Print Friendly and PDF

Okumuş Ol

|


Kırılsan da Kırılma


Hızır, gemiyi kötü kişilerin elinden kurtarabilmek için deldi, kırdı.


Mademki kırık gemi kurtuluyor, sende kırıl!


Emniyet, yoksulluktadır, yürü yoksul ol.


(Mesnevî, c. IV, b. 2756-57).


İstihare


Allah’ım, Sen’in ilmine danışıyor ve Sen’in kudretinden yardım diliyorum, istediğimi de Sen’in büyük fazlından istiyorum.


 Sen’in herşeye gücün yeter, benim ise hiçbir şeye gücüm yetmez.


 Sen herşeyi bilirsin, ben ise hiçbirşey bilmem.


 Sen Allâmü’l-Guyûb’sun.


 Allah’ım eğer bu iş benim dünyâ ve ahiretim için, başlangıcı ve neticesi itibariyle hayırlı ise ve Sen bunu böyle biliyorsan, o işi benim için takdîr buyur, kolaylaştır ve sonra da onda, benim için bereket kıl.


 Ve şayet Sen biliyorsun ki, bu iş benim dîn, dünyâ ve âhiretim için başında veya sonunda hayırsızdır, onu benden uzaklaştır, beni de ondan uzak tut.


 Hakkımda ne hayırlıysa bana onu takdîr et.


 Sonra da takdirinle beni hoşnut eyle.


 Buhâri, Teheccüd, 25; İbn Mâce, İkâme, 188.


Kısa Boylu Diye


Mademki bizim boyumuz batmak için yaratılmıştır; uzun olsun, kısa olsun ne fark eder? [Nizâmî, Leylâ vü Mecnun,]


İşte Bu


“Bu ümmetin âlimleri iki sınıftır. Birisine Allah ilim verir, o da bu ilmi insanlara sarfeder. Ona karşılık bir yiyecek almaz, onu az bir para karşılığında satmaz. Bu kimseye semadaki kuşlar, sudaki balıklar, yeryüzündeki hayvanlar salat ve dua ederler. Kiramen kâtibin melekleri o kimseyi kıyamet günü Allah Teâlâ’nın huzuruna aziz ve şerefli bir kimse olarak getirirler. [Sonunda peygamberlerin meclisine katılıp onlara arkadaş olur.


Diğer kimse ise Allah Teâlâ kendisine ilim verir. O da bu ilimle Allah Teâlâ’nın kullarını doğruluktan ayırır. İlmine karşılık dünyâ malı alır, onu az bir paha karşılığında satar. Bu kimse kıyamet gününde ağzına ateşten bir gem vurulmuş halde getirilir. Bir münâdi halkın önünde ‘Bu falan oğlu falandır. Allah Teâlâ kendisine ilim vermiş o da bu ilimle Allah Teâlâ’nın kullarını doğruluktan saptırmış, ilmine karşılık yiyecek almış ve onu az bir para karşılığında satmıştır.’ Diye seslenir. Bu kimse insanların hesabı sona erene kadar azap görür.” Ebû Tâlib el-Mekkî bu hadisi dünyâ ve ahiret ilmi bahsinde zikretmiştir. Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtü’l-Kulûb Kalplerin Azığı (çvr: Muharrem Tan), İz Yayıncılık, İstanbul 1999, 2/9.


İman Niye Gelmez


Yürü, gönül evini süpür, sevgiliye hazırla, güzel bir konak haline getir.


O evden sen çıktın mı o gelir. Sana, yüzünü sensiz gösterir.


Mahmud Şebüsterî, Gülşen-i Râz (trc: Abdülbâkî Gölpınarlı), s.34, b. 400-01.


Köle Ne İsterki


İbrahim b. Edhem der ki bir hizmetçi çocuk aldım.


Ona adı ne dedim, o nasıl istersen dedi.


Ne yersin dedim, o verdiğini yerim dedi.


 Ne giyersin dedim, ne giydirirsen dedi.


Ne iş yaparsın dedim, ne iş verirsen dedi.


Ne istersin dedim, köle ne isterki dedi. Kendime dedim ki:


 “Ey miskin! Sen Allah’a bu çocuk gibi kulluk etmeyi öğren.”


İmanım


Bir kimse iman ve itaat yolunda yürüyüpte bir an bile ziyan etmişse kâfirim.


(Mesnevî, c. I, b. 977).


Yansımamız İmgemiz Olunca


Günümüz medeniyetinin ve insanının durumu da aslında Narsizmden farklıdeğil. Sebebi ise kendi medeniyetimize ve teknolojilerimize olan hayranlığımız. Bu hayranlık sayesinde kendi yansımamıza tutku ile bağlanıyor, kendi yapay kapalısistemimiz içinde hapis oluyoruz.


Günümüzde az uğraşı ile yüksek değere ulaşabiliyoruz. Zaman geçtikçe verici olmaktansa alıcı olmayıtercih eder oluyor, pasif izleyici ve aktif tüketici haline geliyoruz. Üretmekte zayıflıyor, tüketmekte ustalaşıyor, zamanımızı boşa harcar hale geliyor, kendimizi amaçsız kılıyoruz.


Günlük öğrenme ihtiyaçlarımız için her geçen gün sunulan çoktan seçmeli yansımalara daha bağımlı hale geliyoruz.


Etrafımızdaki yansımalar; reklamlar, televizyon, bilgisayar oyunları, basılı mecra, filmler, İnternet ve türevleri, kültürün şekillendirdiği bir olgu olmaktan çıkıp, aksine kültürün beslendiği, yaratıcısını şekillendiren yapay ve tehlikeli yansımalar haline geliyorlar.


 Ve biz her geçen gün düşünme, hayal kurma yeteneklerimizi kısıtladıkça bağımsız ve düşünce ürünü yargıda bulunma yeteneğimizi de ortadan kaldırıyoruz. Kendi yarattığımız imgelerin bozuma uğratılmış yansımaları haline geliyoruz. İnsanlığın yarattığı imgeler, bir bakıma onların aşık oldukları sudaki yansımaları gibidir ve bizleri, (teknolojilerimizin ürünü) kendi üretimimiz olan bu yansımalarımız ile kapalıbir sistem içinde tekrar eden bir donukluğa, bir tepkisizliğe mahkum etmektedirler.


Kendi imgemiz karşısında obsesif bir tavır sergilemekteyiz ve tıpkıtoplum kültürü ile popüler kültürün sürekli olarak birbirinden beslenişleri, ardından da birbirlerini tekrar tekrar şekillendirişleri gibi, sürekli bir kapalı sisteme hapis durumdayız. McLuhan’ın insanın uzantılarıolarak gördüğü teknolojiler için öne sürmüşolduğu “…kendi imgelerimizle bağlantılı Narkissos’a has (narsist) bir bilinç-altıfarkındalık ve tepkisizlik durumu” tanımına uygun bir uyuşukluk söz konusu.


Yarattığımız her imge bizlerin bir ürünü olmasına karşın, her an bizi şekillendiriyor. Ardından da bizler, moda ya da güncel olanın kimliği (maskesi) arkasından bu imgeleri tekrar yaratıyoruz.


İmgeler yerimize geçiyor ve bizler kendi yansımalarımızıtaklit etmeye başlıyoruz. Bir başka değişle yansımanın bir yansıması oluyoruz. Son olarak da; kendi yarattığımız, ardından da izleyicisi olduğumuz – imge – haline geliyoruz. (Alıntı)


Burun


Hacı Bektaş-ı Veli’nin insana ait yaptığı çok boyutlu benzetmelerden biriside burun ve mezarlık benzetmesidir. O bu konu ile ilgili olarak şöyle bir ifade kullanmaktadır: "Ve yine dünyada mezarlık vardır. Burun deliği mezara benzer. Burun deliği ikidir. Biri dimağa, diğeri boğaza gider. Mezar da iki türlüdür. Biri cennet diğeri cehenneme gider.”


Gönül


Hacı Bektaş-ı Veli'nin gönül üzerinde çok fazla durmasının sebebi onu Allah ile kul arasındaki temel bağ olarak görmesindendir. O bu konudaki görüşlerini şöyle ifade etmektedir:


"Müminlerin gönlü Kâbe’ye benzer. Hakk'ı batıldan ayırmak Kâbe’de ihram giymeye benzer. Geçmiş ömrümüz Safa'ya, kalan ömrümüz Merve'ye benzer."


Sevmek


Talebelerinden Şükrü Bağrıaçık, Hacı Veyiszâde Mustafa Kurucu’nun kendilerine son dersini şöyle anlatır: “Hocamı son görmem olan şu anımı hiç unutmam, son konuşmamız, bize son d ersiydi. Akaid, Tefsir, Arapça’dan dersler yaptık . Tefsirde Celaleyn okurken sureyi secdede kaldık. Şöyle uzun uzun bize baktı.“Bu sureyi çok seviyorum, muhakkak okuyun, evde yolda, okuyun dedi. “Hocam secde ayeti var, yolda okursak secde yapamayız” dedim. “Olsun, yollar hep temiz secde olur, ama yola secde yaparsanız, bu hafızda kafayı yemiş derler, eve gidince yapın” dedi güldü .”


Sema Suyu ile abdest alanlar


 Alı Ulvi Kurucunun dedesinden aktardığı şu cümleler önem taşımaktadır:


"Söylemiş olmasına rağmen, ben dalar da solundan yürürsem, 'Sağa geç oğlum, sağımdan yürü' der. Tekrar şöyle anlatırdı: 'Sevap yazan melekler sağ tarafi tercih ediyor, öyleyse sen de sağımdan yürü.' "Bizim okuduğumuz Arapça lisan kitapları da ezberindeydi. İnsan Kuran-ı Kerim'i ezberler, ama o metinler nasıl hıfz edilir, bilmem. Bunu ancak bulgur pilavının pişmesini dahi bekleyemeyecek kadar vaktinin kıymetini bilen bir insan başarabilir. Zaman kaybetmeyen insandı. O abdest alırken, kendisine dersim olan Sarf, Nahiv kitaplarım okurdum. Çünkü hem çok yavaş abdest alırdı, hem de o kitaplar ezberindeydi. Abdest alırken çok dikkat ederdi. Sorardım:


-Dede, sizin abdestiniz bizimkinden çok farklı oluyor; siz abdesti çok uzun alıyorsunuz. Niye böyle oluyor?


"-Oğlum ben abdest suyunu semadan inen manevî bir bulut olarak kabul ederim. Semalardan bir manevî bulut geliyor, günahlarımı yıkıyor. Senin günahın yok. Onun için şimdi senin bunu hatırlamana lüzum yok. İleride lazım olur diye söylüyorum."


Onun bu cevabını işitmek için bu suali defalarca sormuştum. Hiç kızmaz, her defasında derin manalı manevî bir cevap verirdi.


"Ama ben acele acele alıyorum, dede."


"-Ee! Sen daha küçüksün, yaşlandığında sen de buna dikkat edersin " derdi.


Bende Kendimi Kayberim


Hacı Veyiszâde, ben kendimi üç şeyde kaybederim derdi: “Birincisi namazda, ikincisi misafir geldiğinde, üçüncüsü de Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ismi anıldığında.”


Mevlana Olun


Hacı Veyiszâde, keramet üzerine konuşmayı çok sevmezdi. Keramet konusu açıldığında bazen yüzü düşer yada konuşmazdı. Bu konuları ara sıra sorduğumuzda şöyle derdi: “ Sahtekârlar, ne yapacaksınız kerameti, siz çalışın okuyun, Allah’ın dinini şeriatı öğrenin. Mevlâna olmaya bakın, siz Mevlâna olursanız, Allah Teâlâ size bir Şems gönderir” derdi.


‘Onlar Senden Sonra Neler Yaptı… Bilmiyorsun’


Hz. Ebu Bekir’den şöyle rivayet edildi:


Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Benimle sohbet eden (sahibenî) ve beni gören bazı kişiler, kıyamet gününde Kevser havuzunun başına gelirler. Onlar yanıma getirildiklerinde, sıkıntı çektiklerini görür ve:Ya Rabbi! Şunlar benim arkadaşlarım(ashâbî), arkadaşlarım(ashâbî) derim. Ama bana: ‘Onlar senden sonra neler yaptı/türetti, sen bilmiyorsun’ denir”


 (Ahmed b. Hanbel, 1992: V, 48).


Kesinlikle Narda olur


Ebu Hureyre’den nakledilen bir rivayette, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:


“Yaşamam kendisine bağlı olan Allah’a yemin ederim ki, bu ümmet içerisinde, ister Yahudi olsun ister Hristiyan, kim benim getirdiğim dinden habersiz olur ve ona iman etmeden ölürse, kesinlikle Cehennem ehlinden) (ashâbi’n-nâr) olur”


(Ahmed b. Hanbel, 1992: II, 317).


Ashâb- Usayhâbin


Cabir bin Abdullah’tan gelen bir rivayette Hz. Peygamber salla’llâhü aleyhi ve sellem, kendisine (yani Hz. Peygamber’e) karşı çıkan kişiyi öldürmek isteyen Hz. Ömer’e cevaben “bu adamın arkadaşları veya arkadaşçıkları vardır” derken “arkadaşları” yerine “ashâbin” kelimesini, arkadaşçıkları yerine ise “usayhâbin” kelimesini kullanmıştır. Rivayetin tamamı şu şekildedir:


“Rasûlüllah, Mekke civarındaCi’rane denilen mevkide külçe altın, gümüş ve ganimet mallarını taksim ediyordu. Mal Bilal’in eteği içinde idi.Bu esnada bir kişi küstahça bir eda ile: ‘Ya Muhammed adalet et! Çünkü hakikaten şu taksim işinde sen adalet etmedin,’ dedi. Bu söz üzerine Rasûlüllah O’na: ‘Sana azap olsun! Ben adalet etmeyince benden sonra kim adalet edecektir’? Diye cevap verdi. Bundan sonra Hz. Ömer: ‘Ya Rasûlüllah! Bu münafığın boynunu vurmam için beni serbest bırak,’ dedi. Rasûlüllah, Hz. Ömer’e cevaben :


‘Şüphesiz bu adamın arkadaşları (ashâbin) veya arkadaşçıkları(usayhâbin) vardır. Bunlar Kur’an-ı Kerim okuyacaklar, fakat Kur’an-ı Kerim onların boyun çemberlerini(gırtlaklarını)geçmeyecektir. Ok süratle avı delerek öteye çıktığı gibi bunlar da dinden hızla çıkıvereceklerdir’ buyurdu”


(İbn Mâce, 1992: I, 61).


Yıkıcı Felsefe/ Yapısökümü


"Yapısökümü; gözden geçirmeden kabul ettiğimiz varsayımları sorgulayan ve bu varsayımlara verilebilecek en güzel örnek olan değer yargılanmızdaki boşlukları açığa çıkarıp, onların tartışmalı yönlerini ifşa eden felsefi şüpheciliğin oldukça kapsamlı bir biçimidir."


D Eksikliği


Son yıllarda diğer allerjik hastalıklarda olduğu gibi, artış gösteren gıda allerjisinde de vitamin D eksikliğinin ilişkili olabileceği öne sürülmüştür. Vitamin D eksikliğinin immün toleransı baskılayarak, enfeksiyonlara yatkınlığı arttırarak ve gastrointestinal yolakta antijenik maruziyetin en yüksek olduğu mukozal yüzeyde mikrobiyal yapıyı değiştirerek etkili olabileceği öne sürülmektedir


**


Sonuç olarak hışıltılı çocuklarda D vitamini alımının kontrol grubuna göre düşük olması ve serum vitamin D düzeyinin anlamlı derecede düşük saptanması tekrarlayan hışıltı ataklarının etyolojisinde rolü olabileceğine işaret etmektedir. Ayrıca Şanlıurfa gibi bol güneşli bir bölgede bu kadar çok sayıda vitamin D düzeyi düşüklüğü saptanması dikkat çekicidir. Güneşli bölgede de olsa çocuklarda D vitamini alımına daha fazla dikkat edilmesi ve gerekirse serum düzeyinin kontrol edilmesi gerektiğini göstermektedir.


B 12 Vitaminin Besinsel Kaynakları


İnsan ince bağırsağında bakteriler tarafından bir miktar B 12 vitamini sentez edilir ve emilebilir ancak İnsanda kalın bağırsakta bakteriler tarafından sentezlenen B 12 vitamini emilimi çok az ve yetersizdir. İnsanlar için B 12 vitamininin en önemli kaynakları karaciğer, kırmızı et, yumurta, peynir ve süt gibi hayvansal gıdalardır. Gıdalarda B 12 vitamini konsantrasyonu en fazla karaciğer ve böbrekte bulunur, her birinin 100 gramı 100 μg B 12 vitamini ihtiva eder. Ayrıca deniz ürünlerinde de B12 vitamini bulunmaktadır. Bitkisel besinlerde normal olarak B12 vitamini genellikle bulunmaz. Ancak Baklagil türü bitkilerde kök kısmında simbiyotik olarak yaşayan bazı mikroorganizmalar tarafından B 12 vitamini sentez edilir, daha sonra baklagiller tarafından tanelerin içine alınır (9, 113). Anne serumu ile anne sütündeki B12 vitamini düzeyleri arasında güçlü bir korelasyon vardır. Anne sütünde ortalama 0.2–1.0 μg/l B12 vitamini bulunur. İnsan için gerekli olan B12 vitamininin hepsi hayvansal gıdalardan sağlandığından, diyetle yetersiz B 12 vitamini alımı kobalamin eksikliğinin önemli bir sebebidir.


“Öyle Olsun!”


Hitit Tapınaklardaki dualar, Tanrı heykellerinin karşısında yapılmaktadır. Duacıbaşrahip olan Kral ya da hanedandan birisidir. Yüksek rütbeli memurlar ise, dua etmezler sadece Kralın ettiği duayı dinlerler ve sonunda “amin” anlamında “öyle olsun!” derler. Kaynaklardan elde edilen bilgiye göre dua edilirken sol elin başparmağı yukarıya kaldırılmaktadır.


Ölüm Tanrı olmakla


Bilindiği gibi Hititlerde Krallar öldüğünde “tanrı oldu” denmektedir. “Ölmeden önce ölün” çok doğru…


Ay Kehanetleri


“Ayın rengi sarı, sol ucu sivri, sağucu küt gözüküyorsa, ilkbahar güzel olacak. Eğer ayın sağucu göğe dönük ise ülkede bol ürün olacak. Eğer ayın sağucu yere doğru ise bütün ülkenin hasadı kuruyacak. Eğer ayın sol ucu göğe dönükse ülkede düzelme olacak. Eğer ayın sol ucu yere dönükse ülkede ölümcül salgın hastalık olacak. Eğer ayın uçlarıgüneye dönük ve uzamışgörünürse, Akad ve Elam kralıölecek. Eğer ayın uçlarıkuzeye dönükse Akad kralı düşmanıyok edecek. Eğer ayın uçları batıya doğru uzanmışsa yangın olacak


Anne Günü


Hititlerde Kral Muwatalli’den sonraki bazımetinlerde ölüm gününün “anne günü” olarak adlandırıldığı görülmektedir. Bu adlandırmanın sebebi olarak da, annenin önce ölmesi ve yeraltındaki dünyayı daha iyi tanıyor olması sebebiyle, kişi öldüğünde annesinin orada onu karşılaması düşüncesinden kaynaklandığısöylensede asıl, toprağın anne olarak kabul edilmesi daha akla yatkın.


Krallar Hep Böyle İdi


Hititlerde devlet yönetiminde dinin etkisini gösteren en önemli göstergelerden birisi kralların “…Tanrının Gözdesi” unvanını kullanmalarıdır.


Hitit kralları“Tanrının Gözdesi” sıfatını kullanmış oldukları halde, Yaşamları süresince hiçbir zaman tanrısallaştırılmamışlardır, ancak öldüklerinde öldü kelimesi yerine “Tanrı Oldu” denmektedir.


Sanat Kendine Döndü


Fovizm, kübizm, fütürizm gibi birçok sanat akımının da tam anlamıyla saf soyut olarak, görsel gerçekten uzaklaşmadığını görebiliriz. Sanatın da doğa gibi kendine özgü gerçekliği olduğuna inanan Kandinsky’ye göre: “Sanat doğayı taklit etmeyi bırakmış kendi doğasını ortaya koymuştur”


Artık Yaşamıyoruz


"Artık yaşamıyoruz, yaşanıyoruz; hiçbir özgürlüğümüz kalmadı, kendimiz hakkında karar veremiyoruz, tükendik ruhsuzlaştık, doğa insansızlaştı(...) Daha önce hiçbir dönem böyle bir dehşetle, bu kadar derin bir ölüm korkusuyla sarsılmamıştı. Dünya hiçbir zaman bu kadar sessiz, mezar kadar sessiz olmamıştı, insan hiç bu kadar anlamsızlaşmamış, kendini bu kadar ürkek hissetmemişti, mutluluk hiç bu kadar uzak, özgürlük bu kadar ele geçmez olmamıştı. Kulaklara acının haykırışı doğuyor, insan ruhu için ağlıyor. Çok şeye gebe zaman bir büyük ızdırap çığlığı. Sanat da bunun dışında değil; o da bir yardım umarak karanlıklara sesleniyor; işte dışavurumculuk bu."


(BAHR, H. Modernizmin Serüveni. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Çev: Doğan Şahiner., ? :229)


Namaz Namazdır


Kur’an-ı Kerim’de hemen hemen bütün ilahi dinlerde namaz ibadetinin mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Adem, Hz. Nuh ve Hz. İbrahim’den sonra namazı terkeden bir neslin geleceği , Hz. Zekeriyya’nın namaz kıldığını , Hz. İsa’nin beşikteki mucizevi konuşmasında namaz vecibesine atifta bulunması, Hz. İbrahim’in yanı sıra Lut İshak ve Ya’kub’un namazı emretmelerinin vahyedildiğini, Hz. İsmail’in halkına/ailesine namazı emrettiğini, Hz Lokman’ın oğluna namazı hakkıyla kılmasını öğütlediğini, Hz. İbrahim’in namazı sadece Allah rızası için kıldığını ifade ettiği, Kendisini ve neslini namazı dosdoğru kılan kullarından eylemesi için dua ettiği, Hz. Musa’ya Allah’ı anmak üzere namazı kılmasının emredildiği ifade edilmekte ve Allah’ın İsrail oğullarından yerine getirme sözü aldığı görevler arasında namaz da yer aldığı görülmektedir. Yine Ashâb-ı Kehf kıssasından bahsedilirken mescid kelimesinin geçmesi o dönemde de namaz ibadetinin var olduğunun belirtisidir.


Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:


Kulun kıyamet günü hesaba çekileceği ilk âmeli namazıdır. Allah Teâlâ Meleklerine: “Kulumun namazlarına bakın! Tam mı kıldı, eksik mi kıldı ?” diyecektir. Melekler kulun namzına bakarlar tam ise âmel defterine tam olduğu kaydedilir. Şayet eksik bir şey var ise Allah Teâlâ: “Kulumun eksik farzlarını kıldığı nafilelerle tamamlayın” diyecektir. Sonra diğer âmeller de buna göre alınır/değerlendirilir’’


BEYNAMAZ/ Bînamaz/Namaz kılmayan


Namazsızlık bizi bozar.


فَخَلَفَ مِنۢ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ أَضَاعُوا۟ ٱلصَّلَوٰةَ وَٱتَّبَعُوا۟ ٱلشَّهَوَٰتِ ۖ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَيًّا


“Onlardan sonra, namazı zayi eden, şehvet ve dünyevî tutkularının peşine düşen bir nesil geldi. Onlar bu tutumlarından ötürü büyük bir azaba çarptırılacaklardır.” (Meryem,59)


Altı İfade


Altı temel yüz ifadesi: kızgınlık, şaşırma, üzüntü, tiksinme, korku, mutluluk


Sanat


Mondrian, “Sanat yapıtı organize edilmiş bir gerilimler bütünüdür”


İspanyol sanatçısı Pablo Picasso ‘Sanat sizin benden istediğiniz değil, benim


size verdiğimdir.’


Kosuth’un söylemiyle ‘ben düşüncelerime sanat diyorsam o sanattır.’


Ancak Tolstoy; sanat üzerine konuşabilmek için her şeyden önce gerçek sanatı taklit olandan ayırmak gerektiğinden söz eder.


“ Gerçek sanatı taklidinden en kuşku götürmez biçimde ayıran özellik, ondaki aktarılma özelliğidir. Gerçek’ine ne kadar benzerse benzesin, ne kadar şiirsel, etkileyici ya da ilginç olursa olsun, bir yapıt eğer bütün öteki duygulardan farklı bir duygu olarak bir sevinç duygusu, yazarla ya da (o yapıtı okuyan, dinleyen, izleyen) başka insanlarla bir ruh birliği yaratamamışsa, sanat yapıtı değildir, vurgusunu yapmaktadır.”


Eğer her şey sanat olabiliyorsa, sanatı diğer her şeyden ayıran nedir? Elimizde pek de teselli edici olmayan tek bir yanıt var: Her şeyin sanat olabilmesi, her şeyin sanat olduğu anlamına gelmez.


Karga Üzerine


“Derken, Allah, ona, yeri eşeleyerek kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini gösteren bir karga gönderdi. "Bana yazıklar olsun" dedi. "Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim?" Artık o, pişman olmuştu.” [Maide Suresi, 31. Ayet]


Karga, bir kuş türü olarak uzun yillar yaşayan ve köpekten sonra insanların verdiği komutları anlayabilen en zeki hayvan olarak bilinmektedir.


Basit alet yapabilen pratik zekaya sahip olan bir kuş türüdür.


İnsanlara göre, karga, genelde korkutan, hırsız, felaket tellalı, uğursuzdur.


Mitolojiye gore yeraltindan haberler getiren kuş diye de bilinir.


Karga‘nın; bazı türlerinin en az 29 ile 100 yıl arasında ömrü olduğu bilim adamlarınca söylenmektedir.


Mücadeleci, çok zeki, akıllı, basit alet yapabilme becerisine sahip, çok uzun ömürlü, sorumluluk sahibi, tek eşli, aile mefhumuna sadık, sürü halinde yaşayan, biriktirici özelliği olan, parlak nesnelere meraklı, iyi gözlemci, hafızası güçlü, gürültücü, çirkin sesli, başına gelen olaylardan, ölümlerden ders alan ve unutmayan, bazılarına göre ürkütücü, korku filmlerinden, dizilere, cadı hikâyelerine, masallara, şiir ve öykülere konu olan, mitolojide oldukça önemli yere sahip bir hayvandır.


Kuzgun daha koyu ve parlak tüylüdür ve leş kargası diye de geçer.


Karga’nın uzun yaşadığına dair bir hikâye.


Bir gün köye karga hakkında araştırma yapan biri gelir doğrudan köyün kahvesine gider ve oradaki köylülere kendini tanıtır. Sonra; “karga’ların uzun ömürlü oldukları söylenir ben de bu konuda araştırma yapıyorum„ deyince, köyün en yaşlısı hemen atılır.


Bu köyde bir topal karga var, büyük annemin, annesinin zamanında varmış, büyük annemin zamanında da varmış, annemin zamanında da varmış, benim zamanımda da vardı, çocuklarımın zamanında vardı, torunlarım da gördü hatta torunlarımın çocukları oldu onlarda gördüler ve hala o karga bu köyde yaşamaya devam ediyor„ der.


Hikâye bu, ne derece doğrudur bilinmez ama uzun yaşadıkları bilinen bir gerçektir. Karga ile ilgili pek çok deyim ve atasözü de vardır. Örneğin:


“Kargalar sürüyle uçar, kartallar tek uçar. - Besle kargayi oysun gözünü – Kılavuzu karga olanın burnu pislikten kurtulmazmış”. (Bunun manası şaşırmışlara yol gösteren demektir.)


“Game of Thrones“ isimli dizi filmde duvarın bekçileri olan, genç, güçlü ve iyi dövüşçüler seçildiklerinde hiç evlenmeyeceklerine de yemin ederler. Tek görevleri canları pahasına duvarın öbür tarafında ki ölülerin yeniden dirilerek duvarın bu tarafına geçmemesini sağlamakla görevli, gözü kara askerlerin giyimleri siyahtır ve lakapları karga’dır.


Aynı zamanda gelen felaketleri haber veren, mitolojik üç gözlü karga yedi krallıktan birini yöneten kralın, sakat oğlunun penceresine gelerek ona haberler ulaştırır. Ormanın derinliklerinde yaşayan kötülerinde habercileri kargalardır.


Sürüler halinde kötü bir olay olacağında gak! Gak! Diye hep bir ağızdan bağırarak hem ormanda yol alanlara korkulu anlar yaşatırken hem de onların ormanda olduklarını kötülere haber verirler.


Yine bir karga türü olan, Saksağan ise siyah ve beyaz renkli uzun, alımlı kuyruğu olan daha zarif bir karga türüdür. (Alıntı)


Eş Seçimi


Freudizmde, eş seçiminin büyük oranda daha çocukluktan karşı cins ebeveyne duyulan hayranlıkla ilişkili olduğu ifade edilmektedir. Bu nedenle de, kız çocuklarının babalarına benzeyen erkekleri, erkek çocukların ise annelerine benzeyen kadınları eş olarak tercih ettikleri belirtilmektedir.


Eş Seçimi Teorileri


Larson (1992) eş seçimi hususunda bireyler tarafından kabul edilmiş olan 9 sınırlandırıcı inanç olduğunu ifade etmektedir. Bunlar;


“Yalnızca tek bir ideal eş vardır” inancı:


Bu inançtaki bir kimse dünya üzerinde evlenebileceği tek ve sadece bir doğru kişi olduğuna inanmaktadır.


“Mükemmel eş” inancı:


Bu inançtaki kimse evlenecek mükemmel insanı bulana kadar beklemesi gerektiğine inanmaktadır.


“Mükemmel ben” inancı:


Bu inanca sahip kimse gelecekte bir eş olarak kendinden emin olana kadar beklemesi gerektiğine inanmaktadır.


“Mükemmel ilişki” inancı:


Bu inançtaki kimse evlenmeden önce ilişkilerinin devam edeceğinin ispatlanması gerektiğine inanmaktadır.


“Daha fazla gayret etmeliyim” inancı:


Bu inanca sahip kimse yeterli gayreti gösterdiğinde evlenmek için seçtiği kişi ile mutlu olabileceğine inanmaktadır.


“Sevgi yeterlidir” inancı:


Bu inanca sahip olan kimse birisine âşık olmanın kişi ile evlenmek için yeterli olduğuna inanmaktadır.


“Birlikte yaşamak” inancı:


Bu inançtaki kimse evlenmeden önce evlenmeyi düşündüğü insanla birlikte yaşarsa mutlu olma şansının artacağına inanmaktadır.


“Tamamlayıcı olmayan” inancı:


Bu inanca sahip kimse, evlenmek için kişisel özellikleri kendisinden farklı olan kişileri seçmek gerektiğine inanmaktadır.


“Seçim yapmak kolay olmalı” inancı:


Bu noktada eş seçimimin kolay, tesadüfi ve şans eseri olması gerektiğine inanılmaktadır. Bu inanca sahip olan kişiler şans eseri bir yerlerde karşılaşıp ilk görüşte aşka inanmaktadırlar.


**


Ek olarak Hamidzade tarafından İran’da yapılan bir çalışmada; evlilik için en önemli kriterler zihinsel olgunluk, görünüş, iffet ve nezaket, sosyal statü ve aile statüsü ve sadakat olarak belirlenmiştir.


Haghighizadeh, Kararmi ve Soltani tarafından yapılan diğer bir İran çalışmasında, çoğu kadın ve erkeğin bakış açısına göre evlilik için en önemli kriterin ahlak olduğu, ancak kadınlar ile erkekler arasında belirgin farklılıkların olduğu ortaya çıkmıştır. Türkiye’de ise gelin adayları çoğunlukla, hamaratlık, saygı, temizlik, ailenin geçmişi ve sosyo-ekonomik düzey kriterleri dahilinde değerlendirilmektedir sonucuna ulaşılmıştır.


Değerler


10 değer grubu, Schwartz tarafından aşağıdaki gibi tanımlanmaktadır;


Güç (Power):


Otorite, sosyal güç, refah ve kabul gibi prestij ve sosyal konum, kaynaklar ve kişiler üzerinden gücü elde etme


Başarı (Achievement):


Entelektüel, hırslı, etkili, yetenekli ve başarılı olmak gibi bireylerin sosyal standartlar kapsamında gösterdiği ve yeterli olarak tanımlanan başarısı


Hazcılık (Hedonism):


Eğlenceli yaşam, haz ve zevk kavramları gibi duygusal tatmin ve mutluluk.


Harekete Geçirme (Stimulation):


Yaşamsal sorunlar, heyecan ve yenilik


Kendi Kendini Yönlendirme (Self-Direction):


Kendine saygı duyan, özgür, bağımsız, meraklı ve kendi hedeflerini kendi belirleme gibi özelliklere sahip, kendi davranışlarına kendi karar veren, açıklayan, özgür düşünme becerisine sahip kişi.


Evrensellik (Universalism):


Dünya barışı, çevreyi ve bireyleri korumak, eşitlik ve anlayışlı olmak gibi kavramların örnek olarak verebileceği, insanları korumak ve anlamak, anlayışlı olmak ve doğayı korumaktan oluşmaktadır.


Bağlılık (Benevolence):


Dürüst, vefalı, merhametli ve yardımsever olmak gibi özelliklere sahip olmak, çevredeki bireyleri korumak ve yaşam seviyelerini yükseklere taşımak.


Gelenek (Tradition):


Dindar, samimi, geleneklerine saygılı ve kaderine razı gelen gibi hem din hem de kültür tarafından bireylere sunulan düşüncelerin kabul edilerek onlara saygı duyulması ve itaat edilmesi.


Uygunluk (Conformity):


İtaatkâr, kendi kendini disipline sokabilen, nazik, yaşlı ve büyüklere saygılı olmak gibi özelliklere sahip olmak, sosyal beklentilere ve toplumsal normlara uyum sağlayarak zarar verebilecek davranış ve etkilerden kaçınmak.


Güvenlik (Security):


Ulusal güvenlik, sosyal güvenlik ve aile güvenliği gibi toplumun ve ilişkilerin, kişinin uyumluluğu, güvenliği ve kararlılığını kapsamaktadır.


LGB (Lezbiyen, Gey ve Biseksüel)


Hâkim düşüncenin heteroseksizm olduğu tüm kültürlerde, heteroseksüel olmayan her davranış, kimlik, ilişki veya topluluk inkâr edilmekte, kötülenmekte veya damgalanmaktadır.


Bu kültürlere doğan her birey çok erken dönemlerde toplumsal heteroseksizmi içselleştirir.


Bireyler homoseksüelliklerini ilk keşfedişleri ile de kendilerine dönük olumsuz duygular deneyimlemeye başlarlar.


Kişinin kendi homoseksüel yönelimlerini keşfetmesi, bunun üzerine bir kimlik inşa etmesi ve bunu diğerlerine açıklama süreçleri oldukça sarsıcı olabilmektedir.


Farklılıkları uzlaştırmadaki pek çok nedene bağlı zorlanmalarımız ve zorlamalarımız özellikle lezbiyen, gey ve biseksüel bireylerin heteroseksüel cinsel yönelime sahip bireylere nazaran kimi psikopatolojileri daha fazla üretmelerine neden olabilmektedir.


Lezbiyen, Gey ve Biseksüel örnekleminde bağlanma stilleri, ‘ öz anlayış, içselleştirilmiş homofobi ve depresyon’ değişkenlerinin etkisi bulunmaktadır. Bu bağlanma stilleri (Kaygılı ve Kaçınmalı) ile depresyon arasında doğrudan anlamlı düzeyde bir ilişki vardır, denilmektedir.


Heteroseksizm, heteroseksüelliğin normal ve ahlaki olan tek yaşam biçimi olduğuna inanmakta ısrarlıdır ve bu nedenle de lezbiyen, gey ve biseksüel bireylerin yönelimlerini olumsuz ve istenmeyen olarak değerlendirmektedirler.


‘ Fark edilme korkusu, reddedilme veya homoseksüellikten kaynaklanan rahatsızlık, düşük öz saygı, geyliğin abartılı bir şekilde övülmesi ya da bütün heteroseksüellerin reddedilmesinin yanı sıra diğer homoseksüllere yönelik öfke’ gibi olumsuz duygular içselleştirilmiş homofobiyi ortaya çıkarmaktadır.


Cinsel azınlıklar damgalanmış kimlikleriyle her gün baş etmek zorunda kalabilmektedirler.


Çözüm


Ötekileştirmeyen “İyi ki tanıdım” dediğim insanlarının artmasıdır. Gerçek dostların bulunmasıdır. Kişilerin empatik durumu. Bu acıları çeken bir kişini yerine kendini koymak, diğer kişilerin üzüntülerinin bilincinde olmaktır.


Mahallenin Delisi


Bir deliye atıfta bulunmak için kullanılsa da, mahallenin delisinin kamusal bir kimlik olarak, akıl hastasının ise tıbbi ve kurumsal bir kimlik olarak kurgulandığını göstermektedir.


Mahallenin delisi, mahalle halkı tarafından çocuklaştırma yoluyla benimsenerek mahallede yaşamını sürdürebilirken, akıl hastası suçla ilişkilendirilerek dışlanması ve kapatılması meşrulaştırılmaktadır.


Kısaca, modern psikiyatri ve neoliberal şehircilik anlayışı, kendilerine özgü kamusal güvenlik söylemleri ve toplumsal kontrol ve düzenleme mekanizmaları yoluyla delinin dışlanmasını meşrulaştırırken, kamusal bir kimlik olan mahallenin delisinin kaybolmasında bu iki egemen söylem birlikte etkili olmaktadır.


Her semtte illa ki deli olması şart değildir. Ancak sorumsuz yaşayan, ailede veyahut da dışlanmış böyle insanlar vardır. Bu insanların hep lakapları vardır. O tür insanların yaşadığı yerler aynı mekânlar (ve mahalle olarak tabi). Aynı yerlerde dolaşıyorlar. Kılık kıyafetinden pislik, bakımsızlık.


Var olan bir gerçek.


Kısaltmalar


AB : Avrupa Birliği


ABD : Amerika Birleşik Devletleri


AGİT : Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı


AIDS : Edinilmiş Bağışıklık Eksikliği Sendromu


AİHK : Avrupa İnsan Hakları Komisyonu


AK : Avrupa Konseyi


ASALA : Ermenistan‟ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu


BM : Birleşmiş Milletler


CHS : İnsan Güvenliği Komisyonu


CIA : Merkezi İstihbarat Teşkilatı


EOKA : Kıbrıslıların Milli Mücadele Örgütü


ETA : Bask Vatanı ve Özgürlük


FARC : Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri / Halk Ordusu


FDKC : Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi


FHKC : Filistin Halk Kurtuluş Cephesi


FKÖ : Filistin Kurtuluş Örgütü


HAMAS : Filistin İslami Direniş Hareketi


HSC : İnsan Güvenliği Merkezi


IMF : Uluslararası Para Fonu


IRA : İrlanda Cumhuriyet Ordusu


IŞİD : Irak ve Şam İslam Devleti


JKO : Japon Kızıl Ordusu


KKK : Ku Klux Klan


LTEE : Liberation Tigers of Tamil Eelam


MC : Milletler Cemiyeti


MKP : Maoist Komünist Partisi


NATO : Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü


PIRA : Provisional Irish Republican Army


PKK : Kürdistan İşçi Partisi


PLO : Palestine Liberation Organization


RAF : Kızıl Ordu Fraksiyonu


SSCB : Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği


TDK : Türk Dil Kurumu


TEKK : Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları / Tamil Kaplanları


UAÖ : Uluslararası Af Örgütü


UCM : Uluslararası Ceza Mahkemesi


UNDP : Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı


UNEP : Birleşmiş Milletler Çevre Programı


UNESCO : Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü


UNHCR : Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği


UNICEF : Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu


UNIFEM : Birleşmiş Milletler Kadınlar Kalkınma Fonu


UNODC : Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi


WB : Dünya Bankası


WHO : Dünya Sağlık Örgütü


TREVI : Terörizm, Köktendincilik, Aşırılık, Şiddet, Uluslararası


-------------


ANN Artificial Neural Network


ARFF Attribute Relation File Format


ATM Automatic Teller Machine


CSV Comma Separated Values


DC Direct Current


DCT Discrete Cosine Transform


DFT Discrete Fourier Transform


EEG ElectroEncefaloGram


EmoDB Berlin Emotional Database


EmoSTAR Emotional Speech Transcription and Recognition


FACS Facial Action Coding System


FFT Fast Fourier Transform


fNIRS functional Near Infrared Spectroscopy


GMM Gaussian Mixture Models


HMM Hidden Markov Model


HTK Hidden Markov Toolkit


Hz Hertz


IEEE Institute of Electrical and Electronics Engineers


KNN k Nearest Neighbor


LFPC Log Frequency Power Coefficients


LH Low High Frequency Ratio


LPC Linear Predictive Coding


LPCC Linear Prediction Cepstral Coefficients


MFCC Mel Frequency Cepstral Coefficients


NN Neural Network


OpenSmile Open Speech and Music Interpretation by Large-space Extraction


PLP Perceptual Linear Prediction


STAFFER Spectro-Temporal Auditory Formant Filter Bank Energy Ratios


STE Short Time Energy


SVM Support Vector Machine


TEO Teager Energy Operator


VAD Voice Activity Detection


WOZ Wizard of OZ


WEKA Waikato Environment for Knowledge Analysis


ZCR Zero Crossing Rate


-----------


Kutsallık Tehlikesi


Ünlü İngiliz Şair William Shakespeare bir cümlesinde şöyle demiştir: “Şeytan bir günah işleteceği zaman, işe bu günahı kutsallık zırhına sarmakla başlar.”


Terörizmin Nedenleri


Ekonomik Nedenler:


Yoksulluğun ajite edilmesi neticesinde ekonomik açıdan güçlük yaşayan insanların terörizme yönelmesi şeklinde algılanabilir.


Sosyo-Kültürel Nedenler:


Toplumsal yapının hızla değişim gösterdiği bir düzende, bu değişime ayak uydurulamadığı veya bu değişimin hazmedilemediği durumlarda bireylerin terörizme yönelmesi olarak düşünülebilir.


İdeolojik Nedenler:


Terörizm bir ideoloji olmamakla beraber, kendisinin siyasal hedefiyle mevcut bir ideolojiyi bütünleştirerek hayata geçirebilmek için bir mücadele vermektedir.


Psikolojik Nedenler:


Toplumda azınlık durumunda olduğunu, kendilerine farklı davranıldığını algılayan ya da böyle olduğunu sanan insanlarla; kişisel yeti yetersizliğinden ötürü bulunduğu konumu beğenmeyen ve bu nedenle de saygınlık kazanmak düşüncesine kapılan insanlar, terörizme yönelebilmektedirler. Terörist yaşının çoğunlukla ergenlik çağı yaşıyla paralel olması ve terörist kimliğinin çoğunlukla eğitimsizlikle paralel olması, ayrıca suç işlemekten zevk alan psikopat ruhlu insanların da terörizm kadrosunda çoğunlukla bulunması gibi birçok psikolojik faktörden söz etmek mümkündür.


Etnik Nedenler:


Etnik farklılıklar, tıpkı din olgusunda olduğu gibi, bireylerin ötekileştirilmiş duygusuna kapılmasıyla terörizme yol açan temel bir nedendir.


Jeopolitik Nedenler:


Özgürlük ve refah da terörizmin imkân ve fırsatlarını artırabilmektedir. Jeopolitik amaçlar, ortaya sömüren ve sömürülen ülkeler ya da topraklar ortaya çıkarmaktadır. Bir ülkenin zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının paylaşımından doğan sorunlar, terörizm için bir neden teşkil etmektedir.


Turkish Poet


Knowledge should mean a full grasp of knowledge:


Knowledge means to know yourself, heart and soul.


If you have failed to understand yourself,


Then all of your reading has missed its call.


— Yunus Emre


İlim ilim bilmektir… İlim kendin bilmektir


Sen kendini bilmezsin…. Ya nice okumaktır


Okumaktan murat ne… Kişi Hak'kı bilmektir


Çün okudun bilmezsin… Ha bir kuru emektir


— Yunus Emre


Duygu Çeşitleri


Kabul Edici, Sıkılgan, Haset, Paylaşan, Planlı, Kendine Hakim, Üzgün,


Maceracı, Sersemlemiş, Hiddetli, Eleştiren, Hoşnut, Dingin, Alaycı,


Şefkatli, Acı, Umutlu, Meraklı, Kendini Düşünen, Çekingen, Tatmin,


Korkmuş, Övünçlü, Terk Edilmiş, Cesur, Ümitsiz, Sosyal, Korkan,


Saldırgan, Canı, Sıkkın, Öfkeli, Meydan Okuyan, Düşman, Kederli, Küçümseyici,


Uzlaşmacı, Sakin, Cömert, Zevkli, Aşağılanmış, İnatçı, Ürkek,


Büyüleyici, Dikkatli, Sevinçli, İlgi Bekleyen, Sabırsız, Boyun Eğen, Toleranslı,


Karışık, Neşeli, Mahzun, Bunalmış, İtici, Şaşkın, Güvenen,


Eğlenceli, İğrenme, İhtiraslı, Ümitsiz, Kararsız, Şüpheli, Şefkatsiz,


Kızgın, İlgisiz, Kederli, Uzlaşmaz, İçerlemiş, Sempatik, Emin Değil,


Can, Sıkıcı, İtaatsiz, Sızlanan, Hayal, Kırıklığı, Meraklı, Anlaşılmaz, Paylaşmayan,


Karşıt, Memnuniyetsiz, Suçlu, Cesareti, Kırık, İlgili, Kavgacı, Dost Değil,


Beklentili, Tatminsiz, Mutlu, Sinirli, Tahammülsüz, Hazır, Mutsuz,


Endişeli, Güvensiz, Çaresiz, İtaatkar, Tahrik, Edilmiş, Yenilikçi, Yenilikçi Değil,


Duyarsız, İstekli, Tedirgin Boyun Eğen, Kıskanç, Pervasız, Asempatik,


Kaygılı, Coşkulu, Ümitli, Nefretli, Neşeli, Asi, Tereddütlü,


Utangaç, Heyecanlı, Kafası Karışık, Panik, Gönülsüz, Reddedici, Kindar,


Şaşırtıcı, Utanmış, Aşağılayıcı, Sabırlı, Yalnız, Vicdan, Azabı, Uyanık,


Özenli, İçi Boş, Hoşnut, Dalgın, Uysal, Gücenmiş, Hayretli,


Ürkmüş, Girişken, Aksi, Kafası Dağınık, Küçük düşmüş, Karşı Gelen, Kaygılı


Tercih edilen Çalgılar


Çalgı tercihi/beğenisinin demografik, sosyo kültürel (aile ve arkadaş çevresi), müzik dinleme alışkanlığı ve sıklığı gibi değişkenlerle ilişkilidir. Çalgı beğeni düzeyleriyle yaş, cinsiyet ve gelir düzeyi arasında anlamlı ilişkiler olduğu ortaya çıkmıştır. İnsanların yaş ortalaması küçüldükçe Klasik Gitar beğenisi, yaş ortalaması büyüdükçe Kaval beğenisi artmıştır.


 Gelir düzeyi düşük katılımcılar daha çok Piyano’yu, orta gelir düzeyindeki katılımcılar daha çok Klasik Gitar’ı, yüksek gelir düzeyindeki katılımcılar ise daha çok Ud’u tercih etmiştir. Morin Khuur aynı zamanda tüm gelir düzeyleri arasında en az beğenilen çalgı olmuştur.


Keman beğeni düzeyi yüksek olan katılımcıların aileleri pop ve Yabancı müziği Türkçe müziğe göre daha çok sevmektedir.


Klasik Gitar’ın genç nesil arasında popüler bir çalgı olduğuna yönelik kabul gören varsayım doğrulanmış gözükmektedir.


Üflemeli ve yumuşak tını gibi nitelikleriyle özellikle pastoral çağrışımlara uygun olan Kaval’ın bu anlamda benimsenmesi tutarlı bir bütün olarak değerlendirilebilir.


Morin Khuur hem erkek hem kadınlar arasında en az sevilen çalgıdırr. Bu çalgının kültürel olarak diğer çalgılara göre daha az tanınması ve tınısının farklılığı az sevilmesindeki en temel etkenler olarak değerlendirilebilir.


Piyano’nun fiziksel yapısı göz önüne alındığında, yani diğer çalgılara göre büyüklüğü ve maddi açıdan görece daha pahalı olması bir özenme duygusu yaratıyor olabilir.


Klasik Gitar’ın orta gelir düzeyiyle ilişkilenmesi bu çalgının genel popülaritesiyle açıklanabilir. Kolay elde edilen bir çalgı olması, nispeten belirli bir seviyeye kadar kolay öğrenilmesi ve birçok şarkıya basit düzeyde eşlik edebilme özelliğiyle Klasik Gitar en sevilen çalgı konumundadır.


Ud özellikle erkekler arasında genel beğeni seviyesinin yüksek çıkması telli çalgılar içinde Ud’a daha müstesna bir anlam yüklenmesiyle açıklanabilir. Buna paralel olarak kadınlar en çok Klasik Gitar, Yan Flüt ve Piyano’yu tercih ederken, erkekler Ud’u tercih etmiştir. Toplamda erkek ve kadınların en az tercih ettiği çalgı ise Morin Khuur olmuştur.


Dolayısıyla bu aşamada sonuçları genelleştirmek mümkün değildir.


(Alıntı)


Cahit Tanyol, “İslam’ın Cenneti Sosyalizm”


27 Mayıs 1960 Darbesi sonrası şartlarda Kadro hareketi adına yeni bir hareketlilik yaşanır. Dünyadaki gelişmelere paralel olarak “planlı ulusal kalkınma”, “antiemperyalizm” ve “sosyal adalet” gibi kavramların öne çıktığı bu yeni dönemde Kadroculuğun yeniden üretilmesinde en önemli frsat Yön hareketinin ortaya çıkmasıyla olur. Doğan Avcıoğlu ile birlikte bir grup entelektüel tarafndan Ankara’da 20 Aralık 1961'de Yön gazetesi yayınlanmaya başlar. Dergi formatında yayınlanan gazetenin ideolojisini kendisine yakın bulduğu için Şevket Süreyya da ekibe katılır. İdeolojik konumu ve siyasi fikirlerini daha sonra da Devrim dergileriyle geliştirecek olan Yön hareketi, 1960-1971 döneminde Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve Milli Demokratik Devrim (MDD) hareketi ile birlikte Türk solunun üç ana akımından birisidir. Akımın Türk solu içindeki özgün konumu Kemalizm’e getirdikleri sosyalist yorumdur.


Daha önce geçtiği üzere kökleri Osmanlı’ya kadar giden bir ayrımla sosyalizmin “ihtilalci” ve “ıslahçı” olarak ikiye ayrıldığını ve ihtilalci sosyalizmin “komünizm” olduğunu savunan Yön’cülere göre Batı Avrupa’da yaygın olan ıslahçı sosyalizm, sınıf çatışmasına dayanmamaktadır. Islahçı sosyalizmin amacı sınıf kavgalarını geliştirerek bir ihtilale ulaşmak değil, aksine; sınıf farklılaşmalarım devletin iktisadi ve sosyal hayata müdahalesiyle engelleyerek cemiyette gelirlerin dağılışını sosyal adalete dayanan bir nizam içine almaktır. O tarihlerdeki iki önemli durum Yön hareketinin kayda değer bir aydın desteği bulmasını kolaylaştırmıştır. Birincisi, dünyadaki hâkim kalkınmacı retorik ve SSCB’nin bu konudaki başarısıdır. Amerikan emperyalizmine karşı bağımsızlık mücadelesi veren pek çok ülkede prestiji artan SSCB bu ülkelere kalkınma için örneklik teşkil etmektedir. Azgelişmiş ülkeler bir ulusal amaç haline getirdikleri kalkınma yarışında küçümsenemeyecek mesafeler kat etmişlerdir. İkincisi ise Mısır’da Nasır hareketinin, Türkiye’nin hemen yanı başında Yön’ün Türkiye’ye önerdiği siyasi projenin başarılı bir prototipi olarak ortaya çıkmış olmasıdır.


Nasırcı etkiyle haftalık Yön gazetesi 1960’ların başında İslam ve Sosyalizm tartışmalarına yönelir. Derginin 1962’deki 39. sayısında Turhan Tokgöz “Gerçekçi Sosyalizm” başlıklı yazısında “Türkiye’de sosyalizmi işçi sınıfı ya da halkın değil; dindar-milliyetçi            kanadın sosyalist bir teoriyle kurabileceğini” öne sürer.   Hilmi Özgen (1910-1971) ise 1963’te, “Türk Sosyalizmi Üzerine    Denemeler” başlıklı yazısında kutsal kitaplardaki sosyalizan tavra dikkat çeker. Özgen, “Tanrının sosyalist mi bunu bilemem ama göksel kitapların hepsinde haksız varlık edinenlere, kul hakkı yiyenlere türlü cezalar konup yoksulluğun erdemleri ileri sürüldüğüne göre Tanrının da fakirlerden yana büyük bir sevgisi olsa gerek... " der. Derginin 20 Ağustos 1965 sayısında        köşe yazarlarından Cenap Çetinel,           “Peygamberimiz de Solcuydu!” başlıklı yazısında dönemin senatörlerinden Ahmet Yıldız’ın Trabzon’da hemşerileriyle yaptığı bir toplantıdan anekdot aktarır. İnsanların, “İsmet Paşa solcu mu?" sorusunu Yıldız’ın      (1921-2009), “sağ” ve “sol” kavramlarının nasıl        ortaya çıktığı hakkında bilgi vererek cevapladığını, Fransız parlamentosunda düzenden yana olanların kralın sağına, eşitlik ve adalet isteyenlerin ise soluna oturduklarını anlattığını kaydeder: “İslam’ın başlangıcında Kureyşlilerle Hazreti Muhammed salla’llâhü aleyhi ve sellemin taraftarlarının bölünmesi de buna benzer. Kervanların konak yerlerini, put hanelerin yönetimini elinde bulunduranlar; yani memleketin gelir imkânlarına sahip olan bu zümre her herhangi bir sosyal değişiklik istemiyordu. Hazreti Muhammed salla’llâhü aleyhi ve sellemin ortaya attığı fikirleri çıkarlarına uygun bulmayan bu grup sağcı zümreyi temsil ediyordu. ”


Gazetenin 24 Eylül 1965 tarihli sayısında Cahit Tanyol, “İslam’ın Cenneti Sosyalizm” yazısında Kur’an’da “sosyalist” bir düşünce olduğunu dile getirir. Mülkiyetin, insanlar arasındaki eşitliği sürekli bozduğunu ve böylece adaletin gerçekleştirilmesi önünde bir engel olduğunu kaydeden Tanyol, Kur’an’a göre mülkiyetin Allah’a ait olduğuna dikkat çeker: “İnsanlar mülkün kendisine değil ancak işletilmesine ve ondan faydalanma hakkına sahiptir. Allah’ın mülkü kimseye miras olarak kalamaz ve intikal edemez. “Göklerin ve yerin mirası Allahu Teâlâya aittir.”


 Bu prensip üretim araçları mülkiyetinin ki bu üretimin ana kaynağı olan topraktır, özel mülkiyete geçmesini kesin olarak reddeder. Toprak Allah’ın ve yeryüzünde onun adaletini temsil eden devletindir. ”


Yazıda Batıcılık eleştirisi de yapan Tanyol, Türkiye’de sosyalizmin İslami bir rengi gerektirdiğini ifade ederek Kur’an’daki Allah-toplum özdeşliğine işaret eder. Tanyol, İslam’a göre toplumun emirlerinin Allah’ın emirleri mesabesinde olduğunu, adaletin tesisinde Allah’ın toplumu hakem yaptığını kaydeder. Genel çıkarların özel çıkarlardan öncelikli olduğunu ve kanunların ancak bu koşullar altında meşru olacağını, devletin bunları gerçekleştirmekle görevli bunduğunu belirtir. Tanyol, sosyalizmi bir kalıp (şekil) olarak değil bir metot olarak ele almak gerektiğini ifade eder. Zira sosyalizmi kalıp olarak ele almak Marks’ın ileri sürdüğü klasik beşli aşamayı, dolayısıyla Osmanlı’nın feodal olduğunu da bilimsel ve tarihsel verilere aykırı olarak kabul etmek anlamına gelir. Osmanlı devlet yapısının merkeziyetçiliğini devletçilik olarak okuyan Tanyol, Osmanlı devletinde esas olanın “özel mülkiyet” değil, “kamu mülkiyeti” olduğunu, bu durumun sosyalizme geçişi kolaylaştırıcı bir faktör olduğunu ileri sürer. Sosyalizmi Avrupa’ya endeksli düşünmenin yanlışlığına dikkat çeken Tanyel şöyle der: “Çağımızda sosyalizm belli bir toplum yapısına özge bir şey değildir. O artık her toplumda uygulanabilir. Sosyalizmi belli bir topumun kalıpları içinde düşünmek her topumu o kalıplara uydurmaya zorlamak bizi fanatizme ve bir çeşit “sol nurculuğa” götürür. ”


Sosyalizmin temel prensiplerinin “insanın insan tarafından sömürülmesine karşı çıkmak, toplumun mutluluğunu belli bir azınlığın mutluluğuna öncelemek” olduğunu ifade eden Tanyol, “Öyleyken sosyalizme karşı duyulan ve körüklenen bu düşmanlığın ve onu her türlü din ve ahlak kurallarına aykırı diye propaganda etmenin sebebi ne?” diye sorar. Sonuç olarak sosyalizmin “adalete uygun olanı gerçekleştirmek” olduğunu ifade eden Tanyol şöyle der: “Hatta adaletin olduğu yerde özgürlük kavramı hiçbir anlam taşımaz. Bu bakımdan gerek eski Yunan düşüncesinde ve gerek İslamiyet’te özgürlük kavramı yoktur. Özgürlük, Allah’ın mutlak idaresi ile kulun cüzî iradesi arsında metafizik bir bağlantı olarak düşünülmüştür... İnsanlar adalete karşı koyamaz ama iftira edebilir. Mutlu azınlık, kapitalist sistem, sömürgeci dünya görüşü adalete doğrudan doğruya karşı gelmenin güç olduğunu bildikleri için kendi çıkarlarına zarar verdiği ölçüde sosyalizme iftira etmişlerdir. ”


12 Mart muhtırası sonrasında Tanyol’un evi basılır, bütün notları, çalışma taslakları götürülür. Özellikle üzerinde çalıştığı İslamiyet ve Sosyalizm çalışmasının götürülmesine üzülür. Çünkü kopyaları yoktur.


(Ertuğrul CESUR, İslam - Sosyalizm Sentezleri, (Tarihsel Bir Tasvir), Ankara-2016)


Yön’de Garaudy Tartışması ve İslam Sosyalizmi Kitabı


Yön hareketinin İslam ve sosyalizm tartışmalarına damgasını vuran bir diğer organı Yön Yayınları olmuştur. Kitapların hemen hepsi Doğan Avcıoğlu’nun önsözleri ile yayınlanmaktadır. Tercih edilen kitaplar da elbette Yön hareketinin Türkiye’ye yönelik tezlerini destekler mahiyete,           antiemperyalist bir sosyalizm perspektifli kitaplardır. Bu kitaplardan biri de Fransız Sosyalist Roger Garaudy’nin Sosyalizm ve İslamiyet adlı eseridir. Garaudy’nin Müslüman olmasından (1982) çok önce yazdığı Sosyalizm ve İslamiyet, 1965’te Yön Yayınları taralından Türkçeye çevrilerek yayınlandığında sol çevrelerde olduğu kadar dindar kesimde de yankıları olur. Özellikle sosyalist düşünce asçısından önemli bir isim olan Garaudy gibi Batılı bir aydın tarafından yazılması konuya özel bir anlam katmıştır. Kitabın Türkçe çevrisine itiraf niteliğinde bir “önsöz” yazan Avcıoğlu şöyle demektedir: “O kadar kendimizi unuttuk, kendi kültürümüzden o kadar koptuk ki, Doğu’nun Montesquieu’su olan bir İbn Haldun, Batınınkilerden binlerce kat bize yabancı. Thomas Moor’un sosyalist Ütopya'sın biliriz de, Simavnalı Şeyh Bedrettin’in sosyalizmini tanımayız. Bu satırların yazarı Fransız sosyal, ekonomik, politik, kültürel v.s. tarihini en teferruatlı şekilde öğrenmiştir, ama Türk sosyal, ekonomik, politik ve kültürel tarihi hakkında, bir takım klişeler dışında ciddi pek az şey bildiği için utançların en büyüğünü duymaktadır. Şimdi çağımızın en ünlü Marksist teorisyenlerinden biri bu kitapta bizlere sesleniyor; “Ey Doğunun milletleri” diyor, “sizin büyük kültürünüz vardı. Ortaçağ Avrupa’sı tam bir karanlık içindeyken uygarlık meşalesini siz İslam milletleri taşıyordunuz. Köleci dünyaya karşı eşitliği ve yeni bir uygarlığı İslamiyet getirdi...”


Sosyalizmin kaynağını           sadece Batı kültüründen değil, Doğu ülkelerinin katkılarıyla zenginleşerek gerçek bir hümanizm haline geleceğini kaydeden Avcıoğlu, sosyalizmi seçmenin yabancı değerleri seçmek demek olmadığını göstermek gerektiğini ifade ederek, “Kendi büyük entelektüel kaynaklarımıza dönmeliyiz. Bu bakımdan sosyalist düşünüre, tarihçiye, iktisatçıya, sosyologa, sanatçıya büyük görevler düşmektedir... ” der.


Fakat Avcıoğlu’nun bu sözlerine tepkiler de gecikmez. Arap dünyasında Nasırcılığın yükselişte olduğu bu dönemde Mısır ve diğer bazı Arap ülkelerini gezen Niyazi Berkes (1908-1988), Kahir’den yazdığı ve Yönün 3 Aralık 1965 tarihli 140. sayısında yer alan “Sosyalizm ve İslamiyet Üzerine” başlıklı yazısında Garaudy’nin kitabını ve yayınlayanları ağır bir suç işlemişçesine eleştirir. Avrupa medeniyetinden bıkmış Batılı aydınlarda Avrupa            dışındaki “yerlilerin” dinlerinin,       Avrupa medeniyetinin          bulamadığı bir “mutlak     hakikati”, bir “iksiri” buldukları         düşüncesi olduğunu ileri sürer. Kitapta “fikirlerin çığırından çıkarıldığını” savunan Bekes; Garaudy için değil “Ibn Khaldun”; Dercartes’i bile bilmeme iddiasında bulunur. Bekes kitaptaki, “Descartes ve Montesquieu’nun Öncüsü ve İslam’ın Marks’ı İbn Haldun” başlıklı bölümle ilgili şöyle der: “Tahsil görmüş bir Avrupalının bu kadar saçma şeyler yazabileceğini tahmin edemezdim. Bunu eğer benim bir öğrencim yazmış olsaydı imtihanda tereddütsüz döndürürdüm.”


Kitabın önsözünde Doğan Avcığolu’nun sözlerine atfen İbn Haldun hakkındaki “yanlış bilgilerin” mazur görülemeyeceğini ifade eden Berkes, bir parantez açarak ismini bilerek Batılıların yazdığı gibi “Ibn Khaldun” şeklinde yazdığını, Türkiye’deki yazım şeklinin de yanlış olduğunu ileri sürer. Berkes, derginin 21    Ocak 1966 tarihli 147. Sayısında yayınlanan “Doğu ve  Doğuculuk     Modası”           makalesinde de Garaudy’nin kitabının yayınlanmasına tenkitlerini sürdürür. Kitabın “Batılı aydınların Doğulu aydınlara öğüt verme huylarının bir sonucu” olduğunu savunan Berkes, “Doğuluyuz ya da Batılıyız diye öğünmekle, toplumcu hümanist olunamayacağını” söyler.


Yön’ün ilerleyen sayılarında kitapla ilgili polemik devam eder. Kitabın çevirmenlerinden (E. Tüfekçi müstear adıyla) Mihri Belli, Berkes’in eleştirilerinin haksız ve yersiz olduğunu dile getirir. Belli, amaçlarının Arap sosyalizmi ya da Müslüman sosyalizmini taklit etmek olmadığını, toplumsal gerçeklerin dikkate alınmasının zorunlu olduğunu ifade eder. Arap ülkelerini gezen Berkes’in yanlış beklentiler içinde olduğunu kaydeden Belli şöyle der: “Niyazi Berkes’in en çok yadırgadığı şey sosyalizme yöneldiğini iddia eden bir ülkede normal olarak esmesi gereken laiklik havasını buralarda bulamayışı. “Bayram namazlı sosyalizmlere sıçramayı canım hiç istemiyor benim” diyor. Kendisini anlıyoruz. Bunu bizim canımız da istemeyebilir; ama canınızın her istediğini bir toplumun gelişimin hangi aşamasında oluğunu hesaba katmadan      o topluma dikte edebileceğimizi sanırsak yanılırız. Hoşumuza gitsin, gitmesin, din toplumların belli aşamasında bir gerçektir. Biz sosyalist olarak belli bir topluma ekonomik ve sosyal alanda olduğu gibi ideolojik alanda da ancak o toplum gelişmesinin olanaklı kıldığı ileri adımları attırabiliriz.”


Berkes’in, Garaudy’nin kitabının, “Doğuluları kendi içerine kapanmaya çağırdığı” yönündeki iddiasının da temelsiz olduğunu dile getiren Belli, kitabın ana tezinin, Müslüman Arap uygarlığının yarattığı hümanist değerlerin var olduğunu, Batının tek değer  yaratıcısı oluğu          iddiasının bir sömürgeci yalanı        olduğunu göstermek olduğunu dile getirir. Belli, kitapta sosyalizmin bir Batı ürünü olmaktan çıkararak bütün ulusların, bütün çağların kültürlerine kök salması, geçekten evrensel bir kültürel temele kavuşması gerektiği, böylece her ulusun öz malı haline geleceği ifade edildiğini kaydeder.


Garaudy Ne Demişti?


Peki, görüşleri bu kadar gürültü koparan Garaudy ne demişti? Aslında Garaudy’nin farklı fikirleri Türkiye’de olduğu gibi aynı dönemlerde ülkesi Fransa’da da büyük tartışmalar nende olmuştur. Uzun süre Fransız Komünist Partisi (FKP) Merkez Komite üyesi olarak görev yapan ancak hiçbir zaman kendisini bir “ateist” olarak nitelemeyen         Garaudy, 1960’lı yıllarda FKP’nin hâkim siyasi           çizgisine eleştiriler yöneltmeye başlar. Ancak asıl kıyamet Garaudy’nin 1968’de Çekoslovakya’nın Varşova Paktı ülkeleri taralından işgal edilmesi sonrası kopar. İşgale ve Stalin SSCB’ne yönelik eleştirilerini Sosyalimin Büyük Dönemeci adlı kitabında kamuoyuyla paylaşır. Kitap Garaudy’nin, FKP’den ihracına neden olur. 1982’de Müslüman olan Garaudy aslında sosyalist fikirlerinden de hiçbir zaman vazgeçmemiştir. 1986 yılında verdiği bir röportajda, “ben İslam’a bir kolumun altında Kitab-ı Mukaddes, diğer kolumun altında Marks’ın Kapital’i ile geldim. İkisini de bırakamamaya kararlıyım” diyen Garaudy hakikatin tekelleştirilemeyeceğine inanmaktadır.


Marksistlere göre “bilimsel sosyalizm”, tarihsel-toplumsal bir durum tespiti değil, insanoğlunun davranışlarının bilimidir. Buna göre insanlığın nereye doğru aktığını, bilimsel bir hakikati tespit edercesine öngörmek mümkündür. Oya Garaudy Marksizm’in de “tarihsel” olduğunu hatırlatır. Garaudy’ye göre yapılması gereken, kapitalist sistemin meydan okumalarına karşı sosyalizmin, Avrupa’nın tarihsel- toplumsal koşullarının ürünü tekçi bir doktrini tüm dünyaya dayatmak yerine Avrupa dışı kültürlerin özlerinde var olan toplumcu temellerle bağ kurmaktır: “Avrupa’da bilimsel sosyalizm, Klasik Alman Felsefesi, İngiliz Ekonomisi ve Fransız Sosyalizminin üçlü mirasına dayanarak tarihi bakımdan teşekkül etmiştir. Fakat çağımız dünyasının istek ve gereklerine cevap getiren bilimsel sosyalizm, her halkın kendi kültürü ve uygarlığı içinde gelişebilir ve gelişmelidir.”


Sosyalizmin diğer kültürlerdeki izdüşümlerine işaret eden Garaudy bu bakışla Avrupa dışı halkların sosyalizmi benimsemelerinin onlar için yabancı değerleri benimsemek zorunda olmak anlamına gelmeyeceğini, ancak kendi tarihinin yönünde tercih yapmak olacağını dile getirir. Bunun, “Kur’an’ın sosyalist bir yasayı ve rejimi tanımladığı” şeklinde yorumlanmaması gerektiğini de vurgulayan Garaudy kastının, sosyalizm derken bu kelimenin altındaki ruhu yeniden bulmak şartıyla sosyalizmde Kur’an’ın ruhuna aykırı bir şey bulunmadığı olduğunu söyler: “Kelimenin altındaki ruhu yeniden bulmak demek, dinlerin getirdikleri tarihi bakımdan izafi cevapların ötesinde hayatın ve ölümün anlamı; insanın başlangıcı ve sonu gibi insanların temel sorunlarını keşfedebilmek demektir. Günümüzde İncil’in kelimelerine bağlanmış, dünyanın altı günde yaratıldığı veya ilk kadının erkeğin kaburgasından türetilmiş olduğu hikâyelerine takılmış Katolik ilahiyatçıların sayısı gittikçe azalmaktadır. Düşünüyorum ki dünyanın öküzün boynuzları üzerinde durduğunu öğretecek pek az Müslüman ilahiyatçı kalmıştır.”


Mitolojik evren algısının geçerli olduğu eski dönemlere ait bu imajların reddinin dine saygısızlık olmadığını kaydeden Garaudy, her medeniyetin özünde var olan adalet, eşitlik ve özgürlük ilkelerine vurgu yapar. Aslında dünyada kültürler ve dinler arası “diyalog” fikrini ilk kez dillendiren isim olan Garaudy’nin bundan da anladığı Soğuk Savaş sonrası postmodern söylem değil, aksine; sosyalizan bir aşkın birliktir. “Dinler, o dinleri taşıyan halklarla birlikte ilerlerler” diyen Garaudy, Feuerbach’ın yabancılaşma kavramıyla dinin muhtevasının sonlandırılmasının mümkün olamadığını kaydederek şöyle der: “Tarih her din gibi İslamiyet’in de çehresini devamlı değiştirmiştir. Zira yüzyıllar boyu ezilenler ve sömürülenler, alçaltılanlar ve saldırıya uğrayanlar,          dinsel düşünce      yoluyla         gerçek bir    kardeşler sitesi rüyasını gerçekleştirmişlerdir. bu insanların bu kardeş toplumu kurmak ve Karl Marks’ın “dinin insani temeli” dediği şeyi gerçekleştirmek isteyen sosyalizmde dini ümitlerinin en gerçek ifadesini görmemeleri mümkün müdür?... Demek ki İslamiyet, şu ya da bu çağın kurumsal mirası şeklinde görülemez ve müminler, sosyalizmin kurucusu olabilirler. ”


Müslümanlardaki hâkim, İslam’ın fıkıhçı okumasına karşı asli ilkeye; adalete vurgu yapan Garaudy, fkhın tali olduğunu dile getirir. Garaudy şöyle demektedir: “Hiçbir şey sosyal adaleti sağlamdan önce bir ceza sistemi uygulamak kadar Kur’an’ın ruhuna aykırı değildir. Oysa Kur’an bu noktada çok açıktır. Kur’an ağır bir şekilde servet biriktirenleri ve onları sayanı kınar. O kimse üzerine cehennem azaplarını davet eder.” Müslüman olmasında önemli bir rolü olan Cezayir ile ilgili hatıralarında anlattığı bir anekdot aslında İslam dünyasındaki sosyalist hareketlerin durumunu özetler niteliktedir. 1969’da üniversite öğrencilerinin düzenlediği “Cezayir Devrimi'nde İslam'ın Rolü” konulu            bir konferansa katılan           Garaudy’nin başından ilginç bir tartışma geçer. Garaudy konuşmasında şöyle der: “Sosyalizm     tepeden kurulamaz. Sosyalizm kendi kendini yönetme anlamına gelir. Kendi kendini yönetme ancak anlayışların köklü bir değişimiyle, bir kültür devrimiyle mümkün olur. Maneviyat ve inanç boyutu vazgeçilmezdir!” Onun bu sözleri salonda önemli bir öğrenci kitlesi tarafından pek de memnuniyetle karşılanmaz. Gençlerden biri itiraz eder: “Anlamıyorum. Sen komünistsin ve bize dini öğütlemeye geliyorsun. Ben ise sosyalizmi istiyorum. Ancak İslam'ın bulunduğu yerde sosyalizm hiçbir zaman gerçekleşmeyecek. Afyondur o!” Salona büyük bir kargaşa hâkim olur. Başka bir grup öğrenci ise bu sözlere “tekbir” getirerek tepki gösterir. Garaudy gence şu karşılığı verir: “Ben Müslüman değilim! Ben Müslüman değilim ama sana şunu söylüyorum: Yüzde seksen beş Müslümanların yaşadığı bir ülkede İslamsız bir sosyalizm kurma iddiasıyla ortaya çıkarsan hemen hiçbir zaman sosyalizmi gerçekleştiremeyeceğini söylüyorum sana.”


Garaudy’ye göre şeriat ve yol Allah’ın durmadan yaratması gibi sürekli değişken tarihi durumlara bağlı belli sayıdaki hukuki hükümlerden ziyade bütün peygamberler taralından tebliğ edilen, cihanşümul ve ebedi bir ahlaki istikameti gösterir.


 “Sadece Allah hükmeder, sadece Allah maliktir, sadece Allah bilir ifadesi bundandır.” Bu evrensel ilkeye göre insanlar arası hukuk her toplumun ve her çağın taleplerine göre düzenlenmelidir: “Sadece Allah sahip ve maliktir, insanı Allah’ın mülkünden sorumlu bir idareci yaparak onun elinde bulunan her türlü serveti izafileştirir, çünkü o bu serveti Allah yolunda kullanıp verimli hale getirmezse elinden çekilip alınabilir.” (Ertuğrul CESUR, İslam - Sosyalizm Sentezleri, (Tarihsel Bir Tasvir), Ankara-2016)


Nurettin Topçu: Hareket Dergisi ve Anadolu Sosyalizmi


Türkiye’de İslam sosyalizmi tartışmalarında bildik anlamıyla alındığında “sağ” cenahtan bir isim olarak Nurettin Topçu’nun özel bir yeri vardır. Döneminde milliyetçi çevrelerin etkili isimlerinden olan Nurettin Topçu, sosyalizmin ahlaki- insani boyutunu görerek milliyetçilerin buna bigâne kalamayacaklarını düşünen istisna bir aydındır. Lise eğitiminden sonra Fransa’ya giden ve 1934’te Sorbonne’da doktorasını tamamlayarak Türkiye’ye dönen Topçu, çağdaş Batı düşüncesine vakıftır. Türk Milliyetçiler Derneği’nde konferanslar verir. Ancak Topçu’nun sosyalizm ile ilgili fikirleri dernekte sert tartışmalara neden olur. Derneğin 1963 yılındaki kongresinde yaşanan ayrışmayla Topçu milliyetçi-muhafazakâr çevrelerle derin bir kopuş yaşar. Kendisini destekleyenlerle yeni bir oluşuma giden Topçu, 1939’da başladığı Fikir ve Sanatta Hareket dergisinde fikirlerini dile getirmeye devam eder.


1960’larda Yön’ün, Garaudy tercümesiyle başlattığı tartışmaya çok geçmeden Hareket dergisi de dâhil olur. Derginin Şubat 1968 tarihli 26. sayısında Topçu, “Ne İçin Sosyalizm” başlıklı bir yazı ile konuya açıklık getirir. Daha önce de görüldüğü üzere Osmanlı dönemine kadar giden bir yaklaşımla sosyalizmi olumlayan Topçu, materyalist olarak gördüğü komünizme olumsuz bakmaktadır.


 “Bizim sosyalizmimiz İslam’ın ta kendisidir” diyen Topçu İslam sosyalizmini, "Hak ile gücün terkibi" olarak görür. “Neden sosyalizm?” sorusunu Hareket Okulu şu şekilde cevaplamaktadır: “Otuz milyonluk bir milletin emeğini kırk bin Yahudi’nin midesine esaretten kurtarılması için. Bin yıllık Müslüman Türk kültürünün, Batılı uşakların okullarının eşiğinde kurban edilmekten kurtarılması için. Havasında hep yabancı ideolojilerin kaynaştığı fikirsiz, davasız, vicdansız üniversitelerden vatanı kurtarıp millet üniversitelerini kurmak için. Komünizm, Masonluk gibi yabancı ideolojilerden Müslüman Türkün ruhunu korumak için...”


Topçu, toplumsal adaletin tesisi için devlet otoritesinin önemine işaret eder. Popülerleşen liberal söylemin aksine devlet otoritesinin pekiştirilmesini savunan Topçu’nun düşünce sisteminde sıkı bir Yahudilik eleştirisi vardır. Fransız İhtilali öncesi Avrupa’da devlet otoritesinin kötüye kullanılmasıyla devlet karşıtı liberal söylemin yaygınlaştığını kaydeden Topçu, uluslararası Yahudiliğin bunu firsat bilerek toplumların adil bir devlet otoritesinden mahrum halde hayat savaşına terk edildiklerini ifade eder: “Hilekâr ve habis Yahudi’nin çirkef bakışını, ondaki saadet alameti sayan, zulümlere hayran gönüller kendi içlerini yoklasınlar. Orada gerçek saadet ve kendine yeterli tatmin yerine, muradına ermiş kin ile kızgın haset frtınasından başka bir şey bulmayacaklardır. Huzur içinde durulmuş, kaderine minnetle gülümseyerek Allah'a çevrilmiş bakışlar, aradığımız “'bahtiyar belde”nin ilahi manzarasıdır. Her birinin başkasının lokmasındaki bolluğa bakarak Allah'ına şükrettiği, fertlerinin cemaate hizmet sevdasına kendini bağışladığı sosyalizm, İslam sosyalizmidir. Ancak böyle bir belde, saadetle fazileti birlikte sunarak, insanları Allah'a yaklaştırabilir. Bu manada, sosyalizm devrimizin şeriatıdır.”


İslam sosyalizmi tartışmaları nedeniyle solda Yön dergisine “sosyalizm” adına gelen tepkilerin sağda da Hareket dergisine “İslam” adına gelmesi gecikmez. Derginin konuyla ilgili anketine gelen cevaplardan prensip olarak “İslam sosyalizmi” ile anlatılmak istenen fikriyatın benimsendiği ancak buna yine de “sosyalizm” adının verilmesinin istenmediği görülmektedir.


Dergide bir dizi yazı yazan Hüseyin Hatemi, Yön tarafından yayınlanan Garaudy'nin Sosyalizm ve İslâmiyet adlı kitabına cevap verir. Hatemi, sosyalizm kavramının İslam’ın sırf içtimai adalet sağlayan hükümlerini belirtmek için kullanılmasına itiraz etmeyeceğini, fakat yine de İslam’ın hayat ve felsefesinin yaratıcı olan Allah’tan geldiğini ve adını onun koyduğunu, bu nedenle de İslamiyet’e sosyalizm terimini eklemenin yanlış bir tutum olduğunu savunur. Hatemi’ye göre İslamiyet bir bütündür ve eksiksiz bir yapıyı ihtiva etmektedir. Bu nedenle sosyalizm ile İslam’ı bir araya getirirken burada sanki İslam’da bir eksiklik var da sosyalizmle tamamlanıyormuş gibi bir izlenim verilmemelidir. Hatemi, geçmişte tasavvuf kavramı altında İslam’a ters fikirlerin girdiğini hatırlatarak sosyalizm konusunda da aynı hatanın yapılmaması için bir öneride bulunur: “Şu halde “sosyalizm” kelimesi kullanılacaksa, bundan ne kastedildiği “iki kere iki dört ederrlli’ açıklığı ile ortaya konup böyle bir pasaport haline gelmesi önlenmelidir. Kanaatimce “İslam Toplumculuğu” terimini kullanmak materyalist sızmalardan kurtulmak için daha yararlı olur.”


Hareket yayınları kendisine özgü sosyalizm konusundaki görüşlerinde ısrarcı olduğunu 1974’te Suriyeli Mustafa Sibai’nin İslam Sosyalizmi kitabını yayınlayarak gösterir. İnsanların sosyalizm hakkındaki olumsuz tavırlarını analiz eden Topçu bunun temel nedeninin sosyalizmin, komünizm ile karıştırılmasından ileri geldiğini savunur. 19. yy.da yaşanan sosyalist mücadeleleri, “tarihin müstesna anlarında yaşanan ahlaki isyanlardan” addeder: “İşin çok dikkate değer tarafı şu ki, sermaye sahibi zenginler, kendi servet iştihaları hesabına davranırlarken; sosyalistler, fakirlerle mazlumların ve çalışanların hakkını kurtarmak için mücadele ile tehlikeye atılıyorlar. Bu farkı görmeyen gözler, kapitalist ile sosyalisti aynı adalet terazisine koyarak muhakeme etmek şaşkınlığı içinde hala bocalıyorlar. Yakın istikbale dönerek söylüyorum: Zenginlerin müthiş servetleri ellerindeki yenilmez kuvvettir; şüphesiz, servetleri kendileriyle beraberdir, fakirlere gelince, Allah onlarla beraberdir.”


Dini değerlerin ve sembollerin maddi çıkarlar için istismar edilmesini sert bir dille eleştiren Topçu’nun muhafazakârlık eleştirisi de sarsıcıdır. Bu çevrelerin sosyalizm karşıtı tutumlarının şaşırtıcı olmadığını dile getiren Topçu’nun düşünce dünyasına ahlakçı bir dil hakimdir. Bu düşüncelerini “Sosyalizme Karşı Koyan Kuvvetler” adlı yazısında dile getiren Topçu da diğer Müslüman sosyalistler gibi fıkıh kuralları yerine ilkeleri önceleyerek din istismarını sert bir dille eleştirir: “Bugün Müslümanlık iddialarıyla isimlerini hacı lakaplarıyla süsleyen zenginler, Müslüman tüccar ve sermaye sahipleri de kendilerine gizli açık menfaat sunan masonlara el uzatıyor, el açıyorlar. Hoca mevlithan zenginden para alıyor; her biri bir başka rezil hüviyet taşıyan dolandırıcı şeyhler ve mürşitler zenginler tarafından besleniyor. Devletten cemaatin hakkı olan vergisini kaçıran sözde Müslüman tüccarlar, Kur'an kursları vesair isimler altında İslam'ın ruhunu kapkara b ir perde ile örten cehaleti beslemede seferberlik ilan etmiş durumda bulunuyorlar. İslam'ı İsagocya* mantığıyla Orta Çağ karanlığında boğan bu insanların sosyalizmden ürpermeleri kadar, tabii bir şey olmaz.”


Sosyal adalet adına ihtilalci tavrın komünistlerden kaynaklandığını, sosyalizmin ise bir adalet davası olduğunu savunan Topçu, komünizmin bu tutumundan dolayı insanların sosyalizm hakkında da yanlış ve olumsuz bir algıya sahip olduğunu dile getirir. Buna temel neden olarak toplumun tüm sosyal bilgisini, ucu küresel Yahudi sermayesine çıkan medyadan alması olarak görür. Böylece sosyalizm hakkında sathi bir bilgi sahibi olan kitlelerin, kavramın yabancı olmasına takıldıklarını kaydeder: “Düşünmüyorlar ki, kelime bir kıyafettir, elbisedir; onu biz giydiririz. Allah'ın olan, ruh ve davadır. Ruhu görmediklerinden, bir zavallı elbiseyi kurşunluyorlar... Görülüyor ki, sosyalizme karşı düşmanlığın sebepleri, bir kısmı içten ve şuurlu, bir kısmı ise gafletten doğma olarak, çok ve çeşitlidir. Bütün bu vehimleri ortadan kaldıracak kuvvet, hak davacılarının bu mücadelede yaşatacakları sabırla iman ve hiç ölmeyen iradedir. Gayemize bir gün mutlaka ulaşacağımıza inanıyoruz. Kulların hakkını Allah emriyle gerçekleştirmek için kulların karşısında boynu bükük duranlar, Allah'ın huzuruna tertemiz ve açık alınla çıkacaklardır.”


Topçu, ABD’ye ait 6. Filo’nun İstanbul’a gelişini protesto eden solculara karşı kışkırtmalarla sağcı gençlerin saldırması sonrası yaşanan ve tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçen olaylarla ilgili sağ çevrelere göre oldukça farklı değerlendirmelerde bulunmuştur. Konuyla ilgili Hareket dergisinde, “Kin İle Din Birleşemez” başlık bir yazı yazan Topçu, Birinci Dünya Savaşı sonrası İngilizlerin İstanbul’u işgal edişini hatırlatarak Amerikan donamasının da İngilizlerle birlikte işgale katıldığına işaret eder. 6. Filo’nun İstanbul’a gelişini 50 yıl önceki işgal dönemine benzeten Topçu, gazetesinde yazdığı yazılarla açıkça “cihat” çağrısı yaparak sağcı gençleri solcularla karşı kışkırtan Şevket Eygi gibi sağ çevreleri sert bir dille eleştirir. Topçu, ABD’nin çıkarları için Türk çocuklarının birbirlerine boğazlatıldığını ifade eder: “Hadisenin sebebi aşikâr: Amerika komünizme düşmandır; komünizm de Müslümanlığa düşman olduğu için Amerika’yı desteklemek her Müslüman’ın üzerine vaciptir; bu belki de bir cihattır. Desteklemek için ne lazımsa yapılır. Gayeye varmak için adam öldürmek caiz olur, hele adam komünist ise... Acaba asıl cihat insan öldürmek midir? Evvela nefislerini öldürsünler. İslam dinini kendi nefisleri ile hırsları için böyle şuursuzca alet yaparak, Amerikan donanmasına yaranırcasına savaşmak cihat ise, İslamiyet gelmeden önce insanlar en şiddetli en barbar savaşları yapıyorlardı. Öyle olsaydı İslam’ın gelmesine ne hacet vardı. Allah’ın emirlerine itaat ettirmek için cihat yapılmış. Nerede ve hangi devirde yumruk ve balta ile kalpler kazanılmıştır?”


(Ertuğrul CESUR, İslam - Sosyalizm Sentezleri, (Tarihsel Bir Tasvir), Ankara-2016)


Cemil Meriç: Müslüman Sosyalistlerin Dilemması


Türkiye’de İslam sosyalizmi tartışmalarına en büyük katkısı olanlardan biri de bizim de sıklıkla görüşlerine başvurduğumuz Cemil Meriç’tir. Batı düşüncesine olan derin tecessüsü ile dikkat çeken Meriç’in erken yaşta gözlerini kaybetmesi sadece kendisi için değil, Türk tefekkür hayatının büyük talihsizliği olmuştur. 1946’da İstanbul Üniversitesi Fransız Dili bölümünde okutman olarak göreve başlayan Meriç, 1974’te emekli oluncaya kadar bu görevi sürdürür. Bir sosyalist olmasına rağmen hayattayken sosyalistler tarafından görmezlikten gelinen Meriç sağ çevrelerde hürmet görür. Ancak bu hürmet hiçbir zaman onun fikirlerinin bir yankı bulması anlamına gelmemiştir. Sağ ile ilişkisinin, kendisi tarafından tercih edilen bir durum olmadığını, sol çevrelerin kadir bilmez tavrının kendisini bu duruma düşürdüğünü dile getirir: “Benim trajedim şu birkaç satırda: Sevebileceklerim dilsiz. Dilimi konuşanlarla lakırdım yok. Yani dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla yarımla Büyük Doğu kadrosundanım. Düşüncelerimle, inançlarımla Yön'e yakınım. Bu bir kopuş, bir parçalanış. ”


Tanzimat’tan beri devam eden resmi Batıcı politikaların çarpıklığına ve tutarsızlığına dikkat çeken Meriç kalkınmanın tek yolunun tanım gereği sosyalizm olduğunu ifade eder. Ancak Merkiç’in sosyalizm anlayışı da daha çok korporatisttir: “Türkiye sanayileşmemiş bir ülkedir. Kapitalist olmasına ne imkân var ne de Avrupa izin verir. Tek kurtuluş yolu devlet sosyalizmidir. Bu sosyalizm nasıl kurulacak? Kinle mi? Sosyalizm fedakârlık ister. İnsan belki kendi çocuklarının bile göremeyeceği bir istikbal için fedakârlık yapmaz. Onu harekete geçirecek bir kuvvete ihtiyaç var. Bu kuvvet ne olacaktır?


Sosyalizmin tek tip (Marksizm’den ibaret) anlaşılmaması gerektiğini ifade eden Meriç, Müslümanların kendileri açısından “nasıl bir sosyalizm?” sorusunu sorarak cevap aramaları gerektiğini kaydeder. Diyalektik düşüncenin bizzat Marksizm’in kendisine de tevcih edilmesi gerektiğini vurgulayan Meriç de Garaudy ve Tahir gibi Sosyalizmin Türkiye’de kendisini İslam ile ifade etmek zorunda olduğunu dile getirir: “Sosyalizm Türkiye'de yaşamak için İslamî bir veçheye bürünmek zorundadır. Mülkiyet konusunda Saint-Simon   gibi düşünüyorum. Mülkiyet daima tahdit edilmelidir. Topluma faydalı olduğu sürece yararlıdır. Yani herkes kendi zevki için tüketim yapamaz. Mülkiyet toplumundur. Onda, bizden önce gelenlerin de, bizden sonra geleceklerin de hakkı vardır. İslamiyet de sosyalizm gibi düşüncede bir devrimdir.”


Çağa hitap eden bir düşünüş biçimi geliştirmek için Batıyı tanımanın önemine işaret eden Meriç bunun, kendini tanımak için de bir zorunluluk olduğunu kaydeder. “Hakikatte hiçbir düşünce düşman değildir, her düşünce kanımıza karıştırılmak, millileştirilmek şartıyla doğrudur” diyerek Sosyalizmin bir 19. yy. ideolojisi olduğunu ve onu Kur’an’da aramanın mantıksız olacağını dile getirir: “Kur’an’da bir iktisat sistemi yoktur, fakat sosyal adalete yönelen bir ahlak vardır. Bu ahlak bir sosyalist için pekâlâ faydalı olabilir. Dinin değerleri tabiatüstü değerlerdir, ancak Kur’an’ın bu adalet kısmı üzerinde ısrar ederek kitleler harekete geçirilebilir.”


(Ertuğrul CESUR, İslam - Sosyalizm Sentezleri, (Tarihsel Bir Tasvir), Ankara-2016)


Kemal Tahir: Osmanlı ve ATÜT Tartışmaları


Eğer bir Anadolu Sosyalizminden söz edilecek ise en başta zikredilmesi gereken isimlerden biri de hiç şüphesiz Kemal Tahir’dir. Daha çok romancılığı ile tanınan Kemal Tahir, Doğu ve Batı kültür ve tarihi hakkında da son derece detaylı değerlendirmeler yapabilmiştir. Bunu yaparken de afakî yorumlara değil, tarihsel gerçeklikte dayanmaktadır. Tahir, tüm yerellik savunusuna rağmen karşımıza ne bildik bir “muhafazakâr-dindar” olarak çıkar, ne de tüm o Batı kültürüne olan derin tecessüsüne rağmen bir Batıcı-Marksist olarak. Hayattayken etrafnda kendilerine “Tahiriler’ diyen bir çevre oluşacak kadar güçlü entelektüel etkiye sahiptir. Batı karşısındaki geri kalmışlık Kemal Tahir’de entelektüel soğukkanlılığını yitirmesine neden olmamıştır. Sorunları özgüvenle tartışır:           


“Öyleyse ne yapmalıyız? Yasalarımızı Batıdan aktarmayacağız biir.. Tutalım ceza kanununu Batıdan alsak, belki ceza geleneklerimize ters düşürür bizi, ama medeni kanunu Batıdan aldık mı, bizi varımıza, yoğumuza, bilgimize, kültürümüze ters düşürür. Sonunda kusar toplum bunu... Halka dayalı yönetim biçimi benimseyeceğiz ama Batının sınıflar arası denge sağlamak için geliştirilmiş demokrasi yapısını aldık mı, sindiremeyiz bunu içimize, yıllar yılı akıntıya kürek çekmiş oluruz. Bir aşağılık duygusu basar bizi boşu boşuna. “Demokrasiyi öğrenemedik” demeye kalkarız.”


II. Mahmut reformlarından Kemalizm’e, Türkiye’nin resmi Batılılaşma politikalarını mahkûm eden Tahir hazırcılığı, kolaycılığı eleştirerek, “Doktrin hiçbir çağda, hiçbir yerde bütün toplumlar için hazır değildir. Her toplum kendi tarihsel oluşumu ve yaşayışı içinde kendi doktrinini bulup ondan yararlanmak zorundadır ” der. Bunun, Batıya bigâne kalmak anlamına gelmediğini ifade eden Tahir, Batı’dan alınacak öğelerde, bunların Batı’da hangi tarihsel-toplumsal koşulda ortaya çıktığına dikkat edilmesi gerektiğini vurgular. Buna göre Türkiye’nin iktisadi, siyasi ve sosyal yapısının da Batılı bir devlet gibi görülemeyeceğini dile getirir:


“Türkiye’de kapitalizmden söz etmek aldanmacadan, aldatmacadan başka bir şey değildir. Çünkü Türkiye’de görülen ve Batı kapitalizminin varlığını belirttiği yüzde yüz olan bazı kuruluşlar, kurumlar, ekonomik-sosyal davranışlar aslında bizim yerli kapitalistlerimizden değil, Batı kapitalizminden gelmektedir. Onun serpintisidir. Temel birikimden gelmediği için köksüzdür. Sistem olarak memleketi kavramak gücünden yoksun olduğu kadar bir ser çiçeği gibi sadece kendi gelişmemsini kendi başına ve olağan olarak başarmak gücünden de yoksundur. Komprador hiçbir şart altında artık Batıdakine benzer kapitalist olmaz. Çünkü yaşadığı şartlar 18. yy. şartları olmadığı gibi arkasında kapitalizmi yaratan tarihsel (feodal) şartlar da yoktur.”


Batı ile Doğu (Osmanlı) düzenleri arsında adeta bir doku uyuşmazlığı olduğuna dikkat çeken Kemal Tahir, bu nedenle Osmanlı’nın kapitalistleşme çabasının her zaman çarpık bir hal aldığına vurgular. Onun bu özgünlük arayışı doğal olarak Türkiye’yi Marksist şablona uydurmak isteyen solcular tarafından görmezden gelinmesine neden olmuştur. Marksist sol çevrelerin mukallitliğini sert ve alaycı bir dille eleştiren Tahir ise Marks’ın ATÜT ile ilgili fikirlerinin ve yazılarının, Marksizm’in Batı şemasına uymadığı için anlamak istemediklerini ve görmezden geldiklerini kaydeder:      


“Ben komünistlikten 16 yıl ceza giydiğim zaman bile Marksizm’i doğru dürüst bilmiyordum. Ne öğrendimse mahpus damında ve çıktıktan sonra öğrenmişindir. Bizim o zamana kadarki komünistliğimiz bildiğin Nazım Hikmet komünistliği canım.. Trum, trum, trum tram tiki tak; Makinalaşmak istiyorum... Bunu belledin mi oldun gitti komünist. Fevzi Çakmak’ın o zamanki hâkimleri bu komünistliğe idam bile yazarlar. ”


(Ertuğrul CESUR, İslam - Sosyalizm Sentezleri, (Tarihsel Bir Tasvir), Ankara-2016)


Ali Şeriati Ve İslam Sosyalizmi


Monarşi, Molla ve Marks Arasında Şeriati


Ulemanın siyaset dışı kalmasını savunan en yüksek dini otoritelerden ve Şah ile de ilişkisi iyi olan Ayetullah Burucerdi 1961 yılında hayatını kaybetmiştir. Bir yıl sonra da, Ayetullah Kaşani yaşamını yitirir. Din adamları cephesindeki bu gelişme ulemanın siyasete girmesini savunan diğer ruhaniler için bir fırsat olur. Şah’ın 1962’de Ak Devrim adıyla uygulamaya geçirdiği Batıcı-liberal reformları da adeta buna davetiye çıkarır. Zira reformlar, dini hayatın yanı sıra Bazâr adı verilen ve İran’ın siyasal, toplumsal yaşamında büyük önem taşıyan geleneksel küçük ve orta sınıf esnafin çıkarlarına, geniş topraklara sahip üst düzey din adamlarının ve dini vakıfların topraklarına da dokunmaktadır. Buna tepki olarak Ayetullah Humeyni (1902-1989) önderliğinde bir ayaklanma patlak verir. Gelişmeler karşısında yıllardır bastırılan sol ve Özgürlük Hareketi gibi diğer ulema-dışı siyasi hareketler de rejime karşı biriken öfkeleri ve bir inisiyatif koyma umuduyla sürece eklemlenirler. Artık muhalefetteki manzara, 1950’lerdeki denklemin baş aşağı dönmesi gibi bir durum arz etmektedir.


Tam bu sıralarda; 1964’te Fransa’da doktorasını tamamlayarak ülkesine dönen Şeriati din adamları öncülüğünde bir devrime hiçbir zaman inanmamıştır. Oysa eski arkadaşlarının çoğu aktif bir şekilde mollaları desteklerler. Batı tarihini bilen bir aydın olarak Şeriati, mollaların inisiyatifindeki bir devrimin nelere yol açacağının farkındadır. Bu nedenle içine düştüğü kargaşa ortamında akıntıya teslim olmak yerine kendi fikriyatını anlatmaya çalışır. Fransa’da derinden etkilendiği ünlü şarkiyatçı Louis Massignon’dan (1883-1962) aldığı Islamic Science derslerinden esinlenerek fikirlerini İslam Bilim (İslam Şinâsi -adıyla verdiği konferanslarla kitlelere aktarmaya çalışan Şeriati, İslam’ı “klasik ilimler” yerine sosyal bilimlerle okumaktadır. Bir İslam aydınlanmasına inanan Şeriati bunun için bir kültürel sıçramanın öncelenmesi gerektiğini düşünmekte, bu yapılmadan siyasi ya da hukuki değişikliklerin boşuna olduğuna, beklenen sonucu sağlamayacağına inanmaktadır. Hatta ona göre bu aydınlanma olmadan gerçekleşen bir devrim felaketten başka bir şey getirmeyecektir. Bu düşünceleri nedeniyle silahlı mücadeleyi savunanlar tarafından pasifistlikle suçlanırken ilk başlarda yakınlık gösteren bazı mollalar da kısa süre sonra kendisine düşman olur.


1965’te Meşhed Üniversitesi’nde başladığı akademik görevinin yanı sıra 1967’den itibaren konferanslar verdiği Hüseyniye İrşad yılları Şeriati’nin en verimli dönemidir. Şah-molla kavgası dışında kalmaya çalışan Şeriati’nın konferanslarını binlerce üniversiteli takip eder. Fakat onun bu “tarafsız” tavrından iki taraf da memnun değildir. 1969 ve sonrası birçok kez gözaltına alınan ve istihbarat örgütü tarafndan sorgulanan Şeriati’den, “mevcut siyasi durum ile ilgili görüşlerini yazması” istenir. Diğer tarafta da mollalar Şeriati hakkında mason, gizli Sünni, Vahhabi vb. dedikodular çıkarıp, kitapları ile ilgili “okunması haram” fetvaları verirler. Şeriati karşıtı kampanyanın önemli isimlerinden biri, 1953 darbesinde aktif yer almış Ayetullah Behbehani’dir.


Şeriati yazılarında şahsına yönelik iftira kampanyaları yürütenlerle ilgili “Behbehani örgütü” diye söz eder. Özellikle önce üniversitede verdiği derslerden, ardından da Hüseyniye İrşad’daki konferanslardan oluşan İslam Bilim kitabı nedeniyle adeta linç kampanyası başlatılır. Din adamlarının husumeti 1977’de ölümüne kadar devam edecektir.


Şeriati ve Sosyalizm


Ne İdealizm Ne Materyalizm: Praksis


Şeriati düşüncelerinde Batılı entelektüellerin fikirlerine sıklıkla başvurur ancak bunu kendi fikir dünyasında içselleştirerek yapar. Bu çerçevede Marksist düşünceden de pek çok kavrama başvurmuştur. Bunlardan biri de Praksis kavramıdır.


Nedir Praksis?


Şeriati zihin    ile çevre,         mana   ile madde ve  üretici insan ile üretilmiş eser arasındaki ilişkide     idealizmin      zihne, manaya ve üreten insana bunları oluşturan esas olarak baktığını; materyalizmin ise dış etkenlerin yani üretilmiş eserin esas oluşuna dayandığım, bunları üretici insanın oluşturucusu olarak gördüğünü kaydeder. Oysa her ikisi de duyumsanabilen gerçek hareketin farkında değillerdir ve maddeyi veya insan gerçeğini soyut ve zihinsel kavramlar şeklinde çözümlemektedirler. Bu ikisinin karşısında ise böyle bir ikiliğe ye vermeyen Praksis vardır. Praksiste asli etken ve cevher, insani edim anlamında “eylemin” kendisidir. Bu, en açık biçimde Batı sanayi toplumunda kendisini göstermiştir. Kol gücünden başka bir şeyi olmayan işçi, tezgâhının        başına geçer ve            vidayı  bilek gücüyle çevirip sıkarsa malın kesinlikle üretileceğini bilir. İşinin başındayken “kendi edimi” aracılığıyla “cebrî olarak” hareketin    oluşacağının bilincindedir. Kendi bilek     gücüne           dayanmakla “güç” ve “bağımsızlık” duygusuna sahiptir.


Oysa Orta Çağ’da çiftçi öyle miydi? Çiftçinin üretim aracı, işinin 1/10’luk bir bölümünde etkili olan, tohum saçan, toprağı süren ve su veren elidir. Geriye kalan 9/10 ise, hava, toprak, mevsim, doğal afetler gibi dış etkenlere bağlıdır. Dolayısıyla, çiftçinin yaptığı işte payı 1/10’dur. Proletarya ise işine yüzde yüz hâkim vaziyettedir. Yaptığı iş beklenen maddi sonucu vermediği zaman bir aksaklık olduğunu bilir ve aksaklığı giderme gücünü kendisinde bulur. Kendi iradesi üzerinde kesin bir yetkiye kavuşur. İnsani edimin esas oluşu bundandır. Bundan sonra yapılacak olan şey tanrıyı tartışmak (teoloji) değil, insanı tartışmak olacaktır. Ancak bu insan da dağda tek başına yaşayan “soyut insan” değil, toplum içerisinde yaşayan gerçek insandır (sosyoloji). İslam Bilim’in “medrese ilimlerinden” (skolastik) farkı budur.


Böylece “hakikat arayışı” da yeni bir mahiyet kazanır ve Orta Çağ’daki “hikmetinden sual olunmaz” dogmalara teslimiyet yerine sebep-sonuç ilişkisine (analitik) dönüşür. Artık her şey daha “normal” (beşeri) niteliklidir. Şeriati'ye göre Kur’an’ın dünya görüşü de insanları putlara inanan kâfirler ve Allah’a inanan müminler şeklinde değil, toplumdaki sınıfsal bölünmüşlükte hangi tarafta durduklarına göre ayırır. Zira putlar toplumsal gerçeklikten bağımsız olmayıp sınıflı toplum düzeninin izahıdırlar. Tevhidin sosyolojik tarifi de burada kendisini gösterir: “İslam sürekli olarak “Hüküm ancak Allah’ındır’. “Din tümüyle Allah’ındık’ ve “Mal Allah’ındır’ diye yinelemekle, İbrahimi tevhidin baltasını, halka egemen olan sınıf şirkine ve üçlemeye, yani siyasi istibdada, iktisadi istismara ve dinî eşekleştirmeye indirmeye çalışmaktadır.”


Böylece her tülü sulta öncelikle gerçek sahibi olan Allah’a irca edilmekte, böylesi güçlere sahip olduğu iddiasında bulunanların ulûhiyet iddia ettikleri anlamına geldiği ifade edilmiş olmaktadır. Ardından Allah kendisini toplumla özdeşleştirerek tanrıdan gelen otoritenin gerçek hayatta nasıl tecelli edeceğini göstermektedir. Kur’an’da, “...halkın Rabbine, halkın Melîkine, halkın İlahına...” denirken Allah kendisini bir şahısla, bir din adamları sınıfıyla ya da belli bir soyla değil, tüm toplumla özdeşleştirmiş olmaktadır. Halkın Rabbi ifadesiyle efendiler (egemenler, aristokratlar vb.) sınıf, halkın Meliki ifadesiyle sermaye sınıf ve halkın İlahı ifadesiyle de din adamları sınıfı olumsuzlanmaktadır. Görüldüğü gibi Allah bu ayrışmada hep bir çatışmanın (diyalektik) taraf olarak gündeme gelmektedir. Şeraiti, Muaviye’nin kendisini Allah ile özdeşleştirerek, “Mal Allah’ın, ben de Allah’ın Halifesiyim (Zillu’llahfi’l-arz: Allah’ın yeryüzündeki gölgesi): o halde, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak mal Allah adına benimdir,’ demeye getirdiğini, bunun farkında olan Ebu Zer’in ise, Mu’aviye ile tartışarak, insanların kazanımlarını Emeviler için gasp etmekle suçladığını belirtmektedir.


Sonuç itibariyle Müslüman için Allah’a iman toplumsal hayatta hangi tarafta durduğunun izharı olmaktadır. Şirk, sınıflı topum ve sömürüyü ifade ederken tevhit sınıfsızlığı ya da sınıflı toplumda sömürü karşıtlığını ifade etmiş olmaktadır. Kur’an’daki Hak-Batıl çelişkisini bir çeşit sınıfsal ayrım olarak gören ve tarihi


Marksist tarih felsefesine benzer bir diyalektik süreç şeklinde okuyan Şeriati’ye göre tarih boyu süregelen bu sınıfsal savaş; elit sınıflarla ezilen halk arasında sürekli ve uzlaşmaz bir sömüren-sömürülen, müstekbir-mustazaf çatışmasından ibarettir. Kur’an’daki Habil-Kabil kıssasını bu sınıf çelişkisi temelinde bir tarih felsefesi olarak yorumlamaktadır. Şeriati’ye göre İslam Peygamberinin mücadelesi sınıfsız bir topum kurma mücadelesidir: “Tevhidin sosyolojisi sosyal eşitliği gerçekleştiren bir düzen olmasıdır. Şirk ise, daima sosyal tefrikayı ve sınıf çatışmasını izah eden bir din hüviyetindedir. Bu, daima, sınıfların diğer sınıflara; ırkların diğer ırklara; milletlerin diğer milletlere üstünlüğünün izahı olmuştur. Toplumun bazı sınıflarının aşağılanmasının, mahkûm edilmesinin ve diğer sınıfların ise faydalanmacılığının, zati ve ırksal efendiliğinin, yüceliğinin açıklamasını üstlenmiştir. ”


İnkılâpçı ve Sosyal Adaletçi: Ebû Zer


Şeriati için sahabe içinde Hz. Ebû Zer’in özel bir önemi vardır. Daha öğretmen okulunda 18 yaşında bir öğrenci iken Mısırlı Cevdet es-Sahhar’ın (1913-1974) Hz. Ebû Zer hakkındaki kitabını İnkılâpçı ve Sosyal Adaletçi Ebû Zer Gıfari adıyla Farsçaya çevirir. Şeriati’ye göre İslam mektebinin yetiştirdiği en önemli şahsiyetlerden biri olan Ebû Zer, onun için hayatı boyunca örnek bir şahsiyet olmuş, dünya görüşünün şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Şeriati sosyalizmin şiarı olan, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” ilkesinin 1400 yıl önce Ebû Zer’in mücadelesinde görülebileceğini ifade ederek onun bir “sosyal adaletçi” olduğunu dile getirir. Ona göre günümüz İslam toplumları için Ebû Zer yüzlerce Molla Sadra’dan, ve İbn Sina’dan daha önemli ve daha hayati bir örnek şahsiyettir. Ebû Zer hayatını mal stoklayan ve “İslami zekât” vermekle sınıfsal sömürüye şer’î kılıf uyduran Emevi iktidarına karşı mücadeleyle geçirmiştir. Kur’an’ın “kenz” (sermaye) ayetini* okuyarak meselenin belirlenmiş zekât miktarı vermek olmadığını, asıl meselenin sermayedarlık meselesi olduğunu; ayette servetin neden belirli ellerde yığılarak halk için harcanmadığının sorgulandığını haykırmıştır. Şeriati’ye göre, Ebû Zer’in önemi Batı için Spartaküs’ün önemi gibidir. Kendisi de bir köle olan kölelerin özgürlük hareketinin önderi Spartaküs, M.Ö. 70’li yıllarda Roma’ya karşı verilen savaşta hayatını kaybetmiştir. İsyan bastırılır ancak Spartaküs adı, köleci egemenler için korkulan bir simge olarak kalır. Köleci toplumun tarihçileri bile onun adından saygıyla bahsetmek zorunda kalırlar. Kölelerin sömürülmesine dayanan düzen ise hızla değişime başlar. Zira kölelik kurumu artık yeterince ekonomik değildir ve yeni sömürü yolları aramak zorunda kalırlar. Köleler sömürüye karsı insanlık onuru mücadelesi vermişler ve bunun sonuçlarını da almaya başlamışlardır. Bu, insanlığın tarihteki gerçek kazanımlarındandır.


Kist ve Adalet


Şeriati, İslam’ın sosyal adalet anlayışını açıklarken,”Kur’ani bir kavram olan kısım hukuksal anlamdaki adalet kavramından farkını ortaya koyar. Adalet, bir toplumun birey ve grupları arasındaki bireysel ve grupsal tanınmışlığı bulunan hukuk temelinde sosyal ilişkilerin yasal biçiminden ibarettir. Kıst ise, herkesin veya her grubun,    toplumda üstlendiği rol karşılığında    maddi-manevi ürünler         ve        sosyal imkânlar toplamından aldığı gerçek paydır. Adalet, yasal ve formel kaidelerin yerine getirilmesidir.  Örneğin,         bir işçiyle bir günlüğüne 10 TL’ye anlaşılmış   ve günün sonunda kararlaştırılan ücret ödenmişse, adalet gerçekleştirilmiş demektir. Bu kararlaştırılan ücretten kesinti yapılması            haksızlıktır (hukuka aykırıdır). Eğer mahkemeye gidilir ve ödenmeyen ücret alınırsa adalet sağlanmış olur. İşçi de iş saatinden çalarsa aynı şekilde işverene haksızlık etmiş olur ve onun da mahkemeye başvurma hakkı doğar. Bu, yasal (fıkhi) durumdur. Burada yasalar doğru düzgün işletiliyorsa, hâkimlerimiz dürüstçe işlerini yapıyorlarsa, kimse kimseye zulmedemez ve adalet korunur. Ancak, kıst açısından durum farklıdır. Evet; 8 saatlik çalışmanın karşılığı olarak kararlaştırılan ücret ödenmiş ve ülkedeki resmî düzenlemeye göre de bu kadar saatlik çalışmanın karşılığı verilmiş olabilir. Ancak, onun hakkı (kist) gerçekte bu mudur? İşin resmî fiyatı 10 TL’dir; ancak, değeri (belki) 20 TL’dir. İşçi böyle bir durum için mahkemeye gidip itirazda bulunamaz. Peki, ne olacak işçinin ödenmeyen 10 TL’sine. İşte bunu soran kıst’tır: “Adalet sessiz ve mutlu olduğunda kıstın itiraz ettiğini ve öfkeli olduğunu görüyoruz. (...) Kıstın yargı ve adalet sistemiyle bağı yoktur; mülkiyet düzeni ve ekonomik alt yapıya aittir. Ürettiğinden fazla kar sağlayan kişi, bu fazla miktarı başkasının payından almış demektir, Russel’in ifadesiyle, “Sayin lord! Bu kadar serveti ve varlığı elde etmek için doğma sıkıntısından başka ne zahmet çektiniz?” ...Adalete sahip olabilmek için yargıda reform yapmak gerekir; kişi içinse, ekonomik alt yapıyı değiştirmelidir. Kıst ancak mülkiyet düzeninde sosyal bir devrimle mümkündür.”


Görüldüğü gibi, mesele sadece fkhi bir formalitenin yerine getirilmesinden ibaret değil, ideolojiktir. Şeriati, Hz. Ali’nin Sıffn’de kendisine karşı savaşan Mu’aviye taraftarlarını “kâsıdîn” olarak adlandırdığını, bunun sosyal, siyasal ve ekonomik bir nitelendirme olduğunu ifade etmektedir. Kâsıdîn, “adalet karşıtları” anlamındadır, Kur’an’da* ise Müslümanların aslî sorumluluğu, adaleti (kıst) ayakta tutmak olarak belirlenmiştir.


Şeriati Sosyalist mi?


Ölümünden sonra hakkında yaşanan tartışmalardan biri Şeriati’nin sosyalizme bakışıdır. Onun kendisini bir “sosyalist” olarak nitelediği konusunda bir şüphe yoktur. Aslında daha hayattayken dini çevrelerce “İslam dışı”, Marksist çevrelerce de “sosyalizme karşı” olmakla suçlanan Şeriati bunlara şöyle cevap vermektedir: “Benim şahsıma değil, düşüncelerime karşı olan bir entelektüel akli delil ile genelge şeklinde tekrarlanan eleştiriler zincirinin her tarafta tekrarlandığını, iki çelişik kutup tarafından ve birlikte özel bir zaman kesitinde başlatıldığını ve hele bunların hangi tipler ve karakterlere mensup olduklarını tespit ettiğinde bu gürültülerin nereden kaynaklandığını anlar. Çarşı pazarlarda benim Şii olmadığım, üniversitelerdeyse sosyalist olmadım yaygarasının koparıldığını duyduğunda, buna karşılık 18 yaşında yayınladığım “Allahperest Sosyalist” adlı eserimle karşılaştığında bu mırıldanmaların hangi gırtlaklardan ve niçin çıkarıldığını anlar.”


Bununla birlikte Şeriati muhafazakâr dindarlığa olduğu kadar İslam dünyasında Marksist düşünceye en ciddi eleştirileri yönelten aydınlardan biridir. Şeriati de kimi Marksologlar gibi Marks’ın, eserlerindeki düşünsel evrimine göre üç ayrı Marks ve üç ayrı Marksizm tanımlaması yapar; Genç Marks, olgun Marks ve yaşlı Marks. Genç Marks, Hegel’in çömezi materyalist bir filozoftur. Şeriati’ye göre, Avrupalı Marksistler     tarafından Marks’ın (1818-1883) bu boyutu gereğinden fazla vurgulanarak büyütülmüştür. Kilise’nin gericiliğine karşı aşın tepkisel davranan bu kimseler, tüm din biçimlerini inkâr etmeye ve aşağılamaya gitmişlerdir. İkinci Marks, bir toplumbilimci olarak, sınıfsal çelişkileri, yönetici sermaye sınıfı ile sömürülen işçi sınıfı arasındaki çelişkiyi teşhir eden olgun Marks’tır. Tarihsel determinizmin -ekonomik determinizm değil- kanunlarına nasıl işlediğini ve her ülkenin ekonomik alt yapışı ile bunun üstünde yer alan, özelde ideoloji ile politik kurumlar gibi, üst yapılar arasındaki etkileşimi çözümleyen Marks. Üçüncü Marks ise devrimci bir parti kurarak politik zorunluluklar nedeniyle kendi sosyal metodolojisiyle örtüşmeyen öngörülerde bulunan, pragmatizme kayan yaşlı bir politikacıdır. Şeriati’ye göre üçüncü Marksizm, bilimsel Marksizm’in değerini de düşürerek adını kötüye çıkarmıştır. Ona göre, Engels temel konularda tahrifatlar yapmış; işçi sınıfı, gelişime bağlı olarak kurumsallaşarak bürokratikleşmiştir.


Daha hayattayken hakkında en yoğun şekilde karalama kampanyaları yürütülen Ali Şeriati ile ilgili tartışmaların günümüzde de gerek İran’da ve gerekse İslam dünyasında devam ettiği görülmektedir. Türkiye’de yayın evlerinin yoğun tercüme faaliyetleriyle özellikle 1980 ve 1990 kuşağı İslamcılarının çokça okuduğu Şeriati’nin    düşünce ünyasının, tercümelerle tanıdığımız diğer yazarlarla kıyaslanamayacak kadar ileri ve üst düzey olduğunu, Soğuk Savaş sonrası “yeni dünya düzeni” şartlarında onun eserlerine gösterilen ilgiden görüyoruz. Kanaatimizce bunun önemli bir nedeni onun Batı düşüncesine olan derin tecessüsüdür. Çağdaş Batı düşüncesi karşısında, muhafazakâr-selefi akımların “beşeri ideolojiler” şeklindeki kolaycılığı ve sofun tanımak yerine Batı’yı yeni bir “taklit mercii” olarak görmesi karşısında Şeriati Batı düşüncesine yönelik sağlıklı bir tavır geliştirmeyi başarmıştır. Kitabında Şeriati’ye uzunca bir bölüm ayıran Cemil Meriç onun bu özelliğini şöyle ifade eder:     “Ali     Şeriati’de bulduğumuz engin tecessüse çağdaş İslam mütefekkirlerinden hiç hiçbirinde rastlamadık. Engin bir tecessüs, geniş bir irfan, Doğu ve Batı'yı kucaklayan bir terkip kabiliyeti ve hepsinin üstünde eşsiz bir mücadele azmi...” [Cemil Meriç, Kırk Ambar, C. 2, İletişim Yay., 2009, s. 205.]


(Ertuğrul CESUR, İslam - Sosyalizm Sentezleri, (Tarihsel Bir Tasvir), Ankara-2016)


İslam ve Sosyalizm


Bir buçuk asır kadar önce Avrupa’da ortaya çıkan ve önce Türkiye, ardından diğer İslam coğrafyasında önemli            bir etki yaratan sosyalizm,  antiemperyalist- bağımsızlıkçı bazı Müslüman aydın ve siyasetçiler tarafından benimsendi.


Bununla da amaç yeni bir Batıcılık değil, aksine; Batı emperyalizmine karşı bir direnişti. Ancak Batı karşıtlığı elbette bu sosyalist Müslümanlardan ibaret değildi ve Mısır’dan Pakistan’a, İran’dan Türkiye’ye çok daha geniş kitleleri etkilemiş dindar - muhafazakâr yazarlar ve siyasi hareketlerde, hem de çok daha “iddialı” bir “anti Batıcılık” görüldü.


Mısır’da Müslüman Kardeşler, Pakistan’da Cemaati Islami, 79 devimiyle İran’da resmi ideoloji haline gelen Velayeti Fakihçi Şiilik ve Türkiye’de pek çok dini- siyasi hareket geçtiğimiz yüz yıl boyunca benzer söylemleri tekrarladılar.


Ancak çağa hitap eden felsefi-bilimsel temellere    değil; skolâstik kategorilere dayanan       muhafazakâr          aklın “Batı karşıtlığı” da antiemperyalist çözümlemeler yerine “beşeri ideolojiler” şeklinde bir genellemeden ibaret kaldı. Beşeri ideolojiler denirken de ne kast edildiği ve pratik karşılığının ne olduğu konusunda anlaşılır bir izah yapılmadı. Fakat hayatın akışı devam ediyordu ve siyaset sahasında faaliyet gösterenler demokrasi, eşitlik, kadın hakları, liberalizm vb. Batı düşüncesi ve siyasetine ait kavramları rahatça kullandılar. Oysa bu kavramların muhafazakâr akılda ne ifade ettiği hala bir muamma olarak durmaktadır.


Fikir sahasındaki bu boşluğun modernleşme sorunu karşısında savrulmaya neden olması gecikmedi. İslami kavramlar ve değerler yozlaştırılarak kapitalist tüketim kültürünün malzemesi haline geldi. “İhlâs Holding”ten “Zemzem Tower”a, zikirmatik”ten “namaz kremi”ne, “Mekke Cola”dan “abdest          makinesi”ne... modernliğin en yoz biçimi İslam adına üretilir oldu. Patrick Haenni’nin dediği gibi “Batılı bilginin Islamileştirilmesi çabası Batılı zevklerin İslamileştirilmesiyle” sonuçlandı. İslam dünyasının geri kalmışlığının sorumlusu olarak ise özeleştiri yerine yine kaba genellemelerle Batı’yı suçlamak tercih edildi. Fakat bu suçlamada da Batı’nın askeri, siyasi ve iktisadi tahakkümünden ve buna zemin oluşturan iç nedenlerden çok özellikle “Oryantalistlerin kötü niyetli faaliyetlerine” odaklanıldı.


Ortaçağ’da kendi Hıristiyan kültür zemininde gerçekleştirdiği uzun bir iç hesaplaşma sonucu sosyal bilimleri üreten Batılı entelektüel evren hakkındaki skolâstik algıyı yıkarak dünyaya yepyeni bir pencereden bakar olmuştu. Böylece bilimsel gelişmelerin önü açılmış, keşifler çağına giren Avrupa iktisadi, siyasi, kültürel ve bilisel ilerlemede daha önce görülmemiş bir hıza ulaşmıştı. Bu hızlı gelişmenin doğal sonucu olarak Avrupa sınırlarını aşıp başta İslam coğrafyası olmak üzere dünyanın geri kalanını da her bakımdan egemenliği altına aldı. Artık her şeyi bilim konusu yapan Batıllar için Müslümanlar da tarihleri, kültürleri, temel kaynakları ve her şeyleriyle bilimin nesnesi durumundaydılar.


Oryantalistlerin çalışmaları Müslümanlar açısından sarsıcı oldu. Buna cevap vermeye çalışan Müslümanlar zorunlu olarak temel kaynaklara yöneldiler ve bu yolla İslam’ın hâkim içine kapanık okumasının dışında başka okumalarının da mümkün olduğunu hatırladılar. Gelenekte kökleri olan ancak çeşitli nedenlerle başarısız olan ve unutulan tartışmaları yeniden yapmaya, bununla birlikte bir sosyal bilimler nosyonu edinmeye başladılar. Bu durumun muhafazakârlık açısından nasıl bir tedirginlik nedeni olduğunu Edward Said’in (1935-2003), Oryantalizm kitabına ilişkin gelen tepkiler göstermektedir. Kitapla ilgili Müslümanlardan gelen ve Said’in hiç beklemediği bir iddia onun bu kitapla “Batılılara hizmet ettiği” suçlanmasıdır. Sait bu ilginç iddiaya şöyle cevap verir: “Onlara göre Oryantalizm tartışması ABD’nin Arap ülkelerindeki kontrolünü arttıracak emperyalist bir komplo. Bu imkansız senaryoya göre Oryantalizm eleştirmenleri antiemperyalist falan değil, düpedüz “gizli” emperyalist ajanlardır!.. Yani kıssadan hisse: Emperyalizmi tenkit etmenin en güzel yolu o konuda susmak imiş... Eh, ben artık şunu derim: Dünya çığırından çıkmış. mantık miyar kalmamış!”


Aslında Said’e yöneltilen bu garip suçlama Batı karşısındaki korkumuzun bir ifadesidir ve bir gerçektir ki Müslümanlar olarak hoşumuza gitmese de moderniteyi yaratan Batı birkaç yüzyıldır ürettiği bilim, teknik, kültür, sanat ve uluslararası siyasetle tarihi belirlemeye devam etmekte, dünyada beklide en fazla Müslümanlar Batıya izafe kalmaktan öteye gidememektedir. Oysa Batılı bilim adamları hiçbir korku duymadan yaklaşık yüz elli yıllık bir zamanda İslam ve Müslümanlar hakkında yaptıkları çalışmalarla muazzam bir literatür meydana getirdiler. Hadis sahasında muhteşem bir eser olan alfabetik kelime fihristi Konkordans onların emeğidir. 1938 gibi erken bir tarihte tamamlanan 13 ciltlik (İngilizce, Fransızca, Almanca) İslam Ansiklopedisi İslam ilahiyatı ve kültürü sahasında araştırmacılar için en değerli kaynaklardandır. Arap edebiyatı tarihi hakkında Carl Brockelmann’ın (1868-1956) eseri (Geschichte Der Arabischen Litteratur-GAL) gibi bir çalışma hala Türkçede yoktur. Kur’an araştırmalarının merkezi artık İslam dünyası değil, Almanya’dır.


Kanaatimizce Müslüman sosyalist aydınları sosyalizme yönelten nedenler tam da burada aranmalarıdır. Zira bu aydınların muhalif-eleştirel tutumlarının yanı sıra bir diğer ortak özellikleri Batı düşüncesi hakkındaki derin tecessüsleridir. Onların modernleşme sorunu ve Batı (Oksident) karşısındaki tutumlarının muhafazakârlık gibi kaba, skolâstik bir reddedişin ardından maddi kültürünün “İslamize” bir tüketiciliği değil; içselleştirilmiş çağdaş düşünceye entelektüel bir “doygunluk” olduğunu görüyoruz. Sonuç olarak Müslüman sosyalist aydınlar için sosyalizme yöneliş artık başka bir “Batıcılık” değil; bir “yitik hikmet” mesabesindedir. Buna göre evet; sosyalizm Batılı bir ideolojidir, ancak “muhalif’ bir ideolojidir! Batıyı tanımak çağın bir zorunluluğudur. Bunu Batıcılaşmadan yapmanın en gerçekçi yolu sosyalist literatürdür. Sosyalizm, Avrupa dışında emperyalist yüzüyle tanınan ve eski feodal düzeni yıkarak Avrupa’nın yeni egemen sınıfı haline gelen burjuvaziye bir tepki olarak doğmuştur. Kemal Tahir’in dediği gibi Batı medeniyeti içinde adeta bir ikinci medeniyet haline gelmiştir.     Dolayısıyla sosyalizm bu  aydınlar için antiemperyalist bir tercih ve diyalektik bir yöntemle ötekini tanıyarak kendini tanımanın da bir başka yoludur. Fakat bu tanımadan kasıt sosyalizmin Avrupa’daki çıkış felsefesini tekrarlamak değildir ve bu mümkün de değildir. Çözülmüş bir problemden ikinci kez “aynı sınav değerini” taşımasını beklemek elbette abestir. Ama Batı’yı tanımak öncelikle, bizim için de geçerli olan Orta Çağ’lardaki kozmolojinin yıkılışını ve bunun dini düşüncede olan sonuçlarını anlamamızı sağlayacaktır. Bu haliyle sosyalizm anakronizmi aşmak için bir aydınlanma felsefesidir. İkincisi; başlıca iktisadi-siyasi ve askeri sorunlarımızın ardındaki Batılı küresel güç odaklarını tanımamıza imkân verecektir. Bu da dünyada yalnız olmadığımızı, küresel sermaye karşısında tüm dünya halklarının aynı tehditle karşı karşıya olduğunu gösterecek, buna boyun eğmek yerine strateji geliştirmemize olanak sağlayacaktır. Bu sorunlar aşıldığında Müslümanlar küresel güçlerin planlarında bir nesne ve enstrüman değil, analiz yapabilen, kendi kararlarını veren bir özne durumuna geleceklerdir.


(Ertuğrul CESUR, İslam - Sosyalizm Sentezleri, (Tarihsel Bir Tasvir), Ankara-2016)


İslam’a Marksist Bakış


1950’lerde, Sadi gibi TKP geleneğinden gelen ve fikirleriyle Marksist çevrelerde önemli bir yeri olan Hikmet Kıvılcımlı (1902 -1971) da sol ile dindar- muhafazakâr çevreler arsındaki uçurumdan rahatsız olur. Marksistlerin din hakkında “gericilik” şeklindeki basite alan tavrının aksine dini düşünce hakkında derinlemesine çalışmalar yapan Kıvılcımlı 1954’te Vatan Partisi adıyla legal siyasete girince topluma ulaşmanın önemini daha fazla kavrar. Fikirlerini dindar -muhafazakâr çevrelere de anlatmak için 1957 seçimlerinde Eyüp Sultan Camii meydanında bir seçim konuşması yapar. İslam ve sosyalist öğreti arasında ilgi kuran Kıvılcımlı şöyle der: “İslam’ın büyük prensibi, hepimizin bildiği gibi: "Leyse lil-insâni illâ mâ seâ" der. (Yani: İnsan için, çalışmaktan, emekten başka her şey yalandır) der. İşte, o büyük hakikat: Aradan binlerce yıl geçtikten sonra bugün, dünyanın en ileri memleketlerinde dahi, tek büyük içtimai hakikat, insanlığın bulabildiği en büyük hakikat olarak tanınmıştır.          Bugün insanlığın yarattığı değer: Emek   üzerine kurulur. Avrupa'nın en büyük iktisat âlimleri, İngiltere'nin klasik iktisatçısı denilen Adam Smith'ler, Ricardo'lar: binlerce senelik insan ilminin neticelerini toplarken, o hakikati bulabilmişlerdir: "Leyse lil-insâni illâ mâ seâ" hakikatini: "Değer, insanın emeğinden doğar" şeklinde ifade etmişlerdir...”


İslam   peygamberinin          son peygamber          olma nedeninin,        ondan sonra insanların yasaları kendilerinin yapmasının istendiği anlamına geldiğini ifade eden Kıvılcımlı, ilk dört halifenin demokratik yoldan devlet başkanı seçildiklerini ancak daha önce para ile Müslüman olmuş Muaviye’nin bu demokratik sistemi yıkarak idari yapıyı saltanata çevirdiğini dile getirir. Muaviye’den itibaren İslam dünyasında derebeylik düzeninin egemen olduğunu kaydeden Kıvılcımlı, bundan sonra insanların hakkını aramaktan korkar hale          geldiği değerlendirmesinde bulunur. Türkiye’nin geri kalmışlık sorunu hakkında muhafazakârların hassas ve aşina oldukları bir dille kendisini ifade eden Kıvılcımlı Türkiye’de sorunların sanayileşme ve ağır sanayiin kurulmasıyla aşılabileceğini ifade eder. Yabancı şirketlerin Türkiye’deki acenteliğini yapan “tefeci bezirgânların” ülkenin sanayileşmesini istemediklerini dile getirerek şöyle der:            “Gidip ticaret odasına okuyun, listelere bakın, dosyalara bakın.. hepsi falan filan kefere memleketin buradaki acentesidir. Bütün ecnebi malların Türkiye'deki mümessilleri bezirgânlar, o ecnebi malının kârını yapmak için, Türkiye'de ona benzer malın yapılmamasını isterler. Menfaatleri budur. Bu böyle bir lanet zümredir ki, memleketimize de, maalesef sanayiimize dahi kast eder... Bu memlekette 40-50 banka, 40-50 ticaret şirketi, 40-50 sanayi şirketi vardır. Dikkat ettim; herhangi bir firmanın başında “Türk bilmem ne ihracat firması”, “Türk bilmem ne şirketi” diye “Türk” kelimesi kondu mu kurcalamışımdır yönetim kurulunu, belki içlerinde Türk de var ama geri kalan hepsi Levanten çıkmıştır. Yani Mişon, Kostaki... Ama, firmanın başı, kocaman antet... Gidin görün, Beyoğlu’nda gezin görün.”


Kıvılcımlı buradaki konuşmasından dolayı tutuklanır ve “dini siyasete alet etmek” suçlamasıyla (TCK 163. Mad.) 1 yıl kadar hapse mahkûm edilir, Vatan Partisi de kapatılır. Kıvılcımlı, Türkiye solu içinde İslami literatürle yoğun şekilde ilgilenen az sayıda aydından biridir. Din ile ilgilenmeyi, “gericilik” şeklinde görme k yerine Marksist anlamda “bilimsel” bir temele oturtma çabasındadır. İslam’ın doğuşuna da bu şekilde izah getirmeye çalışan Kıvılcımlı, Arap yarımadası etrafındaki ticaret yollarında yaşanan değişikliğin Arapları daha ileri bir toplum aşamasına geçmeye ittiğini, Hz. Peygamber’in ortaya çıkışının ise bu sürece “hümanist” bir müdahale olduğunu savunur. İslam’ın tanrı ve toplum tasavvurunun Bedeviler için ilerletici yeni bir adım olduğunu dile getiren Kıvılcımlı, “Muhammed ve İslam ’ın en kalıcı mirası, kolektivizm, adalet, hoşgörü, merhamet yani hümanizm olmuştur. İnandığı Allah’ı bu sistemden uzak düşebilir miydi?” demektedir. Bedir Savaşı sonrası ganimet taksimi ile ilgili Enfâl Suresi’nde geçen “Savaşta ele geçirdiğiniz ganimetlerin beşte biri Allah’a ve Resulüne aittir.” ayeti ile ilgili Kıvılcımlı şu yorumu yapar: “Sınıflı topluma çözülen bedevi Medineli, Mekkeli fakir fukara, ipotek altında yoksullaştırılmış köylü esnaf ve züğürt bezirgânlann ganimet, mal-mülk, gösteriş düşkünlüklerini gördükçe; Muhammed derinden sarsılıp üzülüyordu. Kuracağı yeni İslam medeniyeti de öncekiler gibi bu arsız maddiyatçılık içinde çökecek miydi? Sık sık ayetlerde azarlayarak korkutarak uyardı. Ama en şiddetlisi Enfal  suresiyle oldu:       “Ganimet      Allah'ın ve Peygamberindir.” keskin savaş komünizmi hükmü bildirilmiştir. Bu hükmü sonradan esnetmek zorunda kalmıştı, çünkü medeniyeti yayılırken kişi mülkü gelişimini gemlemek olanaksız kaldığı gibi, bendledikçe selleşiyordu. Gözleri doyar da belki maneviyata, İslam’ın dediklerine uyarlardı...”


Hz. Peygamber’in kurduğu toplum düzeninin Hulefâyi Râşidin döneminde de ayakta kaldığını ancak ardından tefeci bezirgânlar tarafından      sistemin ele geçirildiğini kaydeden Kıvılcımlı şöyle der:


“Ama yine de Allah'ın; kamunun mallarını özelleştirmeleri kolay olmadı. İslam yavaş yavaş bezirgânlaştırıldı. Muhammed'in “mülk Allah’ındır’ prensibi yelle yuf oldu, içi boşaltıldı. Gerçek değişti mi? Aradan yüzlerce yıl geçti azgın bezirgânlık yerini azgın fnans kapitalizme bıraktı dünya malı, Allah malı durmadan kişi mülküne devşirildi, devşiriliyor... Bu yüzden Muhammed içinde bulunduğu tarihsel devrim derslerini “Allah kanunu” yapıyordu. Bizler o bâtıni-mistik, skolastik kabuğa aldanmadan içindeki özü bulup ortaya çıkarabilirsek dersimizi alabiliriz.   


“Mülkün ezeli ebedi sahibi sadece Allah’tır” sözü yabana atılabilir mi?


Sınıfı toplumun yaşanan realitesi ne olursa olsun, tarihsel akışa kabaca bakan temiz bir akıl Allah’ın, yani doğanın ve kamunun malını, varlığını yağmalıyorlar demez mi?


(Ertuğrul CESUR, İslam - Sosyalizm Sentezleri, (Tarihsel Bir Tasvir), Ankara-2016)



Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar

Yorumlar