BEN DELİ MİYİM? – Hüseyin Rahmi GÜRPINAR –
| |
Bulursanız muhakkak
“okuyun” romanlarından
Roman,
ana kahramanımız olan Şadan’ın “Ben Deli miyim?” adlı
sorgusuyla başlıyor.
İşte birkaç zamandır beynimi kemiren şüphe: Ben deli
miyim?
Rica ederim gülmeyiniz, iş pek naziktir, şaka
götürmez. Pek az kimse kendine karşı böyle bir şey sormak cesaretim
gösterebilir. Çünkü tımarhaneye kayıtlı olandan Darülfünun profesörlerine kadar
herkes, her şeyden önce kendi akıl ve zekâsının hayranıdır, bütün mukaddes
şeylerden önce buna imanı vardır.
İşte herkesin kendi dâhi oluşuna bu büyük inanışı
illetin derinliğini gösteriyor.
Hey! Kendini akıllı sanan zavallı, kiralık
otomobillerine konan taksiler gibi sana da her saatini, hareketini yazan bir
alet bağlasalar, bazı bazı tımarhanedekileri imrendirecek şeyler yaptığım belki
biraz anlardın.
Komşuda bir oyun havası çalınırken odanın kapısını
örtüp de kendi kendine göbek attığın yok mudur?
Aynanın karşısında suratını eğip bükerek kendini
zevklendiğin hiç olmadı mı?
Daha böyle yapmaktan hoşlandığımız, fakat
kimseye göstermek istemediğimiz birçok tımarhanelik davranışlarımız
vardır.
Demek hepimiz bir parça gizli deliyiz.
” Geçen gün Divanyolu’nda yürürken dilimi
çıkararak caddenin ortasında üç defa zıplamak hevesiyle yüreğim çarptı. Bu pek
sade, fakat delice hareketim kim bilir başıma kaç yüz akıllı toplayacaktı?
Akıllılar delilik seyretmekten niçin bu kadar
hazzediyorlar?
Delilerin iki türlü talihleri vardır. Akıllılara
aykırı düşen ekstra çılgınca atılganlıklarında başarılı olurlarsa «dâhi»
unvanını alırlar, başarılı olmadılar mı doktorların ellerine kalırlar.
Kanlarını kuvvetten düşürecek bakımlarla zayıflattırırlar.
Miskin insan, volkanlı kafalardan fışkıran fikirlerin
ateşine dayanamaz: Bütün dimağları adi, yavaş, sönük, ahmakça fikirlerle
oyalamak ister. Kaynar beyinleri ölçüden yukarı düşündürmemek için din, ahlâk,
edebiyat, sosyoloji sınırları çevrilmiştir. Bu engelleri bir sıçrayışta atlamak
isteyenlerin yakalarına carp (sazan) polis yapışır. Götürüleceğiniz yer ilkin
ya bir mahkeme salonu veya doktor muayenehanesi, sonra ya hapis veya
tımarhanedir.
Suçlu, deli siz misiniz, yoksa bütün insanlık mı?
Bunu, bu işi iyi bilenlerden sorumuz, şöyle hafif bir
gülümsemeden başka cevap alamazsınız.
Bütün insanlığı iyileştirmeye uğraşmaktansa birkaç
kişiyi «suçlu, deli» adlarıyla damgalayıp pencereleri demirli taş yapılar içine
kapamak efendilerin kolayına geliyor.
Şimdi her memleket dört bir yana hürriyet balonları
uçuruyor. İnanma sakın…
Kendi kendine dağ başında bir can yaşayabiliyor musun?
İşte o zaman hürsün. İnsan kardeşlerinden bir teki
yanına geldiği günü hürriyetini kaybedersin.
Hürriyet! Vah zavallı bunu sana kim vaat etti?
Bu oyuncak kelime ile akıllılar acaba daha kaç yıl
oyalanacaklar?
Hürsün, Öyle mi?
Canın ne yapmak istiyor?
Bana söyle… İlkin, arzunu yerine getirecek paran yok.
İkinci olarak kanun, din ve ahlak kitaplarını aç. Her davranışının onlarla
kayıt altına alındığını görürsün. Onlardaki formüllere ayak uydurmadıkça
parmağını kımıldatamazsın. Hele bunu yapayım de, rusva olursun. Hele inan
bakımından, ahlâkça, huyca belirli sınırları bir – iki adım öteye geç,
«hayvan-ı nâtık» (Konuşan canlı) denilen kurt sürüsü seni parçalamak için sivri
dişlerini hemen gösterir. Bu dünyadaki en büyük cinayet onlardan başka
türlü düşünmektir. Herkesin
aksine düşünenler yalnız delilerdir. Onun için,
mutlak hürriyetin gerçek temsilcilerini ve koruyucularını başka insanların arasında
aramak yani iştir.
Canım neler yapmak istiyor. Bana deli diyecekler diye
korkuyorum. Akıllı olmak ne büyük ahmaklık, ne iç yakan bir sıkıntı, Yarabbi!
Neler biliyorum. Söylemesi yasak bu gerçekler içimi
yiyor. Midemi ve sinirlerimi bozan bu yalancı dolmaları yutamadığım için mi ben
akıllılardan fikirce ve işçe ayrılmış oluyorum?
Ara sıra neşter dokundurulmak gerekli bazı cemiyet
yaraları vardır. Karısıyla nasıl yatıp kalktığını bir akıllıdan sorunuz. Herif
hemen kızarır, bozarır. Bu işin, bir üçüncü kişinin bilmesine tahammülü olmayan
işlerden olduğunu size öfkeyle anlatır. Böyle bir sual delinin ise çok
hoşuna gider. Verdiği dekolte tatlı izahatla kendi hiç kızarmadan sizi
utandırır.
Aklın çokluğu düşünülenlerin derinlikleriyle ölçülür.Akıllılar
sözlerini, medeniyet, terbiye, utanma, nezaket, hususî ve umumî çıkar
terazilerinde tartmadıkça söylemezler. Deli, her türlü bağları kırmıştır.
Beyninde çakan şimşeğin kıvılcımları hemen ağzından saçılır.
Akıllılar, kendilerini türlü ikiyüzlülüklerle bağladıktan
sonra Hürriyetlerine engel olmak isteyerek zincirlerin bukağılarını
tımarhanedekiler için kullanırlar.
Birbirini gülerek aldatan dost yüzlü düşman olan bu
sahteci insanların arasında nasıl yaşayacağım.
Ben niçin böyleyim? Başım yanıyor. Ah, bu uykusuzluk!Kâfirlerin
hazreti İsa’ya giydirdikleri işkence tacının bir aynını ben de başımda
taşıyorum. Uçları dimağıma saplanıyor. Beynimde milyonlarca fikirler
kıvılcımlanıyor, birkaç bin şeyi birden düşünüp içinden çıkamayarak
bunalıyorum. Sonra karşıma kara bir sütun dikiliyor. Üzerinde, dilleri dışarıda
bana gülerek aşağı yukarı vıcır vıcır kertenkeleler dolaşıyor. Bu, uyanık iken
görülen bir rüya mı? Yoksa bir delilik hali midir?
Arasıra kulağıma gelen bir seda bana diyor ki:
«Şadan Beyefendi, bu gördüğün şeylerden
ürkme, işlerin içyüzlerini bazı bilmezlere karşı örten perdeyi bazı bazı biz
senin gözlerinden kaldırıyoruz. Sen aralarında yaşadığın insanlardan çok
yüksek, üstün yaratılmış birisin. İleride sana çok ehemmiyetli şeyler apaçık
belli olacak.»
Bu sözler sahi midir?
Yoksa beni aldatıyorlar mı?
Fakat kimler?
Ve ne için aldatıyorlar?
Ben deli miyim, Allahım?
Lâkin deli kendinden şüphelenerek hastalığını en ince
liflerine kadar böyle tel tel araştırır ve bunun üzerine düşünebilir mi?
Buna «şuur» denmez mi?
Şuur ile delilik bir kafada toplanabilir mi?
Biri ötekini kovmaz mı?
Sanıyorum ki bende ikisi de var. Başkalarına, çok kere
de kendime kötülük ediyorum. Fakat bu dünya, delilerden çok akıllıların
kötülüklerine uğramıyor mu?
Bu âlem satranç oyunu değildir. Herkesin kaderi
hesabına kumara girişip de partiyi kaybedenlerin insanlara yaptıkları
kötülükleri düşününüz. Bu atakların işe atılmadan önce âlemi inandırmak için
meydana koydukları teminat, akıl ve zekâlarından başka nedir?
Böylelikle vatandaşlarını aldatanlar mı, yoksa bu pek
tehlikeli vaatlara aldananlar mı daha delidir?
Her iki taraf için aynı hükmü vermekten
sakınmayınız.Bu oyunda en suçsuz kalanlar tımarhaneden sahneyi seyredenler veya
bu oyunun tesiriyle oraya kapatılmış olanlardır.
İradem sakat, tutunacak hiç bir fikir bulamıyorum. Her
şey bana asılsız, hiç bir şeye yaramaz ve gülünç geliyor, öfkeleniyorum,
çırpmıyorum. Elime ne geçerse atıp kırmak, rast geldiğim bütün insanların
suratına:
“Ahmaklar, alçaklar, yalancılar, dolandırıcılar,
hainler, zalimler, Allah dünyayı böyle yaratmış. Düzeltmek bahanesiyle
etrafınızı niçin aldatıyorsunuz.”
Yaratanın eserini hiç yaratılan düzeltebilir mi?
Adam olmak için yüzlerce seneden beri tutunduğunuz
boş, kof fikirlerin çürüklüğünü neden görmek istemiyorsunuz?
Tırnaklarınızın altında kanayan gerçeğin cerahatlerini
niçin meydana saçmıyorsunuz?
Doğruyu söyleyenlere deli diyorsunuz, cehalet ve
ikiyüzlülüğü sayarak susanları akıllı ve tedbirli sayıyorsunuz. Her
iş, yapanın çıkarına bağlı bir dolap. Her şey bir komedya. Bütün
insanlık yalanların dolanların içinde yuvarlanıp gidiyor.”
Dışarıda bir pıtırtı var. İşte annem geliyor. Bu
saf kadının aklına göre, her şeye uymak, çok uslu olmak, bu bozuk düzen dünya
dolabının, içine oturup hiç bir ses çıkarmadan herkesle beraber dönmek hayatta
rahata, ahrette cennete ermek için en sağlam bir yoldur.
Vah zavallı anneciğim, ben senin saflığının karşısında
her budalaca söze:
«Evet, hay hay…» diye diye sinirlerimi bozup bu hale
geldim.
İnsan, ikiyüzlü, sinsi olmadıkça en yakın akrabası ile
bile iyi geçinip yaşayamıyor.
Durmadan aldatmalı, aldanmak, asıl düşüncelerini
yüreğinde gizli tutup karşındakinin hoşuna gidecek şekilde söz söylemeli.
İçindekileri hiç çekinmeden açık söyledin mi seni doğru akıl hastanesine
gönderirler. «Cebir gömleği» giydirdikten sonra sözlerini dinlemeye ta oraya
kadar gelirler. Çünkü Ölüm, insanı hayatın
zilletlerinden kurtardığı gibi delilik de dâhileştirir, ahmak adamlar
sınıfından pek çok yükseltir.
En hikmetli sözler «avam» nazarında manasızdır.
Affedersiniz «avam» denmeyecek, «halk» denecek.
İnsanların gururlarını değil, akıl ve anlayışını
kabartmalı.
Kediye kaplan, demekle yaradılışı değişir mi?
Her kim ki sizin değeriniz üstünde yüzünüze gülerse
ondan kaçınız. Çünkü bu yaltaklanmanın içinde mutlak bir çıkar, bir dolap
gizlidir.
Sh:5-9
Şadan
dul annesiyle birlikte kendi konaklarında, babasından kalma mirası harcayarak
yaşamaktadır. Maddi açıdan durumları çok iyidir. Şadan kendi kendine kaldığında
gariplikler yapan birisidir.
Romanın
ilk bölümünde Şadan deliliğini vurgulamakta, annesiyle tartışmaktadır. Annesine
karşı çok ağır sözler söylemektedir. Şadan bu bölümde annesiyle günün
koşullarını tartışmaktadır ve genel olarak toplumdaki haksızlıkları
eleştirmektedir. Annesi ise Şadan’la aynı fikirde değildir ve o günün
koşullarına uymak gerektiğini söylemektedir.
Delilik dehasıyla hayatın bütün eziyetli düşüncelerinden
kurtulmuş bir dimağı iyileştirmek bahanesiyle tekrar ahmaklaştırmaya uğraşmak
büyük bir cinayettir
Sh: 12
—
Evvelden yüksek, kibar adamların etekleri Öpülürdü. Şimdi halk yokluktan
dilenci haline düştü. Ufak bir iş için en küçük memurundan hademesine kadar
rast geldiğinin eteğine sarılıyor.
— Hah şimdi ağzından söze benzer bir şey çıktı. Şimdi
bizde işlerin kapıları iki anahtarla açılır: Yaltaklanma, rüşvet
Buradaki Rum, Ermeni, Yahudi dalaverecileri hep bu iki
anahtarı kullanmaktaki ustalıkları ile milyoner olmuşlardır. Bu iki maymuncuğu
sonunda cumhuriyet idaresine de uydurdular.
Memleketin kurtarılması için akıtılan kanların kızıl
buharı daha kurumadan, sakat gazilerimiz kör, topal, aç taksir sokaklarda
dolaşır, şehit aileleri yokluktan can verirken bugün parsayı kimlerin
topladığını görmüyor musun?
Sanki hükumet birtakım hain, zararlı kişilerin
memleketten uzaklaştırılması muamelesine buradaki para yeme borsasında bir
rüşvet spekülasyonu açmak için girişmiş.
Bu delikten dışarı atılan değirmenciler bir nefeste
öbür delikten içeri girdiler. Ruhsat
tezkeresi, pasaport gibi sorgu sualler cüzdanları şişkin olmayanlara tatbik
edilen beyhude muamelelerdir. Birkaç yüz bin liran var mı?
Seni İstanbul’dan kimse süremez. Kazara
Kafdağı’nın arkasına fırlatılmış olsan bile üç gün sonra şehrin en civcivli
yerine hacıyatmaz gibi iki ayak üzerine düşersin. Aşığın daima cuk
oturur. Etrafın yaltaklanan adamlarla dolar. Ellerin sıcak avuçlar içinde
dostça sıkılır. Seni müdafaa için hazırlanan ağızlar, kalemler karşında bir
işaretine bakarlar. Rüşvet ağının alt ipliği görünüp de bir rezalet teyeli ta
üst başa doğru sökülünce rüşvet yiyenler yuttukları haram lokmaları tatlı tatlı
sindirmişlerdir bile. Sonra söz ayağa düşer, gazetelerde çekişmeler alevlenir.
Bütün sokak kavgalarında olduğu gibi belki birkaç kişi de yaralanır. En açık
rüşvetlerde, hiyanetlerde taraf çıkanlar, karşı olanlar vardır. Bu koyu ağdayı
en ziyade kıvamlandıran gazeteler sürümlerini artırırlar. Bazı kinciler
fırsattan yararlanır, birikmiş öçlerini çıkarırlar. Kurunun arasında bazı yaş
da yanar. Çeşitli
affı umumîlerle ceza zamanlan yüzde yirmiye indirilen bu merhametli devirde
haram yiyiciler üç buçuk aylık bir hapishane havası ya teneffüs ederler, ya
etmezler. Bu olup bitenler dedikodu piyasasından
çivilemen birçoklarının -karınlarını doyurur. Nafile yere üzülüp didinen, zarar
gören, yiyeceğinden kesip gazetelere para yetiştiren yalnız zavallı suçsuz
halktır. Her olup biten şey onun zararına son bulur, her çalıp çırpma onu zayıf
düşürür.
Her kabak onun başına patlar. Görünüşte türlü
tedbirler alındığı halde her gün onun hakkı kaybolur. Her rüşvetçi, her hırsız
onun sırtından geçinir. Halkı bu bitlerden kurtarmak için başına ekilecek
sürüsünü ben bilirim ama…
— Şadan’ım artık sus. Hırstan,
ümitsizlikten gözlerin süzülüyor, ağzın köpürüyor, nohut tanesi gibi
terler döküyorsun.
-— Evet, anneciğim, anla ki işte bir divaneyim. Çünkü
halkı düşünüyorum. Akıllı kafalar ilkin kendilerini düşünürler.VatanperverIik,
adaIet, doğruluk, hamiyet. Hep
bunlar sonradan takılan menfi takıntılardır. Hamiyet
çiçeği dökmüş ne göğüsler gördüm, bir rüşvet sulfatosuyla bu hastalıktan
kurtulup bir’ü pâk oldular.
Rüşveti aramaya çıkanlar, ayaklarına gelince
tepemeyenler, bir fırsat düşerse alayım mı, almayayım mı kuruntusuyla
geçinenler vardır, Hiç akla getirmeyenleri açlar arasında aramak fazla bir
saflıktır.
—
Ah oğlum yoruldun. Sus, artık elverir.
—
Anne, muharebeler niçin oluyormuş, biliyor musun?
—
Ah, ne bileyim, kendi günahlarımızdan..
— Kokmuş mestleriyle
camilerin mübarek havasını bozan cahil vaizlerin sözlerine inanma!
Muharebe, zelzele suçsuz halkın günahından
olmaz.
Fen adamlarının
iddialarına göre dünya çoğalan insanları besleyemediği için olurmuş. Onlara
göre altı yedi tane yavrulayan köpek enciklerinden birkaçını semirtmek için
fazlalarını gebertmek lazım geldiği gibi, çoğalan insanlarında yaşayacaklarının
yararına kırmak gerekiyormuş. Yerküremizin zayıflayan toprağını
insan leşleriyle gübreliyorlarmış.
Akıllıların bu sözlerine bu hükümlerine karşı
kulaklarıma tımarhanelerden kopmuş kahkaha orkestraları. kopmuş kahkaha
orkestraları geliyor..
Behey fen namına saçmalayan zalimler, yetişmiş
insanları öldüreceğinize kadının cinslik organına bir tapa, erkeğinkine de bir
kilit uydurunuz., İnsanların çoğalmamaları çarelerini düşüneceğinize doğurmayı
kısırlaştırınız, çocuk peydahlamak yollarını tıkayınız. Piçlerini kuburlara
atan analara tahlisiye[Kurtarma, can kurtarma] madalyaları
veriniz.
—
Ah yavrucuğum,. ananın karşısında bunlar nasıl sözler? Utanmıyor müsün?
— «Deli
utanmaz soyu arlanır» derler.
—
Aman ne sahi söz.
—
Anne dinle.
—
Dinleye, dinleye sinirlerim dimdik dikildi..Artık yeter diyorum.
— Sen
dinlemezsen ben kendi kendime söylenirim.
—
Ah biliyorum, Odanda bir başına söyleniyorsun, ıfil ifil yüreğime iniyor.
—
Eğer dünya yüzünde insanları azaltmak lâzımsa niçin ‘cinayet işleyenler cezaya
çarptırılıyor?
Onları cinayetlerinde serbest bırakmalı, insanları
çoğalan: memleketlerin halkını ekin gibi biçsinler.
En kalabalık memleketler galiba Londra, Paris,
Amerika… Açlığa çare bulmak için insanları kırmak
lüzumu fence hakikat olduğuna göre birtakım suçsuz gençleri ateşin karşısına
dizip iki tarafı birbirine kırdımaktansa cemiyet içinden en zararlı kimseleri
seçip gebertmeli. Milyonerleri idam edip paralarını paylaşmalı. Bak o
zaman altın üstüne altın yığmaya kimse kalkışabilir mi? Umumî servet bir takım
vurguncu bankerlerin kasalarında mahpus kalmaktan kurtulur’ Muhtaç olanların
keselerine girer, karınları doyar.
—
Bunlar nasıl sözler? Sen de mi boş herif oldun?
—
Bolşevik diyeceksin. Bolşevik, faşist, komünist… insanların böyle çeşitleri
arttıkça dünya büsbütün karışıyor. Ben bolşeviklere boş herifler demeyi daha
münasip buluyorum. Onların, dünyaya saçtıkları tohumlar her tarafta filizlensin
de boş mu, yoksa dolu mu olduğunu anlarsınız?
—
Oh yavrucuğum, böyle zararlı şeyleri aklından çıkar. Sinirlerini yatıştırmak
için haniya doktor sana bir hap verdiydi, onu yut.
—
Vah zavallı anneciğim, biz hepimiz hapı çoktan yuttuk, haberin yok mu?
sh:14-17
Daha
sonra Şadan’ın annesi Müberra Hanım kendilerine kalan mirası Şadan’ın idare
edemeyeceği düşüncesiyle ve de kendini tatmin etme amacıyla kendisinden küçük
41-42 yaşlarında olan Hidayet Efendiyle evlenir. Hidayet Efendi Şadan’ın
deyimiyle softa bozuntusu biridir ve kendi miraslarına konma amacıyla annesiyle
evlenmiştir. Şadan romanın bu kısmında üvey babasının her hareketini
aşağılayıp, bunun üzerinden yobaz-gammaz eleştirisi yapmaktadır.
Şadan
yalnız kaldığında aşırı derecede dengesizlikler yapabilen birisidir. Öyle ki cansız
şeylere olan sapkınlıkları, içinden geçirdiği çılgınlıkları, bunları yapıp
yapmayışı onu kendi hakkında deli olduğu görüşüne götürebilmiştir. Fakat bu
bölümde kendini bilinçli kabul etmektedir. Şadan dahilerin
birçoğunun deli olduğunu söyleyip, bunlara Nietzche, August Comte gibi kişileri
örnek göstererek kendisinin de onlar gibi olmak istediğini söylüyor. Şadan
bütün bu söylemlerin ardından ruh doktoruna gidiyor. Ruh doktorları yaptıkları
incelemede onun yarım deli olduğuna kanaat getiriyorlar.
Beni büyüleyen kitap yazarları sayılıdır.
Nietzsche ve Schopenhauer sırlarımın ortağı
dostlarımdır. Birincisi çok defa tımarhanelere girdi çıktı ve sonunda çılgın
öldü. Felsefede çığır açan bir kafa işliyor, bir kronometre gibi bozuluyor,
tamire gidiyor, tekrar işliyor. Bu nasıl olur?
Delilikle dâhilik vakit vakit birbirinin arkasından
gelir mi?
Böyle bir deliliğin benim başıma da gelmesini çok
isterim. Adı bütün dünyaya yayılmış koca bir dâhinin tımarhaneyi
şereflendirmesi deliler için avundurucu ne büyük bir iftihardır.
Bu biyografileri okuduktan sonra kendimin de çılgın
bir dâhi olduğum hakkında şüpheye düştüm. Delirip de dâhi derecesine fırlamak,
yahut duygularını birtakım mukaddes kelimelerle tasvir ederek tımarhanenin
ayakyolu duvarlarına yazıp gardiyanlardan dayak yemek, bu, bahtın takdirine
kalmış bir şeydir.
Schopenhauer’ın soyunda birçok çılgın yakın akraba
kaydediyorlar. Feylesof gençliğinde kendini «cin
tutmuş» kuruntusu içinde pek sıkıntılı imiş. Kimse ile tek söz etmeden hâftalar
geçirir; sokakta, yemekte kaş, göz, el işaretleriyle kendi kendine konuşurmuş..
Bir gün bekleme salonunda kendini eleştirdiği için ev sahibinin kolunu kırmış. Alacaklılar,
feylesofun adını iki «p» harfiyle yazarak haklarını istemeye geldikleri vakit
büyük bir öfkeye kapılır, hepsini kovar, bir para vermezmiş. Usturadan çok
korktuğu için sakalını tıraş edeceği ateş ile tütsülermiş. Altınlarını mürekkep
hokkasının içine, poliçelerini yorganın arasına saklarmış.
Notlarını Rumca, Lâtince, Sanskritçe yazar, çaldırmak
korkusuyla çeşitli kitapların arasına dağıtır imiş.
Bu kadar garip hallerden sonra parasının hepsini
neferler ile köpeğine vasiyet ederek ölmüş
Meşhur İngiliz muharriri Swift kendinin ileride
çıldıracağını gençliğinde haber vermiş. Birbirini tutmaz gariplikler içinde
yaşamış, bir zaman hâfızasını kaybetmiş, fakat pek geveze bir söz söyleme gücü
muhafaza etmiş, sonra bir seneyi söylemeden, okumadan geçirmiş. Kimseyi tanımaz
olmuş, günde on saat yürür, her zaman ayakta yemek yer, yahut hiç bir şey
yemez, odasına girdiği vakit kızıl deli kesilirmiş. Bütün varını delilere
bağışlayarak tam bir bunaklıkla ölmüş.
Baudlaire felçten ölmüş. Hısım
akrabası budala, alık salık kimselermiş. Hepsi de korkunç bir delilik pençesi
içinde kıvranarak ölmüşler. Kendisi koku alma bakımından acayip bir
duygu hastası imiş; sağlam kimselerin dayanamayacakları kokmuş, murdar, zehirli
kokuları güzel kokulardan çok beğenirmiş. Saçlarını
yeşile boyar, ansızın öfkelenir,’ şiddet gösterirmiş. Bir gün kaynatasını
boğmak için üzerine yürümüş.
Daha hangisini sayayım?
Kalemleriyle, fırçalarıyla, besteleriyle insanlar
üzerinde büyük tesirler yaparak «dâhi» adını kazanan ve zekâ ölçüsünün başına yazılan
bu kafaların içinde bir sağlamı yok.
Sağlam vücutlular basbayağı insanlar imiş. Dehayı bu
hastalıklılarda aramalı imiş. Anatole France: «En çok
sevdiğim dostlarımın dimağlarında birer denk delilik bulunmasını arzu
ederim» diyor.
Grasset bunun için yazdığı eserinde yarım deliler
cetvelini Voltaire, Rousseau, Goethe, Napoleon, Pascal, Pintz, Descartes,
Balzac, Victor Hugo, Zola, Maupassant, Tolstoy… vb. büyük isimlerle
süslüyor ve hep bu meşhurlara «Yüksek deliler» payesi veriyor.
Tımarhanedekilerle değiş tokuş edilmeye lâyık açıkta
gezen ne deliler var. Bunlardan çoğunun hastalıkları «nevropat», «psikopat»
kelimeleriyle örtülür.
Yalnız örtülmekle de kalmaz, cemiyetteki ehemmiyet ve
mevkilerine göre yaptıkları delilikler bazı bazı keramet sayılır.
Zengin kaçıklar bu sinirlilik bahanesiyle istedikleri
gariplikleri yapabilirler.
Bizim de İttihat ve Terakki ileri gelenleri içinde,
fakat ne yazık ki, etrafın kayıtsızlığından dolayı kayda geçmemiş ne yüksek
divanelerimiz vardır.
Fikir ordusunun bu yüksek, namlı serdarları arasına
karışmak benim karanlık varlığım için ne şeref…
Evet, ben de onlardanım. Henüz tanınmamış bir dâhi…
Fakat bir gün göğün siyah kadife kubbesinde birdenbire parlayan bir yıldız gibi
gözleri kamaştırarak cihanın hayretini üzerimde toplayacağım.
Sh
31-32
Doktorlar benim de bunlardan biri olduğuma
hükmettiler. Kendi kendimden şüpheleniyordum ama bu kadar fena bir adam
olduğumu da bilmiyordum. Ben ne dehşetli mahluk imişim
yahu!
Şaşarım bu doktorların akıllarına, fenlerine, hastalık
anlayışlarına. Bu yarım, tam deli hesabını hangi matematik ölçü üzerine
kuruyorlar?
Mademki iş böyle ince bir hesap şekli alıyor, yarım
deliler hassas bir terazi ile tartılmış gibi hep yarım okka üzerine
çıldırmazlar ya?
Bunun yüz dirhemliği, okkadan çeyrek eksiği ve daha
başka kesirlileri de olacak. Bu farka göre herkesin beynini muayene edip de
eline:
«Be adam, senin iki yüz dirhemlik aklın var, yarım
deliden biraz daha akıllısın» yollu bir vesika
vermek lâzım gelir ki bu kıymet belirtme de pek güç ve gülünç bir iş olur
sanırım.
Doktorların dinlediğim sözlerine bakılırsa bu koca
dünyada tam akıllı bir adam yok. Bu yokluk hükmünde hiç tereddüt etmemeli. Hep
delilerin çeşitlerini sayıp döküyorlar. Fakat tam akıllı adam nasıl olurmuş?
Bunun tarifini ne bir akıl hastalığı doktorundan işittim, ne bir kitapta
okudum, Bu, o kadar az, belki de yok ve lüzumsuz bir şey ki kimse bununla
uğraşmıyor.
Deli görmek için tımarhanelere kadar gidiyorlar da tam
akıllı adamın nerede oturduğunu, ne yaptığını hiç merak eden yok.
Nasıl olur acaba?
Tabiatta yoksa bile hayalden bir örnek yaratsalar da
görsek. Hilkatin dünyayı eksik akıllılarla doldurduğuna bakılırsa yalnız onlara
ehemmiyet verdiği anlaşılıyor, çokluk şuursuzlarda… Onun için işe bu noktadan
bakılırsa akıllılığın bir hastalık hali, deliliğin normal bir hal olduğu
anlaşılıyor.
Bu koskocaman âlemde sekiz on tam şuurlunun varlığını
kabul etsek bile öbür parti nispetsiz bir çoklukla üstün olduğundan akıllıların
hiç bir şeyde hükümleri, tesirleri görülemez.
Sh:36-37
Dehaları meydana koydukları eserleriyle ispatlanmış
büyük kimselere bugün ihtisas sahipleri lütfen «Yüksek çılgınlar»unvanını
veriyorlar. İş o kadar karışık ki bugün bana «eksik akıllı» diyen doktorların
kendilerinin tam şuurlu olmadıklarına, çarpılmaktan korkmaksızın, yemin
edebilirim. Daima bir kesir ile ifade ettikleri bu akıl tartısının gerçek
sayısı ne olduğunu bana söyleyebilirler mi?
Çıldırıp tımarhanede iyileştirildikten sonra çıkan
Charles Lamb adında bir şair şu satırları yazıyor:
«Tımarhanede geçirdiğim günler hayatımın imrenilecek
en mesut ve en neşeli anlarıdır. Eğer ömrünüzde hiç deli olmamış iseniz bütün
fantezilerinize uymaktaki o sevinci, tadı, o büyüklüğü, o iç açıcılığı
duyamamışınızdır.»
Sh:38
Şadan
romanın bir diğer kısmında Kalender Nuri ile semtlerinde dolaşırken karşılaşır.
Kalender Nuri nerede bir eğlence olsa oraya yetişen, ud çalan, annesi ve
çocuğuyla yaşayan biridir. Eşi ona dayanamayarak onu terk etmiştir. Nuri’yle
Şadan’ın arası o kadar iyidir ki birbirlerinin en gizli uzuvlarını dahi
ölçmüşlerdir. Hatta uzun uzvu olan bunu övünerek diğerine söylermiş.
Nuri
ile Şadan bir gün meyhanede otururken Şadan Nuri’nin sürekli dalıp gittiğini
fark eder ve dostuna bunun sebebini sorar. Nuri biraz gizlemeye çalıştıktan
sonra dayanamayarak her şeyi anlatır. Bu hayattan bıktığını, sürekli sokak
kadınlarıyla beraber olmak istemediğini, evlenmek istediğini ve evleneceği
kişiyi de belirlediğini söyler.
Nuri’nin
evlenmek istediği kişi asil bir aileden gelen, oldukça güzel ve zengin Revan
Hanım’dır. Revan Hanım devlette birçok üst düzey görevi olan Haşmet Bey adında
biriyle evlidir. Nuri’nin planı Revan Hanıma iftira atıp kocasından boşatmak ve
çaresiz kalacak olan bu kadınla evlenmektir. Bunun için Şadan’ın yardımını
ister. Şadan Nuri’nin bu talebine evet cevabıyla karşılık verir.
Romanın
bu kısmından itibaren Şadan ve Nuri’nin çeşitli maceraları
anlatılmaktadır. İki kafadarın Madam Fedrona adlı bir genelev
işletmecisinin yerine gitmeleri, buradaki sapkınlıkları, kokain çekişleri ve
burada uygulanan fuhuş teknikleri anlatılmaktadır.Buradan ayrıldıktan sonra
sarhoş bir vaziyette sokağa dalmaları çevredeki kişilerle olan tartışmaları,
ermeni bir kadına Nuri’nin tacizi, dondurma yiyen birkaç Yahudi ile
sürtüşmeleri, daha sonrada tramvaya binip burayı karıştırmaları ve toplu ir
kavgaya sebebiyet vermeleri anlatılmaktadır. Bu kısımda halkın değişik
katmanlarından olan Yahudiler de eleştirilmektedir.
Nuri ve
Şadan Revan Hanım’ı elde etme planını tatbik için Revan Hanım ve Haşmet Bey’in
kaldığı köşkü yakından takip edebilecekleri ir yere gelirler. Burası Nuri’nin
teyzesinin evidir v yaşlı kadın kocası Ömer Ağayla birlikte burada
yaşamaktadır. Nuri ve Şadan iki yaşlıyı kandırarak buraya yerleşir. Burada
konak hakkında birçok bilgi edinirler ve ardından konağa girmeyi planlarlar.
Plana göre Nuri Revan Hanım ve Haşmet Bey tatildeyken gece vakti konağa girecek
ve Revan’a yazılmış bir aşk mektubunu ikisinin odasına bırakacaktır.
Gece
olur, Nuri hiçbir şey fark ettirmeden konağa girer her yer karanlıktır. Nuri
Revan’ın odasını ararken “kimdir o?” sesiyle irkilir. Revan ‘ın ergenliğe henüz
giren kız gibi güzel erkek kardeşi Sermet kendisine kokain getiren Rıdvan’ın
geldiğini düşünür. Bir süre karanlıkta öpüşürler fakat Sermet onun Rıdvan
olmadığını anlar ve çekilmesini ister. Nuri akıllıca bir davranışla kendisini
Rıdvan’ın gönderdiğini, kokain getirdiğini söyler ve Madam Fedrona’dan kalma
kokainleri Sermet’in odasına gidip çekerler. Nuri burada Sermet’i kokainin
etkisiyle eniştesine karşı çalışmaya ikna eder ve ertesi gün buluşma sözü alır.
Ertesi
gün gelir. Uzun bir beklemenin ardından Sermet gelir. Sermet’e ablasıyla ilgili
aşk mektubunu ablasının odasına koymasını söylerler. Sermet önce kabul etmez
daha sonra Sermet’i Madam Fedrona’nın ticarethanesine götürüp ikna yoluna
girişirler. Bu çaba sonuç verir ve Sermet ikna olur.
İlk
mektup Sermet tarafından Revan Hanım’ın odasına konur. Mektubu önce Revan Hanım
fark eder ve Haşmet Bey’e gösterir. Haşmet Bey mektupta yazılanlara çok
şaşırır, mektupta Nuri ile Revan’ın karşılıklı aşkı yazılıdır. Haşmet Bey’e bu
mektubun Revan tarafından verilmesi onu daha da çok şaşırtır ve ne diyeceğini
bilmez. Karı-koca uzun süre tartışır.
Gönderdikleri
ilk mektup bekledikleri etkiyi uyandırmayan Nuri ve Şadan üzgündürler. Nuri
elindeki fotoğrafa bakarken Şada ona fotoğraftaki kadının kim olduğunu sorar.
Revan cevabın alan Şadan Revan’a o anda aşık olur ve Nuri’nin planının
gerçekleşmesi halinde Nuri’yi saf dışı bırakıp Revan’ı kendine almayı planlar.
Hatta bir ara çıldırıp Nuri’nin boynuna sarılır ve onu boğmaya çalışır.
İkinci
mektubu hazırlayan Nuri ile Şadan mektubu Sermet ile gönderirler. Bu mektup
Haşmet ve Revan’ı biraz daha karşı karşıya getirir. Fakat yine de ayrılmazlar.
Nuri Revan’ı elde etmek için şeytanca bir plan yapar. Plana göre Sermet Nuri’yi
Haşmet’in evde olmadığı bir gecede eve alacak Nuri Haşmet’in geceliklerini
giyip sessizce Revan’ın koynuna girecektir. Eve geç gelecek olan Haşmet Bey
karısı ve Nuri’yi o halde görecek ve karısı boşayacaktır. Planı uygulamak için
Sermet’i ikna etmek gerekmektedir. Sermet’i ise Madam Fedrona’nın evindeki Rus
güzel Loroviç sayesinde ikna ederler.
O gece
gelir. Nuri hazırlanıp konağa gider. Sermet’in yardımıyla Revan uyuduktan sonra
Haşmet Bey’in gecelikleriyle Revan’ın koynuna girer. Eve gece gelen Haşmet Bey
bunları görür, Nuri’yi pataklar, Revan’la tartışır ve Revan’ı boşar.
Revan
Hanım çok üzgündür, kendisine bu kötülükleri yapan kişinin Sermet olduğunu
anlar ve Sermet’ten itiraf etmesini ister. Sermet ise çok üzgün bir vaziyette
ablasından zaman ister.
Sermet
vicdan azabı içine dolaşırken Nuri Sermet’i yakalar ve sıkıştırır. Nuri ile
Sermet karşı karşıya iken Şadan lalası Bayram Ağa ile buraya gelir. Sermet’e
yaranmak isteyen Şadan güçlü, kuvvetli bir Arnavut olan Bayram Ağa’ya Nuri’yi
dövdürtür. Nuri dayağın etkisiyle buradan uzaklaşır. Şadan Sermet’i alarak
konağına götürür. Burada bir süre konuşurlar. Sermet ablasına yaptıklarından
dolayı çok üzgün olduğunu söyler ve ablasının kendisini suçladığını belirtir.
Şadan ise Sermet’i teselli etmeye çalışır ve kendisini ablasının karşısına
çıkartmaya ikna eder. Revan Hanım’a her şeyin suçlusuna Nuri olduğuna inandıran
Şadan onunla bir süre sonra evlenir. Şadan istediğine öylece kavuşmuş ve
Nuri’yi saf dışı etmiştir.
Şadan
Revan’la evliliğin keyfini çıkartmaktayken Kalender Nuri hayattan bıkmış bir
şekilde Revan’ın aşkından yanarak dolaşır. Kalender saç sakal karışık bir
vaziyette İstanbul’da oradan oraya gezinip durur. Daha sonra konağa Revan’a
aşkını belirten bir mektup gönderir. Bundan Şadan ve Revan huzursuz olurlar.
Mektuplar devam eder, Revan’ın mutsuzluğu artar. Nuri o kadar çılgındır
ki çıplak bir halde ir caminin musalla taşında vücudunu sergiler ve gazetelere
manşet olur. Gazetede Nuri’nin bu halini gören Revan onu öldürmek
istediğini söyler. Şadan’da Revan’ın bu haline üzülüp bu sorunu halledeceğini
söyler.
Şadan
bir gün çaresizlikle dolaşırken Firuzağa’da bir mahzene girer, aşağı iner ve
oradaki kuyudan “Bir düşmanın varsa burası onu yok edebileceğin en iyi
yer. “nidasını işitir ve bundan sonra aşağıdan bu sesi gaipten gelen bir
emir telakki eder. Şadan buradan ayrılır. Günler boyu Nuri’yi öldürmeyi
düşünür. Revan Hanım’ın siniri ise biraz olsun geçmiştir. Şadan sokakta
dolaşırken Nuri ile karşılaşır, Nuri’nin hali çok kötüdür. Meyhaneye giderler,
orada Nuri Revan’a ikisinin de sahip olabileceğini söyler ve Şadan’ı
sinirlendirir. Şadan Nuri’yi kör kütük sarhoş ederek onu mahzene götürür ve
oradaki kuyunun içine atar. Dışarı çıktığında karşısında Sermet vardır.
Şadan
zaman geçtikçe Nuri ile ilgili sanrılar görmeye başlar ve onun ölüp ölmediğini
görmek için Sermet’i de yanına alarak kuyuya giderler. Burada Nuri’nin
ölmediğini görüp onun başına kayalar atarak öldürür. Yanında bulunan Sermet
kaçarak eve gelir ve ablasına durumu anlatır. Revan Hanım bundan iç memnun
olmaz ve Şadan geldiğinde tepkisini ortaya koyar.
Günler
geçer Şadan’ın deliliği gittikçe artar. Bazen karısının
Nuri’yi sevdiğini söyler, onu suçlar. Bazen de bir çocuk gibi sessiz sedasız
bir köşede oturur. Artık “Ben Deli miyim?” sorusu cevabını
bulmaya başlamıştır. Şadan sık sık geçirdiği delilik nöbetlerinden birinde
elindeki tabancayla Revan’a bir kurşun sıkar, kurşun Revan’ın saçlarının biraz
yanmasına sebep olur. Diğer kurşunu kafasına sıkan Şadan ölür ve romanımız
böylece son bulur.
Şadan yine diyor ki..
Allah’ım nasıl bir gece?
İnsanlar size söylüyorum:
İlim, fen, hekimlik hepsi uydurma, hepsi saçma, hepsi
zırva.
Sizin «sıhhat» dediğiniz şey tabiî olmayan bir haldir,
tabiî olan «maraz» dır. Çünkü canlı cansız her mahlukun unsurunda, mayasında,
yapısında türlü türlü hastalıklar uykudadır. Hemen meydana
çıkmak için sebep ararlar.
Ölüm asildir, hayat geçicidir.
Ölümle her an boğuşmaya mecbur olan hayat, sonunda
silâhını teslime mecbur değil mi?
Herkesin şikâyet ettiği bu hayatta ne zevk var?
Bundan tam olarak zevk almış memnun, mesut kalan varsa
çıksın meydana..
Dinleyiniz, bakınız’ filozoflar filozofu, şeyhim’,
vicdanımın mürşidi, hazret! Nietzsche ne diyor:
«Çıldırmadan felsefe yazılmaz. Çıldırmadan aklın öte
tarafını seçmek kabil değildir. Bu sırlar basit düşüncenin çok üstündedir!
Bütün itibari bağları parçalamalı. Ağır tüten bacalar gibi itidalle
düşünmek para etmez. Akıl işlemeye başladığı vakit kafamızın içinde ne kadar
kurumlar varsa ateş almalı. Alev, bacadan yukarı minareler gibi kıpkızıl
göklere yükselmeli. Mahallede avaz avaz
haykırışma
başlamalı. Yangın Kulesi işaretlerini çekmeli itfaiye borusunu çalmalı. Sokaklarda
kalabalık kazanda su gibi kaynamalı. Şehrin altı üstüne gelmeli. Her kuvvetli
fikir yangın gibidir .»
Düşünme böyle olur, pirim öylediyor. Bütün
yaradılışın
kemali, sonu ölümdür, En yüksek, en yüksek yalnız
odur.
Çok düşünme: “Evvelâ sevdiklerini öldür, sonra
kendini.
Olum yüksekliktin onun gelmesini beklememeli, biz ona
;
gitmeliyiz.
Ah, ah, şimdi çok
gerçekleri anlıyorum.
Profesörlerden, kitaplardan değil, ilimlerden, fenden
değil, vakaların beynime doldurduğu izlerden. Akılsızlar, aklın fazlasına
«delilik» diyorlar.
Dünyaya geldim,
etrafımı sonsuz sırlarla çevrilmiş buldum.
Otuz yaşıma
yaklaşıyorum daha bu sırlardan bir zerrenin haline muvaffak olamadım. Zavallı
kafalar ağırbaşlılıkların altında ezilen koca sakallı hahamlar, papazlar,
hocalar, herşeyin içini bilmekle geçinene bütün bu güruh da hâlâ benden bir
çekirdek ileri varamamıştır.
«Dünyayı kim yarattı?» suali ile mesele açılır,
Hepsinin «Halik» zayıf dimağlarının icadına göre
başka türlüdür.
Yahudilerin ki İbranî konuşur, Çinlilerinki Çince,
Rumların ki, Yunanî; Katoliklerinki Latince… Hepsi de cenneti, cehennemi olan,
korkutarak insanlardan itaat ve ibadet isteyen gazaplı birer «Allah»
düşünürler.
Kitapları olmayan gözü açık millet yalnız
Çingenelerdir, ibadet yerleri imamları yoktur.
Her davayı çeribaşının görmesi itibarıyla bütün medeni
«laik» idarelere örnek olacak basit kanun ve disiplinleri vardır. Davalar birer
defada ortaya konur ve adaletle hüküm giydiği için istinafa, temyize lüzum
görülmez, hâkimlerden şikâyet aralarında görülmüş şey değildir. Çünkü
çeribaşıya son derece saygıları, inanmaları vardır. Çeribaşı seçmekte bir tek
çingenenin burnu kanadığı, dedikodunun gazete sayfalarına düştüğü hiç
işitilmemiştir. Çünkü en sersem bir çingene, kendi cemaati içinde o makama en
lâyık olanı bilir. Haklı haksız halkın zihnini çelmek için yapılan propaganda
ve intihap entrikalarına asla tenezzül etmezler. Zira bir memleket parlamenter
olabilmek için bütün akıl ve zihinlerin bu usulü kavrayacak bir olgunluğa ermiş
olması şarttır.
Herhangi bir cemaatin fertleri niçin seçtiklerini ve
kimi seçeceklerini bilemeyip de bu ehemmiyetli işte irşada ve vasiye muhtaç
kalırlarsa bunların bir çocuk sürüsünden ne farkları olur?
Rey toplamak usulü, memleketin idaresi işinde
olgunlaşmış, geçmişten, içindeki bulunduğu zamandan ibret dersi almayı öğrenmiş
beyinlerin ayrı ayrı görgü ve tecrübelerinden faydalanmak için konulmuştur.
Halkın cahilliği birtakım atakların fırıldaklarına yol açar.
Of… fakat ne için kendi derdimi bıraktım da siyasetin
çıkmaz sokağına saptım. Bilmem ki düşüncem herhangi bir bahsin dolambaçlarına
dalarsa bir türlü öbür ucunu bulamıyor. Onun dar koridorları içinde döne dolaşa
bunalıyor. İradem o kadar kuvvetsiz ki bir kör yeder gibi biri elimden tutarak
o bahsin içinden beni çıkarmalı. Ve «Onu düşünme, şunu düşün»demeli.
Aman aman… O kadar yorgun ve halsizim ki vücudumda,
benliğimde maddî ve manevî her ne varsa aşındı, bitti. Kemiklerime kadar
varlığımın bütün dayanıklı kısımları
eridi. Pelteleştim, kauçuktan bir adam oldum
sanıyorum.
Bir mezar bulup da içine uzansam, imam gelip de telkin
ile beni rahatsız etmese.
Ben «münkireyn» e söyleyeceğimi
bilirim. Onlar bana ağız açmazdan evvel ben o meleklere üç sual soracağım:
«Ben niçin doğdum?
Niçin yaşadım?
Niçin öldüm?»
Benim kendi isteğimle olmamış şeylerden gelip de
mezarda beni mesul tutmak ne demektir?
Dünyada adalet yok.
Bunu ahrette de bulamazsak
bana kaçacak bir üçüncü âlem gösteriniz.
Fakat pencerelerden dışarıda gece ne kadar karanlık,
ağır, vehimli… Duygulu ruhların üzerine çöken bu kara kâbus beni eze eze
yamyassı bir kertenkele haline getirdi.
Diyorlar ki «Çıldırma!»
Bu zulüm ve hastalık, bu alçaklık dünyasının içinde
akıllı kalmak olabilir mi?
Oh, nabızlarım ne kadar atıyor. Sinirlerimi yengeçler
didikliyor.
Sh:308
«Korkulu uzun bir rüya yaşadım. Şimdi yorgun zihnim,
dermansız ellerimle bu geçen vakayı kapıyorum. Unutmaz yaralar açan kurşun bazı
da en zor, çaresiz işleri bir vuruşta hallediyor»
Deli nedir?
akıllı kimdir?
anlayamadım.
Hekimler hastalıkların adını koymak için neden ileri
geldiğini bulmaya uğraşıyorlar. Mahkemeler her cinayette suçlu arıyorlar,
felâkete uğrayanlar da bunlara sebep olanlara lanet ediyorlar.
Bütün hayat meseleleri bir yaradılış dönüşü ile
tekerlenip gidiyor. Fakat efendiler, siz büyük oluşların gerçeğine varmadan, bu
işin suçlusunu görmekten çok uzak bir beceriksizlik yolu üzerindesiniz. Çünkü
yanlış tedavilerinizi tedbirlerinizi, cezalandırmalarınızı tekrardan başka bir
şey yapmıyorsunuz.
Yok etmeye, hafifletmeye, dindirmeye uğraştığınız
bünye ve cemiyet dertleri, fenalıkları eksilmiyor, her gün artıyor.
Sh: 364
Kaynak: Hüseyin Rahmi GÜRPINAR, BEN DELİ MIYIM? İlk
defa 1926 yılında yayınlanmıştı. Günümüz Türkçesi ile: Mustafa Nihat ÖZÖN,
eliyle bugünün diline aktarılmıştır (Tam metin), Atlas Kitapevi, 1965, Ankara
Caddesi No. 82 İstanbul
Önceki Yazı
« Prev Post
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder