Kurtuluş Savası'nda İŞBİRLİKÇİLER
| |
Yazan: İLHAMI SOYSAL
İÇİNDEKİLER
II —
BİR TARİH YANLIŞI
Deryayı Bilmeyen Balıklar
Tarihi Yanılgı
Dörtbaşı Mamur İşgal
İnanılmaz Bir Aymazlık
III — BAĞRIMIZDA BİR DEĞİL BİN YILAN BESLEMİŞİZ
İşbirlikçiler Suyüzüne Çıkıyor
İstanbul Limanında Bir Kara Bulut
Bu İşgalin Öncesi de Var
Trakyanın İşgali
İşgal, Heryerde İşgal
Bir Teferruat Gibi Görünse de
İstanbul'un İşgalcilere Tepkisi Ne Oldu?
Meclisteki Tartışmalar
Hükümet Nihayet Harekete Geçiyor
IV — TÜRKİYE'DEKİ ALMAN VE AVUSTURYALILAR
Yabancı Askerlerin Biri Gidip Bini Geliyor
Mütareke İstanbulu
V — İSTİFAYI AKILLARINA GETİRMEYENLER
Tartışılacak Noktalar
«Kahrolsun İşgal» Lafından Korkanlar
Teslimiyetçilikten Öte, Hainlik
Tutuklanan Bir Generalin Sonu
Yenilmeyeceksin, Yenilmeyeceksin
Mustafa Kemal Paşa'nın Yaşadığı Gerçek
Ve Daha Başka Tipler
Bağışlanabilir Olanlarla, Olmayanlar
Bir Damat Ferit Portresi
Türkgeldi'nin Ferit Portresi
Al Birini Vur Ötekine
En Bellibaşlıları Denilince
Listeye Sığmayanlar
Azınlıklar ve Gayrimüslimler
VIII
— AYAKLANMAYA KIŞKIRTILANLAR
Askeri Nigâhban Cemiyeti
İngiliz Muhipleri
Uzantıları Günümüze Ulaşan Bir Parti
Sivas Kongresini Basma Çabaları
İhanet Yarışı
Bir İngiliz Kışkırtması: Ali Batı Olayı
Anzavur Nihayet Sahnede
Edremit Kaymakamı Hamdi Beyin Şehadeti
Düzce ve Bolu Ayaklanmaları
Kuvayı İnzibatiye Dedikleri
Altından Çapanoğlu Çıkar
Bu Listeler Bitmek Tükenmek Bilmez
Daha Başka Ayaklanmalar
IX
— İSTANBUL’DAKİLERE GELİNCE
Ve Bir Haklı Hüküm
İşbirlikçinin Utanması Olmaz
Türk Subayına Üniforma Yasak Saltanat
Şûrasında Bir Gürcü Silah Tüccarları Cirit Atıyor
Tarih Tersine Dönüyor
Gemiler İstim Üzere
Gerilimli Günler
Lozan'dan Gelen Haber
BELGE I
BELGE II
BELGE III
BELGE IV
BELGE V
BELGE VI
23 Nisan 1920 günü.
Ankara'da Hacıbayram Camiinde yapılan dini bir törenden sonra, Taşhan
karşısındaki (şimdiki Ulus Alanı) kırmızı kiremitli, birbuçuk katlı binada
mebus (milletvekili) olarak toplananların sayısı sadece 115'dir.
Bu 115 kişi,
Türkiye'nin ilk Büyük Millet Meclisinin ilk oturumunda bulunabilenlerdir.
Sonraki günlerde, haftalarda ve aylarda sayıları 380'e yükselecektir. Bu ilk
TBMM üyelerinin sayıları 380'e kadar yükselecektir ama, aynı zamanda da
İstanbul'daki Padişah Hükümeti, Ankara'daki bu Meclis toplama işini «Huruc-u
alessultan» yani Padişaha karşı ayaklanma sayacak, Kuvayı Milliye'yi «Kuvayı
bagiye» yani eşkıya kuvvetleri olarak ilan edecek ve İstanbul'daki Nemrut
Mustafa Paşa Divanı Harbi 11 Mayıs 1920'de, ilk TBMM'nin «Reis» seçtiği Mustafa
Kemal Paşa ile, Ali Fuat (Cebesoy), Paşa, Miralay (Albay) Kara Vasıf Bey,
Washington eski sefiri ve eski Ankara Mebusu (milletvekili) Midillili Alfred
Rüstem Bey, Dr. Adnan Bey'ler ve Halide Edip (Adıvar) Hanım'ı idama mahkûm
edecektir.
Kuvayı
Milliye'cilerin «şaki ve bagi» oldukları, «katillerinin caiz olduğu»
(öldürülmelerinin din yasalarına uygun olduğu) yolundaki fetvalar ard ardına
yayınlanmakta, ajanlar eliyle ya da İngiliz uçaklarıyla havadan atılmak
suretiyle Anadolu içlerine dağıtılmaktadır. 25 Mayıs'ta, Ankara Hükümetinde
görev alan eski Harbiye Nazırı ve Erkanı Harbiye-i Umumiye Reisi Ferik Fevzi
Paşa (Çakmak), 6 Haziran'da da Miralay İsmet (İnönü), Bekir Sami (Kunduh),
Celalettin Arif, Dr. Rıza Nur, Yusuf Kemal (Tengirşenk), Mehmet Rıfat
(Börekçi), Miralay Fahreddin (Altay) Beyler gene İstanbul Birinci Sıkıyönetim
Mahkemesince idama mahkum edilecekler, bu idam hükümleri de Padişah iradesiyle
kesinlik kazanacaktır.
Ankara'daki ilk TBMM'nin açılışına kaynaklık eden Erzurum Kongresine 56, Sivas Kongresine de 38 delegenin katıldığı düşünülürse, 23 Nisan 1920'de Ankara'da açıktan açığa yeni bir devlet ve hükümet oluşturmak için başlangıçta sadece 115 kişinin bir araya gelebilmiş olmasını yadırgamamak gerekir. Ulusal Kurtuluş Savaşı gerçekte bir avuç idealistin öncülüğüyle başlamış, giderek tüm ulusu kapsamış ama bu arada dış düşmanların yanı sıra bir sürü de işbirlikçi ve hainle boğuşmak zorunda kalmıştır.
Bu işbirlikçi ve
hainlerden, Kurtuluş'tan sonra sadece 150 tanesi, 150'likler adıyla genel bir
affın dışında tutulup sınırdışı edilmişlerdir. (1) Ancak bu,
150'liklerin dışında da o kadar çok hain ve işbirlikçi vardır ki, bunlar
hatırlandığında, 150'likler listesine girenlerin pek çoğunun işbirlikçiliği,
âdeta bağışlanabilir düzeyde kalmaktadır.
Örneğin, son
Osmanlı Padişahı Sultan Vahidettin bunlardan biridir. 150'likler listesine
girmemiştir. Son Osmanlı Sadrıâzamlarından biri olan Damat Ferit Paşa da
öyle... Ve daha niceleri...
23 Nisan 1920'de,
Anadolu içlerinde, Ankara'da kelleyi koltuğa almış bir avuç insan Kurtuluş
Savaşı ateşini yakmaya çalışırken, İstanbul'da başta Padişah ve Hükümeti, işgal
orduları askerleriyle sarmaş dolaş işbirlikçiliği yapmakta, Anadolu direnişini
yok edebilmek için Konya'da, Tokat'ta, Yozgat'ta, Düzce'de, Biga'da,
Adapazarı'nda, Koçgiri'de ayaklanma üzerine ayaklanma kışkırtmaktadırlar.
Bu konuya girerken,
burada iki çarpıcı örneği hemen sergilemek isteriz. Bunlardan birincisi,
Ankara'da ilk Meclisin toplanmasından sadece iki gün önce 20/21 Nisan 1920
gecesi Bursa'da ortaya çıkan bir olaydır.
Heyet-i Temsiliye
tarafından Kuvayı Milliye Kumandanı tayin edilmiş Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ve
Bursa'daki 17. Tümen Komutanı Miralay Bekir Sami Bey şehrin ileri gelen tüm
ulemasını (din bilginlerini) toplamışlar, İstanbul'daki Şeyhülislamın Kuvayı
Milliye karşıtı fetvalarına karşı onlardan yardım istemektedirler. Ankara'dan
Mustafa Kemal Paşa'dan da bir telgraf gelmiş okunmuştur, işte tam bu sırada,
genç bir hoca efendi ayağa kalkıp.
— Hakikat sizin
dediğiniz gibi değildir! diye bağırır. Kuvayı Milliyecileri suçlamaya başlar.
Herşey altüst olmak üzeredir. Ali Fuat Paşa, birden tabancasını çekip bu hocaya
yönelir ve gürler:
— Sakın yerinden kıpırdama, karışmam!
Sonra hemen iki
polis çağırtır ve genç hocanın üstünü aratır. Din, iman, müslümanlık, şeriat,
padişah, halife diyen hoca efendinin cebinden çıka çıka İngiliz istihbarat
teşkilâtı ajanı olduğunu gösteren bir belge çıkar. Bursalı öteki ulema, ancak
bundan sonra uyanıp, Ankara'nın istediği yolda bir karşı fetvayı kaleme alır.
İkincisi ise daha acıdır. Yıllar ve yıllar sonra ortaya çıkmıştır.
Bu bir İngiliz
gizli belgesidir. Özeti de şöyledir: İngiltere'nin İstanbul'daki diplomatik
temsilcisi (Yüksek Komiseri) Sir Horace Rumbold'un İngiliz Dışişleri Bakanı
Lord Curzon'a 7 Mart 1922 tarihinde gönderdiği 232 sayılı gizli bir yazıda,
«Vahideddin, (Yunan propagandasına karşı Türk tezini Avrupa'ya tanıtmak
amacıyla Ankara'dan gönderilen Dışişleri Bakanı) Yusuf Kemal (Tengirşenk) kurul
üyelerinden özel katip Kemal Bey'in, kayınpederinin evinde bulunan valizini,
katibin iki günlük yokluğundan yararlanarak ajanlarına açtırmış, içindeki altı
gizli belgenin fotokopilerini çektirerek, belgelerin gene valize
yerleştirilmelerini buyurmuş, fotokopileri 6 Mart 1922 günü emektar bir
mabeyncisiyle, İngiltere Yüksek Komiserliği baştercümanına göndermiştir.»
demektedir.
Bir Fransız
Türkologu olan Jean-Louis Bacque-Grammont; Salahi R. Sonyel'in 1975 yılında
İngiliz belgelerinden derleyerek aktardığı bu bilgi karşısında şöyle
yazmaktadır:
«Vahidettin bunları
gerçekten çaldırarak. Türkiye'yi işgalinde bulunduran bir ulusun diplomatik
temsilcisine göndermişse, ulusal akıma ve yurdu kurtarma çabalarına hıyanet
etmiştir.» (2).
Ve bilmeliyiz ki,
daha böyle nice hain ve işbirlikçi vardır ki, yakın tarihimizin karanlıkları
arasında adları üstünde pek durulmadan unutulup gitmişlerdir. Bunları gün
yüzüne çıkarmak, günümüz tarihçilerinin başta gelen görevi olmalıdır.
— II —
Sözlükler, İşgal'i,
bir yeri almak, tutmak, elegeçirmek, işgalci'yi de işgal eden, içeri giren diye
tanımlar...
Bu tanımları
böylece akılda tuttuktan sonra, ülkemizde eğitimin hemen her dalında olduğu
gibi, tarih eğitimi dalında da ezbercilik egemen olduğu için,
«— 16 Mart 1920
tarihinde ne olmuştu?» diye sorulsa, alınacak yanıt bellidir:
«— İstanbul işgal edilmişti.» (3).
Okullarda da
öğretildiği gibi, resmi kayıt, belge ve tarihlere göre de bu böyledir...
Evet de, acaba
gerçekten böyle midir?
Nedense hiç kimse,
öylece ezberlenivermiş bir iddianın doğruluk ve yanlışlık derecesini
araştırmaz. Madem ki böyle deniyor, böyledir denilir ve geçilir...
Üstelik işin
kolayına kaçan resmi tarihçilerin bir de yalanlanamaz, yanlış olduğu ileri
sürülemez belgesel tanığı vardır:
«— Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın Nutuk'u...»
Evet, Atatürk de
1927 yılı Ekim ayında altı gün boyu 36,5 saat süren Nutuk'ta, Kurtuluş
Savaşının oluşum ve gelişim evrelerini anlatırken, İstanbul'un İşgali ara
başlığıyla, 10 Mart,1920'de bu son Osmanlı Başkentinde İngiliz Askeri
birliklerinin bazı yeni girişimlerini ve el koymalarını uzun uzun anlatır.
Telgraf başında, İstanbul'dan Telgrafçı Hamdi Efendi'nin çektiği telgraflarla
olaylardan nasıl haberdar olduğunu açıklar (4).
Bu aktarmalardan
dolayıdır ki, klasik tarihi okumuş herkes, Manastırlı Hamdi imzasıyla
İstanbul'dan 18 Mart 1920 tarih ve «Derâliye» çıkışlı, «Ankara'da Mustafa Kemal
Paşa Hazretlerine» diye başlayan,
«Bu sabah
Şehzadebaşındaki Muzıka Karakolu'nu. İngilizler basıp oradaki askerlerle
İngilizler müsademe ederek neticede şimdi İstanbul'u işgal altına alıyorlar.
Berayi malumat maruzdur» biçimindeki telgrafı anımsar.
DERYAYI BİLMEYEN
BALIKLAR
Nutuk'u okumuş ya
da dinlemiş olanlar bilirler: Manastırlı Hamdi ve Harbiye telgrafhanesinden
memur Ali, İstanbul'dan Ankara'ya haber uçurmayı sürdürürler. Hamdi Efendi
şöyle yazar:
«Bizim en emniyetli
bir arkadaşımız var ki yalnız o değil, herkes, yani gelenler söylüyor. Şimdi de
Harbiye'nin işgalini haber aldık. Hatta Beyoğlu telgrafhanesinin önünde İngiliz
Askeri olduğunu fakat telgrafhaneyi işgal edip etmeyeceği meçhuldür.»
Harbiye Telgrafhanesinden Ali araya girip Ankara'ya bilgi aktarır:
«Sabah İngilizler
basarak altı kişi şehit ve cnbeş kadar da mecruh oldu. Şimdi, İngiliz askerleri
dolaşıyor. Şimdi, işte, İngiliz askerleri nezarete giriyorlar. İşte içeri
giriyorlar. Nizamiye kapısına. Teli kes! İngilizler buradadır.»
Ali devreden
çıkınca, Hamdi Efendi'nin telgraf maniplesi tıktıkları sürdürür:
«Paşa Hazretleri,
Harbiye
telgrafhanesini de İngiliz Bahriye askeri işgal edip teli katettiği gibi bir
taraftan Tophaneyi işgal ediyorlar. Bir taraftan zırhlılardan asker îhrac
olunuyor. Vaziyet vehamet kesbediyor efendim. Sabahki müsademede 6 şehit, 15
mecruhumuz vardır. Paşa Hazretleri. Emri Devletlerine muntazırım.»
Arada da Hamdi
Efendi bilgi vermeyi sürdürür. Beyoğlu telgrafhanesi de işgal edilmiştir,
Harbiye telgrafhanesi de. Bir süre sonra Hamdi Efendi'nin konuştuğu Merkez
Postahanesi de susar, İngilizler, İstanbul'un Anadoluyla haberleşmesini
kesmişler, Meclisi basıp bazı mebusları tutuklamışlardır.
Bunlara hep işgal
denir... Telgrafçı Manastırlı Hamdi Efendi, Harbiye Telgrafhanesinden Ali
Efendi, İstanbul'da bulunan nazır, mebus, kumandan ve hatta Kuvayı Milliye
Teşkilâtı hep İstanbul'un işgâlinden söz etmektedir. Bir tek, Mustafa Kemal'dir
ki, Nutuk'unda bu olaydan «İstanbul telgraf merkezlerinin işgali» ya da
«bilmüsademe cebren işgal» diye söz eder.
İşin ilginç yanı,
telgraf merkezlerine el koyan «Kuvve-i İşgaliye» komutanlığı da aynı gün
yayınladığı bildiride, bu olaydan «işgal» diye söz etmekte ve Osmanlı Halkına,
«işgal muvakkattir» diye de güvence vermektedir (5).
Bütün bunlara
bakıp, eh İstanbul'un Birinci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra işgal tarihi 16
Mart 1920'dir demek doğrudur diye düşünülebilir...
Pek iyi pek güzel
de, o zaman Kasım 1918'den beri İstanbul limanına demir atmış yüzden fazla
düşman savaş gemisini, Kilyos'tan Çatalca ve Yeşilköy'e, Anadolu yakasında Beykoz'dan
Haydarpaşa ve Bostancı'ya kadar pek çok yere yayılıp dağılmış düşman askeri
birliklerini, İstanbul'daki Yüksek Komiserliklerini, Komutanlıklarını neyin
nesi sayacağız?
Bütün bunlar,
yoksa, dostluk gösterisine gelmiş Müttefik kuvvetleri miydi?
Peki, gene Nutuk'ta
yer alan şu telgrafa ne diyeceğiz?
9 Mart 1920 günü,
yani İstanbul'un resmen işgal edildiğinin açıklanmasından tam bir hafta önce
İstanbul'daki 10.Tümen komutanı bir şifre ile Ankara'daki Yirminci Kolordu
Komutanlığına yazmış olduğu 465 numaralı şifre, şöyle:
«Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine;
İngilizler
tarafından Türkocağı binasının işgali üzerine Milli Talim ve Terbiye binasına
nakleden Ocağın bu yeni işgal ettiği bina, dün zevalda İngilizler tarafından
tekrar işgal edilmiştir efendim. Mart 1920 (âdi)» (6).
Demek ki, Osmanlı
Başkenti İstanbul'da, resmi ve cebri işgalin öncesinde de İngilizler,
diledikleri resmi ve gayrı resmi binalara, bir işgal ordusunun doğal davranışı
içinde el koymaktadırlar.
Bu bir tek örnek... Böylece yüzlerce, binlerce örnek var.
Bu böylece
bilindiği zaman, bir tarihi yanılgıyı düzeltmek gerek. Bu yanılgı da,
İstanbul'un işgal tarihi, gerçekte 16 Mart 1920 değil, 13 Kasım 1918'dir.
Dolayısıyla İstanbul, Osmanlı Devletinin 466 yıllık başkenti, — İstanbul 1457
yılında başkent yapılmıştır — Üçbuçuk yıl değil, tam 1784 gün, yani beş yıla
yakın süre işgal altında kalmıştır. 13 Kasım 1918'den, 2 Ekim 1923 tarihine
kadar...
İşgal tarihi'nin 16
Mart 1920 değil, 13 Kasım 1918 olduğunun bir başka tanığı da gene bizzat
Mustafa Kemal Paşa'dır. Yıldırım Orduları Grup Komutanlığından istifa eden
Mirliva Mustafa Kemal Paşa o gün, yani işgal donanmasının Çanakkale'den geçip
İstanbul limanına demirlediği ve taretlerini İstanbul üzerine çevirdiği günün
akşamı, Haydarpaşa istasyonunda, Adana'dan beri geldiği trenden inmiş, bir
istimbotla bu düşman zırhlılarının arasından karşıya İstanbul tarafına
geçmiştir.
Geçerken de,
yanlarından geçtikleri dev gibi düş
man gemileri
karşısında üzüntüyle bunları seyreden yaveri Cevat Abbas'a;
«— Geldikleri gibi
giderler...» demiştir (7).
Gidecek olanlar
kimdir? Kim olacak? Elbetteki İstanbul'daki işgalciler...
Evet. İstanbul. 16
Mart 1920'de değil, 13 Kasım 1918 tarihinde işgal edilmiştir. Üstelik de dört
başı mamur şekilde... Çanakkale Boğazını zorlayıp da 1915'de ağır bir
yenilgiyle yüzgeri eden İtilâf Donanması, 30 Ekim 1918 Mondros Bırakışmasından
sadece ondört gün sonra. 61 parçalık bir armada ile, İstanbul önlerine gelip
demirlediğinde, karaya çıkan Bahriye silahendazları, Kumkapı, Ahırkapı,
Sarayburnu, Galata Köprüsü, Sirkeci, Galata, Salıpazarı, Dolmabahçe
rıhtımlarına asılmış yüksek binalardan sarkıtılmış İngiliz, Fransız, İtalyan ve
Yunan bayraklarıyla, alkış tutan, «Hurra» çeken, «Zito» diye bağırışan çılgın
ve sarhoş kalabalıklarla, ellerinde çiçekler bulunan Rum. Yahudi, Ermeni ve
levanten kız ve kadınlarıyla karşılanmışlardır.
Galata,
Yüksekkaldırım, Beyoğlu, Nişantaşı, Şişli yolları ve sokakları, kurtarıcılarını
alkışlayıp kucaklayan azınlıklarla doludur. Bunlar sokaklarda dans etmekte,
pembe ablak yüzleri, başlarında yana eğilmiş mavi bereleriyle Fransız, soğuk ve
küstah görünüşlü İngiliz ve buralara neden, nasıl ve niçin geldiklerine karar
verememiş ürkek ama şamatacı İtalyan deniz piyadeleri ve hele Yunanlılar
gemilerinden çıktıklarında çan sesleri arasında, başlarına çiçekler serpilip,
ortodoks papazların üzerlerine okunmuş sular döktükleri, kutsanan Yunan efzon
askerleri süngülerini, tabancalarını, meçlerini cakalı cakalı sallamaktadırlar.
Bir tek, Müslüman
İstanbul'dur ki, Fatih'i, Çarşamba'sı, Süleymaniye'si, Beşiktaş'ı ile içine
çekilmiş, durgun ve ağırbaşlı bir yenilgi acısı içindedir (8).
İşte Mustafa Kemal
Paşa, İstanbul'a ayak bastığı gün bu azgın karşılayıcı ve şımarık «sözde
kurtarıcıların» arasından geçerek önce Akaretler'deki annesinin evine gitmek
istemiş, yol bulamamış, bunun üzerine Beyoğlu'na doğru yürümüş, Pera Palas'a
yerleşmiştir (9).
İşin aslına
bakılırsa, Mondros Bırakışmasından sonra, İstanbul'un işgali için ortada hiçbir
gerekçe yoktur(10). Nitekim, 30 Ekim 1918 tarihinde, Mondros
Ateşkesini Osmanlı Devleti adına İngilizlerin Akdeniz'deki Donanma komutanı
Amiral Calthorpe ile imzalayan Türk Delegasyonu Başkanı, Bahriye Nazırı Rauf
Orbay, İngiliz Amiral'den,
«Hiçbir Yunan savaş
gemisinin İstanbul'a veya İzmir'e gitmemesi, İstanbul'un işgal edilmemesi konusundaki
kuvvetli isteğinizi hükümetime bildirdim...» diye yazılı bir «sözde» güvence de
almıştı/11).
Bir vatansever
olduğu kuşku götürmemekle birlikte daha sonraki yaşam çizgisinde de görüldüğü
gibi, politik kıvraklıktan hayli uzak biri olduğu anlaşılan, Hamidiye Kahramanı
Rauf Bey, ateşkes andlaşmasını imzalayıp İstanbul'a döndüğünde 2 Kasım'da
gazetecilere, İngiliz Amiralinin sözde güvencesine dayanıp,
«— Sizi temin ederim
ki. İstanbul'umuza tek bir düşman askeri çıkmayacak,» diye demeç vermiştir.
Rauf Bey bu
demecinde şunları da söylemektedir: «Yaptığımız mütareke umudumuzun üstündedir.
Devletin bağımsızlığı, saltanatın hukuku, milletin onuru tümüyle
kurtarılmıştır» (12).
Düşman sözüne
güvenmenin sakıncalarını Rauf Bey kısa bir süre sonra, gözleriyle görmüş,
bilfiil yaşamış, İstanbul'dan Anadolu'ya zorlukla kaçabilmiş, Mustafa Kemal'le
birlikte Erzurum ve Sivas Kongrelerine katılmıştır.
Tarihin garip bir
cilvesidir, Rauf Bey, Anadolu Direnişçilerinin, ulusal kurtuluşçuların iki
numaralı adamı olarak İstanbul'daki Padişahın, yeni bir Millet Meclisi
toplanmasını kabul etmesinden sonra mebus (milletvekili) olarak yeniden
İstanbul'a geldiğinde, 16 Mart 1920'da İngilizlerin bu meclisi basması üzerine
tutuklanıp, Malta adasına sürülmüştür.
Rauf Bey, iyi
niyetinin ve uzağı görememesinin cezasını çekmiştir. Sonradan yayınlanan
anılarında (13), Ahmet İzzet Paşa Kabinesinin on günlük
Bahriye Nazırı olarak, Limni Adasının Mondros Limanına gidişini anlatır. Orada,
İngiliz Akdeniz Filosu Başkomutanı Amiral Sir Arthur Calthorpe tarafından
saygıdeğer bir konuk olarak karşılanmıştır. Sanki bir düşman değildir. Amiral,
Türk delegelerini, komutan gemisi Agememnon Zırhlısının kaptan köşkünde
karşılar. Rauf Bey, «bizi güvertede samimi bir tarzda kabul eden Amiral,
istirahatimizi sağlamak maksadıyle, geminin kendisine mahsus mevkilerini bize
ayırmak centilmenliğini gösterdi» der.
27 Ekim sabahı
başlayan ateşkes görüşmelerinde de İngiliz Amiral, centilmenliğini sürdürür.
Oldukça yumuşak görünür. Rauf Bey'e, 24 maddelik bir anlaşma taslağı sunar,
İngilizler bunun ilk dört maddesiyle yetinebileceklerdir. Ama tabii bu, Rauf
Bey'e ifade edilmez. Yıllar sonra, İngiliz Savaş Kabinesi'nin 31.10.1918 günlü
oturumunun tutanakları açıklandığı zaman bu gerçek ortaya çıkar. Bu konudaki
belge İngiltere Dışişleri Bakanlığı arşivlerindedir.
İngilizlerin bu
esnekliğinden habersiz Rauf Bey ve öteki kurul üyeleri, karşılarındaki
İngilizlerin centilmenliğine hayrandırlar. Görüşmelerde, yenik bir ulusun
temsilcilerine acımasız davranan bir düşman komutanı yok gibidir. «Kayıtsız
şartsız teslim»den hiç söz edilmez. «Savaş Suçlusu» lâfı ağızlara alınmaz. Türk
delegasyonunun endişeleri daha çok Yunan emelleri konusundadır. Yoksa
İngilizlerin ne kadar centilmen olduklarını bilmektedir. Amiral, Calthorpe,
«açık sözlü», «dürüst», «geniş görüşlü», «anlayışlı» kişidir, İngiltere'nin
Türkiye'yi yok etmeyeceğini, İngiltere'de bir Türk düşmanlığı olmadığını
söylemektedir.
Rauf Bey İstanbul'a bu duygularla döner.
2 Kasım 1918 günü
Yeni Gün gazetesinde yayınlanan demecinde şöyle der:
«Mütarekeyi
imzalamak göreviyle İstanbul'dan yola çıkarken bugünkü gibi övünç ve sevinçle
döneceğimi hiç aklımdan geçirmiyordum.
İmzaladığımız mütarekeyle devletimizin bağımsızlığı,
saltanatımızın
hukuku tümüyle kurtarılmıştır. Sizi temin ederim ki, İstanbul'umuza bir tek
düşman askeri çıkmayacaktır Adana eskiden olduğu gibi Osmanlı yönetiminde
kalacaktır. Batum ve Kars da şimdilik boşaltılmayacaktır. Size tekrar ediyorum
ki, İngilizler bize olağanüstü bir iyiniyet gösterdiler. O kadar ki,
askerimizin ne kadarını terhis etmemiz gerektiğini saptamak hakkını bize
bırakmışlardır. Evet, yaptığımız mütareke, umudumuzun üstündedir. Devletin
bağımsızlığı, saltanatın hukuku, milletin onuru tümüyle kurtarılmıştır» (14).
Ve işte bu Rauf
Bey, bu imzadan çok değil sadece altı ay sonra İstanbul'dan Anadolu'ya kaçmak
zorunda kalacak, Erzurum ve Sivas Kongrelerine katıldıktan sonra son Osmanlı
Mebusan Meclisine Sivas Milletvekili seçilerek İstanbul'a dönecek, sonra
tutuklanacak 18 Mart 1920 günü Benbow gemisiyle Malta adasına gönderilecek 30
kadar Türk siyasi suçlusundan biri olarak, Polverista kampında tel örgülerin
arkasında, «2776 Rauf Bey» diye numarayla anılacak biridir. Artık İngilizlerin
bir konuğu değil, yargılayacakları bir sanıktır. Hakkında tutulan gizli sicilde
İngilizce «Eski Bahriye Nazırı, Milliyetçi hareketin başlıca teşkilâtçılarından
biri. Sivas mebusu» yazılıdır. Bir de Numara: 2776 Rauf Bey (15).
— III —
BAĞRIMIZDA BİR DEĞİL,BİN YILAN BESLEMİŞİZ
Mondros Ateşkes
anlaşmasından ve Rauf Bey'in «sizi temin ederim ki İstanbulumuza tek bir düşman
askeri çıkmayacak» demesinden kısa bir süre sonra, Çanakkale'den hareket eden
Basra adlı Osmanlı torpido gemisi. Karacı Yarbay Murphy ve Deniz Binbaşısı
Chilton adlı iki İngiliz subayını, Savunma ve Donanma Bakanlıklarında İrtibat
Subayı olarak görev yapmak üzere İstanbul'a getirdi. Tarih, 8 Kasım 1918'di.
Yani, Rauf Bey'in İstanbulumuza tek bir düşman askeri bile çıkmayacak
demesinden sadece altı gün sonrası... (16).
Aynı gün, İngiliz
İrtibat Subayları, Osmanlı Devletine ait bir torpido ile İstanbul'a gelirken,
yağma'da İngilizlerden daha çok pay kapma hırsında oldukları için gözleri daha
kara olan Fransızlar Arian adlı savaş gemisini Çanakkale boğazı ve Marmara'dan
geçirerek, İstanbul'a göndermiş ve Galata rıhtımına yanaştırmışlardı.
Birinci Dünya
Savaşı boyunca, İstanbulluların gördüğü ilk yabancı savaş gemisi bu Arian'dır.
Arian'ın Galata
rıhtımına yanaşması ve gemiden çıkan dört Fransız subayının, yaya olarak
Beyoğlu'ndaki sefarete kadar gitmeleri, Galata'dan Beyoğlu'na kadar tüm
sokakların binlerce İstanbullu, Rum, Ermeni, Yahudi ve levanten ile bazı
işbirlikçi Türklerce doldurulmasına «Yaşasın Fransa! Yaşasın Hürriyet!..» diye
bağırışmalarına ve alkış tutmalarına yol açmıştır. Fransız subaylarına çiçekler
verilmiş, boyunlarına sarılıp ağlayanlar olmuş, ardlarında da korkunç bir
kalabalık birikmiştir.
Az sonra, Basra
Muhribi karaya yanaşıp İngiliz subaylarını çıkardığında, benzer bir kalabalık
ve karşılama töreni de onlara yapılmıştır. Bu kez karşılayıcılar, «Yaşasın
İngiltere!» diye bağrışmaktadır. Galata Rıhtımı, Tophane, Yüksekkaldırım,
Beyoğlu caddesi ve yan sokaklar boydan boya İngiliz ve Fransız bayraklarıyla
donatılmış tır (17).
Genelkurmay Harp
Tarihi Dairesi'nin 1962 yılında yayınladığı, Türk İstiklâl Harbi C.I.
Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı adlı kitaba göre Fransız ve İngiliz irtibat
subaylarının İstanbul'a gelişi 8 Kasım 1918'dedir. Türk Tarih Kurumu
yayınlarından Gothard Jaeschke'nin Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi Mondros’tan
Mudanya'ya Kadar adlı 1970 basım tarihli kitabına göreyse (18),
İngilizlerin İstanbul'a gelişi 7 Kasım günüdür. Çeşitli anılarda ve tarih
kitaplarında da, Osmanlı Devletinin başkentine ilk düşman irtibat subaylarının
geliş tarihi konusundaki görüşler çeşitlidir (19).
7 ya da 8 Kasım...
Sanırız, doğrusu 7 Kasım olacaktır. Zira 8 Kasım tarihli Zaman, Sabah, Minber
Tasvir Boğazdan Marmara'ya geçen ilk düşman gemisinin Fransızların Arian'ı
olduğunu yazmaktadırlar.
İŞBİRLİKÇİLER SU
YÜZÜNE ÇIKIYOR
Bu gelişten iki gün
sonra, —demek ki hazırlıkları sadece bir gün sürmüş— İstanbul'da Yeni İstanbul
adlı bir gazete piyasaya çıkmıştır. Başyazarı Süleyman Radi'dir. Gazete,
İngilizlerle dostluk yapılmasını, iyi geçinilmesi gerektiğini savunmaktadır.
Gazete, Padişah
Vahidettin ve Prens Sabahattin'in resimleriyle süslüdür. Başyazı ise
«İngilizler ve Biz» başlığını taşımaktadır. Yazının özeti ise, Lloyd George,
eski Türklerin bir kere daha muhabbetlerine müstahak olursa Kabinesi, İslamlar
hakkında geleneği yaşatır, biçimindedir.
Gündelik Yeni
İstanbul gazetesi, bir ay sonra Süleyman Radi'nin işbirlikçiliğini de yeterli
bulmamış olacak ki, 8 Aralıkta adını ve başyazarını değiştirecek, Türkçe
İstanbul adını alacaktır. Bu kez başyazarı, Ulusal Direniş Hareketini içinden
yıkmaya çalışacak, İngiliz casusluğu belgelenecek Sait Molla'dır. Sait Molla,
eski şeyhülislamlardan Cemalettin Efendi'nin yeğeni, Mustafa Neşet Molla'nın da
oğludur. Bu Sait Molla, İngiliz Casusluk örgütünden Rahip Dr. Robert Frew ile
birlikte İstanbul'da İngiliz Muhipleri Cemiyeti'ni (İngilizleri Sevenler
Derneği) kuracak, Şûrayı Devlet Reisliği (Danıştay Başkanlığı), Adalet
Başkanlığı Müsteşarlığı yapacak, Kurtuluş Savaşının başarıya erişmesi üzerine
kaçıp Romanya'ya sığınacak, 150'likler listesine alınacak, vatandaşlıktan
çıkarılacak, maceralı ve yüz kızartıcı bir yaşamdan sonra da yurt dışında
ölecektir (20).
Yeni İstanbul'un
ilk başyazarı Süleyman Radi'nin ise bir başka işbirlikçi olarak, daha sonra ne
olduğu, neler yaptığı hakkında elde herhangi bir bilgi yoktur.
7 Kasım 1918'de
İstanbul ufuklarından dumanlarını savura savura gelen Arian adlı Fransız savaş
gemisinin ardından 10 Kasım Pazar günü iki savaş gemisi daha göründü. Bunlar,
İngiliz generalleri Cory ve Vaugh'u getiren Clarck adlı İngiliz muhribiyle,
Fransız generali Bunoust'u getiren Fransız Mangini muhribiydi.
Ertesi günkü,
İkdam, Minber ve Yeni İstanbul gazeteleri, İtilâf Devletleri adına İstanbul'a
gelen bu İngiliz ve Fransız generallerinin Liman Başkanı tarafından gemilerinde
ziyaret edildiğini, Garnizon Komutanlığına atanan General Wilson'un da Erkân-ı
Harbiye-i Umumiye Reisi (Genelkurmay Başkanı) Cevat Paşa'yı (Çobanlı) ziyaret
ettiğini yazıyordu (2I).
İSTANBUL LİMANINDA
BİR KARA BULUT
Asıl İtilâf Filoları,
13 Kasım 1918 günü İstanbul limanına gelerek, Kız Kulesi açıklarından başlayıp
Beşiktaş'a doğru yayılarak pruva nizamında demir attılar.
Günlerce Çanakkale
ağzındaki mayınlı alanların temizlenmesini beklemiş olan İtilâf ortak
donanmasının İstanbul ufuklarında dev bir armada olarak ve kara bir bulut gibi
görünmesi, sonra tüm taretleri şehre çevrilmiş olarak istim üstünde limana
demir atması ve gemilerin baştan başa bayrak ve filamalarla süslü olması,
güvertelerinde tören kıtaları durmadan çalan bandoları, rıhtımlara yığılmış,
İstanbul'un yerli ve azınlık işbirlikçilerini çılgına çevirdi. Aynı gösterinin
çok daha ufak çaplısı, 10 Kasım'da İngiliz ve Fransız generalleri karaya
çıkarken de yapılmıştı ama bu defaki görünüş büsbütün korkunçtu. Sirkeci kıyıları,
Galata Köprüsü ve Galata rıhtımı, Tophane, Salıpazarı, Dolmabahçe kıyıları
onbinlerce karşılayıcıyla doluydu. Kıyıdaki bütün binalar, İngiliz, Fransız,
İtalyan ve Yunan bayraklarıyla donatılmış, çiçeklerden tak-ı zaferler
kurulmuştu. Rum ve Ermeni okullarıyla Musevi okullarının üniformalarını giymiş,
başlarında öğretmenleri bulunan öğrencileri, çeşitli kilise ve havraların
papazları, keşişleri, zangoçları, hahamları, rengarenk giyinmiş genç kadın ve
kızlar, İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan ulusal renkli eşarplarıyla kadınlar,
donanmış gemileri ve bu gemilerde çalan bandolarla gösteri yapan yabancı
askerleri «Hurra!... Zito!... Viva!...» nidaları ve alkışlarla karşılıyorlardı.
İstanbul'un
Müslüman Türk halkını asıl yıkan ise, her biri birer ejderhaya benzeyen dev
zırhlılar, dritnotlar, kruvazörler üstünde sallanan İngiliz, Fransız ve hatta
İtalyan bayrakları değildi. Müslüman Türk halkını üzüntüden göz yaşlarına
boğan, Yunanlıların ünlü Averof Zırhlısı'nın Yunan bayrağıydı... Kalplerde asıl
korkuyu bu bayrak yaratıyordu...
Mondros'ta, Ateşkes
anlaşmasını imzalayan safdil Osmanlı Bahriye Nazırı Rauf Bey'e —O Rauf Bey ki,
Balkan Savaşında, Hamidiye Kruvazörü ile Yunanlıların Averof Zırhlısına kök
söktürmüş Hamidiye Kahramanıydı— verilen sözün hiçbir değerinin olmadığı ortaya
çıkmıştı.
Ama iş bu kadarla
da kalmadı.
Limanda, istim
üstünde demir atan savaş gemileri, kıyılarda kendilerini çılgınca alkışlayan
işbirlikçilerin gösterileri arasında, hemen karaya bahriye silahendazları,
zırhlı araçlar, devriye birlikleri, toplar, makinalı tüfekler çıkarmaya
başladı.
Genelkurmay Harp
Tarihi Dairesi adına Emekli Kurmay Albay Tevfik Bıyıklıoğlu'nun yazdığı Türk
İstiklâl Harbi C. I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı adlı kitapta, o gün
İstanbul'a çıkartılan düşman kuvvetlerinin dökümü şöyle yapılmaktadır:
«13 Kasım 1918 günü
filolardan karaya çoğu piyade ve bir kısmı süvari ve topçu olmak üzere 3.500
kişilik kadar bir kuvvet çıkarılmıştı. Bunlardan 2.000 kişi Beyoğlu
bölgesindeki kışlalarla, yabancı okul, hastahane, akıl hastahanesi gibi
müesseselere ve bazı otel ve hususi binalara yerleştiler. Diğer 1.500 kadar
İngiliz askeri de Boğaz'ın Rumeli yakasında, Rumelikavağı, Yenimahalle ve
Büyükdere'den Bebek'e kadar uzanan sahaya yayıldılar.
İstanbul'a gelen
İtilâf filolarının kuruluşunda olduğu gibi, karaya çıkan birlikler arasında da
çoğunluk İngilizlerde idi. Karaya çıkarılan kuvvetlerin karargâhlar dışında ve
kıta olarak, 1.500 kadarı İngiliz, 540'ı Fransız ve 470'i İtalyan ordusuna
mensuptu.
İtilâf Filolarının
başında İstanbul'a gelen İngiliz Amirali Calthorpe, İngiliz Yüksek Komiserliği
görevini üzerine almıştı. Kontramiral Richard Webb Yüksek Komiser Yardımcısı,
T.B. Hohler birinci siyasi memur, Ryan, ikinci siyasi memur olarak komiserlik
ileri gelenleri oldu.
Fransız Visamiral'i
Amet de, Fransız Yüksek Komiseri atandığını Osmanlı Dışişlerine bildirdi (18
Kasım 1918). İtalya ise, Osmanlı Hükümeti nezdinde Yüksek Komiserliğe, İtalyan
elçilerinden Kont Sforza'yı memur etti (17 Kasım 1918)» (22).
İtilâf donanmasıyla
birlikte İstanbul'a İtilâf Yüksek Komiserlerinden başka, İtilâf Yüksek Komuta
Karargâhları da geldi. Bunlar şöyle sıralanıyordu:
1.
General Franchet d'Esperey'in Fransız
Doğu Orduları Başkomutanlık karargâhı.
2.
General Milne'nin İngiliz Selanik
Kuvvetleri Başkomutanlığı.
3.
General Wilson'un Avrupa Türkiye'si
(Trakya) ve Boğazlar İtilâf Kuvvetleri Komutanlığı.
4.
General Brunueat'ün Türkiye'de İtilaf
İşgal Kuvvetleri Komutan Yardımcılığı.
5.
Tuğgeneral E.J.F. Vaughan
yönetimindeki İtilâf Deniz ve Kara Yönetim Komisyonu.
6.
General Topart komutasındaki
122.Fransız Tümeni Komutanlığı.
Genelkurmay
Başkanlığı Harp Tarihi dairesi adına, tarihçi emekli Kurmay Albay Tevfik
Bıyıklıoğlu'nun yazdığı, Türk İstiklâl Harbi'nin ilk cildini oluşturan Mondros
Mütarekesi ve Tatbikatı adlı kitapta yer alan şu hüküm, nedense, okullardaki
okutulan tarih kitaplarında hep gözardı edilmiştir. Bıyıklıoğlu Genelkurmay
Başkanlığının Harp tarihinde şöyle der:
«İstanbul'a İtilaf
kumanda makamlarının ve kara kuvvetlerinin yerleşmeleri, Başkent'in fiili işgal
altına girdiğinde şüphe bırakmıyordu. Bu işgal, mütarekanamenin hiçbir hükmü
,ile bağdaşması mümkün olmayan bir tecavüzdür» (23).
Evet de, gerçek
böyle olduğu halde, bu anlaşmaya aykırı işgale karşı en ufak bir direniş
göstermeyen, hatta işgale gelen birliklerin komutanlarını resmi temsilciler
olarak kabul edip karşılayan dönemin başta Padişahı Sultan Vahidettin ve
Sadrazam Tevfik Paşa (Okday) ile hükümeti, dönemin askeri komuta kademelerini,
düşmanla işbirlikçiliği yapmakla suçlamamak, aklın kolay kolay alacağı birşey
değildir.
11.11.1918 günü iş başına geçen ve işgale seyirci kalan bu İkinci
Ahmet Tevfik Paşa kabinesi üyelerinin adlarını burada anımsamakta yarar vardır:
Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa (Okday)
Şeyhülislam İbrahim El Haydari Efendi
Evkaf Nazırı Ahmet İzzet Bey (Kanbur İzzet Bey)
Harbiye Nazırı
Birinci Ferik (Orgeneral)Abdullah Paşa, sonra Birinci Ferik Cevat Paşa
(Çobanlı)
Bahriye Nazırı Topçu Ferik Rıza Paşa
Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa
Dahiliye Nazırı Avukat Mustafa Arif Bey
Adliye Nazırı
Mehmet Ziya Paşa, sonra Gürcü Ali Haydar Efendi
Devlet Şûrası Reisi
Mehmet Şerif Paşa (Çavdaroğlu)
Maliye Nazırı
Abdurrahman Vefik Bey (Sayın)
Maarif Nazırı Rıza
Tevfik Bey (Bölükbaşı)
Nafıa Nazırı Mehmet
Ziya Paşa
Ticaret ve Ziraat Nazırı
Kostaki Vayani Efendi
Posta ve Telgraf
Nazırı Oskan Efendi (Ancak Oskan Efendi eski posta ve Telgraf Nazırı olduğu
halde bu atamayı kabullenmemiş ve görevi kabul etmemiş, yerine hemen) Cebeli
Lübnan Mutasarrıfı Yusuf Franko Paşa atanmış, daha sonra da Rıza Tevfik Bey
vekalet etmiştir.
İaşe Nazırı Muzaffer Bey (Vekil olarak) sonra Raşit Bey (24)
.
Kaldı ki,
İstanbul'un işgali konusundaki 13 Kasım tarihi bile tartışılabilir. Çünkü,
donanmadan da önce ilk anda İstanbul'un içine değilse bile. varoşlarına gelmiş
bir başka işgal birliği vardır. Bu birlik öyle üçbeş kişilik bir temsilciler
kurulu da değil, düpedüz tankıyla, topuyla koskocaman bir tümendir.
Fransızların 122. Tümeni...
6 Kasım 1918 günü,
yani İtilâf Donanmasının İstanbul'a gelmesinden bir hafta önce, Uzunköprü'deki
Osmanlı Müfrezesi Komutanlığına, Bulgar sınırından geçen birkaç Fransız Subayı
baş vurur. Bunlar, Müfreze Komutanı Binbaşı Hüseyin Hüsnü'ye,
«9 Kasım günü
Uzunköprü'ye üç Fransız bölüğünün geleceğini, bunlar için 70 oda, üç ton sebze,
beş ton yakacak hazırlanmışını» bildirdiler. Bu Fransız Subayları, Doğu Trakya
Hududunda bulunan 3. Alayın Komutanı Albay Fah ve Fransız 122. Tümen
Karargâhından Kurmay Yüzbaşı Foke'dir (25).
Uzunköprü'deki
Osmanlı Binbaşısı Hüseyin Hüsnü, durumu hemen bir raporla İstanbul'a bildirir.
O sırada İstanbul'da, Ahmet İzzet Paşa (Furgaç) Hükümeti, yani Mondoros
Ateşkesi'ni imzalamış hükümet iş başındadır. Hükümet ve komutanlar, bu raporu
hayret ve dehşetle karşılarlar. Fena halde de telaşlanırlar, İtilâf
kuvvetlerinin, Doğu Trakya'ya Uzunköprü üzerinden girmeleri, İstanbul'un düşman
kara kuvvetleriyle işgali anlamına gelmektedir. Hükümet ve Genel Karargâh böyle
birşeye seyirci kalamazlardı. Sadrazamlıkla birlikte Harbiye Nazırlığını da
üstünde bulunduran Müşir Ahmet İzzet Paşa, 7 Kasım'da 3. Ordu Komutanlığına şu
ürkek emri verir:
«Ne İstanbul'a ne
de Uzunköprü'ye Fransız kıtalarının geleceğinden hükümetin malûmatı olmadığı
gibi, mütarekenamede de böyle bir kayıt yoktur. Bundan başka, İtilâf
Kuvvetleri, mütarekenamenin 7. maddesine göre, ancak tehlikeli bir durumda,
sevkülceyş noktasını işgale yetkilidirler ki, böyle bir tehlikenin mevcut
olmadığı aşikâr ve bilfarz herhangi bir sevkülceyş noktasının işgali icab etse
bile, meselenin ancak iki hükümet arasında kararlaştırıldıktan sonra
uygulanması gerekmektedir. Bu konu üzerine, bugün derhal Mondoros'taki Amirale
müracaat edileceği ve alınacak cevaba göre, gerekli tebligat yapılacağı tabiî
bulunmuştur. Buradan bir cevap gelinceye kadar, Fransızlann bu arzularının
kabul olunmayacağını, nazikane bir surette kendilerine anlatınız. Şayet bu
tebligata rağmen geçmekte ısrar ve kuvve-i cebriye istimal ederlerse ateşle
mukabele edilmeyerek, yalnız protesto ile iktifa edilmesi muktazidir.» (26)
Görüldüğü gibi.
Müşir Ahmet İzzet Paşa da, daha sonra yerine geçecek Tevfik Paşa ya da Damat
Ferit gibi, düşmana karşı silahlı bir direnişden yana değildir. Dolayısıyla
kendisine işbirlikçi denmese bile teslimiyetçi demek fazla yanlış ve haksız
olmayacaktır. O dönemlerde Sadrazam da, Bahriye Nazırı Rauf Bey gibi, İtilâf
devletlerinin özellikle İngilizlerin iyi niyetlerinden kuşku duymamaktadır.
Bunun için de, işi görüşme yoluyla, protesto yoluyla halletme çabasındadır. Nitekim
Sadrazam, Bahriye Nazırı ve Mondoros ateşkesini imzalamakla görevlendirdiği
Rauf Bey'e, İngiliz Amirali ile ilişki kurması için emir vermiştir.
Rauf Bey (Orbay),
Mondros'ta Amiral Calthorpe'nin yanında bıraktığı irtibat subayı Deniz
Yüzbaşısı Şevket'e aynı gün şu telgrafı çekmiştir:
«... Fransızların bu müracaattan maksatları anlaşılmıyor. Şayet
Fransızların maksatları Boğaz Tahkimatını işgalden ibaretse, İstanbul halkının
özel durumu Fransız kıtalarının İstanbul içinden geçmesine müsait olmadığı ve bu
gibi meselelerin yalnız bir murahhas ve tercihan mütareke müzakerelerini idare
eden ve yapılan tadilatı bilen ve şifahi izahlar ve teminat veren Visamiral
Calthorpe'la müşaürünaleyhin İstanbul'a gelmekte olan deniz ve kara
müşavirleriyle görüşüp anlaşmanın daha münasip olacağı cihetle, keyfiyeti
amirale tebliğ ediniz. Amiralden cevap alınıncaya kadar, Fransızların bu
talebinin kabul olunamayacağının Fransız'lara anlatılması 3. Ordu
Kumandanlığına bildirilmiştir.» (27).
Bahriye Nazırı Rauf
Bey'in bu telgrafına, Yüzbaşı Şevket imzasıyla Amiral Calthorpe'den gelen 8
Kasım tarihli cevap iki satırlıktır:
«General Wilson,
kendisinin malûmatı olmadan hareket etmemelerini, Fransızlara bildirmiştir.»
Bu
cevap veriledursun, Bulgaristan sınırından Doğu Trakya'ya 122.Fransız tümeni geçmiştir. General Topart, Osmanlı
Genelkurmayının
nazikane itirazına hiç aldırmamış, 10 Kasım'da 45.Piyade alayından önce 100
kişilik bir müfreze, ardından da Fransız alayının büyük kısmı Uzunköprü'ye
girmişlerdir.
Kuşkusuz ki, Fransızlar, salt burada da kalmamışlar, süratle
ilerleyerek Doğu Trakya'yı tümden işgal altına aldıkları gibi, hazırlanan bir özel trenle de 4000
kişilik bir müfrezeyi İstanbul'da
Bakırköy'e
göndermiş, 16 Kasım'da da Reşadiye kışlasına
yerleştirmişlerdir.
Kaldı ki, Birinci
Dünya Savaşı yeniği Osmanlı Dovleti'nin başkentinin işgali, işgal olayının
sadece bir ufak parçasıdır. Mondros Bırakışmasının hemen ardından, savaşlarda
yitirilmiş Osmanlı topraklarının dışında daha nice yer, resmen ve alenen işgal
edilmiştir ki, bunlar İstanbul'un işgalinden de öncedir, örneğin Ardahan 30
Ekim 1918'de ateşkesin imzalandığı gün İngilizlerce, Kars'a bağlı Aralık ve
Iğdır da Ermenistan Cumhuriyetince işgal edildi. 3 Kasım'da İngiliz'ler
Musul'u, 9 Kasım'da önce İngilizler ardından Fransızlar Antakya, İskenderun,
Kırıkhan, Samandağ'ı, İngiliz ve Fransızlar 6 Kasım'da Çanakkale Boğazı ve
Müstahkem mevkilerini, 13 Kasım'da İngilizler Kerkük ve Süleymaniye'yi işgal
ettiler.
Sonrası ise hep bilinir:
Anadolu'nun ortasındaki
bir avuç yer dışında, düşman işgaline uğramamış yer kalmamıştır. Konya'da,
Ankara'da, Eskişehir'de, Afyon'da, Samsun'da, Erzurum'da bile İtilâf
Devletlerinin askeri birlikleri ve subayları vardır. Güneydoğu Anadolu Tarsus
ve Mersin'den Urfa ve Maraş'a kadar uzanan bir şerit halinde Fransızlar,
Antalya, Muğla İtalyanlar, Ege yöresi Yunanlılar, Trakya Fransızlar, İstanbul
vs Boğazlar Müttefik Ortak Kuvvetleri tarafından işgal edilmişlerdir.
Neredeyse, Anadolu'nun düşman çizmesi görmemiş yeri kalmamıştır.
Ve işin acı olan
yanı şudur ki, işgal kuvvetleri, ulaştıkları bemen her yerde, kendilerine
yardımcı olan Osmanlı tebaası işbirlikçiler bulmakta hiç mi hiç zorluk
çekmemişlerdir.
Savaş yılları
içinde, Çarlık Rusyasıyla işbirliği eden ve cephelerde savaşan Osmanlı Ordusunu
arkasından vurmak için çeteler kuran, baskınlar düzenleyip, soykırımları yapan
Osmanlı uyruğu Ermeniler, Ege'de Adalar üzerinden gizlice Yunanistan'a kaçıp
Yunan ordusuna asker yazılan yerli Rumlar, Hicaz'da, Yemen'de. Irak'ta,
Trablusgarp'ta, Lübnan'da, Suriye'de. Filistin'de Türk askerini arkadan
hançerleyen Araplar, Şerif Hüseyin'ler, Emir Abdullah'lar Osmanlı Meclis'i
Mebusan'ında Ayan üyesi ya da milletvekili olup da devletleri aleyhinde çalışan
Yusuf Franko Paşa'lar, Abdülhamit Zühravi, İstiyan Tilkof, Seyit Abdülkadir
Efendiler, Pastırmacıyan'lar, Varteks efendiler, Bogos Nubar, Esat Toptani
Paşa'lar, İsmail Kemal'ler, Priştine Mebusu Hasan'lar, Bedirhanzede Emin
Âli'ler, Şükrü Bey
El'Assali,
Şefik Bey El Müeyyed'ler'in işbirlikçilikleri hatta hainlikleri belki
anlaşılabilir. Milliyet ve kavmiyet aykırılıkları belki bunları bir belirli
yere; haklı haksız itmiştir. Ama, yüzde yüz Türk olan; işgallere, parçalanmaya,
köleliğe çanak tutan işbirlikçileri ne yapmalı?
BİR TEFERRUAT GİBİ GÖRÜNSE DE...
Tarihçilerimizin
üstünde pek anlaşmaya varamadıkları bir nokta daha var:
13 Kasım 1918 günü,
İstanbul'a gelen İtilâf Ortak armadası kaç gemiden oluşuyordu?
Klasik tarih
kitapları, 13 Kasım'da İstanbul'a Çanakkale Boğazından geçip gelen 55 parçalık
bir armadadan söz eder.
Türk Kurtuluş
Savaşı Kronolojisi yazarı Prof. Gothard Jaeschke «55 gemilik Büyük Filo» der(28).
Prof. Dr. Utkan Kocatürk. İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan gemilerinin teşkil
ettiği 6l parçalık İtilâf filosunun İstanbul'a gelmesi ve karaya bir kısım
kuvvet çıkarması» der(29). Zeki Sarıhan. Kurtuluş Savaşı
Günlüğü'nde «61 parçalık bir filo»dan söz eder(30). Bilal N.
Şimşir, Malta Sürgünleri adlı araştırma kitabında, «13 Kasım 1918 günü, 55
parçalık bir düşman donanması Çanakkale Boğazından girip Dolmabahçe önünde
demirler» diye yazar (3I). Mahmut Goloğlu, Erzurum Kongresi
adlı kitabında, «içinde Yunan savaş gemilerinin de bulunduğu 61 parçalık İtilâf
Devletleri Filosu İstanbul Limanına demirledi» der(32). Celal
Bayar, Ben de Yazdım adlı yarı tarih yarı anı kitabında, «13 Kasım 1918'de
İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunanlıların büyük harp filoları Çanakkaleyi
geçerek İstanbul limanında, parlamento binası ve Padişahın oturduğu Dolmabahçe
Sarayı önünde demirlemişlerdi. Bunlar 55 parça İngiliz, Fransız, İtalyan ve
Yunan gemileriydi. Mondros Mütarekesini imza eden İngiliz delegesinin resmi
vadine rağmen başlarında Averof zırhlısı olmak üzere Yunan filosu da
bulunuyordu» (33).
Bu birbirini tutmaz
örnekleri daha pek çok uzatmak ve çeşitlendirmek olasıdır. 13 Kasım 1918 günü
İstanbul Limanına gelen İşgal Donanması 55 parça gemiden mi, yoksa 61 parça
gemiden mi oluşmaktadır, yoksa, bu daha farklı bir sayı mıdır?
Bu, belki ilk
bakışta, fazla teferruata ilişkin bir soru gibi gözükebilir. Ama unutmamak
gerekir ki, ülkemizin ve ulusumuzun yakın tarihine ilişkin yakın tarihinin bir
önemli kara gününün detayına kadar bilinmemesi ya da yarım yamalak bilinmesi,
yüreklerde bir burukluk yaratmıyorsa, bunu anlamak pek kolay değildir.
Genelkurmay
Başkanlığı adına, Türk İstiklâl Savaşını resmen yazmaya memur edilmiş Kıırmay
Albay Tevfik Bıyıklıoğlu, Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı adlı yapıtında, —ki
en güvenilire benzer kaynak budur—, «12
Kasım 1918 akşamına kadar Boğaz'dan
(Çanakkale)
İstanbul'a doğru geçen İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan harp gemileri 15
muharebe gemisi, 11 kruvazör, 29 muhrip ve 6 denizaltı gemisini buluyordu.
Hepsi 61 parçadan ibaret büyük bir İtilâf Filosu, 13 Kasım günü İstanbul
Limanına demirledi.
Aralarında bir
Yunan zırhlı kruvazörü ile dört Yunan muhribi de vardı.
13 Kasım 1918 günü
de Boğaz'dan 12 harp gemisi (aralarında bir de Yunan zırhlısı «Ypsara») daha
geçmiş ve İstanbul Limanındaki İtilâf filoları 73 gemiyi bulmuştu» (34)
diye yazmakta ve bu tabloyu daha sonraki sayfalarda şöyle tamamlamaktadır:
«15 Kasım 1918
gününe kadar gelen İtilâf Harp gemilerinin sayısı 167'ye yükseldi. 16 muharebe
gemisi, 12 kruvazör, 52 muhrip, 11 denizaltı olmak üzere cem'an 91 harp gemisi
ve 76 yardımcı (10 gambot, 18 balıkçı gemisi, 25 nakliye, 1 hastahane, depo, 22
mayın arama-tarama gemisi) gemiden ibarettir.
Sondadan gelenlerle
birlikte, İtilâf filolarında İngiltere 67, Fransa 22, İtalya 10, Yunanistan 1
harp gemisiyle temsil ediliyorlardı» (35).
Albay
Bıyıklıoğlu'nun bu son cümlesi, İstanbul'da 100 düşman gemisinin sürekli olarak
demirlediğini göstermektedir. Geriye kalan 67 gemi ne olmuş, örneğin bu arada
sayıları 6 olan Yunan savaş gemilerinden beşi, geri mi dönmüş, Karadeniz'e mi
çıkmıştır? Bu noktalar karanlıktadır.
Karanlıkta olan bir
başka nokta, ilk gün İstanbul'a geldikleri yazılan 61 savaş gemisi listesine,
İstanbul'a 7 ya da 8 Kasım'da gelmiş, Fransız mayın arama-tarama gemisi Arian
ile, (36) 10 Kasım günü generallerini getiren İngiliz Clarck
muhribi ve Fransız Mangini muhribi dahil midir, değil mi? Belli değildir...
İstanbul'da Padişah
Vahidettin'e bağlı Saltanat Hükümeti, İngiliz ve Fransız savaş gemilerinin
Darüssaadet'e (mutluluk kapısı İstanbul Başkenti için kullanılan deyimlerden
biri) gelmesine pek karşı değildir de, İtalyan ve hele Yunan savaş gemilerinin
gelmesine başlangıçta pek karşı çıkmıştır.
Bahriye Nazırı Rauf
Bey, daha Mondros Bırakışması imza görüşmelerini yaparken, Amiral Calthorpe'a
şahsı, hükümeti ve devleti adına bu endişesini dile getirmiş, 29 Ekim 1918'de imza
töreninden önce İstanbul'dan aldığı son hükümet talimatında da,
«Boğazları işgal
edecek İtilâf askerleri arasında İtalyan, bilhassa Yunan askeri bulunmaması,
bundan başka, İngiliz ve Fransız askerleriyle birlikte Osmanlı birliklerinin de
bulundurulması...» buyruğunu almıştır.
İngiliz Amiral,
Osmanlı Bahriye Nazırı'nı Mondoros'ta avutmuştur. Daha sonraki günlerde, yani
Çanakkale Boğazı içindeki mayınlar temizlenmeye başlandığında, Yunan ve İtalyan
gemilerinin boğazdan geçmemesi için İstanbul'dan verilen buyrultu
doğrultusunda, amiralin yanındaki irtibat subayı Dz. Yüzbaşı Şevket Bey bir
girişimde daha bulunmuş ve 7 Kasım'da da amiralin şu kısa cevabını telgrafla
İstanbul'la iletmiştir:
«Hükümetten emir aldığımdan, Yunan gemilerinin İstanbul'a
gelmesini menedemeyeceğim. Osmanlı Hükümetinin bir
kargaşalık çıkmasına meydan vermeyeceğine eminim.» (37)
10 Kasım 1918'de,
Osmanlı Umumi Karargâhı adına yeniden Mondoros'a gönderilen ve İtalyan ve hele
Yunan gemilerinin İstanbul'a gelmesini önlemekle görevlendirilen Kurmay Yarbay
Sadullah Bey'in, Mondoros'ta Amiral Calthorpe ve General Wilson'Ia yaptığı
görüşmelerden sonra İstanbul'a gönderdiği rapor ise şöyleydi: ,
«Amiral ile
mülakatımızda, Yunan gemilerinin İstanbul'a gelmemesi için tekrar ettim. Bu
emrin değiştirilmesine imkân olmadığını bildirdi. Yalnız Yunan gemilerini,
takriben Selimiye açıklarında bırakmak suretiyle, İstanbul'dan biraz uzak
bulundurulmasına muvafakat etti. Bunun önünden başlayarak, Boğaziçine doğru
yalnız ikişer İngiliz, Fransız, İtalyan gemisi getirileceğini ve bu gemilerin
sabahleyin takriben 08.00-09.00'da gelip, öğle vakti İstanbul'dan hareket
edeceklerini ve gemilerin varış zamanının 24 saat önceden haber verileceğini
vaat etti. Bununla beraber, kendi emrinde bulunmayan Yunanlıların Londra'da bir
teşebbüs yaparak, bu tertibatı değiştirmeye çalışmaları muhtemel olduğunu ilave
etti. Amiral'in ifadesinden Yunanlıların Londra'da daima kuvvetli teşebbüsleri,
diğer müttefiklerin de müracaatları eksik olmadığını, bu durumda ruhlu ve mühim
meselelerin gerek Amiral (Calthorpe), gerekse General (Wilson) vasıtasıyla
çözülmesi kolay olmayacağı anlaşılmaktadır. Memleketimizin de murahhas memur
göndererek, doğrudan doğruya Londra ile derhal temas etmenin gerek mütareke
teferruatının, gerek barış meselelerinin halli için, pek faydalı olacağı
zannında bulunduğumu arzederim» (38)
İngiliz Amirali
Calthorpe, Kurmay Yarbay Sadullah Bey'e, İstanbul önlerine gelecek İtilaf
donanmasının, İstanbul'da şöyle bir göründükten sonra İzmit limanına gideceğini
ve orada demirleyeceğini, İstanbul'da sadece birer İngiliz, İtalyan ve Fransız
İstasyoner Gemisi'nin kalacağını da söylemişti. 13 Kasım'da görüldü ki,
amiralin bu sözü de, İngilizlerin pek çok sözü gibi sadece bir aldatmacadır.
İSTANBUL'UN İŞGALCİLERE TEPKİSİ OLDU MU?
14 Kasım 1918 günü
İstanbul'a gelen İngiliz savaş gemilerinin birinden çıkartılan uçaklar, o gün
İstanbul üzerinden alçaktan uçuş yaparak, denizlerden sonra göklerde de bir
gövde gösterisi yaptılar (39).
İtilâf filolarının
İstanbul limanına demirlemesiyle, donanmayla birlikte gelen nakliye
gemilerinden, baskın tarzında karaya asker çıkarılması, Trakya üzerinden bir
Fransız Tümeninin demiryoluyla getirilen Birliklerinin İstanbul'a yerleşmesi,
büyük karargâhların İstanbul’da kurulması, önceden Osmanlı Hükümetine haber
verilmeden gerçekleştirilen işlerdi.
İşgal bu kadarlada kalmamıştı...
Bu arada
İstanbul'da birtakım gazeteler ve gazeteciler, işgal kuvvetlerine şirin
görünebilmek için yapmadıklarını bırakmıyor kendilerine yeni efendiler
arıyorlardı.
Kimi, İşgal
komutanlarıyla görüşmeler, röportajlar yapıp yayınlıyor, kimi yazılar,
başyazılar döktürüyordu. İstanbul'da Ati gazetesi 14 Kasım'da İngiliz Generali
Goro ile yaptığı bir görüşmeyi şu sözlerle aktarıyordu:
«Sevimli bir zat.
Hareket ve tavırları İngiliz kibarlığını gösteriyor. Dedi ki, 'Şehri gayet
güzel buldum. Türk ordusu, dünyanın en iyi savaşan askeridir. Türk hükümetiyle
ilişkilerimiz tamamen iyidir. İstanbul'da fiyatlar çok pahalı olduğundan, yiyeceğimizi
İngiltere'den getiriyoruz. Bir mali komisyon geliyor» (40)
.
Süleyman Radi'nin
başyazarlığını yaptığı Yeni İstanbul gazetesinde aynı gün yazılanlar da şunlar:
«İki ulu tacidar
dostluk halinde. İslâm aleminin dostu ve hakiki yardımcısı İngiltere Kralı ve
Hindistan İmparatoru Jorc Hazretleri, büyük ve müşfik bakanımız âdil unvan
padişahımız şevketlü, kudretli Altıncı Sultan Mehmet Vahidettin Han Efendimiz
hazretleri»... (Gazetenin ilk sayfasında iki hükümdarın resimleri) (41).
Adana'da ise,
Mondoros bırakışmasından bir gün sonra yayınlanmaya başlayan Ferda adlı
gazetede Ali İlmi ise, Çukurova'nın Fransızlarca işgali karşısında, «Fransızlar
dostumuzdur» »diye yazıyor, Çukurova ve Güneydoğu Anadoludaki ulusal direniş
hareketleri üzerine de şöyle diyordu:
«Eşkıyalıkla iş
sökmez, yeryüzünde yalnız Fransızlar Türk dostudur. Onları darıltmamak lâzım...
Düşünerek yürüyelim... Kararımızı vermekte istical edelim. Çünkü bolşeviklik
kapımızdadır. Evlerimizi ateşe koymak üzeredir» (42).
İşgalden bir hafta
kadar sonra ise Yeni İstanbul gazetesinde, hemen her gün İngiltere Kralının
üniformalı ya da üniformasız resimlerinin yayınlanmasının yanı sıra, Sait Molla
şöyle yazıyordu:
«Venizolos'u saf halka kötü tanıttılar» (43).
Aynı gün, Akşam
gazetesinde bir başlık ve tartışma:
«İstanbul işgal ediliyor mu edilmiyor mu?»(44)
Sabah gazetesinde Ali Kemal'in başyazısının başlığı da şöyledir:
«Kurtuluşumuzu İtilâf siyasetinde görüyoruz» (45)
İstanbul basının
bir büyük bölüğü ise, bu günlerde, işgali bir yana koymuş, gelecek günlerin
hesabı peşindedir, İttihatçı düşmanlığı, yeni kurulan hükümet, eski defterleri
karıştırma ya da en azından dikkatleri güncel olaylardan kaydırma çabaları
içinde bir yayın politikası izlemişlerdir... En yürekli kalem sahipleri bile
bir yılgınlık, şaşkınlık ve çaresizlik içinde kalem oynatmakta «idare-i
maslahat»ı yeğlemektedirler...
Bu arada 8 Kasım'da
Ahmet İzzet Paşa kabinesi görevden çekilecek 11 Kasım'da Ahmet Tevfik Paşa
Hükümeti kurulacak, teslimiyetçilerin yerini işbirlikçiliğe daha yatkın bir
kadro dolduracaktır (46).
İstanbul'un işgali
sırasında, işgal kuvvetleri, İstanbul'un Türk halkına karşı tam bir düşman gibi
davranmışlardı. Salt İtilâf makamları değil, rasgele herhangi bir İtilâf
subayı, beğendiği yeri, evi zorla boşalttırıyor, eşyalara el koyuyor ve buraya
yerleşiyordu. İstanbul'da artık konut dokunulmazlığı, aile gizliliği diye
birşey kalmamıştı.
İstanbul'a İtilâf
donanmasıyla birlikte gelen Yunan savaş gemileri, Hıristiyanlar, özellikle de
Rumlar arasında ayrıca taşkınlıklara yol açmıştı. Yunan bahriye askerlerinin
İstanbul'da görünmesi, Beyoğlu sokaklarının Yunan bayraklarıyla donatılmasına,
hemen tüm Rumların yakalarına önceden hazırlanmış rozetler, kokartlar
takmalarına, gösteriler yapılmasına yol açmıştı. Hergün yüzlerce kayık, motor,
çatana içinde Türkiyeli Rumlar büyük kafileler halinde Yunan savaş gemilerini
ziyarete gidiyor, bu gemilere armağanlar, çiçekler yağdırıyorlardı.
İstanbul
sokaklarında, hele Galata ve Beyoğlu'nda yerli Rumların sevinci bir azgınlık
halini almıştı. 18 Kasım 1918 günü, Beyoğlu'nda Yunan Kulübü'nde yapılan resmi
kabulde Yunan Amirali Kakolidi, Rumlara hitaben yaptığı konuşmada şöyle
diyordu:
«Türkiye'deki
Yunanlılığa, anavatanın selamı ile Parthenon'dan bir zeytin dalı getirmek
şerefine kavuştuklarından dolayı emrimdeki subaylar ve erler iftihar
duymaktadırlar. Bunca zahmetlerden sonra Yunan Hükümeti, size, teselliye medar
olmak üzere, Yunan Bayrağını getirmeye muvaffak olmuştur...» (47)
İstanbul'da çıkan
Rumca gazeteler ise açıktan açığa İstanbul'a Konstantinopol adını yakıştırıyor,
İstanbul Rumlarının Yunanistan'a bağlılığından, Büyük Yunanistan'dan ve
Enosis'ten söz ediyorlardı. Rumların yoğun olduğu semtlerde —Ermenilerin de
öyle— bir Türk'ün dolaşabilmesi olanaksız hale gelmişti. Ayrıca şehirde asayiş
de büyük ölçüde bozulmuştu. Türk polisinin ve jandarmasının sözü ve etkinliği
azalmıştı. Türk egemenliği ve Türk gururunu kıran olaylar sürüp gitmekte,
ulusal onurda yaralar açılmaktaydı. Türk bayrağına hakaret, bu bayrak yerine
yerli yersiz her binaya İtilâf devletleri bayrağı çekilmesi, çeşitli binalara
Yunan bayrağı asılması, dükkanların bu bayraklarla süslenmesi, Türk
subaylarının sokaklarda rasgele tevkifleri, evlerin basılması, İtilaf
Kuvvetleri subaylarının açıktan «Türklerin artık hükmü kalmadı, İstanbul'da
hakim biziz» demeleri, köprü üzerinde çarşaflı iki Müslüman kadınına Fransız
erkeklerinin sarkıntılık etmeleri, işgale karşı tepkileri giderek
yoğunlaştırıyordu.
Ne var ki, gene de
bu tepkilerin, gereğinde ölümü de göze alarak silâhlı bir tepkiye dönüşmesi
olayına işgal İstanbul'unda rastlanmadı. Rastlandıysa da bunlar, tek tük ve pek
lokal olaylar olarak kaldı.
İşgalden asıl
kırılan, küsen, karalar bağlayan kesim, Galata köprüsünün Eminönü, Beyazıt,
Fatih, Karagümrük gibi Müslümanların yoğun olduğu kesimleriyle Kasımpaşa,
Beşiktaş ve Üsküdar gibi yerler oldu. Buralarda herkes, erkenden evlerine
çekiliyor, sokaklarda bir hayal gibi dolaşıyor, düşman askerinin çizmesi
altında kalmamaya çalışıyordu.
İşgal kuvvetleri,
özellikle İngiliz ve Fransız askerleri arasında, bu ülkelerin üniformalarını
taşıyan Rum ve Ermenilerin bulunması, bunların küstahlığı ve saldırganlığı,
gerçek İngiliz ve Fransız erlerininkini de bastırıyordu.
İlk ciddiye
benzeyen tepki, 17 Kasım 1918'de Harbiye Nezaretinin bir yazısında görüldü. Bu
yazıda, Nezaret, Sadrazamlığa pek saygılı bir dille ve emir beklediğini
belirterek şöyle yazıyordu.
«1. Payitaht'ta
İtilâf askeri bulunacak mıdır? Çünkü filhal Payitaht'ın bir askeri işgal altına
girdiği görülüyor.
2. İtilâfa mensup
herhangi bir general ve subayın her istediği yapılacak mıdır? Çünkü buraya ilk
gelen İngiliz ve Fransız heyetlerinin nakil vasıtası, mesken gibi ihtiyaçları,
pek misafirper bir çabuklukla temin edilmişti. Halbuki bugün, bu yoldaki
müracaatları uygunsuz ve mantıksızca bir dereceye varmıştır. Ayrıca ve çok kere
hiçbir müracaata lüzum görmeden, bazı subay ve erlerin, ötede beride pek zayıf
olmayan bir surette isteklerde bulundukları veya binalara el koydukları,
devamlı olarak işitilmektedir. Bunun için, ilerde her şekli almaya ve her hadiseyi
doğurmaya pek müsait olan bu ve buna mümasil hususlar hakkında hükümetçe
önleyici tedbirler alınması hususunda emirlerinizi beklediğimizi arzederiz.»
Harbiye
Bakanlığının bu yazısının ertesi günü Mebusan Meclisi'nde, meclis duvarlarından
dışarda pek yankılanmasa da, yurtseverce birkaç ses işitildi.
Divaniye
mebusu Fuat Bey yaptığı konuşmada özet olarak, şöyle diyordu: «...görüyorum ki,
memleketimiz, imzaladığımız
mütarekenâmenin
bize sağladığı şeref ve haysiyete aykırı bir şekilde işgal altında buluyor.
Silahlı askerin girdiği yerde askeri işgal vardır. Bu başka türlü yorumlanamaz.
İstanbul'dan başka, Bakırköy işgal altındadır, İskenderun, Musul işgal
olunuyor. Bu mütarekenâme belki bizimle istihza maksadiyle yapılmıştır. Fakat,
İtilâf devletleri emin olsunlar ki, kendi imzalarıyla istihza ediyorlar biz
yenildik amma, elimizde hak ve adalet vardır. Hakkımızı savunacağız. Bugün
hakkımızı işittirecek bir makam bulamıyorsak, elbette bir gün işittireceğiz.
Hükümet bunlara karşı ne gibi bir hareket yolu tutmuştur? Hükümet bunu
açıklamalıdır.»
Dışişleri Bakanı,
Eğitim Bakanı ve Danıştay Başkanının bu sert çıkışa karşı yatıştırıcı
konuşmaları, «hüküm galibindir» biçimindeki olup bitenleri kabul eder
görünmeleri üzerine, bu kez söz alan Trabzon Milletvekili Hafız Mehmet Bey de
özetle şöyle diyordu:
«...Birçok yerler işgal olunuyor. Hariciye Nazırı nerelerinin
işgal edildiğini tamamiyle bilmiyor. Pek garip bir gerçektir, mütarekenâmenin
şimdiki gibi uygulanmasıyla, memleketin bir askeri işgal altına girmekte olduğunu
görmüyorlar ve bunu inceleyip gerekli teşebbüslerde bulunmuyorlar...
Mütarekenâmenin
uygulanmasında bu kadar müsamaha gösteren bir hükümet, yarın barış masasında
acaba ne dereceye kadar haklarımızı koruyabilecektir? Hükümetler mağlup
olurlar, bu müdafaa edilir. Müdafaa neticesinde o millet ölse bile namusu ile
şerefi ile ölür...»
Benzeri
tartışmalar, 25 Kasım günü de devam etti ama. ortaya gene de elle tutulur bir
sonuç çıkmadı. Hatta Karesi milletvekili Hüseyin Kadri Bey'in mütareke
koşullarına aykırı biçimde gelişen işgallerin protesto edilmesi yolundaki
önergesi de geri aldırıldı. (48).
HÜKÜMET NİHAYET
HAREKETE GEÇİYOR
Bu kıpırdanışlar ve
eleştiriler üzerine nihayet Osmanlı Dışişleri Bakanı Mustafa Reşit Paşa,
İngiliz ve Fransız Yüksek Komiserlerine pek alçak sesli bir protesto notamı
verdi, ki şöyle diyordu:
«...Birkaç günden
beri İstanbul'a devamlı olarak İngiliz ve Fransız askerleri çıkarılmaktadır.
Şifahen de arzettiğim gibi, bu hareket mütarekenâmeye aykırıdır. Babıâli,
Zatıdevletleri nezdinde bu çıkarmadan dolayı protesto etmek mecburiyetinde
olmakla beraber, bu askerlerin Boğazlar istihkamlarını ve Karadeniz'in bazı
kıyı mevkilerini işgal için çıkarıldığına emindir...» .
Tam bu protestonun
ardından, Türkiye'de İtilâf İşgal Kuvvetleri Komutan Yardımcısı General
Brunoust imzasıyla 21 Kasım 1918'de gelen bir yazıda «İşgal Kuvvetleri»
deyiminin de kullanılması, Mondoros ateşkes anlaşmasının bir kere daha
tartışılmasına yol açtı. Osmanlı Hariciye Nezareti, ortada apaçık duran, göze
giren bir mertek olan işgali değil de Fransız generalinin sıfatını protesto
etti. General de verdiği cevapta söyle yazdı.
«Mütarekenâmenin l
inci ve 7 nci maddeleri. İtilâf kuvvetlerine bazı mevkileri işgal edilmesi
hakkını tanımıştır. Dolayısıyla bu unvanın kullanılması, mütareke hükümleriyle
bağdaşmaz bir durum teşkil etmemektedir» (49).
Aynı konuda İngiliz
ve Fransız Yüksek Komiserleri ise daha yumuşak bir dil kullanıyor, «işgal»
sözünden o kadar çok tedirginlik duymamak gerektiğini söyleyerek, bunlara
kanmaya hazır Osmanlıları avutuyorlardı.
Beri yandan 17 Ocak 1919'da İstanbul polisi de İtilâf Kuvvetleri
Komutanı General Wilson'un bir buyruğuyla denetim altına alınıyor, Beyoğlu ve
Boğazın Rumeli yakası iki bölgeye ayrılarak İngiliz, Fransız ve İtalyan polislerinden onar polisle, bu ülkelerin
subaylarından
bir komisyonun ve bu komisyonun başına da bir İngiliz Yüzbaşısının
geçirilmesiyle İngiliz denetimi altına, İstanbul yakası da iki bölgeye ayrılıp
bir Fransız Yüzbaşısına, Üsküdar Kadıköy ve Boğazın Anadolu yakası güvenlik
işleri de bir İtalyan yüzbaşısına bağlanıyor, bunların tümünün başına da
General Fuller getiriliyordu (50) .
Meclisteki
görüşmelerde, Hükümet sözcülerinin eleştiriler karşısında, «yenildik,
istediklerini yaparlar, hüküm galibindir» şeklindeki sözlerine karşı, Kadıköy
kadınları gazetelere gönderdikleri bir yazıda, «Milli haklarımızı ve ismetimizi
müdafaa edecek hükümet ve erkek yoksa biz varız» diyorlardı. Bu haber Akşam
gazetesinde 19, Minber gazetesinde de 20 Kasım 1918 günü yayınlandı.
23 Kasım 1918'de,
İstanbul ve Osmanlı toprakları üzerindeki İngiliz-Fransız çıkar çatışmasının
gün yüzüne çıktığı bir sırada, Fransa Doğu Orduları Başkomutanı General
Franchet d'Esperey, gemi ile İstanbul'a geldi. Galata rıhtımında, gösterişli bir
törenle karşılandı. Ertesi gün, Fransızca eğitim yapan Galatasaray Sultanisi'ni
ziyaret, Yüksek Komiserlikte İstanbul'daki Fransız kolonisini kabul etti. Ne
var ki, birkaç gün önce İngilizler, General Wilson'a, Doğu Orduları Başkomutanı
d'Esperey'in emirlerini dinlememesi İngiliz Amirali Calthorpe'a bağlı olarak
çalışması buyruğunu vermişlerdi. Bu yüzden Fransız general, İstanbul'da
kendisine yapılan karşılama törenini yeterince parlak bulmadı. Üç gün sonra 27
Kasım'da, İngilizlerin Karadeniz Ordusu Başkomutanlığı'na atadıkları General
Milne'nin İstanbul'a gelmesi üzerine ise İstanbul'dan ayrıldı. Bir süre sonra 8
Şubat 1919'da bu kere Bulgaristan üzerinden trenle İstanbul'a geldi ve burada
düzenlenen pek gösterişli bir törenle, askerlerin çektikleri beyaz bir at
üzerinde, eski Roma Sezarları gibi bir zafer alayı eşliğinde Sirkeci'den
Beyoğlu'na çıktı. Bu uzun yol boyunca iki keçeli sıralanmış selam duran
askerleri ve kendisini alkışlayan azınlıkları, garip ve şımarık jestlerle
selamladı. Bu gösterişli karşılama. İstanbul azınlıklarının çılgınca
gösterileriyle, İstanbul'un Müslüman halkına yeni bir gözdağı oldu. Ne var ki,
ertesi gün Hadisat gazetesinde Süleyman Nazif’in ünlü yazısı «Kara Bir Gün»
yayınlandı ve bu yazı işgalcilerin suratına bir şamar gibi indi, ama Süleyman
Nazif’in de Malta sürgünleri arasına katılmasına neden oldu(51).
Fransız kültürü ile
yetişmiş, duygulu bir edebiyatçı ve eski bir vali olan Süleyman Nazif Bey'in,
Kara Bir Gün başlıklı yazısı şöyleydi:
«Fransız
generalinin şehrimize gelişi münasebetiyle birtakım vatandaşlarımız tarafından
icra olunan nümayiş Türk'ün ve İslâmın kalbinde müebbeden kanayacak bir ceriha
açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüzün ve idbarımız şu sevk-i ikbale
münkalip olsa, yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzün ve teessürü evlat ve
ahfadımıza nesilden nesile ağlıyacak bir miras terk edeceğiz.
Almanya orduları
1871 senesinde Paris'e dahil olarak büyük Napolyon'un neşide-i mütehaccire-i
muzafferiyatı olan «tak-ı zafer» altından geçerken bile, Fransızlar bizim kadar
hakaret görmemişdir ve bizim dün sabah saat dokuzdan onbire kadar hissettiğimiz
yeis ve azabı duymamıştır. Çünkü yalnız Hıristiyanları değil, Yahudi
Fransızlarla Cezayirli Müslümanlar o matem-i milli karşısında aynı telehhüf ve
hicap ile ağlamış ve kızarmışlardı.
Bizse mevcudiyet-i
milliye ve lisaniyetlerini bizim uluvvü cenabımıza medyun olan bir kısım halkın
hayu huyi şamatatiyle matem-i muazzezimize en acı hakaretlerin birer tokat
şeklinde atıldığını gördük. Müstahak olmasa idik bu felakete duçar olmazdık.
Her kavmin sahayif-i hayatında bir çok ikbal ve idbar sahifeleri vardır. Fransa
Kralı Birinci François'yı Şarlken'in mahpesinden kurtarmış ve koca Viyana
şehrini kerrat ile sarmış bir ümmetin defter-i mukadderatında böyle bir satır-ı
elim de mestur imiş. Her hal mütehavvildir.» (52)
Osmanlıcanın o
ağdalı ve dağdağalı sözcüklerden örülmüş terkiplerini çözüp anlayabilenler
göreceklerdir ki, bu yazı öyle pek de yazılmayacak cinsten ağır suçlamalar
getiren, ortalığa dehşet verecek bir yazı değildir. Ama bu kadarcığı bile,
susuzluktan kurumuş çöle dönmüş Türk kamuoyu benliği üzerinde, hiç değilse bir
iki gün, bir bahar yağmuru etkisi yaratmıştır.
General d'Esperey
ise, kendini güçlü sanan bütün sömürgecilerin şımarıklığı ve hırçınlığı içinde
bu yazısından ötürü, Süleyman Nazif’in kurşuna dizilmesi emrini verecek kadar
kendisinden geçmişse de, araya giren dostlar bu vahim kararı önlemişler,
Süleyman Nazif sadece Malta'ya sürülmekle kelleyi kurtarmıştır.
— IV —
TÜRKİYE'DEKİ ALMAN VE AVUSTURYALILAR
Osmanlı
İmparatorluğunun başkenti, Mondros Ateşkes Andlaşmasının ardından 13 Kasım 1918
günü gelen 61 gemilik bir İtilâf Devletleri donanması tarafından karaya
çıkartılan askerlerce işgal edilirken, başkent de dahil olmak üzere Osmanlı
Devleti toprakları üzerinde, yabana atılamayacak sayıda da Alman ve Avusturya-
Macaristan imparatorluklarının asker ve subayı vardır.
Birinci Dünya
Savaşının yenikleri olan bu iki imparatorluğun askerleri de, Osmanlı askerleri
gibi İtilâf Devletleri Kuvvetlerinin düşmanlarıdır. Nitekim, İstanbul'u işgal
eden İtilâf Devletleri askerleri 13 Kasım günü, İstanbul'un pek çok kilit
noktasına el koydukları gibi 14 Kasım'da da Gümüşsuyu'ndaki ve Boğaziçi'ndeki
Alman ve Avusturya Macaristan imparatorlukları Büyükelçilik binalarına da el
koymuşlardır.
Mondros
Mütarekesinin imzalandığı günün ertesinde, Adana'daki karargâhında Yıldırım
Orduları Grup Komutanlığı görevini, Mustafa Kemal Paşa'ya devredip trenle hemen
İstanbul'a dönen Alman Mareşali Liman von Sanders Paşa ve maiyetindeki yüzlerce
Alman general ve üst rütbeli subayı, işgalci İngiliz garnizon komutanı General
Wilson'la müzakerelerden sonra, İstanbul'daki tüm Alman ve Avusturya-
Macaristan asker kişilerinin Haydarpaşa çevresinde toplanmasını
kararlaştırmışlardır. Burada enterne edilen Alman askerleri ve Alman sivil
personelinin önde gelenleri, Haydarpaşa’da demirli, General ve Corcovado adlı
Alman yolcu gemilerinde barındırılmış ve sonra bu gemilerle ülkelerine
gönderilmişlerdir. Alman bandıralı olan bu gemiler, savaşın çıkış günlerinde
Doğu Akdeniz'de kalınca İstanbul'a sığınmışlar ve bütün savaş boyunca orada
kalmışlardı.
Bütün bir Dünya
Savaşı boyunca, Osmanlı Devleti Genel Kurmay Başkanlığı görevini yürütmüş olan
Alman generalleri General Bronzart von Schellendori ve General von Seeckt,
çeşitli Osmanlı ordular ve ordu gruplarına komutanlık eden Mareşal Falkenhaym.
Alman askeri
ataşesi General von Lossow, Mareşal Liman von Sanders.
İstanbul'daki Alman Büyükelçisi Kont Hans von Wangenheim, silahları alınmış
olarak memleketlerine postalanırken, gene İstanbul'da bulunan
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu
Mareşali ve Osmanlı
topraklarındaki
200'e yakın subay, 1050 erin başkomutanı Joseph Pomlankowski de 10 Aralık'ta
Haydarpaşa Rıhtımına yanaştırılan Reşit Paşa gemisinde enterne edildiler Bu
eski gemi, daha önceden personel taşımaya elverişli hale getirilmişti. 6 Ocak
1919 günü de bu gemi ile Trieste üzerinden, ülkelerine dönmelerine müsade
edildi. 20 Ocak'ta Trieste'ye ulaştılar ve oradan trenlerle Avusturya'ya geçtiler.
Avusturya-Macaristan Elçisi Pallavicini ve elçilik personeli ise 30 Kasım'da,
trenle Sofya üzerinden Rusçuk'a ve oradan Tuna gemileriyle Viyana'ya
gönderilmişlerdi.
Türkiye'deki Alman
askeri personelinin sayısı 20 bin kadar tahmin ediliyordu (53).
YABANCI ASKERLERİN BİRİ GİDİP BİNİ GELİYOR
Gerçek şudur ki,
Birinci Dünya Savaşı boyunca. Osmanlı Devleti Orduları, Alman Genel Kurmayının
emir ve komutasında, Alman emelleri için cepheden cepheye koşturulup
kırdırılmıştır. Enver Paşa, şeklen Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili, Cemal
Paşa Bahriye Nazırı ya da Suriye'deki Ordular Grubu'nun komutanıdır ama,
gerçekte bunlar bile komutayı doğrudan doğruya Berlin'den almaktadır. Bunların
Kurmay başkanlıklarında ve hatta pek çok ordularının kolordu ve hatta tümenlerinin
başında ya da kurmay başkanlığında doğrudan doğruya Alman ya da daha az sayıda
olmak üzere Avusturyalı general ve subaylar bulunmaktadır.
Sarıkamış Saldırısı
ve Kafkasyadaki maceralar Kanal Harekâtı, Galiçya'da, İran içlerinde sonu
gelmez seferler hep Almanya'nın Fransa cephesinde ya da Avusturya'nın Rus
cephesindeki yükünü azaltmak için Türk halkının sırtına bindirilmiş
semerlerdir.
Şimdi, Müttefik adı
altındaki yabancı askerler gitmiş, bu kez onların yerine İngiltere'nin,
Fransa'nın, İtalya'nın düşman askerleri gelmiştir. Gerçekte İstanbul ve Osmanlı
İmparatorluğu, azınlıkları, kapitülasyonları, levantenleri, yabancı elçilikler
personeliyle zaten uzun bir zamandır işgal altındadır. Çoktan bir yarı
sömürgedir. Belki de bunun içindir ki, 13 Kasım 1918'den 16 Mart 1920'ye kadar
olan dönemde bir işgal yaşanırken İstanbul işgal altında değil sayılmıştır...
Kimbilir belki de
halk, «Alman ya da Avusturya-Macaristan askeri gitti de İngiliz, Fransız,
İtalyan askeri geldi, ne fark eder ki» diye düşünmüştür? Şayet Kars'ta, Van'da,
Erzurum'da Ermeni, Batıda Yunan işgalleri olmasa, Maraş'ta, Antep'te Adana'da,
Saimbeyli'de Fransız Birlikleri içinde Ermeni komitecileri eyleme geçmeseydi de
buralarda salt İngiliz, Fransız ve İtalyan askerleri işgal eylemlerini yürütseydi,
Anadolu'daki Ulusal Direniş Hareketleri bunca çabuk örgütlenip ve derlenip
toparlanıp bir ulusal kurtuluş savaşını kazanacak düzeye gelir miydi? Doğrusu
bu da düşünülmesi gereken bir konudur.
İşgal değil de
Mütareke İstanbul'u denen bir İstanbul vardır ki, bunu o günleri yaşamış bir
yazar şöyle dile getirmektedir:
«Mütareke
günlerinde, hakikatte bir değil birkaç İstanbul vardır. Bunun biri,
Türk-Müslüman İstanbul'dur. Beşiktaş'tan, Haliç boyunca Kasımpaşa'dan
Eyüpsultan'a ve oradan İstanbul'un yedi tepesini ve bu tepelerin mermer taçları
olan kubbeleri, minareleri de koynunda toplayarak karşı yakada Üsküdar
sahillerine atlayan. Deylerbeyi'ne, Kandilli'ye, Beykoz'a kadar uzanan hu
İstanbul kan ağlar. Çileli harp yılları bu İstanbul'u yiyip bitirmiştir. Harbe
giden ve harpten dönebilen Müslüman İstanbullu, şehrinde, semtinde ve evimle
ancak açlık, perişanlık, işsizlik ve bunların tesiri altımla bütün o eski
geleneklerinin çözülüşünü görmüştür.
Analar, babalar
çökmüştür. Sandıklar, kilerler boşalmıştır. K ı/la r. kardeşler hayatın silleri
altında bunalarak tanına m ayacak hallere gelmişlerdir. İşgal ise kocaman bir
haysiyet yarası gibi, bütün İstanbul'u gittikçe irinleşen pıhttlarıyla
sarmaktadır. Dullar, harp sakatlan, sokaklarda aç dolaşan terhis edilmiş
askerler, hâla siporlerdeki lime lime elbiseleriyle dolaşan eski yedek
«.ubaylar, işsiz, vazifesiz, ne yapacağını nereye pidprpğini bilmeyen,
birlikleri lağvolmuş muvazzaf zahitler Müslüman İstanbul'un sokaklarını tıklım
tıbbın doldururlar. Müslüman
İstanbul'un
havasında esen. sadece hüsran, hayal kırıklığı, ümitsizlik, kin vp iniltidir.
Bir de kozmopolit
İstanbul var. Mesela Şişli! O zamanki Şişli. İstanbul'da devrin türedilerinin,
harp zenginlerinin. Hum. Ermeni tüccarlarının, ne oldukları, ne iş yaptıkları
belirsiz kozmopolit tiplerin, aynı zamanda eski vezirlerin, saltanat
düşkünlerinin, yeni politikacıların ve bütün işgal kuvvetleri ileri
gelenlerinin otunluru bir muhittir.
Hülasa SisH'nin bir
milli rengi yoktur. Harp devrinin özentili tipleri, sefahatleri, monden hayat
yaşıyorum zannerfm düşkün kadınları, kumar, israf, yabancı görünüşlü lüks hayat
hep Şişli'decir. Bu arada hesaplı dnnmrler, işini bilen Rum, Ermeni, Yahudi
oligarşisi mensupları da Şişli'de k&ndi hayatlarını
«56
yaşarlar. Bir de
dağılan İstanbul vardır. Eski İstanbul'un dağılan konaklan, saltanat düşkünü
aileler, bu ailelerin aslında hiçbir işe yaramayan, hiçbir hayat savaşına
hazırlanmamış erkekleri, kadınları, hülasa bozulan, fakirleşen bir hiyerarşinin
son döküntüleri de Şişli'nin iç sokaklarında can çekişmektedirler.
Saraya ve
saraylılara gelince, artık onlar da son günlerini yaşarlar. Çünkü onların da
kaynaklan kurumuştur. Ömürleri sona ermek üzeredir. Onların da çatılarının
altındakiler kadın, erkek hiçbir hayat mücadelesine hazır olmayan cahil,
görgüsüz, pıhtılaşmış bir sürü lüzumsuz varlıklardır...
Mütareke İstanbul'u
bu idi. Bir taraftan kan ağlayan Müslüman İstanbul. Sonra gene onun sırtında
yaşayan, ama çöken, son nefesini veren bir Saltanat İstanbul'u. Hepsinin
üstünde ise. BEYOĞLU'nun, Şişli'nin kozmopolit, fakat sonu belirsiz
Sodom-Gomore'si..
Rumlara,
Ermenilere, Yahudilere gelince; galiplerden daha çok zafer sarhoşluğu taslayan
bu azınlıklar, zaten daha işgal kuvvetlerinin donanması ufuktan görünür
görünmez, eski vatandaşlarından kopmuşlardı.
Çeşitli işgal
kuvvetleri ise, ya ağlayan ya tepinen bu İstanbul'un içinde, ne idiğü ve ne
getireceği belirsiz, fakat İstanbul'un aslî varlığına karışmamış yabancı bir
madde halinde kımıldayıp duruyordu.» (54).
İSTİFAYI AKILLARINA GETİRMEYENLER
İşgal
İstanbul'unda, işgal ordularının yanısıra, tıpkı tarlalara konulan korkuluklara
benzeyen bir de Padişah, bu padişahın bir Sadrazamı ve hükümeti, yani bakanlar,
müsteşarlar, hatta Genel Kurmay Başkanlığı, komutanlar, Emniyet Müdürlüğü,
Merkez Komutanlığı gibi türlü hükümet organları da vardır.
Ama bu İstanbul'da,
işgalciler öylesine küstahtırlar, öylesine pervasızdırlar ki, örneğin 11 Şubat
1919'da, bu işgal Ordularının Başkomutanı Fransız Generali Franchet d'Esperey,
Osmanlı imparatorluğunun Sadrazam'ını Fransız Elçiliğine ayağına çağırarak bir
ültimatom tebliğ ediyor:
«— Hemen Jön Türk
nazırları tevkif edilmelidir. Yoksa, İstanbul'un resmen işgali lâzım
gelecektir.(55).
Osmanlı İmparatorluğu Sadrazamı, bir zamanların Köprülü Mehmet Paşa’larının, Sokullu'luların, Çandarlı'ların,
Özdemiroğulları'nın
koltuğunda oturan Ahmet Tevfik Paşa (Okday), kendi ülkesinin başkentinde
Fransız generalinin ayağına çağırmasını kabul edip gidiyor ve istifa etmeyi
aklına bile getirmiyordu, işgalci Fransız generalinin karşısında el oğuşturup,
emir «tellaki» ediyordu.
Bu işgal
İstanbulu'nda bu sözümona Osmanlı Sadrazamı Ahmet Tevfik Paşa 11 Mayıs 1921
günü, makam otomobili ile Karaköy'den Babıâli'ye giderken yolda iki İngiliz
polisi tarafından tevkif edilerek Arapyan hanına, İngiliz Polis karargâhına
götürülüyor, yarım saat bekletildikten sonra özür bile dilenmeden
salıveriliyordu (56).
Gerekçe de
ilginçti. Sadrazamın otomobilinin önünde numara yoktu! Düzensever İngilizler,
böyle bir şeye hoşgörüyle bakamazlardı!
Celal Bayar,
Mustafa Kemal Paşa’nın anlattığı bir olayı şöyle aktarır:
«...O tarihlerde
General Allenby İstanbul'a gelmişti. Bir gün Harbiye Nazırını ve Erkan-ı
Harbiye İkinci Reis'ini karşısına alarak cebinden çıkardığı bir not defterinden
bazı şeyler dikte ettirmek istedi. Nazır ve İkinci Reis konuşmak isterlerse de
general Allenby:
«— Görüşmek için
değil, bazı arzularımı söylemek için sizleri kabul ettim» cevabını verir.» (57).
İşte işgal
İstanbul'u böyle bir İstanbul'du. Bu İstanbul'da birtakım adamlar da, altı
boşaltılmış, içi köhnemiş bazı makamlarda oturup kendilerini gerçekten Padişah,
gerçekten Sadrazam, Nazır ya da Komutan sanıp bir iş yaptıklarını sanıyorlardı.
İstanbul'daki bu
hükümetlerden birinin, Salih Hulusi Paşa (Kezrak) Hükümeti'nin Harbiye Nazırı,
yani Savunma Bakanı Ferik (Korgeneral) Kavaklı Mustafa Fevzi Paşa (Çakmak), 16
Mart 1920 günü kendi başına gelenleri, İstanbul'dan kaçıp Ankara'ya geldiğinde,
27 Nisan 1920'de. Gebze Milletvekili olarak T.B.M.M. kürsüsünde şöyle anlatmıştır:
«FEVZİ PAŞA. —
Evvelemirde İstanbul'un esaret muhitinden kurtularak Ankara'nın hür muhitine
geldiğimden dolayı Cenabıhakka hamd ve şükürler ederim (Alkışlar) ve beni
lütfen karşılayan arkadaşlarıma amik şükranımı takdim ederim.
Efendiler, gerek
Padişahımız Efendimiz Hazretleri, gerek bendeniz, beş yüz senelik bakir
payitahtımızın ilk defa Âda tarafından işgali feciasını görmek betbahtlığına
uğramış felâketzedelerdeniz. Üç gün evvel İstanbul'un sureti işgali haber
alındı ve bunda bilhassa İslâm kanı dökmek ve dökülen İslâm kanlariyle yine
İslâmları mahkûm etmek ciheti hainanesi düşmanlanmızca teemmül edilmişti. Bunun
için lâzımgelen evamir ve tebligat ifa edildi ve ben bizzat Harbiye Nezaretinde
gece, gündüz mevcut bulundum. O gece İngilizler otomobillerle İstanbul,
Üsküdar, Beyoğlu muhitine bahriye efradı çıkararak lâzımgelen nıkatı tuttular
ve sırf fesat başlangıcı olmak üzere Şehzadebaşı'nda Onuncu Kafkas Fırkası
Karargâhında bulunan karargâh efradı üzerine hücum ederek muzikacı efradını
şehidettiler (Kahrolsunlar sadaları) ve muzikacı efradını meydana çıkararak
efradı birer birer öldürdüler. Bir kısmı pencereden aşağı atladı. Bir kısmı
yataklarında öldü. Bunların resimlerini Fransızlar çıkarıp Avrupa'ya
gönderdiler. (Allah rahmet etsin sadaları). Ancak evvelce verilen talimat ve
bilâhara yapılan tebligat sayesinde askerler müsellehan sokaklarda bulunmadı,
kışlalarına çekildi. Hiçbir tarafta kimsenin burnu kanamaksızın İngilizlerin
fesadâmiz olan tertibatı, teşebbüsatı bihamdillâhütaalâ yalnız beş, on neferimizin
hainane şehadetiyle neticelendi. O sırada İngilizler Harbiye Nezaretini işgal
ederek benim, nezaret odasına kadar süngülü neferlerini soktular ve lâzımgelen
emirleri vermekliğimi tebliğ ettiler. Zaten evvelce emirler verildiği için ben
kendilerini kemali sükûnetle karşıladım. Ancak göksüne düşman süngünleri
dayanmış bir Harbiye Nazırı, İstanbul'un artık hür ve makamı hilâfet olmak
meziyetini kaybettiğini görmüş bir Harbiye Nazırı sıfatiyle pek meyus
bulunuyordum. Derakap Sadrazama malûmat verdim. Kabinenin içtimaını emretti. O
sırada dört yüzü mütecaviz iki sıra dizilmiş süngülü İngiliz efradı arasından
geçerek, kapılara birikmiş birtakım Ermeni, Rum ahalinin enzarı tahkiri
arasından (Kahrolsunlar sadaları) geçerek sekinetle Babıâliye gittim. Hükümet
lâzımgelen protestoyu, her halde milletin şerefine lâyık bir surette yazmakta
kusur etmedi ve o sırada gerek Meclisi Millîye karşı yapılmış ahvali, gerek
askerlerimizin uyurken öldürülmesini protesto etti. Bilhassa, gerekse bilâlüzum
Harbiye Nezaretine karşı yapılmış bu tecavüzü protesto etti. Ancak İngilizlerin
maksadı, etrafı tedhiş etmek olduğu için Nezaret Makamında bulunmuş birtakım
zevatı ellerine kelepçe vurarak yalın ayak, başı kabak yük otomobillerine
atarak hakaretle şuradan, buradan toplattıklarını haber aldım. Esbabını sual
ettiğimizde hiçbir cevap alamıyorduk. Bu suretle efkârı münevvereye karşı büyük
bir tehdit ika ederek herkesi sındırmak ve İstanbul'da hâkimi münferit kesilmek
istendiği anlaşılıyordu. Cuma selâmlığına gittiğim sırada Zatı Şahanenin
selâmlığa çıkıp çıkmamasını İngilizlerden sormaya mecbur olduk. Çünkü
efendiler; silâhlı bir neferin dışarı çıkmasına müsaade etmiyorlardı. Halbuki
Makamı Hilâfette bulunan Zatı Şahanenin şimdiye kadar tabiî kuvvei cismaniye
gösteren silâhlı askerler arasından, teamül veçhile camiişerife teşrif
buyurmaları lâzımgeldiğinden biz buna şüphesiz cesaret edemedik. Böyle bir
vaziyette İngilizlerin gelip silâhları toplaması suretiyle Makamı Hilâfetin
büsbütün hakaret mevkiine düşmesini istemedik, tecviz etmedik. Mecbur olduk
asker göndermeye. Askerler gidemedi. Yalnız bahriyeden elli kişilik bir müfreze
gitti, bilâhara İngilizler müsaade ettiler. Sırf Maiyeti Seniyede bulunan biraz
asker geldi. Onlar arasından Zatı Şahane kemali meyusiyetle geçerek camiişerife
teşrif buyurdular.
İSMAİL FÂZIL PAŞA (Yozgad) — Hangi camie Paşam?
FEVZİ PAŞA
(Devamla) — Yıldız'da Hamidiye Camiine efendim. Namazdan evvel bendenizi kabul
ettiler, fevkalâde müteheyyiç bulunuyorlardı, buyurdular ki; ben, bugün böyle
azabı elîm içinde camie gelmek istemiyordum. Fakat, bu bir vazifei diniyedir,
vazifei diniyeyi geri bırakmayı münasip görmedim.
Cenabıhakka karşı
bir ibadettir, ancak elli senelik mesavinin, gerek benim ve gerekse sizin
kabinenin özerine yıkıldığını görmekle fevkalâde dilhunum, enkazın altında
ezildik diyerek teessüf buyurdular. Ayağa kalktılar, birkaç defa kemali hüzün
ile bendenize hitabettiler. Teselli verecek hiçbir şey yoktu. Birkaç defa
İngilizler diritnotlarının toplarını Saraya doğru çevirmişler, güya uzaktan atılmazmış
gibi diritnotların bir kısmını Köprüye kadar sokarak, her türlü tehdidatı
yapmakta kusur etmemişlerdir. Oradan çekildik, her gün yeni tevkifat ve
tehdidata mâruz kalıyorduk. Zatı Şahane ertesi selâmlıkta bendenizi tekrar
kabul ile buyurdular ki; aman Anadolu ile irtibatı temin ediniz, bendeniz dedim
ki; irtibat müheyyadır. Ancak İngilizler mâni oluyorlar. Her bir telgrafımızı
kontrole tâbi bulunduruyorlar. Fransızca yazmak lâzım geliyor ve onları da
imzalattırıyorlar. Şüphesiz biz her bir suhuleti gösteriyoruz. Ancak İngilizler
tarafından duçar olduğumuz müşkülât bizi büyük bir tazyik içinde bulunduruyor.
Bu mâruzâtım üzerine, aman zinhar siz çekilmeyiniz ve Anadolu ile irtibat tesis
ediniz, buyurdular. Bendeniz bu ferman üzerine yaverimi göndermek hususuna
teşebbüs ettiğim gibi Kabine de bâzı zevatın gönderilmesine teşebbüs etti.
İngilizler muvafakat ettiler, icabeden zevatın gönderildiğini ve bir taraftan
da bâzı kolordularla irtibatımızı arz ettiğim vakit fevkalâde memnun oldular ve
bu suretle meselenin hüsnü suretle hallolunacağı ve İstanbul işgalinden
İngilizlerin beklediği gayenin artık kaybolmak üzere bulunduğu hissolunuyordu.
Biz de memnun idik. Bu sırada efendiler; bendeniz üzerine vâki olan tazyikat
ref olundu. Çünkü samimiyetle İngilizlere diyordum ki; tehdit ile bir şey
yapamazsınız, tatmin ediniz. Bizi siz tatmin ederseniz, hakkı hayat
bahşederseniz, biz her şeyi yapmaya hazırız ve bu tatmin de benimle olmaz,
Kabineyi tatmin ediniz. Bu ricamız aksi tesir icra ederek her gün Kabineye nota
bambardımanı oldu. Gece, gündüz şu şöyle olmuş, bu böyle olmuş, en ufak
şeylerle Kabineyi taciz ederek Kabineyi çekilmeye icbar ettiler. Filhakika
Kabine de bir iki hafta müddet tazyika tahammül etti. Bu tazyikin esasını
efendiler; Kuvayı Milliyenin ret ve takbihi teşkil ediyordu. Kuvayı Millîyeyi
reddediniz, diyorlardı. Bizce Kuvayı Milliyenin, haksız işgallerden zuhur
ettiğini, İzmir'in işgalinde Yunanilerin birçok mezalimi, Avrupa'nın bitaraf
devletleri tarafından tasdik olunduğu malûm ve müberhen iken bizim, Kuvayı
Millîyeyi ve bu tazyikten doğmuş olan cepheyi reddetmemiz doğrudan doğruya
milletimize karşı bir ihanet olurdu. Biz bunu yapamayız. (Alkışlar) İzmir'in,
bununla beraber Vilâyatı Şarkiyenin duçarı tecavüz olacağına dair sık, sık
rivayetlerin şüyuu ve bir (Pontos) Hükümetinin, Trabzon, Samsun havalisinde,
Karadeniz sahilinde zuhur etmek üzere bulunduğuna dair pek sıkı havadislerin
deveranı büsbütün milleti heyecana getirdi ve bu suretle Kuvayı Milliye
teşekkül etmiştir. Bu teşekkülden maksat, milletin bigayrihak duçar olduğu
tecavüzlere karşı ırz ve namusunu meşru bir surette müdafaa ve muhafaza etmek,
ordunun mütareke mucibince kolları bağlanmış olduğundan millet kendi kollariyle
müdafaa etmek istiyor: O orduyu kullanamıyoruz. Millet bunu görüyor, tabiî
müdafaai meşruai nefsiyede bulunuyor. Milletin bazı harekâtı vardır. Biz bunu
reddedemeyiz. Ancak şunları reddederiz: Kuvayı Milliye namına bâzı
ifratkârların, harekâtı vardır. Millete bâzı yerlerde fenalık yaparlar.
Bazısını öldürür, bazısını kaldırır. Bu gibi harekât milletin arzusu dâhilinde
değildir. Keyfi birtakım icraat yapanları reddetmek isteriz. Fakat umumiyet
itibariyle Kuvayı Milliye namına bir reddiye yazmak Hükümetin doğrudan doğruya
kendisini ıskadetmesi demektir. Hükümet ancak milletin arzusiyle ve milletin
nef'i için mevkii iktidara gelir. Milletin mazarratı için mevkii iktidarda
duramaz: Bizim bu nota teatisi esnasında tekrar bir hal hadis oldu. Dediler ki;
nerde Kuvayı Milliye köprüleri bozdiyse oradan İstanbul'a erzak gelmiyor, İstanbul
aç kalırsa Kuvayı Milliye evvelâ mesuldür. Saniyen siz mesulsünüz. Çünkü Kuvayı
Milliyeyi reddetmediniz ve şu asrı insaniyette şunu da söylemekten çekinmediler
ki; biz Amerika'dan un getireceğiz. Fakat bunu Hıristiyanlara vereceğiz,
İslâmları düşünmiyeceğiz (Kahrolsunlar, sadaları) Maksat bizi tazyik edip illâ
ki, Kuvayı Milliyeyi ret ve tel'in ettirmektir. Tekrar bendeniz bunun üzerine
telgraflar yazdım. Aman köprüleri bozmayınız, erzak gönderiniz buraya,
biliyordum, bunların tesiri olamazdı. Nihayet efendiler, bir nota yazdık.
Şimdiye kadar arz ettiğim hususatı bertafsil hikâye ettik. Çünkü bu arz ettiğim
mevaddın bir kısmını da Hariciye Nazırı gidiyor, şifahi notalarla, şifahi
takrirle anlatıyordu. Bunlar sahifei tarihe geçemiyecek ve inkâr edecekler diye
bunları ber tafsil hikâyei hal ederek yazdım. Bir nota yazdık ve bu notada
dedik ki: bizim maksadımız sulhu temin etmektir ve bu sulh ile biz bizzat
Osmanlıların memleketini kurtarmak değil, sulhu cihanı temin edeceğiz. Siz bize
hakkı hayat verirseniz biz bunu kabul edeceğiz. Millete kabul ettireceğiz ve
sizin bize bahşedeceğiniz adilâne şeraiti sulhiyeyi yapacağız ve millete
ayrılık gayrılık olmamak hissini bizim kabine tekeffül ediyor ve bu kadar sulha
teşne ve kendisini ileri atan bir kabineyi düşmanlarımızın ne yolda telâkki
edeceklerini anlamak istiyorduk. Madem ki, Avrupa sulh istiyor. Madem ki, sulh
teessüs ettikten sonra vaziyet tavazzuh edecektir. Biz de buna tekeffül
ediyoruz. Biz yapacağız diyoruz, bu gayet ağır, belki altından çıkamıyacağımız
müşkülâta vatan aşkiyle giriyoruz. Fakat acaba İngilizlerin fikri nedir?
İngilizlerin teklifi nedir? Bunu anlamak istiyorduk. Efendiler bu teklifimizi
İngilizler kabul etmediler ve bunun üzerine bir mazbata yazdık, Babıâlide
kabinenin siyaseti muslihanesi İngilizlerce kabul olunmuyor ve İngilizlerin
maksadı bizim dahilimizi nifakla birbirimize düşürmek. (Kahrolsun, sadaları)
Maatteessüf bir heyet de bulmuşlar harb istiyorlar. Fakat öyle bir harb ki.
kendilerinin burnu kanamaksızın birbirimize düşürmek ve harb etmek istiyorlar.
Maatteessüf Zatı Şahane tazyik içinde bulunduğu için biz durduk, tahammülün
fevkinde tazyika duçar olduk. En nihayet bize dediler ki, efendiler; gayet ağır
muameleye duçar olacaksınız, yani bizi Babıâliden süngü ile atacaklar. Bunu ihsas
ettiler. Biz buna da tahammül edecektik. ancak o zaman payitahtlık İstanbul'da
kalmazdı. Biz çekildik, bizden sonraki kabine bir, iki gün teessüs edemedi.
Ancak tabiî malûmatınız var. bu kabinenin teşekkülü ile beraber benim temasa
geldiğim gerek o kabine erkânından olan zevattan, gerekse Harbiye nezaretinde
bulunan bazı arkadaşlardan aldığım malûmata, nazaran o kabineye tazyik icra
ettiler. Fetvayı veriniz diye. Nihayet o fetvayı aldılar. Malûmunuz veçhile o
fetva İngiliz süngüsiyle alınmış, islâmı sinesinde birbirine düşürmek için. ilk
defa yazılmış acı bir vesikadır. Milletin hissi hakikatbini, ümidederim ki.
bundaki fecaati görecek ve bunun ehemmiyeti sıfıra inecektir. (Şüphesiz,
sadaları).
REFiK BEY (Konya) —
Zaten yoktur, inmiştir...
FEVZİ PAŞA (Devamla)
— Efendiler, bendeniz İstanbul'dan daha evvel çıkmak istiyordum. Ancak temasım
evvelen İngiliz siyasetini anlamak hususuna matuf idi. Anladım, bunda hiç
şüphem kalmamıştır. Saniyen İngilizlerin askerlikçe ne yapacağını, tetkik etmek
idi.
Bunların en büyük
arzuları, içimizde bâzı hainleri teşvik ve tergibederek millet arasına kan
düşürmektir ve bu kan ne kadar tevessü ederse o kadar kendi işleri suhulet
bulacaktır ve bunu söylemekten de çekinmiyorlardı. Diyorlardı ki: siz madem ki,
bize arzu ettiğimiz imzayı vermiyorsunuz, yani en ağır, ne olursa olsun sizi
mahvedecek sulhu imza etmeye rıza göstermiyorsunuz, biz buna rızadade olacak
bir heyet bulacağız. Fakat bu rızadade olacak heyet millet namına olsun. Buraya
dikkat isterim.
MÜFİD EFENDİ
(Kırşehir) — Kabul etmez millet...
FEVZİ PAŞA
(Devamla) — Yani diyorlar ki, sulhu milletle yapacağız, bunun için siz milleti
elinize alınız ve millet elimizdedir deyiniz, ondan sonra biz sulh yaparız. Bu
ne demektir, efendiler! Birbirinizle boğazlaşınız, kuvvetsiz kalınız, zebun
kalınız, biz bir İngilizin burnu kanamadan Anadolu'yu istilâ edelim, sizi esir
edelim demektir. (Kahrolsunlar, sesleri) Cenabı Hakkın lûtfundan kaviyen
ümidederim ki, İngilizler şimdiye kadar birçok şeylerde aldandıkları gibi
Çanakkale hücumunda olduğu gibi bu meselede de tamamiyle aldanacaklardır.
(Alkışlar). Bunları aldatan, efendiler, birkaç hainlerdir. (Kahrolsunlar,
sadaları). Ve bu hainler içimizde ne kadar az olursa ve biz birbirimizle bir
vifak dâhilinde ne kadar azimkârane hareket edersek İngiliz plânı tamamiyle ve
o kadar çabuk suya düşecektir. Nerde bir fenalık zuhur ederse derakab
bastırılır ve İngilizler görürler ki, Türkler kütlei vahide halinde, İslâmlar
kütlei vahide halinde kendi hakkı hayatlarını istiyorlar. Bunu görürlerse efendiler!
Biz istikbalimizi kurtardık demektir (Alkışlar) (İnşallah sadaları). Bendenizin
hissiyatım bundan ibarettir. Ümit ve azim efendiler!.» (58).
Kurtuluş Savaşına
büyük katkıları olan, Cumhuriyet Ordularının Gazi Mustafa Kemal Paşa'dan
sonraki ikinci ve sonuncu «müşir»i (maraşal) Fevzi Çakmak'ın 1920 yılı 27
Nisanında Meclis kürsüsünde dile getirdiği şu yukardaki sözlerin, aradan bunca
yıl geçtikten sonra artık bir değerlendirmesini yapmak zamanı gelmiştir
sanırız.
Fevzi Paşa'nın şu
yukarda çizdiği tablo, acı bir tablodur. Anadolu'ya geçmeye, ayaklanmaya
katılmaya bir türlü karar veremeyen, işbirlikçilik değilse bile
teslimiyetçilikten vaz geçemeyenlerin, İstanbul'da kalıp «idarei maslahat»
etmeyi yeğleyenlerin başlarına neler geldiğini gösteren bir tablodur.
Kabul etmeliyiz ki,
Fevzi Paşa da Ulusal Kurtuluş Savaşının daha başlarında, İngiliz süngüsünün
acısını etinde duyuncaya kadar, işbirlikçi değilse bile teslimiyetçilik
çizgisinin pek fazla dışına çıkamamıştır, İstanbul aç kalmasın diye, tümden
Anadoluyu gözden çıkaran Padişah Hükümetinin bir üyesi olarak, lafla
«askerlerimizin öldürülmesini protesto ettik», Padişah Cuma Selamlığına
gidecekken, tören kıtası çıkarabilmek için «İngilizlerden sormaya mecbur olduk»
diyebilmekte, askerlerimizin öldürülmesi, kendi göğsüne süngüler dayanması,
Savunma Bakanlığının bazı yüksek mensuplarının kendi deyimiyle «yalın ayak başı
kabak» ellerine kelepçeler vurulmuş olarak «hakaretlerle» götürülmelerini
yeterince onur kırıcı bulmamakta da Padişah Cuma namazına giderken çıkarılacak
tören kıtasının elinden silâhları alınırsa, bunu «hilafetin büsbütün hakeret
mevkiine düşmesi» diye niteleyebilmektedir.
Fevzi Paşa, acaba,
öteki davranışları bir sevgi gösterisi mi saymaktadır? Hani şu silahsız bando erlerimizin
yatakhanelerde basılarak kurşunlanması, süngülenmesi, Savunma Bakanlığının
basılması, çok kişinin kelepçelenmesi falan herhalde hep İngilizlerin Türklere
olan büyük sevgisinden ileri geliyor sayıyordu...
Neyse... Bu, işin
bir başka cephesidir. Teslimiyetçiler cephesi... Ve bu cephe, inanılmayacak
kadar da kalabalıktır. Bunlar, ta Sivas Kongresi'ne kadar gelmişler,
görüşlerini orada bile dile getirmişlerdir.
«KAHROLSUN İŞGAL»
LAFINDAN KORKANLAR
Atatürk, Nutuk'ta
Fevzi Paşa, (Çakmak) dışında bir başka Harbiye Nazırı'nı (Savunma Bakanı), Ali
Rıza Paşa Kabinesinin Harbiye Nazırı Cemal Paşa’nın (Orgeneral Cemal Mersinli)
teslimiyetçiliğini anlatmadan önce şu açıklamayı yapar:
«Efendiler,
tahattur buyurursunuz (anımsarsınız), İngilizler Merzifon ve müteakiben
Samsun'u tahliye eylemişlerdi. Bu münasebetle ve Ferit Paşa Kabinesinin sukutu
üzerine (düşmesi üzerine), Sivas ahalisi fener alayı yaptı, tezahüratta
(gösterilerde) bulundu. Birtakım nutuklar verildi. Bu arada halk da «Kahrolsun
işgal» diye bağırdılar. Sivas'ta münteşir (yayınlanır) İradei Milliye gazetesi
bu hadiseyi olduğu gibi yazdı. Dahiliye Nazırı Damat Şerif Paşa, bu gazetenin
istihbaratına atfen (dayanarak), Sivas vilayetine yaptığı bir tebliğde
(bildirimde), «kahrolsun işgal» tarzındaki yazılar, hükümetin hali hazır
siyasetine gayrı muvafıktır (uygun değildir, ters düşmektedir), diyordu.
Bu ne demektir
efendiler? Hükümet, işgali, şayanı takbih (çirkin) bulmayan bir siyaset mi
takibediyordu? Yoksa, kahrolsun işgal dedikçe, memleketi daha ziyade işgale mi
sebebiyet verilecekti? işgal ve tecavüz karşısında muhafazai sükût ve sükûnet
etmesi (susması, sessizliğini koruması) işgalden mütehassis olmuş (etkilenmiş)
görünmemesi mi muvafıkı akl (akla uygun) ve siyaset idi?
Böyle sakim
(hastalıklı) ve hayvanca bir düşünce, izmihlal (yok olma) ve inkıraz (tükenme)
uçurumuna kadar tekmelenmiş bir devleti kurtarabilecek siyasete esas olabilir
miydi?» (59).
Atatürk, Sultan
Abdülaziz'in kızı Emine Sultan'la evli Damat Mehmet Şerif Paşa'yı (Çavdaroğlu)
İçişleri Bakanı olarak böylece, teslimiyetçiliğiyle yerin dibine soktuktan
sonra aynı hükümette, çok güvendiği ve bir tür Sivas Kongresi Heyeti
Temsiliyesinin «Murahhassı» (sözcüsü, delegesi) saydığı Harbiye Nazırı Mersinli
Cemal Paşa'ya, «bu hükümet bizim bilmediğimiz bir siyaset mi güdüyor, nedir
bu İçişleri Bakanının yaptığı?» diye sorduğunda 13 Ekim 1919'da aldığı şu
cevabı kaydeder:
«...Amali milliye
dairesinde tedviri umur mesuliyetini (ulusal çıkarlar yönünde yönetim
sorumluluğunu) tahammül eden hükümeti merkeziye, harekât ve icraatında icabatı
siyasiyeyi
(davranışlarında
gerekli siyasi manevraları) kollamak, ecanine (yabancılara) karşı daha
mihmannüvazane (konuksevere yakışacak biçimde) ve. mülayimane (yumuşakça)
hareket eylemek ızdırarında (zorunda)» (60).
Atatürk, bir Malta
Sürgünlüğü macerası yaşadıktan sonra Anadolu'ya geçip Ulusal Kurtuluş Savaşı
kadrolarında görev alıp büyük yararları görülecek, Isparta ve İçel Milletvekili
olacak Mersinli Cemal Paşa'nın bu cevabını ele alıp şu yorumu yapar.
«Murahhassımız ve
Harbiye Nazırı Cemal Paşa'nın cevabı çok enteresandır. Efendiler, Rıza Paşa
Kabinesi ve o kabinede Harbiye Nazırı olan zat; aziz vatanımızı işgal eden,
süngülerini milletin kalpgâhına saplayan ecanibi (yabancıları), misafir kabul
ediyor ve anlara mihmannüvazane ve mülayimane (konukseverliğe yakışır biçimde)
harekette ızdırar (zorunluluk) görüyor. Bu ne mütalaadır, bu ne kafadır? Amali
milliye (ulusal amaçlar) bu muydu?» (61)
Haklı olarak, bu
konu açıldığında hırçınlaşan ve bağışlamaz olan Mustafa Kemal Paşa, Nutuk'ta bu
konuyu şu sözlerle noktalamaktadır:
«Harbiye Nazırı, bu
sözü telaffuz ettiği dakikada, yalnız bir zatın haizi itimadı bulunuyorlardı. O
zat da, devlet riyasetini telvis etmekte bulunan (devlet başkanlığı makamını
kirletmekte olan) HAİN Vahdettin idi.» (62).
TESLİMİYETÇİLİKTEN ÖTE HAİNLİK!..
Mustafa Kemal
Paşa'nın Devlet Başkanlığı makamını kirletmek ve Hainlikle suçladığı
Vahidettin'in yanı sıra, o günlerde işgal İstanbulu'nda daha başka hayli hain
vardır. Bunlar, teslimiyetçilikten, hatta işbirlikçilikten de öte, düpedüz
haindirler.
Örneğin, sonradan
150'likler listesine alınacak Damat Ferit Hükümetlerinin bir başka İçişleri
Bakanı, Mehmet Ali Bey, Birinci Damat Ferit Paşa Hükümetinde Dahiliye Nazırı
koltuğundan düşürülmesinden sonra, İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı General
Harrington'a yazdığı bir jurnalde, İstanbul'daki Kuvayı Milliye yandaşlarını
bunlar İttihatçı diye jurnal edip, tutuklanmalarını isteyecek kadar ileri
gideceklerden biridir. (63).
O Mehmet Ali Bey
ki, Mustafa Kemal Paşa'nın 9. Ordu Kıtaatı Müfettişi sıfatıyla Anadolu'ya
geçmesine, pek de olacakların farkında olmadan aracı olan kişidir. Kızını, Ali
Fuat Paşa'nın kardeşi, İsmail Fazıl Paşa'nın oğlu, Yüzbaşı Ali Bey'e vererek,
Cebesoy ailesiyle dünür olduğu için, Mütareke İstanbulu'nda Mustafa Kemal Paşa
ile tanışmış, O'nun bir «İttihatçı» olmadığına inanmış ve Paşa'yı Damat Ferit
Paşa'ya, Samsun'a gönderilecek komutan olarak tavsiye etmiştir. Galatasaray
lisesinde okumuş, varlıklı bir ailenin oğlu olarak Yeniköy Belediye Başkanlığı
yapmış, buarada Hürriyet ve İtilâf Fırkası'nın ateşli bir yandaşı ve bu
partinin sözü geçer bir üyesi olarak, Mütareke İstanbulu'nda, Dahiliye
Nazırlığı'na kadar yükselmiştir. Yunanlıların İzmir'i işgali üzerine, Damat
Ferit Hükümeti istifa edince, İkinci Ferit Paşa kabinesine giremeyen Mehmet Ali
Bey, bakanlık koltuğundan uzak kalmasının sorumluluğunu, kendi fırkası içindeki
koltuk çekişmelerine bağlamaktan çok, Anadoludaki Ulusal Direnişi
İttihatçıların organize ettikleri ve Mustafa Kemal'in de gizli bir İttihatçı
olduğu sonucuna bağlamış, İstanbul'da İttihatçı avının avcılarından biri olmayı
yeğlemiştir.
General Ali Fuat
Cebesoy, «Milli Mücadele Hatıralarında, kardeşinin kayınbabası Mehmet Ali
Bey'in, Damat Ferit tarafından ikinci ve sonraki hükümetlerinde bakan koltuğuna
oturtulmamasını, Mustafa Kemal Paşa'yı Anadoluya gönderilmesi için tavsiye eden
adam olarak gözden düşmesine bağlarsa da, bu gerçeklere pek uymamaktadır. Zira,
Damat Ferit Paşa'nın, İkinci hükümetini kurması, İzmir'in işgali üzerine istifa
ettikten hemen dört gün sonra 19 Mayıs gününe denk gelmektedir. O tarihte
Mustafa Kemal Paşa ancak Samsun'a ayak basmıştır ve henüz Hükümete
başkaldıracağına ilişkin bir belirti ortada yoktur. Dolayısıyla, Damat
Ferit'in, Mehmet Ali Bey'i, Mustafa Kemal'i kendisine tavsiye etti diye kabine
dışı bırakması söz konusu olamaz (64).
Mütareke İstanbul'u
ya da İşgal İstanbul'u, ne derseniz deyiniz, 13 Kasım 1918'den başlayarak 6
Ekim 1923'e kadar süren döneminde bu kentte yaşanmış rezillikler ne birdir ne
de bin...
Bunu, kendisi
hiçbir savaş alanında yenilmemiş, ama devleti yenilmiş ve teslim olmuş bir
ülkenin komutanlarından biri olarak Adana'dan İstanbul'a döndüğü günden
başlayarak altı ay süreyle İstanbul'da yaşamak zorunda kalmış Mustafa Kemal
Paşa da görmüştür. Hem de ne görmek...
İşgal
İstanbulu'nda, düşman askerleri istedikleri resmi daireyi, diledikleri ve
beğendikleri özel evi, apartmanı, konağı, sarayı ya da oteli boşalttırıp
yerleştikleri gibi, diledikleri kişiyi de alıp götürebilmektedirler.
Bu kadar da
değil... Osmanlı Devleti'nin diledikleri paşasını, nazırını, mebusunu bile gece
demeden gündüz demeden evinden, işinden alıp götürebilmekte, kapılar kırıp,
süngülerini konuşturabilmekteydiler.
Onurlu bir Ordu
Komutanı, yetenekli ve başı dik bir Osmanlı Generali olan Altıncı Ordu Komutanı
Ali İhsan Paşa (Sabis) İngiliz baskısıyla hükümetince İstanbul'a çağrıldığında,
Harbiye Nazırlığı koltuğuna oturtulmak üzere çağrıldığını sanıyordu.
Ancak Haydarpaşa
istasyonunda trenden inip de İngiliz polislerince yaka paça edildiği zaman
nasıl bir tuzağa düştüğünü anladı. Protesto bile edemeden İngilizlere teslim
oldu. Cephede tutsak olmamış, kılıcını onurla taşımıştı ama, Mütareke
İstanbulu'nda tutsak edilmişti.
Anılarında, bu tutsaklık başlangıcını şöyle anlatır:
«Trenle
Haydarpaşa'ya doğru yolumuza devam ettik. Ve 1/2 Mart (1919) gece yarısından
sonra Haydarpaşa İstasyonuna varınca etrafımızı İngiliz polis ve askerleriyle
kuşatılmış gördük; işte o zaman acı hakikat meydana çıktı gafletten ayıldık ve
esrar perdesi kalktı.
Sulh zamanında
Moda'da oturan ve o vakit İngiliz ordusu karargâhında istihbarat subayı bulunan
Yüzbaşı La Fontaine, İstanbul'daki İngiliz Kumandanının emriyle tevkif
olunduğumu ve kendisiyle beraber gelmekliğimi Fransızca söyledi. Bu konuşma
esnasında etrafımızı onbeş yirmi kadar müsellah İngiliz askeri kuşatmıştı.
Sebebini sordum, bilmediğini ve kendisinin aldığı emri ifa ve tatbike mecbur
olduğunu ve benim ile münakaşaya mezun olmadığını ciddi bir tavır ile söyledi.
İngiliz
İntelligence Servisine mensup Eczacı La Fontaine ile daha fazla görüşmeğe
İzzetinefsim mani oldu. Benim etrafımda toplanan Türk subayları yeisten
yaşlanan gözlerle bana bakıyorlardı. Bir ölüm sükuneti ortalığı kapladı. Burada
bir mukavemet teşebbüsünde bulunamazdık. Aksi halde bize hakeret için bahane
arayan İngiliz askerleri bizi zorla sürüklemeğe, belki de sille tokat ezmeğe
kalkışabilirlerdi. Nihayet karşılıklı silâhlar patlar, masum birkaç kişi
vurulabilirdi. Aşikâr idi ki, bütün İngiliz kin ve husumeti bana tevcih
edilmiştir. Şahsım için, benim refakatimde olanları kara belaya sokmak ve
onları da hapishanelere tıktırmak doğru değil idi. Soğukkanlılığımı muhafaza
etmeği ve mukadderatı kabul ile şahsi haklarımın başka türlü aranmasını temin
eylemeye çalışmayı muvafık buldum. Arkadaşlarıma, getirdikleri evrak vesaireyi
Harbiye Nezaretine teslim eylemelerini, hadiseyi gördükleri gibi Harbiye
Nazırına ve Genel Kurmay Başkanına arzetmelerini söyledim. Yaverlerimden biri
benim zati eşyamı, Teşvikiye'deki evime gönderecek ve hadiseyi aileme
anlatacaktı.
Eşimden ve iki
küçük oğlumdan, dört harp senesinde ayrı ve uzak kalmış olduğum için İstanbul'a
dönmek, birkaç gün istirahat ile hasret gidermek bir memnunluk uyandırmıştı.
Fakat mukadderat bu nimeti bize çok görmüş, eşimi ve çocuklarımı görmeden
İngiliz tuzağına tutulmak bana çok ağır gelmişti. Subay arkadaşlarımdan nemli
gözlerimi saklamaya dikkat ediyordum...»/65).
Ve Haydarpaşa
istasyonunda tutuklanan Ali İhsan Paşa, «Hain Padişah ve onun vicdansız ve
hamiyetsiz hükümeti, düşman ile işbirliği yapıyordu» diyerek, kendisine en
ufak bir ilginin bile gösterilmediğinden yakına yakına mart sonunda bir nakliye
gemisi ile Malta'ya sürülür ve iki buçuk yıl da orada tutsak hayatı yaşar. (66).
YENİLMEYECEKSİN!.. . YENİLMEYECEKSİN!..
Evinden bir gece
yarısı sökülüp götürülenlerden bir başkası bir hekimdir, İstanbul'da Tıbbiyeyi
bitirmis, 1890'larda uzmanlık için Paris'e gitmiş, göz mütehassısı olmuş, ünlü
bir hekim olarak paşalığa yükseltilmiş, Fransızca bilim kitapları yazmış,
Üniversitede hocalık yapmıştır. Türkiye'de, hep Ermenilerin, Rumların,
Musevilerin hekimlik yaptıkları bir dönemde, Türklerden de hekim çıkacağını,
hem de büyük hekimler çıkacağını isbatlamak için durmamacasına çalışmıştır. Bir
prensibi vardır, «yenilmeyeceksin, ezilmeyeceksin» der.
Bu prensiple,
ülkesinde islamcılığın sadece lâfta kaldığını, tüm azınlık unsurlarının
milliyetçilik ardında koştuklarını göre göre yaman bir milliyetçi kesilmiştir.
Türk milliyetçisidir. Jön Türk'tür, İttihatçılara yakındır ama, hiçbir zaman
bunu açıklamamıştır. Taa ki Mütareke dönemine kadar.
Ancak mütarekeden
sonradır ki, kara günlerde açıkça politikanın içine girmiştir. İttihat ve
Terakki'nin kendisini feshi üzerine İstanbul'da doğan boşluğu doldurmak için
«Milli Kongre»yi toplamaya çalışmıştır. Bunun başına, sevilen ve sayılan bir
kişi diye bir dönemin Hürriyet Kahramanı, Jön Türklerin yurt dışındaki büyük
lideri Ahmet Rıza Bey'i geçmeye çağırmıştır. Ne var ki, ülkesine döndükten
sonra Ahmet Rıza Bey artık bir tutucudur ve «Artık bundan sonra, Enver ve
Talat'ın kirlettiği bayrağı alamam, sizin teşkilâtınıza mümkün değil giremem»
diyerek Göz Doktoru Esat Paşa'yı geri çevirmiştir. O da, «bu et kafalıdır»
hükmüne varıp Milli Kongre'nin başına kendisi geçmiştir (67).
Ne var ki, Esat
Paşa'nın bu çabaları, onu İngilizlerin kara listesine geçirmeye yetmiştir,
İngiliz Yüksek Komiserliği, kara listesinde onu, «İngiliz aleyhtarı tehlikeli
bir entrikacı ve propagandacı» diye niteleyecek, İstanbul'un resmi işgali üzerine
de ilk evi basılanlardan biri durumuna sokacaktır. Onu İngiliz düşmanı ve
tehlikeli gördükleri için bir gece baskınıyla, evinden apar topar almışlardır.
Pijaması ve terlikleriyle bir kamyona tıkılmış, hemen bir İngiliz gemisine
aktarılmış ve yumruklarını sıka sıka, dişlerini gıcırdata gıcırdata Malta
yolunu tutmuştur. Anılarında şöyle yazar:
«İngilizlere soruyordum:
«Medeniyet bu mudur?
— Yes.. diyorlardı.
Evladım, bu bir
eski masaldır ki, bizim için kalan değeri bir acı hatıradan başka birşey
değildir. Fakat siz gençler için, her zaman, her an şu manası vardır:
Yenilmeyeceksin!..»
55 yaşındaki bu göz
doktoru paşa, bir mart gecesi, pijamayla, yalınayak alınıp götürüldüğü için
fena halde soğuk almış, işgalcilerden gördüğü barbarca tutumdan da harap hale
gelmiştir. Maltaya vardığında yatağa düşer. İki İngiliz doktor, muayene edip
rapor verirler:
«Sağlık nedeniyle
kendisinin geri gönderilmesinin uygun olacağı kanısındayız.»
Ne var ki,
yazışmalar, çizişmeler, Türk Hilaliahmer Cemiyetinin Reisi (Kızılay Başkanı) bu
Türk paşasının geri yollanmasına olanak vermez. Yıllarca orada hasta hasta tutsak
kalır. Sonradan, ancak Ankara'nın yengi haberleri geldikten sonradır ki,
salıverilir.
Salıverilince,
İstanbul'da, işgal İstanbulu'nda oturmayı Türklük onuruyla bağdaştıramaz. Hemen
Ankara'ya geçer. İyice yaşlanmış ve hastalıktan dolayı da çok sarsılmıştır. Bir
daha politikaya girmez, doktorluk yapmakla yetinir. Ama durmadan yineler:
«YenilmeyeceksinLYenilmeyeceksin!..»
Bu Esat Paşa,
sonradan Türkiye Cumhuriyetinin çeşitli ülkelerde Büyük Elçiliğini yapacak,
Dışişleri ve Milli Savunma Bakanlıklarında bulunacak Hasan Esat Işık'ın
babasıdır. Onurlu yaşamış, onurlu ölmüştür...
MUSTAFA KEMAL PAŞA'NIN YAŞADIĞI GERÇEK
İşgal
İstanbul'undaki bu baskınlar, ev aramalardan nasibini alanlardan biri de
Mustafa Kemal Paşa'dır. Cephelerde, askerinin başında yenilememiş bu komutan
da, Mütareke İstanbulu'nda, hem de günümüz tarihçilerinin bile İstanbul'u
resmen işgal edilmemiş saydıkları bir dönemde, yani 16 Mart 1920'den önceki
dönemde, bir değil, iki değil tam üç kez evi basılarak, işgal gerçeğini
yaşamıştır.
Şimdi biraz da
bunun öyküsünü görelim: Mütareke sonrası, düşman donanmasının da geldiği gün
Haydarpaşa'da trenden inen ve Pera Palas'a inen Mustafa Kemal Paşa, bir gece
Beşiktaş Akaretler'deki annesi ile kız kardeşinin oturdukları eve gittiğinde,
birden kapı çalınır. Vakit gece yarısına yakındır. Kapıyı açan hizmet erini bir
yana iten bir bölük asker eve dalar. Gürültüye, annesiyle konuşmakta olan
.Mustafa Kemal Paşa çıkar. Karşısında, dillerinden anlamadığı bir manga İtalyan
askeri vardır. Direnir ama, laf anlatamaz. İtalyan askerleri evi arama emri
almışlardır. Evde, silah var diye ihbar vardır. Mustafa Kemal itiraz eder,
kendisinin bir general olduğunu, evinin aranamayacağını söyler. Ama müfreze
komutanı dinlemez bile.
Mustafa Kemal,
yandaki bir komşu evine geçip, İtalyan İşgal Komutanlığını arar, telefonda
Fransızca olarak durumu anlatır. Uzun uzun tartışır. Sonunda İtalyan askerleri
çekilirler. Birkaç gün sonra da, İtalyan komutanlığından «bir daha bu ev
aranmasın» diye bir özel izin belgesi gönderilir ki, evde bulundurulsun ve
kapıyı çalan olursa gösterilsin ve bir daha yanlışlık olmasın...
Birkaç gün
sonraysa, bu kez evi İngiliz devriyeleri basar. Mustafa Kemal Paşa evde yoktur.
Ev, didik didik edilir. Zübeyde hanım korku ve heyecandan bayılır. Makbule, iki
gözü iki çeşme ağlar.
Ev, baştan sona
aranıp tarandıktan sonra İngilizler de çekip giderler. Birşey bulunamamıştır.
Bütün bunlar,
resmen değilse bile fiilen işgal edilmiş İstanbul'da Mustafa Kemal'in tanık
olduğu sahnelerdir. Ama iş bu kadarla kalmaz.
Mustafa Kemal
Paşa'yı buhrana sürükleyen bir baskını Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam'da
şöyle anlatır:
«4 Mart 1919'da
Padişah Ferit Paşa'yı Sadrazam yaptı. Ferit Paşa'nın sadrazamlığı ve padişahın
bu kararı ile, hem padişaha hem kabineye, hem de mütecanis ve iyi bir kabineye
olan son ümitler de çöktü. Hayal kırıklığı artık tamdı. Son ümit ışıkları da
kaybolmuştu. Fakat Mustafa Kemal'in etrafını saran duman perdeleri de artık
açılarak, ufukta bir yolun ilk zikzakları belirmeye başladı. Bu yol, Anadolu'ya
çıkan yoldu.
Evet, İstanbul'da
artık hiçbirşey yapılamazdı, İstanbul'da beklenecek birşey yoktu. Bütün kapılar
çalınmıştı. Bütün duvarlara başvurulmuştu. Şimdi son yolculuğa çıkmak,
kapanılan bu kaleyi saran hendeği atlayacak köprüyü bulmak ve artık, sonu
belirsiz bile olsa önüne çıkacak yollara dalmak, bir daha arkaya bakmamak
lâzımdı. Bunu yapacaktı. Fakat ah o köprü? Evet buradan nasıl çıkacak? Ne
sıfatla çıkacak? Ali Fuat Paşa'nın Ankara'ya. Kazım Karabekir Paşa'nın
Erzurum'a çağırdıkları gibi, bir misafir olarak mı? Hayır, işte bu olmazdı.
Kendi kendine:
— Ben böyle
gidemem, diyordu. Hem bakalım onları yerlerinde kaç gün bırakacaklar?
Fakat İstanbul'da
kalmak? O da mümkün değildi. Hem yarın kim bilir ne olabilirdi? İşte bu hava
içindeydi ki, yaşadığı bir sahne, herşeyi tamamladı. Onun İstanbul'daki
günlerinde bir karar ve dönüm noktası oldu.
Rauf Beyle ikinci
katta, perdeleri daima inik odada oturuyorlardı. Yaver Cevat Abbas birden odaya
girdi. Bir İtalyan asker kolunun kapıya dayandığını, hatta eve girdiklerini
haber verdi. Zaten karışık giden işler içinde sinirleri gergindi. Birden
parladı:
— Ne demek? Ne ister bu... Çağır bana onların başını!
Mütareke devrinin o
pis yerli tercüman tiplerinden birini peşine takan bir İtalyan Karabiniyer
devriye kumandanı, yarı küstah, yarı ürkek odanın kapısında göründü:
— Kolonel..
— Ne Koloneli be.. Ben Generalim!
Yerinden fırlayan
Mustafa Kemal'in bu öyle bir gürleyişiydi ki, o pis tercüman ayağını kapıdan
dışarı atarak, ne yapacağını, ne diyeceğini şaşıran devriye kumandanının
gölgesine saklanmaya çalışıyordu. Arkasındaki yaverin bir eli tabanca
cebindeydi. Onun bu kararlı heybeti önünde, bir görev yapmaya mı geldiğini,
yoksa bir tuzağa mı düşürüldüğünü tayin edemeyen İtalyan Devriye kumandanı da
geri çekildi. Mustafa Kemal yeniden gürledi:
— Gidin buradan. Çıkın, ben Kont Sforza ile görüşürüm.
Kont Sforza İtalyan sefiriydi.
Ne Mustafa Kemal
Kont Sforza'yı tanırdı, ne Kont Sforza ile konuşacağı vardı. Fakat İtalyan
devriye kumandanı bu hakim, kendinden emin ve kumanda etmeğe alışmış insanın
karşısında eridi, söndü. Ürkek hareketlerle selamını verdi, döndü. Arkasında
kendi gölgesine sığınmış tercümanı ile merdivenleri indi. Kapıdaki askerlerini
toplayıp çekti gitti.
Meğer bu devriye de
evi arayacakmış. Onlara Mustafa Kemal'in, Halep'ten getirdiği Ermeni
çocuklarını evinde sakladığı haber verilmiş. Kim bilir, bu ihbarı uyduran belki
de bu pis tercümandı...
Halbuki evde
yabancı olarak yalnız hizmetçi kız Eleni vardı. Mustafa Kemal'in annesi
Eleni'ye de kendi kızı gibi muamele ederdi. İtalyanlar çekip giderken Mustafa
Kemal yaverine ancak:
— Çocuk; bize bir
kahve daha getirsinler, diyebildi ve koltuğuna çöktü.
Fakat yarın?
Gidenler gene dönebilirlerdi. Hatta yalnız onlar da değil, İngiliz askerleri,
Fransız askerleri, Hintliler, Madagaskarlılar ve kim bilir Allahın hangi
belâları evi kuşatırlar, evi basabilirlerdi. Hem de bu sefer evde Ermeni
çocuklar aramak masalına bile başvurmadan, düpedüz kapıları tekmeleyerek,
camları kırarak ve kimbilir daha ne haltlar ederek, onu, yaverinin, sofalara,
merdivenlere yığılan annesinin, kızkardeşinin önünde önlerine katabilirlerdi.
Anafartalar Kahramanı, o yüzbin kişiye, hep bu günleri görmemek için bir anda
ölümü emretmiş genç zafer kartalını, kozmopolit Beyoğlu sokaklarında sürükler
gibi götürebilirlerdi.
Haydi buna tahammül
etmez diyelim. Kendine el dokundurmaz diyelim. Elbet dokundurmazdı da. Ama evde
nihayet iki askerdiler. Kendisi ve yaveri. Gerçi ateşler içinde pişmiş
insanlardılar. Ama nihayet iki tabanca. İşte o kadar. Hem birkaç sefil İngiliz'in,
Fransız'ın, İtalyan'ın veya Hint Gurkhasıyla Madagaskar yarı zencisinin ölümü
bahasına olsa da, kendisi de öldükten sonra bu bir Pirus zaferi olmaz mıydı?
Devriyeler
gittikten sonra Rauf Bey'le biraz oturdular. Kahveler sessizlik içinde içildi.
Galiba iş, artık sona gelmişti. Bu üçüncü baskındı. Bir İtalyan ve bir İngiliz
baskını Akaretlerdeki evde. Bir de şimdi Şişli'de. Ama yarın? Fakat niçin
yarın? Belki şimdi, belki bu gece?
Evet bir karar
vermek lâzımdı. Bir karar vermeliydi. Tereddüdün zamanı geçmişti. Artık ne
beklenebilirdi ki? Başta sarsak bir padişah, Ferit Paşa gibi bir gölge
sadrazam. İngiliz, Fransız zindanları dolup dolup taşıyor, Bekir Ağa Bölüğü
tıklım tıklım, Divanı Harpler bir maskaralık. Darağaçları asacak adam arıyor...
» (68).
— VI —
Kurtuluş Savaşında
Türk Ulusu bir ölüm kalım savaşı verirken, can çekişen Osmanlı İmparatorluğunda
tip tip insanlar vardır.
Bunlardan bir tip,
tutsak yaşamaktansa ölmeyi yeğleyenlerdir. Yani kahramanlar... Kahramanların
önde gelenlerinin, önder olanlarının adları hep bilinir. Şöyle bir saymaya
kalkışsak, ilk ağızda, on, yirmi, elli yüz, hatta birkaç yüz tane sayılabilir.
Mustafa Kemal
Paşa'dan Ali Fuat ve Kâzım Karabekir Paşalara, Rauf Orbay'dan Bekir Sami (Kunduh)
Beye, Müdafai Hukuk Cemiyetleri yöneticilerinden Heyeti Temsiliye üyelerine
asker-sivil nice vatan evladı bu kadroda yer alır.
Saymakla bitmez ya,
bir bölümünü şöyle rast gele hiç değilse adlarıyla sıralayalım:
İlk ağızda
canlarını verip şehit düşenlerden İzmir'de Yunan işgaline karşı ilk silahı
patlatan gazeteci Osman Nevres Bey, Tavşancıl'da tuzağa düşürülüp öldürülen
Yahya Kaptan. Antep'te Şahin Bey, Biga'da Kaymakam Köprülü Hamdi Bey, Hendek'te
Miralay Mahmut Bey, İzmir'de «Zito Venizelos» diye bağırmadığı için
süngülenerek şehit edilen Miralay Süleyman Fethi Bey, Erkanıharp Miralay Ali,
Dr. Kaymakam Şükrü ve Kolağası Necati Beyler, Anzavur isyanında şehit edilen
Kaymakam Rahmi Bey Cephede vurulan Miralay Mehmet Nazım Bey, Hendek'te pusuya
düşürülen 24. Tümen Kurmayı Sami Bey...
Sonra adları
destanlaşan gazilerden bir demet: Aydınoğlu Tufan Bey (General Osman Tufan),
Tekelioğlu Sinan Bey (Sinan Tekelioğlu), Kılıç Ali, Kel Ali (Ali Çetinkaya),
Sütçü İmam, Kasap Osman, Ayıcı Arif, Deli Halit Bey (Halil Akmansü), Milis
Generali Cevat Rıfat (Atilhan). Kara Yılan, Cehennem Yüzbaşı, Demirci Mehmet
Efe, Gökçen Efe, Sarı Efe (Yüzbaşı Edip), Parti Pehlivan, Topal Osman, Çolak
İbrahim Bey (Binbaşı İbrahim Çolak), Galip Hoca (Celal Bayar). Yörük Ali Efe,
Binbaşı Hacı Şükrü Bey. Ali Saip Bey, Dayı Mesut (Binbaşı),...
Sonra komutanlar:
Kavaklı Fevzi Paşa (Maraşal Çakmak) İsmet Paşa (İnönü), Nureddin Paşa, Ali Sait
Paşa (Akbaytogan), Nihat Paşa (Anılmış), Yakup Şevki Paşa (Subaşı), Yusuf İzzet
Paşa (Met), Kâzım Paşa (İnanç), Ali İhsan Paşa (Sabis),...
Kurtuluş Savaşı
günlerinde, cephelerde, miralaylıktan (albaylık), mirlivalığa (generalliğe)
terfi eden komutanlar: Cemil Conk, Naci Eldeniz, Rüştü Paşa, Kâzım Sevültekin,
Osman Nuri Koptagel, Rüştü Sakarya, Sami Sabit. Sabri Erçetin. Hüseyin
Nurettin, Şükrü Naili Gökberk, Ali Hikmet Ayerdem, Refet Bele, Fahreddin Altay,
Selahattin Adil, Asım Gündüz, Cafer Tayyar Eğilmez, Mürsel Bakü, Mehmet Emin
Koral, Kâzım Özalp, İzzettin Çalışlar, Halit Karsıalan, Kâzım Orbay, Kemalettin
Sami paşalar...
Bu savaş boyunca,
en azından birer tümene komuta etmiş, savaştan sonraki yıllarda generalliğe
yükselen komutanlar: Nazif Kayacık, Süleyman Sabri, Mehmet Emici Yazgan, Vehbi
Kıpçak, Muhittin Kurtiş, Akif Erdemgil, Mehmet Emin Çolakoğlu, Nazmi Solok,
Sıtkı Üke, Kâzım Dirik, Mustafa Muğlalı, Mehmet Suphi Kula, Mehmet Hayri
Tarhan, Cavit, Mehmet Kenan Dalbaşar, Seyfi Düzgören, Cemil Cahit Toydemir,
Abdurrahman Nafiz Gürman, Aşir Atlı, Osman Zati Koral, Naci Tınaz, Hüsnü Emir
Erkilet, Zeki Soydemir, Sabit Noyan, Ömer Halis Bıyıktay, Ahmet Derviş, Salih
Omurtak, Hulusi Gökdolay paşalar...
Sonra Miralay
rütbesinde olup da tümen ya da kolordulara komuta eden komutanlar: Bekir Sami
Günsav, Şefik Aker, Mümtaz, Münip Özsoy, Veysel, Ali, Hacı Arif Örgüç, Reşat
Çigiltepe, Şerif Yaçağaz, Ethem Servet Boral, Ahmet Nuri Öztekin, İbrahim
Çolak, Mehmet Arif, İsmail Hakkı, Sadullah Güney, Mehmet Nuri Conker, Mehmet
Hulusi Conk, Necdet Çallı (Karabudak), Halit Akmansu, Mehmet Nazım...
Kurtuluş Savaşının
kahraman komutanları elbette ki bu kadar değil. Yarbaylardan, Binbaşılardan,
Yüzbaşılardan, Teğmenlerden, Yedek teğmenlerden ya da rütbesiz sivillerden nice
komutan var ki, bu ulusun kurtuluş savaşının kahraman komutanları olarak adları
hep anılmalı...
Ve hiç kuşkusuz ki,
bunların hepsinin üstünde, şehitlik şerbetini içmiş, gazilik rütbesine ermiş
Mehmetçik var. Yediden yetmişine, Ayşesi, Fatması, Halide Onbaşısı, Haticesi,
Zehrası, Alisi, Velisi, Hasanı Hüseyini, Ahmedi Mehmedi ile Kuvayı Milliyeden
yana Türk Halkı var. Valiler var, kaymakamlar var, İstanbul'da ya da yurdun
başka işgal altındaki bölgelerinde İstanbul Hükümetinin buyruğunda gibi görev
yapıp da Ulusal Direnişi destekleyen polisler var, memurlar var, bürokratlar
var, hatta İstanbul'da Padişah Vahidettin'in hükümetlerinde Bakanlar var.
öğrenciler var, öğretmenler var, analar var, bacılar var, çocuklar var,
çobanlar var, beyzadeler var. Takacılar, hamallar, kaptanlar, tayfalar, kömür
ya da liman ve de matbaa işçileri, terziler, nalbantlar, baytarlar, alıcılar,
seyisler, hacılar, hocalar, imamlar, müftüler, tüccarlar, eşraftan kişiler,
paşazadeler, padişah damatları ve hatta şehzadeler, şeyhler, şıhlar, ağalar,
seyyitler, dedeler, Osmanlılığını inkâr etmemiş vatanına bağlı Rumlar,
Ermeniler, Museviler, Araplar, Hindistan'dan, Fas'tan, Tunus'tan Cezayir'den.
Madagaskardan gelme Türkler Azerbeycan'dan Türkistan'dan Tacikistan'dan gelmiş
Müslümanlar var...
Sayıları milyonları buluyor...
Kahramanların yanı sıra elbette ki, başka tipler de var.
İçten
pazarlıklılar, teslimiyetçiler, umudunu yitirmiş olanlar, bana dokunmayan yılan
bin yıl yaşasın diyenler, aman benim tuzum kuru ya, başkasına ne olursa olsun
diyenler...
Böyleler! de hiç mi
hiç az değil. Binler, onbinler, yüzbinler, belki de daha çoklar...
Sonra, ateş düştüğü
yeri yakar, şimdilik bana değmedi ya ben niye bu sonu belirsiz işe bulaşayım
diyenler. Olanakları varsa kapağı yurt dışına atanlar, İsviçre'lerde,
Fransa'larda, İtalya'larda, Avusturya da ya da Almanya'da kaplıcalarda, dağ
otellerinde keyif çatıp kavganın sonunu bekleyenler...
Böyleleri de az
değil.
Örnek mi?
İstanbul'un, İzmir'in, Çukurova'nın nice varsılının adını saymak olası. Ama en
çarpıcı olan bir tanesinin adını verelim.
Sonradan, İzmir'in
kurtarılışından sonra kızlarını Gazi Mustafa Kemal Paşa'ya gelin verecek olan
Uşşakizade ailesi... Mütarekenin ve işgalin o karanlık yıllarında, bir elleri
yağda bir elleri balda Avrupa'dadırlar... Muammer Uşaklıgil, eşi, çocukları,
Anadolu halkının çektikleri acıları sadece Avrupa gazellerinde okumuşlardır
okumuşlarsa...
Daha da bunlar gibi nice aileler, nice ünlüler...
Sonra, ulusal bir
kurtuluşa inanmamışlar vardır. Yenildik, bittik, kaderimize razı olmaktan başka
elden birşey gelmez diyenler... Bezginler, yılgınlar, korkaklar...
Sonra yanlış
hesaplar yapmış olanlar vardır. Ulusuna, onun direnme gürüne inanmayanlar.
Amerikan Mandası, İngiliz Mandası, Fransız himayesi düşleyenler vardır. Biz
adam olmayız, biz ancak bir başkası idare ederse belki biraz belimizi
doğrulturuz diye düşünenler vardır.
Böylelerinin de sayısı sanılandan çoktur.
Bunların içinden
bir çoğu, zaman içinde doğruyu görmüşler. Anadolu'daki Ulusal Direniş kadroları
içinde yerlerini almışlar, kahramanlar arasında saf tutmuşlar, gerektiğinde
kanlarını döküp canlarını vermişlerdir. Aymaz olan bir kısmıysa sonuna kadar
ilk görüşlerinde direnmişler ama hiç değilse, ihanete, işbirlikçi ligine
düşmemişlerdir. Olayları kötümserlikleri içinde uzaktan seyretmekle
yetinmişlerdir. Bunlar da böyle tiplerdir...
Belki böyleleri de bir belirli ölçüde anlayışla karşılanabilir.
Yüzyıllar boyu,
vatandaş olma bilincine ulaştırılmamış, tebaa olma, bende olma eğitiminden
geçirilmiş ümmetten, cemaatten ulusa geçme sürecini tamamlayamamış bir ülkenin
halkı içinde, «en doğrusunu baştakiler düşünür, Padişahımız efendimiz ne
yaparsa doğru yapar, o Tanrının yer yüzündeki gölgesidir, Halifedir,
Osmanoğludur, altı yüz yıldır bu ülkeyi yönetenlerin evlâdıdır, herhalde biz
kullarından daha iyisini bilir ve yapar? diye düşünenleri de kınamak kolay
değildir. Pavlov'un köpeği gibi koşullandırılmış olanların, koşullanma
çizgisini kırmaları, aşmaları herkesten beklenemez...
BAĞIŞLANABİLİR OLANLARLA OLMAYANLAR
Bunların hepsi
belki bağışlanabilir, ulusal vicdanın bağışlayıcılığı içinde unutulabilir ama,
unutulmaması gereken tipler, adlar vardır. Bunlar, ulusuna ihanet edenlerdir,
hainlerdir.
Gazi Mustafa Kemal
Atatürk'ün Büyük Nutuk'u dikkatle okunursa görülecektir. Gazi. böylelerine
karşı acımasızdır. Haklı olarak, Nutuk'ta böylelerindan söz ederken çileden
çıkar.
«Hayvan» (69), «Alçak» (70),
«Hain» (7I) «Ebleh» (72) der.
Ama, ihanette çok
ileri gitmeyenleri bağışlayıcıdırda. Nutuk'ta şöyle bir olay anlatır:
«Efendiler,
İzmit'te de Süleyman Şefik Paşa Kumandasında, hilafet ordusu unvanını taşıyan
bir hain kuvvet tahaşşüt ediyordu (birikiyordu). Bunun bir kısım kuvveti de,
Bolu civarında Erkanı Harp Binbaşısı Hayri Bey Kumandasında asileri takviye
etmişti. Bu kuvvetle beraber İstanbul'dan gönderilmiş birçok zabitan da vardı.
Hilafet Ordusunun,
Süleyman Şefik Paşa'dan sonra, belli başlı kumandanları Süvari Mirlivası Suphi
Paşa ve Topçu Kaymakamlarından Senai Beydi. İstanbul'da da sureti mahsusada
teşkil edilmiş bir erkânıharbiye heyeti vardı. Bu heyetin bellibaşlı rüesası
(önde gelenleri, başkanları) da, Erkânıharp miralayı Refik ve Erkânıharp
Kaymakamı Hayreddin Beylerdi.
Suphi Paşa hakkında
küçük bir hatıramı nakledeyim: Suphi Paşayı Selanik'ten tanırdım. Ben kolağası,
o daha o zaman mirliva ve süvari fırkası kumandanı idi. Aradaki rütbe farkına
rağmen çok samimi arkadaşlığımız vardı. İlânı meşrutiyette, ilk defa İştip
havalisinde Cumalı namında bir yerde süvari manevraları yaptırmıştı. Diğer bazı
erkânıharpler meyanında beni de tatbikat ve manevrada bulunmak üzere davet
etmişti. Kendisi Almanya'da tahsil görmüş, çok mahir (usta) bir binici idi.
Fakat sanatı askeriyeyi anlamış bir kumandan değildi. Manevranın hitamında
(bitiminde) ben, salahiyetim ve rütbem müsait olmadığı halde. Paşayı umum
zabitan muvacehesinde (önünde) acı bir tarzda tenkit etmiştim ve müteakiben
(bundan sonra) «Cumalı Ordugâhı» isminde küçük bir eser de yazmıştım. Suphi
Paşa gerek aleni (açık) tenkidatımdan (eleştirimden) ve gerek intişar eden
(yayınlanan) bu eserimden pek meyus oldu (üzüldü). Kendi itirafı veçhiyle
kuvvei maneviyesi kırıldı. Fakat, şahsen bana gücenmedi. Arkadaşlığımız temadi
etti (sürdü). İşte, Hilafet Ordusuna buldukları kumandan bu Suphi Paşadır.
Paşa, bilahare (sonra) Ankara'ya geldi. Seyahate çıkıyordum. İstasyonda çok
kalabalık içinde birbirimize tesadüf ettik. Kendisine ilk sualim şu oldu:
«Paşam,
niçin hilafet ordusu kumandanlığını kabul ettiniz.» Suphi Paşa bir an tereddüt
etmeksizin, 'Size mağlup olabilmek için' cevabını verdi.
Bu cevabıyla
anlatmak istiyordu ki, bu vazifeyi bililtizam (özellikle) kabul etmişti. Suphi
Paşa böyle bir histe bulunabilir. Fakat hakikatte kumandayı deruhte ettiği
zaman (yüklendiğinde) kuvvetleri zaten mağlup edilmiş bulunuyordu» (73).
Bu küçük anı da
göstermektedir ki, Gazi'nin Hilafet Ordusu dediği, Kuvvei İnzibatiye'nin
komutanlığını yapmış olan biri bile, ihanette çok ileri gitme fırsatı
bulamadığında, bu kuvvetin öteki bazı komutanları, Süleyman Şefik Paşa
(Söylemezoğlu), Ali Nadir Paşa, Miralay Ahmet Refik Bey (Yaltkaya), Yüzbaşı
Tahsin (Bulgar Tahsin), Mitralyöz Kumandanı Tarık Mümtaz (Göztepe), Kaymakam
Fettah ve Çopur Hakkı gibi 150’likler listesine sokulmamış (74),
ya da daha başka bazıları gibi, yurt dışına kaçıp, oralarda fırıldaklar
çevirmediği için vatandaşlıktan çıkarılmamış, Savaştan sonra İstanbul'dan Ankara'ya
gelip, Mustafa Kemal Paşa ile konuşabilmiş, bağışlanabilmiştir...
Böyle daha
başkaları da vardır. Hem de bir iki değil, bir hayli kalabalık bir kadro olarak
vardırlar. Mütareke döneminde İstanbul Hükümetlerinde, hatta Damat Ferit
Hükümetlerinde görev yapıp da ihanet çizgisine düşmemiş, teslimiyetçilik,
bezginlik ya da yanılgıları bağışlanabilir sayılmış Osmanlı Nazırları vardır:
Abdullah Paşa, Abdurrahman Vefik (Sayın), Tarihçi Abdurrahman Şeref Bey,
Elmalılı Hamdi (Yazır) İbrahim Ethem (Dırvana) İbrahim Ethem (Soysal) Sait
(Gelenbevioğlu). Ahmet Raşit (Bey), Dr. Cemil Paşa (Topuzlu), Ferit (Tek)
Beyler gibi.
Bunların içinde,
sonradan Anadolu hükümetlerinde de görev alan Ahmet Ferit (Tek), Ulusal
Kurtuluş Savaşı Komuta kadrosunda yer almış Cevat Paşa (Çobanlı), Fevzi Paşa
(Çakmak) T.B.M.M.'nin ikinci döneminde milletvekili seçilip yeni devletin
adının konması zamanı geldiğinde, Mecliste yaptığı konuşmada, «Çocuğun adını
koymak lâzım, bu ad Cumhuriyettir» diyen tarihçi Abdurrahman Şeref Bey gibi
eski nazırlar vardır.
BİR DAMAT FERİT
PORTRESİ
Sultan
Abdülhamid'in gözde Sadrazamlarından, Arnavut asıllı Avlonyalı Ferid Paşa'nın
oğlu, Mısır'ın son Hıdivi Abbas Hilmi Paşa'nın damadı Celalettin Paşa (Velora),
anılarında çeşitli Osmanlı ünlüsünü nasıl tanıdığını anlatır. Portrelerini
çizdiği bu Osmanlılardan biri de, Kurtuluş Savaşının işbirlikçilerinin en
ünlülerinden biri, Damat Ferit Paşa'dır.
Celalettin Paşa, Ferit Paşa'yı tanıyışını şöyle anlatır:
«Meşhur Damat Ferit
Paşa'yı Balkan Harbi sırasında tanımıştım. Birgün Damat Ferit Paşa haremağasını
göndererek beni Baltalimanı'ndaki yalısına davet etmişti. Bir motor,
Çubuklu'dan Baltalimanı'na gelmiş, rıhtımda beni bekleyen paşanın
teşrifatçılarının yardımıyla denize nazır büyük bir salona alınmıştım. Niçin
çağrıldığımı tabii merak ediyordum. Biraz sonra salona uzun boylu, dolgun vücutlu,
başındaki uzun fesi, gözündeki siyah gözlükleri, üstünde redingotu ve rayye
pantolonu, ayağında rugan iskarpinleriyle şık bir kimsenin girdiğini görmüş ve
ayağa kalkmıştım.
Yüzü mehabetli,
bakışları müessir, sözünün tonu ağır, ciddi bir kimse olan bu zat, Mediha
Sultan'ın kocası olmak hasabiyle Osmanlı Hanedanının damadı idi ve Ayan
azasından bulunuyordu. Bana doğru nazik ve neşeli bir eda ile ilerleyerek elimi
sıkmış ve bir koltuğu göstererek:
— Lütfen istirahat
buyurmaz mısınız paşa hazretleri, demişti. Her ikimiz de koltuklara
yerleştikten sonra:
— Sizi buralara
kadar yorduğum için özür dilerim. Fakat Zatı Şahanenin arzularını Hıdiv
Hazretlerine bildirmenizi ricaya mecbur olduğum için bunu yaptım, umarım ki
beni mazur görürsünüz!
— Estağfurullah Paşa
Hazretleri dedim. Zatı Şahanenin arzuları bizim için bir emirdir.
Yüzünü buruşturarak üzüntülü bir hal ile şöyle devam etti»
— Maalesef Balkan
Harbi çok kötü idare ediliyor. Akşama sabaha düşman orduları İstanbul'a
girecektir. Bu vaziyet karşısında Padişahımız Efendimiz Bursa'ya nakli
düşünüyorlar. Kendileriyle görüşürken benim de refikam Sultan ile beraber Hıdiv
Hazretlerinin Çubuklu'daki köşküne sığınmayı ve böylece yakından sarayların
işleriyle meşgul olabilmesini muvafık gördüler.
Bu sırada babam,
eski Sadrazamlardan Avlonyalı Ferit Paşa da İstanbul'da idi. Damat Ferit Paşa
şöyle dedi:
— Ayrıca muhterem
pederiniz ve adaşım Ferit Paşa Hazretleriyle de bir görüşmek dileğindeyim. Bu
imkânı da sizin hazırlayacağınızdan eminim.
Ben derhal söze girişerek:
— Her iki arzunuzu
ilgililere ulaştıracağım. Bizim konak Nişantaşı'ndadır. Pederimle gününü
kararlaştıralım, hemen zatı devletlerinize arzedeyim. Diğer taraftan Balkan
Harbi henüz vahim bir durumda değildir. İnşaallah Cenabı Hakkın inayetiyle
askerimiz her tarafta, bilhassa Çatalca'da pek parlak bir müdafaa yapmaktadır.
Allahın izniyle düşmanın defi yakındır. Hafezanallah böyle bir vaziyet vukuunda
Çubuklu'daki köşkte size münasip bir daire arayabileceğimizi şimdiden
arzedebilirim.
Damat Ferit Paşa,
siyah gözlüklerinin ardında fırıl fırıl dönen şeytanetkâr gözleriyle yüzüme
bakarak:
— Harp hakkındaki
tahminleriniz İnşaallah tahakuk eder ama hiç ümidim yok. Vaadlerinizden dolayı
minnettarlığımı tekrarlarım. Pederinizle görüşmenizin gününü sabırsızlıkla
bekliyorum...
Kahveler içildikten
sonra Damat Ferit Paşa'ya veda ederek yalıdan yine beni getiren motorla ayrılıp
Çubuklu'ya gitmiş ve vaziyeti pederime anlatmıştım. (75)
Kendisi de, Mısır
Hıdivi damadı bir sivil ve paşazade olan Celadettin Flora, babasıyla Damat Ferit
Paşa'nın birkaç gün sonra Nişantaşındaki konakta buluşmalarını da uzun uzun
anlatır ki, bu anlatımdaki en önemli yan, Damat Ferit Paşa'nın, Ayan Meclisi
Reisi Avlonyalı Ferit Paşa'ya İttihatçıları şikayet edip,
«— Bu felaketin
müsebbibleri Komitecilerdir. Ne nizam dinlerler ne kanun, hepsinin belinde bir
tabanca var, konuşurken bunları önlerine koyuyorlar. Kuşaklarında bıçak da var.
İcabederse bunlardan birini karşılarındakine kullanırlar. Hepsi zorba yapılı
adamlardır. Hükümeti kuvvetle devirmek istiyorlar. Bunlar işbaşına geçerlerse
ne olur? İttihadçılara karşı çok sert davranmalı ve kuvvetimizi göstermeliyiz» (76)
der.
Damat Ferit
Paşa'nın bir Ayan Meclisi üyesi olarak bu tahmin ya da istihbaratı doğru çıkar
ve birkaç gün sonra İttihatçılar Babıaliyi
basar,
direnen Harbiye Nazırı Nazım Paşa'yı vurup, Sadrazam Kamil Paşa'yı istifaya
zorlar ve kendi hükümetlerini kurarlar.
Avlonyalı eski
Sadrazam Ferit Paşa ise oğlu Celadettin Paşa'ya Ferit Paşa için şunları söyler:
«— Damat Ferit Paşa
denilen bu adam vaziyeti bilmez, çok kindar ve boş bir adamdır. Görünüşü insanı
aldatır. Belki bu gayretkeşliği ile bir gün Sadrazam da olur. Ama o, her zaman
Londra Sefaretinin bir katibi kalmaya mahkûmdur. Zira cahildir ve haindir!...
Damat Ferit Paşa,
Sultan Abdülhamid'in hemşiresi Mediha Sultanla evli idi ve onun ikinci kocası
bulunuyordu. Birinci kocası ise Damat Necip Paşa idi. Necip Paşa 8 Haziran
1879'da Mediha Sultanla evlenmişti. 1885'de Paşa'nın vefatı üzerine Mediha
Sultan. Ferit Paşa ile evlendi. Abdülhamit elbette hemşiresinin kocasından bir
paşalık esirgeyecek değildi. Ferit Bey, Londra'dan azlolunmuştu. Bu azle sebeb
de şu idi:
Londra Büyükelçimiz
Rüstem Paşa, Babıaliye şöyle bir telgraf çekmişti:
— Başkatip Sami
Paşazade Sezai bey fütursuzdur. Vazifesini yapmıyor. İkinci Kâtip Ferit Bey
terbiyesiz ve küstahdır. Bu iki memurun değiştirilmesi ve bana iki yeni katip
gönderilmesini rica ederim.
Büyükelçinin arzusu
derhal yerine getirildi. Böylece Londra'dan dönen Ferit Bey, İstanbul'da yeni
bir hami bulmakta gecikmedi. Bu yeni efendisi Kıbrıslı Kâmil Paşa idi. Birgün
Mediha Sultan ağabeysi Sultan Abdülhamid'e:
— Efendimiz, kocamı
hiçbir yere münasip görmüyor ve iltifatı şahanenize mazhar kılmıyorsunuz buna
çok üzülüyorum, der.
Tuhaf değil mi, yıl
uğursuzundur derler. Tam bu sırada İtalya Kralı Viktor Emanuel'e, Sultan
Abdülhamit'in bir nişan göndermesi lâzım geldi. Böylece hemşire Sultan'ın
arzusu yerine geldi. Fakat Roma'ya bir heyeti mahsusanın başında giden, yeni
damat Ferit Paşa, orada muazzam bir pot kırdı. Gece heyet şerefine verilen
ziyafette İtalya Kralı:
— Kadehimi Osmanlı
Padişahı Sultan Abdülhamid'in sıhhat ve şerefine kaldırıyorum, demiş, Ferit
Paşa da buna mukabele olarak:
— Memleketimize
avdetimizde, eniştesi olduğum padişah hazretlerine selamı şahanenizi
arzedeceğim demişti.
Bu sözde, Ferit
Paşa'nın, padişahtan çok teklifsiz bir şekilde ye resmi bir ziyafette
enişteşiyim diye bahsetmesi, kordiplomatik adetlerine çok mugayirdi. Çünkü
Padişahın mevkii kimseye nisbet edilemeyecek derecede büyüktü. Tercüme edilince
Üçüncü Viktor Emanuel de şaşırmıştı. Bu gaf, o gece telgrafla, meçhul bir kimse
tarafından saraya bildirilmiş ve avdetinde Damat Ferit Paşa huzura kabul
edilmemiş ondan sonra da hiçbir merasime sokulmamıştı.
Damat Ferit Paşanın
Sultan Reşad'ın on senelik saltanatında mevkii daima pasif kalmıştır. Ayan
azalığı sıfatını ve tahsisatını muhafaza etmiş, Mediha Sultan'ın kocası olmak
sıfatıyla saraya girip çıkmıştır. Fakat Damat Ferit Paşa’nın talihi, Sultan
Vahidettin zamanında yeniden parlamış, İngiltere'deki Sefaret başkatipliği
sırasında İngiliz ricali ile yakından dostluk kurduğu yalanı tutmuş. Vahidettin
de mütareke yıllarının karanlık günlerinde bu damat Paşa'yı, memleketi
kurtaracak yegane adam sanmış ve ona yüz göstermişti.
Vahidettin bu
itimadın cezasını çok feci bir şekilde çekecek, Damat Ferit'in sözlerine
inanmanın, ona güvenmenin kendisine bir tahta ve memlekete de bir hanedana mal
olacağını sonradan görecekti. Vahdettin'in başına gelenlerin yegane sebebi,
Damat Ferit Paşa'ya olan bu güveni idi.» (77).
TÜRKGELDİ'NİN FERİT
PORTRESİ
Yakın tarihimize
ilişkin siyasal anılar içinde, Celalettin Flora'nın dışında da pek çok anı
sahibi, Damat Ferit Paşa'nın kişiliğini belirten satırlar yazmışlardır ama,
kuşkusuz bunlardan en etkini, Padişah Vahidettin ile Sadrazam'ı arasındaki
ilişkileri en iyi biçimde bilip izleyebilmiş olan Mabeyn Başkatipliği (Padişah
Genel Sekreterliği) yapmış olan Ali Fuat Türkgeldi'nin günlüğüdür.
«Sultan
Vahideddin'in garip bir mizacı vardı. Bir takım hususatta ve ezcümle kabine
tebeddülatında bazan her şeyi söyler, bazan da her şeyi ketmederdi (gizlerdi).
Bazı kere dahi bir işin evveliyatı yerine, neticesini söyleyip iki üçü bir yere
getirilmedikçe işin mahiyeti anlaşılmazdı» (78) diyen
Türkgeldi, Mondros bırakışmasını imzalayacak kurul başkanlığına, Vahidettin'in
eniştesi Damat Ferit Paşa'yı atamak istemesi ve Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'nın
da,
— Bu adam delidir.
Bu kadar önemli bir görev kendisine nasıl verilebilir?» diye itiraz edince,
Padişahın,
«— Biz onu idare
ederiz» diye ısrar ettiğini, bu direniş karşısında İzzet Paşa'nın Ferit Paşa
ile Ayan dairesinde görüştüğünü ve sonrasını da özetle şöyle anlatır:
«Ateşkes
görüşmesine gitmeye çok hevesli olan Damat Paşa, Sadrazam İzzet Paşa'ya der ki,
«Devletin tümünün korunması üzerine bırakışma imzasını kabul ettiremezsem,
İngiliz Amiralinden hemen bir savaş gemisi ister, Londra'ya gider, İngiltere
Kralı ile görüşür ve ona, ben senin babanın eski dostu idim, isteklerimin
kabulünü senden beklerim diyerek önerilerimizi kabul ettiririm».
Ali Fuat Türkgeldi,
Damat Ferit'in bu zırvalarını dinleyen Sadrazam Ahmet İzzet Paşa için, «aklı
başından gider ve gidip durumu hemen bakan arkadaşlarına anlatır, bunların da
hepsi birden şahlanıp Ferit Paşa'nın görevlendirilmesine şiddetle karşı çıkıp
durumu Padişaha bildirmeye karar verirler» (79) diye yazar.
Damat Ferit Paşa,
ilk kez Sadrazam atanıp bakanlarıyla toplandığında yaptığı konuşmada, ülkenin o
zor günlerindeki en önemli iş olarak neyle uğraşacaklarını da şöyle çizmiştir:
«— Alemi insaniyetin
nefretini celbeden erbabı cinayet haklarında acilen bir karar ittihaz eylememiz
gerekiyor» (80).
Yani, İttihatçıların defterini dürmek...
Ve bu hükümetin
çıkardığı ilk kararname de, bütün bir savaş boyunca yokluğu ve en azından
kıtlığı çekilmiş şeker, gaz, pirinç, kahve ve benzeri maddelere satış vergisi
adıyla yeni bir zam yapma yolunda olmuştur.
Damat Ferit Paşa
işte böyle bir Sadrazamdır. Padişah Vahideddin'i öylesine eline almış,
İngilizlere öylesine kul köle olmuştur ki, Sadrazamlığa atandıktan sonra,
gelenek olduğu halde Veliahd Abdülmecit Efendi'yi bile ziyarete gitmemiş ve
Veliahdın, Mabeyn Başkatibine gelip,
«Ferid'in bana
karşı böyle bir muamelede bulunmak haddi midir?» diye hesap sormasına neden
olmuştur. Bir başka gün ise, Mabeyn Başkatibine, Sadrazamı şikayet eden
Veliaht, şöyle konuşmuştur:
«Ferit Paşa, millet
ile padişah arasına siyah bir perde çekti, fakat millet nazarında benim
mevkiimi yükseltti» (81).
Hoş Damat Ferit
Paşa böyledir de, o mütareke ve işgal günlerinin öteki sadrazamları, nazırları
başka mıdır? .
Örneğin Ahmet
Tevfik Paşa... ilerlemiş yaşına karşılık bir kez daha Osmanlı Sadrazamı
olabilmek için binbir entrika çeviren bu yaşlı adam, Müşir Ahmet İzzet Paşa'nın
yerine Sadrazam atandığı Aralık 1918'de bakanlar kurulu listesini
hazırladığında görülmüştür ki, Şeyhülislam bulmakta zorluk çekmektedir.
Listesine
Şeyhülislam diye aldığı sabık Mısır Kadısı Yahya Reşid Efendi, iki yıl önce
ölmüştür de, Sadrazamın haberi yoktur ve bu zatı yaşıyormuş gibi Şeyhülislam
ilân etmek istemektedir. Bu skandal üzerine araya Vahidettin'in sadık
bendelerinden Refik Bey girmiş, ve Vahidettin ile Tevfik Paşa'ya «sudûrdan ve
Encümeni teftiş ve muayene azayı sabıkasından» Esad Efendi'yi önermiştir.
Saraya çağırılan bu zatın da ateh getirmiş olduğu (bunadığı) görülmüş ve o da
evine geri gönderilmiştir. Bu kez Refik Bey, Darülhikmeti İslamiye azasından
Haydari Zade İbrahim Efendi'yi önermiş ve bu zat Tevfik Paşa Kabinesine
alınmıştır. Ama sonradan anlaşılmıştır ki, bu zat da henüz şeyhülislam
koltuğunu dolduracak kadar ulemalık aşamalarını tamamlamamıştır ve «fukuhâdan»
değildir.
Ama o sırada,
ortalıkta öyle bir adam kıtlığı vardır ki, doğu edebiyatı ve islam tarihine
ilişkin bilgisi vardır, konuşma sanatında ustadır, ayrıca da ataları tanınmış
din bilginleridir diye bu İbrahim Efendi Şeyhülislam atanmıştır (82).
Dahasını Görüp İşittiklerim adlı Türkgeldi'nin
notlarından
aktaralım:
«İzzet Bey'in
Dahiliye Nezaretine tayin olunacağını gazetelerde görünce üç ay kadar valilikten
başka umur-ı idarede bulunmamış ve orada da hüsn-i sît kazanmamış olan bu
adamın muamelatı dahiliyeye ademi vukufundan dolayı böyle mühim bir zamanda
Dahiliye Nezaretine tayini muvafık olamayacağını sevki hamiyetle Zatı Şahaneye
arzettim.
Hünkâr da Refik Bey
marifetiyle Tevfik Paşa'ya haber gönderdi. Ertesi gün, Sadrazamdan ne cevap
aldığını Refik Bey'den sual ettiğimde yeni kabinede Harbiye Nezaretine tayin
kılınacak olan Abdullah Paşa komşusu olmak hasebiyle kabineye alınması için
onun ısrar etmesi üzerine Evkaf Nezaretine intihab edilmiş olduğunu haber
verdi. İki üç gün sonra Lütfü Beyle beraber Dolmabahçe Camiinde Abdullah
Paşa'ya tesadüfümüzde keyfiyeti kendisine sorunca, «Ben İzzet Beyi tanımam
kendisinin Kürtler beyninde itibarı pek ziyadedir, arkasında beş bin Kürt
vardır» bunlardan istifade için kabineye alınması zaruridir, dediler ben de
muvafakat ettim. dedi. Bilahara Tevfik Paşa ile vaki olan mülakatımızda,
müşaürinaleyh. İzzet Bey'in kabineye alınmasını rüfeka istemediklerinden ben de
kendisini listeden çıkarmıştım. Bunu duyunca aşağıdaki odada iki defa bayılmış
ve yanıma gelip ayaklarıma kaparak. 'Bu adamlar benden ne istiyorlar?’ diye bir
çok ağlamış olduğundan ve Zatı Şahane de haber yolladığından tekrar almaya
mecbur oldum demiştir.
Tevfik Paşa ikinci
kabinesinde İzzet Bey'i Evkaf Nezaretine ilaveten Dahiliye Nezareti vekaletine
de tayin ettiğinden bundan bilistifade sık sık saraya gelip huzura çıkardı.
Hünkâr da sakatlığından kinayeten kendisine 'Felek Bey' derdi. Bir gün Refik
Beyin odasına gelip pek ziyade karnı acıkmış olduğundan bahisle, kileri
hümâyundan biraz kahvealtı çıkarılmasını rica, o da kilercilere emreder. Ertesi
günkü gazetelerde, 'Dahiliye Nazırı vekili İzzet Beyefendinin dün Saray-ı
hümayuna azimet ve şeref- müsule nailiyetle pek çok iltifatı şahaneye mazhar
olduğu gibi kendisine kileri hümayundan sureti mahsusada taam ihzarı ile ikram
olunduğu görülmüştür ki bu da İzzet Beyin ne ahlâkta bir adam olduğuna delâlet
eder. Eniştesi, ma'hud Kürt Mustafa Paşa'yı Divanı Harbi Örfiye aza tayin
ettirmesi dahi memlekete olan hidemâtı bergüzîdesine bir numune teşkil eyler!
Yevmi mezkûrda
Tevfik Paşa, beraberinde Haydarîzade İbrahim Efendi olduğu halde, Dolmabahçe
Sarayından istimbotla Sirkeci'ye azimet ve alayla Bab-ı Aliye muvasalat eyledi.
Arz odasında bermu'tad hattı hümayun kıraat edildi. İstimbotta giderken İbrahim
Efendi, 'İzzet Beyin Evkaf Nezaretine tayini iyi oldu' (Hemşehrilik alâkasıyla)
demesi üzerine Tevfik Paşa da, 'Evet! Afif, müstakim, sadık zattır' diye
mukabele eyledi.» (83).
Oldukça ağdalı bir
Babıali ağzıyla yazılmış şu yukardan beri aktardığımız Türkgeldi'nin
anılarının, günümüz okuyucusunca da pek fazla anlaşılmayan bir yanı
olmayacağını sanıyoruz.
Son derece ölçülü,
saygılı, iyi yetişmiş bir saray adamı ve bürokrat olan Ali Fuat Türkgeldi'yi
bile anılarında çileden çıkartan bu İzzet Bey, Kambur İzzet Bey'dir. Kürt
ayrılıkçılarının önderlerinden Şerif Paşa'nın amcasıdır. Nemrut Mustafa Paşa
eniştesidir. Kürt Sait Paşa'nın küçük kardeşidir, İzmir'in Yunanlılarca işgali
döneminde İzmir Valisidir ve işgalci Yunanlılarla yerli Rumların hakaretlerine
katlanmış, valilik makamında bir köpek gibi azarlanmıştır. Hürriyet ve İtilaf
Fırkası'nın önde gelenlerindendir. İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin kurucularındandır.
İşbirlikçiliği ve vatan hainliği müsecceldir. 150'likler listesine girmemiştir
çünkü, o kadar yaşamaya ömrü yetmemiş, işgal altındaki İzmir'de Yunanlıların
denetiminde ve emrinde valilik yaparken ölmüştür (84).
— VII —
Ulusal Kurtuluş
Savaşı döneminde düşmanla işbirliği yapanların, hain olanların eksiksiz tam bir
listesini çıkarmak, günümüzde hemen hemen olanaksızdır.
Bu olanaksızlığın
da türlü nedenleri vardır:
Bir kere aradan
geçen zaman çok şeyin üstünü örtmüştür.
Sonra, ihanetlerin
her zaman belgelere dayalı olduğunu sanmak da yanlıştır.
Kaldı ki, alfabenin
değişmiş olması, Osmanlı toplum yapısında soyadı kullanımının bulunmaması, çok
ön planda ve ünlü olmayan kişilerin adlarının, belgelerde yazılı bile olsa.
Ali, Veli, Hasan, Hüseyin gibi pek fazla kişilik ve kimlik belirtmeyen adlarla
belgelenmiş olması bu belirsizlikleri artırmaktadır.
Bir
de ad benzerlikleri, işbirlikçiyle işbirlikçi olmayanın ayırt edilmesini
güçleştirmektedir. Bu da, bu konuda kalem oynatacaklar için büyük bir engeldir,
örneğin, bir Fevzi Paşa işbirlikçidir diye yazıldığı zaman, bir doğru dile
getirilirken bir büyük yanlış da yapılmış olabilir. Örnek çok sivridir ama,
gerçektir. Nutuk'ta Mustafa Kemal Paşa iki Fevzi Paşa'dan söz eder. Bunlardan
biri Harp Okulu'ndan 1305 (1889) da
piyade birincisi mezun olup, Harp
Akademisini
1892'de gene sınıf birincisi olarak bitirmiş Kafkasya doğumlu Mirliva Ahmet
Fevzi Paşa'dır. 27 Kasım 1914'de emekli edilmiş, Dünya Savaşı sonunda yeniden
orduya çağrılmış, İstanbul Muhafızlığı, Harbiye Nezareti Müsteşarlığı yaptıktan
sonra 15 Mart 1923'de ikinci kez emekli edilmiştir. Bu Fevzi Paşa, General
Nureddin Türsan'ın (85) yazdığı gibi, Harbiye Nazırı Cemal
Paşa'nın (Mersinli), Anadolu'daki komutanları değiştirmek ve böylece Milli
Mücadeleyi söndürmek planını uygulamak istediği zaman, Anadolu'ya atadığı
komutanlardan biridir. Bu Fevzi Paşa'yı, Mustafa Kemal Paşa reddetmiş, Cemal
Paşa'ya verdiği yanıtta, «Ahmet Fevzi Paşa'nın ilk iş olarak, Gönen'de de
yaptığı marifet, Anzavur meselesinden dolayı bin zorlukla ele geçirilen
canilerin tahliyesini talep etmek olmuştur» (86) diye
yazmıştır.
Bu Fevzi Paşa işte böyle bir Ahmet Fevzi Paşa'dır...
Ama gene Nutuk'ta
adı geçen, sonradan soyadı da aldığından, soyadıyla söylendiğinde hemen herkesin
kolaylıkla ayırt edebileceği bir Fevzi Paşa daha vardır. Bu Fevzi Paşa'nın
doğum tarihi 1895'dir. Harp Okulunu piyade subayı olarak 1311 (1895) tarihinde
yedinci olarak bitirmiştir. Rumeli Kavağı doğumludur ve Kavaklı Mustafa Fevzi
diye anılır. Harp Akademisinden 1897-1898 tarihinde mezun olmuştur. 1915'de
Mirliva, 1918'de de Ferik rütbesine yükseltilmiştir. 24 Aralık 1918'den 14
Mayıs 1919 tarihine kadar Osmanlı Devleti Genel Kurmay Başkanlığını, 3 Şubat
1920'den 5 Nisan 1920'ye kadar da Osmanlı imparatorluğunun Salih Hulusi Paşa
(Kezrak) kabinesinde Harbiye Nazırlığı yapmış, 27 Nisan 1920'de Ankara'daki
Büyük Millet Meclisine katılmıştır. 3 Mayıs 1920'den 12 Temmuz 1922'ye kadar
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin İcra Vekilleri Heyeti Reisi (Başbakan)
ve Müdafaa Vekili görevini yürütmüş, o tarihten sonra da 1944'e kadar Türkiye
Cumhuriyetinin Genel Kurmay Başkanlığını yapmıştır. Yani, herkesin bildiği
Mareşal Fevzi Çakmak...
Ne var ki, kısaca
Fevzi Paşa diye anıldığında bu iki Fevzi Paşa'lar, yani Ahmet Fevzi ve Mustafa
Fevzi hep karıştırılmışlardır. Hem de bu karıştırma öyle sıradan kişilerce
değil, bu dönemleri yaşamış, olayların içinde bulunmuş kişilerce bile
yapılmıştır.
Yunus Nadi,
«Birinci Büyük Millet Meclisi» adlı anılarında «Fevzi Paşa’nın Ankara’ya
gelişi» başlıklı bölümde, birkaç kez Mareşal'ı Ahmet Fevzi Paşa olarak
yazmıştır (87).
Mahmut Goloğlu da
Sivas Kongresi adlı kitabında 25 Kasım 1919'da Sivas'a gelen ve «Mustafa Kemal
aleyhinde Kâzım Karabekir Paşa'yı ikna etmeye çalışan» Fevzi Paşa'nın hangi
Fevzi Paşa olduğunu açıkça belirtmekten çekinmiş, görülüyor ki konu üzerinde
durulmaya değer bir önem taşımaktadır. Genç tarihçilerin bilimsel araştırmaları
ile aydınlığa kavuşturulacağını umuyoruz» (88) demiştir.
Kâzım Karabekir Paşa'ya göre, Sivas'a gelen Cafer İlhami Bey başkanlığındaki
kurulda bulunan Fevzi Paşa, Maraşal Fevzi Çakmak'tır (89),
Ali Fuat Cebesoy'a göre de bu Fevzi Paşa, Fevzi Çakmak'tır (90).
Bir Profesör Yazar, M. Tayyip Gökbilgin ise, Milli Mücadele Başlarken adlı
kitabında (91) şöyle yazmaktadır:
«Evvela eski
Harbiye Müsteşarı Fevzi Paşa (Çakmak) Batı Anadoluda bir teftiş seyahatine
memur edildi. Bunu takiben Hükümetçe iki heyetin daha Anadolu'ya gönderilmesi
kararlaştırıldı. İki heyetten birisi Emekli Birinci Ferik Hurşit Paşa'nın
başkanlığında olarak İzmir, Eskişehir, Konya, Afyonkarahisar, Aydın, Balıkesir
ve Bursa taraflarına gönderilmekte idi. Öteki heyet ise Ferik Ahmet Fevzi Paşa
ile Temyiz Mahkemesi azasından Cafer İlhami Bey ve Fetva Emini Hasan Efendi'den
teşekkül etmekte olup Ankara, Sivas, Erzurum vilayetlerinde vazife görecekti» demektedir. Oysa,
yukarda da belirttiğimiz gibi Ahmet Fevzi Paşa Ferik değil, Mirlivadır. Ferik
olan Mustafa Fevzi Paşa'dır ve bunu bir tarih profesörü bile
kanştırabilmektedir.
Benzer
karışıklıklar, işbirlikçilikle ya da teslimiyetçilikle ilişkisi olan daha başka
bazı kişiler için de söz konusu olabilmektedir. Örneğin Kurtuluş Savaşında tam
beş tane Kâzım Paşa vardır. Bunların tümü de, Kurtuluş Savaşı komuta kadrosu
içinde yer almışlardır:
1.
Kâzım Paşa (Karabekir) (Karabekir
Kâzım)
2.
Kâzım Paşa (Dirik) (Manastırlı Kâzım)
3.
Kâzım Paşa (Özalp) (Köprülülü Kâzım)
4.
Kâzım Paşa (İnan) (Diyarbakırlı Kâzım)
5.
Kâzım Paşa (Sevüktekin)
Ama bu Kâzım
Paşalardan kısaca Kâzım Paşa diye söz edildi mi, —ki, kimi yazılarda böyle
geçtiği gibi, konuşmalarda da çok kere böyle söylenir— bunları birbirine
karıştırmamak olası değildir.
İşte tüm bu
zorluklardan dolayıdır ki, yaptıkları kötülükleri asla unutmamamız gereken
İşbirlikçilerin hiç değilse en belli başlılarını bir listede, bir kitapta
toplamak, bu ülkeyi seven insanlar için bir borç olmaktadır. Bu çalışma bunun
için yapılmıştır. Kuşkusuz ki eksiği çoktur, yanlışları olma olasılığı vardır.
Ama hiç değilse bir başlangıçtır. Belki, profesyonel tarihçilere konunun üstüne
daha bir öncelikle eğilme isteğini verir diye düşünüyoruz.
Bizim
saptamalarımıza göre. Kurtuluş Savaşı süresince ulusuna karşı en büyük hain ve
düşmanlarıyla işbirliği yapan kişi, kimilerinin «Ulu Hakan» dedikleri Sultan
Vahidettin'dir. Bunun içindir ki, çalışmamızın sonuna, onun, tahtını ve
hilafeti bırakıp kaçtıktan sonra, Hicaz'da yayınladığı ve bir tür savunması
niteliğinde olan, gerçekteyse, Türkiye'nin yeni yöneticilerine yeni zorluklar
çıkarmak için bir tür provokasyon olan bildirisini, belge olarak aldık.
Vahideddin'den
sonra gelen ikinci büyük hain ve işbirlikçi, onun eniştesi, Sadrazamı Damat
Ferit Paşa'dır.
İşbirlikçilerin
üçüncü sırasına girmek için bize göre ortada üç aday vardır:
1.
Dahiliye Nazırı Ali Kemal
2.
Dahiliye Nazırı Kambur İzzet Bey
3.
Sait Molla.
Garip bir
rastlantıdır ki, en başta sayılması gereken bu beş kişiden, dördü, Türkiye
Cumhuriyeti'nin düzenlediği 150 kişilik hainler listesinde, 150'likler
listesinde türlü nedenlerle yer almamışlardır (92). Bu
listede yer alan, sadece sonuncuları, yani Sait Molla'dır.
150'likler
listesine girerek, işbirlikçilikleri bir tür devlet belgesine bağlanan 150
kişi, bu listeye göre on ayrı bölümde sıralanmışlardır ki, bu bölümlerden ilki,
l Numaralı Hain Padişah Vahideddin'in «Maiyeti» (yanında bulunan hizmetkârları)
listesidir ve şöyledir:
1.
Yaveri Has Kiraz Hamdi Paşa
2.
Hademei Hassa Kumandanı Zeki
3.
Hazinei Hassa Müfettişlerinden
Kayserili Şaban Ağa
4.
Tütüncübaşı Şükrü
5.
Serkârin Yaver Paşa
6.
Yaverandan Erkanı Harp Miralay Tahir
7.
Seryaver Avni
8.
Esbak Hazinei Hassa Müdürü ve Defteri
Hakani Emini Refik.
Bu listede yer alan
8 kişiden Kiraz Hamdi Paşa, Zeki, Yaver Paşa, Avni Paşa ve Tahir (Kur. Albay)
asker kökenli işbirlikçilerdir. Bunlarla birlikte, Şaban Ağa, Refik Bey,
Tütüncübaşı Şükrü Beyler, Padişahın Anadolu Direnişine karşı cephe almasında,
İngilizlerle işbirliği yapmasındaki başlıca yardımcıları ve akıl hocalarıdır (93).
Padişah
Vahidettin'le birlikte ya da hemen onun ardından İngilizlere sığınarak yurt
dışına kaçanlardan ve sonra 150'likler listesine alınanlardan Yaveri Has Kiraz
Hamdi Paşa, Romanya'ya sığınanlardan biri olmuş, orada Tarikatı Salahiye adlı
bir örgüt kurarak Ankara Hükümetini devirmek ve Mustafa Kemal Paşa'yı öldürmek
için suikastler düzenlemek için türlü oyunlar peşinde koşmuş, 1935 yılında
sefalet içinde orada ölmüştür (94). Hademei Hassa Kumandanı
Zeki ise, aynı zamanda Padişahın kayınbiraderidir ve onunla birlikte uzun süre
San Remo'da yaşamış, kumar ve içki düşkünlüğüyle, sabık Padişaha da çok
çektirmiş, karanlık ilişkilerde bulunmuş, Tarikatı Salahiye adına diye, daha
çok da para sızdırmak için Vahidettin'in özel doktoru Reşat Paşa'yı öldürmüş,
1929 yılında da intihar etmiştir (95). Hazinei Hassa
Müfettişlerinden Kayserili Şaban Ağa 1928 yılında İskenderiye'de, Seryaver Avni
Paşa 1935 yılında Kahire'de ölmüşlerdir (96).
Bu kadrodan olup da, 1938 affından sonra yurda dönen yoktur.
150'likler
listesinde ikinci bölüm işbirlikçiler «Kuvve-i İnzibatiye'ye Dahil Kabine
Azaları»dır ki, bunlar da şöyle sıralanmaktadırlar:
9.
Esbak Şeyhülislam Mustafa Sabri
10.
Adliye Nazırı esbakı Ali Rüşdi
11.
Ziraat ve Ticaret Nazırı Esbakı Cemal
(Artin Cemal)
12.
Bahriye Nazırı esbakı Cakacı Hamdi
Paşa
13.
Maarif Nazırı esbakı Rumbeyoğlu
Fahreddin
14.
Esbak Ziraat ve Ticaret Nazırı
Kızılhançerli Remzi.
Bu altı
işbirlikçi'nin ikisi, Remzi ve Cakacı Hamdi asker kökenli olup, ötekiler sivil
hizmetlerden gelmişlerdir. Hamdi Paşa, Kürt Hamdi Paşa diye tanınır. Tribor
Halil adında bir serkeşin kardeşidir ve Kuvvei İnzibatiye'nin öncülerindendir.
150'likler
listesindeki üçüncü bölüm, «Sevr Muahedesini imzalayan Heyeti Murahhasa» başlığını
taşımakta ve üç kişiyi içermektedir:
15.
Maarif Nazırı esbakı Hadi Paşa
16.
Ayandan, Şurayı Devlet Reisi esbakı
Rıza Tevfik (Bölükbaşı)
17.
Bern Sefiri esbakı Reşat Halis.
Dördüncü bölüm, «Kuvvei İnzibatiye'ye dahil olanlar »dır:
18.
Kuvvei İnzibatiye Başkumandanı Süleyman
Şefik Paşa
19.
Yaveri, Süvari Yüzbaşısı Bulgar
namıyla maruf Tahsin
20.
Kuvvei İnzibatiye Erkânıharbiye Reisi
Miralay Ahmet Refik
21.
Mitralyöz Kumandanı ve Damat Ferit'in
yaveri Tarık Mümtaz (Göztepe)
22.
Kuvvei İnzibatiye Kumanlarından İzmir
Kolordusu Kumandanı Ali Nadir Paşa
23.
Kuvvei İnzibatiye mensubininden ve
Nemrut Mustafa Divanı Harbinden Kaymakam Fettah
24.
Kuvvei İnzibatiye mensubininden Çopur
Hakkı
Ve sonra bu liste şu sıra içinde 150'inci ada kadar şöylece uzayıp
gitmektedir:
25.
Esbak Bursa Valisi Gümülcineli İsmail
26.
Ayandan Konyalı Zeynelabidin
27.
Cebelibereket Mutasarrıfı esbakı
Fanizade Mes'ut
28.
Hürriyet ve İtilaf Fırkası Lideri
Miralay Sadık
29.
Malatya Mutasarrıfı esbakı Bedirhani
Halil Rahmi
30.
Esbak Manisa Mutasarrıfı Giritli Hüsnü
31.
Esbak Divanı Harp Reisi Nemrud Mustafa
(Paşa)
32.
Uşak Belediye Reisi Hulusi
33.
Adapazarı Kaymakamı esbakı Hain
Mustafa
34.
Tekirdağ Müftii esbakı Hafız Ahmet
35.
Afyonkarahisar Mutasarrıfı esbakı
Sabit
36.
Gaziantep Mutasarrıflığında bulunmuş
Celal Kadri
37.
Hürriyet ve İtilaf Kâtibiumumisi
Adanalı Zeynelabidin
38.
Mülga Ayandan Evkaf Nazırı esbakı
Vasfi Hoca
39.
Harput Vali Vekili esbakı Ali Galip
40.
Sabık Bursa Müftüsü Ömer Fevzi
42.
İzmir Kadı müşaviri sabıkı Ahmet Asım
43.
Esbak İstanbul Muhafızı Natık
44.
Dahiliye Nazırı esbakı Ayandan Adil
45.
Dahiliye Nazırı esbakı Ayandan Mehmet
Ali
46.
Esbak Edirne Valisi ve Şehremini
vekili Salim (mirimiran)
47.
Kütahya'da Yunanlılara Mutasarrıflık
eden Hoca Rasihzade İbrahim
48.
Adana'da Vekillik eden Abdurrahman
49.
Karahisarışarki Mebusu esbakı Ömer
Fevzi
50.
İşkenceci Nâmıyla maruf Mülazım Adil
51.
İşkenceci Nâmıyla maruf Mülazim Refik
52.
Esbak Kırkağaç Kaymakamı Şerif
53.
Esbak Çanakkale Mutasarrıfı Mahmut
Mahir
54.
İstanbul Merkez Kumandanı esbakı Emin
55.
Kilis'te kaymakamlık eden Sadullah
Sami
56.
Esbak Dahiliye Nezareti Davavekili ve
Bolu Mutasarrıfı Osman Nuri
57.
Çerkez Ethem
58.
Ethem'in biraderi Reşit
59.
Ethem'in biraderi Tevfik
60.
Kuşçubaşı Eşref
61.
Kuşçubaşı Eşrefin biraderi Hacı Sami
(Salih)
62.
İzmirli sabık Akhisar Kumandanı Yzb.
Küçük Ethem
63.
Düzceli Mehmet oğlu Sami
64.
Burhaniyeli Halil İbrahim
65.
Susurluk'tan Demirkapılı Hacı Ahmet
Çerkez Kongresine Murahhas Olarak İştirak Edenler
66.
Hendek kazasının Sümbüllü karyesinden
Bağ Osman
67.
İzmir Mutasarrıfı esbakı, İbrahim
Hakkı
68.
Beraev Sait
69.
Berzek Tahir
70.
Adapazarı'nın Harmantepe karyesinden
Maan Şirin
71.
Söke Ereğlisi'nin Teke karyesinden
Koca Ömer oğlu Hüseyin
72.
Adapazarı'nın Talustanbey köyünden Bağ
Kamil
73.
Hamte Ahmet
74.
Maan Ali
75.
Kirmastinin Karaosman karyesinden
Harun Reşit
76.
Eskişehirli Hızır Hoca
77.
Bigalı Nuri Bey oğlu İsa
78.
Adapazarı'nın Şahinbey karyesinden
Kâzım
79.
Gönen'in Tuzakçı karyesinden Lampat
Yakup
80.
Gönen'in Bayramiç karyesinden Kumpat
Hafız Sait
81.
Gönen'in Keçeler Kariyesinden Mütekait
Binbaşı Ahmet
82.
İzmir'de davavekili Sait
83.
Şamlı Ahmet Nuri
84.
Esbak İstanbul Polis Müdürü Tahsin
85.
Esbak İstanbul Polis Müdür Muavini
Kemal
86.
Emniyetiumumiye Müdür Muavini
Ispartalı Kemal
87.
Esbak İstanbul Polis Müdüriyeti
Birinci Kısım Başmemuru Hafız Sait
88.
Esbak İstanbul Polis Müdüriyeti
Birinci Şube Müdürü Şeref
89.
Sabık Arnavutköy Merkez Memuru Hacı
Kemal
90.
Sabık Polis Başmemurlarından Namık
91.
Şişli Komiseri Nedim
92.
İzmir Merkez memuru, Edirne Polis
Müdürü ve Yalova Kaymakamı Fuat
93.
Adana'da Polis Müdürlüğü eden
Yolgeçenli Yusuf
94.
Unkapanı Merkez Memuru sabıkı Sakallı
Cemil
95.
Büyükdere Merkez Memuru sabıkı Mazlum
96.
Sabık Beyoğlu İkinci Komiseri Fuat
97.
Serbesti Gazetesi sahibi Hürriyet ve
İtilaf azasından
Mevlânzade Rıfat
98.
Türkçe İstanbul gazetesi sahibi Sait
Molla
99.
İzmir'de Müsavat gazetesi sahibi ve
eski muharriri,
darülhikmet azası İzmirli Hafız İsmail
100.
Aydede gazetesi sahibi ve Posta
Telgraf Müdüri Umumî esbakı Refik Halit
101.
Bandırma Adalet gazetesi sahibi
Bahriyeli Ali Kemal
102.
Edirne'de Teemin ve Elyevm, Selanik'te
Hakikat gazeteleri sahibi Neyir Mustafa
103.
Eski Köylü gazetesi muharriri Ferit
104.
Alemdar gazetesi sahibi Refi Cevat
105.
Alemdar gazetesi sahibi Pehlivan Kadri
106.
Adana'da Ferda gazetesi sahibi
Fanizade Ali İlmi
107.
Balıkesir'de İrşad gazetesi
sahiplerinden Trabzonlu Ömer Fevzi
108.
Halep'te Doğru Yol gazetesi sahibi
Hasan Sadık
109.
Köplü gazetesi sahip ve müdürü İzmirli
Refet
110.
Tarsuslu Kamil Paşazade Selami
111.
Tarsuslu Kamil Paşazade Kemal
112.
Süleymaniyeli Kürt Hakkı
113.
Mustafa Sabri Hoca'nın oğlu İbrahim
Sabri
114.
Fabrikatör Bursalı Cemil
115.
İngiliz casusu meşhur Çerkez Ragıp
116.
Fransız zabitliği yapan Haçinli Kazak
Hasan
117.
Eşkıya Reisi Süngülü Davut
118.
Binbaşı Çerkez Bekir
119.
Bursalı Fabrikatör Cemil'in
kayınbiraderi Necip
120.
İzmir sabık Umuru İslâmiye Müfettişi
Ahmet Hulusi
121.
Uşak'ta Madanoğlu Mustafa
122.
Gönen'in Tuzakçı karyesinden Yusuf
oğlu Remzi
123.
Gönen Bayramiç karyesinden Hacı Kasım
oğlu Zühtü
124.
Gönen Balcı karyesinden Kocagözün
Osman oğlu Şakir
125.
Gönen Muratlar karyesinden Koç Mehmet
oğlu Koç Ali
126.
Gönen'in Ayvacık karyesinden Mehmet
oğlu Aziz
127.
Gönen Keçeler karyesinden Bağcılı
Ahmet oğlu Osman
128.
Susurluk Yıldız karyesinden Molla
Süleyman oğlu İzzet
129.
Gönen'in Muratlar karyesinden Hüseyin
oğlu Kâzım
130.
Gönen'in Balcı karyesinden Bekir oğlu
Arap Mahmut
131.
Gönen'in Rüstem karyesinden Gardiyan
Yusuf
132.
Gönen'in Balcı karyesinden Ömer oğlu
Eyüp
133.
Gönen'in Keçeler karyesinden Talustan
oğlu İbrahim Çavuş
134.
Gönen'in Balcı karyesinden Topallı
Şerif oğlu İbrahim
135.
Gönen'in Keçeler karyesinden Topal
Ömer oğlu İdris
136.
Manyas'ın Bolcaağaç karyesinden Kurh
oğlu İsmail
137.
Gönen'in Keçeler karyesinden Muhtar
Hacı
oğlu İshak
138.
Marmara'nın Kayapınar karyesinden
Yusuf oğlu İshak
139.
Manyas'ın Kızlık karyesinden Ali Bey
oğlu Sabit
140.
Gönen'in Balcı karyesinden Veli oğlu
Selim
141.
Gönen'in Çerkez Mahallesi'nden
makineci Mehmet oğlu Osman
142.
Manyas Değirmenboğazı karyesinden
Kadir oğlu Kamil
143.
Gönen'in Keçidere karyesinden Hüseyin
oğlu Galip
144.
Manyas Hacıyakup karyesinden Çerkez
Sait oğlu Salih ,
145.
Manyas'ın Hacıyakup karyesinden maktul
Şevket'in biraderi İsmail
146.
Gönen Keçeler karyesinden Abdullah
oğlu Deli Kasım
147.
Gönen'in Çerkez Mahallesi'nden Hasan
Onbaşı oğlu Kemal
148.
Manyas'ın Değirmenboğazı karyesinden
Kadir oğlu Kamil'in biraderi Kâzım Efe
149.
Gönen'in Kızlık karyesinden Pallaç
oğlu Kemal
150.
Gönen'in Keçeler karyesinden Tuğ oğlu
Mehmet.
Lozan
Barış Andlaşması gereğince, Kurtuluş Savaşı sonunda Türkiye'de Devlet, adları
sonradan saptanacak 150 kişi dışında tüm savaş suçlularını, işbirlikçileri ve
hainleri de içine alan bir genel af çıkarmak durumunda kaldığı içindir ki.
isbirlikçilik ve ihanetleri 150'likler listesine konularak belgelenmiş
olanların dışındaki pek çok işbirlikçi ve hain, affa uğramış, o karanlık ve
kirli yüzlerini zaman içinde unutturmuş ve toplumun içindeki yerlerini
almışlardır.
Bu
adları unutulmuş işbirlikçiler kimlerdir?
Bugün
de bunlardan aramızda yaşayanlar var mıdır?
Varsa,
çolukları çocukları; analarına babalarına çekmedilerse, yüreklerinde bir
eziklik duymakta mıdırlar?
Belki
bu sonuncu sorunun yanıtı açıklıkla alınamaz ama, daha önceki soru, yani,
Kurtuluş Savaşı boyunca işbirlikçiliği şöyle ya da böyle belirlenmiş, bazı
durumlarda belgelenmiş ya da belgelenememiş ama, işbirlikçi oldukları şu ya da
bu vesileyle ileri sürülmüş olan daha kimler vardır sorusuna, belirli bir
ölçüde cevap getirilebilir.
Ve biz
inanıyoruz ki, bu cevap, çok gecikmiş olmasına karşın, daha da fazla gecikmeden
getirilmelidir.
İşte bu çalışma, bir noktada bu amaca yöneliktir.
150'likler
sorunu, 16 22 ve 23 Nisan 1924 tarihlerinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde
görüşülürken, dönemin İçişleri Bakanı Ahmet Ferit Bey, genel af kapsamı dışında
bırakılıp 150'likler listesine alınacakları saptamak için Hükümetçe yapılan
çalışmalar sonunda, 600 kişilik bir hain ve işbirlikçiler listesi
hazırlandığını ve 150 kişinin adının bu listeden saptandığını söylemiştir (97).
Kuşkusuz
ki, devlet arşivinde olan 600 kişilik bu liste, günümüze kadar açıklanmamıştır.
Bu listenin açıklanması, konumuza büyük ölçüde aydınlık getirecektir.
Ancak,
T.B.M.M.'nin gizli oturum tutanakları dikkatli bir biçimde okunduğunda
görülmektedir ki, bu 600 kişilik liste de, bunun içinden seçilenlerden
oluşturulan 150 kişilik liste de, işbirlikçilerin saptanması ve hele
işbirlikçilik ölçülerinin açığa çıkması bakımından oldukça yetersiz ve özensiz
bir listedir. Buna yığma, derme çatma, üstünkörü ve rastgele bir liste demek
bile mümkündür. Nitekim, Meclisteki görüşmeler sırasında bu listeye ve bu
listeden çıkartılan 150'likler listesine, o ana kadar hiç akla gelmemiş ama
mutlaka gelmesi gereken pek çok ad eklenmiştir (98).
Meclisin
o gizli oturumlarında, milletvekilleri, 150'likler listesinde olmayan ama
olmasını istedikleri, Kendi bildikleri bir hayli işbirlikçi adını da
vermişlerdir. Bu adlar, bizim saptayabildiğimiz kadarıyla şöyle
sıralanmaktadır:
1.
Üsküdar Mutasarrıfı ve sonra Bursa
Valisi ZİVER
2.
Sabık Nazır REŞİT MÜMTAZ PAŞA
3.
«Meşahiri meçhuleden» sabık Nafia
Nazırı ZEKi PAŞA
4.
Sabık Evkaf Nazırı Ferik MUSTAFA HiLMi
PAŞA
5.
Kuvayı İnzibatiyeden olup yurt dışına
kaçmış Bnş. ASIM
6.
Bursa Komiseri, Çerkez Ethem'in adamı
DÜZCELİ MUSTAFA
7.
Yunanistana kaçmış Çerkez Kongresi
üyesi KOMBAT SAMİ
8.
Vatan ihanetinde idama mahkum edilmiş
ama afla kurtulmuş İzmir Telgraf Müdürü HAFIZ MEHMET
9.
İzmir Belediye Başkanı HACI HASAN PAŞA
10.
İzmir Maarif Müdürü HALİL
11.
Susığırlık Telgraf Müdürü ÇERKEZ REŞAT
12.
Gönen Eytam Müdürü ÇERKEZ REŞAT
13.
Manyas İnköy Nahiye Müdürü KAZIM
14.
İstanbul'da polis şefi PETER İBRAHİM
15.
Antep'te Fransız gizli polisine
çalışmış HASAN SADIK
16.
İçtihat Gazetesi Başyazarı Dr.
ABDULLAH CEVDET
17.
Hürriyet ve İtilaf Fırkası Merkezi
Umumi Azası SALİM PAŞA
18.
İstanbul Polis Müdürü Umumisi NUREDDİN
BEY
19.
İstanbul'da Damat Ferit'in polis
müdürlerimden HALİL BEY
20.
İzmir'de Müsavaat Gazetesi sahibi
HAFIZ İBRAHİM
21.
Balıkesir'de İrşad Gazetesi sahibi
imtiyazı SINDIRGILI
HULUSİ
22.
MAHİR SAİT
23.
Sabık Dahiliye Nazırı, Divanı Harp
Reisi ve Boğazlayan Kaymakamı Kemal Beyin idamına karar veren NAZIM PAŞA
24.
Fransız işgalinde Antep'te müddeiumumi
ve sonra Fransızlarla Halep'e kaçan casus GALÎP
25.
Adana'da Fransızlarla işbirlikçi Posta
Gazetesi sermuharriri İLHAMI
26.
Nuseyri Şeyhlerinden, Fransız
işbirlikçisi SİTO GARİP KEMAL
27.
Nuseyri Şeyhi SİTO GARİP SADIK
23.
Nuseyri Şeyhi ŞEYH GALİP
29.
Adana'da Fransızlara Belediye Reisliği
yapan HAFIZ MAHMUT
30.
Uşak'ta Yunanlılarla işbirliği yapan
TOPAL LÜTFİ
31.
Urfa'da İngiliz ve Fransız
işgallerinde, işgalcilerle işbirlikçi MERSEVİZADE MEHMET RAİF
32.
Malatya'da MUHİP MAĞMUMİ
33.
Yozgat'ta Çapanoğulları ayaklanmasını
yöneten ÇAPANOĞULLARI ve sonradan Kırşehir'de hakimlik yapan ÇAPANOĞLU SALİH
BEY
Ayrıca
bunların dışında, adlarını Ferit Tek Beyin söz konusu ettiği 600 kişilik hatta
150 kişilik listelerde yer alıp da, sonradan 150'likler listesinde yer
bulmayan, Anzavur çetesinden:
SEYİDOĞLU KOÇ EMİN YUSUF OĞLU İDRİS
Gönen Üçpınar'ından HOCA HAYRİ
Tavşanlı'dan EMİN
Kandıra'dan EMİN BEY
Taşlıca'dan HACIHANOĞLU EMİN
Taşlıca'dan ABAZA CEMAL
Akyazı'dan SİR OĞLU CEMAL.
Gene
aynı biçimde, önce 150'likler listesine konulmuşken yerlerine başkaları
alındığı için bu listeden çıkartılan Süngülü Davut çetesinden ve Davud'un
kayınbiraderlerinden olup da Yunanlılarla birlikte Midilli Adasına kaçan asi
eşkıyadan.
Keçeler
Karyesinden TEVFİK
Kirmastinin
Çürük karyesinden HÜSEYİN
Kirmastinin
Çürük karyesinden LAZ İBRAHİMOĞLU HAMDİ
Kirmastinin
Çürük Karyesinden İSMAİL OĞLU HÜSEYİN
Şaki
Davud'un biraderi ZEKERİYA Hisaraltı karyesinden HATİP MAHMUTOĞLU SÜLEYMAN
Adapazarının
Tığlıgeçit karyesinden SÜLEYMAN BEY
Kirmasti'nin Çürük Karyesinden MEHMET
OĞLU KAZIM Karaormandan KAMİL.
1924
yılında hazırlanan 150'likler listesine, Osmanlı tebaası (uyruğu) hiçbir Rus,
Ermeni ve Musevi alınmamıştır.
Bu
alınmayış, Meclisin gizli oturumlarında şiddetli tartışmalara yol açmış,
İçişleri Bakanı Ahmet Ferit (Tek) Bey milletvekillerince, «hiç mi
gayrimüslim hain yok, işbirlikçi yok?» diye eleştirilip sıkıştırılmıştır (99) .
İçişleri
Bakanı, çok dolambaçlı yollardan, Lozan Barış görüşmelerinde, Türkiye'de
kalacak gayrimüslimlerin hiçbir şekilde işbirlikçi ve savaş suçlusu diye
cezalandırılmayacakları yolunda güvence verilmek zorunda kalındığını
belirtecek, ancak bunu açık biçimde de dile getirmeyecektir.
Bu
konuda, kişiliğine yöneltilen saldırılar karşısında da, 150'likler listesinde
değilse bile, 600'lük listede «15 Ermeni, bir bu kadar Rum ve birkaç da
Yahudinin» yer aldığını söyleyecek, ancak ad vermeyecektir.
Mustafa
Kemal Paşa da büyük Nutuk'da Milli Mücadele yıllarını anlatırken, bir kısmı
150'likler listesine girmiş işbirlikçilerden söz eder. Bunlar için, «hain»,
nitelemesini kullanır.
Gazi'nin
işbirlikçi, hain, eşkıya, hiç değilse Ulusal Kurtuluş Savaşına yandaş olmayan
kişiler olarak saydığı adlar şöyledir ve bunların arasında bazı Hıristiyan kişilerin,
örneğin, Ermeni Patriği Zaven Efendi'nin adı da vardır:
ABDULLAH
BEY
AHMET
ANZAVUR PAŞA
YÜZBAŞI
ALİ
ALİ
GALİP
ALİ
KEMAL
ALİŞAN
ALİŞAR
ANDONYADİS
ATENOGRAS
AYINPA
ÇERKEZ BEKİR
CELÂDET
KÂMURAN ALİ
CEMAL BEY (Artin)
REFİİ CEVAT (Ulunay)
ÇERKEZ MUSTAFA
BİNBAŞI ÇERKEZ KÂZIM
DELİ HACI
DELİ HASAN
DELİ ÖMER
DELİBAŞ MEHMET AĞA
DAMAT FERİT
DAMAT ŞERİF PAŞA
DÜRRİZADE ABDULLAH
GÜMÜLCİNELİ İSMAİL
KİRAZ HAMDİ PAŞA
HASAN LÜTFİ
HAYREDDİN BEY Erkanıharp Kaymakam
HAYRİ BEY Binbaşı
İBRAHİM ETHEM (Cerrah)
İSMAİL AĞA Topal İsmail
REFİK HALİD (Karay)
KEMAL
KÜÇÜK İSMAİL AĞA
MEHMET HAYRİ
MUHİTTİN PAŞA
MUSTAFA SABRİ EFENDİ
NAZIM PAŞA
NEVRES REY Binbaşı
POSTACI NAZIM
HAİN KEMAL PAŞA Jandarma Genel Kumandanı
ALİ KAPTAN Küçük Aslan Çetesi Reisi
MİRALAY SADIK
SALİM PAŞA
SENAİ BEY
SEYİT ABDÜLKADİR
SUPHİ PAŞA
SÜLEYMAN ŞEFİK PAŞA
TALUSTAN BEY
BESLAN
ZAVEN EFENDİ Ermeni Patriği SAİT MOLLA
— VIII —
Kurtuluş
Savaşı tarihini şöyle üstün körü okumuşlar bile bilir ki, Mustafa Kemal
Paşa'nın Samsun'dan Anadolu'ya çıkıp, adım adım Sivas üzerinden Erzurum'a
gidişi, Erzurum Kongresine katılışı, ardından Sivas Kongresi'nin toplanması,
Heyeti Temsiliye Reisi olarak Ankara'ya gelişi, İstanbul'daki son Osmanlı
Meclis'i Mebusanının İngilizlerce basılışı üzerine Ankara'da Türkiye Büyük
Millet Meclisini toplantıya çağırışı ve Ulusal Kurtuluş Savaşının Ankara'da
odaklaşması süresince, bu ulusal direnişi kırmak için ard ardına Anadolu'nun
çeşitli yerlerinde ayaklanmalar patlak vermiştir. Bu ayaklanmaların pek çoğunun
kaynağı İstanbul'daki Padişah ve Hükümeti ya da işgalcilerdir. Ayaklanmaların
asıl yoğunlaştığı dönem ise Meclisin Ankara'da toplanacağı ya da, toplandığı
aylardır.
Anzavur
ve Kuvve-i İnzibatiye, Bozkır ayaklanmaları, Ali Galip olayı, Konya, Düzce
ayaklanmaları İnegöl olayları hep İstanbul'dan kaynaklanmış, Padişah Vahdettin,
Sadrazam Damat Ferit ve Hürriyet ve İtilaf Fırkasınca desteklenip körüklenmiş
olaylardır. Mustafa Kemal'i tevkifle görevlendirilen Ali Galip ve
Bedirhaniler'in arkasından bölgede dolaşan İngiliz istihbarat görevlisi Binbaşı
Novill, bu olayda Padişahçılar kadar İngilizlerinde parmağı olduğunu gösterir.
Koçkiri
olayı, Ali Batı olayı, İngiliz ve Fransız parmağıyla başlamış olaylardır.
İzmir'deki Çerkez Kongresi de Yunan istihbarat örgütlerinin tezgahladıkları,
destekledikleri bir oyundur.
Bu
ayaklanmalara katılan, tertiplere bulaşan ya da bulaştırılan hainlerin
listesini görmeden önce, İstanbul'daki iki önemli sayılacak ihanet kuruluşunun
listelerine şöyle bir göz atmakta yarar vardır.
Bunlardan
biri, İstanbul'da oluşturulan Askeri Nigâhban Cemiyeti'dir.
Mustafa
Kemal Paşa, Nutuk'ta bunlardan «heyeti fesadiye» (karıştırıcılar kurulu) diye
söz eder (100)
Nigâhban demek, bekçi, gözcü, koruyucu demektir.
Yani,
İstanbul'da, Birinci Dünya Savaşı'nda yenilmiş, dağılmış Osmanlı Ordusu içinden
birtakım subaylar çıkmışlar, örgütlenmişler, Padişahlık ve Hilafete bekçilik,
koruyuculuk yapacaklar...
Nitekim yapmaya soyunmuşlardır da. Kime karşı?
İşgalcilere İngiliz'e, Yunan'a Fransız'a İtalyan'a karşı mı?
Elbette ki hayır!
Nigâhbancılar,
gerçekte bunların işbirlikçileridir. Koruyucuları kendileri gibi bir başka
işbirlikçi olan Padişah ve Halife Vahidettin ile hempalarıdır. Düşmanlarıysa
Anadolu'daki Ulusal Kurtuluş kavgası verenlerdir.
Hoş,
sonunda bırakın Vahidettin'i, kendilerini bile koruyamamışlardır ama o başka
hikâye...
Bu
kurulun başındakiler, sonradan 150'likler listesine girecek, İngilizlere
sığınıp Romanya'ya kaçıp Tarikatı Selahiye (kurtuluş tarikatı) kuracak, türlü
dalavereler çevirdikten sonra da orada yoksulluk içinde ölecek Kiraz Hamdi
Paşa, hırsızlığından ötürü (101) ordudan kovulma Erkanıharp
Miralayı Refik Bey (Yaltkaya), —ki bu da Romanya'ya kaçanlardandır. 150'likler
listesine girmiştir ve Romanya'da sefil bir yaşam sürdükten sonra delirerek
Baserabya'nın Kişnev kentinde bir akıl hastahanesinde yatmış, 1930 yılında da
orada ölmüş, Müslüman mezarlığı olmadığı için bir katolik mezarlığına
gömülmüştür—, geçmiş dönemin Halaskar Zabitan (Kurtarıcı Subaylar) cuntasından
Binbaşı Kemal Bey (Gelibolulu Kemal Şenkıl) (102), yani
İstanbul Hükümetinin Jandarma Genel Komutanı Ali Kemal Paşa ki Kurtuluştan
sonra Ankara'ya gelmiş, Başbakanlık Arşiv Genel Müdürlüğünde çalışmıştır (103),
Bandırma'daki eski Sevkiyat Reisi Topçu Binbaşısı Hakkı Efendi (104),
kurmay subayken ordudan çıkarılmış Binbaşı Nevres Bey (105),
Tayyar Paşa (106), Askeri Kaymakam Fettah (107).
Binbaşı İsmail Hakkı (108), Yüzbaşı Celal Beyler'dir.
Bunlardan
Gelibolulu Kemal Şenkıl sonradan kendisini Şeyhül muhalifin sayan bazı
subaylara da bu cemiyetten çekilmelerini söylediğini ileri sürmüştür (109).
Askeri
Nigâhban Cemiyeti, programlarında asla politikayla ilgilenmeyeceklerini
belirtmelerine karşın, Sadrazama sundukları bir dilekçede, «bu defa Anadolu
hareketini vücuda getirenlerin» vatanı dört senelik savaşta perişan edenler
olduğunu bildirmişler ve «Müdafaai Milliye» adı altında «oyun oynamak isteyen»
memur ve subayların zararlı eylemlerini şiddetle eleştirmişlerdir (110).
Mustafa
Kemal ise bunlardan «seyyiatları (kötülükleri) yüzünden ordudan tardolunmuş
(atılmış) veya tekaüde sevk edilmiş (emekli edilmiş) kesan ile (kimseler)
ahlâksızlıklarıyla tanınmış mahdutülmiktar eşhastan ibaret (sayıları belirli
kişilerden) bulunmakta idi»ler (111) diye söz eder.
Kuşkusuz
ki Askeri Nigâhban Cemiyeti, daha başında Ankara'daki direnişçilerin sert
tepkisiyle karşılaşıp, sonunda İstanbul Hükümetinin bunları dağıttırmasıyla
çalışmalarına son vermeseydi, Ulusal Direnişi hayli yaralayabilirdi. Ama, onlar
buna yeterli zamanı bulamamışlardır.
Buna
karşılık, gene İstanbul'da bir başka ihanet yuvası, Ulusal Direnişçileri yok
etmek için uzun süre çaba göstermiştir.
İngiliz
Muhipleri Cemiyeti (İngiliz Dostları Cemiyeti) için Mustafa Kemal Paşa,
Nutuk'ta şöyle der (112).
«İstanbul'da
mühim addolunacak teşebbüslerden biri. İngiliz Muhipleri Cemiyeti idi. Bu
isimden, İngilizlere muhip olanların teşkil ettiği bir cemiyet anlaşılmasın!
Bence, bu cemiyeti teşkil edenler, kendi şahıslarını ve menfaati şahsiyelerini
sevenler ve şahıslarıyla menfaatlerinin masuniyeti çaresini (çıkarlarının
kollanması yolunu) Lloyd George hükümeti marifetiyle İngiliz Himayesini teminde
arayanlardır. ...Bu cemiyete intisap edenlerin (katılanların) başında Osmanlı
Padişahı ve halifei ruyi zemin unvanını taşıyan Vahdettin, Damat Ferit Paşa,
Dahiliye Nezaretini işgal eden Ali Kemal, Adil ve Mehmet Ali Beyler ve Sait
Molla bulunuyordu. Cemiyette, İngiliz milletine mensup bazı sergüzeştçiler
(maceracılar) da vardı. Mesela: Rahip Freew gibi.
Ve
muamelat ve icraattan anlaşıldığına göre, cemiyetin reisi Rahip Freew idi.
Bu
cemiyetin iki cephe ve mahiyeti vardı. Biri, aleni cephesi ve medeni
teşebbüsatla, İngiliz himayesini talep ve temine matuf mahiyeti idi. Diğeri
hafi (gizli) ciheti idi. Asıl faaliyet bu cihette idi. Memleket dahilinde
teşkilât yaparak isyan ve ihtilâl çıkarmak, şuuru milliyi (ulusal bilinci)
felce uğratmak, ecnebi (yabancı) müdahelesini teshil etmek (kolaylaştırmak)
gibi hainane teşebbüsat, cemiyetin bu hafi kolu tarafından idare edilmekte idi.
Sait Molla'nın cemiyetin aleni teşebbüsatında olduğu gibi, hafi cihetinde de
ondan daha ziyade rolü olduğu görülecektir.»
Mustafa
Kemal Paşa'nın «Hainane teşebbüsat» yapmak için kurulduğunu ileri sürdüğü bu
derneğin kuruluş tarihi. 1919 yılı Ağustosudur. Merkezi, «İstanbul Sıhhiye
Müdiriyeti karşısı»ndadır. ilk yönetim kurulunun onursal başkanları, eski
İçişleri Bakanlarından Memduh Paşa ve İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı)
Cemil Paşa’dır (Topuzlu). Derneğin onursal üyeleri ise. Padişah damad ve
yaverlerinden Ahmet Zülküfül Paşa, Yargıtay Başkanı Ali Rüşdi Efendi, eski
Ticaret ve Tarım Bakanlarından Kamil Paşazade Abdullah Bey, Beşinci Kolordu Komutanı
Hamdi Paşa'dır.
Derneğin
Başkanı Ziraat Bankası Genel Müdürü Kamil Paşazade Şevket Bey. İkinci Başkanı
da eski Danıştay üyelerinden Sait Molla Bey'dir. Başkan yardımcısı emekli
kurmay albay Enver Bey, yönetim kurulunun öteki üyeleride, eski Tahran Elçisi
Sadrettin, Milli İktisat Bankası Genel Müdürü Safiyettin, Şirketler Genel
Komiseri Nebil Ziya, yazar Abdullah Zühtü Beyler. Denizci koramiral ressam
Ahmet Paşa, sabık Maliye veznedarı Halit, Danıştay eski üyelerinden Nazif
Sururi, eski Bombay Konsolosu Mahrukizade Cafer, saray eski hizmetlilerinden
Emin, eski Sadrazamlardan Halil Rıfat Paşa'nın oğlu Ahmet Rıfat Beyler, Mersin
Mutasarrıflığından emekli Nüzhet Paşa, Eğitim Bakanlığı Muhasebe eski müdürü
Vahi Bey (113).
Bu
İngiliz Sevenler Derneği, sadece İstanbul'da yirmiden fazla şube açmış ve
kuruluş bildiriminde de —dernek olarak resmen kurulmuştur— yönetimi altında
milyonlarca Müslüman bulunan Büyük Britanya imparatorluğu ile Osmanlı Hilafet
ve Saltanatı arasındaki «mevcut samimiyetin idame ve takviyesini» sağlamak
amacı taşıdığını açıklamıştır.
Fatih,
Beylerbeyi, Üsküdar, Kızıltoprak, Feneryolu, Paşabahçe, Büyükdere, Ortaköy.
Beşiktaş, Unkapanı, Eyüpsultan, Şehremini, Pangaltı, Kocamustafapaşa, Kadıköy,
Tophane, Kumkapı, Haydarpaşa, Cağaloğlu şubelerinin yanısıra. Kiraz Hamdi Paşa,
Bandırma çevresinde şubeler kurmaya çalışmıştır.
İngiliz
Muhipleri Cemiyeti'nin bir başka yanı da, çalışmalarının, Hürriyet ve İtilaf
Fırkası'yla paralellik göstermesidir. Nitekim, bu parti içindeki
anlaşmazlıklar, derneğe de yansımış ancak bu arada, parti ile dernek
İstanbul'da, bir de ayrıca, Hamiyet-i Vatan adlı bir ortak dernek kurmuşlardır (114).
Said
Molla'nın yönetiminden memnun olmayan Miralay Sadık Bey ve Gümülcineli İsmail
grubu, 22 Eylül 1921'de Şehzadebaşında bir genel kurul toplayarak eski yönetimi
devirmişler ve yeni bir yönetim kurulu oluşturmuşlardır. Bu kurulda, Miralay
Sadık Bey, Gümülcineli İsmail, Vasfi ve Rasim Avni Hocalar, Mısırlı Kaptan
Lütfi, eski Şebinkarahisar meb'usu Feyzi, Evrenoszade Sami, Beyoğlu eski
mutasarrıfı Sadullah Beyler görev almışlardır (115).
Ancak,
Rahip Freew adındaki, İngiliz casusu Dr. Robert Freew'den destek alan Mustafa
Neşet Molla'nın oğlu, eski şeyhülislamlardan Cemalettin Efendi'nin yeğeni, Sait
Molla ve yandaşı, eski şeyhülislamlardan Mustafa, Sabri Efendi, parti içindeki
Mutedil Hürriyetperveran hizbinden yararlanarak 19 Ekim 192l'de yeni bir
olağanüstü genel kurulda ve noter huzurunda Miralay Sadık hizbini alaşağı
etmişler, yeni bir yönetim kurulu oluşturmuşlardır. Bu kurulda, onursal
başkanlığa Mustafa Sabri Efendi ile Kamilpaşazade Şevket Bey, Başkanlığa Sait
Molla, yönetim kurulu üyeliklerine de Ayan'dan Rıza Tevfik (Bölükbaşı)
Darülhikme üyelerinden Hafız İsmail Efendi, eski belediye başkanı Selim Bey,
tüccardan Nemlizade Besim Beyler getirilmişlerdir (116).
Yani
sözün kısası odur ki, ihanet ve işbirlikçiler arasında, «sen daha iyi hainsin,
ben daha iyi hainim» diye bir külah kapma yarışı vardır.
UZANTILARI GÜNÜMÜZE ULAŞAN
BİR PARTİ
Kaderini
Padişah Vahdettin ve Damat Ferit Paşa'nın kaderine bağlamış, İngilizlere
yaltaklanmayı kurtuluş bilmiş Nigâhbancılar ya da İngiliz Muhipleri'nin
çevresinde kümelendikleri ve Osmanlı Devletinin kaderini büyük ölçüde etkilemiş
olan asıl ana kaynak, kökleri 1876 Birinci Meşrutiyetine kadar uzanan, 1908
Meşrutiyetini izleyen yıllarda partileşen, 1913'de sindirilip dağıtılan ve
fakat 19l8'de yeniden hortlayan Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nı da işbirlikçi ve
hainlerin başlıca karargâhı olarak bilmekte yarar vardır.
Mutlakiyetten
meşrutiyete geçişi hazmedememiş, tutuculuktan öteye gericiliğin yandaşı olan
kadrolarla, aradıklarını İttihat ve Terakki iktidarında bulamayanların, yani
İttihat ve Terakki içi muhalefetinin bir kanadından oluşan Hürriyet ve İtilaf
Fırkası, temsil ettiği çizgiyle, Cumhuriyet Türkiyesi'nde de izlerini C.H.P.
karşısındaki pek çok partide, az ya da çok sürdürmüştür.
Mütareke
İstanbulu'nda Hürriyet ve İtilâf Fırkası, 1919 yılı ocak ayında kurulmuştur.
İlk başkanı Müşir (Mareşal) Nuri Paşa, yönetim kurulu üyeleri de Müşir Zeki
Paşa, Ayan üyesi Abdülkadir, eski Konya meb'usu Zeynelabidin, eski Tokat
meb’usu Mustafa Sabri eski Karesi meb'usu Vasfi efendiler, emekli Süleyman
Paşa, Avlonyalı Celalettin (Velora), Sabah gazetesi Başyazarı Ali Kemal, yazar
Refik Halid (Karay), eski Tahran Elçisi Hasip. İkdam gazetesi eski yöneticisi
Nureddin, eski Eğitim Bakanı Rıza Tevfik (Bölükbaşı), tüccardan Hacı Osman ve
Mehmet Ali Bey'lerdir.
26
Mayıs 1920'de ise bu yönetimin yerine gelen yeni yöneticiler şöyledir:
Başkan,
Miralay Sadık Bey, Adalet Bakanı Rüştü, Ayan üyesi Seyit Abdülkadir, eski
Eğitim Bakanı Rıza Tevfik, eski Adalet Bakanı Vasfi Efendi, Başbakanlık
Müsteşarı Cemal, eski İçişleri Bakanı Ali Kemal, eski Bursa Valisi Gümülcineli
İsmail eski İstanbul Valisi Yusuf Ziya, eski İşkodra Valisi Sefiyettin, Adliye
Müsteşarı Sait Molla, Prens Hayrettin, Gümrükler Genel Müdürü Mahir Sait,
Darülhikmeti İslâmiye üyesi Ahmet Rasim Avni, Şeyh Ömer, Dersiam Ata,
Darülhikmeti İslâmiye katibi Hafız İsmail, sabık Karahisarı Şarki meb'usu Ömer
Feyzi efendiler, Harputlu Remzi, Bedirhanzade Emin Ali, Evrenoszade Sami,
Midhat Paşa'nın oğlu Midhat Kemal, tarihçi Ahmet Refik (Altınay) beyler, Halil
Rifat Paşa oğlu Fuat Paşa...
Görüldüğü
gibi, bu kadro ile İngiliz Muhipleri Cemiyeti kadrosu nerdeyse iç içedir.
Gene bu
kadro içinde ya da yanında, Şerif Saadettin Paşa, gazeteci Refii Cevat
(Ulunay), bunun babası Ankara Valisi Muhiddin Paşa, İstanbul Muhafızı Natık
Paşa, Sait Paşazade Fuat Paşa, Şemsüddini Sivasî soyundan Şeyh Recep Efendi
adları da sayılmalıdır.
Bu
partiye, Sulh ve Selameti Osmaniye Fırkası, Kürdistan Teali Cemiyeti, İngiliz
Muhipleri Cemiyeti, İlâyı Vatan, Trabzon ve Havalisi Ademi Merkeziyet, Nigâhban
Cemiyeti Askeriyesi, Mağduruni Siyasiye Teavün Cemiyeti, Gizli Necat ve İtilâ,
Tariki Salâh cemiyetlerini de belli başlı destekçiler olarak katmak gerekir (117).
SİVAS KONGRESİ'Nİ BASMA ÇABALARI
Mustafa
Kemal Paşa’nın Ulusal Kurtuluş Savaşının önderi olarak açıkça ortaya
çıkmasından sonra karşısına dikilen ilk tehlike, İstanbul Hükümetinin Elaziz
Valiliğine atadığı ve Mustafa Kemal Paşa’nın tevkifini emrettiği Ali Galip
olmuştur.
Atatürk
Nutuk'ta bu tehlikenin nasıl ortadan kaldırıldığını uzun uzun anlatır (118).
Gene Nutuk'da Ali Galip Bey için «bu zat, İstanbul'dan Mamüretülaziz valisi olarak
gönderilmiş olan Erkanıharp Miralayı Ali Galip'tir» der. Gerçekteyse, Ali
Galip, Albay değil, kurmay yarbaydır. Bu rütbedeyken ordudan ayrılmıştır. 1871
doğumludur. Kayseri'nin Feyzioğlu ailesinden Emin Efendi'nin oğludur. Harp
Okulunu 1895'de, Harp Akademisini 1897'de bitirmiş, kurmay yüzbaşı olarak
orduya katılmış, 5.7.1908'de yarbaylığa terfi etmiş, alay komutanıyken
14.4.1911'de askerlikten ayrılmış, 1912 yılı Nisanından Temmuzuna kadar Kayseri
milletvekilliği, sonra 1919 yılına kadar nakliyecilik işleri yapmıştır.
Kurtuluş
Savaşına karşı ve Hürriyet ve İtilaf Fırkası'na yakın biri olduğundan, Damat
Ferit Paşa tarafından Elazığ Valiliğine Ali Seydi Bey'in yerine atanmıştır. Bu
arada, Bedirhaniler'den Kâmuran, Celâdet ve Cemil adındaki kişilerin Diyarıbekirli
Cemil Paşazade Ekrem ve İngiliz istihbarat Binbaşısı Nowil ile birlikte,
yanlarında bol para olduğu halde Dersim bölgesine geldikleri, yöredeki Kürtleri
ayaklandırmaya çalıştıkları öğrenilir. Sivas Kongresi toplantı halindedir.
Malatya Mutasarrıfı da gene Bedirhaniler'den Halil adında bir zattır ve öteki
Bedirhaniler, İngiliz Binbaşısı ve Elazığ Valisi Ali Galip, hep birlikte
Malatya'ya giderler. Amaçları, oradan Sivas üzerine yürümek, Kongreyi
basmaktır. Ancak Mustafa Kemal karşı önlemler alır. Ali Galip, Bedirhaniler ve
İngiliz Binbaşı'nın tutuklanmalarını değilse bile, —bunda Diyarbakır'daki
Kolordu Komutanı Miralay Cevdet Bey'in pasif tutumunun etkisi vardır—,
kaçmalarını sağlar. Kolordu Komutanı. Miralay Cevdet Bey gibi yanındaki
subaylarından bu işi asıl yapması gereken Süvari Alayı Komutanı Binbaşı Cemal
Bey de bu işte yüreksiz davranmışlardır ki Gazi, Nutuk'ta bu hususu acıyla
belirtir. Malatya mutasarrıfı Bedirhani Halil Rami ve Ali Galip ise,
Malatya'dan kaçarlarken, hükümet kasasındaki altı bin lirayı da almayı
düşünürler. Kasayı açıp bir belge hazırlarlar ki şöyledir.
«Mustafa
Kemal Paşa ve avenesinin tenkili (tepelenmesi) masarifine karşılık olmak üzere ol babtaki emrine
tevfikan altı bin lira alınmıştır. 10 Eylül 1919 Halil Rami, Ali Galip» (119).
Ne
varki, tam bu belgeyi yazıp, paraları da alıp gidecekleri sırada, kendilerini
tutuklamaya gelenlerin olduğunu öğrenince, parayı da belgeyi de kasayı da
olduğu gibi bırakıp kendilerini Malatya'dan dışarı zor atarlar. Belge de ele
geçer.
Beri yandan
Mustafa Kemal bu alçakça tertibi yapanların başı olan İstanbul'daki İçişleri
Bakanı Adil Bey ve Savunma Bakanı Süleyman Şefik Paşa'ya 11.10.1919 günü şu
telgrafı çeker:
«Milleti,
Padişahına maruzatta bulunmaktan men ediyorsunuz. Alçaklar, caniler! Düşmanlarla
millet aleyhinde tertibatı hainanede bulunuyorsunuz. Milletin kudret ve
iradesini takdirden âciz olduğunuza şüphe etmiyordum. Fakat vatan ve millete
karşı hainane ve mezbuhane harekette bulunacağınıza inanmak istemiyordum.
Aklınızı başınıza toplayın. Galip Bey ve hempaları gibi bülehanın (aptalların)
ahmakça olan mevhum vaidlerine kapılarak ve Mister Nowil gibi milletimiz ve
vatanımız için muzır olan (zararlı) ecnebilere vicdanınızı satarak irtikap ettiğiniz
denaatlerin (alçaklıkların) milletçe tatbik olunacak mesuliyetini nazarı
dikkatte tutunuz. Güvendiğiniz eşhas ve kuvvetin akıbetini öğrendiğiniz zaman
kendi akıbetinizle mukayeseyi unutmayınız.» (120).
Gerçekten
de Damat Ferit'in Dahiliye Vekili Adil Bey ve Harbiye Nazırı Süleyman Şefik
Paşa (Söylemezoğlu), Kurtuluş Savaşı sonrasında, Ali Galip'in sonuna benzer bir
sona uğramaktan kurtulamayacaklardır. İkisinin de yeri, Ali Galip'inki gibi
150'likler listesi olacaktır.
Doğu ve
Güneydoğu'da Osmanlı'ya karşı Kürtleri ayaklandırmak, ayrılıkçılık cereyanlarını
körüklemek için açıktan İngilizlerle işbirliği yapan bu kişiler arasında, bir
tek Ali Galip, sonradan saptanmıştır ki, ayrı bir Kürt devleti kurulmasına
yandaş değildir.
Lozan
Barış Andlaşmasından sonra, Adapazarı'nda kurulan Osman Paşa, Harp Divanı'nda
Ali Galip, ayrılıkçılık hareketine katılmaktan dolayı yapılan yargılanmasından
aklanmış, ama kendisini 150'likler listesine girmekten kurtaramamıştır (121).
Vatan
haini olarak yurt dışına sürüldükten sonra Romanya'ya yerleşen Ali Galip, burada
birtakım karışık işlere bulaşmış, bu yüzden hapislere düşmüş, en sonunda da
hayvan canbazlığı yaparken Köstence'de bir pazarlık sırasında kalp krizinden
ölmüştür. Eski dahiliye Nazırı Adil Bey de, 1924 yılında Viyana'da Süleyman
Şefik Paşa Suriye'nin Alaiye kentinde sürgünde ölürler (122).
Emekli
general Kenan Esengin'in, ayaklanmalar için kitabında kullandığı pek güzel bir
ad olan, «Hıyanet Yarışı» (123) nın koşucularından biri olan
Ahmet Anzavur'u sahneye çıkarmadan önce, bir başkasına, Sivas Kongresi
sonrasında, Heyeti Temsiliye'yi bağrından vurmaya kalkışan, Şeyh Recep olayına
şöyle bir göz gezdirelim:
Sivas
Kongresi toplanmış, Anadolu'daki direniş örgütlerinin tümünü tek bir çatı ve
komuta altında toplama kararını almış, İstanbul'da Ali Rıza Paşa Hükümeti,
Mustafa Kemal Paşa ile anlaşma, hiç değilse bir uzlaşma ortamı aramaya
başlamış, Salih Paşa Amasya'ya Mustafa Kemal Paşa ile görüşmeye gelmiştir.
Mustafa
Kemal Paşa da, bu Osmanlı Bakanı ile görüşmek üzere Sivas'tan Amasya'ya gider.
Ardında, Sivas'ta bir sürü yetkili kişi bırakmıştır. Dolayısıyla, Sivas'ta
güvence içinde olduklarını sanmaktadır. Ama, Amasya'ya vardığı zaman görür ki,
Sivas'tan birtakım işbirlikçiler, postahaneyi de kullanarak İstanbul'a,
Padişaha ve hükümetine telgraflar çekmekte, Sivas Kongresini Heyeti
Temsiliye'yi kötülemektedirler.
Telgraftan
çekenler, sonradan belgelerle de saptanabileceği gibi Sait Molla ve dolayısıyla
Rahip Freew'in kışkırtmalarına kapılmış birtakım uşaklardır. Başlarında, «An
evlâdı Şemseddinî Sivasi Recep Kamil» adındaki Şeyh Recep ve İlyaszade Ahmet
Kemal ile, Zaralızade Celal vardır.
Mustafa
Kemal, haklı olarak, küplere biner. Nutuk'unda «An evlâdı Şemseddini Sivasî
diye imza atan bu miskin ve adi şeyh» der... «Bundan sonra da, düşman
aleti olarak irtikab eyleyeceği habasetlere tesadüf edeceğiz» (124)
der. Sivas'a emir verir ki, bu şeyh ve taraftarları derhal tutuklansın ve
cezalandırılsın, bir daha da postahane başıboş bırakılmasın...
Bu,
ufacık bir ihanet örneğidir... Ama bu kadarcıkla kalmaz. Gene aynı günlerde,
Adapazarı yöresinde de bir olay patlak verir.
Adapazarı'nın
Akyazı bölgesinde türeyen Talustan Bey adında bir Çerkez, İstanbul'dan para ve
buyrukla gelip, süvari olacaklara 30 ve piyade yazılacaklara 15 lira vaad
ederek asker toplayan Bekir Bey ve Sapanca'nın Avçar köyünden Beslan adındaki
bir tahsildarla birleşir, Adapazarı'nı basmaya kalkışır. Durum, Mustafa Kemal
Paşa'ya bildirilir, emir verir, Kuvayı Milliye'den müfrezeler çıkarılır ve
Beslan ile kardeşi Hasan Çavuş tevkif olunurlar. Subaylıktan kovulma Manyaslı
Bekir ise İstanbul'a kaçar. Kaçar ama sonra da melanetine devam eder. İzmit'te
İngiliz İbrahim adında bir başkası, Hikmet adında casusluğu sonradan
belgelenecek bir daha başkası, gene Adapazarı yöresinde Abazaları, Çerkezleri
kışkırtmaya çalışırlar. Yer yer başarı da sağlarlar. Amaç, Kuvayı Milliye
yüzünden bu bölgelerde anarşi doğuyor dedirtmek ve İngilizlerin buraları da
işgalini sağlamak, Sivas'taki Heyeti Temsiliye'nin Anadolu'da bir otorite
olmadığını göstermek, direnişi önlemektir... Ne var ki tüm bu çabalar,
zamanında alınan önlemlerle karşılanır. Hikmet'in, yöredeki Hıristiyanları
Kuvayı Milliye adına öldürme ve böylece İngilizleri harekete geçirme
teşebbüsüne olanak verilmez. Ama 'Hıyanet Yarışı' sürer gider. Mustafa Kemal
Paşa'nın deyişiyle, Maraş'ta «Bazı Çerkez vatandaşlar, güya Maraş'ın umum
Çerkezleri namına Cebelibereket Guvarnörünün Maraş'a izamını, Ayıntap'ta
Fransız askeri kumandanından telgrafla talep eylemişlerdi. Buna müsade eden
Maraş Mutasarrıfına teessüf edilir (125).
İstanbul'daki,
eski İttihatçıların egemen oldukları ulusal direniş yanlısı Karakol Cemiyeti
ile doğrudan Mustafa Kemal Paşa'ya bağlı Kuvayı Milliyeciler arasındaki bir
anlaşmazlıktan ötürü, dönemin İstanbul hükümetinin başındakilerin de
beceriksizlik ve korkaklıkları hatta ihanetleri yüzünden, Tavşancıl'da bir
Ulusal Kahraman, Yahya Kaptan, alçakça bir pusu sonucu şehit edilir.
26 Ekim
1919'da Bayburt'un Hart ilçesinde, Şeyh Eşref ayaklanması patlak verir. Hart'ta
oturan Şeyh Eşref 1908'den bu yana keramet sahibi olduğu iddiasındadır. Sonunda
mehdilik (şii inancına göre, yaşamakta olan ve ortaya çıkmak için kıyameti
beklemekte olan 12. imam) iddiasında da bulunur, inananları Sürmene ve
Erzurum'a kadar yayılır. Hükümeti ve subayları, şeriata uymamakla suçlayıp,
katillerinin caiz olduğu yolunda fetvalar veren bu şeyhin yola getirilmesi için
Binbaşı Nuri Bey adında birinin komutasında gönderilen müfreze tutsak edilip
öldürülür. Bayburt Askerlik Dairesi Başkanı Miralay Hasan Bey komutasında
gönderilen ikinci müfreze de aynı akıbete uğrayıp tutsak edilince ve Erzurum
Müftüsü Hurşit Efendi de Şeyhe sözünü dinletemeyince, durum iyiden iyiye ciddiyet
kazanır.
Tipik
bir irtica ayaklanması, ortalığı kasıp kavururken, Mustafa Kemal'in emri
üzerine, Yarbay Deli Halit Bey (Karsıalan) komutasındaki askeri birlikler Şeyh
Eşrefin üstüne gider. Toplar da kullanılarak Şeyhin adamları kaçırılır ve Şeyh
Eşref yanında iki oğlu, iki kızı ve beş müridi ile birlikte yokedilerek, bu
olay, güçlükle kanlı bir biçimde bastırılır. Göze göz, dişe diş... Başka çıkar
yol yoktur... Bu ayaklanma, 26 Ekim'den 24 Aralık 1919'a kadar sürmüştür.
BİR İNGİLİZ KIŞKIRTMASI: ALİ BATI OLAYI
Daha da
önce, Mustafa Kemal Paşa, Samsun'a bile hareket etmeden, Güneyden ilerleyen
İngiliz işgal kuvvetleri, Suriye'den ilerilere geçtikleri bir dönemde Midyat
güneyindeki aşiretlerden birinin başı plan Ali Batı, Cizre-Nusaybin-Savur ve
Mardin yöresine İngilizler adına egemen olmak için faaliyete geçer. Amacı o
bölgede, İngilizlere paravan bir Kürt devleti kurmaktır. 11 Mayıs 1919 günü
Nusaybin basılır. Hapishane boşaltılır, kasabadaki Türk alayı dağıtılır.
Bu onur
kırıcı durum üzerine, ertesi gün, yöredeki askeri birlikleri Ali Batı
kuvvetlerinin üzerine sürülür, ve sıkı bir izleme başlar. Ancak 18 Haziran 1919
günüdür ki, Ali Batı, gizlendiği Medah'ta, Alay Komutanı Binbaşı Pehlivanzade
Nuri Bey kuvvetlerince bastırılıp iki saatlik bir çarpışma sonunda öldürülüp,
cesedi Midyat'a getirilir ve halka gösterilir ki, kimse bir daha böylesi
çılgınlıklara kalkışmasın...
1919 yazında, Konya'da, İtilâfçı bir Vali, Artin Cemal adıyla
anılan, Damat Ferit Hükümetlerinde İçişleri Bakanlığı yapacak Cemal Bey görev başındadır. Konya Bozkır’lı,
gene koyu ittihatçı
Zeynelabidin Hoca da Konya'da, belirmeye başlayan Ulusal Direnişe
karşı halkı kışkırtmakta, «Din elden gidiyor. Padişaha karşı
ayaklananlar
İttihatçılardır» diye propaganda yapmaktadır.
Bu
propagandalar 27 Eylül 1919'da Kürtoğlu Musa, Bademlili Hacı Halil, Güzel Çavuş
gibi hainlerin etraflarında topladıkları bin kadar adamla Bozkır'ı basması,
karşı koymaya çabalayanları öldürmesi, silah deposunun yağmalanması ve
üstlerine gönderilen yetersiz süvari bölüğünün dağıtılmasıyla 4 Ekime kadar
süren bir ayaklanmaya, yol açar. Sonunda Konya'dan gönderilen bir Nasihat
Heyetinin çabalarıyla, şeklen son bulur.
Bu
ayaklanmanın başlıca kışkırtıcılarından olan Vali Cemal Bey, Antalyalı'dır.
Fatih Rüştiyesini bitirdikten sonra bir süre medreselere devam etmiş, sonra iki
yıl Mülkiye mektebinde okumuş, çeşitli ilçelerde kaymakamlık yapmıştır. Bolu
mutasarrıfı iken azledilmiş, üç yıl sonra Elazığ Valiliğine atanmışsa da burada
da Ermenileri koruyor gerekçesiyle gene görevden alınmış, ancak Mütareke'den
sonra Konya Valiliğine atanmıştır. Koyu bir İttihatçıdır. Nitekim, daha sonra
Damat Ferit Hükümetinde Ticaret Bakanı olarak, İçişleri Bakanlığına vekalet
edecek ve melanetini sürdürecektir (126).
İşte bu
Valinin ve Zeynelabidin Hoca'nın kışkırtmalarıyla doldurulan cahil halk,
Miralay Refet Bey'in Konya'ya geleceği haberi üzerine Vali'nin alelacele
İstanbul'a kaçtığı gün ayaklanmayı başlatmışlardır.
Birinci
ayaklanma bastırıldı derken, aradan sadece 17 gün geçer ve 20 Ekim'de İkinci
Bozkır ayaklanması patlak verir. Bu kez, ayaklanmanın başında, düpedüz
İstanbul'daki melanet merkezinden buyruk almış Hoca Abdullah, Sabit ve Hoca
Abdülhalim vardır. Bunlar, Hisarlık ve Foça köylerinden 70 kadar silahlı, 200
kadar silahsız adam toplamışlar, Bozkır kaymakamını çağırıp, Kuvayı
Milliyecileri istemediklerini, Padişaha bağlı olduklarını belirten telgraflar
çektirmişler, bu arada, üstlerine gelen bir askeri müfrezeden tutsak ettikleri
üç, eri parçalayarak öldürmüşlerdir.
Bu kez,
ayaklanmacıların üzerine Ayıcı Arif Bey'in Karakeçili müfrezesi gönderilir.
Yarbay Arif Bey müfrezesi asilere komuta edenlerden Talat, ve Zeynelabidin
hocanın akrabasından Hacı Osman adında birini yakalar. Bunların üstünde,
Zeynelabidin'den buyruk aldıklarını gösteren mektuplar çıkar. Bu arada Apa'da
meydana gelen çarpışmada yirmiden çok isyancı öldürülür ya da asılır ki
bunların içinde elebaşı durumunda olanlar şunlardır:
Hüseyinoğlu Ömer, Avşalı Tahir...
Geri
kalanlardan Abdullah, Abdülhakim, Sabit Hoca, Avdan Köylü Hacı Osman, Apa Köylü
Hacı Hasan, Hacı Hüseyin, Hacı Halil, Hoca Mehmet, Hisar köylü Şeyh Ali,
Dinekli Şükrü, Bozkırlı Hüseyin Ağa ki bunların pek çoğu Zeynel Abidin'in
yeğenleri, akrabaları idiler, dağlara kaçarak canlarını kurtarırlar.
4
Kasım'da ise, Ayıcı Arif Müfrezesi Bozkırı yeniden ele geçirir (127)
Bozkır
ayaklanmaları Orta Anadolu'yu kasıp kavururken, bu kez l Ekim25 Kasım 1919
ardından 16 .Şubat16 Nisan 1920 tarihleri arasında Marmara yöresinde Anzavur ayaklanmaları
patlak verdi.
Amaç
hep aynıydı...
Anadolu'da
asayiş kalmadığını, Ankara'nın güçsüz olduğunu ve halkın Kuvayı Milliye zulmüne
karşı ayaklandığını dosta düşmana göstermek...
İstanbul'dan,
daha da doğrusu Londra'dan plânlanan bu oyun, yurdun dört bir köşesinde
ustalıkla sahneleniyordu.
Bu
oyunun aktörlerinden biri olan Ahmet Anzavur Paşa, ki aslında alaydan yetişme
bir jandarma binbaşısıydı ve sonradan padişahça kendisine mirimiranlık, yani
sivil paşalık verildiği için Anzavur Paşa diye çağrılmıştır, Bigalı bir
Abazadır. Ata binmeye, at yarışlarına meraklı, saraya akrabasından kızlar
takdim edildiği için Padişah parasıyla beslenmiş, köle sadakatine sahip, cahil
ama kendini beğenmiş, gaddar bir beydir. Biga Gönen yöresindeki yarattığı
kargaşaya, mükâfat olarak İzmit Mutasarrıflığına atanmış, mirimiranlık
rütbesini de o zaman edinmiştir. Biga ve Gönen, Bandırma, Susurluk yörelerinde
etkindir, yörede eşkiyalık eden Kara Ahmet çetesini de beslemekte ve alet
olarak kullanmaktadır.
İzmit,
Adapazarı, Bursa, Balıkesir, Çanakkale yöreleri, Mütareke Yılları'nda,
Türkiye'nin İstanbul kadar hassas bölgeleridir. Bir kere bölgenin etnik yapısı
çok karmaşıktır. Yörede, Türklerin yanısıra, Rum ve Ermeni gibi Hıristiyan
azınlıkların dışında, Abazalar, Çerkezler, Arnavutlar, Boşnaklar, Gürcüler,
Pomaklar, Kabartaylar, Dağistanlılar ve Lazlar önemli topluluklar
oluşturmaktadır, İngilizlerin, Halifecilerin yanı sıra Yunanlılar da Çerkez ve
Abazalar üzerinde önemle durmakta, bunlara sürekli olarak, Rumlarla Kafkasyalıların
kardeş ırklar olduklarını ve Türklere düşmanlık etmek gerektiği görüşünü
aşılamaya çalışmaktadırlar, İngiliz parası, Padişah ve halifenin işbirlikçi
tutumu yüzünden tebaasını işbirlikçiliğe itmesi de, yöre halkını, özellikle
yüzyıllardan beri saraya cariye sunmuş ve böylece Osmanoğullarıyla akrabalık
bağları kurdukları inancını kazanmış olan Abaza ve Çerkezleri, Padişah
buyruğuna karşı çıkan Kuvayı Milliyecilere karşı düşman etmektedir.
İşte
böyle bir ortamda Ahmet Anzavur, İstanbul'dan aldığı buyruklar doğrultusunda l
Ekim 1919'da Gönen ve Manyas yörelerini dolaşmaya, buralarda Kuvayı Milliye
aleyhine konuşmalar yapıp örgüt kurmaya başlamıştır, ilk iş olarak, Eşkiya
Kadir diye tanınan Hacı Yakup ile anlaştı. 2 Kasım'da Susurluk'a geçti,
Balıkesir'deki Milli Hareketin, Padişaha isyan olduğunu, bunu bastıracağını
söyledi. Orduya bağlı askerlerin evlerine dönmesi gerektiği propagandasını
yaptı.
Bu
arada yöredeki Şah İsmail ve Davut Çeteleri de, Aznavur çeteleri dışında Ulusal
Direniş örgütlerine karşı çalışmalar yapıyordu. Bunlara karşı, Yarbay Rahmi Bey
komutasında 174. Alay Bursa'dan Karacabey'e gönderildi ve orada Şah İsmail
Çetesi ile çatışmaya tutuştu. Anzavur ise bu arada, Bandırma Yolu'nda düzenli
ordunun bir birliğini dağıtıyor ve bölgede kendisinin egemen olduğunu
göstermeye çalışıyordu.
Edremit
Kaymakamı, Köprülülü Hamdi Bey komutasındaki bir müfreze ile Manyas'a gelip,
Anzavur ile görüştü ve onu yatıştırmaya çalıştı, Balıkesir'deki 61. Tümen
Komutanı Kazım Bey'e (Özalp) de Anzavur'u yatıştırdığı bilgisini verdi. Oysa,
Anzavur Hamdi Bey'e oyun oynamıştı. Zira örgütlenme çalışmalarına devam
ediyordu. Nitekim, Şah İsmail'den sonra, Kirmastılı Zafer adında bir başkasını
da yetmiş adamı ile kendi gücüne kattı ve 300 süvari ile Susurluk'a gelip,
Balıkesir'deki herkesi asıp keseceği tehditlerini savurdu.
Bu
sırada, Kolordu Komutanı Yusuf İzzet Paşa'nın Balıkesir'de bulunmaması ve
İstanbul Hükümeti buyruklarından da dışarı çıkmak istememesi, Anzavur'u daha da
güçlendiriyordu. Ne var ki, doğrudan Ankara'dan, Heyeti Temsiliye'den komuta
alan Miralay Kâzım Bey, 15 Kasım'da Balıkesir'den Demirkapı'ya gelince, 3 erin
ölmesine karşılık Anzavur, on ölü verip geriye kaçtı ama bu arada da yolda
rastladığı küçük bir askeri müfrezeyi dağıttı.
Bunun
üzerine Salihli Cephesi'nde bulunan Çerkez Ethem Bey Anzavur'un üstüne
gönderildi. 150 atlı ile bölgeye gelen Çerkez Ethem acımasız bir biçimde
Anzavur'un üstüne yürüyünce, Anzavur 3 Aralıkta, yanında ancak yedi kişi olduğu
halde Sultançayırı'na kaçtı ve buradan da kayıplara karıştı. Böylece, l Ekim -
25 Kasım arasındaki Anzavur ayaklanması bitmiş sayıldı.
EDREMİT KAYMAKAMI HAMDİ BEYİN ŞEHADETİ
Eski
Edremit Kaymakamı, Köprülülü Hnmdi Bey, Yunan İşgaline karşı Ayvalık
Cephesinde, Ali Çetiınkaya'nın emrindeki alayla Yunanlılarla savaşması
döneminde, askeri birlikleri kendi emrindeki milislerle desteklemişti. Ne var
ki, biri sivil öteki asker iki komutan arasında anlaşmazlık çıktığında,
Balıkesir'deki Tümen Komutanlığı Hamdi Bey'i Balıkesir merkezine çağırmıştı.
Çok
gözü pek ve yiğit biri olan Hamdi Bey, daha sonra Gönen yöresinde, Dramalı Rıza
Bey ve Rumelililerle birlikte bir Kuvayı Milliye çetesi oluşturmuş ve 26/27
Ocak 1920 tarihinde, Trakya bölgesinde, Marmara Denizi kıyısındaki Fransız
denetimindeki Akbaş Cephaneliği'ni basarak buradaki tüm silah ve cephaneyi çok
başarılı bir biçimde Anadolu yakasına kaçırmıştı. Biga yakınında Yenice'ye
getirilen bu silah ve cephane, Ankara'ya gönderilecekti. Sağlanan başarı, çok
büyük bir başarı idi.
O
günlerde, Kuva-yı Milliyecilerle birlikteymiş gibi görünen Kara Ahmet adında
bir eşkiya reisi, Biga yöresinde soygunları ve zulmüyle ün kazanmıştı. Hamdi
Bey, bu eşkiyanın başına buyruk hareketleri ve Kuvayı Milliye'ye söz
getirmesine daha fazla müsade edemeyeceği için günün birinde bunu ve adamlarını
tutuklatıp, Biga hapishanesine tıktı. Ancak, Pomak olan Kara Ahmet'in
tutuklanması, Gavur İmam adlı bir başka Pomak eşkiya reisinin, Şah İsmail ile
birleşip Biga'yı basmasına yol açtı.
Hamdi
Bey'in yakın arkadaşlarından Kâni Bey, Biga'nın ve hapishanenin korunmasına
memurdu. Eşkiyanın, Kara Ahmet çetesini kurtaracağını görünce, bunları makinalı
tüfek ateşiyle öldürdü ve üzerine saldıran öteki eşkiya çeteleriyle çarpışa
çarpışa şehit düştü. Bu arada yöredeki Pomaklar intikam için Biga'da Jandarma
Yüzbaşısı İsmail Hakkı ve hasta olduğu için karakolda yatıp kalkan iki jandarma
erini soyup bıçaklarla parçaladılar. Besim adındaki bir teğmen ise, tesadüfen
nüfuzlu bir Çerkez tarafından ölümden kurtarıldı. Baskının ertesi günü Anzavur,
17 Şubat'ta Biga'da göründü. Bu arada Karabiga'yı da basan asiler, buradaki
Topçu Tabur Komutanı Binbaşı Kâzım'ın kaçması üzerine, toplara da el koydular.
Hamdi Bey bu arada Biga'dan kaçmaya muvaffak olmuş, ancak Avonya bucağında
Eminoba köyüne gelmişti ki, tanındı ve yakalanıp elleri bağlanarak,
sürüklenerek Biga'ya götürüldü, parçalanarak şehit edildi ve cesedi Belediye
bahçesine atıldı.
Anzavur
bu arada, Yenice'ye gidip, Hamdi Bey'in en yakın arkadaşı, Balkan Dağları'nda
çetecilikten yetişmiş Dramalı Rıza Bey'i de ortadan kaldırmak istedi. Dramalı,
Yenice'yi sonuna kadar savunduysa da, sonunda cephaneliği ateşe verip kaçmak
zorunda kaldı.
Bu
arada, binbir kahramanlık ve güçlükle kaçırılmış Akbaş Cephaneliği'ndeki silah
ve cephanelerin düşman eline geçmesi, Ankara'da büyük bir tepki doğururken,
Biga Müftüsü Abdülaziz Efendi ve Mehmet Rüştü Bey gibi şehrin ileri gelenleri,
Ankara ve İstanbul'a telgraflar çekip, olup bitenlerden Kuvayı Milliye'nin
sorumlu olduğunu, Anzavur'un bu işlerde hiçbir günahı olmadığını
savunuyorlardı.
Anzavur'un
üstüne gönderilen düzenli birlikler, çok yerde bozguna uğradı, Anzavur'la
birlikte hareket eden Şah İsmail, Gavur İmam, Kürt Mehmet Çavuş çeteleri,
ortalığı kasıp kavurdu. Bu arada Anzavur, bir keresinde zor duruma da düşürüldü
ama, Kolordu Komutanı Yusuf İzzet Paşa, işi ucundan tuttu. Ancak Anzavur'un
Keçidereli iki adamı ile yaveri Canbolat Hasan yakalandılar. Bunlar da kaçmak
isterken vurulup öldürüldüler. Buna karşılık, Anzavur da Göneni bastı, takip
müfrezesi komutanı Yarbay Rahmi Bey ve birkaç subayı daha öldürdü (128).
Ayrıca, Gönen Müftüsü Şevket Efendi, Müdafai Hukuk Reisi Hüseyin Bey, Rami Bey,
Gazi Mihal Bey torunu Mehmet Bey de Anzavur eşkiyasınca şehit edildiler.
Bandırma'daki karargâhında rahatsız olan Yusuf İzzet Paşa ise, karargâhını Bursa'ya
taşıdı. Hiçbir ciddi mukavemet göstermedi. Buna karşılık Anzavur Gönen'den
sonra Karacabey ve Bandırma'yı da ele geçirdi, Balıkesir ve Bursa'yı tehdide
başladı.
Yöre
neredeyse tümden elden çıkmak üzereydi. Ankara'nın buyruğu ile Danişment İsmail
Efe, Keçecizade Hafız Emin Bey, Balıkesir Merkez Komutanı Binbaşı Salim Bey
müfrezeleri, yeniden Salihli Cephesi'nden çağrılan Çerkez Ethem Bey emrine
verilerek Anzavur'un üzerine gönderildiler. 10 Nisan 1920'de Ethem Bey
komutasındaki Kuvayı Milliye birlikleri, Susurluk Kuzeyinde Yahya Köyü'nde
Anzavur kuvvetlerini dağıttılar, Anzavur. Karabiga yoluyla İstanbul'a kaçtı. Bu
arada Gavur İmam kuvvetleri de Balıkesir'e saldırmaya giderken Parti Pehlivan,
Kako Mehmet, Mehmet Ali Çavuş komutasındaki Kuvayı Milliye çeteleriyle
çatıştılar. Kako Mehmet ve Mehmet Ali Çavuş şehit oldular ama. Gavur İmam
Çetesi de dağıldı ve böylece, Anzavur-Gavur İmam gaileleri sona erdi.
Tam bir
hain olan Anzavur Ahmet Paşa İstanbul'a kaçtıktan sonra Padişah tarafından
yaptıklarına mükafat olarak İzmit Mutasarrıflığına atandı ve kendisine
mirimiranlık rütbesi verildi. Burada, Kuvayı Tedibiye Kumandanı adıyla, Hilafet
Ordusu ardından yeniden girişimlerde bulunduysa da bir kere daha bozguna
uğradı. Yeniden memleketine, Biga'ya döndü ve 1921 yılı Mayıs ayında
Karabiga'nın Adliye köyü civarında Yeniçiftlik köyünden Mehmet Efe tarafından
öldürüldü.
İstanbul'da
İngilizlerin Meclisi basması, Padişahlığın son hükümranlık kalıntısı yönetimini
de kukla haline getirmesinin ardından, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin
Ankara'da toplantıya çağrılması, İstanbul'daki işbirlikçi ve hainleri iyice
telaşa düşürdü.
Marmara
Bölgesinde, İkinci Anzavur ayaklanması sürerken, 13 Nisan'da Düzce'de bir başka
ayaklanma başlatıldı. Başlangıçta, bölgedeki eşkiya ve etnik gruplar arasındaki
çıkar çatışmalarından çıkmış gibi görünen bir çatışma, Talaştan Bey, Çerkez
Bekir Bey, Beslan Bey, Hasan Çavuş gibi İstanbul hükümetinin talimatıyla
hareket eden kişilerce kışkırtılan halkın ve eşkiyanın Kuvayı Milliye aleyhine
bir tutum takınmasına yol açtı. 13 Nisan 1920'de bir kandırılmış grup,
hapishanedeki eşkiyayı kurtarmak gerekçesiyle Düzce'yi bastı. Direnen süvari
teğmeni Ruhsar şehit edildi, süvari Yüzbaşısı Avni yaralandı. Şehre giren asiler,
ceza mahkemesi başkanıyla jandarma bölük komutanını da öldürdüler. Yüzbaşı Fuat
yaralandı. Bu asilerin elebaşıları Berzek Sefer, Vehap Bey, Çerkez Koç Bey,
Maan Ali Bey ki bunların son ikisi emekli jandarma yüzbaşısı ve
binbaşısıydılar, Bolu Mutasarrıfı Haydar Bey'i Düzce'ye çağırdılar. Ankara'dan
müsaade alan Mutasarrıf Düzce'ye vardığında, hemen tutuklandı. Ancak,
Ankara’da, bu arada önlemler almaya başladı. Bolu geçidini tuttu. Binbaşı Çolak
İbrahim 60 kişilik müfrezesiyle, Yarbay Ayıcı Arif Karakeçili Milli
Müfrezesi'yle, Çerkez Ethem Bey, Kuvve-i Seyyare'siyle olay yerine
gönderildiler. Yarbay Mahmut Bey da 24. Tümen'den elde kalan askerlerle
Adapazarı'ndan doğru yola çıkarıldı.
Ancak,
kendisi de Çerkez olan Yarbay Mahmut Bey, Hendek köprüsü başında, karşısındaki
Çerkezlerce aldatıldı ve pusuya düşürülüp yedek teğmen Muhsin'le birlikte şehit
edildi. Tümen askerlerinin de silahları ellerinden alındı. Tümen dağıldı.
Hüsrev
Gerede başkanlığında bir nasihat heyeti, Bolu'ya, gönderilmişti, onlar da orada
tutuklandılar. 14 Nisan'da Beypazarı, 20 Nisan'da Gerede de ayaklanmacılara
katıldı. 18 Nisan'da da 24. Tümen dağıldı. Adapazarı'ndan yola çıkarılan Sait
Bey ve Kâzım Bey'den oluşan bir nasihat heyeti ise. Budaklar köyünde isyancılar
tarafından şehit edildiler. Bu arada, Kuşcubaşı Eşref Bey ve Rauf Bey
Kandıradan Ankara ile ilişki kurmuş ve hemen Geyve Boğazı'nı tutma emrini
almışlardı. Bu arada, İstanbul'dan kaçırılan araba yükü cephane ile Bulgar
Sadık adıyla tanınan bir çeteci daha Çolak İbrahim Müfrezesi'ne katıldı. Bu
cephaneler, Maltepe Atış okulundan alınmıştı. 25 Nisan'da, Taraklı da asiler
eline geçince Çolak İbrahim Bey'le Mudanyalı Yüzbaşı Vasfi 29 kişilik bir
müfrezeyle ve iki makinalı tüfekle Taraklı üzerine gittiler. Kuşcubaşı Eşref de
31 kişilik bir müfrezeyle Geyve savunması için geride bırakıldı. Taraklıdan
kaçan asiler, sonradan buraya yeniden saldırdılar ama 42 ölü verdikten sonra
yüzgeri ettiler. Çolak İbrahim Bey müfrezesi de burada toparlanıp Göynük ve ardından
Mudurnu'ya girdi. Bu arada Pirlepeli Hamdi ve Dava vekili İsmail Hakkı Bey'ler
de 200 Rumelili Milisle Çolak İbrahim Bey kuvvetlerine katıldılar. 12-15 Mayıs
günleri arasında asiler Mudurnu'ya saldırdılarsa da yüz kadar ölü verip geri
çekilmek zorunda kaldılar. Bu arada Nallıhan'dan yola çıkan Binbaşı Nazım Bey
komutasındaki 250 kadar zeybek ve zayıf bir askeri birlik yetişti, Mudurnu
savunması berkitildi ama, bu arada 16 Mayıs'ta asiler Göynük'ü bastı,
hapishaneyi boşaltıp memur evlerini yağma ettiler. Başlangıçta, kendileriyle
bir olan Makinalı Tüfek Teğmeni İsmail, bunların yağmacılığına karşı çıkınca
hemen oracıkta asi arkadaşlarınca öldürüldü. Bu arada Albay Refet ve Ayıcı Arif
Bey kuvvetleri yetişti, Çerkez Ethem Kuvvetleri ise Düzce'ye girdi.
Ne var ki, hıyanet yarışı devam ediyordu.
Tam
Düzce isyanı bastırıldı derken bu kere Beypazarı Ayaklanması başgösterdi.
Zonguldak'tan da İstanbul'da Padişaha sadakat ve Kuvayı Milliye'ye karşı
olunduğu yolunda, telgraflar çekildi. Ankara, Beypazarı’na, Binbaşı Şerafettin
komutasında 80 kişilik bir kuvvet, gönderdi. Ancak bu birlik ateşle karşılandı,
kasabaya giremedi. Bu sırada Nallıhan da ayaklanmaya katıldı. Safranbolu halkı
da 23 Nisan'da, yani tam Ankara'da Meclisin ilk toplantısını yaptığı gün, «Biz Padişahı
isteriz, Ankara Meclisini tanımayız» diye ayaklandı. Gerede de ayaklanmaya
katıldı.
Ayıcı
Arif Bey ve Karakeçili müfrezesi 25 Nisanda Beypazarı'na girdi, ele geçirdiği
asileri asarak, düzeni sağladı. Aynı gün Nallıhan'a gitmesi emredildi. Bu arada
Nallıhan'da asiler, Kadı Ahmet Hamdi Efendi'yi ilçe kaymakamı atamışlar,
Nallıhan Müftüsü ise ilçeden kaçarak Kuvayı Milliye saflarına katılmıştı. Ayıcı
Arif şiddetle Nallıhan'a geldi ve girdi ama, asiler kaçtılar. Arif Bey burada
durmadan, fesat ocağı sayılan Çarşamba köyüne girdi ve eline geçirdiği elli
kadar asiyi ya vurdu ya da astı.
Ülkenin
dört bir köşesinde fesat kazanları kaynıyordu. Kastamonu Valisi Cemal Bey,
kendi bölgesinde de kıpırdanmalar başladığını Ankara'ya bildirdi. Ankara'dan
Hıyaneti Vataniye Kanunu çıkartıldığı, hemen bunun uygulamaya geçirilmesi
emrini aldı.
Düzce
isyancılarından Hacı Hamdi, çetesiyle Seçilen köyü yöresinde askeri birliklerle
bir çarpışmaya girdi. Çarşamba köyündeki çatışmada canını güç kurtaranlardan
Sadık Hoca, Bolu'ya gidip af dileyelim dedilerse de Hacı Hamdi bunları
dinlemedi ve vaktiyle Bolu'dan lokantacılık yapan Kalender Ahmet adındaki eski
bir topçu çavuşunu Hendek'te dağılan tümenden ele geçirilmiş toplardan birinin
başına geçirdi. Çerkez Yar adındaki bir eşkiyayı da takım komutanı yaptı ve
asiler bu topla üç mermi savurdular. Bereket, top bundan sonra bozuldu ve
askeri birlikler saldırılarını sürdürdü, top başındaki on beş eşkiya hemen
oracıkta öldürüldü. Kalender Ahmet ise kamasıyla birlikte kaçtı ve Yozgat köyüne
sığındı. Karakeçili Müfrezesi ise Bolu'ya doğru yürüdü. Bu arada. Bolu'dan Hoca
Süreyya diye biri gelip, halkı ayaklanmaya itenlerin eski mebus Abdülvehap,
Boyacıoğlu Hacı Hamdi, Hacı Emin, Çubukçuoğlu Sabri, Mengenli Avukat Nuri ve
Müftü Ahmet olduklarını, isyana da Bolu Mutasarrıfı Haydar Bey'in
idaresizliğinin neden olduğunu söyledi.
Ayıcı
Arif Bey, asilerin Bolu üzerine yeniden ilerleyeceklerini kestirdiğinden, şehre
girmedi ve başı boş olarak orada bulunan 32. Kafkas Piyade Alayı'nın başına,
Binbaşı İhsan'ı bırakarak öteki isyan bölgelerine doğru hareket etti. Ne var
ki, 2 Mayıs'ta asiler Bolu üstüne yeniden geldiler, Binbaşı İhsan önlemler
almıştı ama asilerce vurulup yaralandı, sonra da Çarşambalı Kara Ali adında
biri tarafından öldürüldü. Sonra Bolu'ya giren askerler bazı erleri de
öldürdüler, Abdülkadir adında genç bir subayı da ağır yaraladılar. Sonra da
boynuna ip dolayıp, sokaklarda çeke çeke öldürdüler. Bu arada da, «Şeyhülislâm
fetvasını yerine getirdiklerini» söylediler, İstanbul'daki Şeyhülislâm
Dürrizade, Kuvayı Milliyecilerin asi ve şaki oldukları, bunları öldürmenin caiz
olduğu yolunda fetva vermiş ve bu fetva tüm ayaklanma bölgelerine
dağıtılmıştı... 4 Mayıs'ta Ayıcı Arif Bey müfrezesiyle asilerin üstüne gittiyse
de başarı sağlayamadı ve Kızılcahamam üstüne çekildi.
Çerkeş'ten
Gerede üzerine sevkedilen Binbaşı Vasfi komutasındaki 58. Alay, 260 mevcuduyla
tedbirsiz olarak Gerede'ye girdiğinde birden yaylım ateşine tutuldu ve Binbaşı,
ancak 85 eriyle geriye kaçabildi. 11 Mayıs gecesi ise Ayıcı Arif, Kızılcahamam
yöresindeki çadırlı karargâhında, gece kendi müfrezesinden biri tarafından
öldürüldü ve Karakeçili Milli Alayı da dağıldı gitti. Bu üst üste gelen yenilgi
ve dağılmaların ardından Binbaşı Rüştü Komutasında 400 er ve 4 makinalı tüfekli
bir birlik Gerede üzerine gönderildi. Bu birlik de kesin bir direnişle
karşılaştı, birlik erlerinden bir kısmı asilere katıldı ve Binbaşı Rüştü ancak
89 erle geri dönebildi.
Bu
arada, Kuvayı Milliye Komutanı Ali Fuat (Cebesoy), Geyve'de Kurmay Başkanı Binbaşı
Saffet Bey (Arıkan) ile İzmit Mebusu Fuat Bey'in (Carım) yardımıyla çalışıyordu
ama yapabileceği pek fazla birşey yoktu. Mustafa Kemal Paşa'dan Ankara'ya
dönmek buyruğunu aldı ve döndü. Dönerken de, Çerkez Ethem Bey'i Düzce ve Bolu
asilerini tenkil komutanı atadı. Bursa üzerinden Anzavur çetesini tenkil etmiş
olarak gelen Çerkez Ethem Bey'in Kuvve-i Seyyare'si yanı sıra, Eskişehir
Albayrak müfrezesi, Konya'nın Arnavut Müfrezesi, Rauf Bey komutasındaki Şark
Milli Müfrezesi, Yüzbaşı Dayı Mesut Bey komutasındaki Demir, Ömer, Süleyman
Kaptan çeteleri ve Bolvadin Atlıları, Bilecik Kuvayı Milliyesi ve çevredeki
öteki tüm milis kuvvetleri ile Miralay Refet Bey kuvvetleri, Düzce isyancıları
üzerine gönderildi.
Ethem
Bey, Geyve'den Adapazarı’na giderken, bir yerde kazara bir silah patlasa o köyü
kökünden yakarak ve erkeklerini asarak bir tufan gibi geçti. Düzce asileri
dehşete düştüler ve ellerinde rehin tuttukları Trabzon mebusu Hüsrev (Gerede)
ve Osman Beyleri Mudurnu'ya Refet Bey'e gönderip aman dileyip aracı olmasını
istediler. Mudurnu'dan Ankara'ya telgraf çekildi, aman dilendi, isyanın
elebaşısı Berzek Sefer Bey'in ikna edilebileceği, daha fazla kan dökülmeden
ayaklanmanın yatıştırılacağı ileri sürüldü. Ancak bu kez de Ankara'da Genel
Kurmay Başkanı İsmet Bey (İnönü), «Düzceye silah kuvvetiyle girilmelidir.
Asilerin dehaleti samimi değildir, eli kana boyanmamış birkaç kişiyi affederiz
ama şehit olan komutan ve erlerimizin hesabını soracağız» diye cevap verdi.
Ethem Bey ve Refet Bey kuvvetleri hiçbir direnmeyle karşılaşmadan Düzce'ye
girdiler.
Kuvve-i
Tedibiye, elebaşılardan ele geçen Koç Bey ve Abdülvehab'ı hemen o gün astırdı.
İstanbul'dan dokuz subayla birlikte isyan yönetmek için gelmişken Akçakoca'ya
kaçan Erkanıharp Kaymakamı Hayri Bey yakalanıp Düzce'ye getirildi ve o da
asıldı.
Albay
Refet Bey kuvvetlerinden Binbaşı Nazım Bey'in komutasındaki bir birlik 27
Mayıs'ta Bolu'ya girdi. Burda da çatışma olmadı. Ancak asiler, beklenmedik bir
yerde, Mudurnu'da kalmış olan Çolak İbrahim Bey müfrezesini sardılar. Bunu
haber alan Binbaşı Nazım Bey beraberindeki zeybeklerden Postlu Mestan Efe,
Yeğenlili Deli İsmail, Adagideli Mustafa, Bozdoğanlı Mehmet Karaerkek, İzmirli
İsmail, Şartlı Deli Mustafa, Çamaşır Hamamlı Mehmet ve Kurucuovalı Mustafa adlı
fedaileri gece gizlice Mudurnu'ya gönderdi.
Ardından
da 50 zeybekle kendisi yetişti, iki ateş arasında kalan asiler dağıtıldı.
Bundan sonra Binbaşı Nazım 31 Mayıs'ta Gerede'yi bastı, Abazalar daha önceden
çekildiğinden, yerli asiler çok dayanamadı, bunların eline geçmiş dört makinalı
tüfek geri alındı, eşkiya ileri gelenleri asıldı. Böylece de. tam TBMM'nin
Ankara'da toplanması arifesinde Ankara'yı nerdeyse dört bir yandan sarmış olan
bir yangın kan ve ateşle, pek çok da kurban verilerek bastırılmış oldu. Bu
Birinci Düzce ayaklanması 13 Nisan - 31 Mayıs 1920 tarihleri arasında birbuçuk
aydan çok sürdü.
Ülke,
yerel ayaklanmalarla kaynarken, İstanbul'daki hainler Vahidettin ve Damat
Ferit, Kuvayı Milliye'yi boğmak için yeni bir hainlik daha plânladılar. Bu,
Kuvayı Milliye'ye karşı, Hilafet Ordusu da denen Kuvayı İnzibatiye'nin
kurulmasıydı.
İstanbul'daki
Damat Ferit Hükümeti, 18 Nisan 1920'de, Şeyhülislâm Dürrizade'nin, Anadolu'daki
Kuvayı Milliyeci ve Ulusal Direnişçi Komutan ve önde gelen liderlerin
öldürülmelerinin şer'an caiz olduğu, Kuvayı Bagiye dedikleri Kuvayı Milliye'ye
karşı savaşırken ölenlerin şehit, savaşanların da gazi sayılacakları yolundaki
fetvasından yola çıkarak Kuvayı İnzibatiye birliklerinin kurulmasını
kararlaştırdı.
Bu
birliğin başına da, ordu komutanı yetkileri ile Süleyman Şefik Paşa, Kurmay
Başkanlığına da, Bağdat'ta Redif Fırkası komutanlığı yapmış Erkanıharp Miralayı
Refik (Yaltkaya) getirildi.
Kuvayı
İnzibatiye'nin oluşturulan ilk alayının başına Binbaşı Hasan Tevfik atandı. Bu
alay, İzmit'in güneydoğusunda karargâh kurdu. Kuvayı İnzibatiye adına 54 subay
ve 790 er toplandı. Sonradan subay sayısı Kuvayı İnzibatiye'de 94'e yükseldi.
Kuvayı
İnzibatiye'nin ikinci alayının başına ise, ordudan kovulma Çerkez Bekir Bey
getirildi. Ordu Komuta karargâhı da İzmit limanında demirli, toplarının kaması
alınmış Yavuz Zırhlısı oldu.
Miralay
İbrahim adında bir işbirlikçi ile İzmit'e Kuvayı İnzibatiye'ye 55 bin lira
gönderildi. Aynı günlerde Mirimiran rütbesiyle Ahmet Anzavur İzmit'e mutasarrıf
atandı ve Kuvayı İnzibatiyeyi desteklemesi istendi, İzmit'e gelip Yavuz
Zırhlısı'ndaki karargâhında Kuvayı İnzibatiye Başkomutanı Süleyman Şefik Paşa
ile görüştü. Ancak bu görüşmede işbirlikçi iki paşa pek anlaşamadılar. Anzavur,
bağıra çağıra Süleyman Şefik Paşa'dan 15 bin lira, 2000 tüfek 600 sandık
cephane alıp Adapazarına gitti. Böylece de Kuvayı İnzibatiye'ye kimin gerçek
komutan olduğu bir sorun olmaya başladı. Bir süre sonra, Süleyman Şefik Paşa
Yavuz Zırhlısının kamaralarını bırakıp İstanbul'a döndü. O dönünce kurmay
heyeti işgalci İngilizlerce gemiden çıkartıldı.
Anzavur,
Çerkez Şirin Bey diye biriyle birlikte eldeki derleme paralı askerleriyle 10
Mayıs'ta Adapazarını ve 13 Mayıs'ta da Kandıra'yı işgal etti. Yöreyi savunan
Kuvayı Milliye müfrezesinin başındaki Dayı Mesut Bey Adapazarı'nın kuzeyine
çekilmek zorunda kaldı. Anzavur birlikleri ise 15 Mayıs'ta Geyve'ye saldırdı.
Ancak birlikleri bozuldu ve geri çekildi. Fakat 17 Mayıs'ta bir kez daha
saldırdı. Bu baskından önce, Geyve'deki Ali Fuat Paşa kurmay başkanı Binbaşı
Saffet Beyi (Arıkan) yanındaki az bir kuvvetle Değirmendere'ye göndermişti. Bu
yüzden ikinci saldırıda bizzat Ali Fuat Paşa ve yaveri İdris (Cura), birer
makinalı tüfeğin başına geçip çarpışmak zorunda kaldılar. Tam bu sırada Dayı
Mesut ve Demirci Efe Müfrezesinden zeybekler yetişti, Anzavur birlikleri bir
kez daha bozuldu. Anzavur ise, attan düştü ve geri dönmek zorunda kaldı.
Genel
Kurmay Başkanlığı'nın yazdırdığı, resmi Türk İstiklal Harbi tarihinin altıncı
cildinde Rahmi Apak, iç ayaklanmaları anlatırken geri çekilen Anzavur Ahmet
Paşa'nın kendi adamları olan Çerkezlere şu emri verdiğini yazmaktadır:
«Kuvayı
İnzibatiye, Kuvayı Milliye ile muharebeye tutuştukları zaman, Kuvayı
İnzibatiye'yi arkalarından tehdit ve taciz edin» (129).
Öte
yanda, Çerkez Ethem Bey kuvvetleri, Düzce isyanını bastırdıktan sonra,
Adapazarı’na da geldi, buradaki Kuvayı İnzibatiye bölüğünü teslim alıp terhis
etti. Bu bozgundan sonra, İstanbul'daki Damat Ferit'in Harbiye Nazırı, Süleyman
Şefik Paşa'nın yerine Suphi Paşa'yı. Anzavur'un yerine de Erkanıharp Kaymakamı
Senai'yi kolordu komutanı yetkisiyle İzmit ve Havalisi komutanı atamıştı.
Ancak, bu arada parayla toplanmış olan bu birliklerden sürekli firarlar oluyor
ve kaçanlardan birçoğu ulusal güçlere katılıyordu. Bu garip ordu, 14 Haziran
1920 tarihinde, bir tümen olarak İzmit'ten harekete geçti, öncü olarak,
Makinalı Tüfek Üsteğmeni Tarık Mümtaz (Göztepe) komutasında bir Boşnak ve bir
de Çerkez çetesi tümen gücünde varsayılan bu birliğin başında yürüyordu.
Kaymakam
Ragıp adında, emekli iken alay komutanı atanmış biri, sonradan ele geçirilen
bir raporunda, komutanı olduğu üçüncü Kuvayı İnzibatiye alayının başına, eski
komutan Kaymakam Selim'in istifası üzerine getirildiğini, birlikte kimsenin
emir dinlemediğini, perişan olduklarını yazıyordu. Birinci Tabur Komutanı,
Yüzbaşı Yusuf İzzet adındaki Kuvayı İnzibatiye mensubu işbirlikçi subay ise,
raporunda, Kuvayı Milliye karşısında birliklerinin nasıl bozguna uğradığını
uzun uzun ve üzüntü ile anlattıktan sonra, birliğinden canla başla hizmet
edenlerin sadece, Mülazım Nejat, Mülazım Ali, Mülazımısâni Mustafa, 2. Bölük
Çavuşları Şevket, Osman, Hüseyin olduklarını, geri kalanlarının ne yaptığını
bilmediğini belirtiyordu. Aynı tabur komutanı, Birinci Bölük Komutanı Yüzbaşı
Mehmet ile yardımcısı Mülazım Mustafa'nın kendisini ve emirlerindeki bölüğü
aldattıklarını ve «asilere iltihak ettiklerini» rapor ediyordu.
Kuvayı
İnzibatiye'nin İkinci Alay Komutanı Binbaşı Mustafa’da raporunda, Kuvayı
Milliye Birliklerine nasıl saldırıp yüzgeri ettiklerini anlatırken, kaçıp
İzmit'e sığınmak istediklerinde İngilizlerin kendisini şehre sokmadığını,
ellerinden silahlarını aldığını ve ondan sonra da âdeta tutuklu gibi İstanbul'a
havale edildiklerini yazıyordu.
Kuvayı
İnzibatiye'nin bu fiyaskosundan sonra 25 Haziran 1920'de Harbiye Nazır Vekili
Ferik Ahmet Paşa, Kuvayı İnzibatiye'nin lağvedildiğini ve erleriyle
subaylarının terhis edilmeleri emrini veriyordu.
Ne var
ki İstanbul Hükümetlerinin, ne utanmaları ne de rezilliklerinden ders alma
alışkanlıkları vardı. Kuvayı İnzibatiye'yi lağvedecek İstanbul Hükümeti bu
karardan kısa bir süre önce kağıt üzerinde ve İstanbul'dan dışarı çıkamayacak
ama karargâhı İzmit'te olan bir Olağanüstü Anadolu Genel Müfettişliği makamı
icat etmiş ve bunun başına da, emekli bir Mareşali, Müşir Zeki Paşa'yı
atamıştı. 28 Nisan 1920 tarihli bu kararnameye göre, Anadolu'daki tüm askeri
birliklerin komutasını üstüne alacak bu genel müfettişin kurmay başkanlığına
Erkanıharp Miralayı Mahmut (Beliğ) getiriliyordu.
Aynı
günlerde, Safranbolu'dan Müttehit Gönüllüler Komutanı imzasıyla İstanbul'a
telgraf çeken Dayızade Hacı İbrahim adında bir hain de, «İnebolu'ya asker
gönderin, Kastamonu'yu işgal edin, Mustafa Kemal'i tevkif edin» diyor, Süvari
Binbaşısı Fehmi adında bir başkası da İzmit'teki Müfettişi Umumilik ile Kuvayı
İnzibatiye arasındaki irtibat subaylığına getiriliyordu.
Ankara
çevresindeki ayaklanmalar halkasına katılan bir halka da Yozgat'tadır. 15 Mayıs
1920'de patlak verir. Aynı günlerde bir ayaklanma da Zile'de ortaya çıkar.
Yozgat
Ayaklanması, Ankara yönetimini ve Heyeti Temsiliye'yi tanımak istemeyen Yozgat
Mutasarrıfı Necip Bey'in 20 Ekim'de görevden uzaklaştırılması, Yozgat Hürriyet
ve İtilâf Fırkası Reisi Çapanoğlu Edip ve kardeşi Çapanoğlu Celal Bey'lerin
Ankara'da Meclis toplanmasını padişaha isyan saymalarıyla ortaya çıkar.
14
Mayıs'ta Çapanoğulları Yozgat'ta bir at yarışı düzenlerler. Bu yarışa, kendi
kafadarları, Kuzgunlu Hacı Bekir, Zile Solucanlıdan Musa, Osmaniye'den Meşeci
İdris, Hüseyinabatlı Halit, Komiser Muavini Ziya, Çapanoğulların damadı,
Çayırözü köyünden Hoca Ömer'i çağırır, yarıştan sonra konaklarında akşam
yemeğine alıkoyarlar. Bu yemekte, ayaklanmanın ilk kararları alınır ve plânı
yapılır.
Öte
yandan, Erzurumlu eski nahiye müdürlerinden, posta ihalesi aldığı için Postacı
diye tanınan, posta idaresinin paralarını yiyip Sivas Yıldızeli köylerine
sığınmış Postacı Nazım, Kara Mustafa, Katil Salih Yıldızeli Kiremitli köyü
Çerkezlerinin nahiye müdürü ile anlaşmazlığını bahane edip, Düzce ve Bolu
ayaklanmacılarından olup buralara sığınmış olanları da bir araya getirip bir
Halife Ordusu oluşturur ve Yozgat Beyleri Çapanoğulları'yla ilişki kurarlar,
ilk ayaklanmayı da bunlar başlatırlar. Yıldızeli'ndeki tabura saldırıp, pusuya
düşürdükleri askerlarin elinden üç makineli tüfek alırlar; Çamlıbel'de bir
askeri müfrezeyi daha pusuya düşürürler. Baskıncılar arasındaki, Pülümürlü
Salih ile Çerçel Safer askerlerce teşhis edilir.
Kılıç
Ali 40 kişilik Müfrezesiyle, Antep'ten bu ayaklanmacıların üstüne yollanır.
Çapanoğlu Halit ve Çapanoğlu Ziya da bu arada bu ayaklanmacılara katılırlar.
Çapanoğlu Salih, eniştesi Mahmut ve gene Çapanoğullarından Meki, Osman Sekip,
Muhlis, Hafız Şahap, Çapanoğlu Hakkı, Çapanoğlu İhsan, Hayri Paşa oğlu İhsan,
Emekli Yüzbaşı Hakkı, Hüsnü, Fevzi Çamlıbel karakolunu basar, jandarmaları
çoraplarına kadar soyar, Kayadibi bucağını talan ederler, isyan giderek
genişler.
Ankara'nın
elinde, bu ayaklanmayı bastıracak ne asker ne de silah vardır çaresiz gene
Çerkez Ethem Bey'in Kuvve-i Seyyaresine haber verilir. Yanına da usulen
birtakım askeri birliklerle milis güçleri katılır. Çerkez Ethem Bey, Düzce
ayaklanma bölgesinden, Ankara üzerinden Yozgat'a geçer ama, artık onun da yavaş
yavaş havası değişmiştir. «Ben» der de başka birşey demez. Hatta daha da ileri
gidip, Mustafa Kemal Paşa'yı gerekirse Meclis önünde asabileceğinden bile söz
eder. Şımarmıştır... Şımartılmıştır...
Kuvve-i
Seyyarenin o günkü mevcudu «70 subay, 2100 piyade, l.300 hayvan, 4 kudretli dağ
topu, l sahra topu, 8 makineli tüfek»tir (130) .
Çerkez
Ethem Bey kuvvetleri 23 Haziran'da. iki saatlik bir çarpışmadan sonra ayaklanma
merkezi Yozgat'a girerler Ethem Bey'in Raporuna göre «3 şehit ve 9 yaralı
verilmiştir. İki saat kadar muharebe oldu. Ermeniler dahi asilerin ateşine
katılarak askerlerimize karşı silah ve bomba atmak suretiyle bir erin şehit,
sekiz erin mecruh olmasına sebeb olduklarından bu Ermenilerin evlerine ateş
verilmiş ve, birkaç Ermeni evi yakılmıştır» (131).
Çerkez
Ethem Bey, ayaklanma bastırmalarında acımasızdır. Hemen o gün 12 asi asılır ki
bunlar, arasında başlıca iki kişi Şeriye Hakimi Hoca Şahap, Yörükzade
Hüsnü'dür.
Çarpışmada
ölenler arasındaysa Yahya Paşa oğlu Osman'ın cesedi görülür. Çapanoğlu Edip ve
Celal kaçmışlardır. Çerkez Ethem ertesi gün Alaca kasabasını da ele geçirir.
Kaçan Çapanoğlu yandaşlarını Arapseyf boğazında kıstırır ve iyice hırpalar, 300
kadar adam öldürür. Çapanoğlu Edip yaralanır ama gene kaçar.
Bu
arada, Çiftlik Nahiye Müdürü Hüseyin Hüsnü komutasındaki Cafer Bey Müfrezesi,
ayaklanma merkezlerinden Bedirkale köyünü basarak elebaşılardan sayılan
Aynacıoğullarından Rüştü Çullu, Aynacıoğullarından Muhtar, Hancı Halil,
Jandarma Karamahmutoğlu Süleyman ve Bekir Oğlu Süleyman'ın evlerini eşyasıyla
yakıp, aile ve hayvanlarını bucak merkezine getirir. Bu arada asiler de yer yer
zayıf ve dağınık gördükleri müfrezelere saldırır kayıplar verdirirler. Tenkil
harekâtı 27 Ağustos'a kadar sürer. Bu tarihte, 3. Kolordu komutanı Miralay
Selahattin Bey bir bildiri yayınlayıp, «27 elebaşıyı yakalayana veya öldürene
300 liraya kadar mükafat verileceğini» açıklar.
Arananlar
arasında. Aynacıoğlu Rüştü, Postacı Nazım, Kara Mustafa, Fevzi, Küçükağa, Hacı
Hasan, Zalim Çavuş adlı asiler de vardır. Bunların dışında çevrede başka kimse
kalmadığı varsayılmaktadır.
Tenkil
sonunda, aman dileyen ve bağışlanan asilerden 500 kadarı Akdağmadeni Alayı
olarak Yozgat'a getirildiklerinde, bunların içinden 49 kişi, Kuvayı Milliye
emrinde çalışmayız diye kaçıp yeniden ayaklanırlar ki, bunların arasında, Küçükağa,
Deli Hacı Hasan gibi elebaşılar da vardır. Geri kalanların da bir işe
yaramayacakları bu vesile ile anlaşılır. Beri yandan, Küçük Ağa 200, Postacı
Nazım da 300 kişilik yeni çeteler oluşturmuşlardır ve 5 Eylül'de İkinci Yozgat
Ayaklanması başlar. 8 Eylül'de Amasya Tokat arasında Çengelhan basılır, halk
soyulur, Kırşehir'de Nogaykızı köyünde toplanan asilerle Kırşehir Mebusu
Keskinli Rıza Bey müfrezesi çatışmaya girer ama, baş edemez. Çolak İbrahim Bey
müfrezesi, Yozgat'tan Akdağmadeni'ne yollanır, Aynacıoğulları, Katil Mustafa ve
Küçükağa çetelerini dağıtır, Arap diye anılan azılı bir şakiyi de öldürür,
ayrıca Aynacıoğlu çetesinden 17 kişi öldürülür, iki şehit bir yaralı verilir.
Derken Müfreze 6 Ekim'de Zile'ye gelir ve Karakahya oğlu Deli Ömer, Çavdaroğlu
Topal Hafız, 13 Ekim'de Zile'de asılırlar.
18
Ekim'de, asiler Akdağmadeni'ni basar, evleri yakar, kasaları soyarlar ama bu
arada Deli Hacı adındaki eşkiya reisi öldürülür. Milli Müfrezeler yetişir ve
soruşturma yapıp, Yozgat Mebusu Rıza'nın kardeşi Belediye Reisi Şükrü ile on
kişinin daha bu ayaklanma ve baskınla ilgili olduğu saptanır ve bunlar da hemen
oracıkta asılırlar. Böylece, İkinci Yozgat ayaklanması da 5 Eylül'den 30 Aralık
1920'ye kadar sürmüş olur.
Yozgat,
Yıldızeli ayaklanmalarından cesaretlenen ve kendileri de ayaklanmaya hazır olan
Avukat Ali, eski bucak müdürlerinden Naci ve eski mali müdürlerinden İhsan adlı
kişiler, Zile çevresinde 30 kişilik bir kuvvet oluştururlar. Postacı Nazım da
bunlara katılır. Bu arada aftan yararlanan bazı Çerkez beyleri de kasabaya
dönmüştür, bunlar yeniden ayaklanırlar ve kasabadaki Kuvayı Milliyecilerin
evlerini basarlar, Zile'deki az sayıdaki asker Zile kalesine çekilir.
Ankara'nın buyruğu ile hemen bazı kuvvetler arada Erzurum Göçmenleri Milli
Müfrezesi, Erzurumlu Cafer Bey Müfrezesi Zile'yi sararlar. Erzurum Göçmenleri
Milli Müfrezesi, Aziz Bey komutasında üstüne saldıran asilerden 14'ünü öldürür,
31'ini esir alır. 12 Haziran'da Milli Kuvvetler Zile'ye girer. Daha önce de
şehir bombardıman edilir. Unvan Ali adlı eşkiya ileri geleni saklandığı
değirmende vurulup öldürülür. Şeyh Abdüsselam, Aynacıoğullarından Mehmet
çarpışmalarda ölürler. l Temmuz'da da 22 isyancı asılır.
Bu
arada, Turhal'da da bir ayaklanma olur. Hemen burda da sıkıyönetim ilân olunur,
mahkemeler kurulur, Zile'den kaçan Çapanoğlu Halit Bey, Arapseyf karakolunu
basmış, bir jandarmayı öldürmüş altısını da esir almıştır. Onun da peşine
düşülür.
BU LİSTELER BİTMEK TÜKENMEK BİLMEZ
İç
ayaklanmaların listeleri yılan hikâyesi gibi uzar gider. Hemen her taşın
altında bir ihanet yumağı yatmakta, fırsat buldu mu başkaldırmaya
çalışmaktadır.
1920
Haziran'ında, Sevr Anlaşmasına göre Türk toprakları üzerinde bir Ermenistan
kurulacağı sanısına kapılan Kürtler de Güneydoğu'da kıpırdanmaya başlarlar.
Milli Aşireti ileri gelenlerinden, Mahmut, İsmail, Halil, Bahur, Abdurrahman
adlı reisler Güneydeki İngiliz ve Fransızlarla da irtibat kurup Siirt'ten
Tunceli'ye kadarki bölgeyi ele geçirmeye kalkışırlar. 28 Ağustos'ta 2000 silahlı
Viranşehiri basıp, Karakeçi Türk aşireti mensuplarından yakaladıklarını
asarlar, evlerini yakarlar. Üzerlerine çevredeki Türk ve ayaklanmaya katılmayan
başka Kürt aşiretleriyle 13. Kolordunun 5. Tümeni gönderilir. 7 Eylül'de Milli
Aşireti bu baskılar üzerine Suriye'ye kaçar.
Bahtiyar
Aşireti Reisi Cemil Çeto da bu arada bir Kürt hükümeti kurma davası peşindedir.
«Hükümeti ve ciheti askeriyeyi ortadan kaldırmak için Garzan'da bütün
aşiretler birleştik, siz de katılın» diye Reşkotan aşireti Reisi Sabri'ye
bir mektup yazar, hatta tehdit de eder. Ancak, Sabri, «Ecdadım şimdiye kadar
hep hükümetin sayesinde yaşadı ve reislik yaptı, ben de öyle yapacağım» diye
cevap verir. Haydaranlı Aşireti Reisi Hüseyin Paşa ise Mayıs 1920'de
İstanbul'daki Kürt Teali ve Teavün Cemiyeti'nin bildirilerini alıp getirmiş ve
Aynkesr'deki evinde Cemil Çeto'ya vermiştir ki bölgede dağıtılsın. Sonunda
Cemil Çeto, 300 kadar silahlıyla Garzan'da ayaklanır, amacı Ankara Hükümetini
ortadan kaldırmaktır. Ama 20 Mayıs'ta bir tabur tarafından sarıldığında fazla
dayanamaz, dört oğlu ile birlikte 7 Haziran'da teslim olur (132).
Bir de,
Samsun, Trabzon bölgesinde, Pontus Rumları sorunu vardır ki, Anadolu Kurtuluş
Savaşçılarını uğraştırır durur. Eski Pontus Rum Krallığını yeniden kurma hayali
peşindeki yerli Rumlar, Mondros bırakışmasından başlayarak, 1921 yılı sonuna
kadar, Samsun, Çarşamba, Terme, Amasya, Merzifon, Vezirköprü, Ladik,
Gümüşhacıköy, Havza, Tokat, Erbaa bölgelerinde kurdukları Pontus çeteleriyle
yörede 1641 Türk'ü öldürür 223'ünü yaralar 3723 evi yakar, eşya, hayvan, mal,
para gasbederler.
Merzifon'daki
Amerikan Koleji Müdürü Mr. White bu Rumlara elinden gelen her türlü yardımı
yapar. Trabzon Metropoliti Hrisantos, Giresun Belediye Başkanı Konstandidis,
Kaptan Yorgi Paşa'nın oğlu, Samsun Metropolit vekili Eftimos, Başrahip Platon
Matnoz, Pontus Rum Devletinin kurulması hayalinin başlıca tertipçileridir.
Ankara
Hükümeti, Merkez Orduları Komutanlığına atadığı Nureddin Paşa eliyle, Pontus
Rum çetelerini yok etme eylemini aralıksız sürdürmüş, 11.118 vasi Rum'u
çarpışmalarda yok etmiştir. Geri kalanlarıda, Lozan Andlaşmasından sonra
Yunanistan'a gönderilmişlerdir.
Kurtuluş
Savaşının ilerleyen yıllarında da, Anadolu'nun şurasında ya da burasındaki
ayaklanmalar, TBMM'ye karşı direnişler son bulmaz. Örneğin 6 Mart - 17 Haziran
1921 tarihleri arasında Hafik, Zara, İmranlı, Suşehri, Refahiye, Kemah,
Divriği, Kangal yöresindeki Koçgiri aşireti ya da aşiretleri bir ayaklanmaya
girişirler.
Mustafa
Paşa, Alişan Bey, Haydar Bey, Hacı Rasim, Mahmut, İzzet, Kelağaoğlularından
Mehmet Naki İzzet, Hasan Askeri, Kâzım. Alişir adlı aşiret reis ve ileri
gelenleri, Kızıltepeli Kör Rıfat, Karmanlı Nuri gibi daha başka eşkiya
reisleri, Paris'te Ermeni Bogos Paşa ve Kürt Şerif Paşa, İstanbul'da Seyit
Abdülkadir gibi Kürtçülük ve Ermenicilik davası peşinde koşanların da
etkisiyle, Dersim bölgesinde ayaklanırlar. Önce, askeri birliklerce tutsak
edilmiş Deliceli Demirağaoğlu Mahmut'u kurtarmak için girişilmiş bir hareket
gibi görünen ayaklanma, kısa sürede yöreye yayılır, İmranlı'daki Süvari Alayı
komutanı Binbaşı Halis, Teğmen Müştak ve dört er şehit edilir. Bazı subaylar,
yüzlerce asker ve 203 tüfek, 2 makinalı tüfek 135 hayvan asilerin eline geçer.
Çeşitli köyleri ve kasabaları basan isyancılar, katliam ve soygun yaparlar.
Nureddin Paşa kuvvetleri, yukarda adları geçenlerle birlikte ayaklanmaya
katılan ve karışan Ateş, Kasım Oğlu Munzır, İbrahim, Mustafa, Mansur, Seyithan,
Gazi,
Azamet
adlı asi elebaşılarının ardına düşer. Çarpışmalar çekilmeler sonunda 11 Nisan'da
başlayan tenkil harekâtı 17 Haziran'da sona erer. 500 kadar asi ileri geleni
öldürülür. Haydar Bey, aman diler, Alişan ve 32 lider tutsak edilir, içlerinden
asılanlar, sürülenler olur. Bir süre için, Dersim bölgesinde barış sağlanır.
Taa ki, 1925 Şeyh Sait Ayaklanmasına kadar.
Birincisi
güçlükle bastırılan Düzce ayaklanmalarının ikincisi 8 Ağustos-23 Eylül 1920
tarihleri arasında boy gösterir.
Çerkez
Ethem ve Çolak İbrahim Bey kuvvetleri Yozgat Ayaklanmasını bastırmak üzere bölgeden
ayrılmış ve Yunan saldırısı da başlamış askeri birlikler Uşak-Bursa hattına
yollanmıştır. Bunu fırsat bilen Düzce'de yeniden olay çıkarırlar. Üzerlerine
gönderilen jandarma müfrezesi bozulur. 8 Ağustos'ta da 300 kadar Abaza Düzce'yi
yeniden basar. Kadı Kemalettin'i kaymakam vekili atarlar, Dava Vekili Akif,
Hacı Hamdi, Mustafa imzalarıyla da Ankara'ya bir telgraf çekip, «Kuvayı Milliye
bu bölgedeki Çerkez ve Abazaları yok edecek, hiç kimseyi sorumlu tutmazsanız,
buradaki ayaklanmanın önü alınır,» derler. Ellerinde bir çok tutsak vardır,
bunlara da imzalattıkları bir telgrafta, soruşturma açılmamasını isterler. Bu
asilerin üstlerine gönderilen bir tabur asker, uykudayken bastırılır ve
dağılır. Asiler bundan cesaretlenip Bolu'ya yürürler ve şehri ele geçirirler,
isyan bir kere daha genişler. Kılıç Ali Müfrezesi, Yüzbaşı Sarı Edip Efe,
Yeşilbayrak Müfrezesi, Çolak İbrahim Bey Müfrezesi, Cafer Bey'in Erzurum Kuvayı
Milliyesi, eski asilerden iken Kuvayı Milliyecilere katılan Dayıoğlu İbrahim
Ağa — ki bunun oğlu da vaktiyle asi iken sonradan Miralay Refet Bey
kuvvetlerine katılmış, çok yararlı olmuştu— ayaklanmacı güçleri iyice
sardığında, asiler, kendisi de Abaza olan ve Bolu Jandarma Komutanlığına atanan
Binbaşı Rüştü Bey'in de araya girmesiyle aman dileyip bağışlanırlar ve evlerine
dönmelerine izin verilir (133).
— IX —
İSTANBULDAKİLERE
GELİNCE...
Bütün
bu ayaklanmalar, karşı çıkmalar, hep Anadolu'daki Ulusal Direnişi kırmaya,
yıkmaya yönelik çabalar olarak sürüp giderken, asıl İstanbul'daki hainler de ellerinden
geleni ardlarına koymazlar.
Örneğin
bunlardan biri, Refik Halid (Karay) 4 Nisan 1920 günü ünlü Alemdar gazetesinde,
«Hani Böyle Olmayacaktı...» başlığıyla ve Aydede takma adının ardına sığınıp
şöyle yazıyordu:
«Yahu,
hani kabine istifa etmeyecekti? Hani Ferit Paşa Divanı Âli'ye verilecekti? Hani
Hürriyet ve İtilaf kokuşmuştu? Hani mebuslar kabineye girecekti? Hani Mustafa
Kemal İstanbul'a gelecekti? Hani Harekâtı Milliye memleketi kurtaracaktı? Hani
Mecliste Fransa İhtilali'ndeki gibi celâdetler gösterilecekti? Hani Felahı
Vatan yedi düvelle başa çıkacaktı? Hani renk renk ordular gelecekti? Hani
İngiltere karışacak. Fransa bunalacak, İtalya dağılacak, Hint ayaklanacak, Çin
canlanacak, cihan pusulayı şaşıracak, sonra Lenin ile Enver, Troçki ile Talat
kolkola bu karmakarışık dünya haritası üzerinde batıdan doğuya kadar gezecek,
tozacak, hükümran olacaktı? Hani beni asacaklardı? Ayan'ı dağıtacaklardı?
Fırkayı kapatacaklardı? Hani Çürüksulu Sadrazam olacak, İzzet Paşa kabine
teşkil edecek, Cami Bey Dahiliye Nezaretime gelecekti? Hani istifa için sebep
yoktu? Hani Mister Wilson lehimizde idi? Hani Anzavur Bey vuruldu idi? Hani
Ferit Paşa sadarete bir daha gelmeyecekti? (134) Bakıyorum,
İttihatçılar ne dediyse hep aksi olmuş... Bundan sonra biz söyleyelim siz
dinleyiniz.»
«Bu
yazı çoğu kişi için bugün bir anlam taşımaz O günlerini dağdağasında Refik
Halid atıp tutuyor; yıkılmış İttihatçıları taşlıyor, ulusal savaşımı yürütmek
isteyenlerle alay ediyor! Umutları çiğneyip umutsuzluğu yaymak için kalemini
kullanıyor.
Ne var
ki 5 Nisan 1920 gününü takvimdeki yerine oturtunca Refik Halid'e hak verenler
bile çıkabilir. Çünkü 16 Mart 1920'de düşman İstanbul'u işgal etmiştir. Meclisi
Mebusan, bu koşullarda çalışamayacağını vurgulayarak kendi kendisini
dağıtmıştır. Anadolu'da Sivas ve Erzurum Kongreleri toplanmıştır ama «Düveli
Muazzama»nın ta uzaklarda verilmiş yüksek kararı yanında ne değeri vardır?
İstanbul'da «vatan haini Damat Ferit, ikinci kez kabinesini kurmuştur. Sevr
Anlaşması'nın eli kulağındadır. Türkiye'nin her yanı düşman boyunduruğu
altındadır. Dünya ve Anadolu öylesine karanlıktır ki, Refik Halid soruyor:
«— Hani Hint
ayaklanacaktı? Hani Çin canlanacaktı? Hani Harekâtı Milliye vatanı
kurtaracaktı? Hani İngiltere karışacaktı? Hani beni asacaklardı?»
İnsanoğlu,
dünyaya dar zaman açısından baktığında hiçbir şeyin değişmediğini ve
değişmeyeceğini sanır. Âlem yine ol âlemdir, devran yine ol devran. Her sabah
aynada kendini gören kişi; günden güne, aydan aya, yıldan yıla nasıl
değiştiğini anlayamaz; ama bu değişim on yıl önceki ve sonraki iki fotoğrafla
insanın suratına çarpar.
Nitekim
Refik Halid'in «Hani Böyle Olmayacaktı?» yazısındaki bütün sorulara tarih
yanıtını vermiştir.
Hint ayaklanmıştır...
Çin canlanmıştır...
Refik
Halid asılmamıştır; ama Bağımsızlık Savaşı başarıya ulaşınca sınır dışına
sürülmüş, yirmi yıl sonra yurda dönebilmiştir.
Ve en
önemlisi:
Harekâtı Milliye, vatanı kurtarmıştır» (135).
İşbirlikçilerin
bir başkası, gene bir gazeteci Refii Cevat (Ulunay) dır. Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın
bir kahramanı, Yüzbaşı Selahattin Yurtoğlu anılarında bu işbirlikçinin bir
marifetini anlatır.
Mütareke
İstanbulu'nda, daha doğrusu işgal İstanbulu'nda Padişah Hükümetinin bir
mahkemesi,
Yozgat
Mutasarrıfı, eski Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey'i, Ermeni kıyımından ötürü
suçlu görerek astırmıştır. Ancak bu idam, İstanbul'un işgalini hazmedemeyen
genç Türkler için bir ayaklanma nedeni olmuş, vicdanlarda bir patlama
yaratmıştır. Kemal Bey'e büyük ve görkemli bir cenaze töreni düzenlemişlerdir,
İstanbul'da yer yerinden oynamıştır. İşte bu günün ertesini Selahattin Yurtoğlu
şöyle anlatıyor:
«Cenaze
töreninin ertesi günü Hükümete bağlı Refii Cevat, Alemdar gazetesinde 'Sırmalı
Haydutlar' başlıklı bir yazı yayınladı. Özetle diyordu ki:
Devletin
resmi üniformasını taşıyan bir sürü haydut, devlet tarafından asılmış bir
haydudun cenazesine karışarak kargaşa yaratmışlardır. Bunların da yakalanarak
cenazesine katıldıkları haydudun akıbetine uğratılması gerekmektedir.
Üç gün
sonra, yedisekiz subay, Tepebaşı'nda oturuyor ve içiyorduk. Ben hayatımda ilk
kez arkadaşlarımın ısrarıyla viski içmiştim. İçki başıma vurmuştu. Tam bu
sırada içimizden biri karşı masada oturan adamı göstererek: — Refii Cevat,
dedi.
Hemen
karar verip kalktık! Güya masasına oturuyormuş gibi çevresini sardık. Şaşırdı.
Dört bir yanı, Rum, Ermeni, Hıristiyan ve yabancı subaylarla dolu olmasına
rağmen yardım gelinceye kadar cehennemi boylayacağını kestirdi. Söyleyeceğimizi
söyledik. Ertesi günü bir yeni yazıyla özür dileyeceğine yemin etti.
Biz de böyle
bir yazı yayınlamazsa canını cehenneme yollayacağımızı tekrarladık.
Ertesi
günkü Alemdar'ın başyazının özeti 'Kahraman ordunun kahraman subayları,
cenazeye katılmakla ülkede bir fenalığa yol açılmamasını amaçlamışlar... Ne
asil, ne yüksek bir fikir!... (136).
Gene
Yüzbaşı Selahattin Yurdoğlu, bu cenaze töreniyle ilgili bir anısını anlatırken,
adını vermemekle birlikte, törene katılanları jurnal eden bir Arap doktorundan
söz eder ki şöyle:
«O
tarihte, Tıbbiye mektebinde idare memuru olan bir Arap doktor, törene katılan
öğrencilerin adlarını saptayarak hükümete vermiş ve çok insanın canını
yakmıştı. Bu doktor. Milli Mücadeleden sonra Türk tabiiyetinden çıkarılmış,
fakat bir yolunu bularak tekrar Türkiye'ye kabul edilmiş ve Güney İlleri Trahum
Teşkilâtı Reisi olmuştu» (137).
Bu jurnalci kimdi dersiniz acaba? Çoluğu çocuğu kimlerdir?
İŞBİRLİKÇİNİN UTANMASI OLMAZ!..
İşbirlikçilik
ve ihanet konusunda Refik Halid, Rafii Cevat, Arap doktor gibi daha nice alçak
vardır ki saymakla bitmez. Meselâ bunlardan biri Mareşal Fevzi Çakmak'ın
Harbiye'den sınıf arkadaşı Halit Bey adında biri, Fransız ordusunda, istihbarat
yüzbaşısı olarak görev alacak. Anadolu'ya silah kaçırmaya çalışan Kuvayı
Milliyecileri saptamaya çalışacaktır.
İstanbul'da
Polis Müdürlüğü yapmış Tahsin. Müdür Muavini Kemal ve Ispartalı Kemal ile,
Hafız Sait, Şeref, Arnavutköy Merkez Memuru Hacı Kemal, Sakallı Cemil,
Yolgeçenli Yusuf gibi polis şefleri, Osmanlı Devleti adına elde ettikleri
istihbaratı işgalcilere aktaracak, onlarla işbirliği yapacaklardır. Ama bu da
birşey değildir...
Düpedüz
İngiliz istihbarat teşkilâtında görev alacak polisler de vardır:
Polis
Cemal ve kardeşi Polis Nedim... Tayyar, Hafız Cemal, Telgrafçı Tüfekçi Yakup,
Telgrafçı Basri, Haydar... Recep, Haçaturyan? Onnik. Bunlar hep Osmanlı
vatandaşıdır ama, düpedüz İngiliz polisi olarak İstanbul'daki İngiliz
istihbaratında çalışmışlardır.
Bugün
inanılması güç gelir ama doğrudan doğruya İngiliz polisi olarak çalışan Türk
asıllı bu Osmanlı tebaalarının başındaki amir de Ermeni asıllı bir Osmanlı
tebaasıdır: Pandikyan Efendi...
Ve bu
Pandikyan Efendi, İngiliz memuru olmasına, İngiliz istihbaratında, deniz
istihbaratı kısmının amiri olmasına karşılık, emrindeki Türk asıllı İngiliz
ajanlarının melanetlerini Türk istihbarat servislerine haber vermekte, Kuvayı
Milliyecilerin İstanbul'dan kaçırdıkları cephanelerin Anadolu'ya ulaşması için
yardımcı olmaktadır. Çünkü Anadolu direniş hareketine inanmış bir Osmanlı
vatanseveridir, gönlü Anadolu'dan yanadır.
İngiliz
ordusunda yüzbaşı rütbesinde bir başka Ermeni. Çavuşyan ise, vatanseverlikten
değilse bile paraseverlikten ötürü, İngilizlerin koruması altındaki Maçka
Osmanlı silahhanesindekl silahların Anadolu'ya kaçırılmasına aracılık etmek
ister. Pazarlıkta uyuşulamaz ve bu kez bu silahlar gizli olarak Yunanlılara
satılır, İstanbul'daki Osmanlı Bankasının müdürü bir Keresteciyan vardır, işin
sırf ticari tarafıyla ilgilidir ama, Anadolu'ya silah kaçıracaklarını bildiği
Felah Grubu, Yavuz Grubu, MM. Grubu yöneticilerine, silah satın alabilsinler
diye banka hizmetleri sunar...
Benliyan
adlı İngiliz üniforması giyen bir Ermeni polis vardır ki (sonradan Müslümanlığı
kabul edip Necati adını almıştır), İngiliz istihbaratını, Türk
istihbaratçılarına aktararak vatanına hizmet eder.
Sonradan
Limancı Hamdi olarak ün yapacak, Darülfünunu âli muallimi Hamdi Bey, (Başar),
eşi Şukufe Hanım ve baldızı Muhsine Hanım'la, Anadolu Direnişçilerinin
istihbaratına yardımcı olmak için canlarını dişlerine takarlar. Mavnacılar
Kâhyası Hemşinli Mehmet Bey, Divanı Muhasebat Mümeyyizi İhsan Bey, eski
İttihatçılardan Küçük Nazım Bey, Nakliyeci Himmetzade Hüsnü Bey, M. Sıfır
imzasıyla tanınan Razi Yalçın Bey, Efdal Bey, Ahmet Berzenci Bey İstanbul'daki
yeraltı direniş hareketlerinin belli başlı sivil elemanlarıdır. Merkez
Kumandanı ve sonra Emniyet Müdürü olan, Süvari Miralayı Esat Bey (sonradan
Paşa), Yarbay Hüsamettin (Ertürk), Yarbay Halil Kemal Bey (sonradan general
Halil Koçer), Yüzbaşı Ekrem Bey, Bahriye Albayı Necati Bey, Yüzbaşı Seyfi Bey
(sonradan general Seyfettin Akkoç), Silahhane Müdürü Binbaşı Ahmet Bey Korsan
Murat ya da Sağir Murat Bey diye tanınan Yüzbaşı Murat Bey, Yarbay Eyüp Bey,
Miralay Asım, Miralay Ömer Lütfi Beyler ise doğrudan Ankara'dan emir alan,
İstanbul Savunma Bakanlığı'nda görevli, ama direniş örgütünün İstanbul'daki
yöneticilerinin bir bölümüdür. Harbiye Nazırlarından Cemil Paşa (Mersinli
Cemal), Ziya Paşa, Fevzi Paşa da bu örgütlere yardım eden Osmanlı nazırları ve
generalleridir.
Bunların
karşısındaysa, işgalcilerle ve özellikle İngilizlerle işbirlikçiliğini casusluk
düzeyine çıkartan bir örgüt, İngiliz Muhipleri Cemiyeti (İngilizleri Sevenler
Cemiyeti) görülmektedir. Eski Şeyhülislâmlardan Mustafa Sabri Efendi, Kamil
Paşazade Şevket Bey, Sait Molla, Miralay Sadık, Rıza Tevfik (Bölükbaşı)
tüccardan Nemlizade Besim Bey, Darülhikem âzasından Hafız İsmail, Gümülcineli
İsmail, Vasfi Hoca, vb. vb...
Sonra
birtakım İngiliz muhibbi hanımlar: Belkıs Ömer hanım. Seher Nüzhet, Ayşe
Celile, Fatma Cevdet, Melek, Nadire Cemal, Nesibe Ziya, Naime Cemal hanımlar...
Bunlar
hep İngiliz işbirlikçileri...Tabii İstanbul'daki işbirlikçiler bu kadar
değil...Fransızlara yaltaklananlar var. İtalyanlara yanaşanlar, Amerikan
mandasından başka kurtuluş yolu yoktur diyenler...Hatta, İstanbul'daki Japon ve
Meksika temsilciliklerine yamananlar...
Bir de,
Vrangel ordusu artığı 80 bin civarındaki beyaz Rus ki, herkese ve herşeye
hizmet eder durumdadırlar, işgal İstanbul'u işte böyle bir babil kulesidir...
İşgal İstanbulu'nda, beş yıl boyunca oldukça garip olaylara da
rastlanmıştır, örneğin İtilâf Devletleri donanması ve hele bunlarla birlikte
Yunan Savaş gemilerinin de İstanbul limanına demir attıkları günlerde, Osmanlı
nüfus kâğıtlarını yırtıp, başlarındaki fesleri çıkarıp atan yerli Rumlar,
Yunanlı işgalciler bunları kendi ordularında asker yazılmaya çağırdığında,
İstanbul'da İçişleri Bakanlığı, vilayetlerde nüfus müdürlükleri önünde kuyruğa
girip, yeniden Osmanlı nüfus kâğıdı çıkartıp «biz Osmanlı vatandaşıyız. Yunan
ordusunda askerlik yapamayız, devletimiz bize sahip çıksın... diye yalvarmaya
başlamışlardır.
Anadolu içlerindeki, her Yunan ilerlemesi, İstanbul'daki yerli
Rumlar
ve onlarla birlikte öteki azınlıklar için, bir bayram ve gösteri gerekçesi
olmuştur. Yunan ordusunun her ileri harekâtı İstanbul'daki Ortodoks
kiliselerinin çanlarının çalınmasına, büyük âyini ruhaniler yapılmasına,
İstanbul'un baştan başa Yunan bayraklarıyla donatılmasına, sokaklarda danslara,
«Zito Venezilos!» diye bağırışmalara ve İstanbul'un Müslüman Türk halkının
horlanmasına neden olmuştur.
İşgal
kuvvetleri komutanlıkları ise, İstanbul ve çevresindeki askeri birliklerde
görevli Osmanlı subaylarının, üniformalarıyla işlerine gidip gelmelerini
yasaklamışlar, Türk subayları, Savunma Bakanlığı dahil pek çok yere, sivil
elbiselerle gidip gelmek zorunda kalmışlardı. Nitekim, 8 Temmuz 1920'de İmalâtı
Harbiye Sertabibi, askeri elbisesi ile vazifeye giderken İngiliz askerleri
tarafından tevkif edilmiştir. Boğaziçinin Anadolu yakası ise, bu tarihten sonra
savaş alanı sayılarak Osmanlıların burada kesin olarak üniformayla dolaşmaları
yasaklanmıştır.
İstanbul'daki
İşgal Kuvvetleri Komutanları, özellikle de İngilizler, Padişah Hükümetlerini
sürekli olarak, «Eğer Sevr Anlaşmasını imzalamazsanız, başkentinizi Yunan işgaline
bırakırız» diye tehdit etmişlerdir.
Bu
gözdağlarının etkisi altındadır ki, 22 Temmuz 1920'de Sultan Vahidettin,
Saltanat Şûrasını toplantıya çağırmıştır. Bu Şûrada, Vahideddin'den başka, Ayan
Reisi Tevfik Paşa, birinci ve ikinci reisvekilleri, sadrısabık (eski başbakan)
İzzet, Salih ve Ali Rıza Paşalar, Müşir Zeki, Kâzım, Rıfkı, Osman Rauf Paşalar,
Mustafa Sabri Efendi, Ferik Süleyman Paşa, Abdurrahma Şeref, Rıfat, Nuri
Beyler, Hamdi Efendi, Hoca Mustafa Asım Efendi, Mavroyaki Bey, Boyor Efendi, Abdülhak
Hamit Bey, Keçecizade İzzet Fuat Paşa, Azaryan ve Aram Efendiler, Zeynelabidin
Efendi, Kazasker Mehmet Nuri, Şer'iye Reisi Mehmet Tevfik Efendiler,
Erkanıharbiye Reisi Ferik (emekli korgeneral) Muhsin Paşa, Erkanıharbiye Hamdi
Paşa, Birinci Ferik Zeki Paşa, Mütekait Ferik Divanı Askeri Temyiz Reisi Ferik
Fuat Paşa, Topçu Feriki Fuat, Ali Rıza Paşalar, Mürekait (emekli) Ferik Şakir
ve Talip Paşalar ile Veliaht Abdülmecit Efendi ve Sadrıazam Damat Ferit Paşa
bulunmaktadır.
Sevr
Andlaşması'nın imzalanıp, imzalanmaması tartışmaları kısa sürmüş, Damat Ferit
Paşa, bunun imzalanmasından başka çare olmadığını söylemiş, bir iki cılız
sorudan sonra Padişah, «anlaşmanın imzalanmasını isteyenler ayağa kalksın»
demiş ve evvela kendisi kalkmıştır. Ayağa kalkmayanlar sadece Veliaht
Abdülmecit ile Topçu Generali Gürcü Ali Rıza Paşa olmuşlar, Vahideddin,
Veliahda eğilip kulağına birşeyler fısıldayınca, o da ayağa kalkanlara
katılmıştır. Böylece, tek karşı oyla, Sevr anlaşmasının imzalanması, Saltanat
Şûrasınca kabul edilmiştir. Padişah bir kukla gibi de olsa taç ve tahtını
kurtarmak, İstanbul'daki rahatını bozmamak için, imparatorluğun sona ermesi ve
Anadolu'nun elden çıkmasına rıza göstererek, işbirlikçiler safındaki yerini
iyice belli etmiştir.
O
sırada Saltanat Şûrası ve İstanbul'daki pek çok kişinin görüşü, bu anlaşma imza
edilmezse, İstanbul İngilizlerce kesinlikle Yunanlılara verilecektir,
yolundadır. Bir tek İstanbul için, bütün bir imparatorlukla birlikte Anadolu da
feda edilmek istenmiştir. Aynı günlerde, Antep Maraş Fransızlara karşı
direnmekte, Şahin Bey'ler, Kara Yılanlar Sütçü İmamlar kahramanlık destanları
yazmakta, Yunanlılar, Uşak Cephesi'nde duraklamakta, Ermenilere karşı da,
Karabekir Kolordusu başarılar kazanmakta ve Erivan'a kadar kovalanan Ermeniler,
Kars ve Van'ı terketmekte, İstanbul'daki Ermeniler ise, 11 Kasım'da
dükkanlarını ve işyerlerini kapatıp kiliselerinde muzaffer Türk ordularına
lanet duaları okumakta, yas tutmaktadırlar. 23 Kasım 1920 ise, Kırım'daki
Vrangel ordusu artığı 80 bin Beyaz Rus'un İstanbul'a dökülmeye başladıkları ve
İstanbul'un iyice Babil Kulesi manzarasını aldığı gündür.
28
Aralık 1920 Venizelos'un isim günü'dür. İstanbul Rumları bu günü, dükkanlarını
kapatıp, kiliselerinde çanlar çalıp, Beyoğlu sokaklarında izciler, kız ve erkek
öğrencilere geçitler yaptırıp, binaları Yunan bayraklarıyla süsleyerek
kutlamışlardır.
Bir
babil kulesini andıran İstanbul'da, Ankara Hükümeti'nin buyruğu altında
çalışan, birbirinden habersiz dört beş yeraltı direniş örgütü vardır. Felah
Grubu, MM Grubu, Muaveneti Bahriye Grubu, Natık Bey Grubu, Yavuz Grubu, Muharip
Felah Grubu, Askeri Fabrikalar Grubu, vb... gibi.
Bu
grupların görevleri, İstanbul'da istihbarat toplamak, Anadolu'ya silah, adam
kaçırmak, gerektiğinde Avrupa başkentleriyle kontak kurmak gibi çeşitli
amaçlara yöneliktir. Ankara'daki Erkânı Harbiye-i Umumiye Reisi (Genel Kurmay
Başkanı) Müşir Fevzi Paşa (Çakmak), sonradan bu çokluğu, «İstanbul'da müteaddid
gruplar teşkilinden maksat, faaliyet sahasını genişletmek, azami randımanı
almakla beraber. İngilizlerin eline geçen azanın, diğerlerini de vermemelerini
temin etmek ve İstanbul'daki faaliyetimize halel getirmemekti» diye izah
etmiştir. Bu, doğru olmakla birlikte, bu grupların birbirlerinden habersizliği
ve haberdar oldukları zaman da rekabete girmeleri, son daha çok silah
kaçıracaksın, ben daha çok silah kaçıracağım diye sürtüşmeleri, zaman zaman
vahim olaylara ve bazı kere de silahların yakalanmasına, adamlarının
tutuklanmasına yol açmıştır. Felâh Grubu'nun, Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşa,
MM Grubunun, da Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa tarafından tutulmaları da,
ayrıca bu örgütlerin birbirleriyle çekişmelerine yol açmıştır. Ne var ki, tüm
bu gruplar, gerektiğinde İstanbul içinde silahlı ve güçlü bir direniş
yaratabilmek hazırlıklarını yaptıkları gibi, İstanbul'daki hemen tüm yabancı
denetimindeki cephanelikleri, talan edip buralardaki silahları, Anadolu'ya
kaçırmak işini de başarıyla yürütmüşlerdir.
Bu
kaçakçılık işlerinde, İstanbul'da cirit atan çeşitli milletlerden silah
tüccarları, rüşvet yiyen İngiliz ve Fransız kontrol subayları, Ulusal Kurtuluş
Savaşı'na arka çıkan İstanbul hükümeti emrindeki görevliler ve İngiliz polisi
oldukları halde Kuvayı Milliyeye yardımcı olan Pandikyan, Benliyan gibi Ermeni
vatandaşlarımız, Marsel Savya gibi Fransız tüccarıyken, biraz da çıkar
karşılığı Türklere casusluk ve yardımcılık eden iş adamları, Zeytinburnu silah
deposundaki silahların Anadolu'ya kaçırılmasına hükümetinin de rızasıyla göz
yuman Fransız Komutanı General Pelle gibilerin varlığı da unutulmamalıdır.
İstanbul'dan
kaçırılan silah ve mühimmat ile malzeme inanılmayacak kadar çoktur. Sandallar,
kayıklar, mavnalar, motorlarla yapılan perakende küçük kaçakçılıkların yanı
sıra, vapurlarla —80 vapur— 241 kaçakçılık seferi yapılmış, sayıları yüzbinleri
bulan tüfek ve top mermisinin yanısıra, toplar, cebel topları, mantelli sahra
topları, fabrika parçaları, deniz uçakları, telsizler, gemi topları
taşınmıştır. Kaçırılan bu malzeme binlerce tonu bulmaktadır.
İşbirlikçi
olmayan İstanbul halkının yardımlarıyla yapılan bu kaçakçılıkların yanı sıra,
Sakarya Savaşı günleri öncesi İstanbul sokakları ve pek çok dükkanın Mustafa
Kemal Paşa ve İsmet Paşa'nın fotoğraflarıyla donatılmış olduğunu ve 26 Temmuz
1921'de polis müdüriyetinin, İngilizlerin baskısıyla bunları toplatmak için
büyük çaba harcandığını da burada belirtmek gerekir. Sözün özü odur ki işgal
İstanbul'u baştan başa bir tezatlar şehridir.
— VII —
Sait
Molla ile birlikte, İşgal İstanbulu'nda, İngilizlerle işbirliği edenlerin en
alçaklarından biri olan eski İçişleri Bakanlarından Mehmet Ali Bey'in, 27
Ağustos 1921 tarihinde ele geçirilen İngilizlere verilmiş bir jurnalinde şu
ifadeler vardır.
«Kuvayı
Milliye'nin İstanbul memurlarından Erkânıharp Yüzbaşısı Seyfettin Efendi,
Anadolu'ya çağrılmıştır. Erkânıharp Yüzbaşısı Ekrem ile Topçu Miralay Eyüp
Beyler de çağrılmak üzeredir. Bunların gitmesi İstanbul Hükümeti ile
Anadolu'nun arasının açıldığını gösterir...»
İstanbul'daki
Türk yeraltı örgütleri, İngiliz istihbaratından bu raporla, birlikte aynı gün
bir başka bilgi daha sızdırmışlardır. Bu da. Altunizade'de oturan ve
İngilizlere casusluk edip, evine İngiliz zabitlerini alan Belkıs Hanım adında
birinin adres ve fotoğrafıdır.
Birkaç
gün sonra, İstanbul'dan Anadolu'ya cephane kaçırırken yakalanan bir kaçakçı
motorunu ihbar edenin de, hangi hain olduğu 7 Eylül 1921'de belirlenir. Bu,
eski bahriye subaylarından ve Reji örgütü'nde Kolbaşılık eden Kasımpaşalı
Haydar'dır.
Uskumruköy,
Domuzdere ve Hisarkaya'ya gönderilmek üzere silâh çıkartıldığını İngilizlere
ihbar eden bir başka hain de Değirmendereli Çerkez Kâzım'dır. Eski polis müdürü
Tahsin ise, iki akşamda bir. Maksivel adlı İngiliz'e Kuvayı Milliyeciler
hakkında rapor vermektedir. Kirkor namındaki bir Ermeni, Necip namında birinin,
Anadolu için piyasadan benzin ve gazolin topladığını rapor ederken, Papadyan
adında bir başkası, Gümüşsuyu Askerî Hastahanesi ile Mektebi Tıbbiye'den birer
röntgen aletinin Anadolu'ya gönderileceğini, Saffet adında bir başkası,
Milliyetçilerin kaçakçılığı çöp arabalarıyla yürüttüklerini ihbar etmektedir.
Ahmet Ruhi adında biri de, İngiliz temsilcisine başvurup, Bulgaristan'da
İngiliz çıkarlarını savunan bir gazete çıkarmak için, para yardımı istemiştir.
Aynı
günlerde, İstanbul'daki Rum Müdafaai Milliye Komitesi, İngilizlerle de
anlaşarak, Sakarya Savaşları sonunda Ankara düşerse, Ayasofya camii önünde,
büyük bir gövde gösterisi yapma hazırlıklarında bulunmuştur. Bu iş için özel
görevliler belirlenmiştir.
Anadolu'da
savaş Yunanlıların yenilmesi biçimine dönüştüğünde ve hele Büyük Taarruz'dan
sonra, Yunanlılar İzmir'de denize döküldüğünde, İstanbul işbirlikçileri perişan
olmuşlardır. Ulaşılan sonuç, beklenmeyen bir sonuçtur. Türk ordusu İstanbul
kapılarına kadar dayanmıştır, İstanbul'a girdi girecektir...
10
Eylül 1922 günü, İstanbul çarşıları boydan boya Türk bayraklarıyla
donatılmıştır. Bir ara, Rıza Tevfik (Bölükbaşı) sokaktan geçecek olur. Halk,
yuh çeker. Darülfünun'da büyük bir gösteri düzenlenir, Darüleytam öğrencileri
Zeybek, Darülfünun öğrencileri Yeniçeri kıyafeti giymişlerdir.
Önce
Hürriyet ve İtilâf Fırkası binası taşlanır, cam çerçeve kırılır; ardından akşam
üzerine doğru Sabah Matbaası dağıtılır. Halk, büyük yığınlar halinde köprüye
doğru yürüyüşe geçer. Köprü açılır ki, halk Galata yakasına geçmesin. Ama
gençler Şirketi Hayriye'nin bir vapuruna doluşur, sandallara binip karşı yakaya
geçerler. Kadıköyü'nde de benzeri gösteriler yapılır, işbirlikçiler, ortadan kaybolmuştur
işgal kuvvetleri de, pek gözükmezler. Azınlıklar, evlerine kapanır. Kimileri,
göç hazırlıklarına başlarlar.
13
Eylül günü, İngilizler, İstanbul'daki askerî güçlerinin büyük kısmını,
Çanakkale'ye taşırlar. Savaş gemileri, istim üzeredir.
23
Eylül'de, Damat Ferit Paşa'nın İstanbul'dan kaçtığı duyulur, İngilizler ise,
Bostancı ve Maltepe'deki bütün birliklerini, geri çekmişler, Çamlıca
tepelerinde, tahkimat yapmaya başlamışlardır.
Mudanya
Ateşkesi'nin imzalandığı haberi, İstanbul'da bir kere daha, bir bayram havası
yaratır. 19 Ekim'de, Refet Paşa, yanında 100 jandarma ile İstanbul'a gelir. Bu
geliş büyük bir gövde gösterisine dönüşür. Ertuğrul Muhsin, bu gelişi filme
alır.
5
Kasım'da Ali Kemal tutuklanıp İzmit'e yollanır. Geri kalan yüzlerce işbirlikçi
İngiliz Yüksek Komiserliği'ne sığınır. Bunlar, vapurlarla Mısır'a, Romanya'ya,
Atina'ya postalanırlar, 18 Kasım'da, TBMM tarafından Padişahlıktan indirilmiş
olan Vahidettin, İngilizlere sığınıp, bir zırhlı ile Malta Adası'na yollanır.
İsmet Paşa delegasyonu, Lozan Konferansı için İstanbul'dan geçerler. Adnan
Adıvar, Ankara Hükümeti'nin İstanbul temsilciliğine atanır ve gelir.
Ama
İstanbul, hâlâ işgal altındadır. Lozan'dan umut verici haberler gelmemektedir.
25 Aralık'ta, İstanbul'daki direniş örgütleri, gerektiğinde Adnan Adıvar ve
öteki Ankara Hükümeti temsilcilerinin, yeniden Anadolu'ya kaçabilmeleri için,
gerekli önlemleri almak buyruğunu alıp hazırlıklara girişirler.
3 Ocak
1923'de, Fransızlar, Davutpaşa Kışlası civarında, askeri bir gövde gösterisi
yaparlar, İngilizler, nöbetçilerini artırır ve sıklaştırırlar. Sokaklarda,
mangalar halinde devriyeler gezer.
28 Ocak
1923'de, İstanbul'daki Milli Silâhlı Kuvvetler Komutanlığı'na İhsan Paşa
atanır. Lozan'da bir aksama olursa, İstanbul içi ve çevresindeki İngiliz
kuvvetlerine karşı ani bir baskın yapılacak, karargâhları basılacak, tayyare
depoları, zırhlı trenleri hareketten alıkonulacak ve Türk ordusu İstanbul'a
girinceye kadar, bu kuvvetler hareketsiz bırakılacaktır. Bu görevlerde,
İstanbul yakasında Binbaşı Ferhat, Beyoğlu yakasında Topçu Yarbayı Kemal ve
Üsküdar yakasında da bir piyade yarbayı komutanlık edecektir. Direniş
örgütlerinin gizli adresleri de, bir önlem olarak değiştirilir. Toplantılar
başka yerlerde yapılmaya başlanır.
l
Mart'ta Refet Paşa trenle geçerken, Ahırkapı'da pencereye bir taş atılır ve
Paşa gözünden yaralanır. Taşı atanlar yakalanamaz. 14 Nisan'da, şehir hatları
vapurlarında işgal subayları için ayrılan ve başkasının oturmasına izin
verilmeyen bölgeler kaldırılır, İşgal Başkomutanı, bunların yeniden ayrılmasını
ister, «Yapmazsanız, ben yaptırırım» der ama, kulak asan olmaz. 19 Mayıs'ta,
Topkapı Saray Muhafızı Emekli Orgeneral Ali Rıza Paşa bir İtalyan askeri
tarafından vurulur. Ağır yaralanır.
24
Temmuz 1923'de Lozan'da Barış Andlaşması'nın imzalandığı haberi, İstanbul'a
ulaşır. Ankara'dan verilen buyruk gereği, 101 pare top atılır. İstanbul
Komutanı Selâhattin Adil Paşa'nın bulunduğu komutanlık binası önü, bayram
yerine döner, izciler, efeler, yeniçeri kılığında üniversiteliler ve İhtifalci
Ziya Bey toplaşırlar. General Harrington, yanında kurmayları olduğu halde
gelir, Selâhattin Adil Paşa'yı kutlar, «Türklerle, İngilizlerin dostluğu
kadimdir. Sivastopol'da, yan yana kan akıtmışlardır» der. «Biz sizin artık
misafiriniziz; basının aleyhimizde yazmamasını sağlayın ki, askerlerim
müteessir olmasınlar» der.
Karşılıklı
eller sıkılır. O gün (salı) Kurban Bayramıdır. Yeni Halife ziyaret edilir.
Fener alayları düzenlenir. Vilâyet'te Ermeni Rum Patrikleri de tebrik
görevlerini yerine getirirler, ama Rum patriğine soğuk davranılır. Limanda
gemiler düdük çalar, bandolar şehri boydan boya dolaşır...
İşgal Kuvvetleri Başkomutanlığıyla imzalanan tahliye
protokolüne
göre, işgalciler altı hafta içinde İstanbul'u boşaltacaklardır. 23 Ağustos'ta,
Bostancı ve Maltepe'deki İngiliz askerleri, Hüsar ve Duc of Wellington
alayları, bulundukları yerleri, yanlarındaki 27 topla birlikte bırakıp gemilere
naklederler. 24 Ağustos'ta İstanbul limanından çıkarlar. 25 Ağustos'ta, Sibirya
ve Somali adlı nakliye gemileri, çeşitli İngiliz birliklerini alıp,
İstanbul'dan ayrılırlar.
Ağustos'un
geri kalan günlerinde, de, Ayastefonos'taki İngilizler gemilere bindirilip yola
çıkarılır. Poolond, Sumpveril vapurları kullanılır. Çanakkale'deki İngilizler
de Archaber adlı gemiye bindirilir.
28
Ağustos'ta, Fransız askeri, Pierre Loti vapuruna bindirilir. 31 Ağustos'ta
Fransızlara ait üç vagon cephane ve İstanbul yakasında Capitane Moro'nun
kumandası altındaki Fransız zabıta memurlarının evli olanları gönderilir. 207
ve 208 numaralı tayyare bölükleri de yola çıkarılırken, İngilizler de
Fenerbahçe civarını boşaltırlar, l Eylül'de Kadıköyü'ndeki otomobil
tamirhanesi. Meriç Havzasındaki Fransız taburu ile Hadımköy'deki birlikler giderler.
İtalyanlar, l Eylül'de, Anadolu Kavağı'ndaki Komutanlık binasını
boşaltıp yola çıkarlar. Kilyos'taki, Sirkeci'deki, Yeşilköy'deki,
Okmeydanı'ndaki, Ayasofya'daki, Karaağaç
ve Rami'deki.
Gülhane'deki, Demirkapı'daki, Zeytinburnun'daki,
Piripaşa'daki
Fransız
birlikleri ve işgal bölgeleri de sonraki günlerde boşaltılır. 20 Eylül'de
İtalyanlar, Beyoğlu'ndaki işgal ettikleri özel kişilere ait evleri de
boşaltırlar. İngilizler Kâğıthane ve Maslak'taki birliklerini çekerler.
2
Ekim'de İstanbul'da Galata rıhtımında
Arabic transatlantiğinde İşgal Komutanlarıyla, İstanbul Komutanı Selâhattin
Adil Paşa, devir teslim sözleşmesini imzalarlar ve aynı gün Dolmabahçe
rıhtımında Türk, İngiliz, Fransız ve İtalyan birlikleri sıra ile bir geçit
töreni yaptıktan, göndere çekilen Türk bayrağı, sabık işgal komutanları
tarafından selâmlandıktan sonra, bu son işgal kuvvetleri de komutanlarıyla
birlikte Fındıklı önlerinde bekleyen gemilerine binerek İstanbul'dan ayrılırlar
ve beş yıl süren İstanbul işgali sona erer...
3
Ekim 1923 sabahı, artık İstanbul
limanı ufuklarını kirleten tek bir yabancı savaş gemisi, İstanbul sokaklarında
da tek bir yabancı askeri kalmamıştır, İstanbul baştan başa Türk bayraklarıyla
donanmıştır. Gazi Mustafa Kemal'in 13 Kasım 1918 günü, bu işgalci donanmayı
gördüğü gün söylediği gibi, «geldikleri gibi gitmişlerdir.»
İşbirlikçilerin,
hainlerin kaçmayanları, kaçamayanları ise çoktan yaptıklarını unutturma
yollarını bulmuşlar, Kurtuluş Savaşçılarının en ön saflarında yer
almışlardır...
Pendik,
6 Kasım 1985
Türk
Ulusu Kurtuluş Savaşı için kanını, canını ve malını verirken, tahtı ve hayatı
için düşmanlarla işbirliği yapan Vahideddin en sonunda düşmana sığındıktan
sonra padişahlıktan da halifelikten de uzaklaştırılmasına karşın bu sıfatlara
sımsıkı sarılmış olarak aşağıdaki bildiriyi yayınlamıştır. Hem bir savunma hem
de bir suçlama olan bu bildiride aka nasıl kara dendiğini ibretle görmek
mümkündür.
«Şevketlû
Sultan Muhammed Vahideddin Efendimiz Hazretlerinin Beyannaemei Hümayunlarıdır.»
Bidayeti
iştialinde (tutuşmasının başlangıcında) devletimizin iştirakine katiyyen rıza
göstermediğim ve bütün müddeti devamınca elimde bulunan bilcümle vesaitle
tahribat ve mazarratını tahdide çalıştığım harbi umumînin avakıb-ı vahimesi
(korkutucu sonuçları) tamamıyla kendini göstermeye başladığı bir zamanda
biraderimin vefatı müessifi vukua gelerek Kanun-u Esasî-i Osmanînin bahş ettiği
hakka istinaden ve ehlü-l hall ve-l akdin biatı umumiyyesiyle (genel onayıyla)
makamı hilâfet ve saltanata câlis olmuştum (tahta çıkmıştım). O günler gözönüne
getirilirse, makamı hükümdarîyi kabul eylediğim zaman beni karşılayan
müşkilâtın derece-i ehemmiyet ve azameti takdir olunur. Bilâhere cephelerimizin
birbirini müteakip sukut etmesiyle sabit olduğu üzere hiçbir ümidi galebeye
makrun (yaklaşmış) olmayan harbi hâilin temadisi (korkunç savaşın sürüp
gitmesi) ve usulü meşrutiyeti ilan ve tatbik ettirmek nikâbı (örtüsü) altında
324-1908'den beri re's-i idaremize yerleşmiş bulunan İttihat ve Terakki
erkânından müfrit ve müteneffiz (aşırı ve ileri gelen) kısmının harpten
bilistifade dahil-i memlekette revaç verdiği yağma, ihtikâr ve anlaşılmayan
maksatlarla bir bir ika'ettikleri gûnagûn (renk renk — türlü türlü) yangınlar
sebebiyle payitahttan müntehay-ı hududa (sınırın sonuna) kadar memleketin her
noktasında milletin varlığı erimekte ve üsare-i hayatiyyesi hevlengiz (can suyu
korkunç) bir surette heder olup gitmekte idi. Bu fecâi karşısında tevcihi mesâi
edilecek hedef ve gaye bittabi sulh ve müsalemetin (barışıklığın) iadesinden
başka bir şey olamazdı. Bu maksadın temini için de hiçbir terâhi tevciz
edilmemiş (gecikmeye izin verilmemiş) ve mümkün olan her çareye tevessül
olunmuştur. Fakat, harbin devamından müteneffi olmakla (yararlanmakla) beraber,
memleketimizde daima daire-i hukuk ve selâhiyetini tecavüze alışmış olan o
zamanın hükümeti ile yine o hükümeti mütehakkimenin (diktatör yönetimin)
etrafında tesis eylediği şebeke-i ihanet, mesâimin semeredâr olmasına hâil
(engel) olarak münferiden müzakerat-ı sulhiyyeye girişmekle elde edilecek
menâfi (çıkarlar) ve şeraiti müsaideye (uygun koşullara) ve muhterem milletin
hun-u mazlumunu (günahsız kanını) bilâsebep heder olmaktan vikayeye imkân-ı
vusul (korumayı sağlama olanağı) bırakmadı ve harp bütün dehşet-i
tahripkâranesiyle meş'um (Mondros) mütârekenamesini imlâ mecburiyeti hâsıl
oluncaya kadar devam eyledi. Bu mütarekenin akdine memur murahhasların, elyevm
Ankara'daki heyet-i vekile reisi Rauf Beyin taht-ı riyasetinde ve o zaman
memleketin en mühim kuvve-i askeriyesinin de şimdiki Ankara meclisi reisi
Mustafa Kemal'in kumandası altında bulunduğu herkesin hatırnişanıdır.
Asayiş
meselesi vesile ittihaz olunarak lüzum görülen herhangi bir mahallin işgali hak
ve selâhiyetini düvel-i İtilâfiyyeye bahş eden madde-i mahsusasıyla Adana,
Musul, Antalya, İstanbul, İzmir işgalleri gibi sonraki bütün felâketlerin menşe
ve masdan (kaynak ve dayanağı) bulunan mezkûr mütarekenamenin akd ü imzası
mağlubiyet ve mecburiyet ikasıyla (zorlamasıyla) vuku bulmuş olduğu halde
bilâhere İzmir işgali dolayısıyla beni ithama cüret edenlerin nokta-i nazarına
göre, mezkûr işgallere istinatgâh olan Mondros Mütarekenamesini akde bilfiil
iştirak eden Rauf, Fethi ve vaziyet-i askeriyyesi ile devleti böyle bir
mecburiyet-i elimeye düşürmekte cidden zi-medhal (katkısı) bulunan Mustafa
Kemal gibi bugünkü rüesayı aliyyenin (yüce başların) mes'ul ve mültehem olması
lâzım gelir. Zira gerek bu mütarekenin imzasında ve gerek ondan sonraki bütün
mesailde (sorunlarda) Kanuni Esasî mucibince mes'uliyetten müstesna (sorumsuz)
olan makamı hükümdarî için hükûmet-i mes'ulenin maruzatını tasdik lüzumu gibi
gayri kabili itiraz bir sebep bulunduğu halde, ne kendi imlâ ve imza ettiği
mütarekenin tatbiki demek olan felâketlere karşı bilâhere muhalefette önayak
olmak küstahlığını gösteren Rauf Bey için, ne de devletin belli başlı kuvâ-yı
mevcudesinin kısm-ı küllisini esir vererek zilletle (Toros) eteklerine iltica
etmesi yüzünden mütareke akdini gayri kabili ictinab (kaçınılmaz) bir hale
getiren Mustafa Kemal için şayanı kabul hiçbir mazeret mevcut değildir, İşte
tahtı Osmaniye cülusumdan sonra ilk mühim hatve-i siyasiyyeyi (siyasal adımı)
teşkil eyleyen mütarekeye kadar cereyan eden hadisat karşısında benim vaziyetim
budur.
Mütarekeden
sonra ittihaz ettiğim meslek ise geri alınması mümkün olmayacak bir hatve
atmaktan ihtiraz ile beraber bir taraftan dahilde makul ve mutedil ıslahat ve
icraata germî (sıcaklık — hız) vermek, bir taraftan da hariçte tesebbüsat-ı
siyasiyyeye devam eylemek suretiyle aleyhimizdeki gayz-ı umumiyyenin (genel
kızgınlığın) bertaraf olunacağı müsait zamanlara intizar edebilmek
(bekleyebilmek) için vakit kazanmaktan ibaret idi. İzmir işgali hadisesinin
karşısında ittihaz ve takip, ettiğim meslek ve gaye de bundan başka bir şey
değildi. Çünkü Yunan askeri tarafından derhal icra olunacağı bildirilen bu
işgal, düvel-i selâse-i rnuazzamanın kat'i ve nagehanî (üç büyük devletin kesin
ve ani) kararına istinad etmekte olduğu gibi vak'anın bize tebliği de doğrudan
doğruya düvel-i selâse-i müşarünileyha (anılan) tarafından vuku bulduğu cihetle
düvel-i muazzama meselesi şeklinde tecelli etmiş idi. Hadisenin Yunan meselesi
haline tahavvülü Yunanistan'daki vaziyeti siyasiyyenin tebeddülü ile düvel-i
muazzama- i müşarünrileyhanın ittifakına haleldârî olduktan (girdikten) sonra
husule geldi. Ondan evvel bu mesele, büyük ve galip devletlerce müttefikan
ittihaz olunmuş bir karar-ı kat'inin tebliği mahiyetinde bulunduğu cihetle
hakkımızdaki gayz-i umumiyyenin zevaline intizaren teşebbüsat-ı siyasiyye ile
iktifa mesleğini tercih ettirmekte olduğu gibi, işgalin muvakkat mahiyeti haiz
olması da meslek-i mezkûru müeyyed (anılan yolu doğrular) görünüyordu. Mesele
Yunan meselesi halini aldıktan sonra harpte mağlûp olmamak şartıyla mukavemete
ben de tarafdar idim ve nitekim bu his ile kuva-yı milliyeye mütemadi bir takım
kabineleri de mevki-i iktidara getirdim. Şu kadar var ki. o devrelerde Mustafa
Kemal devleti metbuasına (tâbi olduğu devlete) itaat dairesinden huruc etmiş
(çıkmış — başkaldırmış) ve Anadolu'da birçok aksakallı müftilere varıncaya
kadar asıp kesmek gibi mezalimiyle vazife-i milliyye hududunu tecavüz ederek
milletin başına tahammül olunmaz bir belâ kesilmiş idi.
Tıpkı
İzmir hadisesi gibi, «Sevr» muahedesine ait teklif-i düveli de Yunanistan'da
vaziyeti siyasiyyenin tebeddülünden ve devletlerin aleyhimizdeki ittifak-ı
şedidine haleldari olmadan mukaddem olarak (önce), hiçbir noktasında tadil
teklifine müsaade edilmeyerek yirmi dört saat zarfında tamamen kabul veya
reddine mütedair tazyikat ve tehdidatı ihtiva ettiği cihetle, gayet nazik ve
tehlikeli bir şekilde vuku bulmuş idi. Bununla beraber ben «Sevr» muahedesini
kesb-i katiyyet etmiş addolunacak surette tasdik etmedim. Meselenin kat'iyet
kesbetmesi, Meclisi Meb'usanın kabulünden sonraki tasdikime mütevakkıf (bağlı)
olduğunu ve hak ve adaletle te'lif olunamayacak surette gayr-i tabiî olan böyle
bir muahedenin devam ve tekerrür edemeyeceğini (yerleşemeyeceğini) bildiğimden,
hakkımızın anlaşılmasına müsait zamanın hululüne kadar vakit kazanmak tarikinde
(yolunda) devam ile, muahedenin hükümetçe kabulüne taraftar göründüm.
Mondros
mütarekesi, İzmir hadisesi, «Sevr» muahedesi gibi müstesna bir nokta-i nazarla
telâkki ettiğim vekâyiden sonra gelen mesailde, daima icabat-ı meşrutiyete
tevfik-i hareket eyledim (meşrutiyet gereklerine uygun davrandım) ve bu
sebeple, muhtelif kabinelerin muhtelif ve belki mütehalif (çelişen)
içtihatlarına riayet ettim. Mustafa Kemal'i Anadolu'ya gönderen ve bilâhare
devleti metbuasını tanımadığı cihetle tenkili (bastırılması) için kuvve-yi
askeriyye sevkine lüzum gösteren kabinelere mümaşaatımda (uymamda) hükümeti
mes'ule ile makam-ı hükümdarînin münasebeti mütekabilesine (karşılıklı
ilişkisine) ait icabat-ı meşrutiyetten ayrılmamak arzusu ve bazı esbab ı
zaruriyye âmil olmuştur. Bundan maada gerek kabine tebeddülatında, gerek
icraat-ı sairede nâzım-ı harekâtım, efkâr-ı hissîyat-ı şahsiyyemden ziyade
daima efkâr-ı umumiyye veyahut gayr-i kabili mukavemet diğer müessirat
olmuştur. Bunun en bariz delili; son Tevfik Paşa kabinesini, sırf aleyhinde
efkâr-ı umumiyye tezahüratı meşhut olmadığı (gözlemlenmediği) için, şahsım ve
makamım hakkında sui niyetleri zahir olan (görünen) Kemalcilerin, İstanbul'da
tesisi nüfuz etmelerine müsait bulunmasına rağmen, iki seneyi mütecaviz mevki-i
iktidarda tutmaklığımda görülebilir.
Ankara
ile İstanbul arasındaki ikiliğin izalesi emrinde bu gibi fedakârlıklardan geri
durmamakla beraber, hilâfetin saltanattan tefriki veya tahtın İstanbul'dan
Anadolu'ya nakli hakkındaki karar ve tasavvurlarına muvafakat eylemek elimden
gelmemiştir. Bunlardan birincisi, ulema-yı İslâmın malûmu olduğu veçhile şer'i
şerife (kutsal şeriate) katiyyen mugayir (aykırı) ve müekkilim bulunan Fahr ül-
Mürselîn efendimiz hazretlerinin hukukundan feragati mutazammın olmakla (içermekle)
benim için selâhiyet ve imkân haricinde bir şey olduğu gibi, İstanbul'un manen
Ruslara teslimi ile Bolşeviklere cemile ibrazı (yararına) mahiyetinde bulunan
ikinci tasavvurları da, hilâfeti İstanbul gibi siyasî ve tarihî bir
istinatgâhtan mahrum eylemek demek olduğu cihetle katiyyen gayr-i kabil-i kabul
idi. Bu gibi müfrit ve mecnunane arzularını tebaiyyet etmediğim (uymadığım)
için bana hıyanet-i vataniyye izafe ve isnat edenlerle birlikte, her akıl ve
iz'an sahibinin bilmesi lâzım gelir ki dünyanın en büyük cah ü mansıbı (orunu)
olan hilâfet ve saltanat makamını fiilen ve bi'l irs ve'l-istihkak (babadan
kalarak ve lâyığı olarak) haiz bir hükümdarı, hıyanet-i vataniyye gibi bir
cürmü şenie (kötü suça) sevk edecek hiçbir emel ve ihtiras mevcut değildir. Ben
o makamların ve simâ-i hilâfet makamının şeref ve haysiyetini muhafaza için
muvakkaten tahtımdan, vatanımdan ve huzur ve rahatımdan cüda (ayrı) düşmeyi
bile göze aldırdım. Bu müfarekatim (ayrılığım) bilhassa harbi umumîden sonra
kendi ef alinin (edimlerinin) hesabını vermek mevkiinde bulunanlara karşı ef
alimin hesabını vermekten korkmak kabilinden olmayıp, belki hiçbir kanuna tâbi
olmayan insanlar elinde müdafaa ve hakkı kelâmdan memnu bir halde hayatımı göz
göre göre tehlikeye teslim etmek gibi emr-i ilahînin ve aklı selimin kabul
etmeyeceği bir şeyden ictinab eylemek (kaçınmak) ve hem de «Elifiraru mimma
la-yutak min sünenil mürselîn [dayanma takatim aşandan kaçmak, peygamberlerin
sünnetindendir.] fehva-yı şerifi (kutsal kavramı) üzere müekkil-i zî-şanımın
(vekili olduğum şanlı zatın) hicreti nebeviyyelerine ait olan sünnet-i
seniyyeye itba' etmekten (uymaktan) ibarettir.
Müdafaa-i
vatan gibi müstahsen gayelerle hiç münasebeti olmadığı halde Ankara meclisinin
ittihaz ettiği mukarreratı âhire (aldığı son kararlar) üzerine, muarızlarımla
aramızda tahaddüs eden (ortaya çıkan) ve memleketimiz için hasıl olan vaziyet-i
ahireyi telhis ederek (özetleyerek) derim ki:
Ceddim
Osman Gazi'den Selimi Evvel'e kadar Devleti Osmaniyye namıyla Türk Sultanatı var
idi, Selimi Evvel'den sonra ise bu saltanat hilâfetin inzimamıyla
(eklenmesiyle) Saltanatı Muhammediyye haline geçmişti.
Şimdi
bana bigayrı hakkın ihanet-i vataniyye isnat edenler, hilâfeti hukuk ve
nüfuzundan tecrid ve tatil ederek bu Saltanat-ı Muhammediyye'yi yıkmışlar ve
yalnız vatanlarına değil, bütün âlem-i İslama ihanet etmişlerdir. Ben, devleti
tehlikeden vikaye için, bilhassa harb-i umumîye iştirakimizdeki ifratların
acısını tattıktan sonra, siyaset-i hariciyyede muarrızlarımın tâbiri veçhile korkarak,
yani itidal ve ihtiyat ile hareket ettim; daha doğrusu, vakit kazanmak için,
icab eder ise kendimi feda etmeye karar verdim. Bu mutedil ve ihtiyatlı meslek
karşısında, muarızlarımın müfrit ve herçibâd abâd mesleği (aşırı ve her şeyi
göze alır yolu) müntec-i isabet ve muvaffakiyet olur (doğruluk ve başarıyla
sonuçlanır) ise, şahsen ben kaybedecektim, fakat devlet kazanacaktı; halbuki
onlar devlete Saltanat-ı İslâmiyyesini kaybettirdiler.
Eğer
benim bir hatam var ise, din ve devletin bu derece tahrib ve tagbirine
(yıkılmasına ve gücendirilmesine) (bazı müstesna şahsiyetlerden maada) bütün
vükelâ ve ulemâ ve ukalâ ve ricâl-i memleket tarafından ses çıkarılmayacağına
ve bazı hasis menfaatler mukabilinde gizli ve aşikâr suretlerle yardım
edileceğine ihtimal vermemckliğimdedir. Ben, devletin hayat ve mematıyla
herkesden ziyade alâkadar olan münevveran-ı milletimin, vazife-i vataniyye ve
vicdaniyyelerini bu derece suiistimal etmeyecekleri hakkındaki hüsn-i zannıma
ait olan hatamı itiraf ediyorum.
Netice-i
kelâm olarak şurasını beyan ederim ki, hilâfet meselesinin halli, dini,
kavmiyeti, vatanı meşkuk ve mahlut (kuşkulu ve karışık), askerîden ve sünuf-u
saireden (diğer sınıflardan) mürekkep bir şirzime- i kalile (küçük bir azınlık)
ile, kısmen mükreh ve mücber (korkutulmuş ve zorlanmış) ve kısmen ahvalin
ledünniyatından (iç yüzünden) bîhaber olarak mugfel halinde (kandırılmış)
bulunan beş altı milyonluk masum Türk kavminin selâhiyeti dahilinde olmayıp,
bu; üçyüz milyonluk âlemi İslâmın tamamına taallûk edecek bir mesele-i
azimedir. Binaenaleyh şimdi ben, hilâfet hakkında Ankara'da ve İstanbul'da
verilen fuzulî ve cebrî hükmü kat'iyyen kabul etmeyerek ve hakkımda reva
görülen müfteriyatı (iftiraları), isnad edenlere kemal-i nefretle red ve iade
ederek, memleketin ve bilâ-tefrik-i cins ve mezheb bütün ahalinin saadet ve
refahından başka bir emeli olmayan ve adi ü itidalin hâkim olmasını isteyen
müsterih bir kalp ve vicdan ve hak ve hakikatin mağlûp edilemeyeceğine dair
kavi bir iman ile sevgili vatanıma avdet edinceye kadar hak-i ıtr-nâkinin
ezelden müştakı (güzel kokulu toprağının ötedenberi özleyeni) olduğum haremeyni
şerifeynde ve şimdilik civar beytüllahta imrar-ı evkat ediyorum (vakit
geçiriyorum).
Beni
«beldetüllah»a isal eden şu macereti mucib ül-mefharet (övünülesi) ile,
hilafetin saltanattan tecridi teklifine karşı sebat ve mücahedem, nasibe-i
hestîmi ve dehr-i ahiretimi teşkil edecektir.
Misafir
olduğum bülâd-ı mukaddese-i Arabiyyenin hükümdarı âlî- tebarı (yüce soylu) ile
ahali-i nccîbesi (temiz soylu halkı) taraflarından gerek benim hakkımda ve
gerek vatan-cüda diğer hemşehrilerim hakkında gösterilen âsâr-ı mihman-nevaziyi
(konukseverlikleri) şükür ve mahmidetle (övgüyle) yad ettiğim gibi, haiz
oldukları asalet-i mümtaza ve mutahharaya muvafık (seçkin ve temiz soyluluğa
uygun) bir suretle hareket eden müşarünileyh celâlet ül-mülk hazretleriyle
aile- i muhteremeleri erkânının teâli-i şan ü şereflerini ve bu sayede bülâd-ı
mukaddesei Arabiyyenin ve sekene-i necibesinin tarihe ziynet veren mazileriyle
lâyık oldukları inkişaf-ı mes'uda mazhar olmalarını da cidden temenni ederim.
İstanbul'dan
müfarekatimden sonra bu ilk beyanımdır.
Vesselamu
ala men itteba'l-Hüda [Tanrı'ya uyanlara (doğru yoldan gidenlere) selâm olsun.]
Muhammed Vahideddin
bin es-Sultan
Abdülmecid Han»
BELGE II
Mütareke Devresinin İngiliz Nokta-i Nazarından Tarihçesi
— AÇIKLAMA —
Mütareke
esnasında Türkiye'deki İngiliz kıtaatına kumanda eden General Harington'un
İngiliz Hükümetine mütareke devrine ait olmak üzere gönderdiği resmi rapor
İstanbul matbuatı tarafından elde edilmiş ve aynen neşredilmiştir, İngiltere'de
intişarından hatta merciine vusulünden evvel raporun neşredilebilmesl, matbaada
bulunan bozuk bir nüshasının ameleden biri tarafından elde edilmesi sayesinde
olmuştur. Henüz resmen İngiltere'de neşredilmediği için raporun mevsukiyetinden
şüphe edenler de vardır. Maamafih bir tarihi vesika mahiyetini haiz olan bu
raporun aynen naklini faideden hali bulmuyoruz.
(AYIN TARiHi, Cilt 2, Ekim 1923, Sayfa 245-258)
İstanbul
2 Teşrinevvel
Londra'da
Harbiye Nezaretine
Devletmaab!
İngiliz
kıtaatının Türkiye'de 1920 teşrinsanisinden 1923 teşrini evveline kadar olan
faaliyeti hakkında işbu raporumu takdim etmekle kesbişeref eylerim.
Bu
devir, şarkikarip meseleyi müşkilesinin birçok alâkadar safhalarını ihtiva
etmektedir ki bu safhalardan bazılarının imtidadınca vaziyet pek emniyetsiz idi
ve musasamat derdesti iptidar telakki ediliyordu, İngiliz kıtaatının bu müşkil
ve buhranlı devri muvaffakiyetle geçirdiklerinden kendimi bahtiyar addediyorum.
Maamafih,
iptidasını, 1920 senesinin meşum bir haftası teşkil eden bu devrin mebadisiyle
burada muhtasaran meşgul olacağız. Mezkur hafta zaafında atideki vakayı cerayan
etmiştir:
1.
İstanbul'a feci bir hâlde iltica eden
Vrangel ordusunun inhidamı,
2.
Karsın sukutu
3.
Venizelos'un iskatı
O
tarihte müttefikler arasında takarrür eden bir İtilâf mucibince İngiliz
kuvvetleri bir süvari alayı, bir sahra top bataryası, iki İngiliz ve dört Hind
taburuna tenzil edilmiş idi. Bundan başka Yunan Ordusunun İzmit'teki II nci
fırkası ve Cezayir Bahri sefid alayının 204 ncü taburu tahtı emrimde idi.
Fransız kuvvetleri altı, İtalyan kuvvetleri bir taburdan müteşekkildi.
General
Paraskevopulos, Bursa'nın ve Şarki Trakya'nın Yu. nan Ordusu tarafından işgali
ile neticelenen harekatı icra eylemiş idi.
Türk
ordusuna gelince: Türk orduyu millisi o zaman henüz doğuyordu. Faal ve
vatanperver rüesanın idaresinde muharip kuvvetlerden teşekkül ediyordu. Başta
Mustafa Kemal Paşa bulunuyordu. Halbuki bu kuvvetler hiçbir zaman ciddi bir
amili askeri telakki edilmiyordu. Şurası da kayıd edilmelidir ki gerek
Ankara'da, gerek İstanbul'da Sovyetler'in tesiratı o zamandan beri mahsus
olmaya başlamıştı. O zaman müttefikeyn kıtaatının emniyetine muzır bazı eşhasın
derdestini emretmek zaruretinde bulundum. Bunlar meyanında Bursa'ya sevkedilen
Bolşevik propogandacıları da vardı.
1920
kışı ve 1921 baharı sıralarında İstanbul'da vaziyete hakim olmaya muvaffak
olduk ve fakat Türk milli ordusu kuvvet itibariyle çoğaldıkça ve teşkilat
itibariyle düzeldikçe Ankara'da, Anadolu'dan Yunan ordusunu tard etmeye ve
müttefikleri İstanbul'u tahliyeye icbar eylemeye matuf bir kuvvet teşkil
edilmekte olduğunu artık görüyordum.
Fikrime
nazaran Yunan ordusu kendi iradesini kabul ettirmeye kafi değildi. Venizelos'un
sukutundan sonra Yunan ordusunda yapılan mütemadi tebeddüllerden dolayı bu
ordunun ciddi harekat için ne dereceye kadar liyakatli olabileceğinden daima
şüphe ediyordum. Fikrime nazaran askerin kitlesi iyi idi. Fakat Yunan kumanda
heyeti âliyesinin erkânıharbiyenin bir çok azası tecrübeden mahrumdu vâsi
mikyasta harekatı, bilhassa ciddi bir mani karşısında muvaffakiyetle
neticelendirebileceği kanaatim yoktu. 1922 senesinin son ayları bu tahminatımı
teyit eylemiş idi.
1921
temmuzunda Müttefik Kuvvetleri Başkumandanlığı tevdi edildi. Fransız kıtaatı
hemen bize müsavi idi. İtalyan kıtalarının miktarı bizimkilerden çok dûn idi. O
zamandan beri refiklerim General Monbelli ve General Şarpi'nin müzaheretleriyle
İstanbul'da kanunun hükmünü ve emniyetini temin eden bir çok tedabir ittihaz
ettim. Fakat zaman geçtikçe teşebbüs Türklerin eline geçiyordu.
Yunanistanın
durumu da gittikçe kötüleşiyordu. 1922 martında mucibi memnuniyet bir sureti
hal bulmaya müttefiklere mezuniyet verdiler. Paris Konferansından böyle bir
netice alınacağı umuluyordu. Fakat Türkler o şartları kabul etmediler.
O zaman
Hacıanesti Yunan Ordusunun başkumandanlığına tayin edildi ve derhal İstanbulu
bir darbe ile işgal etmek üzere Anadolu'daki ordunun bir kısmını Şarki
Trakya'ya nakletmeye başladı. Görüşüm odur ki, bu, fena fikrin mahsulü bir
proje idi ve hiçbir ümidi muvaffakiyeti haiz değildi.
Hacıanesti'nin
bu fikri hakkında kati malûmat alınca bir beyanname neşrederek İstanbul
aleyhinde herhangi bir hareketin 1921 Mayısında müttefikeyn komiserleri
tarafından tayin edilen bitaraf mıntıkaya herhangi bir tecavüzün müttefik
kıtaları tarafından mukabeleye maruz kalacağını Yunanlılara bildirdim ve aynı
zamanda İzmit yarımadasındaki İngiliz Kuvvetlerini Çatalca'ya sevk ederek
General Şarpi'nin emrine verdim. Fransızlar da o zaman üç piyade taburundan bir
süvari alayından mürekkep bir takviye kuvveti aldılar. Bu tedbirler verimli
oldu. Yunanlılar mutasavver taarruzu icra etmediler. Türkler taarruz icra etmek
üzere Yunanlıların Anadolu'dan Trakya'ya kuvvet göndermelerinden istifade
ettiler. Planları pek parlak oldu. Afyonkarahisar sahasında büyük bir şiddetle
tatbik ve icra edildi.
Türklerin
taakkup eden harekatı ne dereceye kadar evvelden tahtı karara almış oldukları
meşkuktur. Yunan ordusunun cenup grubu yarıldı ve artık müdafaaya muktedir
olamadı ve tarihin en büyük inhizamlarmdan biri olarak Anadolu'dan denize
döküldüler.
Türkler
tabii olarak muvaffakiyetlerinden cesaret alarak dikkatlerini Anadolu'daki
müttefik kıtalarına atfettiler. O zaman bu kıtalar münhasıran İngiliz
kuvvetleri idi. Emrim tahtında yalnız Çanakkalede Cuban alayının bir taburu ve
İzmit'te iki tabur bulunuyordu. Müttefiklerin vahdetini göstermek için
Çanakkaleye ve İzmit'e Fransız ve İtalyan müfrezeleri göndermelerini İtalyan ve
Fransız komiserlerinden rica ettim. Bu isteğim musaraatla kabul edildi. Ben de
evvelkine müşabih bir tebliğ yayınladım. Fransız ve İtalyan Hükümetleri ise bu
tebliği tasvip etmediler ve Anadolu'daki müfrezeleri geri çekmek emrini
verdiler.
İstanbul'un
hakiki müdafaası Boğaziçinin on mil şarkında Maltepe- Dudullu hattı
müdafaasından müteşekkildi ve Müttefik kıtaatı tarafından ihzar edilmişti.
Fransız ve İtalyan Hükümetlerinin kıtaatından hiçbirisinin Boğazın Asya
sahilinde istihdam edilmemesi yolundaki kararları mevkii pek müşkil bir hale
koydu. Çünkü tahtı emrimdeki İngiliz kuvvetleri gerek Çanakkale'nin, gerek İzmit
yarımadasının müdafaasına ve bilhassa ciddi bir taarruz karşısında kâfi
değildi. O sıralarda Türklerin bu iki noktaya karşı kuvvet cem ve tahşit
ettikleri anlaşılmıştı.
Tehlike
önümüze çıktığı zaman karşı koyacak kuvvetlerim yoktu. Askeri mevcudumuz pek
faik kuvvetler tarafından tehdit ediliyordu. O sıralarda müttefiklerin notası
verilmiş ve Mudanya Konferansı belirmeye başlamış bulunuyordu. Ben hiçbir
müsademeye meydan vermemeleri arzusunda idim ve bu arzu şevkiyle lâzım gelen
evamiri verdim. Fakat Türklerin hattı harekatı az kaldı ahvali değiştiriyordu.
Türklerin maksadı İngiliz kuvvetlerini kendi mevkilerinde hareketsiz
bulundurmaktı. Süvarilerinden mürekkep olan askerlerinin vaziyeti ciddi telakki
etmedikleri anlaşılıyordu. Bilahare bu süvari kuvvetleri piyade kuvvetleri
tarafından istibdal edildi. Bu kuvvetlerin karşısındakileri müsademeye davet
etmek emrini almış oldukları aşikâr idi.
Vaziyet
fevkalade bir hal aldı. İngiltere kıtaatının her zabiti ve her neferi Mudanya
Konferansına bila hadise varmak hususundaki arzumun husule gelmesine elinden
gelen gayreti sarf etti. Emrim tahtında bulunan General Mardeu tahrikata karşı
sabır ve tahammülün son derecesini de geçtiğimizi ve muhasamatın başlamasına
ramak kaldığını bana iki defa telgrafla işar etti. Bu vaziyeti İngiliz Hükümeti
Kraliyesine bildirdim. Aynı zamanda askerlerini bitaraf mıntıka haricinde
muayyen bir müddet zarfında çekmek üzere Türk ordusu kumandanına bir nota
göndermek selahiyetini aldım.
Mezkur
noktada Türk askerleri çekilmediği takdirde ateş açılacağını bildirdim. Fakat
Mudanya Konferansı başlamak üzere bulunduğu cihetle bu notanın gönderilmesine
lüzum kamadı. Bundan sonra İngiltere Hükümeti ve Eastern kumpanyası ile
istişare ederek İstanbul'u Avrupaya rapteden kabloyu Asya sahilinden Avrupa
sahiline naklettirdim. Bu tedbir pek faideli oldu. Çünkü kablonun naklinden 48
saat sonra Anadolu sahilindeki telgraf tesisatı Kemalistler tarafından tahrip
edildi.
Mudanya
Konferansı 3 Teşrinievvel 1922'de başladı ve 11 Teşrinievvel 1922'de protokolün
imzasına müncer oldu. Konferansın müddeti devamınca mütemadiyen piyade ve topçu
takviye kıtaatı vurud ediyordu. Donanma da mühim surette takviye edilmişti.
Ehemmiyetli bir tayyare kuvveti de ihzar edilmekte ve taarruza hazırlanmakta
idi. Bu konferansta müttefikeyn generalleri ile İsmet Paşa arasında, Yunan
ordusunun Trakyadan çekilmesi lâzım gelen hattın tayini ile iştigal edeceği
malûm idi. O ara bazı tedbirler almak üzere İstanbul'a avdet ettim ve ertesi
gün Mudanya'ya döndüğümde İsmet Paşa'ya siyasi murahhasların da refakat
ettiğini ve paşanın müttefik generallerini, hükümetlerinden aldıkları talimat
haricinde mesaili siyasinin müzakeresine sürüklemek istediğini anladım.
Türklerin
bu teşebbüsüne ısrarla muhalefet ettim. Bir çok uzun ve zahmetli müzakerattan
sonra 9 Teşrinevvelde İsmet Paşaya selahiyetimiz dahilinde bulunan mesail
hakkındaki noktai nazarımızın haddi asgarisini natık protokol projesini taksim
ettik, İsmet Paşa, hükümetiyle istihare etmek üzere ertesi günü öğleye kadar
bir müsaade istedi, İsmet Paşa'nın da müzakeratı tarzı idaresine de beyanı
takdirat etmek isterim, İsmet Paşa bidayette ihtiyatkârlık göstermiş ise de
bilahara şüpheleri zail olunca münasebatımız tamamıyla dosthane bir şekil
almıştır. O zamandan itibaren kendisine vuku bulan bütün ricalarım isaf
edilmiştir.
Lozan
Konferansına kadar vaziyyetin sakin kalacağını zannediyordum, aldanmışım. Az
sonra yeni bir müşkül devre karşısında bulundum. Refet Paşa, Şarki Trakya
valiliğine tayin edilerek İstanbul'a geldi ve müttefik kumandanları ile birçok
mülakatlarda bulundu. Bu mülakatlardan birinde bize Hükümeti Sultaniyenin ilga
edildiğini ve kendisinin Büyük Millet Meclisi Hükümeti namına İstanbul'un
idaresini deruhte ettiğini tebliğ etti. Bu vaka bize bir ihtilal evresi
geçirmekte olduğumuzu ihtar ettiği cihetle mucibi hayretimiz olmuştur. Yeni
idarenin takarrürü, İstanbul'un ecnebi vaziyeti için fevkalade gayrı müsaid bir
takım icraat da zemin hazırladı. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin
noktai nazarı, İŞGALİ HİÇBİR SURETTE TANIMAMAK merkezinde idi. Yalnız kontrol
hakkı olmayarak işgal kuvvetlerinin mevcudiyetini kabul ediyordu. Bu vaziyet
müttefik generalleri ile Refet Paşa arasında bir silsilei müşkilat davet etti.
Ancak büyük zorluklardan ve büyük bir sabır ve tahammülden sonra İstanbul'da
bir muhasama vuku bulmadan 20 teşrinisani 1922 tarihinde Lozan konferansı
müzakeratının başlamasına imkan hasıl oldu.
Bu
devre, geçirdiğimiz devrelerin hepsinden daha müşkil bir devre idi. Müttefik
Komiserleri, Refet Paşa tarafından Büyük Millet Meclisi Hükümeti adına hemen
hergün, mesela gümrük rüsumunun tezyidi, umuru İnzibatiyenin Türk polisi
tarafından rüiyeti, muhtelif mehakimin lağvı, düyunu umumiyeden bazı memurların
azli, ecnebiler için mutlaka lâzım bazı eşyanın men'i duhulü ve saire gibi
isdar edilen yeni nizamat ve ahkâmdan dolayı endişe etmekte idiler. Müttefik
generalleri Refet Paşa ile mülakat ederek bir tedbir bulmaya çalışmak hususunda
talimat aldılar. Anlaşma olmazsa İstanbulda idarei örfiye ilanı takarrir etti.
Ne var ki, ittihaz etmiş olduğu tedabirden birkaçını tadil etmeğe Refet Paşayı
ikna etmeye muvaffak oldular ve böylece idarei örfiye ilânına lüzum kalmadı.
Ben şahsen bu kararın alınmasından kaçınıyordum. Böyle bir durumda düşman
taarruzunun en büyük darbesine İngilizlerin maruz kalacağı muhakkaktı. Bizim
için en mühim hedef Boğazların müdafaası idi. İstanbul'da idarei örfiye ilân
edilirse alınması şart olan tedbirler için İzmit Yarımadasından ve Çanakkaleden
kuvvet çekmem lazım geliyordu ki bunu yapmama imkân yoktu. Durumu ve
endişelerimi Komiserlere izah ettim.
Müttefiklerimizin
yardımına mazhar olamadığım takdirde, bir taarruz karşısında Gelibolu
yarımadasına çekilmeye mecbur olacaktım ki o takdirde bütün ahalii hristiyaniye
paniğe uğrayacaktı. O zamanda İstanbul'da 350 bin kadar hristiyan nüfus vardı.
Bundan başka o vakitler İstanbul'da büyük bir asabiyet mevcut olduğu ve
hristiyanların bizim himayemize istinad ettikleri nazarı dikkate alınmalıdır.
Diğer
taraftan idarei örfiye ilânı ayni zamanda şehrin bütün idaresini bizim deruhte
etmemizi istilzam edecekti. Biz ise idare için lazım olan kadroyu bulmaktan
acizdik. Sonraki vukuat Refet Paşa ile kabiliyeti tatbikiyeyi haiz bir İtilâf
bulmaya çalışmakta ne derece haklı olduğunu isbat eylemiştir.
VAHİDEDDİN'İN HAYATI TEHLİKEDE Mİ İMİŞ?
O
sıralarda beni en çok işgal eden meselelerden biri de hayat ve emniyeti
fevkalade komiserler tarafından bana tevdi edilmiş olan sakıt Sultan
Vahideddin'in emniyeti meselesi idi. 16 Teşrinsani 1922'de Sultan, tahriren
bana müracaat ederek İngiliz Himayesini talep etti. İki gün sonra saraydan
gizlice kaldırılarak Malaya sefinei harbiyesiyle Malta'ya sevkedildi. Bu iş
nazik bir iş idi ve selahiyattarlar tarafından iyi bir tarzda icra edilmiştir.
Sultan da ittihaz edilen tedabirden dolayı minnettarlığını beyan ve izhar
etmiştir.
Lozan
Konferansının ilk günlerinde müşkülatımız devam ediyordu. Fakat Türk makamatı
ile tedricen bir itilâfa varıldı ve hadiseler azaldı.
Ne var
ki ayni zamanda bir çok Türk askerlerinin İstanbula girmekte oldukları müşahede
ediliyor ve gerek İstanbulda gerek şarki Trakyada muhasamatın başlaması
takdirinde müttefiklere karşı faaliyete geçilmek üzere teşkilat yapıldığı
aşikâr görünüyordu.
O zaman
bizim aleyhimize sevk ve tevcihi mümkün olan Türk kuvvetleri tahminen 40 bini
Çanakkalede. 50 bini İzmit yarımadasında, 30 bini merkez ihtiyatları, 20 bini
İstanbulda ve 20 bini Şarki Trakyada olmak üzere 160 bin kişilikti.
İstanbuldaki
ecnebi cemaati ise şöyle idi: 6 bin Fransız, 15 bin İtalyan ve 3 bin İngiliz.
LOZAN GÖRÜŞMELERİNDEKİ İNKlTADAN SONRA
İsmet
Paşa ile Lozan'dan Ankara'ya avdet ederken görüşmek fırsatını elde ettim. Bu
mülakatında müşarünileyhin hakikaten muslihane bir sureti tesfiyeyi samimiyetle
arzu ettiği intibaını hasıl ettim. Lozan'da ahvalin bir netîcei sulhiyeye pek
ziyade yaklaşıldığı ve bir sureti tesfiye bulunması ümitleri vardı.
Son
dokuz ay müttefiklerin askeri kuvvetleri için kolay olmadı. Ankara Hükümeti
bütün bu müddet zarfında işgali tanımaktan istinkâf eder ve yalnız
mevcudiyetimizi kabul ederdi. Bu hal muhtelif hadiselere sebeb oldu.
Müttefik
Kuvvetler Generalleri, kendi kıtaları aleyhinde harekette bulunacak herhangi
bir şahsı muhakemeye selahiyetli olduklarında ısrar etmek mecburiyetinde
kaldılar. Refet Paşa her ne kadar bu hakkımızı kabul ve teslim etmişse de
Ankara Hükümeti bu hakkımızı kabul ve tasdik etmekten istinkâf ediyordu.
Lozanda bütün mesail hakkında itilâf olduğuna ve sulhun derdesti imza bulunduğuna
ve bütün müttefik kıtalarının sulhun Ankara'ca tasdişinden altı hafta zarfında
İstanbul'u terk ve tahliye edeceklerine dair olan haberi memnuniyetle aldık.
Türk
kumandanı askerisi Selahaddin Paşayı resmen ziyaret ederek Türkiye için iyi bir
sulh ve refah temennisinde bulundum ve müttefik kıtaatın bilâ hadise ve en iyi
hatıralarla İstanbul'dan mufarakatına hadim mesaiye yardım etmesini rica ettim.
Müttefik generalleri, kıtaat arasında mevzu olan hürmeti mütekabile ve selam
merasiminin Türk ordusuna da teşmiline karar verdi. Selahaddin Adil Paşa,
müsaraaten ricamı kabul etti ve hemen lazım gelen emirleri verdi.
Tahliyenin
tarzı icrasından bahsetmeksizin bu raporuma nihayet vermek istemem. Lozan
muahedesinin Türkiye tarafından tasdik edildiğinden 23 Ağustos akşamı resmen
haberdar oldum, İngiliz kıtaatının tahliye ameliyesi ertesi günden başladı ve
nihayetine kadar da mevcut plan ve proje dahilinde icra edildi. Bütün tahliye
devresi esnasında en küçük bir hadise bile vuku bulmamıştır.
Fazla
eşyamız hilaliahmere satılmış ve iyi bir halde teslim edilmiştir. Müttefiklerin
elinde bulunan Türk mühimmatı harbiyesi de Lozan anlaşması mucibince Türklere
teslim edilmiştir.
Tahliyenin
hitamı mutantan merasim ile icra edilmiştir. Müttefiklerin her biri bu merasim
için yüzer kişilik bir müfreze tahsis ettikleri gibi, Türkler de yüz kişilik
bir müfreze ile merasime iştirak etmişlerdir.
Üç
müttefik general bu müfrezeleri teftiş, etmişlerdir. Üç müttefik bandıraları
ile Türk bayrağı müttefik generallerin önünden geçmiş ve selamlanmıştır. Aynı
zamanda her milletin milli marşı muzıka tarafından terennüm edilmiştir.
Bu
merasim, müttefiklerin bandıralarının indirilmesi ve Türk bayrağının keşidesi
merasimi idi. Bu merasimin hitamından sonra fevkalade komiserleri, heyeti
diplomasiyeyi, Türk Generali Selahaddin Adil Paşayı selamladık ve her general
kendi hükümetine mensup gemiye çekildi. Ben de Arabic Vapuruna bindim.
Generallerin rakip olduğu gemiler müttefik harp sefineleri arasından geçerek müfarakat
etmişlerdir. Generallerin rakip olduğu gemileri derhal müttefik donanmaları
takip etmiştir.
Bu suretle Müttefikin işgali hitam bulmuştur.
General
HARRINGTON
«Lozan
Barış Andlaşmasının imzalanmasını izleyen 1923 yılı Eylül ayında. Matbuat Genel
Müdürlüğü AYIN TARiHi adıyla bir süreli yayın çıkarmaya başlamıştır. Olayların
yarı resmi bir tarihçesinin verildiği bu yayının ilk cildinin ilk sayısının 7
«ayfasında, İstanbul'un boşaltılması olayı söyle verilmektedir.»
İstanbul'un Tahliyesinin Seyahati Hulasası
Lozan
Muahedenamesinin ondördüncü faslını teşkil eden (Tahliye protokolü ve merbutu
beyanname) mucibince ve «kıtaatı elhaletühazi (halen), Türk arazisinin bazı
aksamını işgal eden düveli müttefika yani Fransa, Büyük Britanya ve İtalya
Hükümetleri ile Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, milletlerinin amali
sulhpervaranelerini bilâ tehir tatmin etmek emniyesini mütesaviyen perverde
ettikleri cihetle...» Mondros Mütarekenamesinin salifulzikir yedinci maddesini
vesile ittihaz ederek işgal ettikleri yerleri tahliyeye ister istemez razı
olmuşlardır. Tahliye protokolünün birinci maddesi mucibince «muhadei sulhiye ve
diğer senedatın Büyük Millet Meclisi tarafından tasdik kılındığı düveli
müttefikanın İstanbuldaki Fevkalâde Komiserlerine tebliğ edilir edilmez düveli
mezkure kıtaatı, kendileri tarafından işgal edilmiş olan arazinin tahliye
ameliyatına tevessül edeceklerdir.» Aynı protokolün ikinci maddesi de «Tahliye
ameliyatının altı hafta zarfında ikmal» edileceğini tesbit ediyor.
Lozan
Sulh Muahedenamesi 23 Ağustos 1339 perşembe günü aktedilen Büyük Meclis
celsesinde tasdik edildi. Tasdik keyfiyeti ayni gece saat 10 ile 11.30 arasında
İstanbul'daki İtilâf Devletleri Komiserlerine tebliğ edildi.
Binaenaleyh
tahliye protokolü mucibince 23-24 Ağustos 1339 tarihinden itibaren altı hafta
zarfında ikmal edilmek üzere kuvvei işgaliyenin derhal tahliyesi ameliyatına
ıptidar olundu.
KARA GÜNLERİN SON GÖLGESİ
Tahliye ameliyatının günü gününe hulasası:
23
Ağustos 1339 Perşembe: Sulh muahedenamesi henüz mecliste müzakere edildiği halde Bostancı
ve Maltepe’de bulunan İngiliz kıtaatı, kuvayı işgaliye kumandanlığından tahliye
emrini almış olduklarından Hüsar ve Duc of Wellington alayları bulundukları
yerleri tahliye ederek hamil bulundukları 27 kıt'a top ile mühimmatı saireyi
gemiye irkâb etmişlerdir. Tesellüm Komisyonu Selahattin Adil Paşanın riyaseti
altında içtima etmiştir.
24
Ağustos: Bostancı ve
Maltepe’de tahliye olunan yerler memurlarımız tarafından tesellüm edilmiş ve
Türk Erkanıharbiyesi ile müttefikin erkanıharbiyesi arasında teslim ve
tesellüme dair müzakere cereyan etmiştir. Diğer cihetten de müttefikin
kumandanları General Harrington'un riyaseti altında içtima ederek tahliye
planını kararlaştırmışlardır.
Aynı
günde büyük bir nakliye gemisi ile üçüncü Hüsar alayı ve ikinci Yorkshir
alayının bir kısmı Duc of Wellington alayının bazı bölükleri ve 26 ve 92 inci
topçu bataryaları İstanbul limanından hareket etmişlerdir.
25
Ağustos: 39, 96 ve 97 inci
İngiliz Bataryaları ile 29. Fırka zabitanı, ikinci Yorkshir alayına mensup fen
ve istihkam kıtaları Sibirya ve Somali Nakliye gemilerine irkâb ve tahrik
edilmişlerdir.
26
Ağustos: Tahliye muamelatına
devam edilmiş ve Golden Scotch kıtaları gemilere irkâb olunmuştur.
Ayastafonostaki İngiliz kıtaatına ait eşya ve levazım ve 17 tayyare motoru ve
teçhizatı altmış neferle beraber sevkedilmiştir.
27
Ağustos: İngiliz kıtaatından
II. piyade taburu Poolond nakliye gemisi ile sevk edilmiştir. Çanakkale
tahliyesine de devam edilerek, Archabcr taburu ile ağırlıklar ve birinci,
ikinci, üçüncü bataryalarda aynı vapurla tahrik olunmuştur.
28
Ağustos: Sumrepil vapuru ile
bir kısım mühimmat ve levazımat ve Bostancı’da bulunan topçu alayının bakayası
sevk edilmiştir.
Bahriyeye
ait olan tüfek, cephane ve levazım vesaire teslim olunmuştur. Pierre Loti
vapuru ile 500 Fransız efradı sevk olunmuştur. Şimdiye kadar dört gün zarfında
8000 nefer ve ayni miktarda teçhizat sevk edilmiştir, ilk defa hareket eden
nakliye gemilerinin avdetine kadar sekiz günlük sükûnet devam edecektir.
29
Ağustos: Maltepe ve Soğanlı
arazisi kamilen tahliye olunmuştur.
30
Ağustos: Tahliye ameliyatı
devam ederek ambarlardaki erzak ve mühimmat iskelelere naklolunmuştur.
31
Ağustos : Fransızlara ait üç
vagon cephane ve İstanbul cihetinde Capitaine Moro'nun kumandası altındaki
Fransız zabıta memurlarının evli olanları hareket etmişlerdir. 207 ve 208
numaralı tayyare bölükleri zabitanı mufarakat etmiş ve İngilizler Fenerbahçe civarında
işgal ettikleri bilumum mevaki ve binalar ile Ortaköydeki erzak anbarını
tahliye etmişlerdir.
1
Eylül: Kadıköyündeki
otomobil tamirhanesi tahliye ve tarafımızdan tesellüm edilmiştir.
Meriç
Havzasında bulunan 66. Fransız taburu ve Hadımköy ilerlerinde bulunan kıtaat
İstanbul'a sevk ve Makrıköy ile Baruthanedeki top, mitralyöz ve zırhlı
otomobiller tamamiyle sevke hazır bir hale konulmuştur.
Reşadiye
köyündeki kıtalar hazırlıklarını ikmal etmişlerdir. Bize ait olup da vaktiyle
alınmış plan esliha ve cephaneler teslim olunmaktadır.
2
Eylül: 77. Fransız alayı
ile 12. Senagal alayından birer tabur hareket etmiştir.
3
Eylül: Kilya'dan Hekiya
vapuru (di baz ciment) ile 6. Topçu alayını hamilen Cebelüttarıka hareket
etmiştir.
4
Eylül: İngilizler
Çanakkale’den, Fransızlar İstanbul’dan olmak üzere birer tabur efrad
sevkeylemiştir. Fransızların sevk ettiği II. Senagal alayının taburudur.
5
Eylül: Egypte Vapuru
İrlanda taburunu hamilen Cebelüttarıka müteveccihen ve Cardın vapuru da bir
miktar levazımı harbiye alarak hareket etmişlerdir.
Çanakkale
mıntıkasında BOX alayının bir taburu ile Hassa İskoç taburu ve bir miktar
muhtelif kıtalara ait asker ile top İngiltereye müteveccihen hareket etmiştir.
Sirkecide
işgal altında bulunan ihracat gümrüğünün bir kısmı ve Okmeydanındaki telsiz
telgraf istasyonu ile telsiz telgraf makineleri de teslim alınmaktadır. Hususi
mebaniden olan evlerin teslimi hitam bulmuş ve merkez ve zabıta memurları
huzuru ile sahiplerine teslim edilmiştir.
Ayastafenos’tan
Fransız ve İngiliz kıtalarının levazımatı harbiyesinin nakline devam
edilmektedir.
6
Eylül: Tahliye devam
etmekte olup bir kısım mebanii umumiye hükümetçe tesellüm edilmiş, bazı mebanü
hususiye sahiplerine iade olunmuştur.
7
Eylül: Çanakkalede İngiliz
Kıtaatı bütün ağırlık, cephane, toplarını ve kısmen askerlerini
nakletmişler ve Fransız kıtaatı da tahliyeye başlamışlardır.
8
Eylül: Okmeydanı’ndaki
Bahriye telgraf istasyonunun mütebaki malzeme ve cihazı kamilen teslim
alınmıştır. Çanakkale’deki bilumum mebanii hususiye ve resmiye yalnız bir kışla
müstesna olmak üzere kamilen tahliye ve tesellüm olunmuştur.
9
Eylül: Fransızlar Ayasofya
civarındaki mebanii hususiye ve emiriyenin de tahliyesine başlamışlardır.
Gülhanedeki paviyon ve barakalarla zabtiye kapısı ahırları ve Demirkapı’daki
kışlanın tahliyesi hitam bulmuştur. Maslak Kasrı İngilizler tarafından tahliye
ve tarafımızdan tesellüm edilmiştir. Talat Paşanın konağı tahliye edilmiştir.
10
Eylül: Karaağaç’ta bulunan
Fransız kıtaatı askeriyesinden 12.Alaya mensup Chasseurs d'Afrique namındaki
süvari bölüğü vapuru irkâb ve sevk edilmişlerdir.
Yarın
Rami köyündeki ondördüncü Afrika Grubu topçularından birbuçuk batarya gidecek
ve ayın onüçünde Ramide Topçulardan kimse kalmayacaktır.
11
Eylül: Zeytinburnu fabrika
ve depoları Fransızlar tarafından tahliye edilmiştir. Gülhanedeki cephane
depoları ve Rami deposu, Makrı köyündeki bez fabrikası tahliye edilmiş ve
tarafımızdan tesellüm olunmuştur. Cumartesi günü de Davutpaşa ve Metris esliha
ve cephane depoları tesellüm olunacaktır. Dün tahliye ve tesellüm olunan mebani
meyanında Karaağaç, Çobançeşme topçu ve piyade ambarları ile Piripaşa istihkam
anbarı vardır. Mütareke senelerinde Zonguldak civarında tevkif edilen Mersin
Vapuru da Fransızlar tarafından tahliye ve tarafımıza tesellüm edilmiştir.
12
Eylül: Bu hafta en ziyade
Fransızların ibrazı faaliyet eylediği hafta olmuş ve kuvvetlerinin üçte ikisi
sevk edilmiştir, İngilizlerin de şimdiye kadar sevkettikleri kıtaatın miktarı,
kuvvetlerinin üçte ikisi derecesindedir. Kuvvetleri pek az plan İtalyanlar 313
numaralı taburlarını sevketmişlerdir. Dün tesellüm alınan mahaller Eyüpte
Bahariye araba fabrikası, Davutpaşa, Rami Kışlası cephanelikleri ve mühimmat
depolarıdır.
13
Eylül: Tersaneler ve
havuzlar düveli itilâfiye bahriye zabitanı tarafından tesellüm heyetimize
teslim olunmuştur. Louis Cressenet ve Pierre Loti vapurları ile top atları,
mitralyöz esterleri ve bir miktarda piyade efradı sevkedilmiştir. Lamartine
vapuru bugün Fransız askerlerini hamil olduğu halde Fransaya hareket etmiştir,
İngilizler de tahliyeye kemali faaliyetle devam etmektedir. Galata rıhtımından
büyük bir İngiliz nakliye gemisi bir çok malzemei harbiyeyi hamil olduğu halde
akşam hareket edecektir.
14
Eylül: Dün Ekererinoslav
vapuru İstanbul’dan ve Kilyos’tan asker alarak programı haricinde Mısıra
fevkalade bir sefer yapmıştır. Vapur İstanbul’dan birkaç kıta ile zabitaı
askeriye ve Kilyostan bir takım kıtaat ile telsiz telgraf malzemelerini
almıştır. Son üç vapurun program dahilinde hareketleri tesri edilmiştir.
Fransızlar da kemali faaliyetle tahliyeye devam etmektedirler. Karaağaç bu
sabah tarafımızdan tesellüm edilmiştir. Bozcaada ve İmrozun tahliyesini
müteakip tesellüm muamelesini yapmak için bir heyet izam edilmiştir.
15
Eylül: Eyüpteki Rami
kışlası dün tarafımızdan tamamen teslim alınmıştır. Fransızlann birkaç günden
beri vapurları rakîben sevkedilmekte olan Senegal alayının bakiyesi dün bir
Fransız vapuru ile sevkolunmuştur. Senegal alayı tamamen sevkedilmiş olduğundan
bugünlerde diğer taburların sevkiyatına başlanacaktır.
16
Eylül: Makrıköy
istasyonunun yanındaki Zuhuri Baba Karakolu ile diğer bir karakol, Makrıköydeki
Fransızların Merkez kumandanlığı diye kullandıkları bina. Kömürciyanının evi ve
Halil Beye ait bir bina ile Reşadiye kışlaları ve bu civardaki Ali Haydar
Mithat Beye ait arazi tahliye olunmuştur.
17
Eylül: Dün Çanakkale
boğazının Anadolu cihetinin tahliyesine devam edilmiş ve son kalan topçu
kıtaatı vapurlara irkâb edilmiştir. Son kıtaatın hareketiyle Çanakkale’nin
Anadolu mıntıkası tamamen tahliye ve tesellüm edilmiş bulunmaktadır.
İngilizlerin
Kağıthane, Maslak ve Büyükdere havalisindeki nakliyatı büyük bir faaliyetle
devam etmektedir. Beyoğlu mıntıkasında İngilizler işgal ettikleri mevaki ve
mebanideki ağırlıklarını nakletmektedirler. Fransızlar Çanakkalede
Kilitbahirdeki 56 ve 25 numaralı tabiyeleri ve yine aynı mevkideki istihkâm
kışlasını tamamen tahliye, protokolünde münderiç müddet mucibince 5 teşrinevvel
nısfılleylinde ikmal edilmiş bulunacaktır.
İngilizlerin
tahtı işgalinde bulunan Fenerbahçedeki bağçe, barakalar, Çiftehavuzlardaki
arsa, barakalar, Fenerbahçedeki mesire mahalli ile arsa, Kalamıştaki gazino,
Göztepedeki taşmektep mahalleri tamamen tahliye edilmiştir.
18
Eylül: Fransızlar
Trakyadan gelen Faslı ve Cezayirli müslüman askerleri de rıhtımda bulunan
vapurlara irkâb etmişlerdir. Çanakkalede Anadolu cihetinde Mecidiye istihkamatı
ile dekovilleri ve depoları tamamen tesellüm edilmiştir.
19
Eylül: İngilizlerin iki,
Fransızların ve İtalyanların birer taburundan az efradı kalmış, diğerleri
kamilen sevkedilmiştir. Bunlar da tahliye merasiminde hazır bulunacaklardır.
Tahliye, kemali faaliyetle devam etmektedir.
20
Eylül: İtalyanlar Beyoğlunda işgal ettikleri mebanii
husisiyedeki
ağırlıklarının kısmı azamını dün Tophane rıhtımına nakil ve gemilere tahmil
etmişlerdir. Esasen İtalyan kuvvetlerinin tahtı işgalinde bulunan binalar pek
az olduğundan İtalyan tahliyesi de teşrinievvelin ikisinde hitam bulacaktır.
İngilizler
dün Maslaktaki seyyar karargâhta kalan son eşya ve malzemei askeriyeyi
Tophaneye nakletmişlerdir. Kağıthane ve Büyükdere havalisinde ağırlık nakliyatı
devam etmiştir. Tophane rıhtımı civarında cem ve teksif edilen eşya iki güne
kadar avdet edecek gemilere tahmil edilecektir, İngilizler Beyoğlunda işgal
ettikleri binaların kısmı azamını tamamen tahliye etmişlerdir. Boşalan bu
binalardan eşhası hususiyeye ait olanlarının yarından itibaren sahiplerine
teslimine başlanacaktır.
Fransız
kıtaatının tahliyesi elyevm en faal devresinde bulunmakta ve Sarayburnu ile
Ayastafanostan tahmil edilen gemiler hergün Fransaya hareket etmektedir. Dün de
Sarayburnundan ve Süleymaniye kışlasından nakil edilen eşyayı askeriye ile
mebanii hususiyeden getirilen ağırlıkları hamilen iki Fransız nakliye vapuru
hareket etmiştir.
Fransızların
tahliye ameliyatına müteallik olarak İstanbul kumandanlığınca düşünülen ve müşkülat
tevlit eden bir mesele vardır.
21
Eylül: Bozcaada, tesellüm
heyetimiz tarafından tesellüm edilmiştir.
22
Eylül: Gülhanede Sarayyolu
üzerinde bulunan işaretli mühimmat anbarının dört deposu Fransızlar tarafından
tahliye ve İstanbul kumandanlığı tarafından tesellüm edilmiştir. Fransız süvari
müfrezesi tarafından işgal olunan Çırağan Sarayı tahliye ve Makrıköyündeki
mebanii hususiye ve emiriye tahliye ve teslim edilmiştir.
23
Eylül: Evvelki gün Fransızlardan Ahırkapı otomobil
tamirhaneleri
ve Gülhanede dört depo ile Çırağan sarayının bir kısmı teslim alınmıştır. Dün
de İngiliz kuvayı havaiyesinden tahliye edilen Nişantaşındaki merhum Sait Paşa
Konağı teslim alınmıştır. Elyevm şehrimizde Fransızların iki, İngilizlerin üç
taburları ile İtalyanların bir taburdan az kuvvetleri kalmıştır. Bugün
Fransızlar Makrıköyünde bazı hususi mebaniyi tahliye ve tesellüm edeceklerdir.
Beyazıttaki eski jandarma dairesi 2 teşrinevvelde tahliye olunacaktır. Elyevm
Meriç boyunda. Çatalca ve Hadımköyünde tek bir ecnebi askeri kalmamıştır.
Çanakkalede kalan son 250 kişiden mürekkep bir İngiliz taburu da
sevkedilmiştir. Bu suretle Çanakkale ve Boğazların Anadolu sahili kamilen
tahliye edilmiş, yalnız mezarlıkların muhafazasına memur birkaç gayrımüsellah
efrad kalmıştır. Boğazın Rumeli cihetinde ise, elyevm Kilidbahirdeki küçük bir
Fransız müfrezesinden başka kimse kalmamıştır.
Şu
satırların okunduğu günler...düşmanlarımız bir daha dönmemek üzere
memleketimizden çekilmiş bulunacaklardır.
Hıyaneti Vataniye Kanunu
Kurtuluş
Savaşı'nın kazanılmasında cephedeki Mehmetçik kadar etkin olan bir kanun da
Hıyanet Vataniye kanunu ve İstiklâl Mahkemeleri olmuştur. Bu kanunun suç ve
cezayı belirleyen maddeleri şöyledir:
«Madde
l — Makamı muallâyı hilâfet ve saltanatı ve memaliki mahrusai şahaneyi yedi
ecanipten tahlis ve taarruzatı defi maksadına matuf olarak teşekkül eden Büyük
Millet Meclisinin meşruiyetine isyanı mutazamını kavlen veya fiilen veya
tahriren muhalefet veya ifsadatta bulunan kesan haini vatan addolunur.
Madde
2 — Bilfiil hiyaneti vataniyede bulunanlar şaiben idam olunur. Fer'an zimethal
olanlar ile müteşebbisleri Kanunu Cezanın kırkbeşinci ve kırkaltıncı maddesi
mucibince tecziye edilirler.
Madde
3 — Vaiz ve hitabet suretiyle alenen veya ezminci muhtelifede eşhası
muhtelifeyi sırren veya kavlen hiyaneti vataniye cürmüne tahrik ve teşvik
edenlerle suver ve vesaiti muhtelife ile tahriren ve tersimen irtikab
eyleyenler muvakkat küreğe konulurlar. Tahrikat ve teşvikat sebebiyle maddei
fesat meydana çıkarsa muharrik ve müşevbikler idam olurlar.»
1.
ETHEM — Sabık Kuvvei Seyyare Komutanı
2.
TEVFİK — Kuvvei Seyyareden Biraderi
(Yzb)
3.
REŞiT — Biraderi, Saruhan mebusu
sabıkı
4.
İzmirli Yzb. ETEM — Kuvvei Seyyareden
5.
J. Yzb. SAMİ — Kuvvei Seyyareden
6.
Erkanıharp Yzb. HALİL — Kuvvei
Seyyareden
7.
ARTİN — Kütahya polis memurlarından
8.
MANYASLI ŞEVKET — Kuvvei Seyyare Müfreze
K.
9.
Çerkez AHMET AĞA — Kuvvei Seyyare
Müfreze K.
10.
İhtiyat Mülazımı REŞAT — Kuvvei
Seyyare Müfreze K.
11.
Binbaşı ABDULLAH — Kütahya Mıntıka
K.'ı sabıkı
12.
ÖMER LÜTFÜ — Mülkiye Kaymakamı
«Müsellehan
taklibi hükümet cürmünü irtikap ederek düşman tarafına firarları anlaşılmasına
binaen cümlesinin gıyaben idamlarına ve emvali menkule ve gayrı menkulelerinin
canibi hükümetten haciz ve idaresine...»
«...hafi
komünist fırkası teşkili suretiyle yine taklibi hükümet cürmünü irtikap
teşebbüsünde bulundukları anlaşılan:
1.
Tokat Mebusu NAZIM BEY'in müebbeden
2.
Baytar Bnb. HACI SALiH EFENDİ'nin
müebbeden TC mesleki askeriyeden tardına
3.
Matbuat ve İstihbarat Md.
memurlarından ZİYNETULLAH NEVŞlRVAN'ın müebbeden
4.
Hudut harici bulunan ŞERİF MANATOF'un
gıyaben 15 sene küreğe
5.
Yenidünya Gazetesi Muharriri
NİZAMETTİN Sekiz
(Tepedelenlioğlu)
6.
BEHRAM LÜTFÜ, üç
7.
MUSTAFA NURU, üç
8.
ABDÜLKADİR, beş
9.
HİLMİ, beş
10.
Bakkal AHMET, beş
11.
Baytar Yzb. EFGAN, mesleki askeriyeden
tard ve tahliye
12.
Yzb. KENAN, mesleki askeriyeden tard
ve tahliye
13.
Yenidünya Sahibi imtiyaz ve Ser
Muharriri ARİF ORUÇ’un tahliye ve mecburu ikametine
14.
Bursa mebusu ŞEYH SERVET
15.
Afyon Mebusu MEHMET ŞÜKRÜ
16.
Kadı FERİT
17.
Katip NURİ
18.
KEMALETTİN
19.
HÜSNÜ
20.
VAHİT
21.
Hizmetçi MEHMET
22.
HALİT
23.
MUSTAFA
24.
ŞÜKRÜ
25.
SITKI
26.
HÜSEYİN
27.
NEDİM
28.
BAHATTİN
29.
Hoca FEVZİ
30.
KAZIM
31.
Osman ZEKİ
32.
CEMAL efendilerin
33.
Sabık kuvvei seyyare efradından
HAYRİ'nin beraatine..»
Ayaklanmalar ve Bellibaşlı İsyancı Kadrosu
ŞEYH EŞREF AYAKLANMASI (HART OLAYI) — 26 Ekim - 24 Aralık 1919
Şeyh
EŞREF
1.BOZKIR AYAKLANMASI — 27 Eylül - 4 Ekim 1919
Zeynelabidin
Hoca
Konya
Valisi Artin Cemal
Süleyman
Şefik PAŞA
Kurtoğlu
MUSA
Bademlili
Hacı Halil
Güzel
Çavuş
2.BOZKIR AYAKLANMASI — 20 Ekim - 4 Kasım 1919
Hoca Abdullah
Hoca Sabit
Hoca Abdülhalim
Zeynelabidinin yeğeni TALAT
Hacı OSMAN
Hüseyin Oğlu ÖMER
AVŞALI TAHİR
SABİT HOCA
Avdan Köylü HACI OSMAN
Apa Köylü HACI HASAN
Apa Köylü HACI HÜSEYİN
Apa Köylü HACI HALİL
Apa Köylü HOCA MEHMET
Hisar Köylü ŞEYH ALİ
Dinekli ŞÜKRÜ
Bozkırlı HÜSEYİN AĞA
KONYA AYAKLANMASI — 2, Ekim - 15 Kasım 1920
Delibaş MEHMET
Kadınhanlı HOCA AHMET
Gördesli CELAL
Mazlumzade OSMAN
Taşbaşlı HACI HASAN
Mebus HACI ÖMER
Jandarma K. MUSTAFA
Heyet Reisi BEKTAŞ Merkez K.
MEHMET Müfreze K.
MEHMET ALİ EFE
Hadımlı TOPAL EMİN
Serikli ALİ
Dinekli HARMANCIOĞLU ALİ
1
.ANZAVUR AYAKLANMASI — l Ekim - 25
Kasım 1919
AHMET ANZAVUR (Em. Jandarma Bnb.) Bigalı Çerkez
HACI YAKUB
EŞKİYA KADİR
ŞAH İSMAİL
DAVUT
KİRMASTILI ZAFER
2
.ANZAVUR AYAKLANMASI - 16 Şubat - 16
Nisan 1920
Kara AHMET
Gavur İMAM
Kürt MEHMET ÇAVUŞ
MEHMET RÜŞTÜ BEY
Müftü ABDÜLAZİZ
Canpolat HASAN
Miralay MİRZA
Emekli Bnb. HÜSEYİN
ALİ BATI AYAKLANMASI - 11 Mayıs - 18 Ağustos 1919
Ali BATI
1.DÜZCE AYAKLANMASI - 13 Nisan — 31 Mayıs 1920
TALUSTAN .BEY
ÇERKEZ BEKİR BEY
Sapancalı BESLAN
HASAN ÇAVUŞ
BERZEK SAFER
VEHAP BEY
ÇERKEZ KOÇ BEY
MAAN ALİ BEY
Mak. Tüf Tğm. İSMAİL
Kadı AHMET HAMDİ EFENDİ
HACI HAMDİ
SADIK HOCA
HACI ABBAS
KALENDER AHMET
Çerkez YAR
Eski Mebus ABDÜLVEHAB
Boyacıoğlu HACI HAMDİ
HACI EMİN
ÇUBUKÇUOĞLU SABRİ
MENGENLİ DAVA VEKİLİ NURİ
MÜFTÜ AHMET
KARA ALİ
EŞREF BEY
ŞÜKRÜ BEY
Kur. Yarbay HAYRİ
KUVAYI İNZİBATİYE ELEBAŞILARI
SÜLEYMAN ŞEFİK PAŞA (Söylemezoğlu)
MİRALAY REFİK (Yaltkaya)
Bnb. HASAN TEVFİK
ÇERKEZ BEKİR
Miralay İBRAHİM
ÇERKEZ ŞİRİN BEY
KAYMAKAM (Yarbay) SENAİ
SUPHİ PAŞA
Ütğm. TARIK MÜMTAZ (GÖZTEPE)
Yarbay RAGIP
Yarbay SALİM
Yzb. YUSUF İZZET
Tğm. NEJAT
Tğm. ALİ
Ütğm. MUSTAFA
Çvş. ŞEVKET
Çvş. OSMAN
Çvş. HÜSEYİN
Bnb. MUSTAFA
FERİK AHMET HAMDİ (Kiraz Hamdi)
Emekli Müşir ZEKİ PAŞA
Erkanı Harp Miralay MAHMUT (BELİĞ)
Dayızade Hacı İBRAHİM
Sv. Bnb. FEHMİ
2.DÜZCE AYAKLANMASI — 8 Ağustos - 23 Eylül 1920
Kadı KEMALETTİN
Dava Vekili AKİF
Hacı HAMDİ
MUSTAFA
1
.YOZGAT AYAKLANMASI - 15 Mayıs - 27
Ağustos 1920
NECİP BEY
ÇAPANOĞLU EDİP
ÇAPANOĞLU CELAL
Kuzgunlu HACI BEKİR
Zile Solucanlıdan MUSA
Osmaniyeden MEŞECİ İDRİS
Hüseyinabadlı HALİT
Komiser Mv. ZİYA
Hoca ÖMER
Postacı NAZIM
KARA MUSTAFA.
KAATİL SALİH
Palamutlu SALİH
Çerçel SAFEL
ÇAPANOĞLU HALİT
ÇAPANOĞLU ZİYA
ÇAPANOĞLU SALİH
ÇAPANOĞLU MAHMUT
ÇAPANOĞLU MEKİ
ÇAPANOĞLU OSMAN ŞEKİP
ÇAPANOĞLU MUHLİS
Yd. Tğm. MEHMET ZAHİT
HAFIZ ŞAHAP
ÇAPANOĞLU HAKKI
ÇAPANOĞLU İHSAN
HAYRÎPAŞA OĞLU OSMAN
Emekli Yarbay HAKKI
HÜSNÜ
FEVZİ
Şeriye Hakimi HOCA ŞAHAP
Yörükzade HÜSNÜ
AYNACIOĞLU RÜŞTÜ (ÇULLU)
AYNACIOĞLU MUHTAR
HANCI HALİL
Jandarma KARAMAHMUTOĞLU SÜLEYMAN
Bekir Oğlu SÜLEYMAN
KÜÇÜKAĞA
HACI HASAN
ZALİM ÇAVUŞ
2
.YOZGAT AYAKLANMASI — 5 Eylül - 30
Aralık 1920
DELİ HACI
HASAN
Eşkiya ARAP
Karakahyaoğlu DELİ ÖMER
Çavdaroğlu TOPAL HAFIZ
DELİ HACI
Belediye Başkanı ŞÜKRÜ
ZİLE AYAKLANMASI — Mayıs - 21 Haziran 1920
Dava vekili ALİ
Nahiye Md. NACİ
Mal Md. İHSAN
UVAN ALİ
ŞEYH ABDÜSSELAM
AYNACIOĞULLARINDAN MEHMET
MİLLİ AŞİRETİ AYAKLANMASI- Haziran- 8 Eylül 1920
MAHMUT
İSMAİL
HALİL
BAHUR
ABDURRAHMAN
CEMİL ÇETO — Bahriyar Aşireti Reisi
HÜSEYİN PAŞA KaydaranlıAşireti Reisi
ŞERİF PAŞA — Paris'teki Kürt temsilcisi
Mr. WHITE — Merzifon Amerikan Koleji Md.
Metropolit HRİSANTOS
General ANONYA
KONSTANDİSİS — Giresun Belediye Bşk.
KAPTAN YORGİ PAŞA
EFTİMOS — Samsun Metropolit Vekili
Platon MATNOZ — Başrahip
KOÇGİRİ AYAKLANMASI — 6 Mart - 17 Haziran 1921
ALIŞAN BEY
HAYDAR BEY
Hacı RASİM
MAHMUT
İZZET
Kelağaoğullanndan MEHMET NAKİ İZZET
HASAN ASKERİ
KAZIM
ALİŞİR
Ermeni BOGOS PAŞA — Paris'te
Kürt ŞERİF PAŞA — Paris'te
SEYİT ABDÜLKADİR — Ayan üyesi
Kızıltepeli KÖR RIFAT
Karmanlı NURİ
Demirağaoğlu MAHMUT
MİTHAT
Eşkiya ATEŞ
Kasımoğlu MUNZUR — Ovacıklı Maksut Aşireti Reisi
İBRAHİM
MUSTAFA
MANZUR
Jandarma GAZİ
AZAMET
(1)
İlhami Soysal -
150'likler.
(2)
Selahi R. Sonyel —
Son Osmanlı Padişahı Vahidettin ve İngilizler, Belleten XXXIX/154, s. 257-264.
(3)
Yılmaz Öztuna —
Türkiye Tarihi, c. 12. s. 248.
— Prof. Dr. Utkan Kocatürk — Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Kronolojisi, s 248.
— T.T.T. Cemiyeti — Lise III. sınıflar için tarih (1933) s. 320.
— Gnrl. Fahri Belen — Türk Kurtuluş Savaşı, s. 153.
— Mahmut Goloğlu — Erzurum Kongresi, s. 6.
(4)
Kemal Atatürk —
Nutuk, c. I. s. 410-420.
(5)
Prof. Dr. Utkan
Kocatürk — Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Kronolojisi, s 147.
(6)
Kemal Atatürk —
Nutuk, c. I. B. 418. 16
(7)
Şevket Süreyya
Aydemir — Tek Adam. c. I. s. 323.
(8)
Yag.e., s. 323-326.
(9)
Ya.ge., s. 323.
(10)
Tevfik Bıyıklıoğlu
— Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı. s. 123.
(11)
Prof. Dr. Utkan
Kocatürk — Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Kronolojisi, s. l.
(12)
Y.a.g.e., s. 2.
(13)
Rauf Orbayın
Hatıraları — Yakın Tarihimiz, c. I. s. 210.
(14)
Celal Bayar — Ben
de Yazdım, c. I, s. 97-98
(15)
Bilal N. Şimşir —
Malta Sürgünleri, s. 21.
(16)
Tevfik Bıyıklıoğlu
— Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, s. 122.
(17)
Y.a.g.e., s. 121.
(18)
Gothard Jaesckhe —
Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, s. 2
(19)
Celal Bayar — Ben
de Yazdım, c. V (8 Kasım).
— Zeki Sarıhan — Kurtuluş Savaşı Günlüğü, c. I, s. 15 (7 Kasım).
(20)
İlhami Soysal —
150'likler, s. 152.
— Zeki Sarıhan — Kurtuluş Savaşı Günlüğü, c. I, s. 19.
— Tarık Zafer Tunaya — Türkiye'de Siyasi Partiler, s. 435.
(21)
Zeki Sarıhan —
Kurtuluş Savaşı Günlüğü, c. I. s. 20.
(22)
Tevfik Bıyıklıoğlu
— Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, s. 122.
(23)
Y.a.g.e., s. 123.
(24)
H. Adnan Önelçin —
Nutkun, İçinden, s. 292. 30
(25)
Harp Tarihi Dairesi
Arşivi No. 1/4, Dosya No. 40.
(26)
Y.a.g. belge.
(27)
Harp Dairesi Arşivi
No. 6/4059, Dosya No. 91.
(28)
Gothard Jaeschke —
Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi. s. 4
(29)
Dr. Utkan Kocatürk
— Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Kronolojisi, s. 7.
(30)
Zeki Sarıhan —
Kurtuluş Savaşı Günlüğü, c I, s. 24.
(31)
Bilal N. Şimşir —
Malta Sürgünleri, s. 19.
(32)
Mahmut Göloğlu —
Erzurum Kongresi, s. 6.
(33)
Celal Bayar — Ben
de Yazdım, c. 5, s. 1421.
(34)
Tevfik Bıyıklıoğlu
— Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, s. 14.
(35)
Y.a.g.e., s. 122.
(36)
Bu tarihte de bir
kesinlik yoktur. Kimi kaynaklar 7. kimi kaynaklar da 8 Kasım derler. Ayrıca
Arian'ın bir mayın arama-tarama gemisi mi, yoksa bir muhrip mi olduğu konusu da
kaynaktan kaynağa değişmektedir.
(37)
Harp Dairesi Arşivi
No. 6/4059, Dosya No. 91.
(38)
Harp Dairesi Arşivi
No. 1/4. Dosya No. 40.
(39)
Akşam Gazetesi, 14
Kasım 1918.
(40)
Ati Gazetesi, 14
Kasım 1918.
(41)
Yeni İstanbul
Gazetesi, 14 Kasım 1918.
(42)
Ferda Gazetesi
(Adana) — Ali İlmi — 19 Nisan 1920.
(43)
Sait Molla — Yeni
İstanbul Gazetesi, 18 Kasım 1918.
(44)
Akşam Gazetesi. 18
Kasım 1918.
(45)
Ali Kemal — Sabah
Gazetesi, 18 Kasım 1918.
(46)
Zeki Sarıhan —
Kurtuluş Savaşı Günlüğü, c I. ». 21.
(47)
Tevfik Bıyıklıoğlu
— Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, s. 123.
(48)
Osmanlı Meclisi
Mebusanı Zabıt Ceridesi. 4 Teşrinisani 1334. 5. İçtima; II. İnikat, s. 81.
(49)
Harp Tarihi Dairesi
Arşivi No. 1/4, Dosya No. 40/A.
(53)
Tevfik Bıyıklıoğlu
— Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, s. 127.
(54)
Prof. Dr. Utkan
Kocatürk — Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Kronolojisi, s. 10 ve s. 21.
(55)
Süleyman Nazif —
Hadisat Gazetesi, 9 Şubat 1919.
(56)
Oruç Arıoba —
Yıllar Boyu Tarih Dergisi, Ocak 1985. s. 1316.
(57)
Şevket Süreyya
Aydemir — Tek Adam. c. I, s. 330-333.
(58)
Prof. Utkan
Kocatürk — Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, s. 21. — Gothard
Jaesckhe — Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, s. 16.
(59)
Prof. Utkan
Kocatürk — Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, s. 256
(60)
Celal Bayar — Ben
de Yazdım, c. V. s. 1447.
(61)
TBMM Zabıt
Ceridesi, c I. 1. Devre, 5. İnikat. s. 90/93.
(62)
Atatürk — Nutuk. c.
II s. 236.
(63)
Y.a.g.e, s. 237.
(64)
Y.a.g.e., s. 237.
(65)
Y.a.g.e., s. 239.
(66)
İlhami Soysal —
150'likler, s. 151.
(67)
Ali Fuat Cebesoy —
Milli Mücadele Hatıraları, s. 34,
(68)
Ali İhsan Sabis—
Harp Hatıralarım, c. V, s. 19.
(69)
Y.a.g.e.. s. 23.
(70)
Esat Paşa — Yakın
Tarihimiz, c. I, s. 227-228.
(71)
Şevket Süreyya
Aydemir Tek Adam. c. I, B. 371-373.
(72)
Atatürk — Nutuk, c.
I. s. 239.
(73)
Y.a.g.e., c. I, s.
380.
(74)
Y.ag.e., c. II, s.
442-445, c. I. s. 239.
(75)
Y.a.g.e., c. II, s.
445.
(76)
Y.a.g.e., c. I. s.
229.
(77)
Adnan Önelçin —
Nutuk'un içinden, s. 318
(78)
Celalettin Paşa — Madalyonun
Tersi. s. 101-102.
(79)
Y.a.g.e., s. 103.
(80)
Y.a.g.e., s.
96-106.
(81)
Ali Fuat Türkgeldi
— Görüp işittiklerim, 5. 153.
(82)
Y.a.g.e.. s. 197.
(83)
Y.a.g.e.. s 202.
(84)
Y.a.g.e., 163-164.
(85)
Y.a.g.e., s.
164-165.
(86)
Y.a.g.e., s. 165.
(87)
Adnan Önelçin —
Nutuk'un İçinden, s 314.
(88)
Adnan Önelçin —
Nutuk'un içinden, 5. 12-13.
(89)
Atatürk — Nutuk, c.
I, s. 350.
(90)
Yunus Nadi —
Birinci Büyük Millet Meclisi.
(91)
Mahmut Goloğlu —
Sivas Kongresi, s. 199-202.
(89)
Kazım Karabekir —
istiklal Harbimizin Esasları, s. 183.
(90)
Ali Fuat Cebesoy —
Milli Mücadele Hatıraları, s. 250.
(91)
M. T. Gökbilgin —
Milli Mücadele Başlarken, s. 147-152-154.
(92)
İlhami Soysal
150'likler.
(93)
Y.a.g.e., s. 59.
(94)
Y.a.g.e, s. 150.
(95)
Y.a.g.e., s 150.
(96)
Y.a.g.e., s. 150.
(97)
T.B.M.M. Gizli
Celse Zabıtları, c. IV, devre 2, içtima 2, s. 434.
(98)
İlhami Soysal —
150'likler, s. 17 ve sonrası.
(99)
Y.a.g.e, s. 104 ve
sonrası.
(100)
Atatürk — Nutuk, c.
I, s. 235-128
(101)
Y.a.g.e., c. I, s.
235.
(102)
Tarık Zafer Tunaya
Türkiyede Siyasi Partiler, s. 345, 457.
(103)
H. Adnan Önelçin —
Nutuk'un içinden, s 113.
(104)
Atatürk — Nutuk, c.
I, s 235.
(105)
Y.a.g.e., c. I. s.
235.
(106)
Tarık Zafer Tunaya
— Türkiyede Siyasi Partiler, s. 457.
(107)
Y.a.g.e, s. 457.
(108)
Y.a.g.e., s. 57.
(100)
Y.a.g.e., s. 457.
(110)
Alemdar Gazetesi.
23 Eylül 1335.
(111)
Atatürk — Nutuk. c.
I, s. 235.
(112)
Y.a.g.e., c. I, s
6.
(113)
Tarık Zafer Tunaya
— Türkiyede Siyasi Partiler, s. 435.
(114)
Y.a.g.e.. s. 438.
(115)
Y.a.g.e., s. 436.
(116)
Y.a.g.e., s. 437.
(117)
Y.a.g.e., s.
447-456.
(118)
Atatürk — Nutuk, c.
I, 5. 238 ve sonrası.
(119)
Y.a.g.e., s. 124.
(120)
Y.a.g.e., s. 131.
(121)
H. Adnan Önelçin —
Nutuk'un İçinden, s. 17.
(122)
İlhami Soysal —
150'likler, s. 141 ve sonrası.
(123)
Gnrl. Kenan Esengin
— Milli .Mücadelede Hiyanet Yarışı.
(124)
Atatürk — Nutuk, c.
I. s. 255.
(125)
Y.a.g.e., c. I, s.
308
(126)
Gnrl. Kenan Esengin
— Milli Mücadelede Hiyanet Yarışı. s. 54.142
(127)
Rahmi Apak — Türk
İstiklal Harbi / İç Ayaklanmalar, s.
(128)
Y.a.g.e., s. 40.
(129)
Y.a.g.e., s. 40.
(130)
Y.a.g.e., s. 100.
(131)
Y.a.g.e., s. 102.
(132)
Y.a.g.e , s. 136.
(133)
Y.a.g.e.. s. 137.
(134)
Alemdar Gazetesi. 4
Nisan 1920.
(135)
İlhan Selçuk —
Cumhuriyet Gazetesi, 13 Ağustos 1985.
(136)
Yüzbaşı
Selahattinin Romanı. c II s. 34.
(137)
Y.a.g.e., c. II. s.
32.
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder