Onlar
| |
Hz. Ömer Faruk İle Hz. İmam Ali’nin Kader Mefhumunu Anlama Şekilleri
Bütün İslam âlimleri içinde her ser’i meselede olduğu gibi bu kaza ve keder meselesinde dahi Allah’ın maksadını herkesten evvel en iyi anlayan, herkesten evvel en iyi anlatan, bu ümmetin dini meselelerde en büyük iki alımı olan ikinci halife Hz. Ömer Faruk’la dördüncü Halife İmam Ali (kerremallâhü aleyhi vecheh) ölmüştür. İtiraf ederim ki eğer ben lafzen veciz olduğu kader manen muciz olan beyanat-ı hakimlerini hadis kitaplarından görmemiş olsaydım “bu kaza ve kader” meselesinin hakkıyla zevkine varmamış olacaktım.
Hz. Ömer, hilafetleri döneminde Hicretin 18. senesinde teftiş sebebiyle Şam’a gitmek ister, Medine-i Münevvere’de bulunan ashab-ı kiram’ın bir kısmını maiyet-i âliyelerine alarak Medine’den çıkar, Şam civarında Serağ denilen bir köye ulaşıldığında Şam valisi ve Suriye ordusu kumandanı sahabenin büyüklerinden ve aşere-i mübessereden meşhur Ebu Ubeyde bin El-Cerrah bazı askerleriyle birlikte Hz. Ömer’i karşılamaya gelir.
Ve vali Şam’da veba olduğunu haber verir. Bu haber üzerine Hz. Ömer, meşhur ashabın fukahasından İmam’ül-Müfessirin Abdullah b. Abbas hazretleri vasıtasıyla maiyetlerinde bulunan ashab-ı kirami kıdem sırasıyla ayrı ayrı ve kısım kısım huzuruna davet eder.
Öncelikle ilk muhacirleri sonra Ensarı, daha sonra da Mekke’nin fethinden sonra Medine’ye hicret eden Küreyşin yaşlılarını davet eder. Ve Şam’da veba bulunduğunu haber vererek gidip gitmemek hususunda onlarla istişare eder. Bir kısmı Allah’a tevekkül ederek yollarına devam edip Şam’a gitmeyi diğer bir kısmı da veba tehlikesine maruz kalmamak için Medine’ye geri dönmeyi görüş bildirirler. Hz. Ömer onlar huzurundan çıkarttıktan sonra son görüşü tercih ile Medine’ye geri dönmeye karar verir. Ve bu kararını tebliğ eder. Bunun üzerine Şam valisi Ebu Ubeyde b. Cerrah Hazretleri bu karara itiraz ile Hz Ömer’e “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” der. Hz. Ömer cevaben “keşke ya Ubeyde bu sözü senden başkası söyleseydi” dedikten sonra “Evet Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyorum” der.
Meselenin hakikatini aydınlatmak için “görüşün nedir? Söyle bakalım.Senin develerin olsaydı da bir tarafı otlu ve çimenli diğer tarafı çorak ve kuru bir dereye inmiş olsaydı, şimdi sen o develeri otlu yerde güder ve karınlarını doyurursan Allah’ın kaderiyle otlatmış ve aksine çorak ve kuru yerde otlatır aç bırakırsan yine Allah’ın kaderiyle otlatmış olmaz mısın” der ve cevab-ı hükümle Hz. Ebu Ubeyde’yi susturur.
Hz. Ömer son cümleyi söylediği sırada önemli bazı kişisel meseleleri için gitmiş olan yine sahabenin büyüklerinden ve Ebu Ubeyde gibi Aşare-i Mübessere’den olan Abdurrahman b. Avf gelir ve meseleye vakıf olunca “Benim bu konuda özel malumatım vardır. Rasul-u Ekrem (s. a) efendimiz hazretlerinden işitmiştim”. “Bir yerde veba olduğunu işittiğiniz zaman onun üzerine gitmeyiniz. Ve bir yerde siz olduğunuz halde veba zuhur edince, oradan kaçarak o yerden ayrılmayınız” buyurmuşlardır der. Hz. Ömer bu hadisi işitince rey ve içtihadının bu hadise, bu seri hükme tamamen uygun düşmesinden dolayı Cenab-ı Hakk’a hamd ve sena eder ve gerek kendi kararı ve gerekse bu hadis nedeniyle Medine’ye geri döner. Bu hadis hem Buharı’de hem Sahih-i Müslim’de aynen mevcuddur. Ve binaenaleyh sıhhati hadis imamları indinde müttefekün aleyhtir. Zikredilen hadis Buharı’nın Kitabu’t-tıbbında yazılıdır. İşte hak ile batılı birbirinden ayırma hususunda derin bir nüfuz-i nazara, pek büyük bir rey isabetine sahip olduğu için Cenab-ı peygamber tarafından “Faruk” lakabı verilen ve bu suretle irfan derecesine yükseltilen Hz. Ömer sahabelerin huzurunda gerçekleşen şu beyanat-ı ârifeleriyle “kader” in hakiki mahiyeti hakkında hem yandaşlarını hem muhaliflerini aydınlatmış ve irşad etmiştir.
Hz. Ömer otlu veya otsuz bir yerde devenin otlatılması örneğiyle şu gerçeği bildirmek istiyor ki kader denilen sırrı ilahi, sonuçlarının sebeplere bağlanmasından ibarettir. Hariçte sebep gerçekleşince bir mani bulunmadığı surette sonuçta gerçekleşir. Sebep gerçekleşmezse sonuçta gerçekleşmez. Bu sebeple insanın kudret ve iradesinin taalluk edebildiği hususatta kaderin biri müsbet diğeri menfi iki ciheti vardır. İnsan kendi iradesiyle bu iki cihetten hangisine tevessül ederse o cihet ortaya çıkar. Ve binaenaleyh lehine veya aleyhine kaderin gerçekleşmesine kendisi sebebiyet vermiş olur. İşte bu ezeli hakikate binaen der ki kaderden kaçmak kurtulmak mümkündür. Yani kendi zararına olan sebebin gerçekleşmesine meydan vermek, insanın kendi elindedir. Cenab-ı Hak böyle takdir etmiştir. İşte bu mülahazaya dayanarak Hz. Ömer Şam’a girmekten kaçınmıştır. Çünkü Şam’a gitmekle, vebaya yakalanmak kaderinin gerçekleşmesine meydan vermiş olacak, zira Şam’a gidince vebaya yakalanmak sebebine maruz kalınacak. O sebebin gerçekleşmesi ve tesir etmesinde bir engel bulunmazsa (bedenin veba mikrobunu galebe edecek kadar kuvvetli olması gibi) vebaya yakalanmak sonucu da gerçekleşecek ki bu kaderdir. Kaderin bir gereğidir. Bu kaderi gerçekleştirmemek için Şam’a gitmekten vazgeçmiş ve bu suretle sebebin gerçekleşmesine meydan vermemiştir ki bu da kaderdir. Ama Şam’a gidilmiş olsaydı hakikaten vebaya yakalanır mıydı yakalanmaz mıydı bu bilinmez. Bilinen bir şey varsa o da gidilmediğinden dolayı maiyetlerinde bulunanlardan hiçbirisinin vebaya yakalanmamasıdır. Halbuki zikri geçen askerlerin Şam’a dönenlerinin bazıları vebaya tutularak vefat etmiştir. İhtimaldir ki Şam’a gidilseydi onlardan bazıları vefat etmeseler bile hafif bir suretle vebaya yakalanır veyahut yakalanmaya bilirlerdi de. Olayın bu noktası bilinmediği ve vebanın şiddetle hüküm sürdüğü bir yere gitmek tehlike olduğu için Hz. Ömer gitmekten kaçınmıştır. Çünkü Kur’an-ı Kerim “Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayınız” ayet-i kerimesiyle nefsi tehlikeye atmaktan İslam ehlini engellemiştir. İşte Hz. Ömer kaderi böyle anlıyor. Yukarıdaki izahattan anlaşıldığı üzere Maturîdîler de böyle anlamışlardır. Hatta Mûtezile nin anladığı bundan başka bir şey değildir. Hz. Ömer’in zikrolunan sözü pek açık, siyak ve sibak karinesiyle tevile açık olmayan, katiyette ve kesinlikte olduğu halde, çok garibtir ki yine bazı ulema Hz. Ömer’in bu sözlerini Sahih-i Müslim’i şerheden İmam Nevevi’nin dediği gibi pek manasız ve temelsiz tevillerle tevile kalkışmışlardır. İşte bu da Esarîye zihniyetinden doğan pek yanlış bir telakkinini neticesidir.
Şerh-i Mekasid, Şerh-i Tecrid, Şerh-i Müsayere gibi en mûteber kelam kitaplarında yazılı olduğu üzere dördüncü halife Hz. Ali (ra) meşhur Sıffîn savaşından döndükleri esnada şöyle bir konuşma geçer.
İHTİYAR: Ne buyurursunuz, Şam’a yani Sıffîn’e gidişimiz Cenab-ı Hakkın kaza ve kaderiyle mi vaki olmuştur?
HZ. ALİ: Taneyi yarıp içinden filiz çıkaran ve hiç yoktan şuur sahibi canlar, insanlar yaratan Cebnab-ı Hallak Azimuşsan’a yemin ederim ki biz bir yere ayak basmadık ve bir dereye inmedik ve bir bayıra çıkmadık ki bunlarda Cenab-ı Hakkın kaza ve kaderi olmasın.
İHTİYAR: Çektiğim meşakkat ve zahmete karşılık olarak Allah katında mükafata mazhar olmak isterim. Halbuki ben kendim için hiçbir ecir ve sevab görmüyorum.
HZ. ALİ: Sus ıhtiyar Sıffîn’e giderken gidişiniz için size Cenab-ı Hak büyük ecir ihsan etmiştir. Siz hal ve hareketlerinizden hiçbir şeyde mecbur ve zorunlu olmadınız ve o hale zorlanmadınız.
İHTİYAR: Nasıl? Hani ya bizi kaza ve kader yönlendirmişti?
HZ. ALİ: Zavallı ihtiyar! Galiba sen kaza ve kaderi insanları fiil ve hareketlerine mecbur kılan kaza-i lazım ve kaza-i mucib zannnettin, öyle mi? Eğer öyle olsaydı o vakit çeza ve mukâfat, vaad ve vaid, emir ve nehiy batıl olur ve Cenab-ı Hak tarafından hiçbir günahkâra yerme ve ceza ve hiçbir muhsine ve mutiye övme ve mukâfat varid olmazdı ve iyilik eden fenalık edenden daha fazla övgüye, fenalık eden de iyilik edenden daha fazla yerilmeye layık bulunmazdı. Öyle bir akide putçuluğun, şeytanın uşaklarının ve hakkı batıldan, hatayı sevaptan ayırmaya muktedir olmayan cahillerin sözüdür. Onlar bu ümmetin kaderiyesi ve mecusilerdir. Cenab-ı Hak tahyiren emretmiş ve tahziren nehyetmiş ve kolay olanı teklif etmiştir. Ve kendisine mağlub ve mecbur olarak ve mükreh olarak itaat edilmemiştir. Yüce peygamberleri kullarına abes olarak göndermemiş gökleri yeri ve ikisi arasındaki mevcudatı batıl olarak yaratmamıştır. O telakki, bu inanç, kafirlerin zannn-i batilidir.
İHTİYAR: O halde bizim kendisiyle seyir ve hareket ettiğimiz kaza ve kader nedir?
HZ. ALİ: O ancak Allah’ in emri ve hüküm sahibinin hükmüdür. Hz. Ali ihtiyara bu cevabı verdikten sonra “Senin Rabbin yalnızca kendisine ibadet etmenize hükmetmiştir” mealinde olan ayet-i kerimeyi okumuş ve bununla kazannin emir ve hüküm manasına geldiğine istihsad etmiştir. Görülüyor ki ashab-ı kiramın en büyük alim ve fakihi olan, efendimiz hazretlerinin talim ve terbiyesi altında büyümek suretiyle doğrudan doğruya nubuvvet miskatinden nurlanan ve feyizlenen Hz. Ali kaza ve kader lafızlarını eşanlamlı kelimeler kabilinden addererek, insanların fiil ve hareketlerine taalluk eden yerlerde her ikisinden de kasdedilen mananın emir ve hüküm manası olduğunu ve bunun beşeri irade üzerinde Cebriye ve Eş’arîye’nin zannnettikleri gibi mecbur ve zorunlu bir tesire sahip olmadığını açıkça beyan ve öyle bir inancı pek şiddetli bir şekilde red ve çerh eyliyor. Sekiz yüz senesinden sonra gelen bütün Hanefî uleması içinde tedkik ve nüfuz-i nazar ve bilgi genişliği hususlarında bir benzeri daha gelmemiş olan ve hele fıkıhta içtihad rütbesine ulaşan büyük, muhakkik imam İbn-i Humam Müsayere’sinde Hz. Ali nin bu tercih ve telakkisini kabul ediyor.
--
Ve bu telakkiye göre hükm-i ezely-i ilahiden ibaret demek olan kaza ve kaderi Cenab-ı Hakkın ilim sıfatına irca ediyor. Şu halde kaza ve kader bilcümle eşya ve hadisatin ezelde ne suretle vukuu bulacaklarını ilmi kadimiyle Allah’ın ezelde bilmesi demek olur. İşte Hz. Ömer ile Hz. Ali kerremallâhü aleyhi vechehnin kaza ve kader mefhumu hakkındaki telakki şekilleri bundan ibarettir. Bu iki telakki arasında, bir fark yok gibidir. Her iki telakki de bir asla irca edilir. Şu uzun izahat ve tahkikattan pek açık bir suretle görülüyor ki kaza ve kader kelimelerinden kastedilen şeyin ne olduğunu tayinde İslam alimleri hayrette kalmışlardır. Bundan dolayıdır ki belli bir manada ittifak edememişlerdir. Bunun da sebebi gerek Kur’an naslarında ve gerek peygamber hadislerinde bu iki kelimenin çeşitli ve sayısız manalarda varid olmasıdır. Bununla beraber şu cihet ortaya çıkıyor ki Hz. Peygamber’den sonra bu İslam ümmeti içinden islamın hakikatlerine dair beyanatta bulunmaya herkesten fazla selahiyetleri olan iki büyük şahsa, Hz. Ömer ve Hz. Ali’ye göre kaza ve kader, öyle Cebriye ve Esarîye nin telakkileri gibi insanların fiil ve hareketlerinde mecbur ve muzdar kılan kaza-i mülzem ve kader-i mübrem değildir. Belki kader bir bağdır. Yani beşerin fiil ve hareketlerini kendi ihtiyarlarına rabt ve talik eden takdiri ezelidir. Başta İmam-ı Azam hazretleri olduğu halde bütün Hanefî fukahası ve Maturîdî alimleri bu meselede Hz. Ali ve Ömer’e yakın olarak onların fikirlerini kabul etmişler ve bu suretle Esarîye’den ayrılmışlardır. Her gün gözlerimizin önünde binlerce örneği cereyan etmekte olan hakikat-i eşya da Maturîdîlerle beraberdir. Onların doğru akidelerine sşahidlik etmektedir. Bu akidelerin hülasası sundan ibarettir. Kader ezelde sonuçların sebeplere bağlanmasından, bütün eşya ve hadisatin hüdusunu muayyen sebepler üzerine tertib etmekten ibarettir. Şu halde ezelde, hariçte, sebepler gerçekleşince sonuçlarda gerçekleşir. Aksine sebep gerçekleşmezse sonuçta gerçekleşmez. İhtiyari fiillerin sebeplerini hariçte gerçekleştirmek insanın elindedir. Çünkü Cenab-ı Hak irade-i cüziyeyi diğer bir tabirle kasdi ve azmi beşerin fiillerin gerçekleşmesine sebep olmak üzere tayin ve takdir buyurmuştur. Bu sebeple insan muayyen bir fiillin gerçekleşmesini kasdedince Cenab-ı Hak o fiili halk ve icad eder. Kasdetmeyince de yaratmaz. Cenab-ı Hak ezelde böyle buyurmuş ve böyle hükmetmiştir. Hadisat-ı hariciyenin hüdusu için bir takım muayyen sebepler olduğu gibi ihtiyari fiillerin de bir takım muayyen sebepleri vardır. O da dediğim gibi insanın kasd ve ihtiyaridir. Gerçek şu ki beşeri fiillerin enfusi ve afakî daha başka sebepleri vardır. İnsan bu sebeplerden dolayı bir fiilin icrası veya âdem-i icrasını kasdeder. Bu cihet munker değildir. Fakat fiilin asıl sebebi kasıddır. O sebepler kasdin suduruna neden olan etkenlerdir ve ekseriyetle karşı konması mümkün olan şeylerdir. Hatta zamanımızda açlıkla intihara karar veren bir belediye başkanının bir aydan fazla açlığın tazyikine karşı direndiği ve ölmemesi için devletçe sarfedilen çabaya rağmen yine azminde sebat ederek kararı sebebiyle olup gittiği görülmüştür. Onun için beşeri fiillerin asıl muayyen sebebi kasd ve ihtiyardır, azm-i müsammemdir. Bunun haricinde kalan etken ve nedenler kasdin hareket sebebidir ve direnilebilir cinstendir. Kasdin suduru üzerindeki tesirleri inkâr edilemez. Farklı derecelerde olmak üzere az çok tesirleri vardır. Onun için ceza maddelerinde bu yönü dikkate almak ve binaenaleyh bazen bu etkenleri hafifletici sebep saymak gerekir. Hatta bazen bütün bütün afv sebebi bile saymak gerekir. Lakin bu cihet böyle olmakla beraber yine bunlar çoğunlukla insanın azim kudretini tamamen ortadan kaldıracak ve binaenaleyh beşeri fiillerde insanları mazur gösterecek şeyler değildirler.
Onun içindir ki hiçbir ferd kendi kusurunu kendi tedbirsizliğini kadere hamlederek kendisini mazur göstermekle haklı olmaz. Bununla beraber şayet bazı hareketinde katı şekilde mecbur ve zorunlu kaldığı külliyen tercih hakkının yok olduğu olursa şüphesiz o gibi harekâtından sorumlu tutulmaz. Fakat hareketlerinin çoğunluğu böyle değildi. Onların vukuuna kendi kasd ve ihtiyari sebep vermiştir. Nitekim bu cihet yukarıda örneklerle açıklanmıştır.
Hz. Ali ye amcası Hz. Abbas ona şöyle dedi:
“ ne zaman sana bir meseleyle geldiysem hoşlanmadığım bir şekilde hep sonraya bıraktın. Rasulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) vefat edeceği zaman sana bu işi kime bırakacağını sormanı istedim reddettin. Vefat ettikten sonra işi eline alma konusunda acele etmeni söyledim reddettin. Ömer seni heyete dâhil ettiğinde aralarına girmemeni işaret ettim yine reddettin. Sadece benden tek bir şey belle; heyet sana her geldiğinde itiraz et ta ki seni tayin edinceye kadar. Bu gruba dikkat et. Onlar bizim dışımızda biri seçilinceye kadar bizi bu işten uzak tutmaya devam edeceklerdir. Allah’a yemin ederim ki seçilecek kişi ancak hilafete zarar vermekten başka bir şey olmayan bir şerle, bir hileyle ulaşacaktır.” [et-Taberî, a.g.e, c. IV, s. 230. İbnu’l-Esîr, a.g.e, c. III, s. 55. en-Nüveyrî, a.g.e, c. XIX, s. 381. Ebu’l-Fidâ, a.g.e, c.I, s. 232.]
Hz. Ali: “ eğer Osman sağ kalırsa ona olanı hatırlatırım. Yok eğer ölürse bu işi aralarında sırayla yapacaklardır ve eğer bunu yaparlarsa beni hoşlanmayacakları bir tavır içinde bulacaklardır!” dedi.
Adı Ebu Zer (Altın Sahibi, Servet Ve Zenginlik Sahibi) kendi fakir gitti
Ebû Zerr el-Gıfârî başta olmak üzere Abdullah b. Mesûd ve 'Ammâr b. Yâsir gibi bazı sahâbîler, Hz. Osman'ın şiddet uygulamalarına maruz kaldılar. Tabii Hz. Osman'ın bu tutumu halk arasında huzursuzluğa sebep olacak ve ona karşı muhâlefeti artırmalarıyla sonuçlanacaktı. Bu politikanın ilk kurbanlarından biri Abdullah b. Mesûd idi.
Hatırlanacağı üzere Abdullah b. Mesûd, Hz. Osman halife seçildiğinde muhâlefet göstermeden biât edenler arasındaydı. Biât etmekle yetinmemiş Kûfe halkını da Hz. Osman'a biât etmeye teşvik etmişti. Ama Hz. Osman'ın hilâfete gelmesiyle birlikte sergilediği dinî tutum ve akraba yanlısı politik tavır, Abdullah b. Mesûd'un da muhâlif cepheye geçmesine sebebiyet vermişti. Bu olayla ilgili olarak tarihî kaynaklarda vârid olan rivayetleri aktarmakla başlayalım.
Hicretin 30. senesinde Huzeyfe ibnu'l-Yemân, Abdurrahman b. Rebîa'ya yardımcı kuvvet olarak el-Bâb ve Azerbaycan tarafına sefere çıkmıştı. Orduda Humus, Dımaşk, Kûfe ve Basra gibi çeşitli şehirlerden askerler vardı. Bu şehirlerden gelen askerler Kur'ân'ı farklı kırâatlere göre okuyorlardı. Kırâatlerin farklı olmasını ihtilâf meselesi haline getirmişlerdi. Buna göre her şehir halkı, kendi kırâatlerinin en doğru olduğunu iddiâ ediyordu. Huzeyfe ibnu'l-Yemân, sefer esnasında askerler arsındaki bu anlaşmazlığı görmüştü. Kûfe'ye döndüğünde Said b. el- 'Âs'ı durumdan haberdar etmişti. Halkı da bu ihtilâfın sebep olabileceği bir fitneye karşı uyarmıştı. Kûfe'de bulunan ashâbın ve tâbiînin büyük çoğunluğu Huzeyfe'nin işâret ettiği tehlikeyi dikkate aldılar. Yalnız Abdullah b. Mesûd ve Kur'ân'ı onun kırâatine göre okuyan kesim Huzeyfe'ye itirazda bulundular. Abdullah b. Mesûd ile Huzeyfe arasında tartışma çıktı. Bunun üzerine Huzeyfe, Hz. Osman'a giderek ona durumu bildirdi ve kırâat farklılığından doğacak olası bir fitnenin önüne geçmek için tedbir alması önerisinde bulundu. Bunun üzerine Hz.Osman, ashâbı toplayarak onlarla müşâverede bulundu. Toplantıda görüş birliğine varıldı. Ardından Hz. Osman, Hz. Ebubekir döneminde yazılan ve Hz. Ömer'in kızı Hafsâ'nın yanında muhâfaza edilen mushâfın getirilmesi emrini verdi. Kur'ân nüshâları bu mushâf model alınarak çoğaltılacaktı. Hz. Osman, Kur'an nüshalarını çoğaltmak üzere Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Zübeyr, Said b. el-'Âs ve Abdurrahman b. el-Hâris'i görevlendirdi. Mushâf, Kureyş lehçesine göre çoğaltıldı.
Etraftaki her bir şehre birer örnek gönderildi. Hz. Hafsâ'dan alınan mushâf kendisine iâde edildi. Ardından farklı tarzlarda yazılan mushâflar toplatılıp yakıldı. Geriye Abdullah b. Mesûd'un mushâfı kalmıştı. İbn Mesûd, mushâfını teslim etmek istemeyince, Hz. Osman hutbede İbn Mesûd'u fesat unsuru olmakla suçladı. Bu suçlama karşısında İbn Mesûd da Hz. Osman hakkında sert sözler sarfedince, Hz. Osman'ın emriyle cezalandırıldı. Ayaklarından sürüklenen İbn Mesûd'un kaburga kemikleri kırılmıştı. Kendisine verilen maaş da kesilmişti. Bu olayı duyan Hz. Aişe, Hz. Osman'ı eleştirdi.
Bu olaydan sonra Abdullah b. Mesûd hastalandı. Ölünceye kadar Hz. Osman'a kızgın olduğu söylenmektedir. Hicretin 32. senesinde vefât etti. Vâsiyetinde cenaze namazının 'Ammâr b. Yâsir tarafından kıldırılmasını istemişti ve vâsiyeti yerine getirildi.
Abdullah b. Mesûd'tan az bir süre sonra Mikdâd b. Esved de vefât etmiş ve o da cenaze namazının 'Ammâr b. Yâsir tarafından kıldırılmasını, Hz. Osman'ın ise kıldırmasını istemediğini vâsiyet etmişti. 'Ammâr, Mikdâd'ın da cenaze namazını kıldırınca Hz. Osman, 'Ammâr hakkında şunları söylemişti: "Siyahînin oğlundan dolayı yazıklar olsun bana! Ben onun ne mâl olduğunu biliyordum!".
Ebû Zerr olayına gelince; o, baştan beri Hz. Osman'ın halife olmasını istemeyenlerin safında yer alıyordu. Ama Hz. Osman halife seçilince ona biât etmiş ve halifeye itâat etmekten el etek çekmemişti. Dikkat edilmesi gereken husus; Ebû Zerr'in eleştirilerinin odağında şahısların değil, yöneticilerin ve zengin ahâlinin yaşama biçiminin yer aldığıdır. Ebû Zerr, Hz. Osman ve valilerinin politikalarını açıktan açığa eleştiriyordu. Bu durum karşısında yönetim bazı tedbirlere mürâcaat etti ve Ebu Zerr'i sürgüne göndermeye karar verdi. Ebû Zerr el-Ğıfârî olayı ile ilgili olarak birçok rivayet mevcuttur. Bu rivayetleri, olayların önemli noktalarını dışarıda bırakmadan aktarmaya çalışacağız.
Ebû Zerr el-Ğıfârî, hicretin 30. Senesinde, bazı sebeplerden ötürü sürgün edildi. Ebû Zerr'in sürgünüyle alâkalı olarak birçok olay zikredilmektedir. Ebû Zerr; Medine'de, Mescid-i Nebevî'ye gelir ve halkın huzurunda Hz. Osman'ın uygulamalarını eleştirirdi. Hangi noktalarda Hz. Peygamber'in sünnetine ters hareket ettiğini ve ondan önceki iki halifenin takip ettikleri yoldan nasıl saptığını dillendiriyordu halk arasında.
Mescidin kapınsında durup halka şöyle hitap ediyordu: "Ey insanlar! Beni bilen bilir! Bilmeyenler bilsin ki ben Gıfâr kabilesinden Ebû Zerr! Rebbezeli Cünâde'nin oğlu Cündeb'im! Şüphe yok ki Allah; Âdem'i, Nûh'u, İbrahim ailesini, İmrân ailesini aynı sülâleden insanlar olarak, onları diğer insanlardan arındırıp onlara üstün kıldı! Allah, her şeyden haberdardır ve her şeyi bilir! Muhammed, Nûh soyunun en temiz eseridir! Atası İbrâhim'dir ve İsmail'in sülâlesindendir! Hidâyet rehberi olan 'ıtret de Muhammed'in soyundandır! Şüphe yok ki Muhammed, bütün bu saydıklarımın en şereflisidir! Aramızdaki konumları itibâriyle; gök gibi yüce, kâbe gibi kutsal, kıble gibi insanların yönlerini belirleyen bir nişâne, gündüz vakti bir güneş, geceleyin karanlığın içinde süzülen bir dolunay, yıldızlar gibi birer pusula, özü kutsanmış ve aydınlık saçan bir zeytin ağacı mesabesinde olan bu soydan üstün nitelikler elde etmek için istifâde edin! Muhammed, Âdem'e verilen ilmi ve diğer peygamberlere bağışlanan üstün niteliklerini devralmıştır! Ali de Muhammed'in vekilidir! Ona verilen ilmi devralmıştır! Ey peygamberlerinin vefatından sonra çaresiz kalan ümmet! Allah'ın öne çıkardığı kişiyi öne çıkarıp, ötelediği kişiyi arka planda bıraksaydınız, velayet ve verasetin peygamberinizin âilesinde kalmasını onaylasaydınız, bolluk ve refâh içinde yaşardınız ve Allah'ın halktan sorumlu tuttuğu kişi de adâletten sapmazdı!
Allah'ın kanunlarının uygulanması noktasında bir sorun olduğunda veya herhangi iki kişi Allah'ın koyduğu hükümler konusunda ihtilâfa düştüğünde, bunların çözümünü, Allah'ın kitabı ve peygamberlerinin sünnetine dayanarak çözüm üreten bu insanların yanında bulurdunuz! Madem yapacağınızı yaptınız, şimdi yaptığınızın acı meyvesini tadın bakalım! O zulmedenler nasıl bir devrimle tersyüz edileceklerini görecekler!".
Ebû Zerr, bir gün Hz. Osman'ın oturduğu bir meclise geldi. Ebû Zerr'in orada hazır bulunduğu bir esnada, Hz. Osman oradakilere sordu: "Malının zekâtını veren bir kişinin, malında başkalarının hakkı kalır mı sizce?". Orada bulunan Ka'bu'l-Ahbâr şu cevabı verdi: "Hayır kalmaz ey müminlerin emiri!". Bu cevaba hiddetlenen Ebû Zerr, Ka'b'a: "yalan söylüyorsun ey Yahûdi'nin oğlu!" dedi. Ardından şu âyeti okudu: "Allah'a itâat, yüzlerinizi doğuya veya batıya çevirmeniz değildir! Allah'a itâat; Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inanmaktır! Mâl ve mülkü sevdiği halde onu biriktirmeyip; akrabalara, yetimlere, yoksullara, yolculuk halindeki muhtaçlara, çaresiz kalıp istemek zorunda kalanlara vermek, köleliği kaldırmak için insanlığı özgürleştirme yolunda harcamaktır!". Hz. Osman, ikinci bir soru sorarak şunları söyledi orada bulunanlara: "Müslümanların hazinesinden bir miktar malı alıp, kendi ihtiyacımız için kullanmamızda, ondan bir miktarını da sizlere hibe etmemizde bir sakınca olduğunu düşünüyor musunuz?". Bu sorusuna da Ka'b'ul-Ahbâr cevap vererek: "Hayır, bir sakıncası yok!" dedi. Ebû Zerr, Ka'b'ın bu cevabına sinirlenerek ona hakâret etti. Bunun üzerine Hz. Osman, Ebû Zerr'i oradan kovdu. Ebû Zerr, Medine'den Şam'a; Muâviye'nin vilâyetine gönderildi.
Ebû Zerr, Şam'da da Medine'de vâki olan yönetim aleyhtarı söylemlerine devam etti. Mescide kuruluyor, şehrin girişinde duruyor ve halka şunları söylüyordu: "Ateş yüklü bulutlar kapladı gökyüzünü! İnsanlara iyilik yapmayı emrettikleri halde ondan yüz çevirenler ile kötülük yapmaktan nehyettikleri halde kötülük yapanlara Allah lanet etsin!".
Ebû Zerr'e göre bir Müslüman, bir günlük azıktan fazlasına sahip olmamalıydı. Bundan fazlasını ya infâk edecekti ya da birisine ikramda bulunacaktı. Bu görüşünü kenz ayeti olarak bilinen "Altın ve gümüşü Allah yolunda infak etmeyip biriktirenleri acı verici bir azapla müjdele!" âyetine dayandırıyordu. Zenginleri, mallarını infâka çağırıyor, fakir-zengin gibi sınıfsal bölünmeleri reddederek maddi konuda halk arasında eşitlik fikrini savunuyordu. Bu çağrıları yoksul halkın arasında yankı uyandırdı. Bunun üzerine endişelenen zenginler durumu Muâviye'ye bildirdiler. Bunun üzerine Muâviye, Ebû Zerr'i susturmak için ona bir gece vakti bin dinar para gönderdi. Aslında Muâviye, Ebû Zerr'i sınamak istemişti. Lâkin Ebû Zerr, kendisine gönderilen bu parayı hemen fakirlere dağıttı. Diğer gün sabah erkenden Muâviye, Ebû Zerr'e bir elçi göndererek bir önceki gün kendisine verilen paranın aslında bir başkasına gönderildiğini söyleyerek parayı geri istedi. Buna karşılık Ebû Zerr, parayı fakirlere dağıttığını söylemiş ve geri toplamak için kendisine birkaç gün mühlet verilmesini istemişti. Bunu duyan Muâviye, Ebû Zerr'in söylemlerinde samîmî olduğunu ve parayla susturulamayacağını anlamıştı.
Hz. Osman'a bir mektup yollayarak Ebû Zerr'in şehirde halife aleyhinde bozgunculuk yaptığını, yoksulları kışkırtarak kendisine zorluk çıkardığını bildirdi. Hz. Osman, Muâviye'nin mektubuna karşılık cevabında, bir toplumsal kargaşanın pusuda beklediğini söyleyerek, bu olası kargaşayı tetikleyecek herhangi bir eylemde bulunmaması konusunda Muâviye'yi uyardı. Ayrıca Muâviye'ye kendisini ve halkı bu olası kargaşaya karşı koruması konusunda tenbihte bulundu. Daha sonra ona, Ebû Zerr'i Medine'ye göndermesini emretti.
Ebû Zerr'in yolda ezâ görmesi için yolculuk şartları Muâviye tarafından zorlaştırıldı. Zor şartlar altında Medine'ye doğru yola çıktı. Ebû Zerr, Medine'ye vardığında Sel' Dağı eteklerine kurulan evleri görünce "Medine halkını kuşatıcı saldırılarla ve korkunç bir savaşla müjdele!" demişti.
Hz. Osman'ın huzuruna çıktığında, Hz. Osman ona, Muâviye'nin kendisi hakkında söylediklerinin nedenini sormuştu. Ebû Zerr de ona durumu anlattı. Bunun üzerine Hz. Osman halktan farz olanın dışında yani zekâttan başka bir şeyi talep edemeyeceğini ve aynı zamanda kendisinin de infâk etmek zorunda olmadığını, sadece malının zekâtını vermekle yükümlü olduğunu söylemişti. Bundan dolayı Hz. Osman halkı zühde zorlayamayacağını ancak ictihadta bulunarak onları vasat olmaya çağırabileceğini belirtti. Ebû Zerr, Hz. Osman'ın bu görüşüne itirazda bulunarak, muhtaç halka infâkta bulunmadıkları sürece zengin halk tabakasından râzı olunamayacağını belirtti. Orada hazır bulunan Ka'bu'l-Ahbâr, zengin kimselerin zekâtı edâ etmeleriyle görevlerini yerine getirmiş olacaklarını söyleyince Ebû Zerr âsâsıyla Ka'bu'l-Ahbâr'ın kafasını kırarak onu susturdu.
Hz. Osman, Ebû Zerr'i günlerce evinde ağırladı. Bir gün Hz.Osman, Abdurrahman b. 'Avf'tan kalan büyük miktarda mâl'ı getirtti ve oraya yığdı. Ardından Hz. Osman: "Ben Abdurrahman için Allah'tan iyilik diliyorum! O sadaka verir, misafir ağırlardı ve gördüğünüz gibi ardında bu malları bıraktı!" dedi. Ka'bu'l-Ahbâr'ın Hz. Osman'ı tasdikinin tam tersine Ebû Zerr, Hz. Osman'ın bu sözlerine karşı çıkarak şunları söyledi: " Ölüp de ardında bunca mâl bırakan adam için 'Şüphesiz ki Allah ona dünyada ve ahirette iyilik vermiş!' diyerek Allah'a iftirada bulunuyorsun!". Ardından Peygamber'den (sallallâhü aleyhi ve sellem) şu hadis-i şerifi nakletti: "Ben ölüp de ardımda bir parmak kadar mâl bırakırsam bu beni üzer!".
Hz. Osman ona kızarak oradan gitmesini istedi. Ebû Zerr, Medine'den kovulunca Mekke, Şam ve Basra şehirlerinden birine gitmek istediğini söylemiş ama Hz. Osman, buralara gitmesine izin vermeyerek sürgün için başka bir belde tercihinde bulunmasını söyledi. Ama Ebû Zerr ona "madem bu şehirlerin dışında bir yer tercih etmemi söylüyorsun, o zaman istediğin yere sür beni!" diyerek bu işi kendisine bıraktığını söyledi. Hz. Osman da Rebbeze'ye sürgün edilmesine hükmetti.
Şehirden herhangi bir kimsenin Ebû Zerr'i uğurlaması ve Rebbeze'ye varıncaya kadar onun herhangi biriyle görüşmesi yasaklandı. Ebû Zerr'e kimse yaklaşmasın diye Mervan'ın gözetiminde şehirden çıkıyordu. Onun şehirden ayrılacağını duyan Hz. Ali, Hasan, Hüseyin, 'Ukeyl b. Ebî Tâlip, Abdullah b. Ca'fer ve 'Ammâr b. Yâsir onu uğurlamaya geldiler. Orada bulunan Mervân b. el-Hakem, Hz. Ali'ye, halifenin Ebû Zerr'le görüşülmesine dâir yasağı olduğunu söyleyerek Ebû Zerr'den uzak durmasını söyledi. Mervân'ın bu sözlerine kızan Hz. Ali, Mervân'ın devesini kırbaçlayarak yolundan çekilmesini söyledi. Sonra da hep beraber Ebû Zerr'e eşlik ettiler. Onu uğurladıktan sonra geri döndüler. Mervân da Hz. Osman'a gelip Hz. Ali'yi şikâyet etti. Hz. Osman halka seslenerek Hz. Ali'nin emrine karşı geldiğini, elçisini yani Mervân'ı görevini yerine getirmekten alıkoyduğunu ve bundan ötürü de onu cezalandıracaklarını söyledi. Halk, Hz. Osman'ın bu söylediklerini Hz. Ali'ye bildirince Hz. Ali: "At, gem'inden dolayı kızmış!" dedi. Daha sonra Hz. Ali, Hz. Osman'ın yanına geldi. Hz. Osman ona, halkı Ebû Zerr'i uğurlamaktan nehyettiği halde neden emre karşı geldiğini sordu. Hz. Ali de: "Senin her söylediğini Allah'a itâat olarak mı göreceğiz! Allah'ın hükmünün hilâfına hüküm verdiğinde, Allah'ın emrini bırakıp senin emrine mi tabi olalım yani! Hayır! Allah'a yemin ederim ki bu tür durumlarda senin emrine uymayacağım!" şeklinde cevap verdi. Hz. Osman, bu sefer de Mervân'a yaptıklarının hesabını vermesini istedi. Buna göre Hz. Ali'nin devesi kırbaçlanacak ve Hz. Ali'nin Mervân'a yaptığı hakâretlere karşılık Mervân da ona hakâret edecek ve bu şekilde ödeşeceklerdi. Hz. Osman'ın bu söylediklerine karşılık Hz. Ali devesinin kırbaçlanabileceğini ama kendisine hiç kimsenin hakârette bulunamayacağını söyledi. Bu sözlerinden sonra Hz. Osman ona: "Madem sen ona hakârette bulundun o da sana hakârette bulunacak! Allah'a yemin ederim ki sen benim yanımda ondan daha değerli değilsin!" dedi. Hz. Ali üslubunu sertleştirerek şunları söyledi: "Bu sözü benim için mi söylüyorsun! Yani şimdi sen ben ile Mervân'ı aynı kefeye mi koyuyorsun! Allah'a yemin ederim ki ben senden daha üstünüm, babam babandan, annem de annenden daha üstün! Bu benim soyum! Şimdi sen soyundan bahset de görelim!". Hz. Ali'nin bu sözlerine kızan Hz. Osman evine çekildi. Hz. Ali de oradan ayrılarak eve gitti. Âile efrâdı, Ensar ve Mühacirundan bazı kimseler onun yanına gitti. Hz. Osman ise söylenmeye devam ediyordu. Halka, Hz. Ali'nin, kendisini ayıpladığını ve kendisini ayıplayanları da desteklediğini söylüyordu. Hz. Ali'nin Ebû Zerr'i uğurlamasını kendine karşı olan birini destekleme şeklinde yorumluyordu Hz. Osman. Halk Hz. Ali ile Hz. Osman'ı barıştırdığında Hz. Ali ona: "Ebû Zerr'i uğurlamakla amacım senin emrine karşı gelmek değildi! Ben sadece Allah'ın rızâsını gözettim!" dedi.
Ebû Zerr ayrılırken, Hz. Osman tarafından kendisine iki köle ve bir miktar deve verildi. Ayrıca günlük geçimi de beytü'l-mâlden karşılanacaktı. Daha sonra Muâviye, Ebû Zerr'in Şam'da bulunan âilesini de yanına göndermek istedi. Ebû Zerr'in hanımının elinde ağırca bir kese görmüş, Ebû Zerr'in zühd söylemiyle dalga geçmiş ve kendisiyle çeliştiğini îmâ etmişti. Bunun üzerine Ebû Zerr'in hanımı, kesede dinar veya dirhem bulunmadığını günlük masrafları için bir miktar değersiz fülus bulunduğunu söyledi. Daha sonra da Ebû Zerr'in yanına Rebbeze'ye gidip yerleşti. Bu sürgünden yaklaşık iki sene sonra hicretin 32. senesinde Ebû Zerr Rebbeze'de vefât etti.
Hz. Osman'a, Ebû Zerr'in vefât haberi ulaştığında, Hz. Osman: "Ebu Zerr'e Allah rahmet eylesin!" dedi. Orada bulunan 'Ammâr b. Yâsir, Hz. Osman'ın bu sözüne karşılık: "evet! Allah Ebû Zerr'e rahmet eylesin! Hem de en içten dileklerimizle!" dedi. 'Ammâr'ın, Hz. Osman'a dokundurmak için bu tarzda rahmet okuması Hz. Osman'ı çok kızdırdı. Ayrıca 'Ammâr'ın Hz. Osman aleyhine konuştuğu da Hz. Osman'ın kulağına gelmişti. Bundan dolayı Hz. Osman, 'Ammâr'ı da sürgün etmeye niyetlendi. Bunun üzerine 'Ammâr'ın kabilesi Mahzum Oğulları Hz. Ali'yi devreye sokarak Hz. Osman'ın bu girişimine engel olmak istediler. Bunun üzerine Hz. Osman, Hz. Ali'ye çıkışmış ve onun da sürülmeyi hak ettiğini söylemişti. Hz. Osman'ın bu çıkışına mühâcirler tepki gösterince 'Ammâr sürgün edilmekten kurtuldu.
'Ammâr da zikre konu olan iki arkadaşının âkıbetine maruz kalacaktı. 'Ammâr b. Yâsir baştan beri Hz. Osman'ın siyasî bir muhâlifiydi. O, hilâfetin, Hz. Ali'nin hakkı olduğunu savunuyor ve Hz. Osman'ın hilâfetine karşı çıkıyordu. 'Ammâr b. Yâsir muhâlefetinin niteliğiyle diğer iki arkadaşından farklı bir çizgi takip ediyordu.
'Ammâr ile ilgili olayı İbn-i Kuteybe'nin naklettiği kadararıyla aktarmaya çalışalım. "Peygamber'in (sallallâhü aleyhi ve sellem) ashâbından bazı kimseler toplanıp Osman'ın; Resûlullah'ın ve önceki iki halifenin yoluna muhâlif düştüğüyle ilgili konular içeren bir mektup yazdılar. Ayrıca söz konusu mektupta: Afrika humusunda; Allah'ın, Resûlü'nün, Resûl'ün akrabalarının, yetim ve yoksulların hakları olduğu halde bu humusu Mervân'a bağışlamış olması, kendisi için birçok bina inşa etmiş olması (örneğin Osman'ın sadece Medine'de dokuz tane evi vardı.), Mervân'ın inşa ettiği ev ve saraylar, devlet hazinesinden aldıkları parayla elde ettikleri mallar, Osman'ın devletin yönetim mekanizmalarını kendi akrabaları arasında paylaştırmış olması ve bu görevlendirilen kişiler Peygamber'in ashâbından olmadıkları halde, devlet işlerinden de anlamadıkları halde bunu yapmış olması, Velid b. 'Ukbe'yi işlediği cürümden dolayı hakkıyla cezalandırmamış olması, Mühâcirun ve Ensâr'ı bir kenara bırakıp hiçbir konuda onlara danışmaması, Medine etrafındaki meraları tekeline almış olması, ashâptan olmayıp savaş ve savunmalara katılmadıkları halde Medine'de bulunan bazı kimselere devlet hazinesinden mâl ve para vermesi, kaldı ki devlet hazinesi ganimet mallarıyla ayakta duruyordu, hadd cezalarında halkın sırtını kırbaçlaması (zira ondan önceki iki halife bu işi kırbaç yerine kamıştan yapılmış ince bir sopayla yapıyorlardı) gibi konular da yazılmıştı.
Bu mektubu hazırlayanlar toplam on kişiydiler. Bunu yazanlar ise 'Ammâr b. Yâsir ve Miktâd b. el-Esved'ti. Mektubu Osman'a götürmek için beraber çıktıklarında herkes bir yerlere kayboldu. 'Ammâr elinde mektupla tek başına kaldı. 'Ammâr mektubu Osman'a iletmek üzere evine geldi. Osman'ın yanında Mervân'ın da aralarında bulunduğu bazı Ümeyye Oğulları vardı. Osman mektubu aldıktan sonra okumaya başladı. Okuduktan sonra 'Ammâr'a mektubu kendisi tarafından yazılıp yazılmadığını sordu. Bu soruya karşılık olumlu cevap alınca ona kimlerin eşlik ettiğini öğrenmek istedi. Ama 'Ammâr arkadaşlarını ele vermedi. Bunun üzerine Mervân, Hz. Osman'a: 'Halkı sana karşı kışkırtan işte bu siyâhî köledir! Eğer onu cezalandırırsan bu diğerlerine de iyi bir ders olur!'. Bunun üzerine Hz. Osman, yanında bulunan Ümeyye Oğulları'na 'Ammâr'ı dövmeleri emrini verdi. Kendisi de 'Ammâr'ı dövme eyleminde yer aldı. 'Ammâr'ın karnı yarılıncaya kadar onu dövdüler. Ardından da onu sürükleyerek kapı dışarı ettiler. 'Ammâr dövülmenin etkisiyle bayılmıştı.
'Ammâr'ın maruz kaldığı muâmele, müttefikleri olan Mahzûm Oğulları arasında öfkeyle karşılandı. Mahzûm Oğulları'ndan Hişâm b. el-Velid, Hz. Osman'la karşılaştığında ona şunları söyledi: 'Vallahi eğer 'Ammâr yediği bu darbelerden dolayı ölürse, onun intikamı için Ümeyye Oğulları'ndan önde gelen birini öldüreceğiz!'. Buna mukâbil Hz. Osman orada olmadığını söyledi."
Hz. Osman'ın ashâba karşı şiddet ve sürgün uygulamaları bu kişilerle de sınırlı kalmamıştı. Hz. Osman, kendisini ve akrabalarını hicvettiği için ashabtan Abdurrahman b. Hanbel'i de el- Kamûs'a sürgün etmişti.
Rivayetlerden de anlaşılacağı gibi, bu dönemde Hz. Osman'a karşı muhâlif cephe durmadan genişliyordu. Muhâlif cephede ashâbın çoğalması, Hz. Osman'ın hilafetinin meşrûiyeti açısından son derece tehlikeli bir durumdu. Unutulmamalıdır ki ashabın sergilediği muhâlefet, diğer Müslümanları cesaretlendirmede son derece etkili bir vâkıaydı. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, ashâbın git gide Hz. Osman'dan uzaklaştıkları gerçeğidir.
Bir başka muhâlif ses de merkezden uzaklarda yankılanacaktı. Bu muhâlif sesin sahipleri Muhammed b. ebî Huzeyfe ve Muhammed b. ebî Bekr adında iki sahâbîydi. Muhâlefetlerinin sebebi diğer muhâlif ashâbın çoğunda olduğu gibi Hz. Osman'ın ve valilerinin politikalarıydı. Olayları konu alan rivayetleri, olayların akışına göre sıralayarak arz etmek istiyoruz.
Hicretin 31. senesinde Rumlar'a karşı Savari savaşı gerçekleştirildi. Şam ordusunun gerçekleştirdiği bu akını Muâviye komuta ediyordu. Deniz kuvvetlerinin başında ise Abdullah b. Sa'd b. ebî Serh vardı. Ordu, gemilere binme hazırlıklarını tamamlamak üzereyken cemâatle kılınan bir ikindi namazı sırasında Muhammed b. ebî Huzeyfe namaz tamamlanıncaya kadar yüksek sesle tekbir getiriyordu. Namaz tamamlandıktan sonra imamlık konumunda bulunan Abdullah b. Sa'd bunu bir daha tekrarlamaması konusunda onu uyardı. Ama o bu tavrı bir kez daha tekrarlayınca Abdullah b. Sa'd bu sefer onu tehdit etti ve azarladı. Bu tehditle beraber ikisi arasında sert bir tartışma çıktı. Daha sonra Muhammed b. ebî Huzeyfe ve Muhammed b. ebî Bekr, Hz. Osman aleyhine konuşmaya başladılar. Askerlere Hz. Osman'ın, dine bid'at soktuğunu, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'e muhâlif davrandığını söylüyorlardı. Bundan dolayı da kanının helâl olduğunu dillendiriyorlardı. Çünkü Hz. Osman; Kur'an'ın işaretiyle küfrü sabit olan ve Hz. Peygamber'in katlini mübah gördüğü Abdullah b. Sa'd b. ebî Serh gibi birisine görev vermişti. Hz. Nebi tarafından sürülenler, Hz. Osman tarafından affedilip geri getirilmişti. Ashâbtan olan kimseleri görevden alırken Said b. el-'Âs ve Abdullah b. Âmir gibi kimseleri görevlendirmişti.
Abdullah b. Sa'd b. ebî Serh bunu duyunca, gemilere bindiklerinde bu ikisine, Müslümanların bindiği gemilere binmemeleri için yasak getirdi. Onlar da tek bir müslümanın bile bulunmadığı bir gemiye bindiler. Savaş başlayınca bu ikisi savaşma konusunda isteksiz davrandılar; çünkü onlar Abdullah b. Sa'd gibi birisinin komutası altında savaşmak istemediklerini söylüyorlardı. Aynı zamanda daha önce Hz. Osman aleyhinde söylediklerini, savaşçılar arasında yayıyorlardı. Abdullah b. Sa'd, ikisini bu tür sözlerden nehyetti ve cezalandırmakla tehdit etti.
Savaştan zaferle çıkan İslam ordusu günler sonra geri dönecekti. İslam ordusu geri dönmek üzereyken Muhammed b. ebî Huzeyfe yine sahnedeydi. Yanındaki bir adama asıl cihadı geride bıraktıklarını ve asıl cihadın Osman'a karşı yapılması gerektiğini, çünkü onun yaptıklarıyla halkı ifsâda uğrattığını söylüyordu. Hz. Osman aleyhinde söylenen bu sözlerin tesirinde kalan diğer askerler de bundan cesaret alıp Hz. Osman aleyhinde daha önce sarfetmedikleri sözleri dillendirmeye başlamışlardı. Zaferden sonra orduda bulunan Mısırlı askerler kendi memleketlerine gitmiş ve orada da Hz. Osman aleyhinde konuşmaya devam etmişlerdi.
Bu olay, bizlere Hz. Osman aleyhindeki muhâlefetin nasıl yayıldığı hakkında önemli bir sahne sunmaktadır. Aynı zamanda Hz. Osman aleyhtarlığının savaş meşgûliyeti olmadığından dolayı halkın dikkatinin, Hz. Osman'ın icraâtlarına döndüğü şeklindeki tezleri de çürütmektedir. Zira Hz. Osman döneminin en önemli muhâlefet gösterilerinden biri olan bu olayın, savaşın ortasında vâki olduğunu görmekteyiz.
Hem Medine'de hem de Kûfe, Mısır ve Basra gibi yerlerde, gitgide yayılan ve yayıldıkça kökleşen muhâlif hareket, yönetimi korkutmuş olacak ki, ileride Hz. Osman ve valilerinin bir takım tedbirlere mürâcaat ettiklerini göreceğiz. Münferit muhâlif gösterileri şiddet uygulayarak bastırmaya çalışan otorite, aynı tavrını örgütsel muhâlefetlere karşı da sergilemekten geri durmayacaktı. Tüccâr geçmişleri olan Ümeyye Oğulları, para ve mâl yedirerek Şamlılar'ı itâat halinde tuttukları halde diğer şehir halklarını bu yöntemle hizada tutmaya güç yetirememiş olacaklar ki son çâre olarak şiddete ve çeşitli caydırıcı yaptırımlara mürâcaat etmişlerdi. Hatırlayacak olursak Ebû Zerr el-Gıfârî parayla susturulamayınca sürgününe karar verilmişti. Muhtemelen Ümeyye Oğulları'nın bu tavrı diğer muhâlifler için de sahnelenecekti.
Hz. Ömer radiyallâhü anh Cesurdur.
Hz. Ali kerremallâhü aleyhi vecheh onun hicretini su şekilde anlatmaktadır:
"Ömer'den başka gizlenmeden hicret eden hiç bir kimseyi bilmiyorum. O, hicrete hazırlandığında kılıcını kuşandı, yayını omzuna taktı, eline oklarını aldı ve Kâbe’ye gitti. Kureyş'in ileri gelenleri Kâbe’nin avlusunda oturmakta idiler. O, Kâbe’yi yedi defa tavaf ettikten sonra, Makam-ı İbrahim’de iki rekaat namaz kıldı. Halka halka oturan müşrikleri tek tek dolaştı ve onlara;
“Yüzler pisleşti. Kim anasını evlatsız, çocuklarını yetim, karısını dul bırakmak istiyorsa şu vadide beni takip etsin.” dedi. [İbnü’l-Esîr, Usdu’l-Ğâbe, s. 901;Suyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, II, 130. ]
Onlardan hiç biri onu engellemeye cesaret edemedi. Bunun içindir ki Abdullah İbn Mes'ud; "Onun hicreti bir zaferdi.” demektedir. [ İbn Sa'd, et-Tabakât, s. 251; İbnü’l-Esir, Usdu’l-Ğâbe, s. 900. ]
Hz. Ömer radiyallâhü anh faziletlidir
Hz. Ömer radiyallâhü anhin fazileti ve üstünlüğü hakkında çok sayıda sahih hadis bulunmaktadır. Hz. Ömer din konusunda o kadar tavizsizdi ki, şeytanlar bile onunla karşılaşmaktan çekinirlerdi.
Bir rivayette Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) onun için şöyle buyurmuştu:
“Gökte bir melek bulunmasın ki Ömer'e saygı duymasın. Yeryüzünde ise bir şeytan bulunmasın ki Ömer'den kaçmasın”. Ebû Saîd el Hudrî (radiyallâhü anh)’den gelen rivâyete göre, Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Hiçbir Peygamber yoktur ki: O’nun gökten iki veziri (yardımcısı) ve dünyadan da iki veziri bulunmasın. Benim gök halkından iki vezirim; Cebrail ve Mikail’dir. Dünya halkından iki vezirim de; Ebû Bekir ile Ömer’dir.”
Ali b. Ebî Tâlib (kerremallâhü aleyhi vecheh)’den gelen rivâyete göre, şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile birlikteydik. Ansızın Ebû Bekir ve Ömer çıkageldi. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Bu ikisi Peygamberler ve elçilerden başka öncekilerden ve sonrakilerden Cennetliklerin efendileridir. Ey Ali kendilerine haber verme.”
İbn Şihâb (124/741) şöyle demiştir: Bana Saîd İbnu'l-Müseyyeb haber verdi ki, Ebû Hureyre (radiyallâhü anh) şöyle demiştir: “Biz Rasûlullah'ın huzurunda bulunduğumuz sırada O bize şöyle dedi: "Ben uyurken kendimi cennette gördüm. O sırada bir kadın bir köşkün yanında abdest almakta idi. Ben (yanımdaki meleklere); Bu köşk kimindir? diye sordum. Onlar: “ Ömer'indir, dediler.”
Ben Ömer'in kıskançlığını hatırladım da hemen yüzümü arkama çevirdim:
Ömer (sevincinden) ağladı da; Yâ Rasûlallah, Sana karşı mı kıskançlık edeceğim, dedi.”
Abdullah b. Abbâs (radiyallâhü anh) şöyle demiştir:
“Ben, Ömer İbnu'l-Hattâb tâbutu üzerine konmuş olduğu hâlde onun için Allah'a duâ eden cemâatin içinde ayakta dikildim. Bu sırada bir adam arkamda dirseğini omuzum üzerine koymuş da şöyle diyordu:
“ (Yâ Ömer) Allah sana merhamet etti. Ben muhakkak Allah'ın seni iki dostunla (Peygamber ve Ebû Bekr'le) beraber bulunduracağını kuvvetle umuyordum. Çünkü ben, Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)'tan çok defa: "Ben, Ebû Bekr ve Ömer'le şöyle oldum; ben Ebû Bekr ve Ömer'le şöyle yaptım; ben Ebû Bekr ve Ömer'le şuraya gittim" derken işitir dururdum. Bunun için ben, Allah'ın seni muhakkak iki dostunla beraber bulunduracağını kuvvetle ümîd ederdim.’’
Abdullah b. Abbâs dedi ki: Bir de dönüp baktım ki, bu sözleri söyleyen Alî ibn Ebî Tâlib (r.a.)” dir.”
Sa'd b. Ebî Vakkas (radiyallâhü anh) şöyle demiştir:
“Ömer İbnu'l-Hattâb, Rasûlullah'ın huzuruna girmek için izin istedi. Hâlbuki Rasûlullah'ın yanında Kureyş kabilesinden birtakım kadınlar vardı, Rasûlullah ile konuşuyorlardı. Sesleri de Rasûlullah'ın sesinden yüksek bir tonda olarak, çok söyleniyorlardı. Ömer ibnu'l-Hattâb izin isteyince bu kadınlar hemen kalktılar ve süratle perdeye gittiler. Rasûlullah, Ömer'in gelmesine izin verdi. Ömer içeriye girdiği sırada Rasûlullah (kadınların bu hâline) gülüyordu. Bunun üzerine Ömer:
— Yâ Rasûlallah! Allah seni bütün ömründe güldürüp sevindirsin! dedi (ve sebebini sormuş oluyordu).
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem): “Yanımda bulunan şu kadınların hâline taaccüb ettim: Onlar senin sesini işitince acele perdeye koştular” buyurdu.
Bunun üzerine Ömer de: “Yâ Rasûlallah! Sen onların ta'zîmine daha lâyıksın” dedi ve kadınlara hitaben de: “Ey nefislerine düşman olan kadınlar! Rasûlullah'a ta'zîm etmeyip de benden mi çekiniyorsunuz?” dedi.
Kadınlar da: — “Evet, senden çekiniyoruz! Çünkü sen Rasûlullah'tan daha yoğun sözlü ve daha katı yüreklisin.” dediler.
Bunun (bir münâkaşa hâlini alması) üzerine Rasûlullah:
— “Sus ey Hattâb oğlu! Nefsim elinde olan Allah 'a yemîn ederim ki, sen bir yolda giderken şeytân asla sana yaklaşamaz. O muhakkak senin yolundan başka bir yola yönelip gider.” buyurdu.
Ebû Mûsâ (radiyallâhü anh) şöyle demiştir: “Ben Peygamber'in beraberinde Medîne bahçelerinden bir bahçenin içinde idim. Bir adam geldi de kapının açılmasını istedi. Peygamber: “Ona kapıyı aç da kendisini cennetle müjdele.” buyurdu.
Ben o kimseye kapıyı açtım. Gördüm ki, o Ebû Bekir'dir. Ve kendisini Peygamber'in söylediği şeyle müjdeledim. Bu müjde üzerine Ebû Bekir Allah'a hamdetti. Sonra bir adam daha gelip o da kapının açılmasını istedi. Peygamber: "Ona kapıyı aç ve kendisini cennetle müjdele" buyurdu. Ben kapıyı açtım ve Ömer'le karşılaştım. Ona da Peygamber'in söylediği şeyi haber verdim. O da Allah'a hamdetti. Sonra bir kimse daha kapının açılmasını istedi. Peygamber yine bana: "Ona kapıyı aç ve kendisine isabet edecek belâ ve imtihana "karşı onu cennetle müjdele" buyurdu. Gelenin Osmân olduğunu gördüm ve ona da RasûluIlah (sallallâhü aleyhi ve sellem)'ın söylediklerini haber verdim, O da Allah'a hamdetti, sonra: (Gelecek musibetlere karşı) yardımına sığınılacak olan ancak Allah'tır, dedi.
Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem), hakkı görmek ve onu tatbik etmek konusunda Ömer (radiyallâhü anh)'in üstünlüğünü söyle ifade etmekteydi: "Sizden önce geçen ümmetlerde bazen ilham sahipleri bulunurdu. Eğer benim ümmetimde onlardan biri bulunursa, Ömer b. Hattâb onlardandır".
Bu, Hz. Ömer (r.a)'in işlerinde ve verdiği kararlarda isabetli davranmasını bir anlamda açıklar niteliktedir. Nitekim Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem);
Allah doğruyu Ömer'in lisanı ve kalbi üzere kılmıştır." demektedir. Bir defasında da Hz. Ömer'i göstererek söyle demişti: “Bu aranızda yaşadığı sürece, sizinle fitne arasında kuvvetlice kapanmış bir kapı bulunacaktır.”
Başka bir rivayette Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem.) Hz Ömer (radiyallâhü anh) hakkında şu ifadeleri kullanmıştır: “Şayet benden sonra peygamber gelecek olsaydı O, Ömer b. Hattâb olurdu”.
‘Âtike Bint Zeyd B. ‘Amr el-Kureşiyye
“Atîke bint Zeyd b. Amr b. Nufeyl b. Abdü’l-Uzza b. Riyah b. Abdullah b. Kurt b. Rezah b. Adiy b. Ka’b b. Lüeyy b. Galib b. Fihr b. Malik b. Nadr b. Kinane’dir.
Annesi, Ümmu Kureyz bint Abdullah b. Ammar b. Malik el-Hadramî dir.
Cennetle müjdelenen on sahabeden biri olan Saîd b. Zeyd'in kız kardeşi ve İslâmiyet'i ilk kabul eden şair kadın sahâbîlerden biridir.
Mekke'de Müslüman olduktan sonra Medîne'ye hicret etti. Orada Hz. Ebû Bekir'in oğlu Abdullah ile evlendi.
Abdullah onunla evlenince ona kendisinden sonra başka hiç kimse ile evlenmeyeceğine dair şart koştu. Güzelliği ve çekiciliğiyle kocasını etkileyerek onun savaş ve benzeri sorumluluklarını gereği gibi yerine getirememesine sebep olması üzerine Hz. Ebû Bekir, Âtike'yi boşaması için oğluna baskı yaptı. Buna son derece üzülen Abdullah karısını boşadı. Fakat bu ayrılıktan duyduğu acıyı satırlara döktü.
Mısralara döktüğü şiirleri okuduğu bir gece oğlunun ıstırabını duyan Hz. Ebû Bekir onun yeniden Âtike'ye dönmesine izin verdi. Abdullah, Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile katıldığı Tâif muhasarası esnasında aldığı bir ok yarasından Medîne'de vefat edince Abdullah’ın ölümüne çok üzülen Âtike ölünceye kadar kocasına ağlayacağını ifade eden bir mersiye söyledi.
Evlenince kocası Abdullah’ın kendisinden sonra başka birisi ile evlenmemesi üzere koştuğu şart gereği evlenmemeye karar veren ‘Âtike kendisine evlenme teklifinde bulunan çok kişiye hayır cevabını verdi. Kocası Abdullah vefat edince onun üzerine şu mersiyeyi okudu:
“Üzüntüden üzerine sürekli ağlayacağıma söz verdim. Ve yine söz verdim yanaklarımı topraktan kaldırmayacağıma.”
Ancak daha sonra Hz. Ömer’in ısrarlı bir şekilde kendisi ile evlenmek için defalarca aracı göndermesi üzerine bir yıl sonra (12/633) Ömer b. Hattâb'la evlendi. Hz. Ömer’in evlenme teklifini kabul etmeden önce kendisinden namazını Mescid-i Nebevî’de cemaatle kılmasına engel olmayacağına ve kendisini dövmeyeceğine dair söz aldı.
Nitekim Hz. Ömer Ebû Lü'lü' tarafından mihrapta şehit edildiği sırada Âtike mescitte bulunuyordu. Hz. Ömer onunla evlenince aralarında Hz. Ali’nin de bulunduğu bir gurubu düğün yemeğine davet etti.
Hz. Ali: Ey Mü’minlerin emiri ‘Âtike ile konuşmama izin verir misin? Dedi. Hz. Ömer den izin alan Hz. Ali, Atike’nin yanına giderek kendisine şunları söyledi: “Ey nefsinin düşmanı! hani sen Abdullah b. Ebû Bekir vefat edince onun üzerini şunları söylemiştin:
“Üzüntüden üzerine sürekli ağlayacağıma söz verdim.
Ve yine söz verdim yanaklarımı topraktan kaldırmayacağıma.”
Hz. Ali den bu sözleri duyan ‘Atike ağladı. Bunu gören Hz. Ömer, Hz. Ali’ye: Ey Ali neden bunu yaptın? Onun yaptığını bütün kadınlar yapıyor demesi üzerine Hz. Ali :
“Ey Mü’minler’in Emiri, yüce Allah şöyle buyurmuyor mu? “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük azap gerektiren bir iştir.” dedi.
Hz. Ömer'den önce onun büyük kardeşi Zeyd b. Hattâb'la evlendiği, Zeyd'in Yemâme'de şehid olması üzerine Hz. Ömer'in onu nikâhladığı da rivayet edilmiştir. Hz. Ömer'in şehit edilmesinden sonra Âtike üçüncü (veya dördüncü) evliliğini Zübeyr b. Avvam ile yaptı. Hz. Zübeyr ile de evlenirken Hz. Ömer için şart koştuğu şartları onun içinde şart koştu. Hz. Zübeyr'in şehit edilmesi üzerine onun için de bir mersiye söyledi.
Hz. Zübeyr'in şehit edilmesinden sonra Ali b. Ebû Tâlib'in onunla evlenmek istediği ama o kendisi ile evlenenlerin hepsinin şehit olması üzerine
“ Ey Peygamber’in amcasının oğlu! Ben senin de şehit olmandan korkarım; oysa ki Mü’minlerin sana ihtiyacı var” diyerek bu teklifi geri çevirir. Medîne halkı arasında yaygın hale gelen ve Hz. Ali tarafından söylendiği rivayet edilen. "Kim şehit olmak isterse Âtike ile evlensin" sözünü hatırlatarak Âtike'nin bu evliliğe razı olmadığı söylenir. Yine bazı kaynaklarda Âtike’nin son olarak Hz. Ali'nin oğlu Hüseyin'le evlendiği ve hatta Kerbelâ'da Hz. Hüseyin'in şehit edildiğini gördüğü, onun yüzünü topraktan kaldırarak bu feci cinayeti işleyenleri lanetlediği ve Hüseyin'e bir mersiye ile ağladığı da rivayet edilmektedir.
Hz. Hüseyin’in vefatından sonra dul kalan ‘Âtike’ye Mervân haber göndererek kendisi ile evlenmek istediğini bildirir ama ‘Atike bu teklifi geri çevirir. Vefat eden her kocası için mersiyeler söyleyen ve şiirleri örnek (şâhid) olarak gösterilebilecek kadar iyi bir şair olan Âtike'nin Hz. Peygamber hakkında da bir mersiyesi vardır. Hicri kırklı yıllarda vefat ettiği rivayet edilmiştir.
Sonra Hz. Peygamber evine döndü. Bundan sonra Hz. Peygamber’in sonunda vefat edeceği hastalığı başladı. Hz. Peygamber, ahireti tercih ettiğini üstü kapalı da olsa mescidde ashabına duyurdu. Sonra Hz. Âişe’nin odasına gitti.
Hz. Âişe’yi; “Vay başım” derken buldu. Bunun üzerine “Bilakis yâ Âişe! Benim vay başıma” buyurdu. Ardından “Sen benden önce ölsen, ben de seni iyice yıkayıp kefenlesem, sonra da defnetsem sana ne zarar verir” dedi.
Bunun üzerine Âişe “Vallahi ben öyle zannediyorum ki şayet sen bunu yaparsan, evine döner ve orada hanımlarından biri ile gerdek yaparsın” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber tebessüm etti. Daha sonra hastalığı arttı. [Dârimî, Vefatün-Nebi, 14, İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, I/153.]
Samilerin inandıkları en yüce ilah "El" veya "İl" diye anılan Tanrı idi. Bu Akadlar'da "İlü" şeklinde görülür. Fenikelilerde ve Güney Arabistan’da da görülen ve sami dilinde Allah'ı ifade eden bu kelime bütün sami kavimlerde vardır.
"El", Allah kelimesinin kökü ve ilk zamanlardaki şeklidir. Hz İbrahim'in doğup büyüdüğü Ur şehri ve çevresinde de "İl" ve "An" isimli ilahların var olduğu arkeolojik araştırmalardan anlaşılmaktadır. Bu çerçevede belirtmek gerekir ki, Suriye ve Filistin bölgesinde yüce Allah’ın ismi "El" idi.
O'nun herşeyin yaratıcısı, hâkimi ve sahibi olduğuna inanılmakla birlikte O'na oğullar ve kızlar isnad ediyorlardı. Kuzey Arabistan ilahlarının başında "EL (İlah-Allah) denen tanrı vardır. En büyük tanrı O'dur; Fakat şerikleri pek çoktur.
O, diğer tanrıların babasıdır. İbranilerdeki tanrı ismi Eloah, El'in genişlemesinden ibaret ve Arapça'daki Allah kelimesinin karşılığı olan bir kelimedir. Yahudilik'te de El'e yüce bir tanrı olarak ibadet edilirdi.
O, Kenan diyarının baş tanrısı, tanrıların babası ve göklerin efendisi olarak övülür ve Yahve için eş anlamlı bir isim olarak da kullanılırdı. Allah isminin, "El" ve "ilah"ın birleşmesiyle El-ilah şeklinde okunarak oluştuğunu kabul edenler vardır.
Bu okuyuşta kolaylık sağlamak için ilah kelimesinin hemzesi kaldırılıp lam’lar idğam edilmiş ve Allah şeklinde telaffuz edilmiştir.
El-lat isminde olduğu gibi, idğam sonucu Yüce Allah isminin "El" ve "Elehe" kelimesinin birleştirilmesi sonucu oluştuğu ve Allah şeklinde değiştiği Belirtilmektedir. Bu konuda daha başka görüşler de vardır.
Yine başka birisi evinin bahçesine diktiği putuna bir tilkinin gelip bevl ettiğini görünce, buna çok sinirlenmiş, bu saygısızlık karsısında kendisini koruyamayanın nasıl tanrı olabileceğini, tepesi atarak söyle dile getirmiştir:
"Tilkinin basına işediği, tanrı mıdır – Dikkat edin, tilkilerin başına işedikleri aşağılanmıştır." (İmriu’l-Kays)
Nahiv ilminin H. 1. asrın ikinci yarısında Ebu’l-Esved tarafından kurulduğu, değişik rivayetlerde de Ebu’l- Esved’i nahiv konusunda düşünmeye teşvik edenin Hz. Ali olduğu kabul edilmektedir. Hz. Ali’nin Ebu’l- Esved’e kaideleri açıklayarak “bu minval üzere yap” anlamında “ أنح نحوه ” dediği ve nahiv kelimesinin buradan gelmiş olduğu da rivayet edilir. İslamiyetin gelişinden sonra çok erken bir dönemde Araplarda filoloji çalışmaları başlamış ve hızla gelişmiştir. Filoloji çalışmaları Kur’an-ı Kerim’in yazılıp kitap haline getirilmesiyle başlamıştır. Gramer de yazının ıslahı çalışmalarına bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’in doğru anlaşılması, Klasik Arapça lugatının derlenmesini, yapı ve gramerinin tesbitini ve üslup araştırmalarını gerekli kılmıştır. Nahiv konusunda en büyük payın Halil bin Ahmed’e ait olduğu da rivayet edilmiştir. Müsteşriklerden bazıları nahiv ilminin Yunanlılardan alındığını iddia etmişlerdir. Çünkü nahiv Irak’ta doğmuştur ve bu görüşe göre nahiv ilmi Arapların, Yunanlılardan miras aldıkları eski bir nahivleri olan Süryanilerle karşılaşıp onların kültürünü öğrenmelerinden sonra oluşmuştur. Nahvi başlangıçta Arapların icat ettiğini sonradan Irak’ta Süryanilerden Yunan felsefesini öğrenerek nahiv bilgilerini artırmış olduklarını düşünen araştırmacılar da vardır. Ebu’l-Esved ed-Düelî’nin nahvin mucidi, İbn İshak el- Hadramî’nin nahvin illetlerini açıklayan, İsa bin Ömer’in de bu alanda ilk olarak eser veren kişi olduğu da söylenmiştir. Kaynaklar nahiv ilminin Basra’da doğduğunda müttefiktir. Nahiv ilmi Basra’da doğmuş ve felsefesini Basra’da oluşturmuştur. Nahiv ilminin Hz. Peygamberin emriyle oluşturulmaya başlandığı görüşü de mevcuttur. Fakat mütekaddimin bilginleri arasında nahvin kurucusunun Ebu’l-Esved olduğunda ve onun da temel prensiplerini Hz. Ali’den aldığında hemen hemen bir icma söz konusudur. Bu görüşlerin yanında nahiv ilminin tevfikî olduğunu söyleyenler de olmuştur. Bu alimler “Allah, Adem’e bütün isimleri öğretti” (Bakara/ 31) ayetini dayanak alırlar fakat bu durum dil terminolojisinin de öğretildiği anlamına gelmez. [Gündüzöz, Soner, “Nahiv ve Sarf İlmlerinin Doğuşu Üzerine” Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dergisi, sayı: 9, Samsun, 1997, s. 287- 292]
“Sübhanallahi ve bi hamdihi estağfirullahe ve etûbü ileyh”
Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in son zamanlarında “Sübhanallahi ve bi hamdihi estağfirullahe ve etûbü ileyh” sözünü çok söyler olduğunu, sebebini sorduğunda ise; “Rabbim, ümmetimde bir alâmet göreceğimi haber verdi. Onu gördüğümde hamd ile tesbih ve istiğfar etmemi emretti” [Müslim, salât, 221.]
Yedi Kuyudan Yedi Kırba Su
Hz. Peygamber “Yâ Âişe yedi kuyudan yedi kırba su doldurup ağızlarını açmadan getirsinler. Üstüme dökün.” buyurdu. Emrettiği şekilde sular geldi. onu Hafsa’nın çamaşır tenekesi üzerine oturttuk, sonra soğuk suları dökmeye başladık nihayet kendisi eliyle, “yeter” diyerek işaret etti. [İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, V/ 391.]
Hz. Peygamber vefat ettiğinde Ashabın Tavrı
Hz. Peygamber vefat ettiğinde Hz. Âişe’nin kucağında idi. Hz. Âişe, vefat ettiğini anlayınca, başının altına bir yastık koydu. Oradaki kadınlar ile birlikte ağlamaya ve bağırmaya başladı. Bunun üzerine ashâb’dan bazıları Hz. Âişe’nin hanesine girdiler.
Kimisi “ölmüştür” kimsi de “ölmemiştir” dediği bir kargaşa yaşanmıştır. Bunun üzerine, Esmâ bint Umeys, elini Hz. Peygamber’in iki kürek kemiği arasına sokunca, “Hz. Peygamber ölmüştür. Çünkü iki kürek kemiği arasındaki Peygamberlik mührü kaybolmuştur” demiştir. Bunun üzerine insanlar Hz. Peygamber’in vefat ettiğini anladılar
Ümmü Eymen, oğlu Üsame’ye haber gönderdi. Üsame, Ömer, Ebû Ubeyde hemen Mescid-i Nebeviyye geldiler. Ümmehat-ı müminın , Hz. Peygamber’in vefatı üzerine feryad figân ediyordu.
Hz. Ali ruhsuz bir ceset gibi olduğu yerde kaldı.
Hz. Osman’ın dili tutuldu.
Kızı Hz. Fatıma’nın ve bütün akrabasının feryat ve figanı herkesi şaşırtmıştır.
Hz. Ömer ise şöyle diyordu: Münafıklardan birtakım adamlar, Hz. Peygamber’in vefat etmiş olduğunu iddia ediyorlar. Hâlbuki ölmedi. Fakat o Rabbine gitti. Musa b. İmrân gittiği Sonra ölmüştür denildikten sonra onlara geri döndü. Vallahi Hz. Peygamber de geri dönecek.
İşte Hz. Peygamber öldü diye iddia eden adamlar olursa, onu öldürür ve boynunu keserim
Hz. Ebûbekir ise; kendisine haber gittiği zaman hemen geldi ve mescidin önünde derdi. Hz. Ömer millete anlatıyordu. Hz. Ebûbekir hiçbir şeye iltifat etmedi ve Hz. Peygamberin yanına girdi, o Hz. Âişe’nin evinin bir kenarında üzeri örtülü idi. üzerinde hibre denilen Yemen kumaşından bir örtü vardı. Hz. Peygamber’in yüzünü açtı.
“Vah benim seçkinim” diyerek alınından öptü. Ardından, “Senin sağlığın da, ölümün de ne güzeldir” diyerek yüzünün örtüsünü örttükten sonra dışarıya çıktı. Hz. Ömer insanlarla konuşuyordu. Ona dedi:
—“Yavaş ol ya Ömer, sus” O yine konuşmaya devam etti. Hz. Ebûbekir susmadığını görünce, insanlara döndü. İnsanlar onun konuşmasını duyunca ona döndüler. Hz. Ebûbekir Allah’a hamd ve ona senâ ettikten sonra şöyle dedi:
—Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de Peygamberler gelip geçmişti Ölür veya öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenlerin mükâfatını verecektir.
—Vallahi sanki insanlar bu ayetin nazil olduğunu bilmiyorlardı. Hz. Ebûbekir bu ayeti okuyuncaya kadar: İnsanlar onu Ebûbekir’den öğrendiler ve ağızlarından düşürmediler. Ebû Hureyre rivayet ettiğine göre Ömer şöyle demiştir:
—Vallahi Hz. Ebûbekir’in onu okuduğunu işittiğim zaman bir dehşete kapıldım ve yere düştüm, ayaklarım beni taşımıyordu. Anladım ki, Hz. Peygamber gerçekten vefat etmiştir.
Hz. Peygamber’in vefatı sahabe arasında çok büyük üzüntüye sebep oldu. Çoğunun Medine’de kalmaya mecali kalmadı, her biri bir tarafa gitmek istedi. Bunlardan biri de Hz. Bilâl idi. O, bu acıya dayanamayarak Şam’a gitti. Kimse ne yapacağını bilmiyordu. Fena halde sarsıldılar.
Enes b. Malik (radiyallâhü anh) “Hz. Peygamber’in Medine’ye gelişinden daha güzel, daha parlak bir gün görmedim. Hz. Peygamber’in vefat ettiği günden daha acı daha karanlık bir gün de görmedim” demiştir.
Hz. Peygamber’in vefat haberi, Müslümanlar üzerinde müthiş bir tesir icra etti. Öyle ki büyük bir şaşkınlığa düşerek Peygamberlerin de, diğer insanlar gibi öleceklerini bildiren ayetleri bile unuttular.
Sahabe acı hakikati öğrenince herkes şaşırdı kaldı. Bu acı haberi duyanlar yıldırım çarpmışa döndü. Medine’nin üzerini derin bir mâtem havası kuşattı. Gerçekten de bu durum derinden üzdü. Hatta onun gerçekten ölüp ölmediğini soranlar öldüğüne inanmayanlar da oldu.
Bir rivayete göre “Bugün size dininizi kemale erdirdim, size olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmı beğendim” Hz. Ömer, ağlamış niçin ağlıyorsun?” diye sorulunca “Bu ayet Hz. Peygamber’in vefat edeceğini anlatıyor gibidir!” demiştir.
Sahabe, Peygamber’in getirdiği ilahî hükümleri göz önünde bulundurarak yaşıyor, Allah’ın ve Rasûlü’nün razı olacağı bir hayat sürmek istiyordu. Hz. Peygamber’in vefatı ile sanki büyük bir kapı kapanmış gibiydi.
Hz. Peygamber der ki: “Ben bu dünyada bir yolcu ve yolcunun altında gölgelendiği bir ağaç misaliyim. Bir müddet sonra yolcu yoluna gider ve onu arkasında bırakır.”
“Keşke O Gün İnansaydım da İkinci (Erkek) Ben Olsaydım”
Afif el-Kindi’nin şöyle dediği rivayet edilir: “Tacir biriydim. Hac günlerinde Mekke ’ye geldim. Abbas b. Abdulmuttalib de bir tüccardı ve onun yanına alışveriş yapmaya gitmiştim. Bu sırada bir adam çıkıp Kâbe ’ye doğru yönelerek namaz kılmaya başladı. Sonra bir kadın çıktı onunla namaz kıldı, daha sonra bir çocuk çıktı ve onunla namaz kıldı. Dedim ki: Ey Abbas bu din nedir. Bu bizim bilmediğimiz bir dindir? Şu cevabı verdi: Bu Muhammed b. Abdullah’tır; Allah’ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini (İran Hükümdarı) Kisra ile (Bizans İmparatoru)
Kayser ’in hazinelerinin kendisine geçeceğini söylüyor. Yanındaki hanımı Hatice bt. Huveylid, ona inandı. Çocuk da amcasının oğlu Ali b. Ebi Talib, o da ona inandı.” Afif dedi ki: “Keşke o gün inansaydım da ikinci (erkek) ben olsaydım.”İşte tam bu noktada Hz. Muhammed’in onlara vermiş olduğu cevap ve karşı teklifi daha ayrı bir anlam kazanmaktadır. Onların tekliflerine “Güneşi sağ elime ayı sol elime koysalar ben bu davadan vaz geçmem” şeklinde net bir cevap veren Hz. Muhammed, tebliğ etmiş olduğu inancı kabul etmeleri durumunda kaybetme korkusu yaşadıkları şeylerin daha fazlasını elde edeceklerine onları ikna etmeye çalışmıştır. Mekkelilerin tekliflerini kendisine ileten amcası Ebu Talib’e, “Ey amcacığım onlar bir tek kelimeyi bana versinler; Araplara onunla hâkim olurlar. Acem ’in cizyeleri de onlara gelir’”demiştir. Bu sefer de “bu hangi kelimedir”” diye Kureyşliler sorunca? Hz. Muhammed, “Bu kelime, la ilahe illallah Muhammedu’r-rasulullah”tır demiştir.”
Nitekim bu teklife olan tepkilerindeki yaklaşım tarzları bunun ipuçlarını bize vermektedir. Ebu Cehil’in, Hz. Muhammed’in bu teklifini alaysı bir ifade ile “Muhammed’in dediğine göre ona uyarsanız, Arabın ve Acemin hükümdarı olacakmışsınız” diyerek küçümsediği rivayet edilmektedir.
**
Hz. Muhammed’in vefatının, sahip olduğu otoritenin bütüncül yapısı nedeniyle büyük bir şok hali ve kaosa yol açacağı, açıklamış olduğumuz nedenlerden dolayı kaçınılmazdı. Nitekim Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem vefat ettiğinde (h.10) Müslümanların yaşadığı ruh halini Hz. Aişe şöyle anlatmaktadır:
“Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem vefat ettiği zaman, babam Ebu Bekir (radiyallâhü anh), Mescid-i Nebevi ’den bir mil kadar uzaklıkta olan Es-Sunuh (veya es-Sunh) isimli mevkide idi.
(Vefat haberi gelince) Hz. Ömer (radiyallâhü anh) kalkıp:
“Vallahi Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem vefat etmedi. Allah, mutlaka onu geri gönderecektir, o da (münafık) kimselerin ellerini ve ayaklarını kesecek"[ İbn Hişâm, VI, 75.; Buhari, Fedailu’s-Sahâbî, 5, h.no: 3467.]
demeye başladı. Derken, Hz. Ebu Bekir (radiyallâhü anh) geldi. Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellemin yüzünü açtı ve öptü.
“Annem babam sana feda olsun. Sağlığında hoştun, ölümünde de hoşsun! Nefsimi kudret elinde tutan Zat-i Zulcelal’e yemin olsun, Allah sana ebediyyen iki ölüm tattırmayacak!” dedi. Sonra dışarı çıkıp:
(Hz. Ömer’i kastederek): “Ey (Peygamber ölmedi diye) yemin eden kişi, ağır ol!” dedi. Hz. Ebu Bekir konuşmaya başlayınca Hz. Ömer oturdu. Hz. Ebu Bekir Allah’a hamdu sena ettikten sonra:
“Haberiniz olsun! Kim Muhammed’e tapıyor idiyse bilsin ki artık Muhammed ölmüştür. Kim de Allah’a tapıyor idiyse o da bilsin ki Allah hayydir, ölümsüzdür!” dedi ve şu ayeti okudu: “Ey Muhammed, şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler” [Zümer, 30] Ardından da şu ayeti de okudu:
“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler geçmişti. Ölür veya öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah’a hiçbir zarar vermez. Allah, şükredenlerin mükâfatını verecektir.”[ Âl-i İmrân, 144.] Bu açıklama üzerine halk boğuk boğuk ağlamaya başladı.
Bu rivayetten de anlaşılacağı üzere Müslümanlar, liderlerinin yokluğuna zihinsel olarak hazır değildiler. Cesareti ve duyguya yer vermeyen derecede soğukkanlılığı ile tanınan Hz. Ömer bile zihin karışıklığı yaşamakta ve ölümü kabullenememekteydi.
Hz. Ömer, ertesi gün Hz. Ebu Bekir’e umumi biat yapılırken biat öncesinde bu tavrından dolayı özür mahiyetinde bir konuşma yapmıştır. Konuşmasında, “söylediklerinin dayanaksız olduğunu (kastı aşan ifadeler olduğunu) belirtmiş ve Hz. Muhammed’in aralarında bulunmasını ve kendilerinden sonra vefatını arzuladığı için o anki psikoloji ile böyle davrandığını” belirtmiştir. [Bkz, Buhari, Sahih, İstihlaf, 51, h.no: 6793; İbn Kesir, Sire, IV, 492.]
Hz. Ebu Bekir’in, zamanında ve serinkanlı bir şekilde gerçeği izah etmesi neticesinde başta Hz. Ömer olmak üzere bütün Müslümanlar yaşadıkları şok halinden kurtulabildiler. Şoktan çıktıklarında kendilerini bekleyen önemli bir sorunla karşı karşıya idiler; Müslümanları idare etme işini kim üstlenecekti?
İbn Hişâm’ın İbn İshak’tan aktardığına göre Hz. Ali, son hastalık günlerinde Allah Rasulûnün yanından çıktı. Halk ona sordu:
“Ey Ebu’l-Hasan, Allah’ın Rasulü nasıl?”
Hz. Ali: “Allah’a şükür iyileşti” diye karşılık verdi. Hz. Abbas onun elini tutarak şöyle dedi:
“Ey Ali vallahi sen üç gün sonra kölesin. Ben, ölüm halindeki Abdulmuttalipoğullarının yüzlerinin nasıl olduğunu bilirim. Allah Rasulunün yüzünde de ölümü gördüm. Haydi Allah’ın Rasulü’nün yanına girelim. Bu iş bize kalacaksa bilelim. Başkalarının olacaksa, bize insanlar hakkında tavsiyede bulunsun.” Bunun üzerine Hz. Ali:
“Allah’a yemin ederim ki, bunu yapamam. Eğer bundan alıkonulacak olursak, Allah Rasulü’nden sonra onu hiç kimse bize veremez” dedi. [İbn Hişâm, VI, 72.; İbn Sa’d, II, 245; Buhari, Meğazi, 67, 78 h. no: 4182, İstizan, 29.; İbnü’lArabi, el-Avasım mine'l-Kavasım fî Tahkiki Mevakıfi's-Sahâbî ba'de Vefati’n-Nebiyyi (s.a.v), thk. Muhibüddin Hatîb, Dârü'l-Kütüb es-Selefiyye, Kahire, 1984, 58.]
Bir başka rivayete göre, Hz. Muhammed vefat ettiğinde Abbas, Hz. Ali’ye “çık da insanların gözü önünde sana bey ’at edeyim de başka birisi sana muhalefet etmesin” dedi. Hz. Ali buna yanaşmadı ve “onlardan kim bizim hakkımızı inkâr edebilir ve bize baskı yapabilir” diye cevapladı. Bunun üzerine Abbas “göreceksin'" dedi ve Hz. Ebu Bekir seçilince de “ben sana dememiş miydim?” şeklinde hatırlatmada bulundu. [Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, II, 265.]
Zühri’den gelen rivayete göre Hz. Ali , Haşimoğulları ve ez-Zübeyr altı ay süreyle, (Hz. Fatıma vefat edinceye kadar) bey’at etmediler. O’nun vefatından sonra Hz. Ebu Bekir’e bey’at ettiler.
Hz. Fatıma ile Hz. Ebu Bekir arasında Fedek arazisi yüzünden bir gerginlik yaşandığı kaynaklarda Hz. Aişe’den gelen bir rivayette şöyle anlatılmaktadır: “Fatıma Ebu Bekir’e gelerek, Allah’ın Peygamberi’ne tahsis etmiş olduğu mirasını istedi. Fatıma o esnada Hz. Peygamber’in Medine ve Fedek’teki hisseleri ile Hayber’in humusundan (beşte bir hisse) geri kalanları istiyordu.”
“Ebu Bekir kendisine Rasulullah’ın: ‘Biz miras bırakmayız, bıraktıklarımız sadakadır’” dediğini ve bu maldan Âl-i Muhammed’in de yiyebileceğini, bu konuda Rasulullah’ın uygulamasının haricinde herhangi bir şey bilmediğini ifade ederek, Fatıma’nın isteğini geri çevirdi. Fatıma bundan dolayı Ebu Bekir’e kırıldı, oradan ayrıldı ve ölünceye kadar da onunla konuşmadı. Rasulullah’tan sonra altı ay yaşadı. Bazı rivayetlere göre vefat ettiği zaman kocası Ali namazını kıldırdı ve Ebu Bekir’den herhangi bir izin almadan da onu defnetti.
Hz. Ali’nin altı ay sonra bey’at ederken Hz. Ebu Bekir’le aralarında şöyle bir konuşmanın geçtiği rivayet edilir:
Hz. Ali:
—Bu işte hakkımız olduğunu bilmiyor muydun?
Hz. Ebu Bekir:
— Evet. Fakat fitne çıkmasından korktum ve büyük bir sorumluluk aldım.
Hz. Ali:
—Biliyorum ki Rasulullah sana namaz kıldırmayı emretti, mağarada ikinin ikincisiydin. Bizim bunda hakkımız vardı ve sen bizimle istişare etmedin. Allah seni bağışlasın” dedi ve ardından bey’at etti. [Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, II, 263]
“Ağacı delil getirdiler, meyveyi zayi ettiler”
Nitekim İbn Ebi’l-Hadîd’in Şerhu Nehci’l Belağa isimli eserinde şöyle bir rivayet vardır:
Hz. Ali, Ben-i Saide sakifesindeki toplantıdan habersizdir. Toplantı bittikten sonra olaydan haberdar olur ve Hz. Ebu Bekir’e bey’at edildiğini öğrenir. Bu toplantı sırasında cereyan eden olaylar kendisine aktarıldığında hangi delille Hz. Ebu Bekir’e bey’at edildiğini sorar. Kendisine, Hz. Ebu Bekir’e bey’atı sağlayan şeyin Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin “İmamlar Kureyş’tendir” hadisi olduğu söylenince de “Ağacı delil getirdiler, meyveyi zayi ettiler” diyerek bu delillendirmeye olan tepkisini dile getirmiştir.
İnsan kendini kandırmakta ustadır…
Cemel Harbinde çatışmalar başlamadan önce Zübeyr ve Ali’nin karşı karşıya geldiği ve Hz. Ali’nin meydana gelen ihtilafta kendisinin haklı olduğunu söyleyerek Zübeyr’e şöyle bir hatırlatmada bulunduğu rivayet edilir:
“Hatırlıyor musun, bir gün Rasulullah ile birlikte bir yerde yürüyordum da Benu Ganem ’den geçtiğimiz sırada Rasulullah bana bakıp gülümsedi ve ben de ona bakıp gülümsedim. Sen o anda Rasulullah’a “Ebu Talib’in oğlu niye bu kibrini bırakmış değildir? dediğin zaman, Rasulullah, sana şöyle demedi mi?
“Ebu Talib’in oğlunda kibir yoktur ve bir gün sen onunla haksız yere çarpışmış olacaksın.”
Bu sözleri işiten Zübeyr, “Vallahi doğrudur, şu andan Rasululllah’ın dediklerini hatırladım. Eğer bunları daha evvel hatırlamış olsaydım kesinlikle buraya gelmezdim bundan sonra da ebediyen sana karşı savaşacak değilim” diye karşılık vermiş fakat oğlu Abdullah’ın ısrarı neticesinde yeminine kefaret olarak kölesi Mekhul’ü (veya Selc) azad ederek savaşa katılmıştı. [Mes'udi, Murucü’z-Zeheb, II, 371- 372.; İbnu’l-Esîr, el-Kamil fi’t-Tarih, III, 205; Taberî, Tarih, III, 41; İbn Kuteybe, el-İmame ve’s-Siyase, 64.]
Diğer bir rivayete göre ise Zübeyr, Ammar b. Yasir’i Hz. Ali’nin Yanında görünce savaştan vazgeçmişti. Bu çarpışmalarda Ammar b. Yasir’in öldürülmesinden korkmuştu. Çünkü Rasulullah’ın “Ey Ammar, seni isyancı bir grup öldürecek” dediğini işitmişti. Ancak oğlu tekrar savaşa girmesi için onu ikna etmişti.[ İbnu’l-Esîr, a.g.e, III, 205.]
Sapıkta olsa İnancın Karşısında Hak Bile Kırılır.
Kaynaklarda belirtildiğine göre Hz. Ali’nin şehit edilmesi süreci şöyle gelinmiştir: Hâricîlerden bir kısmı bir araya gelmişler ve “Biz Nehrevan’da öldürülen akrabalarımızdan sonra geriye kalıp da ne yapacağız? Bunun için kendi canlarımızı adayarak şu dalalet ehlinin reislerini öldürüp de İslam diyarlarını rahatlatırsak iyi olur” şeklinde aralarında konuşmuşlardı. Bu konuşmada İbn Mülcem, “Ben Ali ’yi hallederim’"; el-Burek b. Abdullah, “Ben de Muaviye’nin işini görürüm""; Amr b. Bekr de, “Amr b. el-As için yeterliyim"" demişlerdi. Suikastçılar aralarında bu işi yapacakları tarihi hicri 40 yılının 17 Ramazan’ı (24 Ocak 661) olarak kararlaştırdılar ve her birisi eylemi gerçekleştirecekleri yerlere gittiler. [Taberî, a.g.e, III, 155-156; Mes'udi, Murucü’z-Zeheb, II, 463; Dineveri, Ahbârü’t-Tival, 213; İbn Kesir, el-Bidaye, VII, 326-327; İbnu’l-Esîr, a.g.e, III, 337.]
Muaviye’yi öldürmek üzere Şam’a gelen Burek b. Abdullah, eylemi gerçekleştiremeden korumalar tarafından etkisiz hale getirildi. Amr b. el-As’ı öldürmek için gelen Amr b. Bekir, şehrin emniyet amiri Harice b. Ebi Habibe’yi, Vali Amr zannederek öldürdü. İbn Mülcem ise Kufe’ye gelince işini gizli tuttu ve bazı harici taraftarlarından destek temin etti. Hz. Ali sabah namazı için mescide geldiğinde suikast gerçekleştirildi ve İbn Mülcem Hz. Ali’yi ağır şekilde yaraladı.
Onun yapmış olduğu suikast Hâricî İmran b. Hattan tarafından övülmüş ve adına,
“Ah ne (muhteşem) bir darbesi idi ki dindar bir adamın!
Onunla, Allah’ın rızasını kazanmaktan başka bir şey düşünmemişti,
Her ne zaman ki onu düşünürüm; öyle düşünürüm,
Mükafatının kainatın ağırlığından fazla olduğunu görürüm""
şeklinde methiye düzülmüştür. [Kafafi, Hâricîliğin Doğuşu, 191.]
Hz. Ali iki gün boyunca yaralı halde evinde yattıktan sonra 19 Ramazan 40 (26 Ocak 661) tarihinde vefat etti. İbn Mülcem’in hançeriyle açtığı yara, Hz. Ali’nin ölümüne neden olarak o dönem için geçici olarak devletin Muaviye b. Ebi Sufyan’ın hâkimiyeti altında birlikteliğini sağlanmış olsa da günümüzde o yara hâlâ tazeliğini korumakta ve hâlâ kan akmaktadır. [
[İbn Sa’d, III, 36; Taberî, Tarih, III, 157-159.; İbn Kesir, el-Bidaye, VII, 327-330.]
Hz. Osman: İstişare Anlayışında Eksen Kayması
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer istişare müessesesini çok iyi işletiyorlardı. Devlet işleri ile ilgili konularda bir karar alınacağı zaman Ali b. Ebi Talib, Sa’d b. Ebi Vakkas, Talha gibi sahâbînin ileri gelenleri ile ve toplumla istişare ediyorlardı. Fakat Hz. Osman aynı uygulamayı pek devam ettirmedi ve dolayısıyla yaptığı uygulamaların meşruiyetinin sorgulanmasına sebep oldu.
Özellikle hilafetinin ilk altı yılından sonraki döneminde, gerek kendisinin gerekse valilerinin icraatları, geniş halk kesimlerinin ve ashabın önde gelen bazı isimlerinin rahatsızlık duymaya başlamasına neden olmuştu. Zeyd b. Sabit, Ebu Useyd es-Saidi, Ka’b b. Malik ile Hasan b. Sabit bu ashabtan bazılarıydılar ve Hz. Ali’nin yanına gelerek rahatsızlık duydukları konuları ona iletmiş, Hz. Osman’la konuşmasını istemişlerdi. Bunun üzerine de Hz. Ali, Halifenin yanına gelerek bu durumu onunla tartışmıştı. Hz. Osman’ın, kendi döneminde yaşanan olaylara ve bu konuda oluşan rahatsızlıklara karşı yaklaşım tarzını yansıtmakta olan ve Hz. Ali ile aralarında geçen bu diyalogu aktarmamız faydalı olacaktır. Çünkü buradaki yaklaşım tarzını bilmemiz, Hz. Osman’ın, toplumda hilafetinin meşruiyetinin sorgulanmasına ve itiraz seslerinin yükselmesine rağmen neden cereyan eden olayları ihmal ettiğini anlamamıza yardımcı olacaktır.
Hz. Ali, yaşananları ve rahatsızlıkları Hz. Osman’a ilettiğinde aralarında şöyle bir diyalog geçmiştir:
Hz. Osman:
—Vallahi, senin bu söylediklerini söyleyenlerin kimler olduğunu anladım. Vallahi, sen benim yerimde olsaydın sana böyle serzenişte bulunmaz ve kınamaz, seni böyle ayıplamazdım.
Hz. Ali:
—Vallahi, sen bir ihtiyaç sahibinin ihtiyacını giderseydin ve Ömer b. el- Hattab’ın yaptığı gibi zayıf bir kimseyi barındırmış olsaydın kesinlikle sana gelip böyle kınamalarda bulunmazdım.
—Muğire b. Şu’be şu anda burada değildir.
Hz. Ali:
—Evet, şu anda burada değildir.
Hz. Osman:
—Hz. Ömer onu görev başına getirmişti.
Hz. Ali:
—Evet.
Hz. Osman:
—Ben akrabam ve yakınım olan İbn Amir’i vali tayin ettim diye beni kınıyorsun?
Hz. Ali:
—Ömer, tayin ettiği valilerinden herhangi birisinin en ufak bir hatasını işittiği anda onu en büyük bir cezaya çarptırırdı. Fakat sen bunu yapmıyorsun. Bu konuda da biraz zayıf düştün ve akrabalarına karşı da yumuşak davrandın.
Hz. Osman:
—Onlar aynı şekilde senin de akrabalarındır.
Hz. Ali:
—Onlar akraba olarak en yakınlarımdır, ancak fazilet ve hayır onlardan başkasındadır.
Hz. Osman:
—Muaviye’yi Hz. Ömer’in tayin ettiğini biliyor musun? Ben de onu görevinde bıraktım.
Hz. Ali:
—Allah’ını seversen Muaviye’nin, Hz. Ömer’in kölesi Yerfe’den daha fazla Ömer’den korktuğunu bilmiyor musun?
—Evet biliyorum.
Hz. Ali:
—Fakat bu gün Muaviye sana danışmadan bir sürü işler çeviriyor ve “Osman böyle emretti” diye konuşup duruyorken sen bunu biliyorsun fakat onu alıkoymuyorsun.
Bu diyalog aslında sorunun temelini ortaya koymaktadır; dikkat çekici olan şey, taraflardan birisinin sorun olarak gördüğü şeyin diğer tarafça mantıklı bir durum olarak görülmesi ve sorun olarak algılanmamasıdır. Bu konsensüs eksikliği sorunlara karşı ortak çözüm üretilmesine engel olmuş ve olayların kontrolden çıkmasına neden olarak neticede Hz. Osman’ın şehid edilmesine kadar uzanmıştır.
Şimdi, halkın gündemine girmiş fakat Hz. Osman tarafından üzerinde fazla durulmamış olduğunu düşündüğümüz olaylara geçebiliriz. Bu olaylar, kaynaklarda Hz. Osman’ın şehid edilmesine neden olan ve halkın tepkisini çeken olaylar olarak zikredilmektedir. Bunlar siyasi tasarruflarla birleşince de her biri ayrı bir kriz konusu haline gelmiştir. Bunları maddeler halinde şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Ebu Zerr el-Ğifari’yi sürgün etmesi.
Ebu Zerr el-Ğifari, Muaviye b. Ebi Süfyan’ı müsriflik ve mal biriktirme ile suçluyordu. Muhalefeti halk üzerinde etkili olmaya başlayınca zor durumda kalan Muaviye b. Ebi Sufyan durumu halife’ye iletti ve Ebu Zerr halife tarafından Rebeze’de mecburi iskâna tabi tutuldu.
2. Hz. Muhammed’in kovmuş olduğu, kendisinden önceki halifelerin dönmelerine müsaade etmediği Hakem b. Ebi’l-Âs ve Abdullah b. Sa’d b. Ebi Serh’i yanına alması ve kollaması.
3. Hürmüzan’ın kanını heder etmesi.
4. Ammar b. Yasir’i dövdürmesi.
Bakillani’nin aktardığına göre Ammar, Hz. Osman’a muhalefet edenlere “onun hakkındaki şikâyetlerini bir kâğıda yazıp kendisine vermelerini” söylemişti. Bu kâğıtla Hz. Osman’ın yanına giren Ammar, halifeye ağır ithamlarda bulunmuş ve hakaret etmişti. Bu yüzden de halife kendisini cezalandırmıştı.
5. Mervan b. Hakem’e Afrika’nın gelirlerinin beşte birini vermesi.
6. Cuheyne isminde altı aylıkken doğum yapmış bir kadının zina ettiği suçlaması nedeniyle recmedilmesine izin vermesi.
7. Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellemin uygulamalarını takip eden kendisinden önceki halifelerin aksine Cuma namazında iç ezanı ihdas etmesi, Mina ve Arafat’ta namazı tam kıldırması.
Hac mevsiminde Mina’da ve Arafat’ta namazların farzlarını dörder rekat kıldırması Müslümanların onun aleyhine ilk defa açıkça konuştukları konu olmuştur. Hz. Peygamber, Ebu Bekir ve Ömer zamanlarında ve hatta halifeliğinin ilk zamanlarında iki rekat olarak kılınıyordu. Bu duruma Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf başta olmak üzere sahâbî itiraz etti.
8. Hz. Peygamberin mührünü Medine’ye iki mil mesafedeki Erîs kuyusuna düşürmesi ve bulunamaması.
9. Hutbe okuduğu zaman Mescid-i Nebevi’deki minberde Hz. Muhammed Sallallâhü aleyhi ve sellemin durduğu basamakta durması. Hâlbuki kendisinden önceki halifeler Peygamber’in durduğu basamağın bir aşağısında durmuşlardı.
10. Amir b. Abdikays’i Şam’a sürgün etmesi.
Amir b. Abdikays da Cuma namazı kılmadığı, et yemediği, evlenmediği, bu türlü davranışlarıyla halka kötü örnek olduğu suçlamalarıyla halifeye şikayet edilmişti. Bu durum Hz. Osman’a şikâyet edilince Şam’a sürgün edildi.
11. Kur’ân’ı çoğalttıktan sonra İbn Mes’ud’un nüshasını imha ettirmesi.
Hz. Osman, Hz. Ebu Bekir’in tek bir nüsha haline getirttiği Kur’ân-ı Kerim’i çoğaltıp İslam beldelerine dağıttıktan sonra ihtilaf ortaya çıkmaması için farklı nüshaları imha ettirmişti. İbn Mes’ud bu uygulamaya muhalefet etmiş ve insanların bir kısmı da buna tepki göstermişti. Bu muhalefeti yüzünden halifenin, İbn Mes’ud’u da Ammar gibi cezalandırdığı rivayet edilmektedir.
12. Bazı Arazileri Devletleştirmesi.
Hz. Muhammed zamanında, zekât develerinin otlaması, beslenip korunması, ordunun hizmetine hazır halde muhafaza edilmesi için, bazı araziler mera olarak kullanılıyordu. Daha sonraki dönemlerde ihtiyaç arttıkça meraların arttırılması uygulaması yapılmıştır. Hz. Osman’da bu artırımı yaptığında ilk anda herhangi bir tepki oluşmamıştı fakat daha sonraları bazı kimseler ve çevreler tarafından tenkid edilmeye başlandı.
Zikretmiş olduğumuz, farklı derecelerde öneme sahip olan idari tasarruflar ve olaylar, toplumda Hz. Osman’ın hilafetinin meşruiyetinin sorgulanmasına neden olmuştur. Bu olaylara ilave olarak, devletin önemli merkezlerinde, geniş halk kesimlerini etkileyen ve yakından ilgilendiren bazı gelişmeler meydana gelmişti ki esas isyanın fitilini ateşleyenler de bunlar olmuştur. Bu önemli merkezlerden bir tanesi olan Kûfe’de yaşanan isyanın ve bu isyana yol açan süreçte neler yaşandığının bilinmesi, konunun iyi anlaşılması için gereklidir.
(ALINTI)
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder