalan o gerginlik devam ediyor.
Çağdaş dünyada sevginin bütünüyle gelişmesine diğerlerinden daha ruhsal olan bir başka engel vardır, bu bir çok kişinin kendi eldeğmemiş bireyselliklerini koruyamayacakları korkusu duymalarıdır. Bu oldukça çağdaş ve aptalca bir korkudur. Bireysellik kendi içine kapalı bir son değildir, o dünya ile meyva verebileceği ilişkiler içine girmesi gereken, ve böylece ayrılığını yitirecek bir şeydir. Cam bir fanus içine kapatılan bireysellik solar, insan ilişkileriyle büyüyen bireysellik ise zenginleşir. Aşk, çocuk ve çalışma bireyle dışta kalan dünya arasındaki ilişkiyi güçlendiren en önemli kaynaklardır. Bunların arasındaki sevgi sıralamada birinci gelir. Ayrıca anne ve babanın her ikisinin de karakterlerini yansıtması muhtemel olduğu için, sevgi, bir anne-baba sevgisinin en iyi biçimde yaratılabilmesi için gereklidir. Eğer anne ve baba birbirlerini sevmiyorlarsa, herbiri kendi karakterini çocukta görmekten mutlu olacak, diğerinin karakterinin belirmesiyse ona acı verecektir. iş, her zaman kişiyi dış dünya ile verimli bir ilişkiye geçirme gücüne sahip değildir. Bunu başarıp başaramaması gerçekleştirilen çalışmanın özüne bağlıdır. Eğer çalışmanın itici gücü sadece para kazanmak ise bir değeri yoktur, insanlara, şeylere ya da sadece bir hayale bağlılığı somutlayan çalışma değerlidir. Ve sadece tahakküm eden sevgi de değersizdir, salt para kazanmayı amaçlayan çalışmayla aynı düzeydedir. Sevginin sözünü ettiğimiz değeri kazanabilmesi için sevilen kişinin ben’i kişinin kendi ben’i kadar önemli olmalı ve başkalarının duygu ve arzularını kişi kendi duygu ve arzuları gibi almalıdır. Bundan, sadece bilinçli değil içgüdüsel olarak da bencillik duygusunun boyutları diğer kişiyi de içine alacak kadar genişlemelidir anlamı çıkar. Tüm bunları vermek, rekabetçi, hırçın toplumumuz ve kısmen romantizm kısmen Protestanlık tarafından türetilen kişiliğe aptalca tapınma yüzünden güçleşmektedir.
Sevgi, çağımızın özgür insanları tarafından ilgimizi ciddi olarak çeken yeni bir tehlike karşısındadır. İnsanlar her fırsatta, hatta sıradan basit bir dürtüyle bile, cinsel ilişkide bulunabilmelerinin önünde hiç bir ahlaksal engelin kalmadığını hissetmeleriyle, seksi ciddi duygu ve sevgilerden ayırma alışkanlığı edindiler, hatta seksi nefret duygularıyla bir tuttular. Aldaus Huxley’in romanlarında bu konuda çok güzel örnekler vardır. Huxley’in kişileri, cinsel birleşmeye St. Paul gibi sadece bedensel bir boşalım olarak bakmaktadırlar, ona katılabilecek yüce değerler onlar tarafından bilinmemektedir. Bu tutumun bir adım sonrası çileciliğin dirilmesidir. Aşkın kendine özge düşüncesi, özünden kaynaklanan ahlaksal ölçütleri vardır. Bu ölçütler bir yandan Hıristiyan öğretisiyle, diğer yandan gençliğin önemli bir bölümü arasında yaygınlaşan, tüm cinsel ahlaka karşı karmakarışık başkaldırıyla belirsizleştirilmiş tir. Sevgiden koparılmış bir cinsel birleşme içgüdüye derinlemesine doygunluk vermeye yeterli değildir. Bunun asla gerçekleşmemesi gerektiğini söylemiyorum, bunun gerçekleşmesi için öylesine katı engeller koyarız ki sevginin gerçekleşmesi de son derece güç bir hale gelir. Söylemek istediğim, sevgiden ayrılıp kopartılmış cinsel birleşmenin pek az değeri olduğu ve buna öncelikle sevgi deneyimi gözüyle bakmak gerektiğidir.
Gördüğümüz gibi aşkın insan yaşamında iddia ettiği yer son derece büyüktür. Ne var ki aşk, serbest bırakıldığında ne yasanın ne de törenin sınırları içinde kalmayacak kadar anarşik bir güçtür de. Eğer çocuklar söz konusu olmasa pek önemli bir sorun değil. Fakat işin içine çocuklar girince aşkın özerkliğini yitirerek insan soyunun devamına hizmet ettiği farklı bir alana geçeriz. Bir çatışma çıktığında tutkun (passionate, ihtiraslı) sevginin iddialarının üstesinden gelebilecek çocuklara ilişkin toplumsal ahlakın olması gereklidir. Sağduyulu bir ahlak, sevgi sadece kendi içinde güzel olduğu için değil anne ve babanın birbirlerini sevmelerinin çocuklar için büyük değer taşımasından dolayı da çatışmayı en az düzeye indirir. Sevgiye olabildiğince az bulaşmaktan kaçınmak çocukların çıkarlarına olduğu kadar sağduyulu ahlakın da temel araçlarından biri olmalıdır. Bu konuyu aileyi ele almadan tartışamayız.
Sh:82-88

FAHİŞELİK

Saygıdeğer kadınların iffetinin çok önemli bir konu olarak görünmeye başlamasıyla, evlilik kurumuna, onun gerçek bir parçası olarak ele alman bir başka kurum daha eklendi —Fahişelik kurumundan söz ediyorum—. Fahişelerden, yuvamızın kutsallığının, karılarımızın, kızlarımızın saflığının koruyucusu olarak söz eden Lecky’nin söylediklerini herkes bilir. Duygu Viktorya çağma ait, ifade tarzıysa eskimiş, ama yadsınılmayacak kadar da gerçek. Lecky’in sözleriyle küplere binen ahlakçılar onu suçladılar fakat onun söylediklerinin gerçek olmadığını göstermekte niçin başarılı olamadıklarını bir türlü anlayamadılar. Ahlakçı pek haklı olarak, eğer erkekler öğretisini izlerlerse fahişeliğin ortadan kalkacağını öne sürüyordu. Fakat erkeklerin kendisini izlemeyeceklerini de oldukça iyi bilmekteydi. Böylece de onu eğer izleselerdi ne olurduyu düşünmek abes kaçmaktadır.
Fahişeliğe gereksinim, bekâr olmaları nedeniyle ya da seyahate çıkmaları sonucu karılarından uzakta bulunmalarından dolayı, kadınsız kalmaktan pek hoşnut olmayan birçok erkeğin, geleneksel namusu sürdüren bir toplumda, kendilerine uygun bir hanımefendi bulamamaları gerçeğinden doğmuştur. Böylece toplum, onaylamaktan utanç duyduğu fakat tamamıyla doyumsuz bırakmaktansa çekindiği erkeklerin gereksinimlerini karşılamaları için belli bir sınıf kadını bir yana ayırmıştır. Fahişenin sağladığı tek avantaj istendiği an emre hazır olması değildir, ayrıca mesleğinin dışında bir yaşamı olmadığı için, hiçbir güçlükle karşılaşılmadan herşey gizli kalabilmekte ve onunla beraber olan erkek karısına, ailesine ve kilisesine, onurundan hiçbir şey yitirmeden, geri dönebilmektedir. Ne var ki bu zavallı kadın, yerine getirdiği cüretli hizmete ve karıların, kızların ve kilise yöneticilerinin (mütevelli) iffetlerini gözle görülür bir şekilde korumasına rağmen, genellikle horlanır, toplum dışı görülür ve işi dışında sıradan insanlarla yakın ilişki kurmasına izin verilmez. Hıristiyanlığın kazandığı zaferle başlayan bu kahredici haksızlık o zamandan bu yana süregelmekte., Fahişenin büyük suçu, meslekten ahlakçıların sahtekarlıklarını gözler önüne sermesidir. Freud’cu sansürün baskı altında tuttuğu düşünceler gibi fahişe de bilinçdışına (unsons cious) atılmalıdır. Ne var ki fahişe atıldığı o yerden, tüm sürgünlerin yaptıkları gibi, farkında olmadan öcünü almaktadır.
«Çokluk sokaklarda duyarım, gece yarıları
Nasıl lanetler yağdırdığını genç orospunun
Yükselir yeni doğan bebeğinin hıçkırıkları
Ve kavurur belalar evliliğin ölüm arabasını.
Fahişelik her zaman hor görülüp gizli tutulmamıştır. Kökeni aslında sanılabileceğinden daha yüceydi. Başlangıçta fahişe bir tanrıya ya da tanrıçaya adanmış bir rahibeydi ve geçen yabancılara hizmet ederek bir tapınma (ibadet) eylemini yerine getirmekteydi. O günlerde onlara karşı saygılı davranılır, onlarla beraber olan erkek onları yüceltirdi. Kilise uluları bir yığın sayfayı bu isteme karşı ettikleri ağır küfürlerle doldurmuşlardır. Onlara göre bu putperest tapınmanın (ibadet) şehvet düşkünlüğünü göstermekte ve kökeninde şeytanın oyunları yatmaktadır. Tapınaklar kapatılarak fahişelik her yerde kâr getiren ticari bir iş haline getirildi, elbette fahişelerin kendilerine değil, gizli kölelik ettikleri efendilerine kâr sağlayan bir işti bu, zira oldukça yakın zamana kadar tek başına çalışan fahişeye, çok az rastlanırdı. Büyük çoğunluğu genelevlerde, hamamlarda ya da diğer kötü şöhretli yerlerde iş tutarlardı. Hindistanda dinsel fahişelikten ticari fahişeliğe dönüşüm hâlâ tümüyle tamamlanmamıştır. «Mother India» (Hindistan Ana)nın yazarı olan Kat herino Mayo dinsel fahişeliğin süregelmesini bu ülkeye karşı suçlamalarının bir tanesine kanıt olarak gösteriyor. Kuzey Amerika dışında her yerde fahişeliğin gerilediği görülüyor, hiç şüphesiz bu kadınların yapageldiklerinin dışında başka yollarla yaşamlarını kazanma olanağının daha çok ortaya çıkması ve bugün daha fazla kadının para için değil istedikleri için evlilikdışı ilişkileri yeğlemesi gerçeklerinden kaynaklanmaktadır. [Albert Londres «The Road to Buenos Ayres» 1929.] Gene de fahişeliğin tümüyle yok edilebileceğini sanmıyorum. Örneğin, uzun bir yolculuktan sonra karaya çıkan denizcileri ele alalım. Onlardan kadınlara kur yaparak sevgi uyandırıp onları etkileyecek sabrı bekleyemeyiz. Ya da evliliklerinde mutsuz olanı ve karılarından ödü patlayan oldukça geniş bir erkek kütlesini alalım ele. Böylesi erkekler karılarından uzak olduklarında rahatlık ve kolaylık arayacaklardır ve bunu ruhsal yükümlülüklerden olduğunca kurtulmuş bir biçimde isteyeceklerdir. Bunun yanında fahişeliği en alt düzeye indirme gereğinin ciddi nedenleri bulunmaktadır. Bu konuda üç yaşamsal itirazda bulunulabilir: birincisi toplumun sağlığına karşı tehlike oluşturması, İkincisi kadınların uğradığı ruhsal yıkım ve üçüncüsü erkeklere verdiği ruhsal yıkım.
Toplumun sağlığına karşı oluşturduğu tehlike üçünün içinde en önemlisidir. Zührevi hastalıklar elbetteki fahişeler, tarafından yayılmaktadır. Fahişelerin fişlenmeleriyle, devlet kontrolüyle bu sorunun üstesinden gelmeye çalışmak tıbbi bakımdan pek yeterli olmamaktadır, ayrıca bu yollar polise fahişeler, hatta fırsat buldukça bu işi yapan, meslekten fahişe olmak istemeyen fakat kendilerini yasal kayıtlara geçmiş buluveren kadınlar üzerinde, baskı yapma yetkisi verdiği için, tatsız istismarlara neden olabilmektedir. Zührevi hastalıklarla eğer ona işlenen günahın cezası olarak bakılmazsa bugün olduğundan elbette çok daha etkin savaşılabilinir. Zührevi hastalığa yakalanmayı engelleyecek birçok önlem almak mümkündür, fakat böylesi bilgilerin günahı arttıracağı düşünüldüğü için önlemlerin yaygın bir şekilde öğrenilmesi istenmemiştir. Bu tür hastalıkların herhangi birine yakalanmak çok ayıp karşılandığından, zührevi hastalık kapan kişi çokluk utandığı için tedaviyi erteler. Şüphesiz toplumun bu yönde tutumu eskiye göre çok daha olumludur ve böyle gelişirse bu tutum, zührevi hastalıklarda önemli bir azalma sonucuna ulaşılabilinir. Gene de açıktır ki fahişelik var olduğu sürece tehlikeli bir biçimde hastalık yaymayı sürdürecektir.
Günümüzde var olduğu biçimiyle fahişelik, kesinlikle istenmeyen bir yaşam biçimidir. Hastalık kapma tehlikesi fahişeliği, böylesi bir yaşamın insanda yarattığı çöküntüden ayrı olarak, tıpkı üstübeç [kuvvetli bir zehir niteliği taşıyan kullanılışı kimi koşullara bağlı olan kurşun karbonat. ] kullanmak gibi, tehlikeli bir iş haline getirmiştir. Ayyaşlığı doğuran boş bir yaşamdır. Kahredici bir sakıncası da fahişenin genel olarak horlanması hatta müşterilerinin bile ona çoğu zaman kötü gözle bakmasıdır. İçgüdüyle çatışan bir yaşamdır — tıpkı içgüdüye karşı bir yaşam süren rahibe gibi. Tüm bu nedenlerden ötürü, Hıristiyan ülkelerde var olduğu biçimiyle fahişelik, şiddetle istenmeyen bir meslektir.
Japonlarda durum göründüğü kadarıyla tam tersidir. Fahişelik itibar gören ve istenen bir meslektir, o kadar ki mesleğe ana babanın ısrarıyla girilmektedir. Çeyiz parası kazanmak için bu işi yapanlar da pek az değildir. Bir takım uzmanlara göre Japonların bir oranda frengiye karşı bağışıklıkları varmış. Bu nedenle Japonya’da fahişelik mesleğinin, ahlakın daha katı olduğu yerlerdeki sefilliği yoktur. Avrupa’da alışkın olduğumuz biçiminin yerini Japonya’da var olan biçimi almalıdır. Bir ülkede ahlak kuralları ne kadar katıysa, fahişenin yaşamı da o kadar aşağılanacaktır.
Fahişelerle ilişki kurmak bir alışkanlık halini alırsa erkek üzerinde de aynı şekilde kötü etkileri olur. Cinsel ilişkide bulunmak için karşısındakini hoş tutması gerekmediği duygusunu bir alışkanlık haline getirir. Ayrıca eğer genel ahlak kurallarını kabul ediyorsa, cinsel ilişkide bulunduğu tüm kadınları küçük görecektir. Bu yapıdaki bir kafanın evliliğe karşı tepkisi son derece olumsuz olabilir, bu tepki evliliği fahişelikle bir tutan bir biçim alabileceği gibi, bunun tam tersi bir biçime de dönüşerek evlilikle fahişeliği elinden geldiğince birbirinden ayırabilir. Bazı erkekler derin bir saygı ve sevgi duydukları kadınlara karşı cinsel birleşme arzusu duyamazlar. Bu durum Freud tarafından Oedıpus kompleksi olarak nitelendirilmiştir, bana kalırsa bu, böylesi çok sevilen kadınlarla fahişeler arasına olabildiğince geniş bir uçurum yerleştirmek arzusundan kaynaklanmaktadır. Çok uç noktalara gitmeye gerek yok, eski terbiye almış erkekler, karılarına onları ruhsal olarak eldeğmemiş kılan ve cinsel haz almaktan alıkoyan, abartılmış bir saygı gösterirler. Benzer olumsuz sonuçlar, bunun tam tersinden, erkeğin karısını fahişe gibi görmesinden de çıkmaktadır. Bu cinsel birleşmenin ancak iki tarafta onu istediği zaman gerçekleşeceğini ve her zaman bir kur yapma döneminin sonunda yakınlaşılabileceğini göz ardı etmeyi doğurur. Karısına karşı kaba ve haşindir ve karısında kolay kolay silinmeyecek bir tiksinti yaratır.
Ekonomik güdünün cinsiyete bulaşması her zaman şu ya da bu oranda yıkım olmaktadır. Cinsel ilişkilerden karşılıklı haz alınmalı, her iki eşde de kendiliğinden, içgüdülerle ortaya çıkmalıdır. Eğer bu gerçekleşmiyorsa, değerli olan ne varsa yiter. Bir başka insandan bu kadar içten bir ilişkide yararlanmak, tüm gerçek ahlakın üzerinde yeşermesi gereken insanoğluna karşı, saygısızca bir tutumdur. Bununla beraber eğer salt bedensel (fizyolojik) zorlamalarla cinsel birleşmede bulunulursa bu erkekte pişmanlık yaratabilir ve pişmanlık onun değer yargılarını altüst eder. Bu elbette fahişelik için söz konusu olduğu kadar evlilik için de söz konusudur. Evlilik kadınlar için en yaygın geçim aracıdır ve kadının istemeden, katlandığı cinsel ilişkilerin toplamı büyük bir olasılıkla evlilikte, fahişelikten daha çoktur. Boş inançlardan kurtulmuş cinsel ilişkilerde ahlak, özünde, karşındaki insana saygıyı ve istekli olup olmadığına aldırmak sızın bir başka insandan salt kişisel zevk almak için yararlanmayı yadsımayı içerir. Zührevi hastalıkların kökü kazınıp, fahişelik saygınlık kazansa da sırf bu ilkeye ters düşmesinden dolayı fahişelik istenmeyen bir iş olarak kalacaktır.
Fahişelik üzerine o çok ilgi çekici kitabında Havelock Ellis’in fahişelikten yana geliştirdiği iddiasının, geçerli olduğunu sanmıyorum. İşe uygarlığın en eski dönemlerinde var, olan ve diğer zamanlar denetim altında tutulan anarşik içte pileriıı atılmasını sağlayan orgileri  ele alarak başlıyor. Havelock Ellis’e göre fahişelik orgiden doğmuştur ve orginin [İlkellerde cinsel yasakların belli bir süre ortadan kal­dırıldığı yasaksız eğlence ]hizmet ettiği amacı bir oranda yerine getirmektedir. Birçok erkeğin, geleneksel evliliğin yasakları, namus ölçüleri ve nezaket kurallarıyla getirdiği sınırlamalar yüzünden tam anlamıyla doyuma ulaşamadığını ve böylesi erkeklerin fırsat buldukça fahişelere giderek boşalmalarının tüm diğer çözüm yollarından daha az antisosyal olduğunu söylüyor. Biçimi daha çağdaş olmasına karşın, aslında bu sav Lecky’ninkinin aynıdır. Cinsel yaşamları sağlıklı olan kadınlar da Havelock Ellis’in sözünü ettiği güdülerden erkekler kadar etkilenirler ve eğer kadının cinsel yaşamı özgür bırakılırsa erkekler beraber olmak için amaçları sadece para olan profesyonellere gerek duymadan değinilen içtepilerine doyum bulabileceklerdir. Bu, kadının cinsel özgürlüğünden beklenen en büyük yararlardan bir tanesidir. Gözleyebildiğim kadarıyla cinsiyete ilişkin duygu ve düşünceleri, eski yasakların etkisi altında kalmayan kadınlar, evliliklerinde Viktorya dönemindekinden çok daha fazla doyum alıp verebiliyorlar. Eski ahlakın dağıldığı yerde fahişelik de dağılmıştır. Bir zamanlar fırsat buldukça fahişeleri ziyaret etmek zorunda bırakılan delikanlı, şimdi kendi ayarındaki genç kızlarla ilişki kurabiliyor, bu her iki tarafında özgür olduğu, ruhsal (psikolojik) unsurlar kadar bedensel unsurların da önemli olduğu ve her ikisinin de coşkun bir sevgi duydukları bir ilişkidir. Her gerçek ahlak açışından bu, eski sisteme göre çok büyük bir gelişmedir. Ahlakçılar gizlenmesi daha güç olduğu için bundan yakınırlar, fakat bu ahlakçıların duymaması gereken ahlakın çiğnenmiş olan ilk kuralı değildir. Bence gençler arasındaki yeni serbestlik tümüyle sevinç vericidir. Bu, haşin olmayan erkeklerden ve kılıkırk yarmayan kadınlardan oluşan bir kuşak yaratmıştır. Yeni özgürlükleri yadsıyan herkes, aslında uygulanması mümkün olmayan katı hukuk sisteminin baskısına karşı sadece emniyet sübobu olarak fahişeliğin devamını istediklerini açıkça kabul etmelidirler.
Sh:98-104

CİNSİYET VE BİREYSEL MUTLULUK

Cinsiyet ve cinsel ahlakın kişinin bireysel mutluluğu ve iyiliği üzerindeki etkileri konusunda daha önceki bölümlerde gördüklerimizi tekrarlamak istiyorum. Bu konuda sadece yaşamın etkin (actif) cinsel dönemiyle ya da gerçekleşen cinsel ilişkiyle ilgilenmeyeceğiz. Cinsel ahlak, olumlu ya da olumsuz koşullara bağımlı olarak çocukluğu, yetişkinliği ve hatta yaşlılığı çeşitli biçimlerde etkiler.
Geleneksel ahlak, çocuklarda yasaklar koyarak işlemeye başlar. Çocuğa, çok küçük yaşlarda, büyüklerin önünde vücudunun belli bölümlerine dokunmaması gerektiği, çişi geldiğinde fısıltıyla söylemesi ve çişini gizlice yapması öğretilir. Vücudunun belli bölümlerinin belirli eylemlerinin, çocuğun kavrayamadığı fakat onda özel bir ilgi ve merak doğuran garip özellikleri vardır. Bebeklerin nereden geldikleri gibi bir takım zihinsel sorular sessizce düşünülmendir zira bunlara büyükler ya kaçamak ya da gerçek dışı yanıtlar vermektedir. Küçükken vücutlarının belli yerlerine dokunduklarında, kendilerine büyük bir ciddiyetle «Böyle yaptığını göreceğime ölünü göreydim» denilen bir dolu hiç de yaşlı olmayan kişi tanırım. Söylenirken üzgünüm ama yaşamın daha sonraki yılları için yaratılmaya çalışılan namus her zaman geleneksel ahlakçıların istekleri doğrultusunda gerçekleşmemiştir. Sık sık gözdağı verilir. Belki çocukları daha önceleri olduğu gibi iğdiş etmekle korkutmak pek yaygın değil ama hâlâ onları deli olmakla tehdit etmek oldukça uygun görülmekte. Aslında New York eyaletinde kendisi farkında olmadan birine kendini tehlikeye atmamasını söylemek yasaktır. Bu eğitimin sonunda birçok çocuk küçük yaşlarında cinsiyete ilişkin konularda dehşet ve suçluluk duygusu edinmektedirler. Cinsiyetle bütünleşen bu korku ve suçluluk çok derinlere bütünüyle bilinçaltına işliyor. Keşke kendini böylesi çocuk masallarından kurtardığına inanan kişiler arasında gök gürültüleri altında normal zamanlardaki gibi cinsel ilişkilerde bulunup bulunamayacaklarının belirlendiği bir anket yapılabilse, eminim ki bu kişilerin % 90’ı yüreklerinin derinlerinde, öyle davranırlarsa kendilerini yıldırım çarpacağına inanırlar.
Sadizmin ve Mazoşizmin her ikisi de hafif oldukları zaman normalselerde, cinsel suçluluk duygusu işe karıştı mı tehlikeli bir biçim alırlar. Mazoşist kendisinin seksle ilişkin suçunun kesinlikle bilincindedir. Sadistse kadını baştan çıkarıcı olarak suçlamaktadır. Yaşamın daha sonraki yıllarında ortaya çıkan bu durumlar, çocukluktaki aşırı katı ahlak öğretimi etrafından yaratılan ilk izlenimlerin ne kadar etken olduğunu göstermektedir. Bu hususta, çocukların eğitimiyle ilgili kişiler özellikle çok küçük çocuklara bakmak durumunda da olanlar giderek daha bilgili kılınıyorlar. Ama ne yazık ki bilgilenme henüz mahkemelere ulaşamadı.
Çocukluk ve gençlik, yaşamda dayağın, haylazlığın ve yasakların doğal ve kendiliğinden olduğu ve çok aşırıya gidilmedikçe kötü gözle bakılmadığı bir çağdır. Fakat cinsel yasakları çiğneme büyükler tarafından tüm diğer kurallara uymamaktan oldukça farklı biçimde ele alınmakta, çocukta kaçınılmaz olarak onun ayrı bir kategoriye ait olduğu düşüncesi doğmaktadır. Eğer çocuk dolaptan meyva çalarsa canınız sıkılabilir, çocuğa bağırıp çağırırsınız ama ahlaksal açıdan bir dehşete düşmez ve çocuğa da korkunç bir şey olduğu izlenimi vermezsiniz. Ama, bunun yerine geri kafalı biri olsanız ve onu kendi kendine doyuma (maturbating, istimna) çalışırken yakalasanız, sesinizde daha önceki ilişkilerinizde hiç rastlamadığı bir ton olacaktır. Sesinizdeki bu ton sizin suçlamanıza neden olan davranıştan kendini alamayan çocukta iğrenç bir dehşet yaratır. Çocuk sizin içtenliğinizin etkisinde kalarak kendi kendine doyumun söylediğiniz gibi aşağılık bir şey olduğuna inanabilir. Gene de onu yapmayı sürdürür. İşte burada bir yaşam boyu sürecek hastalığın temelleri atılmaktadır. Daha ilk gençlik yıllarında kendini günahkâr olarak görmeye başlar. Kısa sürede gizlice günah işlemeyi öğrenir, günahını kimsenin bilmemesi yarım yamalak bir avuntu verir ona. Son derece mutsuz olduğu için işledikleri aynı suçun kendisi gibi saklamayı başaramayanları bulup cezalandırarak dünyadan öc alır. Düzenbazlığa çocukken alışmış olduğundan, ileri yaşlarda bu deneyiminden yararlanmakta güçlük çekmez. Böylece anababasının kendilerine göre iffetli yapmak için takındıkları düşüncesizce tavırları sonucunda hastalıklı bir içedönük, ikiyüzlü ve zalim olup çıkar.
Çocukların yaşamına, suçluluk, utanç ve korku girmemelidir. Çocuk mutlu, neşeli olmalı, içinden geldiğince hareket etmelidir. Kendi içtepileri onda dehşet uyandırmamalı, doğal gerçeklikleri araştırmaktan kaçınmamalıdır. İçgüdüsel yaşamının tümünü karanlıklar içine gizlememelidir. Tüm çabalarına rağmen alt edemediği bilinçdışı tepilerini derinlere gömmemelidir. Eğer çocukların büyüdüklerinde birer kafaca namuslu, toplumsal korkulardan kurtulmuş, etkin bir eylemci ve düşüncede hoşgörülü kişiler olmalarını istiyorsak, onları eğitmeye çok erken başlamalıyız. Eğitim, çoğunlukla ayı terbiye etmekle eşanlamlı alınmaktadır. Ayının nasıl terbiye edildiğini biliriz hepimiz. Kızgın bir zemin üzerine konurlar ve ayakları zemin üstünde kaldığı sürece yandığı için oynamaya başlarlar. Bu esnada belli bir müzik çalınır. Belli bir süre sonra bu müzik onları oynamasına yol açar. Çocuğa da aynısı yapılmaktadır. Çocuk cinsel organını her farkedişinde yetişkinler onu azarlar. Sonunda böylesi fark edişler ona büyüklerden işittiği azarları düşündürmeye başlar ve onların çalgılarıyla oynamaya başlar ve böylece sağlıklı ve mutlu bir cinsel yaşamın tüm olasılığı ortadan kalkar.
İkinci evrede, yani delikanlılığında, cinsiyete geleneksel yaklaşımın yarattığı dertler çocukluktakinden çok daha berbattır. Birçok erkek çocuk kendilerine ne olduğunu doğru dürüst bilmezler ve düşlerinde ilk kez şeytan tarafından aldatıldıklarında altüst olurlar. Kendilerini son derece kötü olduğuna inandırıldıkları içtepilerle dolu buluverirler. Bu iç tepiler öylesine güçlüdür ki gece gündüz peşini bırakmazlar. Daha olumlu erkek çocuklarda aynı zamanda, cinsiyetten tamamen ayrı sandıkları güzelliğe, şiire, soyut aşka karşı yüksek düzeyde ülküsel (idealism) içtepiler vardır. Hıristiyan öğretisindeki maneşeizm (insani-mani) unsurları ergenlik çağının ülküsel ve bedensel (carnal, şehevi) içtepilerini, kendi içimizde, tamamıyla birbirinden ayrı hatta birbiriyle kavga halinde tutma eğilimindedir. Burada, aydın bir dostumun sözlerini aktaracağım: «Ben gençliğimde, bu ayrıma inanırdım ve en belirgin şekliyle sergilerdim. Günde dört saat Shelley okurdum. Şu dizeler çok duygulandırırdı beni;
‘Pervanenin özlemi yıldızlardır
Geceninse gelen gün.
Ardından birden bu yukarlarda uçmaktan kurtulur, soyunan hizmetçiyi gizlice gözlerdim. İkinci tepim beni utandırırdı, ilkinde kuşkusuz cinsiyetten korkuya ilişkin ülkücülük oldukça aptalca unsurlar bulunmaktaydı.»
Hepimizin bildiği gibi ergenlik sinirsel bunalımların sıkça yer aldığı, yaşamlarının diğer dönemlerinde dengeli olan kişilerin kolayca aksi bir insan haline geldikleri bir evredir. Miss Mead «Sisam’da Ergenleşme» adını verdiği yapıtında ergenlik bunalımlarına adada rastlanmadığım bunun nedeninin geniş boyutlu cinsel özgürlük olduğunu yazmaktadır. Bu cinsel özgürlüğün misyonerlerin faaliyetleri sonucu biraz sınırlandığı bir gerçektir. Misyoner evlerinde yaşayan kızlardan konuştuğu bir bölümü, ona, ergenliklerinde kendilerinin mastürbasyon yapıp eşcinsel ilişkilere girerken, dışarda yaşayanların karşı cinsle ilişkide bulunduklarını anlatmıştır. Bizim ünlü erkek okullarımız da bu açıdan Sisam’lı misyoner evlerinden pek farklı değildir, ama bunun davranışlar üzerindeki psikolojik etkisi Sisam’lılarda zararsızken İngiliz erkek öğrenci yüreğinde geleneksel ahlak öğretisine bir saygı duymaktadır. Sisam’lılarsa misyonere, gırgır geçilecek garip zevkleri olan beyaz adam diye bakmaktadırlar.
Birçok delikanlı, ergenlik yıllarının başında cinsiyete ilişkin oldukça gereksiz sıkıntı ve güçlüklerle karşılaşırlar. Bir delikanlının eğer eli kız eline değmezse kendi kendini tutmanın zorluğu büyük bir olasılıkla onun çekingen olmasına neden olur. Evlendiğinde bu yüzden geçmiş yılların kendi kendini tutma alışkanlığını yıkamaz, ya da birden ve zalimce atar bu kendi kendini tutmayı ama bu da karısına bir sevgili gibi davranmasını engeller. Eğer orospulara giderse, ergenlikte başlayan aşkın bedensel ve düşünsel ayrışması süreklilik kazanır ve ona göre kadınlarla olan ilişkileri ya platonik olmalıdır ya da rezilce. Bundan da öte zührevi hastalıklar tehlikesiyle karşı karşıyadır. Eğer kendi düzeyinde kızlarla ilişki kurarsa, pek o kadar büyük yıkıma uğramaz, ama bu durumda bile gizlilik tehlikelidir, ve düzenli ilişkilerin gelişmesini engeller. Bir erkeğin genç yaşlarda biraz züppelikten biraz da evlenip çocuk sahibi olmak için evlenmesi güç bir iştir. Hele boşanmanın çok zor olduğu yerlerde erken evlilikler son derece sakıncalıdır. Bir biriyle yirmi yaşında uyuşan iki kişi otuzunda pekala uyuşamayabilirler. Değişik kişilerle yaşamadıkça tek bir eşle sürekli bir ilişki içine girmek birçok kişi için zordur. Eğer cinsiyete sağlıklı bir bakış açımız olsaydı, üniversite öğrencilerinin çocuk yapmaksızın evlenmelerini kabul edebilirdik. Böylece onlar çalışmalarını önemli ölçüde engelleyen cinsiyet saplantısından kurtulurlardı. Çocuklu evliliğin ciddi eşliliği. İçin gereksinilen karşı cinse ilişkin deneyimler edinirlerdi. Ve bugün gençlik heyecanlarını boğan bahaneler uydurma, gizlenme ve hastalık kapmaktan korkmama olmadan özgürce aşkı yaşayabilirlerdi. . .
Evlenmeyen kadınların büyük çoğunluğunda geleneksel ahlak acı çektirir ve çoğu kez yıkıcı olur. Herkes gibi ben de katı geleneksel erdemini koruyan her açıdan hayranlık duyulacak kadınlar tanıdım. Ama genel kural bunun tersi. Namusunu korumanın kendisi için çok önemli olan hiç bir cinsel deneyim yaşamamış kadın, olumsuz bir tepki içine girer, endişeyle kıvranır, çoğunlukla çekingenleşir, aynı zamanda kendisinin isteyip de yapamadıklarını yapanları cezalandırma isteği duyar ve içgüdüsel olarak bilinçsizce normal insanları yadsır. Düşünsel çekingenlik uzun süren bakireliklerde en çok rastlanan şeydir. Aslında ben, kadınların bugünkü var olduğu biçimiyle, düşünsel geriliklerine cinsiyete karşı duydukları korkunun öğrenme isteklerini engellediğini iddia ediyorum. Kendilerine koca bulamayan kadınların ömür boyu bakire kalarak mutsuzluk ve yıkım içinde yaşamaları için her hangi haklı bir neden yoktur. Sık sık ortaya çıkan bu durum, evlilik kurumunun ilk devrelerinde kimsenin aklına gelmemekteydi zira o günlerde her iki cinsiyetin sayısı hemen hemen eşitti. Kuşkusuz, birçok ülkede kadın sayısının çok oluşu gelenekçi ahlak yasalarının değiştirilmesinden yana ciddi tartışmalara yol açmaktadır.
Geleneksel olarak seksten dolayı hoşgörüyle karşılanan evliliğin kendisi bile bu katı yasalar tarafından acıya boğulmaktadır. Çoğunlukta kazanılan kompleksler, erkeklerin orospularla edindikleri deneyimler ve iffetlerini koruyabilmeleri için küçük hanımlara aşılanan seksten nefret evlilikteki mutluluğa karşı tecavüzlerdir. İyi yetiştirilmiş bir kızın eğer cinsel tepileri güçlüyse, bir adama karşı duyduklarının cinsel istek mi yoksa ciddi bir hoşa gitme mi olduğunu ayırt edemeyecektir. Büyük bir olasılıkla karşısına çıkacak olan onda cinsellik uyandıran ilk erkekle evlenecek ve cinsel açlığı doyduktan sonra o adamla ortak hiç bir yanının kalmadığın çok geç fark edecektir. Cinsel konularda kadını aşırı derecede çekingen erkeği ise aşırı derecede atak kılmak için eğitimde elden gelen her şey yapılmaktadır. Her ikisi de sahip olmaları gereken cinsel konulardaki bilgilerden yoksundurlar ve çoğu zaman bu bilgisizlik doğan ilk başarısızlıklar her iki taraf için de evliliği cinsel açıdan doyumsuz hale getirir. Bundan da öte bedensel olduğu kadar düşünsel birliktelik dc güç hale gelir. Kadın cinsel konularda rahatça konuşmaya alışkın değildir. Erkek de arkadaşları ve orospular dışında bu konuda konuşmaya alışkın değil. Böylece birlikteliklerinin en canlı ve içten olması gereken anında, utanç, çekingen ve tümüyle sessiz olurlar. Muhtemelen kadın uykusu kaçmış, doyumsuz ve ne istediğinin bilincinde yatmaktadır. Belki erkeğin de aklından geçmekte, ilkin şöyle bir gelip hemen yitmekte ve ardından yavaş yavaş kafasına orospuların bile yasal karısından çok daha sıcak davrandıkları takılmaktadır. Erkek kadının soğukluğu karşısında kırılırken aynı anda karısı kendisini uyarmayı başaramadığı için acı çekmektedir. Bu faciayı hep bizim suskunluk ve nezaketimiz doğurmaktadır.
Çocukluktan ergenlik ve gençliğe oradan da evliliğe kadar uzanan bu yolda eski ahlak, aşkı bedensel içtepiye dayanan cinsellik ve duygusal içtepiye dayanan ülküsel aşk olarak ayırıp birini hayvanlaştırırken diğerini kısırlaştırarak onu sıkıntıyla, korkuyla, karşılıklı anlayışsızlıkla, pişmanlıkla ve sinir gerginliğiyle doldurmuştur. Böylesi bir hayat çekilmez. Duygusal ve hayvansal yapılar çatışmamalıdır. Bir arada bulunmalarını engelleyecek hiç bir şey yoktur ortada, ayrıca bir arada olmadan her ikisi de en güzel medyalarını veremezler. Kadın ve erkeğin aşklarının en güzeli korkusuz olanıdır. Düşünce ve beden eşit oranlarda birleşmeli bedensel yanı var diye ilişkiyi yüceltmekten çekinilmemeli, bedensel yanın duygusal yanı gölgeleyeceğinden korkulma malıdır. Aşk kökleri toprağın derinlerine, dalları göğün enginlerine uzanan bir ağaç olmalıdır. Aşk yasaklarla boş inançlar m dehşetiyle, korkunun suskunluğu ve lanetli sözcüklerle çevrilirse serpilip yeşeremez. Kadınla erkek arasındaki sevgiyle anababa arasındaki sevgi insanoğlunun duygusal yaşamındaki iki ana gerçekliktir. Ne var ki geleneksel ahlak birini yüceltirken diğerini alçaltmıştır, ama sonuçta ana ile baba arasındaki aşk aşağılanırken bundan anaba bayla çocuk arasındaki sevgi zarar görmüştür. Karşılıklı hazzın ve doygunluğun meyvası olan çocuklar çok daha sağlıklı ve sağlam çok daha doğal, yalın hayvansal ama daha az bireyci ve verimkar sevilebilirler. Ana babaların yoksul aç ve stekli evliliklerinde kendilerinden sakınılan besinin kırıntılarını bu çaresiz minikde bulan ve bunun sonucunda da minimini beyinlere gelecek kuşakların başına bela olacak düşünceleri yerleştiren ana babalar da vardır. Sevgiden korkmak yaşamaktan korkmaktır ve yaşamaktan korkanlarsa üç kez ölüdürler şimdiden.
Sh:176-183

İNSAN DEĞERLERİ İÇİNDE CİNSİYETİN YERİ

Cinsel konulara ilgi duyan bir yazar böylesi konuların irdelenmemesi gerektiğini düşünenler tarafından suçlanıp bunlar tarafından tedirgin edilme tehlikesiyle her zaman karşılaşabilir. Konuya olan ilgisi, konunun önemiyle tümden oransız olursa aşırı tutucu ve şehvet düşkünü kişilerin sansürüne uğrama tehlikesinden kurtulabileceği düşünülür. Bu görüş gene de sadece geleneksel ethikde değişikliği savunanlarca dikkate alınmaktadır. Orospuların rahat bırakılmaması için uğraşanlar ve yasalara sahip çıkanlar görünüş de Beyaz Kadın Ticaretine karşıdırlar, fakat aslında bunlar isteyerek ve bilerek gerçekleştirilen evlilik dışı ilişkilere karşıdırlar. Kadınların kısa etek giyip, dudaklarını boyamalarına karşı çıkanların ve plajlarda açık saçık mayolar görürüm umuduyla dolananların hiçbirisi cinsel saplantıların kurbanları değillerdir. Ama bunlar daha fazla cinsel özgürlüğü savunan yazarlardan daha çok acı çekmektedirler. Katı ahlak genellikle şehvet düşkünlüğüne bir tepkidir. Ve bunları dile getiren kişiler de bu edepsiz düşüncelerle doludurlar. Bu düşünceler cinsel içerik taşıdıkları için değil, ahlakın kişileri açık ve sağlıklı biçimde bu konuda düşünmeyi olanaksızlaştırdığı için terbiye dışıdır. Ben cinsel konulara kafayı takmanın kötülüğünde kiliseyle aynı görüşteyim, ama bu kötülükle mücadelede uyguladıkları yöntemlerde kiliseyle birleşmiyorum. St. Anthony dünyaya gelmiş geçmiş en şehvet düşkünü kişiden çok daha fazla kafayı sekse takmasıyla ünlüdür. Kimseyi darıltmamak için bu günlerden örnek vermiyorum. Seks yemek, içmek gibi doğal bir gereksinimdir. Oburlarla ayyaşları suçlarız çünkü yaşamda belli yeri olan herhangi bir ilgi kişinin duygu ve düşüncelerinde çok önemli bir yeri tutar. Bunun yanında yediği mantık dahilindeki bir miktar yemekten duyulacak hazdan dolayı kimse suçlanamaz. Çilecilerin böyle davrandıkları gerçektir ve insanların yeme içmelerini ancak yaşamalarına yetebilecek düzeye indirmelerini savunmuşlardır. Bu düşünce günümüzde eskisi gibi yaygm değildir hatta unutulmuştur. Seksin hazzından kaçınmak istiyen Puritanlar sofra zevklerine kendilerinden öncekilerden daha fazla dalmışlardır. 17. yüzyılda Puritanizmi eleştirenler şöyle demektedirler:
«Keyifli geceler ve nefis yemekler mi istiyorsun?
Sofraya azizlerle otur, günahkârlarla gir yatağa.»
Puritanların insan doğasının bedensel yanını tümüyle bastırmakta başarılı olamadıklarını göstermektedir bu durum. Seksten esirgediklerini boğazlarına vermektedirler. Oburluk katolik kilisesi tarafından yedi ölümcül günahtan biri olarak kabul edilmektedir. Dante oburları cehennemin en dibine atmıştır ama bir yanıyla da muğlak bir günahtır oburluk, zira hangi noktaya kadar yemenin hak olduğunu ve suçun hangi noktadan başladığını belirlemek zordur. Besleyici olmayan bir şey yemek günah mıdır? O halde yediğimiz her tuzlu bademle boyumuzca günaha batmaktayız. Bu görüşler bugün çağdışıdır. Obur birisini görür görmez tanır, onu pek sevimli bulmayız ama günahkâr olmakla pek az suçlarız. Buna rağmen yoksulluğun acısını çekmeyenler arasında yemeğe kafasını takana çok az rastlanır. Birçok kişi iki yemek arasında başka şeyler düşünürler. Çileci felsefeye bağlananlar kendilerini yiyebilecekleri en az yemeğin dışındaki herşeyden yoksun bırakırlar, düşlerindeyse ziyafet sofraları, türlü türlü yemişler görürler. Balina yağı rejimi yapmak zorunda kalan Antartika kâşifleri Carlton’da yiyecekleri akşam yemeğinin planlarını yapmakla geçirirler günlerini.
Bu gerçekler göstermektedir ki eğer cinsiyetin bir saplantı olması istenmiyorsa ona Thebai rahiplerinin yiyeceğe baktığı gibi değil ahlakçıların yiyeceğe baktığı gibi bakmak gereklidir. Seks yemek içmek gibi doğal insan gereksinimlerinden biridir. İnsanoğlunun yemeden içmeden yaşayamıyacağı ama seks yapmadan yaşayabileceği bir gerçektir. Ama psikolojik olarak sekse duyulan istek, yemeğe içmeye olan isteğin tepkisidir. Bu istek karşılanmadığı zaman hızla büyür, karşılandığında ise bir süre yatışır. İstek dayanılmaz hale geldiğinde insanın kafasında cinsiyet dışındaki tüm dünya silinir. O anda dışta kalan tüm ilgiler yok olur ve daha sonra suçluluk duyulacak olan o andaki hareketlere delilik gözüyle bakılır. Bunun da ötesinde istek tıpkı yemek ve içmekte olduğu gibi, konulan yasaklarla daha da kabarır. Kahvaltıda önlerine konulan olgun elmaları yemeyip bahçeden ham elmaları çalan çocuklar tanırım. Amerika’da hali vakti yerinde olanlar arasındaki içki düşkünlüğünün yirmi yıl öncesinden çok daha yaygın olduğunu yadsıyacak İliç kimse yoktur. Aynı şekilde, Hıristiyan öğretisi ve Hıristiyan oteritesi cinsiyete olan ilgiyi kamçılamıştır. Geleneksel öğretinin sınırlarını aşan ilk kuşak, cinsel özgürlük sorununda görüşleri boş inançların olumlu ya da olumsuz etkisinde kalmamış kişilerden çok daha ileri giderler. Seks konusundaki saplantıları özgürlük dışında hiçbir şey engelleyemez. Özgürlükte bu etkisini cinsel sorunlara akıllıca yaklaşan bir eğitimle bütünleşip olağan bir bale gelmedikçe bunu başaramaz. Gene de gereksiz yere seksle uğraşmanın bela getireceğini bir kez daha tekrarlamak istiyorum. Ama bu bela özellikle Amerika’da karşıtları gibi gördüklerinin yanlış olduklarına inanmaya hazır katı ahlakçılar arasında bir hayli yaygınlaşmıştır. Ufuklarım kendi istekleriyle ya doygunluk ya da inzivadan yana sınırlamış oburlar, şehvet düşkünleri ve çileciler kendi içlerine kapalı kişilerdir. Aklı ve sağlığı yerinde hiç kimse ilgi alanının merkezi kendi kendini yapmaz. Fırdolayı dünyaya bakıp kendisine ilgisini çekecek nesneler bulur. İçedönüklük bazılarının sandığı gibi ahlak dışı insanların doğal yapısı değildir. Bu hemen her zaman doğal içtepilere direnmeden kaynaklanan bir hastalıktır. Tıpkı yiyecek istif eden kişinin bir zamanlar yoksulluk çekmiş ya da aç kalmış olması gibi şehvet düşkünlüğü da cinsel haz düşüncesinin başarısızlığı üzerine oturmuş bir tür yoksunluktur. Sağlıklı, dışadönük erkek ve kadınlar doğal içtepilere direnilerek sağlanamaz, aksine içtepilerin eşit ve dengeli gelişmesi mutlu yaşam için temeldir.
Cinsiyete bakışımızda, yemek yemeğe bakışımızdan daha fazla ahlaküik ve kendi kendini sınırlama olmamalıdır. Yemeğe bakışımızda üç tür sınırlayıcı vardır, bunlar, yasalar, koşullar ve sağlıktır. Yiyecek çalmayı, ortak sofrada payımıza düşenden fazlasını almayı ve bizi hasta edecek kadar çok yemeyi yanlış buluruz. Cinsiyet söz konusu olduğunda benzer sınırlandırmalar temel alınmalıdır, fakat getirilen bu kısıtlamalar çok daha karmaşık ve çok daha fazla özdenetim gerektirir. Ayrıca herhangi bir insan bir diğerinin malı olamayacağına göre, hırsızlığa koşut düşen edim zina değil zorla ırza geçmedir ki yakalarca kesinlikle yasaklanmalıdır. Sağlığa ilişkin doğan sorun fahişelerden söz ederken değindiğimiz zührevi hastalık kapmakla ilişkindir. Aslında ilacı bir yana koyarsak, bu beladan kurtulmanın en iyi yolu meslekten orospuların sayısını azaltmaktır ve böylece yarının büyükleri olacak olan gençler arasında özgürlüğün sınırlarının genişlemesinde bu azaltmanın olumlu katkısı olacaktır.
Kapsamlı bir cinsel ethik sekse sadece doğal bir açlık ve tehlike kaynağı olarak bakmaz. Bunların her ikisi de önemlidir ama cinsiyetin insan yaşamının en yüce yanlarına bağlı olduğunu unutmamak, çok daha önemlidir. Bu yüce yanlardan önde gelen üçü, duygusal aşk, evlilikte mutluluk ve sanattır. Sanatın cinsiyetten bağımsız bir şey olduğuna ilişkin savın savunucuları bugün dünkünden çok dahi azdır. Açıkça ortadadır ki her türlü estetik yaratıcılığa yönelik içtepi psikolojik olarak karşı cinse duyulan isteği belirtmeye bağlıdır. Bunun doğrudan ve apaçık olması gerekmez.
Cinsel tepinin sanatsal ifadelere yol açabilmesi için bir dolu koşul gereklidir. Bir kere sanatsal yeteneğin olması gereklidir ama sanatsal yetenek veri bir ırkta bile bazen nadir bazen yaygın olarak ortaya çıkmaktadır. Doğuştan var olan yeteneğe karşıt bir çevre, sanatsal tepinin gelişmesinde önemli rol oynar. Özgürlüğün belli türü bulunmalıdır. Bu sanatçıyı ödüllendiren değil sanatçıyı estetik anlayış ve zevkten yoksun bir kişi haline getiren alışkanlıklar kazandıran zorlama ve yönlendirmelerin bulunmadığı bir özgürlüktür. II. Julius, Michelangelo’ya baskı yaparken sözünü ettiğimiz sanatçının gereksindiği özgürlükle hiçbir şekilde çatışmıyordu. Michelangelo’yu önemli kişi olarak kabul ettiği için ona müdahale ediyor, derecesi Papalığın altında olan herhangi bir yerden ona yönelik hiçbir karşı çıkışa izin vermiyordu. Gene de sanatçı zengin patron ya da kent yöneticilerinin önünde bel kırmaya zorlanıp onların estetik ölçütlerine uygun çalışırsa, sanatçı özgürlüğü yiter. Benzer biçimde eğer sanatçı toplumsal ve ekonomik korkularla çekilmez hale gelen evliliği sürdürmeye zorlanırsa sanatçı yaratıcılığının gereksindiği güç yok olur. Geleneksel olarak iffete düşkün toplumlar gelişkin bir sanat olayı üretemezler. İnsanlar İdaho’ da olduğu gibi kısırlaştırılmış olurlar. Günümüzde Amerika sanatsal değerlerini Avrupa’dan ithal etmektedir ama bu arada Avrupa’nın Amerikalılaşması daha henüz özgürlüklerin varlığını sürdürmesinden dolayı zencilere yönelmeyi zorunlu kılmaktadır. Sanatın en son yurdu Yukarı Kongo dolaylarında bir yer, burası da olmazsa Tibet’in yukarları olacak gibi gözükmektedir. Fakat Amerika’da yabancı sanatçıların kaçınılmaz bir şekilde sanatsal yok oluşlarını hazırlayan ölçüsüz ödüllendirme de nihai tükenişi daha fazla erteleyemeyecektir. Sanatın geçmişte yaşamanın tadı olmasından kaynaklanan yaygın bir yapısı vardı. Yaşamanın tadı olması aslında cinsiyete ilişkin belli bir kendiliğindenliğe dayanmasından gelmektedir. Cinsiyetin baskı altında tutulduğu yerlerde geriye sadece çalışmak kalmaktadır ve sadece çalışmak aşkına evliya gibi çalışmak, ortaya değeri olan hiçbir iş çıkartmaz. Tabii ki birilerinin Amerika’da gerçekleşen cinsel eylemlerin günlük istatistik! sınırlamasını yapmasından söz etmiyorum, bu eylemlerin kişi başına düşen tutarı tüm diğer ülkelerden çok daha fazla olabilir. Durumun gerçekten de böyle olup olmadığım bilmiyorum ve bunu hiçbir şekilde de yadsımaktan yana değilim. Geleneksel ahlakçıların en büyük hatalarından biri de daha kolayca hırpalayabilmek için cinsiyeti, cinsel eyleme indirgemeleridir. Eğer eyleme yönelten içtepi duyulursa, kur yapma, sevme ve arkadaşlık yeşerir. Bu doygunluk olmadan her an şahlanmaya hazır bir bedensel açlık söz konusuyken, düşünsel açlığı azaltmak mümkün değildir ve derin bir doygunluk elde etmek olanaksızdır. Sanatçıların gereksindikleri cinsel özgürlük herhangi bir kadınla bedensel ihtiyaçlarını karşılama değil sevebilme özgürlüğüdür ve her şeyden önce bu özgürlük gelenekçi ahlak çılarca kabul edilebilecek bir şey değildir. Eğer dünya Amerikalılaştırıldıktan sonra sanat yeniden canlanacaksa Amerika’nın da değişmesi zorunludur. Amerikalı ahlakçılarınsa daha az ahlaksız olmaları kısaca her ikisinin de cinsiyete daha fazla değer verip, neşeli olmayı banka hesabının önüne koymaları gerekecektir. Amerika’yı dolaşan birisine neşe eksikliği kadar hiçbir şey acı veremez. Mutluluk, o anı unutturan içki alemleri ve kendi kendinden geçmedir. Balkanlar’ da ya da Polonya’da her çalgı sesiyle dansa kalkanların torunları bugün, sandalyelerine yapıştırılmış gibi oturup, büyük bir ciddiyet, önem ve duyarsızlık içinde daktilo yazıp, telefonlara cevap vermektedirler. Akşamları içkiye ve farklı bir gürültüye sığınarak mutluluğu yakaladıklarını sanmaktadırlar. Oysa sadece insanoğlunun bedenine hizmet edip ruhunu köleleştirmekte kullanılan paranın kazanıldıkça kendini yeniden doğuruşunun umutsuz aynılığında çılgınca ama kırık dökük bir kayıtsızlık bulmaktalar.
İnsan yaşamında mükemmel ne varsa tümü cinsiyete bağlıdır demek istemiyorum. Ayrıca böyle bir şeye de inanmamaktayım. Ben ne pratik ne kuramsal olarak bilimi ne de önemli toplumsal ve siyasal etkinlikleri cinsiyete bağlı olarak görmemekteyim. Yetişkinlerin yaşamındaki karmaşık isteklere yol açan içtepiler birkaç ana başlıkta toplanabilir. Kendilerini korumak için gerekli olanın dışında iktidar, cinsiyet ve anababalık insan yaşamındaki birçok derin kaynağı olarak ele alınabilir. Bu üçü içinde iktidar ilk başlayan ve en son bitendir. Küçükken iktidar gücüne çok az sahip olan çocuk daha fazlasını edinme peşinde koşar. Faaliyetlerinin büyük bir bölümü aslında bu istekten kaynaklanır. Bir diğer belirleyici istek de el üstünde tutulmaktır — övülme arzusu ve terk edilme ya da suçlanma korkusu —. Onu toplumsal kisi yapan ve ona toplum içinde yaşamak için erdemli olma gerekliliğini aşılayan bu gururdur. Her ne kadar kuramsal olarak ayrıştırılsa da gurur cinsiyetle sıkıca kaynaşmıştır. Buna rağmen iktidar tutkusunun cinsiyetle çok az bağlantısı vardır. Çocuğu derslerine çalıştırtıp, vücudunu geliştirmek için çabalamaya iten, gurur kadar iktidar tutkusudur da. Bana göre araştırma ve bilgi peşinde koşmaya iktidar tutkusunun bir parçası olarak bakılmalıdır. Buna göre biyolojinin bir kaç dalı ve psikoloji dışında bilimin cinsel duyguların etki alanı dışında olduğu kabul edilmelidir. İmparator II. Frederick artık yaşamadığına göre bu görüş ister istemez bir varsayım olarak kalacaktır. Eğer bugün hayatta olsaydı hiç kuşkusuz seçkin bir matematikçiyi ve başarılı bir besteciyi iğdiş ederek bunun onların yapıtları üzerindeki etkisini gözlemeye çalışırdı. Bence bu işlem matematikçide hiçbir iz bırakmaz ama bestecinin üzerinde ciddi etkisi olacaktır. Bilgi peşinde koşmayı insan doğasının en önemli öğelerinden biri olarak ele aldığımızda, eğer yanılmıyorsak, son derece önemli bir faaliyet alanı cinsiyetin egemenliğinin dışında demektir.
Aynı zamanda iktidar, kelimenin geniş anlamıyla, birçok siyasal faaliyetin itici gücüdür. Büyük bir devlet adamının kamunun çıkarlarına kayıtsız kalabileceğini söylemek istemi 190 yorum, tam tersine onda anababalık duygusunun son derece gelişmiş olduğu kanısındayım. Fakat aynı zamanda onda önemli ölçüde iktidar tutkusu yoksa siyasal girişimlerde başarılı olması için gerekli çalışmayı gösteremez. Devlet işleriyle uğraşan tanıdığım bir dolu üstün zekalı kişi önemli ölçüde hırslı olmadıkları sürece amaçlarını gerçekleştirmekte pek başarılı olamamışlardır. Abraham Lincoln oldukça zor koşullarda kendisine direnen iki inatçı senatöre karşı yaptığı konuşmaya «Ben ABD başkanıyım ve büyük yetkilerle donatılmışım,» diye başlayıp aynı sözlerle bitirmiştir. Bu gerçeği dile getirirken aldığı taddan kuşku duymak imkansız. İyi ya da kötü tüm siyasetlerde ekonomik güdüyle iktidar sevdası iki ana güçtür. Bence siyaseti Freud’un ilkeleriyle açıklama eğilimi yanlıştır.
Eğer söylediklerimiz gerçekse, sanatçıların dışındaki birçok büyük adam önemli faaliyetlerini cinsiyetle bağlantısı olmayan bir güdüyle gerçekleştirmişlerdir. Eğer bu faaliyetler kazandıkları saygınlık içinde süregeleceklerse cinsiyetin insanın geri kalan duygusal ve coşkulu dünyasını karartmaması gereklidir. Dünyayı kavramak ve onu dönüştürmek ilerlemenin iki büyük motorudur ve bunlar olmadan bir toplum olduğu yerde sayar ya da gerisin geriye sürüklenir. Tümüyle mükemmelleşmiş bir mutluluk da bilimsel ve dönüştürücü içtepileri zayıflatır. Birçok insan yaşadığımız dünyanın sıkıntılarından soyut işlere sıvanarak kurtulmak istemektedir. Yeterli gücü olan bir adam için acı, değerli bir uyarıcı olabilir ve bence eğer tam anlamıyla mutlu olduğumuzda, daha fazla mutlu olmak için çaba harcamayız. Bu arada birilerinin insanları verimli kılmak için onlara acı vermeyi iş edinmelerini onaylamamaktayım. Acı insanların yüzde 99’unu tümüyle ezer geçer. Yüzde birindeyse insanlığın miras aldığı doğal şoklara inanmak gerekmektedir. Ölüm var oldukça keder de var olacaktır. Ve keder var oldukça insanoğlunun işi, bunu nasıl değiştireceğini bilen pek az hevesliye rağmen kederi çoğaltmak değildir.

SONUÇ

İncelememiz boyunca birtakım tarihi ve ethik sonuçlara vardık. Tarihsel olarak uygar toplumlarda var olduğu biçimiyle cinsel ahlakın oldukça farklı iki kaynaktan, babalığı belirleme arzusuyla dölü sürdürme dışında, seksin aşağılık olduğuna ilişkin çileci inançtan çıktığını bulduk. Hıristiyanlık öncesi ve halen günümüzde çileciliğin çıktığı ve yayıldığı İran ve Hindistan dışında kalan Uzak Doğu’da ahlak, sadece birinci kaynağı içermektedir. Elbette babalıkdan emin olma isteği üremede erkeğin rolünü bilmeyen geri toplumlar için sözkonusu değildi. Bunların arasında her ne kadar erkeğin kıskançlığı dişiye belli sınırlandırmalar getiriyorduysa da daha önceki babaerkil toplumlardan çok daha özgürdü. Geçiş evresinde belli sürtüşmelerin yer almış olması kesin. Ve hiç şüphe yok ki kendilerinden olan çocukların babası olmak isteyen erkekler kadınların özgürlüklerine kısıtlamalar getirmeyi gerekli görmekteydiler. Bu evrede cinsel ahlak sadece kadınları kapsamaktaydı. Erkek evli bir kadınla cinsel ilişkide bulunmanın dışında tümüyle özgürdü.
Hıristiyanlıkla yeni bir unsur günahı engelleme, işin içine karıştı. Ve böylece ahlak ölçüleri kuramsal olarak kadınlar kadar erkekleri de kapsamı içine aldı. Ne var ki bu kuramı erkeklere uygulamanın güçlüğü erkeklerin konulan ilkeleri çiğnemelerine kadınlardan çok daha hoşgörüyle bakılmasını getirdi. İlk cinsel ahlakın, bebeğin ilk yıllarında annebabanın bir tanesi değil her ikisi tarafından beraberce korunmasını içeren kesin bir yaşamsal amacı vardı. Bu amaç Hıristiyan kuramında yitmişse de uygulamada süregelmektedir.
Oldukça yakın dönemlerde Hıristiyan ve Hıristiyanlık öncesi cinsel ahlakı her ikisinin de değişime uğradığına ilişkin belirtiler bulunmaktadır. Hıristiyanlık dinsel tutuculuğun çözülmesi ve hâlâ inançlı olanlar arasında bile inancın etkisinin azalmış bulunması nedeniyle eski önemini sürdürmemektedir. Bu yüzyılda doğan kadın ve erkekler her ne kadar eski davranışlara yönelirlerse de büyük bir bölümü evlilik dışı cinsel ilişkinin günah olduğuna inanmamaktadırlar. Cinsel ahlaktaki Hıristiyanlık öncesi unsurlara gelince bunları daha önce bir etmen değişime uğratmıştı, şimdi bir başka etmen tarafından da değiştirilme süreci içindeler. Bu etmenlerden birincisi gebe kalmadan cinsel birleşmeye olanak tanıyan ve kadınların, eğer evli değillerse hamilelikten korunmalarını eğer evliyseler, sadece kocalarından çocuk yapmalarını sağlayarak her iki durumda da onların iffetlerinin lekelenmesini engelleyen gebeliği engelleyici nesnelerdir. Bu süreç henüz tamamlanmış değil, çünkü henüz gebelik önleyici nesneler yeterince güven verici değil, ama bence güven kazanması pek uzun süre almayacak. Bu durumda kadının evlilik dışı cinsel ilişkide bulunmasına yasak getirmeden de babalığın güven altına alınması sağlanmış olacaktır. Kadınların kocalarını aldatabilecekleri öne sürülebilir ama eskiden de kadınların kocalarını aldatabilmeleri her zaman söz konusuydu. Ayrıca aldatma etmeni, coşkuyla sevilen biriyle yatıp yatmama sorununun yanında hafif kalmaktadır. Böylece babalığa ilişkin aldatmaya, eskinin evlilik dışı ilişkiyle gerçekleştirilen aldatmasından çok daha az rastlanacağını kabul edebiliriz. Bu yeni durumda kocalar kıskançlıklarını yeni koşullara uydurmalı, ancak karıları çocuklarına bir başka erkek seçtiğinde kıskançlıkları kabar malıdır. Doğuda erkekler her zaman harem ağalarına belli özgürlükler tanımışlardır ki Avrupalı erkeklerin birçoğu buna tepki duyarlar. Doğulu erkekler harem ağalarına hoşgörülü davranırlar çünkü babalıktan yana bir kuşkuları yoktur. Aynı hoşgörü, gebelik önleyici nesnelerin kullanılmasıyla birlikte gelen özgürlüklere de kolayca uygulanabilir.
Böylece anababalı aile, geçmişte olduğu gibi kadından erkeksiz kalmasını istemeden, gelecekte de yaşayabilir. Bununla birlikte ikinci etmenin cinsel ahlakın uğradığı değişimlerde çok daha uzun erimli etkileri vardır. Bu, çocuğun bakım ve eğitiminde devletin payının artmasıdır. Bu etmen Amerika'dan çok Avrupa’da etkin olmakta ve ağırlıklı emekçi sınıflara dokunmaktadır ve devletin babanın yerini alması ne kadar endişe doğurursa doğursun eninde sonunda nüfusun tümünü kapsayacaktır. İnsan ailelerinde olduğu gibi hayvan ailelerinde de babanın rolü bakım ve korunmayı sağlamaktır. Fakat çağdaş toplumlarda koruma polis tarafından gerçekleştirilmekte, bakımsa şimdi toplumun yoksul katmanlarına yapıldığı gibi tümüyle devlet tarafından üstlenilebilir. Eğer bu gerçekleşirse babanın yerine getirebileceği herhangi bir belirgin iş kalmamaktadır. Anneye gelince iki olasılık söz konusu. Ya çalıştığı işine devam eder ve çocuğuna bir kurum bakar, ya da elverirse çocuğu küçükken ona bakması için devletten para alır. Eğer ikinci yol benimsenirse namuslu olmayan kadına yapılan ödeme kesileceği için geleneksel ahlakın desteklenmesinde bir süre için kullanılabilir. Ama ödemeden yoksun bırakılırsa çocuklarına çalışmadan bakamayacağı için onları bir kuruma bırakmak zorunda kalacaktır. Böylece anababası zengin olmayan çocukların bakımında ekonomik güçlerin işleyişi babanın elenmesini doğurabileceği gibi büyük ölçüde anneyi de dışta bırakacaktır. Bu gerçekleşirse geleneksel ahlaka ilişkin tüm geleneksel nedenler yitecek ve yeni ahlak için yeni nedenler bulunacaktır.
Eğer ailenin parçalanması gerçekleşirse kanımca bu pek sevinilecek bir şey değil. Çocuk için anne baba sevgisi önemlidir ve eğer kurumlar geniş ölçüde yaygınlık kazanırsa kuşkusuz son derece resmi ve sert olacaklardır. Farklı aile çevrelerinin farklı etkileri ortadan kalkınca son derece berbat bir yeknesaklık egemen olacaktır. Ve enternasyonal bir devlet öncelikle oluşturulmadıkça ayrı ulusların çocuklarına yurtseverliğin hastalıklı biçimi aşılanacak ve büyüdükleri zaman bunlar büyük bir olasılıkla birbirlerini yiyeceklerdir.
Ayrıca enternasyonal bir devlet' nüfus açısından da gereksinim doğmaktadır, aksi halde milliyetçiler nüfusun gerekenden fazla artmasını teşvik edecekler ve tıb ile sağlık bilgisinin gelişmesi nedeniyle nüfusun fazlasını eritecek tek yol olarak savaş kalacaktır.
Sosyolojik sorunların çoğunlukla karmaşık ve zor olmalarına karşın bence bireysel sorunlar oldukça basittir. Cinsiyete bir takım günahlar bulaştıran öğreti bireyin kişiliğine sayısız kötülüğü dokunmuştur — yaptığı bu kötülük çocukluğundan başlar tüm yaşamı boyunca sürer—. Cinsel aşkı baskı altında tutan geleneksel ahlak tüm diğer arkadaşça duygulan da hapsetmiş ve insanları daha az eli açık, daha az nazik ve daha çok kendine yontan ve gaddar yapmıştır. Sonunda benimsenecek olan hangi cinsel ahlak olursa olsun boş inançlardan kurtulmalı, açık ve kabul edilebilir temele dayanmalıdır. Bilimsel araştırma, spor, iş ya da diğer insan faaliyetleri gibi cinsiyet de ethiksiz yapamaz. Toplumda bizimkinden farklı eğitim görmemiş kişilerce konulan ilkel yasaklara dayanılması durumunda bir ethike gereksinim duyulmayabilir. Ekonomi ve siyasette olduğu gibi cinsiyette de ethikimize hâlâ çağdaş buluşların mantık dışı kıldığı korkular hakimdir ve bu buluşlardan sağlayacağımız yararın önemli bir miktarını onlara psikolojik uyumu sağlayamadığımız için yitirmekteyiz.
Bir eski sistemden yeni bir sisteme geçişte, tüm geçişlerde olduğu gibi kendine has güçlüklerin ortaya çıkacağı doğrudur. Herhangi bir ethikal yenilikten yana olanlar kaçınılmaz olarak tıpkı Sokrat gibi gençliği bozmakla suçlanmaktadırlar. Bu suçlamalar yeni ethikin telkin ettikleri bütünüyle kabul edildiğinde değiştirmek istedikleri eski ethik den çok daha iyi bir yaşama biçimine neden olsa bile her zaman tümüyle boşuna yapılmış değildir. Hz. Muhammed’in Doğu'sunu bilen herkes, günde beş kez ibadet etmenin bir yana bırakılmasını savunanların, çok daha önem verdiğimiz diğer ahlak kurallarına saygıyı da bıraktıklarını söylemektedirler. Cinsel ahlakta bir değişiklik amaçlayan kişi bu anlamda yanlış anlaşılabilmeye uygundur ve ben söylediğim şeylerin bazı okuyucular tarafından yanlış yorumlanacağını biliyorum.
Yeni ahlakın gelenekçi puritinizmin geleneksel ahlakından ayrılan genel ilkesi şudur: biz içgüdünün engellenmesi yerine eğitilmesinden yanayız. Genel olarak ifade ettiğimizde bu görüş çağdaş kadın ve erkekler arasında geniş bir kabul görmüştür. Ama bu görüşü benimsemenin genç yaşlarda tüm yanlarıyla gerçekleşip uygulanması gerekmektedir. Eğer çocuklarda içgüdü eğitilmek yerine sınırlandırılırsa bunun izleri yaşamın geri kalan bölümünde de görülmesi sonucunu yaratabilir, çünkü yaşamın ilk yıllarındaki sınırlandırmalar son derece kötü istenmeyen biçimlere dönüşmektedir. Yetişkinlere ya da delikanlılara önerdiğim ahlakta «İçtepilerinizi izleyin ve aklınıza gelen herşeyi yapın,» demiyorum. Yaşamda bir tutarlılık olmalı, sonuca yönelik, ama yaran hemen elde edilmeyen ve her evresinde çekici gelmeyebilen sürekli çabalar gerçekleştirilmelidir. Başkaları da düşünülmeli, dürüstlüğe mihenk belli ölçüler olmalıdır. Gene de öz denetimi bir amaç olarak almıyor, ayrıca kurum ve ahlaksal törelerimizin de öz denetime duyulan gereksinimi en çok yerine en aza indirmesini diliyorum. Öz denetimin uygulanması trenin fren yapmasına benzer. Kendini yanlış yöne giderken bulduğunda yararlıdır ama yönün doğruysa baştan ayağa yanlıştır. Hiç kimsenin trenin yoluna sürekli fren yaparak devam etmesini savunabileceğini sanmıyorum. Aynı şekilde zorla öz denetim alışkanlığı da yararlı faaliyetlerde kullanılabilecek gücümüz üzerinde zedeleyici etkide bulunur. Öz denetim bu güçlerin dışa yönelik faaliyetlerde kullanılması yerine içerde harcanmasına neden olur, bundan ötürü bazen gerekli olsa bile her zaman istenmeyen bir şeydir.
Yaşamda gerekli olan öz denetim derecesi içgüdünün ilk eğitimine bağlıdır. Çocukta ortaya çıkan iç güdüler, tıpkı lokomotifi yolunda tutan ya da raydan çıkaran islim gibi, yararlı ya da zararlı faaliyetlere yöneltebilir. Eğitimin işlevi içgüdüyü yararlı faaliyetlere doğru yönlendirmektir. Eğer bu görev çocukluk yıllarında yeterli biçimde yerine getirilebilirse, kadın ya da erkek birkaç bunalım dışında öz denetime gerek duymaksızın yararlı bir yaşam sürebilirler. Bunun tersi olur da ilk eğitim içgüdülerin sınırlanmasına yol açarsa, ileri yaşlardaki içgüdüsel hareketler bir yanı ile zararlı olacağından sürekli öz denetime gerek duyulacaktır.
Bu genel düşünceler özellikle cinsel içtepilerimize uygulanmaktadır. Çünkü bunlar hem çok güçlüdür hem de geleneksel ahlak bunlarla özel olarak ilgilenmektedir. Birçok geleneğe bağlı ahlakçı, cinsel içtepilerimiz sıkı denetim altında tutulmazsa bunların bayağılaşacağım, anarşik bir hal alacağını, kabalaşacağını düşünmektedirler. Bu görüşün kendilerinin çocukluklarında yaşadıkları ket vurma alışkanlıklarım ileriki yıllarda unutma eğiliminden doğduğuna inanıyorum. Ne var ki böylesi kişilerde yasaklamayı başaramadıkları ilk yasaklar hâlâ işlemektedir.
Vicdan denilen şey düşünsel yargılara karşın kişinin geleneksel yasakların yanlışlığını hissetmesine neden olan ilk gençlikte öğretilen ahlaksal ilkelerin düşünmeden az ya da çok bilinçaltı onaylamasıdır diyebiliriz. Bu kişiliğin kendine karşı ikiye bölünerek içgüdüyle aklın omuz omuza gitmemesini yaratır. Böylece içgüdü soysuzlaşırken akıl gücünü yitirir. Kişi çağdaş dünyada geleneksel öğretiye değişik derecelerde başkaldırı bulabilir. Bunların en yaygını, gençliğinde öğretilen ahlakın doğruluğuna düşünsel olarak inanıp da, yeterince öyle yaşayamadığından gerçek dışı bir üzüntüyle yakınanlardır. Böylesi kişiler için söylenecek pek bir şey yoktur. Onun için en iyisi ya yaşamım ya da inançlarını aralarında bir denge olacak biçimde değiştirmemesidir. Bunlardan sonra çocukluğunda öğretilen şeyleri usu, bilinçli olarak yadsıyan fakat bilinçaltı bütünüyle benimseyen kişiler gelir. Böylesi kişiler herhangi bir güçlü duygusal gerilim altında, özellikle korku, davranış çizgisini birden değiştiriverirler. Ciddi bir hastalık ya da bir deprem onda pişmanlık yaratarak düşünsel yargılarını atıp çocukluğundaki inançlarının kabarmasına neden olabilir. Hatta normal zamanlarda bile davranışları ölçülüdür ve kendine koyduğu bu sınırlamalar olumsuz biçimler alabilir. Bu sınırlamaları onu geleneksel ahlakça suçlanan biçimde hareket etmekten korumaz fakat bunları iç rahatlığı ile gerçekleştirmesini engeller ve hareketlerini değerli kılacak bir takım unsurların yitmesine neden olur. Eski ahlak yasasının yerine yenisinin konulması. sadece kafanızla değil tüm benliğinizle kabul edilmedikçe bütünüyle başardı olamaz. Çocukluklarında eski ahlakla büyüyen birçok kişi için bu çok güçtür. Bu nedenle yeni bir ahlakı ilk eğitimde uygulamadan bütünüyle yargılamak imkânsızdır.
Cinsel ahlak varılacak sonuçlara büyük itirazlar olsa bile geniş bir onay alacak belli yaygın ilkelerden çıkarılmalıdır. Burada üzerinde durulacak ilk şey, her iki eşin de tüm kişiliğini kucaklayan ve her ikisini de zenginleştirip yücelten o derin ve ciddi aşktan kadın ve erkekte olabildiğince çok bulunmasıdır. İkinci önemli şey çocukların ruhsal ve bedensel bakımının yeterli şekilde sağlanmasıdır. Bu ilkelerin her ikisinde de şaşkınlık yaratacak bir şey yok ayrıca bu iki ilkeden kalkılarak geleneksel yasada belli değişikliklerin yapılmasını savunuyorum. Birçok kadın ve erkek şimdiki durumda evliliğe taşıdıkları aşkta içten ve eli açık değildirler. İlk yıllarda yasaklarla daha az sınırlandırılsalardı böyle olmazdı. Ya daha önceden edindikleri eğilimler yok ya da bu deneyimleri kacak ve olumsuz yollarda ediniyorlar. Daha da öte kıskançlık ahlakçılarca cezalandırılacak bir şey olmasına karşın gene de birbirlerini karşılıklı zindanda tutuyorlar. Elbette karı ve kocanın birbirlerini aldatmayacak kadar çok sevmeleri pek güzel bir şey ama bundan daha güzel olan aldatma eğer gerçekleşirse bir felaket olarak düşünülmemesi ve diğer cinsle arkadaşlığı engelleyecek düzeye çıkarılmamasıdır. Özgürlüğe karşılıklı kısıtlamalar getirmekle, yasalarla ve korkuyla güzel bir yaşam sağlanamaz. Tüm bunlar söz konusu olmadan bir bağlılık sağlanırsa iyi, ama bunlara yüksek bir fatura ödemek yerine biraz fedakârlıkta bulunup arasıra gerçekleşecek kaçamaklara karşılıklı hoşgörü göstermek daha iyi. Hiç kuşku yok ki bedensel bağlılık olduğu durumlarda bile karşılıklı kıskançlık evlilikte mutsuzluk yaratır. Oysa derin güçlü ve sürekli bir sevgiye duyulan güven bu sonucu doğurmaz.
Kendini erdemli sayan birçok anababanın çocuklarına karşı yükümlülüklerini hafife almalarını doğru bulmuyorum. Bugünkü veri sistemde iki büyüklü (ebeveyn) ailede çocuk olur olmaz her ikisinin de görevi evliliği ellerinden geldiğince dengeli kılmak için çaba harcamaktır, bu bir öz denetim gerektirse bile. Fakat buradaki öz denetim gelenekçi ahlakçıların öne sürdüğü gibi aldatmaya yönelik tüm içtepileri dizginlemeyi içermemekte, kıskançlık, öfkelenme, buyuruculuk gibi içtepileri içermektedir. Hiç şüphesiz anababa arasındaki sık sık yapılan ciddi tartışmalar çocukta sinir bozukluklarına neden olur. Bu nedenle böylesi tartışmaları engelleyecek ne varsa o yapılmalıdır. Bunun yanında eşlerden biri ya da her ikisi öz denetimi başaramayıp anlaşmazlıkları çocuklardan gizlemiyorlarsa evliliğin sona ermesi çok daha iyidir. Evliliğin bozulması her zaman çocuk için karşılaşabileceği en kötü şey değildir, aslında huzursuz evlerde çocuğun karşılaştığı, bağırıp çağırmalardan, kötü suçlamalardan hatta kaba kuvvet kullanma gibi şeylerden çok daha iyidir.
Daha fazla özgürlüğün aklıselim sahibi savunucusu dileklerinin, yetişkinleri hatta delikanlıları tüm ahlakçıların onlara verdiği eski kısıtlayıcı ilkelerden arındırıp içtepilerini başıboş bırakarak bir anda başarıya ulaşamayacağını bilir. Bu gerekli bir evredir, aksi halde bunlar aynı berbatlıkta onların çocuklarına da geçecektir, ama yalnızca bir evredir. Aklı başında bir özgürlük ilk yıllarda öğrenilebilir aksi halde bütün kişiliği saran değil yüzeysel, ayağı yerden kesik bir özgürlük sağlanabilir. Saçma sapan içtepiler bedensel aşırılıklara neden olurken ruh prangaya vurulmuş olarak kalıyor.
En baştan adam gibi eğitilmiş içgüdü, Kalvinistik ilk günah eğitiminden çok daha iyi sonuç verir, fakat bu eğitimin kötü etkilerine bir kez izin verildi mi sonraki yıllarda bu eğilimi silmek oldukça güç olacaktır. Psikoanalizin dünyamıza sağladığı yaraların en önemlisi ilk çocuklukta konulan yasakların kötü etkilerini sergilemesidir ve kötü etkileri silmek uzun bir psikoanalitik tedavi gerektirir. Bu sadece herkesin görebildiği sinir hastalan için söz konusu değildir. Aynı zamanda son derece normal görünen kişiler için de geçerlidir. Yaşamlarının ilk yıllarında gelenekçi eğitim gören her on kişiden dokuzu bence evliliğe ve cinsiyete karşı genel olarak aklı başında bir tutum takınmayacak hale getirilmektedir. Benim en iyi dediğim tutum ve davranışlar bu kişilerce imkânsız diye geri çevrilmiştir. Yapılabilecek en doğru şey onlara uğradıkları yıkımları anlatmak ve çocuklarının aynı zarara uğramamaları doğrultusunda onları ikaz etmektir.
Her şeye izin veren bir öğreti öne sürmek istemiyorum, benim öğretim de tamı tamına geleneksel öğretinin gereksindiği kadar öz denetim istemektedir. Fakat buradaki öz denetim kişinin kendi özgürlüğüne sınır koyması değil, başkalarının özgürlüklerine karışmaktan kendini sınırlamasıdır.
Bence bu amaca yönelik doğru bir eğitimle işe başlanırsa başkalarının kişiliğine ve özgürlüğüne saygı kolayca sağlanabilir. Fakat birçoğumuz gibi erdem adına başkalarının hareketlerine karşı çıkma hakkına sahip olduğumuz inancıyla yetişen kişilerin kuşkusuz zulmün bu sevimli biçiminden kurtulmaları oldukça zor, hatta imkânsız. Buradan küçüklüklerinde daha az baskıcı ahlakla yetişenler için de olanaksız olacağı sonucu çıkartılmamalıdır. İyi evliliğin özünde eşlerin birbirlerine saygı göstermekle, bedensel, düşünsel ve ruhsal derin içtenlik vardır ki bu kadın ve erkek arasında tüm insan edimlerinin en verimlisi olan aşkı yaratır. Böylesi aşk tüm büyük ve değerli şeyler gibi kendi özel ahlakını gereksinir ve çoğunlukla bazen az, bazen çok bir özveri ister. Ne var ki gerçekleştirilen bu fedakârlık yürekten yapılmazsa aşkın temellerini çökertir.
Sh:184-200

Kaynak: EVLİLİK ve AHLAK Bertrand Russell , [1929. Marriage and Morals. London: George Allen & Unwin.] Türkçesi : Vasıf Eranus , Birinci Baskı Ocak 1983, İstanbul


Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar

Yorumlar