Notlar
| |
Sevmeyen Parçasını Bulamadı
İbn Hazm tümevarımlannı 'sahih dini nas'larla berkitir. Örneğin aşkı tanımlarken şöyle der:
"İnsanlar aşkın mahiyeti üzerinde tam anlamıyla anlaşamadılar. Üzerinde çok kafa yordular, uzun inceleme yaptılar. Benim düşünceme göre aşk, ruhların çeşitli yaratıklar arasında bölünmüş parçalarının birleştirilmesidir. Bu birleşme onların en yüksek temel ögelerinde meydana gelir. Bu birleşme ruhların yüksek konumlarındaki elverişli durumlara uygun bir biçimde ve bu durumların ruhun şekillendirdiği bütün içerisinde birbirlerine az veya çok yakın olmalarına göre meydana gelir. Beraberlik ve ayrılığın varlıkların birleşimi ve ayrışımıyla ilgili olduğunu biliyoruz. Her şekil kesinlikle kendine uygun olan şekli çağırır, onu arar bulur. Herşey misli mislinedir. Birbirine yakınlık duygusal bir iştir, apaçık etkileri vardır. Aramızda karşıtların birbirini çektiğini, hemcinslerin birbiriyle uyum sağladığını bilmeyen yoktur. Niçin aynı durumlar ruhlar için sözkonusu olmasın?
Çünkü onların alemi saf ve temiz bir alemdir. Özü ahenkli bir şekilde yüceliğe dayanır. Kendisini oluşturan ilke onu, eğilimlere; yaklaşım ve uzaklaşımlara, sevgiye ve nefrete yaraşır hale getirir. Bütün bunları insanoğlunun değişik davranış biçimleriyle çok açık seçik biliyoruz. Bu değişik durumlara insan kolayca kendini uydurabiliyor. Yüce Allah şöyle diyor: 'Sizi bir candan, Adem' den yaratan, bundan da gönlü kendisine yatıp ısınsın diye eşini yapan O'dur. Allah'tır.'
Demek oluyor ki, Allah, Adem'in eşinde bulacağı ısınma ve huzurun nedenini Havva'nın kendisinden bir parça olmasında kılmıştır."
Ve gene şöyle demektedir: "İleri sürdüğüm bu düşüncenin bir başka kanıtı da şudur:
Eğer aralarında doğal nitelikler bakımından bir benzeşme, bir uyuşma yoksa birbirini seven iki kişi bulmak imkansızdır. En azından bunun böyle olması gerekir. Benzeşmeler ne kadar çoksa, birleşme o kadar büyük, sevgi o kadar sağlam olur. Bunu anlamak için kendine bak. Aynısını görürsün. Allah'ın elçisinin şu sözü de bunu yeterince açıklığa kavuşturuyor:
"Ruhlar askere alınmış bir ordu gibidir. Orduyu oluşturan erler birbirleriyle ne denli tanışıyorlarsa aralarında o denli bir geçim olur. Birbirleriyle hiç tanışmıyorlarsa aralarında geçimsizlik ve uyuşmazlık olur."
Ve yine bu konuda dindar, iyi birisi şöyle diyor: "İnananların ruhları birbiriyle çok iyi tanışır ve anlaşırlar." İşte bu yüzden Hipokrat, sevdiği bir insan hakkında kendisine bir yığın kusur ve eksiklik anlatıldığında hiç kuşkuya kapılmadı ve şöyle dedi:
"Eğer o beni seviyorsa, ben de ona birçok huyumla ve yönümle benzemeliyim."
Kimi bilge kişiler de bunun nedenini şöyle açıklamaktadırlar:
"Allah ruhları yarattı, bazılarını parçalara ayırdı ve arşın çevresinde sürekli döndürdü. İki ruhtan hangisi diğer parçayla orada tanışmış, dolayısıyla birbirine kavuşmuşsa, bu dünyada da aynı şekilde birbirleriyle birleşmişlerdir."
(G.G)
Ne kadar Bön deselerde
Aşkta meydana gelen şaşılacak durumlardan birisi de sevenin sevgilisine boyun eğmesidir. Âşık, kendi şahsiyetini, karakterini sevdiğinin karakterine zorla bağlar. Nice hırçın, söz anlamaz, dik kafalı, inatçı, gururlu, huysuz kimseler aşk rüzgarlarını içlerine çeker çekmez aşk denizine daldılar, içinde dolaştılar. Bükülmez huylan yumuşadı, zorlukları kolaylaştı; keskin bıçaklan köreldi; kibirleri alçakgönüllülüğe dönüştü. Bu konuda bir şiir yazdım (Mütekârib):
"Kavuşmak bize nasip olacak mı?
Zamanın değişkenliği son bulacak mı?
Kılıç kılıcın kölesi oldu; esir ceylan aslan kesildi."
Gene şöyle dedim (Tavîl):
"Usta bir ayar memurunun elinde, düşük ayarlı paranın değerini kaybetmesi gibi,
Beni ayıplasan da, senin için kendimi harab etsem ne önemi var.
Senin aşkın uğruna kendimi ölüme atmam benim için bir zevktir.
Kendi ölümünden bile zevk duyabilen bir adamın durumu ne tuhaftır değil mi?"
…
Kimi zaman sevgili, yakınmalardan, şikâyetlerden nefret eder, aşktan söz edildiğini duydukça öfkelenir. O zaman aşkı üzüntüsünü saklar, umutsuzluğunu ve sıkıntısını içinde, en derin yerinde gizli tutar. Sevgili haksız suçlamalarla aşığını bunaltır, ona göz açtırmaz. Âşık ise, bütün kusur ve kabahatlerinden özür diler; suçunu itiraf eder. Oysa masumdur, suçsuzdur; bütün yaptığı sevgilisinin istediği gibi olmak ve ona karşı gelmemek içindir. Ben böyle birini tanıyorum: Sevgilisi durmadan işlemediği suç ve günahlarla onu suçlayıp duruyordu; onu sitemlere boğuyordu; ona karşı duyduğu öfkeyi yüzüne karşı hissettiriyordu. Oysa aşığı tertemizdi. Arkadaşlarından birinin isteği üzerine, bunun tam aynısı olmayan fakat buna yakın bir konu hakkında bir şiir yazdım. Birkaç dizesini aşağıya yazıyorum (Tavil):
"Sevimli bir yüzle karşılıyordun beni; sana yaklaştıkta daha net görüyordum yüzündeki sevinci, senden uzaklaştıkça yüzün değişiyor, öfkeli bir şekil alıyordu.
Böyle basit bir kızgınlığa darılmam, karakterim böyledir benim; gerçi ağarmaya yüz tutan saç yavaş yavaş değerden düşer.
Ama kimi zaman olur, insan kendi kendine bile kızabilir; yüzü kimi zaman benler, kimi zaman sinekler güzelleştirir.
Fakat bunlar yüzde az olduğu zaman yüz güzeldir; çok olursa yüzü çirkinleştirir; aşırılık herşeyde bir kusurdur."
Gene aynı şiirden:
"Gel imdadına yetiş, çünkü onun o kadar çok derdi var ki kağıt, mürekkeb ve yazı onun için ağlamakta!"
Biri kalkıp da, bir aşık için, sevgilisinin kendisine çektirdiği küçültücü işkencelere sabretmesi bir aşağılıktır demesin. Bu büyük bir yanlışlık olur. Hepimiz biliriz ki, sevgili aşığının ne dengi ne de benzeridir; dolayısıyla ona karşı misillemede bulunmaz ve eziyetine katlanır. Sevgilisinin küfürleri, sövüp saymaları, aşığına karşı yaptığı kabalıkları kesinlikle onur kırıcı değildir; çağlar boyunca, kuşaklarca bir hakaret sayılmamıştır asla. Ayrıca bu konu gerek halifelerin meclislerinde, gerek büyüklerin meclislerinde geçmez; böyle aşın bir hoşgörülülük ve sabır küçültücü, böyle bir boyun eğme değer düşürücü olsun, yok öyle birşey. Kimi zaman bir adamın, üzerinde mutlak efendilik hakkı kurduğu, kölelerinden birine tutulduğunu görürüz. O zaman ona zor kullanmasına hiçbir şey engel olamaz. Peki nasıl olur da onun hakkında zor kullanılabilir? Hayır! Sövüp saymaların gerçekten insanı öfkelendirmesi için başka birşey gerek. Bu ancak nefeslerini sayılı kullanan, sözlerine büyük bir değer vermek için iki ölçüp bir biçerek, gayet ölçülü konuşan yüksek düzeyde insanlar arasında olabilir; çünkü onların ağızlarından boş söz çıkmaz ve olur olmaz yerde lüzumsuzca konuşmazlar. Oysa sevgili hem sağlam bir kargı, hem de dayanıksız bir kamış gibidir. Durumuna göre, hiç anlamsız yere, bazen çok soğuk bazen çok sıcak davranır. Bu konu ile ilgili olarak aşağıdaki dizeleri yazdım (Kamil):
"Aşkta aşağılanmak hiç de kusur değildir; en kibirli insan dahi aşkta boyun eğer. Beni aşağılanmış bir halde görürseniz şaşmayın; benden önce Mustansır’da aynı durumda kalmıştı. Sevgili sevenin ne dengi ne benzeridir; öyleyse bu durumda sabretmek hiç de aşağılanmak değildir.
Bir elma yere düştü; düşüşü seni üzdü; onu kesip yerken büyük bir zafer kazandığını iddia eder misin ?"
(İbn-i Hazm, G.G)
Ne Yoksa… Yalandan
Bir adam Peygamber Efendimizi arayıp buldu ve ona şöyle dedi:
"-Ey Allah'ın Resulü! Benim üç tutkum var: içki, zina ve yalan. Emret bana, hangisini bırakayım!
Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem
-"Yalanı bırak!" dedi.
Adam böylece oradan ayrıldı gitti. Daha sonra, zina etmek istedi. Fakat bir an düşündü ve kendi kendine
"Nasıl olsa Peygamber Efendimizin yanına gideceğim; o bana zina edip etmediğimi soracak. Eğer evet, dersem; bana zina cezası verecektir; hayır dersem ahdimi bozmuş ve yalan söylemiş olacağım" dedi. Ve zinayı bıraktı. İçki için de aynı şey oldu. Sonra Peygamber Efendimizin, salat ve selam onun üzerine olsun, yanına gitti.
"-Ey Allah'ın Elçisi hepsini bıraktım" dedi.
Gerçekten de yalan bütün kötülüklerin başıdır; hepsini içerir, Aziz ve Celil Allah'ın lanetini çağırır.
Hazreti Ebubekir radiyallâhü anh, Allah ondan razı olsun, şöyle diyor:
"Kendisine güven duyulmayan kişinin imanı yoktur!"
İbn Mesud da "Yalan ve hıyanet dışında bütün eğilimler insanda yaradılıştan olup fıtridir" demektedir. Allah'ın elçisi gene şöyle duyuruyor:
"Şu üç durum kimde bulunursa münafık olur. Söz verdiği zaman sözünde durmaz; konuştuğu zaman yalan söyler; kendisine güven duyulduğunda ihanet eder."
Küfür; Tanrı'nın varlığını, birliğini ya da dinin temellerinden birini yadsıma, Yüce Tanrı)'a karşı bir yalan değil de, nedir?
Oysa Allah haktır ve hakkı sever.
Gökler ve yeryüzü hakla yerinde durur.
Yalancıdan daha alçak birini bilmiyorum.
Yalan ve iftira yüzünden devletler yıkıldı, krallıklar çöktü; haksız yere kanlar akıtıldı; örtüler yırtıldı. Yalan ve iftira ancak kinleri ve hınçları güçlendirmiştir. İftiracının ödülü ise, nefret, rezillik, alçaklıktan başka birşey değildir. Halk ona köpeğe bakış atar gibi bakar.
Lisan
İnsanı insan yapan, lisandır. Belki de, insanı insan yapan yegâne şey lisandır. Aynı zamanda lisan, bilimdeki en büyük sorundur. Dikkat edin, aslında konuşmaktan değil, lisandan bahsediyorum. Bazı insanlar için bu kelimeler eş anlamlıdır. Ne zaman insan evrimi hakkında yeni yazılmış bir kitabın dizin kısmını açıp "lisan: bakınız konuşma" maddesini görsem, içimi bir sıkıntı basar. "Seni aptal, konuşmayı göremezsin," diye bağırmak gelir içimden, "konuşmayı duyarsın." Bir anlam kastetmeden konuşmak da mümkün; pek çok papağan anlamsız anlamsız konuşur. Konuşmak, lisanın araçlarından sadece biri. İşaret dili de bu manada bir araç. (Amerikan İşaret Dili gibi sağırlar için oluşturulmuş işaret dillerinden bahsediyorum, işitme sorunu olmayan insanların doğaçlama el kol hareketlerinden değil. )
Lisan, kelimelerin ve işaretlerin anlamlarını belirler, bunlardan anlamlı bütünler oluşturur, böylece sohbetler, muhabbetler, deneme yazıları, epik şiirler ortaya çıkar. Hatta bunun ötesine geçer lisan; düşüncelerinizi gerçekten anlamlı kılan, fikirlerinizden yapısal bir bütün inşa eden şeydir o.
İmgeler halinde düşündüğünüzü sandığınızda bile, bu imgelerden anlamlı bütünler oluşturan, onları düzensiz, karman çorman bir bulamaç olmaktan kurtaran şey yine lisandır
O halde, mutlak güce sahip bir tanrıyı ya da gizemli bir Akıllı Tasarımcıyı kabul etmemiz gerekir.
(Adem’in Dili)
Kimin Tanrısı
Bazen olur mu insanın tanrısı şeytan…
J. Rousseau, Voltaire'in gerçek bir eleştiricisi olarak şöyle der: " Voltaire her zaman Tanrı ya inanır görünürken gerçekte yalnızca Şeytan 'a inanmıştır, çünkü onun sözde Tanrısı kötü bir varlıktır ve ancak yıkmaktan haz duyar. "
Olurmuş…
Yaratan Tanrı ise…
Şöyle sordum kendime:
“Peki beni yaratan kim? Tanrım değil mi, yalnızca iyi olan, hatta iyiliğin kendisi olan Tanrım?
Öyleyse neden ben kötülüğü isteyip iyiliği istemiyorum?
Layığımı bulup cezalandırılmanı için mi böyle oluyor?
Benim içime bu acı tohumları koyan, bunları eken kim öyleyse, ben baştan sona tatlılar tatlısı Tanrımın bir eseri olduğuma göre?
Bunu yapan şeytansa, peki şeytanı kim yarattı?
Bu şeytan yoldan çıkmış iradesiyle kendini şeytana dönüştüren bir melekse o zaman onun içindeki bu kötü iradenin kaynağı ne ki onu böyle şeytan kıldı, iyiler iyisi Tanrı onu baştan sonra iyi bir melek olarak yaratmamış mıydı?”
İşte yeniden bastırıyordu bu düşünceler, soluk alamıyordum, ama artık insanın kötülük yapmadığını, senin kötülüğe maruz kaldığını sanıp sana tövbe etmekten kaçınan insanların bulunduğu o günah cehennemine kadar sürüklenmiyordum.
[Augustinus-İtiraflar]
Tragedya’nın Ödevi
Aristoteles'in tragedyanın işlevine ilişkin olarak binlerce yıl önce getirdiği görüş, bugün sinemanın temel işlevini oluşturmaya devam etmektedir:
«Tragedyanın ödevi, uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan temizlemektir (katharsis)»
[Katarsis: Arınma (Yunanca:Κάθαρσις) olarak da bilinen katarsis, Aristoteles'in Poetica adlı yapıtından alınmış bir sözcük olup; ilgili yapıtta trajedinin seyirci üzerindeki etkisini anlatır. Ayrıca Platon'un "Devlet" adlı eserinde de zikredilen, adil ve onurlu yöneticilere atfedilen bir felsefi terimdir. Literatürde, ruhun hem özgürlüğüne hem de tarafsızlığına kavuşturulmasını simgeleyen bir retorik olan Katarsis, özünde ruhani başkalaşmayı, hatta bunun için bazen boyut değiştirmeyi (Astral olarak) de anlatmaktadır.]
Kuşkusuz tragedyanın, sınırlı olanaklarıyla-özellikle üç birlik kuralı-elde edilebilen katharsis, günümüzde çok geniş olanaklara sahip olan sinemada özü değişmemek üzere ileri boyutlara varmıştır. Acıma ve korku duygularına, öfke, nefret, sevgi, erotik duygular vb. eklenmiştir. Çağımızın karmaşık yaşamı bunu gerekli kılmıştır. Günümüzün sinema seyircisi aktivite olanaklarını elde etmediği gerçek yaşamda, gerçekleştiremediği bu duygulardan bir film gösterisi sonunda arınarak “rahatları” (katharsis).
Bunun temel koşulu seyircinin filmdeki olaylar ve kahramanlarla yaşantı ve duygu birliğine girerek özdeşleşmesidir. Sinema sanatının kendine özgü olanakları seyircinin olaylar ve karakterlerle özdeşleşmesini kolaylaştırmaktadır. Gerçeğin izlenimi, seyirciye yaşamın bir «tıpkı sureti»ni sunarak kolay bir duygu-yaşantı birliği olanağı tanır. Bu nedenle, çağdaş kuramcılar kolay kolay gözle görülür olmayan katharsis olgusunu atlayarak, gerçeğin izlenimi olgusunu bütün çatışmaların kaynağı haline getirmişlerdir. Oysa bu noktada tartışılması gereken gerçeklik izlenimi değil, gerçeğin kendisidir.
Ene’l Hakk
Mistik tecrübeyi yaşayan ruh “tıpkı ateşle kızaran demir gibi, kendisinden çok daha fazlasını yapabilen bir varlığın, kişiliği O’nun içinde emilmeden, kendisini içine almasına razı olur. Bunu hissetmesi ona yetecektir”. Mevlana da “Demir ateşe girince nasıl ondan farksız olup ‘ben ateşim’ derse ilahi tecelliye uğrayan kul da kendi benliğinden geçmiş olarak ‘ben Hakk’ım der.” Mevlana burada Hallacı Mansur’un ‘Ene’l Hakk’ deyişini kastetmektedir.
Hallac’ın durumu genellikle böyle kabul edilir. Bu durumda Mevlana’nın kullanımına göre demir ateşte yok oluyor ve ilahi iradede fena buluyor. Vahdet-i vücudun karakteristik özelliği olan bu görüşte bile ontolojik değil de epistemolojik bir birleşmenin kastedildiği şeklinde güçlü bir kabul vardır. Mesela N. Topçu bu konuda şöyle diyor: “En açık ifadesini Yunus’ta bulan Vahdet-i Vücud mesleği, inkâr değil itmamdır.”
Yani ontolojik birleşme söz konusu olsaydı vahdet-i vücut (İslam inanç esaslarını) inkâr etmek anlamına gelecekti. Ontolojik birleşme olmadığından dolayı bu öğreti inkâr değil itmam olmaktadır.
Hucviri ise bu benzetmeyi “demirin ateşte erimesi” şeklinde kullanır. Bu kullanımda, Hucviri’nin deyimiyle ateşin demire etkisi öz değil sıfat yönüyledir.
Tabiri caizse ateşe giren demir ‘ben ateşim’ demiyor da sanki ‘ben ateşin etki ettiği demirim’ diyor.
Yolculuk
Yola koyulan tüm güzelliği, tüm zayıflıklarıyla birlikte “kendi”siyle karşılaşmayı ve anlamayı isteyen kişidir. Bunun için alışkanlıkların ve toplumsal bencilliklerin sınırlamalarından uzaklaşır. Çünkü yol sezgi, özgürlük ve farkındalıktır. Başkaca bir işareti izlemeden, yalnızca kendi aklının ve kalbinin sesini dinleyerek vadedilen yere ulaşılabilir. Yol kilometreler kat etmek değildir. Hiç yer değiştirmeden de, bilincin ve anlayışın çeperleri genişletilebilir. Anı derin bir farkındalıkla yaşamak ve açılan zaman aralıklarından geçerek sonsuza varmak gibi... Yine de, belirsiz ve anlamsız olanla yüzleşerek, boşluk içinde denge kurabilmek bilgeliğini kazanmanın en elverişli yöntemi yollara düşmektir. belirsizliğin içinden geçen, sonu kestirilemez yolculuklara çıkılır. Bu bazen kentte dolaşan bir aylağın, kimi zaman da düş kuran oyuncak bir bebeğin serüvenidir. Soğuk bir gece vakti benzinlik kahvesinde tekbaşına oturan tedirgin yolcunun garipliğinden, sıcak güneşe doğru yol alan otobüsün penceresinden dışarıya bakarak toprakta kayan gölgeleri izleyen yaşlı adamın keyfine dek uzanır yolun renkleri. Yolculuk içe dönüşlerle yoğurulur, anımsayışlarla düşlerin zamanını birleştirerek anlamın peşinden götürür. Hüzünlü yol şarkıları, çocukluk imgeleri saçılır. Dünyanın parçalanmışlığında meleklerin sessizliği, tek başınalıkta ise gezgin dervişin aydınlık sevinci vardır.
Bitmeyen yolculuğun ereği küçük bir kırılma noktasıdır. Tüm değerlerin ötesine geçebilen bir aydınlanma deneyimidir. Varılan nokta bir an sürer, ancak gezginin tüm gelecek ve geçmiş yaşamına yayılarak, bilincini biraz daha engin, çeperlerini biraz daha saydam kılar. Bu saf sevgi anında gezgin de, sanatçı da evrenle birleşir ve bu deneyimden bir üst anlam doğururlar. Kendinden yeniden doğmak, evrendeki anlamını kavramak, derinleştirmek ve genişletmek budur.
Yolculuğun zamanla doğrudan, çok güçlü bir ilişkisi vardır. Çünkü zaman, maddenin uzamda hareketini mümkün kılan boyuttur. Yine de, uzamda hareket etmeyi içerse bile yolculuk, zamanın tüm geçmiş ve gelecek hallerini bırakıp, en çok şimdide bulunmayı gerektirir.
Pascal Bruckner ve Alain Finkielkraut yazdıkları makalede yolcuyu saf zamandan ibaret bir kişi olarak tanımlarlar:
“Zira yola çıkış, öncelikle kendi kendini tatil etmektir, ‘ben’ dediğimizi unutmak, kimliği, geçmişi ya da geleceği olmayan, yalnızca kaydeden, şaşıran, hayran olan veya öfkelenen, saf bir zamandan ibaret o insan haline gelmektedir."
Yolculuk, aslında ömrü zamanla sınırlı insanoğluna, kendine dair gerçeğin kalbine dokunabileceği bir boşluk, bilinçli bir sessizlik, niçinsiz bir varoluş aralığı sunar. Yolcu zamanın sıradan, günlük akışından ve anlamlarından, dünyayla uçsuz bucaksız bir yalnızlık içinde baş başa kalarak ve alçak gönüllülükle anda yaşayarak sıyrılabilir. Sadece var olunan anlar vardır ki, kişi hiçbir kaygı ve dayatma duymaksızın, oluşun ve dile gelmez yalın bir bilgeliğin deneyimini yaşayabilir.
Heidegger de benzer bir düşünceyi, XVII. Yüzyıl şair ve tanrıbilimcisi Angelus Silesius’un mistik şiiri hakkındaki sözleriyle şöyle dile getirir:
“Gül niçinsiz’dir; çiçek açar çünkü çiçek açar,
Kendini umursamaz görülme arzusu yoktur.”
“...Bu sözün söylenmemişi -ki her şey orada olup biter- daha fazlasını söyler: İnsan varlık’ı, yaşadığı yerin en gizli köşesinde, ancak gül gibi niçin’siz olduğunda, ve bunu kendine özgü bir biçimde gerçekleştirdiğinde gerçekten var olabilir.”
Öyle ise yolcunun zamanı, bildik akışından sıyrılan, eğilip bükülen başka bir zamandır. Uzayan, kısalan bu zamanının akışında bazen sonsuzluk dolu duraklar vardır. Bu saf sessizlik anlarında nesneler adeta içlerinden dışarı derin ve saf bir gerçeklik ve anlamla parıldarlar. Yolcu, bir an, dünyanın bu katışıksız ve yalın mükemmelliği karşısında sonsuzluğu kavrar. Boş otel odasının daracık tavanında yalpalayarak dönen eski pervane, yolcunun, tekbaşına sessizliği içinde devinen zihniyle özdeşleşir, boş bir kola şişesi, sinekli bir çöp yığını, belirgin bir koku ve renk birleşerek, o yoğun duyum anında, derin bir kutsallık kazanır.
Uzaklara gitmeden yol almanın basit ve keyifli bir başka biçimi daha vardır: Aylaklık etmek! Şehir içinde, işsiz güçsüz dolaşmak, mümkünse tüm görev ve işlevleri bir kenara bırakıp küçük yolculuklara çıkmak... Baltasar Gracian L’homme de Cour’un, “Zamandan başka bize ait hiçbir şey yok; zamanın tadını tam da yeri yurdu olmayanlar çıkarır zaten.” sözü aylaklığa övgüdür.
Nihayetinde yol bizi bize getirmiştir. Yolculuğun kişiyi zamanın bildik akışından çıkarışı gibi, resmin de zamanı aşan boyutunda, kişi, fark edemediği iç karmaşaları ve sevinçleriyle yüzleşmiştir.
Yolculuk her çağda hüznü ve melankoliyi beraberinde getirir. Ne kadar sevinçli ve aydınlık olursa olsun her yolculuk bir parça hüzün taşıyacaktır. Kişi, kendisinin varlığını kabullenmiş, benimsemiş olan bir memleketin, sevdiği sevmediği insanlardan oluşmuş bir çevrenin sıcak güvenini bırakırken kopuş ve boşluk duygusu yaşar. Kimliklerinin anlamsızlaşarak, tek tek dökülmesiyle içinde beliren bu metafizik boşluk duygusu gittikçe güçlenir. Bir yolcunun ilk başa çıkması gereken şey derin bir anlamsızlık duygusudur. Bu duyguya korku eşlik eder. Elbette, yolcunun bizzat kendisi, belirsizliğin tam ortasında tek başına olmayı seçmiştir ama boşlukta var olabilmek, varoluşsal bir anlamsızlık duygusuyla yüzleşebilmek en cesur insanları bile sarsacak ve zorlayacak bir deneyimdir.
İşte yolculukta katlanılan ve sevilen tekbaşınalığın, yabancılığın, gizlenmeyen incinebilirliğin bize kazandırdığı bilgelik ve erdem budur. Mesela resim yapan kişi de bir yolcu olup, bu alçak gönüllü cesarete sahip olduğu için bilinmeyen dünyanın içinde yol alır. Boş tuvalin belirsizliğinden geçer ve çoğalan imgelerin arasından, içe dönüşlerle, anımsayışlarla ve kendisiyle karşılaşmalarla yoğuracağı bir kompozisyon çekip çıkarır.
Türklerin İnancı
"Türkler Müslüman olmadan evvel de başka dinlere sahiptiler." Türkler'in Müslümanlığı 1400 yıl önce değil, 1000 yıl önceye gidiyorsa, Türklük 15000 yıl önceye gidiyor, 10000 yıl, 8000 yıl önceye gidiyor, "O zaman da Türkler tek Tanrı'ya inanıyordu" (Haluk Tarcan)
Tengri, Türkler'de gök demektir, aynı zamanda Tanrı demektir, ikisinin anlamına da gelir...( Prof.Dr. Gürer Gülsevil)
“Ok” dinî bir kavramdır, Türkler kendilerine ok demişler. Yani, biz de ok'uz, zaten ileride Tanrıya kavuşacağız manasında dinî bir kavram. Bu, Türk sembolüdür, "ok".
Türkler kendilerine iki isim vermişler, yani Türk demeden önce, "ok" ve "on." Bunların hepsi dinî şeylerdir.
Kendilerine ok demişler; ok ne demek?
Şimdi, eğer siz bir atom alır, atomu elektron bombardımanına tutarsanız, belirli bir kapasiteyi temin edemezseniz o elektronlar atomun bir yanından girer öbür yanından çıkar gider, atoma massolunmaz. [mass: kütle, kitle, küme, yığın, aşai rabbani ayini, aşai rabbani ayini müziği ] Yani, belirli bir kuantum lâzımdır, işte kuantum denen lâf, kavram buradan çıkıyor. Belirli bir kuantumda ben atomu bombardıman edersem atom bunu massediyor veyahut da belirli bir kuantumda elektron neşrediyor. Şimdi ok demek, kuantum demek.
Türkler'de şöyle: Şimdi bir insanın cennete gidebilmesi, yani Tanrısına kavuşabilmesi için vücudundaki canın bütün hâlinde vücuttan çıkarak oralara gidebilmesi gerekir. Şimdi oralara gidebilmesi için, işte ok hâlinde olması lâzım. Buna ok diyorlar Türkler. [Kazım Mirşan]
İki Bir Olmaz
Tamamen kendini bırakmış, ağlamakta ve titremekte olan kırk bir yaşındaki bir akademisyen ofisime gelmişti. Konuşmamızın başlangıcında, tekrar tekrar,
"Yaşamaya dayanamıyorum. Ölmek istiyorum,"
-diyordu. Daha sonra şu açıklamayı yaptı:
"Ani kaygı ve huzursuzluk ataklarından rahatsızım, bu durum tansiyonumun aniden düşmesine neden oluyor. Her an olabildiği ve hiçbir belirti göstermediği için bende büyük bir güvensizlik yaratıyor. Fiziksel yetilerimde azalma var. Huzursuzluk duygusu, özellikle arabayla kırmızı ışıkta beklerken birdenbire çok kuvvetli bir biçimde geliyor. Beklemek benim için çok zor. Her tür bekleme odasından uzak durmaya çalışıyorum."
Hastada daha sonra kalp düzensizlikleri oldu. Hemen yapılan klinik muayenede organik bozukluğun bir nedeni bulunamadı. Düzensizlik, hasta klinikteyken, öğleden sonra 2'de başlıyor ve akşam 10'da kendiliğinden bitiyordu. Hasta klinikten bir hafta sonra taburcu oldu, ama durumu görünür şekilde kötüleşmişti.
Şöyle anlatıyordu:
"Yalnız olmayı tercih ediyorum. Ani olaylardan (kapı çalması, habersiz ziyaretçi, kötü haber vb.) çok rahatsız olurum. Giderek yatak yerine ofisimi (kendi işim var) tercih ediyorum. Düşünceye dalıyor ve birden hayatın anlamını düşünmeye başlıyorum. Daha fazla böyle yaşayamam. Ölmek istiyorum."
Uzun süre kendisinden bu türden kalıplaşmış ifadelerin dışında bir şey alamadım. Fakat, yavaş yavaş çatışma içinde olduğu ve çıkış yolu bulamadığından söz etmeye başladı. Çatışması şöyle özetlenebilirdi:
Evli, iki çocuk babası, mesleğinde başarılı olan bu hasta, başka bir kadınla tanışmış. Şimdi onunla karısı arasında karar vermek durumunda kalmış. Şanssızlığı o ki, karısı ve çocuklarıyla ilişkisi uzun süredir iyi gidiyormuş. Bu gerçek, ailesini terk etmesini kolaylaştıracak geçerli bir nedeninin olmadığını gösteriyormuş.
Sadakata çok önem veren ve sadakatsiz bir evliliği kabul etmeyen karısı, bu ilişkiyi öğrenmiş ve bir karar vermesini istemiş. Çatışması ona çok acı veriyordu. Boşanmalarının ailesi, kendisi, karısı, çocukları, akrabaları, mesleği ve geleceği üzerindeki etkilerini düşünüyordu. Aynı zamanda, kız arkadaşına da çok önem veriyor, onu üzmek istemediğini, bunun kendini de üzeceğini düşünüyordu. Bu sorun artı ve eksileriyle onu gece gündüz meşgul ediyordu. Hatta kendisi düşünmediğinde de karısı veya kız arkadaşı konuyu açıyordu. Tüm tartışmalar mantıksal sırasını kaybedip kafasında hızla dönüyordu. Bütün hayatı veremediği karara odaklanmıştı. Yardım isteğine karşın yoğun bir karamsarlık içindeydi. Şöyle anlattı:
"Haftalarca, aylarca düşündüm. Bana uygun gelen çözümler aradım, ama faydası olmadı. Arkadaşlarım, olayı bildikleri kadarıyla nasihatlerde bulundular. Fakat bu duygularımı hiç mi hiç etkilemedi. Kendim gibi duygularım da karışık."
Hasta aşırı depresifti ve intihar riski taşıyordu. Nasihat vermek veya çözüm önermekten çok, yoğun ve sonsuz düşüncelerinden kurtulmasını sağlamak amacıyla ona, "İki Eşli Olmanın Talihi" hikâyesini anlattım.
[Şeyh dünyadaki en büyük şansa sahipmiş, çünkü iki karısı varmış. Kendini çok mutlu hissettiği bir gün çarşıya gitmiş ve birbirinin aynısı olan iki tane altın kolye almış. Eşleriyle geçirdiği güzel saatlerden sonra onlara hediye olarak vermiş. Ne var ki, şeyh kolyeleri verirken, eşlerinden birbirlerine bunu söylememeleri konusunda söz almış. Fakat hiçbir dünyevi zevk sıkıntısız olmaz. Bir gün rekabet ve kıskançlık duyguları içinde kıvranan eşler gelmiş ve onu soru yağmuruna tutmuşlar: "Tüm erkeklerin en mükemmeli, söyle bize, hangimizi daha çok seviyorsun?"
"Canlarım, ikinizi de herşeyden çok seviyorum," diyerek şeyh kendini yumuşak bir şekilde savunmaya çalışmış.
"Hayır, hayır," diye kadınlar karşı çıkmışlar ve "Hangimizin senin sevginin daha fazlasına sahip olduğunu bilmek istiyoruz, " diye ısrar etmişler.
Şeyh, "Fakat yavrularım, niye mutsuzluk arıyorsunuz? İkiniz de kalbimdesiniz," demiş. Demiş, ama kadınlar bundan da tatmin olmamış.
"Bizden kurtulamazsın. Haydi söyle, kim kalbinin kraliçesi?" diye sormuşlar.
Eşlerinin bunaltıcı sorularına dayanamayan şeyh, ses tonunu yumuşatıp fısıldayarak, "Kesin olarak bilmek istiyorsanız, size söyleyeceğim. Altın zinciri kime verdiysem,en çok onu seviyorum," demiş. Bunun üzerine iki kadın da birbirine zafer kazanmış insan edasıyla bakmış. Artık ikisi de mutluymuş.(İran Hikâyesi)]
Hikâyeyi dinleyen hasta gülmeye başladı, başını hafifçe salladı ve "İki eşe sahip olmanın talih olduğunu ben de düşünürdüm. Uykuya dalmadan önce iki kadın tarafından şımartılmanın nasıl olduğunu hayal ederdim," dedi. O ve ondan sonraki seansta, niye böyle bir isteği olduğu, eşini seçerken ne tür ölçüler kullandığı ve kız arkadaşının ne tür özellikleri olduğu konularını konuştuk.
Bu konuşmalar sırasında, daha derinde yatan psikodi-namik temel ve içerikle de ilgilendik. Bu konuşmalar yaşantısına bir düzen getirmesine ve bağımsız karar vermesine yardımcı oldu. Bana verdiği bilgiye göre, sonunda, "mutlu olmanın" ikisiyle birlikte olanaklı olmadığını görerek karısı ve ailesini seçmişti.
Fakat terapinin amacı bu somut karar değildi. Aslında bu kararla hasta gerçek çatışma ve sadakatin özel anlamından uzaklaşmıştı. Onun yerine, çatışmanın kişilikle ilgili diğer alanları ele alınmıştı. Var olan bu çatışmaların temelindeki nedenlere bağlı olarak da psikosomatik sorunlar gelişmişti.
Psikoterapi uygulamalarında, birliktelik ile evlilik, bazen ahlâki değerler ve doğru davranış normlarının zorunlu kıldığından çok farklı biçimlerde gözükür. Sanki evlilik, sadakat ve eş, oldukları iddia edilen şeyler değildir. Olan ve olması gereken arasındaki farklılık, ilişkilerde felakete neden olan durumun temeli ve koşulları bilindiğinde, belirgin hale gelir. Bu koşullar, kişinin sadece iç dünyasıyla, bilinçaltıyla, kontrol edilemeyen geçmişiyle veya sadece dış gerçeklikle, sosyal, ekonomik ve toplumsal ilişkilerle sınırlı değildir. Tersine, daha çok iç ve dış dünya arasındaki yakın ilişkidedir.
Nietzsche evliliğin kötü yönünü kadın gözüyle anlatır. Şöyle yazar: "Bir evliliği bitirmek, razı olmak veya yalan yaşamaktan yeğdir. Nitekim bir kadın şöyle der: Belki evliliği ben bitirdim, ama evlilik beni çoktan bitirmişti."
“Hadesten Taharet” Kültü
Hades: cehennem
(i.), (mit.), öIüler diyarının tanrısı Pluton'un diğer bir adı; ölülerin ruhlarının bulunduğu yer.
:Kronos'un oğlu. Cehennemlerin karanlık alemlerin ve ölüler diyarının tanrısı.
(Antik Yunanca: Ἅιδης/ᾍδης), Yunan mitolojisinde ölülere hükmeden yeraltı tanrısıdır. Zeus, yeryüzünün hâkimiyetini kardeşleri arasında paylaşırken Zeus'a gökyüzü, Poseidon'a denizler ve Hades'e yeraltı düşer. O artık ölüler ülkesi tanrısıdır; ancak kötü değildir. Yer altının tüm hazineleri Hades'in olduğu için Romalılar onun adını varlıklı yani, Plüton olarak değiştirmiştir. Karısı, Demeter ve Zeus'un kızı Persephone'dir. Hades ve karısı Persephone amansız, insafsız, yürekleri hiçbir yakarış, hiçbir sunu ya da kurbanla yumuşamayan korkunç tanrılar olarak bilinir. Gigantlar arasındaki karşıtı Alcyoneus'dur.
: yeni, sonradan, abdest bozan bir hâl.
Hellen mitolojisinde, Kronos ile Rhea’nın çocuğu Zeus’un erkek kardeşi olan Hades, erken dönemlerde sadece yeraltı dünyasının hakimi olarak düşünülen ve çoğunlukla korkulan bir tanrı olmuştur. Ancak tarihi gelişimi boyunca Hades’e yüklenen bu kimlik genişlemiş ve yeraltı zenginliklerinin hakimi oluşu da eklenerek Hades Kültü bambaşka bir anlam kazanmıştır. Hades’in bu imajının değişmesinin temelinde, Persephone’yi kaçırıp karısı olarak yeraltı dünyasına götürmesi ve bu olay nedeniyle Eleusis Gizemleri’nin bir parçası haline gelmesi vardır. Ploutōn adı verilerek Hades’in yeraltı zenginliklerine de sahip oluşu desteklenmiş görünmektedir. Homeros, Hesiodos, Aristophanes, Pausanias, Vergilius gibi pek çok antik dönem yazarından Hades’in yönettiği yeraltı dünyası hakkında ayrıntılı bilgiler elde edilmiştir. Bu bilgilere göre, hem yeraltı dünyası hem de burayı yöneten tanrı için Hades ismi kullanılmıştır. Bununla birlikte, yeraltı dünyası kendi içinde farklı bölümlere ayrılarak değişik isimler de verilmiştir. Hellen mitolojisi incelendiğinde, yeraltı dünyasında, aynı yeryüzünde olduğu gibi bir sistemin işlediği, burada da bazı görevleri olan tanrıların olduğu görülebilir. Yeraltı dünyasına yalnızca ölülerin gidebildiği ve oradan dönüşün olmadığı anlatılır. Ancak, bazı istisnai durumlara da rastlanır. Aineias, Herakles, Odysseus, Orpheus ve Theseus yeraltına canlı olarak giden ve geri dönmeyi başaran kişilerdir.
Hades Kültü incelenirken Bereket Kültü ve Ana Tanrıça figürünün Antik Hellen toplumundaki yeri gözler önüne serilmektedir. Eleusis Gizemleri’nde uygulanan ritüellerle sadece ritüellere katılanların bildiği gizli ve oldukça güçlü bir tapınıma dönüşmüştür. İnsanların yaşamları boyunca gösterdikleri davranışlarıyla yargılanmaları, cennetle ödüllendirilmeleri ya da cehennemle cezalandırılmaları, cehennemin yerin altında olması ve ateşin, azabın varlığı Antik Hellen’in ve tek tanrılı inanç sistemlerinin ortak noktasıdır. Ölümün mutlak bir yokluk olmayıp ebedi ve daha yüksek bir hayata geçiş olduğu düşüncesi, Antik Hellen dünyasındaki Hades Kültü’nde olduğu gibi İslam felsefesinin de temel unsurları arasında olmuştur. Fakat Hades adı, Eski Ahit ya da Yeni Ahit’de olduğu gibi ölümü, ölüler dünyasını, cehennemi tasvir etmek için kullanılmamıştır.
Hades kelimesi İslamiyet’te “hadesten taharet” olarak isimlendirilen abdestin farzlarından biri arasında zikredilmiştir. Buradaki hades kelimesinin, tarihi süreçlerde çeşitli vasıtalarla yaşanan iletişim ve etkileşimler sırasında Hellen dilinden diğer dillere ve özellikle Arapça’ya geçerek, terminolojik bir anlam kazandığı düşünülebilir. Bu husustaki düşüncemizi destekleyecek mahiyette herhangi bir filolojik açıklamaya ulaşılamamış olmakla birlikte, İslamiyette, abdestin farzları arasında sayılan “hadesten taharet” kavramı incelendiğinde, “hades”le ifade edilen şeyin, Hellen çağındaki kelimenin taşıdığı anlamla benzerlikler gösterdiği görülebilmektedir. “Temizlenmek, arınmak” anlamındaki taharet (tuhr) terim olarak “maddi (necaset, habes) veya manevi kiri (hades) gidermek” anlamına gelmektedir ve isim olarak “temizlik” demektir. Hades, insanda meydana geldiği varsayılan manevi (hükmi) kirlilik halidir. Bu durumda bulunan kimseye muhdis denir. İnsan hem maddi kirlerinden (habes) hem de manevi kirlerinden (hades) su ile arınmaktadır. Bu anlamıyla hades, kirliliği ve kötülükleri temsil etmesi sebebiyle Hellenlerin ölüler dünyasında sakınılması, uzak durulması gereken manasına oldukça yakın bir anlamı ifade etmektedir.
“Hadesten taharet”, manevi kirlerin suyla temizlenmesi (söndürülmesi) olarak düşünülürse, buradaki hadesin kızgınlık, kin, nefret vb gibi kötü duygu ve düşünceler ya da görünmeyen diğer kirlerden arındırılması hususu ile, ateşin onun zıddı olan suyla temizlenmesi konusuyla ilişkilendirildiği söylenebilir. Yukarıda ayrıntılarıyla ele alınan Hellen dünyasının inandığı tanrı ve mekan olarak Hades, ya da tek tanrılı dinlerde onun benzeri ya da eşdeğeri olarak görülen mekanlar pis sular, kötü ruhlar ve tehlikeli ateşler gibi tezat elementleri de içermektedir.
M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış olan Sicilyalı düşünür ve bilim adamı Empedokles’in “Dört Element Doktrini”, bu ilişkilendirmenin erken örneği olarak değerlendirilebilir. Empedokles, temel özün (arke) dört temel elementten (hava, su, ateş, toprak) meydana geldiğini ileri sürmekte ve elementleri maddenin ötesinde görerek onları ruhani bir öz olarak tanımlamaktadır. Tanrıları, elementlerin gücünün kaynağı olarak görmekte ve ateş elementi ile Hades arasında bağlantı kurmaktadır.
Görüldüğü kadarıyla Hades, tek tanrılı dinlerde bütünüyle yok olmamış, “Tanrı” anlamını yitirerek “ölüm”, “yeraltı dünyası” ya da “nefs”i ifade etmek için kullanılmıştır. Hellen ve Roma çok tanrılı inanç sistemi ile tek tanrılı dinlerdeki ölümden sonraki yaşam beklentilerinin benzerlikler içerdiği açıktır. Dürüst olanlar sonsuz mutluluk ile ödüllendirilirken dürüst olmayanlar cezalandırılacaktır. Kötü davranışların cezalarının çekileceği, yeryüzündeki “günahkar” yaşamın bedelinin ödeneceğine inanılan mekan genel olarak yeryüzünün altıdır.
Sonuç itibariyle Hades, kendisine yüklenen anlamlarla insanoğlunun varoluşuyla yokoluşu arasında hayatının bir parçası haline gelmiş ve geniş anlamda bu dünyadaki “iyi ve kötü” kavramlarının öbür dünyadaki yansımaları olarak tek tanrılı dinlerde dönüşüm geçirerek varoluşunu sürdürmüştür.
İyi Adam
“İyi adam rüya gören adamdır, başınızı taştan taşa çarpacaksınız. Fakat bir daha o sıcak, temiz rüyanızı görmeye fırsat bulamayacaksınız. Çocuk olmaktan utanmayın! İçinizdeki ateşi söndürmeden, insanları tanıyabiliyor musunuz? İşte o zaman size ‘tam adam’ diyeceğim” (Yarım Adam. H. Z. Ülken, 1943/2012, s. 45)
Çarmıh
«Manevî varlığını kurtarmak için maddî yanını çarmıha geren Tolstoy ahlâkı..»
Hikâyenin kahramanı Serge Baba, bozkırda tek başına yaşayan bir ermişti; ama onun bir âşık kırılışıyla ortadan kaybolan eski bir çar yaveri olduğu söylentileri dolaşıyordu. Ünlü yosmalardan biri, dünyadan vazgeçmiş bu ermişi dişiliğinin esiri yapabileceğini ileri sürüyor, Serge Baba'ya bu durumun denenmesi için bir tuzak hazırlanıyordu. Islak elbiselerini ocak başında çıkaran yosma, çıplaklığının bütün çekiciliğini Serge Baba'ya sunuyor ve onun tam yenilgiye uğrayacağı bir zayıflık anının ardından yeniden toparlanarak o güzel çıplaklığa kayıtsız kalışı karşısında bozguna uğruyordu. Ne olabilir bir saniye içinde?
Niçin bu kızışmış yakınlık, bir anda tam bir ilgisizliğe dönüşebilir?
Kadının sorularının cevabı kapı dibindeki kütükte duran kesilmiş bir parmaktır.
Ve Serge Baba, şehvetine tutsak olacağını sandığı son saniyede baltayı eline indirerek kendisine çekilmez bir acı sağlamış, böylece uyanan erkekliğinin yenilme olasılığını o maddi ıstırabın önceliği ardına atmıştır.
“İnsan, bütün isteklerine gem vurabilir, kendisini bilerek bazı eğilimlerden uzakta tutabilir, zayıflıklarını iradesinin içine hapsedebilirdi.” [Hilmi Ziya Ülken]
Itrî
Rıfkı Melûl Meriç'e
Büyük Itrî'ye eskiler derler,
Bizim öz mûsıkîmizin pîri;
O kadar halkı sevkedip yer yer,
O şafak vaktinin cihangîri,
Nice bayramların sabâh erken,
Göğü, top sesleriyle gürlerken,
Söylemiş saltanatlı Tekbîr'i.
Tâ Budin'den Irâk'a, Mısr'a kadar,
Fethedilmiş uzak diyarlardan,
Vatan üstünde hür esen rüzgâr,
Ses götürmüş bütün baharlardan.
O dehâ öyle toplamış ki bizi,
Yedi yüz yıl süren hikâyemizi
Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.
Mûsıkîsinde bir taraftan dîn,
Bir taraftan bütün hayât akmış;
Her taraftan, Boğaz, o şehrâyîn,
Mâvi Tunca'yla gür Fırât akmış.
Nice seslerle, gök ve yerlerimiz,
Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,
Bize benzer o kâinât akmış.
Çok zaman dinledim Nevâ-Kâr'ı,
Bir terennüm ki hem geniş, hem şûh:
Dağılırken "Nevâ"nın esrârı,
Başlıyor şark ufuklarında vuzûh;
Mest olup sözlerinde her heceden,
Yola düşmüş, birer birer, geceden
Yürüyor fecre elli milyon rûh.
Kıskanıp gizlemiş kazâ ve kader
Belki binden ziyâde bestesini,
Bize mîrâsı kaldı yirmi eser.
"Nât"ıdır en mehîbi, en derini.
Vâkıâ ney, kudüm gelince dile,
Hızlanan mevlevî semâıyle
Yedi kat arşa çıkmış "Âyîn"i.
O ki bir ihtişamlı dünyâya
Ses ve tel kudretiyle hâkimdi;
Âdetâ benziyor muammâya;
Ulemâmız da bilmiyor kimdi?
O eserler bugün defîne midir?
Ebediyyette bir hazîne midir?
Bir bilen var mı? Nerdeler şimdi?
Öyle bir mûsıkîyi örten ölüm,
Bir tesellî bırakmaz insanda.
Muhtemel görmüyor henüz gönlüm;
Çok saatler geçince hicranda,
Düşülür bir hayâle, zevk alınır:
Belki hâlâ o besteler çalınır,
Gemiler geçmiyen bir ummanda.
Yahya Kemal BEYATLI
Ben Bir Figana
Sabahtan Uğradım Ben Bir Figana
Bülbül Ağlar Ağlar Güle Getirir
Bakın Şu Feleğin Daim İşine
Her Bir Cefasını Kula Getirir
Depreştirme Benim, Dertlerim Duman
Muhabbet Şirindir Vermiyor Aman
Üstümüzde Dönen Çark İle Devran
Felek Bizi Haldan Hala Getirir
Derviş Ali'm Der Ki Nefesim Haktır
Hak Diyen Canlara Şek Şüphem Yoktur
Cehennem Dediğin Dal Odun Yoktur
Herkes Ateşini Bile Getirir
(Herkes Ateşini Burdan Getirir)
Şimdiki Zamanı Yaşamak
Bazıları halk karşısında rahatsız, kaygılı ve tiksintilidir. «Onların hiç hoşlanmadığı şey hali (şimdiki zamanı) yaşamak'tır. Yıllarca aydınlarımız ve yazarlarımız bu çelişkiyi yaşadılar. Mutluluğu ya çeşitli geçmişlerde aradılar:
M. A. Ersoy, Y. K. Beyatlı, Namık Kemal.. Ya tatlı geleceklerde: Tevfik Fikret, Nâzım Hikmet...
Beyaz Rüya
«Nice emelleri olan bu koskoca birlik nereye gitti?
Avrupa yollarında şan-ü şeref arayanlar ne, oldu?
Vatan nerede?
Kızılelma âşıkları birden kayıplara mı karıştı?
Cüretin, aşkın, heyecanın yerini neden bu kapkara korku bulutları kapladı?
Vatanın yüreğini alev sardığı zaman, bir sığınağa tıkılmış gibi neden izbelere sokuldular?
Daima baş olmak, daima önde gitmek isteyenler şimdi adlarını unutturmak için gizlenecek yer mi arıyor?»
H.Z.Ü
Sanatçının Ölümü
https://www.youtube.com/watch?time_continue=26&v=Ar7lJ7kh8yo
“Sanatkârın Ölümü”
Gitti gelmez bahar yeli;
Şarkılar yarıda kaldı.
Bütün bahçeler kilitli;
Anahtar Tanrı’da kaldı.
Geldi çattı en son ölmek.
Ne bir yemiş, ne bir çiçek;
Yanıyor güneşte petek;
Bütün bal arıda kaldı.
(Cahit Sıtkı Tarancı)
Değişik Dinlerde Mesih Ve Mehdi İnancı
İlkel Dinler
Evrensel karakterli dinlerde olduğu gibi ilkel dinlerde de Mesih ve Mehdi inancı görülmektedir. İlkel din mensuplarından Yeni Gine yerlileri kendilerini kurtarmak için gelecek bir kurtarıcıya inanmışlardır. Onlara göre, Mensren adını verdikleri bu kurtarıcı, bir gemi ile gelecek ve kendilerini işgalci güçlerin boyunduruğundan kurtararak Yeni Gine’ye zenginlik ve huzur getirecektir. Batılı araştırmacılar, Yeni Ginelilerin bu inancı için “Kargo Kültü" deyimini kullanmışlardır. “Gemi yükü" anlamına gelen kargo, yerlilerin bekledikleri kahramanın zenginliklerle dolu bir gemi ile gelmesini ifade etmektedir. Kuzey Amerika yerlilerinden Algonkinlerin Montagnai kabilesi, kendilerini sıkıntı ve sorunlardan kurtaracak bir kurtarıcıya inanmıştır. Onların beklemiş olduğu bu kurtarıcı, dünyanın ilk zamanlarında yaşlı bir kadından doğmuş olan Tsekebec"dir.
Tsekebec zamanın sonunda dünyaya geldiğinde sadece seçilmiş olan kimselere görünecek ve bu kimseler aracılığıyla dünyayı kötülükten kurtaracaktır. Batılı araştırmacılar tarafından Kuzey Amerika yerlilerinin kurtarıcı inançlarını tanımlamak için genel olarak “Ghost-Dance” ifadesi kullanılmıştır. Bu ifadenin kullanılmasının sebebi ise yerlilerin kurtarcılarını davet ederken ya da beklerken ibadet olarak sık sık dans etmiş olmasıdır. Güney Amerika yerlilerinden Azteklerde beklenen kurtarıcının adı Quetzalcoatl dır. Bu sözcük “Yeşil tüylü, kanatlı yılan” anlamına gelmektedir. Onun Mayalardaki karşılığı ise Kukulkan’dır. Quetzalcoatl, Aztekler tarafından hem Tanrı hem de kendilerini düşmanlardan kurtaracak hükümdar olarak düşünülmüştür. Quetzalcoatl, Azteklerin yaratıcısı ve beş dünya çağının ikincisinin yöneticisi olarak düşünülmüştür. O, takvim ve kitapların mucidi, rahiplerin, sanatkarların, kuyumcuların koruyucusu olarak görülmüş, Venüs gezegeni ile özdeşleştirilmiş, ölüm ve dirilişin sembolü olarak kabul edilmiştir.
Mezopotamya Dinleri
Mezopotamya dinlerinde görülen Mesih ve Mehdi inancı, Tanrı’nın kendisi veya görevlendirmiş olduğu krallarla ilgili olarak ortaya çıkmıştır. Akad Kralı I. Sargon, Babil Kralı Hammurabi kendilerini beklenen kurtarıcı olarak ilan etmiştir. Mezopotamya’da Babil Tanrılarından Marduk'un dünyaya bir kurtarıcı olarak geleceğine inanılmıştır. Marduk adı “güneşin küçük boğası” anlamına gelmektedir. Marduk, Babil öncesi dönemde Amarutuk, Babil sonrası dönemde Bel olarak adlandırılmıştır. O, ilkbaharın gelmesiyle birlikte bitkilerin ihtiyaç duyduğu ışığın kaynağı ve dolayısıyla da bereket Tanrısı olarak düşünülmüştür. Sonraları ise büyü, hastaları iyileştirme, yargıçlık ve sulama gibi konularla ilişkilendirilmiştir.
Babil yaratılış mitolojisinde, Marduk’un okyanusların hakimi Tiamat ile kozmik bir savaşa giriştiği ve sonunda onu öldürerek parçalarını gök ile yerin yapımında kullandığı anlatılmaktadır. Marduk, Mezopotamya’da tarımın sembolü olarak üçgen bir alet ile sembolize edilmiştir. M.Ö 200 yıllarının sonuna kadar her yıl Marduk’un onuruna Âkitu2A adlı yeni yıl festivali düzenlenmiştir. İnanışa göre, bütün Babil Tanrıları, Tanrı Anshar öncülüğünde Marduk’un yanına gelmiş, ona canavar Tiamat’ı yenebilecek tek kişinin kendisi olduğunu söylemiş ve tüm evreni bu kötü yaratıktan kurtarmasını istemiştir. Marduk da bu isteği kabul etmiş ve kendisine verilen yıldırım okunu alarak Tiamatla savaşmaya gitmiştir. Kısa süre sonra Tiamat’ı bulmuş ve onun başına vurarak ikiye bölmüştür. Böylelikle evrendeki kaosun kaynağı olan kötü güç ortadan kaldırılmıştır.
Mısır Dini
Antik Mısır’da beklenen kurtarıcının adı Âmenfdir M.Ö 2613-2589 yılları arasında Mısır’ı yöneten Kral Sneferu, Rahip Neferti’ye gelecekte ne olacağını sormuş, Neferti de insanların kargaşa içinde olacağı, toprağın ekin vermeyeceği bir dönemin geleceğini ve bu dönemden sonra Ameni adlı bir yöneticinin ortaya çıkarak düzeni ve adaleti sağlayacağını söylemiştir. M.Ö 1479-1426 yılları arasında Mısır’ı yöneten Kral III. Thothmes zamanında, Mısırlı bir şair, beklenen kurtarıcının kim olacağını ve hangi işleri yapacağını anlatmıştır. Buna göre, güneyden Ameni adlı bir kral gelecek ve hakikati ilan edecektir. Bu kral, Nubialı bir kadından doğacak, yukarı Mısır tahtına oturacak, kötülüğü yok edecek, Asyalıları ve Libyalıları yenecektir.
Hind Dinleri
Hinduizm’de ahir zamanda gelmesi beklenen kurtarıcı Kalkfdir. Kalki Sambhala Şehrinde Yajnavalkya mezhebine bağlı bir Brahman ailede doğacaktır. Babasının adı Vişnuyasaş, annesinin adı Sumati veya Vişnukirti olacaktır. Kalki, Tanrı Vişnu’nun 10. Avatarıdır. Geleneksel Hindu sanatında, Kalki, beyaz bir ata binmiş elinde kılıç sallayan bir savaşçı olarak resmedilmiştir. İnanışa göre, Kalki dünyanın düzeninin bozulduğu bir zamanda gelecek ve kötüleri yok ederek dünyayı kötülükten arındıracaktır. Kalki, Hindu kozmolojisindeki dört kozmik çağın sonuncusu olan Kali Yuga çağının sonunda gelecektir. Bu çağ, demir ve Satürn gezegeni ile özdeşleştirilmekte, kötülük ve yozlaşma çağı olduğuna inanılmaktadır. Kali Yuga Çağı, kötülüğün yaygınlaştığı, erdemlerin yok olduğu ve dünyanın harabeye döndüğü bir zaman olarak düşünülmektedir. Hindular, Mahabharata Destanında anlatılan büyük savaş ile Kali Yuga Çağının başladığına inanmaktadır. İnanışa göre, şuan içinde bulunulan çağ Kali Yuga Çağıdır. Bazı araştırmacılar, Kalki inancının Hinduizm’e Part işgallari sırasında girdiği, Hinduların beyaz at üzerindeki bir savaşçı olarak tasvir ettikleri Kalki’nin aslında bir Partlı savaşçıya benzediği ve nihai amacının da işgalci kuvvetleri yok etmek olduğunu ifade etmektedir.
Budizm’de Mesih ve Mehdi olarak beklenen kurtarıcı Maitreya’dır Maitreya adı Sanskritçe Maitri sözcüğünden türemiştir. Maitreya, Palice’de Metteya, Çinçe’de Milefo, Japonca’da Miroku, Moğolca’da Maidari, Tibetçe’de Byams-pa olarak ifade edilmektedir. İnanışa göre, Maitreya’nın annesi Brahmavati, Maitreya’yı bir çiçek bahçesinde doğuracaktır. Maitreya doğar doğmaz yürüyecek ve ayaklarını bastığı yerden lotus çiçekleri çıkacaktır. Maitreya’nın kurtarıcı olduğuna dair vücudunda otuz iki tane asıl ve birçok da yan alamet olacaktır. Onun cildi altın renginde olacak ve etrafına ışık saçacaktır. Büyük, mavi ve parlak gözleriyle gece ve gündüz her şeyi görecektir. Bir anda on yöne sıçrayacak, istediği anda büyüyüp küçülecektir.
Budizm’de Maitreya, Mesih olmasının yanında aynı zamanda geleceğin Buda’sıdır. Budist düşünceye göre, Maitreya beş dünyevi Buda’nın sonuncusudur. Şuanda Tusita Cennetinde yaşamakta olup yeryüzüne inme zamanı gelene kadar göksel varlıklara vaazlar verecektir. Maitreya inancı, hem Mahayana hem de Theravada Budizminde görülmesine rağmen bu inanç Mahayana Budizminde daha fazla gelişmiştir. Mahayana Budizminde Maitreya, Mesiyanik bir figür olarak düşünülmüş, onun gelişi yaşanılan çağın sonu ve dünyayı cennete çevirecek yeni bir çağın başlangıcı olarak düşünülmüştür.
Bazı araştırmacılara göre, Budizm’deki Maitreya inancı Zerdüştlükteki kozmik kurtarıcı Saoshyant inancından etkilenilmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Bu düşünceye göre, Zerdüştlük ve Budizm, Hindistan’ın kuzeyinde birbiriyle temas kurmuşlar ve bu temas sırasında gelecekteki kurtarıcı düşüncesi Budizm’in inanç esası olmuştur. Hıristiyanlık çağının başlangıcında ise bu inanç bütün Budist mezhepler arasında yayılmıştır.
Zerdüştlük
Zerdüştlük’te beklenen kurtarıcının adı Saoshyant tır. Zerdüştlükte, Saoshyant’ın gelişi, iyiliği temsil eden Ahura Mazda ile kötülüğü temsil eden Angra Mainyu (Ehrimen) arasındaki mücadele etrafında açıklanmaktadır. Zerdüşt zaman tasavvuruna göre, her biri 3000 yıldan oluşan dört kozmik zaman bulunmaktadır. Saoshyant, kozmik zamanların sonuncusunda dünyaya gelecek ve Ahura Mazda’yı temsilen kötülükle savaşacaktır. İnanışa göre, birinci kozmik zamanda melekler, iyi ruhlar ve canlıların suretleri yaratılmıştır. Varlıkların manevi boyutta olduğu bu zamanda Angra Mainyu, Ahura Mazda’nın barış teklifini kabul etmemiş ve ona savaş ilan etmiştir. İkinci kozmik zamanda sırasıyla gök, su, yer, bitkiler, ilk insan Gayomart ve ilk hayvan Boğa yaratılmış ve varlıklar fiziksel boyuta geçmiştir. Bu zamanda Ahura Mazda iyi varlıkları yaratırken, Angra Mainyu kötü varlıkları yaratmıştır. Üçüncü kozmik zamanda Angra Mainyu, Ahura Mazda’nın yarattığı iyi varlıklara saldırmış, ilk insan ve ilk boğayı öldürmüş, ona bağlı olan kötü ruhlar dünyada hastalık, felaket ve kaosu yaygınlaştırmıştır. Dördüncü kozmik zamanın ilk bin yılında Ahura Mazda, dünyadaki düzeni yeniden kurması için Zerdüşt’ü gönderecektir. Zerdüşt’ten sonra dünyada kötülük tekrar yaygınlaşacak ve düzen bozulacaktır. Ahura Mazda bu zamanın son bin yılında düzeni yeniden tesis etmesi için Zerdüşt’ün soyundan kurtarıcı Saoshyant’ı gönderecektir.
Saoshyant sözcüğü “Fayda sağlayacak biri ” anlamına gelmektedir. Zerdüştlüğe göre, Saoshyant dünyanın sonunun yaklaştığı bir zamanda Kasaoya (Kansava) Gölünde yıkanacak bir bakirenin, gölün derinliklerinde mucizevi bir şekilde korunmuş olan Zerdüşt’ün tohumlarından hamile kalmasıyla doğacaktır. İnanışa göre, Saoshyant üstün bir ilahi güce sahip olacak, vücudu güneş gibi parlayacak, manevi yiyeceklerle beslenecek ve etrafını altı gözle görecektir. Saoshyant, ortaya çıktığı zaman dünyayı yeni bir hale getirmeye çalışacak ve Ahura Mazda’ya Angra Mainyu ile savaşında yardım edecektir. Saoshyant zamanında, insanlar, et, süt, su, sebze ve meyve gibi ürünleri tüketmeyi bırakacak ve hiçbir şeye ihtiyaç duymayacaktır.
Sâbiîlik
Sâbiîlikte beklenen kurtarıcı Praşai Siva’dır. Praşai Siva adı “Son Savaşçı” anlamına gelmektedir. Sâbiîliğe göre, dünyada kötülüklerin ve doğal felaketlerin geçmiştekine göre çok daha fazla görüldüğü bir dönemde, gökten bir yıldız kayarak okyanusa düşecek, yedi denizde sular kırmızı renkte akacak, bu sudan içen kadınlar kısır kalıp akıllarını kaybedecek ve dünyanın tamamını etkileyen bir toz fırtınası çıkacaktır. Ardından Kral Praşai Siva gelecek, kötülüğü ortadan kaldıracak ve dünyayı huzurlu bir ortama kavuşturacaktır. Praşai Siva’nın gelmesi ile birlikte mutluluk devresi başlayacak ve kıyametin kopmasına kısa bir süre kala sona erecektir. Bu devreden sonra kaynağını Işık Aleminden alan Yardna (Hayat Suyu) yeryüzünden çekilecek, okyanusların etkisiyle sular yeşil renkte akacak, bu suların yaydığı kötü koku sebebiyle insanlar zehirlenip ölecek ve böylelikle dünyada yaşam sona erecektir.
Yunan ve Roma Dinleri
Antik Yunan dininde beklenen kurtarıcı Dionysos'tur. Roma dininde ise bu kurtarıcının adı Bacchus olarak ifade edilmiştir. Antik Yunan ve Roma’da Dionysos/Bacchus, üzüm asmaları ve şarapla ilişkili bir bereket Tanrısı olarak düşünülmüştür. Mesih Dionysos ile Hıristiyanlığın Mesihi İsa’nın yaşam hikayeleri arasında önemli ölçüde benzerlik bulunmaktadır. Dionysos, Antik Yunan sanatında, genellikle sakallı, mor bir cüppe giymiş ve sarmaşıktan bir taç takmış olarak resmedilmiştir. Bu resimlerde Dionysos’un önünde, içinde ekmek ve şarabın olduğu bir komünyon sunağı bulunmaktadır.
İnanışa göre, Dionysos Tanrı bir babadan ve insan bir anneden doğmuştur. İsa gibi Dionysos da düşmanları tarafından öldürülmüş, cehenneme inmiş ve sonunda dirilerek göğe yükselmiştir. Bazı anlatılarda Dionysos’un kendisini bir boğaya, bazılarında ise koça dönüştürdüğü ve düşmanları tarafından kesilerek parçalandığı ifade edilmektedir. Bu olay daha sonra Dionysos’a tapanınanlar arasında Tanrı’nın etini yiyip kanını içmek amacıyla boğa veya keçi kurban edilmesi geleneğine dönüşmüştür. Dionysos’un bir defada iki eşeğe birden binmiş olması, Matta İncili 21:5-7’deki İsa Mesih’in Kudüs’e girerken bindiği eşek ve sıpa anlatısı ile Yuhanna İncili 15:1’deki İsa’nın “Ben gerçek asmayım ” ifadesi ise Dionysos’un asma Tanrısı olması ile benzerlik göstermektedir. Antik Yunan’da her yıl Ocak ayının 6. Günü Tanrı Dionysos onuruna şölenler yapılmıştır. Hıristiyanlığın ortaya çıkması ile birlikte Ocak ayının 6. Günü, İsa Mesih’in doğumu, vaftiz edilmesi ve suyu şaraba çevirmesinin anısına kutlanan bayramların genel tarihi olmuştur.
Yahudilik’te Mesih inancı
Mesih sözcüğü Eski Ahit’te 38 defa geçmekte ve Tanrı tarafından özel bir kuvvetle donatılmış kâhin , kral ve peygamberi ifade etmektedir. Mesih sözcüğü, Yahudi kutsal kitabında öncelikle kralları ifade etmektedir. Antik doğu geleneklerinde kralın kutsal olduğuna ve halkın idaresi ve bağımsızlığı için ilahi güçle donanmış olduğuna inanılmış, kralın Tanrısal gücü elde etmesinin yolunun mesh edilmesinden geçtiği düşünülmüştür. Yahudilik’te, mesh edilen kişi, Tanrı Yahve’nin Mesihi ve insanların saygı göstereceği kişi olmuştur. Yahudi kutsal kitabına göre, Kral Saul ve Davud, Samuel tarafından mesh edilirken Kral Süleyman, Kahin Sadok tarafınfan mesh edilmiştir. Eski Ahit’te bu Yahudi krallarının dışında Mesih ünvanı sadece Pers Kralı Koreş için kullanılmıştır. Mesih sözcüğü sürgün öncesi dönemde, Tanrı tarafından seçilmiş, İsrail’i yöneten krallar ya da dini liderler için kullanılmıştır. Babil sürgünü ile başlayan süreçte Yahudiler, Mesih sözcüğüne farklı bir anlam yüklemiştir. Önceleri İsrail devletinin kralları, kahinleri ve peygamberleri için kullanılan bu sözcük, sürgün ile birlikte değişim geçirerek Yahudileri sıkıntılardan kurtaracak ve Davud dönemindeki ihtişama kavuşturacak bir kurtarıcıya dönüşmeye başlamıştır.
Yahudilerin beklediği Mesih, Davud soyundan gelecek ve Beytlehem’de doğacak İmmanuel (Tanrı Bizimle) adlı bir çocuktur. Yahudiliğe göre, bu çocuk doğana kadar Tanrı İsrailoğullarını düşmanlarının eline teslim edecektir. Tanrı, Peygamber Nathan aracılığıyla Davud’a soyundan bir kral çıkaracağına ve krallığının ebedi olacağına dair vaadde bulunmuştur. Vaad edilen bu Kral Mesih gelmeden önce yaşanacak olanların bir habercisi olarak İlya gelecektir. İlya’nın gelişinden sonra ise Mesih bir eşek üzerinde Kudüs’e girecektir. İnanışa göre, Mesih dünyada kaosun yaygınlaştığı bir dönemde gelecek, İsrail topraklarına hakim olacak, yeryüzünün farklı köşelerine dağılmış olan Yahudileri bir araya toplayacak ve Tanrı’nın krallığının kurulmasına yardımcı olacaktır. 64 Mesih geldiği zaman, suçu, günahı, isyanı ortadan kaldıracaktır. Mesih döneminde, kurtla kuzu bir arada yaşayacak, parsla oğlak birlikte yatacak, buzağı, aslan ve sığır yan yana duracak, onları küçük bir çocuk otlatacak, inekle ayı birlikte otlayacak, aslan sığır gibi saman yiyecek, emzikteki bebek kobra deliği üzerinde oynayacak, sütten kesilmiş çocuk elini engerek kovuğuna sokacaktır.
Yahudilik’te Mesih inancı, II. Tapınak döneminde (M.Ö 515- M.S 70), eskatolojik bir kurtacıya dönüşmüş , Yahudilerin yaşamış oldukları dini ve siyasi olayların etkisiyle güçlenerek devam etmiştir. Büyük İskender’in Ortadoğu’ya gelişi ile birlikte Yahudiye bölgesine siyasi ve kültürel olarak Helen medeniyetinin hakim olması, ardından hakimiyetin Romalılara geçmesi, Yahudilerin kurtarıcı Mesih inancının güçlenmesine ve buna bağlı olarak Mesihlik iddiasında bulunan bazı Yahudilerin egemen siyasi güce isyan etmesine neden olmuştur.
Selevkos Devletinin Hükümdarı IV. Antiochus Epiphanes (M.Ö 175- 163) zamanında Yahudilere yapılan dini baskı, Yahudilerin eskatolojik bir figür olarak Mesih inançlarını güçlendirmiştir. Bu dönemde yazılan Daniel Kitabı, Yahudilerin Mesih beklentilerini yansıtmaktadır. Yahudiler, Makabiler önderliğinde egemen siyasi güce isyan etmiş ve zafer kazanmıştır. Fakat bu zafer, kısa süre sonra yerini Roma baskısına bırakmıştır.
Yahudilerin siyasi otoriteye karşı başlattıkları Mesihi isyanların bir diğeri Bar Kohba isyanıdır. M.S 132-135 yılları arasında gerçekleşen Bar Kohba isyanında, kendisinin Mesih olduğunu iddia eden Simon Bar Kohba ve ona destek veren Haham Akiva önderliğinde, Roma’nın Yahudiye bölgesinde uygulamış olduğu siyasi, ekonomik ve dini politikalara karşı çıkan Yahudiler, Roma’ya karşı silahlı bir isyan başlatmıştır. İsyan önceleri başarılı olmuşsa da Roma İmparatorluğu bu isyanı kanlı şekilde bastırmıştır. Bar Kohba isyanının başarısız olmasından sonra Yahudilik’teki Mesih beklentisi sona ermemiş, sürgün hayatı etrafında varlığını korumaya devam etmiştir. Yahudiler, Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde eziyetler görmüş, katliamlara uğramıştır. Onların başkalarının hakimiyetinde yaşamış oldukları bu sıkıntılı süreçler Mesih inancının canlılığını korumasında etkili olmuştur.
Yahudilik’te Eski Ahit’in dışında Mesih’ten bahseden en önemli kaynak Talmud’dur. Talmud’da Mesihin gelişi, Yahudilerin başka milletlerin boyunduruğundan kurtularak eski ihtişamlı günlerine geri dönme olarak ifade edilmektedir. Talmud’a göre, Mesih geldiğinde yönetim Yahudilerin eline geçecek, bütün milletler Mesihe hizmet edecek, her Yahudi’nin iki bin sekiz yüz kölesi olacaktır.
Yahudilik’te Mesih inancı, Ortaçağ Yahudi bilginleri Saadia Gaon ve Moses Maymonides tarafından iman ilkesi olarak kabul edilmiştir. Saadia Gaon ileri sürdüğü 8 maddelik iman ilkesinde Mesihi beklemenin şart olduğunu söylemektedir. Maymonides ise 13 maddelik iman ilkesinde Mesih’in geç bile kalsa bir gün mutlaka geleceğini söylemektedir. İlk dönem Yahudi mezheplerinden Ferisiler, Esseniler, Zealotlar ve Samiriler Mesihin geleceğine inanmışken Sadukiler bu inancı reddetmiştir. Ortaçağ Yahudi mezheplerinden Rabbani, Karai ve İseviyye mezhepleri Mesihin geleceğine inanmışlardır. Fakat İseviyye mezhebinin Mesih inancının Yahudilik’te alışagelmiş Mesih inancından faklı olarak Şiilikteki Mehdi inancına benzediği ifade edilmektedir. Modern Yahudi mezheplerinden Ortodoks ve Muhafazakar Yahudilik, Mesih’in geleceğine inanırken, Reformcu ve Yeniden Yapılanmacı Yahudilik Mesih’in geleceğine inanmamaktadır.
Savaş Nedir ki?
Dulce bellum inexpertis
"Tatlıdır savaş, onu yaşamamış olanlar için"
- Desiderius Erasmus,1515
Peygamberime İftira Edenler Bunu Okusunlar
“Ebû Hureyre radıyallâhu anh’dan rivâyet olunduğuna göre, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e bir adam gelerek ‘helâk oldum ya Rasûlullâh’ dedi. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem ‘Seni helâk eden nedir’ diye sordu.
O zât: ‘Ramazan gününde zevcemle cima ettim’ dedi. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem: ‘Bir köle azad edecek imkânın var mı?’ diye sordu. Adam: ‘Hayır’ dedi.
Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem: ‘İki ay peşpeşe oruç tutabilir misin’ diye sordu. Adam: ‘Hayır’ dedi.
Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem: ‘Altmış fakiri doyuracak imkânın var mı?’ diye sordu. Adam: ‘Hayır’ dedi ve ardından oturdu.
Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e bir sepet hurma getirildi. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem bunu adama vererek: ‘Bunu tasadduk et’ buyurdu.
Adam: ‘Bizden daha fakirine mi? Medine’nin iki taşlığı arasında buna bizden daha muhtaç bir aile yoktur’ dedi.
Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem azı dişleri görünecek şekilde güldü. Daha sonra: ‘Git bunu ailene yedir’ buyurdu.”
[Buhari, “Savm”, 30; “Hibe”, 20; “Nefakât”, 13; “Keffârât”, 2-4; “Edeb”, 68; Müslim, “Sıyam”, 81-82; Ebû Dâvûd, “Savm”, 38; Tirmizî, “Savm”, 28; İbn Mâce, “Siyam”, 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 241, 273, 281, 516.]
Firavun Zamanları
Firavun, kavmini küçük düşürdü (ezdi). Onlar da kendisine itaat ettiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir toplumdu.[Zuhruf, 43/ 54]
"Bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman oranın varlıklılarına yola gelmelerini emrederiz ve onlar da orada fıskişlerler. Böylece o ülkeye hükmümüz verilmiş olur ve orayı tamamen helak ederiz." İsrâ, 17/16.
"Sizden önceki nesillerden akıllı ve faziletli kimselerin, yeryüzünde bozgunculuk yapanlara engel olmaları gerekmez miydi? Fakat onlar arasında kendilerini kurtardığımız pek az kişi bunu yaptı. Zulmedenler ise kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suçlu olup çıktılar." [Hûd, 11/116.]
"Alimleri ve hahamları, onların günah söz söylemelerine, haram yemelerine engel olmaları gerekmez miydi? İşledikleri (fiiller) ne kötüdür!" [Mâide, 5/63]
Rabbin, halkları Salih ve ıslah edici kimseler iken memleketleri zulmederek helak etmez.” (Hûd, 11/117) ;
“…Zaten biz, halkları zalim olmadıkça memleketleri helak etmeyiz.” (Kasas, 28/59);
“Bunların her birini kendi günahları yüzünden yakaladık… Allah onlara zulmediyor değildi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.” (Ankebût, 29/40).
“Yeryüzünde ıslaha çalışmayıp fesat çıkaran haddi aşmışların emrine itaat etmeyin.”
وَلَا تُطِيعُوٓا۟ أَمْرَ ٱلْمُسْرِفِينَ ٱلَّذِينَ يُفْسِدُونَ فِى ٱلْأَرْضِ وَلَا يُصْلِحُونَ
“Yeryüzünde ıslaha çalışmayıp fesat çıkaran haddi aşmışların emrine itaat etmeyin.” [Şu’arâ, 26/151-152]
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder