Aşk
| |
"Akıl fenerdir, aşk ise güneş
"Akıl temeli tanıtır ondan öteye gidemez
"Akıl bizi aşka teslim eder
"Aşk Allah'la birleştirir.
"Şefimiz aşkımızdır, onu kalbimizle alkışlayalım" (Maarif. 27) dedikten sonra, aşkın Hıristiyanlıkta ve İslâmda üzerinde en çok durulan bir konu olduğuna dikkati çekiyor:
"Hıristiyanlıkla ruh dünyasının güneşi gibi parlayan ve İslâmda kemâline ulaşan aşk ise bize Allah'ı tanıtan yetidir. Allah ve Peygamberi onsuz anlamak dinin hakikatlarına onsuz varmak kabil olmadığı gibi, aşk olmadan insan gibi yaşamak ta boş bir iddiadır (İnsan, 16). Aşkı yeryüzüne ilk defa Hıristiyan dini sonrada İslâm güneşi getirdi. Oscar Wilde'nin dediği gibi "İsa yeryüzünde aşkların sultanıdır". Kur'ân ise sesindeki nağmelere hayran hafız gibi değil de şuurla iman ile okunursa görülür ki baştan aşağı aşk ile doludur. İlim aşkı, adalet aşkı, ideâl aşkı ve iman dediğimiz bütün bu değerlerle temasa geçen ruhları sonsuzluğa götüren selâmet aşkı" (Kültür. 28).
Gerçek fetihler de aşkın fetihleridir. "Aşkın kendi kuvvetiyle yaptığı fetihler Allah'a yükselmek için vasıtaya muhtaç olmayan kalbin mistik fetihleridir. Bunu da insanlığın sırrına ermiş insanlar yapar. Mevlânalar. Yunuslar. Akifler yapar. Sinanlar, Gandiler. Avniler yapar" (Fetih. 5).
Topçu, bilimi tanıma ve kavramayı beşli bir derecelemeye tabi tutmakta ve aşk ile tanıyışı zekâ, sezgi, ihtiras ve muhametten sonra en üstün tanıma şekli olarak görmektedir (Mevlâna, 18-19). Onun "küntü kenz" gerçeğine işaret eden sözleri ise şöyledir:
"Alemin gayesi aşk olsa gerek, Her halde o, kuvvetler basamağının başında ve sonunda bulunan mutlak kuvvetle birleşme ve kucaklaşma halidir. İlk başta kâinat varlıklarının sonsuz boşluktaki hareketi halinde gözüken mutlak kuvvet, kendi yaratıklarıyla adım adım ilerleyerek sonunda insanda barınan aşk halinde yine kendi kendisine kavuştu. İnsanda madde ile ruh birleşmişken maddeden sıyrılıp kurtulabilen ruh yayından kurtulan ok gibi kaynağı olan mutlak kuvvete koşuyor. Onunla birleşiyor ve gayesine ulaşıyor. Bu birleşmenin adına aşk deniyor.
"Aşk, kâinatın hem başlangıcı, hem de gayesidir. Maddede kuvvet halinde gözüken aşk, sonunda maddeyi tanımayan ruha sığındı. Allah, mutlak aşkın kendisidir. Varlığın aslı da O'dur. Allah ve kâinat ikiliği, aklın icad ettiği bir hezeyandır. Aşk içinde çokluk yoktur. Çokluk sadece bizim tanıyışımıza ait bir vasıldır. Metafizik, sonunda yerini tasavvufun aşk denemesine bırakacaktır" (Hareket, 1971, sy. 66). "Hira dağındaki ilk vahyi karşılayan aşk. Daha sonra Peygamberin ruhunu miracında ilâhî huzura çıkardı. Aşk konusu olan varlığı kutsallaştırırcasına gözlerimizde yükseltiyor. Sonra da âlemi o büyüklükle dolduruyor, onu bütün alem yapıyor. Tek varlık o doluyor. Onun karşısında ruhun eğilişi, hörmet hâlini doğuruyor. İbadet, bu tek varlığın huzurunda yaşadığımız sonsuza hörmet hâlidir. Onun için de sonsuza kavuşma, sonsuza karışıp onunla bir olma iradesinin sürekli hayatı barınıyor. Mü'minin her hareketinde bulunması lâzım gelen ibadet, onun sonsuza hayranlığı ve onunla bir olmak isteyen iradesine bağlılığıdır. Aşk içinde eşya ve varlıklar yüzünü değiştiriyor; herşey güzelleşiyor ve her şeyde Bir şey görülüyor. Sonsuz huzurunda hörmet. vecd ile buluştuğu zaman, eşya ve varlıklarınki gibi dileklerin çokluğu da ortadan kalkmış ve ruh yükünden kurtulmuştur.
"Kemâle eren hörmet hâlinde insan, varlık yükünden sıyrılıp nefsinde hiçliğe kavuşmuş durumda, hakikatte herşey olan bütünün huzurundadır. Bu kendinden geçirici temaşanın adına ibadet derler. İbadet diye adlandırılan bu temaşada, huzurunda bulunduğumuz "vahdet" den başka bir şey yoktur ve olamaz. Onun kemal mertebesine kadar ibadet edenle edilenin ikiliği mevcuttur. Kemâl mertebesinde mâbuddan başka bir şey kalmıyor.
"Cansızlardan başlayarak bitki ve hayvan basamaklarından geçip insan yapısının aracılığı ile ulûhiyetin eşiğine sıçramayı sağlayan ve aşktan ibaret varlığın gayesine ulaştıran bu evrim, böyle bir ruh eğitiminin eseri olmaktadır. Bu iç eğitiminin işi kafa-tasını yabancılardan boşaltmaktır. Böylelikle düşünce dediğimiz unsur, sinirlerden ayrılıyor, beyinden ayrılıyor, insanın ferdî yapısından da ayrılıyor. Fert onda ilâhî deneyimi yaşıyor. O zaman ilâhî semalarda dolaşıyoruz. Orda neler var?
"Kafatasının yabancılardan boşaltıldığı bu ilâhî denemede ferdî varlıktan ayrılan ruhun hayatı (mutlak)'a bağlanıyor. Kendimizden ve kâinatımızdan dışarı fırlayıp atıldığımız bu ruhsal fezada müthiş bir kuvvetle dönen mutlak ruha sığınma halinde Mevlâna’nın anlattığı aşkı yaşayanlar var? Bu aşkın dünyası öyle bir dünyadır ki, onda her tarafı sis ve dumanla örtülü bir dağ gizlidir. Hayranlık ve aşk bu sislerle dumanlar, ulûhiyet ise dağın kendisidir. Onda aşk Allah'ı gizlemektedir. Ruh aşk halinin mestliğini yaşar, Allah'ı görmez. Sade Allah'ın aşkı içinde baygındır; O'nu bilir. O'ndan şüphe etmez. Zaman zaman sisler delinip de bir tarafından dağın görünüşü, ruh ile Allah'ın doğrudan doğruya temas halidir. O zaman çılgınlaşan ruh her şeyi O'nda görüyor, yalnız O'nun varlığının şahidi oluyor. O'nda izafilikler ve bedene bağlılıklar ortadan kalkıyor. İnsan başkalarının ve kendinin de esiri olmaktan kurtuluyor. Fânî duyguların hepsi buğu halinde eriyip de dağıldıktan sonra tek bir his, tek ve ebedî bir hal varlığı dolduruyor. Bu, aşk halidir. Aşkın içinde varlıktan taşan bütün dualar kabule uğramış, ümitlerin hepsi vücud kazanıp zamansız ve mekânsız bir fezayı doldurmuşlardır sanki. Onun sunduğu lezzet, eşyaya ve hayata bağlanan hislerin hiç birininkine benzemez. Zira onda dualar hep birden kabul olunmuş ve hayat olan ümid bir varlığın değil, bütünün ümidi olmuştur. Korku ile şüphe silinmiş kendinden başka varlığın engeli ortadan kalkmıştır. Ölüm yok olmuş, yokluk silinmişin Varlık ruhtan ibarettir, onun ötesi vehimdir. Aşk ve varlık aynı şeydir".
Bu aşk hali varlığın başlangıcında bulunan kuvvetin, evrimin sonunda, insan ruhunun köprüsünden geçmek suretiyle tekrar kendisine dönüşünde kendi kendisinin faikında olmasıdır. İnsan hayatının değeri ve hikmeti, varlığı Allah'a ulaştıran köprüde durmasını bilmektir. Böyle bir ruh taşıyan kafatasıyla kabre koyulmak hünerdir. EFLÂTUN'UN FELSEFEDE BULDUĞU "ÖLMESİNİ BİLMEK" SIRRI DİNİN ULAŞTIRDIĞI HAYAT HİKMETİDİR.
Aşk ile vahdet halinin beraberlikleri hakkındaki tesbitleri de şöyledir:
"Âşka gelince, o bizi mutlak kudretin bütünü ile birleştiricidir. Her şeyi unutturup Mutlak kuvvetin deryasına daldıran aşırı iman halidir. Aşk ruhu maddeden, maddeden faydalanmasını bilen teknikten, başkalarını sömüren kazançtan ve siyasetten uzaklaştırır, bunlarla ilgisini keser. Cüz’i varlıkları eriterek gözümüzde yok ettiği gibi zaman ve mekân gibi izafi unsurları da ortadan kaldıru. Onun kemâl halinde bütün cüz'i varlıklar, aşktan başka olmayan tek bir şey halinde gözükürler. Gözlerin alelade görüşü, çok kuvvetli bir ışıkla söndürülen zayıf bir parıltı gibi varlığını kaybeder. Onda gözün gördüğü çokluk kaybolur. Aşkın aydınlığında bir şey yalnız kendisi, yalnız aşk âlemi doldurur. Aşk halinde görülen âlem tek bir bakıştan ibarettir. Bu, dışta gibi dursa da dışsallık tanımayan bir bakıştır. İç ve dış o anda kaybolur. Biz mi ondayız, o mu bizdedir, anlaşılmaz. Ayrılık da başkalık da yok olur onda. O bende barınır, onda ben kaybolur. Aşk halinde âlem, ben ve o yoktur; yalnız o vardır; ben de ondayım, âlem de ondadır. Aşk âlemleri kucaklar. İçerisinde cüz'i varlıkların hepsinin yok olduğu aşk halinde yokluk denen şey yoktur. Varlığın karşıtı olan yokluk onda yok edilmiştir. Sözle terennüm onu örseler. Aşkın ifadesi, olsa, olsa bir dua olur; ondan zaman zaman sızan ümidin dile gelmesidir.
"SEVGİSİ OLMAYAN HAKİKATA ULAŞAMIYOR, GERÇEĞİ BİLMİYOR VE TAM SEVGİ, GAYESİNE ULAŞMIŞ SEVGİ, SONSUZLUĞUN SEVGİSİDİR. Bu sevgi, vücuttan geçer, bedenden taşar, fâni varlıktan kaçar. Ruhu derinlerine doğru kazıyarak orada gaye olarak yine kendini arar. Gerçek aşkın sahipleri, ne servetin, ne şöhretin veya tamaşanın, ne de ilmin ve sanatın âşıkıdırlar. Gerçek âşıklar, aşkın âşıklarıdır. Aşkın kendi kendisini yakan ateşinde sevenle sevilen, isteyenle istenen, varlıkla var eden birleşir. Eşya ile temaşa, kâinatla şuur. birle bütün bağdaşır. Düşünce hareketlesin varlık düşünceleşir. Anlaşılmayan ortadan kalkar, anlatılmayan bir kalır. İlk ve son ilim budur. Millet kültürünün ağacını dikecek ve millet ruhuna hayat getirecek nesiller, inanışla sevgi mabedinin mihrabında önce tövbe etmeli, sonrada inanmayı ve sevmeyi öğrenmelidirler.
"Gerçekten aşkın dünyasında sevinç ve keder, zaman ve mekân, kayıp ve kazanç denen şeyler yoktur. Onda iyi ve kötü, uzak ve yakın, gerçek ve yalan karşılıklı duran hüviyetlerinden sıyrılmışlardır. Zaman ve mekân çerçeveleri içinde yaşayan şeylerden hiç biri yoktur ki aşkın gelişiyle kaçıp kaybolmasın. Onun bizde yok ettiği şeylerin sonuncusu da ölümdür. O. ölümden kurtaran kuvvetdir. Aşk, ruhtan ölüm korkusunu ve vehmini sıyırıp attıktan sonra bedenin çürüyüşüne ne ad verilirse verilsin, aşkın umurunda olmaz. Yalnız ve yalnız aşk içinde hayatın değeri üzerinde ki meş'um şüpheyi yok edebiliyoruz. Çünkü aşk içinde hayatın değeri meselesi ortadan kalkmıştır. Bir şüphe âleti olan aklı, aşkın eli ile ortadan kaldırmadan, hayatın şüphesiz ve gerçekten değerli olduğuna inancımız süreksiz ve sebatsız kalıyor. Yalnız aşk, ruhu buhranlı fırtınadan çıkararak içimizdeki sonsuzluğa kavuşturuyor; bizde bize musallat olan bunca yabancıdan kurtarıp yine bizdeki sonsuzluğa yerleştiriyor, aklın üstünde şüpheyi yokedici hikmete teslim ediyor. Aklın bakışıyla "yaşamak için yaşamak "dan öte bir türlü gitmeyen hayatın manasızlığını, "aşk için yaşamak" gibi karşıtsız bir yaratıcı sevincin kucağında yok edebiliyor" (Hareket. 1972. Sy: 77. s. 16-18). "Yokluk, elbette aşkı tanımayan günahkârların, içerisinde kayboldukları karanlıktır. Onlar zaten gerçekten var olmamışlardı; kendileri için bile şüpheli olan birer hayalettirler. Sadece, altına girmeden önce bu toprağın üstünde bir müddet tepindiler, boğuştular, bağrıştılar ve sonra aynı toprağın altına düşüp orada eridiler. Onların yaşamamış olduklarına yeryüzünün dağları, ağaçları ve denizleri şahittir. Bu kutsal varlıkların önünde onların ne bir damla gözyaşları, ne ızdıraptan bir ibadetleri, ne Tanrı'nın diliyle konuşmaları oldu. Onlar, ne dağa inen nuru gördüler, ne ağaçlarla konuştular, ne denizleri gözyaşlarıyla doldurdular. Aşkı bilmeyen bu günahkârların, yokluktan yine yokluğa geçeceklerinden şüphe mi edilir? Ölüm, onlar için hazindir, acıklıdır, çünkü yokluktan yine yokluğa götürür. Biz insanlar, onların ölümüne ağlarken yine onların yok oluşlarına ağlarız. Aşıkların ölümüne ağlarken asıl kendimize ağlıyoruz; bizi onların hicranında yaşamaya mahkûm eden halimize ağlıyoruz. Onlara için için imreniyoruz belki. Çünkü onlar, aşkın bayrağını hayatla ölümün tam sınırına diktiler. Burası cihad toprağı, ötesi fetih ülkesidir onlara. Bu gazanın destanı bu yanda okunuyor, fetihler asıl ötesindedir. Orada aşk ölümü yenmiştir; ölüm denen perdeyi kaldırmış, onun yerine zafer bayrağını çekmiştir" (Hareket agy.).
"Sonsuzun zaferi bu yeryüzünde de kazanılır. Ancak aşkın kılıcıyla o zafere ulaşılıyor. Bu zaferin müjdesi ve mükâfatı, Rabbin temaşasıdır. Bir örtüyü kaldırır gibi, bir anda her şeyi ve bütün varlıkları ortadan kaldırıp da kalb gözüne görünen o Rabbin yüzü, kelimeyle anlatılmayan ve beklenmedik anda bize çevrilen o şekilsiz, renksiz ve gözsüz bakış, o baha biçilmeyen selâmet müjdesi, ah o kurtarıcı sevgili bir daha görünse, bir kere görünse, âlemde elem, şüphe ve ölüm mü kalırdı? Acaba ölüm dedikleri şey, varlığı var kılan ilk kuvvetin, yani aşkın kaynağına ruhun dönüşü ve onunla bahtiyar birleşmesi olmasın!"
Topçu şu soruyu soruyor: Şuur dışı denen içimizdeki karanlık dünyaya aşkı dolduran nedir? Onun büyük hamlesi nereden gelmektedir? Cevabı şöyle:
"Aşk, kâinatın başlangıcında varlığın var olduğu anda gözükmüştü. Varlığı var kılan o idi. Ona kuvvet demiştik. İlk kuvvet cansız varlıkların ve sonra canlıların halkalarından geçip de insana gelince insanda kendini tanıdı, şuur oldu. Ancak ilk kuvvet birdi, bölünmez bütündü. Bolüne bolüne bunca varlıkları meydana getirdikten sonra insana geldi. İnsanda ilkin bölümlerin, çok olan cüzlerin şuuru oldu. İnsan, derya içinde hem de derya olduğu halde damlaları tanıyor. Şüphesiz ki. bu hâl sadece bir vehimdir. Mevlâna'nın dediği gibi bir şaşılıktır. Bizi yapan kuvvet, kendini bizden kıskanıyor. Bizi kalın örtülerle örtmüş, gözlerimizin önüne biri bin, biri yüzbinler gösteren bir cam geçirmiş, bizi bizden saklayan bir cinnete müptelâ kılmış; hem de varlığının incecik ışığını yer yer şaşkın ve şaşı şuurumuzun çatlaklarından içeri uzatmaktan çekinmiyor. Renk ve şekil olmuş, ses ve koku olmuş, mesafe ve manzara olmuş, ümit ve emel olmuş, dost ve derya olmuş. Kâh görünmüş kâh kendini gizlemiş. Göründüğü yerde bile kendini gizlemiş. Onun en çok ve en kuvvetli gizlendiği yer, bizim benliğimizin derinliğidir. O her şeyde ye herkestedir. Gizlenmek istediği zaman bizim benliğimize dolar. İçimizde rahatça yatarken bile ona bir şey yapamayız. Ona hükmedecek kuvvet, dünya varlıklarının hiç birisinde yoktur. O mutlak hürriyettir. Şuur dışında bir kez boşalıp da şuura taşıp yayıldı mı, bizi de kendi gibi, gerçek hürriyete kavuşturur. Aşkın bir şeyden korkusu, kimseden pervası yoktur. Raskolnikof, asıl zindanında hür ve mesuttu. Aşkın bizi pençesinde esir eden kuvveti, yine kendi açtığı yolda, başkalarına olağanüstü ve imkânsız görünen şeyleri yapmak hususunda sahibine sonsuz hürriyet sağlayıcıdır...
"AŞK BİR KUŞTUR Kİ, BİR BAŞA KONMADIKÇA ARANMAZ. "ÖNCELERİ BEN AŞKIN ARKASINDAN KOŞUYORDUM, ŞİMDİ O BENİM PEŞİME DÜŞTÜ" diyen Mevlâna'ya her halde Şems güneşi önceden görünmüştü. Akla göre akılsızlık ne ise. aşkın gözünde akıl da öyledir. Akıl insanları uçsuz bir denizin kenarına kadar götürüyor. Eğer insanda aşk denizine açılacak güç bulunmazsa, aklın onu bıraktığı kıyılarda çarpan fırtına ile helak olacaktır. Hayat dediğimiz, işte bu kıyıların Artmasıdır.
"Tabiat aşkın anası, güneş sevgilisidir. Tabiat içinde gelişen aşk, ana kucağında uyuyan yavru gibi mahzunlaşıp nazlanıyor. Anasından ayrılıp da bir ruhun kafesine kapanınca şiddet ve isyan oluyor. Sonsuz olan aşk, bir insan varlığına hapsedilince ondan taşmak ve tekrar âleme yayılmak istiyor.
"Aşkın gelişi büyük ve ürpertici bir sarsıntı ile olmuyor. Daha önce bütün bir ömür boyunca benliğimizi dolduran isteklerin, hayallerin ve geçici emellerin ağır ve oyalayıcı ipinden, bir safrayı kendinden atar gibi sıyrılmamız, sarsıcı, ürpertici, bazan tahammülü güç acılarla beraber oluyor. Bizde hayat vehmini kendileriyle beraber sürükleyen bu ağırlıklardan kurtulduktan sonra iç dünya boş ve şeffaf bir fanusa dönüyor. O zaman aşkın gelişi, büyük bir ışık cihanına bir küçük kuşun bir göz kırpmasıyla girişi kadar hafif bir hareketle olmaktadır. Onun aklın ortaya koyduğu binbir sebeple açıklanamayan varlığı, kâinatın başlangıcında varlığı var kılan ilk kuvveti içimizde bulduğumuz zaman duyduğumuz sevinçtir. Aşk. varlığın kendi kendisini tanıması hâlidir" (Hareket. 1972. Sy: 77). "Aşk ile tanıyışta eşyayı bölmeyerek, kâinatı bütün halinde ve kendi öz yapısından çıkarılmış asla yanıltmayan bilgi bulunur. İnsanın kendisi de bu bilginin içindedir. Hallac'a Ene'l-Hak dedirten bu mistik sezgi ruhun en derin tabakalarından çıkarılmış olup Allah'a götürücüdür. Asıl insan onda saklıdır. Onu yakalamak iman denen muammanın çözümünü elde etmektir. Sokrat'ın kendini bilmek dediği de budur" (Hareket. 1971. Sy: 67).
"Ancak hayatımız bu sefaletler mahşerinden ibaret değildir. Bu çelişmeler mahşeri içinde kıvranan insan denen varlık yok mu? Onun asıl gayesi Allah'a gitmektir. Bu dağların kabul etmediği emaneti yüklenen insana sunulmuş ilâhi imtiyazdır. Bu imtiyazı elde etmenin, bu sefaletler manşetindeki müthiş imtihanda başarı kazanmanın şartı aşka ulaşabilmektir. Çünkü aşk içinde bu çelişmelerin hepsi birden ortadan kalkıyor. Bu mahşer yeri bir cennet oluyor. Bütün insanlar aşk içinde birleşiyorlar ve kendilerindeki hayvani unsurdan sıyrılıyorlar. Aşk yolu dinin yoludur ve bütün fani gözüken şeylerin aşkından fani olan varlık vücut, çehre, emeller ve şekiller silinip de yalnız aşk ortada kalınca işte o Allah'ın aşkıdır, varlığın mutlak sevgisidir. Fuzûli onu seziyordu. Yunus anladı ve anlattı. Tabiatın aşkı, insanın aşkı vatanın ve vecdin aşkı ve bütün aşklar bağlandıkları konulardan tastamam ayrılıp da saf ve mutlak olarak ele alınınca önce O, aşkın aşkıdır, Muhammed'in yolunda murada erdikten sonra Allah'ın aşkı olduğu bilinir. Aşkın gerçek sahibi "benden içerü varlığı bilinen Ben" dir. O'nun temaşasına Turdaki Musa dayanamadı. Miraç'ta Muhammed murada erdi.
"İnsan elenen varlıkta, çelişmelerle yüklü sefaletler aşk içinde eriyip kayboluyor. İzafîlik mutlakta yok oluyor. Aşk içinde insan, dünyamızın müthiş fırtınasından yine dünyada kurtularak mutlak huzura kavuşuyor. Aşk içinde insan, yaratılışındaki sayısız ve sonsuz sefaletlerinden sıyrılarak, kendinde gizlenen Allah'ı buluyor, kendinde ve herşeyde, kendindeki esaretten kurtularak varlıkların bütününden ayrılmayan asıl kendini bulmak; Yaratılışımızın hikmeti işte bundadır.
"Aşk bir şuur halidir. Ancak bütün şuur halleri kendilerine özel bir düzen içinde tektek yaşandıkları halde aşk, kalabalık şuur hallerinin toplu halde şuura yaptıkları baskındır. Bu baskın şuur dışında, yani yaşarken varlığının farkında olmadığımız derinlerdeki ruh dünyamızdan gelir; onun taşarak şuur alanını kaplaması halidir. Bendini yıkan bir selin bağlan, ovaları ve ormanları doldurması gibi, bizdeki duygularla düşünceler ve kararlar aşkın baskını ile dolar, örtülür ve gözden kaybolurlar. Tereddütler, şüpheler ve korkular da öyle. Onlar da bağ ve bahçelerin dikenlerini ve çalılarını örten suyun baskını altında yok olurlar. Aşkın seli altında rühda ne hesap kalır, ne menfaat fikri, ne de kin. Ölçüler, hesaplar ve plânlar aşk tufanında silinen tarla ve bahçe sınırları gibi, eriyip giderler. Aşk, nazariye ve tenkidi de tanımaz. O mutlak hakikattir; bütünün varlığına iman halinde tek taraflı temaşadır; kendini alemde temaşadır; kendini âlemden ayrı görmeyen, Bir'den başka kemmiyet tanımayan, secde edenle edileni secdede birleştiren ilâhî sarhoşluktur. Fuzûli"nin diliyle:
"Öyle sermestem ki idrak etmezem dünya nedir" sözü aşkın tam ifadesidir (Nureddin Topçu Hareket. 1972. Sy: 77).
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder