Print Friendly and PDF

VESİKALARLA VEHHÂBÎLİGÎN İÇYÜZÜ

|

 

    TASHİH’ÜL MESÂİL

    VESİKALARLA VEHHÂBÎLİGÎN İÇYÜZÜ

    Yazan :
    Mevlânâ Muhammed Fadlurresûl

    Terceme : A. Fâruk Meyân
    “Süleyman Kuku”
    İSTANBUL — 1976

    mütercimin ÖNSÖZÜ

    HER HAYIR KAPISININ ANAHTARI BESMELE, BAŞLIYALIM KİTABA YÜCE ALLAH İSMİLE; RAHMET KAPILARINI SEN BİZE AÇ, YÂ RABBİ! ÜSTÜMÜZE MAĞFİRET, BEREKET SAÇ, YÂ RABBİ!

    Başlangıcı ve sonu olmıyan, Zâtında, sıfatlarında ve işlerinde eşi, ortağı, benzeri bulıînmıyan, yarattıklarından hiçbirine benzemiyen, zâtı İle kâim ve dâim; diri, bilici, işitici, görücü, dileyici, gücü yetici, söyleyici ve yaratıcı olmak hakîki, sıfatlarının sahibi vâcib-ül vücûd olan Allahü Teâlâya, yağmur, deniz ve derelerin damlaları, çöllerin kumları, ağaçların yaprakları, mahlûkâtın hâtırlıyarak, yahud hâtırlamıyarak aldıkları ve verdikleri nefesleri sayısınca, sevdiği ve beğendiği gibi hamd-ü senalar olsun. Varlıkta durabilmek için, herşey, her an O’na muhtacdır. Yaşayabilmek, beslenebilmek için her canlı, yine O’na muhtacdır. O ise, hiçbir bakımdan, hiç kimseye, hiçbir şeye muhtaç değildir. Bunu bildirmek için hadîs-i kudsîde: «önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz; küçüğünüz, büyüğünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlarınız, cinleriniz; en muttekî, itâatli kulum gibi olsanız, büyüklüğüm artmaz. Aksine olarak, hepiniz bana karşı duran, Peygamberlerimi (aleyhimüsselâm) aşağı gören düşmanım gibi olsanız, ulühiyyetimden birşey eksilmez. Allahü Teâlâ sizden ganîdir. Ona hiçbiriniz lâzım değildir. Siz ise, var olmanız için ve varlıkta kalabilmeniz için ve herşeyinizle, hep Ona muhtaçsınız» buyuruyor. Varlığı ve birliği güneşten açık olduğu halde, azamet ve celâli, akıllara durgunluk, gönüllere hayranlık veriyor. Vilâyet ve hâkimiyyeti, bedenleri titretiyor. Celâlinin kemâlinden hiçbir mahlûkun haberi yoktur. Hiç kimse Onu hakkıyle bilemez, tanıyamaz. Onu tanıyamadığını söylemek, Sıddîkların tanımasının sonudur. Ona hamd ü Senâ etmekte kusurlu olduğunu itiraf etmek, meleklerin ve peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hamd ü Senâsının sonudur. O kâinatı dilediği gibi yarattı. Yaratmasını sebeblere bağladı. Sebebsiz de yaratır. Birincisine âdet-i İlâhî denir: Tabiat kanunları buna girer. İkincisine hârika denir; Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) mucizeleri ve evliyanın kerâmeti bu kısımdandır.

    Peygamberlerin sonuncusu ve en üstünü, insanların ve cinlerin peygamberi, rubûbiyyet esrârının emini, müminlerin rehberi, âlemlerin Rabbinin sevgili kulu ve Resûlü Muhammed aleyhisselâma, kurtuluş gemisi olan Ehl-i beytine, Hidâyet yıldızlan müjdesine kavuşan bütün Eshâbına, onlardan sonra en üstün olan ve bu üstünlüğü, onlara uymakla edinen Tabiîn, sonra Tebe-i Tabiîn, büyük müctehid din imândan ve gönülleri Allahü Teâlânın sevgisiyle dolmuş, Ondan başka herşeyi unutmuş evliyaya, kıyamete kadar, en iyi duâlar ve selâmlar olsun.

    Dinlerin en doğrusu, en güzeli, en olgunu, en son geleni şübhesiz İslâm dînidir. Beşikten, hattâ ana rahminden mezara ve Rahmanın huzuruna çıkıncaya kadar beşerin her safhasına hitab eden dînimizin, insaf ve akıl sâhiblerinin inkâr edeceği hiç bir tarafı yoktur. Gelişi ve çok kısa zamanda hemen bütün dünyaya yayılışı, bir tesadüf değil, hikmet ve faydalarının çokluğu sebebiyledir. Yarattığı kullarına, sâhibi bizzat, bunu uygun görmüştür. Kabûl etmiyenler, nefislerine ve şeytana uyup itiraz edenler, keşke kime itiraz ettiklerini, kiminle mücâdeleye giriştiklerini bilselerdi, düşünebilselerdi de, sonunda dünyâda galib edâlı mağlûb durumundan, âhırette rezil ve riisvâ olmaktan, Sonsuz Cehennem azâblarından kendilerini kurtar salardı. Çünkü İslâm dîni, insanları, yalnız Rabbine kulluk etmek, Rablerinİn emir ve yasaklarını gözetip, çizdiği hudûdu aşmamak, dünya ve âhırette huzûr ve rahatlık içinde bulundurmak için gönderildi.

    Allahü Teâlâ insanları melekler gibi yaratmadı. Onlara iyilik olsun diye doğruyu yanlıştan ayıran akıl, ayrıca Peygamberler, kitablar, ya’nî dinler gönderdi. Bir de iyilik ve intizam âlemi olan ruhlar âleminden ona rûh verdi. İnsanlığın yaratılış hikmetine uygun olarak da, istek ve ihtiyaçlarını karşılamak için nefs de verdi. Nefsin istekleri çok olduğundan, her an hudûdu aşabilir diye, Onu dînin emir ve yasakları ile tahdîd eyledi.

    Nefs insanları aldatıyor. Dinin hükümlerine uymak istemiyor. Hattâ dîni, inanılması lâzım olan şeyleri değiştirmeye, bozmaya kalkışıyor. İbâdet ve kulluktan hoşlanmıyor. Daha da ileri giderek hâkim. olmak istiyor.

    Peygamber efendimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) insanların nefslerine uyarak İslâm dînini değiştirmeye kalkışacaklarım haber 

    verdi, «ümmetim yetmişûç fırkaya ayrılacak, yalnız biri Cennete .gidecek» buyurdu. Bozuk inançlarından dolayı Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmişiki ftrka, meydana çıktı. Bunlar Kurân-ı kerîmin manâsım yanlış anladıkları için, kâfir olmuyorlar ise de, taşkınları ve küfrü sarih olanları, kâfir oluyor. İşte bu yetmişiki fırkaya Bid’at veya Dalâlet ehli, ya’nî sapık denir. Sapıklar, müsliman oldukları için Cehennemden çıkacak, yine Cennete gireceklerdir. Bunlardan başka, müsliman ismini taşıyan, fakat islâmiyyeti bozuk bilgilerine ve kısa görüşlerine, hattâ dünyevî kazançlarına göre değiştiren, bunun için müslimanlıktan çıkanlar da vardır. Bunlar Cehennemde sonsuz kalacaklardır. Bunlardan biri Vehhâbî denilen, dinde reformcular, vehhâbî değil diye, Ehl-i Sünnete müşrik diyenlerdir.

    Vehhâbîliğin çıkış yeri Arabistanda Necd'dir. Vehhâbî olan Suûd-i Arabistan hükümeti, maddi gelirinin büyük kısmını, Vehhâbiliği yaymak için, müslümanların bulunduğu memleketlere gönderip, para ile, müslimanları kandırıyor, mecmualarını satın atıyor. Bazı memleketlerde tepki ile karşılaşsa da, mağlûb olsa da, bu feâliyetini gizli ve beşinci kol olarak sürdürüyor. Dinî akîdesi, bilgisi zaif ve az olanlar, bunların yaldızlı ve süslü propagandalarına, nefsi okşayan söz ve yazılarına aldanıyor. Kimi de paraya tama’ ederek dîninden oluyor. Dünyaya yayılmış durumdadırlar. Arabistanda isimleri vehhâbî, Hindistanda Necdî olup son zamanlarda Tebliğ-i Cemâat ismi altında çalışıyorlar. Pâkistan, Afganistan, Irak ve Afrika ülkelerine nüfuz ettikleri gibi, bin seneden beri Ehl-ı Sünnetin koruyucusu ve yayıcısı olan Türklere, Tiırkiyeye de sızmışlardır. Babası, dedesi bu dîn-i mübîn için can verenlerin çocuklarından bazısı, Ehl-i sünnetim demeyip, Vehhâbîyim diyebiliyor. Aman yâ Rabbi! Bu ne korkunç değişme, bu ne feci’ bir inkılâbdtr. Kafalar, kalbler, rûhlar değişiyor. Evlâd babasına, dedesine uymıyor. <Ceddine sırt çeviriyor. Ve seâdeti Avrupalılaşmak, vehhâbî olmak, reformist görünmek, hattâ masonluk ve koministlikte arıyor. Ama Anlar Ehl-i Sünneti ancak, yıkmak için arıyorlar. Evlâdla baba, tokunla dede arasındaki bu büyük kopukluk, bu büyük ayrılık ve değişiklik, herhalde büyük bir suç ve cürmün neticesi, nimetin kıymetini bilmemenin cezâsıdır. Yoksa bu tedib tarzı, bu millette hiç gölünmüş değildir. Anlamıyorlar. Yâ Rabbi, Sen bunlara sonsuz hazînenden merhamet eyle. Azız cedlerinin, vatanları, dinleri ve namusları uğruna şehîd olan atalarının hürmetine, bu evlâd ve torunlara, insâf ve akıl ihsan eyle, imanlı olmayı sevdir.

    . Vehhâbiliğin kurucusu, Abdülvehhâb oğlu Muhammed adında bir kimsedir. Bu adam, Kitab-üt-tevhîd adında bir küçük kitâb yazdı. Torunu Süleyman bin Abdullah bunu şerh etmeye başladı .ise' de, hicri 1233 (m. 1817) yılı sonunda İbrâhim Paşa Der’iyye’ye girip c.ezâlarını verdiği zaman öldü. İkinci torunu Abdurrahman bin kasan, Şerh edip.. Feth-ül mecid adını verdi. Sonra bu şerhini kısaltıp Kurretüluyûn adında başka bir kitâb hazırladı. Şerhin Mısırda 1377 (m. 1957) de Muhammed Hamid adında bir vehhâbi tarafından yapılan yedinci baskısında, kâfirler için gelmiş olan âyet-i kerîmeleri ve birçok hadîs-i şerif yazarak müslimanların gözlerini boyamaktadır. Bunlara yanlış, bozuk manâlar vererek, Ehl-i Sünnet olan doğru müslimanlara saldırmakta, bu temiz müslimanlara kâfir demektedir. Birkaç yerinde de Alevîİere, Şiîlere, mel’ûn müşrikler diyerek ateş püskürmektedir. Daha sonra her memlekette Vehhâbiliği öven, Ehl-i sünnete çatan kitablar yazmışlardır. Ehl-i sünnet âlimleri de reddiyeler, cevablar, nasihatler yazıp, doğru yoldan ayrılan bu zavallılara faydalı olmak, onları geri çağırmak ve başkalarının da onlar gibi bu felâkete düşmesine mâni olmak istemişlerdir. Bu konuda çok kitâb yazmışlardır. İlk reddiyeyi Abdülvehhâb oğlunun kendi kardeşi yazmıştır. Sonra Bağdadda, Hindistanda. Pâkistanda, Hicazda ve daha birçok ülkelerde müslimanlar, bu tehlikeye karşı, kitablar, gazeteler, mecmualar, vaazlar ve konferanslar ile uyarılmıştır. Maalesef memleketimizde bu işe az önem verilmiştir. Cenâb-ı Hakka Sonsuz şükürler olsun ki, son yıllarda, bu konuda, İstanbul başta olmak üzere, Anadolunun diğer şehirlerinde de kitablar yazılmakta, yayılmaktadır. Bu felâket ve fâcia karşısında ümidini yitirmiş olanlar için bundan büyük hangi sevinç, hasret ve üzüntü ile yanan gönüllerini serinlendiren hangi tatlı haber nefesi ve rüzgârı olur. Tepeden tırnağa kadar kusurlar içerisinde bulunan bu âciz de, bu bereketli hareket karşısında, bu mücâhidler kervanına karışmak için, aklımın azlığına, ilmimin kıtlığına, nefsimin azgınlığına, kalbimin karalığına bakmadan gayrete geldim ve âhırette sermâyçm olsun için bu çok değerli kitabı türkçeye çevirdim.

    Vehhâbîlerin âyet-i kerîmelere hadîs-i şeriflere yanlış mânâ verdiklerini, bu bozuk, sapık inanışlarını, dünyanın her yerine yaymağa çalışdıklannı, onları red eden kitabların hepsi bildirmektedir. Biz bu kitabımızda Vehhâbîlerin bozuk, sapık inanışlarının bir anlayış hatâsı olmadığını, bunları kasden yaptıklarını İslâmiyet’i bölücü, bozucu dâvâlanna müslimanlan inandırmak için âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şeriflere yanlış manâ verdiklerini yalan ve hile yapdıklarını belirtiyoruz.

    Vehhâbiler müslimanlığa -uymıyan kötü inanışlar mı daha yeni yaymaya başladıkları zaman Hindistanda da bir kaç kişiyi satın alıp, onlara kitablar yazdırmışlardır. Bunlardan biri Muhammed îshak’ın Mie mesâil kitabıdır. Biri de Erbain kitabıdır.

    İşte okuyacağınız bu kitabınız, o iki vehhâbi itikadına göre yazılmış kitaba, o devrin en büyük âlimlerinden Bedâyun Şehrinde bulunan, ilim ve marifetler denizi, aklî ve nakli bilgiler dâiresinin merkezi Mevlânâ Muhammed Fadlürresûl hazretlerinin hicri 1266 (m. 1849) yılında verdiği cevablart ihtiva etmektedir. Kitab farsça, delil ve senedleri arabcadır. Büyük kısmını Ehl-i sünnet âlimlerinin tefsir, hadîs ve fıkıh kitablarından alman deliller teşkil etmektedir. İbare çok veciz ve akıcı ve fasih olduğundan, tercemesinde çok güçlük çektim. Mümkün olduğu kadar müellifin uslûbunu bozmamaya çalıştım. Çok güzel tercemeden ziyâde, kitaba uygun bir ifâde kullandım. Kitaba bağlı kaldım. Okuyunca göreceksiniz; müellifi gerçekten usûl ve furu ilimlerinde pek derin, âlim, arif bir zâttır. Böyle kitablar okununca, İslâm âlimlerinin üstünlükleri anlaşılmış gibi oluyor.

    Ayrıca bu bozuk ve sapık yolu çıkaranların kimler olduklarını târihî, siyâsî ve coğrafi bakımdan özelliklerini de bildirmek için, bu kitabın sonuna, özellikle Eyyiib Sabri Paşanın Mir’at-ül harameyn adındaki büyük eserinden, Vehhâbîlerle ilgili kısımları da, okuyucularımın ibret nazarlarına sunmayı bir vazife bildim. Okuyun, bilin, tanıyın ve davanın önemini kavrayın.

    Cenabı Plak, kendi Sevgisini, Habîbinin (sallallahü aleyhi ve sellem) ve sevdiği kullarının sevgisini kalblerimizde arttırsın. Kalblerimizi düşmanlarının sevgisinden temizlesin. Hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak tanıtsın. Ehl-i sünnet itikadı üzere yaşatsın ve öldürsün. Hakîkî İslâm âlimlerine uyarak, dünya ve âhırette seâdete kavuşan kullarından eylesin! Amin yâ Rabbelâlemin!

    Yazan:

    Mevlânâ Muhammed Fadlürresûl

    Bedâyun HİNDİSTAN


    Tercüme eden

    A. Fârûk Meyân İstanbul – Türkiye

     1 Receb-ül ferd 1396 Salı

    29 Haziran 1976

    MÜELLİFİN ÖNSÖZÜ

    İslâm dînini bize veren, Peygamberlerin efendisini ve sonuncusunu bize gönderen, Ehl-i sünnetin büyük âlimlerini kıyâmete kadar onun dînini bid’at sâhiblerinin fitnesinden korumakla vazifelendiren Allahü Teâlâya hamd olsun. Sevgili kulu ve Resûlü Muhammed Mustafaya, Âline, Eshâbına ve ona uyanlara salâtü selâm ol,sun!

    Bu tepeden tırnağa kadar kusurlu, nefsin ve şeytanın esîri, günâhlar yığını Feyiz Ahmed Muhammedi hanefî kâdiri mecîdî (Allah onu sevdikleri ile haşreylesin) der ki, kıyâmetîn yaklaştığı bu zamanda, hakkı gören gözler hergün yeni bir alâmet görmektedirler. Kıyametin en büyük alâmetlerinden biri, âlimlerin gitmesiyle ilmin gitmesi, câhillerin meşhûr olmasıyla bilgisizliğin yayılmasıdır. Müslimanlardan her biri, birşey bilmediği halde, herşeyi bildiğini iddia edip, ictihad ve istirıbat sâhibi olduğunu söylemektedir. Halbuki bütün araştırmaları ve bilgileri birkaç sahifelik terceme ve bir kaç risâledir.

    Şimdi hicrî 1266 (m. 1827) yılındaki bir olayı yazayım: Bedayun kasabasında, biri Ehl-i sünnet itikadında, diğeri Şeyh-i Necdînin (Abdülvehhab oğlu Muhammedin-ki Vehhabilik bozuk yolunun kurucusudur) yolunda iki kişi, bir meselede uzun münâkaşa ettiler. Konuşmalar bir kararla bitmeyince, iki taraf, hazreti üstâdım ve âlemin üstâdı derin âlim, nakiî ilimlerin engin denizi, aklî ilimler dâiresinin merkezî Mevlânâ Muhammed Fadlurresûlün (Allah tesirini uzun etsin) yüksek huzuruna gelip, hâkemliğini kabûlle, mes’eleyi arz ederler. Üstâdım Mişkât Şerhi Mırkat’a bakınız buyurdu. Necdî [ya'nî vehhâbî yolunda olan], Mırkat’da bunun aksi yazılıdır dedi. Koltuğunun altından Mevlevî Muhammed İshakın Yüz mesele kitabını çıkardı. Üstâdım o kitâbdaki Mırkatın o yazısını okudu. Hazreti üstadım, takvâ ve diyâneti sebebiyle, bu kitabı okuyunca, tereddüt eyledi. Bu bahis öyle yazılmıştı ki, onda bir unutkanlık e.seri olamazdı. Fakat ihtiyaten kitabın aslına müracâat etti. Bir de ne görsün. Yüz mesele kitabının sâhibi, nakilde hırsızlık yapmış. Bu bir hatânın ortaya çıkmasıyla, medresedeki talebe, bu kitabdaki diğer nakilleri de, Kitabların aslindekilerle karşılaştırmak isteyip, orada bulunan nüshalardan baktılar. O mecliste, çeşitli yerlerde, çeşitli kitablardan nakillerde büyük hırsızlık ve ilim erbabı için utanç lekesi olan dolandırıcılıklarla karşılaştılar. Müminlerin kalblerinden şübheleri gidermek ve dînin emirlerini ortaya koymak, özellikle bu zamanda çok önemlidir. Çünkü insanların bir kışmı, bu Yüz Mesele (Mie Mesâil) kitabında gökten inmiş vahy nazarı ile bakıyorlar. Mecliste bulunanlar, münâkaşa götürür mes’elelerin tashîhini, düzeltilmesini recâ ettiler. Bu tüyler ürpertici olay karşısında, yüksek üstadımın, kalb meşguliyeti ve tarikat vazifeleri olduğu halde, şeriat ve din gayreti coştu. Nakildeki hırsızlıkları buldu. Mahremlerine, bu kitab asla okunmaz buyurdu. Bu kitabdan fetvâ bildirmek haramdır dedi. O anda göze çarpan bütün hatâları cevablandırıp, doğrularını yazdı. Bu kıtâbın ismini TASHÎH-ÜL -MESÂİL koydu. Allahü Teâlâ bütün müminlere buna uygun amel naşîb etsin!

    SÜÂL VE CEVÂBLAR

    OTUZUNCU SÜÂL : Kabristanda nemaz kılmak için mescid yapmak veya insanların oturması, kalması, sıcaktan soğuktan ve yağmurdan korunması için binâ yapmak câiz midir?

    CEVÂB : Kabristanda ve kabirler üzerinde mescid binâ etmek haramdır ve la’nete sebeb olur. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) kabirler üzerinde mescid yapanlara la’net eyledi. Mişkât-i şerîfde, Ebû Davud, Tirmizî ve Nesâînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), kabirleri ziyaret eden kadınlara, üzerlerini mescid edinenlere, kabirlerde kandil yakanlara la’net etmiştir) diyor.

    Suâli soran, kabristanda nemaz kılmak için mescid yapmağı sordu. Bu vehhâbî ise cevâbında, kabristanda ve kabirler üzerinde mescid binâ etmek haramdır ve lâ’nete sebeb olur deyip, suâlde olmıyan (kabirlerin üzeri) kelimesini de ekledi. Ve bir kalemde, kabristanda ve kabirler üzerinde mescid yapmak harâmdır ve la’nete sebebdir deyip kesip attı. Kabirler üzerine binâ yapmanın haram ve la’nete sebeb olma delilini de, Resûlullahın, kabirler üzerine mescid binâ edenlere la’net etmiştir hadîsi şerîfi olarak gösteriyor. Mişkâtta da vardır diyor. Bu açıklamadan ve hadîsden, sırf kabirler üzerinde binâ yapanlara la’net edildiği anlaşılıyor. Bu sözde, süâli soranın maksadı olan, kabristanda mescid yapmaya cevâb yoktur. Bu vehhâbî, kabirler kelimesi içinde, onu da bildirip, hepsine haram ve la’nete sebeb olur dedi. Ama delilde, bunu işbât eden bir beyan yok.

    (Molla Aliyyülkarî Mişkât şerhinde diyor ki: Kabirler üzerinde mescid yapmak haram edildi. Çünkü böyle mescidlerde nemaz kılmak, yehûdîlerin yapmış oldukları bir işi ve onların yolunu devâm ettirmektir. Bu sözümüze Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem): «Allahü Teâlâ yehûdî ve hıristiyanlara la’net etsin ki, peygamber ve sâlihleriıım mezarları üzerine mescidler yaptılar ve onlarda nemaz kıldılar» hadîsi delildir) diyor.

    Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah... Aliyyülkarinin ibâresinin naklinde şaşılacak derecede tasarruf eyledi. Öyle ki, fâcirler ve fâsıklar dünya işlerinde bile bu kadar yanlışlıktan sakınırlar. Nerde kaldı ki, dînini seven ve kayıran fetvâ ve takvâ sâhibleri bunu yapmaya cesâret etsinler.

    Aliyyül Karînin Mişkât üzerine şerhi şöyledir: İbni Melek buyurdu ki, «kabirler üzerine mescid yapmak, yehudîler gibi, ona nemaz kılmağa gidilirse haramdır.» İbni Meleğin sözü tamam oldu. Bundan anlaşılıyor ki, «mezarlar üzerine mescid yapmayı haram etmek, kabirlerin yanında mescid yapmanın yasak edilmediğini ifâde etmektedir. Bu işe, ya'nî kabirlerin yanında mescid yapmanın yasak olmadığına şu hadîs-i şerif delâlet ediyor: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Allahü Teâlâ yehûdî ve hıristiyânlara la’net etsin ki, Peygamberlerinin ve sâlihlerinin kabirlerini mescid yaptılar buyurdu.»

    Dikkat ediniz! Bu ne hâldir! Molla Aliyyül Karî, «Kabirler üzerine mescid yapmak, yehûdîler gibi nemâz kılmağa gidilirse haramdır» sözünü İbni Melekten naklediyor. Sonra İbni Meleğin sözü burada bitti diyor. Sonra kendisinden, «Mezarlar üzerine mescid yapmayı haram etmek, kabirlerin yanında mescid yapmanın yasak edilmediğini ifâde eder. Bunda bir sakınca yoktur» deyip, yukarıda yazılı olan hadîs-i şerîfi sened göstermektedir. Buradan, İbni Meleğin sözü, Aliyyül Karînin imiş gibi anlaşılıyor. Çünkü İbni Meleğin sözü bitti diyor. Halbuki suâlin esas cevabı olan kısmını (ki mezarlar üzerine mescid yapmayı haram etmek, kabirlerin yanında mescid yapmanm yasak edilmediğini ifâde eder. Bunda bir sakınca yoktur), kendi iddiasına uymadığı için aradan kaldırarak, «delâlet eder» sözünü İbni Melek'in sözü ile karıştırdı. Aliyyül Karinin şerhdeki ibâre nakli budur. îbârenin aslını terceme ederken, kendinden yaptığı ilâvelere de, terceme demek doğru olmıyor. İbâreye kısa bir bakmakla bu anlaşılır. Nefslerimizin kötülüğünden ve işlerimizdeki günâha lordan Allahü Teâlâya sığınırız!

    Aliyyül Karî, «Allahü Teâlâ yehûdîlere ve hıristiyânlara ia'net etsin ki, Peygamber ve sâlihlerinin kabirlerini mescid yapmışlardır» hadîs-i şerifinin şerhinde şöyle yazıyor : Onlara İa’net olunması, Peygamberlerin mezarlarına secde ettikleri için ta'zim yönündendir. Bu ise açıkça şirktir. Yahut, nemazı Allah için Peygamberlerin defn olundukları yerde kılıp, kabirlerinin üzerine secde ettikleri, nemazda iken kabirlere yöneldikleri, bununla Allahü Teâlâya ibâdete benzettikleri, Peygamberlere aşırı tazîm ettikleri içindir. Bu da gizli şirktir. Çünkü bu, mahlûka tazime götürmektedir. Halbuki bu tür tazime izin verilmemiştir. Peygamber efendimiz (şallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine bunu yasak etmiştir. Yahut bu harekette yehûdîlere benzemek vardır. Bunun için yasak edilmiştir. Yahut içinde gizli şirk bulunacağı içindir. İmâmlarımızdan bazı şerh edenler de böyle söyledi. Bir rivâyette, yaptıkları mahzurludur gelmesi sözümüzü kuvvetlendirmektedir. Kâdî (Beydâvî) der ki: Yehûdîler ve hıristiyânlar Peygamberlerinin kabirlerine secde ederler, onları kıble yapıp, nemazda onlara dönerlerdi. İşte böylece onları putlaştırdılar. Bunun için onlara İa'net eyledi ve bu gibi şeylerden müslimanları meneyledi. Ama bir sâlihin civârına mescid yapan, yahut kabristanda nemaz kılması rûhunun zâhîr olması için istiyen, yahut ibâdetinin eserinin ona ulaşmasını dileyen, ona tazîm etmiş ve yönelmiş değildir. Bunda bir mahzûr yoktur...

    Ondan sonraki hadîsin şerhine gelince: Ya’nî Cendeb (radıyallahü anh) der ki, Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) duydum. «Sizden öncekiler Peygamberlerinin ve sâlihlerinin kabirlerini mescid yaptılar» buyurdu. Demek ki, kabirleri mescid yapmak, kabirlere secde etmektir. Yehûdî ve hıriştiyânlarm peygamber ve sâlihlerinin kabirlerini mescid yapmasından murad, yahudî ve hıristiyânların kabirlere secde etmesidir.

    (Aynî hazretleri, Buhârî şerhinde der ki: «Yahudîler ve hıristiyanlar, şanlarına tazim için Peygamberlerinin kabirlerine secde edince ve nemazda bir nevi kıble edip onlara dönüp, onları putlaştırınca, R.esûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara la’net etti ve müsljmanları bu gibi şeylerden men etti.) Çjyor.

    Bu ifâde açıkça bizim iddiamıza uygun, olup bunu burada, bize cevâb olarak göstermesi akıl sâhiblerine yakışmaz. Câhilleri bu meselede şaşırtmaktan başka bir sebeble söylenmesi akla gelmiyor. Karşımızdakinin, Buhârînin Aynî şerhini delîl olarak ileri sürmesi, iddiasının ona uygun olmasını göstermek içindir. Herhalde bu düşünce ile kendi diline terceme etmedi. Bunun gibi, Molla Aliyyül Karînin bildirdiklerinden de bu şaşırtma yolundan başka bir şey düşünmedi. Yoksa, bu vehhâbî açıkça Aliyyül Kârinin o kitâbda yazdıklarına aykırı hüküm veriyor.

    Şimdi bu Necdiye [Vehhâbiye] uyanlardan ricâm şudur ki, kitâb ve musannifinin ismini, câhillerin itibarını kazanmak için kaleme almak, süâlin asıl cevabı olan ibâreyi aradan çıkarmak, o kitabda câiz olduğu senedleri ile yazılmış olan bir şeye haram ve la’nete sebeb söylemek, hadîs-i şerifin ma'nâşını yanlış açıklamak ve yeri olmıyan yerde düzeltmek halâl mıdır, yoksa haram mıdır? Allahü Teâlânın rahmetine mi, yoksa başka şeyine mi sebebdir? O Necdînin insâf sâhibi talebelerinden bazısı, bu cevabı inceledikten ve Mişkât Şerhini mûtâlâdan şonra: «Bu cevabda, Yehûdî ve hıristiyânlara benzemek vardır. Nitekim Mâide süresi onüçüncü âyetinde.«Onlar kitablarını yerlerinden tahrif ederler» bildirilen onların yoludur» dediler.

    Şeyh Abdûlhak Dehlevî (rahmetullahi aleyh) Mişkât-i Mesâbih şerhinde: «Kabirleri üzerine mescid yaparlar...» hadî,s-i şerifini açıklarken diyor ki: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kabir üzerini mescid tutanlara, ya'nî yukarıda bildirildiği gibi tazîm niyyetiyle kabre karşı secde edenlere İa'net eyledi. «Allahü Teâlâ Yehûdîlere ve hıristiyânlara İa’net etsin ki, peygamberlerinin kabirlerini mescid [secde edilen yer] yaptılar» hadîs-i şerifinin şerhinde de şöyle yazmaktadır: Kabirleri mescid edinmek, iki şekilde olabilir.

    1. — Kabirler üzerinde secde edip, putperestler gibi, bunu ibâdet [tapınmak] niyyetiyle yaparlar.

    2. — Buradaki ibâdetlerinde maksadları, Allah için ibâdet etmek olup, lâkin nemazda onların kabirlerine yönelmeyi, Hak Teâlâya ibâdet ve Onun rızâsına yaklaşma vesîlesi olduğuna inanırlar. Bu iki şekilde, Allahü Teâlânın rızâsına uygun olmayıp meşru' değildir. Her iki şekilde de İa'net vardır.

    Yine yazıyor ki: Bir Peygamberin (aleyhisselâm), yahut sâlih bir kimsenin kabrine karşı, bereketlenmek ve tazîm niyyetiyle nemaz kılmak harâmdır. Bunda hiç kimsenin ihtilâf ve itirazı yoktur. Ama onların kabrinin yanında mescid yaparlar, yahut onlara dönmeden, onların temiz cesedlerinin gömülü olduğu yere yakın olmak bereketiyle ve onların rûhâniyetlerinin nârlarından istifâdeyle ibâdeti daha iyi ve makbûl olsun diye nemaz kılarlarsa, bu durumda bir mahzûr lâzım gelmez. Ve bunda bir sakınca yoktur. İbni Haçer-i Mekkî hazretleri de böyle söyledi-

    Arabî Mişkât şerhinde diyor ki: İbni Hacer-i Hîtemî (rahmetullahi aleyh): «Allahü Teâlâ yehûdî ve hırîstiyânlara la’net etsin ki, Peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler» hadîs-i şerifinin şerhinde buyuruyor ki: Bu, kabre karşı, tazimle nemaz kıldığı zamandır. Çünkü haramdır. Ama Peygamberin ve bir sâlihin kabrinin yanında mescid edinmek, yahut ta’zîm olmadan yahut kabre dönmeden, belki ondan yardım görüp, o temiz rûha yakın olmasının bereketiyle daha iyi ibâdet etmek için nemaz kılmakta bir beis bir sakınca yoktur.

    Mecma’ûl Bihâr kitabında Sin ile Cim bâbında şöyle yazar: Burada, kabirler üzerini mescid edinmenin Kerîh olmasından maksad kabirlerin üstünü düz yapıp, mescid hâline getirip, orada nemaz kılmaktır. Denildi ki, kabrin yanında meşcid binâ edip, onda kabre karşı nemaz kılmaktır. Etrafı çevrili kabirde içinde nemaz kılmak için mescid yapılırsa, bir zararı yoktur. Çünkü kabir mescid gibi vakfdır. Ama bir sâlihin yakınında bunu, tazîm niyyetiyle değil bereketlenmek için yaparsa hiç zararı olmaz.

    Vehhâbi diyor ki:

    (KABİRLER ÜZERİNE YAPILAN TÜRBE VE BENZERİ ŞEYLER HADİS VE FIKIH KİTABLARINA GÖRE HARAM VE YASAKTIR. Fıkıh kitâb [arında hazreti Câbirden (radıyallahü anh) bildirilir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kabri kireçlemeyi, üzerine binâ yapmayı ve kabir üzerine oturmayı yasak etti. Bu hadîs-i şerifi Müslim rivâyet eyledi. Mişkâtta da böylece yazılıdır. Hadîs-i şerîfde bina umûmîdir. Bu da kabrin üzerine bina yapmak veya çadır kurmak şeklinde olabilir. Nitekim Şeyh Abdulhak Dehlevînin Mişkât tercemesinden ve Molla Aliyyül Kârinin, Mişkât şerhinden böyle olduğu anlaşılıyor.) diyor.

    Anlaşılıyor ki, bu vehhâbî, Aliyyül Karînin Şerhini görmedi. Yahut gördü, öğrendi, fakat görmemezlikten geldi. Çünkü Aliyyül Kârî, Türpüştinin kitâbındaki: «Burada iki ihtimal düşünülebilir. Biri, kabrin üzerine taştan bina edip ve gereklerini yapmaktır. Diğeri çadır gibi birşey kurmaktır. İkisi de yasak edilmiştir. Çünkü bunlardan fâide yoktur» yazısını bildirdikten sonra der ki: Ben derim ki, bu sözden anlaşılıyor ki, çadır fâide, meselâ altında oturup Kurân-ı kerîm okumak için olursa ya,sak edilmiş olmaz. İbni Hümâm der ki: «Hâfızların Kur’ân-ı kerîm okumak için kabrin yanında oturmalarında ihtilâf olundu. Muhtâr kavil, mekruh olmadığıdır.» tekrâr yazıyor ki, âlimlerimizden bazı şerh ediciler, bunda mal telefi yoktur. Selef âlimleri tanınmış meşâyıh ve âlimlerin kabirlerini ziyâret etmek ve orada oturup dinlenmek ve rahat etmek için, üzerlerine binâ yapmak mubahdır, dediler.

    Mes’elenin sonuçlanmasının bağlı olduğu esas cevaba, ya'nî selefin, meşâyih ve âlimlerin kabirleri üzerine bina yapmak mubahdır sözlerine hiç bakmadı. Şeyh Abdülhak Dehlevî şerhden alarak Mişkât tercemesinde, «Mezar üzerine bina yapmak yasak edildi» sözünü açıklarken diyor ki, bazıları, bina yapmaktan maksad, taş ve benzerleri ile yapmaktır, bazıları binâ yapmaktan maksad, çadır ve benzerlerini kurmaktır dediler ki mekrûhdur ve yasaktır. O halde Aliyyül Karînin şerhinden fâide için çadır kurmak ve tanınmış meşâyıh ve âlimlerin kabirleri üzerine binâ yapmak câizdir. Abdülhak Dehlevî hazretlerinin tercemesinden ise. Molla Aliyyül Kârinin bildirdiği bildirilmeden mekrûh olduğu anlaşılıyor. Demek ki, vehbâhînin haram demesi ikisine de uymamaktadır.

    Câmi-ül usûlde Nesâînin rivâyeti ile bildiriliyor ki: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrin üzerine bina yapmayı, ona fazla bir şey eklemeyi ve kireçlemeyi yasakladı, diyor.

    Birinci hadîs-i şerîfde bildirilen, bu hadîs i şerîfde de aynen vardır. Mevâhib-ür-rahmân fî mezheb-in Nu’mân kitâbmın metninde: «Kabir üzerinde bina yapmak, ziynet olduğu için haram olur. Defnden sonraki hükümler mekrûh olur» yazmaktadır. Bu rivâyette haram olmak, ziynet, süs sebebine bağlanmaktadır. Demek ki, binâ süs için değil, bir fâide, meselâ Kur'ân-ı kerîm okumak, istirahat etmek gibi şeyler için olursa, haram olmaz. Nitekim biraz önce Mirkat'te de böyle olduğu geçmişti.

    Âlemgiriyye kitabında der ki: «Kabir üzerine bina yapmak mekrûh olur.» Tuhfetül mülûk ve Kenz şerhi Aynîde ve Bahr-ür-râik’de de böyle yazılıdır. «Kabrin üzerine, mezardan çıkarılan topraktan fazla koymak mekrûhdur. Çünkü bu fazlalık binâ hükmündedir.

    Bu hadîs-i şeriflerden ve fıkıh kitablarından anlaşıldı ki, kabirler üzerine binâ yapmak yasak edilmiştir. Câizdir diyene itibâr olunmaz. Çünkü hadîs-i şeriflere ve .kıymetli fıkıh kitablarma uymamaktadır.)

    Diyen vehbâhinin yazısına asla kıymet verilmez. Çünkü hadîs-i şeriflerin ma'nâlarının anlaşılması ve nakildeki ihtiyat güzelce bilinirse, hadîsten yapılan ictihad ve çıkarılan ma'na ve hükmü bir sebebe bağlamak, şeriata muhalefet değildir. Bu vehhâbînin adlarını verdiği kitablardan birinde gördüğümüz, onun dediğine uygun değildir. O halde diğer kitablardan da itimadı kaldırmaktadır. Meseleyi bakmakta acele ettiğim kitablardan biri Dür-rül mıuhtâr kitabıdır. Onda yazıyor ki, kabir üzerine bina çıkılmaz. Yapılmasında zarar yok da denildi. Muhtar kavil [seçilen sağlam söz] de budur. Sirâciyyede ise mekrûh olduğu yazılıdır.

    Mizân-ül kübrâda diyor ki: Üç imamın kavlidir: Kebirin üzerine binâ yapılmaz ve kireçlenmez. İrnâm-ı A'zam (rahmetullahi aleyh) ise câizdir buyurdu. Birincisi ağır, İkincisi hafiftir. Keşf-ül ızâr'da Metâlib-ül Mü’minîn'den alarak diyor ki, selef âlimleri, tanınmış meşâyıh ve âlimlerin kabirleri üzerine binâ yapmaya, insanların ziyâret ve istirahatleri için orada oturmaya mubah demişlerdir. Süs için olursa, mekrûhdur. Medîne-i münevverede, Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvan) kabirleri üzerine türbe yapmak, çok önceki zamanlarda olmuştur. Bundan anlaşılıyor ki, bu iş, o zamanın âlimlerinin câiz görmesiyledir. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) nûrlu kabr-i seâdeti üzerinde yüksek bir türbe ve kubbe vardır.

    Vesîle-tün-necât kitâbı Mecmâ-ul Bihar'dan alarak yazıyor ki, selef âlimleri, tanınmış fâdılların, velîlerin ve âlimlerin kabirleri üzerine bina yapmaya, insanların ziyâret etmesi ve orada oturup istirahat etmeleri için, mubah demişlerdir. Tenvîr-ül ebsâr’da bildiriyor ki, kabir üzerine bina çıkılmaz. Yapılmasında zarar yok da denildi. Muhtâr kavil budur. Metâlib-ül Mü'minîn kitâbından bildiriyor ki, selef tanınmış meşâyıh ve âlimlerin kabirleri üzerine bina yapmayı, insanların ziyâret etmeleri ve orada oturup istirahat etmeleri için mubah etmişlerdir. Mesâbih şerhi Mefâtih'de de böyledir. Bundan sonra yazıyor ki: Medîne-i münevverede Eshâb-ı kiram (aleyhimurridvân) hazretlerinin kabirleri üzerine türbeler yapmışlardır. Ehl-i Beytin kabirlerinin bulunduğu hazreti Abbâsın (radıyallahü anhüm) türbesini Tabiînin âlim ve fâkihleri câiz görmüşlerdir.

    Şeyh Abdülhak Dehlevî hazretleri Cezb-ül Kulûb kitâbmda buyurur ki: Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek odasında en şerefli kabirler vardır. Önceleri hazreti Âişenin (radıyallahü anhâ) evinin bir odası idi. Resûlüllahın diğer odaları gibi hurma dallarından yapılmıştı. Allahü Teâlânın hükmü ile Peygamberlerin efendisinin (sallallahü aleyhi ve sellem) defni o şerefli hücrede olunca, Âişe-i Sıddika (radıyallahü anhâ) kendi evinde oturmakta idi. Kendisiyle Kabr-i Şerîf arasında perde yoktu. Daha sonra, insanların Kabr-i seâdet üzerine çok gelmeleri ve o evden toprak almaları sebebiyle, orayı ikiye böldü. Kendi oturduğu yer ile Kabr-i Şerîf arasına duvar çekti. Sonra Emîr-ül müminîn hazreti Ömer (radıyallahü anh) Mescidi büyütünce, hücreyi güneşte kurumuş tuğladan binâ etti. Velid zamanına kadar bu hücre durdu. Ömer ibni Abdülazîz (rahmetullahi aleyh) Abdülmelikin oğlu Velidin emriyle onu yıkıp, nakışlı taşlarla yaptı ve dışına ikinci bir hatıra yaptı. İkisinde de kapı bırakmadı.

    Urveden (radıyallahü anh) rivâyet eder. Hazreti Urve, Ömer İbni Abdülazîze, Hücre-i Şerîfeyi kendi hâline bırakırsanız ve onarma işini bu temel üzerinde yaparsanız daha iyi olur dediğinde, Emîr-ûl müminîn böyle buyurdu, onun emrine uymaktan başka çarem yoktur, cevabını verdi. Muhammed bin Abdülâzîzden gelen rivâyette, hücrenin temeli kazılırken bir ayak göründü. Hakikat araştırılınca, Emîr-ûl müminîn hazreti Ömerin (radıyallahü anh) ayağı olduğu, yer darlığından hücreye kaydığı anlaşıldı.

    Mevâhib-üI-Ledünniyye kitabında şöyle yazıyor: Hişâm bin Urveden, o da babasından bildirir: Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) hücresinin duvarı, Velîd İbni Abdülmelik zamanında yıktırılıp, binâ yapılırken, bir ayak göründüResûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) ayağı zannettiler. Tanıyan bir kimse bulamadılar. Nihâyet Hazreti Urve onlara, yemîn ederim ki, bu Resûlullahın ayağı değil, Hazreti Ömer'in (radıyallahü anh) ayağıdır dedi. Bunu Buhârî de bildirmektedir.

    Buraya kadar olan rivâyetlerin özeti şöyledir ki, kabrin üzerine bina, ,süs için olursa, bazılarına göre mekrûhdur, bazılara göre harâmdır. Fayda için ise mubâhdır. Kabir üzerine binâ yapmak, süs için, malı telef için ve fâidesiz yere değil, bilâkis oturmak, kalmak ve insanların sıcaktan, soğuktan, yağmurdan korunması için, bir rivâyet bildirilmedi. Biz ise, muhatabımız olan Vehhâbiye, muteber ve sağlam kitâblardan alarak bunu beyân eyledik.

    Vehhâbî:

    (Eğer kabrin hududu dışında, rahat etmek ve sıcaktan, soğuktan ve yağmurdan korunmak için binâ yapılırsa, bunda bir zarar yoktur) demektedir.

    Bu, gök hakkında sorulan süâle, yer hakkında cevab vermek olur. Bu kadar uzun cevabdan sonra, sanki süâle hiç cevâb verilmemiş; soruyu soran, kabristanın boş bir yerinde bina yapmak, insanların oturması, ,sıcak, soğuk ve yağmurdan korunmasının cevazını bildirmiş, kabirlerin üzerinde binâ yapmak ayrıdır demek istemiş. Bu vehhâbî, önce kabirlerin üzerinde binâ yapmanın itibâr olunsun veya olunmasın, buna bakmıyarak haram olduğunu söyledi. Nitekim yukarıda geçti. Kendisi de biliyor ki, maksadı bu değildir. Sonra Kabristanın dışında binâ yapılabileceğini beyân etti. Maksadı bu da değildir. Bunun için suâline cevab verilmedi.

    (YİRMİ DOKUZUNCU SÜÂL: Kabrin baş tarafına veya ayak tarafına doğru nemaz kılmanın günâh olma derecesi nedir?

    CEVÂB : Kabristânda nemaz kılmak hadîs-i şerifler ve fıkıh kitablarmda bildirildiğine göre yasak ve mekrûhdur. Haberler şunlardır: Hazreti Ömer hazret! Enes bin Mâliki (radıyallahü anhümâ) kabrin yanında nemaz kılarken gördü. Kabirdir, kabirdir dedi. Nemazı iade etmesini emr etmedi. Buhârî’de de böyle yazılıdır . Mişkât’ta Ebû Mersed-i Ganvîden bildirir. Dedi ki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: «Kabir üzerine oturmayınız ve kabre karşı nemaz kılmayınız». Bu hadîs-i şerifi Müslim bildirmektedir. Abdullah bin Ömer (radıyallahü anhümâ) der ki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) yedi yerde nemaz kılmayı yasakladı: Çöplükte, insanların toplandığı meydanda, kabristanda, yol ortasında, hamamda, devenin çöküp yattığı yerlerde ve Beytullahın üzerinde. Bu hadîs-i şerifi Tirenizi ve İbni Mâce haber veriyorlar. Ebû Saîd (radıyallahü anh), Resühillahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirir. Buyurdu ki: «Yer yüzü tamamen mesciddir (Her yerde nemaz kılınabilir). Ancak kabristanda ve hamamda kılınmaz.» Bu hadîs-i şerîfi Ebû Dâvud, Tirmizi ve Dârimî bildiriyorlar. Câmi-ül Usûl’de yazıyor ki, Hazreti Alî (radıyallahü anh) buyurdu ki, «Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında idim. Beni kabristanda nemaz kılmaktan men etti.» Bunu Ebû Dâvud haber vermektedir.) diyor.

    İlim kitablarma baş vurmadan, metin, sened, tevil ye müetehid din imamlarının anladıkları ve çıkardıkları ma’nâlan anlamadan, muhaddislerin bildirdiklerini şerhedenlerin bildirdiklerine bakmadan, o hadîs-i şerîfin iddiâ edilen şeyi ifâde edip etmediğini düşünmeden, hadîs-i şerîfleri hüccet ve sened göstermek akıl ve diyânetten çok uzaktır. Ebû Mersedin bildirdiği ; «Kabirlerin üzerinde oturmayın ve onlara karşı nemaz kılmayın» hadîs-i şerifinin bahis konusu mes’ele ile ne ilgisi vardır. İmâm-ı "T irimizi, Ebû Saîdin (radıyallahü anh) rivâyetini bildirdikten sonra, bu hadîste ıztırab vardır dedi. Aynı bâbda yaziyorki: Hazreti Alî, Abdullah bin Ömer, Ebû Hüreyre, Câbir, İbni Abbâs, Huzeyfe, Enes, Ebû Emâme ve Ebû Zer (radıyallahü anhüm) den bildirilir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Bütün yeryüzü benim.! için mescid kılındı» buyurdu dediler. Ya'nî burada kabristan ve hamam istisnâ edilmedi. Abdullah bin Ömerin haber verdiği hadisten sonra yazıyor ki, isnadı kuvvetli değildir. Bu vehhâbî, Hazreti Ömerin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîsi, şerhlerine baş vurmadan, müctehid din imâmlarının verdiği ma’nâları araştırmadan delil gösteriyor. Ne kadar şaşılacak bir şeydir ki, bu kitabda ve Erbaîn kitabında bir çok yerde, hüccet getirmede merfû’dan başkasını beğenmiyor, kabul etmiyor.

    Aliyyül Kâri, daha önce geçen, «Allah, yehûdîlere ve hıristiyânlara la’net eylesin...» hadîs-i şerifinin şerhinde, Kâdî hazretlerinin sözünü bildirdikten sonra yazıyor ki: Görmezmisin! İsmail aleyhisselâmın kabri Mescid-i Harâmda Hatîm yanındadır. Ve bu mescid, namaz kılanın aradığı en kıymetli yerdir. Namaz kılmanın yasak edilmesi, içinde necâset bulunacağı için açılmış mezarlara mahsûstur. Tîbî de böyle bildirmektedir. Sürme şerhinden alarak diyor ki: Kabristanda nemaz kılmak hakkında ihtilâf olundu. Bir kısmı, toprak, temiz, yer pâk olsa bile, mekrûhdur dedi. Diğerleri câizdir dediler. Hadîs-i şerifin tevilinde dediler ki: Çoğu zaman mezarların hâli şöyledir ki, toprağı ölünün irini ve eti ile karışır. Yasak edilmesi, yerin necis olmasındandır. Yer temiz olursa, bir zararı yoktur. Çöplük, toplantı meydanı, sokak ortasında nemaz kılmak

    da böyledir. Sokakta nemaz kılmanın ayrı bir mahzuru daha vardır ki, insanların gidip gelmesi onu nemazdan meşgul eder.

    İbni Hacer hazretlerinden bildirir: Bu yasağın, tenzihen mi, tahrîmen mi mekruh olduğunda ihtilâf ettiler. Bizim mezhebimiz [Şafiî] de tenzihen, Hanbelî mezhebinde tahrîmen mekrûhdur. Yine İbni Hacer hazretlerinden, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) mezarlarının istisnâ olduğu bildirildi. Ebû Saîdin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerifin şerhinde diyor ki: «Münye Şârihi ve Fetâvâ'da diyor ki, kabristanda, nemaz için ayrılan bir yer var ise, orada nemaz kılmakta bir beis yoktur. Şeyh Abdülhak Dehievî hazretleri Mişkât tercemesinde: «Yalnız kabristanda ve hamamda nemaz kılmamalıdır» hadîs-i şerifinin şerhinde yazar ki: Kabristanda nemaz kılmanın yasak edilmesi, ekseriya onda necâset bulunması ve toprağının ölülerden ayrılan parçalarla —ki necistirler— karışmış olmasıdır. Eğer yer temiz olursa, hiç bir mahzûru yoktur, mekrûh da değildir. Bazılarına göre, kabristanda nemaz kılmak, bu hadîs-i şerifin zâhirî ma’nâsı bakımından mutlak olarak mekrûhdur. . Ama kabre karşı nemaz tazim niyetile olursa, sözbirliği ile harâmdır. Bu niyyetle olmazsa, kabristanda kılınan nemaz hükmünde olur.

    Câmi’ül berekât’ta yazıyor : Bazıları, yer temiz olda da, hadîs-i şerifin zâhir ma'nâsına uyarak, kabristanda nemaz kılmayı men ettiler. Bazıları, toprak kan, irin, kir ve necasetten temiz olursa, kabristanda nemaz kılmak câizdir dediler.

    Vehhâbi:

    (Fıkh kitâblarındaki rivâyetlere gelince: Âlemgîriyye’de diyor ki: Dokuz yerde nemaz kılmak mekrûhdur. Biri kabristanda nemaz kılmaktır. Zeylaî’de diyor İd: Kabre karşı nemaz kılmak ve kabirler arasında nemaz kılmak mekrûhdur. O halde kabre karşı nemaz kılmak harâmdn-. Eğer niyyet kabre ibâdet ve tazim olursa, belki küfrüne fetvâ verilir. Aliyyül Karînin Menâsik şerhinde diyor ki: Kabre karşı nemaz kılınmaz. Çünkü haramdır. Kabre tapınma ve tâzîm. niyyetiyle olursa, belki küfrüne fetvâ verilir) diyor.

    Fefâvâ-yi âlemgîrî’de, ikinci fasılda, nemazın müfsidleri bâbmda diyor ki: Kabristanda nemaz kılmak mekrûh değildir. Hâvi kitabında diyor ki: Kabirler arkada kalırsa, ’ mekrûh olmaz. Nemaz kılanla kabir arasında, nemazda olan kimsenin önünden geçmenin mekrûh olmadığı kadar mesafe olursa, burada da mekrûh olmaz. Tâtâr hâi    rayye'de de böyledir. Beşinci bâbda Mekrûhlar kısmında    diyor ki: Mescidin kıblesinin, dışarı çıkış yerine, hamama  ve kabre karşı olması mekrûhdur. İmâm-ı Muhammed (rahmetullahi aleyh) böyle buyurdu. Bundan sonra şöyle yazmaktadır. Bütün bunlar, nemaz kılan ile bu yerler arasında duvar ve sütre olmadığı zamandır. Ama arada duvar, perde, sütre olursa, mekrûh olmaz. Bunlar ayırıcı olurlar. Nemaz kılanla bu yerler arasında perde olmazsa. Cemaat mescidinde bu yerlere karşı nemaz mekrûh olur.

    Görüyorsunuz ki, bu Vehhâbî de Âlemgîrden, biz de Âlemgîr’den bildiriyoruz. O bir kısmını alıyor. Biz ona ilâveten, onları açıklıyanian da yazıyoruz. O Âlemgirden aldığı gibi, anlatmasına uygun düşecek diğer kitablardan i da nakiller yapıyor. Menâsik şerhinin ibaresini bildirmesi yersiz ve bahis konusunun dışındadır. Maksadı câhil kişileri aldatmaktır. Kendisi için, (Mevlevî Sâhib, her mesele için, bir çok kitablardan haber veriyor) dedirtmek arzûsundadır. Kendisinin bu arzûsu olursa, her tarafta ilimden haberi olmıyanlar harab olacaklardır. Bu şübhe insanlara öyle yer etti ki, hakikati gördükten ve nakîe uymadığını anladıktan sonra bile, bilgisizliklerinin çokluğundan, taas:    şuhlarının aşırılığından hak yola gelmiyorlar. Allahü Teâlâ ;    bize ve onlara hakka uymakta hidâyet versin! Taassub ve inatla hareket ettirmesin. Şimdi yanımızdaki kitablarda, ; bu konuda bildirilmiş olanları yazalım:

    Bahr-ur-râik’te şöyle yazıyor: Fetvâ’da bildirildi ki, ho^mamda bir yer yıkanıp temizlense ve orada canlı resmi de bulunmasa, orada nemaz kılmakta bir beis yoktur. Kabristanda da böyledir. Kabristanda, nemaz için ayrılmış bir yer olursa, orada kabir ve necâset bulunmazsa bir mahzuru yoktur. M ünyetül musallî'de yazıyor ki: Fetâvâ’da bildirildi. Hamamda bir yer yıkanıp temizlenirse ve orada canlı resmi de yok ise, nemaz kılmakta bir mahzûr yoktur. Kabristanda da, nemaz için ayrılmış bir yer var ise, ve orada kabir yok ise, buradaki gibidir. Câmi’ur-rumûz’da diyor ki: Kabre doğru nemaz mekrûh değildir. Ancak önü, huşû' üzere nemaz kılanın gözünün takılacağı şekilde ise, mekrûh olur. Hulâsa kitabında der ki: Bu, nemaz kılanla, bu yerler arasında duvar gibi bir perde olmadığı zamandır. Duvar olursa, mekrûh olmaz. Aliyyül kâri Menâsik şerhinde yazıyor ki: Kabirle nemaz kılan arasında ıperde olursa, nemaz mekrûh olmaz. Fetvâ-yı Rahmâniyye’de diyor ki, Sirâciyye’de yazılıdır: Mescidin kıblesinin abdest alma yerine, dışarı çıkma yerine ve hamama karşı olması mekrûhdur. Hulâsa'da diyor ki: Nemaz kılarken önünde bir özür bulunduğu, ya’nî nemaz kılanla bu yerler arasında perde bulunmadığı zamandır. Perde olursa, mekrûh olmaz. Tecnîs’de diyor ki: O özür, tamı Kâbe cihetinde ise nemazı mekrûh olur. Sağında veya solunda i,se mekrûh olmaz. Sirâciyyenin sözü bitti.

    Raıhmânî, Tahâvîden bildirir: Ebû Nasr’a bundan, ya’nî kabir yanında nemaz kılmaktan soruldu. Buyurdu ki, kabirler, nemaz kılanın arkasında ise, mekrûh olmaz. Kendisi ile kabirler arasında, önünden insan geçince mekrûh olmıyacak kadar mesafe olursa gene mekrûh olmaz. Ayırıcı hudud secde yeridir. Ahmed İbni Muhammed de böyle .söyledi. Muhammed bin Seleme buyurdu ki: İmam bulunduğu zaman, secde yerinin gerisidir. Zahîre’de der ki: kerâhatrn ma’nâsında çeşitli söyliyenler oldu. Bazıları, yehûdîlere benzemek olur, bazıları kabri,s

    tanda ölünün kemikleri bulunur dediler. Bütün bunlar, nemaz kılanla, bu yerler arasında perde, duvar olmadığı zamandır. Bunlar olursa, mekrûh olmaz.

    Vehhâbî (Bir kimse hadîse ve fıkıh kitâblannm bildirdiğine uymazsa, elbette günahkâr olacaktır. Bu işe ısrar ederse, büyük günâh işler. Nitekim fıkıh ve kelâm kitablarında küçük günâha devam büyük günâh olur demektedir.) diyor.

    Hadîs-i şeriflere ve fıkıh kitablarında bildirilenlere uymamak hükmü, hadisin ve rivâyetlerin ma'nâsını anlamaya, ayırmaya ve tashihine bağlıdır. Ma’naları anlamadan, metinleri, senedleri iyice inceîemeyip, tedkik etmeden, şerh ve açıklamalarına baş vurmadan, Selef imamlarının hilâfına, bildirilenleri anlamadan hüküm vermek günâhdır. Buna, ne şekilde olursa, olsun ısrar da büyük günâhdır. Bir meselede bu kadar açıklama olunca, mutlak olarak, yasak diye kesip atmak diyânetten uzaktır.

    KIRK ÜÇÜNCÜ SÜÂLİN CEVÂBINDA : (Kabirler üzerine yeşillik ve çiçek bırakmayı caiz görenler, Mişkât ve diğerlerinde olan hadîse tutunmuşlardır. Şöyle İd: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) iki kabre uğradı. Buyurdu ki, «İkisi de azâbdadır. Biri berilden sakınmak istemezdi.» Müslim rivayetine göre: «Berilden sakınmazdı. Diğeri ise koğuculuk yapardı (bir yerden bir yere söz taşırdı).» Sonra bir hurma dalı aldı. Ortasından ikiye böldü. Her birini bir kabir üzerine koydu. Eshâb-ı kirâm (aleyhimürrıdvân), Yâ Resülallah, böyle yapmanızın hikmeti nedir? dediler. Buyurdu: «Umulur ki, bunlar yaş durdukça azabları hafifler.»

    Abdülhak Dehlevî hazretleri bu hadîs-i şerifin altında yazıyor ki: Kabirlerin üzerine yeşillik (ot), çiçek ve reyhan koymada bu hadîs-i şerife tutunmuşlardır. İlimde imamlardan ve hadîs şerhinde en ileride bulunanlardan Hattabî, bu kavlî reddedip, kabir üzerine yeşillik ve çiçek serpmeyi bu hadîse bağlamayı beğenmemiş ve: «Aslı yoktur, ilk asırda yok idi» demiştir. Bunları, bu hudud ve vakitlendirmenin esası şudur ki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) azâbın azaltılmasında şefaat etmek istedi. Ve şefâati, o dal kuruyuncaya kadar kabûl edildi. «Umulur ki» sözleri, bu ma’nâyı açıklamaktadır. Kirmânî dedi İd: Dalda, azabı kaldıracak bir özellik yoktur. Ancak Peygamberlerin Seyyidinin (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek eli ile olmuştur) demektedir.

    Muhaddis geçinenlerden bir kısım, büyük çoğunluğu bırakıp, istisnalara yapışmışlardır. Bu işleri her konuda vardır. Ya’nî mezhebe uygun olsun veya olmasın tercihli veya tercihsiz her sözde çoğunluğa muhalefet ederler. Onların mezhebi (yolu) budur. Bu rahmet olunmuş ümmete fâsık ve kâfir demek maksadıyla, yeni bir mezheb kuruyorlar. Bildirdikleri sözlerden ve kendi ifâdelerinden böyle anlaşılıyor. Bir tarafta büyük bir âlim topluluğu, diğer tarafta sadece bir Hattâbî. O halde, bir kimsenin kabûl etmemesi, bir topluluğun bildirdiğine nasıl galib olabilir. Muhakkıklar, Hattâbînin sözünü reddettiler. Aliyyül Kâri Mişkât şerhinde yazıyor: «Hattâbînin kabûl etmemesi ve bunun aslı yoktur sözünde açık konuşmak gerekmektedir. Zirâ bu hadîs, bu işin aslı olduğunu gösteriyor. Sonra İbni Hacerin bunu tasrîh ettiğini gördüm. Ya’nî bunu açıkça bildirdi ve buyurdu ki: Aslı yoktur sözü söylenemez. Bilâkis bu hadîs-i şerif, bu iş için gerçek asildir. Bundan sonra. Esbabımızın (mezhebimizin) sonra gelen imamlarından bazısı, bu hadîs-i şerife uyarak kabrin üzerine çiçek ve da! koymanın âdet olmasının sünnet olduğuna fetvâ vermişlerdir.» Ondan bir kaç .satır önce şöyle yazıyor: «Âlimler, bu hadîs-i şerife dayanarak kabrin yanında Kur’ân-ı kerîm okumaya müstehab dediler. Çünkü azâbı hafifletmede Kur’ân-ı kerîm okumak, yaş daldan daha fâidelidir. İmâm-ı Buhârî (rahımehullah) bildiriyor ki: Sahâbeden Büridetebni Hasab (radıyallahü anh) kabrine iki dal konmasını vasıyyet etti. Her halde Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) yaptığını yapmak ile bereketlenmek istedi. Abdülhak Dehlevî hazretleri de Eshâbdan olan Büride’nin (radıyallahü anh) vasıyyetini Mişkât tercemesinde bildirdi. Ancak sözleri bu Vehhâbininkinin tamamen aksinedir. Şerhussudur'da şöyle yazıyor: «Hattâbî der ki, ilim sâhiblerine göre bunun ma’nâsı, eşya yaratılışındaki aslı üzere kaldıkça, yahut yeşil durdukça, yahut taze bulundukça, devam eder. Zira yaşlığı gidinciye, yeşilliği bozuluncaya, yahut aslından (kökünden) kesilinciye kadar tesbîh eder. Hattâbîden başkaları dediler ki, o iki kişinin azabı yeşil bir dal ile hafifleyince, mü'minin Kur’ân-ı kerîm okuması ile, elbette daha çok hafîfler. Yine dediler ki, bu hadîs-i şerîf, mü'minlerin kabirleri yanma ağaç dikmelerinde esa,s alınmıştır. İbni Asâkir, Hçrmmad bin Seleme yoluyla Katâdeden (radıyallahü anh) bildirir. Ebû Berzet-til Sülemî (radıyallahü anh) anlatırdı: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kabre uğradı. İçinde yatan azâbdaydı. Bir hurma dalı alıp, o kabre dikti ve: «Yaş kaldığı müddetçe, azâbını kaldıracağım umarım» buyurdu. Bunun üzerine Ebû Berze (radıyallahü anh), ben ölünce kabrime iki yaş hurma dalı koyun diye vasıyyet etti. Kirmân ve Kums arasındaki çölde vefât etti. Yanındakiler, kabrine iki hurma dalı koymamızı vasıyyet etmişti. Burası öyle bir yerdir ki, hiçbir yeşillik yoktur dediler. Bu halde iken, bir de ne görsünler! Sicistan tarafından hayvan üzerinde gelen ve elinde hurma dalları olan bir atlı yanlarında durdu. İki dal alıp, onunla beraber kabrine koydular. İbni Sa'd, Mesruktan bildirir: Bürîde (radıyallahü anh) kabrine iki hurma dalı koymalarını vasıyyet etmişti.»

    Âlemgîrî fetâvâsında yazıyor: Kabirler üzerine gül ve diğer çiçekler koymak güzeldir. Güllerin kıymetini sadaka verirse daha güzel olur. Garâibde de böyle yazılıdır. Yine Fetâvâ-yı âlemgîrî’de yazıyor ki: Kabristandaki çalıları ve otları kesmek mekrûhdur. Kuru olurlarsa mahzûru yoktur. Fetâvâ-yı Kâdihân’da böyle yazıyor.

    Bahrurrâik’de yazıyor: Hulâsa’da diyor ki, kabristandaki çalı, ağaç ve benzerlerini kesmek otları yolmak mekrûhdur. Kuru iseler mahzûru yoktur. İhtiyacı olmadan, yaş otları yolmak ve kesmek iyi değildir.

    Fetâvâ-yı kâdihan’da der ki: Kabristandaki yoş otları kesmek mekrûhdur. Kuru olursa mahzûru yoktur. Yaş olduğu müddetçe ölü için teşbih eder ve meyyite arkadaşlık eder. Bu sebebden, ihtiyacı yokken, kabristandan yaş otları yolmak iyi değildir dediler. Şeyhül islâm Keşfül Gatâ kitâbında der ki: Kabir üzerinde biten diken, ot ve çalıları koparmak, yeşil oldukları müddetçe, mekrûhdur. Zira yaş olduğu müddetçe teşbih ederler. Bu ise azabını hafifletir ve meyyitin enîsi, arkadaşı olur. Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) iki taze hurma dalını kabir üzerine koydu ve: «Bunlar yaş kaldıkları müddetçe, teşbihlerinin bereketiyle, bu ölünün azâbı hafifler» buyurdu. Bunun için bazıları, kabirler üzerine gül koymayı güzel gördüler. Lâkin derler ki, o gülün kıymetini sadaka vermek daha iyi olur. Kabir üzerinde biten otlar ve çalılar, kururlarsa koparmakta mahzûr yoktur.

    Vesîiet-ün-necât kitabında der ki, Kenz-ül ibâd ve Fetâvâ-yı Garâib’de şöyle yazıyor : Kabirler üzerine gül ve çiçek koymak güzeldir. Çünkü yaş kaldığı müddetçe tesbîh eder. Meyyit onun teşbihiyle ünsiyyet eder. Kıymetini sadaka ederse, daha güzel olur. Miftâhül Cinan'da Salat-i Mes’udîden alarak diyor ki: Sevbân (radıyallahü anh) rivâyet eder. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kabre uğradılar. İki taze dal kırıp, toprağın içine soktular. Hikmetini sordum. Buyurdu ki : «Bu ikisi de azâba müstehak kişilerdi. Azâbda idiler. Bu iki dal yaş durdukça azâbları hafifler.» Bizâziyye’de mekruhlar kısmında şöyle yazıyor: Kabristandaki otları kesmek mekrûhdur. Çünkü tesbîh ederler. Meyyitin azâbının azalmasına yardım eder. Ölü onunla ünsiyyet eder. Buna göre kâfirlerin kabirlerindeki yaş otları ve her zaman kuru otları yolmak mekrûh olmaz. Bu konuda sahih hadîs gelmiştir. Kâdîhân’da der ki : Kabristandaki ağaç ve olları kösmek mekrûhdur. Kuru olursa mahzuru yoktur. Çünkü yaş olduğu müddetçe teşbih eder ve meyyite arkadaş olur. Vesile tünnecâtın sözü burada bitti.

    kzsz. okuyucu! Dikkat ediniz! Süâli nasıl, maksad olmıyan uzak tevillere götürüyor. Bazen adak, bozan süs mes'elelerine çeke çeke, fıkıh kitablarında ve hadîslerde bulunan doğru cevabları gizleyip, sakız gibi uzatıp, zeytinyağı gibi üste çıkarıp, Hattâbînin sözünü sened edip insanları doğru yoldan ayırıyor.

    KIRK BEŞİNCİ SÜÂL : Bir âlimle veya miirşidle sabah ve ikindi açmazlarından sonraki iki vakitte musafaha etmek, caiz midir? Günâlımıdır? Günâhsa, derecesi nedir?

    CEVÂB : Görüşünce, karşılaşınca müsafaha etmek, el sıkışmak vardır. Nitekim hakkında hadîs-i şerîf vardır. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem: «İki müsliman karşılaşır ve musafaha ederlerse, ayrılmadan Önce günâhları mağfiret olunur» buyurdu. Mişkat’da da böyle yazılıdır.)

    Musafahayı, yalnız sabah ve ikindi vakitlerinde yapmak, Hanefî âlimlerine göre mekrûhdur.

    Dînini kayıran kimselerin, kitablara baş vurmadan, görmeden, bilmeden, hanefî âlimlerine göre mutlak mekrûhdur demesi mümkün değildir. Mişkât şerhinde, Musafaha ve muanaka [el sıkışma ve boyna sarılma] kısmında gördüm. Bu ibarenin baş tarafı şöyledir: Musafaha, her karşılaşmada sünnettir, müstehabdır [iyidir]. İnsanların âdet hâline getirdikleri gibi yalnız sabah ve ikindi namazlarından sonra Musafaha etmenin şeriatta bir esası yoktur. Fakat mahzûru yoktur. Çünkü musafaha aslında sünnettir. Bazıları buna devam ediyor, çokları da çoğu zaman muntazaman yapıyor. Bu bazılarının yapması, musafahayı, şerîatta bildirilen esasından çıkarmaz. Bu mubah olan bir bid’attir. İmâm-ı Nevevîden bildiriyor. Bu konuya tema,s etti ve sonra buyurdu ki: Bunun için bazı âlimlerimiz mekrûh olur dediler. Bundan sonra da diyor ki: Bununla beraber, bir müşlimân müsafaha için elini uzatırsa, elini uzatmayıp, ondan yüz çevirmek olmaz. Çünkü ona yaptığı eziyet, edebi gözetmekten büyüktür. Anlaşıldı ki.yalnız bu zaman musafaha edenlerde, ilk önce elini uzatmak mekrûhdur. Diğerinin uzatması mekrûh değildir, her ne kadar, bunda bir nevi bid’ate yardımcı olmak vardır denirse de. Herşeyin en doğrusunu Allahü Teâlâ bilir.

    Bu sözlere bakarak bizim âlimlerimizden bazıları da mekrûh demişlerdir. Vehhâbî fikirli bu kişinin, Hanefîler katında mutlak mekrûhdur yazması yersizdir. Eğer bu sözü bildirdiği yerde bir (de) koysaydı, muradının bazı hanefîler olduğu anlaşılırdı. Temenni ederdik ki, önce muteber kitablara baş vursa, muhtâr ve tercih edilen kavlin hangisi olduğunu anlasa, amel olunanın hangisi olduğunu bil.se de, sonra cevâb verseydi. Nefsinin istediğini tercih etmeseydi, kuvvetli tutmasaydı. Yalanı tecvize hükmetmeseydi.

    Dürrül muhtarda musafahayı açıklarken diyor ki: Nitekim musafaha câizdir. Çünkü o en önceki sünnetlerdendir. Tevâtür ile bildirilmiştir. Hadîs-i şerîfde: «Müsliman kardeşi ile musafaha edip, elini sallayanın günâhları saçılır, dökülür» buyuruldu. Musannif, Dürer'e, Kenz’e, Vikaye’ye, Nikâye’ye, Mecma'a, Multeka'ya ve diğerlerine uyarak, ikindiden sonra bidat-i ha.sene, ya’nî mubah dendiyse de, câiz olduğunu mutlak olarak ifâde ediyor. Nitekim İmâm-ı Nevevînin Ezkâr ve diğer kitablarında ve başka kitablarda bid’at-i hasene-mubah olduğu bildirilmektedir. Mecma'ın şârihinden bildirilen: «Sabah ve ikindi nemazlarından sonraki musafaha önemli bir şey değildir», sözü de, buna işâret olur.

    Ezkâr'm hâşiyelerinde vardır: Sahîh-i Buhârîde Sem retibni Cendebden (radıyallahü anh) bildirilir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) nemazı bitirince yüzünü bize dönerdi. Bunun hakkında Ebû Huzeyfe (radıyallahü anh) şöyle buyurur: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) güneşin en sıcak olduğu öğle ikindi arası Medîneye geldi. Abdest aldı. Öğleyi iki rek'at kıldı. İkindiyi de iki rek’a* kıldı. Orada bulunanlar kalktılar. Elini tutup yüzlerine sürmeye başladılar. Mubârek elini aldım. Yüzüme koydum. O yakıcı havada, bir de ne göreyim! Kardan soğuk idi. Kokusu, miskten güzel idi. Bu iki hadîsi, İmâm Mecdüddin Taberî kitabında bildirmekte ve daha bir çok hadîsler getirmektedir. Yine dedi ki, Cemâatle nemazdan sonra musafahada insanların yaklaşmasından ünsiyyet doğar. Bilhassa sabah ve ikindide. Sevgi, teberrük gibi sâlih niyetle olunca, bunda kabûl edilmiyecek bir şey yoktur. Bekri bunu şerhde bildirmektedir.

    Bu vehhâbi, ONÜÇÜNCÜ SUÂLİN CEVÂBINDA: (Yüzlerce insanın kabirleri ziyârete gitmesi bir kaç kısımdır: Câiz olur, mekrûh olur, haram olur, şirk olur, küfr olur) diyor.

    Sonra uzun açıklıyor ki özeti şudur:

    (Eğer Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurduğu şekilde olursa, câiz, belki müstehâb ve sünnettir. Ne zaman olursa, olsun böyle ziyâret edilir. O da şöyledir: Kabrin yanma gidip: «Esselâmü-aleyküm dâre kavmi müminin» demeli, ölüler için, Allahü Teâlâdan mağfiret ve günâhlarının bağışlanmasını istemelidir. İbret almalı ve dünyaya rağbet etmemeli, âhireti hatırlamalı, korkar halde orada ayakta durmalıdır. Bu maksad için Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kabir ziyâretine izin verdi. Daha önce yasak etmişti. Bu kısım fâideler kabir ziyâretinden hâsıl olur. Bu kısım ziyârette, velînin, şehidin, şehîd olmıyan sâlihin ve fâsıkın ve zenginin kabrini ziyâret aynıdır. Belki zenginlerin ve sultanların kabirlerim ziyâretten daha çok ibret alınır. İkincisi şudur ki, kabir ziyâretinde, hadîs-i şerîfde kabrin başında yapılması bildirilmiyen, başka yerde yapılması câiz ve mubah olanları yapmaktır. Kabri öpmek, elini sürmek, eğilmek gibi şeyler ziyâret edene mekrûhdur. Üçüncüsü, kabre hürmeten secde etmek, kabrin etrafını tavaf etmek, kabrin yanında raks etmek, çalgı âleti çalmak gibi şeyler için kabrin yanma gitmek haramdır. Çünkü bu gibi şeyler, kabristanda olmasa da, aslında haramdır. Kabir gibi mübarek yerlerde ise daha çok haram olur. Dördüncüsü, kabrin yanma gidip, ibâdet secdesi yapmak, yahut kabirde yatandan müstakil veya ortaklık, yahut onu âlemde tasarruf eder bilip, ihtiyacını istemektir. Böyle kabir ziyaretine

    Kabir ziyâretinden maksadı dört kısma ayırdı : Câiz, gitmek şirk ve küffdür) diyor.

    mekrûh, haram, şirk ve küfr. Birinci kısım ziyârette yazıyor ki, böyle ziyârette velînin, şehîdin, şehîd olmıyanın, fâsıkın ve zengin kabrini ziyâret etmek aynıdır. Bu söz üzerlerinde durmak lâzımdır. Bir kaç bakımdan incelemek gerekmektedir.

    1. — Önce sormak lâzımdır. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) kabirlerini ziyâret, bu dört kısma giriyor mu, girmiyor mu? Girmiyorsa taksim eksiktir. Giriyorsa, hangi kı,sma giriyor. Birinci kısmg giriyorsa, o zaman o mübarek kabir, fâsıkın kabri ile aynı oluyor. Vehhâbî muhatabımızın sözü, buraya ulaşıyor. Böyle söylemekten Allahü Teâlâya sığınırız.

    2. —Yirmi beşinci süâlin cevâbında Âlemgîrî fetâvâsını hüccet gösteriyor ve:

    (Bu konuda esas, insan, nemaz, oruç, sadaka, hac, Kur’ân-ı kerîm okumak, zikr, Peygamberlerin (aleyhimüsselâm), şehîdlerin, evliyânın, sâlihlerin kabirlerim 'ziyâret, ölüyü defn ve bütün iyiliklerinin sevâbını başkasına verebilir. Gâyet-üs-sürucîdo de böyle yazıyor)

    O halde, oruç, nemaz, hac ve Kur’ân-ı kerîm gibi kabir ziyâreti de, iyilik çeşitlerindendir. Onun sevabı da başkasına verilebilir. Acabâ bu da, birinci kısma mı girmektedir, yoksa ondan başka bir şeymidir? Eğer birinci kısma giriyorsa, bir fâ,sıkın kabri ile aynı olmak muteber olur mu, olmaz mı? Olursa, peygamberlerin, şehidlerin, sâlihlerin diye bildirilmesinin sebebi nedir?

    1. — Üçüncü kısım hakkında yazıyor ki, (mübârek makamlar ki, kabirlerdir) hangi manâdadır. Berekete kabrin İçindeki de giriyor mu, girmiyor mu? Giriyorsa, sâlihle fâsıkın kabirleri nasıl aynı olur? Girmiyorsa, belkiiçindeki düşünülmeden sadece inşan gömülen toprak mübarektir deniyorsa, böyle söylemenin sebebi inedir? Bu vehhâbinin sözünün bozukluğu, aklı olan herkesçe açıkça bellidir. Ancak gabî, inatçılığından böyle konuşur. Bütün

    bunların esası hakkı, doğruyu gizlemektir. O da şudur ki, câiz olan ziyaret birkaç kısımdır. Onlardan biri muhatabımız vehhâbinin dediğidir. Manzara şudur ki, Mişkât tercemesi Mezâhir-i hak’da yazıyor ki: Ziyaret bir kaç kısımdır. Kabir ziyâret etmek, öldükten sonra başına gelecekleri, ya’nî âhireti hatırlamak, ona sevâb bağışlamak... gibi kısımları burada gizlemektedir. Bir kısımda bildirip tehlükeli uçuruma düşüyor.

    (SÜÂL : Kabir ziyâreti için belli bir gün tayin etmek dinimizde câiz midir Günâhsa, derecesi nedir?

    CEVÂB : Haftanın günlerinden birini, ziyâret için tayin etmek, lâzım saydıkları ve ihtimam ettikleri gibi, hadîs-i şerif ve > muteber fıkıh kitablarmda yoktur. Ancak Fetâvâ-yı âlemgîrî’de vardır. 0 da şu kadar yazıyor: Eğer dört gün, ya’nî pazartesi, perşembe, Cuma ve Cumartesi ziyâret ederse daha iyidir. İbâresi şöyledir: «Ziyâret günlerinin efdalleri, pazartesi, perşembe, Cum’a ve Cumartesidir.» Beyhekî rivâyetinde: «Anne babasının veya birinin kabrini Hr cum’a ziyâret eden mağfiret olunur» diyor. Her cum’adan murad, 'her hafta demektir. Nitekim Abdülhak Dehlevî hazretleri Mişkât tercemesinde böyle olduğunu bildirmektedir) diyor.

    Derin âlimler, tam bir incelemeden sonra bile, böyle bir hükümde, bilineni olumsuz göstermeye cesâret etmiyorlar. Ya’nî bütün incelemelerimize rağmen, onun gibi bulamadık ve göremedik. O halde böyle kısa görüşlülerden, bildirdikleri kitaba tamamen vâkıf olmıyanlardan böyle sözleri dinlemek iyi olmuyor. Evet, o büyüklerin cür'etine ma'nî olan bir işden, sonra gelenlere nasîb verilmemiştir. Bu ise diyânettir. Her cuma'dan maksadı her hafta demektir sözünü Mişkât tercemesine havâle etti. Keşke orada yazılı olan şu ibâreyi de görseydi: Cum’a günü yapılan ziyâret, diğer günlerde yapılan ziyâretlerden kıymetlidir. Bilhassa Cum’a gününün sabahında yapılan çok kıymetlidir. Haremeyn'de böyle yapılmak âdettir. Cum'a günü erken evden çıkıp, ziyâret için Muallâ ve Bakı'd gidiyorlar. Rivayette geldi ki, Cum’a günü ölülere verilen ilim ve idrak, diğer günlerde verilenden daha çoktur. Böylece cum'a günü ziyâret edenleri, diğer günlerden daha iyi bilirler. Bizim memleketimizde ve halk arasında bilinen cum'a günü ziyâret yapılmaz ve bunun hakkında bildirdikleri delilin sahih tarafı yoktur. Asılsızdır.» Âlemgirde, bildirdiği ibâreden sonra şöyle yazılıdır.«Cum’a günü nemazdan sonra ziyaret iyidir.» sonra diyor ki: Cumartesi güneş doğuncaya kadar, perşembe günü öğleden evvel, öğleden sonra da denildi, mübarek geceler de böyledir. Bilhassa Ber'at gecesi. Mübarek zamanlarda böyledir. Zilhiccenin ilk on günü, Pıtır ve Kurban bayramları günleri, aşure ve diğer zamanlar. Garâibde de böyle yazılıdır.

    Vesîletünnecât'ta Delîlüî fâîihîn şerh-ı nyâdussalihîncfen —ki imâm-ı Nevevînin tasnifidir— bildirilmektedir: Musannif ziyâreti kısımlara ayırdı. Çünkü bu, ya sadece ölümü ve âhireti hâtırlamak için olur. İçindekileri tanımasa da, kabirleri görmesi yetişir. Yahut düâ için olup, her müslimanın yapacağı iyi iştir. Yahut bereketlenmek içindir. İyi insanlar için yapılır. Çünkü onların âlem-i berzahda, sayılamıyacak kadar tasarruf ve bereketleri vardır. Yahut babasıdır, arkadaşıdır da hakkını ödemek için kabirlerini ziyâret eder. Ebû Naîmin bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Ana-babasınm veya bunlardan birinin kabrini cum'a günü ziyâret eden hac etmiş gibi olur.» Beyhekî rivâyetinde, «mağfiret olunur» buyuruldu. Yahut rahmet ve ünsiyyet için olur. Haberde: «Ölü, dünyada sevdiği birini görünce, sevinir» buyuruldu. Eşbâh ve Nezâir kitâbında der ki: Cum'a haftanın en iyi günüdür. Cum'a günü bayramdır. Onda duâların kabûl olduğu bir saat vardır. Cum'a günü rûhlar toplanır. O gün kabirler ziyâret olunur. Ölü o gün kabir azâbından emîn olur. Fetâvâ-yı garâib’de der ki: Dahhâk (radıyallahü anh) der ki, Cumartesi güneş doğmadan önce bir kabri ziyâret edeni, mezardaki ölü tanır. Nasıl olur? dediklerinde, «Cum'a gününün yerine» diye cevâb verdi. Mübarek geceler ve zamanlar da böyiedir.

    Sifrüsseâde şerhinde der ki: Otuzuncu özellik şudur: Cum’a günü mü'minlerin rûhlan kabirlerinin yanma yaklaşırlar. Yakınlaşma ma’nevîdir. Taalluk ve itti,sal ruhânîdir. Bedene olan ittisale [kavuşma, birleşme] benzemektedir. Kabirlerinin yanına gelen ziyâretçileri tanırlar. Evet her zaman tanırlar, fakat bugünkü tanımaları, diğer günlerdeki tanımalarından çoktur. Çünkü kabirlere yaklaşmışlardır. Şübhesiz yakından tanımak, uzaktan tanımaktan daha çok ve kuvvetlidir. Bazı rivâyetlerde geldi ki, bu tanıma, günün evvelinde, âhirinden [öğleden sonraki zamandan] daha çoktur. Bunun için günün evvelinde ziyâret daha da iyidir. Harameyn-i şerîfeynin [Mekke ve Medine ahâlisinin] âdetleri de böyiedir.

    Fethülkadir'de diyor ki: [Medînedekilerin] hergün Bakî' kabristanına gidip, oradaki ölüleri ziyâret etmesi müstehabdır, iyidir. Özellikle Cum’a günü. Dürr’ül-muhtâr'da diyor ki: Cuma günü ruhlar toplanır. Kabirler ziyâret olunur. Meyyite kabr azâbı olunmaz. Cum’a günü veya gecesi kabir azâbından emin olur. Cehennem o gün kızdırılmaz. Cum’a günü Cennettekiler Rablerini ziyâret ederler, görürler.

    Şerhussudûr’da yazıyor ki: Ehl-i sünnet mezhebinde,, ölülerin rûhlan lllîyinden, yahud siccînden, Allahü Teâlânın irâdesiyle, kabirlerindeki cesedlerine red olunurlar, verilirler. Bilhassa Cum’a gecesi. Otururlar; konuşurlar. İbni Ebiddünya ve ayrıca Beyhekî Şa’b kitabında Muhammed bin VâŞi’den bildirirler. Buyurdu ki, bana bildirildi: Ölü, cum’a günü kendini ziyâret edenleri bilir. Bir gün önceki ve bir gün sonraki günlerde ya’nî perşembe ve cumartesi günleri ziyâret edenleri bilir. Keşfülgatâ kitabında yazıyor ki: Garâib kitabından, cum’a günü, nemazdan sonra kabir ziyâreti güzeldir diyor. Şeyh-i ecel, Şerh-î MiŞkât'ta diyor ki: Cum’a günü ziyaret, diğer günlerdekilerden daha kıymetlidir. Bilhassa Cum’a gününün sabahı çok efdaldir. Ayn-ü! Hm şerhinde diyor ki: İbni Adînin hazreti Ebû Bekr’den (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Aına-babasmın veya birinin kabrini Cuma günü ziyet edip, orada yasin okuyan mağfiret olunur» buyuruldu.

    Hazânetürrivâyet’de yazıyor ki: Cum’a günü kabir ziyaretinin Cum’a nemazmdan sonra olması daha iyidir.

    Velhâsıl, eğer kitablarda bu konuda yazılı olanlar ve bildirilenleri toplamağa kalkarsak, ayrı bir kitâb olur. Bu kadarla yetiniyoruz. Muhatabımızın sâbit olmamıştır sözünün aslı olmadığına bu kadar cevab kâfidir. Bu mes’elelerde bulunmıyan hangi şeyi demek istiyebilir.

    Yüz mesele kitabında diyor ki:

    (SÜÂL : Evliyânm kabirlerini ziyaret etmek için Kabilden Hindistana, bir yerden uzak bir yere gitmenin hükmü nedir? Câizmidir? Günâhmıdır. Günâhsa, derecesi nedir?

    CEVÂB: Bu mes’elede âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bazıları câiz görmüş, bazıları haram demiştir. Nitekim Sahîh-i Buhârî şerhi Kastalanî’de ve Abdülhak Dehlevî hazretlerinin Mişkât şerhinde böyle yazmaktadır. Abdülhak Dehlevînin fârisî tercemesinde şöyle der: «Sâlihjerin kabirlerini ziyâret ve mübarek yerlere gitmekte ihtilâf vardır. Bazısı mubah, bazısı haram demiştir.» Kastalânî’de diyor ki: «Yaşayan veya ölmüş olan Sâlihleri ziyâret etmek, ve kıymetli yerlerde nemaz kılmak ve oralarla bereketlenmek için uzak yerlere gitmekte ihtilâf olundu. Ebû Muhammed Cüveynî, hadîsin zâhirirıe göre harâm olur dedi. Kadî Hüseyn de bu sözü seçti. Kadı lyad ve bir tâife de böyle söyledi. îmâm-ül Harameyn ve Şâfiî âlimlerinden başkaları caizdir dediler. Aliyyül Kârinin Mişkât şerhinde der ki: Bunu bazı âlimler, âlimlerin ve sâlihlerin kabir ve meşhedlerini ziyâret için sefere çıkmağı men için delil gösterdiler. Ebû Hüreyreden (radıyallahü anh) bildirilir. Buyurdu ki, İbni Ebî Basra-til Gaffârî ile karşılaştım. Nereden geliyorsun dedi. Tûr’dan geliyorum dedim. Haberi bilseydin, gitmezdin dedi ve ilâve etti: «Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) duydum. Buyurdu: «Üç mescid dışında sefere çıkılmaz: Mescid-il Harâm, Benîm bu mescidim ve İlyâ mescidi [Mescid-i aksa]. Bu hadîs-i şerifi İmâm-ı Mâlik (rahmetullahi aleyh) Muvattâ’da bildirmektedir. Huccetullahıl bâliga kitâbında der ki: Bu hadîs-i şerif hakkında şöyle deriz: Câhiliyye zamanındakiler, zanlarınca büyük bildikleri yerlere gider, oraları ziyâret ederler ve oralar ile bereketlenmek isterlerdi. Bunda eski âdetleri tahrif ve bozma vardır. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) İslâm âdeti olmıyanları, İslâm âdetine sokmamak için oian bu tür sözleri bilinmektedir. Allahtan başkasına ibadet olunmaması içindir. Buna göre [Şah veliyyullah Dehlevî] kabirler, evliyânın ibâdet ettikleri yerler ve Tûr hepsi bu cinstendir).Ya’nî bunlara ibâdet edilir,se, yasak olur.

    Bu vehhâbînin cevabda, yalnız ihtilâf ile yetinmesi, kendisini maksada kavuşturmaz. Belki şaşkınlık uçurumuna yuvarlar. Durum böyle değildir. O ancak bazı kitablardan nakiller alıyor. Halbuki o kitabları tasnif edenlerin mezheblerine uygun delilleri, yalnız ihtilâfı bildirmekte kullanmaları, ihtilâf hakkında hiç konuşmamaları, bi' tarafı tercîh etmemeleri, kendi seçtikleri kavilleri ve mezheblerini bildirmemeleri mümkün değildir. O büyükler, kendi kitablarında muhalif ve muvâfık her çeşit sözü bildirip, o sözleri inceleyip, muhalif sözleri reddedip, kendi muhtâr mezhebiyle tasrîh edince, onların kitablarındaki bu konu ile ilgili yazıların başını ve sonunu bildirmeden, sadece (ihtilâflıdır) demesi, hatta cümlelerin bir kısmını atma,sı, âyet-i kerîmedeki «Sarhoş olduğunuz halde» kısmını atıp, «Nemaza yaklaşmayınız» kısmını almaya benziyor. Buna ilâveten şunu da söyliyelim ki, bu işte, yanî fıkıhdaki cüz’î mes'elelerin çoğunda ihtilâf vardır. Belki her mes’elede ayrı diyenler olmuş, muhtelif mezheblerin şümulünde böyle ihtilâflar bulunmuştur, işte bu kısa îzâh, fıkıh mes’elelerinin hepsine cevab olarak kâfidir. Zarîf [Çelebi, aklilı, ma'nâh söz söyliyen] ierden birinden anlatılır: Bir âlim, ölüm zamanında, câhil oğlunu çağırır ve der ki, sana bir söz öğreteyim de bilgisizliğini insanlar anlamasın da zahmet çekmeden kendini âlim yapasın: «Senden, fıkhın cüz’üne, fer'î mes'elelerine âit soru soran olursa, cevabında, bunda ihtilâf vardır dersin». Halbuki, aynı kitabda, çok yerde, hanefî mezhebi âlimleri arasındaki meselelerde farklı kaviller olmakla beraber, tercih olunanlarla bir taraf ihtiyâr olunmakta, sağlam olarak alınmaktadır. Belki e,serin bazı yerinde, sadece mekrûh, haram ve cevaz hükmü yazılmış, ihtilâf, ayrılık düşüncesi, aslâ akla gelmiş değildir. Fıkıh kitablarından alıp bildirdiği bu meselenin yanında, câiz olduğu, delîli ile yazılı olduğu halde, yalnız ihtilâfı almak, din için lâzım olan ihtiyâtın kendisinde bulunmamasından başka birşey değildir. Nefse uyarak konuşmaya öncelik vermektedir. Kitab isimlerini vermesi ise, sırf aldatmak içindir. Hal böyle olunca ne yapsa yerindedir.

    Aliyyül Karî şerhindeki ibâre şöyledir: Denildi ki, ma'nânın olumsuzluğu yasaklanmayı bildirir. Ya’nî, «üçünden başkası için sefere çıkmayın» sözünden, üçünün dışında olanın müsâvî olduğunu, fazilette farklı olmadığını bildirir. O zaman bu sefer boş ve lüzumsuz olur. Nevevînin Müslim şerhinde diyor ki: «Ebû Muhammed [Cüveynî), üçünden başkası için yolculuğa çıkmak harâm olur, bu yanlıştır.» İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) İhyâ-ül ulûm kitâbında buyurur ki: «Bu hadîs-i şerîfi delil olarak,bazı âlimler, sâlihlerin ve âlimlerin mezarlarını ziyâret etmek olmaz dediler. Bizim anladığımız, iş onların dediği gibi değildir. Aksine ziyâret emr olunmaktadır. Hadîs-i şerîfde: «Size kabir ziyâretini yatsak etmiştim. Şimdi kabirleri ziyâret ediniz» buyuruldu. Önceki hadîs-i şerif; adı geçen mescidlerin bulunduğu şehirlere, bu mescidler için gitmeyi, bunların olduğu şehirde başka mescide gitmeye hâcet olmadığım bildiriyor. Meşhedler, mezarlar ise eşit değillerdir. Onları ziyâretin bereketi, ziyâret olunanların Allahü Teâlâ katındaki derecelerine göredir. Bilmiyorum, böyle diyen, hazreti İbrâhîm, Mûsâ ve Yahyâ (aleyhimüsselâm)ın mübarek kabirlerini ziyâret için yolculuğa çıkmaya da yasak mı diyorlar. Buna yasak demek, esastan çok ayrılmak olur. Ma’nâ bakımından peygamberlerin ve evliyanın kabirlerini ziyârete izin verilince, yolculuk da bu ma’nânın dışında kalmaz. Çünkü âlimleri, hayâtlarında ziyâret etmek, maksadlardandır.»

    Abdülhak Dehlevî hazretlerinin ibaresi şöyledir: Sâlihlerin kabirlerini ziyâret için ve mübarek yerlere gitmek için sefere, yolculuğa çıkmakta ihtilâf vardır. Kimi mubah tutuyor, kimi harâm diyor. Mecmâül bihar’da da böyle yazılıdır. Herşeyin en doğrusunu Allahü Teâlâ bilir. Kimi de, üçünden başkasına gitmeğe adak yapmak doğru olmaz. Bu üç meşcidden başkasına gitmeği adarsa, adağını yerine getirmesi vâcib olmaz. Âlimlerden bazısı, söz mescidler hakkındadır. Bu üç mescidden başka mescid için yolculuk olmaz dediler. Amma mescidlerden başka yerlerin bu sözün ma'nâsının şümulu dışında kaldığı anlaşılıyor. Bu kitabı yazan bu zavallı kul Abdülhak bin Seyfüddin (afallahü anh) derim ki: Maksad, bu üç beldenin şanında ihtimâm ve buralar için sefer etmeyi bildirmektir. Çünkü buralar bereketlerinden istifâde edilen en yüksek makamlardır. Ya’nî yolculuk yapılırsa, bu üç mescide olmalı, onlardan başkasına sıkıntı çekmeğe değmez, bunları tutmaz. Yoksa, bu üç yerden başkası için yolculuk yapmak doğru olmaz demek değildir.

    Kastalânî, ihtilâfı bildirmeden önce, hadîs-i şerîfin ma'nâsını incelerken diyor ki: «Ancak üç mescid için yolculuk yapılır» sözü istisnâdır. Diğer yerler buna girmez. Girerse, onlardan başka her yer için, meselâ bir sâlihi, akrabayı, efendiyi, yahut ilim öğrenmek için, ticâret için, dinlenmek için bir yere gitmeyi yasaklar. Çünkü müstesnâ belirtilenden başka hiç birini şâmil olmaz. Lâkin burada hepsinden murâd, mahsûs olan, ya'nî belirtilen yerdir. O da mesciddir. Nitekim daha öncede geçti.»

    O halde, süâle cevab veren Vehhâbî, bu üç kitabdan konuştu. Üç kitabdan da kesin olarak anlaşılan, yolculuk yakmanın câiz olmasıdır. Şeyh Abdülhak, Cezb-ül kulûb kitâbmda diyor kî: «Ancak üç mescid için yolculuğa çıkınız» hadîs-i şerifinden murad, bu üç mescidden başka bir mescid için yolculuğa çıkmak ve sefere katlanmayı yasaklamaktır. Çünkü nahiv âlimlerinin üsûlüdür ki, istisnada, istisna edilen, cinsinden olanları hariç bırakır. O halde, bundan, bu üç mescidden başka yere mutlak seferi, yolculuk yapmayı anlamak lâzım gelmez. Bu mescidlerden başka yerlere yolculuk niçin menedilsin ki, hac için, cihâd için, hicret için, ticâret ve diğer hayırlı dünya işleri için, yolculuğun câiz olduğunda âlimler ittifak etmişlerdir. Tekrar yazıyorum, yeniden bildiriyorum ki, selef-i sâlihin, Kâinâtın efendisi (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâret için uzun yolculukları ihtiyâr edip, beğenip, çok geldiler. Bunlardan biri Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) müezzini hazreti Bilâl-i Habeşînin (radıyallahü anh), hazreti Ömerin (radıyallahü anh) halifeliği zamanında, Şamdan Medîneye gelişi hikâyesidir ve uzundur. Yine bildirdiler ki: Emîr-ül müminîn hazreti Ömer (radıyallahü anh) Şamı feth edince, Beyt-i mukaddes [Kudüs] halkı ile sulh eyledi. Kâ'b-i Ahbâr geldi. İslâm ile şereflendi. Radıyallahü anh. Hazreti Ömer (radıyallahü anh) onun ^müsliman olmasına çok sevindi. Dönüşte, ona: «Ey Kâ'b! Bizimle Medîneye gelmeği ve peygamberlerin efendisini (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâret etmeği istermisin?» buyurdu. «Evet, Ey emîr'ül-mü'minîn, buyurduğun gibi yaparım» dedi. Bir hikâye daha bildiriyor: Ömer ibni Abdülâziz (rahmetullahi aleyh), Şamdan Medîne-i münevvereye, Resûlullah efendimize selâmını arz etmek için, elçi gönderdi. Bu iş, Tabiînin asrında oldu. Bu haberin rivâyeti sağlam ve meşhûrdur.»

    Kastalânî Mevâhîbülledünniyye’de şöyle der: Şeyh ibni Teymiyyenin bu mes’eledeki sözü çok çirkin pek aşağıcadır. Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâret için, yolculuk yapmayı men ediyor. Şeyh Tcıkıyyüddîn-i Sübkî (rahmetullahi aleyh) Şifâ-üs-sikam kitâbında onu red ediyor. Şeyh Veliyyuddîn Sübkî babasından anlatır ki, babası Şeyh Zeynüddin bin Abdurrahman bin Receb-i Demişkî ile Halîl aleyhisselâmın beldesine gittiler. Şehre yaklaşınca, Hanbelî ulemasından olan İbni Teymiyyenin, bu konuda yolculuk yapılmaz sözünden sakınarak, Halîl aleyhisselâm mescidinde nemaz kılmağa niyyet etti. İbni Receb, ben İbrâhim aleyhisselâmın kabrini ziyârete geldim dedi. İmâm-ı Sübkî, sen Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) muhalefet ettin. Çünkü o: «Ancak üç mescid jçin yolculuk yapınız» buyurdu. Sen ise, sefere çıkılabilecekleri dörde çıkardın. Ben ise, Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) uydum. Çünkü o (aleyhisselâm): «Kabirleri ziyâret ediniz» buyurdu. Peygamberlerin kabirlerini ziyâret edin buyurmadı» dedi. [Bundan anlaşılıyor ki, İbni Receb, İbni Teymiyye'nin yolunda idi], İbni Receb, mağlub olup, söyliyecek söz bulamadı.

    Biliniz ki, bu ibni Teymiyye, bed mezheb [yolu kötü], nefsine mağlûb, Ehl-i sünnetten hariç bir kimsedir. Allahü Teâlâ için cihet [yön] söylenir dedi. Ehl-i sünnet ve cemâat mezhebine reddiye olarak bir kitab yazdı. İmâm-ı Sübkî ona reddiye yazdı. Tabakât-ı Sübkide bunlar anlatılmaktadır. Sonradan çıkan bu fırkanın [vehhâbilerin] onunla çok uygunlukları ve ilgileri vardır. Bu vehhâbî itikadımın Muvattâ’dan bildirdiği hadîs i şerîf konunun dışındadır. Huccetülbâliga’dan bildirdiği, hüccet değildir. Çünkü sâhibi, güvenilen birisinden nakletmedi. Belki itimâd olunmıyan birisinden bildirdi.

    (SÜÂL : Ziyâret eden: «Yâ Resülallah, Cenâb-ı Hakka, benim tarafımdan hacetimi görmesini arz et; Ey Allahın veli [sevgili] kulu, bu zavallı tarafından, Allahü Teâlâya, hacetimi görmesi için sen söyle,, sen yalvar» demesi câiz midir.? Yoksk günâh mıdır? Günâhsa, derecesi nedir?

    CEVÂB : Bu sorudaki şekle, istimdad, yardım istemek denir. Nitekim Şeyhul islâmın Keşfülgatâ kitâbmdan böyle olduğu anlaşılmaktadır. Bu mesele ihtilâflıdır. Şöyle anlatırız: Kabrin yanında istimdâd [yardım istemek] peygamberlerden başkasından beğenilmemiştir. Fukaha diyor ki, kabir ziyareti, ancak dûâ ve istiğfar ile, ölülere fayda sağlamak içindir. O halde peygamberlerden başkasından istimdâd etmek, yardım istemek, Velînin veya şehidin kabrinin yanında yasak ve tehlükelidir. Yalnız, süâlde belirtildiği gibi, bir kaç âlim câiz demiştir. Nitekim Keşfülgatâda, Abdülhak Dehlevînin Mişkât tercemesinde ve onların arabi şerhinde uzun uzun yazılıdır. İsteyen Abdülhak Dehlevînin tercemesine ve ibârelerine baksın. Orada şöyle diyor:

    Peygamberden veya peygamberlerden (salavâtullahi aleyhim) başkasının kabirlerinden istimdâdı fukahadan çoğu beğenmedi ve ziyâret ancak ölülere düâ ve istiğfar ile fayda sağlamak içindir. Bazıları ise caizdir demişlerdir. Esası şöyledir ki, fukahadan ölü duyar ve anlar diyenler, câizdir diyorlar. Câiz değil diyenler, ölülerin duyma ve anlamasını kabûl etmiyenlerdir. İstimdâd demek muhtâc olanın hâcetini, Allahü Teâlânm yüksek dergâhında yakın olan bir kulunun ruhâniyetini tevessül ederek istemesinden başka birşey değildir. Der İd, yâ rabbi! Senin rahmet ve İkrâm eylediğin bu kulunun bereketiyle, benim hâcetimi gör. Yahut ziyaretçi, o mukarreb ve mükerrem kula seslenerek: . «Ey Rabbimin kulu ve velîsi! Bana şefâat et. Benim hâcetimi görmesi için, Allahü Teâlâya dua et, benim için Ondan iste» der. O halde kul, vesileden başka şey değildir. Fâil, [yapan] mu’tî (veren), mes’ûl (istenen) Allahü Teâlâdır.

    Abdülhak Dehlevî hazretlerinin arabi Mişkât şerhinde diyor ki: «Peygamberden (sallallahü aleyhi ve sellem) başkasından, kabirde yatanlardan istimdâdı, fukahadan çoğu kabûl etmemiştir. Ziyâret, yalnız ölülere dua ve istiğfar için olur; dua ve Kur’ân-ı kerîm okumakla onlara yardım edilmiş olur demişlerdir. Tasavvuf büyükleri (kaddesallahü esrârehüm) ve bazı fukaha (rahımehümullah) câizdir, iyidir dediler.»

    Kadı Senâüllah Pânîpütî’nin Mâlâ budde minh risalesinde yazıyor ki: «Evliyanın kabirleri için secde etmek, onları tavâf etmek, istediklerini onlardan istemek, onlar için adak kabûl etmek harâmdır. Belki bazı şeyler küfre varır.» Şeceretül imân kitabında şöyle yazılıdır: «Kabre secde etmek, öpmek, elini üzerine sürmek, tavâf etmek ' ve kabirden hâcetini istemek ve kabristanda ışık yakmak, hepsi tahrimen mekrûhdur.») diyor.

    Bu çeşitli cevablarda, müellif tarafından çeşitli tecâvüzler vardır:

    1. — Bir yerinde, isteyen şeyhin tercümesine ve ibaresine baş vursun. İbâresi, kabir ehlinden istimdâd olunmaz... diyor. Bu söz, şeyh Abdülhak Dehlevî hazretlerine açıkça bir iftirâdır. Bu ibârelerin hiçbiri tercemede yoktur. Şeyhin tercemesindeki ibâreyi bildireceğiz, oradan açıkça anlıyacaksınız.

    2. — Bu cevabında, kendi traş ve yontmalarını bildirmektedir. Meselâ, (bu kulun bereketine benim hâcetimi gör) demek de istimdâd’dır. İstimdâd [yardım istemek], peygamberlerden başkası olan velî veyâ şehîdin kabrinin yanında yasaktır. O zaman ondan önceki süâlin cevabı nasıl doğru olur ki, orada: «yârabbi, bu peygamberin ve bu velînin hürmetine, işimi gör demek câizdir) diyor.

    3. — Müellifin, de cevabda, Mişkât tercemesi ve Mişkât şerhi ve Keşfûlgatâ’dan başka mehaz göstermiyor. Şeyh Abdülhak hazretleri tercemede ve arabî şerhde bu mes’eleyi, kabir ziyareti kısmında kısaca bildirip, etraflıca anlatmayı Kitâb-ül cihad’da yapmaktadır. Orada gayet geniş olarak bildirmektedir. Bü üç kitabın bu konudaki özü, istimdâd’ın câiz olduğu, kabû! etmiyenleri red ettiği ve istimdâdı inkâr edenlere sert şekilde çattığı, onları ayıbladığı üzerindedir. Biraz .sonra gelecek. O halde bu kitablara dayanarak, peygamberlerden başkasının kabrinin yanında istimdâd etmeyi fukaha kabûl etmemiştir, gibi sözler söylemek hiç yerinde bir iş değildir.

    4. — Cevabın sonunda, süâlde olduğu gibi, ancak çok az âlim câiz demiştir, demektedir. Demek ki, kendi iddiasını, fukaha bunu inkâr ediyor, ancak çok azı câiz diyorlar şeklinde isbatlıyorlar. Demek istiyor ki, az sayıda olan o âlimler, çok olanların yanında hükümde itibar

    sız kalır. Ama büyük cür’etine bakınız ki, bu kitablara bakınız diyebiliyor. Halbuki o kitabların hiçbirinde, dediği şekilde bir yazı yoktur. Ya’nî az da olsa câiz diyenler diye birşey yoktur. Müellifin ve mezhebdaşlarının bu meselede yanıltma vâsıtaları, şeyh, Tercümede ziyâret kısmında, fukahâdan çokları inkâr ettiler, arabî şerhde de aynı kısımda, fukahâdan çokları inkâr ettiler sözleridir. Böylece şeyhin sözünden, inkâr edenlerin, bu işi beğenmiyenlerin çok oldukları, tabiî ki, ardından, beğenmiyenlerin az oldukları ma’nâsı çıkarılacak. Halbuki bazan az yerine çok, çok yerine az kullanılabilir [Meselâ bir milyonluk şehirde, burada hasta çoktur denebilir. Ama bu demek değildir ki, hastalar sağlamlardan daha çoktur]. Böyle yazması ve söylemesi, ya tamamen bilgisizliğinden, yahud da, ihsanları aldatmak içindir. Bunları diyen herhalde Telhis okumamıştır. Orada, Kur’ânda aklî mecâzlar çoktur yazar. Telvîh'de der ki: Çok, birden fazla demek olup, az kelimesinin mukabili değildir. Bu şekilde kullanma her dilde vardır. Şeyh’in ifâdesindeki çok kelimesinden murad, inkâr edenler çoktur, yoksa kabûl edenler, isbât edenlere göre daha çokturlar, isbât edenler, câiz diyenler azdırlar demek değildir. Meselâ Delhide hacılar çoktur, bugün câmi mescidine çok kimse geldi denir. Şeyhin ifâdesinde bu ma’nâda kullanılmış olduğunda açık delil vardır. O da şudur ki, her iki kitâbda da bu kısımda, bu mes'eleyi Cihâd kitâbına havâle edip, Bedir savaşı bölümünde tamam anlatılmıştır dedi. Orada, tercümede yazıyor kî, bazı fukahâ inkâr etti, arabî şerhde diyor ki, fakat bâzı fukahâ inkâr etti. Eğer ziyârette, bu vehhâbînin dediği gibi, çok kelimesi çoğunluk ma’nâsında olsaydı, sened gösterdiği âlimin sözü devam ettirirdi. Hatâ ile istidlâl, istidlâl edenin hatâsını gösterir. Şeyh ise tercemede diyor ki, bu mes’elede söz çok uzadı. Bu yakınlarda, ortaya çıkan münkirler, Allahü Teâlânın evliyâsından istimdadı, yardım istemeyi inkâr edip, onlar bu fânî dünyadan, bâkî olan âleme gittiler diyorlar. Buradan, fukahadan çoğu dedikleri bunlar olduğu anlaşılıyor. Diğer alimler değil. Delil göştermek istiyen, dîni kendi arzularına ve nefsinin isteklerine uydurma yolunu tuttu. Bu arzu ve istekler bir halde kalmadığından, Erbaîn’de, bid'at yolunu da bırakıp, her yeni lezzetlidir, sözü gereğince, bir başka mezheb [yol] tutup, bildirilenden daha fahiş hatâlar yaptığından, onları da bildirmeyi zarurî gördük. Erbainde Kırkıncı Mes’elenin cevabında şöyle yazıyor;

    (İstiâne ve istimdâd (her ikisi de yardım istemek demektir), hiç bir kabirdekinden hiçbir yolla câiz değildir. Nitekim Abdülhak Dehlevî Mişkât-ı Şerif şerhinde, arabî olarak diyor ki: Peygamber ve peygamberlerden (aleyhimüsselâm) başka kabir ehlinden istimdâd etmeyi çok fukaha inkâr etti, beğenmedi ve: Ziyâret ancak, ölüye düâ etmek, onun için istiğfâr etmek için olur. Düâ ve Kur’ân-ı kerîm okumakla onlara menfâat sağlanır» dediler. Şeyhin (aleyhirrahrne velgufrân) bu sözünden anlaşılıyor İd, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) kabirleri mezardakilerden istiâne ve istimdâdı yasaklayan bu hükümden istisna ile hâriç tutuluyorlar. Bunda da, Allah yolunda şehîd olanlardan başkasına nasîb olmıyan, kabirde de dâima diri oldukları düşünülmüştür. Halbuki oradaki hayât dünya hâyâtı gibi değildir. Belki dünya hayâtının şartları başka oradaki hayâtın gerekleri başkadır. Bunun için bu istisna [ya’nî peygamberlerden istimdâd câizdir] doğru olmuyor. İşin doğrusu, peygamberlerin olsun veya onlardan başkasının olsun, kabirlerinden istimdâd câiz değildir; fukahamn inkârı umûmîdir. Nitekim diğer fukahamn, buna cevâb olan ibârelerinden anlaşılacaktır. Bir örnek verelim: Mecma’ül bihâr sâhibi bildirir: «Peygamberlerin ve sâlihlerin kabirlerini, yanlarında nemaz kılmak, dua etmek ve hacetlerini onlardan istemek niyyetiyle ziyâret etmelerini müslimân âlimlerden hiçbiri câiz görmedi. Çünkü ibâdet, hâcetini istemek ve istiâne, yalnız Allahü Teâlânm hakkıdır, yalnız Ona ibâdeti edilir, yalnız ondan yardım istenir.» İmâm-ı Begavî, Mealim kitâbmda der ki; «İstiâne, bir nevi ibâdettir. İbâdet, kendini aşağı ve küçük görerek, hudû ile tâat etmektir. Kula bu aşağılığı ve itâati sebebiyle kul dendi.» İbn-i Abbâs (radıyallahü anhüma) bildirir: Bir gün Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) arkasmdaydım. Buyurdu ki: «Ey oğul! Allahü Teâlâyı muhafaza et, seni korusun. Allahü Teâlâyı muhafaza et,

    Onu karşında bulursun. Birşey isteyeceğin zaman, Allahdan iste, yardım isteyeceğin zaman, Allahdan iste. Bilki, bütün ümmet sana bir faide yermek isteseler veremezler. Ancak, onu sana Allahü Teâlâ yazmışsa, verirler. Sana bir şekilde zarar vermek isteseler, yapamazlar. Ancak, onu sana Allahü Teâlâ yazmışsa, yaparlar. Kalemler kalkmış, sahîfeler kurumuştur.» Bu hadîs-i şerifi İmâm-ı Ahmed ve Tirmizi (rahmetullahi aleyhimâ) bildiriyor. Mişkâd da böyledir.)

    Burada, hangi şekilde olursa olsun, kabirdekilerden istiâne ve istimdâdın câiz olmadığını iddia ediyor. Bir sözü bitirmeden, Mie Mesâil [yüz Mes’ele] kitabına muhâlefet ediyor. O kadar ki, Şeyh Abdülhâk Dehlevînin, münkirlerin mezhebini red etmesine de, onları son derece inkâr etmesine de gözlerini kapadı. Fukahadan çoğu demekle, kendilerinin çokluğunu murad ediyorlar. Ne şaşkınca iştir bu! İddiasından sonra, yazıyor ki: Nitekim Şeyh Abdülhak, Mişkât şerhinde bildiriyor. Ve Mie mesâil kitabına aldığı ibârelerde de kısaltma yapıyor; okuyanların, Abdülhak Dehlevî hazretlerinin bunda ihtilâfı olmadığını bilmelerini, müellifin mezhebi [yolu] şeyhin yoluna benziyor demelerini istiyor. Anlaşılan, Şeyhin sözünden, müellifin neyi iddia ettiğinin anlaşılmamasıdır ve daha garibi yukarıdaki sözü kendi da’vasına mesned olarak getirip, sonra da onu yine kendisi Şeyhin (aleyhirrahme vel fuhrân) bu ibâresinden... Sözü ile red etmesidir. Sonra: «Halbuki, kabir hayatı dünyâ hayâtına benzemez. Bunun için istisnâ etmesi doğru olmaz» deyip, sened gösterdiği zâtı, red ediyor. Sübhânallah, şu kadar anlamıyor ki, Şeyh nakl eylemiştir. Nakl üzerine yasak yöneltilmez. Bir mezhebe de tutunmadı ki, üzerinde konuşulsun. Diyor ki: (Kabir hayâtı dünyâ hayâtı gibi değildir). İstimdâd için dünyâ hayâtının şart olması nereden çıktı. Kabir hayâtında olması yetişir. Dünya hayâtına benzemiyen kabir hayatında, Peygamberlerle şehidleri bir tutması, tuttuğu yolun tam bozukluğunu gösterir.

    Abdülhak Dehlevî hazretleri Sîrrüsseâde şerhinde, Cum’a gününün fazileti bahsinde: «Yere, Peygamberlerin (aleyhimiisselâmı) cesedlerini yemek yasak edildi» hadîs-i şerifini açıklarken diyor ki: Toprağın cesedleri yememesi, hay olduğuna, diri olduklarına işârettir. Yoksa, rûh iade olunmadan, yerde bedenin selâmetinin ne fâidesi olur. Bu, Peygamberlerin (aleyhimüsselâm), şehîdlerin ma’nevî âhiret hayâtlarından daha yüksek olan hissî dünya hayâtı ile hayatta olduklarını göstermektedir. Bu mes’elede, bu ümmetin âlimlerinden hiçbiri ihtilâf etmemiştir.»

    Daha çok hayret edilecek, şaşılacak hepsinden garibi şudur ki, fukahânın inkârı umûmîdir. Fukahanın bu inkârını, yalnız Şeyhin kitabında gördüm diyor. Tekrâr Şeyhin sözünün bâtıl olduğuna karar veriyor. Hepsinden daha büyüğü bu kitabının Mie mesâil kitabına uymaması, sadece orada ihtilâfın bildirilmesi, burada ise bir sözle câiz olmadığı hükmünü yazması, Şeyhin her iki kitabından naklederken azaltma ve ekleme yapması da değildir. Bu hafiftir. Orada bir kısım istimdâda câiz demesi, burada her çeşidine câiz demesi, orada Peygamberlerden başkasından istimdâdın yasak olduğu, burada Peygamberlerden de istimdâdın câiz olmadığı da değildir. Çünkü meselede ihtilâf, zamanın farklı olmasından, doğru âlimler arasında da olur. Çünkü ihtilâfın .sebebi, âlimlerin bir delile muttali’ olmaması, yahut bir vakit bir rivâyetin gelmesi ve delile muttali' olması, yahut bir başka zaman daha sağlam bir rivâyetin gelmesi gibi durumlardır. Ama bu sonradan zuhur eden fırka, nefislerinin arzûsu peşindedir. Belki bu bozuk mezheb sâhiblerinin bir başka yönü daha vardır.

    Şöyle ki :

    (İddia ediyorlar ki, Sıddîklar her şekilde, Peygamberleri bile taklîd etmezler. Nitekim Mevlevi İsmâil Sırât-ı Müstakim kitabında yazıyor ki: Sıddîk, bir bakımdan peygamberleri taklîd eder, bir yönden de Şeriatlarda muhakkiktik yapar. Parlak akıllı ise, bilir ki, şerîatin cüz’î hükümleri, iki şekilde bilinir: Biri kalbin şâhidlik etmesiyledir. Bu tahkikidir. Diğeri, o meselenin şerîatin külliyesinde umûmî olarak dere edilmiş olması sebebiyledir. Bu taklidi ilimdir. Parlak akıllı ise,, şerîatin bütün ilimleri ona iki vâsıta ile gelir. Ya yaratılışındaki nûr yahut da Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) vâsıtası ile gelir. O halde, Şeriatın bütününde ve dinin hükümlerinde ona Peygamberlerin şakirdi [talebesi] de denebilir. Peygamberlerin üstadı da denebilir. Aynı şekilde, onların da alma yolu, vahyin kısımlarından bir kısımdır. Buna şerî’at dilinde, nefesü firrûv’ (kalbe üfleme, kalbe bildirme) denir.; Bazı kemâl sâhibleri ona bâtmî vahy ismini veriyor. Onların Peygamberlere nisbeti, küçük kardeşle büyük kardeş, yahut büyük çocukla babaları gibidir. Yine diyor: Muhakkak ki ona, Peygamberlerdeki ismet sıfatını ihsan edip korurlar.)

    O halde, bu dediği yolla şeriatın neshi, değişmesi de olur. Ne garîbdir ki, haberlerde de nesh yapmıştır. Bazı fukaha istimdâdı isbât, çoğu işe, Peygamberlerden başkasından istimdadı inkâr etmiştir, naklini bildirdikten sonra, sanki şerîat nesh olmuştur demek istercesine, fukahamn inkârı umûmîdir, peygamberler bundan hâriç değildir diyor. İşte en şaşılacak şey bu büyük cesârettir. «Peygamberlerin kabirleri, kabir ehlinden müstesnâdır» sözündeki kabirler kelimesi, ona göre, fazladandır. Çünkü onun sözünde fukahamn inkârı, bütün kabirlerden istimdâd içindir, ister peygamberlerin, ister başkasının kabirlerinden istimdâd etsinler, hepsi aynıdır. Ama ibâre alt üst oluyor. Nitekim geçti.

    (Şöyle ki, bunda diğer fukahamn kitablarmdaki i hâreler cevâb olarak verilirse, iyice anlaşılmış olacak)

    Sözü, asılsızdır. Cevabda, bir fıkıh kitabından bile bir ibâre bildirmedi ki, iddiâsının doğruluğunu açıklamış olsun. Örnek olarak gösterdiği Mecmaul Biharın ibâresi, her yönüyle dediği gibi olsa da, örnek olarak onun iddiasını doğrulamaz. Çünkü onun ma'nâsı, Peygamberlerin ve evliyânın kabirlerinin yanında nemaz kılmak, onlara ibâdet için olursa, hâcetini onlardan isterse, Allahü Teâlâyı karıştırmadan, sırf onlardan istimdâd eder, yardım isterse^ hiç kimseye göre câiz değildir, demektir. Sebeblerini bildirmesinden, böyle olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Bu 

    doğrudur. İ,stimdâd câiz diyenler de böyle yazmışlardır. İleride geniş olarak anlatılacaktır. Bu işin bahis konusu mes’ele ile hiç bir ilgisi yoktur. O ibârede. Peygamberlerden istimdadın câiz olmadığı da yoktur. Aynı Mecma’ül-bihâr kitabında. Sin ile Cim bâbında şöyle yazmaktadır: Burada kerîh olan, ya’nî kabirlerin üzerine mescid edinmenin mekrûh olması, orada nemaz kılıp, kabrin üzerini düzleyerek mescid edinmektir. Denildi ki, orada mescid yapıp kabirlere karşı nemaz kılmak mekrûhdur. Çevrilmiş kabristanda içinde nemaz kılmak için mescid yapılırsa, bir mahzûr yoktur. Çünkü kabristan, mescid gibi vakıftır. Ama bir sâlihin yanına yapmak, teberrük için olup, ta'zîm niyyeti ile olmazsa, bu yukandakine girmez [hiç bir zararı yoktur]. Eğer, müellifin hükmettiği gibi, Mecma’ül-bîhâr sâhibinin muradı bizim dediğimiz gibi değilse, onun sözündeki (Bu, hiçbir müsliman âlimin yanında câiz değildir) sözündeki yalanda hiç sübhe yoktur. Çünkü bahis mevzuu istimdâdın cevâzı, sahâbeden, Tâbiînden, Tebe-i tâbiinden, müctehid din imamlarından, önceki ve sonraki fukaha ve muhaddişlerden (radıyallahü anhüm) güzelce sâbit olmuştur. Nitekim gelecektir. Belki deriz ki, bu zamana kadar cumhur arasında itimâd olunanlardan bir kimsenin, bunun câiz değildir dediğini, muhatablanmız bulamamıştır. Ama nefislerinin ve keyflerinin arzûsuna uyanların ve sapıkların sözleri kıymetsizdir. Ona ilâveten, müellifin Mie mesâil kitabında, bu mesele, hakkında ihtilâf olunan mes’eledir yazması, Mecma’ül-bihârın sözünü tekzîbe kâfidir. Mecma'ül-bihâr ise, garîb hadîsleri bildiren bir kitab olup, fıkıh kitabı değildir. Yazarı Şeyh Muhammed Tâhir, Güceratta Kumbuhre'dendir. Onun ibâresini kendi iddiasına şâhid göstermesi, ya’nî (diğer fıkıh kitablannda bunun cevabı verilmiştir) deyip, bu kitabı örnek vermesi dil veya kalem sürçmesinden başka birşey olamaz.

    Aynı şekilde bu vehhâbînin Meâlimüttenzîl tefsirindeki, istiâne bir çeşit tapınmadır sözü de, kendine bir fayda sağlamaz. Çünkü tapınma olan istiâne başka şey, bahis mevzuu ise başka şeydir.

    Ayrıca, Şâh Abdülazîz sâhib, Tefsîr-i azîzî’de, Fâtihâ-i şerîfdeki, «yalnız sana ibâdet eder, yalnız senden yardım umarız» âyet-i kerîmesini açıklarken yazıyor ki: «Burada bilmek lâzımdır ki, başkasına güvenerek, onun Allahü Teâlânın yardımına mazhar olduğunu bilmeden, bu başkasından istiâne harâmdır. Eğer yüzünü yalnız Allahü Teâlâya döner ve onu Allahü Teâlânın yardımına mûzâhir bilir, işlerin olmasındaki sebeb ve hikmetleri düşünür ve görünüşte başkasından istiâne ederse, irfandan uzak değildir ve şerîatta câiz ve revâdır. Peygamberler ve velîler bu şekilde başkasından istiane etmişlerdir. Hakîkatta bu çeşit istiâne [yardım istemek] başkasından değil, belki Allahü Teâlâdandır.»

    Bunun gibi, Mişkât’tan hazreti Abdullah İbni Abbâsın (radıyallahü anhüma) bildirdiği hadîs-i şerîfi söylemesi, tamamen yersizdir. Çünkü bu hadîs, tevekkül hakkındadır ve bundan maksad, dünya sebeblerinden ve ona bağlı şeylerden yüz çevirmek ve tevekkülün yüksek derecesi olan dünyaya bağlanmaktan kesilmektir. Nihâye sâhibi, «Tevekkül ederler»! açıklarken buyuruyor ki: Bu, dünya sebeblerinden ve bağlarından yüz dönmüş evliyânm sıfatlarındandır. Onlar dünya ile alâkalı bir şeye bakmazlar. Bu havassın, seçilmişlerin derecesidir. Onlardan başkası buraya ulaşamaz. Avama gelince, tedâvî ve ilâç kullanmalarına izin verilir.» Tekrâr yazıyor: «Görmez misin ki, hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) bütün malını Allah için verince, Resülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun yakînini ve Sabrını bildiği için, ona mâ'nî olmadı, hepsini vermeseydin demedi. Bir başkası güvercin yumurtası büyüklüğünde bir altın getirip bundan başka malım yok deyince, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu almadı.

    Beydâvî tefsîrinde şöyle yazar: «Allahü Teâlâdan başkasından istiâne etsin, yardım istesin diye şeytan Yûsuf aleyhi,sselâma Allahü Teâlânın zikrini unutturdu. Bu sözümüzü Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem): «Allahü Teâlâ kardeşim Yûsırfa rahmet eylesin! Rabbinin yanında beni hatırla demeseydi, beşten sonra yedi yıl zindanda kaılmazdı». Hadîsi kuvvetlendirmektedir. Çünkü kullardan istiâne, sıkıntı ve zorlukların giderilmesi için, bir bakımdan beğenilen bir iş ise de, lâkin Peygamberlik mansabına uygun olmaz.»

    Anlaşılıyor ki, hadîs-i şertfin yeri, dediğimiz kısım olmasaydı, muhatabımızın anladığı gibi, istiâne mutlak olarak yasak olur, diriyi de ölüyü de içine alırdı. O halde yorumun değişmesi olsa da, doğru olmuyor. Velhâsıl havası, seçkinleri kemâle getiren işleri herkesi içine alacak şevklide umûmileştirmek, ruhsatı azîmetten ayırmadan fetvâ yazmak ve halâli haram yapmak, dinde büyük fitne ve karşılıktık çıkarmaktır. İbni Mâce bildirir. Muhacirin fakirleri insanlardan bir şey istememekte sözleşmişti. Onlardan biri elindeki kamçısını düşünürse, iner alır, başkasına verir misin demezdi.

    Şerh'de yazılıdır: Onlardan biri, haberlerde geldiği gibi Ebû Bekr-i Sıddîk idi (radıyallahü anh). Şurası bir gerçektir ki, bu sözleşme, bir cemâata mahsûs olup, umûmî değildir. Tevekkülün en yüksek mertebesini bildirmeyi, câiz değildir şeklinde düzeltmek, bilenlerin yanında kendini rezîl etmektir. O işe, bilmiyenler sapıklık çöllerine sapsınlar istiyor.

    Bunun gibi Mie mesâil kitâbının mensûh kısmında Mâla büdde minh ve Şeceretül-îmân’dıan bildirdikleri, iddiası için fâidesizdir. Çünkü kabirden hâcet istemek ve Peygamber ve velîlerden dua istemek, başka şey, Peygamber ve evliyâdan istimdâd başka şeydir, beride daha geniş anlatacağız. Kâdî Senâullah Pânî Pûtî (kuddise sirruh), Tezkiretül rnevtâ kitabında şöyle yazar: Allahü Teâlâ şehîdler hakkında: «Onlar railerinin katında diridirler» buyuruyor. Deriz ki, herhalde bundan murad, Allahü Teâlâ, onların ruhlarına, cesedlerin kuvvetini verir, diledikleri yere giderler demektir. Bu hüküm yalnız şehîdlere mahsûs değildir. Peygamberler ve sıddîklar şehîdlerden üstündür. Evliyâ da şehidler hükmündedir. Çünkü nefisleri ile cihâd etmişlerdir. Bu ise cihâd-ı ekber [büyük cihâddır], Hadîs-i şerîfdeki: «Küçük cihâddan büyük cihâda döndük» buna işârettir. Bunun için evliyâullah, rûhlarımız cesedlerimizdir demiştir. Ya’nî onların rûhları, bedenlerinin işini yapar. Bazan cesedleri, latifliğin çokluğundan rûhlar gibi yükselir. Derler ki, Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) gölgesi yoktu. Onları ruhları, yerden gökten ve Cennetten diledikleri yere giderler. Sevdiklerine ve kendilerine inanıp bağlananlara dünya ve âhırette yardım ederler. Düşmanları helâk ederler. Rûhlardan, üveysilik yolu ile bâtınî feyz gelir. Bu hayâtları sebebiyle, onların cesedlerini mezar toprağı yemez, çürütmez. Belki kefenleri de, olduğu gibi kalır. İbni Ebiddünyâ, îmâm-ı Mâlik'den (rahmetullahi aleyhime) bildirir. Mü’minlerin ruhları, diledikleri yere giderler. Mü’minlerden mıurâd, kâmil olanlardır. Allahü Teâlâ onların cesedlerine ruh kuvveti verir. Kabirlerinde nemaz kılarlar, zikr ederler, Kur’ân-ı kerîm, okurlar...

    Yine Kadi Senâüllah (rahmetullahi aleyh) Seyf-i Meslûl kitabının sonunda şöyle yazar: Evliyâullahdan bazısına, ilim sebeblerinden biri ve hattâ en öndeki sayılan Sahîh keşifte imamın bir başka ma'nâsı vardır. O da şudur: Vilâyete âid feyiz ve bereketlerin, Allahü Teâlâdan evliyâya gelmesi, önce bir şahsa olup ondan, asrın her velisine mertebe ve istidadı miktarınca dağıtılması şeklinde olur.

    Evliyâdan hiç birine, onun tavassutu, aracılığı olmadan feyz ulaşmaz. Onun vesîlesi olmadan hiç kimse vilâyet derecesine kavuşamaz. Diğer kutublar, evtâd, ebdal, nücebâ, nukabâ ve Allahü Teâlânın her evliyâsı ona muhtâc olurlar. Bu yüksek mansabın sâhibine imâm denir. Asaleten irşâd kutbu da söylenir. Bu yüksek mansab, Âdem aleyhi,sselâmın zuhurundan beri, Hazreti Aliyyül mürtezâ (kerremallahü vecheh)in temiz rûhuna verilmiştir. Bu dünyaya gelmeden önce [doğmadan önce] de geçmiş ümmetlerde, kime vilâyet verilse, onun temiz ruhunun tavassutu ile verilirdi. Dünyâya geldikten sonra, ölünciye kadar, Sahabe ve Tâbiînden hepsine bu devlet, onun tavassutu ile ulaşırdı. Vefâtından sonra, bu mansab, oğlu hazreti Hasen-î müctebâya, ondan sonra diğer oğlu hazreti Hüseyn'e, sonra İmâm Zeynelâbidin'e, .sonra Muhammed Bâkır’a, sonra Ca’fer-i Sâdık’a, sonra İmâm Mûsâ Kâzım’a, sonra İmâm Alîrızâ’ya, sonra Muhammed Takî'ye, sonra Alî Nakî'ye, sonra Hasen-i Askerîye (radıyallahü anhüm) verilmiştir. Hasen-i Askerînin vefâtından, Gavsüssakaleyh Mühiddin Abdülkadir-i Geylânî hazretlerinin dünyâyı teşriflerine kakadar, bu yüksek mansab, Hasan-ı Askerînin rûhuna verildi. Hazreti Gavsüssakaleyn dünyâya gelince, bu mübarek mansab ona bağlandı. Muhammed Mehdînin zuhûruna kadar, onun mübârek rûhunda kalır. Bunun için Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (kuddise Sirruh) buyurmuştur: Benim bu ayaklarım bütün velilerin boyunları üzerindedir. Ve yine şu beyti terennüm eyledi. Beyt:

    Önceki güneşlerin hepsi battı ve gitdi, Bizim güneşimizse, batmıyacak ebedî.

    İmâm-ı Mehdî dünyaya gelince, bu yüksek mansab ona verilir. Kıyâmetin kopmasına kadar onda bulunur. Emîrül mü’minin hazreti Alînin ve diğer imamların (radıyallahü anhüm) ruhları, önceki Peygamberlerle beraberdir sözünü, (çok yalancı bazan doğru söyler) kaidesi gereğince, imâmıyye mezhebindekiler de .söylemiştir. Fakat onların sözünde birçok yanlışlar da vardır. Hazreti Gavsüssakaleynin (radıyallahü anh), kardeşim ve dostum Mûsâ bin Imrân idi sözü de, bunu göstermekte, doğrulamaktadır. Bu iddia keşf ve ilhâm ile sâbit olmuştur. Kur’ân-ı kerîmden ve Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i şeriflerinden de i.stinbat edebilir, çıkarabiliriz», Bu kitabda uzun yazıyor. Dileyen oradan okuyabilir.

    Şimdi Abdülhak Dehlevî hazretlerinin Tercüme ve Arabî şerhindeki ibâreleri bildirelim. Ondan sonra ümmetin diğer büyüklerinden haberler verelim: Şeyh Abdülhak hazretleri Tercümede, Kabir ziyâreti kısmında yazdığı ibâre şudur: Kabirlerdekilerden istimdâda gelince: Resûlullahın ve diğer peygamberlerin (aleyhimüsselâm) kabirlerinden başka kabirlerden istimdadı fukahadan birçoğu inkâr etmiş, beğenmemiştir. Kabirleri ziyâret, ancak mevtalara dua ve istiğfâr için olur. Duâ, istiğfâr ve Kur’ân-ı kerîm okumakla onlara menfaat sağlanır diyorlar. Büyük mutasavvuflar (kad'ctesallahü esrârehüm) istimdâdî isbât edip, caizdir dediler. Bazı fukaha da (rahmetullahi aleyhim) böyle buyurmuştur. Bu iş ya’nî istimdâd, keşif ve kemâl sâhiblerince muhakkak ve mukarrardır. Onlardan bir çoğuna feyzler ve fetihler ruhlardan gelmekte ve olmaktadır. Bu tâifeye, onların dilinde üveysi derler, İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: «Duâların kabûl olması için Mû,sâ Kâzım hazretlerinin kabri, tecrübe edilmiş bir tiryaktır, çaredir.» Hüccetül islâm İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: «Hayâtında istimdâd olunandan, ölümünden sonra da istimdâd olunur.» Büyüklerden biri buyurdu: «Meşâyıhddn dörd kimse gördümı. Hayatlarında olduğu gibi, mezarlarında iken de, aynı şekilde tasarruf ederlerdi. Hattâ vefatlarından sonraki tasarrufları daha çok idi. Ma’rûf-i Kerhî, Abdülkâdir-i Geylânî ve evliyâdan iki kişinin daha adını saydılar. Maksad sayı değil. O gördüğünü ve bulduğunu bildirdi.

    Seyyid Ahmed bin Zerruk, mağribin en büyük fukaha, ulemâ ve meşayıhındandır. Anlatır: Bir gün Şeyh Ebûl Abbâs Hadramî bana, dirinin imdâdı mı, yoksa meyyitin imdâdımı daha kuvvetlidir? Sordu. «Bazıları dirinin imdadı daha kuvvetlidir diyorlar, fakat ben ölülerin imdâdı daha kuvvetlidir derim» dedim. Şeyh: «Evet, çünkü o [meyyit, ölü] Hakkın döşeğindedir, Onun huzûrundadır» buyurdu.

    Bu konuda, bu din büyüklerinden o kadar çok haberler vardır ki, saymakla bitirilmez. Kitâbda, Sünnette ve Selef-i sâlihinin sözlerinde bunu olumsuz kılacak, buna uymıyacak ve bunu red edecek hiçbir şey bulunmaz. Aslında âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle, rûhun bâkı olduğu, onu ziyâret edenleri tanıdığı, hallerini bildiği sâbittir. Aynı şekilde kâmil ruhların, Hak Teâlâ katında yakınlığı ve yeri qlduğu sabittir. Hayatlarında olduğu gibi, hattâ daha da çoktur. Evliyânın mahlûkatta keramet ve tasarrufu olmaktadır. Bu da, ancak onların ruhları ile oluyor. Ruh hâkidir. Hakîkî tasarruf sahibi ise yalnız Allahü Teâlâdır. Herşey Onun kudreti iledir. Onlar Hakkın Celâlinde, hayâtlarında ve öldükten sonra fânidirler. O halde bir kimseye, Hakkın sevgili bir kulu ve Allah katındaki yeri sebebiyle, bir şey verilirse, mümkündür. Nitekim hayâtta iken böyle oluyordu. Her iki halde de fiil ve tasarruf ancak Allahü Teâlânındır. Bu iki hal arasını ayıracak birşey yoktur ve bunu gösteren bir delil bulunmamıştır.

    Şeyh İbni Hacer-i Hîtemînin (rahmetullahi aleyhi) Şerhinde, «Allahü Teâlâ yehûdî ve hıristiyaınlara lâ’net etsin ki, peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler» hadîsini şerh ederken diyor ki: Bu, kabre karşı, ona tazimle nemaz kılındığı zamandır, ki harâmdır. Harâmhğı ittifâk hâlindedir. Ama Peygamberin veya bir sâlihin civârında me,scid edinmek ve onun kabrinin yanında, kabre tazim niyyetiyle olmadan ve kabre dönmeden, belki ibâdetinin sevâbmın kâmil olması için bu niyyetle o temiz ruha yakın olup, onun bereketiyle, imdadını istemek için nemaz kılarsa bir mahzuru yoktur. Bu kısrhın sonunda bu sözle ilgili bazı bilgiler verilecek ve bu bahis inşâallah, Cihâd babında, Bedir savaşı anlatılırken, tam olarak bildirilecektir. Herşeyin doğrusunu Allahü Teâlâ bilir.

    Cihâd kısmındaki yazı şöyledir: Kabirdekilerden istimdâda gelince: Bazı fukaha bunu beğenmediler, kabûl etmediler. Kabûl etmemelerinin .sebebi, kabirdekiler kendilerini ziyâret edenlerin seslerini duymaz, hallerini bilmezler demek ise, bunun yanlış ve bozuk olduğu sâbittir. Yok, eğer onların bulundukları yerde kudret ve tasarrufları yoktur ki imıdâd etsinler; belki orada mahbûs ve memnû’durlar, mihnet ve iddetleri ile meşguldürler; Onları alıkoyduklarından memnû’durlar demek bizi bağlamaz. Bilhassa, Hakkın sevgili kulları olan muttekîlerin rûhlarına, berzahdaki yakınlık ve mertebeleri sebebiyle, onları tevessül eden ziyâretcilerine şefâat, dûa ve isteklerinin olmasına yardım etme kuvveti ve gücü verilir. Nitekim kıyâmet günü olacaktır, ya’nî şefâat edeceklerdir. Böyle olmadığını gösteren delil hangisidir.

    Beydâvî hazretleri Nâziât Sûresinin birinci âyeti kerîmesini üstün rûhların sıfatları ile tefşîr ediyor ve diyor ki, bedenden ayrılıkları hâlînde —ki bedenlerden çekilirler— ve âlem-i melekûta gitmek için sevinirler ve onda seyahat ederler, dolaşırlar. Hatira-ı Kuds’de koşarlar. Sonra müdebbirât şeref ve kuvvetiyle dönerler. Bu fırka, onlardan istimdâd ve imdddı i'nkâr etmekle ne istiyorlar, keşke bilebilseydim. Biz şöyle anlıyoruz ki, Allahü Teâlânın bu zevallı kulu Allahü Teâlâya düâ ediyorum' ve kendi hâcetimi Onun kurb ve gınâ,sından [yakınlık ve ihtiyacsızhğından] 

    istiyorum ve Onun dergâh-i izzetinde mukarreb ve mükerrem olanların ruhlarını tevessül ediyorum ve diyorum ki: Yâ rabbi, senin rahmet, ikrâm, lutuf ve kerem eylediğin bu kulunun bereketine, benim hâcetimi gör, istediğimi ver. Sen Mu’tîsin, kerem sâhibisin, bu mukarreb kula sesleniyorum: Ey Allahın kulu ve velîsi! Bana şefâat eyle! Ve Allahü Teâlâdan, istediğimi ve matlûbumu vermesini, hâcetimi görmesini iste. Verici, kendisinden istenen ve kendisinden beklenen her şeyin yaratıcısı Allahü Teâlâdır. Bu kul, arada vesileden başka değildir, İcât etmede, Hak Teâlâdan başka kâdir, fâil ve mutasarrıf yoktur. Hakkın evliyâsı fânîdir, ölücüdürler. Allahü Teâlânm fi'linde, kudretinde, hâkimiyyetinde, onların fiilleri, kudret ve tasarrufları yoktur. Ne şimdi kabirlerinde oldukları zaman, ne dünyada hayâtta bulundukları vakit hep böyledir.

    Bu dediklerimiz, münkirin sandığı gibi Hak’dan başkasına yönelme ve Şirki gerektiren imdâd ve istimdâd olursa, o halde tevessülün ve şâlihlerden ve Allahü Teâlânın sevgili kullarından ebedî hayat için dua istemenin de men edilmesi gerekir. Bu ise yasak değil, belki iyi ve müstehabdır. Bunda ittifak vardır ve dinde çok yaygındır. Onlar öldükten sonra, herşeyden sıyrıldılar, çıktılar, o halleri ve hayâtta iken olan kerâmetleri onlarda kalmadı denirse, bunun delili nedir deriz. Yahut, ölümden .sonra vâki olan âfetler sebebiyle meşgul ve memnulardır demek de bizi bağlamaz. Günkü bu kıyâmete kadar böyle devam edeceğini bildirmez. Olsa olsa istimdâdın fâidesi umûmî olmaz. Hattâ mümkündür ki, bazıları kuds âlemine müncezib olup, âlem-i lâhuta dalmışlardır. Kendilerinden ve etraflarından haberleri olmaz. Dünyayı unutmuşlar, ona dönüp bakmazlar. Onda tasarruf ve tedbirleri yoktur. Yoksa bu dünyadaki meczubların ve temkin sâhibierinin hallerinde görülen ayrılıklar gibi demek değildir. Evet, eğer ziyâret edenler, kabirdekilerin Allahü Teâlâya yönelmeden ve Ona ilticâ etmeden, avâm câhil ve gafillerin inandıkları gibi, kendi başlarına mutasarrıf ve kâdir olduklarına itikad ederse ve onların yaptıklarını yaparsa, dinimizde yasaktır, harâmdır. Meselâ kabri öpmek, onlara secde etmek, onlara karşı nemaz kılmak ve buna benzer yasak edilenler harâmdır. Bu itikad ve bu hareketler memnu' ve harâm olacaktır. Avamın hareketinin kıymeti yoktur ve konumuzun dışındadır. Hâşâ! Bir din âlimi ve emir ve yasaklan bilen bir arif böyle itikad etmiş olsun ve bu hareketleri işlesin! Keşif sâhiblerinden, büyüklerin ruhlarından istimdâd ve istifâdelere âid hikâyeler, saymakla bitmez. Bunlar, onların risalelerinde bildirilmekte ve onların arasında meşhurdur. Onları anlatmamıza hâcet yoktur. Ve herhalde, taassubla onları inkâr edenlere, onların sözlerinin fâidesi olmaz. Allah bizi bundan korusun!

    Biz burada ilim ve şerîatten bahsediyoruz. Evet ziyârette sünnet olan, kabirdekine selâm vermek, onun için istiğfar etmek ve Kur’ân-ı kerîm okumaktır. Lâkin burada istimdâdı yasaklıyan birşey yoktur. O halde, ziyâret edene ve edilenin hâline göre, ölülere imdâd veya onlardan istimdâd, her ikisi de olur.

    Şunu da bilmek lâzımdır ki, ihtilâf peygamberlerden (salavâtullahi ve şelâmühü aleyhim ecmâîn) başkasındadır. Çünkü Peygamberler hakîkî dünyâ hayâtı ile diridirler. Bunda ittifâk vardır. Evliyâ ise ma’nevî âhıret hayâtı ile diridirler. Bu konuda söz oldukça uzadı. Bu yakınlarda ortaya çıkan bu münkir vehhâbi fırkası, fânî dünyâdan, bâkı âleme göçen ve Rablerinin katında diri olup, rızıklanan ve halleri çok iyi olan Allahü Teâlânın evliyâ,sından istimdâd ve istiâneyi [yardım istemeyi] inkâr ediyorlar. Bu zavallıların bunlardan haberleri yoktur. Kalbini o sevgili kullara çevireni, Allahü Teâlâya şirk koşuyor ve putlara tapıyor biliyorlar. Bundan sonra da ağızlarına geleni pervasızca söylüyorlar. Bu meselenin incelenmesi ve geniş olarak açıklanması bir ömür ister. Kısa aklımda olanları Allahü Teâlânın tevfîkı ile bildirdim. Elhamdülillah. Yâ rabbi’, bize hakkı hak olarak göster ve ona uymayı nasîb et. Bâtılı bâtıl olarak göster ye ondan kaçınmayı ihsân eyle! Herşeyin en doğrusunu Allahü Teâlâ bilir ve Onun ilmi en kuvvetlidir.

    Görüyorsunuz ki, Şeyh Abdülhak Dehlevî hazretleri imdâd ve istimdadı isbât ediyor ve inkâr edenlere nasıl ağır söylüyor ve sert dille çatıyor. Bu kadarını da, kendi zamanında (m. 1600) ortaya çıkan münkirler için yazıp, sözü uzatıyor. O halde, bu vehhâbînin Mie Mensûha’da Şeyhin tercemesinin ibâre,sini ve Erbaîn'de Şeyh Abdülhak’ın Mişkât Şerhinden bir parça alıp, sonra kabirdekilerden istiâne ve istimdâd, hiçbir şekilde câiz değildir, sözü, iftiradan başka bir şey değildir. Muhatabımızın yer yer isnâd ettiği, bu mes'elede de ona havale ettiği Şeyhülislâmın Keşrülgatâ kitâbı, ihtilâfı nakl ve muhatabımızın Şeyh Abdülhak’a nisbet ettiği ibareyi bildirdikten sonra diyor ki: «Bu iş, ya’nî istimdâd, keşf ve kemâl sahibi mutasavvuflorca şâbit, doğru ve olagelmektedir. Hatta çoğuna, onların rûhlarından feyizler ve fetihler geldiğini söylüyorlar. İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki, İmâm Mûsâ Kâzım hazretlerinin kabri, duaların kabûlu için, tecrübe edilmiş en güzel çaredir, vâsıtadır. İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki, hayâtında istimdâd olunandan, vefatından sonra da istîmdâd olunur. İmâm-ı Râzî buyurdu ki, ziyâretçi kabrin yanına gelince, nefsine, ya’nî rûhuna kabrle husûsî bir bağlantı hâsıl olur. Kabirde olan mevta için de böyiedir. Bu bağlantı sebebiyle, ikisinin rûhu arasında, ma’nevî bir karşılaşma, görüşme ve hususî bir alâka meydana gelir. Ziyâret olunanın rûhu daha kuvvetli ise, ziyâret eden, onun feyzinden istifâde eder. Ziyâret eden kuvvetli ise, ziyâret olunan, onun feyzinden istifâde eder.»

    Şerh-i Mekasıd’da bildiriyor ki, kabir ziyâretinden, fâide hâsı! olur. Hayattakilerin rûhları, ölülerden istiâne görürler. Şurası muhakkaktır ki, bedenden ayrılan rûhun, bu bedenle ve defn edildiği toprak, mezar, türbe ile bağlantısı vardır. O halde, bir diri kimse, o türbeyi ziyâret edince ve ölünün rûhuna teveccüh edince, iki rûh arasında görüşme, karşılaşma ve alışveriş hâsıl olur. Hattâ yaşayanların mı, yoksa ölülerin mi imdâdı daha kuvvetlidir konuşunda ihtilâf olundu. Hakîkata kavuşmuş bazı büyükler İkincisini, ya’nî ölülerin imdâdı daha kuvvetlidir sözünü seçmişlerdir. Bu mes'elede bazısı Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem): «İşlerinizde bunaldığınız, sıkıldığınız zaman, kabirlerdekilerden imdâd arayınız» hadîs-i şerifini bildirmişlerdir.

    Şeyh Abdülhak Dehlevî hazretleri Mişkât şerhinde buyurdu ki, Kitâbda, Sünnette ve Selef-i sâlihîn'in sözlerinde, istimdâdm olmıyacağını bildiren, buna muhalif olan ve bunu red eden hiçbir şey bulunamaz. Velhasıl, rûhun dâimi olduğu ve onun’bedenden ayrıldıktan sonra, beden eczasıyla husûsî bağlantısı bulunduğu, onda bir değişme olup bununla kabrini ziyâret edenleri tanıyıp hallerini bildiği, kâmillerin rûhlarının Allahü Teâlâya yakınlıkları sebebiyle hayâtta iken kerâmet, tasarruf ve imdâd sâhibi oldukları gibi, öldükten sonra da aynı yakınlıkta kalıp tasarruf ettikleri, hattâ hâl-i hayâtta iken olduğundan kuvvetli olduğu sâbit olduktan, iyice anlaşıldıktan sonra, istimdâdı inkâr etmenin doğru bir .sebebi olamaz. Ancak evvel emirde rûhun bedene bağlantısını tamamen inkâr eden, vefâttan sonra her hâliyle bu bağlantıyı kabûl etmiyen bunu söyler. Bu ise, nassa uymamaktadır. Bu takdirde ziyâret etmek ve kabre gitmek tamamen boş ve ma’nâsız olur. Bu başka birşey olup, bütün haber ve eserler buna uymamaktadır. Bilakis tersi bildirilmektedir. İstimdâdın, muhtâc olanın isteğini, Allahü Teâlânın dergâhında mükerrem ve mukarreb olan kulunun rûhaniyyetini tevessül edip, Allahü Teâlâdan istemekten başka bir şekli yoktur. İstimdâd esnâsında, yâ rabbi, rahmet ve ikram eylediğin bu kulunun bereketine, hürmetine, istediğimi ver der. Yahud, bu mukarreb ve mükerrem kula seslenip yalvarıp, ey Allahın kulu ve velisi, bana şefâat et, yardım et ve benim matlûbumu Allahü Teâlâdan iste de, hâcetimi görsün. O halde kul, arada vâsıtadan başka bir şey değildir. Kâdir olan, veren ve kendisinden istenen yalnız Allahü Teâlâdır. Bunda, münkirin sandığı gibi Ona karşı bir şirk lekesi, bulaşıklığı yoktur. Şöyle ki, sâlihlerden ve Allahü Teâlânın sevgili kullarına tevessül etmek, onlardan dua istemek, onlar hayatta iken câiz olduğunda ittifak vardır. O halde bu niçin câiz olmasın! Kâmillerin rûhlan için, hayatlarında ve vefâtlarından sonra, kemâl bakımından terakkiden başka bir fark yoktur. Bu bahis Mişkât şerhinde bir çok yerde açıklanmakta, geniş olarak anlatılmaktadır. Bilhassa Mi'rac bahsinde inceden inceye bildirmektedir. Suyûtî, Şerhussırdûr kitabında geniş olarak anlatmakta, çeşitli yollarla hadis-i şerifler bildirmektedir. Bu risâlede kısa anlatmayı düşündüğümüzden bu kadarla iktifa edindik.» Keşfülgatâ’nn sözü burada bitti.

    Bakınız, bu sözleri ile Şeyhülislâm Keşfülgatâ kitabında istiâneyi, ölülerden yardım istemeyi nasıl isbât ediyor! İnkâr edenleri nasıl ayıblıyor, nasıl yeriyor, kötülüyor. Din imamlarına, kelâm, akâid ve hadîs âlimlerine dayanıyor ve diyor ki, inkârın doğru bîr tarafı yoktur. Bütün haber ve eserlere muhaliftir. Kitab, Sünnet ve Selef-i sâlihînin sözlerinde, bu münkiri doğrulayan, istiânenin câiz olduğuna uymıyan hiç bir şey yoktur. O halde, fukaha istimdâdı inkâr ediyor deyip, Keşfülgatâ kitabına havâle etmesi hakkın, doğrunun yüzüne, açıkça gatâ [perde, örtü] örtmektir. Hayır, fukahadan bir çoğu, müellifin sandığı gibi, ekserisi değildir. Ya’nî o diyor ki, inkâr edenler, isbât edenlerden çoktur. Buna göre yaptığı inkâr asla doğru değik dir. Belki çoktan murad, aslında birden fazlayı bildirmektir. Nitekim, Delhide kaltabanlar, yalancılar ve iftiracılar çoktur denir.

    Şeyh Abdülhak hazretlerinin bildirdiklerinden açıkça anlaşılıyor ki, o münkir fırka Şeyhin zamanına yakın ortaya çıkmış ve Selef-i Sâlihîne muhalefet etmişlerdi. Bu müellifin bütün şatafatı ile Şeyh Abdülhak ve Şeyhül islâmın yazdıkları, fukahadan birçoğu, sözünü, yine kendileri açıklayıp, bu fırka, ya’nî istimdâdı inkâr edenler bu yakınlarda ortaya çıktı. Tuttukları yol Kur’ân-ı kerîme, bütün hadîs-i şeriflere ve eserlere uymamaktadır deyip, kitabda, Sünnette ve Selef-i sâlihinin sözlerinde İstiânenin câiz olduğuna uymıyan hiçbir şey yoktur buyurmaları, Cenâb-ı Hakkın bir lütfudur. O vehhâbî kitabının müellifi, aslında ikisi bir olan bu iki büyükten, ya’nî Şeyhül İslâm da tıpkı Şeyh Abdülhaktan almış olduğu bu bilgilerden başka, Şeyhden önde tuttuğu hiç bir kitabdan nakl göstermemiştir. O halde görülmüş ve bilinmiş oldu ki, dayanağı red edilen .sonradan ortaya çıkan bu yol, Kitâba, Sünnete ve Selef-i sâlihinin bildirdiklerine uymamayı prensip olarak kabûl etmiş ve buna inandırmak için de mugalata, oyun ve yanlış usûllerle yine aynı büyüklerden ve onların sözlerinden bahs etmiştir. Bu ise dinini seven ve kayıran kimsenin yapacağı iş değildir.

    Câmil-ül-berekât’da yazıyor ki; Peygamberlerden (aleyhimüsselâm) başkasının kabirlerden istimdâdı, fukahadan bir gurup inkâr eyledi... Seydâ Ahmed bin Zerruk, mağribin en büyük fâkih, âlim ve meşayihındandır. Buyurdu ki, bir gün Şeyhim Ebûlabbas Hadramî bana, dirinin imdâdı mı, ölünün imdadı mı kuvvetlidir? diye .sordu. Cevabımda, bazıları dirinin imdâdı daha kuvvetlidir diyorlar; ama ben, ölünün imdâdı daha kuvvetlidir derim, dedim. Bunun üzerine Şeyhim: Evet, çünkü o Hakkın yalağındadır ve Onun huzûrundadır buyurdu. Bu mes’elede bu bûyükler

    den sayılmıyacak kadar nakil ve haberler vardır. Kitâb, Sünnet ve Selef-i sâlihînin sözlerinde bunu tekzib eden, buna uymıyan, bunu red eden hiçbir şey yoktur. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerin ma'nâlarından iyice anlaşılıyor ki, rûh bâkidir. Kendini ziyâret edenleri tanır ve hallerini bilir. Bu herkes tarafından bilinen belli bir şeydir. Olgun insanların ruhlarının, Allahü Teâlâ katında yakınlıkları ve husûsi yerleri olduğu sâbit ve vâkidir. Nitekim hayâtlarında da böyle idi. Hattâ öldükten sonra bu yakınlıkları daha da artar. Evliyânın, mahlukatta kerâmet ve tasarrufu vardır. Bu da onların rûhları vâsıtasıyla oluyor. Rûhlar bâkî olunca, tasarrufları ölümden sonra da olur. Hakîkatta tasarruf eden, yalnız Allahü Teâlâdır. Hepsi Onun kudreti ile olmaktadır. Onlar ise hayâtlarında ve öldükten sonra Hakkın celâlinde fânilerdir. O halde birine, Hakkın dostlarından birinin vâsıtasıyla ve Allah katındaki yakınlığı hürmetine bir şey verilirse, niçin imkânsız olsun! Nitekim hayatlarında vâsıta oluyorlardı. İki halde de yapmak ve tasarruf etmek, yalnız Allahü Teâlâya mahsustur. Celle celâlüh. Bu iki hâlin arasını ayıracak bir şey yoktur ve bir delil bulunamamıştır.

    Şeyh İbni Hacer-i Hîtemî Mekkî'nin (rahmetullahi aleyh) Şerhinde, «Allahü Teâlâ yahudîlere ve hıristiyanlara la’net! etsin kî, Peygamberlerinin kabirlerini mescid' edindiler» hadîs-i şerifini şerh ederken buyurdu ki: Bu, tazim niyyetiyle kabirlerine karşı nemaz kıldığı zamandır ve harâm olduğunda ittifâk vardır. Ama, bir peygamberin veyâ velînin civârında mescid edinmek [nemaz kılacak yer yapmak] ve onun kabrinin yanında nemaz kılmak, tazim niyyetiyle ve ona yönelerek olmazsa, belki o temiz rûhun Allahü Teâlâya yakınlığı ve Onun katındaki mertebesi bereketiyle, sevâbının daha çok olması için ondan meded beklemekte bir mahzûr yoktur. Bunda ve hazreti Âişenin (radıyallahü anhâ) bildirdiği: «Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve .sellem) ve babamın (hazreti Ebû Bekrin radıyallahü anh) defn edilmiş oldukları odaya girer, elbisemi çıkarırdım, değişirdim1. Zevcimden ve babamdan başka orada kimse yok derdim. Hazreti Ömer de (radıyallahü anh) oraya defn edilince, O odaya elbisemi iyice kuşanmadan, iyice örtünmeden girmedim. Çünkü hazreti Ömer (radıyallahü anh) mahremim değildi. Bana yabancı idi. Ondan hâyâ ederdim» bu haberde, meyyitin hayât sâhibi olduğuna ve bildiğine açık delil vardır.

    Ziyâret ederken meyyite saygılı olmalıdır. BÜlhassa sâlihleri ziyâret esnâsında. Hayâtlarında olduğu gibi, derecelerine göre edebi gözetmek lâzımdır. Zira Sâlihlerin, kendilerini ziyâret edenlere, edebleri ölçüsünde, açık meded ve yardımları vardır. Bu bahsi Cihâd kısmımda tamamlıyor. Nitekim Fârisî şerhin ibâre.sini de orada bildirmektedir.

    Cezbül kulûb kitabında diyor ki: Peygamberlerin seyyidi (sallallahü aleyhi ve sellem) tevessül [vesîle etmek], ibtihâl [yalvarmak] ve istişfâ’ [şefâat ve yardım istemek] ve onun mertebe ve hürmetine istiâne ve istimdâd etmek, peygamber ve resûllerin yaptıkları iş, halef ve selef-i sâlihînin yoludur. Çünkü temiz rûhu, cismânî libâsa bürünmeden önce, dünyâ hayâtında, ,sonra berzah âleminde [kabir hayâtında] ve kıyâmet günü Arasatta Peygamber ve Resullerde konuşma gücü olmayıp, hepsinin ondan istimdâd etmeleri ve bu dört âlemde ondan yardım beklenmesi hakkında haber ve eserler, ya’nî hadîs-i şerîfler ve selefin haberleri açıkça bellidir. Tekrâr söylüyor ki, üçüncü.sü olan ona teveccüh ve tevessülün, vefâtından sonra olmasında da eserler bildirilmiştir.

    Taberânî Mu’cem kitabında Osman bin Hanîften (radıyiallahü anh) rivâyet eder: Hazreti Osmanın (radıyaîlahü anh) yanında işi olan bir kimse var idi. İşi olmuyordu. Hazreti Osman (radıyallahü anh), onun hâline aslâ iltifât etmiyordu. O kimse, hâlini Osman bin Hanîfe (radıyallahü anh) söyledi. Ondan bir çâre bulmasını ricq etti. Buyurdu ki: «Git, abdest al, mescide git, iki rek'at nemaz kıl ve sonra: Allahümme innî es'elüke ve eteveccehü îleyke bi nebiyyike Muhammedm (sallallahü aleyhi ve sellem) Nebiyyirrahme, yâ Muhammed innî eteveccehü bike ilâ rabbî litakdıye hâceti» de. Sonra hacetini arz et. O kimse gitti ve buyurulanları yaptı. Sonra hazreti Osman bin Affânın (radıyallahü anh) kapısına geldi. Kapıcı karşıladı, elini tutup, hazreti Osmanın yanına götürdü. Hazreti Osman, onu kendi husûsî minderine oturttu ve ihtiyacını sordu. İşini gördü ve, bundan sonra ne işin olunsa, söyle, yaparım buyurdu. O kimse, gayet sevinçli bir halle hazreti Osmanın yanından çıktı ve İbni Hanîfin yanına gitti. Allahü Teâlâ sana iyi karşılıklar versin ki, benim işim hakkında hazreti Osmana söyledin, o da yaptı. Bundan önce, asla hâlime iltifat etmiyordu. İbni Hanîf (radıyallahü anh), Allahü Teâlâya yemin ederim kî, ben ona hiçbirşey demedim. Ancak şunu söyliyeyim ki, birgün Resûlullahı gördüm (sallallahü aleyhi ve sellem). Huzûruna gözleri görmez birisi gelip, gözlerinin açılması için dua istedi. Resûlullah yukarıda, bildirilen hadîs-i şerîfi buyurdu. Buradan anladım ki, Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) tevessül, hâcetin görülmesine sebeb, maksada kavuşmağa vesîle olur.

    Kâdî lyâd’ın Şifâ’sından bildirir: Abbâsi halîfesi Ebû Ca’fer İmâm-ı Mâlike, «Ey Ebû Abdullah, düâ vaktinde kıbleye mi, yoksa Resûlullaha mı yüzümü döneyim?» sordu. Buyurdu: «Niçin yüzünü Resûlullahdan çevireceksin? O, Allahü Teâlâ katında, senin ve baban Âdem aleyhisselâmm vesîlesidir. Yüzünü peygambere (aleyhi,sselâm) dön ve sana şefâat etmesi için, ondan yardım iste.» Ziyâret kısmında diyor ki: Resûlullahı severek, yüzünü ona dönmeli, tam edeb ve son derece hudu' ile onu tevessül etmeli, düâsını istemelidir. Yine şöyle yazıyor: İbni Ebî Şeybe Sahîh senedle bildirmiştir ki, hazreti Ömer (radıyallahü anh) zamanında kıtlık oldu. Bir kimse Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrinin yanına gelip: «Yâ Resûlallah, ümmetin için yağmur iste, onlar helak olmak üzeredirler» dedi. Rüyasında Resûlullah, o kimseye geldi ve: «Hazreti Ömere müjde ver ki, yağmur yağacaktır» buyurdu. Yine diyor ki: Matlubuna kavuşmada, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) münevver kabrinin yanında muhtaç ve miskinlerin yaptıkları istiğase ve istiâne [yardım istemek] hakkında çok haber ve eserler bildirilmiştir. Muhammed bin Münkedir (rahmetullahi aleyh) anlatır: Birisi babamın yanına seksen altın emânet koydu. Cihâda gitti. İhtiyâcın olursa, bunlardan harcıyabilirsin dedi. Babam ihtiyâç anında o altınları harcadı. O kimse dönünce, bıraktığı paraları istedi. Babam ödemekte âciz kaldı. Ona, yarın gel, konuşuruz dedi. Geceyi Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidinde geçirdi. Bazan huzûr-i şerifinde, bazan minberin önünde istiğâse eyledi. Feryâd edip, inledi. Aniden, gece karanlığında, bir adam göründü. İçinde seksen altın olan bir keseyi eline verdi. Sabah olunca bu parayı, alacağı olana verdi.

    İmâm-ı Ebû Bekr ibni Makrî der ki: Ben, Taberânî ve Ebû Şeyh, üçümüz Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) harem-i şerifinde idik. Çok acıkmıştık. İkinci günde böyle geçti. Yatsı vakti olunca, Kabr-i şerifin huzûruna gittik ve: «Yâ Resûlallah, açız, açız,» dedik. Biz bu sözü söyledik ve döndük. Ben ve Ebû Şeyh uyuduk. Taberânî oturup, bir şey gelmesini bekliyordu. O anda Fîe.sûlullahm torunlarından, ya’nî seyyidlerden biri gelip, kapıyı çaldı. Yanında iki hizmetçi vardı. İkisinin de ellerinde birer çanta vardı. İçlerinde çok yemek, hurma ve başka şeyler vardı. Oturdu, bizimle yedi, artanları da bize bıraktı ve: 

    tifât etmiyordu. O kimse, hâlini Osman bin Hanîfe (radıyaliahü anh) söyledi. Ondan bir çâre bulmasını ricâ etti. Buyurdu ki: «Git, abdest al, mescide git, iki rek’at nemaz kıl ve sonra: Allahümme inriî es’elüke ve eteveccehü îleyke bi nebiyyike Muhammenin (sallallahü aleyhi ve sellem) Nebiyyirrahme, yâ Muhammed innî eteveccehü bike ilâ rabbî litakdıye haceti» de. Sonra hâcetini arz et. O kimse gitti ve buyurulanlan yaptı. Sonra hazreti Osman bin Affânın (radıyallahü anh) kapısına geldi. Kapıcı karşıladı, elini tutup, hazreti Osmanın yanına götürdü. Hazreti Osman, onu kendi husûsî minderine oturttu ve ihtiyacını sordu. İşini gördü ve, bundan sonra ne işin olursa, söyle, yaparım buyurdu. O kimse, gayet sevinçli bir halle hazreti Osmanın yanından çıktı ve İbni Hanîfin yanma gitti. Allahü Teâlâ sana iyi karşılıklar versin ki, benim işim hakkında hazreti Osmana söyledin, o da yaptı. Bundan önce, asla hâlime iltifat etmiyordu. İbni Hanîf (radıyallahü anh), Allahü Teâlâya yemin ederim ki, ben ona hiçbirşey demedim. Ancak şunu söyliyeyim ki, birgün Resûlullahı gördüm (sallallahü aleyhi ve sellem). Huzûruna gözleri görmez birisi gelip, gözlerinin açılması için dua istedi. Resûlullah yukarıda, bildirilen hadîs-i şerifi buyurdu. Buradan anladım ki, Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) tevessül, hâcetin görülmesine sebeb, maksada kavuşmağa vesîle olur.

    Kâdî lyâd'ın Şifâ’sından bildirir: Abbâsi halîfesi Ebû Ca’fer İmâm-ı Mâlike, «Ey Ebû Abdullah, düâ vaktinde kıbleye mi, yoksa Resûlullaha mı yüzümü döneyim?» sordu. Buyurdu: «Niçin yüzünü Resûlullahdan çevireceksin? O, Allahü Teâlâ katında, senin ve baban Âdem aleyhisselâmın vesilesidir. Yüzünü peygambere (aleyhisselâm) dön ve sana şefaat etmesi için, ondan yardım iste.» Ziyâret kısmında diyor ki: Resûlullahı severek, yüzünü ona dönmeli, tam edeb ve son derece hudu’ ile onu tevessül etmefi, düâsını istemelidir. Yine şöyle yazıyor: İbni Ebî Şeybe Sahîh senedle bildirmiştir ki, hazreti Ömer (radıyallahü anh) zamanında kıtlık oldu. Bir kimse Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrinin yanına gelip: «Yâ Resûlallah, ümmetin için yağmur iste, onlar helâk olmak üzeredirler» dedi. Rüyasında Resûlullah, o kimseye geldi ve: «Hazreti Ömere müjde ver ki, yağmur yağacaktır» buyurdu. Yine diyor ki: Matlubuna kavuşmada, Resûiullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) münevver kabrinin yanında muhtaç ve miskinlerin yaptıkları istiğase ve istiâne [yardım istemek] hakkında çok haber ve eserler bildirilmiştir. Muhammed bin Münkedir (rahmetullahi aleyh) anlatır: Birisi babamın yanına seksen altın emânet koydu. Cihâda gitti. İhtiyâcın olursa, bunlardan harcıyabilirsin dedi. Babam ihtiyâç anında o altınları harcadı. O kimse dönünce, bıraktığı paraları istedi. Babam ödemekte âciz kaldı. Ona, yarın gel, konuşuruz dedi. Geceyi Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidinde geçirdi. Bazan huzûr-i şerifinde, bazan minberin önünde istiğâse eyledi. Feryâd edip, inledi. Aniden, gece karanlığında, bir adam göründü. İçinde seksen altın olan bir keseyi eline verdi. Sabah olunca bu parayı, alacağı olana verdi.

    İmâm-ı Ebû Bekr ibni Makrî der ki: Ben, Taberânî ve Ebû Şeyh, üçümüz Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) harern-i şerifinde idik. Çok acıkmıştık. İkinci günde böyle geçti. Yatsı vakti olunca, Kabr-i şerifin huzûruna gittik ve: «Yâ Resûlallah, açız, açız,» dedik. Biz bu sözü söyledik ve döndük. Ben ve Ebû Şeyh uyuduk. Taberânî oturup, bir şey gelmesini bekliyordu. O anda Resûlullahın torunlarından, ya’nî seyyidlerden biri gelip, kapıyı çaldı. Yanında iki hizmetçi vardı. İkisinin de ellerinde birer çanta vardı, içlerinde çok yemek, hurma ve başka şeyler vardı. Oturdu, bizimle yedi, artanları da bize bıraktı ve:

    «Ey dostlarım, yoksa siz Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) şikâyette mi bulundunuz ki, şu saatte, Resûlullahı rüyâda gördüm ve size birşeyler hazırlamamı emretti» dedi.

    İbni Celâ der ki: Resûlullahın (.sallallahü aleyhi ve sellem) şehrine geldim. Bir iki defa çok daraldım. Kabr-i Şerîfin yanına gidip, yâ Resûlullah, senin misafirinim dedim. Uyudum. Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyâda gördüm. Elime bir pide verdi. Yarısını rüyâda yedim. Uyandığımda, diğer yarısı elimde idi.

    Ebû Bekr-i Akta' anlatır: Medîneye gelmiştim. Tam beş gün ağzıma yiyecek koymadım. Altıncı gün Resûlullahın şerefli kabrine gittim ve, yâ Resûlullah, senin misâfirinim dedim. Sonra rüyâda gördüm ki, Peygamberlerin efendisi (sallallahü aleyhi ve sellem) geldi. Hazreti Ebû Bekir sağında, hazreti Ömer solunda, hazreti Alî önünde idi (radıyallahü anhüm). Hazreti Alî (radıyallahü anh) bana: «Kalk, Resûlullah geldi» dedi. Gittim, iki mübârek gözlerinin arasından öptüm. Bana bir pide verdi. Yedim. Uyandığımda henüz kalan parçası elimde idi.

    Yine diyor ki: Berzah âlemi denen kabirden teberrük ve tevessülün yalnız peygamberlere mahsus olduğu tereddütlüdür. Zâhir olan, onlardan başkasında, ya’nî evliyâ ve sâlihlerden de câiz olmasıdır. Herşeyin doğrusunu Allahü Teâlâ bilir. Umûmilik bakımından hayâtta olandan tevessül caizdir. Ayrıca buna ilâveten meyyitin rûhunun bekâsı, bilmesi, anlaması ve tanıması, îmân ve .sâlih amellerle olan Allahü Teâlâ katındaki yakınlık ve mertebesi, peygamberlerin efendisine (aleyhimüsselâm) tâbi olma şerefini de kazanmıştır. Tevessül ve istimdâdın hakîki ma’nâsı, yâ bu seçilmiş kula olan muhabbet ve keremi vâsıtasıyla Cenâb-ı Haktan dûâ ve dileğini istemektir. Yahud bu kulun rûhâniyyetinden taleb ve iltimas ile isteğini, Onun katında olan yakınlık ve kerâmeti vesîlesi ile Allahü Teâlâdan istemektir. Birinci yerin hilafına olarak zâtının bâki olması sebebiyle, onun hakkında kat’î nass olmasına ihtiyâç yoktur. Belki onun ya,sak olmamasına dair nassın bulunmaması kâfidir. Evet, eğer onun peygamberlere (salâvâtullahi aleyhim) mahsûs olduğunda kat’î delil getirilirse, o zaman yasak edilmesi doğru oiur. Halbuki bilinen, delil bulunmamasıdır. Yahut da îmân üzere ölmek ve Allahü Teâlâya yakın olmak masum olmıyandan başkası için bilinemez ve yakînen anlaşılamaz denir.se, cevabında deriz ki, îmânın ve yakînin, insanlardan kim hakkında bâki olduğu [peygamberler ma’sûmdur, hep îmânlıdır] Resulullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) husûsî ve umûmî olarak kesinlikle bildirilmiştir. O halde onlara tevessül câiz olur. Ayrılık olduğunu söyliyen yoktur. Bununla beraber büyük meşayıhdan, yanî keşif sâhibi ve âlem-i misâlin, sırların mahremi büyük mutasavvuflardan bildirilen eser ve haberler bu şübheyi kökünden söküp atmaktadır. Evet fukahadan bazısının bu mes'elede bir çeşit ihtilâfları vardır. Lâkin hakka, doğruya uymak en iyisidir. Herşeyin doğrusunu Allahü Teâlâ bilir.

    Yine şöyle anlatır: Tâcüddin Sübkî hazretleri, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek kabrini ziyâretin üstünlüğünü ve derecesini şerîatm dört usûlü ile açıklıyor: Allahü Teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Nisâ .sûresi altmışdördüncü âyet-i kerîmede: «Eğer onlar nefislerine zulm etmişlerken sana gelip, ihlâsla Allahü Teâlâdan mağfiret istiyerek ve senden özür dileyerek şefaat dileseler, Allahü Teâlâ onların tevbelerini kabûl eder ve rahmetiyle ihsan eder» buyuruyor. Bu âyet-i kerîmenin, Resûlüllahın yüksek huzûruna gitmeyi teşvîk etmekte, o huzurda mağfiret istemeğe ve ondan istiğfar dilemeği delil olduğu söylenmiştir. Bu büyük bir mertebedir ve ebedî kesinti kabûl etmez. Çünkü Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) hayâtı ile mematı [ölüm hâli] birbirine eşittir. Bunu

    daha önce açıklamıştık. Ümmetine rahmetinin kemâlinden, refetinin çok fazla oluşundan umulur ki, huzûruna gelip istiğfar eden bir kul için onun istiğfarı, diğerlerinkinden daha kuvvetli ve değerli olur. Bütün âlimler, bu âyet-i kerîmeden mevt ve hayâtın müsâvî olduğunu anlamışlar, ziyâretin edeblerinde, bunun okunmasını ve istiğfar edilmesini bildirmişlerdir. Bir a’râbînin [köylünün] Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) bu dünyâdan göçmesinden sonra, onu ziyâreti ve bu âyeti okuması hikâyesi meşhûrdur. Menâsik kitabı tasnîf eden dört mezhebin bütün âlimleri, bu hikâyeyi bildirmişler ve beğenmişlerdir. İsnâd sahibi olan büyük imamların çoğu onu rivayet eylemişlerdir:

    Muhammed bin Harb-i Hilâlî der ki: Medîneye geldim. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i seâdetini ziyâret ettim. Karşısında oturdum. Aniden bir a’râbînin [köylünün] gelip ziyâret ettiğini gördüm. Ziyâret ederken şöyle diyordu; Ey Resullerin hayırlısı, Hak sübhânehü ve Teâlâ sana kitab gönderdi. Hakdır. Onda: «Onlar nefslerine zırim ettikten sonra sana gelip, ihlâsla Allahü Teâlâdan mağfiret isterlerse...» âyetini indirdi. Ben günâhlarıma istiğfâr ederek sana geldim. Yüksek Cenâbından şefâat istiyorum dedi, ağladı ve şu beyti inşâd eyledi:

    Ey en temiz toprakta' defn olanlar hayırlısı, Güzel kokundan ova ve dağlar temizleniyor, Sâkin olduğun kabre bu canım fedâ olsun, Onda iffet, cömertlik ve kerem bulunuyor.

    Kabr-i seâdetten ayrıldıktan ,sonra, Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyâda gördüm. Buyurdu, o kimseyi bul ve müjde ver ki, Hak Teâlâ onu benim şefâatımla mağfiret eyledi. Günâhlarını bağışladı.

    Hâfız Ebû Abdullah, Misbahuzzulâm kitâbmda, Emîr-ül mü’minin Alî ibni Ebî Tâlibden (kerremallahü vecheh) bildirir: Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) defn ettikten üç gün sonra, bir köylü geldi ve kendini kabr-i seâdetin üzerine attı. Onun temiz toprağını başına saçtı ve: «Yâ Resûlallah, senin Hak’dan duyduğunu biz senden dinledik, .senin Hak’dan ezberlediğini, biz senden ezberledik. Bize okuduklarından biri de: «Nefslerine zulm ettikten sonra sana gelirlerse...» âyet-i kerîmesidir. Ben kendime zulm ettim. Senin huzuruna geldim. Benim için istiğfâr eyle» dedi. Kabr-i seâdetten, elbette mağfiret olundun, sesi geldi. Bir başka yerde yazıyor ki: Kabir ziyâretinden maksad, ya hadîs-i şerîfde: «Kabirleri ziyâret ediniz; çünkü onlar size âhıreti hatırlatır» bildirildiği gibi sırf âhıreti ve ölümü hatırlamak için olur; bazan meyyite düâ ve istiğfâr için olur. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) Bakî' kabristanındakileri ziyâreti böyiedir. Bazan kabirdekilerden fâidelenmek için olur. Sâlihlerin kabirlerinin böyle olduğu eserlerde gelmiştir.

    Yine diyor kî: Mezheb âlimlerinden bazısının, kabirlerden istimdâd ve onlardan faide edinme konusunda ihtilâfları vardır. Nitekim Şeyh Kemâleddin ibni Hümâm bildirmektedir. Herşeyin en doğrusunu Allahü Teâlâ bilir. Ebû Muhammed Mâlikî diyor ki, Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem) ve diğer peygamberlerin (aleyhimüs,selâm) kabirlerinden başka kabirleri fâidelenmek niyyetiyle ziyâret etmek bid’attir. İmâm-ı Tâcüddîn Sübkî diyor ki, onun, Peygamberlerin kabirlerini istisnâ etmesi doğrudur, ama onlardan başkasına bid’at demesi, üzerinde konuşulacak bir mes’eledir.

    Ziyâret bazan kabirde olanın hakkını ödemek için yapılır. Hadîs-i şerîfde: «Meyyitin en hoş ve sevinçli hâli, tanıdıklarından birinin önün kabrini ziyârete geldikleri zamandır» buyuruldu. Bu konuda çok hadîs-i şerifler vardır. Bir merfû’ hadîste geldi ki: «Her Cum’a anasının-babasının veyâ birisinin kabrini ziyâret eden, bundan önce dünyâda kötü ve onlara âsi olsa da, iyilerden yazılır.» Cezbül kulûbun yazısı burada bitti.

    Görüyorsunuz ki, İbni Hümâm muhalefeti, mezheb âlimlerine nisbet eyledi. İbni Hümâmâ göre, mezheb âlimlerinden murâd, fıkhın istilâhını bilmeyip, fıkhın mes'elelerini delilsiz bilen kimselerdir. Onların sözü ise muteber değildir. Nitekim Fethul Kadîr kitabından bu ma’nâ anlaşılmaktadır. Şeyh Abdülhak Dehlevî ve Şeyhül Islâm'ın kitablarmda fukaha dedikleri de, istilâhdaki, ya'nî esas ma’nâsı bakımından değil, âdet olarak fukaha denen kimselerdir. Yoksa, onları reddetmez, ayıplamaz, yemezlerdi. Bütün kitablarda Ebû Muhammed Mâlikî'den başka, ikinci bir muhalif yoktur. O da Peygamberlerden başkasında ihtilâf ediyor. Bunu bildiren, hemen orada bunun reddini de bildirdi ve onun sözünün reddi üzere sözü kesti. Bununla beraber Ebû Muhammedin sözü, Vehhâbî müellifin iddiasına bir fâide sağlamaz. Çünkü orada, sadece bid'at sözü geçmektedir. Bu ise ille harâm: demek değildir. Terâvih için de bid’at sözü kullanıldı. Bu mes’ele, kendi yerinde tamamlandı ve bu kitabda da gelecektir,

    Cezbûl Kuiûb kitabında Ehl-i beyti ziyareti anlatırken diyor ki; Fasl-ı hitâbda şöyle yazıyor; İmâm Câfer-i SĞdıkdan (selâmıüllahi aleyhi ve alâ şâiri ehlinnübûvve) bildirilir. Buyurdu ki: «İmâmlardan birinin kabrini ziyâret eden, Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâret gibi olur. İmâm-ı Alî Rızâya (radıyallahü dnh), bana belîg bir söz ve kelâm öğret de, sizden birini ziyâret ettiğimde onları okuyayım denildiğinde, şöyle buyurdu: Kapıya varınca, dur. Kelîme-i şehâdeti oku. Orada temiz bulun. Girip kabri gördüğünde dur; üç kerre Allahü ekber de. Sonra üzerinde sekîne ve vakar olarak biraz yürü. Adımların birbirine yakın olsun. Sonra dur. Üç kere Allahü ekber de. Sonra kabre yaklaş. Kırk defa Allahü ekber de.

    Sonra, Esselâmü aleyke, yâ Ehle beytirrisâleti ve muhtelefil metâiketi ve mehbitil vahy ve hazânil ilm. Sizden şefâat istiyorum.. Talebimi, dileğimi, isteğimi, hâcetimi size getirdim. Allahü Teâlâ şâhiddir ki, sizin sırrınıza ve alenî hallerinize inanmışım. Cinlerden ve insanlardan Muhammed aleyhisselâma ve Âline düşman olanlardan Allahü Teâlâya sığınırım dersin.

    Şimdi diğer büyüklerin bildirdiklerine dönelim: Âlemgîrî fetâvâ'sında, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve .sellem) kabr-i seâdetini ziyâreti anlatırken şöyle yazar: Meşâyıhımıız, bu, müstehabların en üstünüdür dediler. Menâsik-î fârisî’de ve Şerh-i Muhfâr’dd diyor ki: Ravda-yı mutahharayı ziyâret, kudreti olana vâcibe yakındır. Hac farz ise, onunla başlamak daha iyidir. Nâfile ise, dilediğinden, kolayına gelenden başlıyabilir. Kabre varınca: «Esselâmü aleyke yâ Nebiyyellah ve rahmetullahi ve berekâtfthü»der ve selâmını taşıdıkların selâmını bildirir ve: «Filân oğlu filânın sana selâmı var, yâ Resûlallah, senden, rabbinin huzûrunda şefâat olunmasını ister, ona ve bütün müslimanlara şefâat eyle» der. Sonra diyor ki: Sonra otuz şantim kadar geri çekilir ve: «Sizin ikinize selâm olsun, ey Resûlullahın yanında yatan, onun arkadaşları, yardımcıları ve müşirleri ve dîni sağlam tutmakta onun muavinleri ve ondan sonra müslimanların işlerini görenleri. Allahü Teâlâ ikinize [Ebû Bekr ve hazreti Ömere-radıyallahü anhüma] bizden en iyi karşılıklar versin. Size geldik. Resûlullahın bize şefâat etmesi, rabbimize çalışmalarımızı kabul ve onun dîni üzere yaşamamız, milleti üzere ölmemiz ve onlarla haşr olunmamız için. Sizi tevessül ediyoruz. Sonra dilediğini buna ilâve eder, dilediğini etmez. O anda aklında olan düâları okur.

    İbni Hümâm Fethui Kadîr’de şöyle yazar: Üçüncü maksad, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i seâdetini bildirir: Meşayıhımız, müstehabların en efdalidir demişlerdir. Menâsik-i Fârisî'de ve Şerh-i muhtâr’da diyor ki, kudreti olana vâcibe yakındır. Dâre Kutnî ve Bezâr'ın bildirdikleri hadîs-i şerîfde: «Kabrimi ziyâret edene şefâatim vâcib oldu.» Dâre Kutnî'nin bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Başka işi olmayıp, sırf beni ziyâret edene, kıyâmet günü şefâat etmek üzerime hak olur.» Yine Dâre Kutni’nin bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Hac edip, öldükten sonra benim kabrimi ziyâret eden, hayâtımda beni ziyâret etmiş gibi olur» buyuruldu. Burada hac eğer farz ise, onunla başlamak, .sonra ziyâret etmek daha iyidir. Nâfile ise, dilediğinden başlıyabilir. Kabr-i seâdeti ziyârete niyyet edince, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidini de ziyârete niyyet etmelidir. Sonra diyor ki: Bu zaîf kula göre, evlâ olan, sırf Resûlullahın kabr-i seâdetini ziyârete niyyet etmeli, buna kavuşunca mescidin ziyâretine de niyyet etmelidir. Çünkü bunda Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) daha çok tazim ve icîâl vardır. Yukarıda bildirdiğimiz: «Başka işi olmiayıp sırf benim için ziyâret edenler...» hadîs-i şerifinden de böyle anlaşılmaktadır.

    Yine diyor: Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûrunda, onu tevessül ederek hâcetini Allahü Teâlâdan diler. İstenen şeylerin en büyüğü ve en önemlisi hüsn-i hâteme [îmanla ölmek] ve mağfiret [günâhlarının bağışlanması] dır. Sonra Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) şefâat ister ve: «Yâ Resûlallah, senden şefâat istiyorum ve Allahü Teâlâya şeni vesîlem ediyorum, dînin ve sünnetin üzere ölmeme yardımını diliyorumsder.

    Yine diyor: «Ebû Fedîk der ki, zincirleme olarak duydum ki: Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i seâdeti yanında durup, inneîlahe ve mela’iketehü yusallûne alennebiyyî... âyetini okuyup, sonra yetmiş defa sallallahü aleyke yâ Muhammed (aleyhissalatü vesselâm) diyene, bir melek seslenip. Sallallahü aleyhi ve aleyke yâ filân [ya’nî Allahü Teâlâ ona ve sana rahmet eylesin ey filân] der. Onun her haceti görülür. Üzerindeki selâmları, şöyle selâm vererek teblîğ eder: «Esselâmü aleyke yâ ReSûlallah, filân oğlu filân sana selâm ediyor yâ Resûlallahi> der. Ömer ibni Abdülazîz (rahmetullahi aleyh) böyle vaşıyyet eder ve Şamdan Medîneyi münevvereye selâm götüren elçi gönderirdi.

    Yine diyor: Evine dönmeye niyyet edince, veda’ için mescid-i nebiye gidip nemaz kılarak ve sonra istediği düâları ederek, vedâ etmesi, sonra Kabr-i seâdete gelip selâm verip, kendisi, anası-babası, kardeşleri, evlâdı, ehli ve malı için dilediği düâları yapar ve Allahü Teâlâya, ehline, dünya ve âhıret belâlarından sâlimen, ganimen ve âfiyetle kavuşması için düâ eder ve vedâ etmeden der ki: Yâ Resûlallah, inşaallahü Teâlâ kendi haremine ve Habîbinin haremine âfiyyetle yine gelmemi nasîb eder. Bu defa Ravdâ-i şerîfe’de, nemazdan sonra ve Kabr-i seâdetin yanında çok düâ eder.

    Fetâvâ-yı Kadıhân’da yazıyor: Medîne-yi münevvereye gelince, Resûlüllahın (Sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i seâdetini ziyârete hazırlanır. Sükûnet, vakar, heybet ve iclâl ile Kabr-i seâdete gelir. Çünkü orası, Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) makâmı, vahyin ve meleklerin indiği yerdir. Rivâyet olundu ki, hergün yetmişbin melek oraya iner ve kıyâmete kadar kabri kuşatırlar.

    Yine diyor: Burada durunca, Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek yüzüne karşı durur. Sonra: «Eşselâmu aleyke, yâ Resûlallah ve rahmetühü ve berekâtühü. Şehâdet ederim ki, sen Allahü Teâlârım peygamberisin. Peygamberliğini bildirdin, emâneti eda ettin. Ümmete nasihat ettin. Allahü Teâlâ hamîd ve hammûd olarak rûhunu kabz edinciye kadar Allahü Teâlânın emrinde cihâd ettin, uğraştın. Allahü Teâlâ küçüklerimiz ve bû-

    yüklerimiz tarafından sana en iyi karşılıklar versin. En üstün rahmeti sana eylesin. Yâ rabbi peygamberimizi, kıyâmette peygamberlerin en yakını eyle. Ona vesîle, fğdl ve fadîle derecelerini ver. Bize havzını ihsân et, kâsesiyle bizi içir. Şefâatini bize ihsân eyle. Kıyâmet günü bizi, onun yanında bulundur. Yâ rabbi, bunu, Resûlünün kabrini sonziyâretim eyleme. Tekrâr buraya gelmemi nasîb eyle! Yâ Zel Celâl-i vel ikrâm! Resûlullahın Eshâbı ve arkadaşları hazreti Ebû Bekr ve Ömere (radıyallahü anhümâ) düâ eder ve, Esselâmü aleykümâ der; hâcetini ister. Mevâhibülledünniyye’de şöyle yazar: Düâ etmeli, ifâdenin âeciîne zorlamamalıdır. Çünkü bu huşu’u bozmağa sebeb olur. Onlardan bir cemâat anlatır. İmam Ebû Nasr İbni Sabbağ Şâmil’de Absî'den meşhûr hikâye bildirir.!,smi Abdullah bin Ömer bin Muaviye bin Atebe bin Süfyân bin Dahr bin Harbdır. İkiyüzyirmisekiz (m. 842) yılında vefât eyledi. İbni Neccâr, İbni Asâkir ve İbni Cevzî bunu Muhammed bin Harb-i Hilâlîden bildirdi. Diyor ki: Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i seâdetine geldim. Ziyâret eyledim. Karşısında oturdum. Bir arabî geldi. Ziyâret eyledi. Sonra dedi. Ey Resûllerin hayırlısı! Muhakkak ki, Allahü Teâlâ sana doğru kitâb indirdi. O kitabda: «Mefslerine zulm edip, sana gelenler...» buyurdu. Günâhlarımdan İstiğfâr ederek, rabbimin katında bana şefâat etmen için sana geldim.. Sonra şu şiiri inşâd eyledi:

    Ey en temiz toprakta defn olanlar hayırlısı! Güzel kokundan ova ve dağlar temizleniyor. Sakin olduğun kabre, câmm feda olsun.

    Onda iffet, cömertlik ve kerem bulunuyor.

    A’rabî Kabr-i şerifin üzerinde durdu ve: Yâ rabbi, sen kulun âzâd edilmesini emr eyledin. Bu işe senin Habîbindir. Ben ise senin kulunum. Habîbinin kabri hürmetine beni cehennem ateşinden âzâd eyle diye yalvardı, Hatiften bir ses duydu: Yalnız kendinin kurtulması için düâ ettin. Niçin herkesin kurtulmadı için düâ etmedin. Git, seni cehennemden âzâd eyledik.

    Yine Mevâhib’de diyor ki: Hâtem-i Asem (rahmetullahi aleyhi) Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabri üzerinde durup: «Yâ rabbi, Peygamberinin kabrini ziyâret eyledik. Bizi mahcûb olarak geri çevirme» dedi. Bir ses duydu: «Ey filân, seni kabûl etmeseydik, Habîbimin kabrini ziyâretine izin vermezdik. Sen ve seninle olan ziyâretciler, senin için mağfiret olunmuş olarak dönünüz» diyordu. İbni Ebî Fedîk der ki: Yetiştiklerimin birinden duydum. Dedi kİ, bana şöyle bildirildi: Re.sûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i seâdetinin yanında durup: «İnnellahe ve melâiketehü yusallûne...» ayet-i kerîmesini okuyup, yetmiş kerre, «sallallahü aleyke yâ Muhammed» diyene, bir melek seslenir ve sallallahü aleyke [Allah sana rahmet eylesin] ey filân der. Onun her işi görülür.

    Şeyh Zeynüddin Mergınânî ve başkaları buyurur: «Rivâyette, yâ Muhammed! diye bildirildiği halde, yâ Resûlaiîah demek daha evlâdır.» Levâmî'ul envâr fîled’ıyyeti vel ezkâr kitâbında da böyle yapılması tenbîh ediliyor, ayrıca başka şeyler de bildiriliyor.

    Yine diyor: O yüksek huzûrda çok düâ ve tazarru’ edilir ve tevbe yenilenir. Allahü Teâlâdan Resûlüllahın hürmetine, tövbesinin nasûh [sağlam] olmasını diler. O şerefli yerde Resûlullaha çok salatü selâm okur: Çünkü işitir ve selâmına cevab verir.

    Yine diyor: Ziyaretçilerin çok düâ etmeleri, çok yalvarmaları lâzımdır. Resûlullahı çok tevessül etmeleri, istiâne ve teşeffu’ [yardımını dilemeleri] gerekir. Ondan şefâat dileyene Allahü Teâlânın şefâat etme,si lâyıktır.

    İstîgâse, yardım istemek demektir. O halde yardım istiyen, yardım istenenden, kendisi için yardımcı olmaşını ister. Böylece istiâne, tevessül, teşeffıT, teveccüh ve teveccühle arasında fark olmaz. Çünkü son ikisi câh ve vecâhet kelimelerinden olup, ma’nası mertebe ve derecesi yüksek dernektir. Kendinden yüksek makamda olan birini tevessül ederek yükselmek normaldir. Tahkîk-unnasr ve Misbahuzzulâm'da böyle yazılıdır: Resûlullahdan istiâne, tevessül, teşeffu' ve teveccüh her halde vâkidir. Dünyâya gelmeden önce olmuştur. Dünyâda kaldığı müddetçe olmuştur. Âlem-i berzah olan kabir hayâtında olmuştur, oluyor ve olacaktır. Kıyâmet günü Arasatta yine olacaktır. Birinci haldekiler için, birinci maksadda anlattıklarımız size yetişir. Orada Âdem aleyhisselâmın şefâat ve yardım dilemesini bildirdik. Âdem aleyhisselâm Cennetten çıkarılır... Düâşından sonra Allahü Teâlâ ona: «Ey Âdem, eğer bana Muhammed aleyhisselâmın hürmetine göklerdekilerin ve yerdekilerin şefâatini isteseydin, kabûl ederdim» buyurdu. Hâkim, Beyhekî ve daha başkalarının hazreti Ömer ibni Hattâbdan (radıyallahü anh) bildirdikleri hadîs-i kudsîde: «Benden istersen, seni mağfiret ederim» buyuruldu. Allahü Teâlâ İbni Câbire rahmet eylesin, buyurdu ki: Âdem aleyhisselâm, onun hürmetine düâ edince Allahü Teâlâ, düâ,sim kabûl etti. Nûh aleyhisselâm onun hürmetine gemiyle kurtuldu. Halîl aleyhisselâma ateşin zarar vermemesi, onun nûru sebebiyledir. İsmâil aleyhisselâmın boğazlanmaktan kurtulması onun hürmetinedir.

    Dünyâya geldikten sonra ona tevessül: Hayâtında olan tevessüldür. Kıtlık olduğu ve yağmur yağmadığı zaman ondan istiâne etmeleri, yardım istemeleri gibi. Aç kalanların istiâneleri ve kitabımızda mu'cizeler kısmında anlattıklarımız bu cinstendir. Hâcet sâhiblerinin istiâneleri de böyiedir. Nesâî'nin ve Tirmizî’nin Osman bin Haniften (radıyallahü anh) bildirdikleri bu konuda sana yeter: Gözleri görmez birisi Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) geldi ve, Allahü Teâlâya düâ et de beni iyi etsin dedi. Ona 

    güzel bir abdest almasını ve: «Allahümme innî es’elüke ve eteveccehü ileyke binebiyyike Muhammedin rebiyyirrahme. Yâ Muhammed (aleyhisselâm) inınî eteveccehü bike ilâ rabbi fî hâcetî litakdıye. Allahümme feşefii’hu fiyye» okumasını buyurdu. Beyhekî buna sahîh dedikten sonra diyor ki, o kimse gözleri açılmış olarak kalktı gitti.

    Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtından sonra tevessül: Bunda sayılamıyacak kadar misaller vardır. Misbahuzzulâm fîl müstegîsîne bi hayril enâm kitâbında, İmâm Ebû Abdullah ibni Nu’mân bir oarça bahseder ve der, ki: Hastalandım. Doktorlar çâre bulamadılar. Senelerce öyle kaldım. Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem), Sekizyüzdoksan üç yılı Cemâzil evvelinin yirmisekizinci gecesi Mekkede (Allah şerefini arttırsın ve sıkıntı çekmeden oraya gitmemi nasîb eylesin) istiâne ettim. Gözlerim alır almaz, bir adam gördüm. Yanında kâğıt vardı. Üzerinde: «Bu Ahmed ibni kastalanînin hastalığına şifâdır. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) yüksek huzûrlarından buna izin verilmiştir yazısı vardı. Sonra uyandım. Allahü Teâlâya yemin ederim ki, o hastalıktan bende eser kalmamıştı. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) bereketi ile şifâ bulmuştum. Sekizyüz seksen beş yılında Medîne-yi münevverede Resûlullahı ziyâret edip Mekkeye gelirken yine bana böyle oldu. Mısra gitmek niyyetindeydik. Hizmetçimiz habîs bir hastalığa yakalandı. Günlerce sürdü. Nihâyet Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) şefâat ve yardım istedim. Rüyâda birisi yanıma geldi. Hizmetçime o sar’a hastalığını veren cinnî de yanında idi. O kimse bana, bunu sana Resûlullah (sallallahü ve sellem) gönderdi. Onu azarladım* ve bir daha musallat olmaması için ondan ,söz aldım. Sonra uyandım. Hastalıktan eser yoktuRahatlama neşesi içindeydi. Sekizyüz doksan dört yılında onu Mekkede bırakıncaya kodar bir daha o hastalığa tutulmadı.

    Kıyamette Arasatta Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) tevessül; Bunda icma' vardır. Şefaat hakkındaki hadîs-i şerîf tevâtûren sabittir. Ey saâdete kavuşmak işleyen, her hâlinde iyi hâl dileyen! Onun lutf ve keremine sarıl. Onun ni’met sofralarına tufeylî ol, onun şerefli makamına tevessül eyle. Onun yüksek mertebesinden şefâat iste. Yükseklere ulaşmak için vesîle odur. Emeller hedefi odur. Bütün Peygamberlerin (aleyhimüsselâm), üzüntü ve sabırsız oldukları gün, sığınak odur. Sana inenlerde onu imâm eyle. Yakınlık ve menzil değişikliklerinde ona uy. Çünkü muradına onunla kavuşur, ilmi herşeyi kuşatanın rızâsına onunla ulaşırsın. Çeşitli yakınlıklara kavuşmak için, yaşadığın müddetçe, elinden geldiği kadar rızâsını kazan. Saadet kapılarını, taleb tırnaklarınla tırmalamağa, çalmağa devam et. İbâdetlerin yüksek derecesine çık. Arzu perdelerinin içine gir.

    İstigâse hakkında şöyle yazar: İbni Ebî Şeybe, Ebî Sâlihden, o da İmâm Mâlikden bildirir: Hazreti Ömer (radıyallahü anh) zamanında kıtlık oldu. Bu kimse Resûlullahm (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i seâdetine geldi. «Yâ Resûlallah, ümmetine yağmur iste, onlar helak olmak üzeredirler» dedi. Rüyâda o kimseye gelip, hazreti Ömerden iste buyurdu.

    İbni Hacer, Hayratü! hısan fî menâkıbfn-Nu’mân kitabında şöyle yazar: Âlimler ve hâcet sâhibleri İmâm Ebû Hanîfenin (radıyallahü anh) kabrini her zaman ziyâret ederler. İşlerinin görülmesi için, onu Allahü Teâlâya vesîle ederler. Bunlardan biri de İmâm-ı Şâfiîdir (radıyallahü anh). Buyurdu ki: «Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum ve kabrine geliyorum. Ya’nî onu ziyâret ediyorum. Bir hâcetim olduğu zaman, iki rek'at nemaz kılıp kabrine gidiyorum, onun yanında Allahü Teâlâdan istiyorum. İşlerim görülüyor, müşkilim çözülüyor.» Şeyhlerimizin şeyhi, vilâyetin imâmı zâhid ve veliyyullah Şeyh Şihâbuddin Eyşîtî bazı kitablarında, zann-i gâlibime göre Nevevî Minhâcının Hutbesi şerhinde bildiriyor ki: İmâm-ı Şâfiî sabah nemazını İmâm-ı A’zam ebû Hanîfenin makamında kıldı. Sabah nemazında kunut okumadı. Neden okumadınız sorulunca,: «Bu kabirden hayâ ettim» buyurdu. Şâh Veliyyullah, Kuvvetül ayneyn fî tafdîlişşeyhayn kitâbında der ki: Kırkıncı nevi: Resûlullah (.sallallahü aleyhi ve sellem) rüyâda, hazreti Ömerden yağmur istemesini buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi İmâm-ı Mâlik bildirdi: Hazreti Ömer (radıyallahü anh) zamanında kıtlık oldu. Bir kimse Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrine geldi ve: «Yâ Resûlallah, ümmetine yağmur iste, nerdeyse helâk olacaklar» dedi, Resûlullah rüyâda ona gelip, Ömere git buyurdu. Yağmur yağması için hazreti Ömere gitti. Onlar da yağmur düâsına çıktılar... Bunu Ebû Ömer İstiâb kitâbmda bildiriyor.

    Şurasını iyi bilmelidir ki, Şâh Veliyyullah-ı Dehlevîden ve diğerlerinden nakiller bildirmemiz iltizâm için olup, hüccet için değildir.

    Aliyyül kari Mişkât Şerhi Birkat’da Muhammed İsmail-! Buhârîyi (rahmetullahi aleyh) anlatırken şöyle der: Ölümünden yıllar sonra, Semerkandlılar tekrâr tekrâr yağmur düâsına çıktılar. Yağmadı. Sâlihlerden bazısı şehrin kadısına, insanları imâm-ı Buhârînin kabrinin yanına götürüp, onun yanında yağmur isteyin. Allahü Teâlâdan umarız ki, bize yağmur gönderir. Dedikleri gibi yaptılar. İnsanlar kabrin yanında ağladılar. Kabirde yatandan şefâat istediler. Allahü Teâlâ gökten çok yağmur yağdırdı. Bu yüzden insanlar orada kaldılar. Yedi gün kimse Semerkand’a gelemedi. İmâm-ı Müslimi anlatırken diyor ki: Büyük âlim Şemsüddin Muhammed bin Cezrî, Tashîh-ül mesâbih ismini verdiği Mesâbihin mukaddimesinin şerhinde der ki: Kabrini Nişapurda ziyâret ettim. Kabrinin yanında Sahîh'inin bir kısmını teberrüken okudum. Bereketinin eserlerini gördüm ve türbesinden cevâb geldi. Ebû Hanîfeyi (radıyallahü anh) anlatırken diyor ki: İmâm-ı A'zam (radıyallahü anh) Bağdad'da vefât etti. Kabri oradadır. Ziyâret olunur ve bereketlerinden istifâde edilir. İmâm-ı Şâfiî Bağdad'a gelince, kabrini ziyâret eyledi. Yanında iki rek’at nemaz kıldı. Tekbirde ellerini kaldırmadı. Bir rivâyette bu iki rek’at,sabah nemazı idi. Kunut okumadı. Niçin kunut okumadınız? dediklerinde; «Bu imâma olan edeb ve hürmetim, huzûrunda ona uymıyan bir şeyi yapmaktan çoktur» buyurdu. Ahmed ibni Hanbeli anlatırken diyor ki: Vefât ettiği gün yirmibin kişi müsliman oldu. Kabri Bağdaddadır, ziyâret olunur ve bereketlerinden istifâde edilir.

    Biliniz ki, bu Necdî fırkasının, ya’nî Vehhâbîlerin yolu şöyledir ki, kendi bozuk yollarında olanlarla ve akîdesî zaif olanlarla başka konuşurlar, âlimlerle münâzârada ise bir başka yolda giderler. Hep iki yüzlü olurlar. Onların çoğundan işittim ki, Allahdan başkasından istiâne, [ya’nî vâsıta olmak istemek] peygamber olsun, velî olsun, melek olsun, cin olsun, uzak olsun, yakın olsun, ölü olsun, sağ olsun, hepsi şirktir. Bazı dünya işlerinde yanındaki insanlardan, meselâ hizmetçiden, doktordan ve emîrden istiâne şirk olmaz, bunlar istisnâdır derler. Ama münazara ederken derler ki, biz kabrin yanındaki i.stimdâdı men etmiyoruz, kabirden uzakta yapılanı men ediyoruz. Mîe mesâil kitabının yazarı bu kitabında bardağı taşırdı ve Erbain kitabında bir mızrak salladığından, biz de kabrin yanında istimdâdı böyle uzun anlattık. Şimdi şunu da söyliyeyim ki, istimdâd ve tevessülü ayırıp, birincisine Nebî ve velîye seslenme ve buna şirk demek, İkincisine Allahü Teâlâya seslenme ve buna câiz demek —ki arasıra onlardan duyuluyor— sırf bu bid’at fırkasının uydurmasıdır. Âdete de şerîate de muhaliftir. Hiçbir yerde aslı olduğu bulunamaz. Belki Şeyh Abdülhak hazretlerinin ve Şeyhül İslâmın sözlerini ayıramamıştır diye, onların sözlerini açıkça bildirdik ve Mevâhib-i ledünniyyeden haber verdik. Ezkâr'da der ki: Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) tevessül istiâne, teşeffû ve teveccüh arasında fark yoktur. Diğer Peygamberlerden ve evliyâdan da böyledir.

    Muhammed İsmâil Buhârî Cihâd kitabında, fakirlerden ve sâliklerden iştimdâd için bir kısım ayırdı ve onu isbât için, sâlihlere tevessülün câiz olduğunu gösteren hadîsi bildirdi. Bu ayrılığın bu zamana kadar, Necdî [Vehhcıbî] şeyhlerinden Mevlevî İsmâil ve Mevlevî Abdülhayy ve benzerlerinden başka, kinîse senedini bildirmemiştir. Bundan önce bildirilenleri göz önünde tutarak, diğerlerini yazalım: Hısn-ı Hasîn kitâbında diyor ki: Bir kimsenin zarûrî bir işi olursa, iyi bir abdest alsın. İki rek'at nemaz kılıp, sonra: «Allahümme innî es’elüke ve eteveccehü ileyke binebiyyike Muhammedin Nebiyyîrahme. Ycı Muhammed, innî eteveccehü bike ilâ rabbî fî hâcetî hâzihî iitakdıye lî Allahümme feşeffi'hu fîyye» demelidir. Molla Aliyyul Kârî, Yâ Muhammed'in şerhinde yazıyor ki: Yüzünü ona dönmek ve rûhunu Allahü Teâlâya çevirmek için yanında yalvarmak; Allahdan başkasından birşey istememek, Allahdan başkasına, sana dönerim dememektir. İnnî eteveccehü bike’yi şerh ederken diyor ki: B harfi istiâne içindir. Litakdiye’yi şerh ederken yazıyor ki: Mechül sigası iledir. Sonra diyor ki: Bir nüshada fâil sigası iledir. Benim işimi görmen için demek olur. Ma’nâsı, işimin olmasına ve muradıma kavuşmam için sebeb olman için olur. Burada isnad mecâzîdir.

    Muhalifler bu hadîste, bu düânın yalnız Resûlullahın huzurunda okunmasına cevaz veriyorlar. Onların bu iddiası, Hısn-ı Hasîn ve diğer umûmî söyliyenlerin yanında değersizdir. Çünkü Hısn-ı Hasîn sâhibi, zarûrî bir işi olan deyip, umûmî yazıyor ve bu bozuk akîdenin habîs ağacını kökünden kesiyor. Taberânî Mu’cem-i Kebîr'de Osman bin Hanîfden (radıyallahü anh) bildiriyor ki, O,sman ibni Affân'ın (radıyallahü anh) zamanında işi olan birine öğrettiği... hikâyesi daha önce geçmişti. Görüyorsunuz ki, hadisin râvisi olan Osman ibni Hanîf (radıyallahü anh) Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtından sonra, işi düşen o kimseye izin verdi. O kimse de dediğini yaptı ve arzusuna kavuştu. Hısn-ı Hasîn’de diyor ki: «Hayvanı kaçtığı zaman, Ey Allahın kullan, banp yardım ediniz. Allah size merhamet etsin diye seslenmeli, yardım isteyeceği zaman, üç defa, ey Allahın kulları bana yardım edin demelidir. Tecrübe edilmiştir.» Muhalifler bu hadîs-i şerife iki şekilde yanlışlık söylerler. Birincisi bu hadîs-i şerifin mevkuf olma yarası ki, Hısn-ı Hasîn sahibi mevkuf alâmeti yazmıştır. İkincisi ma'nâsında; Allahın kulları, mevcûd diri kimselerdir ve şunu öğretmek maksadını taşımaktadır ki, insanların isimlerini biliyorsanız isimleriyle, bilmiyorsanız böyle sesleniniz demektir derler. Bu ikisi de tamamen asılsızdır. Mevkuf olan yalnız «Allah size merhamet eylesin» kısmıdır. İbni Ebî Şeybe böyle demektedir. «Hayvanı kaçtığı zaman, ey Allahın kulları, bana yardım edin» kısmı mevkuf değil, merfû'dur. Bezârın rivâyeti böyledir. Hısn-ı Hasîn sâhibinin, Allah size merhamet etsin’den önce R harfi, Bezar’ı gösteriyor. Mu yazması durma işâreti, MS ile Musannifi bildirmektedir. İbni Ebî Şeybe, ondan sonra, açıkça ona delâlet ediyor. İkinci rivâyet Taberânîdendir. O da mevkuftur.O halde buradan yaralama yaralanmış [cerh mecrûh olmuş] oluyor. Aynı şekilde, hadîsin ikinci kısmına ma'nâ vermekten kaçınıyor.

    Aliyyül Kâri şerhde yazıyor ki: «Ey Allahın kullan bana yardım ediniz» den murâd, melekler, yahud cinlerden müsliman olanlar, yahut ebdal denen ricâl-i gayb olanlardır. Bunu Bezâr Abdullah ibni Abbâstan (radıyallahü anhümâ) rivâyet etmiştir.

    İbnî Sünnî Abdullah bir Mes'uddan (radıyallahü anh) merfû’ olarak bildirir: «Sizden birinizin hayvanı kaçıp da bulamazsa, Ey Allahın kullan bana yardım ed’niz, diye seslensin. Çünkü Allahü Teâlânın, yeryüzünde başka kullan vardır.» Âlimlerden birinden hikâye edildi. Hayvanı kaçmıştı. Zannedersem katır idi. Bu hadîsi bilirdi. Okudu. Hayvan o anda olduğu yerde kaldı, ya’nî o kullar vâsıtası ile Allahü Teâlâ o hayvanı durdurdu. Sahibi gidip aldı. Bir gün bir cemâatle idim. Birinin hayvanı kaçtı. Onu yakalayamadılar. Bu hadîs-i şerîfi okudum. Başka hiçbir sebeb yokken, hayvan o anda durdu. Bunu İmâm-ı Nevevî Ezkâr kitabında bildiriyor. İbni Ebî Şeybe, Allah size merhamet eylesin kısmını İbni Abbas’tan (radıyallahü anhüma) mevkuf olarak bildiriyor.

    İkinci hadîsin şerhinde Tı harfinden sonra diyor ki: Tciberânî Zeyd İbni Alîden, o da Ukbetibni Gazvandan, o da Re.sûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) bildiriyor. Buyurdu: «Sizden biriniz birşey kaybeder veya bulunduğu yerde hiç arkadaşı olmayıp yardım isterse, Ey Allahın kulları, bana yardım ediniz desin. Çünkü Allahü Teâlânın sizin görmediğiniz kullan vardır.» Bu tecrübe edilmiştir. Kesindir.

    Mevlevî Abdülhayy istiânenin reddi hakkında fetvâ yazdı ve üzerine bu bid’at fırkası vehhâbîlerden şu otuz bir kişinin isimlerini yazıp mühürlediler: «Ahmedullah, Muhammed Haşan Ensârî, Vahîduddîn, Muhammed Yû,suf, Nasîruddîn-i Keşmîrî, Mahbûb Alî, Hudabahş, Müftî Şıhabüddîn, Muhammed Mustafa, Hidâyet Ahmed, İlâhi bahş müftî ismi İsmâil Dehlevî, Halîluddîn, Muhammed Ömer Gazyâbâvî, Muhammed salâh dişah, Vahîduddin, Abdullah han, Kalender Alî, Muhammed Yahyâ, Kânpûrda sâkin Emînüddîn, Hurrem Alî, Kameruddin Necâr pûrî, Ebûl Kasım Murâdâbâdî, Saîdüddin, Muhammed Hayatullah, Sirâcüddin, Alaüddîn, Hidâyet Alî Vekil Engirizî. Faraza bu rivâyet sâhih hadîslerden olsa, o zaman merfû, hadis değildir. Belki mevkuftur. Hadîs-i mevkufa tutunmak, merfu' hadîse yapışmaktan, onunla amel etmekten daha zordur.»

    Buradan anlaşılıyor ki, yalan iddia, asılsız nakl, ihtilâf hükmü, yalnız mutabımızın kendine mahsûs bir sıfat değil, belki bu bid’at fırkasının özelliğidir. Merfû’ bir hadîsi kendi nefsî arzûiarını isbât için mevkuf yazmak ve üzerini mühürlemek ve kendince dinine yardım etmek, bu fırkadan başkasından muhaldir, imkânsızdır. Görülür ve duyulursa, onlar yapmışlardır. Allah korusun! Allah korusun! Bilmemezlikten de olsa yine kötüdür. İşin doğrusu şöyledir ki, fetvâyı mühürliyenlerin çoğunun ilm ve anlayışları yoktur. Bu bid’at yolun yolcularına inanarak, önce kendi görüşlerini mühürlediler. Kitaba baş vurmadılar. Hepsi yersizdir. Asılsızdır. Nakilsizdir. O mühürler neyin sıhhatini gösteriyor!

    İbni Abdilbir İstiâb kitabında bildiriyor: Nâbiga-ı ca'dî Eshâbdan idi (radıyallahü anhüm) buyurur ki: Ebû Mûsa’l-Eş’arînin (radıyallahü anh) Bosrada valiliği zamanında, Çeraî kasabasında kamçı yiyenler, bazı şiirler okurlardı. Okudukları beytlerden birinin ma'nâsı şöyledir. Ey Resûlullahın (aleyhisselâm) mübarek kabri ve iki halifesinin kabirleri! Bizi duyuyorsanız, imdâdımıza gelin!

    Hanefî fıkhının muteber kitâblarından olan Fetâvâ-yı Hayriyye kitabının sâhibi, Dürrülrnuhtâr kitâbının sahibinin [Alâüddîn Haskefî] hocasıdır. Dürrül muhtâr’da ondan çok nakiller vardır. İşte bu Fetâvâ'da diyor ki: «Ey Şeyh Abdülkâdir! Sözü nidadır. Allah için bir şeye kullanıldığı zaman, Allah için ikrâm olarak birşey istemek olur. Haram olmasını gerektirecek bir .sebeb yoktur. Kaıydüşşerâid ve Nazmülferâid’deki yazılara bakıp aldanmak câiz değildir. Orada bir kimse, Allah için diyerek bir şey istese, bazıları, kâfir olur diyor. İş böyle değildir. Nasıl böyle olsun ki, mü’min girdiği kapıdan çıkmadıkça, kâfir olmaz, din büyüklerinin sözüdür. Yine diyorlar ki, küfr büyük şeydir. İhtilâf olan şeyde, zayıf bir rivâyet olsa da, mü’mine kâfir oldu denilemez. Allah korusun, böyle söyliyen kâfir olabilir. Şârihi diyor ki, böyle mes’elede küfr olmıyan tarafı tercih etmelidir. Burada küfr demesi, Allah için birşey. isteme,sindendir. Allahü Teâlâ ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Herşey Ona muhtacdır. Bu ise hiç kimsenin aklına gelmez. Çünkü bu tür istemekte kullanılan Allah sözü, ta’zîm içindir. Nitekim Enfâl sûresinde: «O şeyin [ganimetin] beşte biri Allah içindir» buyuruldu. Bunun misalleri çoktur.

    Mevlevi Refiuddin Esrâr-ı Muhabbet risâlesinde şöyle yazar: Diri ve hâzır olanları sevmek şimdi ve ilerde [dünya ve âhırette] fâidelidir. Ama ölüleri sevmenin fâice.si âhırettedir. Ancak îmânlı olup, sevilmeğe lâyık ol

    ması elbette şarttır. Dünyadaki fâidesi, devamlı teveccüh, kalbini boş şeylerden arındırmak, zikrine devam, ona çok nidâ etmek [Ey filânca demek] sevâbını ona göndermekle ona iyilik etmek, ehline, çoluk çocuğuna iıhsân etmek şartıyle olur. Daha çok sayılabilir. Bunlar üveysîlik kapısını açar ve sohbetin fâidesini verir.

    Kâdî lyâdın şifâsında bildirilmektedir: Abdüllah ibni Ömerin (radıyallahü anhüma) ayağı uyuştu. Kendisine, sevdiklerini hatırla, geçer dediler. Hemen, yâ Muhammed (aleyhis,selâm) diye yüksek sesle bağırdı. Şâh Abdülazîz Dehlevî hazretlerinin babası şâh veliyyullah Etyab-ünnigam adlı kasidesinde şöyle der:

    Ey halkın hayırlısı Allah sana rahmet etsin. Ve hep hayır beklenen ihsânı bol efendim, Zararları açmaya ümid kaynağı sensin. Cömertliği, buluttan yüksek olan efendim. İnarırım, Allahım, râhimıdir kullarına, İhsan hâzinesinin, anahtarı .sensin efendim. Makamın her Resûlden daha yüksektir senin. Onlar parlayan yıldız, sen güneşsin efendim. Şefâat ehli olmadığı gün şefâatçı sensin, Sevâd bin Kâribin övdüğü sensin efendim. Büyük musibetlerin hücumundan koruyan, Kalbdeki yaralara şifâ sensin efendim.

    Korkunç karanlıklardan, ben şimdi korkmuyorum. Zamanın derdlerinden kaçmıyorum efendim Çünkü ben senin sağlam kal'anın içindeyim, Surları kılıçlardan daha keskin efendim!

    Şâh Veliyyullah İntibah kitabında şöyle yazar: Şeyh Ebû Tâhir, Kaşaşî’den bildirir: Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) bir mektûb yazdı. Bazı ihtiyaçlarını arz etti. Mektûbun süreti şöyledir. Yâ Resûlâllah, sallallahü aleyke [Allah sana salat, ya’nî rahmet] eylesin. Sen mi bana daha yakınsın, yoksa bu mu? Bana yakın olmanın hürmetine istiyorum. Her nekadar uzak isem de, kendim, dünya ve âhıret işlerim hakkında şefâatinize sığınıyorum. Seven emniyettedir...

    Aynı kitâbda diyor ki: Kadîrî tarikatından bazıları işlerinin olması için, şu şekilde hatm ederler: Önce iki rek'at nâfile nemaz kılıp, sonra yüzonbir salavât-ı şerife, sonra yüzonbir keiîme-i temcîd [lâ havle...] yüzonbir defa şey’en lillâh yâ Şeyh Abdülkâdir Ceylânî... derler.

    İyi bilinmelidir ki bu kitâbın ismini İntibah fi selâsiH evliyâullah [Evliyânın yollarında uyanma] koydu. Kitâbın mevzuu evliyâ silsilelerinin hâl ve sözleridir. Bu .silsilelerle kendi nisbetini, bağlılığını isbât eder. Nakl ve hatm üzerinde yazmaz. O halde bunun musannifçe müsellem olduğu açıkça bellidir. Aynı kitabda yine şöyle yazar. Keşf-i kubûr için zikr şöyledir: Kabristana gidince önce iki rek'at nemaz kılıp, sevâbını ziyâret edeceği büyüğün rûhuna bağışlar. Fetih sûresini ezberden biliyorsa, birinci rek'atta, zamm-ı sûre olarak okur, ikinci rek'atta İhlâş sûresini okur. Bilmiyorsa, iki rek'atta da zamm-ı sûre olarak, beşer kerre İhlâs sûresini okur. Sonra arkasını kıbleye [yüzünü meyyitin yüzüne] çevirerek oturur. Bir defa Âyetel kûrsî ve bazı sûreler okur ve hatm eder. Tekbîr okur. Sonra yetmiş kerre tavaf eder ve onlarda tekbîr getirir. Sağdan başlar. Meyyitin yüzüne yakın bir yerde oturur ve yirmibir defa yâ Rabbi der. Sonra göke doğru, yâ Rûh der ve kalbi üzerine yâ Rûharrûhu vurur. İnşirâh oluncıya kadar bu zikre devam eder. İnşâallahü Teâlâ keşf-i kubûr ve keşf-i ervah [kabirlerin ve rûhların keşfi] hâsıl olur.

    Hemeât kitâbında hadîs-i nefisin çeşitli şifâları hakkında yazar. Der ki, İkincisi şudur ki, meşcıyıhın temiz rûhlarına teveccüh eder. Onların kabirlerine gidip cezbe ve.sîlesi olmaları için, onlara Fâtiha okur.

    Şâh Abdülazîz sâhîbden fetvâ istenir:

    SÜAL: Bir putperest, puttan yardım istedi. Bir âlim ma’nî olup, şirk koşma dedi. Putperest, eğer Allahın şerîki olduğu bilinerek tapınılırsa, elbette şirktir, ama bunu mahlûk bilip tapıhrsa, niçin şirk olsun? der. Âlim, Kur'ân-ı kerîmde, Allahdan başkasından meded aramayınız buyuruluyor dedi. Putperest, insan oğulları birbirlerinden niçin istiyorlar? dedi. Âlim, insanlar diridir, onlardan istemek yasak değildir, Kehniyâ, Kalkâ ve diğerleri gibi senin putların ölüdür; hiç bir şeye güçleri yetmez dedi. Putperest, siz de kabirde olanlardan meded ve şefâat istiyorsunuz;sizin işinizin de şirk olma.sı gerekir; velhâsıl sizin, kabirdekilerden maksadınız ne işe, benim de Kehniyâ ve Kâlkânın suretlerinden. [heykellerinden] maksad ve muradım odur. Görünüşe göre ne kabirlerde, ne de putlarda kuvvet yoktur. Eğer, kebirdekiler bâtın kuvveti ile işleri, ihtiyaçları görürler derseniz,, biz de deriz ki, bir çok yerlerde putlardan istenenler de oluyor, Eğer siz, onlara, Allahü Teâlâdan bizim için şefâat isteyiniz söylüyoruz derseniz, biz de putlardan aynı şeyi istiyoruz. O halde, kabirdekilerden istimdâd sâbit olunca, itikadı zaif olan bazı müslimanlar, Sitlâ, Meşânî ve diğer putlara tapınmaktan nasıl geri durabilirler? dedi.

    CEVÂB: Bu suâlde bir kaç yerde iştibâh [hatâ] vâki' oldu. Birkaç yeri bildirip, sonra Allahü Teâlâmn ihsânı ile süâli iyice cevablandıracağım. Birincisi, meded [yardım] istemek başka şeydir, tapınmak başka şeydir. Câhil müslimanlar, şerîatin hükmünün hilâfına kabirdekilerden meded isterler ve fakat tapınmazlar. Putperestler ise, hem meded isterler, hem de tapınırlar. Tapınmak, Secde etmek, yahut tavaf etmek, yahut onun işmini ibâdet yoluyla söylemek, yahut onun adına hayvan kesmek, yahut ben filancanın kuluyum demektir. Câhil müslimanlardan kim kabirdekilere böyle yaparsa, o anda kâfir olur. Müslimanlıktan çıkar.

    İkincisi: Meded istemek iki şekilde olur. Biri, bir mahlûktan meded istemektir. Pâdîşahdan, emirden ve buna benzerlerden istemek gibi. Fakir kendisi için lüzûmlu şeyler için bir meded arar. İnsanlar, evliyâdan, Cenâb-ı Hak'dan bizim filân arzûmuzun olmasını iste, derler. Bu çeşit meded istemek, şeriatta, diriden de, ölüden de câizdir. Diğeri, tamamen Allahü Teâlâya mahşûs olan, çocuk vermek, yağmur yağdırmak, hastalığı iyi olmak, çok yaşa-

    mak gibi şeyler. Allahü Teâlâdan istemeksizin, kuldan, mahlûkdan istenirse, bu mutlak haram, belki küfrdür. Müslimanlardan biri, kendi yolundaki evliyâdan, diri veya ölü olsun, bu cins meded isterse, müslimanlar dâiresinden çıkmış olur. Bu tür mededleri, kendi bâtıl ma’budlarından istiyen ve buna câiz diyen putperestlerden de ayrılmış olur.

    Putperestin «Siz peygamberlerden ve evliyâdan şefâat istediğiniz gibi, ben de putlarımızdan şefâat isterim» sözünde yanlışlık, hîle ve karıştırma vardır. Zirâ putperestler, asla şefâati bilmezler. Kalblerinden de geçirmezler. O halde şefaatin ma'nası ısmarlamadır. Ismarlama ise, bir kimsenin başka birisinin isteğini kendinden başkasına bildirmesidir. Putperestler, arzularını kendi putlarından isterlerken, bilmiyor ve demiyorlar ki, bizim ısmarladığımızı Allahü Teâlânın huzûruna arz edin, matlûbumuzu Cenâb-ı Hakka ulaştırın. Belki dilediklerini kendi putlarından istiyorlar.

    «Sizin kabirdekilerden istemekten maksadınız ne ise, bizim de Kehniyâ ve Kâlkâ’dan istediğimizdeki niyyet aynıdır» sözü hatâ üstüne hatâdır. Çünkü rûhların, kabirlerde bulunan bedenlere taalluku elbette vardır. Zirâ uzun zaman bu bedenle idiler. Bunlar ise, kendiliklerinden taş ve ağaçlarban suretler [heykeller] yapıp, bu filancanın suretidir diyorlar. Halbuki onların o ruhlara bağlılığı yoktur. Buna rağmen ikisini bir tutuyor. Evet, Allahü Teâlâ, kullarının işlerinin görülmesini, kendi rahmeti sebebiyle buyuruyor. Bunlar, putlardan fâide geldi sanıyorlar. Gizli ve gaybları bilen Allahü Teâlâ, kullarının ihtiyaçlarını biliyor. Dünyâ hayâtında, nereden isterlerse istesinler, işlerin görülmesi câizdir. Nitekim küçük bir çocuğun ihtiyaçlarını, babası bilir, hizmetçi ve daye’den [süt anneden] birşey istese, o verir. Halbuki hizmetçi ve dâyenin güçleri yoktur. Putların hâli böyiedir. Belki kabirdekilerin hâli de İslâmî kâide içinde buna benzemektedir. ,

    «O halde, kabirdekilerden istimdâd sâbit olunca, itikadı zaif olan bazı müslimanlar Sîtlâ ve Mesânî putlarına tapınmaktan nasıl geri durabilirler» sözünde bir kaç sakat taraf vardır:

    1. — Kabirde olanların sâlih ve büyük oldukları bilinmektedir. Sîtlâ ve Behvânî hayâlî birer varlıktan başka şeyler değillerdir. Var oldukları, yaşadıkları bilinmiyor. Belki bu insanların hayâl ve efsâne kahramanlarıdır.

    2. —Mesânî ve Sîtlânın varoldukları kabûl edilse de, habî.s rûhlar ve şeytanlar cinsindendirler. Çünkü dediklerine göre, insanlara eziyetlerinden dolayı tutuıup bağlanmışlardır. Bunların emîn ve velîlerin temiz rûhlan ile ne münâsebetleri vardır.

    3. — Kabirdekilerden istimdâd düâ yoluyla olup. Allahü Teâlâya arz edin, muradımı versin şeklindedir. Tapınmada ise, bunların onun kudretinde olduğuna inanmak olup katıksız küfr vardır.

    Cevaba bu izahla başlamaktan maksadımız, istimdâd konusunda, muhatabımızı, sırf ilzâm içindir. Tefsîr-i Azîzî’de inşikak sûresinin tef,şîrînde diyor ki: «Rûhun bedenden1 ayrılmasıyla olan hâlde, bir parça eski ibâdetlerinin tesirinde, bedenle ülfette ve kendi cinsinden tanıdıkları ile münâsebette olmak bâkîdir. O zaman tıpkı bir berzahdır, geçittir. Dünya hayâtı ile kabir âlemine dalmak arasındadır. Bu tarafdan bir şey, öbür taraftan da birşeye sâhibdir. Bu hal, iyilik ve kötülüklerin açılma hâlidir. Bu halde dirilerin mededi çok çabuk yetişir ve ölüler, bu taraftan, ya’nî dünyadakilerden kendilerine ulaşacak mededi gözlerler ve henüz sağ olduklarını sanırlar. Bunun için hadîs-i şerîfde, kabir hâli hakkında, ölü o zaman: «Beni çağırın nemâz kılayım der» buyuruldu. Yine buyuruldu ki: «Ölü, o halde, boğulmak üzere olan kimse gibi olup, kendine gelecek yardım! gözetir. Sadaka, düâ ve Fâtiha o vakit çok işine yan rar.» Bu .sebebdendir ki, insanın bir sene, bilhassa ölümünden sonra kırk gün ziyâret etmesi, bu çeşit yardıma tam gayret ettiğini gösterir. Ölünün rûhu da, ölüme yakın zamanlarda uyku ve misâl âlemlerinde diri ile görüşür. Hallerini bildirir.

    İkinci olarak, mevt öyle bir hâldir ki, ayrıldıktan sonra, dünyâ hayâtına bağlılık tamamen görünür ve kazanmış olduğu hallere dalma çoğalır. Müdrike ve tasarruf kuvvetleri bu âlemden kesilip, o tarafa yönelir. Duygu ve ma’nevî hareketleri, bu dünyadan tamamen sıyrılır. Bu hal, avamdan olan ölülerin hâlidir. İnsan nev'inin olgunlaşma ve irşad vâsıtası kılınan bazı seçilmiş evliyâya, bu halde dünyâdakilere tasarruf verilmiştir. Müdrikelerinin genişliği, onların bu halde, melekût âleminin nârlarına ve huzûrlanna gömülmüş olmalarına, rağmen, bu tarafa [dünyaya] teveccühlerine, yönelmelerine engel olmaz. Üveysîler bâtın kemâllerinden istediklerine onlardan erişirler. İhtiyâç sâhibleri müşküllerinin hallini, zorluklarının giderilmesini onlardan istiyor ve istediklerini buluyorlar. Onların lisân-ı hâlleri, o zamanda da şöyle terennüm ederler, Mısra’: «Sen tene gelirsen, ben câna gelirimi.»

    Aynı tefsirde Abese sûresi yirmibirinci âyet-i kerîme.si: «Sonra onu öldürdü ve kabre koydurdu»'yu açıklarken diyor ki: Defn etmek, güyâ rûh için bir mesken yapmaktır. Bunun içindir ki, defn olunmuş evliyâdan fâidelenmek ve istifâde etmek olagelmektedir. Onlar için ifâde ve yardım bilinmektedir».

    Fâtiha Sûresinin tefsîrinde, peygamberler, Sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerin üstünlükleri bahsinde şöyle yazar: «Onların sözlerinde, nefeslerinde, işlerinde, bulundukları 

    yerlerde, onlarla sohbet edenlerde, çocuklarında ve nesillerinde ve onları ziyâret edenlerde aralıksız feyz ve bereketler görülür. Allahü Teâlâ onlara kendi katında mertebe ve makam bahşetmiş olup, düâlan kabul olur. Belki hangi işinde onlara tevessül etse, Allahü Teâlâ o işini yapar. Onlara kabir, kıyâmetteki mevkaflerde ve melekût âleminde verilen husûsiyyet ve alâmetleri, mü'minlerin avamının, o âlemleri görmedikten sonra akılları ile anlamları imkânsızdır.»

    Sihrin, büyünün çeşitlerinin düzeltilmesinde şöyle der: «Üçüncü kısmın ıslâhı: Sâlihlerin ve evliyânın temiz rûhları ile irtibat kurmayı sağlamaktır. Üveysî meşreblilerin çoğu böyle yaparlar. Kendinin ve başkalarının hâcetleri için, ondan fâidelenirler. Bunu elde etmek için de, abdestii olmak, Kur’ân-ı kerîm okumak, onlar için sadaka vermek ve sevabları onlara bağışlamağa dikkat ederler.»

    Mevlevî Refiüddîn Sâhib, Nezr risâlesinde yazar: «Birinci Mes'ele: Burada kullanılan nezr [adak] sözü, âdet olarak yapılagelen şer’î ma’nâdaki nezr, ya'nî adak değildir. Büyüklerin huzuruna götürülen şeye nezr ve niyâz denir. Evet, dindeki nezr, bazan ondan bir kısım olur. O nezr için hüküm şöyledir ki, eğer bir evliyâya tahsîs edilirse, ya'nî meselâ [Allah için değil] filân veli için bir koyun keseceğim dese, harâmdır. Çünkü, «Allahdan başkası için nezr [adak] yapılmaz» diye bildirilmiştir. Bunun gibi, işinin görülmesini müstakillen bir kimseden istemek ve onu fayda ve zarar sâhibi itikâd etmek bir çeşit şirktir. Hakikatte olmayıp, surette de olsa böyledir. Üç şekilden biri mubâh olur. Birincisi, sırf Allah için ölüp, onları, tam tasarruf edici bilir. Sanki der ki, yâ rabbi benim şu muradımı ver, nezrini o sâlihin mezarında hizmet görenlere ulaştırayım. İkincisi, Onları şefâatcı tutar ve sanki der ki, «Ey hazret, Allahü Teâlâ katında bu müşkilim için düâ edi-

    <niz. Bu muradım hâsıl olursa, Senin tarafından, Allahü Teâlâ katında, bu işim için, şu kadar yemek, yahut para dağıtıp, sevâbını sana veririm.» Bu şekilde yapılan câizdir. Şu sebebden ki, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Emîrü! mü'minîn hazreti Aliye (radıyallahü anh): «Yaşadığın müddetçe, benim için kurban kesersin» buyurdu. Sa’d bin Ubâdeye (radıyallahü anh): «Bir kuyu yap ve Sa'dın annesi içindir de» buyurdu. Üçüncüsü, o büyüğü, Allahü Teâlâ katında vesîle eder. Sanki der ki, yâ Rabbi, filân büyüğün bereketiyle ve ömrünü senin rızanda, sana kulluk etmekle ve senin rızânı kazanmak için geçiren bu kuluna olan yardım ve sevgin hürmetine, eğer müşkiiimi çözer, işimi görürsen, şu kadar parayı senin için vereceğim ve sevabını bu büyüğün rûhuna hediyye edeceğim. Belki o büyüğe olan iyilik ve ih,sânım sebebiyle benden râzı olursun. Bu Hanefî mezhebinde olanın aynıdır ki, bu mezhebin âlimleri: «İnsan, nafile ibâdetlerin sevâbını dilediğine bağışlar» buyurmuşlardır.»

    Demek ki, istiânenin Sahâbe, Tâbiîn, Tebe-i tâbiîn, Eimme-i müctehidîn, önceki ve sonraki fukaha ve muhaddislerin söz, hareket ve takrirleri sâbit olduğu, din büyüklerinden bir kısmı şunlardır: Hazreti Ömer-i Fâruk, Alî ibni ebî Tâlib, Abdullah bin Mes'ûd, Osman ibni Hanîf, İbni Abbâs, Nâbiga-i Ca’dî, Ukbe-tibni Gazvân (radıyallahü anhüm), Hasan-ı Ba.srî, Muhammed bin Münkedir, İmâm-ı Alî Mûsâ Rızâ, İmâm-ı Mâlik, İbni Ebî Fedîk (İmâm-ı Şâfiînin üstadı), Hâtem-i Âsem, İbni Ebî Şeybe [İmâm-ı Buhârînin üstadı], Bezâr, İbni Sünnî, İmâm Ebû Bekr Makrî, Ebûşşeyh, Ebû Bekr-i Ekta’, Taberânî, ibni Celâ, İmâm-ı Nevevî, Muhammed bin Harb Hilâlî, Hüccetül İslâm İmâm-ı

    GaZâlî, Ahmed bin Zerruk, Şeyh Ebûl Abbâs Hadramî, İmâm Ebû Nasr Sabbağ, İbni Neccâr, İbni Asâkir, İbni Cevzî, Atebî, İmâm ebû Abdullah Nu’mân, Tahkîkunnusrâ Sâhibi, Kadî lyâd, İmâm Tâcüddîn Sübkî, Ebû Amr, İstiâbSahibi.. Şemsüddin Muhammed Cezrî, Kastalânî, Şeyh İbni Haoer, Celâlüddin Suyûtî, İmâm Fahreddîn-i Râzî, Şârih-i Meka.sid, Zeynüddîn-i Mergınânî, İbni Hümâm, Kâdîhân, Fasl-i Hitâb Sahibi, Kâdî Semerkand, Fetâvâ-yı hayriyye Sahibi, Aliyyül Kârî, Mirek ve Şeyh Abdülhak Dehlevî (rahmetullahi aleyhim) ve bütün dört mezhebden menâsik kitâbı yazanlar, Şâh Veliyyullah, Mevlevi Abdülazîz, Mevlevi Refiuddîn ve diğerleri gibi. Eğer hazreti Gavsüssakaleyn nûrulkevneyn Gavs-i a'zâm, mahbûb-î Sübhânî Seyyid Abdü!kâdir-i Geylânî (radıyallahü anh) ve hazreti Sultânui meşâyıh Nizâmüddin Evliyâ (kuddise sirruh) ve muhatabımız vehhâbînin risâlelerinde şâhid göstermek istediği Seyyid Âdem-i Bennûrînin temiz söz ve yazılarına bakılırsa, bunların itikad ve iştinâdlarına hiç uymadığı ve bu fırkanın bu büyüklerden ayrıldığı açıkça görünür. Dört mezhebin imamlarına ve âlimlerine dil uzatmak bu vehhâbîlerin âdetidir. Bu konuda bazı şeyleri anlatmaya kalkarsak ayrı bir kitâb olur. Bu konuda titiz olmayıp, önem vermiyen bu vehhâbî Mie mesâi! kitâbında Muhammed Âbid-i Ensârîye istinâd ediyor. Halbuki adı geçen Muhammed Âbid hazretleri, bu vehhâbînin kaynak diye göstermesine rağmen, vehhâbîlerin bütün mes’elelerini red etmiştir. Bu fakîr Muhammed Âbid hazretlerinden duydum ve bizim bu vehhâbiye verdiğimiz cevabları ihtivâ eden ve Hindistana kadar ulaşan, hattâ bir kısmı bu fakîrin yanında bulunan çeşitli risâlelerinde, bu vehhâbînin ve o yolda olanların kâfir olduklarını bildirdiği gibi, Haremeyn’in, Mısrın, Anadoiunun, Şam kıtasının ve Mağribin bütün âlimleri de kâfir olduklarını .söylemişlerdir.

    (SÜÂL : Ölülerin, dirilerin sözlerini duyması şer’an câiz midir? Yoksa duyarlar demek günâh mıdır? Günâhsa, derecesi nedir?

    CEVÂB : Süâli soranın heryerde sorduğu gibi, burda da, âdeti, câiz mi? Yoksa günâhmıdır; günâhsa derecesi nedir şeklindedir. Kendi sözüne dayanarak, burada da, câiz mi, yoksa günâh mı diye soruyor. Yoksa burası, bu ifâde ile sormağa yakışmaz. Çünkü cevaz ve günâh fiil ve amellerde olur. Bu ise haberlere bağlıdır. Ya’nî böyle yapmak sâbit mi, değilimdir? Buna göre cevab şöyledir ki, Hanefî âlimlerinin çoğuna göre, ölünün duyması sâbit değildir. Vâfî şerhi Kâfi ve Hidâye şerhi FetfriHkadîr açıkça ve açığa yakın işaretle bildirilmiştir. Kernz şerhi Mustahlis ve Hiılaye şerhi Kifâye’den de böyle olduğu anlaşılıyor. Nitekim onların ifâdeleri biraz sonra yazılacaktır. Diğer kitablarda da uzun uzun yazılıdır. Bu yüzden bu beş kitabın ibârelerini, bu konudaki yazılarını almakla yetindik.

    Vâfî şerhi Kâfî’de, dövme, öldürme ve benzerlerinde yeminin hükümlerini anlatırken. diyor ki: Bir adam seni döversem, seni giydirirsem, seninle konuşursam, sana gelirsem dese, yahut bir İradına, seninle yatarsam, yahut seni öpersem, kölem hürdür derse, bütün hayâtı boyunca devam eder. Bu şeyleri öldükten sonra yaparsa, hânis olmaz, ya’nî yeminini bozmuş olmaz. Çünkü dövmek, acı verici işin ismidir. Ölü ise, insanın dövmesi ile acı duymaz. Bu da, kabir azabında olduğu gibi, Allahü Teâlâmn münferid muâmele ettiklerindendir. Kabir azâbı, Ehl-i sünnete göre sâbittir. Buna rağmen aralarında ayrılık olmuştur. Bazıları, azâbm olacağına inanırız, hasıl olacağından konuşmayız. Çünkü vâcib olan sünnette bildirileni tasdiktir; o da, ölümden sonra azâb edilmesidir. Buna inanırız ve nasıl yapılacağı ile meşgul olmayız dediler. Umuma göre, azâb çekeceği kadar ona hayât verilir. Bu tam hayat değildir. Her şekilde hayât verilir, diriltilir de denildi. Seni giyindirdim’in ma’nâsı, serbest bırakma zamanında seni mülk edindim demektir. Ölü ise temlik olunamaz. Çünkü ölüm mülkü olumsuz kılar. Bunun için birincide İliç olmaz. [Ya’nî öldükten sonra döven, yeminini bozmuş olmaz]. Ama örtmeye niyyet. ederse doğrudur. Çünkü onda kuvvetlilik vardır. Yemini fârisî dil ile olursa, hânis olur denildi. Çünkü farsçada bu kelime giydirmek olarak kullanılmaktadır. Sözden [şenle konuşursam demekten] maksad, anlatmaktır. Bu da işitmekle olur. Bu ise, öldükten sonra olmaz. Allahü Teâlâ : «Sen elbette ölüye işittiremezsin» buyurdu. Bunun üzerine «Bedir muharebesinde müşriklerin ölüleri boş bir kuyuya atıldı. Resülûllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu kuyunun başına geldi ve: <d’tıbbinizin size bildirdiğinin hak olduğunu anladınız mı?» buyurdu. Hazreti Ömer (radıyallahü anh), bunlarla [ölmüşlerle] mi konuşuyorsun, yâ Resûlallah deyince, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) : «Siz bunlardan daha çok işitmezsiniz» cevâbını vermiştir-denirse, sâbit değildir deriz. Çünkü bu hadîs-i şerîf hazreti Âişeye (radıyallahü anhâ) bildirilince,

    «Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) üzerine yalan söylediniz, Allahü Teâlâ Rûm Sûresi elliikinci ve Fâtır sûresi yirmiikinci âyetlerinde: «Sen kabirdekiîere işittiremezsin» buyuruyor. Yapmışsa, ona mahsûstur» demiştir.

    Evine girmekten maksad, tazim için ona ikrâm, yahut onu aşağılamak için ihânettir. Yahut da ziyârettir. Bunların hiçbiri öldükten sonra olmaz. Çünkü meyyit [ölü] ziyâret edilmez, ancak kabri ziyâret edilir. Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Sizi kabirleri ziyaretten nehyetmiştim. Şimdi kabirleri ziyâret ediniz» buyurdu. Çünkü meyyit, gâib gibidir. Bir kimsenin kapısında dolaşan, ziyâretçisi sayılmaz. Burada ise hiç sayılmaz.

    Şenle yatarsam [sana vaty edersem], seni öpersem demek, şehvetle bunları yapmak demektir. Bu ise ölümden sonra olmaz.

    Fethulkadîr’de, dövmek, öldürmek ve benzerlerindeki yemini anlatırken diyor ki : Konuşmak da böyledir. Ya’nî şenle konuşmıyacağım diye yemîn ederse, yaşadığı sürece demek olur. Ölümünden sonra ona söylerse, hânis olmaz. Çünkü konuşmaktan maksad, anlatmaktır. Ölüm ise anlatmayı gideriyor. Çünkü ölü duymaz, anlamaz, haberde geldi ki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Bedirde bir çukura atılan müşriklere : «Rabbinizin size va’dinin hak olduğunu anladınız mı?» buyurdu. Hazreti Ömer (radıyallahü anh), bu ölülere mi söylüyorsun, yâ Resûlallah? deyince, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Nefsim, rûhum, yed-i kudretinde olan Allahü Teâlâya yemîn ederim ki, siz, söylediklerimi o çukurdakilerden daha çok işitmezsiniz» buyurdu derseniz, cevab olarak bu sâbit değildir derim. Ya’nî ma’nâ bakımından sâbit değildir. Yoksa bu hadîs-i şerîf Sahîh’de vardır. Bunu dememizin sebebi, hazreti Âişe (radıyallahü anhâ) bu sözü, Allahü Teâlânm: «Sen kabirde olanlara duyuramazsın. Sen ölüye işittiremezsin» âyetler ile red etti. Herhalde, ölülere nasîhat için yapıp, ölülere anlatmak için yapmadı. Nitekim hazret-i Alî’den (radıyallahü anh) bildirilir. Buyurdu: «Esselâmü aleyküm dâre kavmi müminin, hanımlarınız başkaları ile .evlendi, mallarınız taksim edildi, evlerinize başkaları < oturdu. Bizim tarafımızdan size haber bunlardır. Yâ sizden bize ne haber vardır?» Olsa da, hüsrân ve elemlerinin artması için onlara mahsûstur. Fakat devamlıdır. Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirilir. Buyurdu ki: «Meyyit, kabrinin yanından ayrılanlarm na’Iinr lerinin [ayakkabılarının] ayak seslerini duyar.» Cenâze kısmında da bu konuda çok bilgi verildi. Oraya bakabilirsiniz.

    Yine Fethulkadîr’de Cenâze bahsinde diyor ki: Âlimlerimizin çoğuna göre şöyledir. Ölü, onlara göre, işitmez. Yemin bahsinde bildirmişlerdir: Konuşmamağa yemin etse ve ölüsüne söylese, hânis olmaz. Çünkü anladığı müddetçe yemin devam eder. Ölü ise, duymadığı için böyte değildir. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem), müşriklerin atıldığı çukurun başında onlara söylemesi ve sonra hazreti Ömer’e (radıyallahü anh) «Onlara söylediğimi, siz, onlardan çok duymazsınız» buyurdu. Buna şöyle cevâb verdiler: Hazreti Âişe (radıyallahü anha) bunu kabûl etmedi ve: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) nasıl böyle söyler! Halbuki Allahü Teâlâ: «Sen kabir debilere işittiremezsin. Sen ölüye dayatamazsın» buyuruyor dedi. Böyle buyurduğu gibi, bir defasında da, «Bu Resûlullaha mahsûs mu’cizedir, bir defasında da, hasret ve üzüntülerinin artması içindir buyurdu. Zira bu darb-ı meseldir. Nitekim hazreti Alîden (radıyallahü anh) anlatıldı. Âlimler, Müslimde olan: «Ölü, kabrinin yanından aynlanların nalinlerinin sesini duyar» hadîsi için, şu ancak ölünün kabre ilk konduğu süâl zamanından öncedir deyip, bununla bu iki âyet-i kerîme arasını birleştirdiler. Çünkü bu iki âyet-i kerîme, ölülerin duymadıklarını ifâde ediyor. Çünkü Allahü Teâlâ kâfirleri, işittikten sonra fâidelenmediklerinden, ölülere benzetiyor. Bu ise ölünün duymamasının bir kısmıdır.»

    Kenz’in şerhi Aynî’de diyor ki: Dövmede, öldürmede ve diğerlerinde yemin: Bir kimse, seni döversem, kölem hürdür. Seni giyindirirsem [salıverme zamanında temlik edersem] kölem hürdür. Şenle konuşursam, hanımım boş olsun. Evine girersem, câriyyem hürre [âzâd] olsuh derse, bunlar, hayâta âit yemini bildirirler. Ya’nî muhatabın sağ olmasına bağlıdırlar. Bu şeyleri, söylediği kimse öldükten sonra yaparsa, hânis olmaz. Çünkü bu şeyler meyyit için olmazlar, tahakkuk: etmezler. Çünkü dayak, canını yakmaktır, onu acıtmaktır. Öldükten sonra ise düşünülemez. Kabirde azâb olunana, hayât verilmesi sahilidir. Gerçi bunun nasıl olduğunda da ihtilâf olunmuştur.

    Konuşmak, anlatmak içindir. Bu da ölüye olmaz. Eğer, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem.) müşriklerden Bedirde ölmüş olanlara: «Rabbinizin size va’dinin hak olduğunu anladınız mı?» buyurdu dersen, cevabında derim ki, bunu hazreti Âişe (radıyallahü anha) kabûl etmedi ve dedi: «Allahü Teâlâ buyuruyor ki: «Sen ölüye elbette dııyuramazsm. Sen kabirde olanlara işittiremezsin.» Eğer sabit ise, Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) mahsûstur. Bunun, dirilere bir va’z nasihat olması ölüye söyleme yollu olmaması mükindir.

    Kenz’in şerhi Mustahlis’de diyor ki: Şenle konuşursam kölem hürdür dese ve muhatabına öldükten sonra söylese, hânis olmaz. Çünkü konuşmaktan, söylemekten maksad, anlatmaktır. Bu ise ölü için ta-

    bakkuk etmez. Eğer, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedirde ölen kâfirler bir çukura atılınca, çukurun başında: «Rabbinizin vazettiğinin hak olduğunu anladınız mı?» buyurduğunu ve bunun üzerine hazreti Ömerin (radıyallahü anh), ölüye mi söylersin? yâ Resûlallah deyince, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem): «Siz bunlardan daha çok doymazsınız» buyurduğunu ileri sürerseniz, cevabında deriz ki, bu sâbit değildir. Allahü Teâlâ: «Sen ölüye duyuramazsın. Sen kabirdekilere işittiremezsin» buyurdu. Eğer sâbitse, ya’nî bu hadîs-i şerif var ise, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) mu’cizesidir. Bundan maksad, dirilere vaz, nasihat olup, ölüye anlatmak değildir de denildi.

    Hidâye’nin şerhi Kifâye’de şöyle der: Konuşmak da böyledir. Filân kimse ile konuşmamağa, bir kimsenin evine girmemeğe yemîn etse, konuşmaktan maksad, anlatmaktır. Bu da ancak işitmekle olur. Öldükten sonra ise duymak olmaz. Eğer, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir’de ölen müşriklerin atıldıkları çukurun başında onlara: «Rabbinizin vad ettiğinin hak olduğunu anladınız mı?» buyurduğunda, hazreti Ömer (radıyallahü anh), ölüye mi söylersin? Yâ Resûlallah, dediğinde: «Siz onlardan daha çok duymazsınız» buyurdu derseniz, böyle buyurduğu sâbit değildir deriz. Çünkü bu hadîs hazreti Âişeye (iradıyallahü anhâ) ulaşınca; Allahü Teâlâ, «Sen ölüye duyuramazsın. Sen kabirde olanlara işittiremezsin» buyuruyor. Eğer sahih ise, Resûlullahm (sallallahü aleyhi ve sellem) mu’cizelerinden olur dedi. Bundan maksad, ölülere va’z nasihat vermek olup, ölüye anlatmak değildir de denildi. Bunun benzeri de hazreti Abbâsdan (radıyallahü anh) bildirilmektedir. Kabristana geldiğinde, şöyle dedi: Esselâmü aleyküm dâre kavm-i müminin. Hanımlarınız evlendi. Mallarınız taksim edildi. Evlerinize başkaları oturdu. Bizden size haber bunlardır. Sizin bize vereceğiniz haberler hangileridir. Bu, dirilere va’z, nasihat yollu olup, rûhsuz, taş, toprak gibi şeylere ve ölüye söylemek için değildir. Kabri ziyâret olunur. Kendisi değil. Bir vâlinin kapısında dolaşan, ziyaretçi sayılmaz).

    Muhatabımız vehhâbî uzun ibareleri bildirerek mugalâtayı, aldatmacayı iyi becerdi ve parlattı. Bu kadar kitabdan sâbit olmuştur diyor. Halbuki dört beş kitabdan, bu vehhâbinin iddia ettiği gibi, hanefi mezhebinin âlimlerinin çoğunun hükmü anlaşılmıyor. Çünkü îzâfî çokluğun da enine boyuna hudûdu vardır. Yoksa çoktan maksad nefsindeki çokluğa mı diyor. Bu da fayda sağlamaz. Adı geçen bu beş kitabda, bunun Hanefî mezhebinin ekserisi olduğunu hatırlatan hiçbir rna’nâ yoktur. Belki o kitabın müellifinin bile yolunun böyle olduğu sâbit değildir. Belki de ifâdelerden bazısı, o mezhebde kitâb yazanın yanında sahîh değildir. Bunun hâtırlatması, vâki olan konuyu etraflıca anlatmak için, hânis olmamaya delil göstermek istemesindendir. Aslında bu mes'ele fıkıh meselesinden değildir. Nitekim muhâtabımız vehhâbi de, bunu burada ikrâr eylediİnsanları aldatmak için Fethül Kadirin ibâresini şâhid gösteriyor. Eğer onu tuttuğu vehhâbilik yolunun hilâfına baştan sona kadar kitabın aslında olduğu gibi yazsaydı, mugalata ve aldatma yoluna gittiği belli olurdu. Önce Fethuîkadîr’deki ibâreyi görmek lâzımdır. Fethulkadîr’de yemînler bahsinde ve bu vehhâbînin ayrıca cenâze kısmında var dediği ibâre ve yazıların aslı şudur:

    Ölüye telkîn: Cenâze [ölü] kabre konduktan sonra yapılır. Bildirdiğimiz hadîs-i şerîfde vardır «Ölülerinize telkin veriniz hadîs-i şerîfdîr». Ehl-i sünnet ve cemâat mezhebi böyledir. Yapmamak mutezileye kaymak olur. Emrolunmaz, yasak olunmaz da denildi. Telkinde şöyle denir: Ey filân oğlu filânDünyâda onun üzerine bulunduğun dînini hatırla. O da, Allahü Teâlâdan başka ma’bud olmadığına ve Muhammed aleyhisselâmın Allahü Teâlânın Resulü olduğuna şehâdet etmekti. Şübhesiz, delil olmayınca, onu, ya’nî telkini hakikatinden çıkaramaz. O zaman aynı olması vâcib olur. Kâfî’de der ki, eğer müsliman olarak ölürse, ölümden sonra telkine muhtâc olmaz. Müsliman değilse, telkinin ona faydası olmaz. O halde hakîki ma’nasından çevrilir, ya’nî öldükten sonra telkîn, şeytanın ona taarruz etme, tasallut etme zamanında, ona hâtırlatmak olur. Bu ise öldükten sonra fayda sağlamaz. Çünkü müslimanın ihtiyâcı yoktur. Müsliman olmıyana ise faydası yoktur. Bazan birinci şık kabûl edilir, alınır. Ya’nî müslimân olur ve hâtırlatmada telkîne de ihtiyâç olunur. Bu da süâl sorulduğu zaman kalbini [özünü] tesbit etmek, sağlam tutmak içindir. O halde tamamen faydasızdır denilemez. Evet aslî fâide yoktur, ya’nî o hayâtta iken son sözü kelime-i tayyibe olmuş idi. Bana göre şöyledir ki, âlimlerin çoğunun burada mecâz ma’nâsını almaları, ya’nî «ölülerinize telkin ediniz» hadîs-i şerifinde, ölüden maksad, ölüme yakın olan demektir, demeleri, onlar ölü duymaz dedikleri içindir. Nitekim bunu yemin bahsinde, dövme yemini anlatılırken açıkça bildirmişlerdir. Yukarıda da geçmiş idi. Şöyle idi: Konuşmamağa yemin etse ve ölüsüne söylese hânis olmaz. Çünkü yemini hayâtta iken konuşmayacağını gösterir. Ölü ise, duymadığı için böyle değildir. Sonra yukarıda bildirilen Bedirde ölen müşriklere Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve .sellem) söylemesi aynen anlatılmaktadır.

    İbni Hümâmın sözünün özü şudur ki, mecâz yoluna sapanlar, ya’nî öldükten sonra telkîn yapılmaz diyenler, ölünün duymasını inkâr edenlerdir. İbni Hümâm ise, önceki delilde, öldükten sonra telkîn olmaz diyenleri redi etti ve onlar mutezile yoluna sapmıştır, o tarafı almışlardır. Onların öldükten sonra telkîn edilmez demelerinin sebebi İbni Hümâmca anlaşıldı, ya’nî meyyitin duymamasını, ilâveten red eyledi. O halde bu vehhâbînin, Fethulkadîr’i [İbni Hümâm-ın kitâbıdır] şâhid ve delil göstermesi,, burada da ifâdelerin başını ve sonunu almaması, ibâreieri bölmesi, insanları, okuyanları yanlış yola saptırmak istemesinden başka bir şey değildir. Belki diğer kitablara cevâb için de kâfidir. Çünkü onlardan hiçbiri, şened gösterilmekte, İbni Hümâmın mertebesinde değildir. O halde, kala kala, (meşâyıhımızın, [âlimlerimizin] çoğu) sözü kaldı. Bunu ise kandırmak için yazmıştır. Nitekim istimdâd mes’ele.sinde de, (fukahadan çoğu) demiş idi. Evet, İbni Hümâmın muradı, sened ve mutemede olan âlimlerin çoğundandır. Çoğunluk, azınlıkla eşit tutulamaz ki, sözüne bir rna’nâ bulunabilsin. Âlimlerimizin çoğu sözü, bu vehhâbînin anladığı gibi ise, bir dayanak ifâde etmez. Aynı şekilde, bunun, hanefî mezhebi âlimlerinin muhtar kavli olduğunu mu, yoksa aynı mezhebin bilgilerini bildirmek mi olur? Yahud da muradı, selef-i sâlihîn olup, onlara uymak iyi olur demek istiyor. Yahut bu vehhâbînin yanında kabûl tutulanlar mıdır, yoksa hanefî mezhebinin Cumhıırumudur! Bütün bu şübhelerin uyanmasının sebebi, fıkıh kitâblarını anlıyamaması ve beyân etme usûlünü bilmemesindendir.

    Aynı Fethuîkadîr kitabında Hac bahsinde, hac'da av avlama faslında diyor ki: Şemsül eimme Mebsût kitâbında diyor ki, âlimlerimizden çoğu bu mes'elenin te’vil edileceğini söylüyor. Şöyle ki, ihrâm giymiş katilin yanında öldürücü silâh bulunduğu zamandır. Çünkü onun öldürmesi mümkindir. Ama öldürücü olmasa da, cezasının vâcib olması uygundur. Çünkü emaneten verebilirdi. Siyerde de buna işâret eylemiştir. Şemsül eimme der ki: Bana göre en doğrusu, bu iki şekilde, başkası üzerine cezâ vâcib olmaz...

    Şemsül eimme, âlimlerin çoğu sözünü nakletti, doğru bulmadı. O halde İbni Hümâmın âlimlerimizden çoğu sözü mutezile olup, ölünün duymasını ve öldükten sonra telkîni inkâr edenlerdir. Nitekim sözünün başında, ölüye telkîn yapılmaz diyenler mutezileye mensûb olanlardır demişti. İmâm Zâhid Saffâr, ikinci tabakada olup, mezhebde müctehiddir. Telhîs-ül-edille kitâbında der ki: «Meyyite, İmâm-ı A'Zam mezhebi üzere (rahmetullahi aleyh) telkîn etmek lâzımdır. Telkîn etmiyen mutezile mezhebi üzeredir.» Ölülerinize telkîn veriniz hadîs-i şerifini muhtasar bulup, ölüye mecaz ma'nâsı veren Ehl-i Sünnet âlimlerine göre, mecâzın sebebi ölünün işitmemesi değil, bir başka şeydir. Ya’nî telkinden maksad, ölünün son sözü olan Lâilâhe illallah sözünü tutmaz demektir. Nitekim Hictâye Şerhi Aynî'de yazılıdır-. Murad, ölümü yaklaşana, mecaz yolu ile ölü denmiştir. Tevil edilmiştir. Çünkü telkin, telkin olunanın, buna muvafakat ve inkıyad etmesidir. Bunun ölüden hâsıl olması ise muhâldir. O halde bununla hakîkaten emrolunmuşsak, yapılamıyacak bir iş olur. Aklı olan bunu beğenmez. Onun için bu şekilde tevil edildi. Ehl-i Sünnete göre hakîkî ma’nâsı üzere bildirildi. Çünkü bildirilen asıl ma’nâda olması vâcibdir, mecâz ma’nâsı verilmez derseniz, cevâbında deriz ki-. Çünkü bundan maksad, ölünün son sözünün şehâdet kelimesi olmasıdır. Kabre konduktan sonraki telkin bu maksadı sağlamaz. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: «Son sözü lâ ilahe illallah olan Cennete girer.» Bu hâdîs-i şerifi Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) bildirmiştir.

    Defnden .sonra telkin olmaz diyen, ancak mutşzile mezhebindekilerdir. Ehl-i sünnetin ihtilâfı, bunun müstehab olup, bu da haberin sahîh olup olmamasına bağlıdır. Bu işin esası yeri gelince anlatılacaktır. Şimdi anlaşilmıyan şurası kaldı ki, Hanefî âlimleri deyip, muradı mutezile nasıl olabilir? Yahud hanefî olan, mutezileyi nasıl kendi âlimi olarak kabûl edebilir? Bu anlayamamazlık, vâkıf olamamak ve câhilliktendir. Hanefî başka, mutezilî başkadır. Mutezîle, Mürcie, Zeydiyye ve diğerlerinden milyonlarca insan hanefî idiler. Bilhassa mutezilîler, amele âid fer’î . meselelerde o kadar durmadılar. Hanefî kitâblarında mutezileden binlerce rivâyet vardır. Bu vehhâbînin de yeri yer ondan nakiller aldığı Fetâvâ-yı Künye, Cârüllah Zemahşerî, Matrizî, Ebû Alî, Kâdî Abdülcebbâr ve diğer tanınmış mutezilîlerden ne kadar rivâyet ediyor ve onları nasıl yâd ediyor. Kitâbına yazıp, naklettiği ilk mes'ele mu'tezilidendir.

    Zelletül kârî kısmında diyor ki: Der ki, (radıyallahü anh), üstadım Allâme-Î dünyâ, bürhân-ı eimme Matrızîden (kaddesallahü rûhahü) süâl ettim. Bu kitabda Cârüllahdan o kadar rivâyet bildiriyor ki, diğerlerinden bu kadar bildirmediğini kitabını okuyanlar görür. Zebâih hafisinde Kâdî Abdülcebbâr ve Mecdül eimme Tercümânîden nakl ediyor: Ebû Alî diyor ki: «Mücebbirenin babası da mücebbire ise, kestiği halâ! olur. Çünkü onlar zimmîier [gayr-ı müslim] gibidir. Babalan adâlet ehli [mutezilî] olursa, kendileri mürted mesabesinde olur.» Bu mes’eleye dikkat ediniz. Hanefî kitâblarında da vardır. Mücebbireden murâd Ehl-i sünnettir. Çünkü mutezîlîler kendilerine ehl-i adâlet [adâlet sâhibi] ve Ehl-i Sünnete mücebbire derler. Eşbâh ve Nczâir kitâbının sâhibine iştibâh [iltibas] düşüp şöyle yazdı: Babası sünnî ise, Cebrînin [cebriyye mezhebinde olanın] kestiği halâl olmaz. Babası da cebrî ise kestiği halâl olur. Dürrülmuhtâr sâhibi de bu yolda gidip: «Baba,sı Sünnî olan Cebrînin kestiği halâl olmaz. Babası Cebrî ise halâl olur Eşbâh. Çünki oğlu mürted olur-Kunye»

    Halbuki meselenin esası mu’tezîle mezhebi üzeredir. Nitekim Hamevî Eşbâh [İbni Nüceymin kitâbıdır] şerhinde şöyle yazar: «Bu mesele Kunye'de bildirilmektedir. İbaresi onlar zimmîier gibidir. Babası adâlet sâhiblerinden ise, halâl olmaz. Çünkü onlar mürted gibidir.» Ehl-i sünnet vel cemâattir. Nitekim böyle olduğunu hadîs ve fıkıh âlimlerinden olan İmâm-ı Beyhekî tefsîrînde bildiriyor. O halde musannif, mücebbireyi cebriyye olarak anladı. Halbuki öyle değildir. Kelâm kitâblarını inceleyen, dediğimiz şekilde olduğunu anlar. Buradan anlaşılıyor ki, musannifin böyle demesi, Cebriyye ile mücebbire arasındaki farkı araştırmamasmdandır. Kime mücebbire dedikleri şimdi anlaşıldı. Cebriyye ise, sapık ve bid'at fırkalardan bir fırkadır. Ya’,nî demek istiyoruz ki, bu mesele hanefîlerin mu’teziie ile olan münakaşaları sebebi ile ortaya çıkmıştır. İlme vâkıf olanlarca saklı bir yanı yoktur.

    Künye sâhibi [Zâhidî] de mu'tezilîdir. Dürrülmuhtâr şâhibi,: «Zâhidî bu makamda [burada] mutezilî olduğunu açıkladı» diyor. Medînetül ulûm kitâbında şöyle yazar: «Künye, Necmüddin Muhtâr bin Mahmûd-i Zâhidî Ebûrrecâ Gazmitînin eseridir. Kudurî Şerhi ve Risâle-i Nâsırnyye'si de vardır. Bunu Bereket han için yazmıştır. Fıkhı, Sedîdül Hanâtî ve Burhânül eimme ve başkalarından öğrendi. Kelâmı, Yûsuf-i Sekkâkîden okudu. Huruf ve rivâyâtı Şeyh Rüşduddîn-i Kandî’den okudu. Edebi Şerefül efâdıldan aldı. Zâd-ül eimme, usûl ve ferâizde Müctebâ ve diğer kitabları vardır. Lâkin mutezile mezhebi üzere idi. Bunun için fetvâlarında güvenilir değildir...» Tabakat kitâblarına bakılırsa hep böyle şeylerle doludur. Allâme Kefevî Tabakan Hanefîyye kitâbında diyor ki: «Beşîr İbni Gıyâs Abdurrahman Meriysî mutezilî olup. Ebû Hanîfenin meclisine, dersine yetişti. Ondan bir parça ilim aldı. Sonra Ebû Yûsufe devam eyledi. Fıkhı ondan aldı. Onun üzerine fıkh öğretti. Ebû Yûsufun fıkhı üzerinde meşhûr oldu. Hattâ ashabının [talebesinin] en seçkinlerinden oldu. Kitabları vardır. Ebû Yûsufdan (rahmetullahi aleyh) çok rivâyetleri vardır. Hüseyn-i Buhârî onun mezhebini aldı.» Bir başka yerde şöyle diyor: «İmâm-ülkebîr Ebû Abdullah Hüseyn bin Alî mutezilî idi. Kelâmda mutezilenin başı idi. Usûl ve kelâm âlimlerinden idi.» Diğer bir yerde şöyle yazıyor: «Şeyh İmâm-ül-fehhâme Cârüllahil allâme ebû! Kasım Mahmûd bin Ömer bin Mecrüddîn-i Zemahşerî şübhesiz asrının imâmı idi.» Sonra ilâve ediyor. «Amelde hanefî mezhebini, itikadda muteziliyi tutardı.» Bir başka yerde diyor ki: Şeyhul imâm Burhanuddin ailame-i dünya Nâsır bin Ebil mekârım Abdüs-Seyyid bin Alî Matrızî, Irak'da dururdu. Harezmli idi. Ebû Muzaffer ve Ebûl Feth künyelerini almıştı. Zamanında burhan [hüccet] dili, vaktinin beyânı, meşhur olan Sehbâni idi. Fıkh ve usûlde eşi yoktu. İlmin furuunda benzeri yoktu. Bundan sonra diyor ki: Onun mutezilenin reisi olduğu rivâyet olundu.» Bir başka yerde diyor ki: Şeyh ul allâmetül imâm Sirâcüddin Yûsuf bin Ebû Bekr Muhammed ebû Yakub-ı Sekkâkî Harezmî, furü ve u,sûl ilimlerini, Şeyhül İslâm Alâuddin Sedîd bin Muhammed-i Hanâfî’den almıştır.

    İmâm-ı Râfiî Tedvîn fîzikri ehl-il ilm bi Kazvîn kitâbında Kadılkudâd Muhammed bin Ebzâm bin Ahmed Fakîh Ebû Nasr-ı Buhârînin hal tercemesini anlatırken diyor ki: İleri gelenlerden idi. Vakur idi. Fakîh idi. Ebû Hanîfe (rahmetullahı aleyh) mezhebine intisab etmişti. Tabîati kuvvetli, şi’rî güzel, hasleti makbûl idi. Ancak koyu bir mutezilî idi. Şâh Veliyyullah İntibah kitâbında şöyle der: Ebû Hanîfenin (rahmetullahi aleyh) mezhebinin esası, hadîsler ve eserler üzerine kurulmuştur. Hanefî mezhebinin fukahası dizisi bildirilirken onlarda bildirildi. Bu dizide Matrızî ve Zemahşerîyi de saydı. Bu konuya devam etmeye kalkarsak, ayrı bir kitab olur. Belki bu fırkanın, ya'nî mutezîle hanefîyyenin özel bir ismi vardır. Hanefî mezhebiyle amel eden mutezilîlere Hankatlî denir. Mezherül ulûm kitâbında böyle yazmaktadır. Şimdi İbni Hümâmın .sözündeki âlimlerimiz ifâdesinden muradın mutezile olduğunda şübhe ve anlaşmamazlık kalmadı. Çünkü mutezilîlere hanefî kelimesi kullanılmıştır. Âlimler bunu bilerek söylüyor, ilimden haberi olmıyanlar câhillikle söylüyorlar. Nitekim bu vehhâbî, kitâbında Kûnye’den nakl alıyor. Lâkin onun mutezilî olduğunu bilmiyor. Sırf bir fıkh kitabı görmekle fakîh olunmaz. Kitabın, musannifinin, rivâyetlerinîn, kaynaklarının hallerini bilmek, ma'nâlarını anlamak şarttır. Bu ise ilim ehli, büyük âlimler olmadan ele geçmez. Fakat başlangıç bilgilerini edinip şartları gözetip, fetvâya cür’et dinîni kayırmaktan uzaktır.

    Esas sözümüze gelelim. Bu da Fethuîkadîı deki yazıların, bu Vehhâbînin iddiasını geçersiz kılmasıdır. Çünkü ifâdelerin başını ve sonunu almayıp, kendine göre doğru yapıyor. Bundan başka, nakiller aldığı diğer kitablarda da, (bu hanefî mezhebindekilerin çoğunun ifâdesidir, yoludur sözü yoktur. Bilâkis Aynî Hidâye Şerhinde, ölünün duymasını, Ehl-i sünnet mezhebinde karar olarak bildirmektedir. İbni Hümâm Fethulkadîr'de cevabı verilen Kâfinin yazısını bildirmektedir. Biraz önce geçmişti. Ya’nî öldükten sonra yapılan o işler için hânis olmaz mes’elesi tamamdır. Çünkü mevcûd muteber kitablara göre yemînin esası örfde nasılsa öyle olmaktır. Belki bu vehhâbînin kitablardan bildirdiği ibâreler, aynı kitablarda, bu işin başında vardır. Meselâ Kâfîde şöyle yazar: Asıl şudur ki, yemînde kullanılan sözler, bize göre [Hanefî mezhebinde] örf esasına dayanmaktadır. Bize göre yemîn edenin maksadı muteârif olmaktır, ya’nî örf ve âdet olarak yapılagelen olmalıdır. O halde burada maksad, niyyet kuvvetli tutulmaktadır. Görmez misin ki, bir kimse lamba ışığı ile aydînlanmamağa yahut yaygı, minder üzerine oturmarnağa yemîn etse, güneş ışığında dursa, yahut yere otursa, yemîni bozulmaz. Her ne kadar Kur’ân-ı kerîmde güneşe lâmba, yere yaygı deniyorsa da, örf böyle değildir. Bir eve girmiyeceğim diye yemîn eden, Kâ'beye, mescide, havraya, kiliseye, dehlize, evin kapısındaki gölgeliğe, sofaya... girmekle hânis olmaz. Çünkü bizim örfümüzde sofa böyiedir. Küfe ehlinin örfüne göre hânis olur. Çünkü onlarn sofaları [antreleri] evin heyetindendir. Bizim örfde, âdette ise sofa, ev heyeti üzere değildir. Şerhde diyor ki, et yememeye yemîn eden, balık eti yese hânis olmaz [yeminini bozmuş olmaz]. Sonra yeminde esas örf ve âdette kullanılmadır yazıyor. Yine Şerhde diyor ki: Baş [kelle] yemiyeceğim diye yemîn eden, yemindeki niyyeti tandırlarda, fırınlarda pişirilen ve şehirde ayak üstü satılanlar ise, bunda Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh) deve, inek ve koyun başı bunagirmez buyurdu. Çünkü Kûfelîlerin bu üçündeki âdetlerini görmüştü. Sonra halk bu âdeti terkedip deve kellesi yemeği bırakınca, kavlinden rucû’ edip, koyun ve inek kellesi yerse hânis olur buyurdu. Sonra Ebû Yûsuf ve Muhammed (rahmetullahi aleyhima) Bağdadlıların ve diğer şehirlerin âdetlerinin böyle olmadıklarını görünce ve yalnız koyun kellesi yediklerini müşâhede edince, yalnız koyun kellesi yerse hânis olur dediler. Bundan anlaşıldı ki ihtilâf zamana, asra göre olup, hüccet ve burhana [delile] göre değildir. Yine anlaşıldı ki, yemînde esas örftür. Yine Şerhçe diyor ki, konuşmayacağına yemin eden kimse, Kur'ân-ı kerîm okusa, yemini bozulmaz. Sonra izâh ediyor ve bu şeklin beğenilmesi, Kur’ân-ı kerîm okumaya örfde konuşmak denmez diyor. Yanî demek istiyoruz ki, bu kitabın bir çok yerinde bu ön bilgi vardır. Kenz Şerhi Aynî'de şöyle yazılıdır: Yeminler, bizde [Hanefî mezhebinde] örfe, Şâfiî ve Hanbelîde hakîkat ma’nâsı üzeredir. Mâlikî de kelimelerin Kur'ân-ı kerîmdeki ma'nâlarına göredir.

    Fethulkadîr’de, eve girmekteki yemîn bahsinde diyor ki: Eve girmiyeceğim diye yemîn eden, Kâ’beye, mescide, yehûdîlerin ve Hıristiyanların mabedlerine girse, hâni,s olmaz. Çünkü yemînde asıl, bize göre örfe âdete göre olup, hakîkat ma’nâsı, ya’nî kelimenin lügat ma’nâsına göre değildir. Şâfiîde kelimenin lügatteki hakîki ma’nâsına göredir. Bizde, keîîmenin Kur’ân-ı kerîmdeki ma’nâsına göre de değildir. Mâlikîde böyledir. Mutlak niyyete göre de değildir. İmâm-ı Ahmede (rahmetullahi aleyh) göre böyledir. Belki Fethulkadîr’de, konuşmada ki yemîn bahsinde bu mes’ele açıkça bildirilmektedir. Şöyle ki: Bir kimse, filân kimse ile konuşmayacağım diye yemin etse. Ona söyleşe, sözünü duyacak kadar yakında olsa, uykuda da olsa, hânis olur. Çünkü ona söyledi. Sesi kulağına ulaştı, ancak uykuda olduğu için anlıyamadı. Aynı şekilde, ona seslense, duyacak kadar yakın olduğu halde, dalgınlığından dolayı anlamasa, yine hânis olur, yeminini bozmuş olur. Çünkü sesinin onun kulağına varmasını bilmesi sâbit değildir. Anlamağa kadirdir. Buna rağmen böyle hükm etti. Hânis olması duygu organın sağlam olmasındandır. Bunun için sağır ise yine hânis olur. Mebsûtun bazı riâyetlerinde, onu uyandırması şarttır. Çünkü bazılarında ona seslendi, yahut onu uyandırdı dedi, bazılarına da ona seslendi ve onu uyandırdı dedi. Bizim âlimlerimiz bunu beğendi. Çünkü o onun konuşması için uyandırılmazsa, sesini duymıyacak kadar uzaktan ona seslenmiş gibi olur. Sesini duymuyor. Harfleri ayırmak, ne dediğini anlamak nerede! Bu durumda hoş söz olur. Onunla konuşmuş, ona seslenmiş olmaz. Ölüye söylemiş gibi olup, hânis olmaz. Sağır böyle değildir. Çünkü ona söylemek şahîhdir. Çünkü, sağır olmasaydı duyacaktı. Meyyit için, duymadığı halde, böyle denmez. Buradan deriz ki, yemini ancak diri üzerine münâkıd olur. Çünkü örfde, sağırla konuşmağa, konuşmak denir. Halbuki yeminden maksad, aradaki kesikliği bildirmek için, konuşmayı terk etmektir. Bu ise ölü için tahakkuk etmez. Sesini duymıyacak kadar uzakta olan için de böyledir, ya'nî yeminini bozmuş olmaz.»

    Aynı kısımda şöyle yazıyor: «Ona söylemiyeceğim diye yemîn etse, ona şifâhen söylemedikçe hânis olmaz. Konuşmakda bunun gibi şifâhen söylemektir, başka olmaz.» Aynı kışımda yazıyor: «Böyle yemîn ettiğine mektûb yazsa, yahut bir haberci yollasa, hânis olmaz. Çünkü bunlara örfde konuşmak denmiyor. İmâm-ı Mâlik ve Ahmed bin Hanbele (rahmetullahi aleyhima) göre hânis olur. Onlar Şûrâ sûresinin ellibirinci âyetini delil edindiler. Bu âyet-i kerîmede: «Bir kimse Allahü Teâlâ ile, ancak vahy, ilhâm, rüyâ, yahut perde arkasından konuşabilir. Yahud dilediğine meleklerden haberci gönderip, Onun izniyle o kimseye vahy ve ifâde eder. Allahü Teâlâ mahlûkların sıfatlarından yüksektir» buyuruldu. Buna cevab olarak, yeminin esası örf üzerinedir deriz. Yemek ve içmek hakkında yemini anlatırken diyor ki: Bir kimçe, et yemiyeceğim diye yemîn etse, balık yese, hânis olmaz. Bu sözün sonunda diyor ki: Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh) bu konuda örfe bakılır dedi. Musannifin bu daha güzel olur dediğine bakılmaz.»

    Dövmek ve öldürmek hakkında yemini anlatırken diyor ki: Seni döversem, kölem hürdür dese, yaşadığı müddetçe demek olup, öldüğü zaman onu dövse, hânis olmaz. Çünkü dövmek, bedene acı veren fiilin ismidir. Yahut tedib âletini yerinde kullanmaktır. Canını yakmak ve tedib etmek ölü için olmaz. Çünkü o hissetmez. Aynı kitabda diyor ki: Meyyitin kabirde azâb olunması hakdır. Ona, acıyı duyacak kadar hayât verilir. Ehl-i sünnete göre . bünye şart değildir. Hattâ vücudu dağılsa, kısımları tanınamıyacak duruma gelse, belki toprakla karışsa, yine azâb olunur. Gözlerin görmediği bu küçük parçalara hayât verilir. Allahü Teâlâ buna, elbette kâdirdir. Kabir azâbı inkâr edilirse, bunda ihtilâf edilebilir. Yoksa kabir azâbını kabûl eden kimsenin, his olmaz demesinin akıllıca bir söz olacağı tasavvur olunamaz.

    Kifâye sâhibi diyor ki: Asıl olan, yeminde kullanılan kelimeler, bize göre örf üzeredir. Yine Kifâye’de Şeyhülislâmın [Hulvânînin] Mebsûtundan alarak diyor ki: Biliniz ki, konuşmak demek, sesinin işitilmesi demektir. Kendi kendine konuşmak ise, kendi duyacağı kadar sesle söylemektir. Ama başkasının işitmesi, saklı bir şeydir. Ona vâkıf olunmaz, o halde sebebe riâyet etmek onun yerine geçer. Bu da, sesi kulağına gitmek ve duymasına bir mânî olmamaktır. Duyduğuna hüküm edilir ve esas işitmeğe bakılmaz.

    Fasîha kitâbında diyor ki: Filânca ile konuşursam,yahut filâncanın evine girersem derse; konuşmaktan maksad işittirmektir. Bu ise ölümden sonra tahakkuk etmez. Evine girmekten maksad, kendisini ziyâret olup, kabriniziyaret değildir. Eyyûb aleyhisselâmın hanımını dövmesi hikâyesi ve Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedirde ölen müşriklerle konuşması nasıl oldu?

    Cevâb: Uzun mütalâalardan sonra, fukahâ-ı, kirâm.yemîn meselesinde, özellikle hanefi mezhebinde olanlar, umûmî örfe itibar ederler, bundan başka şeylerle uğraşmazlar. Umman kitâbında da böyiedir. O halde tayy-ı kelâmda ölünün işitmemesini zikretmek, süâl ve cevâb şeklinde Şerh edenlerin ve hâşiye yapanların, âdetleri olduğu gibi, bahs ve muahaza yoluyla bildirmektir. Ölünün duyması mes’elesi fıkh ilminden değildir. Nitekim bu vehhâbî de süâl soranı ayıbladığı yerde diyor ki: «Cevâz ve. günâh, hareketlerde ve amellerde olur. Bu mes'ele ise, haberlere bağlıdır. Ya’nî sâbit midir, değil midir.» Fıkıh, yalnız birinci kısmın ismidir. İkinci kısım fıkhdan değildir. Yeri do fıkıh ilmi değildir. Belki açıklandığı yer, bir başka ilimdir. O halde, madem ki muhatabımız böyle olduğunu biliyordu, meselenin esasını, yeri olan haberlerden, hadîs-i şeriflerden araştırmaya gitmeden ve yeri olmıyan diğer ilim dalından nakle yapışması, belki onunla ilgili olduğu içindir. Hadîs-i şerîf hakkında, hadîs usûlüne aykırı sözleri alçakçadır. Bu ibâreler ile istidlâl ise ne fakîhe uygun, ne de muhaddise lâyıktır. Buna ilâve olarak bu kitgbdaölülerin işitmemesi, konuşmak ve selâm için umûmîdir.

    - nn’r

    Bu vehhâbî ONDOKUZUNCU SUÂLİN CEVÂBINDA ölünün, ziyâret edenin selâmını duyduğunu Aliyyül Kârinim Mişkât şerhinde Suyûtîden alarak bildirdiğini yazıyor: İbâre şöyledir: «Suyûtî der ki, Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) bildirdi. Ebû Zerîn: «Yâ Resûlullah, yolum ölülerin yanından geçiyor. Onlara uğradığımda söyliyecek bir ,söz var mıdır?» diye süal etti. Buyurdu ki: «Esseiâmû aieyküm ehlel kubûri mine! müsîimînel müminin entüm lenâ selef ve nahnü leküm tebe* ve innâ inşâalîahü biküm îâhıkûn» dersin. Ebû Zerîn hazretleri, işitirler, lâkin cevâb veremezler. Ya’nî diriler duymaz. Bundan anlaşılıyor ki, cevab verirler, fakat diriler duymaz.»

    Yukarıda bildirdiği nakillerden ölünün hiçbir şekilde işitmiyeceğini bildirmişti. O halde bu ondokuzuncu süâlin cevâbı nasıl doğru olabilir! Ancak diyor ki, bu fıkıh meselesi değil, haberlere bağlıdır. Haberde ise, selâmı işittikleri geldi. Yukarıda Aliyyül Kârî İmâm-ı Suyûtîden alarak bunu bildirdi. Bu takdirce, konuşmanın ölüler tarafından duyulması hakkında da, Mol.lâ Aliyyül Kârî nakletsin veya İmâm-ı Suyûti bildirmiş olsun, teslîm etmeliydi. Ama yine de bir bam teli ve iki ayrı hava! Ya’nî önce toplayıcılık mertebesine ulaşmış hanefî âlimlerinden, ele geçirdiklerini bildirdi, sonra da Hanefi mezhebinin büyüklerinin müracaat kitâbf olarak bildirdikleri Suyûtînin (rahmetullahi aleyh) kitâbından haber veriyor. Diğer imamların bildirdiklerini nakl edeceğiz.

    Molla Aliyyül Kârî Fıkh-ı ekber şerhinde bildiriyor «Konevî dedi ki, Ehl-i Sünnete göre bunun esası şöyleair. İnsan nemaz, oruç, sadaka, hac ve diğer amellerinin sevabını başkasına verebilir. İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi aleyh) buna, sadaka, mal ile olan ibâdetler ve hac için câiz buyurdu. O halde kabrin başında Kur'ân-ı kerîm okursa, Şâfiî mezhebine göre, ölü Kur'ân-ı kerîm dinlemek sevabını alır ve ölüye hediye edilen kırâat sevabını alamaz. Nemaz ve oruç sevabını da almaz. Aynı şekilde mal ile olmayan bütün tâat ve ibâdetlerin sevâbına kavuşamaz. Ebû Hanîfe ve Eshâbına (rahmetullahi aleyhim) göre, bunların sevabı da ölüye gider. Gitmez diyenler, delil olarak: «İnsan için, ancak çalışıp kazandığı vardır» ayet i kerîmesine ve: «Âdem oğlu ölünce, ameli kesilir» hadîs-i şerifine tutundular.

    CEVÂB: Âyet-i kerîme, bizim için hüccettir, delildir. Çünkü amelinin sevâbını başkasına hediye eden, sevâbının bu başkasına ulaşmasına say etti, çalıştı. Bu âye1 te göre, onun için çalışıp kazandığı olur. Onun için çalışıp kazanmak, ancak sevâbının ona ulaşması iledir. O halde bu bizim lehimize hüccet olup, aleyhimize değildir. Hadîs-i şerîfe gelince, amelinin kesildiğini gösterir. Biz de aynı şeyi söylüyoruz. Fakat konumuz başkasının hediyye ettiği sevabın ona ulaşmasıdır. Sevabı ölüye ulaştıran Allahü Teâlâdır. Çünkü ölü kendiliğinden duymaz. Ama Hak Teâlânın kudretinde yakınlık ve uzaklık aynıdır.

    Mirkad kitâbında, kabrin üzerine konan hurma dalı hadîs-i şerîfinin şerhinde diyor ki: Âlimler bu hadîs-i şerîfe dayanarak, kabrin yanında Kur'ân-ı kerîm, okumağı müstehab görmüşlerdir. Çünkü Kur’ân-ı kerîrh okumak, azâbın hafîfletilmesinde hurma dalının tesbîhinden evlâdır. «Berna salavât okuyunuz; zira nerede olsanız okuduğunuz salavât bana ulaştırılır» hadîs-i şerîfinin şerhinde diyor ki:  Kâdî dedi ki, temiz ve kudsî rûh, beden alâkasından kurtulunca yükse’ir ve Mele-i a’lâya kavuşur. Onun için perde kalmaz. Herşeyi rûhu ile görür. Yahut meleğin haber vermesiyle müşâhede eder. Bunda bir sır vardır. Buna ancak, kavuşan erer. «Muhakkak ki, Allahü Teâlâ yere, peygamberlerin cesedlersni yemeyi haram [yasak] etmiştir» hadîs-i şerîfini açıklarken şöyle diyor: İş böyle değildir. ’ Ya’nî öldükten sonra arz ve işitmek, yalnız peygamberlere mahsûs değildir. Çünkü diğer ölüler de .selâm ve kelâ' mı işitirler. Bazı günler yakınlarının amelleri onlara arz olunur. Evet, peygamberlerin hayâtları en olgun şekilde olur. Şehidler, velîler ve âlimler gibi vârislerine yeterince haz hâsıl olur. Temiz bedenleri muhafaza olunur. Belki nemaz, Kur’ân-ı kerîm ve bunların benzerleriyle, kıyamete kadar temiz kabirlerinde lezzetlenirler. Bu mes'elelerin hepsini İmâm-ı Suyûtî Şerhussûdur ahva!-il kubûr kitâbmda sahîh haberler ve sarîh eserlerle bildirmektedir.

    İbn-i Hacer-i Mekkî buyurur ki: «Peygamberlerin kabirlerindeki hayâtları şöyledir ki, onunla, melekler gibi yemeğe ve içmeğe muhtaç olmadan kabirlerinde ibâdet ederler ve nemaz kılarlar. Bunlar görülmiyen şeylerdir. İmâm-ı Beyhekî bunun hakkında bir risâle yazmıştır» Aynı kitabda, yukarıdaki hadîs-i şerîfin şerhinde, bir başka yerde şöyle yazar: «Peygamberlerin ce.sedlerini yemeği, ya’nî bütün eczasını yemede, onlar için iki holde de fark yoktur. Bunun için : Evliya ullah ölmezler, lâkin bir evden başka bir eve göçerler buyuruldu. Bunda, diğerlerinin hilâfına, rûh ile bedenin ikisine de arz olduğuna işâret vardır. Şehîdler ve velîler böyiedir. Zirâ işlerin onlara arzı ve eşyayı bilmeleri ruhları ve cisimlerinin bir kısmı ile olmaktadır. Peygamber, cins isimdir. Husûsiyetleri, yakınlıklarının en üst derecede olmasıdır. Zâhir olan onun evvel olmasıdır. Çünkü o (sallallahü aleyhi-ve sellem) Mû,sâ aleyhisselâmı ayrı zamanlarda, ayrı yerlerde gördü. Bunu akıl da kabûl etmektedir. Nitekim haber-i sâdık ile diri olduğu bildirilmektedir. Ya’nî dâimâ manevî rızık ile rızıklanmaktadır. Çünkü Allahü Teâlâ ümmetinin şehîdleri hakkında: «Railerinin katında dirilerdir. Rızıklanmaktadhrlar» buyurdu. Nerde kaldı ki, onların efendileri, belki bu hususta başları böyle olmasın. Çünkü ona da (sallallahü aleyhi ve sellem) zehirli koyun eti yemekle şehîdlîk ve saîdlik mertebesi hâsıl oldu. Sonra diyor ki, burada rızkın hissî olması, ya’nî bedene olur gibi olması mümkündir. Nitekim akla da bu gelmektedir.

    Tirmizînin, Kâ’b ibni Mâlikden (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Şehîdlerin rûhlan, Cennet meyyelerine osıh yeşil kuşların üçlerindedir» buyuruldu. Bir rivâyette: «Şehîdler kuşların içindedir. Çıkıp Cennette diledikleri gibi dolaşırlar, meyvelerinden yerler. Arşın altındaki kandillere konarlar» buyuruldu.

    Cihâd kısmında esirleri anlatırken diyor ki: Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem); «Nefsim yed-i kudretimde olan Allahü Teâlâya yemin ederim ki, onlara, söylediğimi siz daha çok işitmezsiniz» hadîs-i şerîfi, duyacaklarını bildiriyor. Bir rivâyette: «Siz onlardan daha çok duymazsınız, lâkin cevâb veremezler» diye, ge'di. İmâm-ı Nevevînin Müslim şerhinde diyor ki: «Mâzerî der ki, bu hadîs-i şerîfe göre, meyyit işitir denildi. Bunda düşünmek lâzımdır. Çünkü bu, haklarında bildirilmiş olanlara mahsûstur. Kâdî böyle bildirdi ve dedi ki: onların işitmesi, hgdîs-i şerîfde bildirilen kabir azâbı ve kurtuluş olmıyan fitnelere düçâr olan ölülerin duyması şeklinde tevil olunur. Bu ise, onların diriltilmesi veya bazı cüzlerinin diriltilmesi olup, Allahü Teâlânın dilediği vakitte, bununla an. laması ve işitmesi şeklinde olur. Şeyh [İbni Hacer], seçi' len kavil budur der. İbni Hümâm Hjdâye şerhinde der ki: Hanefî âlimlerinin çoğu, yemîn bahsinde belirttikleri gibi, . ölü duymaz diyorlar. Nitekim yemîn bahsinde derler ki: Birisiyle konuşmıyacağına yemîn eden, ölüsüne söylerse, ' hânis olmaz. Çünkü yemîn onun anlamasına bağlıdır. Ölü ise böyle [ya’nî anlayıcı] değildir. Ben derim ki, hanefî âlimlerinin böyle söylemeleri, yemînin örfe bağlı, olduğunu : bildirmek içindir. Bundan, gerçekten duymadıkları gerek: mez. Nitekim, et yemiyeceğim diye yemîn eden, balık ye: se yemînini bozmuş olmaz. Halbuki Allahü Teâlâ balığa  taze et [ya'nî balık] buyuruyor. İbni Hümâm der ki, bu hadîs-i şerîfde bildirilenin cevâb olarak, hazreti Âişe (radıyallahü anhâ) tarafından kabûl edilmeyişi ve: Resûlullah I (sallallahü aleyhi ve selem) nasıl böye söyler! Halbuki

     Allahü Teâlâ, «Sen kabirlerde olanlara duyuramazsın. Sen ölüye işitt’remezsin» buyuruyor denilmesidir.

    Buna cevab olarak deriz ki: Üzerinde ittifak olunmuş bir hadîs-i şerîfin merdûd olması, kabûl edilmemesi diye bir şey olamaz. Hele Kur’ân-ı kerîm ile o hadîs-i şerîf arasında bir zıtlık olmayınca. Çünkü âyet-i kerîmedeki ölülerden maksad, kâfirlerdir. İfâdenin olumsuz olması, ya’nî sen ölülere [kâfirlere] duyuramazsın diye bildirilmesi, onlar fâidelenemez, işitmezler, anlamazlar, kabûl etmezler demektir. Yoksa şadece işitmezler demek delildir. Nitekim Allahü Teâlâ Bakara sûresi yüzyetmişbirinci âyetinde: «Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; Kur'ân-ı kerîmi işitip anlamazlar» buyuruyor. Yahut anlamazlar, işitmezler aynı şeydir. İmâm-ı Beydâvî: «Sen ölüye duyuramazsm» âyet-i kerîmesinin tefsîrinde diyor ki: «Onlar ölü gibidirler. Çünki dinleme ve anlamalarım tamamen Iraktan ayırmışlardır. Allahü Teâlâ dilediğine duyurur, ya’nî hidâyet eder. Böylece onu âyetlerini anlamağa muvaffak eder, nasihatlerinden fâidelenir. «Sen kabirdekilere işittiremezsin» âyeti, küfrde ısrar edenlerin ölüye benzetildiğini bildiren bir tevbîhdir. Onlardan ümid kesileceğini mübâlağa ile bildiriyor. Bu âyet-i kerîme, «Sen sevdiğini îmâna getiremezsin, fakat Allahü Teâlâ dilediğini îmâna kavuşturur» âyet-i kerîmesine benzemektedir.

    Sonra sözüne devam ederek diyor ki, ölülere duyurmak Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) husûşiyetlerindendir. Onun mu'cizelerinden olup, kâfirlerin hüsrân ve ziyânlarının çokluğunu haber veriyor. Buna karşılık, bir şeyin Resûlullaha mahsûs olduğunu söyliyebilmek için, delil, sened lâzımdır deriz. Burada böyle bir sened yoktur. Hazreti Ömer’in süâli ve verilen cevab da, husûsî olmadığını göstermektedir. Bir yerde de, örnek olsun diye söylenmiştir diyor. İbni Hümâmın bu sözünü, Resûlüllahın 

    (sallallahü aleyhi ve .sellem) cevâbı geçersiz kılmaktadır. İbni Hümâma göre, Müslim kitabındaki, meyyitlerin cenazede bulunanların dönüşlerindeki, ayaklarının seslerini bildiren hadîs-i şerîf, meyyitin kabre konulduğu zaman, süâl ve cevâb için işitmesini göstermektedir. Ondan sonra, artık hiç işitmiyeceğini bildirmektedir. Çünkü âyet-i kerîmeden meyyitin işitmediği anlaşılmaktadır. Allahü Teâlâ, kâfirlerin işitmediğini bildirmek için onları ölüye benzetmiştir diyor. Buna cevâb verilir ki, bu söz, kendi kendini çürütmektedir. Çünkü, meyyitin kabre konduğu zaman, işiteceğini söyliyenin, her zaman işiteceğine de inanması lâzımdır. Kabirde bulunan meyyitlere selâm vermenin .sünnet olduğunu, Ehl-i sünnet âlimleri söz birliği ile bildirmiş olduklarından, bu da onun dediğinin doğru olmadığını göstermektedir.

    İmâm-ı Buhârî (rahmetullahi aleyh) buna ilâveten diyor ki, Katâde hazretleri dedi ki, Allahü Teâlâ, sözünü onlara duyurmak için, ölüleri diriltir. Ya’nî onları azarlamak, aşağılamak, onlardan intikam almak, üzüntü ve pişmanlıklarını artırmak için, ölülere hayât verir. Mâzerî bu sözden, yalnız peygamber efendimize mahsûs olduğu ma’nasını anladıyba da, Cumhûrun sözüne uymamaktadır. Nitekim Şerhussudûr fî ahvâli! kubûr kitâbmdan açıkça anlaşılmaktadır.

    Fikh-ı ekber şerhinde yazıyor ki: Ruhun iâdesi ve bedene taalluku, her cüz’ünedir, yahud bazısında toplanmıştır, yahut müteferriktir. Bu şekilde rûhun cesede iadesi haktır. Bu mes’eleyi, mu’tezile mezhebi ve râfızilerin bir kısmı kabül etmiyorlar. Halbuki berzah [kabir hayatı] ve öbür dünya hakkında sağlam bilgiler tevâtür hâlini almış hadîs-i şeriflerde bildirilmiştir. Âlimlerimizin büyüğü Celâlüddîn Suyûtî hazretleri bunları Şerhussudûr fî ahvâlil kubûr kitabında yeterince yazmaktadır. Aynı şekilde Budûrüssâfire fî ahvâli! âhire kitabinde anlatmaktadır. İyice öğrenmek ve ikiliğin giderilmesi için bu iki kitâbı okumalısın! Kısaca buyuruyor ki:

    Mü’min sûresi kırkaltıncı âyet-i kerîmesinde: «Onlar sabah ve akşam o ateşe arz olunur» buyuruyor. Ya'nî kıyâmetten öncedir. Bu ise kabirde olmaktadır. Delili de âyet-i kerîmenin devamı olup: «Kıyâmet günü melekler, ontara şiddetli azaba girin derler» bunu bildirmektedir. Yine Allahü Teâlâ secde süresi yirmibirinci âyetinde: «Biz onlara âhıretteki büyük azâbdan başka yakın azâbı tattırırız», Tâhâ süresi yüzyirmidördüncü âyetinde: «Hidâyete sebsb olan zikrimden yüz çevirene kebir darlığı ile azâb vardır» buyuruluyor. İmâmın mehazı bu âyeti kerîmedir. İmâmın kavlinin açıklamasında, kabir sıkması haktır diyor. Ya'nî kabirde acı çekmek haktır. Bu ise bütün kâfirleri içine almaktadır. Müslimanlardan ise bazışınadır. Diyor ki, kabir azâbı müslimanlardan âsî olanlar içindir. Aynı şekilde bazı mü’minler için kabirde nimetlere sâhib olmak, nimetleri kullanmak hak’dır. Hadîs-i şerîfde: «Kabir, yâ Cennet bahçelerinden bîr bahçe, yahud da Cehennem çukurlarından bir çukurdur» buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfi Tirmizî ve Taberânî bildirmektedir. Bir hadîs-i şerîfde de: «Kabir, âhıret konaklarının ilkidir; onda kurtulursa, sonrakiler daha kolay olur; kurtulamazsa, sonrakiler daha şiddetlide» buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfi, Tirmizî, Neşâî ve Hâkim sahîh sened ile hazreti Osman bin Affândan (radıyallahü anh) bildirmektedir.

    Ehl-i hak olanlar, Allahü Teâlânın, kabirdeki ölüde, acı lezzet duyacak kadar hayât verdiğinde sözbirliği hâlindedirler. Ancak, rûhun kendisine avdet edip etmediğinde ayrılık vardır. Ebû Hanîfeye (rahmetullahi aleyh) göre, susmak daha iyidir. Ancak onun bu sözü, rûhun cesede iadesini göstermektedir. Çünkü iki meleğe [Münker 

    ve Nekir adındaki süâl melekierine) cevâb vermek, ihtiyâri bir iştir; ya’nî irâdesi ile düşünerek cevâb verecektir. Bu ise, rûh olmadan düşünülemez. Bozanı düşünülebilir de denildi. Nitekim uyuyan kimsenin rûhu bedenihden ayrılmıyor. Bedeni ile beraber oluyor. Hatta rüyada acı çekiyor veya lezzet alıyor.

    '/ine diyor ki: Tâat edenlerin nimet ve zevklerine, isyân edenlerin elem ve acılarına, Âl-i (mrân sûresi yüzoltmış dokuzuncu: «Hâlis niyyetle Allah yolunda kati olanları ölü sanmayın. Belki onlar rableri katında dirilerdir. Allahü Teâlâ faril ve kereminden, onlara verdiği şeref ve ni’metten rahat ve sevinçli olarak Cennet meyveleri ile rızıklanırlar» ve Nûh sûresi yirmi beşinci: «Onlar, günâhları sebebiyle, tufanla gark olunup ateşe sokuldular» âyet-i kerîmeleri delildirler. Bunda ayrılık, rûha mıdır, bedene midir, yoksa her ikisine birden mi azâb vardır şeklindedir. En doğrusu hem rûha, hem de bedene olmasıdır. Ancûk biz, doğruluğuna inanırız, nasıl olacağı île meşgul olmayız.

    İmâmın sözünün açıklamasında diyor ki: Öldürülen, ; eceli ile Ölmüştür. Ölüm ânı, ölümünün takdîr edildiği zaı mandır. Ya’nî o anda ölümü takdîr olunmuştur. Yine yazıyor ki, Eh-i sünnet vel cemâat ecelin mahlûk olduğunda, o anda yaratılmış olduğunda sözbirliği hâlindedir. Bu şekilde olan sözbirîiğini bildirenler Muhammed bin Nasr-ı Nervezî ve İbni Kuteybe ve daha başkalarıdır.

    Ruhun ölüp ölmemesinde ayrı diyenler oldu. Bir kısmı ölür, çünkü nefsdir [candır] ve: «Her can ölümü tadacaktır» dedi. Bir kısmı da, rûh ölmez. Çünkü o, bâkî ol mak için yaratılmıştır; ölen ancak bedenlerdir dediler. Rûh: ların bedenden ayrıldıktan sonra, lezzetlenmeleri ve azâb : görmeleri, için Allahü Teâlânın onları cesedlere göndermesini bildiren hadîs-i şerifler, böyle olduğunu göstermektedir.

    Rûhun bedene, hükümleri değişik beş çeşit bağlılığı vardır:

    1. — Anne karnındaki cenine rûhun bağlılığı.

    2. — Uyku hâlinde bedene bağlılığıdır. Bunda bir bakımdan bağlılık, bir bakımdan ayrılık vardır.

    3. — Uyanıkken olan bedene bağlılığıdır.

    4. — Kabirde bedene bağlılığıdır. Çünkü kabirde bedenden tamamen ayrılmış, uzaklaşmış değildir. Ayrılığı tamamen olmayıp, bir daha sonsuz olarak, ona yaklaşmaz demek değildir. Çünkü bir müsliman kendisine selâm verince, rûh bedene iâdb olunuyor. Bu hadî,s-i şerîfde bildirildi. Ve yine hadîs-i şerîfde, cenazeyi defn edenler, dönerlerken, ölü ayak seslerini işitir diye geldi. Bu kıyâmetten önce beden hayâtını icâbettirmiyen, husûsî bir iâdedir.

    5. — Cesedlerin tekrâr dirildikleri gün rûhun bedene bağlılığıdır. Bu ise rûhun bedene bağlanma şekillerinin en yükseği ve kuvvetlisidir. Çünkü bundan sonra beden hep onunla olup, bir daha ölmez ve uyumaz ve beraberliği bozacak birşey olmaz. Kabirde süâl yalnız rûha değildir. İbni Hazm ve diğerleri de böyle dedi. Buradan süâlin, rûhsuz bedene yapılır demenin bozuk bir yol olduğu anlaşıldı. Bu iki suâli red eden sahîh hadîs-i şerifler vardır. Sonuç olarak deriz ki, dünya işleri bedenleredir. RûhIcır bedenlere tâbidir. Kabirdeki işler rûhlaradır. Bedenler ruhlara tâbidir. Haşr ve neşr hükümleri ise, rûh ve cesedlero beraberdir.

    Şeyh Abdülhak Dehlevî hazretleri Mişkât tercemesincie kabir ziyâreti bahsinde diyor ki: Hazreti Âişe (radıyaliahü anhâ) anlatır: Allahın Resûlünün (sallallahü aleyhi ve sellem) ve babam Ebû Bekr-i Sıddîkın (radıyallahü

    anh) defn edilmiş oldukları odaya girdiğim zaman elbisemi soyunurdum. Kalbimden, burada zevcim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve babam yatıyor derdim. Hazreti Ömer (radıyallallahü anh) onların yanına defn edilince, Allahü Teâlâya yemîn ederim ki, o odaya örtülü oli madan girmedim. Hazreti Ömerden (radıyallahü anh) utanırdım. Çünkü bana yabancı idi. Hazreti Âişe'nin (radıyallahü anhâ) bu haberini İmâm-ı Ahmed (rahmetullahi aleyh) bildirdi. Bunda meyyitin hayât sâhibi olduğuna ve bildiğine açık delil vardır.

    Ölüyü ziyarete gidince hürmet etmek caizdir. Bilhassa sâlihleri ziyâret edince, çok lâzımdır. Huzûrlarında edebi gözetmek hayâtta iken olan derecelerine göredir. Çünkü .sâlihlerin kendilerini ziyâret edenlere edebleri ölçüsünde, açık meded ve yardımları vardır. Nitekim Şeyhin şerhinde de böyle bildirilmektedir. Esîrler kısmında. Bedirde öldürülen müşrikleri attıkları çukur hikâye edilirken şöyle yazar:

    Biliniz ki bu hadîs-i şerîf sahîhdir. Sıhhatinde ittifâk olduğu sarîhdir. Bu da ölünün duyacağını açıkça bildiri mektedir. Aynı şekilde kendine ne söylendiğini anlıyacağını göstermektedir. Bunun gibi Müslimdeki bir hadîs-i şerîfde: «Cenazeyi defn edip ayntanlçjnn ayaklarındaki na’linlerin çıkardığı sesleri ölü duyar» buyuruldu. Aynı şekilde Resûlullah (.sallallahü aleyhi ve sellem) Bakî' kabristanında yatan Eshâbını ziyâret etti ve onlara selâm verip, seslendi ve: «Ey müslimanlann bulundukları yerlerin sâhibleri! Size vad olunanlar size verildi. İnşjaallah biz size kavuşuruz» buyurdu. Çünkü işitmiyen ve anlamıyan kimseye seslenmek doğru ve akıllı bir iş olmaz.

    : Hattâ abe.s ve boş sözlerden sayılır. Tirmizînin bildirdii ği haberde şöyle deniyor: Hazreti Âişe (radıyallahü anhâ) kardeşi Abdurrahman bin Ebû Bekrin kabrini Mekkede ziyâret edince, seslenip ona, o zaman yanında olsaydım, seni ziyâret etmezdim dedi. Nitekim kabir ziyareti bahsinde geçmişti. İbni Hümâm Hidâye şerhinde diyor ki; Hanefi âlimlerinin çoğu, ölü duymaz dediler ve yemîn kısmında açıkça bildirdiler ki: Konuşmıyacağım diye yemîn eden, öldükten sonra ona söylerse hânis olmaz, ya’nî yeminini bozmuş olmaz. Çünkü yemîn, anlıyabilen üzerine münakıd olur. Ölü ise böyle değildir. Böyle diyenler şöyle de cevâb veriyorlar ki, ölünün, defnden sonra dağılanların ayak seslerini duyması hakkında Müslim'de bildirilen hadîs-i şerîf, meyyitin kabre konulduğu ve süâlden evvelki zamanı gösterir. Böyle demeleri bildirilene uymamaktadır. Bahis mevzuu olan ölünün duymamasına delil değildir. Hadîs-i şerîfin açık ma'nâsı şudur ki, bu hal ölüye kabirde hâsıl olmaktadır. Yine cevâb olarak, bu husûşta nass vardır dediler. Mezheblerirıin hilâfına olarak, bazen Resûlullaha mahsûs bir hâldir, onun mu’cizesidir; kâfirlerin hüsrân ve elemlerini arttırmak içindir, dediler. Bilmek lâzımdır ki, böyle yorum ve tevil, ölünün işitmesinin imkânsız olduğunu gösteren bir delil olmadıkça, yapılamaz. Halbuki Allahü Teâlâ ölüye duyurmağa kadirdir. Duyguları, anlamaya sebeb-i âdi kılmıştır. Yoksa işitmek, anlamak, yalnız Allahü Teâlânın yaratması iledir. Nitekim mezheb âlimlerimizin kitablarında vardır. Bazan, bu eskiden beri söylenip gelmekte olan bir ,sözün tekrarıdır, yoksa murad hakiki konuşmak değildir derler. Bu ise, birinci cevabdan da daha uzaktır. Yeminde esas, örf ve âdete bakılmak olup, hakiki [lügat] ma'nâsına bakmak değildir. Buradan herşey anlaşılabilir. Tevil sebeblerinin en kuvvetlisi, yukarıda geçtiği gibi, bu rivâyetin, ya’nî hadîs-i şerîfin, hazreti Âişe tarafından kabûl edilmeyişidir. Ya’nî diyorlar ki, hazreti Âişe (radıyallahü anhâ) ölünün duymasını kabûl etmedi ve bildirilen âyet-i kerîmeleri delil gösterdi. Lâkin âlimler, hazreti Âişenin (radıyallahü anhâ) bu sözüne cevâb verip, bu sözü hazreti Âişeden kabûl etmediler. Mevâhib-i Ledünniyye’de bir ismailîden bildiriyor: Hazreti Âişe, çok anlayışlı, zeki, rivayeti çok, ilim deryası, ma'nâlar denizi olup, ondan fazla,sı düşünülemez idi. Fakat bir hadîs-i şerîfin kabûl edilmemesi için, benzer bir nassın bulunması lâzımdır. Bu da, birinci hadîs-i şerifin nesh olduğunu gösterecek, yahut bu hareketin Resûlullaha mahsûs olduğunu bildirecek, yahut da ölünün duymasının imkânsız olduğunu anlatacak bir nasş olmalıdır. Halbuki Kur'ân-ı kerîmdeki o âyetlerden murad, sen duyuramazsın, belki Allahü Teâlâ duyurur; ölüden ve kabirlerde olanlardan murad da kâfirlerdir; işitmekten murad, hakkı kabûl etmemektir. Bundaki delilimiz, bu iki âyet-i kerîmenin, kâfirleri îmâna çağırmak ve onların da hakkı kabûl etmemeleri hakkında gelmiş olmasıdır. Bir de, ölüden murâd, kalbleri ölü olanlar demektir. Ya’nî ölü kalbe mezar cesedlerdir dediler.

    Mevhâb-i Ledünniyye’de açıkça yazıyor. Muhammed bin İshâkın Megâzî’sinde, sağlam senedlerle ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hasen isnâdla hazreti Âişeden (radıyallahü anhâ) hazreti Ömer'e buyurulan hadîs-i şerif  hakkındaki sözlerinden ,sonra diyor ki, hazreti Âişe, bu büyük sahâbenin bildirdiği bu hadîs-i şerîfi sağlam olarak duyduktan sonra, eski kabûl etmemezliğinden rucû’ etti. Ya’nî kabûl etti. Çünkü o hâdise olduğu zaman kendisi (radıyallahü anhâ) orada yoktu. Sahîh-i Buhârînin şerhlerinde de bu sözlerin benzerleri bildirilmektedir. Kabirdeki ölü duyar diyenler, hazreti Katâde'nin bildirdiğini almışlardır. Bunda, ölüye kabirde öyle bir hal, hayâttan bir parça verilir ki, bununla duyması hâsıl olur. Hazreti Katâdenin bu sözünde, Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) mahsûs olmak yoktur. Ya’nî mu’cize yolu ile olmuş değildir ve orada ölmüş olanlara da mahsûs değildir. Belki Allahü Teâlâ o hâli bütün d’.mcre, kendilerine seslenildiği zaman, duymaları için, vermeğe kâdirdir. Bu herkes ve her zaman için aynıdır. Buradan anlaşılır ve şübhe kalmaz. Tevfîk Allahdandır.

    Burada bir başka .söz daha edilebilir-. İşitmenin o ulvi mertebesini indirelim ve diyelim ki, işitmek, işitme organı ile oluyor. O zaman bedenin çürümesiyle, işitme de olmıyacaktır. Buna cevâb olarak deriz ki, işitmemek, bilmemeği icâbettirmez. Bilmek rûh ile olup, bâkîdir. O halde görülenlerin ve işitilenlerin ilmi hâsıl olur, görme ve işitme organlar ile değil. Nitekim bazı kelâm âlimleri Allahü Teâlânın sem’ ve basarını [işitme ve görmesini], işitilenlerin ve görülenlerin ilmi, bilinmesi şeklinde tevil etmişlerdir. Hadîs-i şerif ve eserlerle, ölünün, kendini ziyâret edenlerin hallerini bildiği ve onları tanıdığı, sağlam olarak bildirilmiştir. Yine bildirildi ki, Cum’a günü ziyâretin daha sevgili olduğu bildirilmiştir. Çünkü bugün mcyyitierin bilmesi daha çok ve olgun oluyor. Kendilerini ziyâret edenlerin halleri, onlara daha açık ve çok keşf ve zâhir ediliyor. Aynı şekilde, ölüye kabir hayâtında âhıret hallerini bilme ve İslâm dîninin hakîkatını anlama ilminin hâsıl olduğunda şübhe yoktur. Nitekim hazreti Âişe de (radıyallahü anhâ) böyle söyledi ve hadî,s-i şerîfin bu ma'nâda olduğunda söz birliği vardır. Demek ki, dünya ve dünyâdakilerin hallerini bilmeleri mümkündir. Rûh bâkî ve dâimî olduğu halde, bu ilmin gitmesini veya unutmayı gösterecek hangi delil vardır! Yine haberde geldi ki: «Kâfirler, öldükten sonra, tekrâr dünyâya dönmek isterler» ve: «Meyyit, Münker ve Nekirin suallerine iyi cevablar verip rahatladığı zaman, ah keşke biri olsa da, benim rahatlığımı ve iyiliğimi çoluk çocuğuma bildirse der.»

    Vel hasıl Kur'ân-ı kerîm ve Hadîs-i şerifler ölülerin dünya ve dünyada olanları bildiklerini gösteren haber ve eserlerle doludur. O halde, bunu bu haberleri bilmiyenden ve dîni inkâr etmiyenden başka,sı, inkâr edemez. Söylemesi bizden tevfîk Allahdandır.

    Haniye kitâbında diyor ki: Kabrin yanında Kur’ân-ı kerîm okursa, niyyeti onu yalnız bırakmamak ise, okur. Niyyeti böyle değilse, Allahü Teâlâ, okuduğu Kur'ân-ı kerîmi, duyar.

    Fetâvâ-ys Âlemgîrî'de diyor ki: Kabrin yanında Kur’ân-ı kerîm okur ve niyyeti Kur’ân-ı kerîm sesinin ona munis olması ise, okur. Böyle niyyet etmese, Allahü Teâlâ okunan Kur'ân-ı kerîmi işitir. Fetâvâ-yı Kâdîhân'da böyle yazmaktadır.

    Kâdîhân'da yazıyor ki: İhtiyâç olmadan kabirlerin üzerindeki yaş otları, çalıları kesmek mekrûhdur.

    Buraya kadar anlatılanları hülâsâ edersek, bütün Ehl-i .sünnet ve Cumhûr-i hanefîyye, ya’nî sünnîyye, ölülerin bilmesi ve anlamasında sözbirliği hâlindedirler. Bunda ihtilâf edenler, doğru yoldan ayrılanlardan başkası değildir. Şuna teessüf edilir ki, muhatabımız vehhâbî, adı geçen bu kitabları anlamaktan âciz olabilir, ama kendi' sinin itibâr ve itimâd ettiği bozuk ceddinin fetvasına da ' bakmadı. Halbuki hayâtının sonunda ona yetişmişti. Bu fetvâ Delhi'de kendi eli ile yazılmış ve bazj seçkin kimselerin yanında vardır. Vefâtlarından sonra bir müddet, onların yolunda süre gelmiştir. Şöyledir:

    SÜÂL : Din âlimleri, bu ma’nâda, insanda öldükten sonra, şuur ve anlama kalır, kabrini ziyâret edenleri bilir ; ve selâmlarını işitir diyorlar. Doğru mudur, değilmidir?

     CEVAB: İnsanda öldükten sonra şuûr ve idrâk [bil: me ve anlama] kalır ve devam eder. Bu konuda şerîat ve aklî kurallar söz birliği hâlindedir. Dinimizdeki senedler şunlardır: Kabir azâbı ve kabirde nimetlere kavuşmak tevâtürle sâbittir. Bunu açıklamağa kalkarsak ayrı bir kitâb olur. İmâm Celâlüddin-i Suyûtînin Şerhus-sudûr fî ahvâlil kubûr ve diğer hadîs kitâblarına bakmak lâzımdır. Kelâm kitablarmda, kabir azâbının olduğu, esas konulardandır. Hattâ bazı kelâm âlimleri, bunu inkâr edenin kâfir olduğunu bildirmişlerdir. Azâb ve ni'met bilme ve anlama olmadan olamaz. Aynı şekilde kabirleri ziyâret ve ölülere ,selâm verme hakkında meşhûr ve sahîh hadîslerde: «Entüm selefünâ ve nahnü bileser ve irmâ inşâallahü Teâlâ biküm lâhîkün, ya’ni siz bizim öncülerimîzsiniz, biz de sîzin ardınızdayız, inşââliah size kavuşacağız» sâbittir. Buhârî ve Müslim’de yazıyor ki: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kâfirlerden Bedirde ölmüş olanlara seslenip: «Rabbinizin size vad ettiğinin hak [doğru] olduğunu anladınız mı?» buyurdu. Yanında bulunanlar, yâ Resûlalloh, rûhsuz, cansız cesedlere mi söylersiniz? dediklerinde, Resûlullah, «Siz onlardan daha çok duymazsınız, fdkat onlar cevâb veremezler» buyurdu.

    Kur’ân-ı kerîmde: «Allah yolanda öldürülenlere ölü demeyiniz. Onlar Rableri katında dirilerdir. Cennet nimetleri s!e rızıklanmaktadbrlar. Allahü Teâlânın ihsanından kendilerine verdikleri ile sevinç içindedirler» açıkça bildirilmektedir. Belki geride kalanların hallerinden, sevindikleri ve onlara müjde vermek istemeleri .sâbittir. Nitekim âyet-i kerîmenin devamında: «Kati olunmayıp, kendilerinden sonra kalan kardeşlerine, kendilerinin nâil oldukları devlet ve nimetlerde asla korku ve üzüntü olmadığım müjdelemek ve anlatmak isterler» buyuruyor.

    Velhâsıl, ölülerin bilme ve anlamalarını inkâr küfür değilse, ilhad olmasında şübhe yoktur.

    Felsefî [Aklî] kural ve delillere gelince: Rûhun bedenden ayrılmasından sonra dâimî olmasında, bilmesinin ve anlamasının kendinde kalıp, rûhâni acı ve lezzetleri

    duymasında felsefeciler sözbirliği hâlindedir. Ancak Câlinos bunlara uymadı. Bunun için onu felâsifeden saymadılar. Herkes bilir ki, beden dâima değişmektedir. Rûh ise, anlama ve bilmede hep terakkî etmektedir. O halde bedenin ayrılması, onun anlama ve bilmesinin gitmesine ne gibi bir etki edebilir.

    SÜÂL: Eğer idrâk ve şuur [Anlama ve bilme] kalırsa, hayâttaki kadar mı, yoksa daha çok veya az mı olur?

    CEVÂB: Kabirde olanların bazı şeyleri bilmesi ve anlaması daha çok, bazılarını ise azdır. Gaybî olan [ya'nî duygu organları, akıl ve tecribe ile anlaşılmıyan] şeyleri anlamaları daha çok, dünya işlerini anlamaları i,se azdır. Bunun da .sebebi, onların, gaybi şeylere olan iltifat »ve teveccühlerinin, yönelmelerinin çokluğu, dünyâya ise az önem vermeleridir. Fark buradan geliyor. Yoksa anlama ve bilmenin esası birdir. Belki düşünülürse, dünyada da, teveccüh ve iltifât sebebiyle, anlama ve bilmede çokluk ve azlık olduğu anlaşılır. Nitekim ilmin inceliklerini pâdişâhın vezirleri, lezzetli yemekleri, gülmeyi, nimetlerin çeşitlerini, ; çalgıları hükümdârların, devlet başkanlarının çocukları  daha iyi anlarlar. Âlim ve fâdılların bu konulardaki anlayışları çok azdır. Bunların böyle olmasının biricik sebebi, onlara teveccüh, ya'nî yönelmelerinin azlık ve çokluğudur.

    SÜÂL: Hâl ve keşif sâhibi birisi, onların kabirlerinde murakabede olsa, onun kalbinden bir şey alır mı, almaz  mı?

    ; CEVÂB : Alabilir. Dedesinin fetvâsı burada bitti.

    Şâh Abdülazîz Sâhib Dehlevî Tuhfe isnâ aşeriyye kitâbmda buyuruyor ki: Netice şudur ki, rûh bedenden aynhnca, nebatî [bitkisel] özelliği ondan uzaklaşır. Hayvânî ve nefsânî [rûhî] kuva ve hâssaları gitmez. Nefsânî ve hayvânî hâssaların bulunması feyzârı veya beka bakımından nebâtî hâssa ve mizâcının bulunmasına bağlı olsaydı, meleklerin duygu, hareket, gadab ve istemediğini def etmek şuur ve idrâki olmaması lâzım gelirdi. İşte ruhların, kabir âlemindeki hâli, meleklerin hâli gibidir. Bir şekil ve beden tavassutu ile iş yapar ve hayvânî ve nefsânî fiillerin kaynağı olurlar. Ama bu esnâda nebâtı nefsi, ya’nî özelliği yanında bulundurmaz. Melekle rûh arasındaki fark, meleklere amellerine uygun olarak azâb ve nimetlenmek olmadığı halde, rûhlara kesb etmiş oldukları amellerine göre nimet ve azâb verilmektedir.

    Buraya kadar bildirdiklerimiz Hanefî mezhebi âlimlerinin sözleridir. Şimdi [Celâlüddîn-i Suyûtî hazretlerinin] Şerh-i sudûrundan bir kaç rivâyet bildirelim: Bundan önce bildirilmesi vâcib olanı söyliyeyim ki, bu bozuk vehhâbî güruhu, zavallı halkın yolunu kesen, akla gelmesi çok zor bir hîle ve aldatma yolu açmışlar, çıkarmışlardır. Diyorlar ki, Celâlüddîn Suyûtî Şâfiîdir. Siz hanefîsiniz. Niçin Şâfiî olan birinin sözünü delil göstermek istiyorsunuz. Bu hîle bir kaç yolla çürütülür:

    1. — Şâfiîlerle Hanefîlerin ayrılığı kıyâsa âid fer’î mes'elelerdir. Elbette amele âid fer’î mes’elelerde bu iki büyük imâm arasında ayrılık olunca, birini taklîd edenin, diğerine istinâdı, üzerinde uzun konuşulacak mes’eledir. Fer’î mes’elelerde arada ihtilâf olmıyanlarda ve fer’î olmıyanlarda umûmî olarak, bir mezhebde olanın diğerine istinâdı dinde yapılagelmektedir. Bütün hanefîler Şâfiîleri ve Şâfiîler hanefîleri delil gösterirler. İki tarafın kitabları böyle isnâdlarla doludur. Haberlerde ihtilâf gösterilen yerler, hanefî ve Şâfiîye râci değildir. Hanefî ve Şâfiîler arasında -Allah korusundin farkı, inanış ayrılığı yoktur. Biri diğerinin adalet ve büyüklüğünü kat’iyyen inkâr etmez.

    2. —' Hanefî kitablarına baş vurdum. Bu mes'eleyi Şerh-i Sudûr’dan okuyun dediklerini gördüm. Hanefîler bu kitabı övdüler, sağlamdır dediler. Nitekim anlattıklarımızdan böyle olduğu anlaşılıyor.

    3. — Bu vehhâbî de ondokuzuncu süâlin cevâbında, Moilâ AliyyulKârîden naklederken Suyûtîden alıyor ve yirmiüçüncü süâlin cevabında, amellerin yakınlarına arz olunması başlığı altında Şerh-i Sudûr’a isnâd etmektedir. O halde hanefî olan Şâfiîyi naşıl taklîd eder, ona nasıl uyar diyen bu vehhâbi, kendisi uyduğunu belli ediyor ve bize konuşmak için açık kapı bırakmıyor. Şerhussudûr kitâbı sırf bu konular için yazılmış olup, baştan sona kadar, bu bozuk, uydurma fırkanın yalanlarını red etmektedir. Burada ondan bir parça bildirelim:

    KABİR ZİYARETİ ve MEVTALARIN KENDİLERİNİ ZİYÂRET EDENLERİ TANIMALARI ve GÖRMELERİ:

    İbni Ebî Dünyâ Kîtâb-ul kubûr’da hazreti Âişeden (radıyallahü anhâ) bildirir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: «Bir kimse kardeşinin kabrini ziyâret eder, orada oturursa, kalkmaya kadar, kabirdeki rahatlar». Ebî Dünyâ ve ayrıca Beyhekî Şa’b kitâbında Ebû Hüreyreden (radıyallahü anh) bildirdikleri hadîs-i şerîfde: «Bir kimse tanıdık bir kabrin yanma gider ve ona selâm verirse, kabirdeki de selâmına cevâb verir» buyuruldu. İbni Abdil Birr İstizkâr kitâbında ve Temhîdî İbni Abbâstan (radıyallahü anhümâ) bildirdikleri hadîs-i şerîfde: «Bir kimse dünyada iken tanıdığı bir mü'minin kabrine uğrar ve selâm verirse, kabirdeki onu tanır ve selâmına cevâb ve; rir» buyuruldu. Abdülhak hazretleri bu hadîs-i şerîf sahîhŞ dir dedi. Ukaylî bildirir: Ebû Zerîn, yâ Resûlallah (sallalla1 hü aleyhi ve sellem) yolum kabristandan geçiyor. Orada şöyliyecek bir söz varmıdır? diye süâl edince, Peygamber efendimiz: «Esselâmü aleyküm, yâ Ehlel kubûr minel müslimîne... Söyle» buyurdu. Yâ Resûlallah, ölüler duyarlar mı? der. «Evet, duyarlar! Cevâb veremezler» buyurdu. Ya’nî dirilerin işitebileceği cevab veremezler. Yoksa duyulmaz ama, cevab verirler.

    İmâm-ı Ahmed ve Hâkim hazreti Âişeden (radıyallahü anhâ) bildirirler: Odama girer, elbisemi çıkarırdım. Burada zevcim Resûlullah ve babam yatıyor derdim. Hazreti Örmeri oraya defn ettikleri zaman, o odaya elbisemi iyice kuşanmadan bir daha girmedim. Çünkü hazreti Ömerden hayâ ediyordum. Taberânî Evsat kitâbında İbni Ömerden bildirir ve Hâkim buna sahîh der ve Beyhekî Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) bildirir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhuddan dönerken Muş'ab bin Umeyrin mezarına uğradı. Orada durdu. Ona ve yanındaki Eshâba: «Şehâdet ederim ki, siz Allahın katında dirisiniz ve rızıklanıyorsunUz. O halde onlara selâm veriniz. Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü Teâlâya yemîn ederim ki, onlara bîr kimse selâm verse, kıyâmete kadar cevâb verirler» buyurdu. İbni Ebî Dünya bildirir ve Beyhekî Şa’b kitabında Muhammed ibni Vâsi'den haber verir. İbni Vâsi' der ki: Bana bildirdiler ki, «muhakkak ki Ölü, Cuma günü, önceki ve sonraki günler [ya’nî perşembe ve cumartesi günleri] kendini ziyâret edenleri tanır». Yine Dahhâk’tan bildirir: «Ölü Cumartesi günü güneş doğmadan önce bîr kabri ziyaret edeni tanır.» Yâ Resûlallah, bu nasıl olur? dediklerinde, «Cum’a gününden kalan kısım sebebiyle» buyurdu.

    İmâm-ı Sübkî der ki: Rûhun kabirde bedene iadesi, gelmesi sabittir. Sahîhdir. Şehîdler için değil, diğer ölüler için de sahîhdir. Ancak bedende sürekli kalmasında ve bedenin onunla diriliğinin, dünya hâyatındaki dirilik veya bir başka hayât olmasında ayrılık vardır. Bu da Allahü Teâlânm dilediği gibi olur. Çünkü rûhun yaşaması âdet-i İlâhî işi olup, aklî bir mes’ele değildir. O halde bu, ya’nî bedenin onunla dünyadaki gibi diri olması şeklindedir. Akıl bunu tecvîz eder. Sahih olunca akıl da kabûl eder. Âlimlerden bir cemâat bunu bildirdiler ve delil olarak, Mûsâ aleyhisselâmın kabirde nemaz kıldığı hadîs-i şerîfi gösterdiler. Çünkü nemaz diri cesedle kılınır. Mirâc gecesinde Peygamberlerin bildirilen sıfat ve halleri, hep cisimlerin sıfatlarıdır. Böyle olması, hakîkî hayat olmasını gerektirmez. Ya'nî dünyada bedenleri ile olduğu zaman muhtâc oldukları yemek, içmek ve buna benzer gördüğümüz cismânî sıfatların onlarda bulunması icâbetmez. Belki onlar için ayrı hükümler vardır.

    Bilmek ve işitmek gibi idrâke, anlamaya gelince, hiç şübhesiz ki, bunlar vardır. Onlar için ve diğer ölüler için sâbittir. Başkası şehidin hayâtında ihtilâf etti dedi. Ya’nî şehîdin diriliği yalnız rûhu için mi, yoksa rûhu ile bedeni için midir. Çünkü Şehidin bedeni çürümez. Bunda iki şekilde diyen oldu. Beyhekî İtikad ül enbiyâ kitâbında der ki: «Kabz olunduktan sonra, rûhlan kendilerine iâde edilir. Onlar Rableri katında, şehîdler gibi diridirler. İbni Kayyım, rûhların birbirini ziyâreti ve görüşmeleri mes'elesinde diyor ki: İkiye ayrılırlar. Bir kısmı nimet, bir kısmı azâb > içinde olur. Azâbda olanlar ziyâret ve görüşme yapamazlar. Nimette olanlar, serbesttir, görüşürler, birbirlerini ziyâret ederler, dünyâda yaptıklarını hatırlatırlar, konuşurlar. Dünyâ ehlinden yanında kimse olmıyan her bir rûhun, . ameline uygun bir arkadaşı olur. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek rûhu, Refîk-i a’lâda dır. Nitekim Allahü Teâlâ Nisa sûresi altmış dokuzuncu âyetinde: «Peygamberler, Sıddîklar ve Allah yolunda gazada şehîd olanlar ve amel ve hallerinde Hakkın nzâşı üzerinde olanlar, Allahü Teâlânın imân ettiği kimselerdir. Allahü Teâlâya ve Resûlüne itâaıt edenler bu nimet sâhibleri ile beraberdir. Onların her biri ne güzel refiklerdir [arkadaşlardır]» buyuruyor. Bu beraberlik dünyâda, kabirr  '    âleminde ve dâr-ül cezâda, ya'nî âhırette .sâbittir, hepsinde vardır. Çünkü, seven bu üç yerde de sevdiği ile olur.»

    Seydele Kitâbül burhân fî ulûm-il Kur'ân kitabında der ki; Allahü Teâlâ, «Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız. Belki onlar diridirler» buyurduğu halde, diriler nasıl ölü olurlar denirse, cevâbında deriz ki, Allahü Teâlânın onları, kabirlerinde diriltmesi câizdir. Ruhları bedenlerinin bir kısmı ile irtibatlı olup, bu kısım sebebiyle bütün bedeni nimet ve lezzetleri hisseder. Tıpkı diri bir kimsenin bedeninin bir kısmının üşüme,si veya ısınması anında, bütün bedenin üşümesi veya ısınması gibi olmasına benzer. Bedenler kabirlerinde çürümedikçe, rûhları bu cesedlerle irtibatta bulunur, bunun için bunlara kabirlerinde dîrî gibidirler denir de denildi. Ebû Hayyân Endülüsî bu âyetin tefsirinde der ki: İnsanlar bu hayât hakkında ihtilâf ettiler. Bazısı, bunun ma'nâsı cesedleri hâriç, rûhların bekâsıdır. Çünkü bedenlerin çürüdüğünü, bozulduğunu görmekteyiz dediler. Bir kışmı da şöyle dediler: Şehîd rûh ve cesedi ile diridir. Biz bunu bilemediğimiz için onları ayıblayamayız. Biz onları ölüler gibi görürüz, halbuki onlar diridirler. Nitekim Allahü Teâlâ: «Dağları hareket etmez görürsün, onlar bulutlar gibi hareket ederler» buyuruyor. Aynı şekilde uyuyan bir kimseyi yatakta görürsün; o ise rüyasında kendini nimet veya azâbda görür. Bunun için Allahü Teâlâ, «Belki diridirler ve lâkin siz bilmiyorsunuz» buyurup uyardı. Bunu mü’minlere hitâben söyleyip, bu gözleri ile görmediklerini ve duyguları ile duymadıklarını bildiriyor ve bununla şehîdi diğerlerinden ayırıyor. Eğer murâd, yalnız rûhun hayâtı ise, diğer ölülerle olan ortaklık ve benzerliğinden ötürü diğerlerinden ayrılamaz. Bütün mü'minler, bütün rûhların yaşadığını bilince, «Fakat siz bilmiyorsunuz» denilmezdi. Bunun ma’nâsı şudur ki, Allahü Teâlâ bazı evliyâ.sına keşf edip, bunu müşâhede eder.

    Süheylî Delâil-i nübüvve kitâbında bazı Sahâbeden bildirir. Bu sahâbî bir yerde idi. Oradan küçük bir pencere açılır. Bir de ne görsün! Sedirin üzerinde birisi oturur, önünde mushaf, Kur'ân-ı kerîm okur. Önünde yeşil bir bahçe var. Bu ise yalnız basınadır. Onun şehîdlerden olduğunu anladı. Çünkü yüzünün bir tarafında yara gördü. Ebû Hayyân da bunu bildirdi. Yâfiînin Ravda-tur-Reyyâhîn'de bazı sâlihlerden anlattığı buna benzemektedir. Şöyle ki: Âbidlerden birinin kabrinin yanında idim. Lahdi düzeltirken, bitişik kabrin lahdinden bir tuğla düştü. İçeri baktım. Ne görsem inanırsınız, bir zât kabirde oturmuş, üzerinde beyaz elbisesi vardı. Kucağında altından mushaf vardı. Yazıları da altındandı. Kur’ân-ı kerîm okurdu. Başını bana doğru kaldırdı ve bana: Kıyamet mi koptu, Allah sana merhamet eylesin! dedi. Hayır dedim. Bunun üzerine düşen tuğlayı yerine koy, Allah şeni afveylesin dedi. Ben de tuğlayı, yerine koydum.

    Bu kitabda, bu hikâyeye benzer birçok hikâyeler anlatmaktadır. Ondan sonra yazıyor ki: Yâfiî Kifâyetül mutekad kitabında der ki, birinden duydum. Sâlihlerin bazısından bildirdi. Bazı zamanlarda babasının kabrine gider,  onunla konuşurdu. Bundan sonra hadîs kitâblarından ve ! hadîs âlimlerinden birçok rivâyetler bildirmektedir. Bunlardan bir kaçını yazalım: İbni Ebî Dünyâ Kitâb-ul kubûr'da mübhem senedle hazreti Ömer’den bildirir: Bakî' kabristanına gider ve: «Esselâmü aleyküm yâ ehle! kubûr! Bizden size haberler, kadınlarınız evlendi, evlerinize başkaları yerleşti, mallarınız taksîm edildi» dedi, Hâtıftan bir seş, , ey Ömer ibni Hattâb, bizden size haberler, yaptıklarımızı : bulduk, Allah için verdiklerimizi kazandık, yapmadıkları; mızın hasretini çekiyoruz dedi.

    Hâkim Nişâpûr tarihinde, ayrıca Beyhekî ve İbni Asâkir Dımışk [Şam] Târihinde Saîd ibni Müseyyebden mechûl senedle bildirirler: Saîd bin Müseyyeb der ki, Alî ibni Ebî Tâlible (radıyallahü anh) Medîne kabristanına girdik. «Ya ehiel kubur, esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü, bize sizden haberler veriniz, isterseniz ben de size haber veririm» dedi. Bir ses duydum: «Ve aleykümüsselâm ve rahmetullahi ve berekâtühü, ey emîr'el-mü’minîn! Bizden sonra olanlardan bize haber ver» dedi. Hazreti Alî (radıyallahü anh) dedi ki: Kadınlarınız evlendi... sonuna kadar saydı. Ölü de. Kefenlerimiz yırtıldı... deyip sonuna kadar saydı.

    Beyhekî def ki, bize Ebû Abdullah hâfız haber verdi ve dedi ki: Ebû Ya’lâ Hamza bin Muhammedden, o da Hâşim bin Muhammed Ömerîden bildirir. Babam beni Cum’a günü sabahı fecir ile güneş doğması arasındaki vakitte Medîne Şehîdlerini ziyârete götürdü. Arkasından yürürdüm. Kabristana gelince, sesini yükseltip: «Selâmün aleyküm, bima sabertüm fe ni'me ukbeddâr» dedi. Bir ses duyduk. Ve aleykesselâm yâ Abdillah dedi. Elabam bana dönüp, sen mi cevâb verdin dedi. Hayır, ben birşey söylemedim dedim. Elimi tuttu. Beni sağ tarafına çekti. Sonra onlara selâm verdi ve onlara söyledi. Onlar da selâmına cevâb verdiler. Bunu üç defa yaptı. Sonra Allahü Teâlâya şükür secdesi yaptı.

    Lâlkâî Sünnet kitâbında Yahyâ bin Muînden bildirir: Bu kabristanda şaşılacak şeyler gördüm. Hasta iniemesi gibi inilti duydum. Müezzinin kabrinden, ezan sesi duydum; bu kabirde olan da müezzinin söylediklerini tekrâr ederdi,

    İbni Asâkir Târihinde, A’meş yoluyla olan senedle Minhâl bin Ömerden bildirir. Der ki: Vallahi, hazreti Hüseynin mübârek başını taşıdıkları zaman gördüm. Şamda idim. Mübârek başının huzurunda bir kimse Kehf sûresini okurdu. «Eshâb-ı Kehf ve rakmun üçyüz dokuz sene uykuda kaldıklarım, bizim gökleri ve yeri yaratmamıza nisbet!e acîb ve gaırib mi zannettin.'» âyet-i kerîmesini okuyunca, Allahü Teâlâ, mübârek başı konuşturdu ve, benim öldürülmem ve taşınmam Eshâb-ı Kehf’den daha acîbdir, şaşkınlık vericidir dedi.

    İmâm-ı Beyhekî der ki, öldükten ,sonra konuşmak hakkında bir çok âlimlerden bildirilen sahîh haberler vardır. Dirilerin ölülerle olan konuşmaları ve ölülerin onlara cevâb vermelerine dâir bir çok rivâyetler bildirdikten sonra şöyle yazmaktadır: Bunlar, hadîs imamlarının kitâblarında senedleri ile bildirilen isnadlı eserlerdir. Yâfiînin bildirdiğini kuvvetlendirmek ve doğrulamak için bunu anlattım. Sonra tekrar Yâfiîden bildirir: Ehl-i sünnet mezhebine göre, ölülerin ruhları, bazı zamanlarda illiyyîrıden veya siccînden, Allahü Teâlânın dilemesi ile, kabirlerindeki cesedlerine iâde olunurlar. Bilhassa Cum'a gecesi. Bir araya gelip otururlar. Konuşurlar. Ni’met sâhibleri ni'mette, azâb ehli azâbda olurlar. İlliyînde veya Siccînde bulundukları sürece, yalnız rûhları ni’met veya azâbda olurlar. Kabirde ise rûh ile cesede olmaktadır. İbni Kayyim der ki, hadîs ve eşerler, bir kabri ziyârete geleni, kabirdekinin tanıdığını, selâmını işittiğini, onunla rahatladığını ve selâmına ) cevâb verdiğini göstermektedir. Bu şehîdler ve diğer ölüler için umûmîdir. Bunda zaman ayırımı yapılmamıştır. Bu Dahhâk'in eserinde bildirilen zaman ayırımından sahîhdir. Dahhâk hazretleri, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine işiten ve anlıyanların kabirlerine selâm vermeği meşru’ eyledi demektedir.

    > Makarr-ı ervâh [rûhlarm kaldıkları yer] kısmında çok ' hadîs-i şerif ve eserler bildirdikten .sonra diyor ki: Bun' lordan biri şöyledir-, Ahmed ve hâkimin bildirdikleri ve Beyhekî ve İbni Ebî Dâvudun Sahîh dedikleri İbni Ebî Dünyânın kabirler hakkında haber verdiği Ebû Hüreyreden [radıyallahü anh) nakledilen hadîs-i şerîfde: «Mü'mînlerin çocukları Cennette bir dağdadır. Kıyamet günü babalarına teslîm edilincîye tadar kendilerine hazreti İbrahim vs Sûre kefalet eder» buyuruldu. Kabir azâbı kısmında bildirilen Sümre hadîsi bunun sahîh olduğunu göstermektedir. Nitekim daha önce geçmişti.

    İbni Kayyimden bildirir: Rûhun İlliyyînde, Cennnette veya gökte olmasında bir zıtlık yoktur. Zirâ onun beden ile anlıyacak, işitecek, nemaz kılacak, okuyacak kadar irtibatı, bağlılığı vardır. Dünyâ için garib karşılanırsa da, onlar için öyle değildir. Kabir ve âhıret işleri, dünyada alışılmış olanlar gibi değildir. Bunların hepsi İbni Kayyımın sözüdür. Bir başka yerde rûh için diyor ki: Rûhun hareketi ve intikali anlık iştir. Bir andan daha az bir zamanda kabirden göklere çıkar. Uyuyan kimsenin rûhu buna şâhîd ve delildir. Uyuyanın rûhunun çıktığı, hattâ yedi kat gökleri geçip, Arş önünde Allahü Teâlâya secde ettiği ve pek kısa bir anda cesedine geldiği sâbit olmuştur.

    Hâfız [ya’nî hadîs âlimi] İbni Hacer Fetâvâ'sında der ki: Mü'minlerin rûhları İlliyyînde, kâfirlerin rûhları Siccîndedir. Her rûhun, cesedi, ile ma’nevî irtibatı, bağlılığı vardır. Dünya hayâtındaki bağlılık gibi, değildir. Belki uyuyan kimsenin hâline benzer, ama rûhun bedene bağlılığı daha kuvvetlidir. Bununla rûhun yeri İlliyyîn yahud Siccîndir sözü ile İbni Abdilbirrin Cumhurdan naklettiği rûhlar, kabirler yok oluncaya kadar oradadırlar, sözünün arası birleştirilmiş olur. Yine der ki, bununla beraber rûha onun için tasarrufa ve yeri olan İlliyyîn veya Siccîne gitmeye izin verilir. İlliyyînde olmakla beraber tasarrufda ona izin verilmesini İbni Asâkirin İbni İshâk yoluyla bildirdiği şu hadîs te’yîd. etmektedr. İbni İshak der ki, Hüseyn bin Abdullah bin Abbâs bildirir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ca’fer-i Tayyârın (radıyallahü anh) şe-

    hîd edilmesinden sonra buyurdu ki: «Ca'fer gece bana uğradı; bir meleğin ardından gidiyordu. İki kanadı vardı. Dipleri boyalı idi Yemende Bîşe şehrine gidiyorlardı.» İbni Adînin Alî İbni Ebî Tâlibden (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Ca’feri tanıdım Yanında arkadaşı bir melek vardı. Bîşe halkına yağmur yağacağını müjdeliyorlardı.» Hâkim, İbni Abbâsdan (radıyallahü anhüma) bildirir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) oturuyordu. Esma binti Umeys onun yanında idi. Aniden aleyküm selâm dedi. Sonra: «Ey Esmâ işte Ca’fer. Cebrail ve Mikâil aleyhîmıesseîâm île geçtiler ve bize selâm verdiler. Şu kadar gün müşrikler ile karşılaştıklarım söyledi ve dedi ki: Bedenîme yetmişüç darbe oldu, ya’nî yetmiş üç yerimden yaralandım. Sancağı sağ elime aldım!. Sağ elimi kestiler. Sol elime aldım, onuda kestiler. Allahü Teâlâ iki koluma karşılık bana iki kanad verdi. Cebrâil ve Mikâille birlikte uçuyorum. Dilediğim zaman Cennete gider, dilediğim meyvelerden yerim.» Esmâ (radıyallahü anhâ), Ca’fere Allahü Teâlânın verdiği iyilikler mübârek olsun, lâkin korkarım ki, insanlar bana inan mazlan Yâ Resûlallah, minbere çıkınız ve bunu ini sanlara siz haber veriniz dedi. Resûlullah minbere çık

    tı. Allahü Teâlâya hamdü senâ ettikten sonra: «Ca'fer İbni Ebû Tâlib (radıyallahü anh) Cebrâil ve Mikâil cdeyhimesselâm ite geçtiİki kanadı vardı. Allahü Teâlâ iki koluna karşılık bu kanadları ona verdi. Bana selâm verdi.» buyurup, yukarıda bildirilenleri .sonuna kadar haber verdi.

    Bundan sonra şöyle yazıyor: Hakîm-i Tirmizî der ki, ; rûhlar kabir âleminde dolaşır, dünya hallerini incelerler, i Melekler ise gökte insanların hallerinden konuşurlar. Rûh; lar Arşm altındadır. Temiz rûhlar Cennetlerdedir. Demek , ki, herkesin yeri ve derecesi, dünyada iken, Allahü Teâlâ için olan çalışması mertebesindedir.

    Beyhekî Kabir azâbı kitâbında, İbni Mes'ûdun sehîdlerin rûhları hakkındaki hadîs-i şerîfi ve İbni Abbâsın bildirdiği hadîs-i şerîfi yazdıktan sonra Buhâri’deki Bezârın bildirdiği şu hadîsi rivâyet eder. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) oğlu İbrâhim vefât ettiği zaman, «Onu Cennette emziren iki süt ana vardır» buyurdu. Sonra dedi ki: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) oğlu İbrâhimin Cennette emer halde olduğuna hükmeyledi. Halbuki bu oğulları Medîne-i münevveredeki Bak'î kabristânında medfun idi.

    Şeyh Azîzüddin bin Abdüsselâm bir söz nakleder. Sonu şöyledir. Haberde geldi ki, kabirdeki rûha, Cennet veya ateşe oturması bildirilir. Bunun için kabirlere selâm vermekle emr olunduk. Yoksa rûh kendisi için fâideli olanı anlar. Bundan .sonra yazıyor ki: Kelâmcıların bir kısmından anlatılır: Rûhlar, cesedlerin ölmesiyle ölürler deyip, mu’tezîle yolu tuttular. Endülüsün eski âlimlerinden Abdül a’lâ bin veheb bin Muhammed bin Ömer bin Lübâbe, sonrakilerinden Sehlî, Ebû Bekr bin Arabî de böyle söylediler. Ehl-i sünnet âlimleri bu sözlerinden dolayı onları şiddetle red ettiler. Hattâ Sahnûn İbni Saâd ve diğerleri, bu bid’at sâhibinin sözüdür dediler. Rûhun bedenden ayrıldıktan sonra bâkî olduğunu bildiren nasslar çoktur. Bunlar bu sözün aslı olmadığını bildirmekte, bu bozuk hükmü geçersiz kılmaktadır.

    Şehîdler ile rûhları Cennette olan diğer mü’minlerin, hayâtları arasında iki yönden ayrılık vardır:

    1. — Şehîdlerin rûhları için cesed halk otunur. Bu da kuştur. O kuşların kursaklarında bulunur. Bu nimetlerle tekemmül eder. Böylece bedenden sıyrılmış rûhların nimetlerinden daha kâmil olur. Çünkü şehîdler cesedleri Allah yolundaki harbde vermişler buna karşılık kabir âleminde bu cesedlere kavuşmuşlardır.

    2. — Şehîdler Cennetten rızıklanırlar. Ciğerleri için 

    böyle olduğu sâbit değildir. Diğerleri için Cennet ağaçlarında asılı dururiar diye haberde geldiyse de, asılı o|duklarını bildirmek, içindir denildiği gibi, ağaçtan yerler demektir de denildi. Her halde yeme nimetinin lezzetinde şehîdlerle eşit oldukları lâzım gelmez. Her şeyin en doğrusunu Allahü Teâlâ bilir.

    İbni Sünnînin İbni Mes'uddan (radıyallahü anh) bildirdiği şöyledir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem) kabristana girince, «Esselâmü aleyküm, ey fâni rûhiar, çürüyücü bedenler, eriyen kemikler...» buyururdu. Bu hadîsin senedi zaîfdir. Tevil olunur ve burada rûhun fâniliği demek, görünen cesedden ayrılması demektir, denir.

    İbni Kayyımdan bildirir: Şeyh Azîzüddînin bildirdiği, rûhun kabirde olduğunu veyâ Fânî olduğunu göstermez. Belki onunla bağı, alâkası olduğunu gösterir. Böylece Cennete veyâ ateşe oturması sahîh olur. Çünkü rûhun şânı, özelliği ayrıdır. Bedenle alâkalı olduğu halde Refik'i a'lâda bulunur. Şöyle ki, bir müsliman o kabrin sâhibine selâm verince, selâmını alır. Halbuki o buradadır. İşte Cebrâil aleyhisselâmın durumu. Resûlullah (şallallahü aleyhi sellem) onu yüz kanadlı görür. İki kanadı bütün ufku kaplar. Ama Resûlullaha yaklaşır, o kadar yakın gelir ki, dizlerini mübarek dizleri üzerine, ellerini oylukları üzerine koyar, ihlâs sâhiblerinin kalbleri, bütün kâinâttan daha geniş olur. Yeri göklerde olduğu halde bu cins yakınlıkla yakın olur. Cebrâil aleyhisselâmı görmeyi bildiren hadîs-i şerîfde: «Başımı kaldırdım. Birde ne göreyim. Cebrâii aıleyhisselâm iki ayağım gökle yer arasında tutmuş. Ey Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) sen Allahü Teâlânın Peygamberisin, ben Cebrâilim dedi. Ben gözümü nereye çevirsem onu hep böyle görürdüm» buyuruldu. Müteşâbih olan hadîs-i şerîfde Allahü Teâlânın

    [Ber’at] ve Arefe gecesi olan yaklaşması böyle teville anlaşılmaya yaklaştırılabilir. Çünkü Allahü Teâlâ hareket ve intikalden münezzehdir. Burada gâ’ibi [bilinmeyeni] şâhide [görünene, bilinene] benzetmekle bir hatâ işlendi.

    Demek ki rûh için, cisimlerde olduğu gibi, bir yerde bir madde varsa, oraya ikinci bir maddenin konması imkânsızdır, diye itikad etmek büyük hatâdır. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mi'râc gecesi Mûsâ aleyhisselâmı kabrinde ayakta nemaz kılarken gördü ve yine altıncı kat gökte Mûsâ aleyhisselâm) gördü. O halde buradaki misâl rûhdur. Rûhun da bedene bağlılığı vardır. Şöyle ki kabrinde nemaz kılar ve selâm verenin selâmına cevab verir. Halbuki o refîk-i a’lâdadır. Bu iki şey arasında çelişme yoktur. Çünkü rûhların Özellikleri, bedenlerinki gibi değildir. Bazıları buna örnek olarak, güneşin gökte, şualarının yerde olmasını gösterdiler. Tam benzemiyorsa da bir şey düşündürüyor. Benzerlik tam yok dedik. Çünkü şua güneşin kendisi değil sıfatıdır. Rûhise asildir. Aynı şekilde peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Mi’râc gecesinde peygamberleri gökde gördü. Bunlar sahîhdir. Onların rûhlannı bedenleri şeklinde gördü. Halbuki onlar için, kabirlerinde diridirler, nemaz kılarlar buyurmuştu. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfde: «Kabrimin yanında bana salavât okuyanın salâtını duyarım, başka yerde okursa bana bildirilir» buyurdu.

    Beyhekînin Şa'b kitâbında Ebû Hüreyreden (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «AHahü Teâlâ kabrime bir melek vazifelendirdi. İnsanların seslerini duymayı ona ihsân etti. Kıyâmete kadar kim bana salât okursa, okuyanın ismi ve babasının ismi ile bana bildirir» buyuruldu. Eiezâr ve Taberânî Ammâr bin Yâsirden (radıyallahü anh) bildirdikleri hadîşde, şurası kafidir ki, onun (sallallahü aleyhi ve sellem) rûhu. a'lâ-yı İlliyînde peygamberlerin rûhları iledir.

    O da refîk-ul-a’lâdır. Bununla, rûhun İlliyînde, Cennette ve gökte olması ile bedeniyle alâkası olup, anlaması, işitmesi, nemaz kılması ve Kur'ân-ı kerîm okuması arasında bir çelişki olmadığı iyice sâbit oldu. Dünyâ için böyle düşünülürse de, rûh için böyle değildir. Kabir ve âhıret ; âlemindeki işler dünyada alışılmış olanlar gibi değildir.

    Deylemînin hazreti Âişeden (radıyallahü anhâ) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Evinde kendine eziyet veren şey, meyyite kabrinde de eziyet verir» buyuruldu. Kurtubî der : ki, dirilerin kendilerini üzen işleri ve sözleri, ölüye bir latife ile bildirilir. Allahü Teâlâya bir melekle, yahut bir işâretle, yahud bir delille onlara söyletir, yahut dilediği gibi bildirir. Bunun için ölüler hakkında kötü konuşmak men edildi.

    Kur’ân-ı kerîm okumak faslında şöyle yazar: Kurtubî hazretleri buyurdu ki: Kur’ân-ı kerîm okumanın şevâ. bı okuyana verilir, ölüye de dinleme sevâbı verilir denildi. Bunun için ona rahmet gelir. Allahü Teâlâ A’râf sûresi ikiyüz dördüncü âyet-i kerîmesinde: «Kur'ân-ı kerîm okunduğu zaman onu dinleyin, susun, kî rahmet olunasınız» buyuruyor. Okuma ve dinleme sevabına birlikte kavuşma! sı Allahü Teâlânın kereminden uzak değildir. Kendisine hediye edilen Kur’ân-ı kerîm okumanın sevâbı, duymasa da ona ulaşır. Sadaka ve düânın sevabı da böyiedir.

    Fetâvâ-yı Kadıhanda —ki hanefîdir— yazıyor: Kabirlerin yanında Kur'ân-ı Kerîm okumak: Okumaktan maksadı Kur’ân-ı kerîm sesiyle rahatlaması ise, okur. Niyyeti : böyle değilse, Allahü Teâlâ okumasını duyar. Kurtubî der ;ki, âlimlerimizden bazısı, kabrin yanında Kur’ân-ı Kerîm jokumanın faydalı olduğuna, Resûlullahın hurma dalını ikiye ayırıp dikmesi ve: Kurumadıkça azâblarının hafîfliyecegi umulur buyurmasını delil gösterdiler. Bir yerinde diyor ki: Müslimanlardan bir çoğu rûh cisimdir dediler.

    Buna delîl olarak, Kur'ân-ı kerîmi, hadîs-i şerîfleri ve sahabenin icmaını gösterdiler. Çünkü âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerde onları vasfederken, vefât etmek, kabz etmek, tutmak., salıvermek, kaldırmak, çıkarmak, çıkmak, nimetlönmek, azâb görmek, dönmek, girmek, beğenmek, bir yerden bir yere göçmek, kabir âleminde dolaşmak kelimeleri kullanılıyor. Onların yemesi, içmesi, yükselmesi, konuşması, kalması, tanıması, beğenmemesi ve buna benzer cisim sıfatları vardır. Bir başka yerinde şöyle yazıyor: Müslimanlardan millet [dîn] ehli ve diğerleri, bedenin ölmesiyle, rûh ölmez, kalır dediler. Bu mes’elede felsefeciler muhâlif oldular. Bizim delîlimiz Allahü Teâlânın: «Her nefs [rûh, canlı] ölümü tadıcıdsr» ayet-i kerîmesidir. Tadanın tattığı şeyden sonra bekâsı gerekmektedir. Bu kitâbda yazdığımız âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerifler, rûhun bekâsı, tasarrufları, nimet veya azâb görmesi > gibi şeyler de, rûhun bedenle ölmediğini, devam ettiğini gösterir.

    Diğer bir yerinde diyor ki: Rûhun bedenle beraber ölmesinde, yahut ölümün sadece bedene olmasında ihtilâf olundu. İki şekilde denildi. Doğrusu, ölümü tadması demek, rûhun bedenden ayrılmasıdır. Böylece rûh da ölümü tadmış oluyor. Yok, bedenin ölmesiyle, rûh da yok olur demek isteniyorsa, böyle şey olmaz. Çünkü rûh, bedenden sıyrıldıktan sonra bâkî olup, ni’met veya azâbda olduğu icmâ’ ile sâbittir.

    İbni Asâkir Şâm târihinde mâlikî mezhebi âlimlerinden Muhammed bin Fesah senediyle bildirir: Sehnûn bin Saîdden duydum. Kendisine, bir kimsenin, rûh da cesedle beraber ölür dediği bildirilince, Allah korusun, bu bid’at ehlinin sözüdür buyurdu.

    Yine yazıyor ki: SUÂL: Rûhiar, bedenlerden ayrıldıktan sonra, ne ile fark edilirler ve nasıl bilinirler?

    CEVÂB: Ehl-i Sünnete göre, rûh nefsi ile kâim bir zâttır. Yükselir, alçalır, birleşir, ayrılır, gider, gelir, hareket eder, hareketsiz durur. Bunun üzerine yüzden çok deli! vardır. Meselâ Allahü Teâlâ Şems sûresi yedinci âyet-i kerîmesinde: «Nefs [rûh] ve onu uzuv ve ihsasla tesviye eden hakkı için» buyuruyor. Böylece onun tesviye, edici olduğunu haber veriyor. Nitekim İnfitâr sûresi yedinci âyetinde: «Seni yaratıp, uzuvlarını düzgün ve itictâl üzere yapan» buyurduDemek ki bedenini nefsine kalıb gibi düzgün yaptı. Buradan anlaşılıyor ki, bedenin düzeni, nefsin [insanın özünün, aslının] düzenine tâbidir. Bu sebebden, nefs [rûh] bedeninden şekil edinip, diğerlerinden bununla ayrılır. Çünkü beden onun tesirinde kaldığı gibi, rûh da bedenin etkisi oltında kalır. Böylece rûh bedenden iyilik ve kötülük edindiği gibi, beden de ondan iyilik ve ' kötülük kazanır. Belki bedenden ayrıldıktan sonra fark edilmeleri, bedenlerin fark edilmesinden daha açık ve barizdir. Onların [rûhlann] birbirine benzerliği, bedenlerin birbirine benzerliğinden azdır. Çünkü bedenlerin benzerliği çoktur, rûhlann benzerliği ise azdır. Bunu daha iyi , şu misâl açıklar: Biz peygamberlerin, (aleyhimüsselâm) ve ; din imamlarının (aleyhimürrahme) bedenlerini görmedik. Halbuki onlar ilmimizde ayrıdırlar. Tam bir ayrılıkla ayrıdırlar. Bu ayrılık .sadece bedenleri için düşünülemez. Belki onları rûhlarına âid sıfatlan ile tanımamızdandır. Nitekim iki ikiz kardeşin yaratılıştan birbirlerine çok benzediği, rûhlan arasında ise çok büyük fark, ayrılık olduğu , çok görülmüştür... Melekler bedenleri insan gibi bedenleri olmadan birbirinden ayrılınca ve cinler de böyle oluni ca, insanların rûhlan daha çok ayrılırlar.

    î İmâm-ı Kastalânî Mevâhib-i Ledünniyye'de yazıyor  ki: Bilmek ve işitmek gibi idrâkler, anlamalar, şübhesiz onun için olmaktadır. Hattâ diğer ölülerde de vardır. Zey nüddîn Merâgî bunu anlatmaktadır. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) Mübarek kabrini ziyâreti anlatırken diyor ki: Sağlığında yüksek huzûrunda yapıldığı gibi, kcıbi-i şerifini ziyârete gidince de, çok edebli, sessiz, hareketsiz, alçak gönüllü olup, o heybetli makamda gözlerini yumarak durmalı, ve yine sağlığında olduğu gibi ilmini huzûrunda hâzır etmeli, onu dinlemelidir. ÇÜNKÜ, ÜMMETİNİ GÖRMEKTE, HALLERİNİ NİYYETLERİNİ, DÜŞÜNCELERİNİ, AKLİNDAN GEÇENLERİ GÖRMEK VE BİLMEKTE ÖLÜMÜ İLE SAĞLIĞI ARASINDA FARK YOKTUR. BU ONA AÇIKTIR. GİZLİ DEĞİLDİR.

    SÜÂL : Bu sıfat Allahü Teâlâya mahsûs değilmidir?

    CEVÂB: Mü’minlerden kabir âlemine göçenler, yaşıyanların hallerini çoğu zaman bilirler. Bunun örnekleri çoktur. Yine Mevâhib’de diyor ki: O kabrinde diridir. Peygamberler de böyledir. Bunun için hanımlarına iddet zamanı yoktur denildi. Ve yine, kabrinde ezan ve ikametle nemaz kılar denildi. İbni Zebâle ve İbni Necâr bildirirler: Harre günlerinde üçgün ezân okunmadı. İnsanlar çıktılar. Saîd bin Müseyyeb Mescid-i Nebîde idi. Saîd hazretleri buyurur kî: Korktum ve kabr-i seâdete yaklaştım. Öğle olunca, kabirden ezan duydum. Öğle nemâzını kıldım. Bundan sonra üçüncü günün gecesi, insanlar dönüp şehre gelinciye ve müezzinler ezân okumaya başlayıncaya kadar, her vaktin ezânını kabr-i seâdetten duydum ve nemaz kıldım.

    Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hac ve telbiye ettikleri sâbittir. Onlar âhıret âlemindedirler, ölüdürler; orası amel yeri değildir; nasıl hac, telbiye ederler ve nemaz kılarlar? denirse, cevâbında deriz ki, onlar şehîdler gibidir. Hattâ onlardan üstündür. Şehîdler ise, rablerinin katında diri olup, rızıklanmaktadırlar. O halde hac etmeleri ve nemaz kılmaları niçin uzak görünsün. Yahud deriz ki, amellerinin çoğalması, sevablannın artması mevzûunda kabir âlemi ona dünya gibi yapılır. Âhırette kesilen ise teklîfdir. Orada teklîf, ya’nî emr olmadan, lezzet için amel yapılır. Bunun için oradakiler tesbîh ederler, Kur'ân-ı kerîm okurlar. Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ye sellem) şefâat zamanındaki secdeleri de bu cinstendir.

    Teihîs kitâbının sâhibi der ki, Resûlüllahın malı, ölümünden .sonra, nafaka ve mülkü üzere kalır. Bu ona mahsûs hallerden sayıldı. İmâm-ı Harameyn ondan bildirir: Vefatında bıraktığı, sağlığındaki gibi olur. Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) o maldan ehline ve hizmetçilerine infâk ederdi. Hâlâ Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) mülkü olarak görülmesi; peygamberlerin diri olduğunu gösterir. Bu ise dünyâ işlerinde diri olmayı gerektirir. İşte bu kısım şehîdlerde yoktur. Nevevî mülkünden çıkar, ama bıraktığı mal, bütün müslimanlara sadaka olup, vereselerine mahsûs olmaz demektedir.

    SÜÂL: Kur'ân-ı Kerîmde peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) öleceği bildirilmektedir. Alilahü Teâlâ, «elbette sana da ölüm vardır, kâfirler de ö!ü’mü bulurlar» buyurdu. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): «Muhakkak ki bana ölüm vardır» buyurdu. Hazreti Ebû Bekr-i şıddîk (radıyallahü anh): «Muhammed aleyhisselâm elbette ölmüştür» dedi. Bütün müslimanlar peygamber efendimiz için öldü kelimesini sözbirliği hâlinde kullanıyorlar.

    \ CEVÂB: Şeyh Takıyyüdin Sübkî, bunun cevâbında buyuruyor ki: Bu ölüm dâimî değildir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) öldükten sonra diriltilmiştir. Mülkün başkasına geçmesi ve buna benzer şeyler, devamlılık gösteren ölümde olur. Yoksa bu ikinci hayât, âhıret hayâtıdır. Peygamberlerin bu hayâtlarının şehîdlerin ha' yâtından daha yüksek ve olgun olduğunda şübbe yoktur.

    Şehîdlerin hayâtı rûh iledir. Peygamberlerin ise cesedlerinin çürümediği sâbittir. Çünkü rûhun bedene iâdesi, gelmiş olması, diğer ölüler için de sahîhdir. Bunlardan üstün olan şehîdler ve peygamberler için elbette doğrudur. Ayrılık, bedende dâimî olup olmadığında, bedende iken diriliği dünyâdaki gibi mi, yoksa daha az bir hayatla mı olduğundadır. Bu Allahü Teâlânın dilediği gibi olur. Çünkü rûhun hayât için gerekliliği âdet-i İlâhî ile olup, aklın işi değildir. Ama aklın kabûl etmiyeceği bir şey de değildir.

    Âlimlerden bir kısmı diyorlar ki: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mûsâ aleyhi,sselâmı kabrinde nemaz kılarken gördü. Nemaz ise diri cesed ile olur, Mi’râç gecesinde peygamberlerin bildirilmiş olan .sıfatları da böyledir ve hepsi cismânî sıfatlardır. Bu hakîki hayât olması için bedenle, olmasını, dünyâdaki gibi yemeğe, içmeğe ve gördüğümüz diğer maddî ihtiyâçlara muhtâc olduğunu gerektirmez. Belki onların hükmü başkadır. Akıl için onların hakîkî hayâtları olmadığını gösterecek birşey yoktur.

    Bilmek ve işitmek gibi anlamalarına gelince: Bunların ölülerde olduğu sâbit olup, şübhesizdir. Peygamberlerde, şehîdlerde değil, diğer ölülerde de aynıdır. Bunu Şeyh Zeynüddîn Merâğî bildirmekte, bu en kıymetli şeylerden ve rağbet edicilerin rağbet edecekleri işlerdendir demektedir.

    Kabr-i şerifin ziyâreti bahsinde diyor ki: Kabr-i seâdeti ziyâret eden, orada elden geldiği kadar huşu' üzere olmalı ve sessizce selâm vermelidir. Buhârî-yi Şerîfde şöyle yazmaktadır: Hazreti Ömer (radıyallahü anh) Tâif şehrinden kabr-i seâdete gelen iki kişiye: «Siz bu şehir halkından olsaydınız, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) Mescidinde yüksek sesle konuştuğunuz için, sizi döver, canınızı yakardım» buyurdu. Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) buyurdu ki: «Resûlullah diri veya ölü olsun, yanında yüksek sesle konuşulmaz.» Hazreti Âişeden (radıyallahü anhâ) bildirilir. Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) Mescidinin etrafında çakılan kazık ve çivi seslerini duyunca, onlara haber gönderip: «Resûlullaha eziyet etmeyin» buyurdu. Bunun için demişlerdir ki, hazreti Alî (radıyallahü anh) bundan sakınmak için evinin kapışını Medîne-i münevverenin dışında Menâsı' denen yerde yapardı. Bunu Zebâle bildirmektedir. Demek ki, Resûluliaha karşı edebîi olmak vâcibdir.

    Bundan sonra diyor ki: Mü’minlerden kabir âlemine göçen, çoğunlukla, yaşayanların hâllerini bilir. Bunun doğru olduğunu, bu konuda yazılmış olan kitablarda anlatılan bir çok olaylar da doğrulamaktadır.

    Yine diyor ki: İbni Mübârek Saîd bin Müseyyebden rivâyet eder: Hiç bir gün yoktur ki, sabah ve akşamında, ümmetinin yaptıkları Resûlullaha arz olunmasın. Demek ki, onları simalarından ve amellerinden tanır, bunun için onlara şâhidlik eder.

    Yine diyor ki: Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem), yüksek huzûrunda çok saîât ve selâm okumalıdır. Çünkü işitir ve cevâb verir.

    Ebû Dâvudun, Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) bildirdiği hadî,s-i şerîfde: «Bir müsliman bana selâmı verirse, Allahü Teâlâ ruhumu bana sâde eder ve selâmına ce, vâb veririm.» buyuruldu. İbni Ebî Şeybe’nin Ebû Hüreyre  hazretlerinden bildirdiği merfû hadîsde: «Kabrimin yamn; da bana saîât okuyanın salâtını işitirim, uzakta okuyanın; ki bana bildirilir» buyuruldu. Kadı İyâd Şifâda Süleyman 1 bin Secm'den bildirir: Rüyâda Resûlullahı (sallallahü aley

    hi ve sellem) gördüm. Yâ Resûlallah, sana gelip selâm verenlerin selâmı sana ulaşır mı dedim. Evet, onların .selâmına cevâb veririm buyurdu.

    Şübhesiz peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hayâtı sabittir, dâimidir ve bilinmektedir. Bizim peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ise onların en üstünüdür. Böyle olunca, hayâtının da, diğerlerinden kâmil ve tamam olması lâzım olur. Yaratılışdan hasta, anlayışı bozuk olan, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) dâima diri olduğu sabit olunca, selâm verildiği zaman rûhunun kendisine iâde edilip, selâma cevâb vermesinin ma’nâsı nasıl olur? derse, buna bir kaç yönlü cevâb verilir:

    1 — Bu, selâma dâima cevâb vermeyi bildirmek için, hayât sıfatının dâimî olduğunu haber vermektir. O halde selâma cevâbın îüzûmu için, dirilik sıfatı lâzımdır. Lâzım, melzûmu bulunduğu zaman gerekli olur. Yahud melzûmun melzûmunda şart otur. Hayat sıfatı dâima sâbittir. Çünkü melzûmunun melzûmu dâimâ sâbittir. Bu ise, maksûdu, belâgatın en yüksek çeşitleri ve ilmin en toparlayıcı ifâdeleri ile isbât etmekte yüksek belagat denizinden bir damla, beyan deryâsının güzelliklerindendir.

    2 — Bu, hazret-i Peygamberin yüksek huzûrundan dünyâ âlemine ve topraktan cesed kalıplarına yönelen ve beşeriyyet dâiresine inip, selâmına cevâb veren husûsî bir teveccüh ve rûhânî bir iltifattır. Bu ikbâl, teveccüh ve yönelme umûmî olup hepsine şâmildir. Müslimanlar her an milyonlarca, milyarlarca olsa da, peygamberliğe mahsûs bu ikbâl ve rûhânî iltifât hepsine şâmil olur. Bu yüzden, bunun söz ile anlatılamıyacağını anladım. Bir kimsenin, dünyanın batısından ve doğusundan kendisine selâm verenlere cevâb vermesi süâline Ebû Tîb’in şu beyti ne güzel cevâb olur. Beyt:

    Gökte güneş gibidir ve parlak ışıkları,, Kaplamıştır her yeri, doğuyu batıları.

    Şübhe yoktur ki, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabir hayâtındaki hâli, meleklerin hallerinden daha kâmildir. Azrâil aleyhisselâm, bir anda yüzbin kişinin ruhunu kabzetmekte [canını almakta], birinin canını almak, öbürünün canını almaktan onu meşgul etmiyor. Halbuki o bu anda Allahü Teâlâya ibâdetle meşgul olup, teşbih ve takdîs etmektedir. Peygamberimiz ise (sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem) diridir, nemaz kılmaktadır, rabbine ibâdet ve onu müşâhede etmektedir. Dâima o yakınlıkta oiup, onun hitabını duymakla lezzetlenmektedir. Dördüncü maksadda husûsiyyetleri anlatılırken sonuna doğru, elbette sen ölürsün ve onlar da ölürler âyet-i kerîmesi anlatılırken bu suâle gereken cevâb verilmektedir.

    Dârimî, Saîd ibni Abdülazîzden rivâyet eder: Harre günlerinde Mescid-i Nebî'de (sallallahü aleyhi ve sellem) ezân okunmazdı. Saîd ibni Müseyyeb mescidden dışarı çıkmadı. Nemaz vakitlerini anlaması, sadece Resûlüllahın kabr-i şerifinden duyduğu gizli [sahibi görünmiyen] şeşle olurdu. Bu haberi ibni Neccâr ve İbni Zebâle şöyle bildirirler. Sâîd, ya'nî Saîd İbni Müseyyeb der ki, öğlen nemazına hazırlandığım zaman, kabr-i şerîfden ezân sesi duydum. İki rek'at kıldım, sonra ikamet duydum, öğleni > kıldım. Sonra harre günleri denen üç gün üç gece geçin' ciye kadar, her nemaz için oradan böyle ezân ve ikamet duydum.

    Beyhekî ve başkalarının hazreti Enesden (radıyallahü anh) bildirdikleri hadîs-i şerîfde: «Peygamberler kabîrle' rinde diridirler, nemaz kılarlar»!, bir rivâyette: «Peygamberler, vefatlarından sonra, kırk geceden fazla kabirlerinde kalmazlar; sûr’a üfürüiünceye kadar [kıyamet kopuncuya kadar], Allahü Teâlânın huzûrunda nemaz kılarlar» buyuruldu. Sahîh’de bunun delilleri vardır:

    — Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Mûsâ aleyhiselâma uğradım; o kabrinde ayakta nemaz kılıyordu» buyurdu.

    1. — Ebû Zer'in (radıyallahü anh) Mi'rac hakkında bildirdiği hadîs-i şerîfde geldi ki, Resûlullah göklerde peygamberlerle karşılaştı. Ona söylediler, o da onlara söyledi, [ya'nî konuştular]. Bu beyanla, veda hancında, ibâdetleri kısmında, ve mu'cizeleri bölümünde husûsî hallerini anlatırken, Esrâ [gece yolculuğu] ve Mi'rac kısımlarında çok şeyler anlattım. Peygamberlerden meydana gelen bu hac ve nemazlar, teklîf, emir olmayıp, lezzet almak içindir. Kabir âleminde oldukları halde, amellerinin çoğaltılması, sevâblarının artırılması, emir olunmaksızın, dünyadaki gibi olmaları muhtemeldir. Tevfîk Allahdandır.

    «Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız. Belki rablerinin indinde dirilerdir. Rızıklanmaktadırlar» âyet-i kerîmesi ile şehîdlerin diri olduğu sâbit olunca, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) diri olduğu daha çok sâbit olup, daha iyi anlaşılır.

    SÜÂL: Cumhûr-i ulemânın, şehîdler hakîkî ma’nâda diridir buyurmaları, yalnız ruhları için mi, yoksa çürümemeleri sebebiyle rûhla bedenleri için midir?

    CEVÂB: Bu konuda iki şekilde denmiştir. Hazreti Câbirden sâhîh olarak bildirilir: Babası ve Ömer ibni Cemûh (radıyallahü anhüma) Uhudda şehîd oldular. İkisi bir kabre defn edilmişti. Sonra sel suları kabirlerini aşındırınca, hiç değişmemiş görüldüler. Biri muharebede yara almış, elini yarasının üzerine koymuş, o şekilde defn olunmuştu. Elini yarasından çektim. Eli sarktı ve hemen eskisi gibi yaranın üzerine geldi. Bu olay ile Uhud muharebesi arasında kırkaltı yıl vardı. Resûlullahdan (sallaîlahü aleyhi ve sellem) Uhud şehîdleri; hakkında bildirilen hadîs-i şerîfde: «Nefsim, yed-i kudretinde olan Allahü telâya yemîn ederim ki, kıyâmete kadar onlar, kendilerine selâm verenlere cevâb verirler.» buyuruldu. İmâm-ı Beyhekî Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) bildirmektedir. İbni Şihâb buyurur: Bize bildirildi ki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Her aym ilk üç gecesi v® günü bana çok safavât okuyunuz. Çünkü bu iktsî tarafınızdan bana otaşîmta’. Toprak, elbette peygamberlerin cesedini yemez» buyurduğunu Ebû Dâvud ve İbni Mâce bildirmektedir. İbni Zebâle Haşandan [Hasan-ı Basrîden] bildirir ki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: «Rûhui kudsün söylediği kimsenin etini çürütmek için toprağa izin verilmez.»

    Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) Hayber günü zehirli koyun etinden yemekle şehîd olarak öldüğü sâbittir. O zehir, ânında öldürücü idi. Hattâ Beşir İbni Berâ ondan ölmüştü. Resûlüllahın ölmemesi mu'cize idi. Nitekim zehrin elemi, ölünciye kadar devâm etti. Nitekim ölüm hastalığında buyurdu: «Hayber günü yediğimin acısını duymaktayım. Hattâ şu an ebherimi [aort damarımı] keser gibi oluyor» Âlimler, Allahü Teâlâ bununla, onda şehîdlik ve peygamberliği birleştirdi buyurdular.

    Yine diyor: SÜÂL — Murâd hakîkî his olunca, herbiri idrâk etmez, anlamaz mı?

    CEVÂB : Herbiri için idrâki mahallinde, ma'nânın bulunması gerekmez ki, şartlar bulununca, mâniler kalksın. Anlamamak, anlayış .sâhibi olmayı göstermez. Delîlin bulunmaması, medlulün de bulunmamasını bildirmez. Ni, tekim koku esansla bulunduğu halde, burnu tıkalı, nezle ( olanlar esansın kokusunu duymaz. İşte kabir halleri, âhıret işlerinden olunca, perde arkası kendilerine gösterilen mukarreb evliyâ hâriç, diriler bunu anlıyamaz. Çünkü âhıret metaı bâkîdir. Dünyâdakiler ise fânidir, geçicidir. Fânî olan bâkî olan gibi dâimi fayda sağlamaz. Çünkü birbirlerine zıttırlar.

    Bedr gazvesini anlatırken şöyle yazıyor: İbni İ.shak bazı âlimlerden bildirir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir çukura atılan müşriklerin ölülerine: «Ey çukur ohlî, kavmin köıüteri idiniz. İnsanlar beni tasdik ederken, süz baM inönmadımz» buyurdu. Bunun üzerine hazreti Ömer ibni Hatiâb (radıyallahü anh), yâ Resûlallah, ruhsuz cesedlere nasıl söylersin? diye arz etti. Resûlullah: «Onlara söylediğimi, siz onlardan daha çok duymazsınız. Ancak onlar cevâb veremezler» buyurdu. Hazreti Âişe (radıyallahü anhâ) bunu tevil edip, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), söylediği ânı demek istedi, o anda duyarlar ma'nâşında böyle buyurdu dedi ve sonra: «Sen ölüye işittiremezsin...» âyet-i kerîmesini okudu. Onun bu sözü, ya'nî o anda bilirler demesi, bunu mutlak olarak kabûl etmediğini göstermektedir. Katâde (radıyallahü anh) ise, azarlamak, aşağılamak, üzmek, yermek için Allahü Teâlâ onları diriltti diyor. Bunda ölülerin duymasını kabûl etmiyenler için red vardır. Nitekim Hazreti Âişe'den (radıyallahü anhâ) bildirildi. İbni İshâkın Megâzî'sinde [Harb târihi şeklinde olan kitabında] Yûnus İbni Bekîrin, Hazreti Âişe’den sağlam senedle bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Onlara söylediklerimi siz onlardan iyi duymazsınız» buyuruldu. İmâm-ı Ahmed (rahmetullahi aleyh) bu hcıdîs-i şerîfi hasen isnâd ile bildirdi. Buna göre hazreti Âişe (radıyallahü anhâ) önceki sözünden dönmüş oldu. Kendisi bu olayda bulunmadığı için, bu sahabenin rivâyetini öğrenince, kabûl eyledi. İsmâilî der ki: Hazreti Âişe çok anlayışlı, zeki, rivâyet! çok, fazlası tasavvur oîunamıyan derin ilimler havuzu idi. Lâkin kendisi gibi nass olmadıkça, sağlam rivâyet red olunamaz. Bu na,ss ise, birinci rivâyeti nesh eder, yahut tahsîs eder, yahut imkân-, sız kılar bir halde olmalıdır. O halde onun inkârı ile başkasının isbâtını birleştirmek nasıl mümkün olur? denirse, cevâbında denir ki, Allahü Teâlânın: «Sen elbette ölülere duyuramazsm» âyet-i kerîmesi, Resûlullahın, onlar şu anda duyarlar sözünü geçersiz kılmaz. Çünkü işittirmek, sesi işitecek olanın kulağına ulaştırmaktır. O halde Allahü Teâlâ Resûlullahın sesini onlara ulaştırmakla, onlara işittirir. Ölülerin cevabına gelince: Eğer, onlara, bu işittirilmiş, «muhakkak bilirler» ise, işitirler hadîs-i şerifine aykırı olmayıp, bilâkis kuvvetlendirir. Suheylî der ki, sözü toplarsak, haberin kendisi, peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hârikasına delâlet etmez. Çünkü eshâbının onlar leştirler sözüne, cevâb vermiştir. Bu halde bilmeleri câiz olunca, işitmeleri de câiz olur. Bu ise, ya kulakla duymakla olur, nitekim süâl zamanında rûh cesede veya bir kısmına iâde olunur dedikEhl-i sünnetin çoğu böyle demiştir. Yahud kalb veya rûhun duyması ile olur,bu ise, süâl rûhun bedene veya bir kısmına iadesi olmadan, yalnız rûha olur diyenlerin sözüdür.

    Hazreti Âişeden (radıyallahü anhâ) sened olarak bildirilen: «Sen kabirde olanlara duyuramazsm» âyet-i kerimesinin ma'nâsı, sen korkutucusun ve bu âyet ise, sen sağıra işittıreb’lirmisin, yahüd köre yol gösterebilirmîsin âyet-i kerîmesi gibi olup, hidâyet yalnız Allahü Teâlâya mahsûstur, sen istediğine hidâyet edemezsin, tevfîk AIlahdandır, kalb kulaklarına vâz ve nasîhati ulaştıran yalnız Odur, sen değilsin demektir. Kâfirleri ölülere ve sağırlara benzeterek, onlara ölü ve duymaz buyurdu. Buradan anlaşıldı ki, hakîkatte dilediği zaman duyuran Allahü Teâlâdır; peygamberi ve bir başkası değildir. Âyet-i kerîme ile iki şekilde bağlılığı yoktur.

    1. — Bu âyet-i kerime, kâfirleri îmâna çağırmak hakkında indirildi.

    2. — Kâfirlere duyurucu olmadığını bildiriyor. Allahü Teâlâ doğru söylüyor. Çünkü dilediği zaman onlara duyurmaz. O dilediğini yapar ve o herşeye kâdirdir. Mu'tezile bu âyet-i kerîmeyi sened gö.sterip, kabirdeki ölüler duymaz dediler. Sahîh-i Buhârîde Meyyit bahsinde, «ölü, kendini defne gelenlerin dönüşlerinde ayak seslerini duyar» hadîs-i şerifinden kabir azâbı olacağını söylediler. Bu ise Ehl-i sünnetin yoludur. Dırâr bin Ömer, Bişr-i Müreysî ve Mutezilenin sonra gelenlerinin çoğu kabir azâbını inkâr ettiler. Ve bunu isbât için :

    «Orada birinci ölümden başka ölüm tatmazlar» âyet-i kerimesini delil gösterdiler. Ya’nî Cennette, birinci ölümden başka ölüm tatmazlar. Eğer kabirlerde diri olsalardı, bir değil iki ölüm tadarlardı dediler. Aynı şekilde yukarıda geçen: «Sen kabirlerde olanlara duyurucu değilsin» âyet-i kerîmesini delil gösterdiler. Bu âyet-i kerîmenin siyâkından [gelişinden, akışından] anlaşılıyor ki, hakikati duymamalarından ötürü kâfirler, kabirde olanlara benzetiliyor. Bundan başka Beydâvî tefsirinde: «Alliah yolunda öldürülenlere ölü demeyiniz. Belki dirilerdir, lâkin sîz bilmiyorsunuz» âyet-i kerîmesinden sonra diyor ki: Bunda, beden duyarlılığından ayrı olarak, rûhların kendi nef.sleri ile kâim olduklarına delâlet vardır. Öldükten sonra idrâki, anlaması devâm eder. Sohâbe-i kirâm ve Tâbiîn-i izâm (aleyhimürridvân) bunda sözbirliği hâlindedirler. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerifler böyle olduğunu bildirmektedir. Şehîdlerin ayrıca bildirilmeleri, Allahü Teâlâya ayrı bir yakınlıkları, memnûniyetleri ve katında büyük ikrâmlara sâhib olmalarındandır.

    (YİRMİBİRİNCİ SÜÂL : Kabri ziyâret edenin, Allahü Teâlâya, yâ Rabbî, bu Peygamberin veyâ velînin hürmetine benim hâcetimi, işimi gör, diye düâ etmesi câiz midir, değil midir?

    CEVÂB : Yâ Rabbî, bu Peygamberin veyâ velînin hürmetine hâcetimi, işimi gör diye düâ câizdir. Nitekim Mollâ Aliyyülkârînin Fıkh-i ekber şerifinden böyle anlaşılıyor. Aynı şekilde Kavâidiiıl îmân fi ilm-ü kelâm ve Aliyyül Kârinin Ma’rifetül îmân kitabında da böyle yazmandadır. İbâresi de şöyledir : Eğer Mustafânm (aleyhisselâm) hürmetine derse, olur. Çünkü, düâda, şehrül harâm, meş’arîl haram ve Peygamberinin (aleyhisselâm) kabrinin hürmetine diye düâya başlamak eserde vardır; dinimizde yapılagelmiştir ve rivayet olunmuştur. Ama filânın hakkı için demek olmaz).

    Kövâsdiü! îmân ve Ma'rifetüi îmân ki tablan şimdi mevcûd değiller ama Fıkh-ı ekber şerhi yanımızda vardır. Buna bakıldığı zaman, bu vehhâbînin bunu delil göstermesi, sırf aldatmak için olduğu anlaşılır. Çünkü Molla Aliyyülkarî, filâncanın ve başkasının hakkı için demenin mekrûh olduğunu bildirdikten ve ihtilâfları naklettikten sonra şöyle yazıyor; Ben derim ki, Resûlullah düâsında: «Yâ rabbi, senden isteyip de verdiklerinin hakkı için, senden istiyorum» derdi. Buradaki hak kelimesinden murad hürmettir, yahut rahmet gereğince ona va’d olunan hak’dır. Ya'nî bihakkın demenin yasaklığı anlatılmak istenirken, delil olarak; zirâ kimsenin Allahü Teâlâ üzerinde hakkı yoktur demektedir. O halde bundan murâd, hiç kimsenin Hak Teâlâ üzerinde vâcib olan bir hakkı yoktur demektir. Demek ki, filancanın hakkı için sözünü bu ma’nâda kullanmak mekrûhdur. Ama hadîs-i şerîfde bildirilen bihakkın [hakkı için] kelimesinin buradaki ma'nâsı hürmeti için, hürmetine demektir. Yahud üştün kılınmış olmaklık hakkı demektir. Peygamberin veyâ velînin hürmetine diye bir şey orada yazılı değildir. Bihakkın kelimesinin içinde hürmet saklanmaktadır. Ya’nî hak’dan murâd hürmettir. Filâncanın hakkı için demek, onun hürmetine demek olur. Böylece bihakkın demek câiz olup, mekrûh olmadı ve kullanıldı.

    Sirâciyye'de yazıyor ki; Eserde, câiz olduğuna dâir deliller bildirildi. Tefsîr-i âzîzî'de diyor ki: Hadîs-i. şerîfde, hazreti Âdem aleyhisselâmın tevbesi hakkında: «Yâ Rabbi Muhammed aleyhisselâmın hakkı için senden istiyorum» diye bildirilen, üstün kılınmak hakkı ile ma’nâlandınlmış olup, Ehl-i .sünnet mezhebidir. Fıkıh kitablarında yasak edilen, hak kelimesinin hakîkî ma’nâsı olup, mutezile mezhebidir. Çünki mutezile mezhebine göre, kullar işlerinin yaratıcısıdıriar. Böyîece o işlerin karşılığı kulların hakîkî hakkıdır. Eskiden mutezile mezhebi çok revaçta olduğundan ve bu kelimenin kullanılması, onların mezhebini akla getirdiğinden, fıkıh âlimleri bu sözü kullanmayı yasakladılar. Böylece o mezhebin akla gelmesini önlediler.

    (SÜÂL : Eğer doğuda bulunanlar, yâ Resûlallah, yâ, Veliyyallah... derlerse, yahud batidakiler, yâ Resûlallah, yâ Veliyyallah derlerse, câiz midir, değil midir?

    CEVÂB : Gâibe [görünmiyene] seslenmekte, peygamber ile peygamber olmıyan arasında fark vardır. Eğer Peygambere, salât-ü selâm göndermek için seslenirse, câizdir).

    Nidâyı [Ey diye seslenmeyi] salat-ü selâma tah.sîs etmek, tam hatâdır. Evet, salat-ü selâm için, ey diye seslenmek de câizdir, istimdâd [yardım istemek] için de câizdir. Yardım istenen, ister peygamber olsun, işter velî olsun aynıdır. Nitekim daha önce istimdâd bahsinde geniş olarak anlatıldı. Anlaşılmıyan bir yeri kalmadı. Bu sözü, bu vehhâbinin sekseninci süâlin cevabında yazdığı, hâcetinin görülmesi için, hâcet nemazı dînimizde vardır, hadîs kitablannda da yazılıdır ve bildirilmektedir sözü ile çelişki teşkil etmektedir.

    Peygambere (aleyhisselâm), yâ diye seslienmede istimdâd, ya'nî yardım istemek de vardır. Bunu Hısn-ı Hasîn ve Aliyyül Kârînin bu kitaba şerhinden alarak bildirmiştik. Hâcet nemâzının çeşitli yolları vardır. Onlardan biri de budur.

    (Peygambere salâ.t-ü selâm yollamak için nidâ iki sebebden câizdir. Biri şudur ki, hadîs-i şerîfde: «Melekler Allahü Teâlâ tarafından vazifeli olup, Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) salât-ü selâm yollayanın salât-ü selâmını Resûlullaha ulaştırırlar» buyuruldu) diyor.

    Buna cevâb olarak deriz ki, peygamber ve sâlihiere selâmın ulaşması en sahih yolla sâbittir. Buhârî ve Müslim sahihlerinde ve diğer hadîs kitablarında Abdullah ibni Mes’uddan (radıyallahü anh) bildirilmektedir. Şöyle bildirdi: Resûiuilah ile nemaz kılarken, esselâmü alallah kable ibadihi, esselâmü alâ Cibrîle, eşselâmü alâ Mikâile, esselâmü alâ fülân derdik. Resûlullah nemazı bitirince bize, «esselâmü alallahi [Allahü Teâlâya selâm olsun] demeyin. Çünkü Allahü Teâlâ selâmdır. Sizden bîriniz nemazda oturunca, «Ettehıyyâtü lillâhi vessaiavâtü vettayyıbâttı, esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtühü, esselâmü aieynâ ve alâ ibadillah-is-sâlihîn» desin. O böyle deyince, gökte ve yerdeki bütün sâlihiere ulaşır» buyurdu.

    Kadı lyâdm Şifâ kitâbında diyor ki: Resûlullaha selâm verme yerlerinden biri,si budur ve teşehhüdün evvelki sünnetidir. İmâm-ı Mâlik (rahmetullahi aleyh) Abdullah ibhi Ömerden (radıyallahü anhüma) bildirir. Teşehhüdü bitirip selâm vermek isteyince böyle derdi. İmâm-ı Mâlikin selâmdan önce bunu okumak müstehabdır buyurduğunu Mebsût yazmaktadır. Muhammed bin Mesleme der ki: Hazreti Âişeden ve ibni Ömerden (radıyallahü anhüm) bildiriliyor ki: Selâm zamanında, nemazda, esselâmü aleyke yâ eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtühü, esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillahi-s-sâlihîn, esselâmü aleyküm derlerdi. Âlimler insan nemaz kılarken, selâm zamanında gökteki ve yerdeki melek, insan ve cinlerden bütün sâlihiere niyyet etmesinin müstehab olduğunu söylediler.

    Molla Aliyyül Kari Mişkât şerhinde,, «Bama salât okuyun, nerede olsam salâtımz bana bildirilir» hadîs-i şerîtini açıklarken diyor ki: Kadı buyurdu ki, temiz nefşler [ruhlar], alâkalardan, beden bağlarından kurtulunca, yükselir ve Meie-i a'lâya ulaşır. Onun için hicâb, perde kalmaz. Herşeyi yâ bizzat görür, yahut melek haber verir. Bu sırra, ancak erenler kavuşur.

    «Günlerinizin en efdali Cum'adır. Âdem aleyhissejğhh1 o gün halk oldu. O gün vefât etti. Sûra Cimi'a günü, üfîenir. Ksyâmet Cum’a günü kopar. Cum'a günü bana çok i salavât. getiriniz. Çünkü safâtiannu bana arz olunur» hadîs-i şerifini buyurduğu zaman, yâ Resûlallah, sen toprak olmuş iken, bizim salâtlarımiz sana nasıl arz olunur? dediklerinde: «Allahü Teâlâ, toprağa peygamberlerin cesedlerini harâm etmiştir» buyurdu.

    Yine yazıyor. Diğer ölüler de selâm ve kelâmı işitirler. Bazı günler yakınlarının amelleri onlara arz olunur. Evet peygamberlerin hayâtları kemâl üzere olur. Şehîdler, velîler ve bazı âlimlerden olan vârislerine bundan az bir pay nasîb olur. Ya'nî temiz bedenleri çürümez, belki nemaz kılmak, Kur’ân-ı kerîm okumak ve buna benzer tâ’atlerden, kıyâmete kadar, temiz kabirlerinde lezzet alırlar.

    Ebû Derdânın bildirdiği hadîs-i şerifin şerhinde yazıyor ki: «Muhakkak ki, Allahü Teâlâ peygamberlerin cesedlerini toprağa harâm etti.» Ya’nî toprak onların cesedlerinin hiçbir kısmını yiyemez, çürütemez. Onların iki halleri arasında, ya’nî dünyâ ve kabir hayâtları arasında fark yoktur. Bunun için: «ALLAHÜ TEÂLÂNIN EVLİYA KULLARI ÖLMEZ, LÂKİN BİR EVDEN BAŞKA EVE GÖÇERLER» denmiştir. Bunda, diğerlerinin hilâfına rûh ve bedene birlikte arz olunduğuna işâret vardır. Şehîdler ve velîler de bu ma'nâdadır. Çünkü işlerin arz olunması ve eşyayı bilmek, cesedlerinin bazısı ile rûhlarına olmaktadır.

    (İkincisi şudur ki, Ettahıyyâtü’de hitâb [yâ eyyühennebiyyü] selâmı ulaştırmak için gelmiştir. O halde buna göre, bir kimse, yâ Resûlallah, dese, salât-ü selâm göndermek için câizdir; Peygamberden başkası için böyle söylemek bildirilmedi) diyor.

    Sâiihlere selâm göndermek ve selâmın onlarp ulaşması aynı teşehhüd hadîsinden anlaşıldı. Peygambere (aleyhisselâm) selâm sözünün hitâb sigası ile, ya’nî ey peygamberim selâm senin üzerine olsun, ve ,sâiihlere gayb [üçüncü şahıs] olarak söylenmesinin bir sebebi vardır. Hadîs âlimleri bunu şöyle bildirirler: Nemazda Resûluliaha (sallallahü aleyhi ve sellem) nidâ etmek, câiz olup. Ona mahsûs hallerdendir. Ondan başkasına nemazda nidâ etmek, ey filânca demek nemazı bozar.

    Aliyyül Kârî Mişkât Şerhinde şöyle yazar: Nemazda Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) hitâb, ona mahsûs hallerdendir. Ondan başkasına, hâzır veya gâib olsun, esselâmü aleyke demek nemazı bozar. Mevâhib-S Ledünniyye'de diyor ki: Nemazda insan sözü yasak olduğu halde, hitâb şeklinde olan bu söz nasıl meşrû’ oldu? denirse, cevâbında deriz ki, bu Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) mahsûs hallerdendir.

    (O halde, biraz sonra okuyacağımız âyet-i kerîmeler gereğince, umûmî delîl olarak, Peygamberden başkası için nidâ [ey!] kelimesini kullanmak yasak ve mahzûrlu olur).

    Biraz düşünülürse, bu ifâde tamamen ma'nâsızdır. Çünkü bunun zâhirinden, nidânın umûmî olarak haramlığı anlaşılmaktadır. Ancak haberde gelmiş olmakla Resûlullaha selâm vermek, bu umûmdan, husûsî olarak istisnâ edilmiştir. Bu ma'nâ doğru oturmuyor. Çünkü bu vehhâbînin ifâdesinin gelişinden Allahü Teâlâdan başkasına nidâ etmeye küfr ve şirk dediği anlaşılıyor. Husûsi de umûma girmektedir. O halde peygambere nidâ da, bu ifâdeye girmek gerekir. Özetlersek, peygambere nidâ etmek husûsî bir kı,sım küfr ve şirk câiz oluyor, diğer şirk kısımları câiz olmuyor. Böyle söylemek, delilikten başka birşey değildir. Buna ilâveten, umûmîye bir husûsî bağlanınca, kesinlik ve yakîn devâm etmez. Buiş usûlde de böyledir, böyle gelmiştir. Hussâmî okuyan da bunu bilir. O halde birincisinden daha büyük bir suç, kabahat işlemiş oluyor.

    (Bir kimse Allahü Teâlâdan başkası için, meselâ ne zaman seslensem filânca duyar, yahud işlerimi müstakillen görür, yahud âlemde tasarruf edicidir, yahud Allahü Teâlânın işlerinde onun da ortaklığı vardır diye inanırsa, bu hallerde, Allahü Teâlâdan başkasını Allahü Teâlâya şerik, ortak etmiş olur. Bu işin kaldırılması için Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderilmiştir. Gaybi bilmede, mutlak kudrette ve âlemde tasarrufda, hiç kimseyi Allahü Teâlâya şerik etmemelidir. O halde Allahü Teâlâdan başkasına, bu şekilde seslenmek küfr ve şirkdir) diyor.

    İşin eşası şudur ki, bir kimse, filânca diri veyâ ölü, peygamber veya başkası, duyduğu selâm veya bir başka söz olsun, Allahü Teâlâ' duyurmadan kendi kendine işitir, yahut işleri görmede müstakil kudret sâhibidir, yahut âlemde tasarruf eder, yahud Allahü Teâlânın yaratma ve işleri düzenlemesinde ortaklığı vardır diye inanırsa, böyle inanmak küfürdür, şirktir. Nidâ etmese, yâ filânca diye seslenmese de yine kâfir olur. Nidâ etmeye bağlı değildir. O halde bu vehhâbînin, Allahü Teâlâdan başkasına böyle nidâ etmek küfr ve şirktir sözü yersizdir. Buna ilâve olarak denir ki. Sözünden, Allahü Teâlâdan başkasına nidâ etmek, seslenmek muhakkak bu itikadla olmıyabilir. Belki Allahü Teâlâdan başkasına nidâ ederken şöyle inanır ki, ben ne zaman filâncaya seslensem, Allahü Teâlâ iîm .sıfatı ile bunu bilir ve ona duyurur, bu kimse işlerin görülmesinde müstakil olarak kudret sâhibi değildir, âlemde de tasarruf etmez, Allahü Teâlânın yaratma ve işleri düzenlemesinde ortağı değildir.

    (İkincisi şudur ki, Ettahıyyâtü’de hitâb [yâ eyyühennebiyyü] selâmı ulaştırmak için gelmiştir. O halde buna göre, bir kimse, yâ Resûlallah, dese, salât-ü selâm göndermek için câizdir; Peygamberden başkası için böyle söylemek bildirilmedi) diyor.

    Sâiihlere selâm göndermek ve selâmın onlara ulaşması aynı teşehhüd hadîsinden anlaşıldı. Peygambere (aleyhisselâm) selâm sözünün hitâb sigası ile, ya’nî ey peygamberim selâm senin üzerine olsun, ve ,sâiihlere gayb [üçüncü şahıs] olarak söylenmesinin bir sebebi vardır. Hadîs âlimleri bunu şöyle bildirirler: Nemazda Resûiuiiaha (sallallahü aleyhi ve sellem) nidâ etmek, câiz olup. Ona mahsûs hallerdendir. Ondan başkasına nemazda nidâ etmek, ey filânca demek nemazı bozar.

    Aliyyül Kârî Mlşkât Şerhinde şöyle yazar: Nemazda Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) hitâb, ona mahsûs hallerdendir. Ondan başkasına, hâzır veya gâib olsun, esselâmü aleyke demek nemazı bozar. Mevâhib-i Ledünniyye'de diyor ki: Nemazda insan sözü yasak olduğu halde, hitâb şeklinde olan bu söz nasıl meşrû' oldu? denirse, cevâbında deriz ki, bu Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) mahsûs hallerdendir.

    (O halde, biraz sonra okuyacağımız âyet i kerîmeler gereğince, umûmî delîl olarak, Peygamberden başkası için nidâ [ey!] kelimesini kullanmak yasak ve mahzurlu olur).

    Biraz düşünülürse, bu ifâde tamamen ma’nâsızdır. Çünkü bunun zâhirinden, nidânın umûmî olarak haremliği anlaşılmaktadır. Ancak haberde gelmiş olmakla Resûlullaha selâm vermek, bu umûmdan, husûsî olarak istisnâ edilmiştir. Bu ma’nâ doğru oturmuyor. Çünkü bu vehhâbînin ifâdesinin gelişinden Allahü Teâlâdan başkasına nidâ etmeye küfr ve şirk dediği anlaşılıyor. Husûsi de umûma girmektedir. O halde peygambere nidâ da, bu ifâdeye girmek gerekir. Özetlersek, peygambere nidâ etmek husûsî bir kışım küfr ve şirk câiz oluyor, diğer şirk kısımları câiz olmuyor. Böyle söylemek, delilikten başka birşey değildir. Buna ilâveten, umûmîye bir husûsî bağlanınca, kesinlik ve yakîn devâm etmez. Bu iş usûlde de böyledir, böyle gelmiştir. Hussâmî okuyan da bunu bilir. O halde birincisinden daha büyük bir suç, kabahat işlemiş oluyor.

    (Bir kimse Allahü Teâlâdan başkası için, meselâ ne zaman seslensem filânca duyar, yahud işlerimi müstakillen görür, yahud âlemde tasarruf edicidir, yahud Allahü Teâlâmn işlerinde onun da ortaklığı vardır diye inanırsa, bu hallerde, Allahü Teâlâdan başkasını Allahü Teâlâya şerik, ortak etmiş olur. Bu işin kaldırılması için Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderilmiştir. Gaybi bilmede, mutlak kudrette ve âlemde tasarrufda, hiç kimseyi Allahü Teâlâya şerik etmemelidir. O halde Allahü Teâlâdan başkasına, bu şekilde seslenmek küfr ve şirkdir) diyor.

    İşin e,sası şudur ki, bir kimse, filânca diri veyâ ölü, peygamber veya başkası, duyduğu selâm veya bir başka söz olsun, Allahü Teâlâ' duyurmadan kendi kendine işitir, yahut işleri görmede müstakil kudret sahibidir, yahut âlemde tasarruf eder, yahud Allahü Teâlâmn yaratma ve işleri düzenlemesinde ortaklığı vardır diye inanırsa, böyle inanmak küfürdür, şirktir. Nidâ etmese, yâ filânca diye seslenmese de yine kâfir olur. Nidâ etmeye bağlı değildir. O halde bu vehhâbînin, Allahü Teâlâdan başkasına böyle nidâ etmek küfr ve şirktir sözü yersizdir. Buna ilâve olarak denir ki. Sözünden, Allahü Teâlâdan başkasına nidâ etmek, seslenmek muhakkak bu itikadla olmıyabilir. Belki Allahü Teâlâdan başkasına nidâ ederken şöyle inanır ki, ben ne zaman filâncaya seslensem, Allahü Teâlâ ilm .sıfatı ile bunu bilir ve ona duyurur, bu kimse işlerin görülmesinde müstakil olarak kudret sahibi değildir, âlemde de tasarruf etmez, Allahü Teâlânın yaratma ve işleri düzenlemesinde ortağı değildir.

    Belki Onun mukarreb [yakîn] bir kuludur, velîsidir ve onun düâsı, Allahü Teâlânın huzurunda benim duamdan çok daha makbuldür derse, Allahü Teâlâdan başkasına yapılan böyle nidâ şirk ve küfr değildir anlaşılıyor. Süâli soranın demek istediği bu olabilir. Çünkü mü’min, bir veli için bundan başka bir itikadda bulunmaz. Bu önemli kısmı görmemezlikten gelip, sırf başkalarını aldatmak için, bir peygambere nidayı, yalnız selâm vermek için câiz yazdı, kalanîau şirke soktu. Halbuki bu yaptığı kendi sözüne, ifâdesine de uymamaktadır. Ya'nî demek istiyoruz ki, o bozuk itikadı gereğince, bu kısım şirktir, diğerleri değildir diyordu. Sözünden .selâm için peygambere nidâ vârid olup câizdir, ama istimdâd için peygambere seslenmek ve peygamberden başkasına selâm vermek veyâ yardım istemek için vârid değildir. Birincisi müstehab, yahud câiz, İkincisi mubahdır veya câiz değildirBöyle yanıltma yoluna sapmasının sebebi şöyle izâh edilir ki, itikadlarına göre, ölülere uzaktan nidâ etmek, .seslenmek ve duyacaklarına inanmak ölüler için gaybı bilmek demek olur. Önce gayb ne demektir, bunu bilmeli, sonra hüküm vermelidir:

    Şâh Abdülazîz Dehlevî Cin sûresinin tefsirinde şöyle yazar-, Gayb, dış ve iç duygularla anlaşılamıyan şeye denir. Demek ki gözle görülemiyen, vicdân ile anlaşılmıyan, sebeb ve alâmetleri akıl ve düşünce ile bulunamıyan şeylerdir. Böylece bedahet ve istidlal ile anlaşılmaz. Bu gayb çeşitli olur. Anadan doğma kör için renkler âlemi gayb sayılır. Sesler, nağmeler, çeşitli tegannîler onun için şâhiddir, gayb değildir. Anîn [cinsî arzusu olmıyan] için cima'ın lezzeti gaybdır. Melekler için acıkmak ve susamak gaybdır, Cehennem ve Cennet şâhiddir,  gayb değildir. Bunun için bu kısma izâfî [nisbî, bir bakımdan] gayb denir. Bütün mahlûklara göre gâib olana, mutlak [her bakımdan] gayb denir. Allahü Teâlânın zâtına ve 

    sıfatlarına âid hakikatleri etraflıca bilmek böyiedir. Bu kısma, Allahü Teâlâya mahsûs, yalnız Onun bildiği gayb denir. «Onu hiç kimse bilmez.» Demek ki, Ona mahsûs olan gaybe, bütün şübhe, yanılma ve aldanmalardan kurtulup tam kavuşulamaz. O halde bütün kavuşmalara bu cinsten gaybın izharı denebilir. Ama müneccimlerin, kâhinlerin, remil atanların, fal bakanların durumları, böyle olmayıp, bütün bilgileri, bazı olaylara bağlayıp cinnîlerin ve şeytanların doğru yalan karışıklığı muhtemel olan zan, tahmin ve vehimden ileri gitmiyen şeylerdir. Kesin ve yakînî değillerdir. Evliyaya, ilham ilmi ile, Allahü Teâlânın zâtına, sıfatlarına ve kâinata âid işlere, yakîn ve kat'ıyyet ifâde ediyorsa da, yanılma veya şübhe, her bakımdan, tamamen kalkmıyor ki, onların bildirdikleri tam gayb ve izhârları, gaybe hâkim olduklarını ifâde etsin. Belki gaybın onlara izhârı, vicdân aynalarına gaybî şûretlerin aksetmesidir. Bunun için umûmî teklîf, genel hüküm bunlar üzerine tahakkuk etmez...

    Demek ki, beğenilenlerin dışında gayb kimseye izhâr edilmez. Beğenilenler Peygamber, melek veya diğer insanlar olabilir. Aynı tef.sîrde yazıyor ki: Burada bilmek lâzımdır ki, Keşşâf tefsîri sâhibi [Zemahşerî], mutezile mezhebinde olduğundan bu âyet-i kerîmenin altında: «Bunda kerâmetin olmadığı vardır. Ya'nî evliyâya izâfe edilen keramet, yoktur. Beğenilenler, evliya olsalar da Peygamber değillerdir...» yazmıştır. Bu söz, âlim olduğunu iddia eden bu zâttan çok uzaktır. Çünkü bu âyet-i kerîme, Peygamberlerden başkasının, şübhe ve her türlü yanılmayı giderecek şekilde gaybî tam bilmenin olmadığını anlatmaktadır. Yoksa mutlak olarak gaybe muttali' olmanın imkânsızlığını bildirmek için değildir ki, Peygamberlerden (aleyhimüsselâm:) başkasının kerâmetleri olmıyacağını bildirmiş olsun. Tefsîrde diyor ki, bir kimşenin gaybî bilmesi başka, bir kimseye gaybın bildirilmesi başka şeylerdir. Bir kimse

    kendisi gaybı bilmezse de, bir kimseye gaybın bildirilmesi olmıyacak şey değildir. Evliyâ gaybı. bilemez ise de, gaybın onlara bildirilmesi câiz ve vâkı’dır... Bunun için, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin çoğu, bir kimsenin gaybı bilmesi ve bir kimseye gaybın bildirilmesi arasındaki farkı anlıyamadıklanndan, gaybdan murâd, umûmun mükellef olduğu dîn hükümleridir demişlerdir. Eğer gaybdan murad mutlak ise, Hızır aleyhisselâmın hiçbir gaybe muttali’ olmaması lâzım gelirdi. Çünkü âyet-i kerîmede gaybın bilinmesi, sadece Resûller için bildiriliyor. Hızır aleyhisselâm ise nebî idi. Reşûl nebîden daha seçkindir. Evet, yanî şerîatin hükümlerini, emir ve yasaklarını bilebilmek Resule mahsûs olup, nebîde bulunmaz. Bazıları, âyet-i kerîmede Resûllerin bildirilmesi asaletendir dediler. Ya’nî asaleten gaybı bilmek Peygamberlere mahsûstur. Evliyânın gaybe ittila'ı, Peygamberlerine vâris ve tâbi olmakla olur. Ayın, ışığını güneşten alması gibidir. Bir şeyi sadece asalet olan için bildirip, o şeyin veraset ve tâbi olmaklıkla elde edilmesi olmaz demek, kullanılagelen meşhur bir mecâzdır. Tevile girmez. Ehl-i sünnetin öncekilerinden bazısı, gaybdan maksad Levh-i mahfuzdur. Peygamberlerden başka Levhil mahfûzu kimse bilmez, dedilerLâkin bu sözde bazı zâif yanlar vardır...

    İkincisi, Levhil mahfûzu bilmekten murad, varlıkların hâricde var olmalarından önceki nefş ül emrde, hakîkatta olan varlıklarını bilmektir. Sanki Levh-i mahfûzdaki nakışlan, yazıları, mütalâa veya mütalâasız bilmektir. Çünkü kitâba muttali’ olmak demek, o kitabın içinde olanlara muttali’ olmak demektir. Levh’deki nakışları, yazıları görmek değildir. Bu ma’nâ evliyâya da olmaktadır. O halde görmek ve görmemek aynıdır.

    Üçüncüsü: Levh-i mahfûzu, mutâlaa ve nakışlarını, yazılarını görmekle bilmenin de olduğu, bazı evliyâdan tevâtüren bildirilmektedir. Demek ki, yalnız Resullere mahsûstur demek doğru olmaz. Aliyyül Kârî Mirkad kitâbında, hadîslerin anası diye adlandırılan Cibrîl hadîsini şerh ederken diyor ki:

    SÜÂL: Cebrâil aleyhisselâm, kıyâmetin ne zaman kopacağını yalnız Allahü Teâlânın bildiğini, Kur’ân-ı kerîmde böyle buyurduğunu bildiği halde, Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve .sellem) niçin sordu? «Kıyâmetin ne zaman kopacağını AİJahü Teâlâdan başka kimse bilmez» ve âriflerden gaybe âid bildirilen haberlerin arasını bulmak nasıl olur? Nitekim Şeyh-i Kebîr Ebû Abdullah Mutekad kitâbında: «Kulun hâlden hâle geçtiğine, rûhânî sıfatlar kazandığına, gaybı bildiğine, yeryüzünün onun için toparlanmasına, ya’nî tayy-ı mekâna, suyun üzerinde yürümesine ve gözlerden kaybolduğuna inanırız» diyor.

    CEVÂB: İlk olarak deriz ki, bununla bilinmeyen şeye cevab vermemeği ikaz ediyorlar. İlmin yarısı olan lâ edrî bilmiyorum deyip müstenkif olmak da olmaz. Nitekim ilmin yarısı olan güzel suâl sormayı cevab için tenbîh ediyorlar. İşte ilim bu iki yarının birleşmesi ile tamam olur.

    İkincisi: Çünkü gaybın başlangıç ve lâhıkaları vardır. Başlangıçlarını ne bir mukarreb melek, ne de Resûl olan bir Peygamber bilmez. Lâhıkalarına gelince: Allahü Teâlâ bazı sevdiklerine bir levha izhar eder, gösterir. O da onu bilir. Böylece mutlak gayb olmaktan çıkar. İzâfî (bir bakımdan) gayb olur. Bu ise, Kudsî olan rûhun nûrlanması, parlaklığının artması, his âleminden olan karanlıklarını aydınlatması, kalbi tabîat paslarından temizleyip cilâlaması, emir ve yasaklara uyması, İlâhî nârların feyzân etmesi, akıp gelmesi ile olur. Hattâ nûr kuvvetlenir, kalb fezasını kaplar ve Levh-i mahfûzda yazılı-çizili olanlar bu kalbe aks eder. Böylece gayblara muttali’ olur. Süflî âlemîn

    [dünyânın] cisimlerinde tasarruf eder. Belki bu zamanda en mukaddes feyyaz-ı mutlak, ona tanınmak ile tecelli eder. Bu ise ihsânlann en büyüğüdür.

    O halde ölünün, dirinin seslenmesini duyması, ya’nî kabir âleminde Allahü Teâlânın duyurması ile işitmesi, niçin gayb ilmine girmiş olsun ve buna inanmak niçin şirk olsun. Şâh Abdülazîz Dehlevî Tuhfe isnâ aşeriyye'de diyor ki: Sözü toparlarsak, rûh bedenden ayrılınca, nebâtî [bitkisel] özelliği ondan ayrılıyor. Nefsânî [rûhânî] ve hayvânî (hayâtî) kuvveti ayrılmıyor. Yok, eğer nefsânî ve hayvânî özellikler, nebâtî özelliği ve mizacın bulunması ile, feyzânen veya bekâen bulunmak zorunda olsalardı, meleklerin şuuru, duygusal anlayışları, hareketleri, gaybları ve beğenmedikleri şeyi def etmeleri olmazdı. İşte ruhların kabir âleminde hâli, meleklerin hâli gibi olup, şekil ve beden yardımı ile, nebâti nefsi, özelliği beraberinde olmadan iş yapıyorlar. Ancak şu kadar fark var ki, meleklere amellerine uygun ni’met ve azâb yoktur. Ruhlara ise, kazandıkları amel, yaptıkları iş gereğince ni’met ve azâb olacaktır.

    Tirmizî, Nesâî, İbni Mâce, İbni Habbân ve Hâkimin hazreti Enes’ten (radıyallahü anh) bildirdikleri hadîs-i şerîfde: «Bir kimse Allahü Teâlâdan üç defa Cenneti isterse, Cennet, yâ rabbi, onu Cennete sok der. Bir kimse üç defa Cehenneme girmemeyi isterse, Cehennemi, yâ rabbi, Onu Cehennemden koru der» buyuruldu. Hadîs-i şerîfi açıklayanlar, Cennet ve Cehennemin konuşmasından murâd, onların gerçekten konuşmasıdır. Bunda imkânsızlık ve uzaklık yoktur. Nitekim Allahü Teâlâ Kur'ân-ı kerîmde buyuruyor: «Cehennem, daha yok mu der» dediler. Cennet ve Cehennemdeki melekler de olabilir.

    Celâlüddîn Suyûtî hazretleri Budûr-s Safire kitâbında der ki: Tirmüzînin hadîs-i hasen olarak ve İbni Mâcenin Muâz bin Cebelden bildirdikleri hadîs-i şerîfde: «Bir kadın kocasına eziyet ederse,, hûr-i ayndan olan zevcesi, ona eziyyet etme der.» buyuruldu. Taberânî Ebû Emâme'den bildirir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: «Bir kimse nemazı bitirir ve, Allahümme ecimi minennâr vedhünî-Cennete ve zevvicnî minel-hûr-il ayn-ya'nî yâ Râbbi„ beni Cehennem âteşinden koru, beni Cennete koy ve beni hûr-i ayn ile tezvîc eyle» demezse, melekler, ona, yazıklar olsun buna ki, Cehennemden Allahü Teâlâya sığınmadı derler. Cennet de, sana yazıklar olsun, Allahü Teâlâdan beni isteyemedin, Hûr-i ayn ise, bizi Allahü Teâlâdan istemedin derler».

    O halde Cennetteki melek ve hûrîler, belki cimâd [cansız şeyler] olan Cennet ve Cehennem, dirilerin sözlerini işitince, belki Cennetteki melek ve hûrî onun düâ etmesini bilince, kâmil rûhlarm Cennete ve kabir âleminde, dirilerin sözlerini duyması niçin şirk ol,sun! Yukarıdakiler anlaşılınca, bunun daha kolay olduğu bilinir. İşin hakîkati şöyledir ki, kulların işlerinin hepsi, Allahü Teâlâmn mahlûku, yaratması iledir. Bu hükümde insanların dirilen ve ölüleri, melek ve diğerleri hepsi birdir. Eğer bir kimse, meleği, diri veya ölü bir insanı, herhangi bir işte müstakîl ve hâlık [yapıcı, yaratıcı] bilirse, küfrdür. Dirilerin söylemesi ve işitmesi de Allahü Teâlâmn yaratması ve kudreti iledir. Allahü Teâlâ dilerse, o konuşur, işitir; istemezse İsrâfil aleyhisselâmın sûru, kulağına üflense de gene duymaz. Bunun gibi, Allahü Teâlâ işittirmedikçe, ölülerin ruhları da duymaz. Allahü Teâlâmn duyurması ile duyarlar, konuşurlar ve diğer işleri yaparlar. Allahü Teâlâmn madde âlemindeki âdeti, işitmek ve diğer duygular için herbirini bir yolda yürütüp, o yolda [tarzda] da ferd ve nevilere göre sayısız farklar ortaya koymuş, birinin görmesini, diğerinin görmesinden, birinin işitmesinden farklı kılmıştır. Diğer duygu ve hassâları da böyle yapmıştır. Dilediğinde o yollarda da tasarruf eyledi. Bunun gibi mücerred âlemde, ya’nî melek ve rûhlar âleminde, hayât, ilim, idrâk, işitmek ve diğer duygu ve hâssaları farklı yollarda eyleyip, yeryüzündeki insanların yaptıklarını ve işlediklerini, bu yollarla onlara bildiriyor, anlatıyor. Göktekilerin, Cennettekilerin ve kabir âlemindekilerin bilmeleri, aralarındaki ayrılıklara göre, Allahü Teâlânın bildirmesi ve duyurması ile oluyor. O âlemin halleri ve işleri, bu âlemin hallerine, işlerine benzemez. Değişiktirler. Meselâ dünyâ hayâtında bedenler yemeğe ve içmeğe muhtaçtırlar. O âlemde ise böyle değildir. Bu dünyâda işitmek, ,ses dalgalarının kulağa çarpması, vurması ile oluyor, ama orada böyle değil dir. Belki, ölünün duymasını inkâr edenler, bu şekilde ses dalgalarının kulağa ulaşması şeklinde olan duymayı inkâr ediyorlar. Ama belki o âlem, melekût âlemine daha çok benzemekte ve ona daha yakındır. Bunun için o âlemin işleri, bu âlemin işlerinden daha kuvvetli olurlar. Dünyâda mesâfenin uzaklığı, arada engel ve perde olması gibi sebeblerle duyma işi olmaz iken, o âlemde böyle şeyler yoktur. Bu engeller, o âleme mahsûs duymaya mânî olmazlar.

    Mesâfire şerhinde diyor ki: Kabir âlemindeki işleri, dünya işlerine benzetmemelidir. Mülhid tabiiyyecilerin bu meselelerde tereddüt ve inkârları, âdetin hilâfına tam bir uzaklık ve anlıyamamazlıktır. Ya'nî Allahü Teâlânın kudretini madde âleminde geçerli biliyorlar. Bu yüzdendir ki, Peygamberlerin ve evliyânın mucize ve kerametlerinde uygunsuz söylüyorlar. Bu davranışları, Kadîr-i mutlak olan Allahü Teâlânın kudretini, bilmemelerindendir. Buna ilâve olarak şöyle söyleriz ki, mutâdın hilâfına olan bu imkânsız görmeleri, aslında imkânsız değildir. Mülâhedeye gelince, âhirete, haşra, neşre, Cennet nimetlerine, Cehennemi azâblarma, teklîf ve İlâhî habercilere inanmazlarKabir âleminde olanlar hakkında, husûsî söylenmiş sözleri o kadar imkânsız değildir. En çok şaşılacak şey şudur ki, İslâm süsünü taşıyanlardan bir kısmı da, ağır sözler dile alıyor, sahîh, sarîh ve kuvvetli çok hadîsleri, rivâyetleri duymamazlıktan gelip, metni zaif ve delil olma senedi hafîf olan bir rivâyeti, kendi anlayışlarına göre kuvvetli tutup, uzun çalışma ve değiştirmeler yaparak, meclislerde, toplantılarda ilân ve anons ediyorlar. Halbuki bu konu, ya’nî ölüye seslenmek, şer’an sabittir. Yukarıda uzun anlatmıştık. Bunda şirkten koku yoktur. Belki inkârı hatâdır. Ölülere nidâ ve seslenmek hakkında bu kadar yazmak kâfidir.

    Mevlevî İsmâilin (Büyükleri öyle şanmışlar ki, uzaktan ve yakından duymaları aynıdır. Bu şirktir) sözü, şaşılacak bir hatâ ve bozgunculuktur. Aklından zoru olmıyan bir kimseden bunun duyulması, cidden şaşılacak bir iştir. Ona uyanların hepsi de divânedirler ki, bu ma'nâsız sözü ağızlarına alıp söyliyebiliyorlar. Bu iddialarından, ya’nî uzaktan ve yakından aynı şekilde duymak Allahü Teâlâya mahsûsdur sözlerinden ne demek istediklerini anlayamıyoruz. Halbuki Allahü Teâlâ yakın ve uzak mekândan münezzehdir. Her yere nisbeti birdir. Cumhûr, bildirilen yakınlıktan maksad, mekân yakınlığı değildir dediler. Bunu açıkça belirttiler.

    Kâmil ruhlara seslenenlerin seslerini kebir âleminde onlara Allahü Teâlânın işittirmesi ve Cennetin dirilere söylemesinin dilediği yolla olması, bunun dinde belirtilmiş ve bildirilmiş bulunması sebebiyle şirkle hiçbir ilgisi olmadığı anlaşılmış oldu. Uzak ve yakın sözleri ile ne demek istediğini anlıyamadık. Eğer kabir düşünülerek söylenmiş ise, kabir rûhun yeri ve makam değildir. Eğer kabir üzerinde de söylense, kabir âleminde ve Cennetteki yerinde olup, duymaz demek ise, yahut ruhların yeri olan kabir âlemi ve Cennet demek istiyorlarsa, kabir âleminin ve Cennetin kabre ve diğer yerlere nisbeti bir ise, yakınlık ve uzaklık ma’nâsız olur. Ziyâretin sevâbı, rûhun Cennet ve kabir âlemi ile olan bağlılığına göredir. Bunun için, kabrin yanında istiâne etmek, yardım istemek, feyiz almak bakımını dan, uzaktan yardım istemekten daha kuvvetlidir demişlerdir. Bu bahsin anlatıldığı yerde geniş olarak bildirilmiştir. Zahiren rûhları kabirlerde mahbû,s sanıp, dirilere benzetip, uzaktan duymaz, yakından duyar dediler. Yahud kabir âlemini uzak zannedip, ruhların duyması imkânsızdır dediler. Bu benzetme, yukarıda geçtiği gibi, fâsiddir. bozuktur.

    Bedenlerden ayrılan ruhların hâli, melekler gibi olur. Ona benzetmelidir. Azîzî Tefsirinde diyor ki: Rûh için mekânın uzak veya yakın olması, bu anlamaya ma'nî olmaz. İnsanın vücûdunda bunun örneği, gökteki, yakın uzak bütün yıldızları kuyunun içindeki suda görmek gibidir.

    (Demek ki, Hak Teâlâdan başkasına böyle seslenmek küfr ve şirktir. Nitekim Kur’ân-ı kerîmin âyetleri, Resûlullahın hadîsleri ve fıkhdaki rivayetler bunu göstermektedir) diyor.

    Yukarıda demiştik ki, Zâtı ve gaybı bildiğine, müstakil kudret sahibi ve âlemde tasarruf edici, Allahü Teâlâmn işlerinde ve düzeninde ortak olduğuna inanmak küfr olur. Nidâ olmasa da küfrdür. Ancak bu ibârede bulunan ifâde tamamen yanlıştır. Bu konuda bildirdiği âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ve fıkıh rivâyetlerinde, a,slâ nidâ olduğu görünmüyor. Uzun olarak anlatacağız. Bazı âyetlerde olan düâ lâfzım, nidânın mürâdifi, benzeri, olarak göstermek, bu bozuk fırkanın genel aldatma ve demogoji yollarındandır. Bu yolun ileri gelenleri mutlak nidâyı etraflıca anlatmayıp kısaca bildirip, doğru yapıyorlar. Ve;

    (Allahü Teâlâ, Nemi sûresi altmışbeşinci âyetinde: «De ki, göklerde ve yerde olan gaybi Allahü Teâlâdan başka kimse bilmez. Bunun için ne zaman ba’s olunacaklarını [öldükten sonra dirileceklerini] kimse bilmez» buyuruyor) diyorlar.

    Açıkça gösteriyor ki, bu âyet-i kerîme, gaybi biimek Allahü Teâlâya mahsûsdur. Bu âyet-i kerîmede, nidâ, seslenme sözü ve ifâdesi yoktur. Ve bu âyet-i kerîme onların sandığı nidâyı bildirmiyor. Ve yine:

    (Allahü Teâlâ Ahkâf sûresi beşinci âyetinde: «O kimseden sapık kim olur fci, layâmete kadar Allaha Teâlâdan gayri cinıad ve varlıklara ibâdet ve düâ etse, onlar kabûl edemesler. Onlara niçin düâ ederler İd, onların, o knHann duâlarından haberi yoktur.» Yunus sûresi yüzaltıncı âyetinde: «Bana denildi ki, Allahü Teâlâdan gayri, sana fayda ve zararı olmıyan şeye düâ ve tâat etme. Edersen, nefsine zulm et mislerden olursun.» Sebe sûresi yirmiikinci âyetinde: «Yâ Muhammed (aleyhisselâm) müşriklere de ki, Allahü Teâlâdan başka ilâh sanıp ibâdet ettiklerinize düâ edin de, istediğiniz şeyi size versin. Zararınız olursa gidersin. İlâh sandığınız o şeyler, gökte ve yerde iyilik ve kötülükten zerre kadar birşeye mâlik değillerdir. Onların ne yaratmakta, ne de tasarrufda ortaklıkları yoktur. Allahü Teâlâ için onlardan hiçbir yardım olmaz» buyuruyor. Bu ma’nâda çok âyet-i kerîmeler vardır) diyor.

    Bu fırkanın her zamanki usûlüdür ki, Kur’ân-ı kerîmin âyetlerini, iniş .sebeblerini göz önüne almadan, Resûlullahdan {sallallahü aleyhi ve sellem) bildirilen tefsirlere uymadan, Eshâb-ı kiramdan haber verilen mesür tefsirlere bakmadan ve bütün müfessirlere aldırmadan sırf kendi bozuk görüşleri için ileri sürüp, uydurma ve yapmacık hükümlerini bunun üzerine kurarlar. Bu âyet ve benzerleri hep bu cinstendir. Kitâb-üt-tevhîd sâhibi Vehhâbilıgin kurucusu Necd Şeyhi diye anılan Abdülvehhâb oğludur. Ona uyarak Kitabüttevhîdin güyâ tercemesi olan Takviyyetül îmân kitabında Mevlevi İsmail, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şeriflerde nerede düâ kelimesi bulduysa, nidâ diye terceme etmiştir. Bu âyetler de oradadır. Ancak bir çeşit farkı vardır. O da şudur. Mevlevi İsmâil açıkça bu nidâ mutlak olarak şirk sebebidir diyor. Bizim muhatabımız bu sapık vehhâbî ise, nidâ şirk yoluyla şirktir diyor. Hangi yolla olursa olsun bu âyetleri kendi dâvâsı için yontmaktadır. Bu iki din yontucusunun sözlerinin, âyetlerin ma'nâîarı ile ilgisi yoktur. Zirâ âyet-i kerîmedeki düâ'nın, ibâdet olduğu Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) sahîh yolla bildirilmiştir.

    Celâlüddîn Suyûtî hazretleri Fâtır süresinin tefsirinde Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) merfu’ olarak bildirilenleri açıklarken diyor ki: İmâm-ı Ahmed, Sünen sâhibleri [ya’nî Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî ve İbni Mâce], Hâkim ve İbni Habbân Nu’mân bin Beşîr’den, o da Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirir: «Düâ ibâdettir» buyurdu. Sonra Mü’min sûresi altmışıncı: «Rabbiniz size buyurdu ki, bana ibâdet edin size ecir vereyim, (duâ edin, kabû! edeyim). Kibr edip bana ibâdet etmekten yüz çevirenler, yakında zelîl ve aşağı olarak Cehenneme girerler» âyet-i kerîmesini okudu. Bu âyet-i kerîmede düâ, ibâdetle tefsîr olundu. Medârik tefsirinde diyor ki: «Rabbiniz sîze buyurdu ki, bana düâ ediniz, ya’nî ibâdet ediniz». «Kabûl ederim», ya’nî size ecir, ,sevâb veririmi. İşte burada da düâ, ibâdetle tefsîr edildi. Kur’ân-ı kerîmde birçok yerde düâ, ibâdet ma’nasındadır. Böyle olduğunu, yukarıda bildirilen âyet-i kerîmedeki: «Kibr edip, bana ibâdet etmekten yüz çevirenler» kısmı göstermektedir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): «Düâ ibâdettir» buyurdu. İleride geniş olarak anlatılacaktır. Sâhhâh’da ve mu’teber tefsîr kitablarında düânın, ibâdetle tefsîr edildiği yerlerde, nidâ da bildirilmektedir. Nidâiyye risâlesinde etraflıca anlatılmaktadır. Şimdi bu âyet-i kerîmelerin tefsirini bildirelim:

    Birinci âyet: Mu’temed ve sağlam olan ve Celâlüddîn Suyûtînin İtkân kitâbında medh edilen Ebû Hayyân Endülüşî'nin Bahr tefsîrinde şöyle yazar: Ahkaf sûresinin beşinci âyetinde: «Ondan sapık k’m vardır?» Soru şeklinde olup, putlara tapınanlan azarlamaktadır. Ya’nî puta tapandan daha sapık kimse yoktur. Put ise cansız bir taş veya ağaçtır. Kuvveti, kudreti yoktur ki, düâlarını kabûl etsin. Dünya durdukça hep böyledir. Yani ebediyyen düâ kabûl edemezler. Bunun içine âyet-i kerîmede, kıyâmete kadar buyurmakla, putların kabûl edemiyecekleri bildirildi. Bununla beraber, kendilerine tapındıklarından haberleri yoktur, ve âhırette onların düşmanlarıdırlar. Dünyâda ise onlara hiçbir fâideleri yoktur. Âhırette ise zararları vardır... Beydâvî tefsirinde diyor ki: «O kimseden diaha sapık kim olur ki, kıyâmete dek Allahü Teâlâdan gayri cimâd ve mahlûka ibâdet ve düâ etse, kabûl edemezler .» âyetinde bildirilen inkârdır. En sapık müşriklerden olması, herşeyi işitici, bilici, sevâb verici, kabûl edici, her şeye gücü yetici, onların ibâdet edip de, kendilerine karşılığını vermekten âciz olan putlardan haberdar olana ibâdet etmeği terk etmelerindendir. Nerde kaldı ki o putlar, onların düâlarını işitmez, gizli hallerini bilmez, işlerini göremezler.

    Medârik'de de «düâ ederler», ibâdet ederler ma'nâsındadır. «Allahdan başkası»nı, putlar diye tefsîr etmiştir.

    İkinci âyet: Celâlüddîn Suyûtî hazretleri İtkan kitâbında yazıyor: Düâ tam ibâdet olarak bildirildi. Nitekim Yûnus sûresi yüzaltıncı : «Bana denildi ki, Allahü Teâlâdan gayri, sana fayda ve zararı olmıyan şeye düâ, ya'nî ibâdet etme. Yaparsan kendine zulm etmişlerden olursun» âyet-i kerîmesinde böyledir. Medârik’de diyor ki: âyetin sonundaki izen kelâmı, şartın cezası olup, mukadder süâlin cevâbıdır. O da putlara, heykellere tapmanın cezasından sormaktır. Çünkü şirkten daha çirkin zulm yoktur. Putlara, heykellere tapınmayı hulâsa ve vasf ettikten sonra der ki: Çünkü putlar, heykeller fayda ve zarar vermezler. Muhakkak ki zarar ve fayda verici Allahü Teâlâdır. Sana bir zarar ulaşırsa, Allahdan başka onu kimse açamaz, gideremez. Hiçbir kimse gideremez. Şuûru olmıyan cansız

    bir taş parçası nasıl gidersin. Bunun gibi Allahü Teâlâ bir kimseye bir iyilik murâd edince, onu kimse geri çeviremez. Bu iyilik ve ihsânı, Allahü Teâlâdan başka hiçbir kimse geri çeviremeyince, putlar, heykeller nasıl geri çevirebilir! Hiç çeviremezler.

    Üçüncü âyet; Beydâvî şöyle yazıyor: Sobe’ süresi yirmükinci: «Ey Muhammed (aleyhîsselâm) müşriklere de ki, Allahü Teâlâdan başka ma'bûd sandığınızı çağırıp da, ste® yeten tcıtlığV sıkıntıyı gîdsreinten. Bfc ki, e taptjManmz sîzden zararı gideremez ve başka yere çeviremezler» âyetinde çağırın demek, faydanızı .sağlasın, zararınızı gidersin demektir. Vahidî tefsirinde yazıyor ki: «Mekke kâfirlerine de ki, Allahü Teâlâdan başka, ilâh sandıklarınızı çağınn» demek, size gelen zararı sizden açmaları, gidermeleri için onları çağırın demek olduğunu İmâm-ı Mukatil bildiriyor. Sonra onlardan, ya'nî onların taptıkları putlardan haber verip: «İlâh sandığınız o şeyler, göklerde ve yerde iyilik ve kötülükten zerre kadar bir şeye mâlik değillerdir» buyuruyor. Bu âyet-i kerîmelerin tefsirlerdeki ma'nâlarını yazmakdan maksadımız, bu âyet-i kerîmelerin tefsirlerinde, nidânın küfr ve şirk olacağının bulunmadığını göstermektir. Aksine tahrif vardır denilebilir.

    (Hadîslere gelince : Aramızda Peygamber vardır. Yarın ne ola^ cağını bilir diyen bir kadın için, Resûlullah: «Onu çağırın ve ona ne konuştuklarını sorun» buyurdu. Hazreti Âişenin (radıyallahü anhâ) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Bir kimse sana âyet-i kerîmede bildirilen beş şeyi Allahü Teâlâ bilir... buyurulanlan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bilir diye haber verirse, büyük yalan söylemiş olur» buyuruldu. Müslimde de böyle yazılıdır. Yine bir hadîs-i şerîfde: «Vallahi bilmiyorum; ben Allahü Teâlânın Resulüyüm, bana ve size ne olacağını vallahi bilmiyorum» buyurdu. Mişkât’ta da böyle yazıyor. Bu hadîs-i şerifi kuvvetlendiren diğer hadîsler çoktur. Örnek olsun diye bu kadarım yazdık.

    Fıkha gelince: Peygamberler, gayb şeyleri bilmezler; Ancak Allahü Teâlânın bazan bildirdiklerini bilirler. Bu konuda Hanefî âlimleri, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gaybi bilir diye itikad etmenin açıkça küfür olduğunu bildiriyorlar. Çünkü Allahü Teâlânın: «De ki, göklerde ve yerde olan gaybî1 kimse bilmez; bunları bilmek Allahü Teâlâya mahsûsdur» âyet-i kerîmesine ters düşer. Molla Aliyyül Kârinin Fıkh-ı ekber şerhinde de böyle diyor. Bizâziye ve diğer fıkh kitâblarmda diyor ki: «Meşâyıhm rûhlan hâzırdır, bilirler diyen» kâfir olur. Hanefî âlimlerinden Fahruddîn Ebû Saîd Osmânî bin Süleyman bir risâlesinde yazıyor ki Meyyitin, Allahü Teâlânın irâdesi olmadan, işlerde tasarruf edeceğini zanneden ve böyle itikad eden kâfir olur. Bahr-i râikte de böyle yazıyor) diyor.

    Anlayışı olan bir kimse, açıkça bilir ki, bu hadîs-i şeriflerin ve fıkıh rivâyetlerinin hülâsası, gaybı bilmek Allahü Teâlâya mahsûstur. Allahü Teâlâdan başkasının gaybı bildiğine inanmanın küfr olması ve muhâtabımız vehhâbînin iddiasına sened ve delil olarak gösterdiği bu hadîs-i şerifler ve fıkıh hükümleri ayrı şeylerdir. Onun yaptığı şundan fazia birşey değildir ki, câhiller, mes'eleyi âyetten, hadîsten, fıkıhdan bahsederek açıklıyorlar desinler. Halbuki asılla hiç ilgileri yoktur. Bu şüâlin cevabı, bundan önceki suâlin cevâbında verilmişti. Ayrıca dirilerin amellerinin ölülere arz edilmesi, ölülerin diriler için düâsını te,slîm edişi, nidânın câiz olmamasına sebeb bırakmadı. Bununla beraber nidânın, seslenmenin câiz olduğu istimdâd bahsinde etraflıca anlatıldı. Oradan okunabilir. Mevlevi Refiüddîn sâhib, ölülere çok nidâ etmeyi çok övüyor ve Nîdâîyye risâiesinde, bu konuyu, gerektiği gibi inceliyor, açıklıyor.

    (SÜÂL : Meyyiti defn ettikten sonra, kabrin üzerinde ezân okumak câiz midir, değil inidir?

    CEVÂB : Defnden sonra ezân vermek bid’at ve mekrûhdur. Çünkü sünnet olduğu bilinmemektedir. Sünnetten sayılmıyan bir şey, fıkh kitâblarma göre mekrûh oluyor. Kitâblardaki ibâre şöyledir: Sünnet, olduğu bilinmiyen şeylerin kabrin yanında olması mekrûhdur. Bunlardan Sünnet olduğu bilinen şeyler, kabirleri ziyâret ve kabir yanında ayakta düâdır. Fethül kadîr, Bahriirrâik ve Nehrülfâik ve Fetâvâ-yi Alemgîrî’de de böyiedir. Bu rivayetlerden, kabrin başında

    ezânm mekrûh olduğu anlaşıldı. Bu işe ısrâr edip, sünnet bilen şiddetli mekrûh işlemiş olur) diyor.

    Önce, sözün hepsine bakmalı, sonra ma'nâsını anlamalı, ondan sonra eğer açık ve uygun delillerle, nasslarda gelmiş olanlara mutabık ise, o zaman cevâb yazmakta bir sakınca olmazMeselâ cevâbda mekrûhdur yazdı. Fıkıh rivayetlerini öyle getirdi ki, sözlerinden ezânm açık olarak mekrûh olacağı hükmü çıkıyor. Halbuki ibâreleri yontmuş, ' nakilleri dilediği gibi çevirmiş, ma'nalarına ulaşamamış, yahud da görmüş, bilmiş de, insanları kandırmak için, çeke çeke bilinmiyen bir yere götürmüş ve doğru göstermiş ki, müftilik şanına makamına hiç yakışmaz. Bu mes'elenin aslı Fethul kadîr’dedir. İsmini verdiği diğer kitablann hepsi Fethulkadirden almışlardır. Fethulkadîrin ibâresi şöyledir: «Kabrin yanında uyumak ve Kaza-yı hâcet yapmak [Abdest bozmak] mekrûhdur. Belki Sünnet olarak bilinmiyen herşeyi yapmamak evlâdır. Ancak kabir ziyâreti ve kabrin yanında düâ böyle değildir. Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) yapardı. Bakî’ kabristanına gider: «Esselâmü aleyküm dâre kavmî mümlnîn ve innâ inşaallahü biküm lâhîkûn; Allahü Teâlâdan benim ve sizin için âfiyet isterim» derdi. Kabrin yanında Kur’ân-ı kerîm okuyanın oturmasında ihtilâf olundu. Muhtar olan mekrûh değildir.»

    Bu tâifenin mezhebinin esası şöyledir ki: «Kabrin başına gidip: Esselâmü aleyküm dâre kavmi müminîn» demekten başka zikr ve söz câiz değildir. Velhâsıl kabir ziyâreti ve kabrin yanında düâ etmek sünnetten sayılmakta, sünnet olarak bildirilmiyenler mekrûhdur, düâ ezân yoktur, bildirilmemiştir, o halde mekrûhdur demek bu vehhâbînin aldatmalarındandır. Bu benzetmedeki bozukluk düâ ma’nâsındaki hatâsındandır. Çünkü o ma'nâ ile ezân, düâdan hariç tutulmalıdır. Hatâşının sebebi şudur ki: Fethulkadîr’de bu sözün sonunda, ka'rîlerin, [Kur’ân-ı kerîm okuyanların] kabrin başında oturup, Kur’ân-ı kerîm okumaları, mezhebin muhtâr [sağlam, seçkin] kavline göre mekrûh değildir. Halbuki ezân husûsî düâ ma’nâsından hâriç olduğu gibi, Kur’ân-ı kerîm okumak da onun dışındadır. O zaman aynı yerde iki zıt şeyin birlikte bulunması lâzım gelir. Bu vehhâbî, bu tezat ve çatışmayı anlıyamamak sebebiyle, ma nânın yontulmuş olması lâzım geleceğinin farkında olmayıp, ayılamadı. Gereken diğer ayıbların anlaşılması düşmana nasîb olur. Bunlardan biri şudur ki, aynı Fethulkadhr kitâbında Hac bahsinin hâtemesinin üçüncü maksadında yazılıdır. Bundan önce bildirdiğimiz ona uymamaktadır. Diğeri, düâdan maksad, bu vehhabînin sandığı gibi olursa, bu kısım, ya’nî kabrin yanında Sünnet olanlar, kabri ziyâret ve ayakta düâ etmektir cümlesi yanlış olur. Çünkü bunlardan başka daha birçok Sünnetler vardır. İleride bildireceğiz. İşin hakîkati şudur ki, düâ istemek ma’nasında olup, aşağı olanın yüksek olandan hudû’ ve edeble dilemesidir. Düâ, zikr ma’nâsına da gelir. Burada düâdan murad zikrdir. Din örf ve âdetlerinde böyle kullanılması çok yaygındır. Tirmizî ve İbni Mâce hazret-i Ccıbirden (radıyallahü anh) bildirirler. Resûlullah (,sallallahü aleyhi ve sellem) : «Düâ’nın en üstünü Elhamdülillah demektir» buyurdu. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel ve Tirmizî (rahmetullahi aleyhimâ) hazreti Sad'dan (radıyallahü anh) bildirirler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Düâ Nûh aleyhisselâmın düâsıdır. O balığın kamında iken, Lâ ilahe illâ ente sübhâneke, innî küntü minezzâlimin» buyurdu. Buhârî ve Müslim Ebû Mûsâ Eş’arîden (radıyallahü anh) bildirirler: Bir seferde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraberdik. İnsanlar sesle tekbîr ediyorlardı. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Ey insanlar kendinize geliniz. Yoksa sağır ve gâib olana mı dücı ediyorsunuz. Siz işitici ve görücü olana düâ ediyorsunuz» buyurdu. Şerh-i Sünne’de Ebû Saîd Hudrîden (radıyallahü anh) bil-

    dirilir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: «Mûsâ aleyhisselâm, yâ rabbi, bana bir şey öğret de, Seni onunla zikredeyim ve onunla sana düâ edeyim dedi. Allahü Teâlâ, Lâ ilahe illallah...de» buyurdu. Molla Aliyyülkârî Hısn-ı Hasîn şerhinde şöyle yazar: Her düâ zikrdir, her zikr’de düâ vardır. Çünkü onda senâ arzı olduğu gibi, ihsân da kinâye edilmektedir. Mirkâd’de hazreti Câbirin bildirdiği hadîs-i şerifi açıklarken diyor ki: Her düâ zikrdir; her zikr düâdır. Hazreti Ebû Mûsâ Eş’arînin bildirdiği hadîs-i şerîfi açıklarken, fâide kısmında basîr kelimesini de ekliyor ve diyor ki: Fi'lî ve kavlî ibâdetleri şâmil olursa ona düâ demek evlâdır. Hadîs kitâblarında düâ kısımları, çeşit çeşit düâlarla doludur. Şimdi hadîs-i şerîflerden ve fıkh riâyetlerinden bize ulaşanları yazayım:

    Mişkâtta hazreti Câbirden (radıyallahü anh) bildirilir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, Sâd İbni Muazın (radıyallahü anh) cenâzesine gittik. Resûlullah nemazını kıldı. Kabrine koydu ve üzerine uzun bir tesbîh okudu.' Sonra tekbîr getirdi, ya'nî Allahü ekber dedi. Biz de tekbîr getirdik. Yâ Resûlallah, acaba niçin tesbîh okudunuz, sonra tekbîr getirdiniz? diye arz ettiler. «Bu sâlih kulu kabri sıktı. Allahü Teâlânın kurtarmasına kadar okudum» buyurdu. Bunu imâm-ı Ahmed (rahmetullahi aleyh) bildirmektedir. Molla Aliyyül Kârî şerhde yazıyor ki: Tîbî der ki, hattâ...e kadar sözü, hazf edilmiş kelime olarak söylenmemiş olana bağlıdır. Ya'nî Allahü Teâlânın onu rahatlandırmasına kadar ben ve onlar tekbîr ve tesbîhden vaz geçmedik demektir. Burada en uygunu, bu gadab-ı İlâhînin şöndürülmesine tesbîh ve tekbîrin takdimidir. Bunun için yangın gördüğü zaman, tekbîr getirmenin müstehâb olduğu bildirildi.

    Yine Mişkât'ta, hazreti Osman’dan (radıyallahü anh) bildirilir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) meyyitin

    defnini bitirince, kabrinin başında durur ve : «Kardeşiniz için istiğfar ediniz ve onun için tesbît çekimiz. Çünkü o şimdi suâle çekilecektir» buyurdu. Bu hadîs-i şerifi Ebû Dâvud bildirmektedir. Şerhde diyor ki, onun için tesbît çekimiz demek, ona tesbîtle düâ ediniz, ya’nî Allahü Teâlâ Onu sâbit, sağlam söz üzerinde bulundursun deyiniz, yâhut Allahümme Sebbîthü bil kavi rssâbit deyiniz demektir. Bu da Münker ve Nekir süâl sormaya geldiklerinde kelim.e-i Şehâdeti söylemektir. İhtilâf olmuş telkinlerin en üstünü budur, lâkin insanların çoğu bunu bilmiyorlar. Hattâbî der ki, âdet olan defnlerde, bunun telkîn olduğunu gösteren bir delil yoktur. Bunun hakkında meşhûr bir hadîs de yoktur. Bunda bir mahzûr da yoktur. Çünkü içinde Allahü Teâlânın zikrinden başka birşey yoktur. Bir de meyyite ve orada hâzır bulunanlara itikadı arz etmek, meyyite ve müslimanlara düâ, haşrı inkâr edenlerin haksızlıklarını kesinlikle hatırlatma vardır. Bütün bunlar iyi şeylerdir. İbni Hacer, bunun hakkında tamamen defn edildikten sonra ölüye telkîne işârettir. Nasıl olduğu bilinmektedir ve bid'at diyenlerin hilâfına mezhebimizin mutemed âlimlerine göre sünnettir. Na,sıl bid’at denebilir ki, hakkında söz birliği ile faziletlerde kendisiyle emel olunan açık hadîs vardır. Belki şâhidlerindeki zıtlık onu hasen derecesine çıkarır.

    Ezkâr kitâbında İmâm-ı Şâfiî ve eshâbından (rahmetullahi aleyhim) bildiriyor: Defnden sonra kabrin başında Bakara Sûresinin başını ve sonunu okumak müstehabdır. Tîbî der ki: Bir rivâyette, Bakara Sûresinin baş kısmını meyyitin baş ucunda, son kısmını da ayak ucunda okur denilmektedir. Şeyh Abdülhak Dehlevî hazretleri Mişkât fercemesinde yazıyor ki: Bu hadîs-i şerîf dirilerin düâlannın ölülere fayda vereceğini gösteriyor. Onların mağfiretlerini istemenin, onlara rahmet gelmesine sebeb olacağını bildiriyor. İşte Ehl-i Sünnet ve Cemâat mezhebi âlim-

    terinin (rıdvânullahi Teâlâ aleyhim ecmaîn) mezhebi budur. Akâidde : «Dirilerin ölülere düâsı ve onlar için sadaka vermesi, ölülere faydalıdır» yazmaktadır. Bu düâ ve tesbît isteği, ölüye definden sonra yapılan telkinden başka olup, Şâfiî âlimlerinin çoğuna ve Hanefî âlimlerinin bazısına göre müştehabdır. Ebû Emâmenin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Kardeşlerinizden biri ölünce, onu defn edip, üzerini toprakla örttükden sonra, biriniz kabrinin başında ayakta durup, ey filân oğlu1 filân desin, ya'nî ölü o sözü duyar. Lâkin cevâb veremiez. Sonra tekrâr, ey filân oğlu filân desin. Bunu ölü tekrâr işitince kabrinde oturur. Sonra yine, ey filân oğlu filân desin. Ölü bu sefer, beni irşâd et, Allahü Teâlâ şada rahmet eylesin der. Lâkin siz duymazsınız. Sonra dünyâdan onu söyliyerek gittiğin, eşhedü en lâilâhe illallah ve enne Muhammeden abdühüve Resûlühü şehâdet kelimesini hatırla. Allahü Teâlâmn Rabbin olduğuna Muhammed aleyhisselâmın Peygamberin olduğuna, dîninin İslâm, îmâmınm Kur’ân olduğuna râzı olmuştun desin. Sen böyle deyince, Münker ve. Nekirden biri, diğerinin elini tutup, dışarı çıkalım, bu kulun yanında ne işimiz var. Çünkü şimdi Allahü Teâlâ ona, telkini hüccet eyledi der.» Oradakilerden biri, yâ Resûlallah, ölünün annesinin ismini bilmiyorsak, ne diyelim ve onu kime nisbet edip kiminle analım? deyince, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Hazret! Havvamn ismini söyliyerek, deyin. Çünkü o herkesin anasıdır» buyurdu.

    Bakara sûresini baştan Müflihûn'e kadar okumak ve sonundan Âmenerresülü'yü de okumak haberde gelmiştir. Eğer Kur’ân-ı kerîm hatm edilirse, evlâ ve efdal olur. Bazı âlimlerden duyduk ki, eğer orada fıkh mes’elelerinden bir mes’ele bildirilirse, yine iyi olur ve rahmet inmesine seneb olur. En iyi ,söz şudur ki, oraya uygun mes’ele ferâiz bahsidir.

    Kabrin başında Kur’ân-ı kerîm okumak mekrûh değildir. Bazıları mekrûhdur dediler.. İbni Hümâm do böyle dedi. Yine Mişkât'da Amr İbni As'dan (radıyallahü anh) bildirilir. Öbür dünyaya yolculuk alâmetlerinin görünmeğe başladığını anlayınca oğluna, ben öldüğüm zaman cenâzemde sesle ağlıyanîar, nevhacılar bulundurma, ateş yaktırma. Beni defn ettiğiniz zaman, üzerime yavaş yavaş toprak örtünüz. Kabrimin yanında bir deve kesilip etleri taksim olunan zaman kadar durunuz, sizinle ünsiyyet peyda edeyim ve Rabbimin habercilerinin neler soracaklarını bileyim. Bunu İmâm-ı Müslim hazretleri bildirmektedir. Şeyh Abdülhak Dehlevî Tercemede diyor ki: Ya’nî beni defn ettiğiniz zaman, üzerime toprağı hafif ve yavaş olarak atınız. Ya’nî az az dökünüz. Bu da gösteriyor ki, ölü duyar, ya’nî hisseder ve dirilerin üzüldüğü şeye, o da üzülür.

    Abdullah İbni Ömer (radıyallahü anhüma) der ki, Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) işittim. «Sizden biriniz ölünce, onu habsetmeyinı, [evde tutmayın], hemen kabre götürün. Başj ucunda Bakara sûresinin baş tarafı [ilik sahîfesini], ayak ucunda da sonu (Âmenerre,sülü) okunsun» buyurdu. Bu hadîs-i şerifi İmâm-ı Beyheki Şa’b-ül îmân’da bildirmektedir. Abdülhak Dehlevî hazretleri Terceme’de, Fâtiha, Muavvezeteyn [Kul’eûzüler] ve İhlâs sûrelerini okuyup, sevâblarını kabirde olanlara göndermek eserlerde gelmiştir. Şerh-i Sudûr'da defn zamanında söylenecekleri anlatırken yazılıdır: Taberânî ve Şa’b-ül imân da Beyhekî, Abdullah İbni Ömerden (radıyallahü anhüma) bildirirler: Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem)1 duydum. «Sizden biriniz ölünce, saıklarnayımz. kabrine götürmekte acele ediniz. Baş ucunda Fâtiha-yı Şerîfe okunsun» buyurdu. Beyhekî Bakara sûresinin başını okuyunuz, ayak ucunda da, Bakara sûresinin sonunu okuyunuz diyor. Taberânî Abdurrahman bin Alâ’ bin Hallac’dan bildirir: Der ki, babam bana, ey oğlum! Beni lahde koyduğun za-

    man, Bismillah! alâ milleti Resûlillah de. Sonra üzerime yavaş yavaş toprak dök. Başucumda Bakara .sûresinin başını ve sonunu oku. Çünkü Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle buyurur. İbni Şeybe hazretleri, Katâdeden bildirir. Hazreti Enes (radıyallahü anh) bir oğlunu defn etti ve, yâ rabbi, böğründeki toprağı boş eyle, ruhunu yücelt. Onu kabûl eyle ve ona senin katından rahatlıklar ver dedi. İbni Mâce ve Beyhekî Sünende İbni Müseyyebden bildirirler. Der ki: Abdullah İbni Ömer (radıyallahü anhümâ) ile bir cenâzede idim. Cenâzeyi lâhde koyunca, Bismillah! ve fîsebîlillâhi dedi. Lâhdi örtünce, Yâ rabbi, onu şeytandan ve kabir azâbından koru dedi. Defn işi bitince, kabrin yanında ayağa kalkıp, yâ rabbi, yanından toprağı boş eyle, rûhunu yücelt ve ona, katından rıdvan ve rahatlık ver dedi. Sonra Resûlullahdan duydum dedi. İbni Şeybe Mücâhidden bildirir: O: «Bismillah! ve fîsebîlillâhi, yârabbi, kabrini ona aç, geniş eyle, nûrlu eyle ve onu Peygamberine (aleyhisselâm) ilhak eyle», derdi. İbni Ebî Şeybe Musannef’de Hayseme’den bildirir: Der ki, meyyiti defn ettikleri zaman; «Bismillahi ve fî sebîlillahi ve alâ milleti Resûlillahi (sallaitahü aleyhi ve sellem). Allaıhümmecir hü min azabil kabri ve azâbinnâr ve min şerri-ş-şeytan-ırracîm» demeği müstehab tutarlardı.

    Saîd bin Mensûr Abdüllah bin Mes’uddan (radıyallahü anh) bildirir: Defn işi bittikden sonra, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrin başında durup: «Yâ rabbi, arkadaşımız sana geldi, dünyâyı geride bıraktı. Yâ rabbi, süâl zamanında nutkunu sâbit eyle. Kabrinde ctayanamıyacioğı şeye onu ibtilâ eyleme» diye düâ etti. Taberânî Kebîr’de ve ayrıca İbni Mende Ebû Emâme’den (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Kardeşlerinizden biri ölüp üzerini toprakla örttüklerinde, birisi başucunda ayağa kalkıp: Yâ fülân bin füiâne desin. Çünkü ölü onun sesini duyar, cevâb veremez. Sonra yâ

        ıvıımnrTTiır      ~    ~                    "t™"    !           

    fülân bin fülâne desin. Ölü oturur hâle gelir. Sonra bîr daha, yâ fülân bin fülâne dediği zaman, ölü ona, bizi irşâd eyle, Allahü Teâlâ sana rahmet eylesin der, fakat siz anlamazsınız. Ona şöyle desin»: Üzkür mâ haracte aleyhi mineddünyâ şehâdeten en lâilâhe illallah ve enne Muhammeden abdühü ve Resûlühü. Ve inneke radiyte billahi rabben ve bil islâmi dînen ve bi Muhammedi nebiyyen vel Kur'ân-ı imâmen». Böyle deyince, Münker ve Nekirden her biri diğerinin elini tutctfak, hadi gel gidelim. Bizim, hücceti telkin olunanın yanında işimiz yoktur. Böylece Allahü Teâlâ, bu iki melek olmadan, hüccetini tamamlar.» Dinliyenlerden biri, yâ Resûlallah, annesinin ismi bilinmezse, ne yapmalı, nasıl söylemeli? diye süâl edince, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Hazreti Havva’ya nisbet edip, yâ Fülân bin Havvâ deyin» buyurdu. Ebû Emâme Bâhilî der ki:«ÖIdüğüm zaman, beni defn ettikten sonra, baş ucumda biri durup, yâ Sadî bin Aclân, üzkür mâ künte aleyhi fiddünyâ şehâdeten en lâilâhe illallah ve enne Muhammeden Resûlullah desin.»

    Saîd bin Mensûr, Râşid bin Sa’d, Hamzcı tibni Sa'd, Habîb ve Hakîm bin Umeyrden bildirir. Dediler ki, ölünün defninden sonra kabri tamam edilip, insanlar dağılmıya başlayınca, kabrin baş ucunda meyyite, üç defa, Lâ ilâhe ilallah, de, Rabbim Allahü Teâlâdır, dinim islâmdır, peygamberim Muhammeddir (sallallahü aleyhi ve sellem) ma’nâsında: «Kul lâ ilâhe illallah selâse merrat. Yâ fülân, kul rabbi yallahü ve dînî-l islâmü ve Nebiyyî Muhammedün (sallallahü aleyhi ve sellem) düâyı okur ve gider. Bir diğeri der ki, defn’den sonra biraz durmak ve meyyite dönerek şöyle düâ etmek müstehâbdır: Yâ rabbi, bu senin kulundur, sen onu bizden daha iyi bilirsin. Biz onu yalnız iyi biliriz. Onu süâl için oturttun. Yâ rabbi, dünyâda sâbit eylediğin kavil üzerine, âhırette de onu sâbit eyle. Yâ rabbi, ona merhamet eyle! Peygamberine (aleyhisselâm) ilhak eyle. Ondan sonra bizi doğru yoldan ayırma ve ecrinden bizi mahrûm eyleme.

    Hakîm-i Tirmizî Nevâcfir-ül ıHsûl’de der ki: Kabrin başında durmak ve defn vaktinde tesbîtini istemek, nemazdan sonra ölüye yardımdır. Çünkü müsliman cemâatinin kıldığı cenâze nemazı, sultanın kapısında toplanıp, ona şefâat ve yardım etmesini istiyen askerler gibibidir. Kabrin başında durmak ve tesbîtini istemek, ya’nî vefât ettiği kelime-i şehâdet üzere sebâtına düâ etmek, askere yardımdır. Bu an, meyyitin meşgul olduğu zamandır. Çünkü dehşetle karşılaşıyor ve süâl melekleri ile görüşüyor.

    Ölü için veyâ kabrin başında Kur'ân-ı kerîm okumak faslında diyor ki: Okunan Kur'ân-ı kerîmin sevabının ölüye ulaşmasında ihtilâf olundu. Selefin Cumhuru ve üç imâma göre, imâm-ı Şâfiî hâriç, ölüye ulaşır. Sonra yine diyor: Kabrin başında Kur’ân-ı kerîm okumaya gelince, mezhebimizin âlimleri ve diğerleri, meşru olduğunda kesin hüküm sahibidirler. Hallâl hazretleri Cami' kitâbında, Şa’bîden bildirir: Ensâr-ı kirâm, kendilerinden biri ölünce, kabrine gidip, Kur'ân-ı kerîm okurlardı. Dâre Kutnînin hazreti Alîden merfu' olarak bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Bir kimse kabristana gidip, onbir defa ihlâs sûresini okusa, sonra sevâbını o kabristandaki ölülere bağışlasa, o kabristandaki ölüler sayısınca kendisine sevab verilir.» Abdülazîz hazretleri hazreti Enesden (radıyallahü anh) bildirir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Bir kimse kabristana girip, Yâsîn sûresini okursa, Allahü Teâlâ o kabristandakilerin azâbım hafifletir ve okuyana da o kabristandakiler sayısınca sevâb verilir» buyurdu.

    Fetâvâ-yı Kadıhân’da diyor ki: Hanefî mezhebine göre, kabrin başında Kur’ân-ı kerîm okuyan, bununla Kur’ân sesinin ona enis olmasına niyyet ederse, okur. Böyle niyyet etmezse, Allahü Teâlâ Kırâatını nasıl olsa duyar. Bu vehhâbînin kitâb isimlerini çok incelikle dile getirmek âdeti olduğu gibi, bozuk anlayışı da cür'etine sebeb olmaktadır. Âlemgîrî’de yazıyor kî: Defnin efdali, ölüyü sâlihlerin kabirlerinin bulunduğu kabristanda gömmektir. Ölüyü defn ettikten sonra, kabrin yanında bir müddet oturmak, ya’nî insanlar dağıldıktan .sonra bir deye kesip, etleri taksîm edilinciye kadar oturup, Kur’ân-ı kerîm okumak ve ölüye düâ etmek müstehabdır. Cevheretünneyyire'de de böyle yazıyor. Kabrin başında Kur'ân-ı kerîm okumak imâm-ı Muhammede göre (radıyallahü anh) mekrûh değildir. Bizim âlimlerimiz de onun kavlini almışlardır. Bu okumak ölüye faydalımıdîr? Muhtar kavil faydalıdır. Mudmerât’da da böyle denilmektedir.

    Bir yerde de şöyle yazıyor: Tehzîb kitâbında diyor ki: Kabir ziyareti müstehabdır. Ziyâretin şekli, yakınlık ve uzaklık bakımından, bu ölünün hayâtta iken ziyâret edilmesi gibidir. Hazânetüi Fetâvâ’da da böyle yazmaktadır. Kabri ziyâret etmek istediği zaman, evinde iki rek’at nemaz kılıp, her rek’atta bir Fâtiha, bir Âyetel kürsî ve üç ihlâs-ı şerîf okuması, sevâbını o ölüye bağışlaması müstehabdır. Allahü Teâlâ kabirde olan bu ölüye bir nûr gönderir. Nemaz kılana da çok sevâb yazar. Sonra evden çıkıp gider. Yolda boş ve luzûmsuz şeylerle uğraşmaz. Kabristana gelince, ayakkabılarım çıkarır. Sonra arkası kıbleye, yüzü meyyite karşı olarak durur ve esselâmü aleyküm... düasını okur. Kitabda diyor ki: Sonra Fâtiha sûresini, âyetel kürsîyi, izâzülzilet ve Tekâsûr sûrelerini okur. Garâib kitâbında da böyle diyor. Yine şöyle yazıyor: Eğer kabrin yanında Kurtân-ı kerîm okur ve Kur'ân-ı kerîm sesiyle rahatlamasına niyyet ederse, okur. Böyle niyyet etmezse, nerede okusa, Allahü Teâlâ, okuduğunu duyar Fetâvâ-yı Kadıhân’da böyiedir

    Bir kimse ölse ve vârislerinden okuması en düzgün

    olanı kabrinin üzerine oturtsa, mekrûh olmaz. Bu imâm-ı Muhammedin (rahmetullahi aleyh) kavlidir. Müdmerat'da da böyle diyor.

    Yine şöyle yazıyor: Kabristandan geçerken, onlara niyyetle bir şey okursa mahzûru yoktur. Sirâciyye’de de böyle diyor. Ebû Bekr bin Saîd'den anlatılır. Buyurdu ki: Kabir ziyâretinde ihlâs .sûresini yedi kerre okumak müstehabdır. Çünkü bana bildirildi ki, bir kimse bu sûreyi yedi defa okursa, bu ölü mağfiret olunmuşlardan değilse, mağfiret olunur; mağfiret olunmuşlardan ise, okuyan mağfiret olunur. Okuduğu bu yedi ihlâsın sevabını ölüye bağışlar. Zahîre’de de böyle diyor. Eğer on defa okursa, daha iyi olur. Daha çok iyi yapmak istiyen, bunların üzerine, yalvararak, yakararak başka sûreler ilâve etsin. Kabir üzerinde Bismillahi lalâ milleti resûilahi okursa, kırk sene o kabirden azâb kalkar kabir sıkması geçer ve kabirdekinden zulmet dağılır.

    Yine diyor: Kabir üzerine gül ve çiçekler koymak iyidir.

    Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şeriflerini ziyâret bahsinde söyledikleri yukarıda geçti. Bahrürrâik’de diyor ki: Kabrin başında Kur’ân-ı kerîm okumakta bir mahzûr yoktur. Çok faziletli bir iştir. Kabird'ekilerden kabir azâbının hafiflemesine sebeb olmaktadır. Okuma veya düâ esnâsında azâbin kesilmesi câizdir. Eserde geldi ki: Bir kimse kabristana girip, Yâsin sûresini okusa, Allahü Teâlâ, o gün onların azâbını hafifletir. Okuyana, o kabristanda olanlar sayısınca sevâb verilir.

    -'ranr   

    Şeyhul İslâm Keşfülgâtâ kitabında diyor ki: Kabrde işleri bitince, kabrin yanında bir müddet, ya'nî bir deve keşilip, etleri taksim edilinciye kadar oturmak, Kur’ân-ı kerîm okumak ve ölüye düâ etmek müstehabdır. Cevhere’de de böyle diyor. Amr ibni Âs (radıyallahü anh) ölüm

    TWFTTlir

    zamanında oğluna defnden sonra oturmayı vasiyyet etti ve: Sizinle ünsiyyet ederim, ne ile karşılaşacağımı bilirim ve Rabbimin kabrime süâl için gönderdiklerine cevâb veririm» buyurdu. Hazâne’de diyor ki: Meyyiti kabre koyup örttüklerinde, ona süâl sorarlar. Bu zaman Mülk Sûresini okumalı, sevâbını ölüye bağışlamalıdır. Böylece süâllere cevâbı kolay olur. Hadîs-i şerîfde, definden sonra meyyitin yanında Bakara sûresinin başından... muflihûn’e kadar ve ayak ucunda Âmenerresûlü’den başlıyarak sonuna kadar okumak gelmiştir. Tîbî der ki, âlimlerden duydum, o zaman fıkhdaki mes'elelerden bir mes'ele bildirmek müstehabdır. Bu mes’ele de ferâiz mes’elelerinden olmak yapıla gelmiştir. Vesîletünnecât kitâbında Ezkâr’dan alarak diyor ki: İş bittikten sonra kabrin yanında bir müddet, ya’nî bir deve kesilip etleri taksîm edilinceye kadar oturmak müstehabdır. Oturanlar Kur’ân-ı kerîm okuyup, ölüye düâ ederler. Va’z ü nasîhat edip, iyilerin, şâlihlerin hikâyelerini anlatırlar.

    Sahîh-i Müslimde Amr ibnil As'dan (radıyallahü anh): «Beni defn ettiğinde, kabrimin etrafında bir deve kesip, etleri taksîm edilinciye kadar durunuz, size ünsiyyet edeyim ve rabbimin elçilerinin bana ne ile müracâat edeceklerini gözeteyim» bildirilmiştir. Mecma’ül Bihârın zeylinde diyor ki: Sonra Allahü Teâlâdan ölünün tesbîtini, kelîme-i şehâdet üzere olmasını isterler. Bunda ölüye telkînde bir İşâret yoktur. Bir mahzûru da yoktur. Çünkü bunda Allahü Teâlâyı anmaktan, ölüye ve hâzır olanlara itikad bilgilerini arz etmekten ve onlar için düâdan başka bir şey yoktur. Hepsi iyidir. Âlimlerin çoğu telkîn konusunda ittifak etmişlerdir.

    Miftah-ül Cinân’dan alarak diyor ki: Kabrin başına kıble tarafından gelip ve: «Esselâmü mîn ehli lâ ilâhe illallah alâ ehli lâilâhe illallah ve keyfe vecedtüm kavle lâilâhe illallah, Allahümmahşurnâ fîzümrefî menkale lâilâhe illallah ve lâ tensânâ kavle lâilâhe illallah Muhanrımedün resûlullah», ya’nî lâ ilâhe illallah diyenlerden lâ ilâhe illallah diyenlere selâm olsun. Lâ ilâhe illallah sözünü nasıl buldunuz! Yâ rabbi, bizi lâ ilâhe illallah diyenler zümresinde haşr eyle ve bize lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah sözünü unutturma demeli. Ölünün yüzüne karşı oturmalı, Fâtiha ve İzâzülzilet sûrelerini okuyup sonra: «Allahü Teâlâya hamd olsun. Onun vechinden [zâtından] başka bir şey bâkî değildir. Ancak Onun mülkü dâimidir. Allahü Teâlâdan başka ma’bud olmadığına şehâdet ederim. O birdir. Ortağı yoktur. Eşi, arkadaşı çocuğu yoktur. Yine şehâdet ederim ki, hazreti Muhammed (.sallallahü aleyhi ve sellem) Allahü Teâlânın kulu ve resûlüdür. Bizim tarafımızdan, Allahü Teâlâ ona en iyi karşılıkları versin der Şehidallahü âyet-i kerîmesini okur.

    Hayret-ül fukahâ’dan bildiriyor: Selâmdan sonra tekbîr getir. Tekbîrdeki hikmet şudur: Resûlullah (.sallallahü aleyhi ve sellem) kabir ehline: «Ateş gördüğünüz zaman tekbîr getiriniz» buyurdu. Bir yere ateş düşse, Onu söndürmek elinizden gelmiyorsa, Allahü ekber deyiniz ki, ateş o tekbîrin bereketiyle .söner. Kabir azâbı ateşle olunca ve sizin eliniz onu söndürmeğe yetişmezse. Tekbir söylemek lâzım olur ki, ölüler Cehennem ateşinden kurtulsunlar. Aliyyül Kârî Ayn-üi ilm şerhinde şöyle yazar: «Kur’ân-ı kerîmden kendine kolay geleni okur.»

    Sahîh-i Müslim’de Ebû Emâme Bâhilî'den (radıyallahü anh) bildirilir: Kur’ân-ı kerîm okuyunuz. Çünkü kıyâmette okuyucularına şefâat eder. Sonra tesbîh edip, kendine ve mü'minlere rahmet ve mağfiretle düâ etmelidir. Çünkü zikirlerin hep.si o âlemde ona faydalıdır. Hâtem-i Asam’dan (rahimehullah) bildirilir: Kabristana uğrayıp ibret almayan ve onlara düâ etmiyen kendine ve onlara hiyânet

    etmiş olur. Yâsîn sûresini ve yedi kerre ihlâş sûresini okumak meşhûr hadîslerde bildirilmiştir. Üç defa okumak da meşhûrdur. Çünkü bu Kur’ân-ı kerîmi bütün âyetleri ile hatm etmek gibidir. Ukaylînin bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Üç ihlâs okuyan, bütün Kur’ân-ı kerîmi okumuş gibidir» buyuruldu. Rahmanî Mefâtih'den alarak bildiriyor ki: Bir mü'minin kabrini ziyâret edip, yâ Rabbi, Muhammed aleyhisselâmın ve âlinin hürmetine bu ölüye azâb etme (Allaıhümme bihakkı Muhammedin ve Âli Muhammedin lâ tuazzıb hâzal meyyite) derse, sûra ûfürülecek olan güne kadar, Allahü Teâlâ azâbı ondan kaldırır.

    Aynî, Sahîh-i Buhârî şerhinde, kabrin yanında va'z ve arkadaşların kabrin etrafında oturmaları kısmındaki ek yazıda diyor ki: Kabrin yanında bulunanların yapacağı hayırlı iş, kabrin yanında toplanıp, içlerinde arkadaşlarına ölümü hatırlatıp onun hakkında nasîhat veren, âhıret hallerini bildiren birinin bulunduğunu düşünmektir. Ama ölü için yapılacak iş, bu toplananların, Kur’ân-ı kerîm okuyup, zikr etmeleridir. Çünkü ölü bunlardan faydalanır. Ebû Dâvud Ma’kal bin Yesâr’dan (radıyallahü anh) bildirir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Ölüllerinize Yâsin sûresini okuyunuz» buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi Nesâî ve İbni Mâce hazretleri de bildirmektedir. İştebu hadîs-i şerîf de gösteriyor ki, ölü, yanında okunan Kur’ân-ı kerîmden menfaatlenir. Bu hadîs-i şerîf; ölü, dirilerin okuduğu Kur'ân-ı kerîmden faydalanmaz diyenlere, hüccet ve delildir.

    Bu kadar yazmaktan maksadımız, fıkh kitâblannda bu gibi rivâyetlerin çok olduğunu bildirmektir. Daha çok yazıp, uzatmağa gerek yok. Bunlardan anlaşılıyor ki, hadîs-i şerifler ve fıkh kitâblarındaki rivâyetler ve hükümler, bu vehhâbînin, yalnız ziyâret ve düâ edilir, demesinden öte, kabrin başında Kur'ân-ı kerîm Okumanın, tesbîh, tekbîr, tehlîl ve her türlü zikr etmenin, hattâ va’z etmenin, sâlihiere âid hikâyeler anlatmanın ve fıkh mes’elesi konuşmanın meşrû’ olduğunu isbatlamaktadır. O halde, bu vehhâbînin iddiâsı, ya’nî yapıla gelmiş olanlar kabir ziyâreti ve ölüye düâdır, ezân bunlardan olmayıp, mekrûhdur sözünün bâtıl ve esassız olduğu anlaşıldı. Yine anlaşıldı ki, İbni Hümâmın muradı, bu vehhâbînin yontup, cumhura muhâlif, hadîs ve fıkha uygunsuz göstermek istediği ma’nâda değil, belki bu vehhâbînin sözüne muhalif ve muarızdır. İbni Hümâmın demek istediği şudur ki, kabrin yanında uyumak, abdest bozmak ve buna benzer, eskiler tarafından yapılmamış olanların mekrûh olduğunu bildirmektir. Çünkü bunlarda kabirlere önem vermemek vardır ve sünnetten değillerdir. Sünnetten olanlar, tazım ve orada iyilikten bahsetmektir.

    İmâm-ı Kastalânî Mevâhib-i ledünniyye'de diyor ki: Kabir ziyâreti tazîmdir. Hadîs-i şerîfde geldi ki: «Kabirleri ziyâret edin, orada fuhş ve çirkin söz konuşmayın». Bu bozuk fırkanın ileri gelenlerinden bazısı, bu cins hile ile, ezânın sırf nemaz vaktini bildirmek için olduğunu, bunun dışında ezân okumanın bid'at ve harâm olacağını, nemazdan başka bir maksadla okunan ezânda fazîlet, sevâb bulunamıyacağını, belki boş olacağını söylüyorlar. Bu büyük câhilliktir. Mişkât'da Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) bildirilir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraberdik. Hazreti Bilâl (radıyallahü anh) kalkıp, ezân okudu. Susunca, Resûlullah: «Böyle diyen Cennete girer» buyurdu. Bu hadîs-i şerifi imâm-ı Nesâî bildirmektedir. Molla Aliyyül Kâri şerh’de yazar ki: Böyle söyliyen, ya’nî müezzin olarak veya müezzinin okuduğunu tekrâr ederek, yahut mutlak olarak böyle söyliyen demektir. Bu hadîs-i şerifi İbni Habbân Sahîh’inde bildirmektedir. Hâkim de, senedinin sahîh olduğunu söylemektedir. Mollâ Aliyyül Kâri Mîrek’den bildirmektedir. Buradan anlaşıldı ki, 

    ezânın, fazîleti, bize muhalif olan bu vehhâbîlerin dediği gibi, husûsî değildir. Yine anlaşıldı ki, ezanın meşruluğu yalnız nemaza mahsûs değildir. Nemazdan başka zamanda da sünnettir. Nitekim yeni doğan çocuğun sağ kulağına ezan ve sol kulağına ikamet okumak da sünnettir. İnsanların kötü ahlâkı ve hayvanların huysuzluğu için de sünnettir. Nitekim Mirkat’da yazmaktadır: İbni Hacer der ki: Ezân bildirmek demektir. Dinde i,se belli kelimeleri söylemek olup, bununla nemaz vakti bilinir. Nemazın dışında sünnet olan ezân bundan hâriç olur. Bunlar da, yeni doğan çocuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına ikâmet okumak, sıkıntılı zamanda ve kötü huyluluğu zamanında okumak da sünnettir. Buna Deylemînin hazreti Alîden (radıyallahü anh) bildirdiği delil olmaktadır. Hazreti Alî üzüntülüydü. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Ey Amcamın oğlu! Seni üzüntülü görüyorum. Yakınlarından birine uğra, kulağına ezan okuöun. Çünkü bu üzüntüyü giderir.» buyurdu. Tecrübe etti ve böyle olduğunu anladı. Hazreti Alîden bunu rivâyet edenlerin hepsi, bunu tecrübe edip, böyle olduğunu anlamıştır dediler. Deylemî de ondan rivâyet eder. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve .sellem): «İnsanın ve hayvanın ahlâkının kötülüğü ve huysuzluğu için kulağına ezân okuyun» buyurdu.

    (SÜÂL : Bayram günü nemaz kılanların birbirinin boynuna sarılması câiz midir, değil midir?

    CEVÂB : Yolculuktan gelince, mu’ânaka, ya’nî boyna sarılma hadîs-i şerifle sâbittir. Nitekim Mişkât’da da yazmaktadır. Bayram günü diye ayırmak hadîs-i şerîfden anlaşılmıyor. Daha önce bildirdiğimiz ikindi ve sabah nemazlarından sonraki musafahaya benzetilir ve mekrûh denir) diyor.

    Süâle cevâb veren bu vehhâbînin iddiası, boyna sarılmak, sadece yolculuktan dönünce, seferden gelince olur demek ise, bu sözün yolculuktan gelmeden de Re-

        193 — Tashih-ûl Mesai! — F: 13 

    sûlullah’dan (sallallahü aleyhi ve sellem) vâkî olduğu, bü vehhâbînin yanlış söylediğini ortaya koyar. Mişkât’da, Ensârdan Esyed bin Hadîr (radıyallahü anh) bildirir: Resûlullah insanlarla konuşurken, aralarında çok şaka yapan birisi vardı. Herkesi güldürüyordu. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bastonla böğrüne vurdu. Bana sabır mı tavsiye edersiniz dedi, «sabret» buyurdu. Ama sizin gömleğiniz var, benim yok dedi. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) gömleğinden tutup onu kendine çekti, kucakladı ve böğründen öptü. Ben de sırf bunu istiyordum, yâ Resûlallah dedi.

    Ebû Eyyûb bin Bişr Gazzeli birisinden bildirir: Ebû Zer’e (radıyallahü anh) Resûlullahla karşılaştığınızda sizinle musafaha eder mi idi? diye sordum. «Ne zaman karşılaşsak musafaha ederdi. Hiç terk etmedi. Birgün bana haber gönderdi. Evde yoktum. Eve gelince, evdekiler, beni aradıklarını söylediler. Hemen Resûlullahın evine gittim. Sediri üzerinde seâdetle duruyordu. Hemen boynuma sarıldı. «Çok çok iyi oldu» buyurdu.

    Şeyh Abdülhak Dehlevî Tercemede diyor ki: Buradan anlaşıldı ki, muânaka, ya’nî boyna sarılmak seferden gelmiş olmanın dışında da, muhabbet ve inâyet izhâr etmek için, haberde gelmiştir. Ya’lî hazretleri' der ki: Haşan ve Hüseyn (radıyallahü anhüma) Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) doğru koşma yarışı yaptılar. Her ikisi de Resûlullaha sarıldılar.

    Bu kısmın başında diyor ki: Boyna sarılmakta, eğer fitne korkuşu olmazsa meşrû’ olur. Bilhassa yolculuktan döndüğü zaman. Nitekim Cafer İbni Ebû Tâlib (radıyallahü anh)ın bildirdiği hadîs-i şerîfde gelecektir. İhtilâfları yazdıktan sonra şöyle diyor: Ebû Mansûr Mâtürîdî hazretlerinden hadîslerin uygulanmasında bildiriliyor ki, şehvetle olan boyna sarılma mekrûh, iyilik ve ihsân için olursa, meşrûdur. İhtilâf bedenlerin çıplak olduğu zaman, boyna sarılmakta olup, gömlek, elbise, cübbe olursa, hiç bir mahzuru olmadığında icma’ vardır demişlerdir. Doğrusu da budur. Kâfi kitâbında da böyle yazmaktadır. Yasaklığını bildiren hadîsin, açıklamasına yapılan ilâvede diyor ki: «Bazıları temellük ve tazimle olursa mekrûh, yolculuğa giderken ve yolculuktan gelişte, yahut uzun zamandan beri görüşmemişler için, yahud da Allah için birbirlerini çok sevenlerin boyna sarılmaları câizdir.» Buradan anlaşılıyor ki, boyna sarılmak, sadece yolculuktan gelmeye mahsûs değildir. Bu vehhâbînin dediği, bayram gününe mahsûs edilmesi hadîs-i şerîfden sâbit olmadı Sözüne karşı cevâb olarak deriz ki, eğer hadîs-i şerîfden olsaydı, sünnet yahud müstehab olurdu. Aynı şekilde, yasaklığı da hadîs-i şerifle olmadı ki, mekrûh ve haram olsun. Bunlardan sonra, mubahdan başka bir şey kalmadı.

    (Daha önce geçen ikindi ve sabah nemazlarından sonra musafaha etmeye benzetilerek mekrûh olur) sözüne gelince:

    Burada reformculuğunun esasını unutmuş olacak ki, sırf sâbit olmamayı mekrûhluğa sebeb diyemedi de, belki benzetmeye, kıyâ,sa ihtiyâç gösterdi. Ama burada mukayese olunanda yanlışlık yaptı. Çünkü musafaha bahsinde, bu zamanlarda musafaha etmenin mekrûh olmadığı bildirildi. O halde bu benzetmesi de yanlış oldu ve bayram günü boyna sarılmanın mekrûh olduğu sâbit olmadı.

    (Erbain kitabında : Ölümden sonra meyyite gelince; âlimler bunda başka başka demişlerdir. Zâhir habere göre telkîn yapmamalıdır. Bazı rivâyetlerde, rûhunu teslim etme ve defn zamanında ayrı ayrı iki telkîn etmelidir. Fetâvâ-yı Âlemgîrî’de böyle yazıyor: Zâhir rivâyete göre, bizim mezhebimizde telkîn yoktur. Hidâye şerhi Aynî’de ve Mi’rac-iid-dirâye kitâbında böyledir. Biz, ölüm zamanında iki telkini de yapıyoruz. Mndmerat’da da böyledir.) diyor.

    İhtilâfı nakletmekle iktifâ ya'nî bu mes’elede âlimler başka başka demişlerdir demekle yetinmek müftiye yakışmaz,. Bu cevâbdan, sorana da bir fayda gelmez. Yoksa bu bir cevâb, bütün fer'î meselelere yetişir. Belki incelemeli, araştırmalı, muhtâr kavlin ve yapılanın ve tercîh edilenin hangisi olduğunu bulmalı, ondan sonra cevâb yazmalıydı. Nakil aldığı ve havâle ettiği kitablann muhtâr, sağlam olmaları lâzımdı. Kitâbın sâhibini de kitabla beraber bildirmeliydi. O kitâbın sahibinin sözünü redetmemeli ve seçmemezlikte bulunmamalıydı. Bu vehhâbî ise, bu işi kendi tasarrufunda bilip, Âlemgîdîdeki ibâreye ilâve ediyor, Mirâcüd-dirâye'deki yazıyı ise kendi düşüncesine uyduruyor ve sanki Âlemgîrîdeki yazı, bize göre telkîn yapılmaz, zâhirî rivâyet böyiedir. Aynîde de böyle yazılıdır demek istiyor. Böylece birinci kavil sâbit oldu. Mhacüddirâye'de ise, biz her iki,si ile de amel ediyoruz diyor. Böylece ikinci sözünde, öyle olmadığı anlaşıldı. Âlemgirî kitâbının sâhibi, telkîni zâhir rivâyette Aynî’den ve Mi’râcüddiraye'den nakl ediyor ve onu amel edilir bulmuyor. Tarîz yoluyla, ölüm ve defn zamanında biz ikisiyle de amel ediyoruz, Mudrnerât’da da böyle yazılıdır diyor. O halde Âlemgîrîden iki telkînin yapılacağı anlaşılmış oldu. Ama Âlemgîrî’yi sened alan kimsenin, onu yazması, cevabda iki telkînle amel ettiğinin bildirildiğini oradan alması lâzımdı. Fakat işin doğrusu şöyledir ki, o yazıyı Aynî kendisi bildirmedi, belki Şerh-î vecizden nakletti. Açıkladı ve genişletti. Şerhülvecîz'deki ibâre şöyledir: Ölüm hâlinde olana telkîn edilirken, zorlanmaz, kelime-i şehâdet, yanında söylenir. Bu telkînin müstehab olduğunda icmâ', ya'nî sözbirliği vardır. Ölümden sonraki telkine gelince, zâhir rivâyette, bize göre telkîn olunmaz, Şâfiîde ise definden sonra telkin müstehabdır. Şöyledir: «Yâ Abdellah, yâ emetellah, üzkür mâ haracte aleyhi mineddünyâ min şehâdetin en lâ ilâhe illallah ve enine Muhamme-

        -M'irrıır               

    den Resûlullah. Ve innel Cennete hakkun vennâre hakkun vel ba’se hakkun ve ennesa'ate âtiyetün lâ raybe fihâ ve ennellahe yeb’asü men fil kubûr. Ve inneke radîte billahi rabben ve bil islâmi dînen ve bi Muhammedin sallallahü aleyhi ve sellem nebiyyen ve resûlen ve bil Kur'ân-ı imâmen ve bil Kâ’beti kıbleten ve bilmü'minine ihvânen.» Hadî,s-i şerifin zâhiri umûmîdir. «Ölülerinize telkin ediniz» buyuruluyor. Şerh-i vecîz’de de böyledir. Ben derim ki; Taberânî Ebû Emâme’den (radıyallahü anh) bildirir. Buyurdu ki: Öldüğüm zaman, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) bize emrettiği gibi bana yapın. Bize ölülerimize telkini emr etmişti ve: «Kardeşlerinizden biri ölünce, kabrinin üzerini toprakla örttükten sonra, biriniz baş ucunda ayakta durup şöyle desin: Yâ fülân bin fülâne. O sesinizi duyar, fakat cevâb vermez. Sonra yâ fülân bin fülâne desin. Bu zaman kabrinde oturur. Sonra yâ fülân bin fülâne desim O zaman bizi irşâd eyle, Allahü Teâlâ sana rahmet eylesin der. Lâkin kabrin yanındakiler anlamazlar. Sonra desin ki: Üzkür mâ haracte aleyhi mineddünyâ şehâdeten en lâ ilâhe illallah ve enne Muhammeden abdühü ve Resûlühü ve inneke radîte billahi rabben ve bil İslâmî dînen ve bil Kur’ân-ı imâmen. Böyle deyince Münker ve Nekîrden her biri diğerinin elini tutarak, hadi gel, hücceti kendisine telkin olunanla işimiz yoktur der.» Bunun üzerine, oradakilerden biri, yâ Resûlallah, annesi bilinmezse ne yapalım? dedikte: «Annesi Havva'ya (aleyhîsselâm) nisbet edip, yâ fülân bin Havvâ desin» buyurdu. Bu hadîs-i şerifin isnadı sahîhdir. Ziyâ Ahkâm’ında bunu takviyye eyiedi. Bunun gibi Ebû Emâmeden rivâyet eden Saîddir de dendi. Hayretül fukaha’da ve Fetâvâ-yi zâhiriyye'de diyor ki, bazı âlimler, defnden sonra telkine cevâz verdi. Yapıldığını görmedim. Ben derim ki, na.sıl yapılmaz! Halbuki Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem), defnden sonra telkini emrettiği bildirildi. «Yâ fülân bin

    fülâne... desin» buyurdu. Şerhül vecizde buyurduklarının hepsi yazılmıştır. Halvâî [Halvânî, Hulvâî, Hulvânî de denir] der ki: Yasak edilmez, emir de edilmez. Kâdihân der ki: Telkîn faydasız olsa da, zararlı da değildir. O halde câiz olur. Zahiruddîn Mergınânîden bildirilir: Selefden bir imâm, defnden sonra telkîn yaptı; aynı şekilde kendilerine öldükten sonra telkîn edilmesini vasiyyet etti. Ubâbül müftî kitabında da böyle yazıyor.

    Bilmek lâzımdır ki, öldükten ,sonra telkîn mes'elesi, önemli mes'elelerden olup, ölülerin duymasını inkâr etmek, onlardan yardım istenemiyeceğini söylemek ve daha bir çok yeni din mes’eleleri [vehhâbî uydurma dîninin reformist zihniyyetteki bozuk mes’eleleri] nin esasını teşkil etmektedir. Bu vehhâbî Mie mesâil kitâbında, onlara göre ölünün duymadığını fukahanın peygamberden istimdâd olacağını kabûl etmemelerini gösteriyor. İşitmemeyi mecâza yükleyip, «Ölülerinize telkîn ediniz» hadî,s-i şerifini yazmakta, kabullenmekte ve bunları yazdığı yerlerde, yalancı, aldatıcı tumturaklı sözlerle hareket etmekte, ama inkârım ikrâr etmekte olduğunun farkında değildir. İşte burada da sade bir şekilde bu hâli görünmektedir. Dinleyiniz, anlatayım: Öldükten sonra telkinin kabûl edilmemesi, ölünün duymamasından olup, mu’tezile mezhebidir. Ehl-i sünnet vel cemâat mezhebi câiz ve müstehâb diyor; Şimdi bu işi incelemiş güvenilir âlimlerden alarak size bildireyim:

    1. — Fethulkadîr’de diyor ki: Bildirdiğimiz şekilde yapılır denildi. Ehl-i sünnet vel cemâat mezhebinde telkîn vardır, ya’nî defnden sonraki telkîn vardır. Mu’tezile ise buna muhaliftir. Erbâînin delilleri zikr edilip, cevâbları verildi. Yukarıda geniş olarak anlatıldı.

    2. — Aynî Hîdâye şerhinde defnden sonra telkîn vardır ve doğrudur deyip, engel olmak isteyenlere cevâb

    verdi. Onların sözlerini red etti. Şemsül eimme Halvâî, Kâdihân ve Zahîrüddîn Mergınânîden câiz olduğunu nakl etti j ve Ubâb kitabını okuyun dedi. Mergınânîden hikâye edip, selef imâmlarından biri defnden sonra telkîn eyledi ve yasıyyet edip, beni de defn ettikten sonra baş ucumda

        telkîn okuyun dedi. Burada bildirilen ibâreden önceki ibâ-

    î    resinde —ki biz onu daha önce bildirmiştik— diyor ki,

    Ehl-i sünnete göre, ölü, telkîn edicinin cevâbını söyler. Ancak ölürken, son sözü şehâdet kelimesi olmadıysa, bu takdîrde, «ölülerinize telkîn ediniz» hadîs-i şerifinde şehâdet kelimesi mecâz olarak alınır.

    3 — Zadüllebîb’de diyor ki: Ölüyü defn ettikten sonra ona telkîn vermek sünnettir. Ebû Emâme’nirı (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Sizden biriniz ölünce, kabrini toprakla örttükten sonra, sizden biriniz kabrinin başında ayakta durup: Yâ fülân bin fülâne desin. O ise [ölü] bizi irşâd et, Allahü Teâlâ sama rahmet eylesin der, lâkin siz işitmezsiniz. Sonra: Üzkür mâ haracte aleyhi min dâr'ıddünyâ şehâdeten en lâ ilâhe illallah ve enne Mühammeden abdühü ve resûlühü ve ente raciîfe billahi rabben ve bil îslâmi dînen ve bi Muhammedin nebiyyen ve bil Kur’ân-ı imâmen der. O zaman Münker ve Nekîr [süâl melekleri] birbirlerine, hücceti kendine tellkîn edilen bu kimsenin yanında duramayız derler.» buyuruldu.

    Zâhid-i Sigâr Telhîs-ül edıille kitâbında bildirir: «Ölüye imâm-ı A'zâm (rahmetullahi aleyh) mezhebi üzere telkîn etmelidir. Telkîn etmiyen, mu’tezile mezhebindedir. Bunun açıklanması Telhîs’de vardır. Telkîn şöyle yapılır: Önce besmele okunur. Sonra Sebbetallahüllezîne âmenû bil kavli-s-sâbiti fil hayâtid-dünyâ ve fil âhıreti. Yâ Abdeliah, yâ Emetellah. Hâzâ beytül vahşeti, hâzâ beytül vahdeti, hâzâ beytül gurbeti, hâzâ beytül hasreti vennedâmeti. Hâzâ menzil-ül âhırı min menâziliddünyâ ve evvelü

    menzili men menâzilil âhire. Fe izâ etâke-l-melekâni-l-kerîmânı-l-mahlûkanı-imemûrânı lâ yenfe’âneke ve lâ yedurrâneke illâ bi iznillahi ve yes'elâneke an rabbike ve an dînike ve nebiyyike lâ tahaf ve lâ tahzen fekul lehümâ Allahü Rabbî ve Muhammedü nebiyyî vel islâmü dîni vel Kur’ânü imânrıî vel Kâ’betü kıbletî vel mü'minûne ihvânî ve ene eşhedü enlâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerîkelehü i’tirâfen bi rubûbiyyetihi ve enne Muhammeden abdühü ve resûlühü ve nebiyyihi ve safiyyihi erşelehü bilhüdâ ve dinil hak... velev kerihel müşrikün.» İhyada da şöyle yazıyor: Defnden sonra ölüye telkîn ve düâ mıüstehabdır.

    Umde-tüî Ebrâr’dan alarak diyor ki: Şemsül eimme’ye bu konu, ya’nî defnden sonraki telkîn sorulduğunda: «Terkini emretmeyiz, yapana yapma demeyiz» buyurdu. Halvâî’ye sorulduğunda: Âlimlerimizin bazısı yapmıştır. Yasak etmeyiz, emr de etmeyiz. Muhakkak lâzımıdır diyenin hücceti yoktur. Cevâhir’de telkîn hakkındaki süâle: «Mü,slimânların iyi gördükleri şey, Allahü Teâlâ katında iyidir» diyor.

    1. — Bahr-i zâhir’de şöyle diyor: Defnden sonra telkîn Ehl-i sünnete göre meşrû’dur.

    2. — Ubâb'da şöyle yazıyor: Üstâdım Kadıhân'dan duydum. İmâm Zahîruddinden hikâye edip, imamlardan biri telkîn etti ve bana kendisine telkîn vermemi nasîhat etti. Ben de telkîn verdim. O halde câizdir.

    3. — Cevâhir’de, Kâdî Mecd-i Kirmâniye telkînden soruldu. Cevâbında: «Müslimanların iyi gördüğü şey, Allahü Teâlâ katında iyidir» buyurdu ve bunun hakkında iki hadîs-i şerîf rivâyet eyledi.

    4. Dürrül muhtâr’da şöyle yazılıdır: Defnden sonra telkîn yapılmaz, yapılırsa, yasak edilmez. Cevhere’de diyor ki: Çünkü telkîn, Ehl-i sünnete göre meşru'dür. Ve

        mnmr r ur

    şu kadar demek yetişir: «Yâ fülân ibni fülâne, üzkür mâ künte aleyhi ve kul radîtü billahi rabben ve bil islâmi dînen ve bi Muhammedin sallallahü’ aleyhi ve sellem nebiyyen.» Yâ Resûlallah, annesi bilinmezse, nasıl yapalım dediklerinde: «Hazreti Havva'ya nîsbet edin» buyurdu.

    1. — Fetâvâ-yı Rahmânî'de şöyle diyor: Zâhid-i Sigar Telhîs-üledille kitâbında, «Ölüye İmâm-ı a'zam (radıyallahü anh) mezhebi üzere telkîn vermelidir. Telkîn vermiyen mu’tezile mezhebi üzeredir» diyor.

    2. Keşfülgatâ kitâbında, ihtilâfı bildirdikten ve şemsül eimme Halvâî ve Mudmerâttaki yazıları naklettikten sonra diyor ki, Ubâb sâhibi şöyle yazar: Üstâdım Kadıhândan işittim. İmâm-ı Mergınânînin bazı ahbablarına defnden sonra telkîn yaptığını ve kendisi öldüğünde defninden sonra telkîn yapmamı vasıyyet etti, dediKadıhân: «Faraza telkînin faydası olmasa da, zararı da olmaz» buyurdu. Ebûl Mekârım da bunu bildiriyor.

    Velhâsıl, kabirde süâlin hak olduğunu, defnden sonra süâl için rûhun ve aklın ölüye lâdesini söyliyen Ehl-i sünnet vel cemâat mezhebine göre, telkîn uygundur. Nitekim İmâm-ı Sigar Tdhîs-ül ecille’de nakl edip: «Uygun olanı, ölüye İmâm-ı a’zam mezhebi üzere telkîn yapmaktır; telkin yapmıyan ve telkîn yapılır demiyen Mu’tezile mezhebindedir; onlar ölü can,sız taş, toprak gibidir, kabirde ona rûh iâde olunmaz» diyor. Kâfî'de diyor ki: Müslimân olarak öldüyse, öldükten sonra telkîne muhtaç değildir. Müslimân olarak ölmediyse faydası olmaz. Bu söz eksiktir. Çünkü müsliman olarak öldüğü halde, telkîne ihtiyâç, kalbi sâbit tutmak için devam etmektedir. Nitekim hadîs-i şerîfde geldi ki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve şellem) defnden sonra: «Kardeşiniz için istiğfâr ediniz, tesbitine düâ ediniz. Muhakkak şimdi ona süâl soracaklardır» buyurdu.

    İmâm-ı Suyûtî Cem’ül Cevâmı’ kitâbında çeşitli yollarla bildiriyor ki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Kardeşlerinizden biri ölünce, üzerine toprak dökünüz. Sonra sizden biri kalkıp, baş ucunda: Yâ fülân bin fülâne desin. Ölü bunu duyar, lâkin cevâb veremez. Sonra bir daha yine böyle desin. Bu sefer ölü, beni îrşâd et, Allahü Teâlâ suna rahmet eylesin der. Lâkin siz duymazsınız. Sonra der ki: Ey filân, dünyâda^ onun üzerine çıktığın, şehâdet ederim, ki, Allahü Teâlâdan başka ilâh yoktur ve yine şehadet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm Onun kulu ve resulüdür, şehâdet kelimesini hatırlar. Rabbim Allahü Teâlâdır, peygamberim Muhammed aleyhisselâmdır, dînim islâmdır, îmâmım Kur’ândır deyip râzı olmuştun. O bunları deyince, Münker ve Nekîr adındaki iki süâl meleği birbirlerinin elini tutup, hadi gidelim. Bu kulun yanında ne işimiz vardır. Şimdi Hak Teâlâ ona hüccetini telkîn eyledi derler.» Dinliyenlerden birisi, yâ Resûlallah, eğer ölünün annesinin ismini bilmezsek, kime nisbet edelim? dediklerinde: «Herkesin annesi olan hazreti Havvânm ismi ile anın» buyurdu. Çelebî bunun şeklinde şöyle dedi: «Üzkür dînekellezî künte aleyhi, radîte billahi rabben ve bil İslâmî dînen ve bi Muhammedin (sallallahü aleyhi ve sellem) nebiyyen vel Kur'âne imâmen ve bil Kâ'beti kıbleten.»

    Ya'nî güvenilir kıymetli kitablardan bu konudaki haber ve rivâyetleri almaya, yazmaya kalkarsak ayrı bir kitab olur. Buraya kadar yazılanlardan anlaşıldı ki, ikinci tabakada bulunup, mes'elelerde müctehid olan şemsül eimme, İmâm-ı Sigar, İmâm Zahîruddin Mergınânî, Kadıhân ve diğer büyük ve,sika olan âlimlerin, Kirmânî, İbni Hümâm ve Aynî gibi Hanefî mezhebinde mümtâz yeri olan zevâtın kitablarından bildirdik ki, hepsi detelkînin İmâm-ı a’zam .mezhebine göre olmasını, telkînin Ehl-i sünnette bulunduğunu, telkîne ma’nî olanların mu’tezileden sayılacağını söylüyorlar. O halde, daha önce anlattığımız gibi mu’tezile ile hanefî mezhebini birbirine karıştırarak, hangi kitabda telkîn men edilmelidir gibi yazılar varsa, önem vermemelidir. Böylece onu tasdîk için, bütün bu âlimleri tekzîb etmesi, hepsine hatâlıdırlar demek ve öyle diyen birini bunların hepsinden üstün tutması, o şahsı rivâyet ve fekahette bunların hepsine açıkça tercih ettiğini gösterir. Böylesi ise, ancak Kuhistanda ve beşinci tabakadan da aşağı olan Afganistan'da bulunanların sözlerinde bile pek az yer alır. Onlar, kuvvetli ile daha kuvvetliyi, zaifi, zâhir-i mezhebi, zâhir rivâyetleri, nâdir haberleri bile ayıracak güçte değillerdir. Kitâblarında merdûd kaviller ve zâif rivâyetler de yer alır. Fukahanın kitablarına dayanmayıp, beşinci tabakadan olanlardan bildirdikleri rivâyetler muteber değildir. Çünkü onlar istılahda bildirilen fakîhlerden değillerdir. Onlar mutlak olarak rivâyetleri ayıramazlar. Usûlü gözetmekte akrabalıkları yoktur. Onların kitabları kuru yaş herşeyden dolu olur. İşte onların kitabları bu sebeble fetvâ niteliğinde değillerdir. Bilhassa muhalefet konusunda hiç önemleri yoktur.

    (SÜÂL : Kabir ziyareti, erkeklere olduğu gibi, kadınlara da câiz midir, yoksa değilimdir?

    CEVÂB : Kabir ziyâreti, erkekler için, sünnete uygun olmak şartiyle câizdir. Kadınlara câiz değildir. Tekrâr edelim 'kadınların kabir ziyâreti esah kavle göre tahrîmen mekrûhdur. Müstemlâ kitâbmda şöyle diyor: Erkeklere kabir ziyâreti müstehab, kadınlara mekrûhdur. Mecâlis-i vâize kitâbında diyor ki: Kadınlara gelince; kabristana gitmeleri halâl olmaz. Çünkü Ebû Hüreyre’nin (radıyallahü anh) Resûlullahdan bildirdiği bir hadîs-i şerîfde: «Allahü Teâlâ kabirleri ziyâret eden kadınlara la’net etsin» buyuruldu. Abdullah ibni Abbâsın (radıyallahü anhüma) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kabir ziyâret eden kadınlara, kabirlerin üzerine mescid edinenlere ve ışık yakanlara la’net etti» buyuruldu. Mişkât’ta da böyle yazıyor.

    Nisâb-ül ihtisâb kitâbında diyor ki: Kadı’ya kadınların kabristana çıkmasından ve bu gibi fesâdlarından soruldu. Cevabında: «Cevazını sorma, ancak kendine gelecek la’netin miktarından sor» dedi. De-

    mek ki kadınlar ne niyyetle kabristana giderse gitsin, Allahü Teâlânın ve meleklerin la’netinde olurlar. Evden çıkınca, her taraf dan şeytan onlara karışır, kabre geldikte, ölünün rûhu ona la’net eder; döndüğü zaman, eve gelinceye kadar aynı şekilde Allahü Teâlânın la’netinde olur. Bir hadîs-i şerîfde: «Hangi kadın kabristana giderse, yedi kat gökteki ve yerdeki melekler ona la’net ederler. Allaha Teâlânın la’netinde olarak yürür. Hangi kadın, evinde ölüye düâ ederse, Allahü Teâlâ ona hac ve umre sevâbı ilısân eder» buyuruldu. Süleynıandan ve Ebû Hüreyreden (radıyallahü anhüma) bildirilir; Bir gün Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidden çıktı. Evinin kapısında durdu. Kızı hazreti Fâtıma (radıyallahü anhâ) geldi. Resûlullah, «nereden geldin?» buyurdu. Ölen filân hanımın evinden geliyorum dedi.

    «Kabrine gittin mi?» buyurdu. Allah korusun, sizden duyduktan sonra böyle şeyi nasıl yapabilirim dedi. «Kabrine gitseydin Cennetin kokusunu alamazdın» buyurdu. Kadı Senâüllah Pânîputî Mâlâbûdde risâlesinde diyor ki: Kabirleri ziyâret erkeklere câiz, kadınlara değildir) diyor.

        T'TBI   

    Ne kadar şaşılır ki, bu kitâbın yazarı, kadınların kabir ziyaretine tahrîmen mekrûh deyip, buna esah kavil diyor. Delil olarak bir rivâyet bildiriyor, onda da esahlığı bildiren ve tahrîmen mekrûh olduğunu gösteren sarih bir ifâde yok. O halde sözü tamamen yersizdir. Şimdi biz deriz ki, kadınların kabir ziyâreti, esah [en sahîh] kaville mubahdır. Nitekim Bahrûrrâik’te şöyle yazılıdır: Esah olan erkek ve kadınların kabir ziyâreti câizdir. Âlemgîri'de diyor ki: İmâm-ı Muhammedin (rahmetullahi aleyh) zâhir kavli [sözü] kadınların da kabir ziyâretinin câiz olduğunu gerektirmektedir. Çünkü erkeklere mahşûs olduğu bildirilmedi. Eşribe’de diyor ki: Âlimler kadınların kabir ziyâretinde ihtilâf ettiler. Şemsül eimme Serahsî: «Esah olan, ziyâretlerinde bir mahzur yoktur» dedi. Câmi’ur-rumuz'dc diyor ki: «Kabir ziyâreti erkeklere müstehabdır; kadınlara da böyiedir. Esah olan budur.» Muhtâr-ü) fetâvâ’da diyor ki: «Kabir ziyâretinde bir mahzûr yoktur. Bu Ebû Hanîfenin (radıyallahü anh) kavlidir. Kavlin zâhiri, kadınlara da câiz olduğunu gösteriyor. Eşribetül mesbûfda

        Hin    nBir'~'

    diyor ki: «Âlimler, kadınların kabir ziyâretinde ihtilâf ettiler, Şemsül eimme Serahsî: «Esah olan, mahzûru yoktur» dedi. Keşf-i Pezdevî’de sünnetin sünnetle neshi kısmında diyor ki: «Esah olan, kabir ziyâretinin erkek ve kadınlara câiz olmasının bildirildiğidir.» Hazreti Âişenin (radıyallahü anhâ) her zaman Resûlüllahın kabrini ziyâret ettiği bildirilmiştir. İş için çıktığı zaman kardeşi Abdurrahmanın kabrini ziyâret ederdi. Sirâciyye’de diyor ki: Her ikisi için de, ya’nî hâiz ve cünübün kabir ziyâretinde mahzûr yoktur. Felâvâ-yı Hammadiyye’de diyor ki: Keşfül Pezdevi’de diyor ki: İzin erkekler için sâbit olup, kadınlar için şâbit olmadı. Kadınların kabristana çıkmasına ma'nî olmalıdır. Rivâyet olunur ki, hazreti Fâtıma (radıyallahü anhâ) bazı Ensâra ta’ziyeye gitti. Dönünce, Resûlullah (sallaliahü aleyhi ve sellem), «yoksa kabristana rm gittin?» buyurdu. Hayır dedi. «Gîtseydin Cehenneme giderdin» buyurdu. Ama esah olan erkek ve kadınlar için kabir ziyâretinin sâbit olduğu câizdir. Dürrülmuhtâr'da diyor ki: Kabir ziyâretinde, kadınlar için de olsa, bir mahzûr yoktur. Çünkü «Kabir ziyâretini men etmiştim. Şimdi ziyâret edinil» hadîs-i şerifi ortadadır.

    Şeyhul İslâm Keşfüigatâ kitabında, ihtilâfı bildirdikten ,sonra diyor ki: Garâ’ıb kitâbında yazıyor: İmâm-ı Muhammedin (rahmetullahi aleyh) mezhebinin zâhiri, kadınların da kabir ziyâretinin câiz olduğunu iktiza etmektedir. Şemsül eimme Serahsî diyor ki: Esah olan, kçdınların ziyâretinde bir mazhûr yoktur. Hazâne kitâbında da ruhsatın umûmî olduğunun esah Olduğu açıkça bildirilmiştir. Şeyh Ecel Fethülmenân fî te’yid-i mezheb-in IMu'mân kitabında diyor ki: Âlimlerin çoğu, kabir ziyâretinin erkek ve kadınlara câiz olduğunun sâbit olduğunu bildiriyor. Üç mezheb imâmınm yolu budur. Yalnız İmâm-ı Ahmedden iki rivâyet vardır. Şerhul harkî’de vardır.

    O halde bu cemaatin, ya’nî Ehl-i Sünnetten olan

    bu büyük âlimlerin esah hükmünü görmemezlikten gelip, Senâüllah Pânipütînin, Ömer-i Senâfî muhteseb-i Dehlînin ve Mecâlis-i vâiza ve Müstemiâ sâhibinin sözlerini tahrif edip, o ibârelerde de esah olduğuna işâret olduğu halde, çevirip, dilediği gibi yapıp, esah olarak tahrîmen mekrûh olduğuna delil gösterip, muhalefet tarafının e,sah olduğunu bildirmeye kalkışmak dînini seven ve kayıranın yapacağı iş değildir.

    (SÜÂL : Arus günü tayin etmek, câiz midir, değil midir?

    CEVÂB : Arus günü tayin etmek, Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) hulefâ-i râşidîn ve dört mezheb imamından sâbit olmuş değildir. O halde şerîatin sâhibi ve müctehidler tarafından tahakkuk etmiyen bir şeyi, onun uygunsuz olduğunu bildiren bir delille sâbit oluncıya kadar, aslı üzere bırakmalıdır. Cumhûra göre, bir şey aslında yâ harâmdır. Tefsîr-i Ahmediyye’de: «Yerde olanların hepsini Allahü Teâlâ sizin için yarattı» âyet-i kerîmesinin altında diyor ki: Bu âyet-i kerîmenin, eşyada asıl olan mubah olmaktır sözünü göstermesi mümkündür. Nitekim bir taife cumhurun hilâfına böyle demiştir. Çünkü onlara göre asıl olan haramlıktır.

    İkincisi o gey, yahut tevakkuf olunacak, [haram, halâl denmiyecek] bir şeydir. Eddiir ve Eşbâh’dan böyle olduğu anlaşılmaktadır. Dür’de abdest bahsinde diyor ki, eşyâda asıl olan tevakkuftur. Ancak fukaha çoğu zaman, eşyâda asıl olan mubah olmakhktır derler. Cihâd bahsinde, kâfirlerin istilâsı kısmında diyor ki: Ehl-i sünnet mezhebine göre doğrusu, eşyada asıl olan tevakkuftur. Mubahlıktır sözü, mu’tezilenin reyidir. Şerh-i muhtâr’dan alarak diyor ki: Mezhebimizin âlimleri, eşyada asi olan tevakkuftur dediler.

    Üçüneüsü, yahut mubahlıktır. Bir taifenin ve Mu’tezilenin reyi böyledir. Dörde de böyle yazılıdır. İşte bu rivâyetlerden anlaşıldı ki, eşyada asi olan, ya harâm, ya mubah olmaklık, yahut da tevakkuftur. Eğer haramlık, yahut tevakkuf mezhebini tutarsa, o zaman arus günü tayin etmek, kendisi için harama düşmek olur, yahut bilinmiyen bir şeyi yapmış olur) diyor.

    Cevabın esası, eşyânın aslı üzerinde, bu konudaki ihtilâfları bildirmekte, mubah olduğu mu’tezilenin reyidir. Kitâblardan bildirdiklerinin hepsi, mes’elenin aslını ve makşadı anlıyamamasına dayanıyor. Tevakkuf vs mubahlık sözlerinin ne demek olduklarını bilememek, buna ilâveten ibareleri tahrif ve nakillerde tasarruf etmektedir. Nakillerde tasarrufunu, dilediği gibi çevirmeği, kullanmayı anlatalım. Önce Eş'bâh’da bunu yapmaktadır. Çünkü Eşbâh'ın tam ibâresi şudur: Eşyâda asıl olan ya mubahlık olup, delili gösterir. Şâfiînin (rahimehullah) mezhebi, kavli böyiedir. Yahud haremliktir, bunu Şâfiî Ebû Hanîfeye (rahmetullahi aleyh) nisbet eder. Bedâyı’de der ki: Muhtâr olan, bize göre şeriattan ve hükümden önce karar vermemektir. Ezelî olsalar da böyiedir. Burada murâd, şeriattan önce, o şeyi akılla anlıyamamaktır. Faidesi olmadığından bu şekil bağlılık ihtiyâr olundu beğenildi. Şerh-ul menâr'da diyor ki: Bazı hanefîlere göre eşyada asıl olan mubahlıktır. İmâm-ı Kerhî bunlardandır. Bazı hadîs âlimleri eşyâda asıl olan hazardır [haremliktir]. Bazı âlimlerimiz asıl olan tevakkuftur dediler. Tevakkufun ma'nâ,sı elbette bir hükmünün bulunmasıdır, lâkin sırf akıl ile hükmü beyan olunacak ma'nasında değildir. Hidâyede, had kısmında, asi olan mubahlıktır diyor.

    Eşbahın ibâresi budur. O halde bunda tasarruf edip, bir parça bildirmek, ondan da bazı sözleri çalmak ve câhillerin gözünde bir kişinin sözüyle Hanefî mezhebindeki tevakkufu mubâh göstermek ve arusa haram demeye karşı, lâ havle velâ kuvvete illâ billah’dan başka ne denebilir.

    Dürrülmuhtârın ibâresi şudur: Bahr kitâbında buna mubah deniyor. Çünkü eşyânın aslında tevakkuf olabilir. Ancak fukaha çoğunlukla mubah olduğunu söylüyorlar. O halde bilinmesi buna göre olur. O halde cümlenin bir kışmını atıp, diğer cümleyi yontup, asıl olan tevakkufdur deyip, bunu Dürrüfmuhtâr böylece bildiriyor demesi, dinde mezhebi ve muhtâr kavilleri bildiren bu kitabdan hilâf-ı hakîkat rivâyetler bildirmesi dîn adamına hiç yakış-

    maz. Bu vehhâbî Dürülmuhtâr’daki yazıları, itiraz etmek için beyân ediyor. O kitâbın yazışı ise, bu vehhâbiyi red ediyor. Çünkü tarifde mubâh olduğunu bildiriyor. Ancak fukaha... cümlesi ona cevab olarak yetişirDürrülmtuhtâr'dan bildirdiği ikinci rivâyete gelince aşağıda onu bildireceğiz. Burada yazmasının tamamen yersiz olduğu, ibareyi tamam yazdığımız zaman anlaşılacaktır. Sonra onun hâlini beyân edeceğiz. Mes'ele incelendikten sonra daha iyi anlaşılacaktır. Dürrülmuhtâr'da kâfirlerin istilâsı bahsinde diyor ki: Bir mü’min köleye bile olsa, mallarımıza galib gelirlerse ve onları evleri ile muhafaza ederlerse, onlara mâlik olurlar. İstilâ için mubâh üzere olmak yoktur. Çünkü Ehl-i sünnet mezhebinde sahîh olan, eşyada asıl olan tevakkuftur. İbahat [mubahlık] mutezilenin reyidir. Çünkü masumluk meşru hükümleri cümlesindendir ve onunla muhâtab olmazlar. O halde onlar için geri kalan gayr-i ma'sumluk olur ve ona mâlik olurlar.

    Şimdi mes’elenin aslına gelip, mubahlığın aslî mi, şer’î mi olduğunu ve eşyâda asi olmak ne demektir anlatacağım, iyi dinleyiniz. Bu mes’elenin eşası, zâtî güzellik ve çirkinlik üzerine olmasıdır, ya’nî aklî ve şer’îdir. Bunun için, kısaca, zarûrî olduğu kadar yazıyoruz. Böylece maksad zihinlerde yer eder. Güzellik, övülmeğe müstehdk ve Allahü Teâlânın sevab verdiği şeydir. Çirkinlik ise, ayıblanmaya ıkaba müstehak olmaklıktır. Eş’ârî âlimlerine göre yalnız şer’îdir. O halde şâri [dinin kurucusu]nun emrettiği her şey güzeldir. Yasak ettiği herşey de çirkindir. Değişiklik olursa, güzel çirkin olur, çirkin de güzel olur. Mâtüridî âlimlerine göre ve mutezileye göre ise, aklîdir. Ya’nî şer’a mevkuf değildir. Fakat iki mezhebde fark vardır. Mâtürîdilere göre bu güzellik ve çirkinlik, Hak Teâlâ tarafından, kul hakkında bir hükmü müstelzem değildir, ki, Hak Teâlâ hükm etmemiş olsun. Burada hiç hüküm yok-

    'inır"

    irinin ı w

    tur. O halde fetret zamanında hükümlerin terkine ıkab, cezâ yoktur. Bu sebebdendir ki, mükellef olmakta da'vetin ulaşması şarttır. Buradan anlaşıldı ki, da'vetin ulaşmadığı bir kâfir, îmânla mükellef değildir. Âhırette küfrden dolayı muahaze olunmıyacaktır. Mu’tezîle aksini söyleyip, o güzel ve çirkin hükmü vâcib kılarlar. O halde din olmasaydı ve bir peygamber gönderilmeseydi ve fiiller mevcûd olaydı, muhakkak ki hükümler, şimdi hak şeriatta olan tafsîli gibi vâcib olurlardı. Sâlih iş mubahlık için elbette mubah olurdu. Burada hüküm demek, kulun yapmakla meşgul olması gerekli olan fiildir, işdir. Hanefî âlimlerinden Ebû Mansûr Mâtürîdî, Fahrül İslâm, Sadrüşşerî'a ve başkaları dediler ki: Allahü Teâlâmn bazı hükümlerini anlamakta, akıl bazan müstakil olur. Böyle diyenler, imânı vâcib deyip, küfrü ve Hak Teâlâya lâyık olmıyanı haram eyledi.

    Sözü toparlarsak, bu konuda üç mezheb [üç görüş şekli] vardır:

    1. — Eş’ârî mezhebi, güzellik ve çirkinlik şer’îdir. Hüküm de böyledir.

    2. — Mâtürîdî mezhebi, güzellik ve çirkinlik aklîdir. Hükmün gereği değildir. Kulun zimmetine bağlı hükümden de açılmamıştır. Bunu Tahrîr kitâbı sâhibi seçti ve Müslim Sâhibi ona uydu, ve karşılaştığım üstâdlarımı eş'ariye uygun buldum dedi.

    3. — Güzellik ve çirkinlik aklîdir ve hükmün merkezi odur. Bu da mu’tezile, Fahrül İslâm ve başkalarının mezhebidir. Mu'tezileye göre, amel vâcib olunca, cezâda akıl gereği olarak vâcibdir. Ehl-i sünnete göre cezâ akıl icâbı vâcib değildir. Mu’tezile ile Ehl-i sünnet arasında şunda bir ayrılık yoktur. İkisi de, her işte hüküm önce ise de, lâkin onlardan bir kısmının bisetten [Peygamber gönderilmeden] önce bilinmesi câizdir. Fakat mu'tezileye göre,

    — 209 — Tashih-ûl Mesâil F: 14

       

    hüküm zâti ise de, şer'a mevkuf değildir. Lâkin Ehl-i sünnetten Eş’arî ve Matüridiye göre bazısı şöyledir ki, filin güzellik ve çirkinliğinin sebebi akılla anlaşılmaz. O halde hükmün gereği, kelâm-ı nefs kadîm ise de, zuhûru taalluk, bağlanma iledir. O ise bisetin olmasıyla, sonradan olmadır. Demek ki, Ehl-i sünnetin Cumhuruna göre, hüküm, asla, bisetten önce değildir. Bizden bazısı mu’tezile gibi dediyse de, Mâtüridiye Cumhûru Eş’ârî âlimleri ile muvafıktır. Çünkü Ehl-i sünnetin Cumhûruna göre hükmün zuhûru ancak şeriatladır; o ise bi'setle başlar. O halde bisetten önce demek anlaşılmıyor. Ehl-i sünnette asıl mubahlıktır diye bildirilen ihtilâf, Hanefî ve şâfiî âlimlerinin muhtâr kavlidir. Yahud da hatar [tehlükeli] denmiştir, ki bu da onlardan başkalarının sözüdür. Sadr-ül İslâm, asi olan malda mubah, insanda hatardır diyor. Sanki bu söz, Hanefî ve Şâfiî alimlerinin sözlerinin tefsîri, açıklanmasıdır. İlk bakışta, hüküm bi'setten önce olmaz diye bildirilene uygun görünmeyip, asi olan mubahlıktır diyen mu'tezileye benzemiş oluyorsa da, cevabı şöyledir ki: İnsan oğlu olalıdan beri ne zaman peygambersiz ve dinsiz kalmıştır? Hiç kalmamıştır. Âdem aleyhisselâmdan zamanımıza kadar hep böyiedir. O halde ayrılık olmadığı anlaşıldı. O halde ne tamamen mubah, ne de mutlak haram denemez. Böylece bir ayrılık olmadığı anlaşılır Ancak şeriatların söndüğü, fetret zamanları hâriçtir. Buradan da anlaşıldı ki, şeriat unutulduktan, gelen bir dînin bileni ve ehli kalmadıktan sonra, dünyaya gelenlerin bilmemeleri özürdür. Hanefî ve Şâfiî âlimlerinin çoğu böyle dediler. [İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbâtının birinci cildi ikiyüzellidokuzuncu mektubunda bunu ve kâfir çocuklarına âid mes'eleleri çok güzel açıklıyor]. Demek ki, bu zamanki bütün işlere mubah muamelesi yapılır; ya’nî yapmak ve yapmamaktan dolayı muahaze olunmaz. Buna aslî mubahlık adını verdiler. Anlaşıldı kî, asıl mubah-

    Iık sözü, hak dinden önceki fetret zamanı içindir. Ya'nî mubahlık hakîkî değildir. Belki cerhi [zedelemeyi] olumsuz kılmak, yapmak ve yapmamakta mâni ve âmir sebeb bulunmamasındandır. Nesh meselesi, bu asıl mubahlık içindir. Gerçi bunda da çok ince ma’nalı sözler vardır. Tenkîh’de diyor ki: Bunda ayrı denmiştir. Çünkü aslî mubahlık, şer’î bir hüküm değildir. O halde haramlık ondan sonra nesh olmaz. Şerhde bunu geniş olarak açıklamaktadır. Mu'tezîle ihtiyârî işleri taksîm edip, güzellik ve çirkinlik bakımlarından anlaşılır dediler. Böylece beş kısım oldu. Ya’nî vâcib, mendub, mubah, haram ve mekrûh. Güzellik ve çirkinlik bakımlarından olan anlaşılmayınca, bu kısımda şeriattan önce, mu’tezile üç mezheb [görüş] sâhibidirler. Birincisi mubah diyenler. Bu Basra mutezilesinin görüşüdür. İkincisi haram diyenler. Bu Bağdad mutezilesidir. Üçüncüsü tevakkuf etmişler, birşey dememişlerdir. Meşhûr olan da budur. Ebûl Haşan Eş’arî ve Ebû Bekr-i Sayrafî’nin mezhebi de bu tevakkuftur. Mu’tezile usûlune göre tevakkuf, hükmü bilememek, Şeyh Ebûl Haşan Eş’arînin (rahmetullahi aleyh) usûlüne göre, hüküm bulunmamaktır. Buraya kadar söylenenler, bi,setten önceki aslî mubahlık olup, özü şöyledir ki: Aslî mubahlık, bisetten önce olmaktan ibârettir. Hanefî ve Şâfiî âlimlerinin rnuhtâr kavilleri olan aslî mubahlık başkadır. Telvîh’de yazıyor ki: Bu mes’ele akıl güzelliğe ve çirkinliğe hükm edebilir. Yoksa bi'setten önceki fiîl, onlara göre ahkâmdan bir şey olmaz.

    İşte , şimdi bilmek lâzımdır ki, şer’î olan aslî mubahlık, fetret devrine âid olan aslî mubahlıktan başkadır. Çünkü fetret zamanındaki aslî mubahlık hitab değildir, ya’nî o insanlar mükellef değildir. [Çünkü ortada din yoktur]. Bunun için nesh için kabil değil denir. Şer’î mubahlık i,se, şâriin ihtiyârî olan hitâbından ibârettir. Bu da şeriatın muhayyer kıldığı hitâbdan ibârettir. Aslî mubahlık, muhayyer

    olan [insanın ihtiyarına bırakılan] hitâbdan bir çeşittir. Zirâ şer’î müdrikin yapmayı veya yapmamayı zedelemesinin bulunmadığı, yerde, şer’î müdrik, tahyîr [muhayyer olma, ihtiyarı ile iş yapma] hükmü içindir. Ya'nî yapmak ve yapmamak için şer’î müdrikin bulunmaması, şer’î hükümde muhayyerlik için, müdrik-i şer’îdir. Demek ki, o hüküm mu’tezilenin hilâfına şer’îdir. İbâhîler diyorlar ki, mubahlık, dinde, yapmak ve yapmamakta cerh [yaralama, zedeleme] bulunmamasından ibarettir. Ehl-i sünnete göre, şâriin, din kurucusunun, onunla hükm etmesinden ibârettir. Demek ki hitabın bağlanmadığı, yapıcı veya yıkıcı olmıyan birşeyin mubah olduğu mu'tezile ve Ehl-i sünnette mubahdır. Ama mu'tezilede mubâhlık, dinde yap

    ması ve yapmamasında cerh, yara bulunmaması cihetindendir. Cumhûra göre de böyle olup, bir şeyde, yapmak

    ve yapmamak hakkında şer’î müdrikin bulunmamasıdır. O halde onun bulunmaması, şâriin ihtiyârî hükmü ile şer’î müdriktir.

    Müntehâ-yi Usûlde diyor ki: «Dinde vârid olmadan, bildirilmeden önce hüküm yoktur. Aklın güzel veya çirkin diyebileceği ihtiyârî işlerde mu’tezile beş kısma ayrılmıştır. Güzellik ve çirkinlik icâbetmez diyenlerin dışında üç kısım kalır. Mubahlık veya hcrtarda tevakkuf da bunların üçüncüsüdür » yine diyor ki: «Bazı mu’tezilenin hilâfına mubahlık da bir şer’î hükümdür. Çünkü onlar, yapmak ve yapmamakta zorluk olmıyan şeye mubah dediler. Bu ise şeriattan önce de, sonra da var idi. Biz bunu kabûl etmeyiz. Çünkü bu mubahlık şer’îdir ve mubahlık ancak şâriin hitâbı iledir.» Kadî Adud Muhtasar şerhi’nde diyor ki: Şeriattan, ya'nî bir din gelmeden önceki akıllıların işlerinde hüküm yoktur. Mu'tezile, ihtiyârî işleri, aklın iyilik veya kötülüğüne hüküm veremediği cihetten taksîm etmiştir. Bu konuda onların üç mezhebi, yolu vardır: Hatar, ibâhat ve tevakkuf. Bir başka ifâdeyle beşe

    “nnmr    raırn      t                rımr:

    ayrılırlar: Vâcib, mendub, mahtûr, mekrûh, ve mubah» Yine diyor ki: Mubahlık, bazı mu’tezilenin .sözüne muhalif olarak, şer’î bir hükümdür. Çünkü onlar, yapmasında ve yapmamasında zorlama bulunmıyan şeye mubah diyorlar. Bu ise, şeriattan önce de, sonra da vardır. Biz bunu kabûl etmeyiz. Dedikleri şer'î mubahlık değildir. Şer’î mubahlık, şâriin bununla hitâbıdır. Böylece arada ayrılık olur.

    Mirzâ Cân Adudî Hâşiyesinde, (Bazı mu’tezileye muhalif olarak) sözünü açıklarken diyor ki, onlar akhn yapıcılığı ve yıkıcılığının şumülüne ve bu ikisinin dışında da eremediği ihtiyârî işlere, aslî mubahlık sebebiyle, şeriattan önce de mubâhdır dediler. Çünkü Allahü Teâlâ kulu ve ona faydalı şeyleri yarattı. Hikmet, biseti araya karıştırmadan mubahlığı iktiza eder. Ayrılık, şeriat dilinde mubahlığın, yapmak veya yapmamakta zorlamanın bulunmamasımıdır, yoksa şâriin bununla hükmü müdür tarifleri arasında kalır. Aslı, aklın yapıcı mı, yıkıcı mı, yoksa bunlardan ayrı mı olduğuna erememesidir. Hitâbın ona bağlantısı yoktur. Onu hâlinden açıp, ortaya koyan olursa, ittifakla mubah olur. Bu bazılarına göre, şeriat dilinde mubahlık, yapmak ve yapmamak hakkında zorlama bulunmamasıdır. Bu da böyledir. Cumhûra göre, yapmak ve yapmamak hakkındaki zorlama için şer’î müdrikin [anlamın] bulunmamasıdır. Bu ise, şâriin ikisi arasında ihtiyârî hükmü ile, şer’in müdrikidir.

    Müsellem-üs-sübût kitabında diyor ki: «Bütün fiiller kadîm kabûl edilirse, hükümde fark olmaz. Lâkin hu,sûsiyyetleri bakımından bi’setten önce bazılarının bilinememesinde sözbirliği vardır. Ama mu’tezileye göre, zâtî olmakla beraber, ondaki güzellik ve çirkinliğin sebebi anlaşılamıyabilir. Başkalarına göre, vacib olmaklık kelâm-ı nefsî kadîm olduğundan olup, zuhûru, bisetin olmasına bağlı bulunduğundan, öncesi için müşahhas bir hüküm yoktur, Böylece bize göre bir zorlama olmaz.» Mevlânâ Nizamuddin, (başkalarına göre) yi açıklarken: «Eş’arî ve Mâtürîdî gibi Ehl-i sünnetten olanlardır» diyor. (Öncesi için müşahhas bir hüküm yoktur) sözünü açıklarken: «Belki, durmaktan başka asla hüküm yoktur» diyor. Müsellem sâhibi diyor ki: Ehl-i sünnet arasında bildirilen ayrılık; ya fiillerde asi olan mubahlıktır, Hanefî ve Şâfiîlerin çoğunun muhtar kavli budur. Yahut hatardır. Başkaları öyle dediler. Sadrul İslâm der ki: Asi olan malda mubahlık, bedende, canda hatardır. Şeriat geldikten sonra yapmak veya yapmamak haramlığını gösteren bir delil bulunmamaktır denildi. Hâşiye’de diyor ki: Sözleri incelenince, ayrılığın şerîatin gelmesinden öncekinde olduğu anlaşılır. Bundan sonrası için, şer’î hitab bulunmadığı zaman a,slî mubâhlık kalkmaz.

    Mevlânâ Bahrül ulûm diyor ki: Bu bildirilenlere göre, Ehl-i sünnet arasında, mubah mı, haram mı olduğu ayrılığı nasıl düzeltilir? denirse, cevâbında deriz ki, (Ehl-i sünnet arasında bildirilen ayrılık...) sözünü açıklarken bazı mukaddimeler, ön bilgiler veririz. Birincisi, insan oğlu için din sâhibi peygamber gönderilmiyen zaman yoktur. Çünkü Âdem aleyhisselâmın dîni, Nûh aleyhisselâm gelinceye kadar devam eder. Nûh aleyhisselâmın şerîati, İbrâhim aleyhisselâm gelinciye kadar sürer. Onun şerîati, getirdiği din ise, herkes için idi, umûmî idi. Demek ki birinin neshi, diğerinin onun yerine gelmesi ile oluyor. Benî İsrâil için Mûsâ ve îsâ aleyhimesselâm gibi. Başkası için ise devam edebilir. Nitekim kıyâmete kadar devam edecek olan bizim dînimiz gelinciye kadar, İbrâhim aleyhisselâmın dîni Arabistanda devam etti. Allahü Teâlâmn Fâtır sûresi yirmidördüncü âyetinde: «Geçmiş ümmetlerin hepsinde, onları Allahü Teâlâmn azabından korkutucu bir peygamber, yahut mafrifet sâhibi bir âlim var idi» ve kıyâ

    met sûresi otuzaltıncı âyetinde: «Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden insan, kendisinin öyle hareketsiz bırakılıp, teklif ve ceza olunnuyacagını mı zan eder» buyuruyor. Burası anlaşılınca, deriz ki, insan bulunduğu her zamanda ihtilâf söylenemez. Mutlak mubah ve mutlak haram' hükmü de verilemez. Çünkü her zamandaki dinde, bazı şeyler haram, vâcib, mubah ve bunlar gibi hükümler vardı. O halde ayrılık, ancak şeriatın söndüğü, din hükümve bilgilerinin kalmadığı, bilinmediği fetret zamanındadır. Bu ise özür kabûl edilip, bütün işler için mubah muamelesi olunur. Ya’nî mubah gibi, yapmak veya yapmamakla muahaze olunmaz. Hanefî ve Şâfiî âlimlerinin çoğu böyle dediler, bunu kabûl ettiler ve buna aslî mubahlık dediler. Fahrul islâmın, biz bu aslı demeyiz sözünün ma’nâsı budur. Zirâ fetret zamanı için asıl mubahlık demek, hakîkî ma'nâda olmayıp, zorlama olmaması bakımındandır.

    Mevlânâ Nizâmüddin der ki: Netice olarak, aslî mubahlık, delil bulunmadığı için mubah muamelesi gören ameldir, iştir. Yahut bahis konusu olan şeyi bilmeye girmelerindeki kusur veeksikliklerindendir. Bu bilememezlik sebebiyle hâlin na.sıl olduğu ve hülâsası ortaya çıkmaz. Mâni ve âmir bulunmamaktan dolayı, yapmak ve yapmamakta zorlama bulunmamasıdır. Bu sözümüzü, güzellik ve çirkinlik hükmünün lüzümunu söyliyen mu’tezîleden başka hiç kimse inkâr etmez. Hattâ asi olan batardır, diyenler de buna itiraz etmezler.

    Müsellem sâhibi, aklî olan güzellik ve çirkinliğin medhe müstehak ve Hak Teâlâ katında sevab olmak, yahut zernme, ayıklanmaya müstehak ve ıkâba sebeb olmak ma’nasında olduğunu bildiren bahiste diyor ki: Eş’arîlere göre şer’îdir. Emr olunan güzel, yasak edilen çirkindir. Onda aksi olursa, bunda da aksi olur. Ya’nî emr olunan çirkin olursa, yasak edilen de güzel olur. Bize ve mu’tezi-

    leye göre aklîdir, ya'nî sırf şeriattaki ma’nâsında değildir. Lâkin bize göre, kul için bir hükmü istilzam etmez [gerekli kılmaz]. Belki tercîh edilenin hangisi olduğunu bildirmiyen hâkîmin hükmünün istihkâkını mûcib olur. O hüküm etmeyince, burada da hüküm bulunmaz. Bu ma’nâdan ve yoldan giderek biz, teklif [mükellef için, da’vetin ulaşması şarttır dedik. Mu’tezile, İmâmiyye, Kirâmiyye ve Berâhime ise bunun aksini söyleyip, hüküm gereklidir, yapılmalıdır dediler. Sâri olmayıp, fiiller olunca, onlara göre ahkâm vâcib olur. Bir kısmı zarûrîdir, bir kısmı nazarîdir, bir kısmı da ancak şerîatla anlaşılır dediler. Ramâzan-ı şerifin sonuncu günü oruç tutmanın güze], Şevvâlin birinci günü [Fıtır bayramının birinci günü] oruç tutmanın çirkin [haram] olması böyledir. Çünkü akıl buna yol bulamaz. Lâkin şeriat ikisi arasında güzellik ve çirkinliği açtı, açıkladı. Mu’tezileye gelince, üçe ayrıldılar. Basra mu’tezilesi mubah, Bağdad mutezilesi Hatar, deyip, üçüncü kısmı tevakkuf ettiler, durakladılar. Müsellem sâhibi der ki: Mubâhlık şer’î hükümdür. Çünkü şeriatın hitâbı ihtiyârî olmasındadır. Aslî mubahlık onun bir çeşitidir.

    Buraya kadar yazılı ibârelerin özeti şöyledir ki, mu'tezileye göre güzellik ve çirkinliği bilinen şeyler beş kısma ayrılır. Şâriin müdahalesi olmadan, şeriattan önce ve sonra hep böyledir. Güzellik ve çirkinlik sebebleri bilinmiyen şeyler, mu’tezileden bir fırkaya göre mübahdır. Mutezilenin bu aslî mübahlığı, hükmün hakîkî mübahlığıdır. Eş'arî ve Mâtûridîler bunu kabûl etmediler. Onlara göre, şeriattan önce hüküm yoktur. Kitablarında rastlanan tevakkuf, hüküm bulunmamak anlamındadır. Hanefî ve Şâfiîlerin çoğunun muhtâr kavlî olan aslî mubahlık, fetret zamanına ve hakîkî mübahhğa nisbetle değildir. Hüküm onlara göre, aykırı bir şey değildir. Mu’tezilenin aslî mübahlığı ve ona ilâveten şeriattan sonraki aslî mubahlık, ikisi de aslî olarak bildirilmekte olup, bunlarda hüküm vardır. Çünkü şer’î mü-

        nwr       

    T"»' vır   

    bahlık, ihtiyârî olan şer’î hitabdan ibarettir. Aslî mübahhk da, ihtiyârî hitabdan bir çeşittir. İşte bu ibârelerdeki ma'nâları cevâb bilmelidir.

    Tefsîr-i Ahmedîdeki; «Bununla [ya’nî bu âyetle] eşyada asıl olanın mübahhk olduğuna delâlet etmek mümkündür. Nitekim Cumhûrun hilâfına bir tâife böyle dedi. Çünkü onlara göre asi olan haremliktir. Ya'nî Cumhur dediği, haram olduğunu söyliyenlerdir», sözünden açıkça anlaşılıyor ki, Cumhûr dediği Ehl-i sünnet değildir. Çünkü asıldaki, asıl hüküm inkâr olununca, haramlık ve mübahhk için ne söylenebilir. Mübahhktan muradı, fetretteki aslî mübahhk i,se, bu da doğru olmaz. Çünkü usûl âlimlerine göre, Hanefî ve şafiîlerin çoğu, mübahhk esastır demişlerdir. Haramlık mercûh ve meçhûi bir mezhebdir. Buna ilâveten Ahmedînin sözüyle kendisinin naklettiği Dürrülmuhtâr’daki yazı çatışıyor. Çünkü onda açıkça, Ehl-i sünnette sahih olan, eşyânın aşhnda tevakkuftur, susmaktır, mübahhk ise, mu’tezilenin re’yidir diyor. Bunun gibi Dürrülmuhtârdan aldığı ve dayandığı diğer rivâyet de öyle değildir. İfâdeleri hep böyle yontup, yazmaktadır. Mâdemki birbirine uymıyan rivâyetleri bildiriyor, hepsinin istidlâl mertebesinden sâkıt olmaları lâzım gelir. Ası! mübahhktan muradı, dindeki mübahhk ise, usûl âlimlerinde onda ihtilâf ve ayrılık bildirilmiş değildir. Bildirdiği diğer rivâyetlere Tefsîr-i Ahmedîdeki rivâyetin uymazlığına bakmadan, hatâ intimâli olabileceğini düşünmeden, tâife yerine Cumhûr kelimesini koymak hırsızlığını yapan ve aksine Tefsîr-i Ahmedînin ibaresinin aksine, ma’nâdan uzaklaşan ve Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bi’setinden sonra, hükmü bildirilmiyen şey haram olur diyene ne diyelim! Çünkü Resûlullahın haram olduğunu bildirmediği şeyde mübahhk açıkça bulunmaktadır. Mübahhğm kısımlarını açıkladığımız yerden de anlaşılmaktadır. Çünkü mübah, haram ve haramı tercih edenlerin çatışmasını bildirdikten sonra, İmâm

    Fahrül islâmdan bildiriyor: Bu mubahlık asildir diyenlerin usulüdür. Biz ise vaz’ın aslında böyle demeyiz. Çünkü insanlar, hiçbir zaman kendi başına bırakılmadılar. O halde bu, bizim dinimizden önceki fetret zamanının esasıdır. O devir için eşyada asi olan mübahlıktır diyene göre, haramlar nesh olmuş olur. Kerhî ve Ebû Bekr-i Râzî ve Hanefî ve Şâfiîlerden bir tâife Cumhûr-ı mu’tezile böyle dediler. Biz vaz’da asi olmak mübahlıktır demeyiz. Çünkü Allahü Teâlânın kulları, hiç bir zaman kendi başına, [dinden habersiz] bırakılmaz. Asi olan mübahlık olsaydı, kendi başına bırakılanların mükellef olmaması lâzım gelirdi. Mübahın asıl ve haramın nâsıh kılınması îsâ aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasındaki fetret zamanına âiddir. O zaman mübahlık var idi. Sonra bizim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderildi, haram olan şeyleri beyan eyledi, diğer kalanları halâl ve mübah olarak kaldı. Hâşiyedeki yazı budur. Sonra bize göre aslın mübahlık olması, haramün biaynihi olan fâiz ve şarabı, haramün ligayrihi olan başkasının malını yemeyi yahut tahrîmen ve tenzîhen mekrûh olan at eti ve kedi artığı yemeyi hüküm olarak bozmaz. Çünkü bütün bunlar kesin veya zannî delillerle sâbittir. Söz ancak, hakkında hiç delil bulunmıyanlar içindir diyor.

    Dikkat ediniz! Bizim anlatmak istediğimizle alâkası olmıyan sözler. Tefsîr-i Ahmedîden nakl ediyor, ama bizim için nass olanı terk ediyor. Lâ havle velâ kuvvete illâ billah... Dürrülmuhtâr’daki tahâret kısmındaki yazının ma’nâsı şöyledir: Sünnet, Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve ,sellem) söz ve fiilleriyle sâbit olanlardır. Vâcib ve müstehab olmaz. Bahr'da bunlara ilâveten mübâh da bildirildi. Çünkü eşyâda asi olan tevakkuftur akla gelebilir. Dürrülmuhtâr sâhibi buna cevâb olarak, fukahadan çoğu asıl mübah olmaklıktır diyor. O halde ta'rif fukaha diline göre tutulmuştur. Burada mübahlıktan murad, aslî, hakîkî mübahhk değildir ki, bu ehl-i sünnetin Cumhûruna uymamaktadır. Eşyâda a,sİ olan tevakkuftur, sözündeki tevakkufdan murâd, mübahhk, haramlık ve diğerlerinden bir hükümdür demek değildir. Ancak ma'lûm değildir. Asida hüküm olmak üzeredir. O olmayınca, bu nasıl olur! Belki tevakkufdarı murâd, hüküm bulunmamaktır. Adı geçen kitâbın istilâ kısmındaki ifâde şöyledir ki, eğer müşrik, kendi evini alırsa e mallara mâlik olur, yoksa mübâha müştevlî olmuşlardır, cihetinden değildir. Zirâ Ehl-i sünnet mezhebinde sahih olan, eşyâda asi olan tevakkufdur, ya'nî hüküm yoktur. Çünkü kâfirler dînin furu'u ile mükellef değillerdir. O halde şerîatin hükümlerine [imân hâriç, emir ve yasaklara] muhatab olmazlar. Bunun için, şer’î hitabdan önce, mübah kelimesini kullanmak, ehl-i sünnet mezhebinde doğru olmaz. Şer'î hitâbdan önce mübahiık hükmü, mu’tezilenin re’yidir. Belki mülkün sebebi, ismetin meşrû' hükümlerden olmasındandır. Kâfirler ise ismetle muhâtab değillerdir. O halde onlar için ma'sum olmıyan mal kalıyor. Böylece ona mâlik olacaklardır.

    Anlaşıldı ki, tevakkufdan murâd, hüküm bulunmamaktır. Mübah veya haramhkta tevakkuf, ya’nî duraklama, karar verememe değildir. Bu vehhâbînin anladığı gibi (hükmün üzerine mevkuftur, hüküm değildir) değildir. Eğer bu ma’nâda olduğunu iddia ederse, o zaman kendi sözü olan (çünkü ismet...) doğru olmaz. Mu’tezilenin söylediği mübahhk ise, fukahamn taharet kısmında bildirdikleri mübahhktan başkadır. Yoksa çatışma olur. Şurasını iyi anlamalıdır ki, buraya kadar bildirilen rivâyetlerden maksad, bu vehhâbînin bildirdiği haberlerin yersiz olduğunu açıklamaktır. İstâdlal edenden ve bizim zimmetimizden çatışmayı kaldırmak, düzeltmek ve uygunluğu sağlamak değildir. Dürrülmuhtâr sâhibine, bu hususta açıklama yapanların yazıları hâşiyelerde bildirilmektedir. Hangi kitabda, hangi yerde yolma, yontma, tırmalama,

    -mır--

    zedeleme varsa, hep bu vehhâbî bozuk fırkası onları hüccet almaktadır. Dürrülmuhtâr sâhibi mübah üzere istilânın sebebini olumsuz kılarken, bu sözü Hidâye sahibinin ve Şemsül eimme'nin ve onlar gibi büyüklerin sözlerine de ters düşmektedir. Onlar: «Bizim için istilâ mübah mal üzerinde, gelmiştir. Böylece mülk için bir sebeb mün'akıd olmuş olur» diyorlar. Dürrülmuhtâr sahibinin o büyükler yanındaki derecesi ve rütbesi bilinmektedir. Bu konuda hatâiı olduğunda şübhe yoktur. Fakat hayret edilecek taraf, bu vehhâbînin, kendi istidlâlinde yine karar kılıp, o yazılardan da kaçıp, mübahlığa ve Eşbab’daki ifâdelere de bakmamasıdır. Bütün ibareleri bildirdikten sonra, tekrar aslî mübahlık hakkmdaki sözlerine, tevakkufdan bahsedenlerin mu’tezile olduğuna ve buna o ibarelerin şâhid bulunduğuna temas etmeme hâcet yoktur. Çünkü Eşbâh sâhibi tevakkufun ma’nâsını da açıklamıştır. Bu vehhâbî ise, yine aynı Eşbâhdan, ifâdenin baş ve son kısmını atarak, bir kısma kendine göre mana vererek, bazı sözleri bozmakla yetinmektedir. O halde bu vehhâbînin, bir şey aslında Cumhûra göre, yâ haramdır, ya tevakkufdur, ya mübahdır; nitekim mu’tezile mezhebinin reyi ve bir taifenin de mezhebi budur, şeklindeki tekerlemesi, tamamen asılsız, boş, yersiz olup, anlayışının sakatlığından, mes’eleleri o ilmin âlimlerinden incelemeden, kitablann ne demek istediklerini anlamadan, onları tahrife ve kendine göre ma'nâ vererek değerlendirmesinden doğmaktadır. Hikâye anlatmak başka şey, âlim olup ilimden bahsetmek başka şeydir. Ne demek istediğini anlamadan ve fetva âlimlerine baş vurmadan kitâblardan ibâreler nakletmek doğru olmaz. Rivâyetlerde ayrılık olursa, müftînin, râcih ve mercûhu, ma’mûl ve metrukü, zâif ve kavîyi, ya’nî ağır ve hafîfi, amel edileni, edilmiyeni, zâifi ve kuvvetliyi, araştırıp, bulup ağırı, amel edileni ve kuvvetliyi seçmesi vâcibdir. Kendini hayret, an-

        rniRirr-

    Iıyamamazlık uçurumlarına almamalıdır. Diğerlerinin hidâyeti bilinmektedir. Onun inceleme sahasına giren her mes’eleyi kabûl etmeli, diğerlerini ehline bırakmalıdır.

    Bu mes’elenin usûl mes’elesi olduğu bildirildi. Biz de oradan işin içyüzünü geniş olarak açığa çıkardık. Şimdi fukahanın mübahlık üzere amel ettiğini diğer kitablardan da bildirelim. Eşbâh sâhibi aynı kaidede yazıyor ki: Hidâyede had cezaları bahsinde diyor ki: «Mubahlık asildir.» Haramlık ve mübahlık delilinin çatışmasında, haremliği takdimde, öne alma kaidesinde diyor ki: Usûl âlimleri bunu neshin azaltılmasına bağladılar. Çünkü mübahı öne almak neshin tekrârını gerektirir. Çünkü eşyada a,sİ olan mübahlıktır. Anlamalıdır ki, mübahlıktan murâd, burada fetretteki aslî mübahlıktır. Hernekadar bu istidlâlde, ya’nî neshin lüzumunda uzun söz var ise de, asılda mübahlığı ikrar, üsûl âlimlerinden sâbittir. Hamevî Eşbâh ve Nezâir şerhinde, metnin müellifinin, eşyâda asi olan mübahlıktır sözünü açıklarken diyor ki: Allâme Kasım bin Katlubga bazı taliklerinde bildiriyor ki, eshâbımızın Cumhûruna göre, kavl-i muhtâr, mübahlığın asi olmasıdır. Fahrül İslâm fetret zamanı kelimesini de koymuş, ve, insanlar hiçbir zaman başıboş bırakılmamıştır. Bunun için bu, fetret zamanı içindir. Çünkü şeriatlar bozulmuş, tahrif edilmiş, şeriatlardan bir şeye itimad ve güven kalmamıştı. Anlaşıldı ki, mübahlık, haramlık ve mübahlığı gösteren bir şey bulunmadığından, ıkâb ve azâb olunmamak anlamındadır, diyor. Bu sözün delîli, Allahü Teâlânın: «Allahü Teâlâ yeryüzünde olanların hepsini sizin için yarattı» âyet-i kerîmesidir. Bu, Allahü Teâlânın bize ihsân olarak yarattığını bildiriyor. Minnetin, ihsanın en yüksek şekli, fâidelenmeyi tamamen açmaktır. Böylece mübah olduğu sâbit oldu. Metin sâhibinin, bize göre hüküm ezelî olmakladır, sözünde diyor ki, süâlin cevabı sözünde bulunmaktadır. Size göre hüküm ezelîdir, şeriattan ön-

    ce sâbittir denirse, şerîattan önce hüküm yoktur sözünüz naşı! doğru olur!

    Cevabın îzâhı: Hükmün kendisi ezelî olsa da, mükelleflerin fiillerine ihtiyârî bağlılığı ezelî değildir. Ondan murâd, ihtiyârî hükmün fiile bağlanmaması olup, ilmin bağlanmaması değildir. Çünkü bize göre bu ezelîdir. O halde, ihtiyârî bağlılık şerîattan önce var demek, fâidesi olmadığı için, uzak düştü. Eğer bağlansa, bağlanması bir fâideyi sağlamak için olacaktır. O ise, şerîattan önce mümkün değildir. Çünkü o, vaktinde emr edileni yapmaktan ibâfettir. Bu işe onun nasıl olduğunu bilmekle olur. Şerîattan önce ise bu bilinmiyordu. Allahü Teâlâ îsrâ sûresi onbeşinci âyet-i kerîmesinde, «Bir ümmete, Resûl gönderip, hak yoluna davet etmeyince, azâb etmem» duyurulması bunu gösteriyor. Ama bir fâide ile, terkine ikab olunur. Şerîattan önce bu da geçersizdir. Çünkü fâidesizdir.

    Metin sâhibinin, meçhûl bitki sözünü açıklarken, bundan tütün içmenin halâl olduğu anlaşılır diyor. Vikaye şerhinde, hade.s olmıyan necs olmaz sözünü açıklarken diyor ki, çünkü akanın [kan, irin] harârn olduğuna, kalanın ise aslı üzere kalıp, halâl olduğuna ve temizlemek gerektiğine hükmetmişlerdir. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i şerifleri iddiamıza açık delildir. Abdullah İbni Abbâs’dan (radıyallahü anh) bildirilir. Buyurdu ki: «Câhiliye zamanındakiler bazı şeyleri yerler, pis şeyleri yemezlerdi. Allahü Teâlâ peygamberlerini gönderdi, kitâbını indirdi, halâl olanları halâl, harârn olanları haram olarak bildirdi. Halâl kıldıkları halâl, haram dedikleri harâmdır. Söylemedikleri afv edilmişlerdir.» Şeyh Abdullah Mişkât tercemesinde, bu hadîsin zeylinde yazıyor ki: Buradan anlaşılıyor ki, eşyada asi olan mübahlıktır. Sonunda diyor kİ: Bazı şeylerin harârn olduğu kesin olarak sâbittir, bazıları işe kitâba ilâveten sünnetle sâ-

        .......ilimci-, jaııııiıau

    bittir. Lâkin İbni Abbâs (radıyallahü anh) kitâbr okudu fakat sünnet [hadîs-i şerifler] çok olduğu için hepsini okumadı. Yahud da onun (radıyallahü anh) bu âyet-i kerîmeyi okumaktan muradı, haramın vahyle olduğunu, câizin nefsin arzûsundan olmadığını bildirmekti. Aynı maksadla olduğunu arabça şerhde de yazmıştır.

    Molla Aliyyulkarî Şerh’de yazıyor ki: Bu da gösteriyor ki, eşyâda asi olan mubahlıktır. İbni Abbâsın (radıyallahü anh) hadîsinin açıklamasında diyor ki, peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): «İşler üçtür. Rüştle, hidâyete götürenler; onları yapınız. Azaba götürenler; onlardan sakınınız. İkisi arasında olanlar, onları Allar hü Teâlâya bırakınız» buyurdu.

    Medârik tefsirinde En’âm sûresi yüzkırkbeşinci, âyet-i kerimesini açıklarken diyor ki: Bu da gösteriyor ki, haram, ancak Allahü Teâlâmn vahyi ile şerîati ile sâbit olup, nefsin arzû ve hevâsından değildir.

    Şimdi peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Hulefâ-i râşidîn (radıyallahü anhüm) ve dört imâmdan (rahmetullahi aleyhim) sâbit olmayıp, fukahanın mubah, belki müstehab olarak bildirdikleri cüz’î mes'elelerî kıymetli kitâblardan yazayım:

    Biri şudur ki; nemaza niyyet ederken dil ile söylemek de metin ve şerhlerde yazılı, çoğu fetvâlarda müstehâb olduğu bildirilmektedir. Şâfiî âlimlerinin Cumhurunun muhtar kavli de budur. Vikaye’de diyor ki: «Kalbde niyyet varken dil ile söylemek de efdaldir.» Muhtasarı Vikâye’de: «Kalbde niyyet olduğu halde, dil ile söylemek de efdaldir» diyor. Muhtasarı Vikâye şerhi Bercendî’de diyor ki: Tahâvî şerhinde, en iyisi, kalbin niyyetle, dilin zikrle elin kalkmak ile meşgul olmasıdır diyor. Hidâye’de diyor ki: Dil ile zikre gelince, ona itibar olunmaz, azîmetin toplan-

    ması İçin beğenilir. Muhitte diyor kî: Dil ile zikr sünnettir. O halde, yâ rabbi, filân nemazı kılıyorum. Onu bana kolay eyle ve bu nemazımı kabûl eyle demelidir. Halbuki dil ile niyyet Resûlullahdan (.sallallahü aleyhi ve sellem), Hulefâ-i râşidin ve dört imâmdan bildirilmiş değildir. En büyük bid’at fırkalarından olan Zâhirîyye mülhidleri de, bu vehhâhî gibi lâflar ettiler. Ama Hanefî ve Şâfiî âlimlerinin Cumhûru bu sözleri, cevâb vermeye bile uygun bulmadılar.

    Bahrurrâik'de diyor ki: Niyyet ederken dil ile de söylemede ayrılık oldu. Münyetül Musallî’de, müştehabdır, muhtar kavil budur diyor. Müctebâ'da da böyledir. Hidâye ve Kâfî’de: Anlaşılıyor ki, azîmeti toplaması bakımından beğenilir diyor. İhtiyâr’da Muhammed bin Hasan’a çıkararak sünnet diyor. Muhît ve Bedâyı’de de böyledir. Kunye’de, bid'attir, ancak kalb ile niyyet edemezse, o zaman dil ile söylemek mübah olur. Bazılarından bildirilir: Sünnet olan yalnız kalb ile niyyet etmektir. Kalbindekini dili ile de söylerse câizdir dediler. Münye şerhinde bazı âlimlerin mekrûh dediği, Fethül kadîr’den anlaşılan bid’at olduğudur. Çünkü, bazı hadîs âlimleri, dil ile de niyyet, Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) sahîh veya zaif bir yolla bildirilmedi; iftitah tekbîri zamanında, filân nemazı kılıyorum dediği hiç sâbit olmadı. Aynı şekilde Eshâb-ı kirâm ve Tabiîn-i ızâmdan (aleyhimürrıdvân) da böyle bir şey bildirilmedi. Aksine Resûlullah (allallahü aleyhi ve şellem), nemaza kalktığı zaman, Allahü ekber derdi. Elunun için bid’attir dediler.

    Musannifin (azîmeti toplamak için) sözünden, bu niyyetle olmadan iyi olmıyacağı anlaşılmaktadır. Çünkü insanın düşüncesi dağılır. Dil ile söyleyince, kalbinin hatırlamasına yardım etmiş olur, böylece kendini toplar. Sonra bunu Tecniste gördüm. Diyor ki: Kalb ile niyyet, kalbin

                rifflnrr Tiır

    inmelidir. Niyyette dil ile söylemeye itibâr olunmaz. Dil ile de söylemeli diyenler, azîmeti toparladığı için demişlerdir. Fethü! kadîr’in yazısı burada bitti.

    Bahrürrâik sâhibi yine diyor ki: Münye şerhinde, dört mezhebin imâmlarından dil ile niyyet bildirilmedi, bunun için azîmeti toplamak niyyetiyle olursa, bid’at-ı hasene olarak yazılır diye ilâve ediyor. Uzun yıllar, her tarafta böyle yapılageldiğinden dolayı, herhalde sünnet dedi. Bununla insanların beğendikleri tarz demek istedi, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) yoludur demek istemedi.

    > Aliyyülkârî Mişkât şerhinde diyor ki: Âlimlerin çoğu, niyyetin ma’nâsının kolay anlaşılması ve hâzır olması için, kalb ile niyyeti dil ile birleştirmek müstehabdır dediler Hidâye sâhibi, azîmeti topladığı için beğenilir dedi. Muhakkik İbni Hümâm buyurdu ki: Bazı hadîs âlimleri, Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem), dil ile niyyet sâbit olmamıştır deyip, yukarıda Fethıulkadir'de yazılanı bildirdiler. Fethülkadîr’deki yazıları tamamen yazdıktan sonra diyor ki: Denildi ki, niyyette dil ile söylemek câiz olmaz. Çünkü bid’attir; yapmada olduğu gibi, yapmamada da Resûlullaha uymak lâzımdır. Şerîatın sâhibinin yapmadığı bir işi devam üzere yapan bid'at ,sâhibidir. Bazan da, evet bid’attir, lâkin bid'at-i basenedir; niyyetin kalbde hazır olmasına, yardımı olacak kimseler için, âlimler dil ile de olması beğenilir dediler diyorlar. Ama Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâbı, cem’ ve huzûr makamında olduklarından, dil ile söylemenin, kalbde niyyet hazır olmasına yardım etmesine ihtiyaçları yoktu. Yine denildi ki, dil ile de söylemek nemazın .sahîh olması için şarttır. Bu söze yanlış, hatâ ve icma'a muhalif dediler. Lâkin bize göre husûsî bir yeri vardır. O da niyyet etmede vesvesesi olanların,

    dil ile söylemeden, vesvese sebebiyle niyyet edemiyenlerin dil ile de niyyet etmeleridir. Böyle kim.seler için, zorluğu gidermek bakımından dil ile de niyyet edince, şart [farz] olan niyyeti yapmış olur denildi. İbni Kayyimin dil ile niyyet yapılmaz sözünü bildirdikten sonra diyor ki: Bu on bid'attan hiç biri, Resûlullahdan sallallahü aleyhi ve sellem) sahîh veya zaif, müsned veyâ mürsel bir sened, tek bir söz bildirilmiş değildir. Hattâ Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) hiç birinden bir sened yoktur. Tabiînden birinin beğendiğini gösteren bir delil ve dört imamdan birine dayanan buna âid bir haber yoktur. Muhaddis Cemâleddin Fîrûzâbâdînin sözünü bildirdikten sonra diyor ki: İmâm-ı Kastalânî Mevâhîb-i Ledünniyye’de diyor ki: Sözü toplarsak, peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dille niyyet ettiğini bildiren bir kimse yoktur. Eshâb-ı kirâmdan da böyle dil ile niyyet ettiği bilinen hiç kimse yoktur. Halbuki Sünende Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) bildiriliyor: «Nemazın anahtarı abdest, taıhrîmıi [yasaklığın başlaması] tekbîr, tahlili [halâlhğın başlaması] selâmdır» buyurdu. Sözüne devâm ediyor ve ibni Kayyim Hedy kitâbında, müstehab olmasını red etmektedir. Delilleri uzun uzun anlatmaya, yazmaya kalkarsak maksaddan dışarı taşabiliriz. Bilhassa esbabımız [mezhebimizin âlimleri], müstehab olduğunu söylemekte karar kıldılar sözü gibi.

    Molla Aliyyulkari, Fıkh-ı Ekber Şerhinde diyor ki: Aynı şekilde râfızî tâcı giymek mekrûhdur. Küfr değilse, tahrîmen mekrûhdur. Çünkü Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) «Bir kimse bir kcsvme benzerse, anlardandır» buyurdu. Ama onların memleketinde bulunur, buYıunla emr olunur ve onları takîb etmesi söylenirse, zararı olmaz. Bazı âlimlerin cevâblarından, bu kimseye nehy-i münker yapılacağı anlaşılıyor. Şöyle ki Özbeklerin giydiği kalensüve de bid’attir. O halde yerinde değildir. Halbuki

    biz, kâfirlerin ve bid’at sâhiblerinin kendilerine mahsûs şiar ve alâmetlerini yapıp, kullanıp, onlara benzemekten men olunduk, her bid’attan değil. Mubah olan bir işde ise, ehl-i .sünnet, yahut kâfir ve bid’at sâhibleri yapmış olsa hep aynıdır. O halde bu konuda esas, şiardır, alâmettir.

    Münyetül musallî’nin tetemmelerinde diyor ki. Şükür Secdesini, İmâm-ı Tahavî Ebû Hanîfe hazretlerinden bildiriyor. Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh), onu bir şey görmedim buyurdu. Ebû Bekr-i Zâhidî, bunun ma’nâsı, vâcib, yahud sünnet değil, belki mübahdır, bid’at değildir demektir diyor. İmâm-ı Muhammedden, bunu beğenmediği bildirildi. Lâkin, buyurdu ki: Bir ni’met ele geçtiğinde, yahut bir sıkıntı ve musibeti atlattığında şükür secdesi müstehab olur. İmâm-ı Şâfiî hazretleri de bunu aldı. Şöyle yapılır: Kıbleye karşı, Allahü ekber deyip, secdeye varır. Aliahü Teâlâya hamd ve şükr ederTesbîh eder. Sonra Allahü ekber deyip, başını kaldırır. Ama .sebebsiz yere olursa, kurbet de, mekrûh da değildir. Nemazlardan sonra yapılırsa, mekruhdur. Çünkü câhiller, bunu sünnet ve dinin ’ emri sanar. Hattâ vâcib olduğunu zannederler. Böyle olan mubahları işlemek mekrûh olur. Fetvâ ise, şükür secdesinin câiz ve müstehab olduğu ve mekrûh olmadığıdır.

    Aynı kitabda diyor ki: Bayram günü, Allahü Teâlâ bizim ve sizinkileri kabûl etsin demekte bir mahzûr yoktur. Selefden sonraki âlimler her namazda tesvîbi [tekrâr bildirmeyi] beğendiler. Dümilmıuhtârda diyor ki: Ezân ve ikâmet arasında, tesvîb edilir, ya'nî yeniden insanlar nemaza çağrılır. Akşam nemazından başka, bütün nemazlarda olduğu bilinmektedir.

    Yine diyor ki: Ezandan sonra selâm [salatü selâm] hicri yediyüzseksenbir yılı Rebiülâhır ayının pazartesi gecesi yatsı vaktinde, sonra Cum’a vaktinde, sonra on yıl geçince akşam vakti hâriç bütün vakitlerde okundu. Sonra akşam vaktinde iki defa tekrâr edildi. Halbuki bid'at-i basenedir.

    Yine Dürrül muhtâr'da diyor ki: İnsanların Arefe gügü, Arafattan başka yerlerde, Arafattakilere benzemek için, vakfeye durmaları, bir şey değildir. Nefy [olumsuzluk] yerine kullanılan belli olmamazhktır. İbâdetler, farz, vâcib, [sünnet] ve müstehab cinsinden olunca, bu mubahlık ifâde eder. Müstehabdır da denildi. Müsekkin'de de böyle diyor. Bâmânî der ki, vakfe yapmadan ve başlarını açmadan bu günün şerefi için toplanıp, va'z dinlerlerse, kerahatsız, söz birliği ile câizdir-

    Aynı kitabda diyor ki: Hulefâ-i Râşidînin ve Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) iki amcalarının [hazreti Hamza ve Abbâs (radıyallahü anhüm)] isimlerini hutbede söylemek mendub [müstehab]dır. Sultana düâ edilmez. Kuhistânî câizdir, fakat tahrîmen mekrûhdur dedi ve bunu yapılmaması gerekenlerden saydı.

    Aynı kitabda Vehbâniyye kitâbından alarak diyor ki: Aşûrâ günü sürme çekmeleri mekrûhdur. Karışık olarak her zaman kullanıyorsa, mahzûru yoktur, ecrini alır. Kun^ ye’de Vebrîden bildirir. Hakkında kuvvetli eser bildirilmedi. Mahzûru yoktur. Hattâ şevâbdır. Aşura günü büyük gündür. O gün oruç tutmak müstehabdır. [Muharremin onuncu günü olan Aşura günü oruç tutmak istiyen bir önceki veya sonraki günü de tutmalıdır]. Aşura günü sürme çekmek sünnet olur. Ama Ehl-i beytin buğzuna alâmet olunca, terki vâcib olur denildi.

    Câmi-i Sagîrden ve Şerh-i Zahirîden bildirir: Her on âyette bir nişan koymak ve noktalamak mekrûh olur. Âlimler bir mahzûr bildirmedi. Çünkü arab olmıyanlar noktasız okuyamazlar. Amma sûrelerin isimlerini, âyetlerin sayılarını ve benzeri şeyleri [Kur’ân-ı kerîme] yazmak bid’ai-i hasenedir. Alâ-i Tercümânîden bildirir: Mushafda vakf ve on âyette bir nişan etmekte bir mahzûr yoktur-

    Şerefül eimme Mekkîden bildirir: Kabrin başında Kur’ân-ı kerîm okumak bid’at-i hasenedir. Hacendî’den bildl-

    — 228 —

    rım   

        nmrrrmr

    rir: İmâm, her sabah nemazından .sonra, cemâat hâzır olduğu halde, Âyet-el Kürsî, Bakara sûresinin sonu [Âmenerresûlü], Şehidallahü ve benzerlerini sesli okumayı, âdet etmişse, mahzûru yoktur. En iyisi sessiz [herkesin kendi] okumasıdır. Vebrîden bildirir: Kur’ân-ı kerîmin hatmi yapılırken İhlâs sûresini toplu olarak sesli okumakta mahzûr yoktur. Biri okur, diğerleri dinlerse daha iyidir. Serahsî Şerhinden bildirir: Bir cemâatin hep birden sesli Kur'ân-ı kerîm okumaları mekrûhdur. Çünkü bunda dinlemeyi terk vardır. Halbuki biri okurken diğerinin susması emirdir. Fetâvâ-yı Kirmânî’den bildirir: Bunda bir mahzûr yokturFetâvâ-yı âlemgîrî'de diyor ki: Kur’ân-ı kerîmde sûrelerin isimlerini ve âyetlerin numaralarını yazmakta mahzûr yoktur. Sonradan yapılmış olmakla beraber, bid’at-i hasenedir. Sonradan çıkıp da bid’at-i hasene olan şeyler az değildir. Zaman ve mekâna göre tatbîk edilen şeyler çoktur. Cevâhir-ül ahillâ’da da böyle diyor.

    Yine aynı kitabda yazıyor: Fakîh Ebû Ca’ler hazretlerine, vird olarak Kur'ân-ı kerîm okuyup, ardından sesli tekbîr getirmelerinden soruldu, cevâbında: Bundan muradları şükr ise, mahzûru yoktur. Yine diyor ki: Kur'ân-ı kerîm hatminde, sesli olarak topluca ihlâs sûresini okumakta mahzûr yoktur. Eğer biri okur, diğerleri dinlerse, daha iyi olur. Kunye’de de böyle diyor. Hanımı ve çocuklarını da hatimde bulundurması ve onlar için de düâ etmesi müstehab olur. Yenâbi' kitâbında da böyle yazıyor.

    Kadıhânda diyor ki: Ramazân-ı şerîf ayındaki hatimde, cemâatle hatim düâsı yapmak hakkında ayrı diyenler oldu. Selefden sonraki âlimler iyi olur dediler. Buna ve hatm düâsı yapılırken üç kerre ihlâs okumakta bir mâni yoktur. Irak âlimleri bunu beğenmişlerdir. Ancak beş vakit nemazlardan sonra olmaz.

    Fetâvâ-yı âlemgîrî'de diyor ki: Mühim bir işi için, beş

    — 229 —

    vakit namazdan sonra, gizli veyâ sesli, topluca Fâtiha okumak mekrûhdur. Kadı Bediuddin, mekrûh olmaz sözünü seçti. Kadı İmâm Celâlüddin, kılınan farzdan sonra, sünnet varsa mekrûh olur, yok,sa olmaz sözünü seçti. Tâtârhârayye’de de diyor ki: Bir gurub toplanıp Fâtîha’yı şerîfeyi sesli olarak düâ niyyetiyle okusalar, âdet olarak men edilmezlerEn iyisi sessiz okumalardır. Hacendî’de diyor ki: İmâm her sabah cemâatle sesli olarak Âyetel kürsî, Âmenerre.sûlü, Şehidallahü ve benzerlerini okumayı itiyâd etse, mahzûru yoktur, gizli okumak daha iyidir. Hatmin sonunda üç kerre kulhüvallahü... oku-

    ' mayı, bazı âlimler beğenmediler, çoğu iyidir dediler.

    Bahrûrâik’de Tecnîs’den hutbe bahsinden alarak diyor ki: Hutbede Hulefâ-i râşidînin isimlerini söylemek iyidir. Bu şekilde yapılagelmiştir. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) iki amcalarının [Hazreti Hamza ve Abbâs (radıyallahü anhüma)] isimlerini söylemek de iyidir.

    Velhâsıl, bu cinsten mes’eleler incelenirse, ayrı bir kitâb olur. Bid’at fırkalarının mezheblerinin, yollarının aslı şudur ki, menkul olmıyan, bildirilmiyen her şey, mekrûh ve haramdır. Bu kararlarını yer yer, ayrı şekillere sokup, çeşit çeşit yaldızlara batırıp ortaya koyuyorlar. Bütün bu mügalatalan, yerin uygunluğuna göre, burada bildirmek münâsip görüldü. Bir işe başlamadan önce gereken uyarı yapılmalıdır. Şöyle ki, dinde mekrûh kelimesi çeşitli ma’nâlarda kullanılmaktadır. Terk-i evlâdır sözü de böyiedir. Buraya kadar anlatılanlardan bu ma’nâ anlaşıldıysa da, burada da ayrıca bir açıklama yapılacak :

    Adudiî'de diyor ki: İkincisi terk-i evlâdır. Meselâ Duhâ [kuşluk] nemazını terke mekrûhdur denir. Çok faziletli olmakla berâber, terki hakkında bir yasaklık yoktur. Ö halde terkinde, bir derece aşağı bırakmak var demektir. Mekrûh kelimesi kullanılır ve murad ayrı bir husûsiyet olurMeselâ İmâm-ı A’zam (rahmetullahi aleyh) yaya olarak hac yapmak mekrûhdur buyurdu. Âlimler, maksad, rahatsızlanır yahut yürümeye takati kalmaz; bu mekrûhdur [iyi değildir], yoksa mutlak mekrûh değildir. Çünkü ibâdettir. Adak yapılır dediler. Nitekim Fethırfkadir de açıkça yazılıdır.

    (Kırk Sekizinci Süâlin cevâbında diyor ki: Âdet olarak, insanlar arasında meşhûr olan Fâtiha okumanın aslı yoktur. Zira Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem), Sahâbeden ve Tâbiînden (radıyallahü anhüm) insanlar arasında yapıldığı şekilde bir okuma tarzı bildirilmiş değildir. Resûlullahdan ve Sahâbeden bildirilmemiş olan bir şey, gayr-i meşrû’dur. Nitekim Hidâye sâhibi bir çok yerde, Resûlullahdan ve Sahâbeden nakil bulunmamasını delil olarak göstermiştir. Bunlardan biri, Nemaz kısmında, nemaz kılmanın mekrûh olduğu vakitleri anlatırken diyor ki: Fecir doğduktan sonra, iki rek’at [sünnetten] başka nâfile kılmak mekrûhdur. Çünkü Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), nemaz kılmağa o kadar düşkün olduğu halde, bundan fazla kılmadı. Biri de, şudur ki, Bayram bahsinde diyor ki: Namazgâhda bayram nemazmdan önce nâfile kılınmaz. Çünkü Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) nemaz kılmağı çok istediği halde, bunu yapmadı.) diyor.

    Bu iki rivâyeti kendi iddiasını kuvvetlendirmek için bildirmesi, anlayamaması sebebiyledir. Çünkü naklin bulunmaması başka şey, bulunmadığını nakl etmek ise başka Şeydir.

    Fâide: Resûlullah bu husûsta çok hırslı, arzulu idi, sözünü anlamak düşmanın nasibi olsun. Hidâye sâhibinin muradı şudur ki: Resûlüllahın, çok sevâb almak arzûsu olduğu halde, o vakitte nafileyi terk etmesi, o vakitte nafile nemaz kılmağı mekrûh tutmasındandır. Yoksa kılarlardı. Aynî Hidâye haşiyesinde yazıyor ki: Etrârî diyor ki, mekrûh olmasaydı, yapardı. Ben derim ki, bu, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) iki rekat sabah nemazına bir şey eklemediği hadîsini bildiğini gösteriyor. Bunun için Ekmel diyor, ki: Nâfile fazîletini almakta çok arzûlu olduğu halde terketmesi, mekrûh olduğuna delildir. Biz bunu İmâm-ı Müşlimin, hazreti Hafsa'dan İbni Ömerin (radıyallahü anhüm) bildirdikleri hadîs-i şerîfde, daha önce

    bildirmiştik. Şöyle ki hazreti Hafsa (radıyallahü anhâ) şöyle bildirir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) sabah olunca, yalnız kısa iki rek’at nemaz kılardı. Bu gösteriyor ki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) nafile nemaz sevabına kavuşmayı çok istediği halde, bu iki rek’ata bir şey eklemedi. Müctebâ kitâbında diyor ki: İki rek’at sabah nemazında kısa okumalıdır. İbni Ömer (radıyallahü anhümâ) der ki: Resûlullahdan duydum. Sabah nemazında zamm-ı sûre olarak Kâfirûn ve İkinci rek'atta İhlâs sûresini okudu. [Ya’nî sabah nemazının sünnetinde]-

    Mebsût'da diyor ki: İki rek’at sabah nemazından başkası yasaktır. Aynî bunu açıklarken Şerh'de diyor ki: Bayram nemazından önce câmide nâfile nemaz kılınmaz. Çünkü Resûlullah (Sallallahü aleyhi ve sellem), çok nemaz kılmak istediği halde bunu yapmadı. Altı hadîs İmâmı, Saîd bin Cübeyr’den, o da Abdullah İbni Abbâsdan (radıyallahü anhüm) bildirir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) câmiye çıktı. Eshâbı ile nemaz kıldı. Önce ve sonra nemaz kılmadı. İbni Mâce Sürteninde Atâ bin Yesâr’ın Ebû Saîd Hudrîden (radıyallahü anh) bildirdiği hadîste: «Resûlullah (sallallahü aleyi ve sellem) bayram nemazından önce bir nemaz kılmazdı. Evine dönünce, iki rek’at kılardı.»

    (Biri de, hac bahsinde diyor İd, bir idmse ihrâm giyse evinde yahut yanındaki kafeste bir av bulundursa, onu salıvermesi gerekmez.. İmâmı Şâfiî hazretleri, Salıverir dedi. Çünkü o avı mülkünde tutmak, elinde tutmak gibidir. Bize göre, Eshâb-ı kirâm (aleyhimürridvân) evlerinde eve alışan av hayvanları bulunurdu. Bunları bıraktıklara bildirilmedi. Bu âdet böylece yayılmıştır. Bu da hüccetlerden biridir) diyor.

    Bu mes’eleyi kendi iddiasına delil getirmesi, delilik gibi bir şeydir. Çünkü iddiası, nakl edilmiyen birşey gayr-i meşrû’dur idi. Bu mes’ele ise şöyledir: Bîr kimse ihramb olur ve evinde veya yanındaki bir kafeste bir yabâni hayvan bulunursa, ihrâmı olanın bunu salıvermesi, vâcib de-

        rrımunırıı    rrıır

    gridir. Çünkü E^hûb-ı kiramın evlerinde yabârıi hayvanlar bulunurdu ve ihramdan sonra salıvermezlerdi. Süregelen âdet şöyledir ki, ihrâm giydikten sonra yabâni hayvanları bırakmazlardı. Müslimanların devâm edegelen âdetleri, dînin hüccetlerinden bir hüccettir. Buradan yabânî hayvanları bırakmanın vâcib olmadığı iyice anlaşıldı. Düşünmelidir ki, iddiası ile ne ilgisi vardır! Ve asıl mukaddime ya'nî süregelen âdetlerin hüccet, sened olması, kendilerinin çıkardıkları yeni dînin pazu kemiğini kırmaktadır.

    Aynî Hidâye şerhinde yazıyor: Bize göre, Sahâbe-i kirâm (aleyhimürridvân) ihramlı iken evlerinde yabânî hayvan, kuş bulundururlardı, sözünü İbni Şeybe kitabında Ebû Bekr-i Ayyâş, Yezid bin Ebû Ziyâddan o da Abdüllah'ı Haristen bildirir «Hac yapardık. Avlarımızı ehlimizin yanında bırakırdık. Onları salıvermezlerdi » Abdüşselâm bin Harbin Leys’den, Onun Mücâhidden, İmâm-ı Mücâhidin hazreti Alîden (radıyallahü anh) bildirir: Hac yapan insanların yanında yabânî hayvanlar gördü. Salıvermelerini emr etmedi. Salıverdikleri de bildirilmedi. Ya’nî Eshâb-ı kirâm,dan, ihrâm giydikten sonra, yabânî hayvanları salıverdikleri nakl olunmadı. Böylece bu âdet yayıldı. Bu hüccetlerden biridir, ya'nî hüküm olunması yaygın hüccet olan âdetlerden biridir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) : «Mü’minlerin güzel gördükleri şey, Allahü Teâlâ katında da güzeldir» buyurdu. Kâkî hazretleri, her yere yayılan âdet, söz ile olan icma’ gibidir dedi.

    Buraya kadar, Hidâye’deki yazıların, onun iddiasına uymadığını açıkladık. Şimdi iddiasının asılsız olduğunu, Hidâye sâhibinin açık sözlerinden ortaya koyayım. Hidâye sâhibi, bir çok yerde, Resûlullahın ve Sahâbenin zamanında olmıyan bir şey için güzel denebileceğini açıkça bildiriyor ve diyor ki: Tesvîb [tekrâr bildirmek], ya'nî sabah ezânı ile ikâmeti arasında iki defa hayyaalassalâh ve hayyaalelfelâh demek güzeldir. Diğer nemazlarda mekrûh

    olur, Tekrâr, ya’nî bildirdikten sonra bildirmek demektir. Bu da herkesin bildiği gibidir. Bu tesvîbi, Küfe âlimleri, insanların halleri değiştiği için ve sabah nemazlarındc. bulunmaları için, Eshâb-ı kirâmın zamanından sonra ihdâs ettiler. Nitekim yukarıda bildirdik. Sonraki âlimler, din işlerinde gerileme olduğundan, her nemaz vaktinde söylenmesini beğendiler.

    Beis yoktur [mahzûru yoktur] sözü, bu cins şeylerde, Hidâyede çok geçmektedir. Meselâ diyor ki: İçinde tazîm olunacak şey bulunduğundan mushafı süslemekte beis yokturMescidin kireç, sac ve altın suyu [yaldız] ile süslenmesi, nakşedilmesi gibi olur. Mescide, kireç, saç ve yaldızla nakış yapmada bir beis yoktur. Beis yoktur sözü, bunun önceden yapılmadığını, fakat yapılırsa günâh olmıyacağım gösterir. Kurbettir diyen de oldu. Hidâye sâhibi, çeşitli yerlerde, mübahlığin asıl olduğu hükmünü açıkça yazmaktadır. Had cezaları kısmında, Eşbahda geçen ifâdeyi kullanmakta ve ganîmetler kısmında: «O halde mübahlığin a,si olması, ihtiyâç için devam üzere kaldı» diyor. Kâfirlerin istilâsı bahsinde diyor ki: «Bize göre istilâ, mübah mal için bildirilmiştir. O halde mülk için sebeb akdolunmuş oldu.» Dürrülmyhtâr sâhibi, bu muhtar olan sebebi olumsuz kılıp, anlıyamamazlığından kendi büyüklerine uymıyan bir başka sebeb ileri sürüp, onda da bu asıl olmadan, onun sebebi de tamam olmamaktadır.

    HÎO'âye’deki rivâyetleri bildirdikten sonra, bir rivayet nakledip diyor ki: Kâfirûn .sûresini toplu olarak okumak mekrûhdur. Çünkü bid’attir. Sahâbe ve Tâbiîn hazretlerinden bildirilmedi. Âfemgîrî'den ve Nisâb-ül-ihtisOb’dan, kendine göre haklı olduğunu gösteren yerler buldu ve iddiasını isbatta kullandı. Şu kadar da anlamıyor kî, birbirine uymıyan din imâmı müctehidlerin yolu, sahîh hadîsler, metin ve şerhlerdeki ayrılıklar, belki mezheblerin usûl ve ve furûundaki ihtilâflar, muhtâr kavil alâmeti ve mifta bih olmıyan, aynı zamanda bildirdiği rivâyetten önce ve sonra, bu rivâyete uymıyan birçok rivâyetleri de bulunan ve bunlar güvenilir imamların seçkin sözleri olan, bir Alemgîr’in rivâyeti ile nasıl isbat edilmiş olabilir. Bu fetvâ sâhibleri, kitablarında her çeşit, çeşitli rivâyetleri toplar. İstinâd edilen, muhtâr kavil, miftabih [fetvâ bunun üzerinedir denen kavil] ve amel olunan budur denilen rivâyettir. Bu da ancak, güvenilen âlimlerin tasrîhi, açıkça belirtmesi ile, usûl ilmini iyi bilmek ve bu ilimde meleke sâhibi olmakla anlaşılır. Nisâb-ül îhtîsâb kitabında hiçbir kitâba havâle etmiyor, bu konuyu filân kitâbın, filân bahsinden' bakın demiyor. Halbuki Nisâb kitâbının sâhibi, o tabakadan değildir ki, sözü, müstenid olan Tabakât âlimlerinin kitablarına havâle.siz sened olsun.

    Derin fıkıh âlimleri, bunun gibi yüzlerce mukaddimede, evet bid’attir, ancak basenedir diye yazmışlardırMünye’nin tetemmesinde yazıyor ki; bunda bir beis yoktur: Rivâyetin ma’nâsı vâcib bilerek okumak mekrûhdur demektir. Çünkü Sahâbe ve Tâbiînden nakl edilmiş değildir. Nitekim kerâhat rivâyetinin manâsında tayin, yânî belirtme ayni Alemgîrî’de vardır: Nemaz için Kur’ân-ı kerîmden bir yer tayin ediıp okumak mekrûhdur. Tahavî ve İsbîcâbî der ki: Bu, bunu vâcib görüp, başkası câiz oimaz, yahut bundan başkasının okunmasını mekrûh bildiği ve gördüğü zamandır. Ama kendisine kolay geldiği için, yahut o sûreyi okumakla bereketlenmek için olursa, mekrûh olmaz. Fakat arada bir başka okuması şarttır. Böylece câhiller, o okuduğundan başkasını okumanın câiz olmadığı düşüncesinde olmazlar. Tebyîn kitabında da böyle diyor.

    İhyâ kitâbında diyor ki: Onlardan biri de, hatibin ipeği daha çok olan siyâh elbise giyinmesidir. Böyle yapan fâsıktır. Ona nehy-i münker yapmak vâcibdir. Fokat yalnız siyâh elbise mekrûh değildir. Lâkin sevilen renk de değildir. Zirâ Allahü Teâlânın en çok sevdiği elbise, beyaz olan-

    dır. Siyöha mekrûh ve bid’at diyen, birinci asırda kullanılmadığı için demiş olur. Fakat yasaktır demek istemez. Bu bakımdan buna bid’at veya mekrûh demek doğru olmaz. Belki terki daha iyi olur. Mevâhib-i ledünniyye’de diyor ki-, Mekrûh, ya,saklığı, bilerek sâbit olan şeydir. Bunda ise böyle bir subût yoktur. Herhalde hilâf-ı evlâya mekrûh demiş olsalar gerekir.

    (EUükinci süâlin cevabında diyor ki: Süâl soran, bid’atın anlamını sordu ve bid’atın kaç anlamı vardır? diye yazdı.

    Bahrürrâik’de diyor ki: Bid’ât, Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) ilim, amel ve hal olarak, hak üzere görülen ve alınanların hilâfına, şübhe, beğenme ve dîni kuvvetlendirme düşünceleriyle, ihdâs olunan şeylerdir. Daha bir kaç ma’nâ da bildiriyor. Elli üçüncü süâlin cevâbında diyor ki: Bid’atın ne demek olduğunu açıkhyanlar: Resûlullahdan almanın hilâfına, ortaya çıkan şeylerdir... diyorlar. O halde onlara göre, bid’aüeri kısımlara ayırmaya hâcet yoktur. Her bid’at dalâlettir, sapıklıktır) diyor.

    Bu hüküm tam dalâlet ve sapıklıktır. Hele bunu Bahrurrâik’ten bildirmesine ne denir? Bahrurrâik sâhibi aynı kitabda, niyyet ederken dil ile de söylemeye bid’at-i hasene diyor. O kitâbda daha kaç yerde bu kelime geçmektedir. İbni Hacer Fethui mübîn kitabında yazıyor: «Velhâsıl, bid’at-ı hasene’nin mendub olduğunda ittifak vardır». Bid’at Sünnet mukabilidir. Hanefîiere göre sünnet, takîb edilen din yolu demektir. Bid’at ise, onun hilâfıdır, ona uyrnıyandır. Bu ise ha,sen [iyi] olabilir. Seyyie (kötü) de olabilir. Nitekim sünneti, Resûlullahdan sâbit olanlar diye tarif edenlere göre bid’at, Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) sâbit olmıyanlardır. Bunlar ,da basene ve Seyyie olmak üzere ikiye ayrılır.

    (Yetmişdördüncü süâlin cevâbında diyor ki, bid’at kelimesi yalnız olarak kullanılınca Seyyie [kötü] anlamındadır. Nitekim fıkıh kitablarındaki ibâre ve ifâdelerden böyle anlaşılıyor)

    Bu sözü de tamamen delilsiz bir iddiadır. Kaç yerde söyledik ki, yalnız bid’at kelimesini kullandılar ve yollarında gidenler, evet bid'attir, ama ha,senedir dediier. Nitekim sözü, bu vehhâbînin dayanağıdır. Çünkü bundan sonra iddiasını isbat için o kitablardan bir ibâre alıp, o ibarede, bid’at kelimesinin yalnız olarak her geçtiği yerde, murod, bid’at-i Seyyiedir dediğini yazması lâzımdı. Halbuki öyle yapmadı. Burada gerekli uyarma yapılacak bir konu vardır: Şöyle ki: Dalâlette olanların ve nefsinin hevasına uyanların en seçkinlerinden olan bu vehhâbî sapığının kelâm bilgisinde titreklik, zâiflik ve birbiri ardından çökmeler, akaidinde sebatsızlık, sözlerinde tutarsızlık, her hâlinde karışıklık ve bozukluklar o kadar çoktur ki, gayr-i meşru’ olmaya o kadar çok ısrar ediyor ki, haram ve mekrûh olduğuna dinde bir sened bulunmıyan, mubâh ihtimali olan şeyler üzerinde hep duruyor. On dördüncü, on beşinci, on altıncı, yirmisekizinci, kırk üçüncü, kırk beşinci, kırk altıncı, kırkyedinci, kırksekizinci, yetmişsekizinci, yetmişdokuzuncu, sekseninci ve seksen dokuzuncu süâllerin cevâbiannı sırf bu iddiaya ayırmış ve çeşit çeşit renklerle Süsleyip gözler önüne sürmüş, Erbain kitabında ise bir kaç yerde, bu kitabdaki yazılarına uymıyan ifâdeler kullanmıştır-

    İkinci süâlin cevâbında diyor ki: Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûruna getirilen hediyelerden hazreti Fâtıma'ya (radıyallahü anhâ) bir şey verdiği bildirilmemiştir. Ama şurası açıkça bellidir ki, bu durumda müstehak olana birşey vermek iyilik olur.

    Yedinci süâlin cevâbında diyor ki: Demek ki, mekteb vaktinde, tatlı ve yemek dağıtmak sünnet değildir. Ancak şu kadar var ki, bu vakitte mübah kısmından olur. Bunda da övünme, gösteriş, kibirlenme ve başka yasakdan niyyetler bulunmamalıdır. Yoksa mekrûh olur.

    Onüçüncü süâlin cevâbında diyor ki: Bir kızı nişanlayıp, nikâhdan önce görüşmemek Hindistanda yapılan âdetlerdendir. Bu mübâh olup, yapılması ve yapılmaması aynı olan şeylerdendir...

    Ondördüncü suâlin cevâbında : Selâm ve selâma cevâb vermede olan âdeti yazıyor. [Ya’nî Aleynâ ve aleyküm selâm demek]. Muhammed aleyhisselâmın dîninde bu gibi şeylerin aslı yoktur. Ama selâm vermek ve cevâb vermek gibi şeyler mubahdır.

    On yedinci suâlin cevâbında diyor ki: Kardeşlik olan kimselerin veyâ diğerlerinin kan aldıran kardeşliklerine, elbiselerini giydirirken, kan alana bir şey vermeleri doğru olur ve mübahdır.

    Yirmisekizinci suâlin cevabında diyor ki: Fakîrlere ve miskinlere halleri uygun ise bir şey vermek veya taksim etmek hakkında, fukara ve miskinlere sadaka vermek hiçbir yerde yasak değildir.

    Otuzüçüncü süâlin cevâbında : Ölü için ta’ziyeye gitmek, iki eli kaldırıp Fâtiha sûresini okumak hakkında yazıyor: Taziyet zamanında [ölü için, Allah rahmet eylesin, siz sağ olun demeğe gidince], düâ ederlerken, elini kaldırmak zâhiren câizdirÇünkü hadîs-i şerîfde, düâ ederken elini kaldırmak, mutlak bildirilmektedir. O halde bu zamanda da hiç bir mânî yoktur. Lâkin taziye zamanında bunu düâya tahsis etmek bildirilmedi. Erbaîn kitabındaki yazı burada bitti.

    Bir parça anlayışı olan, bu otuzikinci süâlin cevâbından, Mie mesâi) kitabında birçok mes’elelerin yontulmuş olduğunu, belki Erbain kitabının da bazı hatâlar yaptığını anlar. Ve yine bilir ki, bu vehhâbînin kendi yapmış olduğu delillere hükmü de delil değildir. Ona göre, eğer nefsin hevasına uygun olan ise, delildir. Yoksa bir başka zillet ve tuzaktır! Bu makamda, bu fırkanın, avamı doğru yoldan çıkarmak ve müslimanlara kâfir demek ve: «Bir kavme benziyen, anlardandır» hadîs-i şerîfine, ma’nâları anlamadan tutunmak, şerh edenlere ve din imâmlarına baş vurmamak âdetleri olduğu, ondokuzuncu süâlin cevâbında olduğu gibi ve Erbaînin diğer maddelerinde yazıldığı gibi, bu mg'nâyj sulandırıp, ballandırıp ele almak Mirat-ı Safâ ve Seyyid Âdem-i Bennûrî hazretlerinin kitâbından küfr ma’naları çıkarmaktadır.

    Manzara şudur. Otuzsekizinci cevâbda :

    (Korkulu zamanlarda kılınacak nemazı, hadîs kitablarında ve muteber fıkıh kitablarında görmedim. Lâkin sofiyyenin bazı risâlelerinde yazılıdır. Tutunmak için hadîs ve fıkıh rivâyetleri yetişir. Sofiyyenin sözleri ve işlerine göre fetvâ verilmez. Nitekim Şeyhül İslâm Keşfül gatâ kitabında diyor ki, meşayıhm âdetidir; bu nemazı, ölünün defn edildiği günün ilk gecesi, ölünün kabir azâbından kurtulması için kılarlar) diyor.

    Şeyhul islâmın Keşfülgatâ'daki yazısı şudur: «Selefden bazısı, ölülere düâ, dirilere hediye götürmek gibidir demişlerdir. Melek, nûrdan bir tabakla ölünün yanına gelir. Bu sana, filân kardeşinden hediyedir der. Bu zaman ölü, dirilerin hediyeye memnun oldukları gibi, memnun olur. Hazâne'de de böyle diyor. Fethulkadîr’de! bunu merfû' olarak bildirmektedir. Kifâye’de Şabî, bunun benzerini sadaka için de söylemektedir. İşte, sünnet olduğu için, ölünün velîsi, birinci gece geçmeden önce, mümkün olduğu kadar sadaka vermelidir. Çünkü birinci gece ölüye zor olur. Bunun için ona sadaka ile merhamet etmeli, hediyyenin nûrları ile ünsîyyet peyda edip, yalnızlık ve korkusunu gidermelidir. Verecek birşey bulamazsa, iki rek’at nemaz kılıp birinci rek'atta Fâtiha’dan sonra on defa Âyetel kürsî, ikinci rek'atta yine Fâtiha’dan sonra on defa Tekâsür sûresini okumalı, nemazı bitirince: «Yâ rabbi, bu nemazı senin için kıldım. İstediğim şeyi sen biliyorsun. Yâ rabbi, bunun sevâbını, ölen filân kulunun kabrine gönder» demelidir. O böyle düâ edince Allahü Teâlâ ona çok sevâb, nûr ve güzellik, yüksek derece ve şefâat ihsân eder. Şir’atül İslâm'da da böyle diyor. Meşayıhm âdetidir ki, bu nemazı ölüyü defn ettikleri günün ilk gecesi, ölünün azâbdan kurtulması için kılarlar. Buna hevl [korku] nemazı derler.»

    Dikkat ediniz’, Bu vehhâbînin, muteber tutup, birçok yerde sened gösterdiği Şeyhul i,slâm bu kitabında, o nemazı, sünnetin altında yazdı ve Şir'ayı şâhid gösterdi. Ondan sonra, ma’nâyı kuvvetlendirmek için, meşayıhın âdetidir diye yazdıŞeyhül islâmın sözünde, aslâ zâifliği gösteren bir işâret yoktur. Meşayıh sözü olup, sofiyye sözü yoktur. İtibarsızlık da ifâde etmez. Meşâyıh sözü, fukaha için kullanılmış ve bu rna’nâ yayılmıştır. Bir parça ilmi olan bunu bilir. Ama inatçı bir gabî böyle demek zorundadır.

    (Meşayıh-ı Sofiyyenin [tasavvuf büyüklerinin] söz ve hareketlerine göre fetva verilmez. Nitekim Şeyhul İslâm, Keşfül gatâ kitabında böyle diyor).

    Sözü tamamen ma'nâsız olduğu gibi, bu vehhâbînin hiçbir sözünde sebatı yoktur. O hevâsına uymaktadır. Bu hükmü de aynı şekildedir. Böyle olmasa, Seksenaîtııncı suâlin cevâbında, Fevâid-ül-fuâd kitabını sened göstermezdi. Peki diyelim ki, bu vehhâbî, meşayıh sözünü, sofiyye olarak manâlandırıp, tasavvuf büyüklerinin sözlerine göre fetvâ verilemez demiş oluyor. O zaman kendisinin Seyyid Âdem-i Bennûrî hazretlerinin kitabına ve Mir’at-üs safâ'ya tutunup, bunları sened göstermesi nasıl doğru olur! Niçin kendisi onların sözü üzere fetvâ verdi. Şunu da bildirelim ki, hududu geniş tutulabilen fazîletli ameller kısmında fetvâyı câiz görmiyen, burada en çok ihtiyat istiyen küfre fetvâ vermektedir.

    Bahrûrrâik'de diyor ki: Câmi’ul fusûlîrıde imâm-ı Tahâvî mezhebimizin büyük âlimlerinden bildiriyor: «İnsan imâna girdiği kapıdan çıkmayınca, imândan çıkmaz. Sonra yakînen mürted olduğu bilinirse, ona mürted denir. İrtidadında şübhe olursa, ona mürted denmez. Çünkü İslâm sâbittir, sağlamdır; şübhe ile gitmez. Çünkü islâm yüksek ve azîzdirO halde buna yükselen, kavuşan bir âlim, müsliman olanları tekfîre, onlara kâfir deme yoluna girmez. Bunu mizan [terâzi, ölçü] olsun diye, bu fasılda bildirilenler için, önceden arz ettim. Çünkü, bu mukaddimeye göre kâfir denmemesi gereken bazılarına kâfirdir sözleri bildirilmiştir. O halde iyi düşünmelidir.»

    Fetâvâ-yı sugrâ'da diyor ki: «Küfr, büyük şeydir. Bir mü'mine, kâfir değildir rivâyetini buluncaya kadar, kâfir demem.» [Ya’nî kâfir olmadığı rivâyetini ararım demektir]. Hulâsa ve diğer kitablarda diyor ki: Bir meselede, bir çok yönler küfrü ve bir taraf kâfir dememeği gerekli kılıyorsa, müftiye lâzımdır ki, müsliman olmak zannını beğenip, kâfir olmıyan tarafla hükmetsin. Ancak istiyerek küfrü mucib olduğu açıkça bilinirse, o zaman te’vilde bir fayda yoktur.

    Tâtûrhâniyye'de diyor ki: İhtimalle kâfir olmaz. Çünkü küfür ukubetin, azâb edilecek şeylerin sonu, ya’nî en büyüğüdür. O halde ihtimalle bir şeye en son denemez. Velhâsıl, şaka ve oyun olarak birine kâfir diyen kimse, bütün âlimlere göre kâfir olur. Onun, ya’nî böyle kimsenin itikadına itibâr olunmaz. Biraz önce de geçmişti. Kadıhân Fetâvâ’sında diyor ki: Yanlışlıkla veya beğenmeden söyliyen, bütün âlimlere göre kâfir olmaz. Bilerek söyliyen, bütün âlimlere göre kâfir olur. İhtiyârî ile fakat küfr olduğunu bilmeden söyliyen hakkında ihtilâf vardır. Burada seçilen ve beğenilen söz, sözünü iyiye tevil edebiliyorsa, yahut küfründe ihtilâf varsa, zayif bir rivâyet bile olsa, bir müslimanın küfrüne fetvâ vermemektir. Bunda da esas, bir çok bakımlardan küfrünü gösteren sözün, küfr olmıyan bir tarafı varsa, bununla fetvâ verilir. Kendime bu şekilde olan mes’elelerin hiç birinde küfr fetvâsı vermeyi lâzım görmem.

    Bahrurrâik’de diyor ki; Doğrusu şöyledir; müctehidlerden bildirilen gerçektir. Başkalarından sâbit olanla ise, küfr bahsinde fetvâ verilmez. Bunun için Fethulkadîr’de, bagîler, [âsiler] kısmında diyor ki: Müctehidlerden, hâriçiler hakkında bildirilen, onlara kâfir dememektir. Mezheb ehlinin sözlerinde küfrle ilgili çok haberler vardır, ki, müctehid âlimlerin sözlerinden alınmamışlardır. Başkalarından alınmışlardır. Burada fukahadan başkasının sözüne itibar olunmaz.

    Mollâ Aliyyül kârî Fıkh-ı ekber şerhinde yazıyor: Bir müslimana günâh, ya'nî işlediği çok günâhlar sebebiyle, bu günâhlar büyük günâh da olsa, kâfir diyemeyiz. Hâricîler, halâl demediği halde, büyük günâh işliyenlere kâfir demişlerdir. Ya’nî halâ! olduğuna inanmadığı zaman da hâriciler kâfir olur dediler. Bize göre haramlığı kesin olarak sâbit ve belli olan günâha halâl diyen kâfir olur. Devam ediyor ve diyor ki: İmâmı A'zam Ebû Hanîfeden (radıyallahü anh) bildirilir: Cehm'e, «buradan çık git, ey kâfir!» dedi. Bu sözleri, teşbîhle tevil edildi. Sonra İmâm-ı A'zam (rahmetullahi aleyh), ehl-i kıble olanlara kâfir denmez sözünü yaydı. Bid’at sâhibi de olsa böyledir. Bu da Şeyhayna [hazreti Ebû Bekr ve Ömere (radıyallahü anhüma) seb etmenin küfr olmıyacağını gösterir. Ebû Şekûr Sülemî Temhîdinde bunu açıkça bildirmektedir. Böyle olması, esası sâbit olmadığından ve ma'nâsı hakîkî bulunmadığındandır. Çünkü mü,slimana seb, ya'nî sövmek fısktır. Hakkmdaki hadîs sâbittirBurada Şeyhayn da diğerleri ile aynı tutulmaktadır. Zirâ faraza bir kimse Şeyhaynı öldürse, belki iki damadı da [hazreti Osman ve hazreti Alîyi (radıyallahü anhüma)] öldürse, Ehl-i sünnete göre, müslimanlrktan çıkmaz. Herkes bilir ki, sövmek, derece bakımından öldürmekten aşağıdır. Ama sövmeye veya öldürmeye halâl derse, kâfirdir. Hakkında hadîs-i şerîf olduğu halde, te'vil olunabilir. Nitekim: «Neması bile bile terk eden kâfir olur» hadîs-i şerîfi te’vil edilmiştir.

    Velhâsıl fısk ve isyân îmânı gidermez. Aynı şekilde bid’at da îmân ve ma’rifeti gidermez. Mu’tezilenin Allahü 

    Teâlânın sıfatlarını inkârı, kullar kendi işlerini kendileri yaratır demeleri ve âhırette Allahü Teâlânın görünmesinin caiz olduğuna inanmamaları böyiedir. Çünkü bunlar te'vile bağlıdır. Fesâd şeklinde olsa da böyiedir. Ancak Allahü Teâlâya cisim diyenler ve Allahü Teâlâ cüz'î şeyleri bilmez diyenler, ihtilâfsiz kâfir olurlar. Bunda sözbirliği vardır.

    Zeyl’de diyor ki: Onlardan biri de, küçük veya büyük günâh, kesin delil ile bilinince, bunlara halâl demek küfr’dür. Yine diyor: Ehl-i kıbleden kimseye kâfir demeyiz sözü ile, Kur’ân-ı kerîme mahlûk diyen, Allahü Teâlâyı âhırette görmeyi imkânsız bilen, şeyhayn'a söven ve la’net eden ve buna benzer şeyleri yapan kâfir olur sözünün arasını bulmak müşkildir. Akâid şârihi de böyle dedi. Yine Mevâkıfın şârihi dedi ki: «Mütekellim ve fukahamn cumhuru, ehl-i kıble olanın kâfir olmaması şeklindedir. Fetvâ kitablarında diyor ki; Şeyhayn’a sövmek küfr’dürİmâmlıklarını [halîfe olduklarını] inkâr da küfrdür. Şübhesiz bu mes'ele müslimanların cumhuru arasında makbûldür. Yukarıda geçen iki söz arasını bulmak müşkildir.» Zorluğun .sebebi fer’î mes’eleler ile usûl delilleri arasındaki uygunsuzluktur. Usûlden olanlardan biri mütekellimlerin [kelâm âlimlerinin] Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden ehl-i kıble olanlara kâfir dönmemesidir. Buradan zorluk kalkabilir, giderilebilir. Çünkü fetvâ kitablarının, söyliyenin bilmemesi yanında, delilleri gösterilmeksizin nakledenden hüccet olmazlar. Çünkü dînî mes'elelerde itikadın esası, delillerinin kesin olmasına bağlıdır. Müslimana kâfir demekden, açık ve gizli fesadlar doğar. Bazılarının ,sözü fayda vermezBunu doğru ve iğri işlerin esası olarak bildirdi.

    İmâm ibni Hümâm Hidâye şerhinde, buna benzer şeylere cevâb vermeye çalışıyor ve diyor ki: Eîbû Hanîfe ve Şâfiî hazretlerinden, ehl-i kıble olan bid’at sâhiblerine kâfir denmez, buyurdukları halde, biz hevâsına tâbi olanlardan bildirdiklerimize kâfir dedik...

    Küfr sözlerinde yazıyor ki: Bildirdiler ki, küfre bağlanan bir mes’elede, doksan dokuz ihtimal küfrüne, bir ihtimâl de kâfir olmadığına dâir olsa, müftî ve kadıya, o bir ihtimâl ile amel etmek evlâ olur. Zira bin kâfirin tokasındaki hatâ, bir müsliman hakkında yanlış fetvâ vermekten hafîfdir. Mezkûr mes’elede, bazılarının dediğinin hilâfına, sâhibinin te’vili makbûldur sözü açıkça vardır. Bütün bunlar bile bile .söyliyen ve yapanlar içindir. Yoksa hadîs-i şerîfde: «Ümmetimden yanlışlıkla ve unutarak olanlar kaldırıldı» buyuruluyor. Onun hakkında kötü söylemediler. Kadıhan Fetâvâsında açıklıkla diyor ki: Hatâ eden; eğer küfr olan söz yanlışlıkla ağzından çıkmışsa, bütün âlimlere göre küfr olmaz-

    Yine diyor ki: Burada bir kişi ile umûm arasında fark vardır. Vâcib olan umûma kâfir dememektir. Haricîler buna muhalif olarak, her günâh işliyen kâfir olur derler. Kelâm, fıkıh ve hadîscilerden bir tâife de, bunu amellerde değil, ama bid’at itikadlarda söylerler. Söyliyen sözünü te’vil etse de, onlar, bu sözü kim söylerse söylesin kâfir olduğunu söyleriz derler. İçtihadında hatâ eden [daha doğrusu içtihadında isâbet etmiyen] müctehid ile, bir başka kimse arasında fark görmezler. Bütün bid’at sahihlerine kâfir derler. Bu söz haricilerin ve mutezilenin söylediklerine yaklaşmaktadırBid’at sâhiblerinin ayıblarındandır; birbirlerine kâfir derler. Ehl-i .sünnetin övülen taraflarından biri, onlar [bid’at sâhibleri] hatâlıdır, fakat kâfir demeyiz sözleridir. Evet, Allahü Teâlâ, şeyleri, olayları, meydana gelmeden önce bilmez diye inanan veya söyliyen, bid’at sâhiblerinden sayılmakla beraber, kâfirdir. Aynı şekilde, Allahü Teâlâ cisimdir, yeri vardır, zamanlıdır gibi sözler söyliyen de kâfirdir. Onda hakikî iman yoktur. Allahü Teâlânın Mâide süresi kırkdördüncü: «AHuhü Teâlâmn indirdiği ahkâmla hüküm etmiyenler, kâfirlerdir» âyet-i kerimesi ve Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve .sellem): «Müslimâm söven fâsık, öldüren kâfirdir» hadîs-i şerîfi, halâl diyerek yapan içindir diye te'vil olunmuşlardır. Yine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Bir kimse kardeşine [din kardeşine] ey kâfir derse ikisinden biri kâfir olur» buyurdu. Sahîh-i Buhârî ve Müslimde bu hadîs-i şerîf vardır. İtikadı böyle olunca diye te’vil olunur. Burada murâd ihânet değildir, yahut bununla ni'mete küfr kasd olunmuştur. Bunun gibi Hâkimin bildirdiği hadis-i şerîfde: «Allahü Teâlâdan başkasıyla yemin eden kâfir olur» buyuruldu. Ma’nâsı küfre yaklaşır demektir. Nitekim başkaları bu hadîs-i şerîfi şirk koşmuş olur şeklinde rivâyet ettiler, ve gizli şirk olur, yahut yeminle Allahü Teâlâdan başkasına tazim inancında olur, yahut bu açık emre halâl derse demektir dediler.

    Yine diyor ki; Mühît’te yazılıdır: Ali-i Râzî der ki, hayâtıma, hayâtına ve buna benzer şeylere yemîn edenin küfründen korkarım. Çünkü Allahü Teâlâ: «Allahü Teâlâya ortak, eş koşmayınız» buyurdu. Hadîs-i şerîfde de: «Allahdan başkasına yemîn eden, şirk koşmuş olur» buyuruldu. Ama yemin eden, sadece kendi nefsini, yahut muhatabının nefsini tazîm edip, eş ve ortak koşmayı düşünmezse, küfrüne hükm olunmaz. Buna benzer sözüne; Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem), yahut Resûlullahın rûhuna, yahut Resûlullahın hayâtına, Ka’beye, imâmlığa ve buna benzer sözlerle yemîn ederse, sözleri de girer. İnsanlar böyle diyorlar ve bunu bilmiyorlar denirse, cevabında deriz ki, bu şirktir. Ya’nî gizli şirktir. Çünkü yemîn değildir. Ya’nî yemîn ancak Allahü Teâlâmn ismi ile yapılır. Allahdan başkasına yemîn edilirse, şirk koşmuş olur. Ya’nî zahiren [açıkça] şirk olur, yahut müşriklere benzer. İbni Mes’ûd (radıyallahü anh): «Allahü Teâlâdan başkasına yemîn edip doğru söylemeyi, Alla

    hü Teâlâya yemîn edip yalan .söylemekten ağır tutarım,» buyurdu. Yahud da: «Allahü Teâlâya yalan yere yemini, Allahdan başkasına doğru yemîn etmekten daha çok severim» buyurdu. Derim ki, bu rivâyet, Allahdan başkasına yemîn etmenin küfr olmıyacağını açıkça göstermektedir.

    Yine diyor ki: İmâm-ı Fadlî'ye, câhillerin, gelen yolcular için yaptıkları civârattan sorulduBütün bunlar oyun, eğlence ve haramdır dedi. İnsan için, iyi bir elbise giydirildiği zaman veya yolculuktan gelince ve buna benzer şeyler için koyun kesmeye civârât denir. Muhît'de diyor ki: Böyle civârat yapıp, koyunu keserken, Allahü Teâlânın ismini söylemezse, yahut gelen yolcunun ismini de Allahü Teâlânın i,smi ile söylerse, kâfir olur. Bunlar olmadan küfrdür denmez.

    Yine diyor: Madmerât sâhibi başkasından bildirir ki, bir mes'elede küfrü gerektiren bir çok taraf bulunsa ve kâfir demeye mâni sadece bir taraf olsa, müftinin bu küfre mâni olan bir tarafa eğilmesi lâzım olur. Bunu da müsliman zannını beğenerek yapar.

    Şerh-i mevakrf'da diyor ki: Eğer zünnâr kuşanması, Hıristiyanlık dînini tazîm için olmadığı ve itikadlannın doğru olduğuna inanmadığı biliniyorsa, kendisi ile Allahü Teâlâ arasında olan bu şeyde küfrüne hükm olunmaz.

    Mevâkıf'da diyor ki: Kelâm ve fıkıh âlimlerinin cumhuru, ehl-i kıbleden olana kâfir dememek üzeredir. Şerhde diyor ki: Şeyh Ebûl Haşan Makafat-ül-rslâmîn kitâbının başında diyor ki: Müslimanlar peygamberlerinden sonra (sallallahü aleyhi ve sellem) bazı şeylerde ayrıldılar. Bazısı bazısına sapık dedi. Bazısı bazısından teberri etti. Böylece birbirine muhalif fırkalar oldular. Ancak İslâm onları toplar ve hepsine şâmildir. İslâmın yolu budur. Eshâbımızın çoğu bunun üzerindedir. İmâm-ı Şâfiî hazretlerinden bildirilir. Buyurdu ki: Ehl-i kıble olanlardan hiç birinin şehâdetini red etmem. Ancak Hattabiyye’ninkini kabûl etmem. Çünkü onlar, yalanın halâl olduğuna inanırlarMuhtar sâhibi Hâkim Münteka kitâbında Ebû Hanîfe hazretlerinden bildirir ki, Ehl-i kıbleden kimseye kâfir demezdi. Ebû Bekr-i Râzî de Kerhî’den ve başkasından bunun benzerini anlatmaktadır.

    Mu’tezile, Râfızî, ve diğerlerine kâfir demek hakkında diyor ki: Râfızîler ve Hâricîîer ilk ma’nâya göre kâfir olurlar. Çünkü Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürridvan) büyüklerini tan etmek, ayıblamak, Kur’ân-ı kerîmi ve Resûlullahı tekzîb etmek, yalanlamak olur. Çünkü Allahü Teâlâ onları övüyor ve yüceltiyor. Büyük günâh işliyene kâfir diyen hâricilerin delilleri hakkında cevablar yazmışlardır. Uzun olduklarından burada bildiremiyeceğim için özür dilerim.

    Buraya kadar yazılanlardan maksad, kâfir demek husûsunda çok ihtiyatlı olmayı bildirmektir. Metinlerdeki ve şerhlerdeki sağlam hükümleri, muteber fetvâları unutup, bu vehhâbînin Mie mesâil kitâbında otuz dördüncü süâlin cevabında, sâdece Miratüsşafâ ve Seyyid Âdem Bennûrî hazretlerinin kitâbından ve Hammadiyye'den kendine göre rna’nâ çıkararak, küfr kılıcını kınından çıkarıp, önüne gelene kâfir diye saldırması dînini sevmek ve kayırmaktan çok uzaktır.

    Şimdi esas sözümüze, gelelim. Ya’nî benzemek ne demektir ve: «Bir kavme benziyen, anlardandır» hadîs-i şerîfinin ma'nâşı üzerinde duralım. Benzemekten maksad, o kavmin dînin şiârı, alâmeti olan bir şeyde, onlara benzemek istemektirO zaman o kimse, o kavimden olur. İstek olmadan ve dîn şiârı, alâmeti olmıyan bir şeyde benzemek, hadîs-i şerîfin hükmünün dışındadır. Molla Aliyyülkârî Fıkh-ı Ekber şerhinde diyor-, Ben derim ki, aynı şekilde râfızîlerin tacı, onlara kâfir denmediği için, tahrîmen mekrûh olur. Hadîs-i şerîfde: «Bir kavme benzemek istiyen, anlardandır» buyuruldu. Ama, onların

    memleketinde olur ve onlara uyması emr edilirse, istemiyerek, zorla giyerse, ona zararı olmaz. Bazı âlimlerin cevabı, o kimseye nehy-i münker yapılır şeklindedir. Nitekim Özbeklerin kalensüve’şi de bid’attir. O halde yerinde değildir. Biz kâfirlere ve kötü bid’at sâhiblerine, şiârlarında, alâmetlerinde benzemekten men olunduk, her bid’atten, sonra çıkan şeyden değil. Mubah olunca, Ehl-i sünnet yapsın, kâfirler yapsın veya bid’at sâhibleri yapsın hepsi aynıdır. Burada esas şiâr ve alâmettir. [Meselâ kaşıkla yemek bid’attir, ama mubahdır] Dürrülmuhtâr'da diyor ki: Zirâ herşeyde onlara benzemek mekrûh değildir. Belki kötü şeylerde ve benzemek isteğinin bulunduğu işlerde mekrûhdur, çirkindir. Bahr kitabında da böyle diyor.

    Velhâşıl teşebbüh [benzeme] hadîs-i şerîfde umûmî olarak geçiyor. Müslimanın kâfire ve kâfirin müslimana benzemesi gibi. O halde kâfir, kâfirin müslimâna benzeyip, müslimân olduğu benzeme şekli ile, müslimân kâfire benzerse kâfir olur. Başka şekilde anlaşılmamalıdır. Bir başka konuyu da bildirmeyi zarûrî görüyorum. Şöyle ki, ma’siyeti istihlâl, ya'nî günâha halâl demek küfrdür. Sözün özünü anlamadan yerli yersiz bu ifâdeyi kullanıyor. Ya'nî bir zaif rivâyet, belki sırf hevasına uyarak kendi iddiası için, kendi düşünce ve zanni ile bid’at ve günâh kelimesini kullanıp, mezhebin muhtâr kavline göre günâh olmayıp, câiz olduğu bir me.s’elede bu hükmü ileri sürmesi doğruluktan çok uzaktır. Halbuki bu konuda esas, nass ile sâbit, kesin olarak belli olan günâha halâl demek küfrdür. Şimdi bunu anlatacağız.

    Molla Aliyyulkarî Fıkh-ı Ekber şerhinde diyor ki: Ümde-tün-nesefî'de yazılıdır: «Günâha halâl demek küfrdür.» Şârihi Konevî der ki: Her halde, Allahü Teâlâ bilir, katî nass ile sâbit olan günâhları demek istemiştir. Kitabın ica-

    248 —

    tt nının rrar

    bından olanı inkâr elbette küfr’dür. Ama zannî delil ile, me.selâ bir kimsenin haber vermesi ile bilinen günâha halâl diyen kâfir değil, bir kişinin haberini hafife alırsa, fâsık olur. Ama te'vil edebilirse, fâsık olmaz.

    Burada şaşılacak şey göze çarpıyor. Şöyle ki, Erbain kitabının otuzaltıncı süâlin cevabında yazıyor ki: (Bu rivâyetler altı sahih hadîs kitâbında yoktur. Sahîh, merfû’ ve isnâdr muttasıl olmıyan rivâyetler, itibâr olunmak derecesinden düşer). Ama buna rağmen kendi kitabında bunların bazısını yazıyor.

    Dikkat buyurunuz! Hadîslerin, hadîs ilminin kıymetli kitablarında bulunduğu halde, bir kalemde bunlara itibâr derecelinden düşmüş diyor, bununla beraber Erbaîn kitabında yirminci süâlin cevâbında, Hammadiye Fetâvâsının hadislerini delil getiriyor. Bu kadar unutkanlıktan Allahü Teâlâya sığınırız. Aynı nakilde Hammadiye’den aldığı ve süslediği ibâreler, bir kaç yönden dînini sevmek ve kayırmaktan uzaktır.

    1. Hammadiye'de diyor ki: Müftî, insanlara kolay olan fetvâyı vermelidir. Zevdî de Câtni-us-Sağîr şerhinde diyor ki: Müftü, başkası için daha kolay olan fetvâyı vermelidir. Bilhassa zaifler için. Çünkü Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hazreti Alî ve Muâzı (radııyallahü anhüma) Yemene gönderdiği zaman, «kolaylaştım, zorlaştırmayın» buyurdu.

    2. — Bu vehhâbi Mie Mesâil kitâbında otuzdördüncü süâlin cevâbında diyor ki, fukahamn kaidesidir, metinlerdeki rivâyetler, şerhlerdeki rivâyetlerden muteber olur. Şerhlerdeki rivâyetler de fetvâ kitablarından muteber olur. O halde muteber metin, şerh ve fetvâ erbabının nass gösterdikleri sahîhdir. Nitekim Vikcsye’de: «Fâsıklar ve had tayin edilenler için sahîhdir» ve Hidâye’de: «Âdil olsun, olmasın, yahut kafz’da had tayîn edilmişlerden olsun» diyor. Aynı kitabda; Âkil ve bâliğ olmak lâzımdır. Çünkü bunlarsız veiîlik olmaz. Müslimanların evlenmesinde müsliman olmak da şarttır.

    Ya’nî bütün muteber kitablarda, velî ve şâhidler fâsık olsalar, nikâhın sahîh olduğu açıkça vardır. Hammadiyenin bütün bu rivâyetlerine rağmen, fetvâda yazılı olan, oyun ve çalgı meclisinde olan nikâhın velî ve şâhidlerin fâsık olmasıyla, ihtilâflı olmayı süslemektedir. Halbuki Hanefî mezhebinde, ihtilaflı bir yer görmedik. Bu vehhâbî, ibârenin tamamını da bildirmedi. İhtilâfı, ayrılığı da açıklamadı. Bu hîle ile, bu yazılan okuyanların, Hanefî mezhebinde ihtilâf vardır demelerini sağlıyor. Yoksa ibârenin sonunu bırakmazdı. Hanefî âlimlerinden mutemed olanlardan hiçbirinden bu konuda bir ihtilâf bildirilmedi. İmâm-ı Şâfiî, İmâm-.ı Mâlik ve diğerlerinin ihtilâfa riâyetin vücûbunu gösteren birşey, Fetvâda gözümüze almadı. Şurası çok açık olarak bellidir ki, eğer bütün mezhebleri toplamak niyyetinde ise, hiç duyulmamış bir yol ve garîb bir din ortaya çıkar. Elbette İmâm-ı Şâfiînin, şâhidler hakkındaki ihtilâfı kitablarda yazılıdır. O halde rivâyeti cevabda yazmak müftilik şartlarından uzak olduğu gibi, Hazâne türrivâye’nin Zahiriyye’den aldığı ibâreyi bildirmesi de, hatâdan başka bir şey değildir. Çünkü o küfr olan sözler hakkında olup, bu cevabla hiç bir ilgisi yoktur.

    (Eğer mübahlığı eşyanın' aslında düşünürsek, o zaman açıkça arus günü yapmanın câiz olduğu anlaşılır. Lâkin bu iş iki bakımdan merduddur. Biri. Mişkât-ül Mesâbilı’de İmâm-ı Nesâîden alarak bildirilen sahîh hadîs, bayram günü toplanır gibi kabrin başında toplanmamayı gösteriyor. Şöyle ki: Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) diyor ki: Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) duydum. «Evlerinizi kabr, kabrimi bayram yapmayınız. Bana salât okuyunuz. Çünkü nerede okusanız salâtlarmız bana bildirilir» buyurdu. Ya’nî «evlerinizi insanların düşüp uyudukları ve hiç ibâdet etmedikleri, nemaz kılmadjkları kabirler gibi yapmayınız. Benim mezarımı da insanların süslenip, toplandıkları, gaflete sebeb olan oyun ve eğlencelerle bir araya geldikleri, yehûdîlerin ve hıristiyanlarm, Peygamberlerine yaptıkları gibi bayram yeri yapmayınız. Bana salavat gönderiniz. Mesâfenin uzaklığını düşünmeyiniz. Zira nerede olsanız, salâvatlarınız bana ulaşır» demektir. Bu hadîs-i şerîfi İmâm-ı Nesâî bildirmektedir. Mişkâtta yazılıdır. Mecma’ül bihar’da bu hadîs-i şerîfi açıklarken diyor ki: «Kabrimi bayram yapmayınız», ya’nî Kabrimi bayram gibi [az] ziyaret etmeyiniz, yahud kabrimi bayrama benzetmeyiniz, ya’nî bayramda toplanır gibi kabrimi ziyarette toplanmayınız. Çünkü bayram günü oyun ve neş’e günüdür. Ziyâretin hâli ise bunun aksinedir. Ehl-i kitâb öyle yaparlar, kalbleri sertleşirdi. Putlara, heykellere tapanlar da onlar gibi kabirlerin başında toplanır, hattâ ölülere tapmırlardı. Lâkin bu şekil kabrin yanında olandır. İkinci şekil olan, kabrin yanında olsun veya başka yerde olsun umûmî hükme uymaktadırlar) diyor.

    Ne biçim bir istidlâl yapıyor! Tamamen ayn olan bir konudan delil getiriyor. Çünkü iddiası arus günü tayin etmenin merdud olduğu idi. Delil olarak da hadîs-i şerîf gösterdiAma hadîs-i şerîfin medlûlü, ma’nâsı, bu vehhâbînin beyânına göre, bayram günü toplanır gibi kabrin yanında toplanmayı men ediyor. Fakat tercemesinde bu ma'nâya öyle bir şekil veriyor ki, kabrimi, süslenip, çalgılı, oyunlu, neş’eli olarak toplanılan bayram yeri gibi yapmayın ki, gaflete sebeb olur diyor. Buradan anlaşılıyor ki, toplanmanın yasak edilmesi, süslenme, neş’elenrne, çalgı ve oyunlarla eğlenmekle gaflete sebeb olmasındandır. Yoksa arus günü tayin etmenin kendisi değil. Bu icâb etmediği gibi, bununla hiç bir ilgisi de yoktur. Arus günü tayin etmeden, bu şekilde toplanmak da yasaktır. Arus günü tayin etmek ise, toplanıp, Kur’ân-ı kerîm okumak, istiğfâr etmek ve âhıreti hatırlamaktır. Bahsettiğine hiç de girmiyor. Mecmaul bihar'dan yazıp terceme ettiği ibârede de, bayram günü yaptıkları gibi toplanıp oynayan ve neş’elenenler gibi, kabir ziyâret etmemelidir diyor. Bundan toplanmanın mutlak olarak yasak edilmesi ve arus günü tayininin men'i nasıl anlaşılabilir. Hâşâ! Üçde bir delâlet ile nasıl hüküm verilebilir! O halde bu izah,sızlık şeklinde olan izâhı, baştan sona kadar eblehiiktir. Yahut eblehleri kandırmaktır. Önce, hadîs-i şerîfin ma’nasmı anlamalıdır ki, tevcihi, izâhı güzel olarak ortaya çıksın.

    Bilmek lâzımdır ki, îd [Bayram] sözü üç ma'nâda kullanılmıştırSevinç [neş’e, sürür], âdet edinmek, ve rücû’ etmek manaları vardır. Hadîs-i şerife bakılırsa, bu ma’nalarmdan hiç biri tam oturmuyor. Bazı âlimler neş’e manâsındadır. Birinci, mef’ulden önceki mudaf hazf olunmuştur. Ya’nî kabir ziyâretini neş’eli, sevinçli yapmayın; çünkü neş’ede oyun ve eğlence bulunur. Burası âhıreti hatırlamak yeri, milyonlarca rahmet ve bereketin indiği makam ve çeşit çeşit seâdet ve iyilikler ele geçiren bir vesiledir dediler. Bazı âlimler de, bundan maksad, kabrimi alışılan yer hâline getirmeyin demektir dediler. Mirkad’da yazıyor ki: Kabrimi îd. [bayram] yapmayın, ya’nî kabrimi ziyâreti bayram gibi yapmayın, yahut bayram yerine benzetmeyin. Çünkü bayram oyun, eğlence, neş’e günüdür. Ziyâretin hâli i.se buna uymaz. Denildi ki, bu hadîs-i şerîf, Kabr-i seâdeti çok ziyâreti teşvîk için olabilir. Ya’nî senede iki defa gelen bayram gibi ziyâret etmeyin demektir. Tîbî, bu hadîs-i şerîf, insanları, kabr-i seâdette bayram gibi süslü olarak gezinti yapar gibi ziyâretten men ediyor. Yehûdîler ve hıristiyanlar peygamberlerinin kabirlerine böyle yaparlardı. Böylece onlar için gaflet ve kasvet olurdu. Putlara tapanların âdetlerindendir; onlar ölülerine hep tazîm ederler; hattâ kabirlerini put edinirler. Buna: «Yâ rabbi, kabrimi tapınılan şey eyleme» hadîs-i şerifi işarettir. O halde maksûd, kabir ziyâretinde hudûdu aşmayı men etmektir. Bunun için hadîs-i şerîfde: «Peygamberlerinin kabirlerini mescid [secde yeri] edinenlere Allahü Teâlânın gadabı şiddetli oldu»

    ramı rnr "

    buyuruldu. îd kelimesi, itiyâd kelimesinden isimdir denildi. Avdet etti, yeniden geldi, ya’nî âdet oldu denir. îd, düşünce ve diğer şeylerden sana iâde olana, gelene denir. Ya’nî kabrimi itiyad yeri yapmayın. Edebsizliğe yol açar, haşmet ve hürmeti giderir. Uzakta olanın duası ona ulaşmaz sorulmaması için de, hadî,s-i şerifin sonunda: «Bana salât okuyunuz, çünkü salavâtlannız bana bildirilir» buyurdu. Ya’nî gidip gelip, dönüp dönüp kabrime uğramak zahmetinde olmayın, nerede olsanız bana okuyacağınız salavâtlarınız bana bildirildiğinden, sizden bu hafifletildi. Kadı der ki: Temiz, kudsî bir rûh, beden bağlarından kurtulunca, yükselir, Mele-i a'lâya erişir. Onun için hicâb, perde kalmaz, herşeyi bizzat görür, yahut meleğin bildirmesiyle görür. Bunda bir sır vardır. Bunu anlıyanlar, bu sırra* erenlerdir.» O halde Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve .sellem) men etmesi, ümmetine rahmet olarak, onlardan zahmeti kaldırmak için olur.

    İşte bu kadar çok ma'nâlar ve hadis âlimleri arasındaki bu kelimenin manasında ayrılıklar olunca, bir rna’nâ, o da kinâye ile, işâretle olunca, muhatabımızın demek istediğini göstermiyebilir.

    (İkinci şekil şudur ki, şer-i şerîfde İslâm şiânna, alâmetlerine ihtimâm göstermek tekîd edilmelidir. Meselâ Cum’a nemazı kılmak, cemâate gitmek, bayram nenıazlarım kılmak, cihada gitmek, haccın mistiklerini yapmak, meselâ Ka’beyi tavaf etmek, Safa ve Merve arasında say etmek, Arafat ve Müzdelifede vakfeye durmak, Minâda kalmak, Şeytânı taşlamak, kurban kesmek, teşrik tekbîrlerini okumak, traş olmak ve diğer İslâm şiâr ve alâmetlerine ihtimam göstermek lâzımdır. O halde İslâm şiarı dışındakilere ihtimam, bu şer’î işlere ihtimâm gibi maksûd değildir. Zamanımızda açıkça bellidir ki, meşayın. arusuna [ya’nî kabirlerinin yanında toplanıp, Kur’ân-ı kerîm okumaya, istiğfara ve âhır eti hatırlamaya] o kadar ihtimam gösteriyorlar ki, İslâm şiarından olanlara bu kadar özen ve önem vermiyorlar. Şöyle ki, Cum’ayı kılmak için sultanlar, vâliler ve meşayıhm çıkması asla olmuyor da, arus’da dışarı çıkmak ve ihtimam göstermek katiyyen kaçırılmıyor. Belki bazıları farz olan orucu tutmada, arus’a gösterdiği ihtimam kadar, ihtimam göstermiyor. Eğer farzlar kaçarsa, hiç korkmuyor da, arus günü kaçarsa, günaha girdiklerini sanıyorlar. Arus günü bütün şehir karmakarışık olup, bayram gününe dönüyor. Süslü elbiseler giyiliyor, güzel kokular sürünüp geziliyor. Sanki bayram yerine gidiyorlar. Arus yapılan yere gidince, orada çirkin bid’afler, hiç kimsenin beğenmeyeceği Süfli işler yapıyorlar. Bunları dile almamak daha iyi olur. İşte bunun için Peygamber efendimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) son vefatı hastalıklarında: «Allahii Teâlâ yehûdî ve hıristiyanlâra İa’net etsin ki, peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler. Onların yaptıklarım siz yapmayın» buyurdu. Buhârî’de de böyle yazıyor. O halde, şeriatın sahibinin getirdiği İslâm şiârına ihtimâm olunmaz ve ihtimam edilmemiş olana önem verilirse, şeriatın sâhibine muhalif iş işlenmiş olur. İşte bu anlatılan işleri yaptıkları için, arus günü tayin etmek câiz olmaz) diyor.

    Evet, şeriatta olan ve yukarıda sayılan Islâm şiârlarına ihtimâm olunduğu gibi, islâm şiarı olmıyanlara ihtimam göştermek maksad değildir. Aslı şöyledir ki, ihtimamın derecesi, ihtimam gösterilecek olan işin derecesine bağlıdır. Farza ihtimam, kendi derecesinde, vâcibe ihtimâm yine kendi derecesinde, sünnete, müstehabba ve mubaha da kendi derecelerinde olmalıdır. Mubahdaki ihtimam derecesi de, mubahların kısımlarına göredir. Meselâ kitâb sahibinin hânedanında, Şâh Abdurrahîm ve Şâh Veliyyullah ve Mevlevî Abdulazîz Dehlîden göçünceye kadar meclis ve vaz için Cum’a ve Salı gününe ihtimâm ederlerdi. Diğer büyükler de vaz için belli bir gün tayinine ihtimam gösterirlerdi. Mevlevî Abdülazîz .sâhib babasının arusuna ihtimam gösterir ve Cenâb-ı Memdûh ve Mevlevî Refiuddin sâhîh-i fetvâ, onun câiz olduğunu yazarlar. Şah Veliyyullah Şâh Abdurrahîmin Sâhib’in arusuna ihtimam eder, Şâh Abdurrahîm Sâhib de Mevlid-i Nebevî meclisine, ihtimam gösterirdi. Bir defasında mümkün olmadı. Bir nohud üzerine Fâtiha okudular. Ve bu ihtimamı sebebiyle, rüyâda Resûlullahın (sallallahü aleyhi

    ve sellem) ziyâreti ile şereflendiler. Bunu Şâh Veliyyullah Sahibin kitabından alarak bildireceğim.

    Ama bu büyüklerin bu gibi şeylere ihtimâmı, onların beş vakit nemaza olan ihtimamları gibi değildi. O halde kitab sâhibinin, şiâr olmıyanlara, İslâm şiârı gibi ihtimam ve dikkat göstermek, dinde mcrksud değildir sözü doğrudur. Fakat ondan sonra yazdıkları tamamen faydasız ve boştur. Meselâ zamanımızda açıkça görünüyor ki. Şöyle... şöyle yapıyorlar. Bunları ağza almak uygun olmaz diyor. Biz deriz ki, Meşâyıh, sultanlar, valiler, kumandanlar, daha kim olursa olsun Cum'aya çıkmıyorlarsa çok çok fena ediyorlar. İster arus için çıksınlar, ister çıkmasınlar. Yoksa, arus için çıkmıyorlar diye ayıklanırlar demek değildir. Ayrıca arusun câiz olmadığı henüz sâbit olmadı. Çünkü bu şekil, onun mubahlık kısmına haram demesi bahsidir. Bu arus’a müstehab diyenlerle muarazadır, karşı karşıya gelmedir. Ve farzı kaçırmaktan korkmıyan yakınen fenâlık yapmış olanla çatışmadır. Halk arus gününü kaçırmayı günâh saysın veya saymasın bu ayrı konu. Arus gününü kaçırmayı günâh sanan eğer aslında günâh değilse, hatâ etmiş olur. Ama bu hatâlı bilmesinden, arus günü tayinine bir zarar ulaşmaz. Eğer bir kimse beş vakit nemazı kaçırmaktan korkmaz ve abdest aldıktan sonra iki rek’at nemaz kılmamayı günâh bilirse, kendisi muaheze Olunur. Tehıyyetül vudû' [Abdest aldıktan sonra kılınan iki rek’at nemaz demektir] niçin haram olsun. Bu iş şer'an, hissen ve aklen güzel olarak bilinmekte iken, bilgide farklılık olursa, kusur bilendedir, bilinende değil. Bütün şehrin bayram günü gibi karışık olması ve arus yerinde çirkin bid’atler ve kötü işler yapılması da kötüdür. Her yerde, her zaman kötüdür. Ama iddiamız olan konuya, ya’nî arus günü tayinine bundan bir zarar gelmez. Eğer Cum’a câmisinde, yahut bayram yerinde, medresede, yahut vaz meclisinde çirkin. bid’atler işlenirse, yine kötüdür. Ama Cuma, bayram, ders ve vaz yasak edilemez.

    (Allahü Teâlâ yehûcfilere la’net etsin) hadîs-i şerifi, kabirleri mescid edinenlere yakînen la’net ediyor. Ama konumuz, arus günü tayin etmek hakkındadır. Bu ise kabri mescid edinmek değildir. Daha sonraki, şerîatin sahibi... diye başlıyan sözlerine gelince, son derece ne dediğini bilmezlik içerisindedir. Yukarıda, şiârdan başkasına şiâr gibi ihtimam etmek dinde maksad değildir diyor; şimdi de islâm şiârını gözetmede ihtimam olur, islâmdan başka şiârlarda ihtimâm olmaz deyip, kendi sözü ile öyle değildir diyor. Önce islâm şiârından başkasında ihtimam şeriatta maksuddur, lâkin işlâm şiârı gibi olmamalıdır diyor. Şimdi ihtimamı şiarlardan tamamen söküp atıyor. Sadece söylüyor. Sözünün tutarlılığına, iddiasının geçerliliğine çalışmıyor.

    Dikkatle bakınız, dini değiştirdi de henüz dağınık tevcihleri, ma’nâlandırmaları son bulmadı. Diyor ki: İhtimâm edilmiyecek olana ihtimâm göstermek, şeriatın sâhibinin maksuduna muhalif iş işlemek olur. Hâşâ! Bizim şeriatımızın sâhibi, kendi maksudunun hilâfına olan bir işi, tebliğ etmeden, yapanın muahaze olunacağını bildirmemiştir. Câiz olan arus için gün tayin etmenin yasaklığını hâlâ bildirmedi. O halde yasak olduğu bildirilmeden câiz, nasıl câiz değil olur, Medârlk tefsirinin sâhibi En’âm sûresi yüzkırkbeşinci âyet-i kerîmesini açıklarken diyor ki: Bu âyet-i kerimede, haramın, Allahü Teâlânın vahyi ve şeriatı ile sâbit olduğu bildirilmektedir; nefsin hevasıyla değil. Bizim için ona, şâriin beyanından başka bir ulaşma yolu yoktur.

    Ama muhatabımız vehhâbî eğer Mevlevi İsmailin teşri'îne uygun olarak, sirât-ı müştekimden derece edinip bütün şeriat hükümlerini bâtınî vahy yolu ile Allahü te

    âlâdan almış, kendine de peygamber gibi ma’sum olarak inanmış olacak ki, (Bu bildirilenler sebebiyle, arus günü tayîn etmekte ihtimâm câiz olamaz) demektedir. Sorarız ki, bir şeye ihtimâm, o şeyin kendisi midir, yoksa ondan ayrı bir şeymidir? Eğer ayrı ise, arus günü tayin etmekteki ihtimâma câiz olmaz demekle, câiz olmamak lâzım gelmez. Bura,sı önemlidir. Eğer ihtimâm o şeyin kendisi olmak ise, arus günü tayin etmenin câiz olması, ihtimâmın tayininin câiz olduğunu gösterir. Açıklaması o kadar dağınık oluyor ki, yorumlanacak, te'vil edilecek bir tarafı kalmıyor. Ama şu kadar anlaşılıyor ki, mefhûm-ı muhâlif yolu ile iddiasını isbâta çalışıyor. Ya'nî isme mahsûs olan şey, ondan başkasına hûkm edilmeyi olumsuz kılar. Bu merduddur. [Ya’nî mefhûm-ı muhalif [aksi ma’nâ] sened değildir]. Tevdîh kitabında diyor ki; Bize göre delâlet etmez. Âlimlerin icmâına göre talîl [sebeb ve delil bildirmek] câizdir. Talîlin cevâzında icma olduğu gibi, Kıyas da, bir şeyin tahsîsi ismi iledir, diye gösteriyor. Ondan başka hükmü olumsuz kılmayı gö.stermez,

    O halde şiâra ihtimâm, şiâr olmıyan ihtimamsızlığı göstermez. Yine deriz ki, kabir ziyâreti ve kendi ve ölü için düâ, on birinci, on ikinci ve onüçüncü süallerin cevabları gereğince, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kavi ve fi'linden [söz ve işlerinden] sâbittir. Yirmibeşinci süâlin cevâbında, Âlemgirîyyenin ibâresini şu şekilde nakl ediyor: «Bu konuda esa,s olan, insan, nemaz, oruç, sadaka, hac, Kur’ân-ı kerîm okumak, zikretmek ve peygamberlerin (aleyhimüsselâm), şehidlerin ve sâlihlerin kabirlerini ziyâret etmek, ölüyü tekfîn gibi ibâdet ve iyiliklerin sevablarını başkasına hediye edebilir.»

    Demek ki, kabir ziyâreti ve sevâbım bağışlamak da İslâm şiârındandır. Şiârlara ihtimâm ise câizdir. Arus günü tayin etmek, kabir ziyâretine ihtimâmdır. O halde câiz oldu.

    Bilmek lâzımdır ki, bu bozuk fırkanın umûmî hîlelerinden biri, hayırlı işlere devam ve bunları tahsîse mutlak, olarak yasak demeleridir. Düzgün olmıyan tasarruflar, te'viller ve zaif beyanlar ile bu maksadlarını yürürlüğe: koymalarıdır.

    (Seksendokuzuncu süâlin cevâbında diyor ki, hiç terk etmemek üzere, ısrâr ve te’kidle mendubun yapılmasını sağlamak şeytânın nasibidir. Nitekim Molla Aliyyül kârî, Tîbî ve Seyyid Mişkât Şerhinde: «Sizden biriniz nemazdan bir şeyi şeytan için yapmaz. Ancak sağ taraftan dönmeyi kendi üzerine hak görür» hadîs-i şerifinin altında diyor İti: Bunda, mend.uba ısrârla devam edip, işlemeye azm eyleyen, ruhsatlarla amel etmese de, ona şeytandan bir sapıklık isâbet eder. Nerde kaldı ki, bid’at ve münkire ısrâr edeni yoldan çıkarmasın.

    Kırkyedinci süâlin cevâbında diyor ki: Tahsis etmek, mubah veyâmendûb üzerine isrâr etmek, bunları müekked bilmek ve ruhsatlar üzere amel etmemek, şeytanın sapıtmasındandır. Molla Aliyyül kârinin Mişkât şerhinden, Tîbî ve Seyyidin ibârelerinden de böyle anlaşılıyor. Bu hadîsi Abdullah ibni Mes’uddan (radıyallahü anh) bildiriyorlar.) -diyor.

    Bilmelidir ki, Molla Aliyyulkârînin Mırkatta naklettiği; ve içinde, menduba ısrarla devam edip, işlemeye azmeyleyen... Sözü bulunan Tîbînin ifâdesini burada bildirmek anlayışsızlıktandır. Çünkü o sözden murâd, ancak vâcib olmıyanı vâcib bilmek, caize câiz değil diye inanmak şeytandandır demektir. Nitekim Molla Aliyyulkârî aynı Mirkat'da bu hadîs-i şerîfi açıklarken diyor ki: Sizden' biriniz şeytan için nemazından birşey yapmaz. Sanki biri, bizden birimiz nemazından şeytan için nasıl [ne] kılar, ne yapar soracak olur, cevabında: Görür, ya’nî düşünür, yahut inanır ki, haktır, ya’nî üzerine vâcibdir. Dönmez, ya'nî düşünür ki, dönmemek üzerine hak’dır. Nemazı bitirince, sağından, ya’nî sağ tarafından döner. Bir kimse böyle inanırsa, şeytana uyar. Ya'nî üzerine hak olmıyan şeyi, hak olarak inandığı için demektir.

    Bu hadî,S-i şerîfin ma’nâsında ve şerhinde, mendûb' ve mubah olan işlere devam etmeyi, böyle işleri itiyad hâline getirmeyi yasakhyan bir işâret yoktur. Belki devam etmek ve yapmak Şâriin matlubudur. Mişkâtta Sahihayn'dan bildiriyor ki, Abdullah ibni Amr ibni As’dan (radıyallahü anhüma) bildirilir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve seliem) bana: «Ey Abdullah, filân gibi olma. O gece ibâdet ederdi; şimdi gece ibâdetini terk etti» buyurdu. Molla Aliyyulkarî, şerhinde yazıyor ki: Ya’nî özrü olduğundan değil, belki rahatlık ve kolaylık bakımından demektir. O halde, söz verdikleri halde, sözünü tutmıyanlardan ve: «Virdi terk eden mel'ûndur» sözünde bildirilenlerden olur. Vird sâhibi mel’undûr şözü, gösteriş için yapanlar diye te’vil olunmuştur. Filân gibi demek’ten murâd, bu sözü dinlemesi ve gafletten uyanması içindir. Hadîş-i şerîfde, ibâdetleri terk edip, âdetlere dönmeye işâret olunmaktadır. Bu da ziyâdeden sonra noksanlıktır. Hadîs-i şerîfde: «Ziyâdeden sonra, noksanlığa dönmekten Allahü Teâlâya sığınırız» buyuruldu. Zirâ sâlik ve müride, artmayı isteyici olmak lâzımdır. Bunun için, ziyadeleşmede olmıyan, noksanlaşmâdadır denildi. Hadîs-i şerîfde: «İki günü eşit otan aldandı» buyuruldu.

    Yine Mişkâtta Sahîh-i Buhârî ve Müslimden alarak diyor ki; Hazreti Âişe (radıyallahü anha) bildirir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve ,sellem): «Amellerin Allahü Teâlâya en sevgili olanı, az da olsa, devamlı olanıdır» buyurdu. Molla Aliyyülkarî Şerh’de diyor ki: «Amellerin en sevgili olanı, ya’nî virdlerden devamlı olanlardır. Çünkü insan onlara alışır ve yüzünü ona dönerek, devam eder. İbni Melek ve Mazhar bu hadîs-i şerîf için dediler ki «Tasavvuf ehli, farzları terki beğenmedikleri gibi, virdleri terki de beğenmezler.» Abdullah ibni Amr ibni Âs’ın (radıyallahü anhüma) ve ardından hazreti Âişenin (radıyallahü anhâ) bildirdiği hadîs-i şerifler, terk-i evlâyı beğenmemenin bir şekli, yanı olmadığını gösteriyor. Nitekim yukarıda geç

    ti. Ancak tâati zarûretsiz terketmenin, Allahü Teâlâya ibâdetten yüz çevirmek anlamına geleceği şeklinde düşünülebilir. Devamlı yapanın hilâfına gadaba müştehak olur. Ahbâb [dost, sevgili] olanlar ve kalb sâhibleri de devam üzere olurlar.

    Hadîs-i şerîfin sonu: «Az da olsa» diye bitiyor. Ya'nî o yapılan amel, iş az da demektir. Buradan anlaşıldı ki, devam üzere yapılan amel, az da olsa, muntazam ve devam üzere yapılmıyan çok amelden daha sevgilidir. Bu hadîs-i şerîfde ittifak vardır. Buhârî hazretleri Mesrûkun, hazreti Âişe'den (radıyallahü anhâ), Resûlullaha hangi amel daha sevgili idi? .süaline, devam üzere olan buyurduğunu bildiriyor. Böylece Buhârînin rivayeti ma'nâ bakımından Müslimin rivâyetinin bir kısmı olur.

    Yine Mişkât’ta sahîh-i Buhârî ve Müslimde Hazreti Âişenin (radıyallahü anhâ) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Yapabileceğiniz amelleri alın. Çünkü siz melâl vermeyince, Allahü Teâlâ size melâl vermez» buyuruldu. Molla Aliyyülkarî bunu açıklarken şöyle yazıyor: Amellerden, ya'nî zikr ve diğer dil ve hareketle yapılan virdlerden; yapabileceğiniz demek, devam edeceğiniz demektir. İbni Melek der ki: Allahü Teâlâ tarafından melâl, sevâb vermemektir. Siz melâl vermeyince, demek Ona ibâdeti terketmenizdir.

    Yine Mişkât’ta hazreti Ömerden (radıyallahü anh) bildirilen hadîs-i şerîfde: «Virdini bitirmeden veya bir kısmım yapıp uyuyan, sabah nemazı ile öğle nemazı arasında okusa, geceden beri okumuş sevabı yazılır » buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf sahîh-i Müslimdendir. Hısn-ı Hasîn de yazıyor ki: Gündüz, gece, nemazdan sonra veya bunlardan başka zamanda virdleri olup da, kaçıran kimsenin bu virdlerini yapması, elden geldiği kadar dikkat etmesi lâzımdır. Devamını ihmâl etmemeli, kaçırdıklarını tedârikte gevşek davranmamalıdır. Molla Aliyyülkarî şerhde yazıyor ki: Bundan başka demek, Cum'a günleri, ayda bir, senede bir olan virdler demektir. Virdleri kaçırırsa, ya’nî özürle devam edemez,se demektir.

    Lem’a fî tahkîk-sl bid’a kitâbında Vehhâbilerin reisinin (Mubah olan işler, zaman, mekân ve başka şeylerle bağlı olup, haram ve küfr olurlar. Belki iyi iş denen mendûblar da böyledir) sözünü red ederken diyor ki: Bu söz, Allahü Teâlâya ve Resûlüne, bühtândır, yalandır, iftiradır. Şeriata muhalif, ters bir sözdür. Reformist bir temel kuruyor. Üzerine bir çok uygunsuz bölmeler yapıyor. Sözlerinin, iddialarının aslı yoktur. İddialarını isbât edecek bir âyet-i kerîme veya açık bir hadîs-i şerîf gösteremez. Gösteremeyince ve isbatlayamayınca, dinde, reform, yenilik yapmış olur. Bu yaptıkları bid’at olup, insanları doğru yoldan saptırmaktır. Davalarını ve neye tutunduklarını öğrenmek istediğimizde, kendilerinin ilim sâhibi değil, yalancı olduklarını gördük. Bu bid’at sâhibinin sözlerini isbattan, onları âciz bıraktıktan sonra, bu reformcu beyanların çürütülmesin! istedik. Yukarıda dediğimiz gibi, sözlerini açıklıyacak bir âyet-i kerîme veya açık bir hadîs-i şerîf olmaması, iddialarının bozukluğunu göstermeye yeterli ise de, maksadımız bu düşünce ve yanlış inançta olanlara nasihattir. Sahîh, sarîh, açık hüccetler, deliller bildireceğiz. Deriz ki, doğru yolda olan din imamlarından bildirdiklerimiz, iddiasının uygunsuz olduğunu, da’va sâhibinin bozuk olduğunu açıkça gösteriyor. Bunlardan biri, Aşûra günü orucunu bildiren hadîs-i şerîfi delil göstermeleridir. Yehûdîler bu günü [Aşûra günü, ya’nî Muharremin onuncu günü] oruca tahsîs ettiler. Bu tahsîs ve tayini kendiliklerinden yapıp, Mûsâ aleyhisselâmın emri ile yapmadılar ve Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu onlardan kabûl etti. Ve onu her senenin sünnetlerinden yaptı. [Bunun için Aşûra gününden önce veya sonraki gün oruç tutulursa, hem yehûdîlere uyulmamış, hem de sünnet 

    yapılmış olur]. Buradan anlaşıldı ki, bağlanmanın kendisi çirkin değildir. Belki çirkinlik ve güzellik aslına rucû’ eder. Bağlanmanın kendisi [mukayyedlik] harama sebeb olsaydı, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu nasıl kabûl ederdi! Bilhassa yehûdîlerin bu güne tazim için olan bu bağlanmalarını hiç alır mıydı! Bu hadîs-i şerîf, Sahîh-i Müslimde ibni Abbâs'dan (radıyallahü anh) bildirilerek yazılıdır.

    Bu büyüklerin istidlâl ettiği hadîs-i şeriflerden biri de, Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) hazreti Bilâii (radıyallahü anh) medh etti ve Cennette, her abdestten sonra kıldığı iki rek’at nemazda, narinlerinin sesini duydu. Halbuki bu nemazı kılmak için Resûlullahdan bir nass almış değildir. Belki sadece mutlak nemaz kılın emrinden bunu çıkarmıştı. Bu hadîs-i şerîf Sahîh-i Müslimde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) rivayeti ile vardır.

    İstidlâllerinden biri de, Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) pazartesi gününe mahsûs olan oruçtan sorulduğunda, Resûlullah, doğum günü olmak ve Kur'ân-ı kerîmin o gün kendisine indirilmeye başladığı şerefini beyanla, o gün oruç tutmaya izin verdi. Bu hadîs-i şerîf Müslimde olup, İbni Ebî Katâde’den bildiriliyor. Şerhinde diyor ki: Bu hadîs-i şerîfde, zamanın da, mekân gibi kendinde vâki olan olayla şereflendiğine delildir.

    Bu büyük âlimlerin istidlâllerinden biri de, ikindi ve sabah nemazlarından sonra, nemazda kendisiyle olmıyan bir kimse ile musafaha etmenin mubahlığıdır.

    İstidlâllerinden biri de, bazı hallerde tahsis, çoğu zaman hudûdu aşması, bu şeyi meşrû olmaktan çıkarmaz.

    Biri de, bid'at-i hasenenin işlenmesinde cevâz olduğunda ittifak vardır.

    Biri de, bütün âlimlerin, Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) doğum gününü tahsîs edip medh etmede ittifakları vardır. Her sene o gün, [o gece] iyilikler, ihsânlar yapmalıdır. Bu konuda aksi konuşanı red etmelidir. Künye ve Dürrülmuhtardaki Aşûra ile ilgili yazılar daha önce geçmişti.

    (Bazıları, arus günlerine delil olarak Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) her sene başıada, şehidlerin kabirlerini ziyârete gittiğini gösteriyorlar ve: «Her sene başında şehidlerin kabirlerine giderdi» diyorlar. Buna şöyle cevâb verilir ki, önee bu hadîs Sahih hadîs kitablamdan değildir. Belki, içinde sahih, hasen, zait, hattâ mevdu hadîsler bulunan hadîs kitablarındandır. Nitekim Suyûtî Cerîr hazretlerinden, o da Muhammed İbrâhîmden bildirir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) her sene başı şehidlerin kabirlerine gelir: «Esselâmü aleyküm, binıâ sabertüm feni’me ukbeddâr» derdi. İbni Cerîrin kitabında her cins hadîs-i şerîf vardır. Bununla beraber muhaddislere göre, bu hadîs isnâd, muttasıl ve merfu’ da değildir. O halde onlara göre sahih olmaz. Sahih, olduğu yakînen bilinmeyince, bir işin cevâzı veyâ câiz olmaması husûsunda delil olarak gösterilmemelidir. Çünkü istidlâlde hadîsin sahîh olması zarûrîdir) diyor.

    Bazıları sözü ile, her halde Mevlânâ Abdülâzîz Sâhib Dehlevî hazretlerini kasd ediyor. Çünkü fetvâda bu hadîsle istidlâl etmişlerdir. Bu fetvâ cevâbı ile beraber, cevâb verenin el yazısı olarak Şahcihân âbâd'da bazı ileri gelenlerin yanında bulunduğundan, burada açıkça ismini yazmayı, halkı aldatamıyacağı için uygun görmeyip, bazıları kelimesini kullandıBöylece onu ayıblamak istedi. Hukuka hürmeti tamamen unuttu. Belki böyle yazmaya mecburdur. Çünkü tuttuğu ve beğendiği yolun esası, bütün fukaha, sofiyye ve ümmet-i merhumenin ileri gelenlerini sapıklıkla suçlamaktır. Abdülâzîz hazretleri ne yapsın. Zirâ, utanmazsan, dilediğini yap, sözü meşhûrdur.

    (Sahîh hadîslerden değildir ki, üzerinde konuşulsun) SÖZÜ, âmiyâne bir ifâde olup, tamamen asılsızdır. Yalandır. Mezkûr altı hadîs kitâbında, çok yerde geçiyor ve kitablar ibununla doludur. Bu ilmin âlimleri ve anhyanları bunu 

    bilir. Sağırın kulağına, körün gözüne ulaşmadıysa, ne yapılabilir. Şeyh Abdülhak hazretleri Mişkât tercemesinin önsözünde bu meşhûr altı hadîs kitabında, sahîh ve hasen hadîsler vardır. Bunlara sahhâh denmesi sahihlerin çok olmasındandır diyor.

    O halde sahîh hadîsler, ne yalnız altı sahîh hadîs kitâbındakilerdir, ne de altı sahîh hadîs kitabı dışında sahîh hadis yoktur. İş böyle olunca, bu vehhâbinin dil uzatması yerine ulaşmaz. Yok, hadîs temyiz âlimleri, hangi hadîsle İbni Cerîrin kitâbına itibâr olunmıyacağını, yahut bir kimse böyle bir hadîs bulunduğunu söylese, bu vehhâbî de onu bildirse, elbette değer verilirdi. Tirmizî ve Nesâînin Tabakalında İbni Cerîr hazretlerinin menkîbe ve üstünlükleri, âlimlerin isimleri kısmında yazılıdır. Buraya yazarsak uzun sürer-

    Bu hadîşi Celâiüddin Suyûtî hazreti Şerh-i Sırdûr kitabında bildiriyor. Bu kitabı muhatabımız olan vehhâbî de tasdîk ediyor. Bu risâlesinde çeşitli yerlerde onu sened gösteriyor. Molla Aliyyulkârî Mirkat kitâbında kaç yerde Şerh/s sudûr’u medh ediyor. Bütün âlimlerce de makbuldür. O halde hadîs temyiz âlimlerinden, bu hadîsin reddi hakkında hiçbir nakil bildirmeyince, bu ilmin büyük âlimlerinin kabûl ettikleri bir hadîsi red etmek, dînin sevmek ve kayırmaktan uzaktır. Burada da kendi kuvvetli prensibinden vaz geçmedi ve hadîsin devamını yazmadı. Çünkü Şerh-i Sudûr’daki ibâre şöyledir: İbni Cerîr Muhammed bin İbrâhimden bildirdi: Resûlullah (.sallallahü aleyhi ve sellem) her sene aynı zamanda şehîdlerin kabirlerine gelir ve: «Esselâmü aleyküm bîmâ saber tüm feni'm® ukbeddâr» derdi. Hazreti Ebû Bekr, Ömer vö Osman (radıyallahü anhüm) da böyle yaparlardı. Suyuti hazretleri Dürr-i Mensûr'de bu tetemmeyi bildirmektedir. Ancak orada İbni Münzirin ve Merdeviyye'nin kitablarında Eshâb-ı kiramdan (aleyhimürrıdvân) hazreti Enesden rivâyet etmektedir.

    (Bununla beraber muhaddislere göre bu hadîs isnâd-ı muttasıl ve merfû’ değildir. O halde onlara göre sahîh olmaz) sözüne gelince, bu söz, hadîs ilminin İstılahlarına hiç vâkıf olmadığını bildiren, çok acemice, câhilce bir .sözdür. Bu hadîsin, merfu' hükmünde olmaması ise, ya onun kara câhilîiğinden, yahud da kasıdlı bir hîledir. Abdülhak Dehlevi hazretleri Mişkât tercemesinin başında diyor ki: Resûlullaha ulaşan hadîslere merfû’ hadîs denir. Merfü için Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) söylediği, yaptığı, yahut takrîr ettikleridir derler; yahut İbni Abbâsdan merfu'an bildirilmiştir denir; yahut bunu ibni Abbas (radıyallahü anh) ref'etti denir. Sahabeye ulaşana mevkuf, Tabiîne ulaşana maktu' ve eser derler. Ref' bazan sarîh olur. Şimdi söylediğimiz gibi. Bazan bir sarîh hükümde olur. Nitekim Sahâbe ve Tabiînden bir iş ve söz bildirirler ki, onu ictihâd, düşünce ve akıl ile söyliyemez; duymadan, bir nakil olmadan ondan haber veremezÂhıret halleri, geçmiş zamanlara âid haberler, gelecekte olacak işler hakkında söyledikleri böyledir. Bu da ref hükmündedir. Eğer, Resûlüllahın zamanında böyle yapardık, yahud sünnet böyledir derse, bu da merfu’ hükmündedir. Şeyh Abdülhak hazretlerinin .sözünün özü budur.

    İbni Salâh mukaddimede diyor ki: Merfû', husûsî olarak Resûlullaha izâfe edilen [Resûlullah böyle .söyledi] hadîslerdir. Bundan başkasına kullanılmaz. Meselâ Sahabeye çıkana mevkuf denir. Merfu'a, muttasıl, münkatı' ve mürsel de girmektedir.

    O halde bu hadîs-i şerîfin merfu' olduğu Sâbit oldu. Çünkü merfû’da ittisal [Resûlullaha ulaşma] şart değildir. Nitekim ittisal'de de ref şart değildir. Hadîs-i muttasıl demek, rivâyet edenden .sonuna kadar, râvilerden hiçbir râvinin senedi, aradan düşmüş olmaz. Eğer Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) varıyorsa Muttasıl merfu' denir. Eğer Sahâbiye varıyorsa, Muttasıl mevkuf denir. Eğer merfû'da da ittisâl şartı olduğu farz edilse, onu muttasıldan sonra yazmak boş sözdür.

    (O halde onlara göre sahîh olmaz) sonucunu çıkarması da yanlıştır. Çünkü merfu' olmamak, hadîsin sahîh olmamasını gerektirmez. Mevkuf ve Maktu’ hadisler de sahîh olurlar. Abdülhak Dehlevî hazretleri Tercemenin başında yazıyor ki: Sahîh hadîs, zabtı tam, nakli adalet üzere olup sonuna kadar senedi muttasıl bulunan hadislerdir.

    (Sihhati yakînen bilinmeyince) SÖZÜ ise, tam yanlıştır. ÎStİdlâlde hadîsin sahîh olması zarûrî değildirHerhalde bu vehhâbî insanları kandırmak için sahîhi yanlışın zıddı olarak gösterip, istidlâlde sahîh olmak zarûrîdir diyor. Ya’nî yanlış hadîsle istidlâl etmemelidir. Böyle karıştırmaktan Allahü Teâlâya sığınırız.

    Şeyh Abdülhak hazretleri Tercemenin başında diyor ki: «Hükümlerde sahîhün lizâtihi olandan başkası ile ihticâc [hüccet getirme, sened olarak kullanma] sözbirliği ite vardır. Hadîs-i hasenler de böyledir. Hüccet getirmede bu da sahîhe girmektedir. Gerçi derecesi biraz daha aşağıdır, ama sağlamdır. Zaif hadîs, çeşitli yollarla hasen derecesine çıkarsa, o da delil olarak alınır. İnsanlar arasında meşhûr bir söz vardır; zaif hadisler, amellerde fazilet için olup, başka yerde alınmaz derler. Bu müfredler içindir, [tek ve belli olanlar içindir]. Bütün zaif hadîsler için değildir. Çünkü zaif hadîs, çeşitli yollarla hasen olabiliyor. Bazıları dediler ki, hadîsin zaifliği, bazırâvilerin akılda iyi tutamamaları sebebi ile, yahut karıştırma veyâ gizleme sebebi ile ise, sâhibi sıdk ve diyânet sâhibi ise, çeşitli yollarla muhayyer olur, Ama râvî yalancılıkla itham edilmiş, yahut müstesna kılınmış ve hatası çok kimse ise, çeşitli yollar olsa da muhayyer olmaz. Zaif hadîs olarak kalıp, faziletlerde amel edilir. Belki de bunun için âlimler, hadîs-i şerîfde zâif demek, kuvveti ifâde etmez dediler. Yoksa böyle demek bozuk bir ifâdedir. Buradan anlayınız.»

    Demek ki, sened, delil, ancak sahîh hadîslerledir sözü sahîh değildir, isnâd bakımından da,, dediği gibi, ille isnâd-ı muttasıl olması lâzım değildir. Çünkü Mürsel hadîs de imâm-ı A’zam ve Mâlik (rahmetullahi aleyhimâ) hazretlerine göre mutlaka, imâm-ı Ahmede (rahmetullahi aleyh) göre, bir kavilde ve imâm-ı Şâfiîye göre, kuvvetlenmek şartı ile makbüldür. Şeyh Abdülhak Tercemenin mukaddimesinde diyor ki: İmâm-ı A’zam ve imâm-ı Mâlik hazretlerine göre mutlaka makbuldürOnlar, irsâl, vusûk ve itimadın kemâli, tamamlığı bakımındandır derler. Çünkü kelâm sika'dadır. Eğer ona göre sahîh olmasaydı irsâl etmezdi. Kale Resûlullah [Resûlullah buyurdu] demezdi. İmâm-ı Şâfiîye göre, eğer bu mür.sel hadîs kuvvet bulursa, bir başka şekilde makbüldür. İmâm-ı Ahmede göre de söz, bir kavle göre makbüldür, bir kavle göre tevakkuf vardır.

    Keşf-i Pezdevînin hülâsası şöyledir.İnkıta’ [kesinti] iki çeşittir: Zâhir ve bâtın. Zâhir olan, mürsel haberlerdendir. Bu da dört çeşittir:

    1. — Sahâbinin irsâl eylediği hadîs-i şeriflerdir.

    2. — İkinci asrın irsâl ettikleridir.

    3. — Her asırda âdil âlimlerin ir,sâl eyledikleridir.

    4. — Bir bakımdan irsâl, bir başka bakımdan muttasıl olanlardır.

    Birinci kısım, icmâ ile makbüldür. İkinci ve üçüncü asrın irsâli bize göre hüccettir. En yüksek dayanaktır. İmâm-ı Şâfiî hazretleri, mürsel, ittisâli bir başka yolla sâbit olmayınca kabûl olunmaz dedi. İmâm-ı Mâlikin eshâbı bildirir. İmâm-ı Mâlik hazretleri, mürseî hadîsleri kabûl eder ve bizim dediğimiz gibi, onlarla amel ederdi. Muhalifler hüccet olarak, râvinin câhilliği rivayetini .sahîh kılacak sıfatındaki cehâlettir derler. Lâkin biz deriz ki, irsâl ile istidlâl edip, Sahabenin (radıyallahü anhüm) amelini işlemekte bir beis yokturMa'nâ makuldür. Sözümüzdeki irsal kelimesinin ma’nâsı, bir kimse, isnâdından önce başkasından isnad etse, o kimse onunla yalancı zannolunmaz. O halde Resûlullaha (.sallallahü aleyhi ve sellem) hiç zan olunmaz demektir. İşte mutad olan, adâletin yolu açılınca ve isnad beyan olununca, iş katlanır ve yapılmağa girişilir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): «Bir şeyi anlamayınca, onu kimden duymuşsan, filân söyledi de, o hamletsin;, yorsun» buyurdu. İrsâlde bunlar bulunmazsa, onda ihtilâf olundu. Âlimlerimizin bazısı, her adalet sâhibinin irsâli kabûl edilir. Bazıları kabûl edilmez, çünkü zamanımızda fı.sk çok arttı. Ayırım yapmak lâzımdır. Ancak mürselleri sika olan âlimler rivâyet ederse, müsned gibi sağlam olurlar.

    (Sahîh olsa bile, bu hadîs-i şerîf mücmeldir. «Her sene başı şehîdlerin kabirlerine gelirdi». Bunun iki ma’nâsı vardır. Her sene başında gelirdi, ya’nî Muharremin evvelinde gelirdi, yahud o kabirdeki ölülerin ölümlerinin yıl dönümlerinde gelirdi. Usûl-i fıkh kaidesidir ki, hadîs-i mücmelle amel etmek câiz değildir. Onu mücmel söyliyen Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından bir açıklama bildirilirse, o zaman mücmel hadîsle amel câiz olur. Yoksa olmaz) diyor.

    Usûl-i fıkhdaki mücmelle amel kâidesini kullanmak için, önce usül-i fıkhda, mücmel ne demektir bilmek, anlamak lâzımdır. Ma’nâsını anlamadan bir kelimeyi kullanmak çok yersizdir. Bu vehhâbi, mücmelin ma’nâsını hiç bilmiyor. Yoksa, mücmel de olmayınca belki muayyen olur demezdi. Çünkü mücmel, muayyenin zıddı değildir. Belki mufassalın zıddıdır. O halde mücmel kelimesini burada kullanmak, lügat ma'nâsı bu değildir. Menâr'da diyor ki: Mücmel, ma'nâlarm içinde toplandığı maksadın hangisi olduğu iyi anlaşılmıyan şeydirYalnız ibâre ile bilinmez, tefsiri, açıklanması gerekir. Sonra araştırılır, düşünülür. Hükmü, murâd olan şeye hakkıyle itikaddır ve mücmelin açıklanmasına kadar durmaktır.

    Şimdi hadîs-i şerîfdeki havi [sene] kelimesinin ma’nâlarına gelelim. Havi sözü, başlangıcı Muharrem olan seneyi bildirmez. Aynı şekilde kabirde olanın ölüm gününü de bildirmez. Belki belirli bir zaman, devre bildirir. Âm, ya’nî yıl, muharremden başlıyandır. Ama havi Muharremin biri, ikisi, veyâ Saferin bilmem kaçıncı gününden, ertesi yıl o güne kadar geçen devredir. Havlin ma’nâsında tayin yoktur. Bu muhatabımızın Muharremin evvelini yazması, şaşılacak şeydir. Yoksa bilmiyor ki, hicri senenin tayini ve yılın Muharrem ayından başlaması, hesab, işleri için olup, Hazreti Ömerin (radıyallahü anh) hilâfeti zamanında yapıldı. Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) zaman-ı .seâdetinde yok idi. O halde Muharremin evveli olmak ihtimâli kalmadı. Böylece ikinci rna’nâ kaldı. Örf de bunu göstermektedir. Eğer mübhemler gibi karşılaşılan olayları da amele terke sebeb görmek gerekirse, bütün sofistailerden, her şeye mubah diyen mülhidîere kadar hepsinden ihtiyâç kalkar. Bu bir delil yetişir. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şeriflerde nerede havi ve sene kelimeleri geçiyorsa, bu Vehhâbînin mezhebine göre, terki vâcib olup, onunla amel câiz olmıyacaktır.

    Buna ek olarak deriz ki, bu muhatabımızın iptâli iddiâsında bulunduğu, arûs günü tayın etmek, hangi takdirde olursa olsun, ya’nî ister Muharremin başında tayin edilsin, ister kabirde yatan ölünün, ölümünün yıl dönümünde olsun, hadîsle sâbittirMuhatabımızın maksadı ise, mutlak tayini men etmektir. Sonu belli olmıyan mâceralara girişiyor. Bu hadîs-i şerîfe mücme! diyor. Ama, «Kabrimi! bayram yapmayınız» hadîs-i şerifini mücmel bilmiyor. Kendi kendine ne anladığını ancak Allah bilir.

    (Mücmel de olmazsa, belki muayyen olur. Nitekim zamanımızdakiler böyle anlıyor. Buna cevâb veririz ki, bu hadîs, «Kabrimi bayram yapmayınız», ya’nî kabrimin yanında, bayram günü toplanır gibi top lanmaymız, hadîs-i şerifi ile çatışıyor. Anlayın ve konuşmayın) diyor.

    Hâşâ, muaraza, çatışma yoktur. Çünkü hadîsin ma’nâsı yukarıda açıkça geçti. Belki muhatabımızın bildirdiği ma’nâda da çatışma şâibesi yoktur. Çünkü hadîs-i şerîfin bildirilen ma’nâsında, süslenerek, neş’eli olarak, oynayanlar, eğlenenler gibi toplanmayın ki, gaflete sebeb olur deniyordu. Bu ma'nânın her sene şehîdlerin kabrlerini ziyâret etmekle çatışması neresindedir!

    (Esas şudur ki, hadîsin medlûlü, gösterdiği ma’nâ şu kadar ki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud şehîdlerinin kabirlerini ziyâret etmek için teşrif ettiler. Hadîsin esasının delili bu kadardır ki, kabir ziyâretine gitti. Yalnız kabir ziyaretini kimse men etmiyor. Arus tayin etmek ise ayrı bir iştir. Bu hadîsi Arûs için delil getirmek faydasızdır) diyor.

    Ma'nâsız konuşuyor. Sözünün asılsız olduğu, her yerinden belli oluyor. Çünkü hadîsin lâfzını ilgayı gerektiriyor. Böyle taassub ve inaddan Allahü Teâlâya sığınırız. Her hükmü şartlara ve zamana bağlamak fâidesiz olur. Çünkü mutlaktan başka medlülü olmaz. Bu ise delilikten başka birşey değildir. Bir kimsenin haftada, ayda veya belli zamanda bir kabir ziyâretine gitmesine arûs denmez. Nasıl densin ki, arûs, ölünün vefâtının yıl dönümü olan günü tayin etmektir.

    (Herkesin çok önem verdiği arûsun esası, insanların belli bir gün tayin edip, toplanmaları, giyinmeleri kabir  veya bir başka makamda durup, kendi yaptıkları şeyleri, çalgı ve oyun âletleri gibi bid’atları ve bunlara benzer işleri işlemeleridir.,Buna da arûs derler) diyor.

    Arûsun esası, muayyen bir günde, ya'nî ölünün ölü' münün yıl dönümü gününde, ölüye sevâb göndermektir. Söz konusu işte budun Soran arûs günü tayin etmek hakkında, cevâb veren de aynı şey hakkında soruyor. Yapılan kötü ve çirkin işler, arûsa niçin girsin ve niçin onun icâbından olsun? Kötü kötüdür. Nerede, ne zaman ol,sa kötüdür, güzele giremez. Arus, bu kötü işler olmadan da olabilir. Bu durumda muhatabımızın arûsu inkârı, beğenmemesi çok zorlaşır, hattâ imkânsızlaşır. Yüzlerce, binlerce görenleri vardır ki, Şâh Abdülâziz Sâhib, babası için arûs yapardı. Oyun ve çalgı âletleri gibi mezmûm ve kötü şeylerden hiçbirisi bulunmazdı. Muhatabımız da bunu gözleri ile görmüştür ve özenmiştir. Bunun gibi Mirzâ Cân Cânân Sâhib ve Delhide daha bir kaç büyük için arûs yapılmaktadır. Faraza mekrûh ve haramlar işlense de, dışardan olan bu hareketler ile, bir şeyin kendisi için hüküm vermek akıldan uzaktır.

    (Bir kimse belli bir gün tayin edip, yüz veya bin kerre istiğfâr etste, buna asla arûs denmez) diyor.

    Bilmiyorum, bu, muhatabımıza göre câiz midir, değilmidir. Değilse, boşuna bildirmiş oluyor. Câiz ise, kendi usûlünü alt üst ediyor. Süâli soran, arûs günü tayin etmek câiz midir, değilmidir? diye sorsa, bu da, o zaman, câizdir. Ama mekrûh ve haram işler karışırsa ya,saktır diyecek.

    (Arûsu, Mevlid-i şerife benzetmek doğru değildir. Zirâ Mevlid-i şerîfde, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyâyı teşrifleri anılmaktadır. O da sevinç ve sürüra sebeb olur. Dinimizde, bid’at ve kötülüklerin bulunmadığı toplantıda, neş’elenmek, sevinçli olmak vardır. Üzülmek ve şer için toplanmak ise sâbit olmamıştır. İşte Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyâyı teşriflerine sevinmek, diğer işlerde yoktur. Bunun için diğerleri buna kıyâs olunamaz) diyor.

    Bu söz, mevlidin câiz olmasına benziyor. O halde gün tayin etmek konusunda, Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem), Hulefâ-i Râşidîn ve dört büyük imâmdan sâbit olduğu bilinmeden, kendi tarafından, mevlidle arûsun aynı şey olduğunu söylüyor. Böylece birinin cevazı, diğeri içinde olmuş oluyor. İkisinde de kötü şeylerin bulunmaması şarttır. Yoksa ayırmak için başka özelliğin bulunması lâzımdır.

    (Bununla beraber Mevlidde ihtilâf vardır. Zira üçüncü asırda gö-. rülmüşdür. Bu iş, ya’nî Mevlid için toplanma yapılmazdı. Üçüncü asır. dan sonra ortaya çıktı. Bunun için, câiz olup olmamasında âlimler ayrı ayrı söylediler. Sîret-i Şâmî’de uzun yazılıdır, isteyen oraya baksın) diyor.

    Âlimlerin ihtilâfını Sîret-i Sami’ye havâle etmesinden anlaşılıyor ki, Sîret-i Şâmî kitâbımn müellifi, ihtilâfları bildirmekle yetiniyor. Muhtâr ve tercîh olunan kavli yazmıyor. Nitekim muhatabımızın yalanlarının ortaya çıkmasından önce, kitabını okuyanlar, hüsn-i zanlan sebebiyle, kendisini böyle düşünürler. Ama muhâtabımız vehhâbînin, naklin, aslına uygulamasında, naklin çoğu yerlerini asla muhalif bildirmesi şeklinde olan yanlış ve yalanları duyulduktan, yayıldıktan sonra, Sîret-i Şâmî’ye ha^ vâlesi de ayni cinsten düşünülebilir. Çünkü Sîret-i Şâmî kitabının sâhibi, bunun müstehab olduğunu, en büyük âlimlerin çoğundan nakletmektedir. İstisnâ ve nâdir olarak Cumhurun hilâfına söyliyen kimseyi, kendi şeyhlerinden olan nakille red etmektedir. Kendisi de izahlı delillerle onun sözünü iptal etmiştir. Bu kadarına ihtilâf ismini vermek ve buna kanaat etmek ve cumhurun hilâfına câiz olmamasını yeterli bilmek, furû' mes’elelerinin hangisine itibâr olunabileceği suâlini akla getirmektedir. Konuyu toplamak için Sîret-i Şâmî'den bir kısmı aşağıya yazıyoruz:

    Sehavî der ki: Mevlid-i şerîf yapmak üçüncü asra kadar selef-i sâlihinden hiç kimseden bildirilmedi. Bundan sonra ortaya çıktı. Müslimânlar büyük şehirlerde ve başka memleketlerde, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyayı teşrifleri ayında [Rebiu! evvelin on ikinci gecesi] bununla meşgul oluyorlar. Güzel şeyleri ihtivâ eden bid’at velîmeler yapıyorlar. Gecelerinde çeşit çeşit sadakalar veriyorlar. Neş'eleniyorlar. Hayırlı işleri çok yapıyorlar. Mevlidle ilgili yazıları okumakta itina ediyorlar. Bunun bereketinden kendilerine büyük faziletler veriliyor. İmâm Hâfız Ebûl hayr ibni Cezri Şeyh-ui Kurrâdır. Buyurur ki: Mevlidin husûşiyetlerinden biri de, Mevlid, bu yıl için [içinde bulunulan ,sene için] emândır. Maksad ve merama hemen kavuşma müjdecisidir. Hâfız imâduddîn bin kesir, Rebîul evvelde mevlid yapardı. Büyük bir kalabalık olurdu. Şeyh Ebûlhattâb ibni Dıhye Mevlid hakkında bir kitab yazdı ve ismini Et-tenvîr fil mevlid-ii beşîrin-nezîr koydu. İmamlar bu kitâbı övmüşlerdir.

    Bunlardan biri hâfız Ebû Şâme Şeyh Nevevî, kitâb-ül bâis alâ inkâril bid'î vel-havâdıîs kitâbında der ki: Böyle güzel sözler medh edilene yakışır. Yapana teşekkür edilir ve yapan medh edilir. İbni Cevzî der ki: Bunda şeytan için kahr mü’minler için dayanak vardır. Allâme ibni Tağarbel Dürr-il muntazam kitâbında der ki: Sevenler Resûlullahm (sallallahü aleyhi ve sellem) mevlidi ille sevinip, ziyâfetler verdiler. Kahirede mevlid ziyâfetleri yapanlardandır. Şeyh Ebûlhasan —ki İbni Efdal diye bilinir— kaddesallahü sirreh, üstâdımın üstâdı Ebû Abdüllah bin Muhammed bin Nu’mân, ondan önce bunu yapan Cemâlüddin Acemî Hemedânîdir. Yine elinden geldiği kadar bunu yapmaya dikkat eden biri de, Mısır'da Yûsuf-ı Hicardır. Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) gördü. Bu işi yapmaya, ya’nî mevlidde velîme, ziyâfet yapmaya teşvîk ediyordu. Yûsuf bin Alî bin Zerîk’den duydum. Şâmî denir. Aslen Mısırlıdır. Hicazda doğmuştur. Mısır’da kalmıştır. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) mevlidinde böyle yapardı. Der ki: Resûlullahı yirmi ,sene önce rüyamda gördüm. Allah için bir kardeşim vardı. Hicazda idi. Adı Şeyh Ebû Bekr idi. Kendimi ve bu Ebû Bekri Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûrunda gördüm. Oturuyorduk. Ebû Bekr, kendi sakalını tutup, ikiye ayırdı. Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) benim anlamadığım bir söz söyledi. Peygamber efendimiz ona cevâb olarak: «Bu olmasaydı, bu elbette Cehennemde olurdu» buyurdu. Bana döndü ve: «Elbette seni döveceğim» buyurdu. Yâ Resûlallah hangi amelimden dolayı? dedim. «Mevlidime riâyet etmezsen» buyurdu. Yusuf der ki; işte o zamandan bu güne, yirmi senedir Mevlidi tes’îd ederim.

    Aynı Yûsufdan duydum; o da Ebû Bekr-i Hicazdan, o da Mensûr-i Beşârdan duydu. Der ki: Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyâda gördüm. Bana: «Ona söyle, onu iptal etmesin, ya’nî mevlidi.» buyurdu.

    Şeyhim İbni Muhammed Nu’mandan duydum. O da Şeyh Ebû Mûsâ Terhûnîden duyarak bildirdi. Dedi ki: Rüyâda Resûlullahı gördüm. Fukahânın Mevlid hakkındaki ziyâfet için söylediklerini kendilerine arz ettim. Resûlullah: «Bizimle kim sevinir, neş'elenirse, biz de onunla seviniriz» buyurdu-

    İbni Bütâh adı ile tanınan şeyh imâm-ı allâme fetvâsında kendi yazısı ile diyor ki: Bir kimse bu gece bir iyilik etse, bir gurup insan toplayıp, bunlara yemesi caiz olan şeyleri yedirse, dinlenmesi câiz olanları dinletse ve âhiretî teşvîk edici sözleri okuyana giyecek bir şey verse, bütün bunlar Resûlullahın dünyayı teşrifi münâsebetiyle, olursa câizdir ve yapan sevâb kazanır. Bunda zenginleri çağırmayıp, sadece fâkîrleri çağırmak diye birşey yoktur. Ancak muhtaç olanlara yardıma niyyet ettiyse, fakirlere ikrâm etmek daha sevâbdır. Evet, bu toplantı, zamanımız fakirlerinde olan şiş yemek, şarkıcılar toplanıp, gizli şehvetleri tahrîk eden şiirler okumak gibi zararlı hezeyanlar söylemek şeklinde olursa, Allah korusun, bunların hepsi günâhdır.

    Şeyh imâm Celâlüddîn Abdurrahman bin Abdülmelik —ki Ketânî adı ile tanınır, der ki: Resûlüllahın (salîallahü aleyhi ve sellem) mevlidi mübecceldir, mükerreredir. Mübârek bir gündür. Onun dünyayı teşrif günüdür, çok değerli ve büyük bir gündür. Onun vücûdu, bundan sonra ona uyanlara kurtuluş ,sebebi olmuştur. Resûlüllahın dünyâya gelişine sevinenin günâhları azalır, onunla hidâyete kavuşanlara bereketleri tamamlanmış olur. Bu gün, Cum’a gününe benzer. Şöyle ki, hadîs-i şerîfde: «Cum’a günü Cehennem ateşi kızdırılmaz» buyuruldu. İşte bu gün sevinmek, Resûlullah bu gün dünyayı teşrîf eylemiştir diye neş'elenmek, elden geldiği kadar ikrâm etmek ve düğün sâhibinin, davetine gitmek uygun olur.

    İmâm-ı allâme Zahîruddîn bin Ca'fer der ki: Mevlid yapmak, bid’at-i hasenedir. Bunu yapan sâlihleri toplamağa, Resûlullaha salat-ü selâm okumağa, fakîr ve miskinleri yedirmeye niyyet ederse, sevâb olur. Bu şartlarla her zaman .sevâb olur. Ama aşağılık kimseleri toplar, şema ve raks ve buna benzer şeyler yaparlarsa, mendûb olmaz, belki beğenilmemeye yakın olur.

    Şeyh Nasîruddin de dedi ki: Bu sünnetlerden değildir. Lâkin bu gün nafaka verir, ya’nî Allah yolunda sadaka verir, fakirleri doyurursa ve Resûlullah dünyayı bugün teşrîf etti diye sevinirse, şarkıcılar ve şehveti tahrîk eden şarkılar olmadan sema yaparsa, âhıreti hatırlatan ve dünyadan soğutan şiirler okunursa, bu şekilde toplanmak sevâbdırAncak bu yolla insanların elinde olan malı, parayı istemek, dilenmek doğru olmaz. Çünkü zarûret ve muhtâc olmadan istemek, dilenmek mekrûhdur. Sâlihlerin toplanması sırf bu yemekten yemeleri, Allahü Teâlâyı zikretmeleri ve Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) salavat okumak için olursa, kat kat sevab ve kurbet olur.

    Ebû Şâme adıyla tanınan imâm Hâfız Ebû Muhammed Abdurrahman bin İsmâil, El-bâis alâ inkâr-Ü bid-'l velhevâdıis kitâbında buyurur ki: Rebî', imâm-ı Şâfiîden (rahmetullahi aleyh) alarak diyor ki, sonradan olan, ortaya çıkan işler iki kısımdır: Biri, kitâb ve sünnete, esere ve icmâ-i ümmete uymıyanlardır. Bu bid’attir, dalâlettir. İkincisi, hayr, iyilik olarak yapılanlar olup, bunlar bildirilen dört esasa muhalif değillerdir. Bunlar da sonradan meydana çıkmıştır. Ama mezmüm değildir. Hazreti Ömer (radıyallahü anh) Ramazan-ı şerîfi ibâdetle geçirmek hu,sûsunda: «Bu sonradan olma değildir. Olsa da beğenilmiyen tarafı yoktur,» buyurdu. Bid’at-i hasenenin câiz olduğunda, bunda niyyeti iyi olanın sevâb bekleyebileceğinde sözbirliği vardır. Dînin kaidelerine uyup, aykırı olmıyan her sonradan ortaya çıkan şeyi yapmakta şer’î bir mahzûr gerekmez. Nitekim minber, medrese, tekke, han ve benzeri iyi şeyler böyiedir. İlk asırda bunlar yok idi. Ama bunlar şerîatin gönderildiği iyilik ve takvâ yolu üzre olmaya uygundur.

    Zamanımızda olan bid’at-ı hasenelerden yapılanlar da böyiedir. Meselâ Erbil şerhinde her sene Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) Mevlidi gecesinde sadaka vermek, iyilik yapmak, süslenmek ve sevinmek böyiedir. Çünkü bunda ayrıca bir de fakirlere ihsân vardır. Bu ise Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) sevgi ve saygıyı bildirir. Yapanın kalbini parlatır. Allahü Teâlâya, âlemlere rahmet olarak gönderdiği hazreti Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizi vücûde getirdiği için, bu büyük ihsân ve seâdete mazhar ettiği için şükr ederMusulda bunu [Mevlidi] ilk yapan Şeyh Ömer bin Meiâdır. Büyük velilerden biridir. İrbil sâhibi ve diğerleri bu hususta ona tâbi oldular,

    Şeyh allâme Sadruddin bin Ömer Şâfiî der ki: Bu bid’atte bir beis, mahzûr yoktur. Bid’at, sünnete galib gelip, onu kaldırmadıkça mekrûh olmaz. İnsan Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyaya gelişi olan Mevlid kandilinde, niyyeti iyi ise, neş'e ve sevinci için sevâb alır. Hâfız der ki: Mevlid yapmanın esası, bid’attir. Lâkin iyi şeyler olduğu gibi, zıddı olanlar da yapılabilir. O halde iyilikleri yapıp, zıddı olanlardan sakınan için bid’at-i hasene olur. Yoksa olmaz.

    Mevlidin çıkışının asıl üzere olduğu sâbittir. Sahihaynda [Sahîh-i Buhârî ve Müslimde] Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve ,sellem) bildirilmektedir. Resûlullah Medîne-i münevvereye geldi. Yehûdîleri Aşûrâ günü oruç tutar buldu. Niçin o gün oruç tuttuklarını sordu. Yehûdîier: «Bu gün, Allahü Teâlâmn, Fir’avm denizde boğup, Mûsâ aleyhisselâmı kurtardığı gündür. Bu yüzden Allahü Teâlâya şükr için bugün oruç tutarız» dediler. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve .sellem): «Ben Mûsâ aleyhisselâmı sizden çok doğru bulurum» buyurup, oruç tuttu ve o gün oruç tutmayı emretti. Bundan anlaşılıyor ki, verdiği bir ni’met veyâ kaldırdığı bir musibet için, belirli bir günde Allahü Teâlâya şükretmek ve bunun için her sene bu günü ibâdet ve tâatle değerlendirmek, nemaz kılmak, geceleri ihyâ etmek, sadaka vermek ve Kur'ân-ı kerîm okumak dindendir. Âlemlere rahmet olan Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) bu günde dünyâyı teşriflerinden daha büyük hangi ni’met vardır. Buna göre, Mûsâ aleyhisselâmın bildirilen bu kıssasına, ya'nî aşûrâ günü Fir'avndan kurtulması gibi, gün aramak vardır. Bunu düşünmiyenin bu ayın herhangi bir gününde Meviid yapmasında bir mahzûr yoktur. Belki insanlar buçu daha geniş tutup, senenin herhangi bir gününde yaparlar.

    Şeyhul kurrâ hâfız ebûlhayr bin Cezrî der ki: Ebû Lehebi, ölümünden sonra rüyâda gördüler. Nasılsın, ne hâldesin? dediler. «Cehennemdeyim, yalnız her pazartesi gecesi azâbım hafifler. Bu iki parmağımın arasından su emerim deyip, parmaklarının ucuna işâret etti. Bütün bunlar o gün Süveybe'nin bana Muhammed aleyhisselâmın dünyâya gelişini müjdelemesi ve onu emzirmesi ile oldu» dedi. Kur’ân-ı kerîmde kendisini zemmeden sûre bulunan Ebû Leheb gibi bir kâfir, Cehennem ateşinin ortasında, Muhammed aleyhisselâmın Meviid gecesinde sevindiği için, bu ihsana kavuşursa, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden mü’min-i muvahhid olan bir kimsenin, bu gecede sevinmesi, malım ona kavuşmak için vermesinin karşılığı, yakînen inanıyorum ki, Allahü Teâlânın onu ihsânı ve fadlı ile Cennete sokmasıdır. Nitekim Hâfız Şemsûddîn Muhammed bin Nâsiruddin Dımışkî şöyle der.

    Şiir:

    Ebû Leheb kâfirdir, Kur’ân’da sûre vardır;

    Tebbet yedâ bildirir, hep nârda kalıcıdır.

    Pazartesi gecesi Muhammed doğdu diye,

    «aleyhissselâm»

    Sevindi; bugün için, azâb ona hafîfdir.

    O halde, hep ömründe, Onun için sevinen

    Ve imân ile ölen, kulun hâli nasıldır!

    Üstâdım fetâvâsında buyurur ki: Bize, göre, Mevlidin a,slı, insanların toplanıp, Kur’ân-ı kerîmden imkân dâhilinde okumaları, Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) bidâyet ve dünyâya gelişi hakkında vârid olan hadîs ve haberleri, hakkındaki âyetleri okuyup, [onun medhû senası ile sevinmek], sonra hâzır olanlara çeşit çeşit yemekler ikrâm etmek ve bundan başka birşey yapmadan dağılmaktır. Böyle olursa, bid’at-i hasene olup, Resûlullahın değerini tazîm ve Onun Mevlid-i şerîfi ile sevinmek olduğundan, sâhibine, ya'nî yapana ,sevâb verilir.

    Bir başka yoldan da asıl üzere olduğunu gördük. Şöyle ki, Hâfız, Beyhekî hazreti Enes’den (radıyallahü anh) bildirir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), dedesi Abdülmuttalib, yedi günlük iken kendisi için akîka kurbanı kestiği halde, peygamberliğini tebliğden sonra kendisi için akîka kurbanı kesti. Halbuki akîka ikinci bir defa tekrâr edilmez. Bunu, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü Teâlâ hazretlerinin kendisini, âlemlere rahmet olarak göndermesinin şükrünü edâ etmek ve ümmetine, bunu,, yapmalarını öğretmek için yapmıştır dediler. Böyle tefsîr ettiler. Kendine salât okuduğu gibi, bizim için de, toplanıp, ikrâm etmek ve bunlar gibi sevâb ve kurbet amelleri yapmakla Mevlid-i şerifinde şükretmek müstehab olur.

    İbni Mâcenin sünen’inin şerhinde der ki: Doğrusu, Mevlid yapmak, dînen mahzûrlu şeyler bulunmadıkça, mendûb olan bid’at-ı hasenelerdendîr. Şu şiiri söyliyerıe Allah rahmet eylesin:

    Hayrul âleminin Mevlidi pek yüksektir;

    Kâinât Onun ile dâim süslenmektedir. Ey ona ihlâs ile bağlı olan kardeşim, Bu ayın geceleri, hep müjdelemektedir. Muhtaçlara yemek ver, çıplakları giyindir, Sevgi, mahbûbu, için, sevdiğini vermektir. Mustafa ve dostları hep böyle yaparlardı, Onun ve dostlarının işi, size kâfidir.

    Bu hayırlı işleri, göz nuru kabûl eden, Başka birşey yapmaya, güçsüzdür, mecâlsizdir. Ey Ahmedin Mevlidi, bizim baharımızsın, Rûhlar, cesedler şenle, rahata ermektedir. Mevlitlerin yükseği ve en aziz doğuş bu, Seyyidlerin seyyidi île şereflenmiştir.

    Bu insanlar dâima senin nurunla dolsun.

    İşığınla, feyzinle hep aylar, bayram olsun.

    Bütün bir yıl kalblercfe, sürür, neş’e bulunsun, Dünyâyı teşrifinin haberleri duyulsun.

    Onu seven âşıklar bunun için İsterler, Şevk ile, ah onunla, hep bulunsaydık derler.

    Bundan sonra sîret sâhibi, Fâkihânînin sözünü bildirir: Şeyhinin fetâvâdaki cevâbını bildirir. Bunu kısaca bildireyim: Fâkihânî, bu Mevlîdin kitâb ve sünnetle a,slı varmı bilmiyorum deyince, şeyhi, ya’nî üstadı dedi ki: Bilmemek, olmadığını göstermez. Hafızların imâmı ebûlfadl ibni Hacer sünnette aslı olduğunu bildirdi. Ben de ikinci bir asıl buldum. Bunun üzerine Fâkihânî, din imamlarından olan ümmetin büyük âlimlerinden hiç birinin bunu yaptığı bildirilmedi deyince, üstâdi: «Bunu Melik âlem çıkardı. Bununla Allahü Teâlâya yaklaşmaya niyyet etmiştir. O zaman huzûrunda âlim ve sâlihlerderı kalabalık bir cemâat vardı. Hiçbiri beğenmemezlik etmediler. İbni Dıhye beğendi ve bunun için bir kitab yazdı. Bu dindâr âlimler bu kitabı beğendiler, okudular, fakat inkâr etmediler» dedi. Fâkihânî, mendûb değildir, çünkü mendub demek şeriatın istediği şey demektir dedi. Üstâdî: «Mendûbda istek, bazan nass ile, bazan kiyâs ile olur. Bu konuda nass yok ise de, iki asi üzere kıyâs vardır» dedi. Bunlar anlatılacaktır. Fâkihânî, mubâh olması câiz değildir. Çünkü, dinde bid’at, ya’nî sonradan meydana çıkan şey, müsiimcmların sözbirliği ile mubah değildir deyince, üstâdı buyurdu: Bu ,söz düzgün değildir. Çünkü bid’at denince, yalnız mekruh ve haram değil, bazan, mubah, mendûb ve vâcib de olabilmektedir. İmâm-ı Nevevî buyurur ki: Şeriatta bid’at, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem.) zamanında olmıyan şeye denir. Bu ise, hasene ve kabîhe [iyi ve kötü] olmak üzere ikiye ayrılır. Şeyh İzzüddin bin Abdüsselâm, Kavâidde der ki: Bid’at, vâcib, harâm, mendûb, mekrûh ve mubah diye kısımlara ayrılır. Bunda yol şöyledir ki, bid’at şer’î kaidelere arz olunur. Eğer vâciblere giriyorsa, vâcibdir. Harâma giriyorsa, harâm, mendûba giriyorsa mendûb, mekrûha giriyorsa mekrûh, mubaha giriyorsa mubah olur. Bu beş kısmın herbiri için misaller veriyor. Meselâ mendûb olan bid'ati anlatırken diyor ki: Kervansaray, han, hanekâh, medrese ve birinci asırda bulunmıyan her bir iyilik bunlardandır. Teravih, tasavvufun inceliklerinden konuşmak ve cedel ilmi de bunlardandır. Allahü Teâlânın rızâsını kazanmak niyyetiyle, mes’eleleri görüşmek için yapılan toplantılar da böyledir.

    İmâm-ı Beyhekî, Menâkıb-ı Şâfiîî kitabında, İmâm-ı Şâfiîden bildirerek diyor ki: Sonradan çıkan şeyler iki kısımdır: Bâr”, Kitâba, Sünnete, Esere ve icma'a uymıyanlardır. Bunlar dalâlet, sapıklık olan bid'atlerdir. İkincisi hayr, iyilik olarak çıkanlar olup, bunda hiç birinin ihtilâfı yoktur. Sonradan meydana çıkan bu gibi şeyler mezmûm değildir. Nitekim hazreti Ömer (radıyallahü anh) Ramazan-ı Şerifi ibâdet ve tâatle geçirmek husûsunda, iyi bid'attir buyurdu ya’nî bu yok idi, sonradan oldu. Sonradan olsa da evvelki oian bunu red etmiyor. İmâm-j Şâfiînin (rahmetullahi aleyh) sözü burada bitti.

    — Fâkihânî dedi ki: «Bir kimse bunu, çoluk çoğunun ve esbabının dışına taşmıyacak şekilde, kendi malından yapar, yemekten başka birşey olmaz ve başka hiç kim,şeye bir avuç birşey vermezse, bid’attir, mekrûhdur, çirkindir.» Üstâdı buyurdu: Bu kısım, sonradan ortaya çıkıp, Kitab, Sünnet, Eser ve icma'a muhalif değildir. O halde mezmûm, kötü değildir. Nitekim Şâfiî hazretlerinin ibâresinde de böyledir. Gerçekten birinci asırda olmıyan iyiliklerdendir. O halde, Abdüsselâmın ifâdesinde geçtiği gibi, mendûb olan bid'atlerden olur.

    — Fâkihânî dedi ki: Ama günâh karışır, tegannî, raks, genç kadın ve erkekler, kızlar, delikanlılar ve buna benzer haramlar işlenirse, böyle toplantının haram olduğu aşikârdır. Üstâdı buyurdu ki: Söz aslında doğrudur. Ancak haramlık, bu şeyler sebebi ile dışardan gelmiştir. Şiâr olan Mevlid toplantısının kendisine mahsûs değildir. Belki Cum'a nemazı için olan toplanmada da bunlar bulunsa, yine kötü ve çirkin olurlar. Bu yüzden Cum’a nemazının aslı için olan toplanmanın zem edilmesi, kötülenmesi gerekmez. Bu açıkça anlaşılan bir mes’eledir. Bu cinsten bazı şeyleri, Ramazân-ı şerîf gecelerinde, insanların teravih için toplanmalarında gördük. Bu işler için de, terâvih nemazına haram mı diyeceğiz. Asla! Belki deriz ki, terâvih nemazı için toplanmak aslında iyidir. Ama, bu arada ona eklenen kötü şeyler kötüdür, çirkindir. Bunun gibi, yine deriz ki, şiâr olan Mevlid için toplanmak, aslında mendûb ve kurbettir. Bu arada yapılan çirkin işler ise çirkindir.

    — Fâkihânî dedi ki: Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyâyı şereflendirdiği ay, Rebi’ulevveldir. Âhırete intikal ettiği ay da, yine aynı aydır. Bu ay da üzülmek gerektiğinden, sevinmek olmaz. Üstâdı buyurdu ki: Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyaya gelişi, bizim için en büyük ni’mettir. Vefatı da bizim için en büyük musibettir. Dinimiz i,se, ni'mete şükrü bildirmeyi teşvîk, musîbet zamanında ise, sabr etmeyi, sâkin olmayı ve üzüntüsünü belli etmemeyi bildiriyor. Dinimiz doğum zamanında, akîka kurbanını emr ediyor, ölüm zamanında böyle bir kurban emr etmiyor, başka bir şey de emretmiyor. Belki sesle ağlamayı, feryad etmeyi bite yasaklıyor. O halde dînin usûlü, bu ayda Resûlüllahın dünyâyı teşrifine sevinmenin iyi olduğunu, bunun aşikâre yapılmasını gösteriyor. Bu ayda vefatına üzülmeyi ve üzüntüsünü belli etmeyi bildirmiyor.

    İbni Hâc dedi ki: Velhasıl, şükrün şiârı olan şeyleri bunda âşikâre etmeği övmek, haram ve çirkin şeyler de yapılırsa bunları beğenmemek esastır.

    Yine diyor ki: Bid'atlar cümlesinden biri de, en büyük ibâdetlerden saydıkları, izhârını şiâr edindikleri şey, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyavı teşrîf eylediği Rebîutevvel ayının Mevlîd gecesidir. Bu bid’at üzere kullanılmakta, şarkıcılar ve çalgıcılar, kızlar ve delikanlılar biraraya gelip eğlenmekte, Allahü Teâlânın üstün kıldığı zamanlarda böyle bid’at ve uydurma şeylerle meşgul olmaktadırlar. Şübhesiz bunun dışında semâm ne olduğu ma’lumdur. Bu büyük aya, Allahü Teâlânın üstün kıldığı ve kerîm olan peygamberini (aleyhisselâm) bize ihsân eylediği, öncekilerin ve sonrakilerin efendisi ite bizi şereflendirdiği böyle mübârek bir ayda, kıymetli bir zamanda, bu kötü işleri yapmak daha da çirkin olur. Halbuki bu ayda çok ibâdet yapmalı, çok iyilikler işlemeli, bunları bu büyük ni'meti bize veren Rabbimize şükretmek için yapmalıydı. Her nekadar efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu ayda, diğer aylardan çok ibâdet etmediyse de, bu Resûlullahın ümmetine rahmet ve şefkatli olmasından başka birşey değildir. Peygamber efendimiz (aleyhisselâtü vesselam) bu büyük ayın üstünlüğüne işâret edip, pazartesi günü oruç tutmaktan süâl sorana: «Bu gün benîm dünyaya geldiğim gündür.» Bu güne saygı, içinde doğduğu ayı hatırlattığından çok önemlidir. O halde bu güne çok saygılı olmamız lâzımdır. Allahü Teâlâ üstün kıldığı için biz de üs-

    tün tutmalıyız. Bu şuradan da anlaşılır ki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Ben âdem oğlunun Seyyicfiyim, (efendisiyim] öğünmüyorum. Âdem aleyhisselâm ve diğerleri 'benim sancağım altındadır.» buyurdu. Zamanların üstünlüğü, zâti olarak onunla şereflenmek değil, ma’nâda ona mahsûs olan yüceliğe kavuşmasıdır. O halde dikkat ediniz! Bu şerefli aya, Cenâb-ı Hak ne büyük husûsiyet vermiştir. Pazartesi günü de ne husûsî bîr şerefe kavuşmuştur. Görmez misin ki bu gün oruç tutmak büyük fazilettir. Çünkü Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu gün doğmuştur. Bunun için bu çok değerli ay gelince, saygılı olmalı, ona tazim etmeli ve Resûlullaha uyarak gerekli hürmeti göstermelidir. Çünkü bazı özel zamanlarda, daha çok ibâdet ve iyilik yapılır.

    İbni Abbâs (radıyallahü anhüma) arılatır: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) iyilikte insanların en cömerdi idi. Ramazân-ı şerîfde yapılanlarda en önde o idi. O halde sen de, onun gibi, üstün vakitlere saygı ve hürmette ol. O bu işte bütün gücünü harcardı. Resûlullah kıymetli zamanlarda yaptıklarını, başkalarının da yapmasını emr etmedi denirse, cevâbında deriz ki: Bu onun merhamet ve ikramının çokluğundandır. O ümmetinden zorluğun kaldırılmasını isterdi. Bilhassa kendisine mahsûs olan işlerde. Görmezmisin ki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) İbrâhim aleyhisselâmın Mekkeyi harem edinmesi gibi, Medîneyi kendisine harem edindi. Bununla beraber, avının avlanmasını, ağacının kesilmesini cezâ olarak bildirmediBu da ümmetini koruması ve onlara acıması sebebiyledir. Böylece bir işe çeşitli yönlerden bakar, kendisi için faziletli olsa da, ümmetine kolaylık için onu terk ederdi. Bunun için bu aya ta'zimi de böyiedir. Ya’nî çok ta’zîm etmelidir. Bu da ancak, bu ayda çok iyi işler yapmakla olur. Sadaka ve diğer hayırlı ameller gibi. O halde bir kimse bu ayda bu güzel işleri yapar ve bu şerefli aya hürmeten haram ve mekrûhlardan sakınırsa, bunlar başka zamanlarda da istenmiş i,se de, bu aya mahsûs olarak, Ramazân-ı şerîfdeki ve diğer hürmetli aylardaki gibi daha hürmet ve te’kidle yapılırsa, elbette daha iyi olur. Dinde sonradan çıkmış olanları terk eder ve bid’at olan yerlerden uzak durur, ve gereksiz olan şeyleri yapmaz. Bu zamanda bazıları bunun tersini yapıyorlar. Meselâ bu ay geldiği zaman, def, dümbelek ve diğer çalgılarla oyun ve eğlenceye koyuluyorlar. Bununla da yetinmeyip, bazıları güzel yüzlü, güzel sesli, güzel elbiseli şarkıcı gençler ekliyorlar, gazel ve şarkılarla neş'elenip, sükûn ve harekeleri bozuyorlar. Birbirlerine tutuluyorlar. Fitneye düşüp, fesada ulaşıyor. Hatta karı koca arasf açılıyor, bozuluyor. Ayrılmalar meydana geliyor.

    Böyle olmaz ve yemek ikrâm edilirse, niyyeti de Mevlid olup, dostları, ahbabları çağırırsa, yukarıda sayılan şeyier bulunmazsa, niyyet sebebiyle sadece bid’at olur.

    Sîret sahibi der ki: Anlatılanların özeti şöyledir ki, Mevlid zem edilmez. Belki varsa o esnâda olan haram ve mekrûhlar zemmedilir. Sözünün başlangıcı, açıkça gösteriyor ki, bu aya mahsûs çok iyilik ve hayır yapmalı, sadaka vermeli ve diğer kurbet amelleri işlemelidir. Beğenilen Mevlid amelleri bunlardırÇünkü bunda Kur’ân-ı kerîm okumak, yemek ikrâm etmek ve bunlar gibi iyilik ve hayırlardan başka birşey yoktur. Son .sözündeki bid’attir kelimesine gelince, bu söz, daha önce bildirilenlere ters düşüyor, yahut da bid’at-i hasene diye ma'nâlandırılır. Nitekim bu bahsin başında böyle geçmişti. Yahud da bu iş hayırlıdır, ancak bid’at olan ona Mevlid diye niyyet etmektir, anlaşılmaktadır. Nitekim kendisi de, bürodan ancak niyyetin kendisi bid’attir demektedir.

    Hiç birinden Mevlide niyyet ettikleri bildirilmedi. Buradan da anlaşılıyor ki, mekrûh olur demesi, yalnız Mevlid diye niyyet etmesidir. Yemek yedirmesi ve ahbabların ona düâsı mekrûh olmaz. Bu ifâde ve görüş, sözün başlangıcındaki ile birleşmiyor. Çünkü başta, bu zaman çok iyilik yapmağı teşvîk ediyor Allahü Teâlâya şükr etme şeklini bildiriyordu. Resûlüllahın (.sallallahü aleyhi ve alâ âlihi ve eshâbihi ve sellem) dünyaya teşrîf ayına kavuşunca yapılması öngörülen bu iyilikler. Mevlide niyyet ma’nâsı taşımaktadır. Teşvîk edildiği halde, bu değer nasıl zem edilir. Niyyetsiz, mücerred iş nasıl olur. Yapılanların niyyetsiz olduğu düşünülemez. Düşünülse, ibâdet ve sevâb vesîlesi olmazlar. Çünkü ameller niyyetlerle olur. Burada niyyet, ancak, bu şerefli ayda dünyaya geldiğinden, Re,sûlullahm doğumu için Allahü Teâlâya şükretmektir. Bu ise Mevlide niyyettir. Bu ise onun tarafından, şübhesiz beğenilmektedir. Düşünülürse anlaşılır.

    Sonra İbni Hâc der ki: Onlardan biri de, Meviid yapandır. Sırf tazîm değildir. İnsanlar arasında çeşitli durumları vardır, Bazı kimseler verdikleri şeyleri almak isterler de, bizzat istemekten utanırlar. Bunun için Meviid yapıp, insanların onun için topladıkları şeyleri bu yolla onlardan almak ister. Bu Mevliddeki bozuk durum ve değerlendirmelerden biridir [ve konumuz dışındadır].

    Sîret kitâbının sâhibi der ki, bu da daha önce anlatılanlardandır. Şöyle ki, bunun zem edilmesi, iyi niyyetin bulunmamasındandır. Meviid yapmaktan dolayı değildir. Sîret-i Şâmiyyenin yazısı burada tamam oldu.

    Şimdi, bu konuda diğer büyüklerden bildirilenleri anlatalım :

    SÜÂL: Şâh Abdülazîz Dehlevî hazretlerinden, bir yıl geçtikten sonra büyüklerin kabirlerini ziyâret için bir gün tayin etmek câiz midir değil midir? Soruldu. Buyurdu:

    CEVÂB: Bir yıl sonra, muayyen bir günde kabre gitmek üç şekilde olur:— Bir gün tayin edip, bir veya iki kişi, kalabalık olmadan, sırf kabirleri ziyâret ve istiğfâr için gider. Bu kadarı rivâyet ile sâbittir. Dürr-i MensÛr tefsirinde diyor ki, ölüm yıl dönümü zamanında Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kabirlere gider ve kabirlerde olanlara mağfiret için düâ ederdiBu kadarı haberle, hadisle sâbittir ve müştehabdır.

    1. — Kalabalık olarak ziyâret etmektir. Orada Kur’ân-ı kerîmi hatm ederler. Bir tatlı veya yemek üzerine Fâtiha okuyup, hâzır olanlar arasında taksîm ederler. Bu kısım, Resûlullahın ve Hulefâ-i Râşidîn zamanlarında yapılmamıştır. Bir kimse böyle yaparsa çekinecek birşey yoktur. Çünkü, bunda çirkin, kötü birşey yoktur. Belki ölü ve dirilere fayda hâsı! olmaktadır.

    2. — Kabrin başında şöyle toplanırlar ki, insanlar belirli bir gün seçip, süslü, kıymetli elbiseler giyerler. Bayram günü gibi neş’eli olup türbelerde toplanıp, raks ederler, oynarlar. Çalgı çalarlar ve diğer yasakları İşlerler. Meselâ kabre secde ederler. Etrafını tavaf ederler. Bu kısım haramdır. Yasaktır. Belki bazısı küfre varmaktadır. İşte bu kısım: «Kabrimi bayram, yapmayın» ve: «Yâ rabbi kabrimi, tapınılan put yapma» hadîs-i şeriflerinde bildirilene benziyor. Bu iki hadîs-i şerîf Mişkât’da vardır.

    Yine Mevlânâ Abdülâzîz hazretleri, Mevlevî Sâhibin fetvâsına dil uzatanlar için, hayvan kesmek bahsinde diyor ki: (Kendi büyüklerinin arû,sunda...) Buna dil uzatmak, dil uzatılanın hâlini bilmemektendir. Zirâ dînimizin farz dediği şeylerden başkasını, hiç kimse farz bilmemektedirEvet sâlihlerin, evliyanın kabirlerini ziyâret edip, bereketlenmek, Kur’ân-ı kerîm okumak ve hayırlı düâ etmekle onlara îmdât etmek, yiyecek ve tatlı dağıtmak, güzel bir iştir. Bunda âlimler sözbirliği halindedir. Arûs günü tayin etmek, o gün o büyüğün dünyadan

    cıhirete intikalini hatırlamak, ondan konuşmak içindir. Yoksa bu amelin, işin olduğu her gün, felâh ve kurtuluşa sebebdir. Sonra gelenlerin, öncekilerini bu tür iyilik ve ihsân ile anması lâzımdır. Nitekim hadîs-i şeriflerde de böyle . bildirilmektedir. Sâlihin oğlu, babasına düâ eder. Kur’ân-ı kerîm okumak ve .sevâbını bağışlamaya [farz gibi] ibâdet demek anlayışsızlığın ve bilgisizliğin ç.okluğundandır. Evet bir kimse kabre secde eder, yahut kabri tavaf eder, yahut buna benzer işler yaparsa, elbette putperestlere benzemiş olur. Ama böyle olmayınca, niçin dil uzatılmış olsun)

    İmâm-ı Suyûtînin Dürr-i Mensûr’urıda diyor ki: İbni Münzir ve İbni Merdeviyye hazreti Erıesden (radıyallahü anh) bildirdiler: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) her yıl Uhud'a gelirdi. Vâdi gibi olan yere gelince, şehidlerin kabirlerine selâm verir: «Esselâmü aleyküm bimâ saber tüm. » derdi. İbni Cezir Muhammed bin İbrâhimden bildirir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), her ölüm yıl dönümlerinde, şehidlerin kabirlerine gelir: «Selâmün aleyküm bimâ saber tüm, feni'me ukbeddâr» Hazreti Ebû Bekr, Ömer ve Osman da böyle yapardı. Tefsîr-i kebîr'de, Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirilir: Her sene, ölüm yıl dönemlerinde, şehîdlerin kabirlerine gelir: «Esselâmü aleyküm bimâ saber tüm feni’me ukbeddâr» derdi. Dört büyük halîfe de böyle yaparlardı.

    Mevlânâ Refiuddin sâhibden yirmiüçüncü süâl olan şu soru sorulur: Senede bir, bir büyüğün kabri başında toplanmak ve onu vefât ve arûs günü kabûl etmek, kabrin başına, yapana la’net bildirildiği halde ışık yakmak, kireç ve kumaşlarla ve bunun gibi diğer şeylerle süslemek, Hindûların bayramlarında olan Hevlî ve Mehmerî kısmından olan tegannî ve şarkılar söylemek, ney, davul, tanbur ve diğer âletleri çalıp dinlemek, bundan sonra da bu yaptıklarına, Allahü Teâlâdan sevâb ve ecir beklemek nereden ve nasıl câiz olur? Böyle bir toplantıda bulunmanın hükmü nedir? Bu işleri yapan ve orada bulananların taziri, cezası nedir?

    CEVÂB: Zaman gerçi aynı kararda kalmıyor. Ama zaman olarak takdîr edilen gece, gündüz, ay ve yılın, şer'ân ve örfen birer ma’nâsı ve devresi vardır. Bir devre tamam olunca, yeniden başlar. Aynı hesabla Ramazân-! şerîfde oruç tutulmakta, Zilhiccede hac yapılmaKtadır. Bunun gibi, diğer aylar da, devreleri, bir yıllık süleri tamamlanınca, tekrar geliyorlar. Hadîs-i şerîfde bildirildiği gibi, yehûdîler Resûlüllahın huzurunda Mûsâ cıleyhimesselâmın kurtuluşunu, Fir'avnın boğuluşunu arz edip, bu günde [Aşûra gününde, ya’nî Muharrem ayının onuncu gününde] olmuştur. Şükr için bu gün oruç tutarız dediklerinde, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Mûsâ aleyhisselâma uymakta beo daha haklıyım» buyurup, Aşûra günü oruç tuttu ve tutulmasını emr etti. Bunun gibi Resûlullah Bilâl-i Habeşîye (radıyallahü anh), pazartesi günü oruç tutmayı tavsiye etti ve: «Ben pazartesi doğdum, Kur’ân-ı kerîm o gün indi, o gün hicret ettim ve o gün ölürüm» buyurdu. Bunun için o târihiı hâtırında tutmak, o ayı unutmamak insanların âdeti oldu. Bu âdeti devam ettirenler bu dünyâdan göçünce, bunu çocuklarından veya yakınlarından bekler oldular. Bu beklemeyi kaldırmak, yani istediklerini yapmak büyük faydadır.

    Keşf yoluyla, anlaşıldı ve görüldü ki, böyle günlerde dostların rûhları, berzah âleminde de toplanıyorlar. O halde düâ ile imdâd ve yiyecek üzerine hatm etmek mubâh olan bir bid’attır. Çirkin yanı yoktur. Ama mum yakmak, kabri kumaşlarla sarmak, nağme ve tegannî yapmak ve diğer .süsler, tepinmeler gibi haramları işlemek hep çirkin bid'atlerdir. Böyle mecliste, toplantıda bulunmak yasaktır. Eğer elinden gelirse, hadîs-i şerife uyarak men edilir. Bu hadîs-i şerîf, bid’atleri ortadan kaldırmak için kâfidirHer şeyin en doğrusunu Allahü Teâlâ bilir.

    Muhaddis Şeyh Abdülhak Dehlevî, Mâ sebete bissünneti fî ahvâl-fe-sünneti kitabında Gavsüssekaleyn [Abdülkâdir-i Geylânî] hazretlerinin (radıyallahü anh) vefatı târihini bildirdikten sonra diyor ki: Bu habere göre, arûsu, Rebiu’l âhır ayının dokuzudur. Bunu bize üstâdımız şeyh, imâm, ârif, kâmil Abdülvehhâb-ı kâdiri Mekkî bildirdi. Çünkü o (kuddise sirruh) Gavsüssekaleyn hazretlerinin arûsuna devam ederdi. Bu rivâyetin doğruluğuna, yahut şeyhi, Şeyh-i kebîr Alî Muttekî ve diğer meşayıhdan (aleyhimürrahme) gördüğüne göre bu târihe önem verirdi. Bununla beraber, memleketimizde, bu gün, adı geçen ayın onbirinci günü olarak meşhûr olmuştur. Hindistanda olan evlâdı, torunları arasında bilinegelen budur. Nitekim Şeyhimiz, senedimiz Seyyid-ülbehâ Rızâ Ebûl Mehâsın Şeyh Mû,sâ Hüseynî Ceylânî ibni Şeyh-i kâmil-! ârif-i muazzam mükerrem ebûl feth Şeyh Hamid-i Haşam Ceylânî Evrâd-ı kadiriyye'den bildirmektedir. Bu eser, bu oğulları, velî olduğunda sözbirliği olan ve ikinci Abdülkâdir denmekle tanınan zâtın olup, içinde yüksek babalarından bildirilenleri nakl ediyor. Bu meşhûr târihe Mirat-ül Cerrân [gönüller aynası] adını koymuşlardır. Hazretin vefatı (radıyallahü anh) hicrî beşyüzaltmışbir (m. 1165) senesi Rebîulâhır ayındadır. Günü bildirilmemiştir. Böyle demesi, kendisinin bilmediğini, yahut ihtilâflı olduğunu gösterir. Aynı ayın onyedinci günü vefât etmiştir diyenler var ise de, aslı yoktur. Herşeyîn en doğrusunu Allahü Teâlâ bilir.

    Memleketimizde, meşayıhın arûslarmın vefât günlerinde oldukları âdetinin a.sh varmıdır? Eğer siz biliyorsanız, bize de bildiriniz denirse, cevâbında derim ki, bunu şeyhimiz imâm Abdülvehhâb Müttekî Mekkî'den süâl ettim. Şöyle cevâb verdi. «Bu meşayıhın yollarından ve âdetlerindendir, onların bunda niyyetleri vardır.» Bu günü diğer günlerden nasıl ayırdılar dedim. Mutlak olarak yapılagelen ziyâfetle. Bu gün o kadar belli idi ki, gün tayin etmeye ihtiyâç kalmıyordu. Bazı meşayıhın nemazdan sonra musafaha ve Aşûra günü gözünü sürmelemek gibi onun da böyle halleri vardır. Çünkü bu mutlak olarak sünnet ve bir yönden de bid’attir.

    Sonraki âlimlerden biri dedi ki: Allahü Teâlâya ve Hatıratül kudrse kavuşulan gündeki hayır, bereket ve nurun, diğer günlerden daha çok olduğu umulur. Böyle dedi ve başını önüne iğip uzun zaman durdu. Sonra başını kaldırıp. «Selef zamanında bunlardan hiç biri yok idi. Bunlar sonra gelenlerin beğendikleri şeylerdendir. Herşeyin doğrusunu Allahü Teâlâ bilir» dedi.

    Ziyâret-ül Kubûr kitâbında yazıyor ki: Âlimleri ve velîleri ziyâret, kavlen, fi’len ve takrîren sünnettir. Diri olsun, ölü olsun hiç değişmez. Kadı İmâm der ki: Peygamber efendimizin (,sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek kabrini ziyâreti adayanın, bu adağını yerine getirmesi lâzımdır. Ondan başka kabirleri ziyâret için adak yapanın da, adağını yerine getirmesi lâzımdır. Esas kavil budur. Erkekler için böyle olup, kadınlar için değildir. İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) der ki: Ziyâret müstehabdır. Evliyâ için uzak yere gitmeyi adamak doğrudur. Kadın erkek karışması ziyârete mâni olmaz. Ancak fesad çıkmaya yo! açıyorsa, bu karışmaya engel olunur, ziyârete değilÇünkü Arefe günü Arafatta, Müzdelefede ve Mb nâda da böyle olmaktadır. Hiç kimse, bu karışma var 

    diye, hciccın bu menâsiklerini kaldırmayı söyliyemez. Ama bazı velîleri belirli ziyâret, sırlardan bir sırdır. Allahü Teâlâ bu mezardaki velîden, ona kerâmet olarak izhar eder. Bu ,sır ve bereket dünyanın sonuna kadar devâm eder. Bazan bugün, onun dünyadan âhırete göçtüğü gün olur. Bu büyük bir gündür. Ona tazim etmeli, onunla neş’elenmelidir. Çünkü melekler, berzah âleminde ve cennette olanlar velînin ölümüne sevinir, memnun olurlar. Onun ölüm günü büyük gündür.

    Şöh Veliyyulîah, intibah fî selâsil-i evliyâuUah kitabında diyor ki: Efendim yüksek babamdan duydum. Buyurdu ki, Meviid günlerinde yemek yapar, Resûlullaha (sailAllahü aleyhi ve sellem) vuslat isterdim. Bir sene yemek yapacak hiç bir şey bulamadım. Az bir nohudum vardı. Onu insanlara dağıttım. Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) gördüm. Mütebessim çehreli idi ve önünde bu nohud vardı.

    Hesme’at kitâbında diyor ki: Bu yüzdendir ki, meşayıhın arûslannı muhafaza ve kabirlerini ziyarete devam, Fâtiha okumağı lüzûmlu görmek, onlar için sadaka vermek, eserlerine, evlâd ve müntesiblerine tazimde çok itinâ etmelidir. İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) İhyâ-i ulûm kitâbında buyuruyor ki:

    cBEŞİNCİ EDEB Birisi Sâdik Vecd ile, riyâsız, tekelliifsüz, yahut Vecd izhâr etmeden kendi isteği ile kalkarsa, diğerlerinin de ona uyarak kalkması sohbetin edeblerindendir. Bunun gibi, âdet, vecd sâhibi sarığını çıkarınca, sarıkları çıkarmak ise, çıkarırlar. Sarığı düşerse, düşürürler. Gömleğini yırtarak üzerinden düşürmüş ise, iyi arkadaşlık ve sohbet hatırı için bunlarda da ona uyulur. Zira uymamak, uzaklık ve yabancılık olur.Her kavmin âdetleri, örfleri vardır. İnsanlar ayrı ahlâkta, yaratılışta olurlar. Hadî,s-i şerîfde böyle bildirilmiştir. Bilhassa ahlâkta iyi geçim ve insanlarla birlikte yaşama dostlukla, yardimla gönül alma olunca, daha da değişir. Bunlar bid’attir. Sahabenin zamanında böyle şeyler yoktu diyene deriz ki, mubah olanların hepsi sahabeden nakl edilmiş değildir. Mahzurlu olan, bid’atin, mesûr olan, ya’nî eserde gelmiş olan sünneti kaldırmasıdır. Bu gibi şeylerin yasaklığına dâir bir haber bildirilmedi. Odaya girene kalkmak, arabların âdetlerinden değildir. Belki Eshâb-ı kirâm (aleyhimürridvân) bazı durumlarda Resûlullaha (.sallallahü aleyhi ve sellem) kalkmazlardı. Nitekim hazreti Enes bunu bildiriyor. Lâkin bunda umûmî bir yasaklık olmayınca, bazı memleketlerde âdet olduğu üzre, gelene hürmet için ayağa kalkmakta bir mahzûr görmeyiz. Çünkü ayağa kalkmaktan maksad, saygı, ikrâm ve gönül almaktır. Gönül alma şeklinde olan diğer yakınlık ve yardım şekilleri de böyledir. Bir cemâat bunu kabûl edip, onlarla beraber olmaya iyi dediler. Ancak yasak edilenlerde te’vil kabûl edilmez.»

    Buradan, bütün müslimanların, bütün İslâm ülkelerindeki fukaha ve muhaddisler, Mekke, Medîne bütün Arabistan, Şam [Filistin kıt’ası], Yemen, Mağrib, Irak, Hind, Farsdaki bütün âlimler Re.sûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) Mevlidi meclisinde, doğumu zikredilirken ayağa kalkmanın müslimanların cumhûrunda âdet olması anlaşılabilir. İmâm-ı Berzençî Akd-i Cevher kitabında diyor ki: Resûlullahın mevlidi, doğumu zikr edilirken ayağa kalkmayı rivâyet ve rüyet sâhibi din imâmiarı istihsân ettiler, beğendiler. O halde merâmı, Resûlullaha tazîm olana müjdeler olsun. Vehhâbilerin sözlerini red etmek için dört mezhebin âlimleri, Arabistanda söz birliği ile fetvâ yazdılar.

    (Erbain kitabında otuzaltıncı süâlin cevâbında diyor ki: Arûs günü tayin etmek câiz değildir. Nitekim Kadı Senâüllah Pânîpütî Mazlıarî Tefsirinde yazıyor ki: «Câhillerin evliyâ ve şehîdlerin kabirlerine secde etmeleri, kabirleri tavaf etmeleri, kabirlerde kandil yakmaları, kabirleri mescid [secdegâh] edinmeleri, ölüm yıl dönümlerinde başlarında, bayram yerindeki gibi toplanmaları —ki buna arûs diyorlar— câiz olmaz». Gün tayin etmeksizin sevâb niyyeti ile yemek dağıtmak câizdir. Bunun yasak olduğunu kimse söylemedi. Ama ölüyü defn ettikten sonra yemek hazırlayıp, evlere götürdükleri ve ismine hâcî dedikleri şey, mûteber değildir. Çünkü, o yemekte sevâb ümidi yoktur. Nitekim Şeyh Abdülhak Câmiülberekât’da bunu yazıyor: «Bir yıl, veya altı ay, yahud kırk gün sonra, bu memlekette ahbâblar arasında hazırlanıp, dağıtılan hâcî dedikleri, şey mûteber değildir. Bunu yememek daha iyidir». Şeyhülislâm Şeyh Abdülhak hazretlerinin bu yazışım alıyor ve Keşfiilgatâ kitâbında aynen yazıyor)

    Bu vehhâbînin Tefsîr-i Mazhârîden bildirdiği ibâreye bakmadan denilebilir ki, nakillerde yaptığı büyük hatâlarından dolayı, hiç bir sözüne itibâr olunmaz. Yine Pânipütinin sözünü delil ve sened olmadan hüccet göstermesine geçmeden önce, deriz ki: İddiası, bildirdiği ile i,sbatlanmıyor. Çünkü o, ölünün yıl dönümünde bayram gibi toplanmayı yasak ediyor. Arûs günü tayin etmeyi yasaklamıyor ki, câiz olmaz iddiasında bunu söyiiyebilsin. Ondan sonra söylediği, (,sevâb niyyeti ile yemek dağıtmak, gün tayin etmeden, câizdir. Hiç kimse bunun yasaklığını söylemedi) sözüne karşı deriz ki: Güvenilen büyüklerden hiç biri, gün tayin etmekten de bahsetmedi. Şeyh Abdülhak Dehlevîden bildirdiği (Muteber değildir; en iyisi yememektir) sözü, gün tayin etmek bakımından değil, belki, sevâb niyyeti olmama bakımındandır. Bu arûs yemeği de değildir. Muhatabımızın, Câmiü! berekât ve keşf-ü! gatâ kitablarına havale etmesinden sonra, keşfülgatâ, ya’nî örtülerin perdelerin açılması, herşeyin iyice bilinmesi için bu iki kitabın yazılarını buraya alalım:

    Câmiü! berekât’da şöyle diyor: Ölünün rûhûna hazırlanan yemekte söz edildi. Lahor'dakiler bunda ileri gidip, bu, işte esas niyyettir diyorlar. Ölünün çoluk çocuğu için hazırlanan yemek, onlara mahsûs olup, başkasına mubâh olmaz. Fakirlere sadaka ve zenginlere hediye niyyeti ile hazırlanan ve müslimanlara ziyâfet maksadıyla yapılanda, memleketimizde meşayıhm arûs günlerinde âdet olduğu gibi, zengin fakîr herkes yiyebilir. Muhakkak ki, fakir ve muhtaçların yediği sevâba sebeb olur. Fakirlerden başkasının yedikleri de azâb ve cezâya sebeb olmaz. Ancak bir zâlimi yedirip, o yemekten edindiği kuvvetle, insanlara zulm ederse, bu istisnâdır. Bir yıl, altı ay, veya kırkgün sonra bu memlekette yapılıp, bağışlanan yemekler muteber değildir. Yememek daha iyidir. Aynı şekilde, mâl ile yapılan ibâdetlerle, sevâb hâsıl olması ve ölüye fayda sağlamasında sözbirliği vardır. Medîne-i münevverede nemaz kılmak ve Kur’ân-ı kerîm okumakta ihtilâf vardır. Esah olan ölüye sevâb gitmesidir. Şeyh İbni Hümâm der ki: Haberde geldi. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) arkadaşına, Basraya gittiğinde İşâ mescidinde bizim için birkaç rek’at nemaz kıl dedi. Şeyh imâm Abdullah Yâfi’î Ravdurrlîyâhîn kitâbında der ki: Şeyh İzzüddin bin Abdüsselâm, Şâfiî mezhebinin büyük imamlarındandır. Vefatından sonra kendisini rüyâda gördüler. Diyordu ki: «Biz dünyada, Kur’ân-ı kerîm okumanın .sevâbı ölüye ulaşmaz diye hükmetmiştik. Bu âleme gelince böyle olmadığını gördük. Ulaşıyor. Okuyunuz!» Eğer arûslarda, filânın rûhuna yemek pişirdik demeyip, ne yapıldıysa yeriz derse, daha iyi olur. Eğer filâncanın rûhuno’dan maksadı, onu hâtırlamak için ziyâfet hâzırladık, yemekten sonra Kur’ân-ı kerîm ve Fâtiha okuyup, sevâbını, onun veya onların rûhuna bağışlıyalım demek ise, zararı yoktur. Eğer muhalifler, mezheb imamlarından muteber haberler, bunun yasaklığı hakkında kesin âyet ve hadîsler söylerlerse, bir şey denmez. Onlar demeyip, biz söylediğimiz zaman neden kabûl etmezler! Herşeyin doğrusunu Allahü Teâlâ bilir.

    TENBÎH : Bu fakîr Mekkede büyük âlim ve rehber

    Abdüivehhâb Müttekî’den, bizim memlekette yapıla gelen meşayıhın arûsundan sorup, buna ne denir? dediğimde,-. «Meşayıhın beğendiği şeylerdendir» dedi. Gün tayin etmenin hükmü nedir? diye arz ettim. Buyurdu ki: Ziyâfet, mutlak olarak dâima beğenilen birşeydir. Bazı âlimlerin dediği, Aşûra günü göze sürme çekmeli ve nemazlardan sonra musafaha etmeli sözlerine bakmamalıdır. Mağribde sonra gelen âlimlerden bazısı dediler ki: Hakkın dergâhına, Mevlânın civârına yaklaştıkları bugünde, hayır, bereket ve nûraniyet daha çok beklenir. Sonra başını bir müddet öne iğdi ve sonra kaldırıp: «Bunlar selef arasında yok idi» buyurdu. Onlarda Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve .sellem) Mevlidi gününde, Gavsüssekaleyn hazretlerinin arûsunda, kendi Şeyhi Şeyh Alî Müttekî'nin ve babasının arûslarında çok yemek pişirdiler. Sâlihiere, âlimlere ve fakirlere yemek için verdiler. Bu söz, meşayıha inanan ve doğru yolda ilerliyene yetişir. Allahü Teâlâ daha iyi bilirEğer bir kimseye diğer tarafın haklı olduğu yakînen bildirilmiş ise, takvâ ve ihtiyat ve taassub ve zorluk karıştırmadan azîmetle amel edip, o tarafa bakarsa, buna birşey denmez. Bunlar tarîkatin, tasavvufun vâcib ve müstehablarından değildir.»

    Şeyhülislâm keşf-ül gatâ kitâbında şöyle yazıyor: Ölünün rûhuna pişirilen yemeklerin halâl ve mekrûhluğu hakkında, fıkıh kitablarında bulunan bir rivayete rastlamadım. Doğrusu şudur: Şeyh, Câmi-ül berekât’da diyor ki, esas olan niyyettir. Fakirlere sadaka olarak vermek, yedirmek niyyetiyle yemek pişirmek ve sevabı ölülere ulaşmak şeklinde niyyet edilirse, fakirlerden başkası için câiz olmaz. Çünkü sadaka fakirler için, hediye zenginler için olur. Müslimânlara ziyâfet niyyeti ile hazırlanan yemeklerden, memleketimizde meşayıhın arûslarında yapılageldiği gibi fakir ve zenginlerden herkes yiyebilir. Eğer arûslarda, yemeği filancanın rûhuna pişirdik demeyip. hâzır olan yiyeceklerden yapıldı derse, gelip yemesi iyi olur. Eğer filânın rûhuna sözünden murâd, onları anmak için ziyâfet yaptık; yemekten sonra Kur’ân-ı kerîm ve Fâtiha okuyup sevabını onların rûhuna gönderelim demek ise, bir zararı yoktur. Bir yıl, yahut altı ay, yahud kırk gün sonra, bu memlekette olduğu gibi, hazırlayıp arkadaşlar arasında dağıtmak muteber değildir. Yememek daha iyidir.»

    Azîz okuyucular! Dikkat ediniz! Şâhid ve delil gösterdiği Cami ül berâkât ve Keşfül gatâ’daki yazılar, işte bunlardır. Ancak hayret edecek bir şey yoktur. Çünkü, kendi sözü, iki ayrı yerde birbirine uymazsa, diğerlerine nasıl uysun. Burada gün ayırmadan sevâb niyyeti ile yemek dağıtmak bildiriliyor.

    Mie mesâil kitâbında ellibirinci cevâbda, gün tayin etmeye câiz diyor. Yoksa, bu hüküm, Mje mesâili yazdıktan sonra, bu vehhâbiye, bâtını bir vahyle mi indirildi. Çünkü o kitabda adı geçen arûs yemekleri, ya'nî peygamberler, velîler, şehîdler ve sâlihlerin arûsları birkaç durumda olur diyor ve şöyle yazıyor:

    («Eğer nezr edip sevabını onların ruhlarına gönderirse, fakirin yemesi olup, zengin ve Benî Hâşim olanların yemesi doğru olmaz». Sonra diyor ki: Eğer sırf onların rûhlarma sevâb yollamak için yediriyorsa, fakirleri yedirmelidir. Lâkin yedirmede sâlih olan fakirlerin bulunması sevâbm daha çok olmasına yardım eder. Eğer ziyâfet şeklinde ise, zengin de, fakir de yiyebilir. Nitekim Şeyh Abdülhak CâmiİÜ berekât’da diyor ki: «Sevâbı ölülere verilmek üzere, fakirlere tasadduk olarak hazırlanan yemeklerden, fakirlerden başkasının yemesi revâ değildir. Çünkü tasadduk, fakirlere olur. Zenginlere ise hediye edilir,. Müslimânlara niyyetle hazırlanandan, memleketimizde meşayıhm arûs günlerinde yapıldığı gibi, zengin, fakir herkes yiyebilir. Fakir ve muhtaçların yediği sevâbı mûcib olur. Fakirlerden başkasının yedikleri azâbı mûcib olmaz. Ancak zâlimi yedirirler ve ondan aldığı kuvvetle, insanlara zulm ederse, bu istisnâdır». Bazı rivayetlerde bildirilen, ölünün rûhu bazı geceler, meselâ Cum’a, Ber’at, Arefe gibi gecelerde evine gelir, haberi kütüb-i sahhâh-ı sitte’de, ya’nî altı sahîh hadîs kitabında yoktur. Rivâyet, sahîh, merfû’, isnâd-ı muttasıl olmadıkça itibâr olunmaz, bazıları bunu kitâblannda bildirse de) diyor.

    Bunun cevâbı yukarıda geniş olarak geçti. Şimdi bunu daha da açıklıyalım: Bilmelidir ki, sahîh rivâyetler, sadece altı hadîs kitabına münhasır değildir. Altı sahîh hadîs kitabı da, tamamen sahîh hadislere münhasır değildir. Sahihlerdeki itibârı sadece isnâd-ı muttasıl olan merfü’ hadisler için söylemek ilhaddan başka bir şey değildir. Çünkü hadîs-i hasen de mutlak seneddir. Zaif hadisler de, amellerin fazîletinde senettir. Sahâbînin mürse! hadîsleri söz birliği ile hüccettir. Sahabîden başkasının irsâi ettiği hadîsler şu şekilde hüccet olurlar: Daha önce geçtiği gibi, Ebû Hanîfe ve imâm-ı Mâlik'e göre seneddirler. Bu vehhâbînin, kendi bozuk itikadına uymıyan her yerde, karşısındakini red edecek bir yol bulamayınca, buna baş vurması, bunu diline dolaması hîleden öte birşey değildir. Kendisi de buna inanmaz. Bunu isbât edecek delilimiz şudur ki, eğer gerçekten böyle inansaydı, bir mes'elede kütüb-i sittedeki muttasıl merfû’ sahîh hadîslerden başkasını kabûl etmemeyi vâcib görseydi ve bunlardan başka senedler göstermeseydi samîmi olduğu anlaşılırdı. Ama o böyle yapmıyor. Kendi isteğine uygun şekilde her kitabdan ,sened gösteriyor. Ama onun bundan ileri cür’etini gürünüz; bakınız ne diyor:

    (Belki mühaddis âlimlerden bazısı, Şeyhül İslâm, Molla Aliyyülkârî ve başkaları gibiler, bu rivâyetleri tasnif de etmişlerdir. Keşfülgatâ’nın ibâresi şudur: Garâib ve Hazâne kitâblannda diyor ki, «mü’minlerin rûhları Cuma, bayram, Aşûra, Ber’at gecesi evlerine gelirler. Evlerinin dışarısında durnp, üzüntülü bir şekilde seslenirler: «Ey benim hanımım, çocuklarım ve yakınlarım! Sadaka ile bize iyilik ediniz. Bizi hatırlayınız. Unutmayınız. Bu gurbet hâlinde bize merhamet ediniz, acıyınız. Biz bu dar kabirde sıkışmışız, bağlıyız, şiddet ve ihtiyâç içindeyiz. Biliyorsunuz İd, ellerinizdeki mallar bizim idi. Şimdi yiyip, içtiğiniz o malların hesâb ve azâbı bize oluyor. Eğer biz onları Allah yo

    lunda harcasaydık, şimdi süâle çekilmezdik». Eğer sadaka ile onlara merhamet etmezlerse, her biri ağhyarak geri döner. Her biri üzüntülü, yakıcı bir sesle yalvarıp: Yâ Rabbî, bunları rahmetinden mahrûm eyle. Çünkü onlar bizi sadaka ve düâdan mahrûm ettiler» derler) diyor.

    Bakınız Şeyhul islâm bu rivâyette, hiç bir söz söylemedi. Zaif olduğuna işâret bile etmedi. Bundan sonra:

    (Celâlüddîn Suyûtî Şerhüssudûr’da, bu vakitlerle ilgili çok hadîs-i şerifler bildirdi. Ama çoğu zaif hadîslerdir) diyor.

    Dikkat buyurunuz! Bu vehhâbi diyor ki: «Şeyhul islâm bu rivayete zaif dedi. Ama mutlak olarak sahîh değildir. Çünkü çoğu zaiftir diyor. Hepsi zaifdir demiyor.» Ama bunun sık sık misâl verdiği Aliyyulkarî Mirkat kitabında, kaç yerde Şerh-i sudûru övüyor. Bu vehhâbînin anlattıklarının önemi olmadığını ortaya çıkarıyor. Mirkat'da: «AHahü Teâlâ, yere peygamberlerin cesetlerini haram eyledî» hadîs-i şerifini açıklarken, bütün ölüler, selâm ve kelâmı [konuşmayı] duyarlar ve yakınlarının halleri ölülere arz olunur dedikten .sonra: «Bu mes’eleierin hepsini, İmâm-ı Suyûtî, Şerhüssudûr fî ahvol-îl kubûr kitabında, sahîh haberler ve sarîh eserler ile bildiriyor» diyor-

    (Şeyh Abdülhak (aleyhirrahme) bu rivayeti Câmi-ül berekât’da, garîb olduğunu yazarak bildiriyor. Şöyle ki: Bazı garîb rivayetlerde geldi ki, ölünün rûhu, Cum’a gecesi evine gelir. Kendisi için sadaka verip vermiyeceklerine bakar) diyor.

    Şeyh Abdülhak Mişkât Tercemesinin başında sahîh hadîsi, azîz, garîb ve müstefîd diye kısımlara ayırıyor. Gariblik, sahîhlik ile zıt değil. Garîb hadîs sahîh olabilir diyor.

    (Erbaîn’de kırkıncı cevâbda şöyle yazıyor: Allahdan başkası için adak yapmak, adak veya kurbet olarak kabrin yanma tatlı veya yiyecek getirmek câiz değildir. Belki bidat ve tahrîmen mekrûhdur. Kâfirlerin âdetidir. Putlarına böyle yaparlardı. Dürrül muhtâr’da diyor ki: Ölülere yapılan adakta, paradan kendilerine yaklaşmalı için evliyâ mezarlarına mum ve kandil gibi şeyler alınmaz. îcma’ ile bâtıldır.

    Fakirlere harcanmadıkça haramdır. Maalesef, insanlar buna tutulmuşlardır. Bilhassa memleketimizde Allâme Kasım Dürer ül bihar şerhinde bunu uzun anlatıyor. Bunun için İmâm-ı Muhammed hazretleri: «Avam olan insanlar kölem olsaydı, hiçbir menfaat beklemeden, onları âzâd ederdim» buyuruyor. Böyle demesi, onların anlamadıklarındandır. İnsanlar bu mes’elede aldanıyorlar. Keşfülgatâ’da diyor ki: Halkın adak yapıp, sonra sâlihlerden birinin kabrine gelip: Ey efendim: eğer hacetimi görürsen, senin için şu kadar altın veya yemek dağıtacağım demesi câiz değildir. Bahrürrâik’de diyor ki:-«Böyle adak, icmâ ile bâtıldır. Çünkü o mahlûk için adaktır. Bu ise câiz değildir». Hadîs-i şerîfde: «AİİaJıii Teâlâ katında günâh olan adaklar yerine getirilmez» buyuruldu. Bu hadîs-i şerifi Ebû Davûd bildiriyor. Mişkât’da da vardır) diyor.

    Keşfülgatâ'dan kısa bir ifâde almakla yetiniyor. Sonrasını herhalde kendi mizacına uygun bulmayıp almadı. Sözün tamamı şöyledir: «Yarabbi, senin için nezr ettim. Hâcetiml görürsen, sevgili kulun bu mukarreb seyyidin kapısında, fakirlere yemek yedireceğim,» derse, böyle adak caizdir. Çünkü adakta fakirler denmiş idi. O yemeğin zenginlere veya bir şerife verilmesi câiz değildir. Eğer adak yapar ve onun için belirli bir zamana, yere veyâ kendisine sadaka vermek gibi bir şeye bağlarsa, bu belirtme faydasızdır, Ebu Hanîfe ve Ebû Yûsuf'a (rahmehümallah) göre muteber değildir. İmâm-ı Muhammed ve Züfer’e (rahimehümallah) göre muteberdir. Ama bu şekildeki belirtmede olan fazilet, diğerinde yoksa, tayin edilir. Yoksa edilmez. Meselâ Mescid-i haramda nemaz kılmağa adak yaparsa, Şeyhayn’a göre [İmâm-ı A’zam ve İmâm-ı Yûsuf'a şeyhayn denir], ordun başka yerde de bu nemazı kılabilir. Tayin ettiği için, İmum-ı Muhammede göre, ancak Mescid-i harâmda kılmalıdır. İmâm-ı Züfer’e göre, bu sûrette, başka yerde edâ edemez. Çünkü fazilet muteberdir. Mescid-i harârn ise diğer mescidlerden efdaidir. Mescid-i Nebiyi tayin etse, ona göre, taayyün eder, ya’nî orada veya Mescid-i harâmda kılar. Eğer Meşcid-i Aksâ'da nemaz kılmağı adarsa, bu üç mescidden birinde kılmak icâbeder. Eğer bu üç mescidden başkasını adağında belirtirse, ona göre tayin olmaz. Şeyhayn'a göre, dilediği yerde kılabileceği gibi, kılar. İmâm-ı Muhammede göre ise, belirtince, yapmak lâzım oiur.

    («Allahü Teâlâ katında günâh olan adaklar yerine getirilmez» hadîs-i şerifini yazıyor. Ebû Dâvud bildirdi ve Mişkât’da da vardır) diyor.

    Sözün bir kısmını bildirip, esas faydalı yeri atmak, dindarlık mıdır? Çünkü hadîs-i şerîfin esası şöyledir: «Sâbit ibni Dahhâk der ki, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında, bir kimse Bevâne'de bir deve kesmeyi adadı. Resûlullaha gelip, durumu bildirdi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Orada, câhiliye zamanındaki putlardan, tapınılan heykellerden bir put, bir heykel var mıdır?» buyurdu. Hayır dediler. «Orada bayramlıklarından bir şey varmadır?» buyurdu. Hayır dediler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Nezrini yap. AfŞahü Teâlâ katında günâh olan nezirler [adaklar] yapılmaz ve âdem oğlunun elinde olmıyan [gücü yetmiyen] adağı da yapılmaz» buyurdu. Bunu Ebû Dâvud bildiriyor. Bundan sonra bir hadîs-i şerîf daha vardır ki, bu vehhâbînin uydurmalarını kökünden yıkıyor. Onu bildirmeye yanaşmadı. O da şudur: Amr ibni Şuayb babasından, o o da dedesinden bildirir: Bir hanım, yâ Resûlallah, ben başın üzerine yanî huzûrunda def çalmayı adadım deyince, Resûlullah: «Nezrini yap» buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi de Ebû Dâvud bildirdi Rezzin buna ilâveten diyor ki: Bir hanım Resûlullaha gelip, câhiliye zamanındakilerin adaklarını kestikleri filân filân yerde, hayvan kesmeyi adadım. «Bıı dediğin yerde, câhiliyye putlarından, câhiliyye zamanındakîler tapındığı heykellerden var mı?» buyurdu. Hayır dedi. «Onların bayramlıklarından var mı?» buyurdu. Hayır dedi. «Nezrini yap» buyurdu.

    Mirkat’ta birinci hadîsi açıklarken diyor ki: Tîbî dedi ki, bu hadîs-i şerîfde, bir kimse bir yerde kurban adarsa veya bir yerde sadaka vermeği kasd ederse, dediğini yapmasına işâret vardır. Çünkü, «Allahü Teâlâ katında günâh olan adaklar yapılmaz» düsturdur.

    Mîrkat’ta Eymân ve nuzûr [yemin ve adaklar] kısmında diyor ki: Bazıları dediler ki, müslimanlar, adanan şey tâat ise, adağın sahîh ve yerine getirilmesinin vâcib olduğunda sözbirliği hâlindedirler. Zirâ adak günâh olur veya çarşıya çıkmak gibi mubah olursa, nezr edilmiş olmaz. Yemîn kefareti gerekmez. Yolumuz, mezhebimiz Ahmedin yoludur. O (sallallahü aleyhi ve sellem): «Günâh adak olmaz. Kefareti yemîn keffâreti gibidir» buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi İmâm-ı Ahmed ve dört kişi Hazreti Âişeden (radıyallahü anhâ), ve Nesâî İmrân ibni Hasîn’den bildiriyor. İbni Abbâ.sın (radıyallahü anh) bildirdiği hadîsin açıklamasında diyor ki; Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hutbe okuyordu. Bir de ne görelim, adamın biri ayakta durur. Ona sordu. Ebû İsrâil, oturmayıp, ayakta durmaya, gölgelenmemeye, konuşmamaya ve oruç tutma' > ya yemin etti dediler. «Gidin söyleyin, konuşsun. Otur! sun. Gölgelensin ve orucunu tutsun» buyurdu.

    Yine yazıyor: Kadı der ki: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), ona, orucunu tutmasını ve diğer sayılanları yapmamasını emr etti. Bu da gösteriyor ki, adak yalnız kurbet olan şeylerde olur. Biz deriz ki, bunda o delâlet yoktur. Daha önce, umûmî nezrin sâbit olmasına de; lil olmadığı geçti. Yine diyor ki: Kurbet olmıyan şeyi ada; mak boştur: Buna kıymet verilmez. Abdullah İbni Ömer i ve sahabeden daha başkaları (radıyallahü anhüm) böyle ' dediler. İmâm-ı Mâlik ve Şâfiînin (rahimehümallah) mezhebleri böyiedir. Adanan şey mubah olursa, yerine getirmek vâcib olur da denildi. Nitekim rivâyet edilir: Bir hamm, Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem), başının üzerinde def çalmayı adadım deyince, Resûlullah: «Adağını yap» buyurdu. Haram ise, yemîn keffâreti vermek icâbeder.

    [Mir’ât-ül mekasıd kitâbı, yetmişüçüncü sahifede ve İbni Âbidîn abde,stin niyyetinde ve Milel-Nihâl tercemesi, ellidördüncü sahîfesinde diyor ki, amel ya'ni iş üçe ayrılır. Ma’sıyyet ya’nî günâh olan işler. Bunlar, Allahü Teâlânın beğenmediği şeylerdir. Allahü Teâlânın emr ettiği şeyi yapmamak veyâ yasak ettiğini yapmak Ma’sıyyetdir. Tâat ya’nî Allahü Teâlânın beğendiği şeylerdir. Bunlara Hasene de denir. Tâat yapana Ecr ya’nî Sevâb, iyilik vereceğini va’d buyurdu. Üçüncü Mubah, ya’nî günâh veyâ tâat olduğu bildirilmemiş olan işlerdir. Yapanın niyyetine göre tâat veyâ günâh olurlar.

    Günâhlar, niyyetsiz veyâ iyi niyyetle işlenirse, günâh olmakdan çıkmaz. Ameller, niyyete göre iyi veyâ kötü olur hadîs-i şerîfi, tâatlara ve mubâhlara niyyete göre sevâb verileceğini bildirmekdedir. Bir kimse, birinin gönlünü almak için başkasını incitse veyâ başkasının malı île sadaka verse, yâhud harâm para ile mekteb, câ’mî yapdırsa, bunlara sevâb verilmez. Bunlara sevâb beklemek, câhillik olur. Zulm, günâh, iyi niyyetle işlenirse, yine günâh olur. Günâh olduğunu bilmiyerek yaparsa, bilmemesi, öğrenmemesi de günâh olur. Tâatlar, niyyetsiz veyâ Allah, için niyyetle yapılınca sevâb hâsıl olur.

    Tâat yaparken, Allah için yaptığını bilse de, bilmese de kabûl olur. Bir kimse Allahü Teâlâ için yapdığını bilerek tâat yaparsa, buna Kurbet denir. Kurbet olan işi de yaparken sevâb hâsıl olması için niyyet etmek şart değildir. Sevâb hasıl olması için, Allah rızâsı için niyyet etmek lâzım olan tâate İbâdet etmek denir. Niyyetsiz alınan abdest ibâdet olmaz, kurbet olur. Bununla, ha-

    de.sten tahâret hasıl olup nemâz kılınır. Görülüyor ki her ibâdet kurbetdir ve tâatdir. Kur’ân-ı kerîm okumak, vakf, köle âzâd etmek ve sadaka ve benzerleri yapılırken sevâb hasıl olmak için, niyyet lâzım olmadığından, kurbetdirler ve tâatdirler. Fakat ibâdet değildirler. Tâat veyâ kurbet :    olan bir iş yapılırken, Allah için niyyet edilirse, ibâdet

    yapılmış olur. Fakat bunlar, ibâdet olarak emr olunmadı. Allahü Teâlâyı tanımağa yarayan fizik, kimyâ, bioloji, astronomi gibi bilgileri öğrenmek tâatdir, kurbet değildir. Çünki kâfir, Allahü Teâlâmn varlığını, bunları öğrenirken değil, öğrendikden sonra anlar. Tâat, kötü niyyetle yapılırsa, günâh olur. Güzel niyyetlerle tâatin sevabı artdırıhr. Meselâ, câmi’de oturmak, tâatdir. Mescidin, Allahü Teâlâmn evi olduğunu düşünerek, Allahü Teâlâmn evini ziyareti de niyyet ederse, sevâbı daha çok olur. Nemâz ı kılmağı beklemek için de niyyet ederse ve dışarda gözü, kulağı günâh işlemesin diye de ve mescidde i'tikâf ederek âhıreti düşünmeği de, mescidde, Allahü Teâlâmn adım i; z'ikr etmeği de, orada emr-i ma’rûf ve nehy-i münker et< meği de, va’z dinlemeği de, yahut Allahü Teâlâdan hayâ ''  ederek edebli olmağı da niyyet ederse, her niyyeti için ' ayn sevâblara kavuşur. Her tâatda böyle çeşitli rîıyyet' ler ve sevâblar da vardır.

    Hor mubah, iyi niyyetle yapılınca tâat olur. Kötü niyyetle yapılınca, günâh olur. Koku sürünen, iyi giyinen kimse, dünya lezzeti için veya gösteriş yapmak, öğünmek için veyâ kendini kıymetlendirmek için, yahut yabancı kadınları, kızları avlamak için şık giyinirse, günâh     işlemiş olur. Dünyâ lezzetini tatmak için olan niyetine     azâb verilmez ise de, âhıret ni’metlerinin azalmasına sebeb olur. Başka niyyetleri için azâb görür. Bu kimse, süni ‘ net olduğu için, koku .sürünür, şık giyinirse, câmi’e saygı için, câmi’de yanına oturan müslimanîarı incitmem,ek için, temiz olmak için, sıhhatli olmak için, islâmın vakârını, şerefini korumak için niyyet edince her niyyeti için ayrı sevâblar kazanın Ba'zı âlimler buyuruyor ki, her mubah işte hattâ yimede, içmede, uyumada ve haîâya girmekte bile iyi niyyet etmeyi unutmamalıdır. İnşân mubah bir işe başlarken, niyyetine dikkat etmelidir. Niyyeti iyi ise o işi yapmalıdırNiyyeti yalnız Allahü Teâlâ için olmazsa, yapmamalıdır. Hadîs-i şerîfde: «Allahü Teâlâ sizin güzel suretlerinize, mallarınıza, bakmaz. Kalkerinize ve amellerinize bakar.» buyuruldu. Ya'nî Allahü Teâlâ, insanın yeni, temiz elbi.sesine, hâyrat ve hasenatına, malına, rütbesine bakarak sevâb ve ikrâm vermez. Bunları ne düşünce ile, ne niyyetle yaptığına bakarak, sevâb veya azâb verir.

    O halde her mü’mine önce lâzım birinci farz olan şey, îmânı, farzları, haramları öğrenmekdir. Bunlar öğrenilmedikçe, müslimanlık olamaz. îmân elde tutulamaz. Hak borçları ve kul borçları ödenilemez. Niyyet, ahlâk, düzeltilemez ve temizlenemez. Düzgün niyyet edinilmedikçe, hiçbir farz kabûl olmaz Dürr-ül muhtârdaki hadîsi şerifde: «Bir saat ilim öğrenmek veyâ öğretmek, sabaha kadar ibâdet etmekten daha sevâbdır» buyuruldu].

    Hazreti Âişe (radıyallahü anhâ) der ki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Allahü Teâlâ katında günâh olan şeylerde nezr [adak] olmaz. Keffâreti yemin keffâret’dir,» buyurdu. Nitekim hazreti Ukbenin rivâyet ettiğinde: «Adak keffâreti, yemin keffâretidir» buyuruldu.

    Birinciye cevâb, şöyledir ki, o hanım, bu hareketi ile Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) dönüşüne ve Allahü Teâlânm mü’minlere yardımına sevincini bildirmek istedi. Bunda kâfirleri aşağılama, münâfıkları yerme vardı. Bununla beraber bu şekildeki işlerde, ancak izin olabilir, vâciblik murâd olunmaz.

    İkinciye cevâba gelince: Bu zaif hadistir. Sika olan âlimlerce sâbit değildir.

    Üçüncü ise, bu konuda değildir. Çünkü Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) gelen sahîh rivâyette, yemin kefâreti sözü geçmeden, nezr [adak] kefareti sözü geçiyor. Bu ise, Allah için üzerime nezr ol,sun deyip, başka birşeyin ismini belirtmemek gibidir. Biz deriz ki, hadîs-i şerifin sözleri biraz önce geçti, oradan düşünüp, anlaşılabilir. İmâm A'zam (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Bayram günü oruç tutmayı adayanın, bir başka gün tutması lâzım olur. Oğlunu kurban diye adak eden, bir koyun boğazlar.»

    Şeyh Abdülhak hazretleri Câmiülberekât kitâbında şöyle yazar: Nezrin [adağın] ma’nâsı, insanın tâati kendine vâcib etmesidir. Bu şâfiîye göredir. Bize göre, tâat olsun veya olmasın, mubâhı vâcib kılmaktır. Bunun da delîli, bir kadının Resûlullaha gelip: «Siz fetih ve nusretle gelirseniz, yanınızda def çalmayı» adadım deyince, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Adağını yap» buyurdu. Def çalmak, tâat değildir. Belki bazı yer ve zamanlarda mubahdır. Kendisi cevâb olarak yazıyor ki: Def çalmak, aslında mubah ise de, onun, peygamber efendimizin sâlim ve gâlib olarak gelişine sevinmesi, sürür izhar etmesi doğru niyyetine bakarak, tâat ve kurbet olmuştur.

    «Allahü Teâlâ katında günâh olan şeylerde adak yerine getirilmez» hadîs-i şerifinden sonra şöyle yazıyor: Günâh olan adak yapılmaz. Bundaki nezr sahîh değildir. Meselâ bir kimse oğlunu kurban etmeyi, yahut Kurban Bayramında oruç tutmayı [Ramazân-ı şerîf bayramının birinci günü de aynıdır] adaşa, Şâfiî ve bizim mezhebde [Hanefi mezhebinde], Kurban Bayramı günü .için oruç adak yapılabilir. Lâkin o gün oruç doğru olmaz. Bunun için bir başka gün kazâ eder. Bu mes'elenin esası, usûl-i fıkıh'da vardır. Bazı âlimlerimizden bildirildi ki, çocuğunun boğazlanmasını adayan, bir koyun keser.

    «Adak kefareti, yemîn kefaretidir» hadîs-i şerifinden sonra diyor ki: Yâni nezrine vefâ etmezse, ya'nî adadığı şeyi yapmazsa, yemîn kefâreti gibi kefaret verir. Bu da köle âzâd etmek, yahut on kişiyi yedirmek, yahut giydirmektir. Bulamazsa üç gün oruç tutar. Şâfiîde, nezrde kefaret yoktur. Bize göre, yemîn, adağın icâbından ve gereğindendir. Çünkü nezr [adak] mubahın vâcib kılınmasıdır. Bu i,se halâlı, haram etmeyi gerektirmektedir. Halâlin harâm edilmesinin yemin olduğunu Tahrîm sûresi ikinci: «Allahü Teâlâ, sizin yeminlerinizi, kefâretle açmayı beyân ve meşrû’ kıldı» âyet-i kerîmesi göstermektedir.

    Ama nezr [adak] mutlak olur ve nezr ettim deyip, bir şeyin adını söylemez ise, onun yemîn kefâreü olmasında sözbirliği vardır. Hidâyede de böyledir. Bu hadîs-i şerîf Hanefî mezhebinin delilidir. Eğer mutlak nezr olarak düşünülürse ya’nî bir isim söylenmezse, sözbirliği hâlindedir. Bu hadîs-i şerifi İmâm Müslim bildiriyor,

    Bir başka hadîs-i şerîfde geldi ki: «Adak yapıp, bir şeyin ismini söylemıiyenin kefâreti, yemin keffâretidin Günâh olan bir şeyi adayının keffâreti, yemîn keffâretidir. Yapabileceği şeyi adayan, onu yerine, getirsin.» Bu hadîs-i şerifi Ebû Dâvud ve İbni Mâce bildirmektedir. İbni Abbâsın (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde, «Bir gün Resûlullah hutbe okuyordu. Eshâb-ı kiramın hepsi oturmuştu. Bir kimse ayakta idi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) «Bu adam kimdir, ismi nedir, ne haldedir?» buyurdu. «Adı Ebû İsrâildir. Benî Ad bin Lüvâ’dan olup, Kureyş'in batınlarındandır. Nezr etti ki, ayakta duracak, oturmıyacak, gölgede bulunmıyacak, konuşmıyacak ve oruç tutacak» dediler. Resûlullah: (sallallahü aleyhi ve sellem): «Ona söyleyin! Konuşsun. Gölgelensin. Otursun. Orucunu tamamlasın» buyurdu. Orucunun nezrini yerine getirmek ve diğerlerini getirmemek emrinden

    anlaşılıyor ki, adak tâatîerde olup, diğerlerinde değildir. Mâliki ve şâfiî mezhebi böyledir. Sahâbeden bir gurub bunun üzerindedirler. Hanefîlere ve bazı diğerlerine göre, adak yapılan şey mubâh ise, yerine getirmesi vâcib olur. Bunlar nezri, mubâhın vâcib edilmesi şeklinde tefsir ettiler.

    Şimdi biri sorar ve derse ki, madem böyledir; ResûlıılİGh, oturmasını, gölgelenmesini ve konuşmayı terk etmesini niçin emretmedi? Halbuki bunlar da mubahdırlar. Cevâbında deriz ki, bunları yapmak, devamlı işlemek ve bunların zıdlarından sakınmak, mutlaka haramdır. Böyle demişlerdir.»

    Bu anlattıklarımızın hepsi Mişkât Tercemesinde vardır. Uzun olur düşüncesiyle anlatmadan geçiyoruz. 0 halde, Kur'ân-ı kerîmden, hadî,s-i şeriflerden bir şey bildirirken, ibâre ve ifâdeleri eksik yazmak, ma'nâlarım tam bildirmemek, hadîs ve fıkıh âlimlerinin verdikleri ma'nâları, anladıkları incelikleri beyân etmemek dinini sevmek ve kayırmaktan çok uzaktır.

    (Kırkdökuzımcu Süâl: Allahü Teâlâ işimi görürse, filân velînin mezarına şu kadar para, yahut pişmiş yemek getirip, onun adına dağıtacağım şeklindeki adağın dinde hükmü nedir?

    CEVÂB : Allahü Teâlâ işimi görürse, filân velînin mezarına, para veya pişmiş yemek getirip, dağıtacağım şeklinde adak yapmak doğru değildir. Zira Allahü Teâlâya adak yapmada birkaç şart vardır. Hepsi bulunursa, adak lâzım olur. Yoksa olmaz.

    1. — Kendi zimmetine adak yolu ile aldığı şey, şer’ân vâcib cinsinden olmalıdır. Bir hastayı ziyâreti, yoklamayı adayana, nezr lâzım olmaz. Çünkü o, dinde bir vâcib cinsinden değildir.

    2. — Nezr olunan şey, ibâdet kısmından olup, ibâdet vesilesi cinsinden olmamalıdır. Meselâ abdest almak adak yapılmaz.'

    3. — O anda veya sonra üzerine vâcib olan şey olmamalıdır. Beş vakit nemazı adamak gibi.

    4. rm       

    5. — Adanan şey, günâh olmamalıdır. Eğer günâh olacaksa, hiçbir zaman yapılmaz.Nitekim Fetâvâ-yı âlemgîrîde diyor ki: «Nezrin sahih olması için şartlar vardır. Biri, şer’an vâcib cinsinden olmasıdır. Bunun için hasta ziyareti adak yapılmaz. Diğeri, maksûd olan ibâdet cinsinden olup, vesîle olmamalıdır. Abdest almak ve tilâvet secdesi adamak gibi. Biri de, o anda veya sonra vâcib olmamalıdır. Bunun için meselâ öğle ve diğer vakit nemazlarmı adak yapmak sahih olmaz. Bir diğeri de, adak olan şeyin kendinin günâh olmaması lâzımdır.» Bu ibareden anlaşıldı ki, adak yapmakta bazı şartlar zarûrîdir. O halde, süâlde bulunan, filân velînin dergâhına şu kadar yemek götüreceğim sözünden, yemek götürmenin ibâdet yeri olmadığı, böyıece nezrin sahili olmıyacağı anlaşılır) diyor.

    Şu anda Âlemgîrî yanımızda yoktur. Büyüklerin kitab ve sözlerindeki nakilleri alırken, kendi hevâsına uydurmak, uzatmak veya kısaltmak hatâları bu vehhâbî muhatabımızın hâli olunca, oradan bildirdikleri' de, ilk bakışta, kendine itimadsızlığı akla getiriyor. Ancak Câm~i ül berekât’dan ve Mirkat şerhindeki yazıları biraz önce bildirmiştik.

    (Allahü Teâlâ işimi görürse, şu kadar yiyeceği, filân velînin mezarında hizmet eden fakirlere yedireceğim derse, adağı sahih olup, yapması lâzım olur. Lâkin filân fakir hizmetçiler diye belirtmek, adağın yapılmasında lâzım değildir. Hangi fakire verse, adağını yapmış olur) diyor.

    Mutlak nezrde olan ayrılık, Keşfülgatâ kitabından alınarak bildirildi. Vesîletünnecât kitabında Atâbîden alarak diyor ki:

    MES’ELE; Filân zamanda, filân yerde, sadaka edilen ve alan şeklinde belirterek adak yaparsa, başka zaman, başka yer ve başkasına ve belirttiğinden başkasını verse, adağını yerine getirmiş olurmu?

    CEVÂB: Fethülkadîr ve diğer kitâblardan anlaşılıyor ki, Şeyhayn’a [İmâm-ı A'zam ve Ebû Yû.sufe (rahmetullahi aleyhima)] göre, bu şekilde belirtme mutlaka luzûmsuzdur. İmâm-ı Muhammed ve Züfer’e (rahimehümallah) göre ise, mu’teberdir. Ancak belirtilende faziletli bir taraf varsa, o muteberdir. Yoksa değildir. Meselâ Mescid-i Haram, yahud Mescid-i Nebide nemaz kılmayı adamak böyle olup, İmâm-ı A'zama ve Ebû Yûsuf hazretlerine göre, İmâm-ı Muhammedin hilâfına, başka yerde kılabilir. İmâm-ı Muhammed belirtilen yerde kılar, İmâm-ı Züfer ise, daha faziletli olanda kılar dediler.

    Buna ilâveten deriz ki, bu nezr muallaktır, bağlantılıdır. Mutlak değildir. Belirtmemek mutlak nezrde olup, bağlantılı olanda değildir. Dürrülmuhtâr’da diyor ki: Mekkedeki fakirlere dağıtacağım diye adak yapan, başka yerdeki fakirlere verebilir. Oruç bahsinde geçtiği gibi, muallak [bağlantılı] olmıyan nezr, bir şeyle tahsî,s olunmaz, Delirtilmez denmektedir. Yine burada yazıyor ki: Bir günde Mekkede filâna şu kadar para sadaka vereceğim diye adak yapsa sonra da böyle yapmasa, muallak olmıyan adak için câiz olur.

    (Eğer, işim olursa, filân velî için veya filân veli nâmına, şu kadar yemek veyâ para vereceğim dese, böyle adak yapmak sözbirliği ile yasaktır. O yemeği yemek haramdır. Kıymetli kitablardan böyle anlaşılmaktadır. Filân velînin, yahud seyyidin nâmına demek de bu kısımdandır. Âlemgîriyye’de diyor ki: Avamın çoğunda, bazı sâlîlılerin kabrine gidip, örtüsünü kaldırıp, ey efendim filân işimi görürsen, senin için bende şu kadar altın vardır şeklinde olan adaklar bâtıldır. Evet, eğer, yâ Rabbi. hastamı iyi edersen, Seyyide Nefise hazretlerinin kapısındaki fakirleri yedireceğim, yahut .mescidine hasır satın alacağım,. orda yakmak için kandil satın alacağım, yahut fakirlerin faydalandığı oradaki âdetler için para vereceğim deyip, nezri Allahü Teâlâ için yapıp, burası sadaka ve harcamaya uygun yer olmakla Şeyhi zikretse, câiz olur. Bu parayı fakirlerden başkasına vermesi halâl olmaz. Meselâ ilminden ötürü bir alime veremez. Fakir olmadıkça. Şeyhin yakınında bulunana da veremez. Oradaki, böyle bîr adak olduğunu bilirse, bu parayı alamaz. Evliyâya yaklaşmak için kabirlerinin yanına taşımak, diri fakirlere vermek niyyeti ile olmazsa, sözbirliği ile haramdır. Fakat insanların bir kısmı buna tutulmuşlardır.

    Bahrarrâik’de diyor ki: Çoğu avamın yaptığı ve herkesin gördüğü gibi kaybettiği birşey veya hasta olan bir kimse için, yahut zarurî bir işi için, bazı Salih'lerin mezarlarına gidip, örtüsünü başına alıp : Ey efendim filân! Kaybettiğim şeyi bana verirsen, yâhud hastamı iyi edersen, yahut işimi görürsen, senin için şu kadar altın, şu kadar yemek, şu kadar su, şu kadar mum, şu kadar kandil vereceğim diyorlar. Böyle adakların batıl olduğunda sözbirliği vardır. Bu da bir kaç şekilde olur :

    Biri, mahlûka adak yapılmıştır. Mahlûka adak yapmak [Allah rızâsı için demeyip, senin için demek] câiz değildir. Çünkü adak ibâdettir. İbâdet mahlûk için olmaz. "

    Biri de, kendisi için adak yapılan ölmüştür.

    Biri de, adak yapan, işlerdeki tasarruf yapan, Allahü Teâlâ değil de, ölüyü sanıyorsa, böyle inanmak küfrdür. Ancak, yâ Allah, hastamı iyi edersen, yâhud kaybettiğimi bana geri verirsen, Seyyide Nefise veyâ imâmı Şafiî veya İmâm Ebûlleys hazretlerinin kapısındaki fakirleri yedireceğim, mescidlerine hasır alacağım, yahut mescidlerine kandil satın alacağım gibi, fakirlerin faydasına olacak şeyleri yapacağım, para dağıtacağım dese, caizdir. Adak Allah için olup, şeyhin ismini söylemesi, mescidinde, misâfirhânesinde, tekkesinde veyâ cânıiinde bulunanlar için adak yerinin harcamaya müsâid olduğunu bildirmek maksadıyla olursa, câiz olur.. Çünkü adağın verileceği, harcanacağı yer fakirlerdir. Muhtaç olmıyana, veya nesebi şerefli olanlara harcamak câiz değildir. Çünkü fakir ve muhtaç olmıyanın alması halâl olmaz. Nesebi yüksek olan da, fakir olmadıkça,. nesebinden dolayı alamaz. Fakir olmadıkça, ilim sahibi de, ilminden dolayı alamaz. Mahlûk için olan adakta zenginlerin para harcaması, vermesi, dînimizde bildirilmedi. Böyle adak olmaz ve boynunda kalmaz. Haramdır. O şeyhin hizmetçisinin alması da câiz değildir. O da yiyemez, harcayamaz. Ancak fakir olur, yahut çalışamıyan çoluk çocuğu olup muzlar olurlarsa, bunu sadaka gibi alırlar. Adak yapan, Allah için bunu fakirlere vermeye niyyet etmemişse, almak mekrûhdur. Böyle olduğunu bilince, para, mum, kandil gibi şeyleri almaz. Evliyaya tekarrub için [yaklaşmak istemek niyyetiyle] bunları mezarın başına götürmek, müslimanlarm sözbirliği ile haramdır. Diri olan fakirlere harcamağı kasd etmelidir. Nehr ve Dürer de beyledir) diyor.

    Nasıl bir yol tuttuğuna dikkat buyurunuz!

    (İşim görülürse, filân velî için veyâ filân velî nâmına şu kadar para yahut yiyecek vardır. Böyle adak yapmak yasaktır ve yasaklı-

    ğmda sözbirliği vardjr. O yemeği yemek haramdır. Muteber kitablardan böyle anlaşılmaktadır) diyor.

    Ama muteber kitablardan deyip, buraya kadar yazdıkları, bahis konusu mes’ele ile ilgisi olmıyan, yahut çok az ve uzaktan ilgisi olan, tarafından tahrif edilmiş ifâdelerdir. Çünki bütün rivayetlerinde, hastamı iyi edersen, işimi görürsen, kaybettiğim şeyi bana geri verirsen gibi sözler bulunmaktadır. Bu ise Allahü Teâlâdan başkasına nezr yapmaktır. Böyle olmakla beraber velîye nezri gösteren bir söz de yoktur. Ancak işimi görürse, veya işim görülürse sözü vardır. Bunda Allahü Teâlâ için söylenmiş olmak ihtimâli de vardır. Ve sevâbını filân velîye göndermek için, ma’nâsı da vardır. Mevlânâ Refiüddin sâhibin evliya mezarlarına yapılan adaklarla ilgili Risâle, bu reformcunun ve yeni bir bozuk mezheb kurmak sevdalısının düşüncelerine geniş cevablar verildiğinden bu risaleyi buraya yazıyoruz:

    Hak Teâlânın i,smi ile başlarım. İzzet sahibi olan Rabbimize hamd ve şükr olsun. Peygamberlerin sonuncusuna, âline, eshâbına selâm olsun. Cenâb-ı Hakkın bu zavallı kulu Muhammed Refiüddin der ki, burada, evliyâ mezarlarına getirilen adakları bildireceğiz. Bir kaç mes’ele hâlinde sunarız:

    BİRİNCİ MES’ELE: Burada kullanılan nezr sözü, şer'î ma’nâda değildir. Çünkü örf ve âdet şöyledir ki, büyüklerin yanına götürülen şeye nezr ve niyâz diyorlar. Evet, şer’î olan nezr, bozan bundan bir kısım olabilir. Bu nezrin hükmü şöyledir ki, eğer gerçekten evliyâ için ise, harâmdır. Çünkü hadî,s-i şerîfde: «Allahü Teâlâdan başkasına nezr olunmaz» buyuruldu. Aynı şekilde, işinin görülmesi müstakil olarak bir kimseden istemek ve ona kendisine fayda ve zarar sâhibi diye inanmak, bîr çeşit şirktir. Şekilde de olsa, bunda şu vecihlerden biri vardır:

    1. — Sırf Aliah rızâsı için olup, evliyâ adak yapılan şeyin harcanması yeridir. Sanki diyorlar ki, yâ Rabbi, benim muradım olursa, .sana nezrimi filân filân velînin mezarında hizmet edenlere ulaştıracağım.

    2. — Evliyâyt şefâatcı kabûl eder. Sanki der ki, yâ hazret! Allahü Teâlânın huzûrunda, benim şu müşkilim, sıkıntım için düâ ediniz. Bu muradıma kavuşursam, senin tarafından, Hak Teâlâ huzûrunda, bu iş için şu kadar yemek, yahut para verip, sevâbı sana âid olacak. Bu câizdir. Zira Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Emîr-ül mü’minin hazreti Alîye (radıyallahü anh): «Yaşadığın müddetçe, benim tarafımdan kurban kes», Sa'd bin Ubâdeye (radıyallahü anh): «Bir kuyu yap ve bu ümm-i Sa'd [Sa’dm annesi] içindir de» buyurdu.

    3. — O büyüğü Allahü Teâlâ huzûrunda vesîle yapar. Sanki der ki, yâ Rabbi! Filân büyüğün bereketine ve ömrünü sana kulluk ve rızânı kazanmak için geçiren bu velînin üzerine olan inâyet ve muhabbetin hakkı, hürmeti için, eğer müşkilimi giderirsen, şu işimi görürsen, şu kadar malı senin için verip, sevabını bu büyüğün rûhuna bağışlıyacağım. Tâki, bu büyüğün iyilik ve ihsânlarından râzı olasın. Bu da câizdir ve Hanefî mezhebi şöyledir ki, insan nâfile ibâdetlerinin sevabını dilediğine bağışlıyabilir.

    İKİNCİ MES’ELE : Evliyânın adına vermek, velînin bulunduğu yeri, mescidi onarmak, ışıklandırmak, oradaki hizmetçilere para vermek, gelen misâfirleri ağırlamak için harcamak, şeklinde olan adaklardır. Bu kısmın hükmü, adı geçen masraf ve harcamalar için olan vakftır. Zira bunun esası, istihkak sahihlerinin tasarrufunu saklamak ve menfâatleri kendilerine olmaktır. Fakat hakîki bir vakf değildir. Çünkü malı tutmakta esas olan, harcamayı yapmak vakf edene âid değildir. Belki şekilde ve hükümde vakfa benzemektedir. O halde bu olmayınca, masraflar vakf edene yahut beytûl mala döner. Ayrıca kumandanlar, vâliler, bu masraflar için belli irad ve para ayırırlar. Toprak sâhibleri elçi, haberci denen kimselerle, bu cinsten olan şeyleri, o büyüklerin velîlerine gönderirler. Bu durumda bunların geldiği kimse, harcamakta vekildir. Bu mal ise, ya sadaka olacaktır, yâhud, harcanıncaya kadar, hibe edenin mülkü olarak duracaktır. Bunların harcanması, vakfın harcanması gibidir. İşte bu iş için de, vakfın mütevellisi lâzımdır. O mütevellinin emânet ve kifâyeti vâcibdir. Bu mütevellinin tayini, yâ meyyit tarafından, hayâtta iken belli bir kimsenin tayini olup, onun vasîsi olur. Yahut tayini, meyyitin halîfelerinden ve tarikat eshâbmın ileri gelenleri ve onun yakınlan tarafından yapılır. Nitekim hadîs-i şerîfde: «Sefere çıktığınızda, birinizi emir, reis yapın» buyuruldu. Yâhud bu işe, bu hânedanda, bir kişiden fazla lâyık kalmaz. İster oğlu gibi bir yakını, ister ma'nevî halîfesi olup, insanların baş vurdukları, işlerini ona havâle ettikleri bir zât olsun, yahut tayini .sultanın uygun görmesiyle olsun, üç şekil düşünülür:

    1. — O şahsa sâhib-i seccâde denebilir. En son şekilde de tam mütevellî olacaktır.

    2. — Hâkim veyâ toprak sâhibinin, ölüye ihsânı ve rûhuna iyiliği olup, rızâsını kazanmak niyyetiyle, birini tayin edip vermesi, yahut da tayin .edilen kişi namına, senelik, mevsimlik [şimdiki aylık gibi] olarak ayırmasıdır. Bu kışım da câizdir. Bunlar tamamen hediyyedir. Bir başkasının onda ortaklığı yoktur. Orada önce sevâb ve ibâdete niyyet yoktur. Belki ahbâblara iyilik ve ihsândır. Bu ise şer'î şerîfde câiz ve doğrudur. Bu kısmın dindeki hük

    mü, zengin için hediye ve tam temlik, fakîrler için sadakadır. Kabz ettikleri zaman, kendilerine hibe edilmiş hâlis mülk olur. Akraba ve başkalarının onda ortaklıkları yoktur.

    1. — İnsanlar evliyâ mezârlarımn üzerine birşey koymaya giderler. Bir kimsenin tayin edilmesine dikkat etmezler. Onların irâdelerine uygun olarak, ister onların mütevessilleri alsın, ister hepsi taksim etsin, isterse bir yabancı alsın aldırmazlar. Bu kısmın hükmü halâl etmek ve mubâh olmak kabilindendir. Yol kenarlarına istiyen herkesin içmesi için konan su fıçısı ve kapları gibidir. Yahut istiyen herkesin yemesi için mescidin duvarına hurma dalı, [salkımı] asmaya benzer.

    Bazı zenginler bir emin kimseye para gönderip, filân mezarda [türbede] hizmet edenlere taksim et derler. Bu -durumda o kimse, hibe eden tarafından, bu parayı almakta, sonra hak üzere dağıtmakta vekildir. Taksimi mal [ıpara] sahibinin izni ile olmalı, yahud taksîm işini vekile bırakmalıdır. Bu taksîm imâm-ı Şâfiîye göre fey yoluyla, yahut imâm-ı A'zama göre hacet ve harcama yoluyla olabilir. Mezarın tamiri ve benzerleri için gönderilen meblağ tayin olunmuştur. Parayı gönderen mezarın üzerine, yanma bir yer yapar kullanma hakkını orada hizmet edenlere verirse, kırılan, dökülen, eskiyen yerleri tamirden sonra, artan gelirinden, o yerin gereken kısımlarına harcanır. Harcanmayıp elde kalanı, ihtiyâç zamanında kullanmak üzere emânet olarak saklarlar. Miskin ve hizmetçilerin ihtiyaçları çoksa, onarma durumu da yoksa, onlara taksim edilir.

    ÜÇÜNCÜ MES’ELE .Bu adak kimin hakkı olur. Ölünün mülkü olmıyacağı bellidir. O halde burada miras hükümlerini uygulamak olmaz. Belki hibe edenin, bağış yapanın sözüne bakmak lâzımdır. Eğer evlâdının ismi

    geçiyorsa, mevcud çocuklarına taksim etmelidir. Hizmetçilerin adına ise, onlara taksim etmelidir. Eğer bir isim belirtilmemişse, ister çocukları olsun, ister yabancılar olsun, mezarın başında olmasa da orada hizmet edenlere verilir. Evlâdı ise, en uygun anlardır. Yoksa mütevessillerine taksim edilir. Eğer bir cemâati belirtmek zor ise, oraya gelen her müslimana vermek sevâba sebeb olur.

    DÖRDÜNCÜ MES'ELE : Âdet hâline gelen, bazı hak sahihlerinin, kendi hisselerine bir isim vererek, birisinin eliyle satmaları, yahut rehin bırakmaları, yâhud hibe etmeleri şeklindeki akd [sözleşme] dinimizde bâtıldır, şöyle ki:

    Mal mevcûd değildir. Miktarı belli değildir. O halde karşılıklı veya karşılıksız mülk edilemez. Eğer bilmeden böyle bir sözleşme yapılırsa, satanın aldığı para, onun payından ödenir. Ölmüşse ve bir başka malı varsa, o malından ödenir. Yoksa, müşterinin malını koruma bakımından, bir müddet ödenmez, ondan sonra, yukarıda anlatıldığı şekilde kendi aralarında taksim ederler. Herşeyin en doğrusunu Allahü Teâlâ bilir.

    Bu mes’eleleri yazarken, Mevlevi Abdülhay [Delhi Vehhâbilerindendir] ve başkalarının, dirilerin, sevabların ölülere ulaşması ve istiâne hakkındaki fetvalarını enine, boyuna okudum. Tamamen ma’nâsız, yersiz ve zararlı gördüm. Bu konuda da bir uyarıda bulunmak zarurî göründü.

    (BİRİNCİ SORU : İslâm dîninin âlimleri, insanların efendisinin (sallallahü aleyhi ve sellem) şerîatinin Ehl-i Sünnet ve Cemâat mezhebindeki müftileri, bir müslimanın nemaz, orue, Kur’ân-ı kerîm hatmi, yahut bir kısım okuyup bağışlaması, para veya yiyecek veya giyecek olsun sadaka gibi amellerinin, yahut hac, ömre, tavaf gibi nafile ibâdetlerinin sevâblarını, ölen bir müslimana bağışlaması, bağışladığı takdirde, sevabin ona ulaşıp ulaşannyacağı hakkında ne buyururlar '!

    --nrnımnrtıın    -t

    Birinci Cevâb : Sevâb ve ikabın esası, niyyetin hâlis olup olmamasmdadır. Eğer o işi, yalnız Allahü Teâlânın rızâsını kazanmak ve ona. yaklaşmak için yaparsa, o işten sevâb alır. Yoksa almaz.

    İkinci Cevâb : Dünyâ, iş yapmak, amel etmek yeridir. Sevâb ve ikab [mükâfat ve cezâ] yeri değildir. İyi vc kötü işlere sevâb ve ikab, cezâ ve mükâfat âhirette olacaktır. Burada amel yapmaktan başka birşey yoktur. Karşılıkların verildiği yerde [âhirette] iyi ve kötü ameller dartılacak, hangisinin ağır geleceği belli olacaktır. Ondan sonra Allahü Teâlânın fadlı ve keremi ile sevâb verilecek, yahtıd Allahü Teâlâ adâletle muamele edip ikab [azâb] olunacaktır. O halde sevâb veya ikâb sâhibi olduğu, cezâ gününde anlaşılacaktır. Nitekim çok sayıda âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflerden böyle olduğu anlaşılmaktadır. Bunları herkes bilmektedir.

    Üçüncü Cevâb : Bir kimsenin bir şeyi bir başkasına bağışlaması hibe olur. Fıkıh dilinde hibe, alışveriş, kirâ, rehin gibi akidlerden [sözleşmelerden]dir. Bu dînî akidlerin herbirinin tarifleri, rükünleri ve şartları vardır. Onlar olmadan olmazlar. İşte fıkh kitablarında hibenin tarifi şöyledir : Hibe, ayn [belli] olan bir malın karşılıksız temlikidir, başkasına verilmesidir. Rüknü ise îcâb ve kabtıldür. Ya’nî bağışhyan, hibe ettim [bağışladım], alan da kabûl ettim diyecektir. Hibenin şartı, hibe edilen şeyin kabz edilir ve ayrılmış olmasıdır.

    O halde sevâb bağışlamaktan murad, eğer dünyâda bağışlamak ise, yakîn olmaklık sevâbı hâsıl olmaz. Zira birinci maddede dedik ki, sevâbın esası, yakînen niyyet hâlis olmasına bağlıdır. O ise çoğu zaman yoktur. Eğer hâlis olmak şartıyle, sevâbın günâha gâlib gelmesinden sonra yakînî sevâb hâsıl olursa, dünyâda değil, ahırette olacaktır. ikinci maddede dünyâ sevâb ve ikab [mükâfât ve cezâ] yeri değildir demiştik. Tutalım İd, dünyada hâsıl oldu. O zaman da hibenin rükün ve şartı eksiktir. Kabûl eden, dünyâda nerededir ki, kabûl etsin, burada hangi mecliste kabz etsin. Bunlarsız da hibe olmaz. Nitekim üçüncü maddede bunu bildirdik. O halde dünyada bir kimseye sevâb bağışlamanın hiçbir anlamı yoktur. Ne hiç kimse bir sevaba mâlikdir, ne de sevâbı bir kimseye verebilmek mümkündür. Eğer sevâbı bağışlamaktan murad, âhirette bağışlamak ise, ya’nî âhirette sevâba mâlik olduğu zaman, başkasına verecektir ma’nâsmda ise, o zaman bu hibe değil, belki hibe va'di olur. Zira ayn’ın o anda temliki, hibenin tarifine girmektedir. Vade ise, gelecek zamana âiddir. O halde vadini yerine getirmek, âhirette olacak, sevâb da başkasına ulaşacaktır. İşte buna göre, suâlin hülâsası şöyle oldu ki, sevâb vermeyi vad etmek ve âhırette olacak bağışlamak dünyâda bir kimseye olur mu olmaz mı? Cevâbında denir ki, muhtârdır. Ya’nî isterse eder, istemezse etmez. Lâkin bu va’denin hâlini incelemeye hiç gerek yoktur. Diğer vâdeler gibidir. Yok sevâb bağışlamaktan murad başka bir şey ise, o zaman bu süâle girmiyor, ki, cevabı yazılsın. Velhâsıl, bu durumda sevâbm ölüye ulaşması çok zor ve ma'nâsızdır) diyor.

    Ne kadar şaşılsa, yeridir ki, bu yazıları yazdığı halde, kendini mutezile fırkasından saymıyor. İster istemez. Ehl-i sünnetten görünmek istiyor. Çünkü süâlin şeklinde, muteber kitablarda hükmün Ehl-i sünnete göre sahîh ve muhalif olanın mu’tezile olduğu aynen vardır. Yaptığı tevcihler, te’viller, mu'tezilenin toplu, kısa sözlerinin açıklanmasıdır. Belki de bu vehhâbî mu’tezilenin bu şekilde açıkladıkları bir yerde bunları görmüştür. Mu’tezile mezhebinin esası budur ki, insan sevâb olan bir iş yaparsa, hiç bir şekilde bu sevâb bir başkasına ulaşmaz. Ehl-i sünnete göre, ölüye ulaşır ve ona faydası olur. O halde,, ameli yapanın vermesi ile sevâbm başkasına ulaşması Ehl-i sünnet mezhebidir. Bu vehhâbî mezhebini seçip, tamamen inkâr yolunu tuttu.

    Mi® Mesâil kitâbının sâhibi, bu yeni mezheb sofrasının başkanlığını yapanlardan olduğu halde, yirmibeşinci süâlin cevâbında diyor ki: Hanefî mezhebinde kuvvetli kavil ve miftabih [fetvâ] şöyledir ki, beden ve mal ile olan amellerin sevabı, ölüye ulaşır. Nitekim Hidâye, Fetâvânyı âlemgîrî, Bahrurraik ve Nehrül fâik, zeylaî, Aynî ve onların diğer muteber kitablarında böylece yazılıdır. Zeyiaînin ibâresi şudur: Bu konuda esas, insan amelinin sevâbmı başkasına verebilir. Ehl-i sünnet ve Cemaat mezhebinde böyledir. Nemaz, oruç, hac, sadaka, Kur’ân-ı kerîm okumak, zikr etmek ve diğer iyi işleri yapmak ve ssvâblarını ölüye bağışlamakla, bu sevâblar ölüye ulaşır ve fayda verir. Mu’tezile dedi ki: «Bu ibâdet ve iyilikle-

    rin sevâbları ölüye bağışlanmaz. Bağışlansa ölüye ulaşmaz ve fayda vermez. Çünkü Allahü Teâlâ: «İnsan için, kendi amelinden başka bir şey yoktur» buyuruyor. Herkes gayretinin, çalışmasının karşılığını görecektir. Çünkü sevâb Çennettir. İnsanda Cenneti kendine alma gücü yoktur, nerde kaldı ki başkasına versin.» Mu’tezilenin .sözü bitti.

    İmâm-ı Mâlik ve Şâfiî (rahmetullahi aleyhimâ) buyurdular ki: «Sadaka ve mal ile yapılan hac gibi ibâdetlerin sevabları ölüye bağışlanabilir, başkaları olmaz.» Bize göre [Hanefî mezhebine göre] rivâyet olundu ki: Bir kimse Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem), anam babam vardı. Sağ iken onlara iyilik ve ihsân ederdim; öldükten sonra onlara nasıl iyilik ederim? diye arz edince, Resûlullah: «Onlara iyilik olarak, nemaz kılınız, oruç tutunuz» buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi Dâre Kutnî bildiriyor. Tcıberânî de bu hadîs-i şerîfi rivâyet etmiştir. Hazreti Alîden (radıyallahü anh) bildirilir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: «Kabristana uğrayıp, onbir İhiâs okuyup, sevabını ölülere bağışlıyana, o kabristanda ki ölü sayısı kadar sevâb verilir.» Bu hadîs-i şerîfi Dâre Kutnî bildiriyor. Hazreti Enesin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Bir kimse kabristana girip, Vâsin sûresini okursa, o gün o kdbristanda olanların azabı hafifler ve okuyana, kabristanda yatanların sayısınca sevâb verilir.» buyuruldu. Yine hazreti Enes'in (radıyallahü anh) Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem), yâ Resûlallah, biz ölülerimiz için sadaka verebilirmiyiz, onlar için hac yapabilirmiyiz, onlar için düâ edebilir miyiz. Lidersek sevâbları onlara ulaşır mı? Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Evet, o sevablar onlara ulaşır. Sizden birinize bir hediye geldiğinde sevindiği gibi onlar da,. bu hediyenize sevinirler» buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi Ebû Hafs-ı kebir bildirmektedir. Ma'kal ibni Yesârın bildirdiği hadîs i şerîfde: «Ölülerinize Yâsin süresini okuyunuz» buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfi Ebû Dâvud rivâyet etmektedir. Yine Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) sözbirliği ile bildirildi ki, «İki koç kurban ederdi. Birini kendi, diğerini ümmeti tarafından» Ya’nî birinin sevâbını ümmetine verirdi. Resûlullahın bu hareketi gösteriyor ki, bir kim,se başkasının amelinden faydalanabiliyor. Buna uymalıdır. Çünkü tutunulacak en sağlam ip, en kuvvetli mesned ve vesikadır.

    Ebû Hüreyreden (radıyallahü anh) bildirilen hadîs-i şerîfde. «Bir kimse ölür; çocuğu düâ eder. Onun derecesi yükselir. Yâ rabbi, bu nedir, nasıl oldu? der. Allahü Teâlâ buyurur ki; Çocuğunun istiğfarı ile oldu», buyuruldu. Muhammed sûresi ondokuzuncu âyetinde.«Kendin için ve mü'minlerin erkek ve kadınları için istiğfar eyle» buyuruluyor. Bu âyet-i kerîme ile Allahü Teâlâ bize mü'minlere düâ ve istiğfâr etmemizi emr ediyor. Kitâb-ı azizinde peygamberlerin ve meleklerin onlar için istiğfâr etmeleri bunu göstermektedir. Çünkü bütün bunlar başkasının amelidir.

    Necm sûresi otuzdokuzuncu: «İnsan için, ancak kendi çalışıp kazandığı vardır» âyeti kerîmesine gelince.İbni Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki, bu âyet-i kerîme, Tür sûresi yirmibirinci: «Dünyâda mü'min olup, çocukları da kendilerine uyanların çocuklarını cennete girişte kendilerine ilhak ederiz. Bu ilhak ile babalarının amellerinden birşey azaltmayız» âyet-i kerîmesi ile ne.sh olmuştur. Bunun, Musa ve ibrâhim aleyhimesselâm kavimlerine mahsûs olduğunu söyliyen de vardır. Çünkü onlar hakkında hikâyeler vardır. Yine bu âyet-i kerîmedeki insan’dan murâd, kâfir’dir; mü’min için ise, kardeşinin amelinden kendine fayda vardır denildi. Aynı şekilde, adâlet yolundan yok ise de, fadl ve ihsân yolundan vardır denildi. İnsan için amelinden, çalışmasından başka birşey yoktur; lâkin ameli, çalışması bozan, din kardeşlerini çoğaltmak, mü'min yapmak gibi sebeblerle, şefâat edicilerin şefâatine kavuşmağa götürür.

    Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) «Âdem oğlu ölünce ameli kesilir. Ancak üç kişinin kesilmez...» hadîs-i şerîfi başkasının amelinin kesileceğini göstermez. Bunda aklın kabûl edemiyeceği birşey yoktur. Ona ulaştıran ise Allahü Teâlâdır. O bunu yapabilir.» Zeylâînin yazısı burada bitti.

    Âlemgirîyye'nin ibâresi şöyledir: «Bu konuda esas şudur ki; insan amelinin ya'nî nemazının, orucunun, sadakasının, haccının, Kur’ân-ı kerîm okumasının, zikrinin, peygamberlerin, şehîdlerin ve sâlihlerin kabirlerini ziyâretinin, mevtayı tekfînin ve bütün iyi işlerinin sevâblarını başkasına verebilir. Gâyet-î-üs-sürûcî adı ile bilinen Hidâye Şerhinde de böyle yazıyor.»

    Buraya kadar olan yazıları Mie Mesâi! kitabından aldık. Şimdi diğer kitablardaki yazılan yazalım: Hidâye’de diyor ki: «İnsan nemaz, oruç, sadaka ve diğer amellerinin sevablarını başkasına verebilir. Ehl-i sünnet velcemaat mezhebi böyledir. Nitekim Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) iki koç kurban ederdi, birini kendisi, diğerini ümmeti için keserdi diye bildirdi.»

    Şerhussudûr’da diyor ki: Okunan Kur'ân-ı kerîmin sevabının ölüye ulaşmasında ayrı diyenler oldu. Selefin Cumhûru ve üç mezheb imâmı ölüye ulaşır dediler. İmâm-ı Şâfiî hazretleri ayrı söyledi. MevâhibüÜedünniyye’de diyor ki: Şâfiî mezhebi âlimlerinden çoğu ulaşır dedi. Şerhussudûr'da yazıyor ki: Kabir başında Kur'ân-ı kerîm okumak mezhebimiz ve diğer âlimlere göre meşrû’dur. Za'ferânî der ki, İmâm-ı Şâfiî hazretlerine, kabrin yanında okumağı sordum. Mahzûru yoktur buyurdu. İmâm-ı Nevevî Mühezzeb şerhinde der ki: Kabir ziyâret edene, Kur’ân-ı kerîmden kolayına geleni okumak ve onlara düâ etmek müstehabdır. Bunu Şâfiîden bildiriyor. Eshâbı ise üzüntülü yerlerde de böyledir deyip, kabrin yanında Kur'ân-ı kerîmi hatm etmek efdal olur dediler.

    Bahrurrâik’de diyor ki: Hadîs-i şerîfde: «Bir kimse başkası yerine oruç tutamaz nemaz kılamaz» buyurulması, zimmetten kurtulması hakkında olup, sevâb hakkında değildir. Çünkü bir kimse oruç tutsa, nemaz kılsa, yahut sadaka verse ve sevabını ölü veya dirilerden birine bağışlasa câizdir. Sevâbı onlara ulaşır. Ehl-i sünnet velcemâat mezhebi böyledir. Bsdâyı’de de böyledir. Buradan anlaşılıyor ki, bağışlanan ölü veya diri olması arasında fark yoktur. Zahir olan şudur ki, bu ameli yaparken başkasına veya kendisine diye niyyet etmesi arasında fark yoktur. Yaptıktan sonra sevâbını başkasına verebilir. Amelin farz veyâ nâfile olması aynıdır. Meselâ farz bir nemaz kılıp, sevâbını bir başkasına bağışlasa sahîhdir. Fakat bu farz onun zimmetine geçmez. Çünkü sevâb olmamak, zimmetten düşmemek demek değildir.

    Çelebide diyor ki: Ehli sünnete göre, insan nemaz,. oruç, hac, .sadaka, Kur'ân-ı kerîm okumak ve diğer bütün iyiliklerin sevabını başkasına verilebilir ve sevâbı bu meyyite ulaşır ve faydasını görür. Mu’tezile dedi ki: «Bunun bir faydası olmaz. Çünkü Allahü Teâlâ: «İnsan için, ancak yaptığı vardır» buyuruyor. Çünkü sevâb Cennettir. Bir kimse Cenneti kendi için kılamazken, nerde kaldı ki, başkasına verebilsin.»

    1. Cevâbında deriz ki, bu âyet-i kerîmede bildirilenin, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve vellem) hazrett Aliye buyurduğu: «Bunlar Mûsâ ve İbrâhim aleyhimesselâmın kavmidir» hadîs-i şerifi ile bu ümmet olmadığı. anlaşılıyor. Ama bu ümmet için, kendi yaptıkları ve onlar için yapılanlar vardır.

    2. Cevâb — Yukarıda söylediğimiz gibi bu âyet-i kerîme, Tûr sûresi yirmibirînci âyet-i kerîmesi ile nesh edilmiştir. Bunu hazreti Abdullah ibni Abbâs (radıyallahü anh) haber vermektedir.

    3. Cevâb — Burada insan kelimesi kâfirler içindir. Mü'min için, kendi yaptığı ve onun için yapılanlar vardır.

    Çünkü sevâb Cennettir... Sözüne cevâb olarak deriz ki, herkes Cennete girmek hakkını elde edebilir ve onu başkasına bağışlar. Şimdi bildirdiği rivâyete dikkat ediniz. Kendisini tamamen sahîh hadîslere uydurmuş görünüp, Ehl-i sünnet olarak ortaya çıkmakta ve mu’tezilî damgası yemekten kaçınmaktadır. İşte bu vehhâbî türbe ziyaretlerinde sevâbı imkânsız görmekle dünyanın sevâb ve ikab yeri olmadığını, kıyâmette de sevâb yok ki bağışlanabilsin demekle, hibenin şart ve rükünleri yok ki, tahakkuk etsin söylemekle ve daha bunlar gibi saçma şapan görüşler ileri sürmekle mülhid olduğunu isbathyor. Bu itirazlarını, bizim hüccetimiz olan hadîs-i şerîf ve fıkıh kitablarındaki rivâyetleri te’ville çıkarmaktadır. Hadîs ve fıkh bu vehhâbiye göre, kendi sapık hayâl ve mali hülyaları yanında hiç değer taşımıyor. İnnâ lillahi... demekten başka ve söylenebilir. Böyle vehim ve sapık düşünceler değilmidir ki, mülhidleri kabir ve âhiret âlemini inkâra götürür. Mü'min olan kimsenin, dînimizde itikad ve amel olarak bildirilenlere uyması lâzımdır. Ondan sonra da;

    (Muteber fıkıh kitablarında sevâbın ve faydanın ölülere ulaşması diye yazılı olanlar, başka şeydir. Ölülere bu şekilde sevâb ve fayda vermelidir. Çünkü bü naklen sâbittir. Naklde bildirilen şöyledir : Diri, ölü tarafından vekil olup, o iyi işi, Allah rızâsı için yapar, sevâbı ölüye olur. Ama burada bir açıklama gerekmektedir. Bu işlerin bir

    kısım, tamamen bedenle olmaktadır. Nemaz, oruç, Kur’ân-ı kerim okumak, zikretmek ve benzerleri gibi. Yahud tamamen mal ile olur. Para, yiyecek, giyecek gibi sadaka vermek, mescid yapmak, kuyu kazmak, kurban kesmek gibi. Bazısı da hem mal,, hem beden ile olur. Hac, ömre ve benzerleri gibi. İşte son ikisinde, ya’nî mal ile ve hem mal hem beden ile olanda vekâlet olur ve sevabı ölüye ulaşır. Nitekim birçok hadîsi şerifler bunu göstermektedir. Ehl-i sünnet âlimleri de bunda sözbirliği hâlindedirler. Ama birincisi, ya’nî yalnız bedenle yapılan nemaz, oruç, kur’ân-ı kerîm, okumak ve benzerleri, Ehl-i Sünnete göre ihtilâflıdır. Ehl-i Sünnetin öncekilerinin çoğu, bunlarda vekâlet olmaz, sevâb da ulaşmaz dediler. İmâm-ı A’zam ve İmâm-ı Mâlikin sözleri de böyledir. İzah ve diğer kitablar böyle olduğunu bildirmektedir. Sonraki âlimlerin çoğu, bunlarda da vekâlet olur, sevâbı da ulaşır dediler. Kıymetli kitablardan olan Mevâhib-i ledünniyye’de diyor ki : «Âlimler, Kur’ân-ı kerîm okumanın sevâbmın ölüye ulaşıp ulaşmamasında ihtilâf ettiler. Çoğu böyle yapmamak, yaptırmamalı dediler. İmâm-ı Şâfiînin mezhebinde böyle olduğu meşkûrdur. îmâm-ı Mâlik de böyle dedi. Hanefî mezhebi âlimlerinden bir grub da böyle dedi. Şâfiî ve Hanefî mezhebi âlimlerinin çoğu, okunan Kur’ân-ı kerîm ölüye ulaşır dediler. İmâm-ı Ahmed de, kabrin başında Kur’ân-ı kerîm okumak bid’attir dedikten sonra, okunursa, sevâbı ölüye ulaşır buyurdu.»

    Şeyh Abdülhak Dehlevî (kuddise sirruh) Medârieünniibüvve’de diyor ki; «Âlimler, Kur’ân-ı kerîm okumaktan hâsıl olan sevâbın, ölüye ulaşıp ulaşmamasında ihtilâf ettiler. Çoğunluk ulaşmaz taralındadır. Şâfiî’nin mezhebinde meşhûr olan budur. İmâm-ı Mâlik’e ve Hanelilerden bir kısmına göre de böyledir. Şâfiî ve Hanefî âlimlerinin çoğuna göre ise, okunan Kur’ân-ı kerîmin sevâbı ölüye ulaşır. İmâm-ı Ahmed hazretleri kabrin başında Kur’ân-ı kerîm okumak bid’attir dedikten sonra, okunursa sevâbı ölüye ulaşır buyurdu. Şeyh Abdülkerîm Siyâlkutî, Kur’ân-ı kerîm okuyan bu niyyetle okursa, sevabı ölüye gitmez; çünkü niyyet etmesi, okumasından önce olduğundan, bedene âid ibâdet olup, başkası namına olmaz dedi.

    Yine Abdülhak Dehlevî Mişkât Tercemesi’nde Öruc kısmından önce yazıyor ki; Sözün açıklanması şöyledir: İbâdet birkaç çeşittir. Biri zekât gibi sırf mal ile olur. Biri nemaz gibi sırf beden ile olur. Biri de, hem mal, hem bedenle olur. Hac böyledir. Vekâlet birincide olur. İhtiyarîdir. Ama vekilin yapması gerektiği için zarurîdir. İkinci kısımda vekâlet olmaz. Çünkü maksad nefsi ezmektir. Bu ise vekilin yaptığı iş ile olmaz. Üçüncü kısımda da vekâlet olur, ama. Kendisi âciz olunca. Hidâyetle de böyle yazıyor. Şerhüssünne’de diyor ki: Bu ilim sahihlerinin sözüdür. Ya’nî âlimler dediler ki: «Sadaka ve düâ sevabından başkası ölüye ulaşmaz.»

    İfsâlı an meân-il izah kitâbında diyor ki: Âlimler sözbirliği ile buyuruyorlar ki, ölü için istiğfar edilirse, sevâbı ona ulaşır. Aynı şekilde sadaka, köle âzâdı ve haccın sevâbı meyyite bağışlanırsa, ona ulaşır. Bundan sonra nemaz, Kur’ân-ı kerîm okumak ve orucun sevablarının ölüye ulaşıp ulaşılmamasmda ihtilâf ettiler. İmâm Ahmed ulaşır, faydasını görür buyurdu. İmâm-ı Şâfinin eshâbından bazısı, belki İmâm-ı Sübkî, İmâm-ı Şâfiînin esbabından, istinbat [icühâd] ile bunu gösteren habere dayanarak, «Kur’ân-ı kerîm ölüye faydalı olmak niyyeti ile okunursa, ona fayda verir» dediğini bildirmektedir. Ebû Hanîfe ve Mâlik (rahimehümallah) sevâbı okuyana, yapana olur, dediler. Herşeyin en doğrusunu Allahü Teâlâ bilir.

    Metinlerdeki ibâreler de, önceki âlimlerin sözlerini kuvvetlendiriyor. Nitekim Miiltaka’da diyor ki : Mâl ile olan ibâdetlerde niyâbet [vekâlet] mutlaka câizdir. Beden ile olanlarda hiç câiz değildir. Hem mal hem bedenle olanlarda, acz zamamnda câiz olup, gücü yettiği zaman câiz değildir. Mevâhibiirrahman ve diğer kıymetli fıkh kitablarmda da böyledir. Şerhler, deliller ve gerçekler de bunu teyid ediyor. Nitekim Mevâhibürralıman’m şerhi Burhan kitabında metni yazanın sözünün altında diyor ki: Bedenle olan ibâdetlerde vekâlet olmaz. Çünkü bunlardan maksad nefsi ezmektir. Bu ise vekâletle hâsıl olmaz.

    O halde, mal ile ve hem mal, hem de beden ile yapılan nafile ibâdetlerin faydası ve sevâbının ölüye ulaşmasında Ehl-i sünnet sözbirliği hâlindedir. Sahabe, Tabiîn ve Tebe-i Tâbiînden de böyle olduğu gelmektedir Bedenle olan ibâdetlerin sevâbının ulaşmasında ihtilâf vardır. Sözbirliği yapılanı bırakıp, ihtilâflara saplanmak takvânın gereği değildir. Lâkin bir kimse yaparsa, kendini helâke atmış gibi olmaz. Yapmazsa, yapmasında dînî bir teşvik bulunmadığından, ihtiyatla hareket etmiş olur. Merdûd olan Mu’tezile fırkası, üç şekilde de ölüye sevâb ulaşmasını inkâr ettiler. Ehl-i sünnetin bu mes’elede onlarla ayrılığı çoktur. Nitekim yukarıda geçti. Ehl-i sünnetin Mu’tezile ile ayrılığının esası, usûl ve akaiddedir. Furu' bilgilerinde varsa var, yoksa yoktur. Yoksa her işte Ehl-i sünnetin diğer fırkalarla ittifak ve ihtilâflarının bulunduğu her mes’eleyi bildirmek uzun ve zor iştir. Meselâ Ehl-i sünnet Allahü Teâlâyı ma’bûd bilirler. Muhammed Mustafaya (sallallahü aleyhi ve sellem) Allahü Teâlânın Resûlüdür diye inanırlar. Cebrâil aleyhisselâmın kelâmıülahı getirmesine, âhıretin geleceğine, mü’minlerin Cennete, kâfirlerin Cehenneme gireceklerine yakînen inanırlar. Mu’tezile ve diğer sapık fırkalar da bu itikaddadırlar. O halde ayrılık tam değildir ve bazı mes’elelerde Ehl-i Sünnetin, onlarla aynı itikadda olması, Ehl-i Sünnetin mu’tezileden sayılmasını gerektirmez. Doğru yola hidâyet Allahü Teâlâdandır) diyor.

    Şerh ve açıklamalardaki tezvirlerine cevâb vermeden önce şunu söyliyeyim ki, kendi amelinin sevâbını başkasına vermek mes'ele,si başka, bazı ibâdetlerde niyabetin Ivekâletin] bulunması, bazılarında ise bulunmaması başka bir konudur. Birbirleri ile hiçbir bağlantıları yoktur. Bir parça aklı ve anlayışı olan, fıkıh kitablarındaki ibâreleri incelerse, dediğimiz gibi olduğunu gayet iyi anlayacakıtr. Hidâye'de diyor ki: «Bu konunun esası şöyîedir ki, insan, nemaz, oruç, sadaka ve diğer amellerinin sevâbını başkasına verebilir. Ehl-i sünnet velcemâat mezhebi böyledir. Çünkü Reşûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) den bildirildi: İki koç kurban ederdi. Birini kendisi, diğerini Allahü Teâlânm birliğini ikrâr eden ümmeti için keserdi. Bu açıkça gösteriyor ki, kurbanının birini ümmeti için keserdi.» Bundan sonra diyor ki: İbâdetler çeşitlidir. Zekât gibi tam mal ile olur. Nemaz gibi tam bedenle olur. Hac gibi hem beden, hem de mal ile olur. Vekâlet birincisinde, ihtiyârî olup, vekîlin fi’lî ile hâsıl olması bakımından zarûrî olur. İkincisinde hiçbir şekilde vekâlet olmaz. Çünkü bunda maksad, nefsi ezmek, onu zorlamaktır. Bu ise vekâlet ile hâsıl olmaz. Üçüncüde i,se, âciz olunca, vekâlet olur. Ya’nî malın azalması meşakkati vardır. Bunun için gücü yetince, nefsini ezmesi, zorlaması gerektiğinden vekâlet olmaz. Şart olan, ölüm zamanına kadar devam eden âcizliktir, gidememektir. Çünkü hac, ömründe bir kerre farzdır. Nâfilede ise, gücü yetse bile, vekâlet câizdir. Çünkü nâfilenin kapısı daha geniştir.»

    Bu ibârede demek isteniyor ki, zekât gibi sırf mal ile olan ibâdetlerde, bir kimseyi nâib ve vekil yaparsa, ya’nî bir kimseyi vekil edip, benim tarafımdan zekât ver dese, o şahıs da zekâtını verse, birinci kimse zekâtını vermiş olur. Çünkü maksad hâsıl olmuştur. Eğer bir kimseye, benim yerime nemaz kıl dese, o kimse de nemâz kılsa, câiz plmaz. Çünki nemazdan maksad, nefsini o zahmete, o zorluğa katlandırmaktır. Başkasının kılmasıyla bu maksad hâşıl olmuyor. Hac mes’elesinde, eğer kendisi âciz ise, birini vekil yaparsa edâ edilmiş olur. Ancak bir şartla ki, ölünciye kadar câiz olacaktır. Gücü yeterken vekil göndermek câiz değildir. Nâfile hacda, gücü yetse de, vekil gönderebilir. O halde buraya kadar açıkça yazılan bu mes'elelerin, birinci mes'ele ile, ya'nî amelin sevâbını başkasına vermekle hiç alâkası yoktur. Yoksa açıkça çatışma ve tenakuz ortaya çıkar. Çünkü orada açıkça belirtiliyor ki, insan, nemaz, oruç, sadaka ve benzeri amellerin sevdalarım başkasına verebilir. Bundan sonra bir daha, niçin, bedenle olan ibâdetlerde, vekâlet hiçbir şekilde olmaz desin. Anlaşıldı ki, Ehl-i sünnete göre câiz olan kendi amelinin sevâbını başkasına bağışlamanın, vekâlet mes’elesi ile alâkası yoktur. Vekâlet mes'elesi ayrı birşeydir.

    Dürrüimuhtâr'da diyor ki: Mal ile olan ibâdet; zekât ve keffâret gibi. Mükellef tarafından vekâlet bunda mutlaka olur. Vekil zimmî [kitâblı kâfir] olsa da yine olur. Çünkü, burada vekâlet verenin niyyeti esastır. Bedenle yapılan ibâdetler; nemaz ve oruç gibi. Bunlarda vekâlet mutlaka olmaz. Mal ve bedenle müşterek yapılan ibâdetler; farz olan hac gibi. Âciz olunca vekâlet câiz olur. Lâkin acizlik ölünciye kadar devam edecektir. Çünkü hac, ömürde bir defa farz olan ibâdettir. Özür kalkınca lâdesi gerekir.» Sonra yine diyor ki: Kendisi için hac yapması şartını ona emreder. Başkasının yerine, ondan izinsiz, hac câiz değildir. Ancak vâris, delâlet emri bulunduğundan vârîsi ol-

    duğu kimsenin yerine hac yapabilir.» Yine eliyor ki: Emredenin farz olan haccı yapılmış olur. Mezhebin zahiri böyledir. Memur olan tarafından nâfile hac yapmış olur. Emredene ise, nâfile hac gibi nafaka sevâbı verilir de denildi. Lâkin, işlerin sahîh, doğru olması için, emr olunanın vekillik ehliyyetine hâiz olması şart edilir.» Vekilliğin durumu burada bildirildi. Yine anlaşılmış oldu ki, kendi amelini başkasına bağışlamak ayrı bir şeydir.

        Şimdi vehhâbinin şu sözüne kulak veriniz.-

    ı >    (Fayda ve sevabın ölülere ulaşması hakkında kıymetli fıkıh ki-

    'i    tablarmda yazılı olanlar, başkadır. Ölülere aynı şekilde fayda ve se-

    vâb bağışlamalıdır. Çünkü bunlar nakille sâbittir. îşte nakl edilen budur ki, diri, ölü tarafından, vekâlet yolu ile, o hayırlı ameli, Allah rızâsı için yayıp sevabını ölüye bağışlar) diyor. Burada biraz durj    mak gerekiyor. Çünkü menkule [nakl oiunan, bildirilene], nakl olunmamış nakl olunmamışa da, nakl olunmuş diyor.

    Bu çok şaşılacak bir şeydir. Çünkü cevâbın temamında, sahîh ve sahîh olmıyan hiçbir kitabdan, hiçbir rivâyet bildirmedi ki, yontulmuş davasına delil olsun. Buna ilâveten, suâli soran tarafından yazdığı, sevâb ve ikabın esası, niyyetin halis olup olmamasına bağlıdır. Dünyâ iş yeridir. Sevâb ve ikab yeri değildir. Niyâbet ve vekâlet, vekâlet ve-

    i ren ve vekil etmek olmadan olmaz. Dirilerin amellerinin sevâbı, ölülere bağışlanmaz, gibi cevâbı gerektiren mes'eleleri bildirip, cevâbları açıkça hadîs-i şerîf ve fıkıh kitablarında yazılı olanlardan kaçıp, hepsini bırakıp, asıl yeri olmıyan niyâbet ve vekâlet bahsine sığındı. Kendi yontma, uydurma yoluna uygun olarak, iftira yollu bile olsa, bunlara bir cevâb olarak bir rivâyet yazsaydı, biz de geıreken cevabı verirdik. Tekrâr:

    (Burasım açıklamak gerekir. Bu işlerin bir kısmı tamamen bei denle olmaktadır. Nemaz, Oruç, Kur’ân-ı kerîm okumak, zikretmek ve benzerleri gibi. Yahud tamamen mal ile olur. Para, yiyecek, giyecek gibi sadakalar vermek, mescid yapmak, kuyu kazmak, kurbankesmek gibi. Bazısı da hem mal, hem beden ile olur. Hac, ömre ve benzerleri gibi. İşte son ikisinde, ya’nî mal ile ve hem mal, hem beden ile olanda vekâlet olur ve sevâbı ölüye ulaşır. Nitekim bir çok hadîs-i şerifler bunu göstermektedir. Ehl-i sünnet âlimleri de bunda sözbirliği halindedirler) diyor.

    Bilmek lâzımdır ki, burada mugalata yapıyor. Vekâletin câiz olması ile, sevâbın ölüye ulaşmasını ayrı şey imiş gibi bir yerde topluyor. Böylece birinin hakkındaki hüküm, öbürü için de görünmüş oluyor. Bu hükümlerin, mes’eleler gibi ayrı olduklarını yukarıda geniş olarak anlattık. Burada da tekrâr ona işâret edilecektir:

    (Mal ile olan ibâdetlerde ve hem mal, hem beden ile olan ibâdetlerde vekâlet olur. Yukarıda geniş olarak bildirmiştik. Yanî mal ile olanlarda, ihtiyârî ve zarurî vekâlet vardır. Hem mal, hem beden ile olanlarda farzlar için, acz hâlinde ve nafilede acz hâli olmadan da vekâlet câizdir. Sırf Bedenle olanda, ya’nî nemaz, oruç, Kur’ân-ı kerîm okumak ve benzerleri gibilerde Ehl-i Sünnette ihtilâflıdır. Ehl-i Sünnetin öncekilerinin çoğu, bunlarda vekâlet olmaz ve sevâb ulaşmaz dediler. İmâm-ı A'zam ve İmâm-ı Mâlik de böyle dediler. İfsâh ve diğer kitablar bunu bildirmektedir. Sonraki âlimlerin çoğu, bunlarda da vekâlet olur ve sevâb ulaşır dediler) diyor.

    Telbîsi, bâtılı hak göstermeyi, yalanı burada damgaladı. Ya’nî vekâletle sevâbın ulaşmasını birbirlerinin gereği gösterdi. Halbuki dediği gibi değildir. Bedenle olan ibâdetlerde vekâlet olmaz. Hiçkimse buna olur demedi. Önceki âlimlerle sonrakiler arasında bu mes’elede ayrılık var demesi iftirâdır. Biz bu iddiaya âdil şâhid ve sened gösterip, mugalâta ihtimâline de asla yer bırakmıyalım: Vekâlet olmaz diyenler, aynı kitablarında aynı yerde sevâbın ulaştığını yazıyorlar. Bedenle yapılan ibâdetlerin sevâblannın ölülere ulaşması bir ihtilâftır. Önceki âlimlerle sonrakiler arasında tafsîlî bir ayrılık yoktur. Belki tafsili şudur ki, kuvvetli ve miftâ bih [esas fetvâ] Hanefi mezhebine göre, Mie Mesâil sahibinin de dediği gibi sevâbın ölülere ulaşmasıdır. Hanefî mezhebinin büyükleri buna Ehl-i sünnet ve cemâat demişlerdir. Eğer hanefîlerin herhangi birinden buna muhalif bir rivâyet duyulursa, hilâfa yorumlanıp, ihtilâf denmez. Celâlüddîn Suyûtî hazretleri yazıyor ki: Selefin Cumhuru ve İmâm-ı Şâfiîden başka üç imâma, göre okunan Kur'ân-ı kerîmin sevâbı ölüye ulaşır, Şâfiî mezhebi âlimlerinden bir çoğu da böyle dediler.

    (Okunan Kur’ân-ı kerîmin sevâbının ölüye ulaşıp ulaşmamasında âlimler ayrı ayrı söylediler. Çoğu ulaşmaz dediler. Şâfiînin mezhebinde böyle olduğu meşhûrdur. îmâm-ı Mâlik de böyle buyurdu. Hanefîlerden de bir gurub böyle dedi. Şâfiî ve Hanefî mezhebindeki âlimlerin çoğu ulaşır dedi. İmâm Ahmed bin Hanbel hazretleri, kabrin başında Kur’ân-ı kerîm okumak bid’attir; okunursa, sevâbı ölüye ulaşır buyurdu) diyor.

    Bu ibâreleri bildirmesinde bir fayda yoktur. Çünkü onda, vekâlet bu şekilde geniş olarak yoktur. Ya'nî önceki âlimlere göre vekâletin olmadığı ve sonraki âlimlere göre elbette olduğu, bu ifâdeden anlaşılmıyor. Ayrılık, okunan Kur’ân-ı kerîmin, ölüye ulaşmasındadır. O da geniş olarak bildirilmedi. Muhatabımız Vehhâbî önceki âlimlere göre ulaşmaz, sonraki âlimlere göre ise ulaşır, diyor. İhtilâfın durumu yukarıda bildirildi. Bu da şöyle idi: Hanefî mezhebinin büyük âlimleri, sevâbın ulaşmasını inkâr etmeyi, hiç yokmuş gibi düşünüp, sevâbın ulaşmasına Ehl-i sünnet ve cemâat mezhebi adını vermişlerdir. Şâfiî mezhebi âlimlerinden çoğu da böyle demiştir. Aynî Hidâye hâşiyesinde, başkası namına hac bahsinde diyor ki: Bunu gösteren şeylerden biri de, müslimânların her asırda ve zamanda sözbirliği hâlinde olup, Kur'ân-ı kerîm okuyup ve sevâbım ölülerine bağışlamasıdır. Mâlikî, Şâfiî ve diğer mezheblerdeki sâlihler ve dinde söz sâhibleri böyle yapmışlardır. Bunu hiç kim,se inkâr etmez. Böylece Ehl-i sünnet vel cemâate göre sözbirliği hâsıl olmuş olur.

    (Şeyh Abdülhak Dehlevî Medâricünnübüvve’de diyor ki: Âlimler, Kur’ân-ı kerîm okumaktan hâsıl olan sevabın, ölüye ulaşıp ulaşma-

    masında ihtilâf ettiler. Çoğunluk ulaşmaz dediler. îmâm-ı Şâfiînin mezhebinde meşhûr olan budur. îmâm-ı Mâlik ve Hanefîlerden bir kısmına göre de böyledir. Şâfiî ve Hanefî âlimlerinin çoğuna göre ise, ulaşır. İmâm-ı Ahmed hazretleri, kabrin başında Kur’ân-ı kerîm okumak bid’attir dedikten sonra, okunursa, sevabı ölüye ulaşır bu yurdu) demekle, Mevâhib'de olanı, aynen tekrar ediyor.

    (Şeyh Abdülkerîm Siyâlkutî, Kur’ân-ı kerîm okuyan, bu niyyetle okursa, Sevâbı ölüye gitmez; çünkü niyyet etmesi, okumasından önce olduğundan, bedene âid ibâdet olup, başkası nâmına olmaz dedi)

    Böyle ma’nâsız söz olmaz. Çünkü okumadan önce bedenle olan ibâdettir ve okuduktan sonra malla, yâhud hem mal hem bedenle ibâdettir demek, yazanın kimden ve nerede yazdığını açıkça belli etmemek, aklı ve ilmi olanlarca alay konusu olur.

    (Yine Abdülhak Dehlevî hazretleri, Mişkât Tercemesinde, oruç bahsinden önce diyor ki: Bu söz şöyle açıklanır: İbâdet birkaç çeşittir. Biri zekât gibi, sırf mal ile olur. Biri nemaz gibi, Sırf beden ile olur. Biri de, hac gibi, hem mal, hem beden ile olur. Vekâlet birincide olur. İhtiyârîdir; ama vekilin yapması gerektiği için zarurîdir. ikinci kısımda vekâlet olmaz. Çünkü maksad nefsi ezmek ve zorlamaktır. Bu ise vekilin yaptığı iş ile hâsıl olmaz. Üçüncü kısımda da vekâlet olur, ama kendisi âciz olmalıdır. Hidâye’de de böyle yazıyor)

    Sözü bu vehhâbiye hiçbir fayda sağlamaz. Belki yüzündeki perdeyi açar. Bu ifâde ve ibârede sevâbın ölüye ulaşması geçmediği gibi, bedenle ölan ibâdette vekâlette ihtilâf olduğu da bildirilmiyor. Belki bedenle olan ibâdette vekâletin olmadığını bildiriyor. Bir kişinin, ya'nî Hidâye sâhibinin kavli de böyledir diyor. Halbuki Hidâyedeki yazı yukarıda geçtiği gibi: «İnsan, nemaz, oruç, sadaka ve diğer amellerinin şevâbını başkasına bağışlıyabilir. Ehl-i sünnet mezhebi budur» şeklindedir.

    1 (Şerhiissünne’de diyor ki: Bu, ilim sâhiblerinin sözüdür. Ya’nî âlimler, sadaka ve düâ sevabından başkası ölüye ulaşmaz dediler).

    Sözü, bize bir zarar vermediği gibi, bu vehhâbiye de bir fayda sağlamaz.

    (İfsâh’da diyor ki: Âlimler sözbirliği ile buyuruyorlar ki, ölü için istiğfar edilince sevâbı ona ulaşır. Aynı şekilde, sadaka, köle âzâdı ve haecın sevâbı ölüye bağışlanırsa, yine ulaşır. Bundan sonra nemaz, Kur’ân-ı kerîm okumak ve oruç sevâblarının ölüye ulaşıp ulaşmamasında ihtilâf vardır. İmâm-ı Ahmed ulaşır, faydasını görür buyurdu. İmâm-ı Şâfiînin eshâbmdan bazısı, belki İmâm-ı Sübkî, İmâm-ı Şâfiînin eshâbından istinbat ile bunu gösteren habere dayanarak: «Kur’ân-ı kerîm, ölüye faydası olmak niyyetiyle okunursa, ona fayda verir» dediğini bildirmektedir. Ebû Hanîfe ve Mâlik (rahimehumallah) sevabı yapana olur dediler. Herşeyin en doğrusunu Allahü Teâlâ bilir.)

    Bu rivâyeti getirmekle, kendisine bir fayda sağlamış olmuyor. Çünkü burada vekâlet bahsi geçmiyor. Meyyit için yaparsa; sevâbı ona ulaşır; bunu ölüye bağışlasa; gibi ifâdeler, onun önceden söylediği sözleri geçersiz kılan delillerdir. İfsâh kitabı sahibinin, hanefî âlimlerinin hilâfına, Ebû Hanîfe şöyle demiştir demesine değer verilmez. Ayrıca şunu da açıkça söyliyeyim ve herkes duysun ki, bu bozuk fırkada, ya’nî vehhâbilik yolunda olanların haberlerinden itimad kalkmıştır.

    (Metinlerdeki ibâreler de, önceki âlimlerin sözlerini kuvvetlendiriyor. Nitekim Mülteka’da diyor ki: Mal ile olan ibâdetlerde niyâbet [vekâlet] mutlaka câizdir. Beden ile olanlarda hiçbir şekilde câiz değildir. Hem mal, hem bedenle olanlarda, acz zamanında câiz olup gücü yettiği zaman câiz değildir. Mevâhiburralıman ve diğer kıymetli fıkh kitablarmda da böyledir. Şerhler, deliller ve gerçekler de bunu teyid ediyor. Nitekim Mevâhiburrahman şerhi Burlıan’da, metnin müellifinin sözünün altında diyor ki : Bedenle olan ibâdetlerde vekâlet olmaz. Çünkü bunlardan maksad, nefsi ezmek, zorlamaktır. Bu ise vekâletle hasıl olmaz)

    Sözü de yersizdir. Hiç kimseye göre bedenle olan ibâdette vekâlet câiz değildir. Önceki âlimlerle, sonrakiler arasında ayrılık var demek uydurmadır, hattâ iftiradır, Nitekim daha önce geçmişti.

    (Demek ki, mal ile ve hem mal hem de beden ile yapılan nafile ibâdetlerin fayda ve sevabının ölüye ulaşmasında Ehl-i sünnet sözbirliği halindedir)

    Sözü de, taksim edilen şeyden bir kısım olup, sevâbın ulaşmasına dâir bildirilen rivayetlerin vekâletle alâkası yoktur. O kitablarda bahsi geçen vekâlet, şevâbın ulaşması için değildir. O ayrı birşeydir. Nitekim bunu daha önce anlattık.

    (Sahabe, Tâbiîn ve Tebe-i Tabiînden de, böyle olduğu eserle bildirilmektedir)

    Sözünü burada işbatlamak için, hiçbir gayret göstermiyor.

    (Bedenle olan ibâdetlerin ulaşmasında ihtilâf vardır. Sözbirliği yapılanları bırakıp ihtilâflara saplanmak takvâmn gereği değildir)

    Sözü ile, vehhâbî fırkasında kullanılan takvayı demek İstiyor. Ya'nî kuvvetli, miftâ bih, Cumhûrun amel ettiği ve hakîkî din âlimlerinin seçtiği yolu bırakıp, istisna yolundan gitmek, isterse adı geçen siyalkutî olsun takvâdır (I).

    (Lâkin bir kimse yaparsa, kendini lıelâke atmış gibi olmaz) diyor.

    Sahîh hadîsler ve fıkıh rivayetlerine göre sevâb kazanır diyemiyor.

    (Yapmazsa, yapmasında dînî bir teşvik bulunmadığından, ihtiyatla hareket etmiş olur)

    Sözü ile, bizim çocuk binâ okur, döner döner gene okur, der gibi, enine boyuna iddia edip buraya kadar geldi, fakat ihtiyatla amelin ne olduğunu da anlamadı. Anlayamadı ki, burada ihtiyât, ikinci tarafta olmayı gerektiriyor. Bir şeyi yasak ve gayr-i meşru' bilenin o şeyi terk etmesi ihtiyatla amel değildir.

    (Merdûd Mu’tezile fırkası, üç şekilde de ölüye sevâb ulaşmasını inkâr ettiler. Ehl-i Sünnetin bu mes’elede onlarla ayrılığı çoktur. Nitekim yukarıda geçti) diyor.

    Ama bu vehhâbinin sözün başında mu’tezile ile çok uygunluğu vardır. Son sözünü ise çok sıkılarak, sıkışarak, sarsılarak söylemiştir. Ya’nî başlangıçta işlediği kabahati, sözünün sonuna kadar sürdürdü. Hanefî âlimlerinden de habersizdir. Çünkü Hanefî mezhebinin âlimleri, hangi çeşit amel olursa ol,sun, sevâbın ölüye ulaşmasına Ehl-i sünnet mezhebi adını vermişlerdir diyor.

    (Etıl-i Sünnetin, mu’tezile ile ayrılığının esası, usûl ve akâiddedir. Futu’ bilgilerinde de varsa var, yoksa yoktur)

    Sözü, bu vehhâbînin Ehl-i sünnete muhalif olduğunu bildiriyor. Açıklamasından anlaşılıyor ki, kendisine hanefî mezhebinden diyor. O zaman muhtâr olan mezhebe göre fetvâ vermesi gerekirdi. Kendisinin ağır bulduğu, illetli, belki sun'î olan, hattâ iftirâ ile fetvâ vermemeliydi. Ya’nî sevâbın vekâletle ulaşmasını dememeliydi.

    (Yoksa, her işte, Ehl-i Sünnetin, diğer fırkalarla ittifak ve ihtilâflarının bulunduğu her mes’eleyi bildirmek uzun ve zor iştir) diyor.

    Söz şuraya geldi ki, bir mes’elede Ehl-i sünnet ile Mu’tezile arasında ayrılık olursa, Ehl-i sünnet mezhebini tutan, zarûrî olarak Mu’tezile yolunda fetvâ veremez. Ehl-i sünnet mezhebinde râcih ve miftâ bih olan kavli alır.

    (Meselâ Ehl-i Sünnet, Allahü Teâlâyı ma’bud bilirler. Muhammed Mustafa’ya (sallallahü aleyhi ve sellem) Allahü Teâlânm Resulüdür diye inanırlar. Cebrâil aleyhisselâmm kelâmullahı getirmesine, âhıretin geleceğine, mü’minlerin Cennete, kâfirlerin Cehenneme gireceklerine yakînen inanırlar. Mu’tezile ve diğer sapık fırkalar da bu itikaddadırlar. O halde ayrılık tam değildir)

    Sözü tam bir mugalâtadır. Çünkü muhalefetin, ayrılığın miyârı, ihtilâflı mes’eleler olup, bütün din hükümleri değildir.

    (Ehl-i Sünnetin bazı meselelerde, onlarla aynı itikadda olması, Ehl-i Sünnetin mu’tezileden sayılmasını gerektirmez) diyor.

    Bir mes’elede Ehl-i sünnet ile Mu’tezile arasında hilaf, ayrılık varsa, bu mes’elede bir kimse Mu’tezileye uyup, Ehl-i sünnete muhalif olursa, elbette o mes’elede mu'tezîlî mezhebinden sayılacaktır.

    Muhatabımız vehhâbînin cevabı tamam oldu. Ancak kendi iddiası için, ya'nî diri ölü tarafından, vekâlet yoluyla, o hayırlı ameli Allahü Teâlânın rızâsı için yapıp, sevabının ölüye ulaşacağına dair bir sened göstermedi. Bir kabdan İkincisine, sonra İkincisinden tekrar birincisine zeytinyağı doldurmakla vaktini tamamladı. İnrıâ lillâh ve innâ... İstiâne için şöyle diyor:

    (İstiâne, lügatta meded [yardım] istemeye denir. O halde, kabir ehlinden, mahlûkun gücünün dışında olup sırf Allahü Teâlânın ihtiyâr ve halk etmesi ile olan hastayı iyi etmek, iflâs ve zengin etmek, kişinin kalbim herhangi bir şeye mâil etmek, körün gözünü, sağırın kulağını açmak gibi, mahlûkattan kimsenin gücünün yetmediği şeylerde, Allahü Teâlâdan başkasından, diri olsun, ölü olsun, cin olsun, melek olsun, enbiyâ olsun, evliyâ olsun, evliyâ büyük olsun, küçük olsun, câiz değildir. Belki şirktir. Nitekim Allahü Teâlâ Hac sûresi yetmişüçüncü âyetinde : «Allahii Teâlâdan başka ibâdet efeliklerinizin hepsi toplansa, bir sinek halk edemezler ve sinek, o putlara sürdükleri esans ve balı ve yiyecekleri yese, o sineği kovamazlar. İstiyen de istenen de zaifdirler» buyuruluyor. Yok, eğer, mahlûkun gücü ve kudreti dışında olmayıp Hak Teâlânın kullara ihtiyâr ve kudret verdiği, birinin diğerinden yardım istemeyi âdet eylediği, doktordan ilâç, zenginden para, hâkimden hakkın verilmesini, hizmetçiden hizmet görmesini istemek gibi şeyler âdet ise, istemekte hiçbir mahzûr yoktur. Böyle yardım şer’ân câizdir ve yapılmaktadır) diyor.

    Muhatabımız işlerin taksiminde şaşılacak iş işledi. Ya'nî sözünü Mu’tezile mezhebi üzere bitirdi. Mes’elenin bidâyeti ve esa.sını da, Mu’tezile yolundan anlatmıştı. Ya’nî birinci mes’ele, sırf Allahü Teâlânın kudret ve ihtiyarına bağlı olup, mahlûkun güç ve kudretinin dışında olanlar, İkincisi onun hilâfına, ya'nî sırf Hak Teâlânın kudret ve ihtiyârında olmayıp, mahlûkun gücü dışında da bulunmıyanlardır. Ya'nî kulların ihtiyârî işleri, sırf Allahü Teâlânın ihtiyâr ve kudreti ile değildir diyor. Bu ise Eş'arînin hilâfına olup, Buhara mu'tezilesinin mezhebine uygundur. Çünkü kulların ihtiyârî hareketleri de, Eş'arî mezhebine göre, sırf Allahü Teâlânın kudreti ile olmaktadır.

    Kulun kudretinin onda tesiri yoktur. Allahü Teâlâdan başka müessir yoktur. Mevakıf’da diyor ki:

    Kulların işleri, yalnız Allahü Teâlânın kudreti ile olur. Mu’tezile ise, kulların işleri, yalnız kulun kudreti ile olur dedi. Bir tâife, iki kudretle olur dedi. Üştâd, iki kudretin mecmûuyla olur; ikisinin işe beraber bağlanmasından meydana gelir buyurdu. Kadı, Allahü Teâlânın kudreti işe, kulun kudreti sevâb veya günâh olmasına bağlanır dedi. Hükemâ ve imamülharameyn, Allahü Teâlânın kulda yarattığı kudretle olur dedi. Daha geniş bilgi Şerh'de vardır.

    Akaid kitablarında diyor ki: Mümkinâtın, yaratılmış olanların hepsi vasıtasız olarak Allahü Teâlâya istinâd eder. Allahü Teâlâ kadîr ve muhtardır. Herşey ondan sâdır oluyor. Ama yapması vâcib değildir. Birbiri ardından meydana gelen olaylar, birbiriyle alâkalı değildir. Ancak yaratılışları, fidet-i İlâhîde birbiri arkasındandır. Maselâ ateş değince yanmak, yemekten sonra doymak, su içince harareti gitmek gibi. Burada ateşin değmesi, yemeğin yenmesi ve suyun içilmesinin yakmakta, toklukta ve hararetin gitmesinde alâkası yoktur. Ne biri diğerinin tam illeti, sebebi, ne de noksan sebebidir. Hepsi Allahü Teâlânın kudret ve ihtiyârı ile olur. O halde ateşe yakıcı demeleri, âdet olan bu sıra sebebiyledir. Ya'nî ateş dokununca, Cenâb-ı Hakk yakmayı ayrıca yaratmaktadır. Böylece Allahü Teâlâ tarafından birinin arkasından diğerinin gelmesi tekrâr ediyorsa, buna âdet, yoksa hârikulâde denir. Meselâ O, eğer isterse, ateş dokunduktan sonra yanmayı yaratır. İstemezse yaratmaz. Cok yaparsa, âdet, seyrek olursa hârikulâde'dir. Demek ki, Hak Teâlâdan başka müessir yoktur. Eş’arî mezhebi böyledir.

    Mu’tezile ise, kulun, işlerin meydana gelmesinde rolü vardır. Bazı olaylara, Allahü Teâlâ karışmadan, kul müessirdir diyor. Ya'nî bir işin fâilden sâdır olması, işi yapa

    nın aracılığı olmadan oluyor, ve vâsıta, aracı olması iie de meydana geliyor. İşte buradan bu vehhâbinin, açıkça mu’tezile mezhebinde yürüdüğü görülüyor. İşlerin taksimi ile, istianeyi [yardım istemeyi] taksim eyledi. Ya'nî kulun, Allahü Teâlâ karışmadan müessir olduğu işlerde, istiâne, ya’nî yardım isteme câiz ve sırf Allahü Teâlânm müessir olduklarında, kuldan istiâne şirk olur diyor. Halbuki, bu akîde Ehl-i sünnete göre bâtıldır, bozuktur. Mâverâünnehir âlimlerine göre, istiânenin bulunmama akîdesi şirke götürür. İkinci kısımda da, eğer müessir bilip, istiâne ederse gene şirk olur. Ya'nî eğer bir kimseyi, yâhud kendini, bir işte müstakil olarak müessir, şerîk, yahut bu vehhâbinin dediği gibi tesir edici bilirse şirktir. Demek ki, işlerin ayrı olması şirke girmez. Âdette olan istinad, ikinci kısımda olduğu gibi, birinci kısımda da vardır. Yalnız müessir bilmemek şarttır.

    «Aramızın toprağı, bazımızın ağzının suyu, rabbimizin İzni ile, hastamıza şifâ olur» hadîs-i şerifini Buhârî ve Müslim bildiriyor. Beydâvîde Fâtiha’ya şifâ verici deniyor. Hastaya doktor şifâ verir denir. Bakara sûresi iki yüzellibirinci âyet-i kerîmede: «Düâiannın kabulü ve Allahü Teâlânın izin ve yardımı ile o kâfirleri bozup, hezimete uğrattılar,» Âl-i İmrân sûresi kırkdokuzuncu âyetinde: «îsâ aleyhisselâm onlara, anadan doğma amayı ve bam hastalığını iyileştiririm!, Allahü Teâlânm izni ile ölüyü diriltirim,» Tevbe sûresi ellidokuzuncu âyetinde: «Eğer onlar, Allahü Teâlânm ve Resulünün verdiği ganimet ve sadakaya razı olsalar, ve Hak Teâlânm keremi bize kâfidir; yakında bize kendi fadlr ve Resulünün ihsanıyla dahi çok ganimet verir. Muhakkak ki biz Allahü Teâlâdan umarız deseler, onlar için hayırlıdır» buyuruluyor. Ya’nî başkası için de yaptı deniyor. Her iş Allahü Teâlâya isnadda aynı olunca, bu vehhâbinin ayırım yapması tamamen ma’nâsız belki şirki gerektirir oldu.

    Buna ilâve olarak deriz ki, bu vehhâbinin mu’tezile* ye uyarak, ayrılık var dediğini kabûl etsek bile, Hak Teâlâdan başkasından, enbiyâ ve evliyânın, diri ve ölüşünden istimdâd [yardım istemek] kötü olmaz. Çünkü o işlerde, onlardan yardım istemek, düâ ile Hak Teâlâdan yardım istemektir. Hak Teâlâdan istemek ise birinci kısımdan olup, ona göre de şirk değildir. O halde başkasından düâ etmesini istemek niçin şirk olsun. Eğer bizim maksadımız, müstakil olarak, yahud tesirde ortak bilerek yardım istiyorsa şirktir, onun Hak Teâlâya düâsı şirk değil derse, deriz ki, ikinci kısımdaki işlerde böyledir. O işlerde de müstakil veya ortak bilerek yardım istemek, Ehl-i sünnete göre câiz değildir. Bu sapık fırka, açıkça mu’tezile mezhebine girdiği halde, kendini saklamak ve idare için bir yol bulmakla ve yolu anlaşılacak diye korkmakla, işi çok zorlaştırıyor. Yardım istemeye, hem câiz, hem de câiz değil diyor. Fakat Şâh Abdülazîz hazretlerinin tefsirindeki yazıları görmediğine acınır. O yazıları okusaydı, bu uçuruma yuvarlanmazdı. Orada şöyle diyor:

    Burada anlamalıdır ki, Allahdan başkasından yardım istemek, o başkasına itimad etmek ve onu Hak Teâlânın yardımına mazhar bilmemek haramdır. Eğer sadece Allahü Teâlâya yüz çevirir ve o kimseyi Allahü Teâlânın yardımına mazhar ya’nî yardımın zuhur, görünme yeri bilir, Allahü Teâlânın sebeb ve hikmetlerini göz önüne getirip, o zâttan yardım isterse, marifetten uzak olmaz. Dinde de câizdir. Peygamberler ve velîler bu şekilde istiânede bulunmuşlardır. Hakîkatta bu istiâne, Hak’dan başkasından değildir. Belki Allahü Teâlâdan yardım istemektir. Başkasından değildir.

    (Belki Şirk’dir.) deyip, Hac süresi yetmişüçüncü âyet-j kerîmesini yazıp şöyle tefsîr ediyor:

    (Şübhesiz, işlerinizin görülmesi istediklerinizin olması için Allahü Teâlâdan başka çağırdıklarınız, asla bir sinek yaratamazlar. Hepsi bir araya gelse, bütün varlıklarım, bilgi ve maharetlerini ortaya koysalar, yine bir sinek yapamazlar. Yanlarındaki birşeyi sinek ahp götürse, engel olamazlar. İsteyen ve istenen âcizdir. Bundan şu ma’nâ çıkıyor ki, onlarda, bir sinek yaratacak kadar kudret yoktur. Bütün sanatkârları, bütün usta ve üstâdları bir araya gelse, yine bir sinek yapamazlar. Böyle küçük, önemsiz bir şeyi yapamaymca, yaratamayinca, cisim ve hakikat bakımından bundan daha büyük olan şeyş teri nasıl yapabileceklerdir. Çağıran ve çağrılan âcizdir. Kendisi yari duna muhtaç olan, başkasına nasıl yardım edebilir.) diyor.

    ; Mevlevi İsmâilin tefsirdeki düâ kelimesinde tasarrufu o kadar oldu ki, yerli yersiz her yerde kullandığı çağırrhak sözü, Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) merfu’ olarak bildirilen sahih tefsirlere uymuyor. Bütün müfessirlere muhalif bir eda,sı var. Ya’nî hepsinden ileri adım atmış oldu(!) Şöyle ki, işlerini görmek, istediklerini vermek için çağırmak diye tefsir ettiği kelâm, Cumhûrun tefsirinin hilâfınadır. Esere uymamaktadır. Bir tek kişi ortaya çıkıyor ve kendine göre teville, tefsiri değiştiriyor. Bunun adına dindarlık diyor. Onun bu istidlallerinin hepsine cevâb, âyetlerle o kadar yeterlidir, o kadar .sağlamdır ki, her sözü mutemed, muteber tefsirlere ve sahih merfu hadîslere ters düşmektedir. Daha önce de anlatmıştık. Ebû Hayyân'ın Batır tefsirinde, bu âyet-i kerîmenin tefsirinde diyor ki: «Allahü Teâlâ burada, kâfirlerin tapınmalarına delilleri olmıyan şeylere, işitmiyen, aklı olmıyan putlara tapmayı ve kendilerini yaratana ibâdeti terk etmelerini, taptıklarının çok küçük bir şey yaratamıyacağım, belki o çok küçük şeyin onlardan bir şey aldığında, ona mâni olamıyacaklarım; bunun ise büyük câhillik olduğunu hatırlatıyor.» Bu ma'nâda olan âyet-i kerîmeye, muhatabımız vehhâbînin verdiği ma'nâya bakınız. Hiç alâkası var mıdır? Bunun gibi. A'raf süresi yüzdoksandördüncü : «[Ey müşrikler], sizin, Allahü Teâlâdan gayri, ilâh deyip taptıklarınız da, sizin gibi kullardır,» ayetinin ma'nâ-

    sında tasarruf etmiş, akli deliller ileri sürmüştür. Halbuki Beydâvi hazretleri buradaki Ted’ûne kelimesini, «onlara taparlar ve ilâh derler» ma’nâsına almıştır. Yine Yûnus sûresi yüzaltıncı: «Allahü teâîâdan gayri, sana fayda ve zararı olmıyan şeye düâ ve tâat etme. Edersen, nefsine [kendine] zulm edenlerden olursun», Sobe sûresi yirmi-

    1 ikinci: «Ey Muhammed (aleyhisselâm) müşriklere de ki, Allahü Teâlâdan gayri, put ve diğerlerinden ilâh sanıp, topladıklarınıza düâ ediniz de, istediğiniz ş&yi sîze versin^. Zararınıza olan bîrşeyi sizden uzaklaştırsın. İlâh sandığınız o şeyler, gökte ve yerde, zerre kadar iyilik ve kötülük yapmaya sâhib değillerdir. Onlar yaratamazlar, yaratmaya ortak da olamazlar,» âyet-i kerîmelerini hep, aklına, vehhâbiliğe göre manalandırıyor. Bunun tefsîri daha önce geçti. Şimdi bu konuda söyliyecek birşeyimiz yok Çünkü konuyla ilgili değil. Tekrâr istidiâl yoluna sapıp, Fâtiha süresindeki, iyyâke na'büdü... ne kendince ma'nâ veriyor. Bunun cevabını, daha önce, Azîzî Tefsirinden alarak bildirmiştik.

    İkinci kısımdan olan işler için diyor ki:

    (O halde, bu şekilde, isteyenin, isteğini anlıyacağmı bilenden is' temesi âdet olanlarda, istimdadı, elbette olur. Bunda hiç mahzûr yok' tur. İstediğini, bilmeyenden istemesi, beyhûdedir, boştur. Kabirdekilerin, ya’nî ölülerin hâli böyledir. Hülâsası budur)

    Sözü ile, ölü bilmez, anlamaz demek istiyor. İşte bu sözünü isbât için bir kaç âyeti kerîmeyi delil getiriyor ve diyor ki:

    (Birinci âyet, Zümer sûresi kırkikinci : «Allahü Teâlâ, nefslerin ölümleri vaktinde, rûhlann bedenlerden bağlantılarını keser. Uyudukları zaman yalnız zahiri bağlantısını kesip, onlar tam ölü olmazlar.

    Ölümü takdir olananların rûhunn tutup, bedenine gönderniez. Ölümü gelmemiş olanların ruhunu bedenine gönderir. Ecel-i müsemmâsı gelinciye kadar böyle devam eder» âyet-i kerîmesidir. Bunun kenarında diyor ki, o halde ölü ile, uykuda olan, ölümün yolunda, şeklinde birdirler. Ancak şu kadar fark var ki, ölünün rûhunun tekrâr dünyaya gelmesi yoktur. Uyuyamnki, ise tekrar gelir. Ölü olmakta ikisi de birdir).

    Sözü ve hükmü, kıymetli tefsirlere, hattâ hisse bile uymamaktadır. Uyku hâlinde hakîkî ölüm yoktur. Benzetme ve mecâz olarak, uykuya, ölüm denmiştir. Uyku hâlinde, rûhun bedendeki tasarruf bağlantısının kesilmesidir. Hayat bağlantısı kesilmiş değildir. Ya'nî demek istiyoruz ki, rûhun tasarruf bağlantısının uyku hâlinde, bedenden kesilmiş olması, hayât bağlantısının kesilmesi demek değildir. Ölüm hâlinde ise, rûhun bedene ve hayâta olan bağlılığı kesilmiş olur. O halde, rûhun bedenden bağlantısını kesmesi, onun idrâkinin kalmamasını gerektirmez. Ebû Hayyânin Bahr tefsîrinde diyor ki:

    Rûhun bedenden ayrılması, ölümdür. Âyetı-i kerîmede, ölümden sonra bildirilen uyku hâli, uykuyu ölüme benzetmek içindir. Sonra rûhları kabz edilir ifâdesinden anlaşılıyor ki, uyuyan diridir ve hareket edecektir. Uyku hâlinde rûhun cesedle bulunduğunun alâmeti, hareket etmesi, uyanması, ve nefes almasıdır. Âlimlerin çoğu böyle dediler. Beydâvî tefsîrinde diyor ki: Ya'nî bağlantılarını keserek ve onu bedenden ayırarak, rûhu kabz eder. Ama zâhirî ve bâtınî bağlantılarının kesilmesi ölüm zamanında; bâtınen değil, yalnız zâhiren kesilmesi uyku halinde olmaktadır.

    Zâhîdi Tefsîrinde diyor ki: Ölüm zamanı demek, bedenin, cesedin ölüm zamanı demektir. Muzaf hazf edilmiştir. Uyku hâlinde ölü denen [ölüye benzetilen] nefs, hareket, iş yapan nefsdir. Zihâc der ki: Her insanda iki nefs [rûh] vardır. Birine Nefs-i temeyyüz denir. Uyuduğu zaman, ayrılan budur. Bunun için o zaman anlamaz. Diğeri Nefs-i hayâttır. O gidince, diğeri de onunla gider. Uyuyan kimse rûhuyladır. [Ya’nî insânî rûh, uyku hâlinde ayrılabilir. Hayvânî ya'nî sağlığı devam ettiren rûh bedenden ayrılınca, insânî olan, ya'nî âlem-i ervahdan gelen rûh da, bedenden bağlantısını keser. Buna ölüm denir, uyku böyle değildir. Uykuda, hayvânî rûh, bedenden alâkasını kesmiyor].

    Zâhidî Tefsirinde diyor ki: Allahü Teâlâ, ölüm zamanında canları [rûhları] bedenden ayırır ve alır. Uyku hâlinde ise, bedenden ayırır. Ölüm zamanında rûhun kabz edilmesi, hakîkî kabz edilmektir. Uyku hâlinde ise kabz yoktur. Çünkü diridir. Diriler hükmündedir. Uykuya ölüm denmesinden murâd, tasarrufun kesilmesidir. Çünkü uyku hâlinde, rûhun tasarrufu kesilmektedir. Böylece ölüm zamanında, rûhun kabzedilmesinden haber vermektedir. Uyku, ölümün kardeşidir denmiştir...

    Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, ölümden murâd bedenin ölmesidir. Rûhun ölme.si değildir. Rûhun bedenden ayrılmasına ölüm deniyor. Uyku hâlinde, tasarruf edici rûh, yahut, rûhun tasarruf bağlantısı bedenden kesilir. Bedenin hakîki ölümü de buna benzemektedir. Bedenin hakîkî ölümünde, rûhun bedene tasarruf ve hayat bağlantısı kesilir. Bir daha geri gelmez. Uyku hâlinde giden tasarruf bağlantısı geri gelir.

    O halde, bedenden ayrıldıktan sonra ölür, yahud bedenden ayrıldıktan sonra rûhda idrâk [anlama, bilme, görme, duyma] kalmaz demenin, âyet-i kerîme ile hiç bir ilgisi yoktur. Müslimânlar ve diğer milletler sözbirliği hâindedirler ki, rûh bedenden ayrıldıktan sonra bâkî kalır. Buna muhâlif kimse yoktur. Felsefeciler de aynı fikirdedir. Bağlantının, tasarrufun ve diğerlerinin kesilmesinden murâd, yalnız rûhun bedenle olan husûsî bağlantı ve tasarrufunun kesilmesidir. Yemek, büyümek, uyumak, uyanmak, beslenmek, içmek gibi bağlantıların ölümle kesilmesidir. Aynı şekilde zâhirî ve bâtınî hislere, duygulara olan temeyyüz cinsinden bağlantısı da kesilir. Bu demek

    değildir ki, bedene olan husûsî bağlantı ve hissî olan temeyyüzün idrâkinden öte, rûhî bir bağlantı kalmaz. Böyle demek, azâb, ni'met ve daha şerîatin bildirdiği çok şeyleri inkâr olur. Bu i,se ancak Mulâhede mezhebidir.

    Mevlânâ Abdülâzîz hazretleri diyor ki: Öldükten sonraki; şuur ve idrâki inkâr etmek, küfr değilse, ilhâd olduğunda şübhe yoktur. Bu işin incelenmesi Sima’ kısmında vardır. Tekrâr : «Ölüye, y&ni evli olan gibi uyu» hadîs-i şerîfini delil gösteriyor. Ya'nî melekler kabrinde suâl ve cevâbdan sonra mü’mine : Damad gibi, yeni gelin gibi uyu derler. Bu cevâbdan anlaşılıyor ki, uykudan murâd, dünyada bedene mahsûs olan hakîkî uyku değildir. Belki bundan maksad, azâbın tersi olan istirahat ve nimetler içinde olmaktır. Mirkat’da diyor ki: Onun meleklerin sözleri değil, Allahü Teâlânın kaldırmasına kadar sürer. Belki Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) sözü, ümmetine, bu nimetlerin, kabirde kaldıkça devâm edeceğini göstermektedir. Sağlam olmıyan bir tevil yaptı. İnkâr etmemekle beraber, Ehl-i sünnet dâiresinden çıkmak akıldan uzaktır. Sonra : «Sen ölüye duyuramazsın» ve: «Sen kabirlerde olanlara duyurucu değilsin» âyetlerini delil alarak, ölünün duymasını inkâr edenler, eskiden beri bu âyetleri ileri sürmüşlerdir; bu sebebden bu konunun açıklanması hakkında Ehl-i sünnet kitablarında haddinden çok yazılar vardır demektedir. Burada bir işâretle geçelim:

    Eğer âyeti kerîmenin tamamı okuyup anlaşılırsa, bütün şübheler kalkar. Rûm sûresi ellibir elliiki elliüçüncü âyet-i kerîmelerinde bu açıkça şöyle bildirilmektedir : «Eğer biz, ekinleri sarartan rüzgâr göndersek, onları sararmış görseler, yine Allahü Teâlânın nimetine küfr ederler. Halbuki gene Hakka iltica edip, rahmetinden ümid kesmemeleri gerekirdi, Ey Muhammed (aleyhiss&lâm) sen 

    kalbi ölülere ve sağırlara, davetini işittiremezsin. Sen kalbi körleri dalâletlerinden imâna hidâyet edemezsin. Sana lâzım olan ancak davettir. Sen ancak ayetlerimize imân edip, emır ve yasaklara uyan ve hulûsla teslîm onlulara da'veti işittirirsin,» buyuruluyor. Esas mana olan kerihlerinin ölülüğünü bir yana burakıp diyelim ki:

    Şu kadar anlaşılıyor ki, bu âyette ölüye duyuramazsın buyurulduktan sonra, mü’mine duyurursun deniyor. Ya'nî senin mü’minlere duyurduğun, işittirdiğin, mü'minlerden başkasında yoktur. O halde bu âyet-i kerîmeyi, ölülerin duymadığına isbatta delil olarak kullanmak aklı olmıyandan başkasının yapacağı iş değildir. Bütün müfessirlerin sözbirliği ile buradaki ölü ve kabir ehlin'den murâd kâfirlerdir. Ve mü’minlere mahsûs olan duymamaya da ortaktırlar. Bu ortaklık olmazsa teşbîh tamam olmaz. Eğer aynı işitmek mefhûm-i muhalif murâdı ile düşünülürse, kâfirlerin kulağına Resûlullahın sesinin ulaşmaması iâzım gelir. Bunu söylemek ise deliliktir.

    Aynı şekilde, Fâtır sûresi ondokuz, yirmi, yirmibirinci âyetlerinde: «Kör iie gören, karanlıkla aydınlık ve gölge Ue hararet eşit olmaz. [Ya’nî bâtıl ile hak, kâfirle mü'min, Cennet iie Cehennem bir olmaz]. Diriler ile ölüler müsâvî olmaz. [Ya’nî islâmla kalblerini ihyâ edenler, küfürle kalbierini öldürenlerle bir olmaz], Allahü Teâlâ dilediğine işittirir. Sen kabirdeki ölü gibi otan kâfirlere, korkutucu olmam duy aramazsın. Sen ancak tebliğ ve inzâr edicisin. Biz seni, hak din ile mü'minîeri müjdeleyici ve kâfirleri Cehennemle korkutucu gönderdik» buyuruyor.

    Burada da duyuramazsın tarafını delil göstermeye çalışmak istiyor ve inzârı [korkutmayı] isbât ediyor. Halbuki bu vehhâbinin yonttuğu ma’nâdan inzarin [korkutmanın] isbatını bile anlamak mümkün değildir. Allahü Teâlânın kelâmının ma’nâsını, yine onun kelâmından, sonra Resûlullahın hadîs-i şeriflerinden, rivâyet imamlar! ve mutemed müfessirlerin sözlerinden anlamak lâzımdır. Onun bozuk görüşü, yanlış ve iflâs etmiş düşüncesinden değil. Çünkü o, ycr’nî bu vehhâbî muhatabımız, sapıtmış, doğru yoldan ayrılmıştır.

    Bu âyet-i kerîmelerden başka, putlara düâ ve onlardan istemek hakkında gönderilmiş diğer âyet-i kerîmelere, herkesi aldatma propagandası gereğince, büyüklerin rûhları deyip, itizâl etmekte, ayrılmaktadır. Onun maksuduna baştan boşa muhalif olan Ehl-i sünnetin Cumhûru ile hânede bile beraberliği yoktur. Ya'nî Mie mesâil’in mukaddimesindeki yazıların çoğu, dirilerin yaptıkları ölülere arz edilir, ölüler, ziyâret edenlerin selâmlarını işitirler ve diğer meş’eîeleri birbirlerine karıştırıyor. Sonra dağınık ifâdeler içerisinde, hindliler gibi, okunan Kur’ân-ı kerîmin sevâbının ölüye ulaşması olmaz demekte ve fakat başka yerlere, başka tellere dokunmaktadır. Son derece eksik görüş ve kısa bakışlılık içerisindedir. Aynı kısımda Fethuikadîr’cten : «Bildirilmiyen şeyleri kabrin başında yapmak mekruh olur» ibâresini alıp, hemen arkasından gelen ve o cümleye bitişik olan: «Kabrin yanında karilerin [Kur’ân-ı kerîm okuyucularının] oturmasında ihtilâf olundu. Muhtâr olan, mekrûh olmadığıdır» cümlesine hiç bakmıyor. İhtilâf bulunan her mes'elede, ihtilâfı bırakıp, tek bir görüş sâhibi olmak, ilhad ve mubahlık dâiresini ,son derece genişletmek olup, sünnete uymak bir kenara itilmiş olur.

    Bundan sonra : «Ey Allahın kulları, bana yardım ediniz» hadîs-i şerifini açıklarken, tamamen yalan olan girişimlerde bulunuyor. İstimdâd bahsinde bunu uzun yazmıştık.

    İşte bu vehhâbîleri ve vehhâbilik bozuk yolunu sevenlerden hayâtta olanların, câhillik ve bilgisizliklerinden bu 

    yola saptıklarını, şimdi hakikati öğrenip pişman olup tövbe ettiklerini söylemeleri, propaganda ve hilelerine aldanıp o kimseleri sevdiklerini, ve fakat hatâ ettiklerini anladıklarını ikrar etmelidirler. Allah yolunda olanlara selâmlar olşun. Allahü Teâlânın yardımı ile kitab burada bitti.

    A. Fârûk Meyan

    Vesikalarla VEHHÂBÎLİĞİN İÇYÜZÜ

    İKİNCİ KISIM

    VEHHÂBÎLİĞİN BAŞLANGICI VE YAYILMASI

    Osmânlılar, Arab yarımadasının çoğuna sâhib olunca, her memleketde seçilen bir me'mûr ile, o memleket idare edilirdi. Sonraları, Hicazdan başka yerler kapışanın eline geçdi. Şeyhlikle idâre edildi.

    Binyüzelli (1150) [m. 1737] senesinde Abdülvehhâb oğlu Muhammed adında birinin yaydığı (Vehhâbîlik) bid’at yolu, az zeman sonra, siyasî hâl aldı. Arabistâna yayıldı. Dahâ sonra, İstanbol’daki Halîfe tarafından, Mısır vâlî,Si Muhammed Alî Paşaya emr verilerek. Mısırdan gönderilen asker, Vehhâbîlerin elinden Arabistânı kurtardı.

    Vehhâbîler, ilk olarak hicretin binikiyüzbeş [1205] senesinde, Mekke emîri şerîf Gâlib efendi ile harb etdi. Dahâ önce, gizlice, vehhâbîliği yaymışlardı. Sayısız müslimânları öldürüp, kadınlarını, çocuklarını ve mallarını almışlar ve işkence etmişlerdi.

    Vehhâbîliğin ilk kurucusu (Abdülvehhâb oğlu Muhammed) dir. Benî Temîm kabîlesindendir. Hicretin binyüzonbir [1111] senesinde Necd çölündeki (Hureymile) kasabasında (Uyeyne) köyünde doğmuş, binikiyüzaltıda (1206) [m. 1792] ölmüşdür. Önceleri ticâret için Basra, Bağdâd, İran, Şâm ve Hind taraflarına gitmiş, çok zekî ve bozguncu .sözleri ile (Şeyh-î Necdî) adını almışdı. Dolaşdığı yerlerde çok şeyler görmüş, şef olmak düşüncesine kapılmışdı. Bu arzûsuna kavuşmak için, yeni bir tarîkat kurmağı uygun görmüşdü. Bunun için, önce Medînede, sonra Şâm'da, Hanbelî mezhebi âlimlerinden okudu. Necde dönünce, köylüler için küçük din kitâbları yazdı. Bu kitâblara, Mu’tezile ve başka bid'at fırkalarından aldığı kendi bozuk ve sapık düşüncelerini de karışdırdı. Köylülerin çoğunu ve (Der’ıyye) ehâlîsi ile şeyhleri olan (Muhammed bin Sü’ûd) gibi câhilleri aldatdı. Arabistânda hasebe ve nesebe çok önem verilirdi. Kendisi ise, soysuz olduğundan, (Vehhâbîlik) adını verdiği tarîkatini yaymak için, Muhammed bin Sü’ûda (Hâkim) adını takdı. Kendilerinden sonra da, çocuklarının bu makâma geçmelerini öngören bir anayasa yapdırdı.

    (Mir'ât-ül-Haremeyn) kitâbının yazılmış olduğu binüçyüzaltı 11306] senesinde Necd emîri olan (Abdullah bin Faysal), Muhammed bin Süûd soyundan olduğu gibi, kâdîları ya'nî diyanet işleri reîsleri de, Abdüivehhâb oğlu Muhammedin soyundandır.

    Sü’ûdî Arabistân hükümetinin reîsi olan ve Vehhâbîlik denilen sapık ve bölücü inançları dünyâya yaymak için her yıl milyonlarla altın dağıtan (Faysal bin Abdül’azîz) de Necdli Sü’ûdün soyundandır. Faysal, 1395 [m. 1975] de öldürüldü.

    Abdüivehhâb oğlu Muhammed, önceleri Medînede okurken, Medînenin sâlih, temiz âlimlerinden olan babası Abdüivehhâb ve kardeşi Süleymân bin Abdüivehhâb ve kendisine ders okutan hocaları, bunun sözlerinden ve davranışlarından ve sık sık sorduğu sapık düşüncelerinden bunun ileride İslâm dînini içeriden yıkacak bir zındık, bir sapık olacağını anlamışlardı. Kendisine nasîhat verirler ve müslimânlara, bundan sakınmalarını söylerlerdi.

    Fakat, korkdukları çabuk meydana geldi. Bozuk, sapık düşüncelerini (Vehhâbîlik) adı ile açıkça yaymağa başladı. Câhilleri, ahmakları aldatmak için, İslâm âlimlerinin kitâblarına uymıyan yeniliklerle, dinde reformculukla ortaya çıkdı. (EhH sünnet vel-cemâ’at) mezhebinde olan doğru müslimânlara kâfir diyecek kadar taşkınlık yapdı. Peygamberimizi «sallallahü aleyhi ve sellem» ve başka Peygamberleri ve Evliyâyı vesîle ederek Allahü Teâlâdan birşey istemeğe ve bunların mezarlarını ziyâret etmeğe şirk dedi.

    Abdülvehhâb oğlu Muhammed’e göre, bir mezâr başında düâ ederken, meyyite karşı söyliyen, müşrik olurmuş. Allahdan başka bir şey için, yapdı demek, meselâ (Falanca ilâcdan fâide oldu) veyâ (Peygamber efendimizi veyâ bir velîyi vâsıta yaparak istediğim oldu) diyen müslimânlar müşrik olurmuş. Abdülvehhâb oğlunun, bu yanlış ve sapık sözlerine vesîka olarak ortaya atdığı şeyler, hep yalan ve iftira ise de, câhil halk, doğruyu eğriden ayıramadıkları için Vehhâbîlik, işsizlerin, çapulcuların hoşuna gitdiği için, câhiller ve vurguncular, taş yürekliler, Abdülvehhâb oğlunun sözlerine hemen yanaşdılar. Doğru yolda olan hâlis müslimânlara kâfir dediler.

    Abdülvehhâb oğlu, bozuk düşüncelerini kolayca yayabilmek için, Der'ıyye hâkimlerine başvurunca, onlar da topraklarını genişletmek ve kuvvetlerini artdırmak için, Abdülvehhâb oğlu ile seve seve işbirliği yapdılar. Onun bozuk fikirlerini her tarafa yaymakda bütün güçleri ile uğraşdılar. İnanmayıp karşı duranlarla harb etdiler. Müsli.nânlann mallarını yağma etmek, canlarına kıymak halâl denilince, çöldeki vahşîler, .soyguncular, Muhammed bin Sü’ûda asker olmak için yarış etdiler. Sü’ûd oğlu ile Ab-., dülvehhâb oğlu elele vererek, Vehhâbîliği kabûl etmiyenlerin kâfir ve müşrik olduklarına, kanlarını dökmek ve mallarını almak halâl olduğuna binyüzkırküç [1143] senesinde karar verip, yedi sene sonra i’lân etdiler. Buna göre, Abdülvehhâb oğlu, otuziki yaşında içtihada başlamış, bozuk ictihâdlarını kırk yaşında i’lân etmişdir.

    Mekke-i mükerreme müftîsi Esseyid Ahmed bin Zeynî Dahlân «rahmetullahi aleyh» (El Fütûhât ül islâmiyye) kitâbının ikinci cüz’ 228. ci sahîfesinden başhyarak (Fitnet ül vehhâbîyye) başlığı altında, vehhâbîlerin bozuk inançlarını ve müslimânlara yapdıkları işkenceleri anlatmakdadır. Bu kitâb 1387 [m. 1968] senesinde Kahirede basılmışdır. Vehhâbîleri anlatan kısmı, İstanbolda Işık Kitabevi tarafından 1395 [m. 1975] de ofset yolu ile basdırılmışdır. Bunun 234. cü sahîfesinde diyor ki, (Vehhâbîler, Mekkedeki ve Medînedeki Ehl-i sünnet âlimlerini aldatmak için, buralara kendi adamlarını gönderdiler. Bu adamlar, islâm âlimlerine cevâb veremediler. Câhil ve sapık oldukları anlaşıldı. Kâfir olduklarını isbât eden bir karâr yazılıp her tarafa gönderildi. Mekke emîri olan şerîf Mes’ud bin Sa’îd, bunların hab.s edilmelerini emr eyledi. Birkaçı kaçarak Der’ıyyeye gitdi. Olanları anlatdılar).

    Hicâzda bulunan dört mezheb âlimleri ve bunların arasında Abdülvehhâb oğlunun kardeşi şeyh Süleymân efendi ve kendisine ders okutmuş olan hocaları, Abdülvehhâb oğlunun kitâblarını inceliyerek, İslâm dînini yıkıcı, bozguncu yazılarına cevâblar hâzırladılar, sapık yazılarını çürüten kuvvetli vesîkalarla kitâblar yazarak, müslimânları uyandırmağa çalışdılar. Vehhâbîlik inançlarının bozuk ve zararlı olduğunu bildirdiler. Süleyman bin Abdülvehhâb hazretlerinin, kardeşine karşı yazdığı kitâbm ismi (Savâ'ık ul ilâhîyye finredd-i alel vehhâbîyye) olup hicretin binüçyüzaltı [1306]. cı senesinde basılmış ve 1395 (m. 1975) senesinde İstanbolda, Işık Kitabevi tarafından ofset yolu ile ikinci baskısı yapılmışdır.

    Bu kitâblar vehhâbîleri gafletden uyandıramadı. Müslimânlara karşı olan düşmanlıklarını artdırdı ve Muhammed bin Sü’ûdün müslimânlar üzerine saldırmasına, akıtılan kanların çoğalmasına sebeb oldu. Bu adam, (Benî Hariîfe*) kabilesinden olup, Müseyleme-tül Kezzâbın peygamberliğine inanmış olan ahmakların soyundan idi. Muhammed bin Sü'ûd, hicretin binyüzyetmişsekiz [1178] ve milâdın binyediyüzaltmışbeş (1765) yılında ölünce, öğlu Abdül’azîz yerine geçdi. Abdül’azîz bin Muhammed bin Sü'ûd, hicretin binikiyüzonyedi [1217] ve mîlâdın binsekizyüzüç (1803) senesinde, Der’ıyye câmi'inde, bir şî’î tarafından, karnına hançer sokularak öldürüldü. Bundan sonra, oğlu Sü’ûd bin Abdül’azîz Vehhâbîlerin şefi oldu. Arabları aldatmak, Vehhâbîliği yaymak için müslimânların kanını dökmekde, üçü de, birbiri ile yarışırcasına çalışdıiar.

    Abdülvehhâb oğlunun bu bozuk düşüncelerini yayması, Allahı tevhîdde hâlis olmak için ve müslimânları şirkden kurtarmak için imiş. Müslimânlar altıyüz seneden beri şirk üzere imişler. Müslimânların dînini tâzelemek için, dinde reform yapmak için, Vehhâbîliği ortaya çıkarmış. Bu düşüncelerine herkesi inandırmak için, Ahkâf sûresinin beşinci âyet-i kerîmesini, Yûnüs sûresinin yüzaltmcı âyet-i kerîmesini ve Ra'd sûresinin ondördüncii âyet-i kerîmesini veşîka olarak ileri sürmüşdür. Hâlbuki bunlara benziyen, dahâ birçok âyet-i kerîmeler vardır. Bu âyet-i kerîmelerin hepsi, puta tapan kâfirleri, müşrikleri bildirmek için gönderildiğini, tefsir âlimleri sözbirliği ile beyân buyurmuşlardır.

    Abdülvehhâb oğlunun sapık düşüncelerine göre, bir müslimân, Peygamberimizden veyâ başka Peygamberlerden yâhud velîlerden, Sâlihlerden birinin mezârının yanında veyâ uzakda iken bundan istigâsa etse, ya'nî sıkıntıdan, dertden kurtulması için yardım istese, yâhud o zâtın ismini söyliyerek şefâ’at etmesini dilese, yâhud mezârını ziyâret etmek için gitmek istese, o müslimân müşrik olurmuş. Allahü Teâlâ, Zümer sûresinin üçüncü âyetinde, puta tapan kâfirleri bildirmekdedir. Vehhâbîler, Peygamberleri ve Evliyâyı vesîle ederek düâ eden müslimânlara müşrik diyebilmek için, bu âyet-i kerîmeyi ileri sürüyorlar. Müşrikler de putların yaratıcı olmadığına, herşeyi Allahü Teâlânm yaratdığına inanıyorlardı diyorlar. Hattâ Ankebût sûresinin altmışbirinci ve Zuhruf sûresinin seksenyedinci âyet-i kerîmelerinde (Bunları kimin yaratcfeğını, onlara sorarsan, elbette Allah yaratdı derler). Allahü Teâlânm da böyle buyurduğunu söylüyorlar. Kâfirler böyle inandıkları için değil, Zümer sûresinin üçüncü âyetinde bildirilen (Allahdan başkcriannı, dost edinenler, onlar Allahü Teâlâya şefâ’at ederek bizi yaklaşdmrlar derler) sözünü söyledikleri için kâfir ve müşrik oluyorlar, diyorlar. Peygamberlerin, Evliyânm mezârlarmdan şefâ’at, yardım Istiyen müşlimânlar da, böyle söyliyerek müşrik oluyorlarmış.

    Abdüivehhâb oğlunun, bu âyet-i kerîmeyi ileri sürerek, müslimânları kâfirlere, müşriklere benzetmesi, çok çürük, ahmakça ve gülünç bir şeydir. Çünkü, kâfirler, şefâ’at etmeleri için putlara tapınıyorlar. Allahü Teâlâyı bırakıp, dileklerini yalnız putlardan istiyorlar. Müşlimânlar ise, Peygamberlere, Evliyâya tapınmıyor, herşeyi yalnız Allahdan bekliyoruz. Evliyânm vâsıta, vesîle olmasını istiyoruz. Kâfirler, putlarının diledikleri gibi şefâ’at edeceklerine, her dilediklerini Allaha yapdıracaklarma inanıyorlar. Müşlimânlar ise, Allahü Teâlânm, sevdiği kullarına şefâat için izn vereceğini, sevdiklerinin şefâ'atlerini ve düâlarını kabûl edeceğini, Kur’ân-ı kerîmde bildirdiği için, Kur'ân-ı kerîmde bildirilen bu müjdeye inandıkları için, Allahü Teâlânm sevgilisi olarak tanıdıkları Evliyâdan şefâ’at ve yardım istemekdedirler. Kâfirlerin putlara tapın

    ması ile, müslimânların Evliyadan yardım istemeleri birbirine benzetilemez. Bir müslimân ile bir kâfir, görünüşde hep insandır. İnsanlıkları birbirlerine benzemekdedir. Fakat, müslimân, Allahın dostudur. Sonsuz Cennetde kalacakdır. Kâfir olan ise, Allahın düşmanıdır. Sonsuz Cehennemde kalacakdır. Görünüşde birbirlerine benzemeleri, hep aynı olacaklarına sened olamaz. Allahın düşmanı olan putlara, heykellere yalvaran ile, Allahın sevgili kullarına yalvaranlar, görünüşde benziyebilirler. Fakat, putlara yalvarmak, Cehenneme götürür. Evliyâya yalvarmak ise, Allahü Teâlânın afv etmesine, merhamet etmesine sebeb olur. (Allahü Teâlânın sevdiği kullan hatırlanırsa, Allahü Teâlâ merhamet eder). Peygamberlere, Evliyâya yalvarınca, Allahü Teâlânın merhamet edeceğini, afv buyuracağını, bu hadîs-i şerîf de göstermekdedir.

    Müslimânlar, Peygamberlerin, Evliyanın ilâh, ma’bûd, Allahü Teâlâya şerîk, ortak olmadıklarına inanır. Bunların, Allahın âciz kulları olduklarına, ibâdete, tapınmağa, yalvarmağa hakları olmadığına inanır. Allahü Teâlânın sevdiği, düâlarını kabûl eylediği kullan olduğuna inanır. Allahü Teâlâ, (Bana yaklaşmak için vesîle arayınız) buyuruyor. Salih kullarımın düâlarını kabûl ederim, dileklerini veririm buyuruyor. Buhârîde ve Müslimde ve Künûz-üddekâıkde bulunan hadîs-i şerîfde (Elbet, Allahü Teâlânın öyle kulları vardır ki, bîrşey için yemin etse, Allahü Teâlâ, o şeyi yaratır. Onu yalancı çıkarmaz) buyuruldu. Müslimânlar, bu âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şeriflere inandıkları için, Evliyayı vesîle yapmakda, onlardan düâ ve yardım beklemekdedir.

    Evet, kâfirlerin bir kısmı, putlarının, heykellerinin yaratıcı olmadıklarını, herşeyi Allahü Teâlânın yaratdığını saylıyorlar ise de, putların tapınmağa hakları vardır. Onlar dilediğini yaparlar ve Allaha da yapdırırlar diyorlar. Putlarını Allaha şerîk, ortak yapıyorlar. Bir kimse, dünyâda başkasından yardım istese, bana elbette yardım yapar. Onun her istediği herhâlde olur dese, bu kimse kâfir olur. Fakat, benim işim onun istemesi ile kesinlikle olmaz. O bir şebebdir. Allahü Teâlâ sebebe yapışanları sever. Sebeble yaratmak O'nun âdetidir. Sebebe yapışmış olmak için, bundan yardım istiyorum, dileğimi Allahdan bekliyorum. Peygamberimiz de sebeblere yapışmışdır. Sebebe yapışmakla, o yüce Peygamberin sünnetine uymuş oluyorum diyerek birisinden yardım istiyen kimse, sevâb kazanır. İşi olursa, Allahü Teâlâya hamd eder. İşi olmazsa, Allahü Teâlânın kazâsına, kaderine râzı olur. Kâfirlerin puta tapması, müslimânların Evliyâdan düâ, şefâ’at, yardım istemelerine benzemez. Aklı olan, doğru düşünebilen, bu ikisini birbirine benzetmez. Birbirinden başka olduklarını iyi anlar. Zararı ve faideyi yaratan, ancak Allahü Teâlâdır. Ondan başkasının tapınmağa hakkı yokdur. Hiçbir Peygamber, hiçbir velî ve hiçbir mahlûk, hiçbir şey yaratamaz. Allahdan başka yaratıcı yokdur. Yalnız Allahü Teâlâ, Peygamberlerinin, velîlerinin, sâlih kullarının, ya'nî sevdiği kullarının isimlerini söyliyenlere, onları vesîle edenlere merhamet eder. Dilediklerini verir. Böyle olduğunu, kendisi ve Peygamberi haber vermişdir. Bu haberlere uyarak müşlimânlar da böyle inanmakdadır.

    Müşrikler, kâfirler ise, putların bir şey yaratmadığını bildikleri hâlde, putları ilâh ve mu'bûd biliyorlar. Putlara tapınıyorlar. Kimisi ülûhiyyetde müşrik oluyor. Kimisi de, ibâdetde müşrik oluyorlar. (Putlarımız bize şefâ’at edecekdir. Allaha yaklaşdıracakdır) dedikleri için, müşrik olmuyorlar. Putları ma'bûd bildikleri için, putlara tapındıkları için müşrik oluyorlar.

    Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» (Bir zaman gelecek, kâfirler için gedmiş olan âyet-i kerîmeleri, müslimânları kötülemek için vesika olarak kullanacaklardır) buyurdu. Başka bir hadîs-i şerîfde (En çok korkduğum şey, âyet-i kerîmeleri Allahü Teâlânm dilemediği yerlerde kullanacak kimselerin ortaya çıkmasıdır.) buyurdu. Bu hadîs-i şeriflerin ikisini de Abdüllah bin Ömer hazretleri bildirdi. Bu iki herdi,s-i şerîf, Vehhâbîierin, mezhebsizlerin türiyeceklerini ve kâfirleri bildiren âyet-i kerîmelerin müslimâniar için geldiğini söyliyeceklerini, Kur’ân-ı kerîme iftirâ edeceklerini bildirmekdedir.

    Mü’minler, Allahü Teâlânm sevdiğine inandıkları kimselerin mezârlarını ziyârete gidiyorlar. Allahü Teâlânm sevdiği kullarını vâsıta, vesîle ederek, Allaha yalvarıyorlar. Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâm da böyle yaparlardı. Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem», (Yâ Rabbî! İstediklerini vermiş olduğun kullarının hakkı için,, hürmeti için senden istiyorum) düâsını okurdu. Bu düâyı Eshâbına öğretir ve okumalarını emr ederdi. Mü’minler de, böyle düâ etmekdedir.

    Hazret-i Alînin vâlidesi olan (Fâtıma binti Esed) vefât edince, Resûlullah, mezâra koydu ve (Yâ Rabbî! Bana annelik yapan Fâtıma binti Esedi afv eyle! Peygamberinin ve benden önce gelmiş olan Peygamberlerinin hakkı için, ona rahmetini bol eyle!) diye düâ eyledi. Gözlerinin açılması için düâ istiyen birisine, iki rek'at nemâz kılmasını, sonra (Yâ Rabbî! Kullarına merhamet ederek göndermiş olduğun peygamberin Muhammed aleyhisselâmın hürmeti için, onu vesîle ederek, senden istiyorum. Sana yalvarıyorum. Ey sevgili Peygamber, Muhammed «aleyhisselâm»! Seni vesile ederek, düâmı kabûl edip, dileğimi ihsân etmesi için Rabbime yalvarıyorum'. Yâ Rabbî! Düâmın kabûl olması için, o yüce Peygamberi bana şefâ'atcı eyle» düâsını okumasını emr buyurmuşdur.

    Âdem «aleyhisselâm», yasak edilen ağacdan yiyerek,

    (Seylan) ya’nî Serendib adasına indirilince, (Yâ Rabbî! Oğlum Muhammed aleyhis,selâm hürmetine beni afv et!) düâsını yapdı. Allahü Teâlâ da, (Ey Âdem! Muhammed aleyhisselâmı vesîle ederek, yerdekiler ve gökdekiler için şefâ’at isteseydin, şefâ’atini kabûl ederdim) buyurdu.

    Hazret-i Ömer «radıyallahü anh», hazret-i Abbâsı berâber götürüp, onu vesîle ederek, yağmur düâsı yapmış, düâsı kabûl olmuşdur.

    Gözleri açılmasını ıstiyen birisine, okuması emr olunan düâda (Yâ Muhammed! Seni...) demek, Evliyâyı vesîle ederken ismini söyliyerek yalvarmanın câiz olduğunu göstermekdedir.

    Eshâb-ı kiramın ve Tâbi'înin hayâtını bildiren kitâblar, kabr ziyâretinin ve ismini söyliyerek şefâ’at istemenin ve meyyiti vesîle kılmanın meşrû’ ve câiz olduğunu gösteren vesikalarla doludur.

    İbni Hacer-i Hiytemî hazretlerinin (Minhâc) şerhi olan (Tuhfe) kitâbına hâşiyeleri ile meşhûr Muhammed bin Süleymân efendi Vehhâbîliğin bozuk ve sapık bir yol ol;    duğunu, Vehhâbî kitâblarında âyet-i kerîmelere ve. Hadisi şeriflere yanlış ma’nâlar verildiğini, vesikalarla isbât et-

    mişdir. Kitâbında, Abdülvehhâb oğluna şöyle demekdedir: (Ey Muhammed bin Abdülvehhâb! Müslimânlara dil uzatma! Allah rızâsı için, sana nasihat ediyorum. Allahdan başka yaratıcı olduğunu söyliyen varsa, ona doğruyu bildir! Vesikalar göstererek onu doğru yola çevir! Müslimânlara kâfir denilemez! Sen de bir mûslimânsın. Milı    yonlara kâfir dememek için, bir kişiye kâfir demek dahâ doğru olur. Sürüden ayrılan koyunun tehlükede ol duğu muhakkakdır. Ni,sâ sûresinin yüzondördüncü âyetinde (Doğru yol gösterilcfikden sonra, Peygamber aleyhisselâma uymıyan ve îmânda ve amelde mü'minlerden ayrılan kimseyi, küfr ve irtidâdda bırakır ve Cehenneme atarız. O Cehennem çok kötü bir yerdir) buyurmakdadır. Bu âyet-i kerîme, Ehl-i sünnet ve cemâ'atden ayrılmış olan Vehhâbîlerin hâlini göstermekdedir).

    Kabr ziyâretinin câiz ve fâideli olduğunu bildiren hadîs-î şerifler, pek çokdur. Eshâb-ı kirâm ve Tabi'în, Peygamber efendimizin mubârek türbesini ziyâret ederlerdi. Bu ziyâretin nasıl yapılacağını ve fâidelerini bildirmek için çeşidli kitâblar yazılmışdır.

    Bir Velîyi vesîle ederek düâ etmek, ismini söyliyerek ondan yardım istemek, hiç zararlı değildir. İsmi söylenen zâtın, te’sîr edeceğine, istenileni elbet yapacağına, gaybleri bileceğine inanmak küfr olur. Müslimânlar böyle inanmıyor ki, kötülenebilsin. Müslimân, Allahü Teâlânın sevgili bir kulundan, yalnız vesîle olmasını, şefâ'at etmesini, düâ etmesini ister. İstenilen yaratan yalnız Allahü Teâlâdır. (Sevdiklerimin düâsırn kabûl ederim) buyurduğu için, sevdiklerinden düâ istenir. Meyyitden, istekleri vermesi değil, Allahü Teâlânın vermesine vâsıta olması istenir. Vermelini istemek câiz değildir. Müslimânlar bunu istemez. Verilmesi için vâsıta olmasını istemek caizdir. (İstigâse) ve (İstişfâ’) ve (Tevessül) kelimeleri de, hep vâsıta, ve.sîle olmağı istemek demekdir.

    Herşeyi yaratan, yapan yalnız Allahü Teâlâdır. Birşeyi yaratmak için, başka bir mahlûkunu vâsıta ve sebeb yapması, Allahü Teâlânın âdetidir. Allahü Teâlânın yaratmasını istiyenin, o şeyin yaratılmasına vesîle olan sebebe yapışması lâzımdır. Peygamberler «aleyhimüssalâtü veşselâm», hep sebeblere yapışmışlardır.

    Allahü Teâlâ sebebe yapışmağı övmekdedir. Peygamberler «aleyhimüssalâtü vesselâm» sebeblere yapışmağı emr etmekdedir. Dünyâdaki olaylar, hâdiseler de, sebebe yapışmanın lâzım olduğunu göstermekdedir. Birşeye kavuşmak için, o şeyin sebebine yapışılır. O sebebi, o şeye sebeb yapan ve insanın o sebebe yapışmasını sağlıyan, o sebebe yapışdıkdan sonra, o şeyi yaratan, hep Allahü | Teâlâ olduğuna inanmak lâzımdır. Böyle inanan bir kimI se, bu sebebe yapışmakla, o şeye kavuşdum diyebilir. Bu I sözü, o şeyi sebeb yaratdı demek değildir. Allahü Teâlâ, o şeyi bu sebeble yaratdı demekdir. Meselâ (içdiğim ilâç ağrımı kesdi), (Seyyidet Nefîse hazretlerine adak yapınca, hastam iyi oldu). (Çorba beni doyurdu), (Su, hararetimi giderdi), sözleri, bu şeylerin hep veşîle ve vâsıta olduklarını göstermekdedir. Bunlar gibi konuşan müslimânların, yukarıda bildirdiğimiz gibi inandıklarını düşünmek lâzımdır. Böyle düşünene kâfir denemez. Vehhâbîler de, diri olandan, yanında bulunandan birşey istemek caizdir diyor. Birbirlerinden ve hükümet me'mûrlarından çokşey istiyorlar. Vermeleri için yalvarıyorlar. Uzakda olandan ve ölüden istemek şirkdir. Diriden istemek şirk otmaz diyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri ise, birisi şirk olmayınca, öteki de şirk olmaz diyor. Aralarında fark yokdur diyor. Her müslimân, îmânın, islâmın şartlarına, farzların farz olduklarına ve haramların harârn olduklarına inanmakdadır. Her müslimâmn, yaratıcı, yapıcı yalnız Allah olduğuna, Allahdan başkasının yaratmadığına inanmış oldukları da meydandadır. Nemaz kılmıyacağım diyen bir müslimâmn, şimdi veyâ burada kılmıyacağım veya kılmış olduğum için kılmıyacağım demek istediği anlaşılır. Ben hiç nemâz kılmak istemiyorum demek istiyor diye, kimse buna dil uzatamaz. Çünki, söz sâhibinin müslimân olması, ona küfr, şirk damgasını vuracak dilleri kesmekdedir. Kabr ziyâret eden, meyyitden yardım, şefâ’at istiyen, şu işim olsun diyen bir müslimâna, küfr, şirk damgasını basmağa kimsenin hakkı yokdur. Bu sözleri söyliyenin veyâ kabr ziyâret edenin, Yâ Resûlallah bana şefâ’at et diyenin müslimân oluşu, bu sözlerinin ve işlerinin caiz ve meşrû' olan îmânla ve düşünce ile olduğunu göstermekdedir.

    Yukarıdaki bilgiler iyi anlaşılır ve iyi düşünülürse, Vehhâbîlik inançları ve yazıları temelinden yıkılmış ve çürütülmüş olur. Bununla berâber, Vehhâbîierin bozuk yolda olduklarını, müslimânlara iftirâ etdiklerini ve islâmiyyeti içden yıkmağa çalışdıklarını vesikalarla isbât eden çok sayıda kitâb yazılmışdır. İslâm âlimlerinin bu kıymetli kitâblarından çoğunun ismlerini ve yazarlarını (Se’âdet-i Ebedlyye) kitâbında ikinci kısmında, vehhâbîleri anlatırken bildirilmiştir. Lütfen oradan okuyunuz. (Zebîd) müftîsi Seyyid Abdürrahmân hazretleri, Vehhâbîierin bozuk yolda olduklarını göstermek için şu hadîs-i şerîf yetişir demekdedir: (Arabistanm doğu tarafından ki'mseller çıkai). Kar’ân-ı kerîm okurlarFakat, Kur’ân-ı kerîm boğazlarından aşağı inmez. Ok yaydan çıkdığı gibi dinden çıkarlar. Yüzlerini kazırlar). Yüzlerinin traşlı olması, bu hadîs-i şerîfde, dinden çıkacakları haber verilmiş olanların, Vehhâbîler olduğunu açıkça göstermekdedir. Vehhâbîierin bozuk ve sapık olduklarını anlamak için, bu hadîs-i şerîfi okudukdan sonra, başka bir kitâb okumağa lüzûm kalmaz. Vehhâbîierin başlarını, yanaklarını traş etmelerini, Abdülvehhâb oğlunun kitâbları emr etmekdedir. Yetmişiki sapık fırkanın hiç birisinde böyle bir emr yokdur.

    BİR KADININ ABDÜLVEHHÂB OĞLUNA VERDİĞİ CEVÂB:

    Abdüivehhâb oğlu kadınlara da başlarını traş etmelerini emr etdi. Bir kadın, bu emre karşı, saç, kadının kıymetli süsüdür. Sakal da erkeklerin süsüdür İnsanları, Allahın verdiği sü,sden mahrum bırakmak olurmu demiş, Abdüivehhâb oğlu buna cevâb verememişdir.

    Abdüivehhâb oğlunun gösterdiği yolda bozuk ve çirkin, bir çok inanışlar varsa da, bunların müslimânlıkdan çıkdıklarını gösteren, başlıca inanışları üçdür:

    1. Amel, îmânın parçasıdır. Nemâz kılmak farz olduğuna inandığı hâlde, tenbellikle bir nemâz kılmıyanın îmânı gidermiş. Bir sene zekâtını vermiyen hasis bir kimse, kâfir olurmuş. Böyle olan müslimânları öldürmeli, mallarını, Vehhâbîlere dağıtmalı imiş.

    2. Peygamberlerin ve Evliyânın ruhlarını vesîle etmek ve korkduklarından kurtulup, umduklarına kavuşmak için, düâ etmelerini onlardan istemek, şirk imiş. (Delâil-i hoyrât) düâ kitâbını okumak yasak imiş.

    3. Mezârlar üzerine türbe yapmak, türbede hizmet ve ibâdet edenler için kandil yakmak ve mezârlara sadaka, kurban adamak şirk imiş. Bunların üçü de, Allahdan başkasına tapınmak imiş.

    Vehhâbîler Mekkeye ve Medîneye hücum etdikleri zaman, Resûlullah efendimizin türbesinden başka, Eshâb-ı kirâmın ve Ehl-i beytin ve Evliyânın ve Şehîdlerin türbelerinin hepsini yıkdılar. Mezârları belirsiz hâle getirdiler, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve .sellem» efendimizin mübarek türbesini de yıkmağa başladılar ise de, eline kazma alanın aklına veyâ bedenine sakatlık geldiğinden, bu cinâyeti işliyemediler. Medîneye girdikleri zaman, alçak Sü’ûd oğlu, müslimânları bir araya toplayıp, (Vehhâbîlik gelmesi ile, dîniniz şimdi tamâm oldu. Allah sizden râzı oldu. Babalarınız kâfir idi, müşrik idi. Onların dinlerine uymayınız! Onların kâfir olduklarını herkese anlatınız! Re-' sûlullahın türbesi önünde durup, ona yalvarmak yasakdır. Türbenin önünden geçerken, Esselâmü alâ Muhammed denir. Ondan şefâ'at istenmez) gibi, müslimânları kötüliyen şeyler söyledi.

    Vehhâbîliği yaymak için kıyasıya müslimân öldüren Abdül’azîz bin Muhammed, hicretin binikiyüzon [1210] senesinde, vehhâbîliği Mekkeye yerleşdirmek için üç vehhâbî gönderdi. Mekkede yapılan toplantıda, Ehl-i sünnet âlimleri, vehhâbîlerin bozuk ve sapık olduklarını âyet-i kerîmelerle ve hadîs-i şeriflerle isbât edince, üç vehhâbî cevâb veremedi. Hakkı kabûl etmekden başka çıkar yol bulamadılar. Ehl-i sünnetin haklı olduğunu, kendilerinin yanlış ve ,sapık bir yol tutmuş olduklarını, uzun yazdılar. Üçü de imzâladı. Fakat, Abdül’azîz, siyâsî emeller peşinde, başkanlık lezzetini artdırmak da'vâsında olduğundan, din adamlarının bu nasihatine kulak bile vermedi. Vehhâbîlik perdesi arkasında, işkencelerini hergün dahâ artdırdı.

    Üç Vehhâbînin Mekkedeki müslimânlara inandırmak istedikleri yirmi madde idi. Fakat bunların hepsi, yukarıda bildirdiğimiz üç maddede toplanmakda idi. Abdülvehhâb oğlu, ibâdetler îmânın parçasıdır sözünün, imâm-ı Ahmed bin Hanbelin içtihadı olduğunu ileri sürüyordu. Hâlbuki, İmâm-ı Ahmed hazretlerinin bütün ictihâdları, kitâblara geçmişdi. Mekke âlimleri, bunları inceden inceye biliyorlardı. Abdülvehhâb oğlunun bu .sözünün doğru olmadığını, bu üç vehhâbîye isbât etdiler.

    Üç vehhâbî, ikinci inanışlarında haklı olduklarına çok güveniyorlardı. (Mekkedeki müslimânlar, Resûlullahın ve Abdullah ibni Abbâsın ve (Mu’allâ) kabristanında bulunan şeyh Mahcubun mezârına giderek: Yâ Resûlallah! Yâ ibni Abbâs! diyorlar. İmâmımız Abdülvehhâb oğlunun ichâdına göre, [Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah] deyip de, Allahdan gayrıya düâ edenler kâfir olur. Bunları öldürmek ve mallarını paylaşmak halâl olur) dediler. Ehl-i sünnet âlimleri, bunlara (Allahü Teâlânın sevdiği kullarının mezârına gidip, onlara tevessül etmek, düâ istemek, onlara tapınmak değildir. Onlara ibâdet etmek için değildir. Onları vesîle ederek, o sebeblere, vâsıtalara yapışarak, Allahü Teâlâdan istemekdir) dediler. Sebeblere yapışmanın câiz hattâ lâzım olduğunu vesikalarla isbât etdiler.

    Şeyh Mahcûbun ismi, seyyid Abdürrahmandır. Zemânının en derin âlimi idi. Binikiyüzdört [1204] senesinde vefât edip, Mu'allâ kabristanında defn edildi.

    Evliyânın kabrîerine giderek, Allahü Teâlâdan bir dilekde bulunurken, onları vesile etmek, vesile olmaları için onlara yalvarmak câiz olduğu, çeşidli yollardan isbât edilmekdedir: Mâide sûresi otuzsekizinci âyet-i kerîmesinde, (Ey mü’minleri Allahü Teâlâdan korkun ve O’na yaklaşmak için vesile arayın!) buyuruldu. Bütün tefsirler, vesilenin Allahü Teâlânın sevdiği beğendiği şeylerden herbiri olduğunu bildiriyor. Nisâ sûresinin yetmişdokuzuncu âyetinde (Resûle itâ’at eden, Allah’a itâ’at etmiş olur) buyuruyor. Bunun içindir ki, İslâm âlimlerinin çoğuna göre, birinci âyet-i kerîmedeki vesile, Resûlullah demekdir. Böyle olunca, Peygamberleri ve onların vârisleri-olan velîleri, sâlih müslimânları vesîle etmek, onların yardımları ile Allahü Teâlâya yaklaşmak câiz olmakdadır. Vehhâbîlerin dediği gibi, Peygambere karşı söylemek, yalvarmak küfr ve şirk olsaydı, nemâz kılanların hepsinin kâfir olması lâzım gelirdi. Muhammed bin Süleymân hazretlerinin yukarıda yazılı sözüne göre, vehhâbîierin de kâfir olmaları lâzım olurdu. Çünki her müslimân, nemâzda otururken (Esselâmü aleyke eyyühen Nebiyyü ve rahmetullah) diyerek Resûlullaha selâm vermekde ve o yüce Peygambere düâ etmekdedir.

    Mezârlan ziyâret etmekde ve Evliyâyı vesîle ederek düâ etmekde fâideler vardır. Çünki, İbni Asâkirin bildirdiği ve (Künûz üddekâık) de yazılı hadîs-,i şerîfde (Mü’min, mü'min kardeşinin aynasıdır) buyuruldu. Dâr-ı Kutnînin bildirdiği hadîs-i şerîfde (Mü’min, mü’minin aynasıdır) buyuruldu. Bu hadîs-i şeriflerden anlaşılıyor ki, 

    ruhlar, birbirlerinin aynaları gibidir. Birbirlerinde görünürler. Kabr başında, o velîyi düşünüp, vesîle eden kimsenin rühuna, velînin rûhundan feyz gelir. Hangisinin rûhu zaîf ise, kuvvetlenir. Birleşik iki kapdaki sıvı gibidir. Yüksek olan rûh zarar eder. Mezârdakinin rûhu aşağı derecede ise, ziyâret edenin rûhu sıkıntı duyar. Bunun içindir ki, islâmiyyetin başlangıcında, kabr ziyâreti yasak edilmişdi. Cünki, mezârda olanlar, Câhiliyye zamanından kalmış olanlardı. Mü’minler de ölmeğe başlayınca, kabr ziyâretine izn verildi. Peygamberin «sallallahü aleyhi ve sellem» veyâ bir velînin kabri ziyâret edilince, o velî düşünülür. Hadîs i şerîfde (Sâlihler düşünüldüğü zaman, Allahü Teâlâ merhamet eder) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfden anlaşılıyor ki, kabr ziyâret edene, Allahü Teâlâ merîıâmet eder. Merhamet etdiği kulunun düâsını kabûl buyurur. Vehhâbîlerin, kabr ziyâret edilmez. Evliyaya tevessül olunmaz sözlerinin, senedsiz bir düşünce, bir görüş ayrılığı olduğu meydandadır. (Ben öldükden sonra, hac ederi bir müslimân beni ziyâret ederse, diri iken ziyâret etmiş olur) ha-1 dîs-i şerîfi, vehhâbîlerin inanışlarını kökünden çürütmekdedir. Kabr ziyâretinin lâzım olduğunu göstermekdedir. Bu hadîs-i şerîf, ve.sîkaları ile, (Künûz üddekcük) kitâbında yazılıdır.

    Vehhâbîler, türbeleri yıkarken (Mezâr ziyâret eden kadınlara ve mezârlann üstünü mescid yapanlara, mezarlara ışık yakanlara la'net olsun!) hadîs-i şerifini ileri sürüyorlar. Peygamber zamanında böyle şeyler yokdu. Hadîs-i şerîfde (Bizim zamanımızda olmayıp, sonradan yapılan şeyler, bizden değildir) denildi, diyorlar. İkinci inanışlarına karşı verilen cevâb, bu sözlerini de çürütdüğü için, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerini kabûl eylediler.

    Binikiyüzon [1210] senesinde Ehl-i sünnet âlimleri, vehhâbîleri cevâb veremiyecek hâlde bırakınca, vehhâbîligin müslimânlıkdan ayrı, bozuk bir yol olduğu, islâm düşmanlarının islâmiyyeti içerden yıkmak için sinsice hâzırladıkları bir tuzak olduğu ve vehhâbîlerin kâfir olduklarını gösteren âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler yazılarak, Mekkedeki islâm âlimleri imzaladılar. Tevbe eden üç vehhâbî de, bu vesikaya şâhid oldular. Bu vesîka her memlekete gönderildi.

    Mekkedeki vehhâbî din adamları, Der'ıyye hâkiminin yanma gelerek, vehhâbîlerin cevâb veremediklerini, vehhâbîlerin islâm düşmanı olduğu yazılarak her tarafa gönderildiğini anlatdılar. Abdül’azîz bin Muhammed bin Sü’ûd ve adamları, bunları işitince, Ehl-i sünnete diş bilediler. Binikiyüzonbeş [1215] senesinde Mekkeye saldırdılar. Mekke emîri şerîf Gâlib bin Müsâ 'id bin Sa'îd efendi, bunlara karşı koydu. Her iki tarafdan çok kan döküldü. Şerîf Gâlib efendi, vehhâbîleri, Mekkeye sokmadı. Mekke etrâfındaki arab kabileleri, vehhâbî oldular. Abdül’azîz, binikiyüzonyedi [1217] hicri ve binsekizyüzüç [1803] mîlâdî yılında, Der’ıyye câmi'inde bir şî’î tarafından karnına bıçak saplanarak öldürüldü. Yerine oğlu Sü’ûd habîsi geçdi. Sü’ûd, hemen o sene, iki bayram arasında, Tâif şehrine asker gönderdi. Vehhâbî alçaklarının, Tâifdeki müslimânlara yapdıkları işkenceler ve kadınların, çocukların barbarca öldürülmeleri, Ahmed bin Zeynî Dahlânın (Hulâsat ül kelâm) kitâbında ve Eyyûb Sabrı Paşa’nın 1296 senesinde basılmış olan (Târîh-i Vehhâbîyyârî) kitâbında uzun yazılıdır. Yüreği dayanabilenler oradan okuyabilirler. (Hulâsat ül kelâm) i 1395    [m.1975] de Işık kitâbevi basdırmışdır.

    Vehhâbîlerin Tâife girdikleri zaman, kadınlara ve çocuklara ve bütün ehâlîye yapdıkları işkenceleri (Osmân-ül-Mudâyıkî) adındaki islâm düşmanı, azgın bir vehhâbînin emri ile yapıldı. Bu adam, Muhsin isminde biriile biriikde, şerîf Gâlib efendi tarafından Der’ıyyeye gönderilmişdi. Vehhâbîlerin Medîneye girmelerini ve müslimânlara işkence yapmalarını önlemek için önceki .sözleşmeyi yenilemeğe çalışacaklardı. Fakat bu habis, vehhâbîiiğini saklıyor, şerîf Gâlib efendinin yanında câsûsluk yapıyordu. Yolda arkadaşı olan Muhsini de, bir çok menfe'atler va'd ederek aldatdı. Der’ıyyeye gelince, Sü’ûd bin Abdül'aziz'e içlerini dökdüler. Sü'ûd, bunların, sâdık bir köle olduğunu anlayınca, vehhâbî çapulcularını bunların emrine verip, (Tâif) yanındaki (Abîle) denilen yere geldiler. Şerîf Gâlib efendiye mektûb yazıp, Sü'ûd ve kendilerinin önceki sözleşmeyi tanımadıklarını ve Sü’ûdün Mekkeyi almağa hazırlandığını bildirdiler. Şerîf Gâlib efendi, cevâb yazarak, tatlı sözlerle nasîhat etdi ise de, Islâm düşmanı olan bu azgın, mektûbları yırtdı. Emîrin gönderdiği müslimânlara saldırıp, bozguna uğratdî. Şerîf Gâlib efendi, Tâif kakasına çekilip savunma tedbîrleri aldı. Bu azgın vehhâbî, binikiyüzonyedi [1217] Şevvâl ayı sonunda Tâif’e yakın (Melîs) denilen yerde ordusunu kurdu. Kendinden dahâ taş yürekli ve gönlü İslâm düşmanlığı ile dolu olan (Bîşe) emîri (Salim bin, Şekbân) alçağını dahî yardıma çağırdı. Sâlimin yanında yirmi kadar çöl şeyhi ve her şeyhin yanında beşyüz kadar vehhâbî şakîsi vardı. Sâlimin emrinde ayrıca bin kişi vardı.

    Şerîf Gâlib efendi, Tâiflilerle biriikde Melîsdeki eşkıyâ üzerine kahramanca saldırdı. Salim bin Şekbânın binbeşyüz çapulcusunu kılıncdan geçirdi. Sâlim ve yanında kalanlar kaçdı. Fakat toparlanarak Melîs denilen yeri basdılar. Ehâlinin mallarını yağma etdiler. Şerîf Gâlib efendi, yardım almak için Ciddeye gitdi. Tâifliler korkup, çoğu, çoluk, çocuğunu alıp gizlice kaçdılar. Kai’ada sığınan Tâifliler, ard arda gelen vehhâbîler! bozup kaçırdılar ise de, düşmana yardımcı da gelmiş olduğundan, kal’aya teslîm bayrağı çekdiler. Cana ve ırza kıymamak şartı ile teslîm olacaklarını bildirdiler. O gün düşman da, çok ölü vererek dağılmağa başlamış idi. Anlaşmak için Tâiflilerin gönderdiği alçak ve südü bozuk kimse, vehhâbîierin kaçdığını gördüğü hâlde, arkalarından bağırmağa başladı: Şerîf Gâlib, sizden korkup kaçdı. Tâif ehâlîsi de, dayanacak hâlde değildir. Kal'ayı size verip, afv dilediklerini bildirmek için beni gönderdiler. Ben vehhâbîleri severim. Geri dönünüz. Bu kadar kan dökdünüz. Tâifi ele geçirmeden gitmek doğru değildir. Size yemin ederek söylüyorum ki, Tâifliler ka’layı hemen verecekler. Her istediğinizi kabûl edeceklerdir dedi. Tâifin böyle boş yere vehhâbîierin eline geçmesi, Şerîf Gâlib efendinin hatâsı olmuşdur. O, Tâifde kalsaydı, müslimânların başına bu felâket gelmiyecekdi. (Hâinler, korkak olur) gereğince, vehhâbîler bu sözlere inanmadılar. Fakat, kal'a üstünde teslîm bayrağını görünce, işin iç yüzünü anlamak için kal'aya bir adam gönderdiler. Adamı iple kal’aya çekdiler. Teslîm olmak istiyorsanız cânınızı kurtarmak için bütün malınızı buraya toplayın dedi. İbrahim ismindeki bir müslimânın gayreti ile eşyâlar getirildi. Bunlar azdır, bu kadar mal ile afv olunamazsınız. Dahâ getiriniz dedi. Bir defter verip, mal getirmiyenlerin ismlerini buraya yazınız! erkekleriniz istediği yere gidebilirler. Kadınlarınız ve çocuklarınız zincirlere bağlanacakdır dedi. Biraz yumuşak olması için yalvardılar ise de, azgınlığını ve sertliğini artırdı. İbrâhim, buna dayanamayıp, göğsüne bir taş vurdu, öldürdü. Bunun üzerine, vehhâbîler kal’aya saldırdılar. Böylece, kurşun ve gülle dokunmasından kurtuldular. Demirlerle kapılan kırıp içeri girdiler. Önlerine çıkanları, kadın erkek ve çocuk demeyip öldürdüler. Beşikdeki yavruları bile parçaladılar. Sokaklarda dere gibi kan akdi. Evleri basıp herşeyi yağma etdiler. Güneş batıncaya kadar azdılar, kudurdulur. Kafanın şark tarafındaki taş evlere giremediler. Fakat kurşun yağmuruna tutdular. İçlerinden bir habîs, .sizi afv etdik. Çoluk çocuğunuzu alıp istediğiniz yere gidebilirsiniz diye bağırdı. Vehhâbîler, başka yere gitmek için yola çıkanları bir tepede topladılar. Bunların çoğu kadın ve çocuk idi. Etraflarını sardılar. Bunları oniki gün aç, susuz bırakdılar. Her biri temiz aile, nâz ile büyümüş müslimânlardı. Bunlara söz ile, sopa ile ve taş ile eziyyet etdiler. Birer birer çağırıp, mallarınızı sakladığınız yerleri bildirin diyerek döverlerdi. Merhamet için yalvaranlara, ölüm gününüz yaklaşıyor derlerdi.

    İbni Şekbân hınzırı, taş evleri oniki gün sıkışdırmış, içeri giremeyince (Evinden çıkıp silâhını bırakanlar afv edilecekdir) diye söz vermişdi. Bu söze inanıp evden çıkdılar. İbni Şekbân, bunların ellerini arkalarına bağlayıp tepedeki müslimânların yanına gönderdi. Böylece üçyüzaltmışyedi erkekle birlikde tepede beklemekde olan kadın ve çocukları kılıncdan geçirdiler. Şehîdleri günlerce hayvanlara çiğnetdiler. Yırtıcı hayvanların ve kuşların yimesi için onaltı gün açıkda bırakdılar. Vehhâbîler müslimânların evlerine saldırdılar. Mal, eşyâ, ne varsa hep,sini toplayıp kal’a kapısının önündeki meydana dağ gibi yığdılar. Bunların ve topladıkları paraların altınların beşde birini Sü’ûda gönderdiler. Geri kalanı aralarında paylaşdılar. Vehhâbîlerin ve yağmurun götürdüklerinden arta kalıp müslimânların eline geçen kırkbin riyâl altın ile sayısız kıymetli eşyâdan onbin riyâl kadınlara ve çocuklara dağıtıldı. Eşyâ da pazarlarda çok ucuza satıldı.

    Vehhâbîler kütübhânelerden ve tekkelerden ve evlerden topladıkları Kur’ân-ı kerîmleri, tefsîrleri, hâdîs ve çeşidli din kitâblarının hepsini parçalayıp yerlere atdıiar. Kur'ân-ı kerîmlerin ve din kitâblarının altın işlemeli meşin cildlerinden çarıklar yapıp pis ayaklarına giydiler. Ayaklarındaki kitâb cildinden çarıklar üzerinde âyet-i kerîmeler ve mübarek yazılar yazılı idi. Kıymetli kitâbların yapraklan, yer

    lere o kadar çok atılmışdı ki, Tâif sokaklarında basacak toprak kalmamışdı. İbni Şekbân, yalnız Kur'ân-ı kerîmlerin parçalanmamasını emr etmiş ise de, çöllerden vurgun için toplanıp gelmiş olan vehhâbî haydutları, Kur’ân-ı kerîmi tanımadıklarından, ele geçirdikleri Mushaf-ı şeriflerin hepsini parçalayıp yalnız üç Mushaf-ı şerîf ile bir Buhârî-i şerîf kitâbı bu yağmadan kurtulabilmişdi.

    Mu’cize: Yağma yapıldığı günlerde hevâ durgundu. Hiç rüzgâr yokdu. Vehhâbî eşkıyâsı çekilip gidince, bir fırtına çıkdı. Rüzgârlar, yerlerdeki Kur’ân-ı kerim ve çeşidli din kitâblarının yapraklarının hepsini uçurup götürdü. Kâğıdların nereye gitdikleri anlaşılamadı. Yere düşmüş hiçbir kâğıd görülemedi.

    Şehîdlerin cesedleri tepe üzerinde onaltı gün kalarak sıcakdan çürümüşlerdi. Her tarafı fenâ koku sarmışdı. Müslimânlar, İbni Şekbâna çok yalvardılar, ağladılar, sızladılar. Nihâyet izn alabilip, iki büyük çukur kazdılar. Babalarının, dedelerinin, akrabâlarının, arkadaşlarının, çocuklarının kokmuş cesedlerini bu çukurlara doldurup toprakla örtdüler. Tanınacak tâm bir cesed hiç yokdu. Kiminin yarısı, kiminin dörtde biri kalmışdı. Yırtıcı kuşların ve hayvanların uzaklara taşıyıp bırakmış oldukları insan parçalarının kokuları, vehhâbîleri de râhatsız etdiğinden, bunların toplanmasına da izn verdiler. Müslimânlar, her tarafı dolaşıp, bunları da topladılar. İki büyük çukura gömdüler.

    Vehhâbî eşkıyâsının, şehîdleri, çürüyinceye kadar açıkda bırakmaları, müslimânların ölülerine de hakâret etmek ve intikâm almak içindi. Beyt:

    Yükselmeğe sebeb olur, gam yime düşdüm diye, Bina ta’mîr edilmez, benzemezse harabeye.

    Bedenleri açıkda kalıp, kuşlara kurdlara yem, olan ve çürüyüp kokan şehîdlerin, Allah huzûrundaki dereceleri, kat kat artar.

    İslâm düşmanı olan Vehhâbî eşkıyâsı, Tâif şehrindeki müslimânları kılıncdan geçirdikden ve eşyâları, paraları yağma edip paylaşdıkdan sonra, her tarafı dolaşarak, Eshâb-ı kiramın, Evliyânın ve âlimlerin türbelerini yıkıp yerle bir etdiler. Türbeleri yıkarken, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve Peygamber efendimizin çok .sevdiklerinden Abdüllah ibni Abbâs hazretlerinin mezârını kazıp, mubârek cesed-i şerifini çıkarıp yakmak istediler ise de, toprağa ilk kazmayı vurunca, etrâfa yayılan güzel kokudan ürkdüler. (Bu mezârda büyük bir şeytân vardır. Toprağı kazmakla vakt geçirmiyelim. Dinamitle havâya uçuralım) dediler. Çok mikdârda barut getirdiler. Pek uğraşdılar ise de barut ateş almadı. Barut ateş almayınca, şaşırıp dağıldılar. 0 günden beri bu mezar birkaç sene düz toprak hâlinde kaldı. Sonra, seyyid Yasîn efendi gâyet güze! bir sanduka yapdırarak bu mubârek mezârın unutulmasını önlemişdir.

    Vehhâbî eşkıyâsı, seyyid Abdülhâdî efendinin ve dahâ birçok Velîlerin de mezârlarım kazmak istediler işe de, herbiri kerâmet göstererek, zarar vermelerine imkân olmadı. Güçlüklerle karşılaşarak, bu kötü düşünceden vazgeçdiler.

    OSmân-ı Mudâyıkî ve İbni Şekbân mel’ûnlcrı, türbelerle berâber, câmi’lerin ve medreselerin de yıkılmasını emr etmişler idi. Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklerinden olan Yasîn efendi, (Cemâ’atle nemâz kılmak için yapılmış olan mescidlerî niçin yıkıyorsunuz? Eğer Abdüllah ibni Abbâs hazretlerinin mezân bulunduğu için yıkmak istiyorsanız, onun mezân, büyük mescidin dışındaki türbededir. Onun için mescidin yıkılması da icâb etmez) dedi. Osmân-ı Mudâyıkî ile İbni Şekbân bu söze cevâb veremediler. İçlerinde bulunan Matû' adında bir zındık (Şübheli oian şeyieri yok etmelidir) diye gülünç bir söz söyledi. Yasîn efendi buna karşılık (Mescidde şübhe olur mu?) deyince, cevâb veremedi. Uzun bir sessizlikden sonra, Osmân-ı Mudâyıkî (İkinizi de dinlemiyeceğim. Mescide dokunmayınız, türbeyi yıkınız!) emrini verdi.

    Tâifde müslimân kanı akıtan vehhâbî alçaklan, sonra Mekkeye ,saldırdılar ise de, hac zamanı olduğu için, şehre girmeğe korkdular. Mekke ehâlîsi, Tâifdeki müslimânların öldürülmesini işitince. Şerîf Gâlib efendi, vehhâbîlere karşı koymak için Ciddeye asker toplamağa gitdi. Fakat Mekke ehâlîsi, Tâif fâci’asından çok korkdukları için, vehhâbî kumandanına bir hey’et göndererek yalvardılar. Vehhâbîler binikiyüzonsekiz (1218) senesi Muharrem ayında Mekkeye girip, vehhâbî inançlarını şehrde yaydılar. Vehhâbî olmıyanları, kabr ziyâret edenleri, Resûlullahın türbesine gidip yalvaranları öldüreceklerini bildirdiler. Ondört gün sonra, şerîf Gâlib efendiyi yakalamak için Ciddeye gitdiler. Şerîf Gâlib efendi, Cidde karasından merdce ,saldırarak, vehhâbî eşkıyâsından çoğunu öldürdü. Geri kalanları, Mekkeye kaçdı. Halkın yalvarması üzerine, şerîf Gâlib efendinin kardeşi olan şerîf Abdülmu’în efendiyi Mekkede emîr bırakıp, Der’ıyyeye gitdiler. Şerîf Abdülmu’în efendi, vehhâbîlerin işkencesinden Mekkelileri koruyabilmek için bu emîrliği kabûl etdi.

    Şerîf Gâlib efendi, vehhâbîlerin bozguna uğramasından otuzsekiz gün sonra, Cidde vâlîsi Şerîf paşa ile, Ciddedeki askerleri alarak Mekkeye geldi. Burada bırakılmış olan vehhâbî askerlerini çıkardı. Emîrliği tekrar ele geçirdi. Vehhâbîler, Mekkelilerden intikâm almak için, tâif etrâfındaki köylere saldırıp çok cana kıydılar. (Osmânül-mudâyıkî) adındaki şakîyi Tâif’e vâlî yapdılar. Osmân, Mekke etrâfındaki vehhâbîlerî de toplıyarak büyük bir gürûh ile binikiyüzyirmi (1220) senesinde Mekke şehrini kuşatdı. Mekkedeki müşlimânlar aylarca sıkıntı çekdi. Aç kaldılar. Son günlerde, yimek için köpek eti dahî bulamadılar. Şerîf Gâlib efendi, milletin canlarını kurtarmak için, vehhâbîlerle anlaşmakdan başka çâre olmadığını anladı. Mekke emîrliği kendinde kalmak ve müslimânların canına, malına dokunmamak şartı ile şehri vehhâbîlere teslîm etdi.

    Vehhâbî eşkıyâsı, Mekke'yi aldıkdan sonra, Medîne'ye de saldırdılar. Şehre girdiler. (Hazîne-i n®beviyy&)de bin seneden beri toplanmış olan dünyânın en kıymetli târihî eşyâlarmı yağma etdiler. Müslimânlara, söylenemiyecek kadar çirkin işler yapdılar. Mubârek bin Magyan adında bir vehhâbîyi vâlî bırakıp, Der’ıyye’ye gitdiler. Vehhâbîler, Mekkede ve Medînede yedi sene kaldılar. Yedi sene Eh!-i sünnet hâcılarını Mekkeye .sokmadılar. Kâ'beyi (Kaytan) denilen siyah kumaşdan iki örtü ile sardılar. Nargile içmeği yasak etdiler. İçenleri çok dövdüler. Mekke ve Medîne ehâlîsi, vehhâbîlere hiç sokulmazlar, vehhâbîliği beğenmezlerdi

    Vehhâbîierin Mekkedeki müslimânlara yapclığı işkenceleri, Eyyûb Sabri paşanın binüçyüzbir (1301) hicrî şeşinde basılan (M ir'ât-ül-Haremeyn) kitâbının birinci cildi şöyle anlatmakdadır:

    Vehhâbîierin Mekke-i mükerreme şehrindeki müslimânlara ve her sene hâcılara yapdıkları işkenceler sayılamıyacak kadar çokdur.

    Vehhâbî eşkıyâsının başı olan Sü'ûd, Mekke ehâlîsine ve bunların emîri şerîf Gâlib efendiye sıksık korkuducu mektûblar gönderirdi. Birkaç kerre asker göndererek, Melekenin etrâfını sardı ise de, binikizyüzonsekiz (1218) senesine kadar bu şehri alamadı. Şerîf Gâlib efendi, bin

    ikiyüzonyedi (1217) senesinde Cidde vâlîsi ile Şam ve Mısır hâcı kafilelerinin reislerini toplayıp (Vehhâbî eşkiyâsı Mekke-i mükerreme şehrine saldırmak istiyor. Bana yardım ederseniz, onların reisleri olan Sü'ûdü ele geçirebiliriz) dedi. Bunu kabûl etmediler. Şerîf Gâlib efendi, kardeşi şerîf Abdülmu'îni, yerine vekîl bırakıp Ciddeye gitdi. Şerîf Abdülmu’în Mekke emîri olunca Eîhl-i sünnet âlimlerinden Muhammed Tâhir, seyyid Muhammed Ebû Bekr, Mîr Ganî, seyyid Muhammed Akkâs, Abdülhafîz Acemîyi Sü’ûd bin Abdül’azîze gönderip, afv ve iyilik İstediler. Binikiyüzonsekiz (1218) yılı idi. Sü’ûd, kabûl edip, askeri ile Mekkeye geldi. Abdülmu'îni kaymakam yapdı. Türbelerin, mezârlarm hepsini yılkdırdı. Vehhâbîlerin inancına göre, Mekke ve Medine ehâlîsi, Allahü Teâlâya ibâdet etmiyorlarmış. Türbelere tapınıyorlarmış. Türbeler ve mezârlar yıkılırsa, herkes Allaha tapınmağa başlarmış. Vehhâbîlerin baş imamları ya’nî kurucuları olan Abdülvehhâb oğlu Muhammede göre, hicretin beşyüz (500) senesinden sonra ölen müslimânların hepsi küfr ve şirk üzere ölmüş. İslâmiyyetin doğrusu, o dinsiz hâine bildirilmiş. Vehhâbî oldukdan sonra ölenlerin, önce ölmüş olan müşriklerin yanına gömülmeleri câiz değilmiş.

    Sü’ûd, şerîf Gâlib efendiyi yakalamak ve Ciddeyi ele geçirmek için, Cidde üzerine yürüdü. Fakat Cidde ehâlîsi, oradaki Osmânlı askeri ile elele vererek kahramanca çarpışdılar. Sü'ûdün askeri fenâ hâlde bozuldu. Sü’ûd, kaçan vehhâbîleri toplıyarak Mekkeye döndü.

    Şerîf Abdülmu’în efendi, Mekkedeki müslimânları ölümden ve işkenceden kurtarmak için vehhâbîlere dost göründü ise de, azgın vehhâbîler, her gün işkenceyi ve soygunculuğu artırdılar. Şerîf Abdülmu’în efendi, tatlılıkla geçinmeğe imkân olmadığını anladı. Şerîf Gâlib efendiye haber gönderip, (Sü'ûdün Mekkede ve vehhâbî eş— 372 —

    kıyâsının [mu’allâ] denilen meydândaki çadırlarda olduğunu, bir mikdâr askerle gelirse, Sü’ûdün ele geçirilebileceğini) bildirdi.

    Şerîf Gâlib efendi, bunu duyunca, Cidde vâlîsi Şerîf paşa ile birlikde ve seçme askerleri alarak, bir gece Mekkede vehhâbîlere baskın yapdı. Vehhâbî çadırlarını sardı ise de, Sü’ûd kaçıp kurtuldu. Vehhâbîler de silâhlarını teslîm etmek üzere afv dilediler. Dilekleri kabûl olundu. Mekke-i mükerreme şehri zâlimlerden kurtarıldı. Bu başarı, Tâifdeki vehhâbîleri korkutdu. Onlar da, kan dökmeden teslîm oldu. Osmân-ı Mudâyıkî zâlimi, adamları ile birlikde, Yemen dağlarına kaçdı. Mekkeden çıkan vehhâbîler, köylerde ve kabilelerde vurgunculuk yağdıklarından şerîf Gâlib efendi, (Benî Sakîf) kabîlesine hemen adamlar gönderdi. Tâife gidip, vehhâbîleri vurun! Ele geçirdikleriniz sizin olsun dedi. Benî sakîf kabîlesi, vehhâbî çapulcularından intikâm almak için, Tâife saldırdılar. Tâif de böylece kurtarıldı- Osmân-ı Mudâyıkî, Yemen dağlarındaki câhil, vahşî köylüleri toplayıp ve yolda karşıladığı vehhâbîleri de alıp Mekkeyi kuşatdı. Ehâlî üç ay kadar şehrde çok sıkıntı çekdi. Şerîf Gâlib efendi, on kerre çemberi yarmak istedi ise de, başaramadı. Mekkede yiyecek kalmadı. Ekmeğin okkası beş riyâle, sâde yağın bir okkası altı riyale çıkmakla berabâr, satıcılar bulunamaz oldu. Halk, kedi, köpek yidi. Sonra bunlar da bulunamadı. Ot, ağaç yaprağı yidiler. Bunlar kalmayınca, eziyyet etmemek ve kan dökmemek şartı ile Mekke şehri Sü'ûda teslîm edildi. Şerîf Gâlib efendi, bunda suçlu değildi. Fakat, önceden, kendini dinleyen kabîlelerden yardımcı getirmiş olsaydı, bu duruma düşmiyecekdi. Hattâ, Mekkeliler, şerîf Gâlib efendiye yalvarıp, bizi seven kabîlelerden yardımcı getirirseniz, hac zamânına kadar dayanabiliriz. Mısır ve

    Şam hâcılan gelince, vehhâbîlerden kurtuluruz demişlerdi. O da, bunu önceden yapabilirdim; şimdi yapılamaz diyerek, önceki yanlışlığını söylemişdir. Vehhâbîlere teslim olmak da istemiyordu. Fakat ehâlî, (Efendim, mubârek ceddiniz olan Resûlullah efendimiz, düşmanla anlaşma yapmışdı. Siz de anlaşarak bizi bu sıkıntıdan kurtarınız. Resûlullah efendimizin sünnetine uymuş olursunuz. Çünki Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem», anlaşmak ve sözleşme yapmak için hazret-i O.smânı [Hudeybiye] den Mekkedeki Kureyşlilere göndermişdi) dediler. Şerîf Gâlib efendi, halkın bu isteğini oyalıyarak son ana kadar anlaşma yapmadı. Halk dayanamıyacak hâle gelince, Mekkede bulunan Abdürrahman adındaki vehhâbî bir din adamının baskısı ile, sözleşmeğe râzı oldu. Şerîf Gâlib efendinin böyle davranması, pek kurnazca olmuşdu. Abdürrahmanın aracılığı ile, Sü'ûdün işkence yapmasını önlemiş oldu. Müslimânlara da (Anlaşmayı istemiyerek yapdım. Hac zamanına kadar bekliyecekdim) diyerek, halkı ve askeri kendine bağlamış oldu.

    Bu anlaşma üzerine, Abdül’azîzin oğlu Sü’ûd, Mekkeye girdi. Kâb'e-i muazzamayı kaba bir keçe ile örtdü. Şerîf Gâlib efendiyi işbaşından ayırdı. Fır’avn gibi, öteye beriye saldırmağa, akla gelmiyecek işkenceler yapmağa başladı. Şerîf Gâlib efendi, Osmânlılardan yardım gelmediğine gücenip, vehhâbîlerin Mekkeye yerleşme,sindeki sebeb, Osmânlı devletinin gevşekliğidir sözünü halk arasına yaydı. Osmânlı devletini harekete geçirmek için de, Mısır ve Şâm hâcılarının Mekkeye sokulmamasını Sü’ûda aşıladı.

    Şerîf Gâlib efendinin bu sözleri, Sü'ûdün azmasına ve işkencelerini artdırmasına yol açdı. Ehl-i sünnet âlimlerinden çoğunu ve Mekkenin ileri gelenlerini ve zenginlerini yakalatıp işkence ile öldürtdü. Vehhâbî olduğunu açıklamıyanlan korkuttu. Çarşılarda, pazarlarda, .sokaklarda adamlar bağırtıp (Sü’ûdün dînine giriniz! Onun geniş olan gölgesine sığınınız!) dedirtdi. Müslimânları Abdülvehhâb oğlu Muhammedin bozuk dînene sokmağa zorladı. Çöllerde olduğu gibi, hak dînini ve doğru mezhebini koruyabilecek sağlam kimseler çok azaldı.

    Şerîf Gâlib hazretleri, bu acı hâlleri görüp, Arabistan çöllerinde olduğu gibi, Hicâzda ve mubârek şehrlerde de islâmiyyetin yok olacağını anlıyarak, Sü’ûda haber gönderdi: (Hacdan sonra, Mekkede kalırsan, Osmânlı hükümetinin İstanboldan göndereceği askere dayanamazsın. Yakalanır öldürülürsün. Hacdan sonra Mekkede kalma, çık, git!) dedi ise de, bu sözler Sü'ûdün azgınlığının ve işkencelerinin artmasına yol açdı.

    Sü’ûd bin Abdül’azîz, her tarafa zulm, işkence ateşlerini yağdırdığı sırada, Ehl-i sünnet âlimlerinden birini çağırıp (Hazret-i Muhammed «aleyhisselâm» mezarında birimidir? Yoksa bizim inancımıza uygun olarak, herkes gibi ölümüdür,) deyince, (Reşûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bizim bilemediğimiz bir hayâtla diridir) cevâbını aldı. Sü'ûdün bu süâli sorması, onun cevâb verebileceğini düşünerek, işkence ile öldürmek içindi. (Hazret-i Peygamberin, kabrinde diri olduğunu, bize göster de sana inanalım. Saçmasapan sözlerle cevâb verirsen, benim hak dînimi kabûl etmemekde inâdcı olduğun anlaşılacağından, seni öldürürüm) dedi. Ehl-i sünnet âlimi (Dışarıdan birşey gösterip de şeni inandırmağa çcılışmıyacağım. Geliniz, birlikde Mledîne-i münevvereye gidelim! (Muvâcehe-i seâdet) penceresi önünde duralım. Ben selâm vereyim. Selâmıma cevâb verirse, inanırsın. Resûlullah efendimizin, Kabr-i seâdetinde diri olduğunu, selâm verenleri işitdiğîni ve cevâb verdiğini anlamış olursun. Selâmıma cevâb verilmezse, benim yalancı olduğum anlaşılır. Bana isteeliğin cezayı verebilirsin) dedi. Sü’ûd, bu .sözleri işitince, Ehl-i sünnet âlimini salıverdi. Sü'ûd bu cevâba çok kızmışdı. Çünki, bu işi yapsaydı, Vehhâbî inancına göre, kendisi de kâfir, müşrik olurdu. Şaşırıp kaldı. Oünki, buna karşılık verebilecek bir bilgisi yokdu. Rezîl olmamak için, âlimi serbest bırakdı. Sonra, kendi adamlarından birine, bu hocayı bulup öldüreceksin ve ölüm haberini bana hemen bildireceksin dedi. Allahü Teâlânın takdîri ile, bu vehhâbî bir yoluna getirip de, o zâtı öldüremediBu korkunç haber, ağızdan ağıza, o zâta kadar ulaşdı. Bu mücâhid zât, artık Mekkede bulunmanın doğru olrnıyacağını düşünerek, başka yere hicret etdi.

    Alçak Sü'ûd, mücâhid zâtın Mekkeden çıkdığını haber aldı. Arkasından, kiralık katil gönderdi. Bu vehhâbî kâtil, (Bir Ehl-i sünneti öldüreceğim, çok sevâb kazanacağım) diyerek, gece gündüz durmadan gitdi. Mücâhid zâta yetişdi i,se de, o zât, biraz önce kendi eceli ile vefât etmiş idi. Vehhâbî, o zâtın devesini bir ağaca bağlayıp, su aramak için, bir kuyu başına gitdi. Gelince, yalnız deveyi gördü. O zâtı bulamadı. Sü'ûda gidip olanları söyledi. Sü’ûd, (Evet, evet! Ben o zâtın zikr ve teşbih ile göklere çıkarıldığını rü'yâda gördüm. Nûr yüzlü kimseler, bu cenâze filân zâtdır. Âhır zamân Peygamberine dürüst inandığı için, çenâzesi semâya kaldırıldı dediğini işitdim) cevâbım verince, vehhâbî (Beni böyle mübarek bir zâtı öldürmek için, gönderirsin. Allahü Teâlânın ona olan ihsânını gördüğün hâlde, bozuk inancını düzeltmesin) diyerek sövüp saydı. Kendi tevbe etdi. Alçak Sü’ûd, adamın bu çözlerine kulak bile vermedi. Osmân-ı Mudâyıkîyi Mekkede vâlî bırakıp, Der’ıyyeye gitdi.

    Sü’ûd bin Abdül’azîz, taşkın ve şımarık olarak Der’ıyyede kaldı. Medîne-i münevvereyi de ele geçirdi. Vehhâbîlerden hac etmek istiyenleri ve doğru dürüst konuşabilenleri, yanına alarak Mekkeye doğru yola çıkdı. Vehhâbîliği övecek ve yayacak olan dîn adamları, önde gidiyordu. Bunlar Mekke’ye girince, 1221 Muharrem ayının yedinci Cum’a günü, Abdülvehhâb oğlunun yazdığı vehhâbî kitâbını (Mescid-i harâm) içinde okuyup anlatmağa başladılar. Ehl-i sünnet âlimleri bunlara cevâb verdi. Bu cevâbları (Seyf-ül-Cebbâr) kitâbında yazılıdır. On gün kadar sonra, Sü’ûd bin Abdül’azîz de geldi. Şerîf Gâlib efendinin (Mu^ailâ) denilen yerdeki konağına yerleşdiŞerîf Gâlib efendiye dostluk gösterisi olarak, üzerindeki örtünün bir parçasını ona örtdü. Gâlib efendi de, buna dostluk gösterisinde bulundu. Şerîf Gâlib efendi, Sü’ûd ile birlikde Mescid-i Harâma gidip, Kâ'be-i muazzamayı tavâf etdiler.

    1221 .Senesinde, Şam kâfilesinin Mekkeye yaklaşdığı işitildi. Sü’ûd, bu hâcılan Mekkeye sokmıyacağını bildirmek için, Mes'ûd bin Mudâyıkî adında birini kâfileye göndi. Mes’ûd, kâfileye gidip (Siz evvelce bildirilen şartlara uymadınız. Sü’ûd bin Abdüla’zîz size Sâlih bin Sâlih ile emr göndermişdi. Askersiz geliniz demişdi. Yanınızdaki bu askerler nedir? Emre uymadığınız için, Mekkeye giremezsiniz) dedi. Hac kâfilesinin emîri Abdullah Paşa, hac için geldiklerini bildirmek ve izn almak için Yûsüf paşayı Sü’ûda gönderdi. Sü’ûd Yûsüf paşayı görünce: (Paşa! Allahdan korkmasaydım, hepinizi öldürürdüm. Haremeyn ehâlîsi için ve Arab köylüleri için getirmekde olduğunuz altın torbalarını buraya getirip, hemen geri dönünüz! Bu sene hac yapmanızı yasak etdim) dedi. Yûsüf Paşa, altın torbalarını teslim edip geri döndü.

    Şâm kâfilesinin hac yapması yasak edildiği haberi her tarafa yayıldı. İşiten müşlimânlar şaşkına döndü. Mekkedeki müşlimânlar, kendilerinin de Arafâta çıkmaları yasak edildi sanarak ağladılar, sızladılar. Ertesi gün,Mekkelilerin Arafâta gitmelerine izn verildi ise de, mahfe ve taht-i revân içinde gitmeleri yasak edildi. Hâkimler, âlimler ve herkes merkeb veyâ deve ile Arafâta gitdiler. Arafât meydanında hutbeyi Mekke kâdîsi yerine Vehhâbî zındıklarından birisi okudu. Hacdan sonra Mekkeye döndüler.

    Sü’ûd, Arafât dönüşünde, Mekke kâdîsi Hatîb-zâde Muhammed efendiyi işinden ayırıp, yerine Vehhâbî zındıklarından Abdürrahmanı getirdi. Abdürrahman da, Muhammed efendiyi ve Medîne mollası Sü'adâ beyi ve Mekke-i mükerreme nakîbi Atâyî efendiyi getirip yerdeki keçe üzerine oturtduSü'ûda bî’at ediniz dedi. Bu âlimler, Vehhâbî inancına göre (Lâ ilâhs illallah vahdehu iâ şerike leh) diyerek musâfaha etdiler ve yine yerlerine oturdular. Sü’ûd güldü. (Ben sizi ve Şam kâfilesi hacılarını Salih bin Sâlihe bırakdım. Sâlih, iyi bir adamımdır. Ona güvenirim. Mahfe devesi ve yük devesi için üçer yüz ve merkeb için yüzelli kuruş vermek üzere Şama gitmenize izn verdim. Bu kadar ucuz para ile Şama gitmek, sizin için büyük bir ni'metdir. Sâyemde rahat ve sevinerek gidiniz. Bütün hâcılar, böylece gidip geleceklerdir. Bu da, benim bir adâletimdir. Pâdişâh-ı âl-i Osman sultan üçüncü Selîm hân hazretlerine mektûb yazdım. Kabrler üzerine türbe yapılmasının ve ölülere kurban kesilmesinin ve onları vesîle ederek düâ olunmasının yasak edilmesini istedim) dedi.

    Vehhâbîlerin Mekkede yerleşmesi, dört sene devâm etdi. Binikiyüzyirmiyedi [1227] senesinde, Mısır vâli.si Muhammed Alî Paşa Ciddeye geldi. Ciddeden ve Medîneden gönderdiği Mısır askerleri birleşerek kanlı bir muhârebeden sonra Vehhâbîleri Mekkeden çıkardılar.

    İslâm halîfelerinin yetmişbeşincisi ve Osmânlı pâdişâhlarının onuncusu olan sultan birinci Süleymân hân,Medîne-i münevvere şehri etrafındaki dıvârları yenilemişdi. Dıvârlar çok sağlam yapıldıkları için, Medîne-i münevvere şehri ikiyüzyetmişdört sene, eşkıya baskınına uğramadı. Şehrdeki müşlimânlar rahat ve huzûr içinde yaşadılar. Fakat, hicretin binikiyüzyirmiiki [1222] senesi ilk aylarında Vehhâbîierin pençesine düşdüler.

    Vehhâbî çapulcularının başı olan Sü’ûd adındaki şakî, Mekke-i mükerremeyi ele geçirdikden ve Mekke etrafındaki köylere hâkim oldukdan sonra, köylerden topladığı yağmacıları Medîne şehri üzerine gönderdi. Bunların başına Bedây ve Nâdî adında Vehhâbî iki kardeşi kumandan yapmışdı. Yolda karşılaşdıkları müslimân köylerini yağma etdiler. Çok cana kıydılar. Bedây ve kardeşi Nâdi, Medîne etrâfındaki köylerden çoğunu yakıp yıkdı. Eşyalarını yağma etdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirmiş oldukları doğru yolda olan müslimânları kılîncdan geçirdi. Yakılan köyler, öldürülen müşlimânlar, o kadar çokdu ki, belli bir sayı elde edilemedi. Medîne şehri etrâfındaki köyler, ölüm korkusundan ve yağmadan, işkenceden kurtulmak için, Vehhâbî sapık inanışlarını kabûl etdiler. Sü'ûda kul, köle oldular. Başkanları, Sü’ûd tarafından gelen ve Vehhâbîliği anlatan bir mektûbu Sâlih bin Salih adında azgın bir Vehhâbî ile Medîne şehrine gönderdi.

    Sü’ûdün Medînedeki müslimânlara karşı yazdığı mektûbun tercemesi şöyledir:

    Kıyâmet gününün mâlikinin adı ile başlıyorum. Medînenin âlimlerine, me’mûrlarına ve tüccârlarına bildiririm ki, dünyâda râhata ve huzûra kavuşmak, ancak hidâyet bulanlar içindir. Ey Medîne ehâlîsi! Sizi hak dîne çağırıyorum. Cenâb-ı Hak, (Allahın doğru bildiği dîn, islâm dînidir. İslâmdan başka dîn edinenlerin, dînleri kabul olmaz. Bunlar, âhıret gününde zarar edeceklerdir!) buyurdu. Size karsı olan düşüncelerimin nasıl olduğunu bilme-

    nizi istiyorum. Medîne ehâlîsine karşı sevgim ve bağlılığım vardır. Yanınıza gelip, Resûlullahın şehrinde bulunmak istiyorum. Beni dinlerseniz, enirlerime uyarsanız, size bir sıkıntı ve işkence yapmam. Mekke şehrine girdiğim zaman, orada bulunanlar, benden hep iyilik gördüler. Yeniden müslimân olmanızı istiyorum. Vehhâbîliği kabûl ederseniz, yağmadan, ölümden ve işkenceden kendinizi kurtarırsınız. Allah sizi korur, ben de koruyucunuz olurum. Bu mektûbumu, güvendiğim adamım Sâlih bin Salih ile size gönderiyorum. İyi okuyunuz. Onun ile karara bağlayınız! Onun sözü, benim sözüm demekdir.

    Sâlih bin Sâlih ile gelen mektûb, Medînelileri çok korkutdu. Vehhâbîlerin dahâ önce Tâifde yapdıkları işkenceleri, kılıncdan geçirdikleri kadınları, çocukları, birkaç gün önce işitmişierdi. Tüyleri ürpermişdi. Sü’ûd bin Abdül’azîzin mektûbuna evet veyâ hayır diyemediler. Canlarından da, dinlerinden de vazgeçemediler.

    Vehhâbî eşkıyasının başı olan Bedây, hâini, mektuba cevâb gelmeyince, Medînenin iskelesi olan (Yenbû') şehri üzerine yürüdü. Bunu ele geçirdikdn sonra, Medîneye gelip, şehri kuşatdı. Sûrun, Anberiyye kapısına şiddetle saldırdı. O gün Şâm hâcılan Abdüllah Paşanın emîrliği altında çıkageldiler. Şehrin sarılmış olduğunu görünce hâcılar ve birlikde bulunan askerler, Vehhâbî eşkıyası ile döğüşmeğe başladılar. İki sâat süren kanlı muhârebede, iki yüz kadar Vehhâbî şakîsi kılıncdan geçirildi. Geri kalanları dağılıp kaçdılar.

    Abdüllah Paşa, hac vazifesini yapıncaya kadar, Medînedeki müşlimânlar rahat etdiler. Fakat, Şam hâcılan, Medîneden çıkıp uzaklaşınca, Bedây hâini şehri yine kuşatdı. Kubâ ve Avâlî ve Kurban denilen yerleri ele .geçirdi. Buralara iki de tabya yapdı. Şehrin ulaşdırma yollarım kesdi. (Ayn-i zerkâ) denilen su yollarını yıkdı. Böylece müslimânları aç ve susuz bırakdı.

    MU'CİZE: Vehhâbîler, Ayn-i zerkâ su yolların! yıkıp şehrde su kalmadığı zaman, Mescid-i Nebîdeki (Bağçetür-Resûl) içindeki kuyunun suyu çoğaldıAcılığı ve sertliği kplmadı. Şehrdeki bütün müslimânlar su sıkıntısı hiç çekmedi. Dahâ önce, bu kuyunun suyu acılığı ile meşhûr idi.

    Muhasara aylarla uzadı. Medînedeki müslimânlar, Şam hacıları gelir bizi yine kurtarır diyerek, ağır sıkıntılara katlandılar. Fakat, Şam ilâcıları gelince, emirleri olan İbrahim paşa, Vehhâbîlere karşı koyacak askeri olmadığı için, şehri Vehhâbîlere teslîm ediniz dedi. Medînedeki müslimânlar bunu işitince, İbrahim Paşanın Bedây ile konuşup anlaşdığını, müslimânlara işkence ve zarar yapılmaması için ondan söz aldığını sandılar. Tercemesi aşağıda yazılı mektubu yazarak, Muhammed Tayyör ve Hasen Çavuş ve Abdülkâdir İlyâs ve Alî adında dört kişi ile Sü'ûda gönderdiler.

    Mektûb tercemesi: Size karşı yapılması lâzım olan saygıyı bildirir ve selâmlarımızı arz ederiz. Allahü Teâlâ, rızâsına uygun olan işlerinizi başarılı eylesin1. Ey şeyh Sü’ûdl Şam hâcılarının emîri olan İbrahim paşa buraya geldi. Şehrin Bedây tarafından kuşatılmış, susuz bırakılmış ve yollarının kesilmiş olduğunu gördü. Sebebini sordu. Bu işlerin sizin emrinizle yapılmış olduğunu anladı. Bizler, senin Medîne ehâlîsine karşı kötü niyyetde olmadığını umduğumuz için, bu çirkin ve kötü şeylerden haberin olmadığını düşündük. Başımıza gelenleri sana bildirmek için, ileri gelenlerimiz toplandık. Sözbirliğine vararak aramızdan en iyi, temiz olan dört kişiyi seçdik. Sana gönderdik. Bunların, bizi sevindirecek bir cevâb ile geri dönmelerini Allahü Teâlâdan düâ ediyoruz.

    Sü’ûd, mektûbu alınca, elçilere çok sert davrandı. Medîne ehâlîsine çok kızgın ve düşman olduğunu bildirmekden hayâ etmedi. Elçiler, afv etmesi için çok yalvardılar. Onun pis ayaklarına kapandılar ise de, hak olan dînimi kabûl etmiyeceğinizi, emrlerimi yapmıyacağınızı, açlıkdan, su.suzlukdan ve sıkıntıdan bunalarak, tatlı dille beni aldatmak istediğinizi, sıkıntıdan kurtulmak için yalvardığınızı, mektubu okuyunca anladım. İsteklerimi yapmakdan . başka kurtuluş yolu yokdur. Emrlerimi kabûl eder görünüp de, uygunsuz söz ve hareketiniz olursa, sizi de Tâifliler gibi inletir ve yok ederim dedi. Müslimânlan Vehhâbî olmağa zorladı.

    Sü'ûdün, Medîneden gelen elçilere kabûl etdirdiği bozuk ve sapık sözler (Târîh-i vehhâbiyyân) kitâbında uzun yazılıdır.

    Medîneli elçiler, Sü'ûdün enirlerini zorla kabûl etdikden sonra geri döndüler. Medîneliler de, bunalmış olduklarından, boğulan kimsenin yılana .sarıldığı gibi, başka bir şey diyemediler. Anlaşmanın yedinci maddesi gereğince Bedây adamlarından yetmiş kişiye, Medîne kakasını teslîrh etdiler. Anlaşmanın bir maddesi, Medînedeki türbelerin yıkılması idi. Vehhâbîlerin işkencelerinden kurtulabilmek için, anlaşmada bulunan emrleri, istemiyerek yapdılar. İstemiyerek yapdılar ise de, bu işleri pek kötü sonuçlara yol açdı.

    İstanbola yazılan imdâd mektûblarına bir cevâb alınamadı. Medîne ehâlîsi, üç sene Vehhâbîlerin işkencesi altında kaldı. Müslimânların, İstanboldan yardım geleceğine ümmîdleri kalmayınca, Sü'ûda mektûb yazdılar. Afv ve merhamet etmesi için yalvardılar. Bu mektûbu, Hüseyn Şâkir ve Muhammed Segâyî adında iki kişi ile Der’ıyyeye gönderdiler. Fakat Sü’ûd, Medînelilerin, önce İstanboldan yardım istemiş olduklarım işitdiğinden, elçileri kabûl etmedi. Üç seneden beri sıkıntı ve işkence altında yaşamakda olan Medînelileri dahâ çok sıkışdırmak ve hırpalamak için büyük bir Vehhâbî sürüsü ile Medîne üzerine yürüdü.

    Arabistan çölünde bütün vahşîler ve köylüler, Sü’ûdü Necd pâdişâhı olarak tanıyorlardı. O ahmak ve alçak da, öteye beriye yazdığı mektûblara (imâm-üd-Der’ıyye mecdiyye vel-ahkâm-id-da’vetin Necdiyye) diyerek imzâ ederdi.

    Alçak Sü’ûd Medîneye girince, hemen türbelerin yıkılmasını ve türbe bakıcılarının yıkmalarını emr eyledi. Üç sene önceki anlaşmanın üçüncü maddesine göre, müslimânlar birçok kıymetli türbeleri önceden yıkmışlar, mezarları yerle bir etmişler idi ise de, büyük ve mubârek bildikleri birkaç türbeye dokunamamışlardı. Bunları da, kendi hizmetçileri, ağlaya sızlaya yıkmağa başladılar. Hazret-i Hamzanın «radıyallahü anh» Uhuddaki türbesinin bekçisi olan müslimân, çok ihtiyâr olduğu için, bu isi yapamıyacağını bildirince, alçak Sü’ûd kendi kölelerinden bir hâini, kubbeyi yıkmak için göndermiş. Bu alçak Vehhâbî, türbeyi yıkmak için kubbe üstüne çıkınca düşüp ölmüş olduğundan, Sü’ûd habîsi, hazret-i Hamzanın türbesini yıkmakdan vaz geçdî. Fakat kapısını şökdürdü. Bu bayağı emrini yapdırdıkdan sonra, (Menâha) meydânında kurdurduğu kürsîye çıkıp, bir konuşma yapdı. Medînedeki müslimânların vehhâbî olmak istemediklerini, korkudan vehhâbî göründüklerini, münâfık olduklarını, eskisi gibi müşrik kalmak istediklerini söyledi. Sonra, kal'ada sığınmış olanların da gelip boyun bükmelerini, gelmiyenler için Tâife yapdırmış olduğu vehhâbîlik adâletinin bunlara da yapılacağını, pek çirkin ve şımarık sözlerle anlatdı.

    Herkesin Menâha meydânında toplanmasını, .sokak sokak dolaşan vehhâbîler bağırarak bildirdikleri için ve kal'a kapıları da kapatıldığı için, herkes korkmuşdu. Tâifliler gibi işkence ile öldürüleceklerini anlamışlardı. Çocuklarının gözlerinden öperek, kadınlarına vedâ’ edip halâllaşarak, Menâha meydânında toplandılar. Erkekler  bir tarafa, kadınlar başka tarafa çekilip, Resûlullahın «sal-  lallahû aleyhi ve sellem» mübarek türbesinin nûrlu kub-  besine karşı boyun bükdüîer. Medîne-i münevverede o zamâna kadar, böyle bir kara gün görülmemişdi. Sü’ûd kuduruyor. Müslimânlara karşı görülmemiş bir kin ile  köpürüyordu. Fakat,    Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve  sellem» bereketi ile,    Allahü Teâlâ, Medîne şehrini kana  boyamakdan korudu.    Edebe, hayâya sığmıyan çok çirkin  ve kötü sözlerle müslimânlara hakaret etdikden sonra, Medîne kakasına vehhâbî eşkıyâsını yerleşdirdi. Vehhâbî şakilerinden en güvendiği Hasen Çavuş adındaki bir alçağı Medîneye vâlî bırakıp, kendisi (Der’ıyye) ye gitdi. Hac zamanında Mekkeye gelip, hac yapdıkdan sonra, yine Medîneye geldi. Şam kâfilesi Medîneden iki üç konak açıidıkda, alçak Sü’ûd, ininden çıkarak mahkeme binâsına geldi. Resûlullahın mubârek türbesinde ve Mescid-i Nebevi hazînesinde bulunan ve bin seneden beri çeşidli İslâm sultanları, islâm kumandanları, islâm san'atkârları ve islâm ilm adamları tarafından ve bütün islâm dünyâsından seçilerek ve özenerek gönderilmiş olan pek kıymetli hediyyeleri, târihî büyük ehemmiyyet taşıyan san’at eserlerini, altınlarla süslü, cevherlerle ve kıymetli taşlarla iş,  lenmiş behâ biçilmez eşyâyı ve seçme muşhaf ve nâdîde i kitâbları, taş yüreği ve kara kalbi titremeden yağma etdirdi. Bu edebsizlikden ve alçaklıkdan da, müslimânlara karşı olan kin ateşi sönemeyince, yıkılmakdan kurtulmuş olan, Eshâb-ı kirâmın ve şehîdlerin türbelerini de yıkdırdı. Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» mubârek ; hücresinin kubbesini de yıkdırmak istedi ise de, müslimânların hıçkırarak ağlamaları ve yalvarmaları, üzerine,      Şebeke-i şeâdeti harâb edip, diyarları bırakdı. Medîne şehrini çeviren dıvarların ta'mîr edilmesini emr etdi. Medîne ehâlîsini Mescid-i Nebîye topladı. Mescid kapılarını kapatıp, kürsîye çıkdı. Şöyle dedi:

    Ey cemâ'at! Size nasihat vermek ve enirlerime uymanızı tenbîh etmek için buraya topladım. Ey Medine ehâlisi! Bugün dîniniz temam oldu. Müslimân oldunuz. Allahı sevindirdiniz Artık babalarınızın, dedelerinizin bozuk olan dinlerine özenmeyiniz! Allahın onlara rahmet etmesi için düâ etmeyiniz! Onların hepsi şirk üzere öldüler. Müşrik idiler. Allaha nasıl ibâdet edeceğinizi, nasıl düâ edeceğinizi, din adamlarımıza verdiğim kitâbfarda bildirdim. Din adamlarımın bildirdiklerine uymıyanlarınız olur i,se, mallarınızın ve eşyânızın, çocuklarınızın ve kadınlarınızın, kanınızın, askerim için mubâh olduğunu biliniz! Hepinizi zincire bağlayıp, işkence yapacaklar ve öldüreceklerdir. Peygamberin türbesi önünde, dedelerinizin yapdığı gibi, salât ve selâm söylemek için saygı ile durmak, vehhâbîlik dîninde yasakdır. Türbe önünde durmayıp, geçip gitmeli. Giderken yalnız (esselâmü alâ Muhammed) demelidir. Peygambere saygı, imâmımız Muhammed bin Abdülvehhâbın ictihâdına göre bu kadar yetişir.

    Alçak Sü’ûd, bu sözleri ve bunlara benzer dehâ birçok yazamıyacağımız çirkin ve kaba sözleri söyledikden şonra, Mescid-i seâdetin kapılarını açdırdı. Oğlu Abdullah! Medîneye vâlî bırakıp, kendisi Der’ıyyeye gitdi. Bundan sonra, Abdüllah bin Sü’ûdün Medînedeki müslimânlara etmediği fenâlık kalmadı.

    Osmânlı devleti, bu yıllarda dış devletlerle uğraşmakda ve masonların körüklediği ısyân ateşlerini söndürmeğe çalışmakda idi. Binikiyüzyirmialtı (1226) senesinde, vehhâbîlerin müslimânlara işkenceleri ve İslâm dînine olan hakaretleri, dayanılmıyacak hâl aldığından, müslimânların halîfesi sultan II. Mahmûd hân, [Mısır valîsi Muhammed Alî paşaya fermân gönderip, vehhâbîleri terbiye etmesini emr eyledi. Muhammed Alî paşa, oğlu Tosun paşanın kumandasında bir kolorduyu, Ramezân ayında Mısırdan yola çıkardı. Tosun Paşa, Medînenin iskelesi olan (Yenbû') şehrini vehhâbîlerden aldı. Cüdeyde yolu ile Me; dîye’ye giderken, (Safrâ) vâdîsi ile Cüdeyde boğazı arasında ve binikiyüzyirmialtı (1226) zilhicce ayı başında büyük bir muhârebe olup bozguna uğradı. Tosun paşaya birşey olmadı ise de, OsmanlI müşlimânlarının çoğu şehîd oldu. Muhammed Alî paşa buna çok üzüldü. Büyük bir kolordu ile kendisi yola çıkdı. Orduda onsekiz top, üç havan topu ve pek çok silâh vardı. Binikiyüzyirmiyedi (1227) senesinin Şa’bân ayında Safra ve Cüdeyde boğazlarını geçdiler. Ramezân ayında, birçok köyleri harbsiz ele geçirdiler. Muhammed Alî paşa, çok kurnaz davranıp, bu başarılan para ile sağladı. Daha doğrusu, bu kurnazlığı ona şerîf Gâlib efendi öğretdi. Para ile köyleri ele geçirdi. Bu yolda yüzonsekizbin riyâl dağıtıldı. Tosun paşa da, babası gibi, şerîf Gâlib efendi ile görüşmüş ol.saydî, koca bir orduyu elinden çıkarmamış olurdu. Şerîf Gâlib efendi, Mekkede vehhâbîierin emîri idi. Fakat, Mekkenin o azgın şakilerden kurtarılmasını gönülden istemekde idi. Muhammed Alî paşa, zilka'de sonunda Medîneyi de kansız ele geçirdi. Bu zaferleri, halîfe hazretlerine arz edilmek üzere Mısıra bildirdi. Mısırda üç gün üç gece bayram yapıldı. Zafer müjdeleri bütün islâm memleketlerine bildirildi. Muhammed Alî Paşa, bir fırkayı da, Cidde yolundan Mekkeye göndermişdi. Bu fırka, binikiyüzyirmisekiz (1228) muharremi başlarında Ciddeye geldi. Mekkeye yürüdü. Şerîf Gâlib efendinin gizlice göndermiş olduğu plânlara uyarak, kolayca Mekkeye girdi. OsmanlI ordusunun Mekkeye yürüdüğü, şehre yayılınca, vehhâbî askerleri, kumandanları ile birlikde, dağlara kaçdılar.

    Vehhâbîierin re'îsi olan Sü’ûd bin Abdül’azîz habîsi binikiyüzyirmiyedi (1227) .senesinde, hacdan sonra Tâife gitmiş, islâm kanı dökülen yerleri gezmiş, fesâd ocağı olan Der’ıyyeye dönmüşdü. Der’ıyyeye gelince, Medîne-I münevverenin ve sonra Mekke-i mükerremenin OsmanlIların eline geçdiğini işitince, şaşkına döndü. O sırada Osmânlı ordusu Tâife yürüdü. Tâif zâlimi olan (Osmanül-Mudâyıkî), askeri ile birlikde, korkudan kaçmış olduğundan, şehr harbsiz ele geçirildi. Müjde haberi İstanbola, müslimânların halîfesine arz olundu. Sultan Mahmûd hazretleri, bu müjdeye çok .sevindi. Allahü Teâlânın bu ihsanına hamd eyledi. Muhammed Alî paşaya teşekkürler ve ihsanlar gönderip, Hicâza tekrar giderek vehhâbî eşkıyâsını teftîş ve kontrol etmesini emr buyurdu.

    Muhammed Alî paşa, sultan Mahmûd hânın fermânma uyarak, Mısırdan tekrâr yola çıkdı. Bu sırada, şerîf Gâlib efendi, Osmânlı ordusu ile birlikde Tâife gitmiş, elleri kanlı vâlî Osmanı aramağa dağılmışlardı. Plânlı davranarak, şakîyi yakaladılar. Mısıra ve oradan İstanbola gönderildi. Muhammed Alî paşa, Mekkeye gidince, şerîf Gâlib efendiyi İstanbola gönderdi. Yerine, kardeşi Yahyâ bin Meş'ûd efendiyi emîr yapdı. Binikiyüzyirmidokuz (1229) muharrem ayında (Mubârek bin Magyan) şakîsi de ele geçirilip İstanbola gönderildi. Binlerle müslimân kanı akıtan bu iki şakî, İstanbol sokaklarında dolaşdırıldıkdan sonra, cezâları verildi. Yirmialtı sene Mekke emîrliği yapan şerîf Gâlib hazretlerine sevgi ve saygı gösterilerek Selânike gönderilmiş, orada istirâhat ederek, binikiyüzotuzbirde (1231) vefât etmişdir. Selânikde türbesi ziyâret edilmekdedir.

    Hicâzın mubârek şehrleri vehhâbîlerden temizlendikden sonra, Yemene kadar olan yerleri de temizlemek için bir tümen gönderilmişdi. Muhammed Alî paşa, kendi askeri ile bu tümenin yardımına gitdi. Bütün oraları vehhâbîlerden temizledi. Mekkeye döndü. Binikiyüzotuz (1230) recebine kadar orada kaldı. Oğlu Hasen paşayı Mekke

    valisi yapıp Mısıra döndü. Vehhâbî eşkıyâsının başı ve dökülen kanların en sorumlusu olan Sü'ûd bin Abdül’azîz habîsi binikiyüzotuzbir (1231) yılı ortalarında öldü. Yerine oğlu Abdüllah bin Sü’ûd geçdi. Muhammed Alî paşa Mısıra gelince, oğlu İbrahim paşayı bir tümen ile Abdüllahın üzerine gönderdi. Abdüllah İbni Sü’ûd önceden Tosun paşa ile bir anlaşma yaparak, Der'ıyye emîri kalmak şartı ile, OsmanlIlara itaat edeceğini bildirmişdi. Fakat Muhammed Alî paşa, bu anlaşmayı kabûl etmemişti. İbrahim paşa, binikiyüzotuzbir (1231) senesi .sonunda Mısırdan yola çıkdı. Binikiyüzotuziki (1232) başında Der’ıyyeye vardı. Abdüllah ibn-üs-Sü'ûd bütün askeri ile karşısına çıkdı. Çok kanlı muhârebelerden sonra, binikiyüzotuzüç 1233 [m. 1818] Zilka’de ayında Abdüllah ibn-üsSü'ûd yakalandı. Bu zafer müjdesi Mısıra gelince, kal’adan yüz top atılıp, yedi gün yedi gece bayram yapıldı. Her taraf bayraklarla donatıldı. Minârelerde tekbîr getirildi ve münâcâtlar okundu.

    Muhammed Alî paşa, Arabistanın mubârek şehrlerinin vehhâbî sapıklarından temizlenmesine çok önem vermiş, bunu başarmak için çok uğraşmış, bu yolda, .sayılamıyacak kadar altın sarf etmişdir. [Işık Kitâbevi tarafından neşredilen] (Vehhâbîye Nasihat) kitâbının birinci baskısının yapıldığı binüçyüzdoksan (1390) muharrem ve bindokuzyüzyetmiş (1970) mart ayında, Sü’ûdî hükümetinin, dahâ çok altın harcıyarak vehhâbîlik sapık inançlarını bütün dünyâya yaymak çabasında olduğunu üzülerek görmekdeyiz. Vehhâbîlik felâketinden kurtulmak için, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin yazdıkları din kitâblarını okuyup, islâmiyyeti doğru olarak öğrenmekden başka çâre yokdur.

    Abdüllah bin Sü’ûd yakalandıkdan sonra, vehhâbî azgınları ile birlikde Mısıra gönderildi. Binikiyüzotuzdört (1234) muharreminde, .sayılamıyacak kadar çok seyirci arasında Kahireye getirildiler.

    Muhammed Alî paşa, Abdullah bin Sü’ûdü pek sevinçli olarak ve nezâketle karşıladı. Şöyle konuşdular:

    Paşa:

    — Çok uğraşdınız!

    İbn-üs-Sü’ûd :

    — Harb, kader kısmet işidir.

    — Oğlum İbrâhim paşayı nasıl gördünüz?

    — Çok cesûrdur. Kurnazlığı dahâ çokdur. Biz de çok çalışdık. Fakat, Allahın dediği oldu.

    — Üzülme! Müslimânlarm halîfesine, senin için şefâ'at mektûbu yazacağım.

    — Kaderde ne varsa, o olur.

    — O çekmeceyi niçin yanında taşıyorsun?

    — Babamın, hucre-i nebeviyyeden aldığı çok kıymetli eşyâları koydum. Şanlı pâdişâhımıza takdîm edeceğim.

    (Paşanın emri üzerine çekmece açıldı. (Hucre-i nebeviyye) den çalınmış olan eşyâ görüldü. İçlerinde değer biçilemiyecek kadar sü,slü üç mushaf-ı şerîf ve pek iri üçyüzotuz inci, bir büyük zümrüd ve ayrıca altın zincirler vardı). Muhammed Alî paşa, bunları gördükden sonra, sordu:

    — (Hazîne-i Nebeviyye) den alınan kıymetli eşyâ bu kadar değildir. Dahâ çok şeyler olacakdır?

    — Hakkınız var, devletli efendim. Fakat ben, babamın hazînesinde bunları buldum. (Hucre-i seâdet) yağmasında babam yalnız değildi. Arab beyleri ve Mekke ileri gelenleri ve (Harem4 seâdet) ağaları ve Mekke emîri olan şerîf Gâlib efendi, yağmada ortak idiler. Eşyâlar kapanın elinde kalmışdı.

    — Evet doğrudur! Şerîf Gâlib efendinin yanında, çok şeyler bulduk aldık.

    (Şerîf Gâlib efendinin yanında bulunan eşyânın, vehhâbî yağmacılarından kurtarmak için alınıp saklandıklarını düşünmek lâzımdır. Muhammed Alî paşanın (Evet, doğrudur) demesi, şerîf Gâlib efendinin, yağma etdiğine inandığını değil, eşyânın az olmasının sebebini kabûl etdiğini bildirmek içindir).

    Bu konuşmalardan sonra, Abdüllah bin Sü’ûd, ,suç ortakları ile birlikte, İstanbolda gönderildi. Binlerle müsiimân katili olan bu azgın şakiler, (Topkaıpı serâyı) kapısının önünde i'dâm edilerek cezâları verildi.

    İbrahim paşa, Der’ıyye kal’asmı yıkdı. Binikiyüzotuzbeş (1235) senesi muharrem ayında Mısıra döndü. Vehhâbîlik bozuk yolunu kurarak binlerce insanın sapıtmasına şebeb olan Muhammed bin Abdülvehhâbın bir oğlu da Mısıra getirilip, ölünciye kadar habs edildi.

    Abdüllah İbn-üs-Sü’ûd’dan sonra, o soydan (Terkî bin Abdüllah) vehhâbîlere baş oldu. Babası Abdüllah, Sü’ûd bin Abdül'azîzin amcasının oğlu idi. Az zaman sonra, yine kendilerinden (Meşşârî) adında bir vehhâbî, Terkiyi öldürüp yerine geçdi. Terkînin oğlu Faysal da, Meşşârîyi kesip, vehhâbîlerin başına geçdi. Muhammed Alî paşanın yeniden gönderdiği askere karşı koymak i.stedi ise de, binikiyüzelîidört [1254] senesinde, mîrliva [tuğge neral] Hurşîd paşanın eline geçerek, Mısıra gönderildi. Habs edildi. Sü’ûdün Mısırda bulunan oğlu Hâlid bey Der’ıyye emîri yapılarak (Riyâd) şehrine gönderildi. Hâlid bey, Mısırda Osmânlı terbiyesi ile yetişmiş, Ehl-i sünnet i’tikâdında, nâzik bir zât idi. Bunun için emîrlikde birbuçuk sene kalabildi. Vehhâbî azgınlarından (Abdüllah ibni Seyyân) adında bir adam, Oşmanlı devletine sâdık görünerek, birçok köyü eline geçirdi. Ansızın, Der’ıyyeye saldırıp, Necd emîri oldu. Hâlid Mekkeye kaçdı. Mısırda zindanda bulunan şeyh Faysal kaçarak, (Cebel-i Semr) emîri Îbnürreşîdin yardımı ile, Necde gidip, İbni Seyyânı öl:    dürdü. Osmânlı devletine sâdık kalacağına yemîn ederek, Der'ıyye emîri yapıldı. (1282) senesinde ölünceye kadar sözünde durdu.

    Şeyh Faysalın (Abdullah, Sü'ûd, Muhammed Sa'îd) isminde üç oğlu vardı. Şeyh Faysal ölünce, büyük oğlu Abdüllah, Necd emîri yapıldı. Kardeşi Sü'ûd, Bahreyn adaşından topladığı kimselerle birlikde ısyân etdi. Şeyh Abdüllah, küçük kardeşi Muhammed Sa’îdi, Sü'ûdün üzerine gönderdi. Muharebede Sa’îdin askeri dağıldı. Sü'ûd, bütün Necd şehrlerini ele geçirmek hulyâsına kapıldı ise de, şeyh Abdüllah, Osmânlı devletinin bir emîri olduğu için, altıncı ordu kumandanlarından ferîk [tümgeneral] Nâfiz paşa, Sü'ûdün üzerine gönderildi. Sü’ûd ile yanındaki bütün çeteciler yok edildi. Necd ülkesi râhata ve huzûra kavuşdu. Bütün müslimânlar halîfe-i müsiimîne düâ etdiler. Sonra, Muhammed İbn-ür-Reşîd, Necdi ele geçirdi. Abdullah) esîr eyledi. ’

    Vehhâbîler, Yemeni elde etdikleri zaman, Tâif ile San'a şehrleri arasında (Sevvat) dağları üzerinde yaşıyan, bir milyona yakın Asîrli vahşîleri dahî aldatmışlar, vehhâbî yapmışlardı. Muhammed Alî paşa, vehhâbî eşkıyâsının kökünü temizledikden sonra, bu dağlardaki vehhâbîlerin temizliğini .sonraya bırakmışdı. Binikiyüzaltmışüç (1263) de Sultan Abdülmecîd hân zamânında buralar da OsmanlIların idâresi ve kontrolü altına alındı.

    Asîrlilerin, kendilerinin seçdikleri emîrleri ve OsmanlIların ta’yîn etdiği vâlîleri vardı. Yumuşak davranan vâlîlere, ısyân ederler, kendi emîrlerine itâ'at etmenin ibâdet olduğuna inanırlardı. Vâlî Kurd Mahmûd posa zamânında ısyân ederek, Yemendeki Hudeyde şehrine bile saldırmışlar, öldürücü sâm rüzgârı eserek telef olmuşlardı. Binikiyüzseksenyedi (1287) de de, ı,syân edip, Hudeyde şehrine saldırdılar ise de, şehrde bulunan az sayıdaki Osmanlı askerleri kahramanca çarpıştıklarından, şehre giremediler. Bunun üzerine, Redîf paşanın kumandasında bir tümen asker gönderildi. Redîf paşanın ve Osmânlı kurmaylarının güzel plânları ve idareleri ile sanp dağlardaki eşkıya yuvaları birer birer ele geçirildi. Fitne ve ısyân ocakları temizlendi. Redîf paşanın hastalanması üzerine, Yemen çöllerindeki ve Asîr dağlarındaki vahşî vehhâbîlerin kalkındırılması, islâm bilgilerinin ve ahlâkının oralara yerleşdirilmesi için, Gâzî Ahmed Muhtâr paşa gönderildi.

    Arabistan yarımadası, Mısır fâtihi ve ilk türk halîfesi Vavuz Sultan Selîm hânın zamânı olan dokuzyüzyirmiüç senesinden beri OsmanlIların idâre,sinde kaldı. Şehirler tam bir huzûr ve rahatlıkla idare edildi ise de, çöllerdeki ve dağlardaki göçebe, câhil olanlar, kendi şeyhlerinin ve emîrlerinin idâresi altında bırakılmışlardı. Bu şeyhler, ara sıra ısyân ederdi. Çoğu vehhâbî oldular. Halka saldırmağa, müslimânları soyup öldürmeğe de başladılar. Hâcılann yollarını kesip, soyarlar ve Öldürürlerdi.

    (1274) de, İngilizler Ciddede fitne çıkardı işe de, Mekke vâlisi Namık Paşanın siyâseti ile sulh yapıldı.

    Binikiyüzyetmişyedi (1277) senesinde bütün bu âsî ve cânî emîrier devletin itâ'ati ve terbiyesi altına sokuldu.

    (Mir'ât-ülharemıeyn) kitâbının yazıldığı binüçyüzaltı (1306) yılında, Arabistan yarımadasında oniki milyon insan yaşadığı bildiriliyor. Çok zekî ve anlayışlı içeler de, çok câhil, soyguncu ve kan dökücüdürler. Vehhâbî olmaları, onların bu vahşetlerini dahâ da artdırmışdır.

    ' Birinci cihân harbinde OsmanlIlarla birlikde İngiliz1 lere karşı harb eden emîr İbn-ür-Reşîdin büyük dedesi ' de İbn-ür-Reşîd idi. Bunun oğlu şeyh Alî, Medînenin şi) mâl şarkında bulunan Hâil şehrinde emîr idi. 1251 [m. 1835] de vefât etdi. Yerine geçen oğlu Abdullah el-Reşîd, onüç sene emîrlik yapdı. Yerine geçen büyük oğlu Tallâla 1282 [m. 1866] de, İbn-üs-Sü’ûd Faysal zehrli şerbet içirip deli oldu. Tabanca ile intihâr etdi. Yerine kardeşi Mu’teb, Hâil emîri oldu ise de, iki sene sonra, Bender bin Tallâl, amcası Mu’tebi öldürüp emîr oldu. Fakat bu da amcası Muhammed-el-Reşîd tarafından öldürüldü. Muhammed, Necdi, Riyâdı ele geçirdi. Sü’ûd oğullarından emîr Abdüllah bin Fay,salı esîr alıp Hâile götürdü. Abdüllah bin Faysalın kardeşi Sü’ûdün oğulları Abdül’azîz ve Muhammed kaçarak Küveyte sığındı. Muharnmed-el-Reşîd 1315 [m. 1897] senesinde vefât etdi. Yerine geçen biraderi oğlu Abdülazîz el-Reşîd zâlim olduğundan, Vehhâbîlik felâketinin yeniden alevlenmesine sebeb oldu: Riyâd ve Kasîm ve Büreyde şeyhleri, (El-Mühennâ) köyünde bulunan Abdül’azîz bin Sü’ûd bin Faysal ile anlaşdıiar. Abdül’azîz bin Sü’ûd bin Sü’ûd oniki hecinli ile Kuveytden Riyâda geldi. 1320 [m. 1902] senesinde bir gece Riyâda girdi. Abdül’azîz İbnür-Reşîdin Riyâd vâlîsi Aclânı bir ziyâfetde öldürdü. Zulmden yılmış olan halk, bunu emîr yapdı. Üç sene çeşidli muharebeler yapıldı. Abdül’azîz ibn-ür-Reşîd öldürüldü. 1333 [m. 1915] de, Ormanlılar işe karışarak, Abdül’azîz İbn-üs-Sü’ûd Riyâd kaymakamı olmak üzere sulh yapıldı. Sonra Reşîdîlerle Sü’ûdîler arasında Kasîmde harb olup, Abdül’azîz bin Sü’ûd mağlûb oldu. Riyâda çekildi.

    17 Haziran 1336 [m. 1918] de Abdül’azîz bin Sü’ûd İngiiizlerin teşvîki ile bir beyannâme neşr etdi. Mekkedeki şerîf Hüseyn ve onunla birlikde olanlar kâfirdir. Bunlarla cihâd ediyorum diyerek Mekkeye ve Tâife saldırdı. Fakat, bu şehirleri şerîf Hüseyn paşadan alamadı. 1342 [m. 1924] de İngilizler, Mekke emîri şerîf Hüseyn bin Alî paşayı yakalayıp Kıbrısa götürdü. Paşa 1349 [m. 1931] de, kapatıldığı otelde vefât etdi. Abdül’azîz bin Sü’ûd, 1924 de Mekkeyi ve Tâifi râhatca ele geçirdi. Osmânlı devletinin idaresini ellerine geçirmiş olan İttihâdcılarla arası açılan, Mekke emîri şerîf Hüseyn paşaya karşı Medîneyi muhâfaza eden O,smanlı askerleri, Mondros mütârekesine göre, 28 Şubat 1337 [m. 1919] da Hicâzdan ayrılmış, şerîf Hüseyn paşanın oğlu şerîf Abdüllah da Medîneye yerleşmişdi. Babası, ölünce, İngilizler bunu da'Medîne den çıkarıp Ammâna sürdü 1365 [m. 1946] da Ürdün dev

    letini kurdu ise de, 1370 [m. 1951] de, Mescid-i aksâda nemâz kılarken İngilizlerin kiralık kötüleri tarafından öldürüldü. Yerine oğlu Tallâl geçdi. Fakat, hasta olduğundan yerini oğlu Melik Hüseyne terk etdi. Şerîf Hüseyn paşanın ikinci oğlu şerîf Faysal, 1339 (mi. 1921) da Irâk devletini kurdu. 1351 (m. 1933) de vefât etdi. Yerine oğlu Gâzî geçdi. Bu da, 1939 da, yirmibir yaşında ölünce, yerine oğlu ikinci Faysal Irâk meliki oldu. Fakat, 1958 Ağustosunun ondördüncü günü ihtilâlinde general Kâsım tarafından, yirmiüç yaşında iken öldürüldü. İkinci bir ihtilâlde Kâsım da öldürüldü. Irâk ve Suriye devletleri, çeşidii: ihtilâller sonunda sosyalist (Ba's) partisinin eline geçdiler ve Rusların kolonisi hâline geldiler.

    Abdül’azîz bin Sü'ûd, Medîneye çok saldırdı. 1926 ; hücumunda, Resûlullahın mubârek türbesini de bombaladı. Fakat, şehre giremedi. 9 Eylül 1926 da İstanbolda : çıkan Son sâ'at Gazetesi, şu haberi vermişdi:

    MEDİNE BOMBARDIMANI

    Abdül’azîz tarafından Medîne-i münevverenin bombardıman edilmesi, Hindistan halkı arasında galeyân yapdığını yazmışdık. Hindistânda çıkan (The Times of İndia) ; diyor ki:

    (Son zamanlarda Medîneye hücûm ve Kabr-i nebevî: yi bombardıman haberlerinin Hind müslimânlarında husule getirdiği te’sîri hiçbir hâdise vücude getirmemişdir. Hindistânın her tarafında bulunan müslimânlar, bu  dolayısı ile, o makâm-ı mukaddese ne derece hurmetkâr olduklarını göstermişlerdir. Hindistânda ve İrandaki bu mühim te'eşsürât, hiç şübhesiz İbni Sü’ûd üzerinde te’sîr yapacak ve onu bütün islâm memleketlerinin nefretini kazanmamak için, böyle alçak hareketlerde bulunmakdan men' edecekdir. Hind müslimânları İbnüssü’ûda bu fikirlerini açıkça bildirmişlerdir).

    Vehhâbîler, kendi sapık, bozuk inanışlarına aldanmıycın, Ehl-i sünnet olan müslimânlara kâfir dediler. Vehhâbî olmıyan müslimânlara kâfir demiyenler de kâfir olur. Bunları öldürmek, mallarını almak halâldır dediler. Bu sözleri, (Feth-ul-m&cîd) ve (Keşf-üş-şübühât) kitâblarında yazılıdır. Böyle yağmacılık, çöllerdeki vahşîlerin işine geldiğinden, vehhâbîlik Arabistanda çabuk yayıldı. Müslimânları öldürdüler, mallarını kapışdılar. Her gitdikleri yerde terör, işkence yapdılar. Fakat Allahü Teâlâ, müslimânlara acıyarak, Osmânlı pâdişâhı sultan ikinci Mahmûd hân, hızır gibi, milletin imdâdına yetişdi. O mubârek toprakları, alçak, pis vehhâbîlerden temizledi. O şakîleri kılıncdan geçirdi. O mubârek yerler, birinci cihân harbine kadar OsmanlIların elinde, adâletle idâre edildi. Müslimânlar, insan haklarına, hürriyete, râhata ve huzûra kavuşdu.

    Birinci cihân harbinde, OsmanlI devletini eline geçirmiş olan (İttihâd ve Terakki) komitacıları din câhili idi. İslâmiyyetddn ve islâm terbiyesinden ve islâm ahlâkından mahrûm idiler. İş başındakilerin çoğu mason idi. İmparatorluğun her tarafında yapdıkları gibi, Arabistanda da, mîllete zulm, işkence yapdılar. Müslimânlara kan kusdurdular. Sultan İkinci Abdülhamîd hân zamânında adalete, merhamete, ihsana ve saygıya alışdırılmış olan Arabistan ehâlisi, Türkleri kardeş gibi severlerdi. İttihâdcıların işkenceleri ve soygunculuğu karşısında şaşkına döndüler. Mekke emîri şerîf Hüseyn bin Alî paşanın akrâbosı ve dâmâdı ve birçok arab beyleri, Cemâl Paşa tarafından Şâmda işkence ile öldürüldü.

    (İttihâdcılar) adındaki eşkıya, .sultân ikinci Abdülhamîd hânı tahtından indirdikden sonra, halîfe zamanında iş başında bulunanları ve ilm adamlarını ve yazarları, kiı mini zindanlarda çürüterek, kimini kapıdan, câmi'den çıkarken arkalarından vurdurarak öldürdüler. Halîfe yapdıkları sultân Reşâdı kukla gibi ve işbaşına getirdikleri meb'ûsları, tabanca tehdidi ile, maşa gibi kullandılar. Memleketi harbden harbe, felâketden felâkete sürüklediler. Din, şerî’at tanımıyarak, işkencelere, eğlencelere, sefâhete koyuldular. Dolu-dizgin giden bu kudurmuşça akıntıya (dur!) diyen hamiyyetli vatandaşları, ilerisini gören hâiis müslimânları sürdüler, asdılar. Bu uyanık müsIjmânlardan biri, şerîf Hüseyn bin Alî paşa idi. Sultân Abdülhamîd hân zamânında, îstanbolda mühimi makâmlarda bulunan şerîf Hüseyn paşa (Msr-j mîrân) ya’nî Beğlerbeği rütbesini taşıyor, halîfeye ve devlete hizmetlerde bulunuyordu. İttihâdcılann, memleketi (Birinci cihân harbi) felâketine sürüklemelerine karşı çıkdığı için, (Mekke emî; ri) vazîfesi ile İstanboldan uzaklaşdırılmışdı. Enver pai şanın 22 Zilhicce 1332 ve 29 Teşrîn-i evvel 1914 de hâzırlatıp sultân Reşâda imzâ etdirdikleri harb karârına (Cihâd-ı ekber) adını takarak bütün İslâm memleketlerine dağıtdılar. Zavallı sultân Reşâd kendini hakîkî halîfe sanıyor. Arasıra müslimânlıkla bağdaşmıyan emrleri imzâlamağa zorlanınca, yakınlarına (Yâhû bunlar beni hiç dinlemiyor) diyerek, ortada dönen dolapların farkına vardı; ğmı anlatmakdan geri kalmıyordu.

    ; Şerîf Hüseyn paşa, ittihâdcılann, bir yandan dinden, îmândan ve din düşmanları ile cihâddan söz ederken, öte yandan da koca imparatorluğu parçalamağa sürüklediklerini, binlerce müslimân gencini ateşe aldıklarım anlıyor, daldıkları gafletin ve sefâhetin, hiç de sözlerine uyulmadiğini görüyor. Milleti bu eşkıyânın elinden ve memleketi başımıza gelecek vahîm neticelerden kurtarmak yollarım arıyordu. Cemâl paşanın Şamda yapdığı çılgınca eğlenceleri ve şerîf hânedânından kıymetli kimseleri öldürdüğünü işiterek, oğlu şerîf Faysal efendiyi Mekkeden Şama gönderdi. Faysal efendi, bütün bu kötülüklerin doğru olduğunu anlayıp babasına bildirince, şerîf Hüseyn paşa, artık dayanamadı. Bütün müslimânlara işin içyüzünü bildirmek için, 25 Şa'bân 1334 [m. 1916] tarihli birinci beyânnâmesini ve 11 Zilka’de 1334 de ikinci beyânnâmesini neşr etdi. İttihâdcılar, bu haklı çağrıya (İsyân beyânnâmesi) dediler. İstanbolda çıkan ittihâdcı gazetelerdeki kirâlık kalemler, Şerîf Hü,seyn paşaya ağza ve akla gelmiyen küfr ve iftiraları savurdular. Fakat hâdiseler şerif Hüseyn paşanın haklı olduğunu gösterdi. İttihâdcılar, şerîf Hüseyn paşanın beyânnâmelerinderı uyanacakları yerde, onu vatan hâini i'lân etdiler. Üzerine alaylar gönderdiler. Senelerce kardeşi kardeşe boğdurdular. Mekkeyi ve Medîneyi o hâlis müslimânlara, sevgili Peygamberimizin oğullarına vermemek için, çok ma'sûmun şehîd düşmelerine sebeb oldular. Bununla da kalmayıp, o mubârek yerleri, İslâm kâtili, çöl eşkıyâsı, câhil, zâlim vehhâbîlere kapdırdılar. İttihâdcılar, koca Osmânlı İmparatorluğunu düşmana te,slîm edip kaçdılar. 30 Ağustos 1340 (m. 1922) târihindeki Türk istiklâl zaferi olmasaydı, türklük ve müslimânlık, onun dediği gibi, büsbütün yok olacakdı. İngilizlerin Sevr muâhedesi ile sapladıkları hançer, âlem-i islâmı mahv edecekdi.

    Aşağıdaki iki beyânnâme dikkatle okunursa, şerîf Hüseyn paşanın hiç de (Arab istiklâli) diye birşey düşünmediği anlaşılır. O, kavmiyyeti değil, bütün müslimânların islâm bayrağı altında kardeşçe yaşamalarını istiyordu. İttihâdcıların gazeteleri, kara köpeklere arab arab derken, arab saçı, arab sabunu gibi sözlerle ve kara Fatma böceği gibi uydurma isimlerle arab milleti ile alay ederken, Mekkedeki ve Medînedeki temiz müslimânlar, bütün islâm milletlerinin kardeş olduklarına inanıyor, hepsini kardeş gibi seviyorlardı. Ne yazık ki, ittihâdcı komitacılarda bu îmânlı rûh ve bu güzel anlayış yokdu. Onlar, bu hâlis müslimânlara âsî derken, Isyân hâlinde olan, Türk askerine saldıran ve Osmânlı topraklarını kapışmakda olan vehhâbîlere birşey demiyorlardı. Mekkedeki Peygamberler soyundan olan temiz müslimânlar ile boğuşmağı tekrâr tekrâr emr eden ittihâdcılar, ısyân hâlinde olan vehhâbî azgını Abdül’azîz bin Sü’ûda dostluk mektûbları yazarak (Askerinle Medîneye gel! Berâberce Mekkeye gidelim. Pâdişâha isyân etmiş olan Emir Hüseyni yakalıyahm) diyordu. Abdül’azîz bin Sü’ûd, bu mektûblara cevâb bile vermedi. Çünkü o Türklerin Mekkeye girmesini istemiyordu. Kendisi İngilizlerle anlaşmış olup, Arabistânın vehhâbîlere verileceği zamanı bekliyordu. Öyle de oldu. Abdül’azîz bin Sü’ûd, o sıralarda, Bahreyn, adalarında bulunan İngiliz kumandanı ile anlaşmış, İngilizlerden aldığı silâhlarla, Basra körfezi sahilindeki Osmânlı şehrlerine saldırıp ele geçirmek çabasında idi. Şöyle ki:

    Necd çöllerindeki Abdül’azîz bin Sü’ûd ile ibn-ürReşîd kabilelerinin senelerce döğüşerek kan dökmelerine son vermek için, Fârûkî Sâmi paşa (Kaısîmı) mutesarrıfı yapıldı. Abdül’azîz, Sâmi paşayı ve Türk askerlerini bir hücûmda esîr almak, bağlayıp Riyâde götürmek üzere sû-i kaşd hâzırladı ise de, Kasîm şehrindeki şeyhler, devletle başa çıkılmaz diyerek, mâni’ oldular. Abdül’azîz, Sâmî paşaya, (Kasîm bu kadar askeri besliyemez.. Aç kalırsınız. Medîneye dön) dedi. O da, bu sözü dost nasihati sanarak, Medîneye çekildi. Asker çekilince, Abdül’azîz bin Sü’ûd, Kasîm karasındaki Osmânlı sancağını indirdi. Kasîmi böyle ele geçirdikden sonra, Necd

    Mütesarrıflığının merkezi olan (El Hâssa) ya saldırarak, OsmanlIlardan zorla aldı. İttihâdcılar Abdül'azîz'i ve vehhâbîliği beğeniyorlar, ona birşey demiyorlar. Bilhâssa dinde reformcu olan Basra meb'ûşu Tâlib-ün-Makîb, onun bu saldırılarını hizmet kılığına sokuyordu. Abdül’azîz bin Sü'ûd, o sırada ibn-ür-Reşîde de saldırdı ise de mağlûb ve perîşân oldu. Sü’ûd oğullarından çoğu öldü. Abdül’azîzden alınan ganimetler arasında İngiliz silâhları ve birçok şapka vardı. Abdül’azîzin bu darbeyi yimesi, Mekke ve Medîneye saldırmasını gecikdirdi. Fakat, İngilizlerin ve meşhûr câsûs yüzbaşı Lavrenşin körüklemesi ile hiyânetlerine devâm etdi. 17 Haziran 1336 [m. 1918] de şerîf Hüseyn paşaya harb i’lân ederek, Mekkeye saldırdı. Fakat, mağlûb olarak Necde çekildi. [1342 (m. 1924] de, Mekke ile Tâifi ve 1349 (m, 1931) de Medîneyi İngilizlerden teslîm aldı. 1932 de (Sü’ûdî Arabistan devleti) ni kurdu.

    Abdül’azîz, 1953 de ölünce, yerine oğlu Sü’ûd geçdi. Sü’ûd oğullarının yirmincisi olan bu adam, sefâhete düşkün idi. Atinada içkili kadınlı sefâhet sürerek öldü. 1964 de, kardeşi Faysal, bunun yerine geçdi. Faysal, petrol şirketlerinden ve hacılardan her sene aldığı milyonlarca altını, Vehhâbîliği yaymak için, her memlekete saçıp, müslimânları aldatmağa çalışdı. 1395 (m. 1975) mart ayında, yeğeni tarafından, Riyâddaki sarayında öldürüldü. Yerine kardeşi Hâlid geçdi.]

    Medîne muhâfızları Basrî ve Fahrî paşalar, Abdül’azîz bin Sü’ûdûn bu hıyânetlerini yakından gördükleri hâlde, ittihâdcılardan aldıkları emrlere uymağı, vazîfe sayarak şerîf Hüseyn paşayı ve oğullarını âsî i’lân etdiler. Kardeşi kardeşe boğdurmağa âlet oldular. Hicâz vâlî ve kumandanı Gâlib paşa din bilgisi kuvvetli, ileriyi görüşlü, tecrübeli bir kumandan olup, ittihâdcılann enirlerine aldanmadı. Uzun ve esâslı inceleme ve araşdırmalar yapa

    rak şerîf Hüseyn paşanın haklı olduğunu iki Beyannâmesini din ve millet sevgisi ile yazmış olduğunu anladı. Şerîf Hüseyn paşaya yapılan iftirâlara karşı aşağıdaki emri yayınladı:

    Emir hazretlerinden hiçbir sûretle şübhe edilmemeli1 dir. Böyle bir ısyân çıkarması ihtimâli aslâ yokdur. Bu yolda, çıkarılan sözlerin hiçbiri doğru değildir. Şerîf Hüseyn paşa, halîfe-i müsiimîne tâm bir itâ'at ile bağlı olup. Ömr-i şâhânelerinin uzaması için her zaman düâ etmek dedir.

    Gâlib paşa, bu yazısından, ittihâdcı eşkıyâsının elebaşılarından olan dördüncü ordu kumandanı Cemâl paşaya ve İstanbola ve gönderdi. Bu yazısında Şerîf Hüseyn paşanın, hâlis müslimân olduğunu, da'vâsında haklı olduğunu açıkça saVunmuşdu. Fakat ne yazık ki, ittihâdcılar şerîf Hüseyn paşayı ve oğullarını, kendilerine büyük bir mâni' görüyorlar. Bunların. milleti uyandırarak, işkence ve taşkınca davranışlarına son verileceğinden, çok korkuyorlardı. Şerîf oğullarını âsî durumuna sokmak için, . iğrenç hîleler hâzırlandı. Medînedeki kahraman Türk ,subaylarına savaş emri gönderildi. Senelerce kardeş kanı \ akıtıldı. Şerifleri âsî, hatta hâin sanarak onlara ateş açan ma'şûm subayların çoğu, sonunda aldatıldıklarını anladılar. Başlarında tümen kurmay başkanı albay Emîn bey olmak üzere, yüzlerce subay birleşip, (Merkez heyeti) kurdular. Çeşidli beyânnameler dağıtarak, Hicâzda oynanan cinayetleri bildirdiler. (Kumandan ve dalkavukları yalan söylüyorlar. Arab Türk, iki millet olarak , bundan sonra da kardeş gibi yaşıyacakdır. Zâten kardeş  değilmi idik? Târih ve dîn bağları ile birbirimize bağlı de\ ğiimiyiz? Kavm-i necib-i arab istiklâlini kazanmakla düşmanımız olabilir mi? Onlara da sorarsanız, «Hayır!» diyeceklerdir. Elbirliği ile çalışacağız. Askerlerimizi Yenbû’ iskelesine kadar göndermek için şerîf hazretleri develer hazırladılar. Hastalarımıza ilâçlar gönderdiler. Hepimizin sahile kadar râhat naklini düşündüler. Bundan büyük insâniyyet olurmu? Bundan büyük kardeşlik olurmu? Böyle yapmayıp, Medîneden Yenbû’ iskelesine yürüyerek gidiniz deselerdi, hayır biz kahramanız, asarız, keseriz, otomobil isteriz mi diyecekdik? Bundan sonra maksadsız olarak ölmeği göze almak yiğitlik değildir. Bu yazımız, hakikati anlıyamıyanlar içindir. Ekseriyyet anlamışdır. Bu zulme, hazret-i Peygamber efendimiz dahî evet dermi?) dediler.

    Medîne muhafızı kumandan Fahreddîn paşa, hâlâ ittihâdcı hükümetin emrine uymakda ısrâr ediyordu. Türk subayları, 10 Kânûn-ı sânı 1337 [m. 1919] sabâhı paşanın yatak odasını sardılar. Yâveri mülâzim-i evvel [üsteğmen] Şevket bey gürültüyü işitince, dışarı çıkdı. Miralaylar, kaymakamlar, binbaşılar, yüzbaşılar, mülâzımlar, seçilmiş piyâde ve jândarma neferleri merdivenleri çıkıyorlardı. Yâveri götürdüler. Odaya girenler, paşanın bileklerini yakaladı. Dışarı çıkarılıp otomobile bindirildi. İki subay araşında, Yenbû' iskelesine götürüldü. Subaylar ve çskerler, anavatana, İstanbola kavuşmak sevinci içinde idi. Fakat, ingilizler hepsini Mısıra götürdü. Mısırda altı ay İngiliz esâretinde kaldılar. Paşa 5 Ağustosda, harb suçlusu olarak, Maltaya götürüldü. İki sene orada bırakıldı. Bu kahraman Türk kumandanı, ittihâdcılann çılgınca verdikleri emrlere uymağı bir vatan borcu bildiği için, Medînede hareketsiz kalmış, azılı İslâm düşmanı İngilizlerle döğüşmek fırsatını bulamamışdı. İttihâdcılar, hükümeti ele geçirdikden sonra, kahramanlar yurdunu parçalamakla kalmayıp, Fahreddin paşa gibi nice vatan evlâdlarının düşman zindanlarında, yıllarca inlemelerine sebeb oldular. Mekke ve Medîne gibi mubârek yerlerimizi, Peygamber efendimizin soyundan, hâlis müslimân şerîf evlâdına vermemek için, binlerce ma'sûm Türk ve müslimân kanı dökülmesine sebeb oldukdan başka, o mübarek toprakları, hakîkî müslimânların ve Türklerin târihî düşmanı olan, elleri kanlı, kalbleri katı vehhâbîlere bırakdılar.

    ŞERİF HÜSEYN PAŞANIN BİRİNCİ BEYANNAMESİNİN TERCEMESİ

    Târihi iyi bilenler pek iyi anlar ki, İslâm birliğinin kuvvetlenmesi için, İslâm âmirlerinden ve hâkimlerinden (devlet-i aliyye-i Osmâniyye) ye ilk olarak bî’at edenler, bağlananlar, Mekke-i mükerreme emirleridir.

    Osmânlı sultânlarının (Kitâbullah) ve (Sünnet-i Resûlullah) ı icra ve şerî’ate uymakdaki gayretleri ve bu uğurda vücûdlarını fedâ etmeleri dolayısiyle, bu (arab emirleri), Osmanlılara her zaman sıkı bağlandılar. Hattâ, 1327 (m. 1909) senesinde ben, arablardan meydana gelen bir kuvvetle, arabların üzerine yürüyerek devlet-i Osmâniyyenin şerefini ve haysiyetini muhafaza için (Ebhâ) nin kuşatılmasını kaldırmağa çalışdım. Ertesi sene, aynı maksadla oğullarımdan birinin kumandasında o hareketi icrâ eyledim. Herkesin bil; diği gibi, bu büyük gayeden hiç ayrılmadım.

    i (İttihâd ve Terakki Cem’ıyyeti) nin ortaya çıkması ve devlet ‘ işlerini eline alması ve temelinden bozuk olan idaresi, dâhilde ve ' hâricde birçok karışıklıklara ve herkesin bildiği üzere, birçok mu' hârebelere sebebiyyet vermiş, devletin azametini ve kuvvetini sars: mış, hele son harbe gereksiz atılmakla, memleketi gâyet tehlükeli , bir hâle sürüklemişdir. Bu acı durumu görmiyen, anlamıyan yokdur.

     Anlatmağa hacet kalmamışdır.

    ; Biz, bütün Ehl-i islâmın bu büyük İslâm devletine olan bağ. ' larının gevşemesini, üzülmelerini ve sıkılmalarını görmek istemiyo' ruz. Memleketimizin elimizde kalan parçasındaki müslimân ve gayr-ı i müslim vatandaşların i’dâm edilerek, zindanlarda çürütülerek ve > yurdlanndan sürülerek, Osmânlı milletinin birliği bozulmuş, böylece halkın, malına, canına emniyyeti bırakılmamış dır. Bu son muhârebeye katildıkdan sonra, (Mukaddes topraklar) da bulunan ehâi linin çekdikleri sıkıntı o kadar büyükdür ki, orta hâili olanlar evterinin kapı ve pencerelerini ve bütün ihtiyâç eşyasını satdıkdan sonra, damındaki tahtaları da satmağa mecbûr olmuşlardır.

    Ittihâdcılar bu kadarla da kalmıyarak, saltanat-i seniyye-i Osmâniyye ile bütün müslimânların arasında yegâne bağ olan (Kitâbullah) ve (Sünnet-i senîyye)yi bozmağa kalkışmışlar ve (Saltanat-ı seniyye) nin başkentinde sadr-ı azam, şeyh-ut-islâm ve bütün vezirlerin ve senatörlerin gözü önünde yayınlanan (letihâd) gazetesi, Peygamberimize çirkin yazıları ile hakâret etmekden çekinmediği gibi, kimsenin ses çıkaramamasından yüz bularak, Kurân-ı kerîmin âyetlerini değişdirmeğe dahî kalkışmış, (Mîrâs bölümü) nü bildiren âyet-i kerîme ile alay etmek küstahlığında bulunmuşdur. [Bu küstahça yazı ve yazarının Ziyâ Gökalp olduğu, İŞIK KİTABEYİ tarafından neşredilen (Dinde reformcular) kitabında bildirilmişdir].

    Bunlardan başka, islâmiyyetin beş esâsından birini yıkmağa kalkışmışlardır. Şöyle ki: Güyâ rus ordusu karşısında harb eden askerlere benzemek üzere (Mekke-i mükerreme) ve (Medîne-i münevvere) ve (Şâm). da bulunan müslimân askerlerinin Ramezân-ı şerîf ayında oruç tutmamalarını emr etmişlerdir. Buna benzer birçok İslâmî esâsları yıkmakdan ve Allahü Teâlânın yasak etdiği şeyleri yapmakdan ve yapdırmakdan çekinmemişlerdir.

    Şevketli yüce sultânımızın bütün haklarını elinden aldıkları gibi, seraya bir başkâtib seçmek ve ta’yîn etmek hakkını dahî (Zât-ı şâhâne) den esirgemişlerdir. Osmânlı sultânını müslimânların işlerine ' bakmak hakkından da mahrûm ederek, kendi yapdıkları ve dünyâya i’lân eyledikleri anayasayı kendileri çiğnemişlerdir. Osman-. lı pâdişâhını anayasanın vermiş olduğu salâhıyyetlerden, mahrûm bırakmışlardır. Bütün müslimânlar ve bütün yabancılar, bu alçak davranışları görmekde ve iğrenmekdedirler. Böyle, serî’ati yıkıcı işler karşısında, şimdiye kadar hep anlamamazlıkdan gelmemiz, iyiye yormamız, müslimânlar arasına fitne ve ayrılık tohumları sapılmaması için olmuşdur.

    (Devlet-i aliyye-i Osmâniyye) .nin idâresi, Enver ve Cemal ve Tal’ât Paşaların ellerinde kaldı sözünün memleketin her tarafına yayılması, boş yere değilmiş. Bunun ne demek olduğu, gün geçdikce açığa kavuşmakdadır. İstediklerini yaparlar, dilediklerini yapdınrlar. Onların emrleri, anayasanın, kanûnların üstündedir, demek olduğunu herkes iyice anladı. Mekke (Mahkeme-i şer’ıyyesi kâdîsı) na gönderdikleri bir emrde, hâkim huzûrunda şehâdetlerin dinlenmesi ve hâkim huzûrunda yazılmıyan tezkiyelerin kabûl edilmemesi yazilidir. Bu emr, Kur’ân-ı kerîmde açıkça bildirilen, müslimânlar arasında tezkiye yapılmasını ortadan kaldırmakdadır.

    Bunlardan başka, meşhûr İslâm âlimlerinden ve arab vatandaşların büyüklerinden emir Ömer-el Cezâiri ve emir Ârîf-el-Şehâbî ve Şefîk beğ ve el-Müeyyed ve Şükrü beğ ve el-Asenî ve Abdülvehhâb ve Tevfîk beğ ve el-Besat ve Abdülhamîd Zerâvî ve Abdülgani-elArisî’ter ve bunlar gibi dahâ nice kıymetli ve fâideli kimseler, mahkemesiz ve kanûnsuz, asılıyor, kurşuna diziliyor. Serhoş iken, şu’ûrsuz iken verilen emrlerle bir çok ocaklar söndürülüyor. Katı kalbli, taş yürekli diktatörlerin bile yapamıyacağv bu cinâyetlerde ufak bir mazeret bulsam bile bunların geride kalan günâhsız, ma’sûm ailelerinin, kadınlarının, çocuklarının yurdlarmdan, yuvalarından uzaklaşdırılmaşına, sürülmelerine, böylece felâket, üstüne felâket musibet üstüne musibet çekdirilmelerine ne ma’zeret gösterilebilir?

    Aile reislerinin her ne sebeble olursa olsun öldürülmeleri, zmdanlarda çürütülmeleri, evlerini, evlâdlarını cezalandırmağa kâfi iken, bunları ayrıca sürüp inletmek hiçbir sûretde mantıka, adalete, insanlığa sığacak birşey olmadığı meydandadır. Allahü Teâlâ (Hiç kimse başkasının suçu ile cezâlandırılmaz!) buyurdu. Adalete ışık tutan bu emr meydanda iken, ittihâdcılann o canavarca hareketleri, hangi formül ile bağdaşdırılabilir? Bu, ikinci cinâyeti de bir siyâsî sebebe bağlıyarak, bir maddeye uydurabilsek bile, aile reislerini gayb eden kadınların ve çocukların mallarının, mülklerinin ellerinden alınmasına ne denilebilir? Haydi bu en alçak hareketlerine de susalım. Milletin, memleketin selâmeti için, ma’sûmları, mazlumları korumak vazifemizi de ihmâl edelim. Fakat, meşhûr miîcâhid, kahraman emir Abdülkâdir Cezâyirî hazretlerinin nâmûs-u mücessem, iffetli ve şerefli kızının tahkir edilmesine, haysiyyet ve nâmûsu ile oynanmasına ne sebeb gösterilebilir? Oynatılacak, eğlenilecek bayağı kadınlar bulunamadı da, târihin vesikalandırdığı, müslimânların gözbebeği mubârek hanımların asâletine, şereflerine saldıranların düşünce ve hedeflerini anlamıyacak kimse var mıdır?

    İttihâdcılann kanûn, ahlâk, insâf dışı taşkın ve şaşkın hareketlerinden herkesin bildiği birkaç fâci’ayı yukarda bildirdik. Bunlun bütün insanlık âlemine ve bütün îmândı kardeşlerime duyuruyorum. Okuyanlar, anlıyanlar, vicdânlarından doğan hükmü vereceklerdir. Bu komitacıların islâmiyyeti nasıl anladıklarını ve işi nereye kadar götürmek istediklerini bildirmek için, bütün müslimânların kalblerini sızlatan çok alçak, pek küstah bir davranışlarını da yazmadan geçemiyeceğim:

    Mekke-i mükerreme halkının, canlarına ve nâmûslarına yapılan saldırıların durdurulması için hazırladıkları gösteri yürüyüşünde, bir ittihada kumandanın emri ile (Kal’a-i Ciyâd) dan müslimânların kıblesi ve müminlerin kabesi olan (Beytullah) üzerine atılan topların iki mermisinden birisi (Hacer-ül-esved) mukaddes taşına bir metre, İkincisi üç metre yakın yere isabet etmişdir. (Kâbe-i mu’azzama) yı örten (Sütre-i şerife) de bu mermilerden ateş almışdır. Vatandaşlar (Kâ’be-i muazzama) kapışım açarak ve üstüne, çıkarak yangını söndürmek mecbûriyyetinde kalmışlardır. Bu sırada yangını gördükleri hâlde (Makânı-i İbrâhim) ve (Harem-i şerif) mescidi üzerine sürekli topçu ateşi yapılmış, bir kaç müslimânın şehîd olmasına sebeb olmuşlardır. Halk, günlerce mescide girememiş, nemâz kılınamamışdır. Müslimânların mescidlere ve (Kâ’be-i mu’azzama) ya hürmet etmeleri ve ta’zîm eylemeleri lâzım iken, böyle hakaret ve tahrib etmeğe kalkışan kimselerin îmânlarının ve düşüncelerinin nasıl olabileceğinin anlaşılmasını bütün dünyâdaki müslimânlara bırakıyorum. İslâm dîninin ve bütün vatandaşlarımın geleceğini, bu zihniyyetde ve bu inançda olan ittihâdcıların elinde oyuncak olarak bırakamayız. Allahü Teâlâ, milletimizi gâfil avlanmakdan muhâfdza buyurdu. Hicaz müslîmânları, şimdi kendi çalışması ile istiklâlini kazanmış, bu yiğitler diyarına musallat olan ittihâdcı komitacılarından memleketi kurtarmağa karar vermişdir. Hiçbir dış ülke İle anlaşmıyarak ve böyle bir yardımı kabûl etmiyerek, kendi îmân kuvveti ve târîhde şanlı sahîfeler bırakan, kahramanlığı ile tam ve mutlak bir istiklâle kavuşmuşdur.

    Ehl-i islâmın üzerine musallat olan ittihâdcı komitacılarının zulmü, işkencesi altında inliye.n memleketlerden ayrılarak, (Din-i İslâm) ı korumakdan ve (Kelime-i tevhîd) i yükseltmekden ibaret olan mukaddes gâyemize doğru ilerliyoruz. İslâmiyyete yakışan ve uygun olan her dürtü }en bilgilerini öğreneceğiz. İleri sanayi' kuracağız. Medeniyyet yolunda can ile, baş ile çalışacağız. Bütün İslâm âlemindeki din kardeşlerimizin, vacibi, vazifeyi ifâ için olan bu hareketimizi kardeşçe destekliyeceklerini ve bu mukaddes cihâdımızda bize yardımcı olacaklarını beklemekdeyiz.

    Ellerimizi rablerin rabbi olan yüce Allahımıza kaldırarak, bize doğru yolu göstermesi ve bu yolda başarıya kavuşdurması için Onun yüce Peygamberi hürmetine duâ ve istirham ediyoruz. Onun yardımı her yalvarana yetişir ve yeter. O çok iyi yardım edicidir.

    25 Şaban, sene 1334 (1916) Mekke-i mükerreme emîri Şerif Hüseyn bin Alî

    ŞERİF HÜSEYN PAŞANIN İKİNCİ BEYANNAMESİNİN TERCEMESİ

    Birinci beyannamede bildirilen sebeblerden dolayı harekete geçe» biz Hicâzlılann gayret, ve fikrlerinde, bazılarının tereddüde düşebileceğini düşünerek aydın vatandaşlar ve bilgili müslimânlar için bu ikinci beyannameyi de yayınlamağı uygun gördüm. Açık ve pek yeni deliller vesikalar göstererek, milletimizi uyarıyorum.

    İleriyi görebilen müslimânlar ve Osmânlı topluluğunun bilgili ve tembeli olanları ve bütün dünyânın akili ve anlayışlı olanları, Osmânlı devletinin umûmî harbe girmiş olmasına râzı değildirler. Bunun başlıca iki sebebi vardır:

    Birincisi dâhili sebeblerdir. Devlet-î aliyye-i Osmâniyye, (Trablusgarb) ve (Balkan) muhârebelerinden pek yakın zamanda Çıkmış,, bu savaşları askerî ve ekonomik kuvvetleri pek yıpranmış, hattâ bozulmuş ve güç kaynağı olan millet za’îfiemişdir. Osmânlı milletinin askerleri yurdlarına dönerek çoluk çocuklarının nafakasını kazanmak için çalışmağa başlar başlamaz, birbiri arkasından tekrar silâh altına çağrılmış, bu hâl millet için bir felâket olmuşdur. İttihâdcıların yeniden katıldıkları umûmî harb ise, öncekilerle ölçülemiyecek derecede korkunç ve yıkıcı olduğundan, yıpranmış bir milletin sırtına ağır vergiler ve işkence şeklinde vazifeler yükleyerek böyle tehlükeli bir harbe milleti sürüklemek akl işi değildir.

    İkinci sebeb hâricidir. İttihâdcıların kurduğu hükümet, harb eden iki tarafdan kendine ortak olanı seçerken çok yanılmtşdır. Osmânlı devleti, bir islâm devletidir. Topraklarının coğrafî yeri pek mühim ve genişdir. Sâhilleri, kara sınırlarından dâhâ fazladır. Bunun için, Osmânoğulları, o yüce sultanlar, hemen her zaman, milletlerinin çoğu müslimân olan ve denizlere hâkim bulunan devletlerle işbirliği yapmışlardır. Bu siyâsetleri, hemen hemen her zaman başarı sağlamışdır. İttihâdcıların tecrübesiz ve bilgisiz önderleri, görünüşe kapılarak ve köksüz, yaldızlı lâflara aldanarak, Osmânlı sultânlarının bu siyâsetini bozmuşlardır. Doğruyu iğriden ayırabilenler ve târih bilgisine vâkıf olanlar, bu şaşkın hareketin kötü ve çok acı neticelerini hemen görmüşler. İttihâdcılarla işbirliği yapmakdan çekinmişlerdir. Hattâ, bu son harb felâketine katılmak hakkındakî fikrim telgrafla sorulduğu zaman, görüşümü uzun açıklamış, tarihî misâller vererek, onları uyarmağa çalışmış idim. Cevâb olarak gönderdiğim telgraf, düşüncelerimi ve devlete karşı olan iyi niyyetimi ve bağlılığımı ve islâmın şerefini korumak için çırpındığımı gösteren sağlam bir vesikadır.

    Harbin başlangıcında, yanarak yakılarak bildirdiğimiz, korkduğumuz, çok acı, yıkıcı, neticeler, şimdi ortaya çıkıyor. Bugün Osmânlı devletinin Avrupadaki hudûdları, hemen hemen Istanbol surlarına dayandı. Rus ordularının öncüleri, Sivas ve Mûsul vilâyetlerinde Osmânlı halkını çiğnemekdedirler. İngilizler Basra vilâyeti ile Bağdad vilâyetini aldılar. El-Arîş çölünde, Cemâl paşanın ahmakça idaresi yüzünden binlerce Osmânlı evlâdı esir düşdü. Hiç şübhe yok ki, bu çok elim gidişi ve ittihâdcıların bu gidişle memleketi sürükledikleri felâketi gören sâdık vatandaşlar, iki şeyle karşı karşıya kalmakdadırlar:

    Birincisi, Osmânlı devletinin haritadan silinmesi, yok olmasıdır.

    İkincisi bu felâketden, mahv olmakdan kurtulmanın çârelerini arayıp bulmakdır. Bunu araşdırmağı, düşünmeği, meşveret etmeği ve icâb eden tekliflerde bulunmağı bütün İslâm âlemine bırakıyorum.

    Tehlükeler vatanı kuşatmadan, milleti mahv etmeden önce, haklı olarak harekete geçdik. Bir diktatör azmlık elinde oyuncak olan Osmânlı devletinin böyle gâfil ve şaşkın idâresine bağlı kalmakla, devlete, millete fâideli olacağımızı, bilsek değil, zan etsek bile, hiçbirşey söylemez, yerimizden kımıldamaz, her dürliı meşakkate, hattâ ölmeğe tahammül eder, sabr edenlerden olurduk. Fakat, bunun hiçbir fâidesi olamıyacağı, ateşi körüklemekden başka bir işe yaramayacağı, artık gün gibi meydandadır. Nasıl meydanda olmasın ki, bizleri yürütmek istedikleri yoldan gitsek, bu yola düşen milletlerin uğradıkları felâkete düşeceğimiz yüzde yüzdür. Ittihâdcıların birkaç sene içinde koca devleti parçaladıklarını, milleti perişan etdiklerini görmiyen, anlamıyan hiç var mı? Koca imparatorluk, Enver, Cemâl, Tal’ât ve arkadaşlarının keyflerine kurban oluyor.

    Osmânlı devletinin dış siyâseti, Osmânlı sultânlarının asrlardan beri tecribe ederek ve devletin ileri gelenleri ile meşveret ederek kabûl etdikleri temelli siyâsetdir. Bu siyâset, İngiltere ve Fransa hükümetleri ile işbirliği yapmak siyâsetidir. Bu siyâset târih boyunca, devletimize, milletimize hep fâideli olmuşdur. Son harbde bu siyâsetden ayrılmamıza sebeb olanlar, adı geçen ittihâdcı diktatörlerdir.

    Şimdi biz, ittihâdcılann câhil ve ahmak siyâsetlerine ve zâlim ve işkenceli idarelerine karşıyız. Memleketin felâkete sürüklendiğini görüyor, bunu aslâ tasvîb etmiyoruz. Herkes anlasın ki, bu muhalefetimiz Enver, Cemâl, Tal’ât ve yardakçılarına karşıdır. Bizim bu haklı hareketimize her müslimân râzıâır. Her vatandaş, haklı yolumuzda bizimle beraberdir. Hattâ, devlet başkanı, halîfe-i müslimîn de kalbi ile, vicdanı ile. bizimle beraberdir. Bu sözümüzün en kuvvetli vesikası, velîahd Yûsüf İzzeddîn efendinin ittihâdcılar tarafından tecâvüze uğraması ve şehîd edilmesidir.

    Tekrâr ediyorum: Koca Osmânlı devleti bu diktatörlerin kötü niyyetlerine ve yıkıcı davranışlarına kurban oluyor. Biz bunların şerrinden Allahü Teâlâya sığınırız.

    İttihâdcılann bizi uyaran ve harekete getiren kötü bir davranışlarını da şerefli Türk milletine duyurmadan geçemiyeceğim:

    İttihâdcı komitanın azgın şeflerinden Cemâl Paşa, (Şâm) da istediğini asmakda, dilediğini kurşuna dizmekdedir. Şâmda bir pavyon meydana getirmiş, bu fuhuş ve içki batakhanesinde, emrle ger tirdiği subaylarla birlikde yapdığı âlemde, şehrin ileri gelen müslimân ailelerinin kızlarını hizmetçi olarak kullanmış, millî ve dînî hislerimizi yıkıcı konuşmalar yapılmış, naralar atılmışdır. Bu alçakça hareketleri Kur’ân-ı kerîmde, Nûr sûresinde bulunan enirleri hiçe saymak olduğu gibi, Türk ve müslimân kadınının şeref ve haysiyyetini ayaklar altına almak değil midir? Cemâl Paşanın bu hareketi, ittihâdcılann İslâm dînine ve Türk, Arab âdetlerine hiç saygılı olmadıklarım göstermiyor mu?

    İttihâdcı komitacıların çok üzücü ve yıkıcı ve milleti memleketi felâkete sürükleyici davranışlarından birkaçını bildirmiş bulunuyorum. Osmânlı topraklarında ve İslâm memleketlerinde yaşıyım dîn kardeşlerimi gafletden uyandırmak, böylece milletime ve memleketime hizmetde bulunmak için bunları yazdım. Bu komitacıların vatan ve milletin selâmetini düşünmiyerek, yalnız kaprisleri ile hareket erdiklerini ve İlâhî emr ve yasaklara inanmak ve saygılı olmak şöyle dursun, bu kudsî hükmleri değişdirmek ve bozmak çabasında olduklarını vatandaşlarıma duyurmak istedim. Böylece, bu yıkıcı, bölücü, şaşkın ve alçak gidişlerine yardımcı olmamalarını ricâ ediyorum. Allahü Teâlâya âsî olana, insanlara zulm yapana, itâ’at olunmaz! Bunun hareketlerini eli ite, dili ile ve kalbi ite değişdirmeğe gücü yeten, bunu yapmalıdır! İttihâdcılann zararlarını anlıyamayıp, hareketlerini beğenenler varsa, bunları da dinlemeğe hâ-. zırım. Doğru yolda olanlara ve fâideliyapanlara bizden selâm olsun.

    11 Zilkade 1334 [m. 1916]

    Mekke-i mükerreme emîrv Şerif Hüseyn bin Alî

    Yukarıdaki iki beyannâme, şerîf Hüseyn paşanın niyyetinin hâlis, imânının bütün olduğunu göstermekle berâber, yanlış düşüncelerini ve zararlı hükmlerini de bildiriyor. En büyük hatâ,sı, ingilizlerin târîh boyunca, islâmiyyete karşı yapdıkları saldırıları anlıyamamış olmasıdır. İngilizlerin üçüncü Selîm hân zamanında, Osmânlıları yok etmek için, İstanbola kadar yapdıkları baskından habersiz olduğu anlaşılıyor. Hele onun zamanında Asyadaki ve Afrikadaki islâm memleketlerine barbarca saldırmışlar, buraları koloni yapıp, sömürmüşlerdi. Buralarda, islâm âlimlerini, İslâm kitâblarım, i,slâm bilgilerini ve ahlâkını yok etmişlerdi. Osmânlı sultânı Abdülmecîd hânı da aldatarak, devlet koltuklarına masonları yerleşdirdiler. Böylece, milletin îmânını, ahlâkını bozmağa başladılar. Birinci cihân harbinde İngiiizlere câsusluk yapanları, bu masonlar yetiştirdi. İçerden ve dışardan yıkarak, bu koca imperatorluğu yok etdiler.

    Şerîf Hüseyn paşa, târîhî vesîkaları incelememiş olacak ki, en korkunç islâm düşmanının islâma yardım edeceğini ummakdadır.

    İttihâdcıların kötü olduklarını anlıyan, onun gibi güçlü bir kimse, Samda Cemâl paşayı ve İngiiizlere satılmış olan soysuzları etkisiz hâle getirebilir, post kavgası yüzünden, Filistin cebhesinde yapılan hıyânetleri önliyebilirdi. O, bunu kolay yapabilirdi. Yapsaydı, Osmânlı ordusu bozgundan kurtulurdu. Arabistân yarımadasında büyük bir Hâşimî islâm devleti kurulur, Mekke, Medîne, Kudüs mübarek şehrleri onun elinde kalırdı.

    Müslimânların halîfesi, sultan ikinci Mahmûd-i adlî hânın emri ile, Mısır vâlîsi Muhammed Alî paşa, mubârek Hicaz topraklarını Vehhâbî habislerinden temizledikden sonra, Eshâb-ı kirâmın ve Resûlullahın zevcelerinin ve şehîdlerin türbeleri yeniden yapıldı. (Mescid-i se/âdet) ve (Hucre-i nebevî) ta'mîr edildi. Sultan Abdülmecîd hân, bunların yapılması ve işlenmesi ve bakımı için torbalar doluları yüzbinlerle altın hare eyledi. Sultan Abdülmecid hânın bu yolda çalışması ve uğraşması, şaşılacak kadar çokdur. Binikiyüzseksenbeş [1285] senesinde, sultan Abdül’azîz hân da, Medîne çevresindeki sûr dıvârlarını sağlam yapdırdı. Ayrıca büyük bir tophane, hükümet konağı, bir habshâne, bir de cebhâne, ya’nî silâh deposu yapdırdı.

    Sultân İkinci Abdülhamid hân, Şam'dan Medîne-i münevvere’ye demiryolu yapdı. Binüçyirmialtı 1326 [m. 1908] senesinin ondokuz Ağustosunda ilk tren, Medîne-i münevyereye girdi. Mekke-i mükerremede onaltıncı tümen bulunmakda îdi.

    Sultan ikinci Abdülhamîd hân zamanında Mekke şehrinde, minâreli altı câmi’, altmışyedi mescid, altı medrese, iki kütübhâne, bir orta, kırküç ilkokul, iki bedestân, dokuz hân, ondokuz tekke, iki hamâm, yirmibeş mağaza, üçbin dükkân, bir hastahâne ve kırk çeşme vardı. Ayrıca hâcıîar için büyük ve konforlu müsâfirhâneler yapılmışdı. Hârûn-ürreşîd zamanında, Mekkeye üç günlük uzakdan Arafâta kadar bol su getirilmişdi. Sultan Süleymân hânın kızı Mihr-u-mâh sultan, bu suyu Mekke şehrine getirdi. O zaman seksenbin nüfûsu vardı.

    Medîne şehri otuz metre yüksek bir dıvarla çevrilidir. Bunun kırk kulesi, dört kapısı vardır. Harem-i şerifin boyu yüzaltmışbeş, eni yüzotuz adımdır. Harem-i şerifin cenûb batı köşe,sinde mermerler ve altın yazılar ile süslü (Bâbüsselâm) kapısı vardır. Harem-i şerifin içinde, cenûb doğu köşesinde (Hucre-i nebevi) bulunur. Kıble divan önünde, kıbleye karşı duran kimsenin sağ tarafında Bâbüsselâm, sol tarafında da Hucre-i se'âdet bulunur. Bunun her yeri çok. kıymetli zînetlerle süslüdür. Medine evleri, Mekkedeki evler gibi kârgir olup, çoğu dört, beş katlıdır. Sultan Süleyman hân, (Kubâ) dan, şehre su yolu yapmışdır. Şehrin iki sâatlık şimâlinde Uhud dağı vardır. On mescîd, onyedi medrese, bir orta, onbir ilk mekteb, oniki kütübhâne, sekiz tekke, dokuzyüzotuziki dükkân ve mağaza, dört hân, iki hamâm, yüzsekiz müsâfirhâne vardı. Nüfûsu yirmibin idi.

    Mekke ve Medine şehrlerindeki kıymetli, târih ve san’at eserlerini Vehhâbîler yıkmakda, yok etmekdedir.

    Allahü Teâlânın lutf ve ihsânı ile (vesikalarla VEHHÂBÎLİĞİN İÇ YÜZÜ) kitâbı burada tamâm oldu.


    Önceki Yazı
    « Prev Post
    Sonraki Yazı
    Next Post »

    Benzer Yazılar

    Yorumlar