İhvân-ı Safâ Risâleleri 1
| |
Kitabın Orjinal Adı
El-Ulûmu'n-Nâmûsiyye Ve’ş-Şer'iyye…İlahi ve Dînî Yasalara Dair İlimlerin
• Giriş (Burhan Sönmez)
• Çeviri Üzerine Not (Abdullah Kahraman)
• Risalelerin İçeriklerini Özetleyen Fihrist Bölümü [Fihristü’r-Resâil]
• Matematik Kısmının Birinci Risâlesi: Sayılar Hakkında
• Matematik Kısmının İkinci Risâlesi: Hendesede Geometri ve Mahiyeti
• Matematik Kısmının Üçüncü Risâlesi: Astronomi-Astroloji
• Matematik Kısmının Dördüncü Risâlesi: Coğrafya
• Matematik Kısmının Beşinci Risâlesi: Musiki
• Matematik Kısmının Altıncı Risâlesi: Ahlâkın Islahı ve Nefsin Terbiyesinde Sayısal ve Geometrik Oran
• Matematik Kısmının Yedinci Risâlesi: Bilimsel Sanatlar ve Amaçları Üzerine
• Matematik Kısmının Sekizinci Risâlesi: Pratik Sanatlar ve Amaçları Üzerine
• Matematik Kısmının Dokuzuncu Risâlesi: Ahlâkın Anlamı, Farklı Oluşunun Nedenleri ve Ahlâkî Hastalıkların Çeşitleri, Peygamberlerin Ahlâkına Dair Bazı Nükteler ve Filozofların Ahlâkının Özü Üzerine
• Matematik Kısmının Onuncu Risâlesi: İsagoci
• Matematik Kısmının On Birinci Risâlesi: Kategoriler (On Mekûlât) Üzerine
• Matematik Kısmının On ikinci Risâlesi: İbâre’nin (Peri Hermenias) Anlamı Üzerine
• Matematik Kısmının On Üçüncü Risâlesi: Birinci Analitikler’in Anlamı Üzerine
• Matematik Kısmının On Dördüncü Risâlesi: ikinci Analitiklerin (Burhân) Anlamı Üzerine
• Cisimsel-Doğal Bilimlerin (Tabiî-Cismânîlerin) Birinci
• (İhvân-ı Safâ Risalelerinin On Beşinci) Risalesi:
• Madde, Suret, Hareket, Zaman ve Mekânın ve Bunların Bir Kısmının Bir Kısmına
• İlave Edildiğinde Ortaya Çıkan Anlamların Açıklanmasına Dair
• Cisimsel-Doğal Bilimlerin İkinci (İhvân-ı Safâ Risalelerinin Onaltıncı) Risalesi:
• Sema ve Âlem Olarak Adlandırılıp Nefsin Islahı ve Ahlâkın Olgunlaştırılmasına Dair Cisimsel-Doğal Bilimlerin Üçüncü(İhvân-ı Safâ Risalelerinin Onyedinci) Risalesi: Oluş ve Bozuluşun Açıklanmasına Dair
• Cisimsel-Doğal Bilimlerin Dördüncü (İhvân-ı Safâ Risalelerinin Onyesekizinci) Risalesi: Meteorolojiye Dair
• Cisimsel-Doğal Bilimlerin Beşinci (İhvân-ı Safâ Risaleleri nin Ondokuzuncu) Risalesi: Madenlerin Oluşumunun Açıklamasına Dair
• Cisimsel-Doğal Bilimlerin Altıncı (İhvân-ı Safâ Risalelerinin Yirminci) Risalesi: Tabiatın Mahiyetine Dair
• Cisimsel-Doğal Bilimlerin Yedinci (İhvân-ı Safâ Risalelerinin Yirmibirinci) Risalesi: Bitkilerin Cinslerine Dair
• Cisimsel-Doğal Bilimlerin Sekizinci (İhvan-ı Safa Risalelerinin Yirmi Sekizinci) Risalesi: Hayvanların ve Hayvan Türlerinin Yaratılış Şekline Dair
• Cisimsel-Doğal Bilimlerin Dokuzuncu (Îhvan-I Safa Risaleleri nin Yirmi Üçüncü) Risalesi: Bedenin Oluşumuna Dair
• Cisimsel-Doğal Bilimlerin Onuncu (îhvan-ı Safa Risaleleri’nin Yirmi Üçüncü) Risâlesi:
• Nefsin Eğitilmesinde ve Ahlakın Düzeltilmesinde “Duyu (hâs) ve Duyum (mahsûs)”a Dair
• Cisimsel-Doğal Bilimlerin Onbirinci (İhvan-ı Safa Risalelerinin Yirmi Beşinci) Risalesi; Spermin Düştüğü Yere Dair
• Cisimsel-Doğal Bilimlerin Onikinci (İhvan ı Safa Risalelerinin Yirmialtıncı) Risâlesi: Filozflarm “İnsan Küçük Bir Alemdir” Görüşüne Dair
• Tabîî-Cismânî Şeylerin (el-Cismâniyyâtu t-tabîiyyât)
• On Üçüncü -İhvân-ı Safa Risâleleri’nin Yirmi Yedinci- Risâlesi: Tabiî-Beşerî Cisimlerde Tikel/Cüz’î Nefislerin Nasıl Meydana Geldiğine Dair
• Tabîî-Cismânî Şeylerin (el-Cismâniyyâtu t-tabîiyyât) On Dördüncü -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Yirmi Sekizinci- Risâlesi: İnsanın Bilimlere İlişkin Güç Yetirebilirliği; Bu Güç Yetirebilirliğin Bilgi Bakımından Hangi Sınıra Ulaşabileceği, Hangi Sınırda Sona Ereceği ve Hangi Üstünlüğe Kadar Yükselebileceğinin Açıklanması Hakkında
• Tabîî-Cismânî Şeylerin (el-Cismâniyyâtü’t-tabîiyyât) On Beşinci
• -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Yirmidokuzuncu- Risâlesi: Ölümün ve Hayatın Hikmetine Dair.
• Tabîî-Cismânî Şeylerin (el-Cismâniyyâtu t-tabîiyyât) On Altıncı -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Otuzuncu- Risâlesi: Lezzetlerin Nitelikleri, Hayatın ve Ölümün Hikmeti ile Bunların Mahiyetlerine Dair
• Tabîî-Cismânî Şeylerin (el-Cismâniyyâtut-tabîiyyât)
• On Yedinci-İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Otuz Birinci- Risâlesi: Dillerin, Yazı Şekillerinin ve İbarelerin Farklı Olmasının Sebeplerine Dair
• Aklî Nefsânîlerin/Nefis ve Akla Dair Olan Şeylerin (en-Nefsânîyyatu’l-akliyyât)
• Birinci -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Otuz İkinci- Risâlesi: Pisagorculara Göre Varlıkların/Mevcutların Aklî İlkeleri Hakkında
• Aklî Nefsânîlerin/Nefis ve Akla Dair Olan Şeylerin (en-Nefsânîyyatul-akliyyât)
• İkinci -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Otuz Üçüncü- Risâlesi: İhvân-ı Safâ’ya Göre Aklî İlkeler Hakkında
• Aklî Nefsânîlerin/Nefis ve Akla Dair Olan Şeylerin (en-Nefsânîyyatul-akliyyât)
• Üçüncü -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Otuz Dördüncü- Risâlesi: Filozofların “Âlem Büyük Bir İnsandır” Şeklindeki Görüşünün Manası Hakkında
• Aklî Nefsânîlerin/Nefis ve Akla Dair Olan Şeylerin (en-Nefsânîyyatul-akliyyât)
• Dördüncü -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Otuz Beşinci- Risâlesi: Akıl ve Ma’kûl/Akledilir Hakkında
• Aklî Nefsânîlerin/Nefis ve Akla Dair Olan Şeylerin (en-Nefsânîyyatu’l-akliyyat)
• Beşinci -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Otuz Altıncı- Risâlesi: Devirler ve Küresel Dönüşler (Edvâr ve Ekvâr) Hakkında
• Aklî Nefsânîlerin/Nefis ve Akla Dair Olan Şeylerin (en-Nefsânîyyatu'l-akliyyât) Altıncı -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Otuz Yedinci- Risâlesi: Aşkın Mahiyetine Dair
• Aklî Nefsânîlerin/Nefis ve Akla Dair Olan Şeylerin (en-Nefsânîyyâtu’l-akliyyât)
• Yedinci -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Otuz Sekizinci- Risâlesi: Öldükten Sonra Diriliş ve Kıyâmete Dair
• Aklî Nefsânîlerin/Nefis ve Akla Dair Olan Şeylerin (en-Nefsânîyyâtul-Akliyyât)
• Sekizinci -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Otuz Dokuzuncu- Risâlesi: Hareketlerin Cinslerinin Niceliği Hakkında
• Aklî Nefsânîlerin/Nefis ve Akla Dair Olan Şeylerin (en-Nefsâniyyâtu l-akliyyât) Dokuzuncu -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Kırkıncı- Risâlesi: Nedenler ve Nedenlilere Dair
• Aklî Nefsânîlerin/Nefis ve Akla Dair Olan Şeylerin (en-Nefsânîyyâtu l-Akliyyât) Onuncu -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Kırk Birinci- Risâlesi: Tanımlar ve Resimlere Dair
• İlahî ve Dînî Yasalara (el-Ulûmu’n-nâmûsiyyetü’l-ilâhiyye veş-şefiyye}
• Dair İlimlerin Birinci -İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin Kırk İkinci- Risâlesi: Mezheplere ve Dinlere Dair
• İlahi ve Dînî Yasalara Dair İlimlerin (el-Ulûmu’n-nâmûsiyye veş-şer'iyye)
• İkinci -İhvân-ı Safâ Risâlelerinin Kırk Üçüncü- Risâlesi Allah Azze ve Celle’ye Giden Yolun Mahiyetine Dair
• İlahi ve Dînî Yasalara Dair İlimlerin (el-Ulûmu’n-nâmûsiyye veş-şer'iyye)
• Üçüncü -İhvân-ı Safâ Risâlelerinin Kırk Dördüncü- Risâlesi İhvân-ı Safâ’nın İnancının ve Rabbânîlerin Mezhebinin Açıklanmasına Dair
• İlahi ve Dînî Yasalara Dair İlimlerin (el-Ulûmu’n-nâmûsiyye veş-şer'iyye)
• Dördüncü -İhvân-ı Safâ Risâlelerinin Kırk Beşinci- Risâlesi
• İhvân-ı Safâ’nın Birbirleriyle İlişki Şekli, Din ve Dünya Konusunda Birbirleriyle Yardımlaşmaları ve
• Samimi Şefkat ve Sevgilerine Dair
• İlahi ve Dînî Yaslara Dair İlimlerin (el-Ulûmu’n-nâmûsiyye veş-şer'iyye)
• Beşinci -İhvân-ı Safâ Risâlelerinin Kırk Altıncı- Risâlesi İmanın Mahiyeti ve Araştırmacı Müminlerin Özelliklerine Dair
• İlahi ve Dînî Yasalara Dair İlimlerin (el-Ulûmu’n-nâmûsiyye veş-şer'iyye)
• Altıncı -İhvân-ı Safâ Risâlelerinin Kırk Yedinci- Risâlesi İlahî Yasanın Mahiyeti, Nübüvvetin Şartları ve Özelliklerinin Niceliği, Rabbani ve İlahî Ekollere Dair
• İlahi ve Dînî Yasalara Dair İlimlerin (el-Ulûmu’n-nâmûsiyye veş-şer'iyye)
• Yedinci -İhvân-ı Safâ Risâlelerinin Kırk Sekizinci- Risâlesi Allah’a Davet Şekli Hakkındadır
• İlahi ve Dînî Yasalara Dair İlimlerin (el-Ulûmu’n-nâmûsiyye veş-şer'iyye)
• Sekizinci -İhvân-ı Safâ Risâlelerinin Kırk Dokuzuncu- Risâlesi
• Rûhânîlerin Hallerinin Niteliği Hakkında
• İlahi ve Dînî Yasalara Dair İlimlerin (el-Ulûmu’n-nâmûsiyye ve’ş-şer'iyye)
• Dokuzuncu -İhvân-ı Safâ Risâlelerinin Ellinci- Risâlesi Siyaset Çeşitlerinin Nitelikleri ve Niceliklerine Dair
• İlahi ve Dînî Yasalara Dair İlimlerin (el-Ulûmu’n-nâmûsiyye ve’ş-şer‘iyye)
• Onuncu -İhvân-ı Safâ Risâlelerinin Elli Birinci- Risâlesi Bütün Âlemin Düzeninin Niteliğine Dair
• İlahi ve Dînî YasalaraDair İlimlerin (el-Ulûmu’n-nâmûsiyye ve’ş-şer'iyye)
• On Birinci -İhvân-ı Safâ Risâlelerinin Elli İkinci- Risâlesi Sihir, Büyü ve Göz Değmesinin Mahiyeti Hakkında
Giriş
"Gelin! Bu bahçeye girin!” der İhvân-ı Safâ, “Arzu ettiğiniz meyvelerden yiyin! İstediğiniz kokulardan koklayın! Gönlünüzce eğlenip, istediğiniz yerde dolaşın! Sevinip neşelenin!”
Bir grup düşünürün ortak adı olan İhvân-ı Safâ, “arınmış kardeşler” veya “gönlü temiz kardeşler” anlamına gelir. İslam’ın dördüncü yüzyılında (dokuz yüzlerin sonu, binli yılların başı) Basra’da ortaya çıkmakla birlikte Bağdat’da da bir kolları bulunur. Ortak düşünce ve dayanışma içinde, fasikülden (risâleden) oluşan bir eser yazarlar.
İslam tarihinin ilk yüzyılları toplumsal kamplaşmaların ve düşünsel yarılmaların yaşandığı bir dönem olur. Akıl ile inancın, bağlanma ile sorgulamanın sarsıcı geriliminde Mutezileciler, Kelâmcılar, Felsefeciler ve Tasavvufçular kendilerine yer ararlar. Bâtınî Zâhirî ya da Sünni Şii diye bilinen ve uzlaşmaz bir hat izleyen eğilimler, toplumdaki bölünmeler içinde gelişir. İbni Sina, Eşari, daha sonra Gazali ve İbni Rüşd gibi düşünürlerin etrafında dönen tartışmalar, inanç ve hayat üzerindeki etkileriyle yayılır. Emeviler, Abbasiler, Fatımiler, Karmatiler, İsmaililer ve diğerleri, farklı fikirlerin ifade edildiği ama çok fazla kanın da aktığı bir süreçten geçerler. Tarih, keskin kılıçların olduğu kadar keskin fikirlerin de eşitsiz gelişiminde biçim alır.
İhvân-ı Safâ, bu derin yarılmaların ortasında belirir.
Akim rehberliğinde, kalbi arındırmaya ve insanı yükseltmeye gayret ederler. Din ile felsefenin, bilim ile ahlâkın iç bağlarla bütünleşmesi, insanlığın gelişme imkânını yaratır. İhvân-ı Safâ bu inançla, Sokrates’ten beri var olan geleneğe benzer şekilde, arınma yoluyla olgunlaşmaya yönelerek, “insan-ı küllî’nin peşine düşer. Yetkin insana ulaşmak için olgunlaşmak ve ahlâken güzelleşmek gerekir. Bu arzu, onları, “insanın ne olduğuna değil, ne olabileceğine” yani yaratıcı potansiyeline dair bir anlayışa götürür.
İhvân-ı Safâ öteki düşünce ve inançlara karşı hoşgörüyü özellikle vurgular. Hiçbir bilime düşman olunmamak, hiçbir kitaptan uzak durulmamalıdır onlara göre. Bütün dinlerin olumlu yanma vurgu yaparlar. İhvân-ı Safâ grubundan bir düşünürün şöyle dediği rivayet edilir:
“Din, hastaların; felsefe ise sağlıklı insanların tedavisiyle ilgilenir. Peygamberler hastaları, hastalıklarının artmaması, hatta onların bütünüyle iyileşmesi için tedavi ederler. Filozoflar ise herhangi bir hastalık bulaşmaması için, sağlıklı insanların sağlığını korur.”
Onların tek tek kendi adlarını kullanmak yerine ortak bir isim tercih etmeleri, dönemin baskıcı koşullarının yanı sıra “küllî” düşüncelerinin de bir yansımasıdır. Grubun tam adı İhvân-ı Safa ve Hullân-ı Vefâ Ehl-i Adi ve Ebnâ-i Hamd’dır. İslam üzerine araştırmalarıyla bilinen Goldziher, İhvân-ı Safâ adının Kelile ve Dimne söylencesinden alındığını belirtir. Söz ettiği hikâyede, bir avcıdan kurtulmak için birbirlerine yardım eden hayvanlar (güvercin, fare, kaplumbağa, gazel) başarıya ulaştıktan sonra hep birlikte “İhvân-ı safâ olduklarını” söylerler. Risâlelerde buna dönük ifadeler görülür. Kardeşine yardım etmenin, hatta gerekirse kendini feda etmenin yüceliği dile getirilir.
İhvân-ı Safâ içinde birbirine bağlı dört ayrı derece vardır: Birincisi on beş yaşını dolduran gençlerin oluşturduğu sanatkâr grubudur. İkinci derece, otuz yaşını dolduran ve akıl ve hikmeti bilen “liderler” grubudur. Üçüncü derece, kırk yaşını dolduran güçlü kralların derecesidir. Dördüncüsü ise, elli yaşını dolduran ve hakikate açık biçimde erişenlerin derecesidir.
Kim oldukları ve kaç kişi oldukları konusunda değişik teori ve söylentiler vardır. Kendilerini “Âdem babanın mağarasında uyuyanlar” olarak tanımlar ve “ashâb-ı keyf uykularını tamamlayarak uyandıklarını” söylerler. Ayda üç gece gerçekleşen toplantılarına yabancıları almazlar, ama düşüncelerini yaymaktan da geri durmazlar. İhvân-ı Safâ üyeleri arasında el-Besti, Zencani, Mukaddesi, Mihrcâni, Avfi, Rifai ve el-Sabi gibi isimler anılır. Etraflarındaki sır halesi bin yıldır kalkmamıştır. Risâleler’i, üç “gizli imam’dan (imam-ı mestûr) İkincisinin yazdığı iddia edildiği gibi, İhvân-ı Safayı İsmaililer’den Nusayrilere ve Dürzilere kadar değişik yapılara atfedenler de olur.
Abbasi halifesinin emriyle 1050 yılında İhvân-ı Safâ Risâleleri’nin (İbni Sina’nın eserleriyle birlikte) bütün kütüphanelerden toplanarak yakıldığı bilinir. Ancak Endülüslü düşünür Müslime, Doğuya seyahati sırasında risâleleri toplayarak, yok olmaktan kurtarır.
Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellem’den ilhamla, dünyanın bir hapishane olduğunu söyleyen İhvân-ı Safâ, buradan kurtulmanın yolunun bilgiyle arınmaktan geçtiğine inanır. Bu temelde insanın olgunlaşmasını ve ahlâkın düzeltilmesini dert edinerek, toplam 52 risâle ve bir de ek (Risâletu 1Câmia) yazarlar. Ansiklopedik bir niteliğe sahip bu eserde, matematikten müziğe, felsefeden gökbilimine ve sihirden aşka kadar pek çok konu, şiirsel bir dille tartışılır ve özenle işlenir.
Risâleler dört bölüm altında sınıflandırılır:
Matematiksel ve Eğitsel Bilimler. (On dört risâle)
Cisimsel-Doğal Bilimler. (On yedi risâle)
Psikolojik-Aklî Bilimler. (On risâle)
Metafizik Bilimler. (On bir risâle)
İhvân-ı Safâ, sayılara özel bir anlam yüklediği için, Risâlelerin ilk cildini matematik konusuna ayırır. Pisagorculardan (Pythagoras) ilhamla, varlığın aslını sayılara göre düşünür ve felsefelerini buna göre geliştirirler. Bilimsel sanatların ve ahlâkın yanı sıra musikiye de matematik bölümünde yer verirken, tıpkı Yunan ve İskenderiye filozofları gibi, melodi ve ritmlerle gök cisimlerinin hareketleri arasında bir ilişki kurarlar.
Doğal bilimlerin ele alındığı ikinci ciltte, madde-suret, zaman-mekân, hareket, meteoroloji, varlıklar, sesler ve işitme gücünün algılanması gibi konular işlenir. İhvân-ı Safâ, doğuş ve gelişme anlayışına eğilim göstererek dört ayrı varlık türü sıralar: Madenler, bitkiler, hayvanlar ve insanlar. Bunların her birinin alt tabakası bir alttaki varlığa, üst tabakası ise bir sonraki varlığa bağlanır. Madenlerin alt tabakası toprakla, üst tabakası bitkilerle bitişiktir. Yosun buradaki bir tür ara halkadır. Bitkilerin hayvanlara bağlanan yemişi ise hurmadır. Diğer bitkilerden farklı olduğu için hurma hayvani bir bitkidir. Dişi hurmanın aşılanması hayvanlarınkini andırır. Hurmanın baş tarafı kesildiğinde, artık gelişmez, tıpkı hayvanların ölmesi gibi. Hayvanların en gelişkini de insana en yakın olanıdır. Bunlar niteliklerine göre birkaç çeşittir: Fiziki benzerlik açısından maymun, zekâsıyla fil, organizasyon yeteneği açısından ise arı, insan ile hayvan arasındaki aralıkta yer alır.
Üçüncü ciltte psikolojik-aklî bilimler incelenirken, yeni-Platoncu bir yaklaşımla, feyz (taşma) ve sudûr (meydana gelme) öğretisi dile getirilir. Evrenin ve bütün maddelerin işleyişi, canlı bir bedene benzetilir ve evren “büyük insan” olarak adlandırılır. İhvân-ı Safâ, insanın bütün çabasının, tam bilgiyi elde etmek olduğuna inanır. Küllî Aklı bilmekle ve onun rehberliğinde ulaşabilecek bir amaçtır bu.
Dördüncü ciltte farklı görüşleri ve inançları ele alırken, din ile felsefe arasında köprüler kurmaktan ziyade içsel bağlar bulmaya çalışırlar. Farabi ve İbni Sina’nın başka biçimde tartıştıkları meselelere akıl düşürürler. Farklılıkların aşıldığı kapsayıcı bir dine doğru yol alırken, aklî bir inanç yaratma hayalinin ardına düşer ve din ile felsefeyi bu gayretle yoğurmaya çalışırlar. Bu bağlamda mesela şeytan inancı, dünyevileşmiş akıl ile tanımlanır. İhvân-ı Safâ’ya göre şeytan, rüştüne ulaşmış olan insandır. Çünkü öğüt dinlemez ve şehevî arzuların peşinden gider. Davranışları ve ahlâkı kötü olduğu için o da kötü insan olur.
52 risâleden sonra gelen beşinci ciltte, bütün risâlelerin özünü yansıtan bütünsel bir bakış sunulur. Bu konuda fihristte şöyle denir: “Bundan sonra, diğer risâlelerin hepsini özetleyen, onlardaki hakikatlerin tamamım içeren er-Risâletü’l-Câmia gelir... Er-Risâletü’1-Câmia, dile getirdiğimiz şeyler için en son gaye ve en son amaçtır.”
İhvân-ı Safâ Risâleleri olarak bilinen ve bin yıldır Doğudan Batıya geniş bir kültür ve düşün coğrafyasında önceleri nefesi sonraları ise hayaletiyle dolaşan bu eser, şimdi okunup, arınmış kalplerde yer edinmeyi bekler, yeniden.
“Ey kardeş!” der İhvân-ı Safâ, “bu risâleler, ilim isteklileri, hikmeti seçenler, özgürlüğü seven ve kurtuluşu tercih edenler içindir. Onları sadece hak edenlere vermek ve hak edenleri onlardan mahrum etmemek suretiyle, risâleler konusunda emanet hakkı yerine getirilmelidir. Çünkü risâleler; cilâ, şifa, nur ve ışıktır. Hatta onlar ilaç olamamışsa, hastalık gibidir, iyileştiremezse hasta eder; ıslah etmezse ifsat eder; kurtuluşa erdirmezse helâk eder. Tedavi eder, ama bazen hasta da edebilir. Öldürür de, diriltir de.”
Aradan bin yıl geçti.
Emanet hakkını yerine getiriyoruz.
Burhan Sönmez
Nisan 2012, İstanbul
Çeviri Üzerine Not
Kimlikleri ve görüşleri etrafında farklı yorumlar yapılan İhvân-ı Safâ’nın tam olarak ne düşündükleri, her biri diğeriyle ilişkili ve aynı mantık örgüsünün bir parçası olan bu risâlelerde gizlidir. Bu sebeple risâlelerin hiçbiri ihmal edilmeden ve kendi orijinal sıralarına göre okunması gerekmektedir. Şimdiye kadar bu topluluk ve risâleler üzerine yapılan yorumlar, büyük ihtimalle risâlelerin tamamı görülmeden yapılmıştır. En azından bu durum Türk okuyucular açısından böyledir. Çünkü risâlelerin tam Türkçe bir çevirisi henüz yayınlanmamıştır. Araştırmacıların bir kısmının doğrudan risâlelere müracaat etmek yerine, ya yabancı dillerdeki kısmi çevirilerine veya onlarla ilgili ikinci ve üçüncü el kaynaklara dayandıkları görülmektedir. Bu sebeple ilk defa bu risâleler orijinal dili olan Arapça’dan Türkçe’ye çevrilmektedir.
Risalelerin çevirisinde mümkün olduğu kadar sahasında uzman olan çevirmenlerden yararlanılmıştır. Farklı kişiler tarafından çevrilmekle birlikte baştan sona kadar Arapça metinle karşılaştırılarak üslup birliği kurulmaya çalışılmıştır. Her çeviri eserde olduğu gibi, bu çeviride de dil ve terminoloji sıkıntısı yaşanmıştır. Arapça bir kavramın dilimizde ittifak edilmiş bir karşılığı her zaman bulunmamaktadır. Bu sebeple terimlere yaklaşık bir anlam verilmekle birlikte, okuyucuya doğru manayı çağrıştırır düşüncesiyle, genel olarak orijinali parantez içerisinde korunmuştur.
Bütün çabalara rağmen çeviri olması ve insan elinden çıkması nedeniyle eksiklerin ve gözden kaçan hususların olabileceğini düşünmekteyiz. Bu konuda dikkatli okuyucuların ve iyi niyetli eleştirmenlerin uyarıları bizi sevindirecek ve doğruyu bulmamıza yardım edecektir.
Editör
Prof. Dr. Abdullah Kahraman
Risalelerin İçeriklerini Özetleyen Fihrist Bölümü
[Fihristu r-Resâil]
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
Risâlelerin Fihristi
Bu, bütün anlamları ve buradaki amaçlarının hakikati ile İhvânu’s-safâ ve Hullânu’lvefâ, Ehl-i Adi ve Ebnâu’l-hamd [Safâ Kardeşler, Vefalı Dostlar, Adalet Ehli ve Hamd Çocukları]’nın risâlelerinin fihristidir. Onlar, hâlis sûfilerin -ki hangi yörede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah onların itibarlarını korusunsözlerinden çeşitli bilimlere, dikkat çekici hikmetlere, edebin inceliklerine ve anlamların hakikatlerine ilişkin 52 risâledir. Risâleler dört bölüme ayrılmıştır:
Riyazî-Tâlîmî (Matematiksel ve Eğitsel) Bilimler,
Cismânî-Tabîî (Cisimsel-Doğal) Bilimler,
Nefsânî (Psikolojik)-Aklî Bilimler,
Dinî-İlâhî (Metafizik) Bilimler.
Matematiksel ve Eğitsel Bilimler on dört risâledir:
Birinci risâle; “Sayı” [el-‘adâd] ve onun mahiyeti, niceliği, niteliği ve özellikleri hakkındadır. Bu risâle ile amaçlanan hedef, felsefeye yeni başlayanların, hikmeti tercih edenlerin, eşyanın hakikatleri üzerine düşünenlerin ve bütün var olanların nedenleri hakkında araştırma yapanların nefislerinin terbiyesidir. Bu risâlede sayının zihinlerdeki suretinin [heyûlâ] *, var olanların maddedeki suretlerineuygun düştüğünün, sayının en üstün âlemden bir örnek olduğunun, nefsini terbiye etmeye çalışan kişinin, sayı bilimini öğrendikten sonra diğer matematiksel ve tabiat bilimlerini öğrenme aşamasına geçebileceğinin açıklaması da mevcuttur. Sayı bilimi, bilimlerin aslı, hikmetin temeli, marifetlerin başlangıcı ve anlamların ana unsurudur.
İkinci risâlerisâle; “Hendese [Geometri]”nin esasını oluşturanların, kaç çeşit olduğunun ve içerdiği konuların niteliğinin açıklanması hakkındadır. Bu risâle ile ulaşılmak istenen, zihinleri gözle görülen şeylerle [mahsûsât] aklî olanlara [ma’kûlât], cisimsel varlıklardan ruhanî varlıklara, maddî varlıklardan maddeden soyutlanmış varlıklara yönlendirmek ve ço-
1. Heyûlâ: Bütün cisimlerin varsayılan özü. Eşyanın gerçek olan kısmı. Zihinde tasarlanan şey. ‘Adâd ilminde, sayıların zihinlerdeki sûreti. (y.h.n.)
ğalmayan, artmayan, [basit] birleşme ile bireyselleşmeyen [el-mevcudât-ı gayrı mürekkeb], bir miktar ile sınırlandırılmayan, çizgi vb. şeylerle sınırları belirlenemeyen soyut suret, salt ruhanî cevherler, açık olarak bilinemeyen, zaman ve mekân üstü yüce bireysel varlıklar... gibi basit cevherlerin nasıl görülebileceği, hendese ilmi çerçevesinde bunların nasıl ilişkilendirileceği, onların nasıl bilinebileceği ve nefsin onlara nasıl yükselebileceği konularını araştırmaktır.
Üçüncü risâle; “Giriş” mahiyetindedir ve “Yıldızlar” hakkındadır. Feleklerin [gök cisimlerinin] oluşumundan, burçların nitelikleri, gezegenlerin seyri ve onların bu âlemdeki etkilerinden, doğuranların [ümmühât] ve doğumların büyüme, yıpranma, oluş ve bozuluşla yıldızlardan nasıl etkilendiğinden bahseder. Bu risâlerisâlenin amacı, temiz nefisleri felekler âlemine ve göklerin tabakalarına, ruhanî varlıkların, mukarreb meleklerin, mele-i â’lâ’ya, en üstün cevherlerin konaklama yerlerine yükselmeye ve Rûhul-Emîn’e [Faal Akla] ulaşmaya teşvik etmektir.
Dördüncü risâle; “Mûsikî” hakkında olup, telif (ses ve nağmeleri düzenleyip uyumlu hale getirme) sanatı bilimine giriştir. Burada nağmelerin ve onlarla uyumlu melodilerin, -tıpkı ilaçların, diğer içeceklerin ve panzehirlerin canlıların bedenlerindeki etkileri gibidinleyenlerin nefislerindeki etkileri, gök cisimlerinin, hareketleri, dönüşleri ve birbiriyle sürtünmeleri esnasında ut, tambur ve sazların çıkardığı nağmeler gibi, güzel, beğenilen ve kulağa hoş gelen, düzensiz nağmeler çıkardıkları açıklanır. Bu risâlenin amacı, insanî-melekî düşünen nefisleri, bedenlerinden ayrıldıktan -ki bu ölüm olarak adlandırılır-sonra oraya (ruhanî-semavî âleme) yükselmeye teşvik etmektir. Çünkü Allah’ın şu ifadesiyle açıkladığı gibi, Peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin, hakikatleri düşünüp inceden inceye araştıran sâlihlerin ruhlarının yükseldiği yer orasıdır: “Hayır, hayır! İyilikseverler için yazgı, kesinlikle Yüce Cennet’tir (İlliyyûn). Kim söyleyecek sana Yüce Cennet’in ne olduğunu, O yazılmış bir yazgıdır.”.
Beşinci risâle; “Coğrafya”, yani yeryüzünün ve çeşitli bölgelerin biçimi hakkındadır. Burada yeryüzünün; üzerindeki bütün dağlar, denizler, çöller, akarsular, şehirler ve köyler ile birlikte küre şeklinde ve canlı olduğu, tamamen bir canlı suretine benzediği ve bütün organları ve cüzleriyle, zâhiri ve bâtını ile Allah’a ibadet ettiği; yeryüzünün haritasının, takdirinin, yollarının ve ülkelerinin nasıl olduğu açıklanır. Bu risâleden amaç; nefsin bu âleme geliş nedeni, onun (bedenle) nasıl birleştiği, başka şeylerle ilişkisinin ve duyu organlarını kullanmasının, kıyas için çıkarımda bulunmasının nedeni ve kurtuluşunun nasıl olacağı konusunda uyarıda bulunmak, Allah’ın bize getirdiği deliller, iç dünyamızda ve dış dünyada bize gösterdiği işaretler üzerine düşünmeye teşvik etmektir. Ki bu sayede araştırmacı için hakikat ortaya çıkar da ona sarılır, onun peşinde koşar, bütün hallerinde Allah’a tevekkül eder; emelleri sona erip ecel yaklaşmadan, üzüntü ve pişmanlık hissetmeden ve ömrü sona ermeden önce, kendisini ahiret yurdu için azık biriktirmeye ve oraya göç etmeye hazırlar.
Altıncı risâle; “Sayısal ve Geometrik Oranlar, sesler arasındaki uyum ve ilişkiler, bunların çeşitleri ve aralarındaki düzenin nasıl olduğu” hakkındadır. Bu risâlede ulaşılmak istenen; akıllı insanların nefslerine bilimlerin sırlarını, hakikatlerini ve gizli yönlerini, hikmetlerin anlamlarını ve batınî yönlerini çözmede rehberlik etmektir. Güçleri farklı, suretleri birbirine benzemeyen, tabiatları birbirine zıt olan varlıkların, ancak dengeli bir oranda bir araya gelmeleri durumunda bir uyum ortaya koyabilecekleri ve varlıklarını sürdürebileceklerine vâkıf olmak. Eğer bu, dengeli bir oranda gerçekleşmezse, düzensizlik ve ayrışma ortaya çıkar ve nihayet bu varlıklar dağılıp yok olur. Zaten herhangi bir şeyin düzeni ve dengesi, ondaki uyuma ve [kendi dışındaki varlıklarla] kaynaşıp bütünleşmenin sağlıklı oluşuna bağlıdır. Bunun niceliğini ve niteliğini bilmekle insan, bütün sanatlarda mahir ve yetenekli olur, onlarda kendini gösterir.
Yedinci risâle; “Bilimsel ve Kuramsal [nazarî] Sanatlar ve bunların bölümlerinin niceliği, derecelerinin niteliği, yöntemlerinin ve ekollerinin açıklanması” hakkındadır. Bu risâleden amaç; bilimlerin çeşitlerinin, hikmetlerin türlerinin belirlenmesi, bunların arazlarının ve hakikatlerinin açıklanması, ilim ve hikmet isteğinin önünü açmak, onların zamanını belirlemek, onlara ulaşmanın ve onları bilmenin yolunu açıklamaktır.
Sekizinci risâle; “Pratik ve meslekî sanatlarla, bunların çeşitlerinin belirlenmesi” hakkındadır. Bu risâledeki amaç; arazların cevherler marifetiyle, hakikatte etkin olup da açıkta olmayan bütün sanatları ortaya çıkaran, bu sanatları bedenleri için kullanarak onlara hizmet eden cevherleri bilme konusunda gafil nefislere uyarıda bulunmaktır. Çünkü sanatlar için bu cevherler, nefisler için -amaçları ve ihtiyaçları farklı olmasına rağmen amaçlarına ulaşmak üzere kullandıkları aletler hükmündedir.
Dokuzuncu risâle; “Ahlâkın Farklı Oluşunun ve bu farklılığın sebeplerinin açıklanması, Peygamberlerin âdâbı ve sünnetlerinden bazı anekdotlar, filozofların ahlâkının ve yaşantılarının esasları” hakkındadır. Bu risâlenin amacı; nefislerin olgunlaştırılması ve ahlâkın iyileştirilmesidir ki, sonsuzluğa, kalıcı sevince, dünya ve ahirette sonsuz mutluluğun yetkinliğine ancak bu iki şeyin gerçekleştirilmesiyle ulaşılır.
Onuncu risâle; “İsagoci” hakkındadır ki o, filozofların mantıkta, sözlerinde ve diyaloglarında, kitaplarında, delillerinde ve kanıtlamalarında kullandığı altı lafızdır. Bu risâleden amaç; insanın özünü var kılan, onu tamamlayan ve ona sonsuzluğu öğreten, yine ona mantıkî, lügavî ve felsefî ifade arasındaki farkı ve bunların her birinin hakikatinin ne olduğunu bildiren şeye dikkat çekmek; dili kontrol altına alıp yanlıştan korumak ve doğruya yönlendirmek için dilbilgisine ihtiyaç hissedildiği gibi, aklı kontrol edip hakikatlere yönlendirmek, onu hata ve yanlışlardan korumak için ihtiyaç duyulan şeyleri açıklamaktır. Çünkü mantık sanatının akılla ve aklî olanla ilişkisi, tıpkı gramer sanatının dil ve sözlerle ilişkisi gibidir.
On birinci risâle; “Kategoriler” hakkındadır ki orada her biri varlıklardan birinin cins ismi olan on lafız, yani küllî akledilirler açıklanır. Bu risâleden amaç; her biri bir cins olarak adlandırılan bu on kategoride toplanan bütün var olanların anlamlarını açıklamaktır. Cinsler kategorilere dâhildir. Sonra cinslerin türlere, türlerin bireylere [şa/ııs], bireylerin de özlere [ümmühât] nasıl bölündüğü, bunların hepsinin edebiyat, bilim ve hikmet bahçeleri, nefislerin meyveleri ve ruhların gezinti yerleri olduğu açıklanır.
On ikinci risâle; “Peri Hermenias” hakkındadır. Bu, ibareler üzerine konuşmak, anlamlara hakkını vermek ve onları açıklamaktır. Bu risâleden amaç; basit, tekil ve kesin ifadeleri, doğru ve yalan şeklinde bölünen yüklendi önermeleri tanımlamak, kıyas öncüllerinin nasıl elde edildiğini, basit, tekil lafızlardan olumlu ve olumsuz olarak nasıl düzenlendiğini, ifadelerin nasıl bölümlendiğini ve bunların kesin olanlarından burhânî öncüllerin nasıl oluşturulduğunu açıklamak, ayrıca isim, kelime, mutlak, kesin, olumlu, olumsuz, neticelendirilmiş, düz, neticelendirilmemiş, ikili, üçlü ve dörtlü yargılar, zorunlu, mümkün ve imkânsız, karşıt, eksik ve mantık öncüllerinde ihtiyaç duyulan diğer kavramları tanımlamaktır.
On üçüncü risâle; “Birinci Analitikler”, yani Kıyas hakkındadır. Bu risâlenin amacı; filozofların ve kelâmcıların, düşüncelerini ve yordamlarını delillendirmede, iddialarında, açıklamalarında ve tartışmalarında kullandıkları kıyasın çeşitlerini, kıyasın doğru sözü yalandan, yanlış kanaati doğrusundan, doğru davranışı yanlışından ayırt edebilmek için filozofların ortaya koyduğu âdil bir ölçü olduğunu; kıyasın ne zaman, hangi şeyden ve nasıl yapıldığını, hangi kıyasın doğru, hangisinin yanlış olduğunu açıklamaktır.
On dördüncü risâle; “İkinci Analitikler”, yani Burhân hakkındadır. Bu risâlenin amacı; içinde hata ve yanlış bulunmayan doğru kıyasın -ki bu “burhân” olarak adlandırılırnasıl yapıldığını, burhânm; derin görüşlerin ölçü ve dengesi olduğunu, adaletli bir ölçü ikame ettiğini, bu görüşlerin ölçülerinin; doğru ve yanlış arasındaki farkın ölçüsünün, hakkı batıldan ayırt eden metafizikçi filozofların kullandığı ilk aklî bilgiler olduğunu açıklamaktır. Apaçık hakikat ve yakîn bilgi de bu bölümde açıklanır.
Matematiksel ve eğitsel, felsefî bilimler böyle tamamlanır.
Cismânî-Tabiî (Cisimsel-Doğal) Bilimlere ilişkin risâleler ise on yedi tanedir:
Birinci risâle; “Madde ve Sûret” ile onların mahiyeti, zaman, mekân ve hareket kavramları ile filozofların bunların hakikat ve niteliklerine dair sözleri hakkındadır. Bu risâleden amaç cismin mahiyetini ve hakikatini, ona özgü ayrılmaz ve geçici arazları, onun varlığını devam ettiren ve tamamlayıcısı olan suretleri tanımlamaktır. Bu risâle “Fizik” olarak da adlandırılmıştır.
İkinci risâle; “Gökyüzü ve Âlem”, gökyüzü tabakalarının ve gök cisimlerinin oluşumunun niteliğinin, büyük Arş’ın ve geniş Kürsî’nin mahiyetinin açıklanması hakkındadır. Bu risâleden amaç; gök cisimlerinin harekete geçirilmesinin, gezegenlerin tesirlerinin, akışlarının niteliğini ve bunların tümünü birbiriyle uyumlu şekilde hareketlendirenin, o kutsal ruh ve küllî felekî nefis olduğunu açıklamaktır. Üçüncü risâle; “Oluş ve Bozuluş [kevn ve fesâd]” hakkındadır. Bu risâleden amaç; toprak, su, hava ve ateşten ibaret olan dört unsurdan her birine varlık veren [mukavvim] suretlerin içeriğini, dört unsurun maden, bitki ve hayvanların kendilerinden meydana geldiği küllî ana unsurlar olduğunu; nitelikleri farklı olmakla birlikte, etraflarında gök cisimlerinin dönüşüyle ve yıldızların ışıklarını onlara doğru göndermesiyle dört unsurun birbirine nasıl dönüştüğünü; onlar [dört ana unsur] üzerinde etkin olan ve onların her birinin yetkinliğine ve gayelerine ulaşmaları için hareket veren Tabiatın Küllî-Felekî Nefsin güçlerinden bir güç ve onlarla görevlendirilmiş melekler topluluğundan bir melek olduğunu; onları, kendileri için belirlenmiş olan gayeyi gerçekleştirmeye sevk ettiğini açıklamaktır.
Dördüncü risâle; “Meteoroloji” hakkındadır. Bu risâleden amaç; meteorolojik olayların, ışık ve karanlık, sıcak ve soğuk türünden hava değişimlerinin, deniz ve nehirlerden gelen rüzgâr akımlarının ve bunlardan meydana gelen bulutlar, sis, çiğ ve nem, yağmur, gök gürültüsü ve şimşek, kar ve dolu, ışık halkası ve gök kuşağı, yıldız kaymaları, kuyruklu yıldız vb. şeylerin mahiyetini açıklamaktır.
Beşinci risâle; “Madenlerin Oluşumunun Niteliği, Madenî Cevherlerin Niceliği ve Farklı Oluşlarının Nedeni, Bunların Yerin Derinliklerinde Nasıl Oluştuğu” hakkındadır. Bu risâleden amaç; madenî cevherlerin, Felekî Küllî Nefsin güçlerinden biri olan ve ay altı âlemde bulunan Tabiatın -bütün varlıkların Musavviri olan ve her şeyi yoktan var eden Yaratıcının izniyle-etki ettiği ilk şeyler olduğunu, cüz’î nefislerin madenî cevherlerden başlayarak aşağıların aşağısından; yeryüzünün merkezinden yücelerin yücesine; göklerin üzerine ve felekler âlemine, gerçek takva sahibi olan ebrâr (iyiler) ve seçilmiş ahyâr (hayırlı kimseler) makamına, nebilerin ve resullerin derecesine yükseleceğini açıklamaktır. Bu, cüz’î nefislerin geçtiği ilk yoldur. Sonra oluş ve büyüme sayesinde bitkiler; sonra oluş, büyüme ve duyu sayesinde hayvanlar; sonra da oluş, büyüme, duyu, akıl, soyutlama -ve melekler topluluğuna katılmak suretiyle-insan bu yolda yükselir. Melekler topluluğu ise feleklerde iskân etmiş olanlar ve “semâvât ehli” denilen en üstün topluluk (mele-i a’lâ)’dan ibarettir.
Altıncı risâle; “Tabiatın Mahiyeti” ve onun dört unsur ile onlardan meydana gelmiş olan maden, bitki ve hayvanlardaki fiillerinin niteliği, düşünerek ve arzuyla yapılan fiilden farklı olan iradî fiil ile doğal ve baskı altında yapılandan farklı olan zorunlu fiil arasındaki fark hakkındadır. Bu risâleden amaç; gafilleri, nefsin fiilleri ve cevherinin mahiyeti hakkında uyarmak, meleklerin çeşitlerini açıklamaktır ki filozoflar melekleri; yeni oluşan şeyleri -suretlerini yetkinleştirmeye ve amaçlarını gerçekleştirmeye yönlendirmek suretiyleoluşturmakla görevli “yıldızların rûhânîleri” olarak adlandırmışlardır.
Yedinci risâle; “Bitkilerin Çeşitleri” ve türleri ile nefsin büyüme güçlerinin bitkilere nasıl nüfûz ettiği hakkındadır. Bu risâleden amaç; bitki çeşitlerini belirlemek, onların nasıl oluşup geliştiklerini, yapraklarının, çiçeklerinin, meyvelerinin, tanelerinin, tohumlarının, reçinelerinin, kabuklarının, köklerinin ve dallarının şekil ve renklerinin, tat ve kokularının farklıhğımbitkilerin alt derecesinin madenlerin üst derecesine; üst derecesinin ise hayvanların alt derecesine bitişik olduğunu açıklamaktır.
Sekizinci risâle; “Hayvanların Çeşitleri”, bedenlerinin hârikalığı ve hallerinin gariplikleri hakkındadır. Bu risâleden amaç; hayvanların çeşitlerini, onların türlerinin niceliğini, suretlerinin, tabiatlarının ve huylarının farklılığını, oluşumlarının, yavrulamalarının, üremelerinin nasıl olduğunu ve yavrularını nasıl eğittiklerini açıklamak; hayvani varlık tabakasının başlangıcının, bitkilerin üst derecesine; sonunun İnsanî varlık tabakasının başlangıcına; İnsanî varlık tabakasının sonunun ise atmosferin, feleklerin ve gök tabakalarının sakinleri olan meleklerin derecelerinin başlangıcına bitişik olduğunu; bazı hayvanların nefislerinin, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insanın nefsine secde eden melekler olduğunu; bazılarının nefislerinin insanın karşısında eğildiğini; bazı hayvan nefislerinin ise oluş ve bozuluş âleminin (âlemu’l-kevni ve’l-fesâd) cehennemine batmış, isyankâr şeytanlar olduğunu; insanın, eğer iyi ve akıllı olursa, yaratıkların en hayırlısı üstün bir melek olacağını; şerir olduğu takdirde ise yaratıkların en kötüsü olan kovulmuş şeytan olacağını beyan etmektir.
Dokuzuncu risâle; “İnsan Bedeninin Bileşik Oluşu” ve onun “küçük âlem” olduğunun, insan bedeninin yapısının erdemli şehre; nefsinin ise bu şehirdeki krala benzediğinin açıklanması hakkındadır. Bu risâleden amaç; insanın bedenini ve bedeninin yapısını tanıması; onun bedenî duruşunun hayvani suretlerin en üstünü olduğunu; insanın bedenî yapısının levh-i mahfuzdaki “âlemin bir özeti”; cennet ile cehennem arasında uzatılmış “sırat”; Allah’ın, yaratıkları arasında koyduğu “adalet terazisi”, O’nun kendi eliyle yazdığı “kitap”; sanatkârâne bir biçimde bizzat ortaya koyduğu “sanatı”; bizzat yoktan var ettiği “kelime’si; İnsanî nefsin ise Allah’ın yeryüzünde yaratıkları arasında hükmeden, O’nun, eksik sıfatlardan münezzeh oluşuna delâlet eden ve belirli bir süre süflî âlemde amel eden “halifesi” olduğunu; sonra da bu dünyadan göç ettiğinde “ulvî âlemin süsü” olacağını ve özsel (zâti) varlığım sonsuza kadar koruyacağım halife tayin edilmiş olan insanın, kendini tanımakla, kendisini halife tayin eden, ona sürekli, ebedî ve sonsuz nimetler kazanarak kendisine ulaşma ve katma yaklaşma imkânı lütfeden Rabbini tanıyacağını açıklamaktır.
Onuncu risâle; “Duyu ve Duyum [hissî ve mahsûs]” hakkındadır. Bu risâleden amaç; duyuların, duyulurları [mahsûsât] nasıl algıladığını ve duyu gücü aracılığıyla onlarla nasıl birleştiğini; onların (duyulurların) birleştirici ruhânî ortak duyu ile nasıl bitişik olduğunu; dış duyu güçlerinin, ortak duyudan kaynaklandığını açıklamaktır. Dış duyu güçleri [havas-ı zâhiri], birçok nokta ile merkezden çevreye doğru açılan, fakat tekbir noktaya dönen çizgiler gibidir. Bu, ruhanî menzillerin ilkidir. Çünkü ona götüren duyu gücü, bir açıdan cismânî, bir açıdan ruhânîdir. İç ortak duyu salt ruhânîdir. Çünkü -her ne kadar o, gerçekte bölünme kabul etmese de-onun bir miktarı (cüz’ü) ile ilgili hüküm, tamamının hükmüdür. Onun bir şeyi tasavvur etmesi, onu algılayıp beynin ön kısmında bulunan hayal (mütehayyile) gücüne iletmesiyle gerçekleşir. O da iç ortak duyunun bu algısını, ayrıştırıp netleştirmesi ve hakikatlerini bilmesi için, beynin orta kısmında bulunan düşünme (müfekkira) gücüne ulaştırır. Sonra da -bu algı ister güvenilir olsun, isterse olmasınonu, hatırlayacağı vakte kadar koruyup muhafaza etmesi için, beynin arka kısmında bulunan hâfıza ve hatırlama (zâkira) gücüne iletir. Sonra da onu, insanın özü (zâtı) olan, her şeyi yönetip yönlendiren, özü gereği bâkî olan, bütün anlamları ve formları soyutlayan, sonra da bu soyutlanmış anlam ve formları, kendinde yerleşmiş olarak bulunan tasavvurlardan ayrıştıran düşünme (nâtıka-âkıle) gücüne gönderir. O, birinci aracılığıyla gerçekleşen nâtıka gücüdür. Bu form, onun için madde ve konu konumundadır. Kezâ dışa yönelik düşünme ile ilgili düşünme gücü (kuvve-i mutebera), diller aracılığıyla (fonksiyonunu icra eden) üçüncü tarzda bir düşünme (nâtıka) gücüdür. Bu güç ilk aşamada ikinci nefsin tasavvur ettiği bir şeyi dışa vurmaya niyetlendiğinde, bu gerçekte İlâhî bir düşünmedir (nutk-u İlâhî). Çünkü o ikisi maddeden, yani cisimden soyut olduklarından dolayı, tek cevherdir. (Bu soyutlanan formlar), etkinliğini dilde ortaya koyan nâtıka gücüne iletilir. Nâtıka gücü onları, zihinden çıkıp sanat gücüne intikal eden anlamlara delâlet eden lâfızlarla muhataplarına anlatır. Sanat gücünün aleti, levha yüzeylerine ve defter sayfalarına kalemle yazı yazdığı ellerdir. Bu lafızlar, ilimlerin özsel formlarının, yani önceki insanlardan sonunculara kadar korunmuş ve bugünden kıyamete kadar gelecek nesle hitap eden anlamlarının devam etmesi için gerekli olan konuşma ve kelâmdır.
On birinci risâle; “Spermin Ana Rahmine Düşmesi”, aydan aya durumu değişen sperm [nutfe] ile heyûlânî nefsin nasıl ilişkilendiği; güneşin, feleğin üçte biri uzunluğundaki mesafeyi kat ettiği dört ayda bedenin mizaç ve terkibinin oluşmasında yıldızların ruhanîlerinin etkilerinin neler olduğu; burçların suyumsu, havamsı, toprağımsı ve ateşimsi tabiatlarının bedenin mizacına nasıl tam olarak yansıdığı; sonra diğer dört ayda burçların bedenle birleşmiş olan nefis üzerindeki fiilî etkilerinin keyfiyeti ve bu nefsin, tabiatına uygun düşen, ilk aşamada bilkuvve olan yatkınlığı ve yetenekleri nasıl kabul ettiği; spermin ana rahmine düşüşünün dokuzuncu ayındaki doğumundan sonra da ilerleyen zamanla halden hale intikal ederek, bu yeteneklerin, gelecek ömründe akıl ve tasavvuru, ahlâkı ve çeşitli davranışları, ilim, edep ve hikmetleri, farklı görüşleri kabul aşamasında nasıl bilfiil hale geldiği hakkındadır. Bu risâleden amaç; basit nefislerin, renk, şekil vb. arazlar aracılığıyla belirli, duyulur cüz’î cisimlerle birleşip somut olarak ortaya çıkışından önceki durumlarını haber vermek; bünyenin tamamlanması ve suretin olgunlaşabilmesine yönelik olarak ceninin ana rahminde kalış süresinin; bedenin mükemmelleşmesi, organlarının hazırlanması ve bedenin nefis ve onun güçleriyle birleşerek bu güçlerin bedende yayılıp tam anlamıyla yerleşmesi için “ilk yetkinlik dönemi” olduğunu bildirmektir.
On ikinci risâle; filozofların “însan Küçük Âlemdir” sözünün anlamı hakkındadır. İnsan bedeninin sureti, cismanî büyük âlemin suretine benzemekte, insan nefsinin halleri, onun cevherinin hakikati ve nefsin güçlerinin bedenî yapıya nüfuz edişi ise, melek, cin ve şeytan gibi ruhanî yaratıkların ve bütün canlıların ruhlarının hallerine benzemektedir. İnsan, cismanî ve ruhanî her iki âlemin özetidir. Yaratılıştan yönetmeye yatkındır. Hakikatte insan, bu âlemin özü, özeti ve meyvesi, bulanık yüzü ve tortusudur. Cismanî anlamların son, ruhanî anlamların ise ilk cevheri olması bakımından insan; her iki âlemin birbirine bitişik sınırı, her iki yetkinliğin temeli, özsel varlığının gerçekleşmesiyle akledilir, niteliğinin gerçekleşmesiyle ise duyulur olan cevher gibidir. Yine o, bir açıdan özü gereği hayat, bir açıdan hayat sahibi; bir açıdan kendi başına varlığını sürdüren, başka bir açıdan başkasıyla sürdüren; gizli bir anlama işaret eden ve onu içeren, başkası için de bu anlamla anlaşılır olan şey; başka bir açıdan içinde bir yönüyle yetkinlik, bir yönüyle de yetkinliğin en son aşamasını barındıran yumurtanın bulunduğu rahim gibidir. Bilkuvve uçan kuş var olduğu sürece, yuva gerekli olan bir şeydir. Kuş yetkinleştiğinde yuvadan uçar ve bilfiil uçan kuş olur. Yine insan, bölünen ile bölünmeyen (bileşik ile basit) arasında orta bir yerde bulunan açı gibidir. Sonra nokta her iki durumu, yani basit ile bileşiği toplayıp birleştirir. Keza insan, bir çizgiyle ruhanilere, bir çizgiyle de cismanîlere uzanan nübüvvet gibidir. Sonra vahiy bu iki tarafı birleştirir, ilham bu iki sınırı ihtiva eder. İnsan ise, bu evreni kuşatan (muhit felek) gibidir ki o, herhangi bir mekânı olmadığı halde mekân sahibi olan yüzeydir.
Bu risâleden amaç; basit nefislerin bireyselleşip, cüz’î cisimlerle ve duyusal nesnelerle birleşmeden önceki halini, belirli bir süre için onlarla birleşmesinin nedenini, amacına ulaştıktan sonra onlardan ayrılma durumunu, insanın kendi cevherini ve mahiyetini, nefsinin niteliğini, özünün hakikatini nasıl bilebileceğini; var olanların hepsinin anlamlarının onun özünde toplandığını, onun bütün âleme benzediğini ve her şeyi kuşattığını, uyanık olup, hayatı boyunca doğru düşünerek, doğruyu seçip ona yönelerek fırsatları değerlendirmesi gerektiğini bildirmektir. Çünkü Allah onu bunun için yaratmıştır. O, onu yaşatan, ona birtakım şeyleri açıklayan, onun varlığını devam ettiren ve onu yeniden diriltecek olandır. Ama O, onu bazı hastalık ve belalarla imtihan eder, sonra ona şifa verir, kurtuluş yolunu gösterip sonsuzluğu ve ebedi nimetleri lütfeder. Allah dilediğini doğru yola hidayet eder.
On üçüncü risâle; “Cüz’î Nefislerin İnsanî Bedenlerde ve Doğal Cisimlerde Nasıl Yayıldığı” hakkındadır. Bu risâleden amaç; insanın, (halden hale) intikalinin sürekliliği ve durumlarının değişmesiyle emellerinin sonuna ve dönüş yerine, meleklerin rütbesine, ruhanîlerin derecelerine, karar yurduna ve iyilerin mekânına nasıl ulaşacağını, keza maddeden sıyrılıp (salt) iradeye ulaştığı anda, öldükten sonra ya da önce formel varlığı ve nurlu cevheriyle mutluluğun en üst düzeyine nasıl erişeceğini açıklamaktır.
On dördüncü risâle; “İnsanın Bilimlerdeki Gücünün Sınırının Açıklanması”, yani onun ilimlerdeki hedefinin hangi amaca yönelik olduğu ve buradan hangi şerefi elde edeceği hakkındadır. Bu risâleden amaç; marifetullah konusunda uyarıda bulunmak, O’na yönelip O’na ulaşmaya çalışmak, O’nun huzurunda durmak ve bütünüyle O’na dönmek. Nitekim başlangıç Ondan, dönüş O’na ve ulaşılacak en son nokta O’dur.
On beşinci risâle; “Hayat ve Ölümün Mahiyeti” ve bu dünyada, bu oluş ve bozuluş âleminde ölümün varlığının hikmeti, meâd (Allah’a dönüş)ün hakikatinin ne olduğu hakkındadır. Bu risâleden amaç; düşünen nefislerin beşerî bedenlerle ilişkisinin, bu nefislerin, ölüm vaktine kadar cüz’î bireylerle beraberliğinin nedeninin, (bu beraberlik) fırsatını kaçırmadan (ölüm gelmeden) önce (ona) hazırlanmanın niteliğinin, kurtuluş mümkün olduğu ve göz önünde bulunduğu, bedenler var olduğu, organlar sağlam olduğu sürece acele etmenin açıklanmasıdır. Öldükten, yani ruhun bedenden ayrılıp onu kullanmayı terk ederek onun verdiği sıkıntıdan kurtulup huzura kavuşması, -kendi âlemine dönüp en son hedefine ulaşmasından sonra nefsin bekası nedeniyleölümü küçümsemek, (zihnen) ondan uzak durmak ve ölüm korkusundan sıyrılmaktır. Yok olmayan ve değişmeyen ebedî sonsuzluğa ulaşmanın yolu, (ruhun) intikalin, yok olmanın ve halden hale geçişin nedeni olan değişken bedenden ayrılmasından başka bir şey değildir.
On altıncı risâle; “Cismanî ve Ruhanî Lezzet ve Elemlerin Mahiyeti”, canlıların ölümden hoşlanmamalarının nedeni, nefislerin bedenler aracılığıyla ulaştığı lezzet ve elemlerin sebepleri, nefsin bedenden ayrıldıktan sonra kendi başına ulaşacağı lezzetin niteliğibedenden soyutlanıp kendi başına kalışının, bireyselliğe ulaşıp formsal cevherler ve ruhanî varlık (zât) larla birleşmesinin mahiyeti ve cennet ehlinin lezzetlerinin, cehennem ehlinin elemlerinin nasıl olacağı hakkındadır. Bu risâleden amaç; cehennem ehlinin azabının cin ve içlerine iyice yerleşmiş, onlara bağlanmış, peşlerinden sürüklenen, terslenmiş şeytanlarla beraber nasıl olacağını; cennet ehlinin nimetlerinin de melekler ve sevinçli ruhanîlerle birlikte, kendilerine herhangi bir bitkinlik, yorgunluk ve sıkıntı arız olmadan, diledikleri gibi yaşayarak, ebedi olarak nasıl gerçekleşeceğini, cehennemin -akıbetlerinin ve dönüşlerinin kötü olması sebebiyleisyan edenlerin girecekleri oluş ve bozuluş âlemi; cennetlerin ise semâvât genişliğinin ve felekler âleminin en yüceleri olduğunu, öldükten sonra kurtuluşa erenlerin -bıraktıkları hayırlar ve yaptıkları sâlih amellerle-orada nasıl mutlu olacaklarını tasavvur etmektir.
On yedinci risâle; “Dillerin Farklı Olmasının Nedenleri”, çizgi ve ifadelerin tanımları, mezhep ve dinlerin, düşünce ve inançların ilkelerinin nasıl oluştuğu, bunların nasıl ortaya çıkıp geliştiği ve asırdan aşıra durumlarının gelişerek nasıl büyüdüğü, ulustan ulusa nasıl intikal ettiği ve onlardaki değişimin, artma ve eksilmenin sebepleri hakkındadır.
Bu risâleden amaç; nefsin fiillerinin, onun mizaç ve tabiatına uygun bir tarzda gerçekleştiği, gizli bilgileri araştırma gücünün onun özünde, yani insana itibarla (neyin iyi, neyin kötü olduğunu) hatırlatma vicdanında bulunduğu uyarısında bulunmaktır. Bu güç nefsin özünde “madde” gibidir. Bilgi ise, bu maddenin suretidir; nefis bilkuvve bilendir, bilgi ise onda var olan bir surettir. Bilgi türlerinden duyulur ve akledilir şeyleri, düşünme gücü sayesinde en alt düzeyinden en üst düzeyine, en ince noktasından en yücesine kadar bilmek, nefiste bilkuvve olarak mevcuttur. Bundan dolayı (insan), özü gereği bazı şeyleri düşünür. Zihninde bazı hatıralar canlanır. Düşündüğünü eyleme dönüştürür. Bilgisiyle bazı düşünceleri çıkarımda bulunur. Zihniyle kanaatler oluşturur. Sonra zihninde hayal ettiği formu, ona götüren kelimelerle ifade eder. Bu kelimeleri, o düşüncelere, dış dünyada gerçekliği olan hakikatlere ve anlamlara delâlet eden yazıyla resmederek kayda alır. İnsanlar bunları tabiatları oranında ve çeşitli zamanlarda, bölgelerde, menşe ve doğum yeriyle bağlantılı olarak gelişen ilişkileri; dost, akraba ve tanışık milletlerle kaynaşmaları, onlara kulak vererek onlardan bazı şeyler almaları, onların ahlâkıyla ahlâklanmaları oranında alırlar. Farklı bağlamlarda gelişen bu ilişkilerle, insanın bir görüşü ya da bir ekolü, bir amacı, inancı, mezhebi, sanatı ve mesleği, başka görüş, ekol, amaç, inanç, mezhep vb.lerine tercih etmesi mümkün olur. Çünkü her insan -tercih ettiği görüş ve mezhebi, her ne kadar zâhiren bilinçli olarak seçmiş olsa dagerçekte kendisiyle, tercih ettiği bu görüş ve mezhepler arasında batınî anlamda tabiatının gereği olan bir ilişki, zâhirî anlamda da onun bu görüş ve mezheplere ülfetini arttıran birtakım alışkanlıkları mevcuttur. Bu ilişki ve alışkanlıklar, o görüş ve mezhepleri ona sevdirip cazip hale getirir, onlara yönlendirip davet eder. İnsan, tabiatı, meyli ve ülfetindeki cezbesi (kendini vermesi) oranında, o görüş ve mezheplerde temayüz edip mahir olur.
Bundan dolayı insan, gayreti aynı olmasına rağmen, (genelde) bir şeyde temayüz eder, ama başka bir şeyde çok geride kalır. Bazen birinin işittiği bir söz ya da gördüğü bir şey, hoşuna gider. Doğal olarak gönlü ona meyleder, onu tercih eder, kendini bütünüyle ona kaptırır. Zamanla ona karşı ülfeti ve ünsiyeti güçlenir. Bu ülfet güçlenip ona karşı ilgi, alışkanlık haline gelerek gönlü onunla huzur bulunca, artık onu iyice bildiğinden, onunla ilişkisinin güçlenmesinden ve ona aşırı meylinden dolayı kalbine iyice yerleşince, onu başka şeye tercih eder. Hatta sürekli onu tercih ettiğinden dolayı sonunda ona aşık olur, onun dışındaki şeylere inatla karşı çıkar, onu -her ne kadar aşağı da olsabaşka gerçek mezheplerden, aklî görüşlerden üstün görür, onun yüceliğine ve üstünlüğüne hükmeder. İşte bu itibarla farklılıklar çoğalmış, farklı din ve mezhepler ortaya çıkmıştır. Oysa onlarda gerçeklik payı olabildiğince azdır ve sonraki, öncekinin devamıdır.
Nefsânî (Psikolojik)-Aklî Bilimlere ilişkin risâleler on tanedir:
Birinci risâle; Pisagorcuların görüşüne göre “Aklî İlkeler” hakkındadır. Bu risâleden amaç; yüce Yaratıcının, var olanları yarattığında yaratılan ilk şey olarak aklı, sonra akıl aracılığıyla nefisteki yaratılmışları yarattığını açıklamaktır. Yaratılmışlar, (farklı) tabiatlarda takdir edilmiş, onlar unsurlara ve oluşumlara göre oluşturulmuş, onlar ikiden önce birin, üçten önce de ikinin... olması gibi, sayılardaki düzen ve tertibe benzer bir tarzda tertiplenip düzenlenmiş, her cins özel bir tanım ve “bilinen bir son” ile, birbiriyle uyumlu, etken (fâil) ve edilgen (münfail), madde ve sûret, tür ve cins şeklinde var olmuştur. Çünkü bu şekilde var olmak, en muhkem, en sağlam, en mükemmel, en açık ve hidayet vesilesi olacak en güzel yoldur.
İkinci risâle; İhvân-ı Safâ ve Hullân-ı Vefâ’nm kanaatine göre “Aklî İlkeler” hakkındadır. Bu risâleden amaç; varlıkların ve olayların nedenini, küllî ve cüz’î varlıkların -tıpkı sayıların ikiden önceki bir sayısından meydana gelişindeki düzen gibi mükemmel bir düzende Yaratıcıdan meydana gelişinin sebeplerini araştırmaktır.
Üçüncü risâle; filozofların “Âlem; canlı, nefis ve ruh sahibi, bilen ve Yaratanına itaat eden Büyük İnsandır, Rabbi yarattığı gün onu tam ve kâmil olarak yaratmıştır” sözünün anlamına dairdir. Yaratılmışların tamamı “âlem” kavramına dâhildir ve âlem onların hepsidir. Âlemin dışında ne bir boşluk, ne de doluluk diye bir şey vardır. İçinde bulunan her şey bir mekânda bulunmasına rağmen, âlemin kendisi herhangi bir mekânda değildir. Âlem ehlinden her biri, kendisi için takdir edilen, yatkın olduğu şeyle görevlendirilmiştir. Kendilerine emredileni yapar. Her şey kendi yörüngesinde seyreder. Gece ve gündüz, ara vermeden teşbih eder. Nitekim ayette şöyle denir: “(Melekler şöyle der:) Hiçbirimiz yoktur ki, belli bir makamı olmasın; evet biz sıra sıra duranlarız; evet, elbette biz teşbih edenleriz.”
Dördüncü risâle; “Akıl ve Makûl [Düşünülen Şey]”, (ayrıca) heyûlânî aklın, bilkuvve ve bilfiil aklın, müstefad akıl ve faal aklın ne olduğu hakkındadır.
Bu risâleden amaç; insanın zâtının, suretlerin suretinin (formların formu) tanımını yapmak; nefsin cevherinin gerçekte ne olduğunu açıklamak ve nefisle ilgili diğer şeylere; bilinebilir olan şeylerin suretlerinin -birbirinden farklı ve birbirine zıt olmasına rağmenonda nasıl bir araya geldiğine, nefsin maddeden soyut varlıkları nasıl tasavvur ettiğine işaret etmek; yine nefsin var olanlardan her birinin ancak bilkuvve olarak bulunuşundan sonra, bu âlemde var olanlardan biri haline gelerek, suretle beraber yokluktan varlık alanına nasıl çıktığını, sonra onun nasıl bilfiil akıl, bilfiil âkil ve bilfiil ma’kûl [bilfiil düşünme, bilfiil düşünen ve bilfiil düşünülen] olduğunu, sonra da bu formsal varlığın bütün maddî şeylerden soyutlanarak faal aklın ve kendisinden başka ilâh olmayan, celâl ve ikram sahibi yüce Allah’ın {ki O’nun zâtından başka her şey helâk olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz) bekasıyla nasıl sonsuzluğa eriştiğini açıklamaktır.
Beşinci risâle; “Küreler ve Devirler, (Ayrıca) Asırlarla Zaman ve Dehrlerin Farklılığı” hakkındadır. Bu risâleden amaç; âlemin meydana gelişinin {inşâ), onun ilkesinin {mebde’), düzeninin, ortaya çıkışının {zuhur), gayesinin, dağılıp yok oluşunun nasıl olacağını açıklamaktır. Âlemin varlığını devam ettiren maddeler, onları var kılan (Yaratıcı) tarafından kesilirse, âlem, anında yok olur, zaman ile ölçülemeyecek bir anda yokluğa dönüşür. “Kıyametin kopması, yalnız göz kırpması gibi ya da daha kısa bir zaman içinde olur!”
Altıncı risâle; “Aşkın Mahiyeti” ve Nefislerin onunla (aşkla) bütünleşmeye (ittihad) olan sevgisi, arzu ve isteği; İlâhî hastalık ile onun hakikatinin ne olduğu ve nereden kaynaklandığı hakkındadır. Bu risâleden amaç; önceden beri arzulanan, kendisine âşık olunan, itaat edilen, istenen, matlup ve mahbûb olanın, gerçekte şanı yüce Yaratıcı olduğunu; yaratıkların ve bütün âlemin O’nu isteyip arzuladığını, formel yetkinleşmeyle yetkinliğe yöneldiğini, bütün form, olgunluk ve yetkinliklerin üzerinde olan form vericiye {musavvir) aşık olduklarını açıklamaktır ki bu form verici yüce Yaratandır, güzel isimler ve yüce örnekler hepsi O’nundur.
Yedinci risâle; “Öldükten Sonra Dirilmenin, Sûr, Kıyamet ve Hesabın Mahiyeti ve Miracın Niteliği” hakkındadır. Miraca dair bilgi, bizim bütün risâlelerimizin hedeflediği ve ulaşmak istediği en son gayedir. Nitekim yüce Allah, “Melekler ve Ruh (Cebrail), oraya, miktarı (dünya senesi ile) elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkar” ifadesiyle buna işaret etmiştir.
Sekizinci risâle; “Hareket Çeşitlerinin Niceliği ve Hareketlerin İlkelerinin, Gayelerinin ve Farklılıklarının Niteliği” hakkındadır. Bu risâleden amaç; âlemin, şanı yüce Yaratıcı tarafından nasıl var edildiğini, tabiatların yetkinliğe yönelik hareketinin ve her birinde kendine özgü formları kabul edişinin, kendine özgü formların her birinde yetkinleşince de sakinleşmesinin nasıl gerçekleştiğini açıklamaktır. (“Kendine özgü formların her birinde yetkinleşince” diyoruz) çünkü bir şey, ancak kendine özgü formu ile “o şey” olur, onunla varlık alanına çıkar, onunla belirginleşir, onunla mekân işgal eder ve “somut olarak bilinen şey” haline gelir.
Dokuzuncu risâle; “Neden ve Nedenliler” ile bunların sonlarının baş tarafına, baş taraflarının da sonlarına nasıl döndüğünü “neden-nedenli” (illet-malûl), başka bir deyişle, “neden-etki” ilişkisi zincirinin nasıl birbirine bağlı olduğunu, bu ilişkide bir şey başka bir şeyin “nedeni” olurken, başka bir şey tarafından da nasıl “nedenli” olduğunu) açıklamaktır. Bu risâleden amaç; gerçekte bilimlerin kaynaklarını, ilkelerini, sebeplerini, kanunlarını, tanımlarını ve niteliklerini bilmektir.
Onuncu risâle; “Tanımlar ve Tarifler” hakkındadır. Bu risâleden amaç; varlıkların hakikatlerini ve mahiyetlerini, ayrıca bu varlıklardan her birinin, kendisini “o şey” yapan basit ve bileşik cins ve türlerini bilmektir. Bunları bilmekle, varlıkların özlerine, niteliklerine ve fâsıllarına vâkıf olunur.
Dinî-Şer’î-Îlâhî (Metafizik) Bilimlere ilişkin risâleler de on bir tanedir:
Birinci risâle; dinî, şer’î, hukukî ve felsefi “Görüşler ve Mezhepler” ile din bilginlerinin kanaatlerindeki farklılığın, onları o içtihada götüren düşünme ve araştırmanın açıklanması; hakikatlerin ve yöntemlerinin incelenmesi; söylenilenlerin niceliği; aralarındaki görüş ayrılıklarının kaynağı olan sebep ve nedenler; kimin haklı, kimin haksız olduğu; herkes için doğru olanla avam ve havas için doğru olanın ne olduğu hakkındadır. Bunların amacı; bütün din ve mezheplerin nefislerin tedavi edilip yeniden sağlığım kazanması için hazırlanmış ilaçlar gibi olduğunu açıklamak; madde denizinden ve tabiatın esaretinden kurtulmanın çarelerini bildirmek; ahiret yolunu ve orada cehennemden; oluş ve bozuluş âleminden kurtulup, cennetlere ve fırdevse; felekler ve yedi gök âlemine ulaşmanın niteliğini belirtmek; dinî inanç sahibi pek çok topluluğun kurtuluş yolundan saparak doğru yola girmekten uzaklaştığını, (yanlış) eğilim ve günahların, cahiliye tutuculuğunun; Allah’ın, tutuşturulmuş ateşidir, yüreklere kadar ulaşan onları kuşattığını, bundan dolayı tam bir dalâlete düştüklerini, fakat Allah’ın hiçbir kuluna zulmetmeyeceğini bildirmektir.
İkinci risâle; “Allah’a Giden Yolun Mahiyeti ve O’na Ulaşmanın Niteliği” hakkındadır. Bu risâleden amaç; nefsi olgunlaştırmaya, ahlâkı güzelleştirmeye, iç dünyamızı arındırmaya, gizli düşünceleri kusurlardan temizlemeye teşvik etmek; unutkan nefisleri kıyamet, öldükten sonra dirilme (meâd, bas ve neşr), hesap, mizan, sırat, cehennem ve bunların anlamlarının hakikatleri konusunda uyarmaktır. “İçinizden, oraya uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra biz, Allah’tan sakınanları kurtarırız; zalimleri de diz üstü çökmüş olarak orada bırakırız’.’
Üçüncü risâle; “İhvân-ı Safâ ve Hullân-ı Vefanın İtikadının ve Dindar Metafızikçilerin (er-Rabbaniyyûn el-İlâhiyyûn) Ekollerinin Açıklanması” hakkındadır. Bu risâleden amaç; bedenden ayrılışından, yani ölümden sonra nefislerin bekasına dair delilin açıklanması ve bu konuya dair şüphelerin giderilmesi, bu şüphelerin burhânî değil, iknaî yolla aşılmasıdır. Çünkü risâlelerimizde işaret ettiğimiz üzere, bir giriş ve başlık mahiyetindeki özet risâle (erRisâletul-Câmia) burhânlara hasredilmiştir.
Dördüncü risâle; “İhvân-ı Safâ ve Hullân-ı Vefâ’nın Beraber Yaşamalarının Niteliği”; birbirleriyle sevgi ve sadakatle, salt şefkat, rahmet, merhamet ve paylaşım duygusuyla yardımlaşmaları; namazlarında, müzakerelerinde, meclislerinde ve toplantılarındaki hal ve tavırları hakkındadır. Bu risâleden amaç; kalplerin kaynaşması, dinî ve dünyevî bütün konularda birbirleriyle yardımlaşmalardır. Çünkü bu, onların kurtuluşunun sebebi ve onları selamete götürecek olan şeydir.
Beşinci risâle; “İmanın Mahiyeti ve Tahkiki İman Sahibi Mü’minlerin Özellikleri” hakkındadır. Bu risâleden amaç; ruhanî yüceliği, ilhamın, vesvesenin, başarının ve başarısızlığın, hidayet ve dalâletin ne olduğunu bilmektir. Çünkü bu konu, ruhanî ilimlerden ve psikolojik sırlardan gizli bir sır ve gizli bir ilimdir.
Altıncı risâle; “İlâhî Kanun ve Dinî Hukukun Mahiyeti”, nübüvvetin şartları, peygamberlerin özelliklerinin niceliği ve dindar metafızikçilerin (er-rabbaniyyûn el-ilâhiyyûn) ekolleri hakkındadır. Bu risâleden amaç; Nebevi kitapların sırları ve onlarda kastedilen sembollerin amaçları, ilahî-dinî hukuklar ve onlara ulaşma, Beklenen Mehdi ve Büyük Heraklit (türünden sırların) nasıl keşfedileceği konusunda uyarıda bulunmaktır.
Yedinci risâle; salt sevgi, kardeşlik safiyeti ve vefa sadakatiyle davet edilenlerin ve bu davete icabet edenlerin derecelerine ve seviyelerine hitap ederek gerçekleştirilen “Allah’a Davetin Niteliği” hakkındadır. Bu risâleden amaç; iyilerin devletinin öncelikle, bir araya gelmiş hayırlı, iyi ve erdemli, aynı görüş, aynı mezhep, razı olunmuş bir uygulama, emekliliği olmayan ve yorgunluk barındırmayan âdil yaşam biçimi üzerinde ittifak sağlamış kimselerden başladığını açıklamaktır.
Sekizinci risâle; “Ruhanîlerin, Cinlerin ve Mukarreb Meleklerin, İsyankârların ve Şeytanların Fiillerinin Niteliği” hakkındadır. Bu risâleden amaç; bu âlemde cismanî olmayan, ruhanî-nefsanî birtakım faillerin de bulunduğunu açıklamaktır ki mekân onlara engel teşkil etmez, onları sıkıştırmaz ve onlara dar gelmez. Zaman da onları kuşatmaz. Onlar gözle ve diğer duyularla idrak edilemezler. Fiilleri neredeyse, kendileri de oradadır. Onların suretleri, izleriyle bilinir.
Dokuzuncu risâle; “Siyaset Çeşitlerinin Niceliği” ve niteliği, yönetilenlerin dereceleri ve bu âlemde onları yönetenlerin nitelikleri hakkındadır. Bu risâleden amaç; herkesi ve her şeyi tedbir edip yönetenin, hakîm, evvel ve musavvir olan Yüce Yaratıcı olduğunu, tedbir ve siyaset bakımından en iyi olan kimsenin, Allah katında en üstün derecede ve O’na en yakın bulunduğunu açıklamaktır. Kim Allah’ın kudretini daha iyi görür, O’nu, O’nun hikmetini ve O’nun ahlâkının siyasetini daha iyi bilirse, şüphesiz onun siyaseti (yönetim biçimi) daha iyi ve daha âdildir. Böyle olan kimse ise O’na daha yakındır ve O’na daha fazla yönelmiştir.
Onuncu risâle; “Bütün Âlemin Düzeninin Nasıl Olduğu”; varlıkların dereceleri; kâinatın düzeni; kâinatın sonundan başlangıcına kadar, kuşatıcı feleğin üzerinden yeryüzünün merkezinin sonuna doğru döndüğünü; kâinatın tamamının tıpkı bir şehir, bir hayvan ve bir insan gibi tek bir âlem olduğu hakkındadır. Bu risâleden amaç; hakikatlerin bilgisine, ilkelerine, uzantılarına, siyak ve sibakına, şek ve şüphe içermeyen bir tarzda, yakînî, açıklayıcı, anlaşılır, ikna edici ve yeterli bir bilgi ile vâkıf olmaktır. (Kâinatın) bütününün ilkesi (mebde’i; başlangıcı), kâinatta varlık ve birlik bakımından daha önce olan bir var olan (mevcûd) tarafından değil, birliği yüce olan Allah’ın fiilinden; “salt yaratma’dan sâdır olmuştur. O, yaratılandır ki Allah onda diğer var olanları ortaya çıkarmıştır. Ondan, farklı gayelerini gerçekleştirmek üzere birçok güç yayılır ve birleşerek tekrar Ona doğru yükselir. Şüphesiz en son varış Rabbinedir'4 ve bütün işler ancak O’na döndürülür. Allah onu, -etken ve edilgen şeklinde birbiriyle irtibatlandırarak, dünya derecesinden kusvâ [son haddine] derecesine intikal ederek, nedenlinin nedenle ilişkisi türünden bir ilişkiylekendisi dışındaki diğer varlıkları ilişkilendirdiği “ilk sebep” yapmıştır. Nedenlinin nedenle ilişkisi, başlangıcı ve sonuçları itibariyle bütünüyle ve tamamıyla ona kadar ulaşır ve o, yüce Yaratıcının, altındakilere de ulaştırmak üzere feyezan ettirdiği varlık ve hayırla “nedenlerin nedeni” ve feyezan eden [taşan, coşan] “ilkelerin ilkesi” olur. Her bir varlık, devamı ve bekası için, kapasitesi ölçüsünde, kendisi için uygun olan varlığı kabul eder. (O), Allah’ın nuru, inayeti, rahmeti ve kelimesidir. Onunla Allah dilediğine hidayet verir ve (onu) dininde sabit kılar, Tövbe eden kişi de O’na döner.
On birinci risâle; “Sihir ve Büyünün Mahiyeti”, göz değmesi, bir şeye engel olma, fal, vehim, efsun (büyü) ve diğer tılsımlı şeylerin niteliği, ayrıca yeryüzünü imar etmenin, cin ve şeytanların, mukarreb meleklerin ve ruhanîlerin ne olduğu ve bunların birbirini etkilemelerinin nasıl olduğu hakkındadır. Bu risâleden amaç; bu âlemde “ruhanîler” olarak adlandırılan, gözle görülemeyen ve duyularla algılanamayan, kendileri gizli, ama fiilleri (etkileri) açık -kimi fiilleri Tabiat aracılığıyla, kimi fiilleri de Nefs ve Akıl aracılığıyla ortaya çıkarbirtakım faillerin var olduğunu açıklamaktır. Bunlar(ın derecesi), yaratılmışların derecelerinin en şereflisi, ruhanîlerin rütbelerinin en üstünüdür. Çünkü şanı yüce Yaratıcı Akla öncelik vermiş (sâbık), Nefsi ona tâbî kılmış (lâhık), Tabiatı vesile, etken (saik), Maddeyi (olgunlaşmaya) arzulu, yokluğu ise yok edici yapmıştır.
Akıl, ilk yaratılan ve ilk var olandır. O, yoktan yaratıcısı tarafından var edilmiş ve varlığını onunla devam ettirmektedir. Bundan dolayı, varlığı O’nun varlığına bağlıdır. Fazilet ve hayırların tamamlayıcısı, ışık ve bereketleri tam olandır. O (Akıl), her türlü değişikliklerden ve kusurlardan uzak, maddî açıdan vâki olabilecek her türlü eksiklikten berî, her var olanı kendi derecesine göre düzenleyen; onun derecesini alçaltan, düzenin korunmasında ve yetkinliğe ulaşmada onun payını arttırandır. Bu nedenle, Allah ona diğer varlıkları; onların düşünen varlıklarını koruma gücü vermiştir. Ki o varlıkların hak ettikleri ve layık oldukları kendilerine özgü zâtları, birer birer bu güçten meydana gelir. Bundan dolayı, ondan sâdır olan fiilin adıyla, onun zâtına işaret edilir. Çünkü onun fiili, onun zâtı; sureti de onun etkileridir. İşte onun (Aklın) önce yaratılan (es-sâbık el-bâdî) oluşunun anlamı budur.
Sonra ona tâbî olan ikinci şey gelir. O, onun (Akıl) aracılığıyla yaratılan güçtür. Onunla (onun aracılığıyla da) diğer varlıklar ve bu varlıkların varlıkta en üstün hali olan “hayat” yaratılır. (“Akıldan sonra ikinci varlık” dediğimiz) bu (güç), cisimlere en üstün formlarını ve en yetkin varlıklarını veren Nefstir. Cisimler onunla form kazanıp tabiatları oluşunca, onunla bir güç kazanır ki bu güç, cisimlerle formlarının farklılığına göre ilişkilenir. Her bir cismin formu, diğerinden farklı olarak oluşur. Bu, cisimlerde bâki olan Tabiattır. Huy ve form kazanma (et-tahalluk ve t-tasavvur), her bir cismin kendine özgü şekli kazanması, onun sayesinde gerçekleşir. Bu, Yaratıcı’nın cisme koyduğu bir güçtür ki O, cismin varlığını ve varlığının devamını bu güce bağlamıştır. Yine O, cismi, kendine özgü niteliğiyle, kendisi için varsayılan yetkinliğe ve takdir edilen amaca ulaşması için harekete geçirir, buna ulaşınca da hareketi durur. Ancak (o amaca ulaşmada) bir dış engel olursa, bundan imtina edip hareketini keser ve kendine özgü hareketine döner.
Sonra bilfiil değil, bilkuvve var olan (zât) İlk Madde (el-Heyûlâ el-Ûlâ), kendisiyle varlık bulduğu (onu “o” şey yapan) ve onu yokluktan ayrıştıran sureti (formu) kabul etmek suretiyle bilfiil varlık alanına çıkar. Yokluk (âdem), bilfiil ve bizzat (özü gereği) var olan değil, arâz olarak var olandır. Varlığı da, yokluğu da yaratan; aydınlıkları da karanlıkları da yayan; var olan her şeye varlık veren (îcâd) ve onun varlığını sonlandıran, onu iade edip zamanı (yeniden) geçiren, (varlığı) inşa edip zevale götüren, varlığını devam ettirmesi için ona beka veren (Allah’ın) şanı ne yücedir.
Risâlelerle ilgili söz burada tamamlandı.
Şimdi bunu “yukarıda geçen bütün risâleleri özetleyen ve onlardaki bütün risâlelerin özetini içeren risâle (er-Risâletul-Câmia)” takip edecek. Bu risâleden amaç; risâlelerde işaret edip dikkat çektiğimiz hakikatleri olabildiğince açık bir biçimde ortaya koymaktır. Orada bazı hakikatler ifade edilir; anlamları yakînî-teknik kanıtlar, gerçek felsefi deliller, bilimsel açıklamalar, aklî kanıtlar, mantıksal hükümler, kıyasa dayanan deliller, özünü kimsenin kavrayamayacağı ve hakikatlerini kuşatamayacağı ikna edici yollarla arı-duru, derinlemesine, özet, ama doyurucu bir tarzda açıklanır. Bu hakikatlerin gerek bütününe, gerekse bir kısmına, ancak bizim kendisine verdiğimize razı olup, alanında uzmanlaşarak deneyim kazanan kimseler sahip olabilir. Çünkü risâleler, bu hakikatler için bir önsöz ve giriş hükmünde, bu hakikatlerin delilleri ve örnekleri durumundadır. Fakat bu risâlelerdeki güçlüklerin kilidi ve gizemli olan şeylerin perdesi, sadece bu 52 risâle ve benzeri kitaplarla ruhlarını arındıran kimselere açılır. er-Risâletü’l-Câmia, dile getirdiğimiz şeyler için en son gaye ve en son amaçtır. Hamd ve minnet Allah’adır. Güç ve kuvvet O’na aittir.
Bu, İhvân-ı Safâ ve Hullân-ı Vefâ Ehl-i Adi ve Ebnâ-i Hamd’m risâlelerinin Fihristidir. Onlar nefislerin olgunlaştırılması ve ahlâkın düzeltilmesi hakkında 52+1 risâledir.
Ey kardeş! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, ilim isteklileri, hikmeti tercih edenler, özgürlüğü seven ve kurtuluşu tercih edenler için bu risâleler, yemyeşil, meyveleri hoş ve lezzetli, güzel kokulu gülleri ve çiçekleri, yaş-kuru, tatlı-ekşi rengârenk meyveleri ve görüntüsü, şakıyan güzel sesli kuşlarıyla, gösterişli, altından ırmaklar akan ağaçları, ırmaklarında uyumlu renklerde sedefleri ve mücevherleriyle gönülleri ferahlatan, herkesin arzuladığı, güzel, görkemli, dikkat çekici... bir bahçesi olan hikmet sahibi, onurlu ve cömert bir bey gibidir. Bu bahçenin sahibi, karakterinin üstünlüğü ve cömertliğinden dolayı, hak eden herkesin, bahçesine girmesini, onurlu ve akıllı herkesin ondan yararlanmasını arzular. Bundan dolayı, insanlara, “Gelin! Bu bahçeye girin! Arzu ettiğiniz meyvelerden yiyin! İstediğiniz kokulardan koklayın! Gönlünüzce eğlenip, istediğiniz yerde dolaşın! Sevinip neşelenin! Yiyip için! Her şeyden yararlanıp lezzetlenin! Güzel havasını teneffüs edip, güzel kokularından koklayın!” şeklinde seslenir. Fakat hiç kimse bu davete karşılık vermez, onu tasdik etmez, davetini önemsemez, ona iltifat etmez. Tasvirlerini umursamaz. Onun sözlerinden hoşlanmayıp, anlattıklarını garip bulur. (Bunun üzerine) bahçe sahibi hikmet ehli adam, bahçeden topladığı lezzetli meyveler, hoş kokular, devşirilmiş güller, seçilmiş çiçekler, parlak mücevherler, şakıyan kuşlar, tatlı içecekler, seçtiği güzel hediyelerle bahçenin kapısında durmaya karar verir. Oradan geçen herkese bunlardan arz edip, istek uyandırmaya çalışır. Onlardan tattırır, onları bunlarla selamlar. Güzel kokulu çiçeklerden onlara koklatır. Güzel nağmeler dinletir. Nihayet onlar da bunlardan tadıp koklar. Hoşlarına gider, neşelenirler ve memnun olurlar. Bundan çok etkilenirler. (Sonunda) bahçede bulunan her şeye sahip olabileceklerini anlarlar. Gönülleri onlara meyleder. Bahçeye girmeyi arzulayıp temenni ederler. Hatta onun için tedirgin olup endişelenir ve sabırsızlanırlar. Tam bu esnada bahçe sahibi onlara der ki, “Bahçeye girin, dilediğinizden yiyin, dilediğinizden koklayın, istediğinizi tercih edin, dilediğiniz gibi seyredin, dilediğiniz yerde gezin, dilediğiniz gibi dolaşın, istediğiniz şekilde lezzetlenin, yararlanın, güzel kokular sürün, buradaki güzel havayı teneffüs edin.”
İşte bu risâlelere ve er-Risâletü’l-Câmiaya. sahip olan kimseye de böylesi gerekir. Onları, ehli olmayan ve ilgi göstermeyen kimselere vermek suretiyle, onların değerini düşürmemeli, ama değerini bilenlere engel olarak, hak edenleri onlardan uzaklaştırarak da risâlelere zulmedilmemelidir. İlim yolcusu, edebi tercih eden, hikmetleri seven, özgür, iyi ve doğru, hedefi gören, olgunlaşmayı arzulayan herkes bu risâleleri tanıtır. Onları koruma, gizleme ve açıklama konusunda olabildiğince dikkatli olunmalı, onları en güzel şekilde korumalıdır. Onları sadece hak edenlere vermek ve hak edenleri onlardan mahrum etmemek suretiyle, risâleler konusunda emanet hakkı yerine getirilmelidir. Çünkü risâleler; cilâ, şifa, nur ve ışıktır. Hatta onlar ilaç değilse (ilaç olamamışsa), hastalık gibidir. İyilik değilse bozgunculuk; kurtuluş değilse helâk gibidir (iyileştiremezse hasta eder; ıslah etmezse ifsat eder; kurtuluşa erdirmezse helâk eder). Tedavi eder, ama bazen hasta da edebilir. Öldürür de diriltir de. Tıpkı panzehir gibidir. Panzehir hadd-i zâtında tektir, fakat onun karşısında (yaşanabilecek) durumlar farklıdır; (olumlu) etki yapar, ama onu kabul edenlerin ve ondan etkilenenlerin durumuna, ortaya çıkan sonuca göre (o olumlu etkinin) zıddını ya yapabilir. Ayrıca risâleler gıda ve ışık gibidir: Gıda sayesinde güç, büyüme ve gelişme; ışık sayesinde de görme ve yol gösterme gerçekleşir.
Aynı şekilde büyümeye ve gelişmeye yatkın küçük çocuk ve anne sütüyle beslenen sağlıklı bebek, güzel terbiyeye, kendisi için en uygun, en temiz ve en yararlı şeylerle bilinçli ve belli ölçüde, sağlıklı beslenmeye ihtiyaç hisseder. Sonra -yararlı ve sağlığa uygun olmayan şeylerle beslenip hastalanmaması, hatta bunun onu ölüme kadar götürmemesi içingücünü geliştirmeye ve bünyesini olgunlaştırmaya yönelik olarak, beslenmesi aşamalı bir şekilde arttırılır. Ona şifa olması ve hayatını devam ettirmesi için hazırlanan gıda, hastalığının ve ölümünün de sebebi (olabilir). Ya da şifa umudu olmayan bir hastalığa yakalanmış bir hasta, yararlı olmayan, hatta hastalığını arttıracak bir tarzda beslenirse, muhtemelen bu onun hayatının son bulmasına sebep olur.
Işığa gelince, o, ancak gözünü açıp doğru bakan, bakışını güçlendiren, hatta bakışını cila ile parlatan kimseye yararlı olur. Nur, güç ve ışıktır. Gözünü açmayan ya da karanlıktan çıkmasına az kalmış kimse ise, günün aydınlığı ve güneşin karşısında ciddi anlamda zayıf kalır. Aksine gözün karanlığı ona ışık kazandırır. Hatta bazen gözleri görmez olur. Aynı şekilde hasta bazen gözü iltihaplı olduğundan tek gözle görür ya da görmesinde bir problem olduğundan, gözüne bir şey kaçtığından, gözünü açıp bakamaz, suretleri görüp seçemez. Aksine sonsuza dek karanlığa razı olur, ışıktan kaçar. Işık arttıkça görmesi azalır, algılaması zayıflar. Eğer ısrar ederse, önce gözü perdelenir, sonra da bu onu körlüğe kadar götürür.
Bu risâlelere ve er-Risâletü’l-Câmiaya sahip olan kimsenin, risâleler konusunda Allah’tan korkması gerekir. Şöyle ki, hakikate (doğruya) çok arzulu, aşırı istekli ve ona oldukça muhtaç olduğunu gördüğü kimselerin durumlarını araştırarak netleştirdikten ve onlara hakikatleri peyderpey ulaştırma konusunda iyi niyetle ve araştırma duygusuyla bütün gücünü kullandıktan sonra, risâlelere büyük bir itina ve titizlik göstermek, bu vesayeti ihlâl etmemek, risâleleri kullanırken ve başkalarına ulaştırırken öz kardeş, şefkatli baba, samimi dost ve iyi arkadaş hassasiyetiyle titiz davranmak gerekir. Ruhunun kurtuluşunu, nefsinin ıslahını, özüne ve hayatının nedeni olan şeye dönmeyi, dünyanın geçici şeylerine değer vermemeyi, daha hayırlı ve kalıcı olana yönelme çabasını, kendini boş kuruntularla aldatmamayı ve buna müsamaha göstermemeyi son amaç olarak hedefleyen, hatta bunu kesin görerek dosdoğru bulan ve, “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Çalışması da ileride görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir. Şüphesiz en son varış Rabbinedir” gerçeğini bilenlerden kim ona (hakikat isteklisine) olgun bir dost olur ve onun hakkında hayır dilerse, bu risâleleri ona, adeta onu (bunlarla) besleyip büyüterek terbiye eder gibi dostça tek tek verir. Sağlık ve şifa için ilaç, daha iyi görmek ve ışık için göze sürme çekmek neyse, bu da aynen öyledir. Ancak bunu yaparken, verilen risâlelerin, muhatabın anlayış ve bilgi düzeyine uygun, (manevi anlamda) beslenmesi, terbiyesi, sağlığı ve şifası için gerekli olan miktarda, hatta onun birtakım hakikatleri görmesine, hidayetine, adım adım güçlenmesine vesile olacak tarzda, Fihristte açıklanan düzende olmasına dikkat etmelidir. O, hikmete dost olup onu gönlüne iyice yerleştirerek, onunla düşünüp hikmetin çeşitli anlamlarını kavrayarak bu konuda yetkinleşince, büyük bir arzu, samimi bir niyet ve kararlılıkla, bilginin üstünlüğü, yakînin artması (inancı)yla (risâlelerde bulunan) her şeyi (öğrenmek) ister; bunları elde eder ve bunları pratiğe dönüştürür. Onlar üzerine düşünüp, anlamlarına vâkıf olduktan, (özellikle de) son amaç, bir keşif gezintisi, dünya ve ahiret kurtuluşu olan er-Risâletü’l-Câmia üzerine düşündükten sonra onları iyice sahiplenir. Çünkü o, ancak bunlarla (bunları gerçekleştirdiği takdirde) onlara ulaşır ve onları anlayarak bunlara vâkıf olur. Allah kimi buna muvaffak kılar ve kime bunu kolaylaştırırsa, şüphesiz onu şaşkınlıktan kurtarmış, ölü iken onu diriltmiş, onu korkudan emin kılarak kendisine yaklaştırmış, önemli nimetleriyle onu donatmış olur. O kimse bu sayede ebedi olarak “tam mutluluğa”, bütün bereketlere ve sürekli nimetlere ulaşmış olur. Allah dilediğini dosdoğru yola hidayet eder.
Allah’ın gücü, kuvveti, yardımı ve desteğiyle, İhvânu’s-safâ ve Hullânu’l-vefâ, Ehl-i Adi ve Ebnâu’l-hamd, Erbâbu’l-hakâik ve Ashâbu’l-meânî (Safâ Kardeşler ve Vefâlı Dostlar, Adalet Ehli ve Hamd Çocukları, Hakikat Sahipleri ve Anlamların Dostları)’nm büyük mutluluğa, büyük şerefe, daimî bekaya ve son yetkinliğe ulaşmak için nefislerin olgunlaştırılması ve ahlâkın güzelleştirilmesi konusundaki risâlelerinin Fihristi burada tamamlandı.
***
Gerçek övgü âlemlerin Rabbi Allah’adır. Dua ve selâm, Allah’ın elçisi Muhammed’e, onun pak ve temiz ailesine olsun.
Matematik Kısmının Birinci risâlesi:
Sayılar Hakkında
Hamd Allaha, selam O’nun seçilmiş kullarının üzerine olsun!
Ey sadık ve merhametli kardeşim, bilesin ki mademki seçkin kardeşlerimizin -Allah onları desteklesinyolu; cevherler, arazlar, basitler, ayrıklar, elementler ve bileşiklere varıncaya kadar bu dünyadaki varlıklara dair ilimlerin hepsini incelemek; bunların ilkelerini, sınıflarını, türlerini, niteliklerini, şu an üzerinde bulunduğu düzen ve intizamını, bunların tek sebepten, tek ilkeden ve şanı yüce olan tek Yaratıcıdan nasıl ortaya çıkıp türediklerini araştırmak; Pisagorcu filozofların yaptığı gibi, bunları çok sayıdaki örnek ve geometrik (bendesi) kanıtlarla açıklamaya yönelik delil getirmektir. Öyleyse tüm risâlelerimizden önce bu risâleyi sunmaya ihtiyaç duyduk. Bu risâlede giriş ve mukaddime sayılabilecek ve “aritmetik” olarak isimlendirilen sayı ilminden ve niteliklerinden kesitler anlatacağız ki felsefe denilen hikmeti öğrenmeyi amaçlayan öğrencilere yol kolaylaşsın ve matematik ilimlerini incelemeye başlayanların bunu edinmeleri sağlansın. Öyleyse diyoruz ki;
Felsefenin başı ilimleri sevmek, ortası insanın gücü ölçüsünde varlıkların hakikatlerini bilmek, sonu ise bu bilgiye uygun söz ve fiillerdir. Felsefi ilimler dört çeşittir: Birincisi matematik (riyaziyat), İkincisi mantık, üçüncüsü doğa bilimleri, dördüncüsü ise ilâhîyat ilimleridir. Matematik dörde ayrılır: İlki aritmetik, İkincisi geometri, üçüncüsü astronomi, dördüncüsü müziktir. Müzik, seslerin birleştirilmesinin bilgisidir. Melodilerin ilkeleri de musikî ilmiyle elde edilir. Astronomi, Almagest (el-Mecistî) Kitabında anlatılan delillere dayanarak yıldızları bilme ilmidir. Geometri, Öklid Kitabı’nda anlatılan delillere dayanarak geometri (hendese)yi bilme ilmidir. Aritmetik ise sayıların niteliklerine ve Pisagor ile Nikhomakhos’un da açıkladıkları şekilde varlıkların sayılara karşılık gelen anlamlarına dair olan ilimdir. Bu felsefi ilimlerde kendisiyle araştırmaya ilk başlanan, matematiktir. Matematiğin başı sayıların niteliklerinin bilgisidir, çünkü o ilimlerin daha kolay idrak edilenidir; ondan sonra sırasıyla geometri, müzik (telif), astroloji (fencini), mantık, doğa bilimi (tabiîyat) ve ilâhiyat gelir. Sayı (el-‘adâd) ilmi hakkında bu ilk söylediklerimiz giriş ve mukaddime mahiyetindedir.
Lafızlar (ifadeler) anlamlara işaret eder, anlamlar isimlendirilenler, lafızlar da isimlerdir. Lafızların ve isimlerin en genel olanı “şey” diye söylediğimizdir. “Şey” de “bir” (vâhid) ya da “birden çok olabilir. “Bir” ise hakikî ya da mecaz olmak üzere iki şekilde belirtilebilir. Hakikî olarak “bir”, kesinlikle parçası olmayan ve bölünmeyen bir şeydir. Bölünmeyen her şey bölünmemesi açısından “birdir. Şöyle de diyebilirsin: [Hakikî] “bir”, “bir” olması bakımından, içinde kendisi dışındakini barındırmayandır. Mecaz olarak “bir” ise, kendisine “bir” denen her toplamdır. “Bir” on, “bir” yüz, “bir” bin demek gibi. Siyahın siyahlıkla siyah olması gibi, “bir” de birliğiyle “birdir. Siyahlığın siyah için sıfat olması gibi, birlik de "bir” için sıfattır. Çokluk ise birlerin toplamıdır. Çokluğun ilki, ikidir, sonra sırayla üç, dört, beş ve buna eklenerek gideceğine kadar gider. Çokluk iki çeşittir: Sayı ve sayılan. İkisi arasındaki fark şudur: Sayı, sayanın nezdinde nesnelerin formlarının niceliği sayılanlar ise nesnelerin kendisidir. İşlem (hesap) ise sayıların toplanması (cem) ve çıkarılması(te/rzfc)dır. Sayı, pozitif tam sayı (sahih) ve rasyonel sayı/kesirli sayı (kusur) olmak üzere iki çeşittir: İkiden önceki “bir”, sayının başı ve kaynağıdır. Pozitif tam ve kesirlisiyle tüm sayılar “birden doğar ve yine ona döner. Pozitif tam sayının ortaya çıkması artmakla, kesirli sayının ortaya çıkması ise bölünmekle olur. Bu hususta pozitif tam sayının ortaya çıkışı ile ilgili olarak vereceğim örnek şudur: “Bir”e başka bir “bir” eklendiğinde, bu durumda bu ikisine “iki” denir; o ikisine başka bir “bir” eklendiğinde, bu toplama “üç” denir. “Üç”e, başka bir “bir” eklendiğinde buna “dört”, buna da “bir” eklendiğinde ona da “beş” denir. Bu kurala göre birer birer artışla pozitif tam sayıların ortaya çıkışı gideceğine kadar gider. Bu sayıların rakamları (suret) şöyledir: “1, 2,3,4, 5,6,7, 8,9”.
Sayının “bir”e doğru çözümlenmesi (tahlil) ise söyleyeceğim şu örnekteki gibidir: “On’dan “bir” alınırsa geriye dokuz kalır. Dokuzdan “bir” atıldığında geriye sekiz kalır. Sekizden “bir” düşürülünce yedi kalır. Bu kurala göre geriye “bir” kalıncaya kadar, bir bir atılır. “Bir’e gelince ondan bir şey eksiltilemez, çünkü onun kesinlikle parçası yoktur. Dolayısıyla pozitif tam sayıların “birden nasıl ortaya çıktığı ve nasıl ona doğru çözümlendiği açıklanmış oldu. Kesirli sayıların “bir’den nasıl ortaya çıktığı ise söyleyeceğim şu örnek üzeredir: Pozitif tam sayılar “bir”, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, “on” şeklinde doğal düzeni üzere sıralanıp sonra da her toplamdan “bir’e işaret edilirse, kesirli sayıların “bir’den nasıl ortaya çıktıkları açıklanmış olur. Şöyle ki; ikideki “bir’e işaret edildiğinde bu durumda “bir”e yarım denir. Üç toplamındaki “bir’e işaret edildiğinde “bir”e üçte bir denir, dört toplamındaki “bir’e işaret edildiğinde “bir’e dörtte bir ya da çeyrek denir, beş toplamındaki “bir’e işaret edildiğinde ona beşte bir denir ve aynı şekilde sırasıyla altıda bir, yedide bir, sekizde bir, dokuzda bir ve onda bir denir. Aynı şekilde on bir toplamındaki “bir’e işaret edildiğinde “bir”e on birin bir parçası denir, on ikidekine işaret edildiğinde altıda birin yarısı, on üçtekine işaret edildiğinde on üçün bir parçası, on dörttekine işaret edildiğinde yedide birin yarısı, on beştekine işaret edildiğinde beşte birin üçte biri denir ve işte bu örnek üzere diğer kesirli sayılar isimlendirilir. İster pozitif tam ister kesirli, hangi sayı olursa olsun, sayıların “bir’den doğuşlarının nasıl olduğu ve “bir”in tüm sayıların nasıl aslı olduğu açıklanmış oldu. Biçimi şöyledir:
Ey kardeşim! Bilesin ki, pozitif tam sayılar dört basamakla sıralanır: Birler, onlar, yüzler ve binler. Birler, bir’den on’a kadar; onlar, ondan doksan dokuza kadar; yüzler, yüzden dokuz yüze kadar; binler de binden dokuz bine kadardır. Tüm bu sayıları basit on iki sözcük ifade eder: Bunlar birden ona kadar olan on sözcük, yüz sözcüğü ve bin sözcüğü olup toplamı on iki basit sözcük eder. Diğer sözcükler bunlardan türemiş veya bir araya gelmiş veyahut da bunların tekrarıdır. [On iki sözcüğün] tekrarı olanlar, yirminin, “on’un; otuzun, üçün; kırkın, dördün vb. tekrarı olması gibidir. Bir araya gelmiş olan [sözcükler] ise iki yüz, üç yüz, dört yüz ve beş yüz gibidir. Bunlar birler basamağındaki sözcükler ile yüz sözcüğünden bir araya gelmiştir. Aynı şekilde iki bin, üç bin, dört bin de böyledir. Bunlar da bin ile birler, onlar ve yüzler basamağındaki diğer sözcüklerden bir araya gelmiştir. Örneğin, beş bin, altı bin, yirmi bin ve yüz bin vb. Bunların biçimi şöyledir:
Birler, “elif, be, cim, dal, he, vav, ze, ha, tı, ye”; onlar “kef, lam, mim, nun, sin, ayn, fe, sad”; yüzler “kaf, re, şin, te, se, hâ, ze, dad, zı”; binler ise “Ğayn, be-ğayn, cim-ğayn, dal-ğayn, heğayn, vav-ğayn, ze-ğayn, ha-ğayn, tı-ğayn, ye-ğayn”dır.
Bilesin ki, sayı varlığı, birler, onlar, yüzler ve binler şeklinde dört basamaktan oluşur. Sayının çift ve tek, pozitif tam ve kesirli, bazısının diğer bazısının altında olması gibi hususlar, sayının doğası için gerekli ve zorunlu bir durum değildir. Ancak bu, filozofların (hakim) kendi tercihleriyle düzenledikleri suni bir husustur. Onlar bunu, sayısal hususların doğaya ait işlerin düzeniyle uyumlu olması için yapmışlardır. Şöyle ki; Şanı Yüce Bârî, doğa işlerinin çoğunu dörderli olarak yapmıştır: Örneğin sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluk şeklindeki dört hal; ateş, hava, su ve toprak şeklindeki dört unsur; ahlât-ı erbaa’dan kan, balgam, kara safra ve sarı safra olan dört karışım; ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış olan dört mevsim; dört yön [doğu, batı, güney, kuzey]; doğu rüzgarı (sabâ), batı rüzgarı (debûr), güney rüzgarı ve kuzey rüzgarı olan dört rüzgar; doğan, batan, sema kazığı (veted) ve yer kazığı şeklindeki “dört kazık” (el-evtâdu’l-erbaa); madenler, bitkiler, hayvanlar ve insan şeklindeki dört yaratılmış. Bu örneklerde görüldüğü üzere doğa işlerinin çoğu dörder olarak var edilmiştir.
Bilesin ki, bu doğa işlerinin çoğu, Şanı Yüce Bârî’nin inayeti ve hikmetinin gerektirmesiyle dörderli şekilde olmuştur ki, doğa işlerinin düzeni, doğa işlerinden aşkın ve cisim olmayan ruhanî işlerle uyumlu olsun. Şöyle ki; tabiatta aşkın olan şeyler dört basamak üzeredir. Birincisi Şanı Yüce Bârî’dir, sonra onun altında “küllî faâl akıl”, sonra bunun altında “küllî nefs” ve bunun da altında “ilk madde” (el-heyulâ el-ulâ) gelir. Bunların hiçbiri cisim değildir.
Ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bilesin ki, Şanı Yüce Bârî’nin varlıklara olan nispeti, “bif’in sayılara nispeti gibidir; O’ndan olan aklın varlıklara nispeti, ikinin sayılara nispeti gibidir; nefsin varlıklara nispeti, üçün sayılara nispeti gibidir; ilk maddenin varlıklara nispeti ise dördün sayılara nispeti gibidir.
Ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bilesin ki, birleriyle, onlarıyla, yüzleriyle, binleriyle ve artarak gideceğine kadar giden tüm sayıların, hepsinin aslı “bir’den dörde (1,2, 3,4) kadardır. Yani diğer tüm sayılar bu sayılardan oluşmuş, bunlardan meydan gelmişlerdir. Bunlar tüm sayılarda asildir. Bunun açıklaması şöyledir: Dörde “bir” ilave edildiğinde beş olur, dörde iki ilave edildiğinde altı, dörde üç ilave edildiğinde yedi; dörde “bir” ve üç ilave edildiğinde sekiz, dörde iki ve üç ilave edildiğinde dokuz, dörde “bir”, iki ve üç ilave edildiğinde “on” olur. Bu örneklerde olduğu üzereonlar, yüzler, binler artarak gideceğine kadar giden diğer sayılara aynı şey uygulanır. Benzer şekilde çizginin (hatt) esasları da dörttür ve diğer harfler de ondan terkip edilmiştir. Daha sonra anlatılacağı üzere “söz” (kelâm), harflerden oluşur. Bunlara dikkat edecek olursan söylediğimizin hak ve doğru olduğunu anlarsın. Kim Şanı Yüce Bârî’nin şeyleri akılda nasıl yarattığını (ihtira), onları nefiste nasıl var ettiğini (îcad) ve onları heyûlâda nasıl şekillendirdiğini (tasvir) bilmek isterse bu bölümde anlattıklarımıza dikkat etsin.
Ey kardeşim! Bilesin ki, “bir”i tekrarlatarak ikiyi “bir’den meydana getirmesi gibi, Şanı Yüce Bârî’nin kendi birliğinin (vahdaniyet) nurundan yarattığı ve yoktan var ettiği (ibda1) ilk şey faâl akıl denilen basit bir cevherdir. Sonra, O, ikiye bir’in ilavesiyle üç’ü meydana getirmesi gibi, felekî küllî nefsi de akıl nurundan meydana getirdi. Sonra üçe “bif’in ilavesiyle dördü meydana getirmesi gibi nefsin hareketinden ilk maddeyi meydana getirdi. Sonra diğer sayıları, daha önce örneklendirdiğimiz üzere dörtten öncekileri dörde ekleyerek dörtten meydana getirdiği gibi diğer yaratılmışları maddeden (heyûlâ) meydana getirdi, akıl ve nefs vasıtasıyla onları düzenledi.
Ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bilesin ki, sayıların ikiden önceki “bir’den bir araya gelmesi ve ondan ortaya çıkmasına dair anlattıklarımızı iyice düşündüğünde, bunun Şanı Yüce Bârî’nin vahdaniyetine ve şeyleri yaratmasının ve yoktan var etmesinin keyfiyetine en iyi delil olduğunu anlarsın. Şöyle ki, daha önce açıkladığımız üzere, sayıların ikiden önceki “bir’den var olması ve oluşması tasavvur edildiğinde, “bir”,
bulunduğu durumla ilgili bir değişime uğramaz ve bölünmez. Aym şekilde her ne kadar Aziz ve Çelil olan Allah da şeyleri vahdaniyet (birlik) nurundan yaratıp, yoktan var edip meydana getirmiş ve bu eşyaların varlık kazanmaları, varlıklarını sürdürmeleri, tamamlanmaları ve olgunlaşmaları Onunla olmuşsa da, Allah’ın eşyayı yaratmasından ve yoktan var etmesinden önceki birliğinde (vahdaniyet) bir değişme olmaz. Nitekim biz bunu Aklın İlkeleri Risalesi (Risâletul-Mebâdi’l-Akliyye)’nde de açıkladık. Şanı Yüce Bârî’nin varlıklara nispetinin “bir’in sayılara nispeti gibi olduğunu anlattığımızı sana bildirmiştik. Nasıl ki “bir”, sayıların aslı, kaynağı, başlangıcı ve sonu ise aynı şekilde Aziz ve Çelil olan Allah da şeylerin sebebi, yaratıcısı (halik) ve onların başıve sonudur. Nasıl ki “bir’in sayılardan bir parçası ve benzeri yoksa aynı şekilde Aziz ve Çelil olan Allah’ın da yaratılmışlardan eşi ve benzeri yoktur. Yine nasıl ki “bir”, tüm sayıları kuşatıp sayıyorsa aynı şekilde Aziz ve Çelil olan “Allah” da şeyleri ve mahiyetlerini bilir. Allah zalimlerin söylediklerinden beridir, O yüce ve büyüktür!
Ey kardeşim! Bilesin ki, daha önce belirttiğimiz üzere, çoğu toplumlara göre sayıların basamakları dört basamak üzeredir. Pisagorcularda ise bu, on altı basamak üzeredir. Biçimi şöyledir:
Birler Onlar
Yüzler
Binler
On binler
Yüz binler
Milyonlar
On milyonlar
Yüz milyonlar
Milyarlar
On milyarlar
Yüz milyarlar
Trilyonlar
On trilyonlar
Yüz trilyonlar
Katrilyonlar
1
10
100
1000
10000
100000
1000000
10000000
100000000
1000000000
10000000000
100000000000
1000000000000
10000000000000
100000000000000
1000000000000000
Ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bilesin ki, kesirli sayıların basamakları çoktur. Çünkü her pozitif tam sayının bir parçası, iki parçası veya çok sayıda parçaları vardır. Örneğin on ikinin yarısı, üçte biri, dörtte biri, altıda biri, altıda birinin yarısı vardır. Yirmi sekiz ve bunlar dışındaki sayılar da böyledir. Ancak kesirli sayıların basamakları ve kısımları artacak olursa, onun bazı basamakları diğer basamaklarının altında olur ve hepsini “on” sözcük ifade eder: Bu sözcüklerden biri “genel ve kapalı”, dokuzu “özel ve anlaşılırdır. Bu dokuz sözcükten biri konulmuş bir isim (mevzu) olup bu yarımdır, sekizi ise türemiştir (müştak). Türemişler, üçten üçte bir, dörtten dörtte bir, beşten beşte bir, altıdan altıda bir, yediden yedide bir, sekizden sekizde bir, dokuzdan dokuzda bir, ondan onda birdir. “Genel ve kapalı” sözcük ise parçadır (cüz)-, çünkü on birdeki “bir’e, on birden bir parça denir. Benzer durum on üç, on altı ve benzerlerinde de vardır. Geriye kalan kesirli sözcükler ise bu on sözcüğe oranlanarak olur. Örneğin on ikideki “bir” için altıda birin yarısı denir, on beşteki “bir” için üçte birin beşte biri, yirmideki “bir” için de onda birin yarısı denir. Bu örneklerle diğer kesirlilere ait kavramların bir birlerine oranla olduğu açıklanmış oldu.
Bilesin ki, sayıların bu iki çeşidi çokluk açısından sonsuza kadar gider. Şu farkla; pozitif tam sayılar en az iki olan bir nicelikten başlar ve kademeli bir artışla sonsuza kadar gider; kesirliler ise en çok yarım olan bir nicelikten başlar ve bölümlemeyle sonsuza kadar gider. Her iki sayı türü de başlangıçları itibariyle sonlu, sonları itibariyle sonsuzdur.
Bölüm (Fâsıl): Sayıların Özellikleri
Sonra bilesin ki, her sayının bir özelliği veya çok sayıda özelliği vardır. Özelliğin (hâssiyet) anlamı, nitelenene özgü olan niteliktir (sıfat) ki bu hususta başkası onunla ortak olamaz. “Bif’in özelliği, daha önce açıkladığımız üzere, sayıların ash ve kaynağı olmasıdır: “Bir”, tek olsun çift olsun tüm sayıları sayar. İkinin özelliği, mutlak manada sayıların ilki olmasıdır. O, sayıların yarısını, yani tekleri değil de çiftleri sayar. Üçün özelliği, tek sayıların ilki olmasıdır ve o, bazen tek bazen de çift sayıların üçte birini sayar. Dördün özelliği, onun köklü (meczûr) sayıların ilki olmasıdır. Beşin özelliği, devreden -buna dönen de denirilk sayı olmasıdır. Altının özelliği, tâm sayıların ilki olmasıdır. Yedinin özelliği, tam (kâmil) sayıların ilki olmasıdır. Sekizin özelliği, küplü (muka’ab) sayıların ilki olmasıdır. Dokuzun özelliği, köklü tek sayıların ilki ve birler basamağının sonu olmasıdır. “On’un özelliği, onlar basamağının ilki olmasıdır. On birin özelliği, [onlar basamağındaki] asal sayıların (adedun asamm) ilki olmasıdır. On ikinin özelliği, artık (zaîd) sayıların ilki olmasıdır. Özetle, her sayının bir özelliği, onun iki sınırınm/komşusunun toplamlarının yarısı olmasıdır. Bir sayının iki komşusu toplandığında, o sayının iki katı eder. Örneğin, beşin bir komşusu dört, diğer komşusu ise altıdır, bu ikisinin toplamı ondur, beş de bunun yarısıdır. Dikkat edecek olursan bu kurala göre diğer sayılar da ortaya çıkar. Bunun rakamları şöyledir:
1, 2, 3,4, 5 6, 7, 8, 9.
“Bir’e gelince, onun bir tane komşusu vardır, o da ikidir. “Bir” ikinin yarısı, iki de “bir”in iki katıdır. “Bir”, sayıların ash ve kaynağıdır: onu varlık alanından kaldırdığında onun kalkmasıyla sayılar da ortadan kalkar, sayıları varlık alanından kaldırdığında ise “bir” ortadan kalkmaz. İki, mutlak manada sayıların ilkidir, sayılar, birlerin çokluğu demektir, çokluğun ilki de ikidir. Üç, teklerin ilkidir, bu durum şu sebeple olmaktadır: İki, sayıların ilkidir ve çifttir, onu üç takip eder ve o da tektir. Üç, kimi zaman tek kimi zaman da çift olan sayıların üçte birini sayar, bu sebeple üç, iki sayıyı aşar ve üçüncü bunlardan sonra sayılır, bu üçüncü bazen çift bazen de tek olur. Dört, köklü sayıların ilkidir, dolayısıyla o, kendisinin ikiyle çarpılmasından ortaya çıkar, kendisiyle çarpılan her sayı kök (cizr) olur; bundan çıkan toplam da köklüdür. Beşin devreden sayıların ilki olduğuna dair söylenen söze gelince, bunun anlamı, onun kendisiyle çarpımınınkendisine dönmesi demektir. [Ortaya çıkan] bu sayı da beşin kendisiyle çarpılması sonucunda ortaya çıkan toplamla çarpılınca [25 x 25] yine kendisine dönmüş olur. [Kural] her zaman şöyledir: Örneğin beş kere beş yirmi beş eder, yirmi beş de kendisiyle çarpılınca altı yüz yirmi beş eder; bu sayı da kendisiyle çarpılırsa ortaya üç yüz doksan bin altı yüz yetmiş beş çıkar; bu sayı da kendisiyle çarpılırsa ortaya sonu yirmi beş olan bir sayı ortaya çıkar. Beşin gideceğine kadar giderek sürekli bir şekilde kendisini koruduğunu ve kendisinden ortaya çıktığını, görmüyor musun? Bunun rakamları şöyledir:
5 25 625 390625
Altıda da bu manada beşle bir benzerlik vardır, fakat altı, beşin gerektirdiği gibi, devamında (6,36,1296) kendisinin gelmesini gerektirmez: Altı kere altı otuz altı eder, burada altı kendine dönmüş ve otuz ortaya çıkmıştır. Otuz altı da kendisiyle çarpıldığında bin iki yüz doksan altı çıkar, burada ise altı ortaya çıkarken otuz görünmemiştir. Dolayısıyla altının kendisini koruduğu ama ondan ortaya çıkanın kendisini korumadığı görülmüştür. Beş ise hem kendisini hem de kendisinden ortaya çıkanı sürekli ve sonsuza kadar korur. Altının özelliği ile ilgili söylenen söze gelince, bu, altının mükemmel sayıların ilki olmasıdır. Bunun anlamı şudur: Hangi sayı olursa olsun parçaları [bir sayıyı bölen sayılar] toplandığında kendisine eşit oluyorsa, bu sayıya mükemmel sayı denir. Altı bunların ilkidir. Şöyle ki; onun yarısı vardır ve bu üçtür, üçte biri vardır ve bu ikidir, altıda bir vardır bu da birdir; işte bu parçalar toplandığında altıya eşit olur. Bu özellik, altıdan önceki sayılarda yoktur ama ondan sonraki yirmi iki, dört yüz doksan altı ve sekiz bin yüz yirmi sekizde vardır. Bunların rakamları şöyledir:
6, 27,496,8128.
Yedinin olgun sayıların ilki olduğuna dair sözün anlamı, onun tüm sayıların kavramlarım/manalarım kendinde toplaması demektir. Şöyle ki; sayıların tümü çiftler ve teklerdir; yedideki çiftler birinci ve İkincidir, iki, çiftlerin birincisi, dört ise ikinci çifttir. Yedideki tekler de birincive İkincidir; üç, teklerin birincisi, beş ise ikinci tektir. Birinci teki ikinci çifte veya birinci çifti ikinci teke eklediğinde bundan yedi oluşur. Örneğin, çiftlerin birincisi olan ikiyi, ikinci tek olan beşe ilave ettiğinde bundan yedi ortaya çıkar. Aynı şekilde birinci tek olan üçü, ikinci çift olan dörtle topladığında bundan da yedi çıkar. Keza, sayıların aslı olan “bir”, mükemmel sayı olan altıyla birlikte alındığında bundan olgun sayı olan yedi ortaya çıkar. Bunun rakamları şöyledir: 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7. Bu özellik, yediden önceki sayılarda yoktur. Yedinin başka özellikleri de vardır, bunları “varlıkların, sayıların doğalarına göre olduklarına” dair açıklamamızda anlatacağız.
Sekizin küplü sayıların ilki olduğuna dair sözün anlamı şudur: Daha önce açıkladığımız üzere, kendisiyle çarpılan her sayıya kök, bundan çıkan toplama da köklü adı verilir. Köklü, köküyle çarpıldığında, bundan çıkan toplama küplü denir. Şöyle ki; iki, sayıların ilkidir; kendisiyle çarpıldığında bundan çıkan toplam dört olur; bu, ilk köklü sayıdır. Sonra köklü, burada “iki” olan köküyle çarpılır, bundan da sekiz ortaya çıkar, sekiz de küplü sayıların ilkidir.
Sekizin üçboyutlu (mücessem) sayı olduğu söylenmektedir. Çünkü Geometri Risâlesi’nde (Risâletul-cumetriyâ) açıkladığımız üzere, cisim ancak birikmiş yüzeylerden = düzlemlerden (satıh), yüzey ancak bitişik çizgilerden, çizgi de ancak düzenli noktalardan oluşur. En kısa çizgi, iki parçadan, en dar yüzey iki çizgiden, en küçük cisim de iki yüzeyden oluşur. Bu öncüllerden şu sonuç ortaya çıkar: En küçük cisim sekiz parçadan oluşur ki, bir parçası çizgidir ve o da iki parçadan oluşur. Bu durumda çizgi kendisiyle çarpıldığında, ondan dört parçadan olan yüzey oluşur. Yüzey de iki uzunluğundan biriyle çarpıldığında bundan derinlik oluşur. Bunların hepsi de iki derinlik çarpı iki en çarpı iki boy olmak üzere sekiz parça eder.
Dokuzun ilk köklü tek sayı olduğu söylenmektedir. Çünkü üç kere üç dokuz edip, yediden, beşten ve üçten herhangi bir köklü sayı yoktur.
“Onun onlar basamağının ilki olduğuna dair söz ise açıktır. Tıpkı “bir’in birler basamağının ilki olması gibi. Bu durum açıktır ve izah etmeye gerek yoktur. "On”un başka bir özelliği daha vardır ve bu, “bir’in özelliğine benzemektedir. Şöyle ki; “on”un cinsinden sadece bir üye (taraf) vardır o da yirmidir. “Bir”in ikinin yarısı olduğunu söylediğimiz gibi “on” da yirminin yarısıdır.
Onbirin [onlar basamağındaki] asal (asam) sayıların ilki olduğu söylenmektedir. Çünkü onun kendisiyle ilgili konuşulacak bir parçası [böleni] yoktur, bununla birlikte “bir’in on birden olduğu ve ikinin de birden olduğu söylenmektedir. Bu şekildeki tüm sayıların sıfatı sağır = asal (asam) olarak adlandırılır; on üç, on yedi ve bu şekilde gelen sayılar gibi. Bunların biçimi şöyledir:
On ikinin artık sayıların ilki olduğu söylenmektedir. Çünkü her sayı, parçaları toplandığında, kendisinden fazla olana artık sayı adı verilir. On iki de bunların ilkidir. Şöyle ki; on ikinin yarısı vardır, bu altıdır; üçte biri vardır, bu dörttür; dörtte biri vardır, bu üçtür; altıda biri vardır, bu ikidir; altıda birinin yarısı vardır, bu da birdir. Bu parçalar toplandığında on altı eder ve bu da on ikiden dört fazlalıkla daha çoktur. Bunun rakamları şöyledir:
12 yarısı 6, üçte biri 4, dörtte biri 3, altıda biri 2, altıda birinin yarısı 1.
Özetle her pozitif tam sayının kendisini başkasından ayıracak özellikleri vardır. Fazlası bıkkınlık vereceğinden dolayı bunları anlatmıyoruz.
Ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bilesin ki, daha önce açıkladığımız üzere, sayılar, pozitif tam sayı ve kesirli olmak üzere iki kısma ayrılır: Pozitif tam sayılar tekler ve çiftler olmak üzere iki kısma ayrılır. Çift, iki pozitif tam sayıya bölünebilen her sayıdır. Tek ise çifte “bir” artan veya çiftten “bir” eksilen her sayıdır. Çift sayıların meydana gelişi ise aşağıda görüldüğü üzere sürekli şekilde ikinin katlanmasıyla olur:
Teklerin meydana gelişi ise “bir’den başlar. “Bir’e iki ilave edildiğinde, buna da devamlı ilave edildiğinde gideceğine kadar gider:
Çift, üç çeşide ayrılır: Çiftin çifti, tekin çifti, çift ve tekin çifti. Çiftin çifti, iki tam eşit yarıya bölünen her sayıdır; onun yarısı sürekli iki yarıya bölünür ve bölünme “bir”de bitinceye kadar devam eder. Örneğin altmış dört sayısı. Bu sayı, çiftin çifti bir sayıdır. Şöyle ki; bu sayının yarısı otuz ikidir, onun yarısı on altı, onun yarısı sekiz, onun yarısı dört, onun yarısı iki ve onun yarısı da biridir. Bu sayının meydana gelmesi ikiden başlar, bu sayı ikiyle çarpılır, sonra bu çıkan sayı ikiyle, bundan çıkan sayı ikiyle, sonra bu çıkan sayı da sonsuza kadar sürekli bir şekilde ikiyle çarpılır.
Bu problemi açıklamak isteyen, satranç kutucuklarım ikiyle çarpsın, bundan ancak çiftin çifti olan sayı ortaya çıkar. Bu sayının, Nikhomakhos’un kendi kitabında uzun açıklamalarla anlattığı başkaca özellikleri de vardır. Biz bundan bir kısmını aktaracağız:
Bu sayı [çiftin çifti] doğal düzeni üzere, bir, iki, dört, sekiz, on altı, otuz iki, altmış dört ve gideceğine kadar giderek dizilirse, onun bir özelliği şu olur: [Bu sayı dizisinin] iki ucundan birinin diğeriyle çarpımı, eğer [sayı dizisinin] bir tane orta [sayısı] varsa, ortadakinin kendisiyle çarpımına eşit olur; yok eğer iki ortası varsa birinin diğeriyle çarpımı kadar olur. Örneğin altmış dört sayısı. Bu sayının kendisi son uç, “bir” ise ilk uçtur, [sayı dizisinin] bir tane ortası vardır, o da sekizdir. Dolayısıyla şöyle deriz: Birin altmış dörtle veya ikinin otuz ikiyle veya dördün on altıyla çarpımı sekizin kendisiyle çarpımına eşittir. Bunun biçimi şöyledir:
Şayet buna [sayı dizisine] bir sayı daha ekleyip iki ortasının olmasını sağlarsak şöyle deriz: Eğer [sayı dizisinin] iki ucundan biri diğeriyle çarpılırsa, iki ortadan birinin diğeriyle çarpımına eşit olur. Örneğin; yüz yirmi sekiz sayısı “bir”le, altmış dört sayısı ikiyle, otuz iki sayısı dört ile çarpıldığında on altı ile sekizin çarpımına eşit olur. Bunun biçimi şöyledir:
Çiftin çifti sayısının başka özellikleri de vardır: “Bir’den gideceği yere kadar [olan sayı dizisi] toplandığında, bu, [dizinin] bittiği sayıdan “bir” sayı az olur. Örneğin, “bir”, iki ve dört sayıları alındığında, bunların toplamları sekizden “bir” az olur; şayet bu toplama sekiz de ilave edilirse bunların hepsi on altıdan “bir” az olur; eğer bu toplama on altı da eklenirse, bu toplam otuz ikiden “bir” az olur. Bu kural üzere, bu sayılar dizisi gideceğine kadar giderek ortaya çıkar. Bunun biçimi şöyledir:
Tekin çifti, bir defa yarıya bölünen her sayıdır; bölme işleminde bire ulaşamaz. Örneğin altı, on, on dört, on sekiz, yirmi iki, yirmi altı. Bunların her biri ve bunlara benzeyen sayılar sadece bir defa bölünürler ve “bir’e ulaşamazlar. Bu sayıların ortaya çıkışları her tek sayının ikiyle çarpımından olur. Bunların biçimi şöyledir:
[ Vav [ Ya | Ya-dal | Ya-ha | Kef-be | Kef-vav-lam| Lam-vav | Lam-cim | Mim-be | Mim-vav [
Bu sayılardan her biri, üstündeki sayı için yarıdır. Çift ve tekin çifti ise birden fazla defalarca yarıya bölünen her sayıdır ve bölme işleminde bire ulaşamaz. Örneğin on iki, yirmi, yirmi dört, yirmi sekiz ve buna benzeyen sayılar. Bunların biçimi şöyledir:
Bu sayıların meydana gelişi, tekin çifti olan sayıların ikiyle bir defa veya birden çok defa çarpılmasından olur; bu sayıların, sözün uzaması korkusuyla anlatmadığımız özellikleri de vardır.
Tek sayılar ise iki kısma ayrılır: “İlktek” (ferdun-evvel) ve “bileşiktek” (ferdun mürekkeb). Bileşik tek de ortak (müşterek) ve ayrı (mubayin) olmak üzere iki çeşittir. Konunun izahı şöyledir: “İlk tek”, kendisini “bir” dışında diğer sayıların saymadığı her sayıdır. Örneğin; üç, beş, yedi, on bir, on üç, on yedi, on dokuz, yirmi üç ve buna benzeyen sayılar. Bu sayıların özelliği kendisine isim olandan başka parçası olmayan sayı olmalarıdır. Şöyle ki; üç için ancak üçte bir, beş için ancak beşte bir, altı için ancak altıda bir vardır. Aynı durum on bir, on üç, on yedide geçerlidir. Özetle tüm asal sayıları ancak bir sayar [böler]. Onların parçalarının ismi kendilerinden türemiştir.
“Bileşik tek” ise kendisini “bir” dışında diğer sayıların saydığı her sayıdır. Örneğin; dokuz, yirmi beş, kırk dokuz, seksen bir ve bunun gibi sayılar. Bunun biçimi şöyledir:
| Tı | Kef-he [ Mim-tı | Fe-elif-kaf-kef-elif [ Kaf-sin-tı |
“Ortak tek”, kendisini “bir” dışında diğer sayının saydığı her iki sayıdır. Örneğin dokuz, on beş, yirmi bir; üç, bu sayıların hepsini sayar. Aynı şekilde, on beş, yirmi beş, otuz beş; beş de bu sayıların hepsini sayar. Bu sayılar ve benzerleri kendilerini sayan sayılarda ortak (kat) diye isimlendirilirler. Bunun biçimi şöyledir:
| Tı | Ya-he | Kef-elif | Kef-he | Lam-he |
“Ayrı tek” sayılar ise kendilerini “bir” dışında iki sayının saydığı her iki sayıdır; fakat ikisinden birini sayan diğerini saymaz. Örneğin, dokuz ve yirmi beş. Üç, dokuzu sayar ama yirmi beşi saymaz. Beş, yirmi beşi sayar ama dokuzu saymaz. Bu sayılar ve benzerlerine ayrı (mütebâyin) denilir.
Bölüm: Tâm, Eksik (Nâkıs) Ve Artık (Zâid) [Sayılar]
Ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bilesin ki, her tek sayının bir özelliği de şudur: Tek sayı nasıl bölünürse bölünsün, bölümün bir kısmı çift, diğer kısmı tek olur. Her çift sayının bir özelliği de şudur: Çift sayı nasıl bölünürse bölünsün, her iki kısmı ya çifttir, ya da tektir. Bunun biçimi şöyledir:
Ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bilesin ki, sayılar bir başka açıdanüç türe ayrılırlar: Tam, artık, eksik. Tam sayı, parçaları toplandığında, bu toplamın o sayının kendisine eşit olduğu her sayıdır. Örneğin; altı, yirmi sekiz, dört yüz doksan altı, sekiz bin yüz yirmi sekiz. Bu sayılardan her birinin parçaları toplandığında, bu toplam o sayının kendisine eşit olur. Bu sayılardan, her sayı basamağında ancak bir tane bulunur. Örneğin birlerden altı, onlardan yirmi sekiz, yüzlerden dört yüz doksan altı, binlerden sekiz bin yüz yirmi sekiz. Bunların rakamları şöyledir: 6, 28, 496, 8128. Artık sayı ise parçaları toplandığında o sayıdan fazla olan her sayıdır. Örneğin; on iki, yirmi, altmış ve buna benzer sayılar. On ikinin yarısı altı, üçte biri dört, dörtte biri üç, altıda biri iki, altıda birinin yarısı birdir. Bu parçaların toplamı on altı eder ve bu da on ikiden fazladır. Eksik sayı ise parçaları toplandığında o sayıdan az olan her sayıdır. Örneğin dört, sekiz, on ve benzeri sayılar. Sekizin yarısı dört, dörtte biri iki, sekizde biri birdir. Bunların hepsi yedi eder ve bu sekizden azdır. Diğer eksik sayılarla ilgili hüküm de bu kurala göre olur.
Bölüm: Dost Sayılar (el-Eadâdu’l-Mütehâbbe)
Ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bilesin ki, sayılar başka bir açıdan iki kısma ayrılır: Bunlardan birine dost (mütehabbe) sayılar denir ve bu sayılar biri artık diğeri eksik olan her iki sayıdır; artık sayının parçaları toplandığında eksik sayının toplamına eşit olur, eksik sayının parçaları toplandığında da artık sayının toplamına eşit olur. Örneğin iki yüz yirmi (220) sayısı artık bir sayıdır, iki yüz seksen dört (284) sayısı ise eksik bir sayıdır. İki yüz yirminin parçaları toplandığında iki yüz seksen dörde eşit olur. Bu sayının parçaları toplanınca da toplamı iki yüz yirmi eder. Bu sayılara ve benzerlerine dost adı verilir ve bunların sayısı azdır. Bunların rakamları şöyledir:
Sayıların Katlanması
Ey kardeşim! bilesin ki, sayıların bir özelliği de sonsuza kadar katlanması (tad'îf) ve artmasıdır. Bu, beş şekilde olur: Bunlardan biri, doğal düzen üzere olur ve gideceği yere kadar şu şekilde gider: 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 11, 12. Diğeri, “çiftler düzeni” üzere olur ve gideceği yere kadar şu şekilde gider: 2,4,6,8,10,12,14. Öbürü, “tekler düzeni” üzere olur ve gideceği yere kadar şu şekilde gider: 1, 3, 5, 7,9,11,13,15, 17. Bir başkası, ise diğer işlemlerde görüldüğü gibi, her halükârda çıkartma (tarh) ile olandır. Bir diğeri de daha sonra açıklayacağımız üzere “çarpma” ile olandır.
Bölüm: [Katlanma ve Artma] Çeşitlerinin Özellikleri
Ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bilesin ki, bu çeşitlerin her biri için çok sayıda özellikler vardır ve bunlar Aritmetik Kitabında uzun açıklamalarla anlatılmıştır. Fakat biz bu bölümde, bundan bir kısmını anlatacağız. Deriz ki;
Doğal düzen üzere [sayıların artmasının] bir özelliği şudur: “Bir’den gideceği yere kadar sayılar [dizisi] toplanacak olursa bu toplam, son sayıya bir ilaveyle oluşan sayının, sayı dizisi toplamının yarısıyla çarpımına eşittir. Örneğin, doğal düzen üzere, “bir’den “on”a kadar toplam kaç eder? denirse, bunun kuralı şudur: “Ona “bir” ilave edilir, sonra bu sayı “on’un yarısıyla [beşle] çarpılır ve sonuç elli beş eder. Veya [“on”a bir ilaveyle on bir olmuş sayının yarısından bir tanesi olan] “beş” [önce] kendisiyle çarpılır sonuç yirmi beş eder, sonra da “altı” olan diğer yarıyla çarpılır bu da otuz eder, ikisinin [25+30] toplamı elli beş eder. Bunun istenen kalıbı ve kuralı böyledir.
Çiftler düzeni üzere [artan sayılar], bir, iki, dört, altı, sekiz, on, on iki ve gideceğine kadar giden sayılardır. Bu düzenin bir özelliği, toplamın daima tek olmasıdır. Başka bir özelliği ise şudur: “Bir’den gittiği yere kadar olan [sayılar] doğal düzen üzere toplandıklarında bu toplam, bu sayının, son sayının yarısının bir fazlasıyla çarpımından çıkan son toplamın bir fazlasına eşittir. Örneğin sana çift düzen üzere, “bir’den ona kadar toplam kaç eder? diye sorulursa bunun kuralı şöyledir: “On’un yarısını alırsın, buna “bir” ilave edersin, sonra bunu son sayının yarısıyla [“on”la] çarparsın, sonra ortaya çıkan toplama “bir” ilave edersin bu da otuz bir eder. Diğer sayılar da bu kural üzere olur.
Tekler düzeni üzere [artan sayılar] da bir, üç, beş, yedi, dokuz, on bir ve gideceğine kadar giden sayılardır. Bunların bir özelliği, doğal düzenleri üzere toplandıklarında iki toplamın oluşmasıdır: [Bu toplamın] biri çift, diğeri tektir, birbirlerini takip ederek gideceğine kadar giderler ve bunların hepsi köklü olurlar. Başka bir özelliği şudur: “Bir’den gideceği yere kadar giden [sayılar] doğal düzeni üzere toplandıklarında, çıkan toplam, o sayıların yarısının kendisiyle çarpımına -ki bu da zorunlu olarak köklü olureşittir. Örneğin, “bir’den on bire kadar kaç eder? diye sorulursa bunun kalıbı şudur: Sayının yarısını alırsın, ki bu da beş buçuktur, bu sayıyı tamlarsın, bu da altı olur, bunu da kendisiyle çarparsın ve sonuç otuz altı eder. Bunun kalıbı böyledir, sen buna göre uygula.
Ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bilesin ki, çarpmanın anlamı birler basamağındaki iki sayıdan birinin diğer sayıdakinin miktarınca katlanmasıdır. Örneğin “üç çarpı dört kaç eder?” diye sorulduğunda bunun anlamı “dört kere üçün toplamı kaçtır?” demektir.
Ey kardeşim! Bilesin ki, daha önce açıkladığımız üzere, sayılar pozitif tam ve kesirli olmak üzere iki çeşittir. Sayıların bazısının bazısıyla çarpımı da tekil sayı ve bileşik sayı olmak üzere iki türden olur. Tekil [sayının çarpımı] üç çeşittir: Bunlardan birincisi, iki çarpı üç, üç çarpı dört ve benzeri gibi pozitif tam sayının pozitif tam sayıyla çarpılmasıdır. İkincisi, bir bölü iki çarpı bir bölü üç, bir bölü üç çarpı bir bölü dört ve benzeri gibi kesirlinin kesirliyle çarpılmasıdır. Üçüncüsü ise iki çarpı bir bölü üç, bir bölü üç çarpı dört ve benzeri gibi kesirlinin pozitif tam sayıyla çarpılmasıdır. Bileşik sayının çarpımı da üç şekilde olur: Bunlardan biri, kesirli ve pozitif tam sayının pozitif tam sayıyla çarpılmasıdır. Örneğin iki ve üçte birin beşle çarpılması ve benzeri gibi olanlar. Diğeri, pozitif tam ve kesirlinin pozitif tam ve kesirliyle çarpılmasıdır. Örneğin iki ve bir bölü üçün üç ve bir bölü dörtle çarpılması ve benzeri gibi olanlar. Öbürü ise pozitif tam ve kesirlinin kesirliyle çarpılmasıdır. Örneğin iki ve bir bölü üçün bir bölü yediyle çarpılması gibi.
Bölüm: Pozitif Tam Sayılarda [Artma]
Ey kardeşim! Bilesin ki, pozitif tam sayıların çarpımı dört çeşit üzeredir ve toplamları on grup eder: Bunlar birler, onlar, yüzler ve binlerdir. Bir tanesi “bir”, “on” tanesi “on” olan birlerin birlerle çarpımı; bir tanesi “on”, on tanesi yüz olan birlerin onlarla çarpımı; bir tanesi yüz, on tanesi bin olan birlerin yüzlerle çarpımı; bir tanesi bin, on tanesi onbin olan birlerin binlerle çarpımı; dolayısıyla bunlar dört grup etmiş olur. Bir tanesi yüz, on tanesi bin olan onların onlarla çarpımı; bir tanesi bin, on tanesi onbin olan onların yüzlerle çarpımı; bir tanesi onbin, on tanesi yüz bin olan onların binlerle çarpımı; bunlar böylece üç grup etmiş olur. Bir tanesi onbin, on tanesi yüz bin olan binlerin binlerle çarpımı; bir tanesi yüz bin, on tanesi bir milyon olan binlerin binlerle çarpımı; bunlar da iki grup etmiş olur. Bir tanesi bir milyon, on tanesi on milyon olan binlerin binlerle çarpımı; bu ise bir grup eder. Tüm bunların toplamı da on grup eder. Bunların biçimi şöyledir:
Birlerin birlerle; birlerin onlarla; birlerin yüzlerle; birlerin binlerle; onların onlarla; onların yüzlerle; onların binlerle; yüzlerin yüzlerle; yüzlerin binlerle; binlerin binlerle çarpımı.
Bölüm: Çarpma, Kök, Küplüler ve Cebirciler İle Geometricilerin (Muhendisûn)
Kullandıkları Kavramlar Ve Bunların Anlamları
Deriz ki; herhangi iki sayıdan, yani hangi iki sayı olursa olsun, birinin diğeriyle çarpımından ortaya çıkan toplama kare (murabba’) sayı denir. Eğer iki eşit sayı söz konusu olursa bunların çarpımından çıkan toplama “köklü kare” (murabba meczûr) sayı adı verilir veya her iki sayı da bu sayının kökü (cizr) olarak isimlendirilir. Örneğin, iki kere ikinin dört, üç kere üçün dokuz, dört kere dördün de on altı etmesi gibi. Buradaki dört, dokuz, on altı ve benzeri sayıların hepsine “köklü kare” adı verilir. İki, üç ve dört ise kök olarak isimlendirilir. Çünkü iki, dördün kökü; üç, dokuzun kökü ve dört de on altının köküdür. Bu kural üzere diğer kareler (murabbât), köklüler (meczûrât) ve kökleri (cuzûr) hesap edilir:
Her farklı iki sayıdan, yani her hangi iki sayıdan, biri diğeriyle çarpılırsa bundan çıkan toplama “köksüz kare” (muraba gayr-i meczûr) [sayı] adı verilir. Birbirinden farklı olan o iki sayıya ise bu toplamın parçaları denir ve buna karenin kenarları adı verilir ki, bu ifade geometricilerin ifadelerinden biridir. Örneğin iki kere üç veya üç kere dört ya da dört kere beş vb. bu örneklerdeki sayıların bazısının bazısıyla çarpımı olan sayılara “köksüz kareler” adı verilir.
Bölüm: Kare Sayılar
Köklü olsun ya da olmasın, her kare sayı, başka bir sayıyla yani herhangi bir sayıyla çarpıldığında bundan çıkan toplama, üçboyutlu (mücessem) sayı denir. Köklü bir kare sayı, köküyle çarpılırsa bundan çıkan toplama, “küplü üçboyutlu” (mücessem muka’ab) sayı adı verilir. Örneğin dört; bu sayı “köklü kare” bir sayıdır, kökü olan iki sayısıyla çarpıldığında bundan sekiz ortaya çıkar. Aynı şekilde dokuz da “köklü kare” bir sayıdır, kökü olan üç ile çarpıldığında yirmi yedi eder. Yine aynı şekilde on altı da köklü bir sayıdır, kökü olan dört sayısıyla çarpıldığında bundan altmış dört ortaya çıkar. Sekiz, yirmi yedi ve altmış dört ve benzeri sayılara “küplü üçboyutlu” sayılar adı verilir. Küp, boyu, eni ve derinliği eşit olan bir cisimdir; kenarları birbirine eşit, açıları dik, altı kare yüzeyi vardır; on iki paralel kenarı, sekiz üçboyutlu açısı (zevayâ mücesseme) ve yirmi dört düz açısı (zevayâ musattaha) açısı vardır.
Şayet “köklü kare” bir sayı, kökünden küçük bir sayıyla çarpılırsa bu çarpma sonucunun toplamına “lebini üçboyutlu sayı” (adedun mucessemetun lebiniyyun) adı verilir. “Lebini cisim”, boyu ve eni eşit, tavanı (semk) bu ikisinden az olandır; kenarları paralel, açıları dik olan altı dörtgen yüzeyi vardır; fakat kenarları birbirine eşit, açıları dik olan karşılıklı iki kare yüzeyi vardır; dört tane dikdörtgen yüzeyi bulunur; her ikisi birbirine paralel olan on iki kenarı, sekiz üçboyutlu açısı ve yirmi dört düz açısı vardır. Eğer “köklü kare” bir sayı, kökünden fazla bir sayıyla çarpılırsa bundan çıkan toplama, “bîri üçboyutlu sayı” (adedun mucessemetun bîrîyetun) adı verilir. Örneğin dört sayısı; bu sayı köklü bir sayıdır, kökünden büyük olan üçle çarpıldığında on iki eder. Aynı şekilde dokuz sayısı kökünden fazla olan dört ile çarpıldığında bundan otuz altı çıkar. On iki, otuz altı ve benzeri sayılara “bîrî cisim sayı” denir. “Bîrî cisirn’in, tavanı, boy ve eninden fazladır; altı dörtgen yüzeyi vardır ki bunlardan iki tanesi, kenarlan birbirine eşit, açıları dik olan karşılıklı iki karedir; dört tanesi ise kenarları birbirine paralel, açıları dik olan dikdörtgenlerdir; her ikişer tanesi birbirine paralel ve eşit olan on iki kenarı vardır; sekiz üçboyutlu açısı, yirmi dört düz açısı vardır. Her “köklü olmayan kare” sayı, küçük kenarıyla çarpıldığında bundan çıkan toplama “lebini üçboyutlu” adı verilir, uzun kenarıyla çarpılırsa bundan çıkan toplama “bîri üçboyutlu” adı verilir. Bu ikisinden daha az veya daha çok olan sayıyla çarpılırsa bundan çıkan toplama da “levhî üçboyutlu” adı verilir. Örneğin, on iki sayısı “köklü olmayan kare” bir sayıdır; bir kenarı üç, diğeri ise dörttür; eğer on iki, üç ile çarpılırsa bundan otuz altı çıkar ki bu, “lebini üçboyuthTdir. Eğer [on iki] dört ile çarpılırsa bundan kırk sekiz çıkar ki bu da “bîri üçboyutlu’dur. Eğer [on iki] üçten küçük veya dörtten büyük bir sayıyla çarpılırsa buna “levhi üçboyutlu” denir. “Levhi üçboyutlu”, boyu eninden, eni de tavanından fazla olandır; altı yüzeyi vardır ve bunlardan her ikişer tanesi birbirine paralel ve eşittir; on iki kenarı vardır ve bunların her ikişer tanesi birbirine paraleldir; sekiz üçboyutlu açısı, yirmi dört düz açısı vardır.
Bölüm: Köklü Sayıların Özellikleri
Deriz ki: Her köklü sayıya iki kökü ve “bir” ilave edilirse bundan çıkan toplam köklü olur. Her köklü sayıdan, iki kökünden biri çıkarılırsa geriye kalan köklü olur. Peş peşe gelen köklü her iki sayıdan birinin kökü diğerinin köküyle çarpılır ve buna da bir bölü dört ilave edilirse, bunun toplamı köklü olur. Örneğin, dördün kökü olan ikinin, dokuzun kökü olan üçle çarpımı altı eder; buna bir bölü dört ilave edilince de altı artı bir bölü dört eder, bunun kökü iki artı bir bölü ikidir. İki artı bir bölü iki kendisiyle çarpıldığında altı artı bir bölü dört eder; dolayısıyla bunun kökü iki artı bir bölü ikidir. Peş peşe gelen köklü her iki sayıdan birinin kökü diğerinin köküyle çarpıldığında, bu ikisinin arasında ara bir sayı ortaya çıkar ve her üçü de tek bir oranda buluşurlar. Örneğin; dört ve dokuz köklü iki sayıdır, bunların kökleri iki ve üçtür; iki kere üç altı eder. Dolayısıyla dördün altıya oranı altının dokuza oranı gibidir, îşte bu kurala göre diğerlerini hesapla.
Bölüm: Öklid’in Elemanlar Kitabının [Kitabu’l-Usûl]
İkinci Makalesindeki Meseleler
Her iki sayıdan biri kaç kısma ayrılırsa ayrılsın, o iki sayıdan birinin diğeriyle çarpımı, parçalara ayrılmayan sayının, parça parça olmuş sayının parçalarının hepsiyle çarpımına eşittir. Örneğin, “on” ve on beş. On beş sayısı yedi, üç ve beş olmak üzere üç kısma ayrılır. Bu durumda deriz ki:
“On’un on beşle çarpımı, “on’un yedi, üç ve beşle çarpımına eşittir.
Her bir sayı kaç parçaya ayrılırsa ayrılsın, o sayının kendisiyle çarpımı, tüm parçalarıyla çarpımına eşittir. Örneğin, “on”, yedi ve üç olmak üzere iki kısma ayrılsın. Deriz ki; “on’un kendisiyle çarpımı, yedi ve üçle ayrı ayrı çarpımının toplamına eşittir.
İki parçaya ayrılmış her bir sayı için deriz ki; bu sayının bir parçasıyla çarpımı bu parçanın kendisiyle ve diğer kısımla çarpımına eşittir. Örneğin "on”, üç ve yedi olmak üzere iki parçaya ayrılır. Deriz ki, “on’un yediyle çarpımı, yedinin kendisiyle ve üçün yediyle çarpımına eşittir.
İki kısma ayrılan her sayı için derim ki; bu sayı kendisiyle çarpılırsa, [bu çarpım], her parçasının kendisiyle ve her parçasından birinin diğeriyle iki defa çarpımına eşittir. Örneğin; “on”, yedi ve üç olmak üzere iki kısma ayrılır. Derim ki; “onun kendisiyle çarpımı, yedinin kendisiyle, üçün kendisiyle ve yedinin üç ile iki defa çarpımına eşittir.
Önce yarıya bölünen sonra da farklı şekilde bölünen her sayının, farklı iki parçasından birinin diğeriyle çarpımı ile [farklı parçalarının yarıya olan] farklarının (tefâvut) kendisiyle çarpımı, o sayının yarısının kendisiyle çarpımına eşittir. Örneğin, “on”, yarıya bölünür sonra da üç ve yedi olmak üzere farklı iki kısma ayrılır. Bunun üzerine deriz ki; yedinin üçle çarpımı ile farklarının [burada üç ve yedinin, “onun yarısı olan beşe farkı ikidir] kendisiyle çarpımının toplamı, beşin kendisiyle çarpımına eşittir.
Önce yarıya bölünen, sonra yarıya bölünen bu sayıya herhangi bir sayı ilave edilen her sayı için deriz ki; o sayının ilave edilen sayıyla beraber ilave edilen sayıyla çarpımı ile o sayının yarısının kendisiyle çarpımının toplamı, o sayının yarısının, kendisine ilave edilen sayıyla birlikte kendisiyle çarpımına eşittir. Örneğin “on”, iki yarıya bölünür, sonra da “on”a iki ilave edilirse, deriz ki, on ikinin ikiyle çarpımı ile beşin kendisiyle çarpımının toplamı, ikinin ve beşin toplamının kendisiyle çarpılmasına eşittir.
İki parçaya bölünen her sayı için derim ki; bu sayının kendisiyle çarpımıyla iki parçasından birinin kendisiyle çarpımının toplamı, o sayının bu yarıyla iki defa çarpımıyla diğer yarının kendisiyle çarpımının toplamına eşittir. Örneğin, “on”, yedi ve üç olmak üzere iki kısma ayrılırsa derim ki; “onun kendisiyle çarpımıyla yedinin kendisiyle çarpımının toplamı, “onun yediyle iki defa çarpımıyla üçün kendisiyle çarpımın toplamına eşittir.
Önce iki parçaya ayrılan, sonra iki parçaya ayrılan sayıya bu iki parçadan biri ilave edilen her sayı için deriz ki; böyle bir toplamın kendisiyle çarpımından çıkan sayı, bu sayının ilaveden önceki durumunun bu ilaveyle dört defa çarpımıyla diğer kısmının kendisiyle çarpımının toplamına eşittir. Örneğin, “on”, yedi ve üç olmak üzere iki kısma ayrılır, sonra “on”a üç ilave edilirse deriz ki; on üç sayısının kendisiyle çarpımı, “on”un üçle dört defa çarpımıyla yedinin kendisiyle bir defa çarpımının toplamına eşittir.
Herhangi bir sayı önce yarıya bölünüp sonra da farklı iki parçaya ayrılırsa, farklı iki parçadan her birinin kendisiyle çarpımının toplamı, o sayının yarısının kendisiyle çarpımıyla iki sayı arasındaki farkın (tefâvaf) kendisiyle çarpımının toplamını ikiye katlar. Örneğin, “on”, yarıya bölünüp sonra da üç ve yedi olmak üzere iki farklı parçaya ayrılırsa derim ki; yedinin kendisiyle çarpımından çıkan sayıyla üçün kendisiyle çarpımının toplamı, beşin kendisiyle çarpımıyla iki kısım arasındaki fark (tefâvut) olan ikinin kendisiyle çarpımının toplamını ikiye katlar.
Herhangi bir sayı önce yarıya bölünür, sonra yine bu sayıya her hangi bir sayı ilave edilirse, o sayının ilave edilen sayıyla beraber kendisiyle çarpımından çıkan sayıyla ilave edilen sayının kendisiyle çarpının toplamı, o sayının yarısının ilave edilen sayıyla beraber kendisiyle çarpımından çıkan sayıyla o sayının yarısının kendisiyle çarpımının [toplamlarının] iki katı eder. Örneğin “on”, iki yarıya bölünür, sonra “ori’a iki ilave edilirse derim ki; on ikinin kendisiyle çarpımı ve ikinin kendisiyle çarpımının toplamı, yedinin kendisiyle çarpımı ile beşin kendisiyle çarpımının toplamının iki katı eder.
Bölüm: Sayı ve Nefs İlmi
Ey sâdık ve merhametli kardeşim, Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bilesin ki, filozoflar, sayı ilmini incelemeyi diğer matematik ilimlerini incelemenin önüne almışlardır. Çünkü sayı ilmi her nefste potansiyel olarak (bilkuvve) yer etmektedir. İnsan da sadece potansiyel olarak sahip olduğu düşünme gücüyle, o güce başka bir ilimden örnekler edinmeden düşünmeye ihtiyaç duyar. İnsan düşünmek için başka ilimlerden örnekler edinmeye ihtiyaç duymaz, aksine kendisinden her bilinene dair örnekler alınır. Bizim bu risâlede belli başlı örneklerle işaret ettiklerimize gelince, bunlar düşünce güçleri zayıf olan yeni başlamış öğrenciler içindir; fakat onlardan anlayışı güçlü ve zeki olanlar ise buna muhtaç değillerdir.
Ey sâdık ve merhametli kardeşim, Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bilesin ki, bu risâleden güttüğümüz amaçlardan biri, risâlenin başında açıkladıklarımızdır. Diğer amacımız ise “nefs ilmi’ne dikkat çekmek ve onun cevherinin bilgisine yönlendirmektir. Şöyle ki; düşünen (zehîn) akıl sahibi kişi, sayı ilmini incelediğinde ve gruplarının sayısını, çeşitlerinin kısımlarını ve bu çeşitlerin niteliklerini tefekkür ettiğinde, bunların hepsinin araz olduğunu, varlıklarının ve varlıklarını sürdürmelerinin nefs sayesinde olduğunu bilir. Öyleyse nefs cevherdir; çünkü arazın varlığını sürdürmesi, ancak kendisinde bulunan cevher sayesinde olur.
İlimlerin Amaçları
Ey sâdık ve merhametli kardeşim, Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bilesin ki, hakim filozofların matematik ilmini incelemedeki ve öğrencilerini onunla eğitmelerindeki amacı, bu ilimden yola çıkarak doğa bilimlerine gitmek ve ulaşmaktır. Doğa bilimlerini incelemelerindeki amaçları ise bu bilimlerden yola çıkarak ilâhîyat ilimlerine yükselmek ve ilerlemektir. Bu ilerleme, filozofların en yüce amaçları ve hakikat bilgisiyle ilâhîyat ilimlerine ulaşılabilecek son noktadır. İlâhîyat ilimlerinde inceleme yapmadaki ilk derece, nefs cevherinin bilgisi, kaynağının yani bedene ilişmeden önce nereden geldiğinin araştırılması, geri dönüşünün yani ölüm olarak isimlendirilen bedenden ayrılışından sonra nereye gideceğinin, ruhlar âleminde iyi olanların sevabının nasıl olacağının keyfiyetinin, ahiret diyarında kötülerin cezasının nasıl olacağının keyfiyetinin ve yine diğer durumların soruşturulmasıdır. İnsan Rabbinin bilgisine kendini adamışsa, Onun bilgisine ancak nefsinin bilgisinden sonra yol bulabilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Kendini (nefs) bilmeyenden başka İbrahim’in dininden kim yüz çeviriri’ Burada “sefihe nefsehu”, nefsini bilmemek (cehile nefsehu) demektir. Yine denilmiştir ki; “Kendini (nefs) bilen Rabbini bilir.” Yine denilmiştir ki; “Sizden nefsini en iyi bilen, Rabbini en iyi bilendir. Nefs ilmini, onun cevherinin ve güzelleştirilmesinin bilgisini talep etmek her akıllıya vaciptir.” Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını ilham edene ant olsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır”. Yine Yüce Allah Yusuf (as) kıssasında azizin hanımından naklederek şöyle söylemektedir: “Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder”. Yüce Allah şöyle demektedir: “Kim de Rabbinin huzurunda duracağından korkar ve nefsini arzularında alıkoyarsa, şüphesiz, cennet onun sığınağıdır”, “Herkesin nefsi için mücadele ederek geleceği (...) günü düşün” , “Ey huzur içersinde olan nefis, sen Ondan razı, O senden razı olarak Rabbine dön!”ıs, “Allah insanların ruhlarını (nefislerini) öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır.” Kur’andaki çok sayıda ayet, nefsin varlığına ve hallerinin tasarrufuna dair deliller, işte bunlar, nefis konusunu ve onun varlığını inkâr eden materyalistlere (cirmiyyun) kanıt teşkil etmektedir.
Kuran, İncil ve Tevrat’ın indirilmesinden önce nefs ilmi hakkında konuşan bu filozoflara gelince, bunlar nefs ilmi hakkında kalplerinin sezgileriyle araştırma yapıp nefsin cevherinin bilgisini akıllarının sonuçlarıyla ortaya koyarken, bu durum onları bu risâlenin başında sözü geçen felsefi kitapların tasnifine yöneltti; fakat onlar bu nefs konusundaki sözü uzatıp, nefsi, yazarının amaçlarını bilmeyerek, içinde manası olmayan bir dilden başka bir dile çevirdiklerinde, söz konusu kitaplarda, nefs kelimesinin manasının anlaşılması inceleyenlere kapalı kalmış ve bu kitapların yazarlarının maksatları araştırmacılara ağır gelmiştir. Biz nefsin öz anlamını ve yazarının olabildiğince amacını ele aldık ve onu, ilki bu olan elli iki risâlede mümkün olduğunca özet bir şekilde belirttik, sonra sayıların dizilişinde olduğu gibi bu risâleyi uyum içerisinde [diğer] kardeşleri [risâleler] takip edecek. Yüce Allah dilerse [bunu] göreceksin.Risâle bitmiştir.
Gerçek övgü âlemlerin Rabbi Allah’adır. Dua ve selâm Allah’ın elçisi Muhammed’e, onun pak ve temiz ailesine olsun.
Matematik Kısmının İkinci risâlesi:
Hendesede Geometri Ve Mahiyeti
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
H
amd Allaha, selam O’nun seçilmiş kullarının üzerine olsun. “Allah mı daha hayırlıdır, yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?’
Ey iyiliksever ve merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bilesin ki, aritmetikteki Sayılar Risâlesi’ni (Risâletü’l-aded) bitirdik, kabiliyet ve çaba ölçüşünce sayıların özelliklerini açıkladık. Şimdi o risâleden, geometri ilmine (ilmu’l-hendese) giriş konusundaki matematik risâlelerinden İkincisi olan bu risâleye geçtik. Deriz ki;
Bilesin ki, eskilerin kendisiyle çocuklarını eğitip öğrencilerini yetiştirdikleri ilimler dört sınıftır: Bunların birincisi matematik ilimleri, İkincisi mantık ilimleri, üçüncüsü doğa ilimleri ve dördüncüsü ilâhîyat ilimleridir. Matematik dört çeşittir: Birincisi aritmetiktir. Bu ilim, sayılar, sayıların sınıfları, özellikleri, çeşitleri ve bu çeşitlerin de özelliklerinin bilgisidir. Bu ilmin temeli (kaynağı/mebde) ikiden önce olan “bir’den gelir. İkincisi “geometria’dır ki bu da geometri (hendese) ilmidir. Geometri, mikdârlar (mekâdîr), boyutlar, onların çeşitleri ve bu çeşitlerin özelliklerinin bilgisidir. Bu ilmin kaynağı çizginin (hatt) sınırı yani bitişi olan noktadan gelir. Üçüncüsü astronomi, yani gök cisimlerinin (nucûm) ilmidir. Bu ilim gezegenlerin yapısı, burçların yerleri, yıldızların sayısı, doğası ve bu âlemde yaratılmış eşyalar üzerinde güneşin hareketlerinden kaynaklanan etkilerinin bilgisidir. Dördüncüsü müziktir; müzik, çeşitli şeyler ve zıt güçteki cevherler arasındaki oran ve birleşimlerin bilgisidir. Bu ilmin kaynağı eşitlik oranından gelir: mesela, üçün altıya oranı, ikinin dörde oranı gibidir.
Mantık’a gelince, bu ilim, kişilerin zihinlerinde şekillenmiş olarak bulunan şeylerin kavramlarının (manâ) bilgisidir. Kaynağı cevherden gelir. Doğa bilimleri ise, cisimlerin cevherleri ve arazlardan onlara ilişenlerin bilgisidir. Bu ilmin kaynağı hareket ve sükûndan gelir. İlâhîyat ise maddeden (heyûlâ) ayrık olan soyut formların bilgisidir. Bu ilmin kaynağı, cisimsiz olan melekler, nefsler, şeytanlar, cinler ve ruhlar gibi, nefsin cevherinin bilgisinden gelir. Onlara [İlâhiyatçılar] göre cisimler üç boyutludur. Bu ilmin kaynağı nefsin cevherinden gelir. Bu ilimlerin her türünü giriş ve mukaddime mahiyetindeki bir risâlede işledik. Bunların ilki, bundan önce gelen Sayılar Risâlesi’ydi (Risâletul-aded). Orada sayıların özellikleri, kaç çeşit oldukları ve ikiden önce olan “birden nasıl meydana geldikleriyle ilgili birtakım bilgileri açıkladık. Bu risâlede ise üç niceliğin aslını, kaç çeşit olduklarını, bu çeşitlerin özelliklerini, çizginin başında bulunan noktadan nasıl meydana geldiklerini -ki nokta geometri sanatında sayılar ilmindeki “bir’e denk düşeriçeren geometrinin aslını açıklamak ve anlatmak istiyoruz.
Ey iyilik sever ve merhametli kardeşim, Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bilesin ki, geometri soyut (aklî) ve somut (hissî) olmak üzer iki çeşit olarak belirtilir. Somut olanı, niceliklerin ve birbirlerine eklendiğinde niceliklerle ilgili kavramların bilgisidir; bu, gözle görülür ve dokunmayla algılanır. Soyut olanı ise bunun tersidir; bilinir ve anlaşılır. Gözle görülenler, çizgi, yüzey (sath) ve boyutlu cisim ve bununla ilgili olan şeylerdir; örneğin ağırdaki ağırlık ancak akılla bilinir ve ağırlık da ağırdan başkası değildir. Nicelikler de üç çeşittir: Bunlar çizgiler, yüzeyler ve cisimlerdir; bu geometri, bütün sanatlara dâhil olur. Şöyle ki; her sanatkâr, uygulamadan önce sanatında bir hesaplama yaptığında, bu, soyut geometrinin bir çeşidi olur. Soyut geometri, boyutların ve birbirlerine ilave edildiğinde boyutlarla ilgili kavramların bilgisidir. Bu [boyutlar], nefiste düşünmeyle tasavvur edilir ve üç çeşittir: Boy, en ve derinlik. Bu soyut boyutlar, şu somut niceliklerin sıfatı(niteliği)dırlar: Çizgi bir niceliktir, onun bir sıfatı vardır o da sadece boydur. Yüzey de ikinci bir niceliktir, onun iki sıfatı vardır bunlar boy ve endir. Cisim ise üçüncü bir niceliktir, onun üç sıfatı vardır bunlar da boy, en ve derinliktir.
Bilesin ki, cisimlerden soyutlanmış olan bu boyutları incelemek, araştırmacı bilginlerin (muhakkik) sanallarındandır. Biz önce somut geometrinin niteliklerinden başlayacağız, çünkü bu, öğreneceklerin anlaması için daha kolaydır. Dolayısıyla deriz ki;
Niceliklerden biri olan somut çizginin aslı, daha önce sayıların özellikleriyle ilgili risâlede “bir’in sayıların aslı olduğunu açıkladığımızdakine benzer şekilde, noktadır: Somut nokta bir sıraya konulduğunda, (aşağıdaki) örnekteki gibi görme duyusuna çizgi şeklinde görünür:
Biz bu noktanın, parçası (cüz) olmayan bir şey olduğunu söylemiyoruz; ancak soyut (aklî) noktanın parçası yoktur. Bundan önce söylediğimiz üzere, noktanın çizginin aslı olması, “bir’in ikinin aslı olması ve ikinin çift sayıların aslı olması gibi, çizginin de yüzeyin aslı olduğunu söyleriz. Şöyle ki; çizgiler yan yana bulunduklarında, şekilde olduğu üzere, göz duyusuna yüzey olarak görünür:
Bundan önce söylediğimiz üzere, çizginin yüzeyin aslı olması, noktanın çizginin aslı olması, “bir”in ikinin aslı olması, iki ve “bir”in ilk tek sayıların asılları olması gibi, yüzeyin de cismin aslı olduğunu söyleriz. Şöyle ki; yüzeyler birbirlerinin üzerine konulduğunda, şekilde olduğu üzere, görme duyusuna cisim olarak görünür:
Bölüm: Çizginin Çeşitleri
Deriz ki; çizgiler üç çeşittir; bunların birincisi düzdür (müstakim) ve şekilde görüldüğü üzere, cetvelle çizilmiş gibidir: Örnek:
İkincisi kavisli (mukavves) ve pergelle çizilmiş gibidir. Örnek:
Üçüncüsü eğri (münhanî) çizgidir ki, [yukarıdaki] iki çizginin birleşimidir. Örnek:
İşte bunlar üç çeşit çizgidir.
Bölüm: Düz Çizgilere Verilen Bazı Takma Adlar (Elkâb)
Deriz ki; düz çizgiler birbirlerine ilave edildiklerinde, ya birbirlerine eşit olurlar ya paralel olurlar ya buluşurlar ya temas ederler ya da birbirlerini keserler. Eşit olanların uzunlukları birdir: Örnek:
Paralel olanlar eğer bir zemin üzerinde bulunur ve her iki yönde de sürekli bir şekilde uzatılırlarsa birbirleriyle hiç karşılaşmazlar. Örnek:
Buluşan çizgiler, herhangi bir yönde birbirleriyle buluşurlar ve bir açı içerirler. Örnek:
Temas eden çizgilerde, biri diğerine temas eder ve iki veya bir açı ortaya çıkar. Örnek:
Birbirini kesen çizgilerde, biri diğerini keser ve birbirlerini kesmelerinden dört açı oraya çıkar. Örnek:
İşte bunlar düz çizgilere verilen bazı takma adlardır.
Bölüm: Düz Çizgilerin İsimleri
Düz bir çizgi, diğer çizginin üzerine herhangi bir tarafa eğim göstermeden dik bir şekilde dayandırıldığında, bu durumda dayanan çizgiye dikey (‘amûd), dayandırılan çizgiye ise taban/yatay (kaide) denir. Örnek:
İki çizgi bir açıda bir araya gelirse, her birine o açı için kenar (sâk) denir. Örnek:
Düz bir çizgi, bir çizgiye dayanır, bu çizgi ve dayanan çizginin iki taraftan birine eğimleri olursa iki açı meydana gelir ki, bunlardan biri [diğerine göre] daha büyüktür ve ona geniş açı, diğeri ise daha küçüktür; ona da dar açı adı verilir. Herhangi bir düz çizgi bir açıyı karşılarsa, bu çizgiye, karşıladığı o açının kirişi (vitr) denir. Örnek:
Çizgiler herhangi bir yüzeyde bir araya gelirse, onlara o yüzeyin kenarları (dil’/edla) denir. Örnek:
Bir açıdan çıkıp diğer açıda son bulan her çizgiye dörtgenin köşegeni (kutr) denir. Örnek:
Üçgenin bir açısından çıkıp o açıya karşılık gelen kenarda son bulan ve o açıya karşılık gelen çizgiye dik açıyla dayanan her çizgiye, o çizgi için taşın düştüğü yer [yükseklik] (meskitu’l-hacer) veya dikey de denir. Düşeyin üzerine geldiği çizgiye de taban denir. Örnek:
İşte bunlar düz çizgilerin isimleridir.
Bölüm: Açıların Çeşitleri
Deriz ki; açılar iki çeşittir: İkiboyutlu (musattah) ve üçboyutlu (mücessem). Düz açı, kendisini farklı yönlerdeki iki çizginin çevrelediği açıdır. Örnek:
Üçboyutlu açı ise, kendisini üç çizginin bir açıda çevrelediği açıdır. [Burada oluşan üç düz açının] her iki açısı aynı yönde değildir.
Bölüm: Düz Açıların Çeşitleri
Bu açılar, çizgiler bakımından üç çeşide ayrılır: Ya iki düz çizgiden meydana gelir. Örnek:
Ya da iki kavisli çizgiden meydana gelir. Örnek:
Veyahut da biri kavisli diğeri düz olur. Düz çizgilerin çevrelediği açılar keyfiyet bakımından üç çeşide ayrılır: Dik, geniş ve dar. Dik açı şudur: Düz bir çizgi diğer düz çizginin üzerine dikey bir şekilde dayandığında, iki yanında eşit iki açı ortaya çıkar; bunların her birine dik açı denir. Örnek:
—L
Eğer söz konusu çizgi, düz bir çizgiye dik olmayacak şekilde dayanırsa, iki yanında birbirinden farklı iki açı ortaya çıkar. Bunlardan biri dik açıdan büyük olup buna geniş açı; diğeri ise dik açıdan küçük olup buna dar açı denir. İkisinin toplamı iki dik açıya eşittir. Çünkü dar açı, geniş açının dik açıdan fazlalığı miktarınca, dik açıdan eksiktir. Örnek:
İşte bunlar açıların çeşitlerinin sayısıdır.
Bölüm: Kavisli Çizgilerin Çeşitleri
Deriz ki; kavisli çizgiler dört çeşittir: Bunlardan biri dairenin çevresi, diğeri yarım daire, öbürü yarım daireden fazla olan ve ötekisi ise yarım daireden az olandır. Dairenin merkezi, dairenin ortasındaki noktadır. Dairenin çapı (kutr), daireyi iki yarıya bölen düz çizgidir. Kiriş, kavisli çizginin her iki ucunu birbirine bağlayan düz çizgidir. Ok/dikme (sehm), kiriş ile yayı, bunların her birini, iki yarıya ayıran düz çizgidir; eğer bu [ok], yayın yarısına eklenirse bu durumda ona ceybul-makus denir. Kirişin yarısı yayın yarısına eklenirse bu durumda ise ona ceybul-müstevî denir. Paralel kavisli çizgilerin merkezleri birdir. Örnek:
Birbirlerini kesen kavisli çizgilerin merkezleri farklıdır. Örnek:
Birbirine teğet olan kavisli çizgiler, birbirini kesmeden içten ya da dıştan birbirlerine temas edenlerdir. Örnek:
Bölüm: Yüzeyler Konusu
Deriz ki; yüzey, kendisini çizgi veya çizgilerin çevrelediği şekildir. Daire, kendisini bir çizginin çevrelediği şekildir. Örnek:
Ve içinde bir nokta vardır ki, bundan çıkan ve iki yönde biten bütün düz çizgilerin biri diğerine eşittir. Yarım daire, kendisini biri kavisli diğeri düz olan iki çizginin çevrelediği şekildir. Örnek:
Daire parçası, bundan önce örneğini açıkladığımız ve belirttiğimiz üzere, düz bir çizgi ve ister dairenin yarısından büyük olsun ister küçük olsun kendisini dairenin çevresinden bir yayın çevrelediği şekildir.
Bölüm: Çizgileri Düz Olan Şekiller ve Çeşitleri
Deriz ki; kendisini düz çizgilerin çevrelediği şekillerin birincisi üçgen şeklidir. Onu üç çizgi çevreler ve kendisinin üç açısı vardır. Örnek:
Sonra dörtgendir; onu dört düz çizgi ve dört dik açı çevreler. Örnek:
Sonra beşgendir; onu beş çizgi çevreler ve beş de açısı vardır. Örnek:
O
Sonra altıgendir; onu altı çizgi çevreler ve altı açısı vardır. Örnek:
Bundan sonraki de yedigendir. Örnek:
O
işte bu kurala uygun olarak, sayıların artması gibi, şekiller de artar.
Bölüm: Görme Duyusu İçin Noktalar
Daha önce açıkladığımız üzere, noktalar sıraya konulduğunda bundan çizgilerin uzunlukları görme duyusuna görünür hale gelirler.
En kısa çizgi iki noktadan meydan gelir. Örnek: ..
Sonra üç noktadan meydan gelir. Örnek: ...
Sonra dört noktadan meydan gelir. Örnek: ....
Sonra beş noktadan meydan gelir. Örnek:
Sayıların doğal düzen üzere artması gibi, bunlar da bir bir artarlar. En küçük üçgen şekli üç parçadan meydan gelir. Örnek:
Sonra dört noktadan meydana gelir. Örnek:
Sonra on noktadan meydana gelir. Örnek:
Bu kurala göre, tüm sayıların doğal düzen üzere artması gibi, bunlar da artarlar. Dörtgen şekilleri söz konusu olunca, ilki dört noktada kendisini gösterir. Örnek:
Bundan sonraki, dokuz noktadan meydana gelir. Örnek:
Bundan sonraki on altı noktadan meydana gelir. Örnek:
Bundan sonraki ise yirmi beş noktadan meydana gelir. Örnek:
Bu kurala göre, tüm sayıların tek sayıların doğası düzeni üzere artması gibi, dörtgenler de sürekli artar ve bunların hepsi [sayılar ve dörtgenler] köklü (meczur) olurlar.
Bölüm: Üçgenin Tüm Şekillerin Aslı Olmasının Açıklanması
Deriz ki; daha önce açıkladığımız üzere, “bir’in tüm sayıların aslı olması, noktanın çizgilerin aslı, çizginin yüzeylerin aslı, yüzeyin de cisimlerin aslı olması gibi, üçgen şekli çizgileri düz olan tüm şekillerin aslıdır. Şöyle ki, üçgen şekli, benzeri olan başka bir şekle eklenirse, ikisinin toplamından dörtgen şekli ortaya çıkar: Örnek:
Bu iki üçgene başka bir üçgen eklenirse, bundan beşgen şekli ortaya çıkar; buna da başka bir üçgen eklenirse altıgen şekli ortaya çıkar; şayet buna da başka bir üçgen şekli eklenirse bundan da yedigen şekli ortaya çıkar.
Bu kurala göre, birbirlerine eklendiklerinde, üçgen şeklinden, çizgileri düz, açıları çok şekiller ortaya çıkar ve daha önce açıkladığımız üzere birbirlerine eklendiklerinde de, sayıların birlerden sonsuza kadar sürekli biçimde artması gibi, sonsuza kadar sürekli biçimde artarlar.
Sayıların “bir’den meydana gelmesi gibi, üçgen şeklinden çizgileri düz şekillerin, yüzeyden cisimlerin, çizgilerden yüzeylerin ve noktadan da çizgilerin meydana geldiği açıklanmış oldu. Nokta, geometri sanatında, sayı sanatındaki “bir” gibidir. Nasıl ki “bir’in parçaları yoksa aynı şekilde soyut noktanın da parçaları yoktur.
Bölüm: Yüzeylerin Şekilleri
Yüzeyler keyfiyet açısından üç çeşide ayrılır: Düz, içbükey/çukur {mukaar), dışbükey/ bombeli (mukabbab). Düz olan, levhaların yüzeyi gibidir. İçbükey, kapların oyuğu gibidir. Dışbükey ise kubbelerin üstü gibidir. Şekillerden yumurtamsı (baydî) olarak isimlendirileni şöyledir:
Hilal olanı şöyledir:
Kozalağımsı koni (el-mahrutus-sanavberî) olanı şöyledir:
Elips olanı şöyledir:
Parabol (niym-i hâncî) olanı şöyledir:
Davul şeklinde (tabiî) olanı şöyledir:
Zeytin biçiminde olanı ise şöyledir:
Bölüm: Cisimler/Prizmalar (el-Ecsâm) Konusu
Deriz ki, Yüzeyler cisimlerin sınırlarıdır, yüzeylerin sınırları çizgilerdir, çizgilerin sınırları noktadır. Böylece her çizgi bir noktadan başlayıp diğerinde bitmeli; her yüzey, çizgi veya çizgilerde bitmeli; her cisim de yüzey veya yüzeylerde bitmelidir. Cisimlerden bazısını bir yüzey çevreler ki bu da küredir; bazısını iki yüzey çevreler ki bu yarım küredir, yani bu yüzeylerden biri dışbükey diğeri ise yuvarlaktır. Cisimlerden bazısını üç yüzey çevreler ki bu, çeyrek küredir; bazısını üçgen olan dört yüzey çevreler ki buna yangın üçgeni (eş-şeklunnârîY denir; bazısını beş yüzey çevreler; bazısını dörtgenin altı yüzeyi çevreler. Cisimlerden bazısı küp (mukaab), bazısı “lebini”, bazısı “bi’rî” bazısı da “levhî”dir. Küp cismin boyu eni kadardır, eni de tavanı (semk) kadardır, kenarları birbirine eşit dörtgen olan altı yüzeyi vardır; açıları diktir, sekiz cisimsel açı, yirmi dört düz açı ve eşit on iki kenara sahip olup bu kenarlardan her dördü birbirine paraleldir. Şekil:
“Bi’rî” cismin boyu eni kadardır, tavanı eninden büyüktür, dörtgen olan altı yüzeyi vardır: Bu yüzeylerden iki tanesi karşılıklıdır, kenarları eşittir, açıları diktir; dört tanesi basık ve uzundur, kenarları eşittir, dik açılıdır. Bu cismin on iki kenarı vardır: Bunlardan dört tanesi uzun, eşit ve paraleldir; sekiz tanesi kısa, eşit ve paraleldir; sekiz cisimsel açı ile yirmi dört düz açısı vardır:
“Levhî” cismin ise boyu eninden büyüktür, eni tavanından büyüktür; dörtgen olan altı yüzeyi vardır. Bunlardan iki tanesi uzun, karşılıklı ve geniştir, iki kenarı birbirine eşittir, iki dik açılıdır. Diğer iki yüzey ise kısa ve dardır, iki kenarı birbirine eşittir, iki dik açılıdır. Bu cismin on iki kenarı vardır. Bunlardan dördü uzun, dördü kısa ve dördü de bunlardan daha kısadır. Sekiz cisimsel açı ile yirmi dört düz açısı vardır: Örnek:
“Lebini” cismin boyu eni kadardır, tavam bu ikisinden azdır, dörtgen olan altı yüzeyi vardır: Bunlardan iki tanesi karşılıklı geniş, iki kenarı birbirine eşit, iki dik açılıdır. Dört tanesi ise uzun ve dardır, kenarları birbirine eşittir, açıları diktir. Bu şeklin on iki kenarı vardır: Dört tanesi kısa, eşit ve paraleldir, sekiz tanesi uzun ve eşit olup bunlardan her dördü birbirine paraleldir. Sekiz cisimsel açı ile yirmi dört düz açısı vardır. Örnek:
Küresel cismi çevreleyen bir tek yüzey olup bunun içinde bir nokta vardır; bu noktadan, kürenin yüzeyine doğru çıkan tüm düz çizgiler birbirine eşittir. Bu noktaya dairenin merkezi denir. Küre döndüğünde, yüzeyinde karşılıklı sabit iki nokta oluşur, bunlara dairenin kutupları denir. Örnek:
Bu iki kutup bir düz çizgiyle birleştirilir ve bu çizgi kürenin merkezinden geçerse ona kürenin ekseni (mihver) denir. Çizgi bir noktayı diğerine bağladığında o, eksen olur.
Öyleyse somut geometrinin aslının bir kısmını giriş ve mukaddime mahiyetinde anlattık ve birçok sanatkârın bu ilme ihtiyaç duyduğunu söyledik. Şimdi de bunu açıklayalım: Bu ilim eylemden önce olan bir hesaplamadır, çünkü her sanatkâr, cisimleri birbirlerine ekler ve onları birleştirir; bu nedenle onun öncelikle eylemini hangi yerde gerçekleştireceğine dair mekânı, eylemini hangi vakitte gerçekleştireceğine ve başlatacağına dair zamanı, o eyleme güç yetirip yetiremeyeceğine,[95] hangi araç gereçlerle onu gerçekleştireceğine, onarıp birleştirmek için parçalarını nasıl birleştireceğine dair imkânı hesaplamalıdır. İşte bu, cisimleri birbirilerine birleştiren sanatların çoğuna dâhil olan geometridir.
Bilesin ki, hayvanların çoğu öğretimsiz olarak fıtratında bulunan doğal bir sanat icra ederler. Arının yuvasını yapması gibi. Şöyle ki, o, evini kalkanlar gibi, birbirlerinin üstüne sıralanmış daireler şeklinde inşa eder. Bütün yuva girişlerini altışar kenarlı ve açılı yaparlar. Bunda mükemmel bir hikmet vardır. Zira bu şeklin özelliği, dörtgen ve beşgenden daha geniş olmasıdır. Arılar bu delikleri, aralarında boşluk olmaması ve dolayısıyla havanın girip de balı bozup çürütmemesi için açarlar. Örnek:
Aynı şekilde örümcek de rüzgârın bozması ve yükünün yırtılması endişesiyle ağını, ev ve duvarların köşelerinde örer. Ağını dokuması ise şöyle olur: Çözgüyü (seda) düz doğrultuda, argaç (luhme) ipini ise dairesel biçimde uzatır ki bunda iş kolaylığı vardır. Bunun örneği:
Bazı insanlar bir sanatı, daha önce onu hiç görmeden, kendi yetenek ve zekâsıyla elde ederlerken sanatkârların çoğu onu öğretmenlerden eğitim (tevkif) ve öğretimle edinirler.
Bölüm: [Yüzey] Ölçümü
Ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bilesin ki, geometri ilmi bütün sanatlara, özellikle de [yüzey] ölçümü (mesaha) sanatına dâhil olur. Bu sanat, yöneticiler, kâtipler, liderler, arazî ve akar sahiplerinin, haraç toplama, kanal açma, mesafe işleri ve benzeri işleri için ihtiyaç duydukları bir sanattır.
Sonra bilesin ki, Irak’ta arazîlerin ölçüldüğü ölçekler beş tanedir. Bunlar: Eşi, bâb, arşın (zira), avuç (kabza) ve parmak (isba^tır. Bilesin ki, bir parmağın en kabası, birinin sırtının diğerinin karnına gelecek şekilde sıkı şekilde sıralanmış altı arpa tanesi kadardır. Bir avuç, dört parmaktır. Bir arşın, sekiz avuçtur, bu da otuz iki parmak eder. Bâb’ın uzunluğu altı arşındır, bu da kırk sekiz avuç veya yüz doksan iki parmak eder. Eşi bir iptir ve uzunluğu on bâb’tır, bu da altmış arşın veya dört yüz seksen avuç veyahut da bin dokuz yüz yirmi parmaktır. Bilesin ki, bu ölçüleri birbirleriyle çarpıldığında bundan çıkana teksir adı verilir. Şayet bunlar toplanırsa, ondan “cerib”ler (ceribât), “kafiz’ler (kafizât) ve “aşîr’ler (aşîrât) oluşur.
Bunların hesabı şöyledir: Bir avucun kendisiyle çarpımı on altı parmak eder. Bir arşının kendisiyle çarpımı altmış dört mükesser avuç veya bin yirmi dört mükesser parmak eder, bu da cerib’in aşîr’inin onda birinin dörtte birinin dokuzda biridir. Bir bâb’ın kendisiyle çarpımı otuz altı mükesser arşın eder. Bunun karşılığı, 36, bu da 2304 mükesser avuç veya 36864 mükesser parmak veyahut da cerib’in aşîr’inin onda biridir.
Eşl’in kendisiyle çarpımı ise bir cerib eder, bu da on kafıze, bu da yüz aşir’dir. Bunun karşılığı şöyledir: 3200 mükesser arşın, bu da 230400 mükesser avuç, bu da 3686400 mükesser parmak. Kafıze ise on aşir’dir, bu da on mükesser babtır; bu da on dokuz arşının -önemsiz miktarda bir şey hariçkendisiyle çarpımıdır ve bu da üç yüz altmış arşın demektir. Aşir ise bir bab’m kendisiyle çarpımından ortaya çıkar, bu da 36 mükesser arşın, bu da 2304 mükesser avuçtur, bu da 36864 mükesser parmaktır. Eşllerin eşllerle çarpımında, biri bir cerib, “on”u on cerib’tir. Eş/’lerin bâb’larla çarpımında, biri bir kafız, “on”u da bir cerib’tir. Eşllerin arşınlarla çarpımında, biri bir aşîr ile aşîrin iki üçte biri iken altısı da bir kafız eder. Eşlin avuçlarla çarpımında, biri aşîr’in yedide biri ile aşir’in yedide birinin dörtte biri iken beşte birinin her üçü bir aşîr, her 36’sı da bir kafız’dir. Eşlin parmaklarla çarpımında, onun her biri aşîr’in yedide birinin dörtte biri ile aşîr’in yedide birinin dörtte birinin dörtte biriyken, onun her “ori’u ise aşîr’in iki dörtte biri ile aşîr’in sekizde birinin yedide biridir. Babların bablarla çarpımında, biri bir aşir, “on”u ise bir kafız’dir. Babların arşınlarla çarpımında, biri aşîr’in yedide biridir, altısı ise bir aşir’dir. Babların avuçlarla çarpımında, onun her biri aşîr’in dokuzda birinin dörtte birinin üç tane dörtte biridir. Babların parmaklarla çarpımında, onun her seksen beş tanesi, aşîr’in üçte biri ile aşîr’in yedide birinin dörtte biri ve aşîr’in yaklaşık dokuzda biridir; onun her dörtte biri de aşîr’in üç tane dörtte bir ile dokuzda biridir; yine onun her yüz yirmi sekizi, aşîr’in üçte birinin iki tane üçte biridir. Arşınların arşınlarla çarpımında, biri aşîr’in dokuzda birinin dörtte biri iken her dördü ise aşir’in dokuzda biridir, her yüzü ise iki aşir ile aşîr’in iki tane üçte biri ve aşîr’in dokuzda biri eder.
İşte bu boy ve enin ölçümünün açıklamasıdır. Derinliğin ölçümü ise boyla genişliğin çarpımıdır, bundan bir araya geleni derinlik ile çarparsan, çıkan toplam cismin (mücessem) teksiridir. Bu işe kanal ve kuyu kazma, kazılarda, mesafe işlerinde, setlerde, ev, bina ve benzeri yapıların temellerinde ihtiyaç duyulur.
Sonra ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bilesin ki, her İlmî sanatta, ehli olmayıp o konuda eksik olması ve hata yapması dolayısıyla o sanatla ilgilenen kişide, şüpheler uyanabilir. Buna örnek olarak şu anlatılmaktadır: Adamın biri başka bir adamdan boyu yüz arşın eni yüz arşın olan bir parça arazîyi bin dirheme satın almış ve sonra ona demiştir ki, bunun yerine benden her birinin boyu elli arşın eni de elli arşın olan iki parça arazî al. Bunun onun hakkı olduğunu düşünmüş ve geometri bilmeyen bir kadıdan [hâkim] hüküm vermesini istemişler, kadı da bunun hakkı olduğuna karar vermiş ve hata etmiştir. Sonra bu sanatın ehli olan bir hâkimden hüküm vermesini istemişler, bu durumda hâkim bunun hakkının yarısı olduğuna karar vermiştir. Aynı şekilde yine zikredilmektedir ki; adamın biri, bir adamı kendisi için boyu dört, eni dört ve derinliği dört arşın olan bir havuz kazması için sekiz dirhem ücret karşılığında tutmuştur. Tuttuğu adam da ikişer arşın boy, en ve derinlikte kazmış ve ücretinin yarısı olan dört dirhemi adamdan istemiştir. Bunun üzerinde aralarında tartışmışlar ve geometri bilmeyen olmayan bir müftüden hüküm vermesini istemişler ve bu müftü bunun onun hakkı olduğunu söylemiştir. Sonra bu sanatın erbâbı olandan hüküm vermesini istemişler bunun üzerine bu hâkim bir dirhemi onun için kararlaştırmıştır. Ehli olmayan ama hesapla ilgilenen bir adama denilmiştir ki: On binin yüz bine oranı kaçtır? Adam, iki defa üçte biridir demiştir. Ama bu sanatın erbâbı ise bunun, onda birinin onda birinin onda biri olduğunu söylemiştir. Bu örnekler ehli olmayıp bir sanatla ilgilenen her kişide, şüphenin uyandığını göstermektedir. Bundan dolayı şöyle denmektedir: Her sanatta ehlinden yardım isteyin.
Bölüm: İnsanların Yardıma İhtiyaç Duymaları Hakkında
Ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin) Bilesin ki, tek bir insan yalnız başına ancak sıkıntılar içerisinde yaşayabilir. Çünkü insan, türlü türlü sanatların ustaca yapılmasından doğan güzel bir yaşama gereksinim duyar. Tek bir insanın tüm bu sanatları elde etmesi mümkün değildir. Çünkü ömür kısa ve sanatlar çoktur. Bundan dolayı, tüm şehir ve köylerde çok sayıda insan birbirine yardım etmek için bir araya gelmiştir. Zaten İlâhî hikmet ve rabbânî inâyet, insanlardan bir grubun sanatları, bir grubun ticareti, bir grubun imar işlerini, bir grubunun siyaset işlerini, bir grubun ilim ve öğretimini hakkıyla yapmasını bir grubun da toplumun hizmetine koşmasını ve ihtiyaçları için çaba sarf etmesini gerekli görmüştür. Zira bu durumun örneği, bir evdeki bir babadan gelen kardeşlik gibidir; onlar geçimleri hususunda yardımlaşırlar, her biri bu geçimin bir yönüyle ilgilenirler. Ağırlık, tartı, para ve ücret gibi üzerinde birleştikleri şeylere gelince, bu, tüm insanların işlerindeki gayretlerine ve sanatlardaki etkinliklerine göre bir ücret hak etmesi amacıyla, işleri, sanatları ve yardımlaşmalarında çaba göstermeye bir zorlama olması için bir hikmet ve siyasettir.
Ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bilesin ki, ona selam olsun Âdembabamızdan gelen hatayla içine düştüğümüz bu dünyanın sıkıntı ve âfetlerinden tek başına kurtulamayacağını kesin olarak anlamalısın. Çünkü oluş ve bozuluş (kevn ve fesâd) âlemi olan bu dünyadan, cehennem azabından, şeytanlara komşu olmaktan ve iblisin askerlerinin hepsinden kaçınıp kurtulmak ve gezegenler (felek) âlemine, göklerin genişliğine, yüceler yücelerinin meskenine (meskenu’l-illiyyîn), mukarreb rahman meleklerinin komşuluğuna yükselmek için kardeşlerinin yardımına muhtaçsın. O kardeşlerin senin için nasihatçi ve arkadaştırlar, faziletlidirler, dinin emirleri konusunda derin irfan sahibidirler, ahret yollarını, oralara nasıl ulaşılacağını ve babamız Âdem (as)’ın hatasıyla hepimizin içine düştüğü sıkıntıdan kurtulmayı sana öğretmek için işlerin aslını bilenlerdir. Söylediğimiz şeyin hakikatini anlamak için Kelile ve Dimne kitabında zikredilen “Güvercin Gerdanlığı” hikâyesini ve güvercinin tuzaktan nasıl kurtulduğunu düşün.
Bilesin ki, filozoflar (hukema) dünya işleriyle ilgili bir örnek getirdiklerinde, onların bundan gayesi, ahiret işleriydi ve her yer ve zamandaki insanların akıllarının taşıyabileceği kadar örnekler (emsâl) getirerek ahrete işaret etmekti.
Bölüm: Soyut Geometri (El-Hendesetu’l-Akliyye) Hakkında
O halde, giriş ve önsöz mahiyetinde olmak üzere somut geometrinin bir kısmını anlattık. Şimdi de soyut geometrinin bir bölümünü anlatmak istiyoruz. Çünkü bu, ilâhîyat ilimlerinde derinleşmiş, felsefi egzersizleri (riyâzât) benimsemiş olan filozofların gayelerinden biridir. Şöyle ki; sayı ilminden sonra geometriyi sunmalarındaki gayeleri, öğrencileri, duyuhırlardan akledilirlere doğru yetiştirmek, kendi öğrencileri ve çocuklarını somut konulardan soyut konulara doğru geliştirmektir.
Ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bilesin ki, somut geometriyi inceleme, tüm pratik (amelî) sanatlarda ustalığa ulaştırır; soyut geometriyi inceleme ise bilimsel sanatlarda ustalığa götürür. Çünkü bu ilim, ilimlerin kökü ve hikmetin esası olan nefsin cevherinin bilgisine ulaştıran kapılardan biri, bilimsel ve pratik tüm sanatların aslıdır; ki bu da nefsin cevherinin bilgisidir. Söylediklerimizin hepsini öğren.
Bölüm: Boyutların [Zihinde] Varsayılması
Soyut çizgi, ancak iki yüzey arasında soyut olarak görülür. Bu, güneş ve gölge arasında bulunan ortak sınır (faslu’l-müşterek) gibidir. Eğer güneş ve gölge olmamış olsaydı sanılan (vehmi) iki noktayla [ortaya çıkan] çizgiyi görmezdin. Eğer iki noktadan birinin harekete başladığı yere dönünceye kadar hareket ettiğini, diğerinin de durduğunu varsayarsan zihninde yüzey ortaya çıkar. Soyut yüzey de ancak iki cisim arasında soyutluğuyla görülür. Bu, su ve yağ arasındaki ortak sınır [gibi] dir. Aynı şekilde soyut noktayı da ancak, çizginin varsayımla ikiye bölündüğü yerde -yani kendisine işaret için olan yer ki o, burada bitmektedirsoyutluğuyla görürsün.
Ey kardeşim şunu bilesin ki, bu [soyut] noktanın hareketini bir yol üzerinde varsaydığımızda, zihninde düzgün varsayımsal bir çizgi ortaya çıkar. Şayet bu çizginin hareketini, noktanın hareket ettiği yönden farklı olarak varsayarsan, zihninde varsayımsal bir yüzey ortaya çıkar. Eğer bu yüzeyin de hareketini nokta ve çizginin hareket ettiği yönden farklı olarak varsayarsan, varsayımında altı dik açılı dörtgen yüzeyi olan varsayımsal bir cisim, ki o da küptür, ortaya çıkar. Yüzeyin hareketinin mesafesi, çizginin hareketinin mesafesinden daha az olursa, bundan “lebini cisim” ortaya çıkar; eğer daha çok ise bundan “bi’rî cisim” ortaya çıkar; yok eğer eşit ise küp bir cisim ortaya çıkar.
Ey kardeşim bilesin ki, tasarlanarak var kabul edilmiş her düzgün çizginin iki sonunun olması gerekir; bu ikisi o çizginin uçlarıdır ve bunlara varsayımsal iki nokta adı verilir. Eğer iki noktadan birinin harekete başladığı yere dönünceye kadar hareket ettiğini, diğerinin de durduğunu varsayarsan, bundan, zihninde varsayımsal yuvarlak bir yüzey ortaya çıkar ve sabit nokta dairenin merkezi, hareketiyle zihninde oluşan hareketli nokta ise dairenin çevresi olur.
Sonra bilesin ki, noktanın hareketinden ortaya çıkan ilk yüzey dairenin üçte biri, sonra dairenin dörtte biri, sonra dairenin yarısı sonra da dairedir. Dairenin çevresinin yarısı olan kavisli çizginin her iki ucunun durduğunu, çizginin kendisinin harekete başladığı yere dönünceye kadar hareket ettiğini varsayarsan, zihninde onun [bu] hareketinden dolayı küresel bir cisim ortaya çıkar. Bu anlattıklarımızdan sana açık olmuştur ki; soyut geometri doğal cisimlerden sıyrılmış olan boy, en ve derinlik olmak üzere üç boyut üzerinde inceleme yapmaktır. Şöyle ki; daha önce anlatılan somut geometri konusunda araştırma yapanlar, bunda yeterince egzersiz yapıp bundaki araştırmalarla zihinleri iyice güçlendiğinde, ilk madde (heyûlâ) gibi formlu [forma bürünmüş/musavver] boyutlar için -ki boyutlar ilk maddede form gibidirçizgi, yüzey ve cisim olan bu üç boyutu ve formlarını kendilerinden çıkardılar ve bunlara “[yüzey] ölçüm nicelikleri” adını verdiler ve somut nicelikleri incelemekten sakındılar. Sonra bunlarla ilgili sözler sarf ettiler; grupları, çeşitleri ve özelliklerinden ve birbirlerine eklendiklerinde kendilerine ilişkin kavramlardan (meâni) haber verdiler ve dediler ki: Çizgi, tek boyutlu bir niceliktir (miktar). Yüzey, iki boyutlu niceliktir. Cisim, üç boyutlu niceliktir. Düz çizgi, iki noktayı birleştiren en kısa çizgidir. Nokta, çizginin başıdır. Kavisli çizgi, üç noktanın bir yol üzerinde farz edilemediği çizgidir. Açtlar, aynı istikamette olmayan iki çizgi arasındaki şeydir. Şekil, kendisini bir çizgi veya çizgilerin çevrelediği şeydir. Daire, kendisine çevre adı verilen bir çizginin kendisini çevrelediği ve içerisinde, her düz çizginin kendisinden çıkıp çevreye ulaşınca eşit olduğu bir noktanın bulunduğu şeydir. Üçgen, kendisini üç çizginin ve üç açının çevrelediği şekildir. Dörtgen, kendisini dikey dört açısı olan dört çizginin çevrelediği şekildir. Doğal cisimlere işaret etmeden, diğer geometri şekilleri hakkında söyledikleri şeyler de işte bu kural ve örneklere göredir.
Bölüm: Soyut Geometride Boyutların Hakikati
Şunu bilesin ki, geometricilerin ve ilimler üzerine inceleme yapanların çoğu, boy, en ve derinlik olan bu üç boyutun kendi başlarına bir varlıkları olduğunu zannederler, fakat bu varlığın, ancak cismin cevherinde veya nefsin cevherinde bulunduğunu ve müfekkire (düşünme) gücü (el-kuvvetü’l-müfekkire) onları hisle algılanan şeylerden ayırdığında, nefsin cevherinin bu varlıklar için ilk madde (heyûlâ), bu varlıkların ise nefsin cevherinde suret olduğunu bilmezler. Keşke onlar matematik bilimlerinde inceleme yapmadaki en yüce amacın, duyulurların formlarını duyu gücü yoluyla edinip düşünme gücüyle de onları kendinde tasavvur ederek öğrencilerin zihinlerini eğitmek (onları memnun etmek) olduğunu bilselerdi: Zira duyulurlar, kendileriyle ilgili olan duyuların müşahedesinden gizlenince, duyu gücünün mütehayyile (hayal) gücüne, mütehayyile gücünün müfekkire gücüne, müfekkire gücünün hafıza gücüne sunduğu o resimler, nefsin cevherinde formlu olarak kalırlar; bu durumda nefskendisine baktığında, malumatı idrak etmede duyu gücünü kullanmaya ihtiyaç duymaz, tüm malumatın suretini kendi cevherinde bulur, bu durumda bedene ihtiyaç duymaz, onunla birlikte olmaktan kaçar, gaflet uykusundan kalkar, cehalet uykusundan uyanır, gücüyle ayağa kalkar ve zatıyla bağımsız olur, cisimlerden ayrılır, madde denizinden çıkar, tabiatın esaretinden kurtulur, cismânî arzulara boyun eğmekten azat olur, bedensel hazlara özlem duymanın eleminden kurtulur ve ruhlar âlemini müşahede eder ve oraya yükselir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "O’na sadece güzel sözler yükselir. O sözleri yücelten ise imana uygun eylemlerdir”. -Bununla temiz nefisler anlatılmak istenmiştirve [onlar] en güzel mükâfatla karşılık bulacaklardır. İşte bu, filozofların çocuklarının ve büyüklerin öğrencilerinin kendisiyle yetiştirildikleri matematik ilimlerinde inceleme yapmanın en yüce maksadıdır. Kıymetli kardeşlerimizin yolu bu şekildedir. Allah seni de bizi de doğru yola ulaştırsın, şüphesiz O kullarına çok merhametlidir.
Bölüm: Geometrik Şekillerin Özellikleri
Ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bilesin ki, hem geometrik şekillerin özellikleri ve hem de onların bir araya gelmiş olanlarının özellikleri vardır. Aritmetik Risâlesi’nde (Risâletü l-arismatîkî) sayıların özelliklerinin bir kısmını açıklamıştık. Bu
bölümde ise geometrik şekillerin özelliklerinin bir kısmını anlatmak istiyoruz ki, bu iki ilim üzerinde incelemede bulunanların bunlardaki amacı açıklansın ve aynı şekilde bu iki ilimdeki şeylerin özelliklerini ve bundaki metodun nasıl olduğunu öğrenmek isteyenler için yol gösterici olsun. İlk olarak üçgenleri anlatmakla başlıyoruz. Çünkü bu, Geometri Risâlesi’nde (Risâletü’l-cumetriyâ) de belirttiğimiz üzere, geometrik şekillerin ilkidir. Deriz ki:
Üçgen şekli, üç kenarı ve üç açısı olan şeydir. Altı çeşittir: Birincisi kenarları birbirine eşit, açıları dar olan üçgendir. Örnek:
İkincisi, açıları dar, iki kenarı birbirine eşit olan üçgendir. Örnek:
Üçüncüsü, açıları dar, kenarları birbirinden farklı olan üçgendir. Örnek:
Dördüncüsü, iki kenarı birbirine eşit, bir açısı dik olan üçgendir. Örnek:
Beşincisi, bir açısı dik, kenarları birbirinden farklı olan üçgendir. Örnek:
Altmcısı, bir açısı geniş, iki kenarı birbirine eşit olan üçgendir. Örnek:
Bölüm: Bu Özelliklerin Açıklanması
Ey kardeşim! Bilesin ki, bu üçgenlerden her birinin diğerinde olmayan özellikleri vardır. Bu, Öklid Kitabındaki ilk makalede kanıtlarıyla birlikte açıklanmıştır. Fakat orada bu yedi grup üçgenin hepsini kapsayan özelliklerini anlatmıştık. Şöyle ki; tüm üçgen şekillerinin yani herhangi bir üçgenin özelliği, iki dar açısının olması gerektiği, fakat üçüncü açısının dar, dik veya geniş olabilmesidir.
Üçgenlerin bir özelliği de her üçgendeki üç açının toplamının iki dik açıya eşit olmasıdır. Yine üçgenlerin bir özelliği, her üçgenin en uzun kenarının, en büyük açısının kirişi olmasıdır. Üçgenlerin bir diğer özelliği, her üçgenin iki kenarın toplamının üçüncü kenardan daha uzun olmasıdır. Üçgenlerin bir özelliği de şudur: Şayet üçgenin kenarlarından biri, bulunduğu istikamet üzere devam ettirilirse, üçgenin dışında bir açı ortaya çıkartır ve bu açı, karşıladığı tüm açılardan daha büyük olur ve kendisine karşılık düşen iki iç açıya eşit olur. Yine üçgenlerin bir özelliği de her üçgenden yatay kenara indirilen dikeyin (meskitu’l-hacer) o üçgenin [yüzey] ölçümü olmasıdır.
Dik açılı üçgenin özelliği şudur: Dik açının kirişinin karesi, iki kenarından oluşan iki kareye eşittir.
Dar açılı üçgenin bir özelliği şudur: Kirişin karesi, geriye kalan iki kenarın karesinden, dikeyin düşme yeri ile açı arasında, dikeyin üzerine geldiği kenarın [taban] iki defa karesi kadar daha azdır.
Geniş açılı üçgenin bir özelliği şudur: Kirişin karesi, iki kenarın karesinden, iki kenardan birinin -bu kenar diğerinden çıkıp dikeyin düşme yerine kadar olması durumundaiki defa karesi kadar daha çoktur. Örnek:
Dörtgen şeklinin ise dört kenarı ve dört açısı vardır. Dörtgen beş çeşittir: Bunların birincisi kenarları birbirine eşit, açıları dik olan dörtgendir. Örnek:
İkincisi dik açılı, karşılıklı her iki kenarı birbirine eşit olan dikdörtgendir. Örnek:
Üçüncüsü eşkenar dörtgen (muayyiri) olup kenarları birbirine eşit, açıları farklı olan dörtgendir. Örnek:
Dördüncüsü eşkenar dörtgene benzer olup [paralel kenar] karşılıklı her iki kenarı birbirine eşit olan dörtgendir. Örnek:
Beşincisi ise kenar ve açıları farklı olan dörtgendir [yamuk], Örnek:
Ey kardeşim! Bilesin ki, bu şekillerin her birinin, açıklaması uzun sürecek özellikleri vardır. Fakat bunların hepsini kapsayacak özellikleri sana anlatacağım. Bunlar şunlardır: Her dörtgen, yani herhangi bir dörtgen, dört açısının toplamı dört dik açıya eşittir. Her dörtgen iki üçgene bölünme imkânına sahiptir. Eğer ona başka bir üçgen eklenirse ondan üçboyutlu (mücessem) şekil oluşur. Beşgen şekli ise kendisini beş kenarın çevrelediği şekildir ve onun beş açısı vardır. Bu şekil kenarları eşit, açıları çok olan şekillerin ilkidir. Her beşgeni bir daire çevreleyebileceği gibi, beşgen de bir daireyi çevreleyebilir. Kendisini çevreleyen tek bir nicelik olması durumunda, üçgenden meydana gelen çok açılı her şekil, daha az açısı olandan [yüzey] ölçümü olarak daha çoktur ve daha geniştir. O üçgenlerin bir dikeyi, tabanlarının yarısıyla çarpılırsa, bu, çok açılı şeklin [yüzey] ölçümü olur.
Kenarları birbirine eşit altıgen şeklin özelliği, kenarlarının her birinin, altıgeni çevreleyen dairenin yarıçapına eşit olmasıdır. Özetle kendisi için bir özelliğin veya birden çok özelliğin bulunduğu şekillerin anlatılmasını söz uzar korkusuyla yapmıyoruz. Dairesel şeklin özelliklerine gelince; Öklid kitabında bunun için özel bir bölüm (makâle) ayırmıştır. Yalnız, biz ondan az bir bölüm aktarıyor ve diyoruz ki: Dairesel şekil, kendisini bir çizginin çevrelediği yüzeydir. Onun merkezi ortasındadır, tüm çapları birbirine eşittir, şayet kendisini bir yüzey çevreliyorsa, açıları çok olan tüm şekillerden geniştir. O, dairenin özelliklerini paylaşır, onun herhangi bir cisme olan oranı dairenin herhangi bir yüzeye olan oranı gibidir. Bu şeklin özellikleri Öklid Kitabı’nın son bölümünde (makâle) kanıt ve izahlarıyla açıklanmıştır.
Özetle ey kardeşim! eğer sen açıklamalardan Öklid’in amacını düşünür ve diğer geometri kitaplarında bulunanları da bilirsen, bunların tümünün, niceliklerin (mekâdîr) özelliklerini ve hakikatlerinin bilgisini -bunlar da çizgiler, yüzeyler, cisimler ve bunlarla ilgili olan boyutlar, açılar ve birbirleriyle olan münasebetleridiraraştırmak olduğunu anlarsın. Zira biz bu risâlede şekillerin özelliklerinin bir kısmını, bundan önce de Aritmetik Risâlesi’nde (Risâletü’l-arismatîkî) sayıların özelliklerinin bir bölümünü açıklamıştık. Şimdi her ikisinin özelliklerinden bir bölüm anlatmak istiyoruz. Şöyle ki; bazı sayılar ile bazı geometrik şekiller bir araya getirildiğinde, bundan, her ikisinden de açıkça anlaşılamayacak olan başka özellikler ortaya çıkar. Örneğin; eğer “bir”den dokuza kadar sayı, dokuz kutucuğa aşağıdaki şekilde yazılırsa, bu sayıların dokuz kutucuktaki özelliği, nasıl sayılırsa sayılsın toplamın on beş etmesidir. Örnek:
Aynı şekilde, eğer “bir’den on altıya kadar sayı, on altı kutucuğa aşağıdaki şekilde yazılırsa, bu sayıların özelliği, nasıl sayılırsa sayılsın toplamın otuz dört olmasıdır. Örnek:
yazılırsa, bu sayıların özelliği, nasıl sayılırsa sayılsın toplamın altmış beş olmasıdır.
sayıların özelliği, nasıl sayılırsa sayılsın toplamın yüz on bir olmasıdır. Örnek:
yazılırsa, bu sayıların özelliği, nasıl sayılırsa sayılsın toplamın yüz yetmiş beş olmasıdır.
Benzer şekilde, eğer “bir’den altmış dörde kadar sayı, altmış dört kutucuğa aşağıdaki şekilde yazılırsa, bu sayıların özelliği, nasıl sayılırsa sayılsın toplamın iki yüz altmış olmasıdır.
Yine aynı şekilde, eğer “bir’den seksen bire kadar sayı, seksen bir kutucuğa aşağıdaki şekilde yazılırsa, bu sayıların özelliği, nasıl sayılırsa sayılsın toplamın üç yüz altmış dokuz olmasıdır.
Bunların faydasına ve bunlardan elde edilecek yararlara gelince, Tılsımlar ve Sihirler risâlesi’nde (Risâletul-tıllesmât ve’l-azâim) bunların bir kısmını anlatmıştık. Bununla birlikte, söylediklerimizin doğruluğuna kanıt olması için, bu bölümde söz konusu fayda ve yararlardan bir örnek aktaracağız. Deriz ki; dokuz kutucuklu bu şeklin bir özelliği ve faydası da, su değmemiş iki çanak üzerine yazılıp, doğum sancısı çeken kadının üstüne asıldığında doğumu kolaylaştırmasıdır. Şayet (yapılan bu işlem) aym, dokuzuncuda olması ve dokuzuncunun rabbiyle/sahibiyle ya da dokuzuncudakinin evinin rabbiyle veya dokuzlardan buna benzeyen şeylerle yan yana gelmesi bir arada gerçekleşirse doğum kolaylaşır.
sesler, kelimeler, fiiller, harfler ve hareketler [gibi] matematik ve doğa varlıklarından her şeyin, başkasında olmayan kendisine ait özellikleri olduğu gibi, tek tek her biri için olmadığı halde bir araya geldiklerinde toplamına ait özellikleri de vardır. Bunları birliktelik oranı üzere bir araya getirdiğin zaman özellik ve etkileri gün yüzüne çıkar. Her akıl sahibi hekim filozofun bildiği, panzehirlerin, merhemlerin, şerbetlerin (şurupların) ve müzik nağmelerinin beden ve nefsin her ikisi üzerindeki etkileri, söylediklerimizin doğruluğuna delildir. Nitekim Musiki Risâlesi’nde (Risâletü’l-mûsikî) bununla ilgili hususların bir bölümünü açıkladık.
Bölüm: Bu İlmin Kazandırdıkları
Bilesin ki, somut geometri üzerine inceleme yapmak, sanatlarda ustalaşmaya yardımcı olur. Soyut geometri üzerine inceleme yapmak, sayı ve şekillerin özelliklerinin bilgisi, göksel varlıkların (el-eşhâsu’l-felekiyye) ve müzik seslerinin dinleyicilerin nefsleri üzerinde nasıl etkili olduğunu anlamaya yardımcı olur. Duyuların, edilginleri üzerinde nasıl etkili olduğunu incelemek, ayrık nefislerin (en-nufûsu’l-mufârika), oluş ve bozuluş âlemindeki tekvücut olmuş nefislerde nasıl etkili olduğunu anlamaya yardımcı olur. Soyut geometri ilminde, araştırmacılar için Allah’ın yardım ve yol göstermesiyle nefs’in bilgisine götüren bir yol vardır.
Geometri Risâlesi (Risâletü’l-cumetriyâ) bitmiştir, bunu dört kısımdan ilk kısmın üçüncü [risâlesi] olan Astroloji İlmine Giriş Risâlesi takip etmektedir.
Matematik Kısmının Üçüncü risâlesi:
Astronomi-Astroloji
Astronomi Yani Astroloji ve
Kürelerin (Gök Cisimlerinin) Oluşumu Hakkındadır
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
H
amd Allah’a, selam onun seçilmiş kullarının üzerine olsun. “Allah mı daha hayırlıdır, yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”
Ey iyiliksever ve şefkatli kardeşim! Allah seni ve bizleri kendi katından bir ruhla desteklesin! Bilesin ki, Geometriye Giriş Risâlesi (Risâletü’l-medhal ila ilmi’l-hendese)’ni artık tamamladık. Somut ve soyut (hissi ve aklî) geometriyi açıklayarak, geometri ile uğraşanların bilmesi gereken çizgiler, şekiller ve açılarla ilgili konuları eksiksiz biçimde ele aldık. Bu risâlede ise, Astroloji/gökbilimin [İlmü’n-nücûm] bazı yönlerini anlatmak istiyor ve diyoruz ki:
Gökbilim üç kısma ayrılır: a. Onlardan bir kısmı kürelerin (felek) oluşumunun, yıldızların niceliğinin ve burçların kısımlarının; bunların büyüklük, genişlik ve hareketlerinin ve bu ilim çerçevesinde ele alman diğer şeylerin bilgisini verir. Bu kısım, astronomi (ilmu’l-hey’et) olarak adlandırılır, b. Bir kısmı astronomik tabloların (zîc) çözümlenmesinin, takvimlerin hazırlanmasının, tarihlerin çıkarsanmasının ve benzeri şeylerin bilgisini verir, c. Bir kısmı da kürelerin devirlerinden, burçların doğuşundan ve yıldızların hareketlerinden yola çıkarak, Ay altı âlemde oluşmadan önce kâinat hakkında akıl yürütmenin niteliğini öğretir. Bu tür, astroloji (ilmü’l-ahkâm) olarak isimlendirilir. İşte bu risâlede, söz konusu türlerden her birinin bazı yönlerini [geometriye] giriştekine benzer şekilde anlatmak istiyor ve böylece onun öğrenim yolunun öğrenciler için kolaylaşacağını ve yeni başlayanlar için daha anlaşılır kılınacağını umuyor ve diyoruz ki:
Gökbiliminin esası üç şeyi bilmektir. Bunlar yıldızlar, felekler ve burçlardır. Yıldızlar; küresel, yuvarlak ve parlak cisimlerdir. 1029 adet büyük yıldızdan gözlemle kavranabilen yedisine “gezegen” (seyyare) ismi verilmektedir. Bunlar; Satürn (Zühal), Jüpiter (Müşteri), Mars (Merrîh), Güneş, Venüs (Zühre), Merkür (Utârid) ve Ay’dır. Geriye kalanlara ise “sabit yıldızlar” denir. Yedi gezegenden her birinin kendisine ait bir küresi vardır. Küreler şeffaf, içi boş, küresel cisimlerdir. Dokuz küre vardır ve bunlardan bazıları tıpkı soğanın halkaları gibi diğerlerinin boşluğunda bulunur. Bunlardan bize en yakın olanı, yumurtanın kabuğunun beyazını kuşattığı gibi, bütün yönlerden hava [küresini] çevrelenen Ay küresidir. Yer (arz) de yumurtanın sarısı gibi, hava [küresinin] boşluğunda yer alır. Ay küresinin üstünde Merkür küresi, Merkür küresinin üstünde Venüs küresi, Venüs küresinin üstünde Güneş küresi, Güneş küresinin üstünde Mars küresi, Mars küresinin üstünde Jüpiter küresi, Jüpiter küresinin üstünde Satürn küresi, Satürn küresinin üstünde sabit yıldızlar küresi, sabit yıldızlar küresinin üstünde de kuşatıcı (muhit) küre bulunmaktadır. Bu resmin örneği verilmiştir.
Bunun anlamı şudur: Kuşatıcı küre tıpkı bir tekerlek gibi, yerin üst tarafında Doğudan Batıya, alt tarafındaysa Batıdan Doğuya doğru gece-gündüz aynı şekilde sürekli bir devir halindedir. Diğer küreler ve gezegenler de onunla beraber dönüyorlar. Nitekim izzet ve celal sahibi olan Allah şöyle buyurur: “Her biri bir yörüngede yüzmektedirler.”
Söz konusu kuşatıcı küre, karpuz dilimleri tarzında 12 kuşağa ayrılmıştır ve bu kısımlardan her biri “burç” olarak isimlendirilmektedir. Onların isimleri şöyledir: Koç (Hamel),
Boğa (Sevr), İkizler (Cevza), Yengeç (Seretân), Aslan (Esed), Başak (Sünbüle), Terazi (Mizan), Akrep, Yay (Kavs), Oğlak (Cedî), Kova (Delv), Balık (Hût). Her biri 30 derece olmak üzere, burçların tamamı 360 derecedir. Derecelerden her biri 60 parçadan oluşur. Her bir parça “dakika” olarak isimlendirilir ve bunların toplamı 21600 dakikadır. Dakikalardan her biri “saniye” ismi verilen 60 parçaya, yine saniyelerden her biri de “salise” denilen 60 parçaya [ayrılır]. Bu bölme işlemi dörtlere (Ravâbi’), beşlere (havâtnis) ve bunlara eklenebildiği kadar kısımlara varıncaya kadar sürdürülebilir. Bu resmin örneği, bir sonraki sayfada verilmiştir.
Burçlar birkaç yönden farklılık arz eden vasıflarla nitelendirilirler. Biz onların nitelendirilmesinden önce, anlatılması gereken şeyleri zikretmeye ihtiyaç duyuyoruz: a. Zaman dört kısma ayrılır: İlkbahar, yaz, sonbahar (güz) ve kış. b. Yönler dört kısımdır: Doğu, Batı, Güney ve Kuzey, c. Unsurlar dört kısımdır: Ateş, hava, su, toprak, d. Tabiat dört kısımdır: Sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluk, e. Karışımlar dört kısımdır: Sarı safra, kara safra, balgam, kan. f. Rüzgârlar dört kısımdır: Doğu rüzgârı (sebâ), Batı rüzgârı (debûr), Kuzey rüzgârı (cirbiyâ) ve Güney rüzgârı (tiyma).
Bölüm: Burçların Niteliklerinin Anlatımı
Diyoruz ki, onlardan altısı Kuzeysel, altısı Güneyseldir; altısı düzgün ve altısı çarpık doğuyor; altısı eril, altısı dişildir; altısı gündüzsel, altısı geceseldir; altısı Yer’in alt tarafında, altısı Yerin üst tarafında bulunur; altısı gündüz, altısı gece doğuyor; altısı yükselen, altısı alçalandır; altısı sağda, altısı soldadır; altısı Güneş’in bölgesinde ve altısı da Ay’ın bölgesindedir.
Ayrıntılara gelince, altı Kuzey burcu; Koç, Boğa, İkizler, Yengeç, Aslan ve Başak’tır. Güneş bunlardan her hangi birinde bulunursa gece kısa, gündüz ise uzun olur. Altı güney burcu; Terazi, Akrep, Yay, Oğlak, Kova ve Balık’tır. Güneş bunlardan her hangi birinde bulunursa gece uzun, gündüz ise daha kısa olur. Düzgün doğan burçlar; Yengeç, Aslan, Başak, Terazi, Akrep ve Yay’dır. Bunlardan her biri iki saatten daha fazla doğar. Güneş, bunlardan her hangi birinde bulunursa Kuzeyden Güneye, apojeden (eve) perijeye (hadîd) doğru alçalır ve geceler uzamaya başlar. Çarpık doğan burçlar; Oğlak, Kova, Balık, Koç, Boğa ve İkizlerdir. Bunlardan her biri iki saatten daha az doğar. Güneş, bunlardan her hangi birinde bulunursa Güneyden Kuzeye, perijeden apojeye doğru yükselir ve günler uzamaya başlar. Altı eril gündüzsel burç; Koç, İkizler, Aslan, Terazi, Yay ve Kovadır. Altı dişil gecesel burç ise; Boğa, Yengeç, Başak, Akrep, Oğlak ve Balık’tır. Gündüz doğan altı burç, Güneş’in bulunduğu burçtan başlayarak yedinci burca kadar olanlardır. Gece doğan altı burç ise, yedinci burçtan başlayarak Güneş’in bulunduğu burca kadar olanlardır. Güneş’in bölgesindeki altı burç; Aslan burcundan Oğlak burcuna kadarki burçlardır. Ay’ın bölgesindekiler ise, Kova burcundan Yengeç burcuna kadar olanlardır.
Burçlar başka bir yönden dört kısma ayrılırlar: (1) Kuzeyde yükselen ve gündüzü geceden uzun kılan üç ilkbahar burcu Koç, Boğa ve İkizlerdir. (2) Kuzeyde alçalan ve geceyi gündüzden uzun kılan üç yaz burcu Yengeç, Aslan ve Başak’tır. (3) Güneyde alçalan ve geceyi gündüzden uzun kılan üç güz burcu Terazi, Akrep ve Yay’dır. (4) Güneyden yükselen ve gündüzü geceden uzun kılan üç kış burcu; Oğlak, Kova ve Balık’tır.
Yine burçlar başka bir yönden dört kısma ayrılırlar: (1) Bunlardan aynı tabiata sahip olup sıcak, kuru ve Doğusal ateş üçgeni oluşturan üç burç Koç, Aslan ve Yay’dır. (2) Aynı tabiata sahip olup soğuk, kuru ve Güneysel toprak üçgeni oluşturan üç burç Boğa, Başak ve Oğlak’tır. (3) Aynı tabiata sahip olup sıcak, nem ve Batısal hava üçgeni oluşturan üç burç İkizler, Terazi ve Kovadır. (4) Yine aynı tabiata sahip olup soğuk, nem ve Kuzeysel su üçgeni oluşturan üç burç da Yengeç, Akrep ve Balık’tır.
Diğer bir yönden bu burçlar, üç üçlüğe ayrılırlar: (1) Onlardan dördü, zamanı döndüren (dönenceli) Koç, Yengeç, Terazi ve Oğlak burcudur, (b) Dördü, sabit zamanlı Boğa, Aslan, Akrep ve Kova burcudur, (c) Dördü de çift bedenli İkizler, Başak, Yay ve Balık burcudur.
Bu şekle ilişkin yukarıdaki nitelendirmeyle şu açıklanmış oldu: Burçlar on ikiden fazla ya da eksik olsalardı, söz konusu taksim anlattığımız şekilde sürdürülemezdi. Öyleyse onların sayısı, bir hikmet gereği olarak on ikidir. Zira şanı yüce olan Yaratıcı ancak en muhkem ve en iyi fiillerin sahibidir. Örneğin şekillerin en mükemmeli küre şekli olduğu için, bu şekli almışlardır. Şöyle ki o, şekillerin en genişi, bozulmadan en uzak olanı ve en hızlı hareket edenidir; merkezi ortasında bulunur, çapları eşittir, tek bir yüzeyle çevrelenir ve kendisine ancak bir noktada temas edilebilir. Onun dışındaki her hangi bir şekilde bu özellikler bulunmaz. Yine hareketlerin en mükemmeli olduğu için Tanrı ona dairesel hareket vermiştir.
Söz konusu on iki burç, adı geçen yedi gezegen arasında birkaç yönden taksim edilirler. [Gezegenlerin] onlarda, çeşitli yönlerden kısımları ve özel konumları (hutûf) vardır. Bunlar ev (beyt) ve vebâl, apoje ve perije, şeref ve hübût, çıkış ve iniş düğümü anlamına gelen düğüm noktaları, üçgenlerin hâkimliği, vecihlerin hâkimliği, haddlerin hâkimiyeti, ekinoksların (nevbahar) hâkimliği, on ikilerin hâkimliği, sehim konumlarının hâkimliği ve diğerleridir. Gerçekten de gezegenler birer ruh, burçlar ise onlara ait beden gibidirler.
Bölüm: Evlerin ve Vebâllerin Anlatımı
Biz şunu deriz: Bil ki, Aslan, Güneş’in evi; Yengeç, Ay’ın evi; İkizler ve Başak, Merkür’ün evi; Boğa ve Terazi, Venüs’ün evleri; Koç ve Akrep, Mars’ın evleri; Yay ve Balık, Jüpiter’in evleri; Oğlak ve Kova, Satürn’ün evleridir. Bu beş gezegenden her biri için Güneş’in ve Ay’ın bölgesinden bir ev vardır. Her bir gezegenin vebali de kendisine ait evin karşısında yer alır. Evlerde bu gezegenlerden bir kısmı için bazı özel konumlar bulunmaktadır: Şeref-hübût, apoje-perije, ve düğüm noktaları gibi. Bunun örneği şöyledir:
Bunun açıklaması şöyledir: Şeref, gezegenlerin burçlar kuşağındaki en etkili konumudur ve hübût bunun karşıtıdır. Apoje ise gezegenlerin burçlar kuşağındaki en yüksek konumudur ve perije bunun karşıtıdır. Güneş’in şerefi, Mars’ın evi olan Koç burcunda, apojesi de Merkür’ün evi olan İkizler burcundadır. Satürn’ün şerefi Venüs’ün evi olan Terazi burcunda, apojesi Jüpiter’in evi olan Yay burcunda, düğüm noktası ise Ay’ın evi olan Yengeç burcundadır. Düğüm noktasının anlamı, burçlar kuşağından geçişi sırasında Güneş’in yolu ile gezegenlerin izlediği yolun iki noktada kesişmesidir. Bunlardan biri çıkış düğümü (ra’su’lcevzeher), diğeri de iniş düğümü (zenebul-cevzeher) olarak adlandırılır. Şöyle ki burçları dolaştığı zaman Satürn, önce Güneş’in yolunun sağındaki altı burcu içeren bir güzergâhı izler, ardından diğer tarafa geçip Güneş’in yolunun solunda kalan altı burçta seyreder. Dolayısıyla Güneş’in yolunda iki konumda kesişme olur ki bunlardan biri çıkış düğümü, diğeri de iniş düğümü şeklinde isimlendirilir. Bunun örneği şöyledir:
Beş gezegenden her birinin, tıpkı Satürn’ün olduğu gibi, astronomik tablolarda anlatılan düğüm noktaları vardır. Takvimlerde anlatılana gelince bu Ay’ın [kesişme noktalarıdır]. Bunlar (iniş-çıkış) iki düğüm şeklinde isimlendirilirler. Anlatımlarının takvimlere hasredilmesi ise onların burçlar ve dereceler arasında gezinmeleri nedeniyledir. Bu iki düğüm için de gezegenlerin seyri gibi bir seyir ve yine gezegenlerin delâleti gibi bir delâlet söz konusudur.
Güneş ve Ay, aynı burç ve derecede bulunmak üzere, her hangi bir zaman diliminde ve bu iki noktadan her hangi birinde bir araya gelirlerse Güneş tutulması gerçekleşir. Bu sadece ay sonunda olur. Tıpkı bir bulut parçasının gözümüzle Güneş’in arasından geçtiğinde onun ışığını görmemizi engellediği gibi, Ay da Güneş’in burç ve derecedeki konumunun önüne geçip, Güneş ışınlarının gözümüze ulaşmasını engeller ve biz onu tutulmuş olarak görürüz. Güneş bu iki noktadan birinde bulunur ve Ay da diğerine ulaşır ise Ay tutulması gerçekleşir. Ay tutulması ancak ayın ortasında olur. Çünkü ayın ortasında, Ay Güneş’in yer aldığı burcun tam karşısındaki burçta bulunur. Böylece Yer onların arasında kalarak Güneş ışınlarının Ay’ı aydınlatmasını engeller ve Ay tutulmuş olarak görünür. Zira Ay’ın kendinden bir ışığı yoktur ve o ışığını Güneş’ten alır. Bunun örneği şöyledir:
Jüpiter’in şerefi Yengeç, apojesi Başak, çıkış düğümü İkizler burcundadır. Mars’ın şerefi Oğlak, apojesi Aslan, çıkış düğümü Koç burcundadır. Venüs’ün şerefi Balık, apojesi İkizler, çıkış düğümü Boğa burcundadır. Merkür’ün şerefi Başak, apojesi Terazi, çıkış düğümü Koç burcundadır. Ay’ın şerefi Boğa burcundadır, apojesi ise burçlar arasında yer değiştirmektedir. Onun bu konumu astronomik tablolar ve takvimlerle bilinir. Ayrıca Ay Güneş ile aynı doğrultuda (kavuşma konumunda) veya onun karşısında (mukâbil) ise apojede bulunmaktadır. Her bir gezegenin şerefinin karşısında, benzer yedinci burçta yer alan hübûtu bulunur. Perije de buna benzer şekilde apojenin karşısındadır. Yine çıkış düğümünün karşısında benzer yedinci burçtaki iniş düğümü konumu bulunmaktadır.
Bölüm: ÜçgenlerinErbâbları, Vecihler ve Haddler Üzerine
Bil ki, gezegenlerden bazıları için diğerlerinin evlerinde bir ortaklık söz konusudur ve buna “üçgenlerin erbâblığı” denilmektedir. Yine bunlar için [söz konusu evlerde] “vecih” ismi verilen kısımlar ve “hadd” ismi verilen özel konumlar (Jıutût) bulunmaktadır. Bunun açıklaması şudur: Doğaları aynı olan üçer burçtan her biri, daha önce de açıklandığı üzere “üçgenler” şeklinde isimlendirilir. Bunları “üçgenlerin erbâbları” ismi verilen üçlü gezegenler yönetir ki yeni doğan kimsenin yaşam süresinin üç [evresi] onlardan çıkartılır.
Ateş üçgeninin erbâbları, gündüzün önce Güneş ve sonrasında Jüpiter, gece ise önce Jüpiter ve sonrasında Güneş’tir. Bunların gece ve gündüz refakatçisi Satürn’dür. Toprak üçgeninin erbâbları, gündüzün önce Venüs ve ardından Ay, gece ise önce Ay ve ardından Venüs’tür. Bunların gece ve gündüz refakatçisi Mars’tır. Hava üçgeninin erbâbları, gündüzün önce Satürn ve ardından Merkür, gece ise önce Merkür ve ardından Satürn’dür. Bunların gece ve gündüz refakatçisi Jüpiter’dir. Su üçgeninin erbâbları, gündüzün önce Venüs ve sonrasında Mars, gece ise önce Mars ve sonrasında Venüs’tür. Bunların gece ve gündüz refakatçisi de Ay’dır.
Bölüm: Vecihlerin Erbâbları Üzerine
Bil ki burçlardan her biri üç kısma ayrılır ve 10 derecelik her bir kısım “vecih” olarak adlandırılır. Bu da “vecih erbâbı” denilen ve kendisiyle yeni doğan bir kimsenin sureti ile şeylerin dış görünümleri hakkında akıl yürütülen bir gezegene bağlı olur. Bunun açıklaması şudur: Koç burcunun birinci 10 derecelik kısmı Mars’ın vecihi, ikinci 10 derecelik kısmı Güneş’in vecihi ve sonuncu 10 derecelik kısmı Venüs’ün vecihidir. Boğa burcunun birinci 10 derecelik kısmı Merkür’ün vecihi, ikinci 10 derecelik kısmı Ay’ın vecihi ve sonuncu 10 derecelik kısmı Satürn’ün vecihidir. İkizler burcunun birinci 10 derecelik kısmı Jüpiter’in vecihi, ikinci 10 derecelik kısmı Mars’ın vecihi ve sonuncu 10 derecelik kısmı Güneş’in vecihidir. Bu kıyas üzerine, sonuncu Balık burcuna kadar her bir 10 derecelik kısım, kürelerinin açıkladığımız sırasına göre gezegenlerden birinin vecihi olur.
Haddlerin ve onların erbâblarınm anlatımına gelince, söz konusu burçlardan her biri farklı derecelerdeki beş kısma ayrılır. Bunlardan en küçük parça 2 derece, en büyüğü ise 12 derece olur. Parçalardan her biri “hadd” şeklinde isimlendirilir. Haddler beş gezegenden, kendisine “haddin erbâbı” denen birine bağlı olur ve onunla yeni doğan kimsenin ahlâkına işaret edilir. Güneş ve Ay bu konuda her hangi bir [etki] payına sahip değildir. Haddlerin hesaplanması için üzerine iki harfin yazıldığı bir daire çizeriz. Birinci harf haddin erbâbının isminden alınır, ikinci harf ise haddin derecesinin niceliğini gösterir. Aynı şekilde vecihlerin hesaplanmasında da iki harf söz konusu olur: Birinci harf vecih erbâbının ismini, İkincisi ise vecihin derecesinin niceliğini ifade eder. Onların (erbâbların) isimleri şunlardır: Keyvan (kef), Müşteri (mim), Behrâm (ba), Şems (şin), Kamer (kaf), Zühre (ze), Utârid (ayın).
İmdi, dairelerden en geniş olanı, ikişer harflerle haddlerin hesaplanması, ortadaki daire ise vecihlerin hesaplanması içindir.
Bölüm: Gezegenlerin Anlatımı
Deriz ki: [Gezegenlerden] ikisi “iki aydınlatıcı” (neyyireyn) olup, bunlar Güneş ve Ay’dır. İkisi “iki uğurlu” (sa’deyn) olup, bunlar Jüpiter ve Venüs’tür. İkisi “iki uğursuz” (nahsân) olup, bunlar Satürn ve Mars’tır. Biri ise “uyumludur (mümtezic) ki bu da Merkür’dür. İki düğüme gelince bunlar iniş ve çıkış düğümleridir.
[Gezegenlerin] doğalarının anlatımı: Güneş; eril, sıcak, ateşsel, gündüzsel ve uğurludur. Satürn; soğuk, kuru, eril, gündüzsel ve uğursuzdur. Jüpiter; sıcak, nemli, eril, gündüzsel ve uğurludur. Mars; sıcak, kuru, dişil, gecesel ve uğursuzdur. Venüs; soğuk, nemli, dişil, gecesel ve uğurludur. Merkür; latif, uyumlu ve uğurludur. Ay; soğuk, nemli, dişil, gecesel, uğurlu ve siyahtır. Çıkış düğümünün [doğası] Jüpiter, iniş düğümününki ise Satürn gibidir.
[Gezegenlerin] ışıklarının anlatımı: Güneş’in ışığı 15 derece önünde ve bu kadar da arkasındadır. Satürn ve Jüpiter’den her birinin ışığı 9 derece önünde ve bu kadar da arkasındadır. Mars’ın ışığı 8 derece önünde ve bu kadar da arkasındadır. Venüs ve Merkür’den her birinin ışığı 7 derece önünde ve bu kadar da arkasındadır. Ay’ın ışığı 12 derece önünde ve bu kadar da arkasındadır.
[Gezegenlere] ait günlerin ve gecelerin anlatımı: Bil ki gece, gündüz ve onların saatleri gezegenler arasında taksim edilmiştir. Pazar gününün ve Perşembe gecesinin ilk saati Güneş’e; Pazartesi gününün ve Cuma gecesinin ilk saati Ay’a; Salı gününün ve Cumartesi gecesinin ilk saati Mars’a; Çarşamba gününün ve Pazar gecesinin ilk saati Merkür’e; Perşembe gününün ve Pazartesi gecesinin ilk saati Jüpiter’e; Cuma gününün ve Salı gecesinin ilk saati Venüs’e; Cumartesi gününün ve Çarşamba gecesinin ilk saati Satürn’e aittir. Gündüz ve gecelerin geriye kalan saatlerine gelince bunlar da kürelerinin sırasına göre gezegenler arasında taksim edilmiştir. Örneğin, Pazar gününün ikinci saati, küresi Güneş küresinin altında bulunan Venüs’e; üçüncü saati, küresi Venüs küresinin altında bulunan Merkür’e; dördüncü saati, küresi Merkür küresinin altında bulunan Ay’a; beşinci saati Satürn’e; altıncı saati Jüpiter’e; yedinci saati Mars’a; sekizinci saati Güneş’e; dokuzuncu saati Venüs’e; onuncu saati Merkür’e; on birinci saati Ay’a; on ikinci saati Satürn’e tahsis edilmiştir. Gündüz ve gecelerin diğer saatleri de, ilk saatin erbâbmdan başlayıp [gezegen] kürelerinin açıkladığımız sırasına göre bu hesaplamaya tabi tutulur.
Bölüm: Gezegenlere Ait Sayıların Anlatımı
Gezegenlerden her biri yıl, ay, gün ve saatler bakımından belli bir sayıya delâlet eder. Bununla da yeni doğmuş kimsenin ne kadar yaşayacağı, oluş ve bozuluş âlemindeki evrenin varlığının daha ne kadar süreceği hakkında akıl yürütülür.
Bölüm: Kürenin Devri ve Onun Çeyreklere Ayrılması
Sürekli devir halinde olan kuşatıcı küre, Yer’in üst tarafında Doğudan Batıya, alt tarafında ise Batıdan Doğuya doğru tıpkı bir tekerlek gibi döner. Her zaman kürenin 180 derecelik altı burcu içeren yarıçapı Yer’in üst tarafında olur ve sağ [yarıçap] şeklinde isimlendirilir. 180 derecelik altı burcu içeren diğer yarıçapı da Yer’in alt tarafında bulunur ve sol [yarıçap] olarak adlandırılır. Doğu ufkunda doğan bir dereceye karşılık, Batı ufkundaki yedinci burçta o kadar batış olur. Her zaman altı burç gündüz, altı burç ise gece doğar ve her zaman Doğu ufkunda bir derece, Batı ufkunda da bunun mukabili olan başka bir derece bulunur. Yine bir derece, semanın ortasında yer alır ki bunu “onuncu veted” şeklinde isimlendirirler. Bunun Yer’in alt tarafında kalan mukabili ise “dördüncü veted” olarak adlandırılır. Böylelikle küre her zaman, her biri 90 derece olmak üzere dört çeyreğe ayrılır. Doğu ufkundan sema vetedine kadarki 90 derecelik kısma “havada yükselen Doğu çeyreği”; sema vetedinden Batı
vetedine kadarki 90 derecelik kısma “alçalan Güney çeyreği”; Batı vetedinden Yer vetedine kadarki 90 derecelik kısma “karanlıkta alçalan Batı çeyreği”; Yer vetedinden Doğu vetedine kadarki 90 derecelik kısma ise “yükselen Kuzey vetedi” denir. Bunun örneği şudur:
Bölüm: Güneş’in Burçlar Kuşağındaki Devri ve Çeyrek Yılların Değişmesi
Güneş on iki burçta 365 günde bir devir yapar. Çeyrek devirde [uğradığı] her burçta 30 küsur gün, her derecede bir gün ve bir gece küsur bulunur. Gündüz Yer’in üst tarafında, gece ise alt tarafında olur. Yazın havadaki (Yer’in üst tarafındaki) Kuzey burçlarında bulunup zenite (semtur-re’s) yaklaşır. Kışın ise Güney burçlarında bulunarak havada alçalır ve zenit noktasından uzaklaşır. Apojedeyken kürede yükselerek Yer’den uzaklaşır, perijede ise kürede alçalarak Yere yaklaşır. Aşağıdaki dairede bunun örneği tasvir edilmiştir:
Bölüm: Güneş’in Çeyrek Kürelere Uğraması ve Zamanların Değişmesi
Güneş, Koç burcunun birinci dakikasına vardığında gece ile gündüz eşit ve zaman orantılı olur. Kış biter ve ilkbahar gelir, havalar güzelleşir ve nesim rüzgârı [ ilkbaharı müjdeleyen hafif rüzgar] eser. Karlar erir, nehirler akar, ırmaklar taşar ve pınarlar kaynar. Otlar yeşerir, filizler boy atar, yeşillikler çoğalır, çiçekler parıldar, ağaçlar yaprak ve çiçek açar, yeryüzü yeşile bürünür. Hayvanlar yavrular ve bol süt verir, canlılar ortaya çıkar ve yeryüzüne dağılır. Toprak süslerini meydana çıkararak onlarla bezenir. İnsanlar mutlu ve sevinçli olur. Sanki dünya, kendisini izleyenler için süslenip ortaya çıkan genç bir cariyeye dönüşür.
Bölüm: Yazın Gelişinin Anlatımı
Güneş, İkizler burcunun sonuna ve Yengeç burcunun başlangıcına ulaştığında günün uzunluğu gecenin ise kısalığı son haddine varır ve günler kısalmaya başlar. İlkbahar biter ve yaz gelir. Isı ve havanın sıcaklığı artar, Semum rüzgârı eser. Sular azalır, otlar kurur, tohumlar kök salar ve mahsul verir, meyveler olgunlaşır, hayvanlar şişmanlar ve vücutlardaki güç artar. Toprak mümbitleşir, ekin yerleri çoğalır, hayvanlar bol süt verir ve insanlar hoşnut olur. Sanki dünya, zenginlik ve bolluk bahşedilen, güzel ve çılgın bir geline dönüşür.
Bölüm: Sonbaharın Gelişinin Anlatımı
Güneş, Başak burcunun sonuna ve Terazi burcunun başlangıcına ulaştığında gece ile gündüz yeniden eşit olur ve geceler günlere nispetle uzamaya başlar. Yaz biter ve sonbahar gelir, havalar soğur, Kuzey rüzgârı eser ve zaman değişir. Nehirler kurur, pınarlar tutulur ve ağaçların yaprakları sararır. Meyveler toplanır, harmanlar dövülür ve tohum muhafaza edilir. Otlar kaybolup gider, toprağı toz kaplar. Hayvanlar zayıflar, küçük sürüngenler ölür, haşereler saklanır, sıcak ülkeler arayan kuşlar ve vahşi hayvanlar göç eder. İnsanlar kış için azık tedarik etmeye başlarlar. Sanki dünya, gençlik çağını geride bırakmış orta yaşlarında bir kadına dönüşür.
Bölüm: Kışın Gelişinin Anlatımı
Güneş, Yay burcunun sonuna ve Oğlak burcunun başlangıcına geldiğinde günlerin uzunluğu sona erer ve geceler uzamaya başlar. Sonbahar biter ve kış gelir: Soğuklar şiddetlenir, hava sertleşir, ağaçların yaprakları dökülür, bitkilerin pek çoğu ölür, sürüngen hayvanlar toprağın derinliklerine saklanır, vücutlardaki güç zayıflar, yeryüzü süslerinden yoksun kalır, bulutlar artar ve yağmur çoğalır, hava tutkunlaşır, yeryüzü kaşlarını çatar. Zaman iyice ihtiyarlar ve insanlar tasarruftan yoksun bırakılır. Sanki dünya, elden ayaktan düşmüş ve kendisine ölümün yaklaştığı yaşlı bir kadına dönüşür.
Güneş, Balık burcunun sonuna ve Koç burcunun başlangıcına geldiğinde ise zaman ilk yıllarındaki durumuna (çocukluk çağma) geri döner. Onun bunu tekrarlaması izzet ve ilim sahibi bir takdiridir.
Bölüm: Satürn’ün Burçlar Kuşağındaki Devri ve Güneş’e Nispetle Halleri
Satürn on iki burçta, yaklaşık her 30 senede bir devir yapar. Bu zaman her burçta 2.5 sene, her derecede 1 ay, her dakikada ise 12 saat ikamet eder. Senede bir defa, Güneş Satürn’e nazaran yedinci burçta olduğunda onunla karşı konumda bulunur ve biri sağda, diğeri solda olmak üzere iki kez kare açı oluşturur. Yine senede bir defa, Güneş ve Satürn aynı burçta ve aynı derecede yer aldıklarında aralarında kavuşum (mukârenet) gerçekleşir. Ardından Güneş onu terk eder ve 20 gün sonra Satürn, Güneş’in doğuşundan önce sabahın erken vakitlerinde Doğuda görünür. Satürn, Güneş’in ayrılmasından tekrar bir kavuşuma kadar 381 gün dolaşır. Bunun 123 gününü Doğu yönünde saat istikametinin tersine (müstakim), 134 gününü saat istikametinde (râci’) ve 124 gününü Batı yönünde saat istikametinin tersine hareket eder. Güneş ve Satürn bunu her sene tekrarlar. Bunun örneği aşağıda verilmiştir:
Bölüm: Jüpiter’in Burçlar Kuşağındaki Devri ve Güneş’e Nispetle Halleri
Jüpiter on iki burçta, yaklaşık her 12 senede bir devir yapar. Bu zaman her burçta bir sene, her 2.5 derecede bir ay ve her 5 dakikada bir gün bir gece ikamet eder. Güneş her defa Jüpiter’e nazaran yedinci gezegende bulunduğunda onunla karşı konumda bulunur ve biri sağda, diğeri solda olmak üzere iki kez kare açı oluşturur. Yine senede bir defa, Güneş ile Jüpiter aynı burçta ve aynı derecede yer aldıklarında aralarında kavuşum gerçekleşir. Ardından Güneş onu terk eder ve 20 gün sonra Jüpiter, Güneş’in doğuşundan önce sabahın erken vakitlerinde Doğuda görünür. Jüpiter Güneş’in ayrılmasından tekrar bir kavuşuma kadar 399 gün dolaşır. Bunun 144 gününü Doğu yönünde saat istikametinin tersine, 111 gününü saat istikametinde ve 144 gününü Batı yönünde saat istikametinin tersine hareket eder. Onlar bunu her sene tekrarlar. Aşağıdaki daire anlatılanlar için örnek tasvirdir:
Saat yönünde
Bölüm: Mars’ın Burçlar Kuşağındaki Devri ve Güneşe Nispetle Halleri
Mars burçlar kuşağında yaklaşık olarak 23 ayda bir devir yapar: Her burçta aşağı yukarı 45 gün, her derecede bir veya birkaç gün, geri (yani saat istikametinde) hareket ettiği burçta ise altı ay ikamet eder ki bu sürenin artması ve azalması mümkündür. Bu süre zarfında Güneş onunla sadece bir defa, yedinci burçtan dönüşü sırasında karşı konumda bulunur ve biri sağda, diğeri solda olmak üzere iki kez kare açı oluşturur. Yine bu süre zarfında bir defa, onunla aynı burçta ve aynı derecede yer alarak kavuşum gerçekleştirir. Ardından Güneş onu terk eder ve Mars Güneş ışınları altında 2 ay seyir yapar. Sonrasında Güneş’in doğuşundan önce sabahın erken vakitlerinde 2 ay Doğuda görünen Mars, Güneş’in ondan ayrılmasından tekrar bir kavuşuma kadar 858 gün dolaşır. Bunun 325 gününü Doğu yönünde saat istikametinin tersine, 88 gününü saat istikametinde ve 455 gününü Batı yönünde saat istikametinin tersine hareket eder. Onun bu hareketini tekrarlaması izzet ve ilim sahibi bir takdiridir.
Bölüm: Venüs’ün Burçlar Kuşağındaki Devrinin Anlatımı
Venüs’ün burçlar kuşağındaki devri tıpkı Güneş’in devri gibidir. Şu farkla ki bazen hızlı hareket ederek Güneş’i geride bırakır ve onun önüne geçer. Bazen de yavaşlayıp geri hareket eder ve Güneş’in arkasında kalır. Hem saat istikametinde hem de saat istikametinin tersine hareketi sırasında Güneş ile bir kez karşı konumda bulunur. Saat istikametindeki hareketi sırasında kavuşum gerçekleşir ise Venüs bundan 5 gün sonra, Güneş’in doğuşundan önce sabahın erken vakitlerinde Doğudan doğar. Böylece gecenin sonlarında doğarak 8 ay görünür ve kendisine “Doğusal” [maşrikî] ismi verilir. Ardından seyrini hızlandırır ve Güneş’e yetişerek onun ışınları altında, görünmeden 3 ay dolaşır. Sonra gecenin başlarında [aşiyân] batarak “Batısal” [mağribî] ismini alır. Venüs’ün saat istikametinde hareketi sırasında gerçekleşen kavuşumdan ikinci bir kavuşuma kadarki süre ise 478 gündür. Bunun 45 gününü saat istikametinde geriye kalanını da saat istikametinin tersine hareket eder. Güneş’in önünde ve arkasındayken ondan en fazla 48 derece uzaklaşan Venüs bu hareketini sürekli tekrarlar.
Bölüm: Merkür’ün Burçlar Kuşağındaki Devri ve Güneşe Nispetle Halleri
Merkür’ün Güneş’e nispetle halleri Venüs’ün hallerine benzer. Şu farkla ki Merkür, saat istikametinin tersine hareketi sırasında Güneş’in ayrılmasından tekrar bir kavuşuma kadar 124 gün dolaşır. Bunun 22 gününü saat istikametinde, geri kalanını ise saat istikametinin tersine hareket eder. Yine Merkür, Güneş’in önünde ve arkasındayken ondan en fazla 27 derece uzaklaşır. Senede 3 defa saat istikametinde, 6 defa ihtirâk halinde, 3 defa parlak ve 3 defa da karanlık konumda seyir yapar ve bunu sürekli tekrarlar.
Bölüm: Ay’ın Burçlar Kuşağındaki Devri ve Güneş’e Nispetle Halleri
Ay, bir Arabi yıl zarfında burçlar kuşağında, ayda bir defa olmak üzere on iki defa döner. Bu zaman her burçta 2 artı 1/3 gün, her konakta bir gün ve bir gece, her derecede de yaklaşık olarak 2 saat ikamet eder. Ayda bir defa Güneşle karşı konuma gelir ve biri sağda, diğeri solda olmak üzere iki defa kare açı oluşturur. Yine Güneş ile ayda bir defa kavuşum konumunda olur ve 2 gün görünmez. Ardından Güneş’in batışından sonra Batıda ortaya çıkar: Önce hilal şeklini alır, sonrasında ise kemalini tamamlayıncaya kadar her gece 1/7’in yarısı oranında ışığı artar. Böylece her ayın on dördüncü Bedr gecesi dolunay olur. Daha sonra ışığı azalmaya başlar; ayın sonunda kayboluncaya kadar her gece 1/7’in yarısı oranında ışığı azalır.
Yüce Allah’ın “Ay’ın dolaşımı için de konak yerleri belirledik. Nihayet o, eğrilmiş kuru hurma dalı gibi olur.” kelâmında da işaret ettiği gibi, Ay’ın burçlar kuşağında 28 konağı vardır. Her üç burçta yedi konak, her burçta ise 2 artı 1/3 menzil bulunmaktadır. Bunların isimleri şöyledir:
İlkbahar konakları: es-Seretân, el-Butayn, es-Süreyyâ, ed-Deberân, el-Hak’a, el-Hen’a, ez-
Zira.
Yaz konakları: en-Nesra, et-Tarf, el-Cebhe, ez-Zübra, es-Sarfe, el-Avvâ, es-Simâk.
Sonbahar konakları: el-Gafr, ez-Zübâniyân, el-İklîl, el-Kalb, eş-Şevle, en-Neâim, el-Belde. d. Kış konakları: Sa’du’z-zâbih, Sa’dü’1-bula’, Sa’dü’s-suûd, Sa’dü’l-ehbiye, el-Fer’u’l-mukaddem, el-Fer’u’l-muahher, Batnu’l-hût.
Koç burcu: Mars’ın evi, Güneş’in şerefi, Satürn’ün hübûtu ve Venüs’ün vebâlidir. Doğusal, eril, dönenceli, safra tabiatlı, ilkbahara ait ateş burcudur. Güneş onun birinci derecesine ulaştığında gece ile gündüz eşit olur ve üç ay, doksan gün boyunca günler uzamaya, geceler ise kısalmaya başlar. Üç vecihi, beş haddi vardır.
Boğa burcu: Venüs’ün evi, Ay’ın şerefi ve Mars’ın vebâlidir. Gecesel, Güneysel, sabit, ilkbahara ait, sevda tabiatlı toprak burcudur. Üç vecihi ve beş haddi vardır.
İkizler burcu: Merkür’ün evi, çıkış düğümünün şerefi, iniş düğümünün hübûtu ve Jüpiter’in vebâlidir. Eril, gündüzsel, Batısal, ilkbahara ait, kan tabiatlı, çift bedenli hava burcudur. Onun sonunda günlerin uzunluğu ve gecenin kısalığı nihai noktaya varır. Üç vecihi ve beş haddi vardır.
Yengeç burcu: Ay’ın evi, Jüpiter’in şerefi, Mars’ın hübûtu ve Satürn’ün vebâlidir. Dişil, gecesel, Kuzeysel, dönenceli, yaza ait, balgam tabiatlı su burcudur. Onun başlangıcında, doksan gün boyunca geceler uzamaya ve günler kısalmaya başlar. Üç vecihi ve beş haddi vardır.
Aslan burcu: Güneş’in evidir. Kendisinde ne şeref ne de hübût bulunur. Satürn’ün vebâlidir. Eril, gündüzsel, Doğusal, sabit, yaza ait, safra tabiatlı ateş burcudur. Üç vecihi ve beş haddi vardır.
Başak burcu: Merkür’ün evi ve şerefi, Venüs’ün hübûtu, Jüpiter’in ise vebâlidir. Gecesel, dişil, Güneyse!, yaza ait, çift bedenli, sevda tabiatlı toprak burcudur. Onun sonunda gece ve gündüz yeniden eşit olur. Üç vecihi ve beş haddi vardır.
Terazi burcu: Venüs’ün evi, Satürn’ün şerefi, Güneş’in hübûtu ve Mars’ın vebâlidir. Eril, gündüzsel, Batısal, dönenceli, sonbahara ait, kan tabiatlı hava burcudur. Onun başlangıcında üç ay, doksan gün boyunca geceler uzamaya başlar. Üç vecihi ve beş haddi vardır.
Akrep burcu: Mars’ın evi, Ay’ın hübûtu, Venüs’ün ise vebâlidir. Gecesel, dişil, sonbahara ait, Kuzeysek balgam tabiatlı su burcudur. Üç vecihi ve beş haddi vardır.
Yay burcu: Jüpiter’in evi, iniş düğümünün şerefi, çıkış düğümünün hübûtu ve Merkür’ün vebâlidir. Eril, gündüzsek çift bedenli, sonbahara ait, safra tabiatlı ateş burcudur. Onun sonunda gecenin uzunluğu ve gündüzün kısalığı nihai noktaya ulaşır. Üç vecihi ve beş haddi vardır.
Oğlak burcu: Satürn’ün evi, Mars’ın şerefi, Jüpiter’in hübûtu ve Ay’ın vebâlidir. Gecesel, dönenceli, sevda tabiatlı, kışa ait, Güneysel toprak burcudur. Onun başlangıcında üç ay boyunca günler uzamaya ve geceler kısalmaya başlar. Üç vecihi ve beş haddi vardır.
Kova burcu: Satürn’ün evidir. Kendisinde ne şeref ne de hübût bulunur. Bununla birlikte Güneş’in vebâlidir. Eril, gündüzsek Batısal, sabit, kışa ait, kan tabiatlı hava burcudur. Üç vecihi ve beş haddi vardır.
Balık burcu: Jüpiter’in evi, Venüs’ün şerefi, Merkür’ün hübûtu ve vebâlidir. Dişil, gecesel, Kuzeysel ve balgam tabiatlı su burcudur. Onun sonlarında gündüz ve gece eşit olur, ardından Güneş Koç burcuna uğrar ve zaman ilk yıldaki gibi yeniden başlar. Bu izzet ve ilim sahibinintakdiridir.
Bölüm: Gezegenlerin Kavuşumu Hakkında
Yukarıda da anlattığımız gibi gezegenler, söz konusu on iki burçta farklı hareketlerle seyir yaparlar. Bazen onlardan ikisi, üçü, dördü, beşi, altısı ya da tamamı aynı burçta bir araya gelebilirler. İki gezegen aynı burç ve derecede bir araya geldiğinde kendilerine “iki kavuşan” denir. Çoğu zaman ise burçlar kuşağında farklı konumlarda bulunurlar. Onların burç ve derecelerdeki konumları, ayrılık ve birlikteliklerinin niteliği takvimlerden ve astronomik tablolardan öğrenilir.
Bölüm: On İki Evin Anlatımı
Bir kimsenin doğduğu ya da bir olayın gerçekleştiği an, Doğu ufkunda bir doğuş derecesinin bulunması gerekir. Söz konusu dereceden başlayarak tamamlanan, ister aynı burçta isterse de iki farklı burçta bulunan 30 derecelik kısma “tâli’-hayat evi” ismi verilir. 30 dereceden 60 dereceye tamamlanan kısma “ikinci-mallar evi”, 90 dereceye tamamlanan kısma “üçüncü-kardeşler evi”, 120 dereceye tamamlanan kısma “dördüncü-babalar evi”, 150 dereceye tamamlanan kısma “beşinci-evlatlar evi”, 180 dereceye tamamlanan kısma “altıncıhastalıklar evi”, 210 dereceye tamamlanan kısma “yedinci-eşler evi”, 240 dereceye tamamlanan kısma “sekizinci-ölüm evi”, 270 dereceye tamamlanan kısma “dokuzuncu-seyahatler evi”, 300 dereceye tamamlanan kısma “onuncu-Yengeç evi”, 330 dereceye tamamlanan kısma “on birinci-dilek evi”, 360 dereceye tamamlanan kısma ise “on ikinci-sayılar evi” ismi verilir. Bu evlerden her biri pek çok şeye delâlet ediyorsa da astroloji kitaplarında ayrıntılı bir biçimde anlatıldıkları için bunların anlatımına yer vermedik.
Bölüm: Nefsin Kendini Soyutlaması ve Felekler Âlemine Olan İştiyakı Hakkında
Ey iyiliksever ve şefkatli kardeşim! Allah seni ve bizleri kendi katından bir ruhla desteklesin! Bilesin ki, akleden ve anlayış sahibi bir kimse gökbilimi incelediğinde; söz konusu kürelerin genişliğini ve devir hızlarını, gezegenlerin büyüklüğünü ve hayret uyandıran hareketlerini, burçların kısımlarını ve yukarıda tavsif ettiğimiz ilginç niteliklerini tefekkür ettiğinde, onun nefsi Ay üstü âleme (küreler âlemine) yükselerek orada bulunanları bizzat görmeyi arzular. Fakat ağır ve kesif olan bedenle oraya yükselmek mümkün değildir. Buna karşılık, nefis bedenden kurtulur ve kötü fiillerinden, bozuk düşüncelerinden, cehaletinin yoğunluğundan ya da düşük ahlâkından kaynaklanan bir şey kendisine engel olmaz ise göz açıp kapayıncaya kadar, hatta daha az bir zaman içerisinde oraya ulaşır. Zira onun var oluşu emeline ve sevdiğine yöneliktir. Tıpkı aşığın nefsinin maşukuna yönelik olması gibi. Şayet onun aşkı bu bedenle birlikte var olmak; maşuku duyulur, alevlenmiş, cirmanî lezzetler; arzuları da cismanî süsler ise burayı bırakıp Ay üstü âleme yükselmeyi arzulamaz. Dolaysıyla göklerin kapıları kendisi için açılmaz ve o meleklerle birlikte cennete giremez. Tam tersi Ay küresinin altında -bazen oluştan bozuluşa bazen de bozuluştan oluşa olmak üzerezıt dönüşümlü bu cisimlerin derinliğinde dolaşıp durur. “Derilerinin her yanışında, cezayı tatmaları için, derilerini başka derilerle değiştireceğiz’* [ayetinin de işaret ettiği bu kimseler] gökler ve yeryüzü var olduğu sürece “uzun yıllar orada kalırlar” -, orada ne ruhlar âleminin serinliğinden bir şey tadabilir ne de Kuranda bahsi geçen cennet şarabının tadını alabilirler: “Cehennemlikler de cennetliklere, ‘Ne olur, sudan ve Allah’ın size verdiği rızıktan biraz da bizim üzerimize akıtın diye çağrışırlar. Onlar, ‘Şüphesiz, Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır’ derler.” Zira onlar kendi nefislerine zulüm yapmış, varlığın hakikatini örtmüşlerdir. Allah’ın elçisinin (Allah onu ve ailesini hayırlarla kuşatsın) de “Cennet gökte, cehennem ise yerdedir” dediği rivayet edilir.
Kadim hikmette; bedeninin [isteklerini] terk eden, duyularından yüz çeviren ve iç huzursuzluğunu teskin eden bir kimsenin Ay üstü âleme yükseleceği ve orada en iyi şekilde ödüllendirileceği anlatılır. Örneğin, Batlamyus’un gökbilimine âşık olduğu ve geometri ilmini basamak olarak kullanıp Ay üstü âleme yükseldiği, böylece küreler ve onların büyüklükleri ile gezegenler ve onların genişliklerini ölçerek el-Mecistî isimli eserinde yazıya geçirdiği söylenir. Tabii ki bu yükseliş bedenle değil, nefisle/ruhla gerçekleşmiştir.
Hermes Trismegistus (el-müselles bi’l-hikme) yani İdris peygamber hakkında da Satürn küresine yükseldiği ve onunla birlikte 30 sene dönerek Ay üstü âlemin bütün hallerini müşahede ettiği, ardından ise yeryüzüne inerek gökbilime dair haberleri insanlara ulaştırdığı anlatılmaktadır.
Aristoteles, Esuluciya isimli kitabında benzer şeye işaret eder: “Sanki nefsimle baş başa kalarak bedenimi terk ettim ve bedenden yoksun soyut bir cevhere dönüştüm. Zatıma/özüme dâhil olmuş ve bütün şeylerle ilişkimi kesmiş gibiyim. Zatımdaki iyilik ve güzelliği görüyor ve buna artık şaşırmıyorum. Şerefli ve faziletli olan en yüce âlemin bir parçası olduğumu artık biliyorum...”
Pisagor altın vasiyetinde şöyle der: “Ey Diyocanus, sana söylediklerimi yapar ve bu bedeninden ayrılırsan havadaki bir arıya dönüşürsün. O zaman insana özgü vasıfları taşımayan ölümsüz bir yolcu olursun.”
Mesih, ona selam olsun, havarilerine vasiyetinde şunları söyler: “Bu bedenden (heykel) ayrılınca Tanrımın arşının sağında havada bekler ve gittiğiniz her yerde sizinle birlikte olurum. Yarın gökler saltanatında bana kavuşuncaya kadar yolumdan ayrılmayınız.”
Resûl (Allah onu hayırlarla kuşatsın) de uzunca bir hutbesinde ashabına şöyle der: “Yarın Sırat’ta sizin için bekleyecek ve siz de cennete gireceksiniz. Kıyamet günü bana mevkice en yakın olanınız, bıraktığım şekilde dünyadan ayrılanmızdır. Benden sonra sakın değişmeyin! Benden sonra sakın değişmeyin!”
Bütün bu hikâye ve haberler, bedenden ayrıldıktan sonra nefsin varlığının devam edeceğine dair birer delildirler. Akleden bir insanın nefsi budünya hakkında iyice düşünür, ihtiras ve günah kirlerinden arınır ve buradaki (Ay altı âlemdeki) var oluşu sırasında dünyalık zevklerden uzaklaşırsa, bedenden ayrıldığı zaman semaya yükselmesine ve cennete girip orada meleklerle birlikte var olmasına hiçbir şey engel olamaz. Bu nefisler için Arapçada şöyle denir:
Şiir:
Sadece bir gezegendi, aramızdaydı
Bize veda etti; bulutlar konaklarına boşaldı,
Kendisine uygun en ulvi meskeni gördü
Başarıya ulaştı, özellikleri arasında yıldız göründü.
Farsça bir beyitte şöyle denir:
Ölümün sana uğramamasını istersen,
Ve ölümden kurtulmayı dilersen,
Yerin altına saklan ve gözlerden uzak ol,
İşte o zaman feleklere merdivensiz yükselirsin.
Yine şöyle denir:
Ne mutlu Güneşe, Venüs’e ve Aya,
Bozuluş onlar için asla söz konusu değil.
Her biri kendi yolunda seyreder
Ve bu yoldan asla çıkmaz.
Gerçekten de gezegenler birer hükümdardırlar,
Güneş ise sultanların sultanı.
Ne uyurlar ne de kendilerine vakit ayırırlar.
Ne ordu toplar ne de savaş yaparlar.
Karşı konumda bulunan dostlardır onlar,
Birbirlerinin yüzlerine bakarlar.
Nefsi, daha önce anlatıldığı gibi bu mertebeye ulaşmış bir kimse bu konuma erişir. Oysaki söz konusu göklerde bir cennet vardır, fakat kötülüklerle çevrelenmiştir. İzzet ve celal sahibi Allah da şöyle buyurur: “Artık onlar tahtları üzerinde, karşı karşıya oturan kardeşler gibi olacaklar.”
Zamanımızdaki pek çok kimsenin gökbilimini inceleyerek ahiret ile ilgili kuşkuya kapılması, dinin hükümleri konusunda tereddüde düşmesi, peygamberliğin sırları hususundaki bilgisizliği ve yeniden dirilip hesap vermeyi inkâr etmesi dolayısıyla yukarıdaki anlamları bu risâlede anlattık. Böylece konunun onlar için daha anlaşılır kılınması ve apaçık bir şekilde izah edilmesi için, dinin emirlerinin doğruluğunu kendi sanatlarından yola çıkarak ispat etmiş ve itirazımızı kendi ilimleri üzerinden yöneltmiş olduk.
Bölüm: Kürelerin, Burçların ve Gezegenlerin Özel Sayılarla
Sımrlandırılmasımn Nedeni Hakkında
Ey hürmetkâr ve şefkatli kardeşim! Allah seni ve bizleri kendi katından bir ruhla desteklesin! Bil ki, kürelerin 9 tabakadan oluşmasının; burçların sayısının 12, gezegenlerin 7, Ay’ın konaklarının ise 28 olmasının ve sayılarının bunlarla sınırlı kalmasının nedeni büyük bir hikmet içermektedir. İnsan aklı bunu en ince noktasına kadar bilemez. Yine de, sayıların özelliklerini inceleyerek kendilerini eğiten öğrencilerin zihinlerinde (.nefis), Pisagorcu filozofların mevcudât ile sayıların özelliği ve tabiatı arasında bir mutabakatın var olduğu şeklindeki görüşlerine ilişkin bir uyarı olmak üzere, söz konusu hikmetin bazı yönlerini zikredeceğiz. Şöyle ki bu filozoflar sayıların tabiatını incelediklerinde bunlardan her birinin diğerlerinde bulunmayan bir özelliğe sahip olduğunu fark ettiler. Sonra mevcudâtın halleri üzerine derin düşüncelere daldılar ve onlardan her bir türün ne az ne de çok, özel/belirli bir sayıyla sınırlandığını gördüler. Sonra varlığın tabiatı ile sayının özelliğini araştırdılar ve aralarında mutabakat olduğunu [gördüler]. Böylece onlar için Tanrısal hikmetin mükemmelliği ortaya çıkmış oldu. Bundan dolayı da şöyle dediler: Mevcudât, sayıların özelliği ve tabiatı uyarıncadır. Sayının tabiatını, türlerini ve de bu türlerin özelliklerini bilen bir kimse için hikmetin mükemmelliği ve mevcudâtın belirli sayılar üzerine var olduğu ortaya çıkacaktır. Gezegenlerin 7 adet olması ilk kâmil sayıya, kürelerin 9 adet olması ilk kesirli (meczûr) sayıya, burçların 12 adet olması ilk fazla (zâid) sayıya, Ay konaklarının 28 adet olması da tam sayıya mutabıktır. Nitekim 7 sayısı 3 ile 4 un toplamından, 12 sayısı 3 ile 4’ün çarpımından, 28 sayısı ise 7 ile 4’ün çarpımından ortaya çıkar. Hikmetin gereği olarak [mevcudât: Var olan şeyler, mahlûklar, mükevvenât] bu sayılarla sınırlıdır; 7,12 ve 9 sayısının toplamının 28 yapması da çoğalan (fâzıl) mevcudâtın çoğalan sayılara mutabık olması içindir.
Bölüm: Gezegenlerin Farklı Özelliklerde Olmasının Hikmeti
İkisi aydınlatan, ikisi uğurlu, ikisi uğursuz ve biri uyumlu olan yedi gezegenin dördü dönenceli, dördü sabit ve dördü çift bedenli olan 12 burcun ve aralarındaki iki düğüm noktasının hikmetine gelince bu sayılamayacak kadar çoktur. Yine de bunlardan bir kısmını diğerlerine delil olmak üzere anlatacağız. Şöyle ki şanı yüce olan Yaratıcı, bir hikmet gereği olarak mevcudâtm bir kısmını zâhirî ve açık, bir kısmını ise duyuların algılayamadığı biçimde batini ve gizli kılmıştır. Örneğin, cisimlerin cevher, araz ve halleri zâhirî ve açık mevcudâttan, nefislerin cevherleri de batınî ve gizli mevcudâttandır. Aynı şekilde dünyadaki şeyler, duyular için zâhirî ve açık olan mevcudâttan, ahiretteki şeyler ise pek çok akıl için batınî ve gizli kalan mevcudâttandır. Sonra bunlardan zâhirî ve açık olanları batınî ve gizli olanlar için birer delil yapmıştır. İki aydınlatıcı olan Güneş ve Ay bunlardandır: Ay, dünyadaki şeylere ve dünya ehlinin artma, azalma, değişme ve yok olma gibi hallerine delâlet eder. Bir diğeri olan Güneş ise ahiretteki şeylere ve ahiret ehlinin bütünlük, kemal, nur ve aydınlanma (işrâk) gibi hallerine delâlet eder.
Bunlardan Jüpiter ve Venüs iki uğurludur: Venüs, dünya ehlinin mutluluğu için bir delildir. Şöyle ki etkisi altında doğan kimseler için yeme içme, evlenme ve evlat edinme gibi dünya nimetlerine delâlet eder; bu hallere sahip bir kimse dünyada mutlu olur. Jüpiter’e gelince o ahiret ehlinin mutluluğu için bir delildir. Etkisi altında doğan bir kimsenin ahlâkının iyiliğine, dininin doğruluğuna hakikate olan inancı ve takvasındaki samimiyetine delâlet eder. Dünyada bu hallere sahip olan bir kimse de ahirette mutlu olur.
Yine bunlardan Satürn ve Mars iki uğursuzdur: Satürn, dünya ehlinin uğursuzluğu için bir delildir. Şöyle ki etkisi altında doğan kimseler için meşakkate, ıstıraba, fakirliye, hastalığa ve işlerdeki zorluklara delâlet eder. Bu hallere sahip bir kimse de dünyada mutsuz olur. Marsa gelince o ahiret ehlinin mutsuzluğu için bir delildir. Etkisi altında doğan kimseler için günahkârlık, ahlâksızlık, hırsızlık, cinayet ve yeryüzünde bozgunluk çıkarma gibi kötülüklere delâlet eder. Dünyada bu hallere sahip olan bir kimse de ahirette mutsuz olur. Jüpiter ve Venüs’ün etkisi altında doğan kimse için bu iki gezegenin uğuru dünya ve ahiret hayatındaki mutluluğa delâlet eder. Satürn ve Mars’ın etkisi altında doğan kimse için de bu iki gezegenin uğursuzluğu dünya ve ahiret hayatındaki mutsuzluğa delâlet eder. Merkür’ün uğur ve uğursuzluğu mezcetmesine gelince bu dünya ve ahiretteki şeylere ve onların arasındaki karşılıklı ilişkiye bir delildir.
Dönenceli burçlar ve onların halleri, dünya ehlinin hallerindeki değişkenliğe; sabit burçlar ahiret ehlinin hallerindeki sebata; çift bedenli burçlar da dünya ve ahiret olayları arasındaki karşılıklı ilişkiye delâlet eder.
Şöyle denir: Dünyanın tâlii dönenceli burç olan Yengeç’tir ki vetedleri de kendisine benzemektedir. Biri çıkış düğümü, diğeri ise iniş düğümü olarak adlandırılan iki düğüme gelince, ne bir gezegen ne de cisimdirler. Tam tersi bunlar, daha önce de açıkladığımız üzere görünmeyen şeylerdir. Gezegenlerin hareketlerine benzer şekilde burçlarda hareket ederler ve uğursuz gezegenlerin Ay altı âleme yönelik delâletlerine benzer delâletleri vardır. Zatları gizli olsa da fiilleri görünür. Bunların zatlarının gizliliği, fiillerinin ise görünür olması şuna delâlet eder: Âlemde, görünür fiillere ve gizli zatlara sahip olan ve “ruhanîler” ismi verilen nefisler mevcuttur. Bunlar da melek cinsleri, cin tayfaları ve şeytan gruplarıdır. Melek cinsleri, âlemin korunması ve kâinatın düzeninden sorumlu olan salih amel sahibi nefislerdir. Bir zamanlar vücut sahibi olmuş, fakat arınıp derin tefekküre dalarak bedenlerinden ayrılmış ve zatları bakımından özgürleşmişlerdir. Böylece başarıya ulaşarak kurtulmuş, kürelerin boşluklarında ve göklerin enginliklerinde dolaşmaya başlamışlardır. Gökler ve yer var olduğu sürece hoşnutluk, sevinç, mutluluk ve neşe içerisinde olacaklardır.
Hilekâr cinlere ve asi şeytanlara gelince onlar bozgunculuk çıkaran kötü nefislerdir. Bir zamanlar vücut sahibi olmuş, fakat derin düşüncelere dalmadan ve arınmadan bedenlerinden ayrılmışlardır. Böylece hakikatler karşısında kör, doğruları duyma bakımından sağır, latif anlamlarla ilgili düşünceleri anlatma bakımından dilsiz kalmışlardır. Onlar madde denizinin karanlığında yüzmektedirler. Üç kısımdan oluşan karanlık cisimlerin dibine dalmış, berzah çukuruna düşmüşlerdir. Derileri yanıp döküldükçe onların derilerini yenileceğiz; gökler ile yer var olduğu sürece bu tekrarlanacak ve orada çağlar boyu kalacaklardır; ruhlar âleminin rüzgârından onlar için bir serinlik olmayacak ve bilgi içeceğinin lezzetinden tadamayacaklar [daha önce de açıklandığı gibi anlamları içeren ayetler onlara işaret etmektedir.] İşte yeniden diriltilecekler! güne kadar onların hali böyle olacaktır.
îniş ve çıkış düğümünün görünen etkileri, iki aydınlatıcının (Güneş ve Ay’ın) tutulmasıdır. Şöyle ki bunlar, [Güneş ve Ay] tutulmasının en kesin sebeplerindendir. İki aydınlatıcının tutulması, onların birer Tanrı olduğunu sanan kimselerin kalplerindeki zan ve kuşkunun ortadan kaldırılmasına yönelik hikmetin gereğidir. Zira Tanrı olmuş olsalardı tutulmazlardı. Aksine bu, en büyük sınavın şeytan üzerinden peygamberlere (Allah onların tamamını hayırlarla kuşatsın) uygulandığına delil olsun diye, iki yüce aydınlatıcı ferdin iki gizli şeyle sınanmasıdır. Zira peygamberler Âdemoğullarının Güneş ve Aylarıdır. îblis’in, insanoğlunun babası olan Âdem ile kıssasının ve onun cer netten çıkartılmasının; Nuh ile birlikte gemide yolculuk etmesi kıssasının; ateşe atıldığı gün mancınığın yapılmasına dair Rahman’m dostu İbrahim ile kıssasının ve Musa, onlara selam olsun ile kıssasının anlamı burada yatmaktadır. Nitekim duyduğu kelâmın sanki âlemlerin Yaratıcısından olmadığı şeklinde kendisine vesvese verdiğinde Musa aleyhisselam, “Rabbim, bana kendini göster, sana bakayım.” demiş Tanrı ise “Beni asla göremezsin” cevabını vermişti. Yine İblis ile Mesih, Zekeriya, Yahya (Onlara selam olsun) ve diğer peygamberler arasında gerçekleşen ve uzun açıklamalarıyla bilinen kıssalar bunu göstermek içindir.
Zamanımızda gökbilimini inceleyen pek çok kimsenin ahiret ile ilgili kuşkuya kapılması, dinin hükümleri konusunda tereddüde düşmesi, peygamberliğin sırları hususundaki bilgisizliği ve yeniden dirilip hesap vermeyi inkâr etmesi dolayısıyla yukarıdaki anlamları bu risâlede anlattık. Böylece inkâr ettikleri şeyin doğruluğunu, daha iyi anlamaları ve apaçık bir şekilde idrak etmeleri için kendi bilimlerinden yola çıkarak ispat etmiş olduk. Çeşitli ilim dallarında yazmış olduğumuz diğer bütün risâlelerde de böyle yaptık.
Bölüm: Astroloji Hükümlerinin İlmi Hakkında
Astronomi ilminin bazı yönlerini giriş kısmının yarısında ve önceki bölümlerde anlattık. Şimdi de, akıl yürütme yoluyla öğrenilen astroloji ilminin bazı yönlerini anlatmak istiyoruz.
Ey kardeşim! Allah seni ve bizleri kendi katından bir ruhla desteklesin! Bil ki âlimler, astrolojinin doğrulanması ve hakikati konusunda fikir ayrılığı içerisindedirler, a. Onlardan bazıları küresel fertlerin, bu âlemde var olan şeylere onlar var olmadan önce işaret ettiklerini düşünür ve buna inanırlar, b. Bazıları onların işaretleriyle beraber fiil ve etkilerinin de bulunduğu düşüncesine ve inancına sahiptirler, c. Bazıları ise onların fiil, etki ve işaretlerinin asla bulunmadığını düşünerek buna inanırlar. Tam tersi, iddialarına göre onların hükmü cansızların ve ölü cisimlerin hükmü gibidir.
îmdi, onların işaretlerinin olduğunu söyleyenler astrolojiyle uğraşan kimselerdir. Onların delâletlerini büyük bir itina ile öğrenirler; hareket ve etkilerini gözlemleyip inceler, hallerini mukayese eder ve onlarla ilgili yoğun araştırmalar yaparlar. Nitekim birbirini izleyen ümmetler ve asırlar boyunca insanlar onların günler, aylar ve yıllar zarfındaki işlerini yönetmeye (tasrif) [çalışmışlardır]. Bu konuda her hangi bir şeyin idrakine varan kimseler de, eserlerinde uzun bir şekilde anlattıkları gibi, bunu kitaplarda ispat etmişlerdir.
[Küresel fertlerin delâletlerini] inkâr edenlere gelince bunlar cedel ehlinden bir gruptur. Onlar bu ilimle ilgili incelemeyi bırakmış, Ay üstü âleme [ahvâl-i felek] ait hal, fert, hareket ve devirlere yönelik ölçümlerden yüz çevirmiş, onlara dair araştırma yapmayı ve fiillerinin yönetilmesi (tasrif) üzerine düşünmeyi ihmal etmişlerdir. Böylece cehalete düşüp bu ilmi inkâra kalkışmış, [astroloji ile] uğraşanlara karşı çıkarak nefret ve düşmanlıklarını ilan etmişlerdir.
[Küresel fertlerin], Ay küresinin altındaki oluşlara yönelik delâletin yanı sıra fiil ve etkiye de sahip olduklarını zikredenler, bu bilgiye astrolojiyle uğraşanların yöntemlerinin dışındaki başka bir yöntemle, onların araştırmalarından daha yoğun bir araştırmayla ve onlardan daha fazla ölçüm yapmakla ulaşmışlardır. Bu, ruhanî felsefe ve nefsanî ilimler yöntemidir; İlâhî bir destek ve tanrısal bir takdirdir. Felsefeyi sevenlere ve ona ilgi duyanlara yol gösterici olması, onlara felsefeyi işaret edip ona karşı ilgilerini uyandırmak için bu ilmin bazı yönlerini açıklamak istiyoruz.
Ey kardeşim! Allah seni ve bizleri kendi katından bir ruhla desteklesin! Bil ki, küredeki gezegenler Tanrının melekleri ve göklerin hükümdarlarıdır. Yüce Tanrı onları, âleminin imarı, halk ettiklerinin idaresi ve yarattıklarının yönetilmesi için yaratmıştır. Onlar Tanrının, kürelerindeki halifeleridir. Bu, Yerdeki hükümdarların Tanrının yeryüzündeki halifeleri olmalarına benzer. Nitekim onları, ülkelerini imar etmeleri ve kullarını yönetmeleri için, yine hükümlerini kullarına tatbik etmek; gelebilecekleri en iyi durum, varabilecekleri en mükemmel amaç ve ister dünyada isterse de ahirette ulaşacakları en faziletli son bakımından düzenlerini muhafaza etmek suretiyle peygamberlerinin şeriatlarını korumaları için kendi ülkelerinde birer halife ve hükümdarlar olarak bırakmış, kullarına vali tayin etmiştir.
Söz konusu gezegenlerin Ay altı âlemdeki hükümleri bu örnek ve kıyas üzerine cereyan eder. Gezegenler, latif fiillere ve gizli etkilere sahiptirler. Fakat bunların bilgisi ve niteliği pek çok insana önemsiz gelir. Tıpkı hükümdarların kendi halklarını nasıl yönetip idare ettiklerinin çocuklar ve cahiller için önemsiz olması gibi. Gerçekten de bunun bilgisine akıl baliğ olan ve varlık/şeyler üzerinde derin düşüncelere dalan insanlar ulaşır. Aynı şekilde gezegenlerin Ay altı âlemdeki etki ve fiillerinin niteliğini de ancak bilge ve filozoflardan gelen ilimlere nüfuz eden, rabbani bilgilere ulaşan, İlahî ilimleri inceleyen, Tanrının desteği ve ilhamı ile gökler tarafından desteklenen kimseler bilir.
Bölüm: Ulvî Âlemin Fertlerine Ait Kuvvelerin Oluş ve
Bozuluş Âlemi Olan Suflî Âlemin Fertlerine Ulaşmasının Niteliği
Allah seni ve bizleri kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, filozoflara göre “âlem” sözünün anlamı mevcut cisimlerin ve onlara ilişen sıfatların tamamına işaret eder. Dolaysıyla o, tek bir şehir ya da tek bir canlı gibi tek bir âlemdir. Fakat bütün cisimler sadece iki kısma ayrılır ise bunlardan biri küreler âlemi, diğeri de ateş, hava, su ve topraktan ibaret olup oluş ve bozuluş âlemi adı verilen dört unsur âlemi olur. Deriz ki,
Küreler âleminin sınırı kuşatıcı küreye ait yüzeyin en yüksek noktasından başlayarak esîr, yani Ay küresine ait yüzeyin en alçak noktasına kadar devam eder. Sonra hava küresi gelir. Unsurlar âleminin sınırı ise Ay küresine ait yüzeyin en alçak noktasından başlayıp Yere kadar devam eder. Bunlardan birincisi ulvî âlem, İkincisi de suflî âlem olarak adlandırılır. Zira ulvî âlem kuşatıcı, suflî âlem ise merkez konumundadır. Kuşatıcı kürenin üstündekine gelince bu, şanı yüce olan Tanrının izniyle güçleri, kuşatıcı küreden Yer’in merkezine kadar her iki âlemde bulunan cisimlerin tamamına nüfuz eden küllî nefsin mertebesidir.
Kardeşim bil ki, küllî nefisten âleme doğru yayılan ilk güç faziletli ve aydınlatan fertlere, yani sabit yıldızlara nüfuz eder. Daha sonra gezegenlere, bunun ardından da onların altında kalan ve dört unsurdan oluşan fertlere, yani maden, bitki ve hayvanlara yayılır.
Bil ki, küllî nefsin güçlerinin tümel ve tikel cisimlerin tamamına yayılması, Güneş’in ve gezegenlerin ışığının havada yayılmasına ve ışınlarının Yer’in merkezine doğru yönelmesine benzer.
Kardeşim bil ki, bazen gezegenler kendi kürelerinin en yüksek noktasına, apoj elerine yükselip sabit yıldızlar olarak adlandırılan söz konusu faziletli fertlere yakın olur, onlardan ışık, feyz ve güç alırlar. Bazen de perijeye inerek oluş ve bozuluş âlemine yaklaşır, aldıkları feyz ve güçleri suflî âlemin fertlerine ulaştırırlar. Bu güçlerin onlarda yayılması, Hisseden ve Hissedilen Risâlesi (Risâletul-hâss ve’l-mahsûs) niteliğini açıkladığımız üzere, hayvani nefis gücünün önce beyine yayılmasına, sonrasında ise sinirlerin yardımıyla bedenin diğer organlarına ulaşmasına benzemektedir. Nitekim bahsi geçen feyizler ve güçler, ışıklarıyla beraber Ay altı âleme ulaştığında öncelikle ateş, hava, su ve topraktan ibaret olan dört unsura nüfuz eder. Sonra bu; maden, bitki ve hayvanlardan ibaret olan kâinatın oluşmasına neden olur. Onların farklı cins ve türlerde olması kürelerin şekillerinin, mekânların ve zamanların farklılığından dolayıdır. Sayılarına, fertlerinin türlerine, niteliklerinin farklılığına gelince bunu ancak onları istediği gibi halk eden, varlığa getiren, yaratan ve şekillendiren şanı yüce Tanrı bilir.
Bölüm: Kâinattaki Mutluluk ve Uğursuzlukların Niteliği
Bil ki kuşatıcı küre, tıpkı bir tekerlek gibi Doğudan Batıya ve Batıdan Doğuya doğru sürekli devir halindedir. Gezegenler de aynı şekilde, astronomik tablolarda ve takvimlerde açıklandığı gibi burçların sırasına göre hareket ederek sürekli dönmektedirler. Kâinat da gece gündüz, yaz kış durmaksızın sürekli bir oluş ve bozuluş içerisindedir. Fakat herhangi bir zaman diliminde gezegenler; apojelerinde, şereflerinde, evlerinde ya da haddlerinde veya birbirine nazaran en üstün oranda -1/2,1/3,1/4 ve 1/8’den ibaret olan bu orana musiki oranı denirbulunduklarında söz konusu güçler küllî nefisten yayılarak bu gezegenlerin aracılığıyla Ay küresinin altındaki süfli âleme ulaşır. Böylece Ay altı âlemdeki varlıklar (kâinat) en uygun mizaç, en doğru tabiat ve en iyi bir nizam üzere olurlar; meydana çıkar, gelişir, gelişimlerini tamamlar ve kemale erirler; amaçlarının doruğuna ve yönelmiş oldukları nihai noktaya ulaşırlar. İşte bu haller, vasıflar ve doğurdukları şeyler uğur/mutluluk olarak adlandırılır.
Kürenin şekli ve gezegenlerin konumları bunun aksi yönde olursa Ay altı âlemdeki varlıkların durumu da aksi yönde gelişir, amaçlarına ve nihai noktaya ulaşmaları konusunda yetersiz kalırlar. Bu ise kürenin uğursuzlukları ve kötülüklerin sebebi olarak adlandırılır. Fakat Doktrinler ve Mezhepler Risâlesi’nin (Risâletul-ârâ ve’l-mezâhib) “Kötülüklerin İllet ve Sebepleri” bölümünde de açıkladığımız üzere bu, doğrudan bir kasıtla değil, arızi sebepler dolayısıyladır. Tanrının izniyle bunları söz konusu risâleden öğrenirsin.
Bölüm: Gezegenlerin Ay Küresinin Altındaki Oluş ve Bozuluşlara Yönelik Etkilerindeki Farklılığın Nedeni
Ey kardeşim! Allah seni ve bizleri kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, gezegenlerin havayı aydınlatması ve ışıklarının Yer’in merkezine yönelmesi tek bir adet/tarz üzeredir. Fakat onu kabul edenlerin kabulü tek bir tarzda değil, cevherlerinin farklılığı nedeniyle farklı tarzlarda olur.
Bunun örneği şudur: Meteoroloji Risâlesi’nde ÇRisâletul-âsâru’l-ulviyye) de açıkladığımız üzere Güneş ufukta doğduğunda kendi ışığıyla havayı aydınlatır ve ışınlarının yansımasıyla yeryüzü ısınır. Böylece çamur kurur, kar erir, mum yumuşar, meyve olgunlaşır, et kokuşur; çamaşırcıların çamaşırları beyazlar yüzleri ise kararır. Işınlar, aynanın yüzeyi gibi pürüzsüz yüzeylerde yansıma yapar; cam, billur ve saf su gibi şeffaf cisimlerin içine nüfuz eder. Pek çok hayvanın görme yetileri güçlenir, baykuşun, yarasanın, hamamböceğinin ve benzeri bazı hayvanlarınki ise zayıflar. Bu şeylerde Güneş’in bahsedilen farklı etkiler doğurması onların cevherlerinin, bileşimlerinin, mizaçlarının ve ışığı kabul etme şekillerinin farklılığından kaynaklanır. Yoksa tek bir aydınlanma vardır. Onların, diğer gezegenlerin doğum tarihlerine ve yıldönümlerine yönelik etkilerini farklı şekillerde kabul etmelerinin nedeni de aynen bu örnekteki gibidir.
Başka bir örnek: Her hangi bir zaman diliminde Ay üstü âlemde gezegenlerin uğurlu hallerinden kaynaklanan övgüye layık bir şekil oluştuğunu, bazı canlıların ve insanların bu zaman içerisinde doğduğunu; fakat bunlardan bir kısmının hükümdar ve yöneticilerin, bir kısmının tüccarların ve mal mülk sahibi kimselerin, bir kısmının da fakir, yoksul ve dilenci çocuğu olduğunu düşünelim. Onlardan her biri, Ay üstü âlemin uğurlu etkisini aynı tarzda değil, tam tersi içinde bulunduğu konuma göre kabul edecektir. Şöyle ki, bu uğurdan dolayı dilenci çocuğunun hali iyileştiğinde bir tüccar ve dehakin, yani mal mülk sahibi ve orta halli bir kimsenin çocuğunun mertebesine ulaşır. Tüccar çocuğunun hali iyileştiğinde hükümdar çocuğunun mertebesine erişir. Hükümdar çocuğu Ay üstü âlemin uğurunu kabul ettiğinde hükümdarlık ve saltanat tahtına oturur. Uğursuzluğa düştüklerinde ise bunlara ulaşamazlar. Yukarıda bahsi geçenlerden her biri kendisinin bir derece altında bulunan mertebeye alçalır.
Bir diğer örnek de şudur: Bazı doğumlar aynı doğuş anında ve aynı zamanda, fakat farklı ülkelerde gerçekleşir. Kürenin şekli bu kimselerin, bazıları Arap, bazıları Nabat, bazıları da Ermeni ülkesinde olmak üzere hitabet sahibi birer şair olacaklarına delâlet eder. Buna rağmen onların kabulleri de farklı olur. Zira ülkesinin özelliği dolayısıyla Arabın kabulü çok hızlı, Nabatininki daha yavaş ve Ermenininki daha da yavaş olur. Bu örnek ve kıyastan da görüldüğü üzere gezegenlerin Ay altı âlemdeki varlıklar üzerindeki etkileri farklılık gösterir. Bunun nedenleri astroloji kitaplarında uzun açıklamalarla anlatılmıştır. Bunları o kitaplardan öğren.
Kardeşim! Allah seni ve bizleri kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, söz konusu gezegenlerin, kendilerine özgü kürelerinde farklı halleri vardır. Bunlar; hızlı seyir, yavaş hareket, duraksama, saat istikametinin aksine ve saat istikametinde dönme, apojedeki yükseklik, perijedeki alçaklık, meyilde olma, enlemde hareket etme, düğüm noktasına ulaşma ve benzeri niteliklerdir. Aynı şekilde burçlar kuşağında evler, vebâller, şeref ve hübût, üçgenler, haddler ve ekinokslar (nevbahar) gibi kısımlara ve konumlara da sahiptirler. Yine onlar için, bir kısmı ile diğerleri arasında münâzara durumu, kavuşma (ittisal), yakınlaşma (mukârene), terketmeler (insirâf), çabalama (ihtirâf), Doğuya yönelmişlik, Batıya yönelmişlik, vetedlerde ve onları takip eden yerlerde bulunma veya oralardan kaybolma türünden vasıflar söz konusudur. Bunlar astroloji kitaplarında uzun açıklamalarla anlatılır. Biz de söz konusu niteliklerin bazı yönlerini bu risâlenin önceki sayfalarında zikrettik.
Kardeşim! Bil ki, gezegenler, burçların eşit kısımlarında farklı hareketlerle seyir yaparlar. Bazen onlardan ikisinin, üçünün, dördünün, beşinin, altısının ya da tamamının aynı burçta bir araya gelmeleri (içtimâ) mümkündür. Fakat bu az rastlanan bir olaydır ve çoğu zaman burçlara ve onların derecelerine dağılmış halde bulunurlar. Burçlardaki, derecelerdeki ve dakikalardaki konumları ise istediğin vakit ve zamana göre takvimlerden ve astronomik tablolardan öğrenilir.
Kardeşim! Bil ki, Güneş, gezegenler arasındaki hükümdar gibidir, diğerleri ise onun yardımcılarını ve askerlerini temsil eder: Ay, vezir ve veliaht, Merkür kâtip, Mars ordu kumandanı, Jüpiter kadı, Satürn haznedar, Venüs ise hizmetçiler konumundadır. Küreler onun için bölgeleri; burçlar ülkeleri, ekin yerlerini ve sınırlar; vecihler şehirleri; dereceler köyleri; dakikalar şehirlerdeki mahalleleri ve pazaryerlerini; dakikaları oluşturan saniyeler de mahallelerdeki konakları ve pazarlardaki dükkânları temsil eder. Burçlar kuşağındaki gezegenler bedenlerde bulunan ruhlara benzer. Yine bir gezegen evindeyken, kendi ülkesinde ve aşiretinde bulunan bir adama; şerefindeyken, güç ve kudret sahibi olan bir adama; üçgenindeyken kendi konağında, dükkânında veya arazîsinde bulunan bir adama; vecihindeyken, giyinip kuşanmış birisine; haddindeyken kendi ahlâk ve karakterini gösteren bir adama; apojedeyken, en yüksek mertebeye ulaşmış bir adama; bölgesindeyken (hayyiz), kendisine uygun bir durumda, arkadaşlarının ve dostlarının arasında bulunan bir adama; vebâlindeyken, tereddütte kalmış bir adama; bölgesinin dışındayken, kötü durumdaki bir adama; nasibini almadığı bir burçtayken, başka bir ülkede yabancılık çeken bir adama; hübûtundayken, hakir ve aşağılık bir adama; perijesindeyken, kendi konumunu kaybetmiş bir adama; Güneş’in ışınları altındayken, hapsedilmiş bir kahramana; ihtirâk halindeyken, hasta bir kimseye; duraksama halindeyken, kafası karışmış birisine; geri dönüş hareketindeyken, muhalif konumdaki bir asiye; hızla döndüğünde doğru alıcılık kabiliyetine sahip bir kimseye; yavaş döndüğünde gücü tükenmiş zayıf bir kimseye; Doğuya yönelikken genç bir adama; Batıya yönelikken yaşlı bir kimseye; nâzır konumundayken, ihtiyacını gidermeye yönelen şanslı bir kimseye; insirâf halindeyken de amacına ulaşmış bir kimseye benzer. Aynı şekilde, kavuşma (iktirân) konumundaki iki gezegen, kavuşmuş iki insan; veteddeki gezegen, kendisiyle ilgili bir şey için hazırlanmış bir adam; meyildeki gezegen, uygun zamanı bekleyen bir suçlu; batış konumundaki gezegen ise geçip giden ya da mazide kalan bir kimse gibidir. Doğuş (tâli") burcundaki gezegen, yeni doğan bir kimseye veya varlık kazanan bir şeye; ikinci burçtayken, ileride gerçekleşecek şeye; üçüncü burçtayken, kardeşleriyle görüşmeye ğiden bir kimseye; dördüncüdeyken, ebeveynlerinin evinde bulunan bir adama veya madeninde bulunan bir şeye; beşincideyken, ticarete yatkın olan ya da beklentileriyle mutlu olan birisine; akıncıdayken, yenilgiye uğramış ve bunalmış ve bitkin bir firariye; yedincideyken kavgacı, mücadeleci ve savaşçı bir kişiye; sekizincideyken korkak ve ürkek bir kimseye; dokuzuncudayken vatanından uzakta bulunan bir misafire ve yetkisinden vazgeçmiş bir kişiye; onuncudayken kendi işini ve yetkisini sergileyen bir kimseye; on birincideyken, arkadaş olunabilecek sevgi dolu bir kimseye; on İkincideyken de konumdan hoşlanmayan ve bulunduğu yeri sevmeyen bir tutukluya benzer.
Burçlar kuşağının her hangi bir derecesinde görünmeyen iki gezegene iki kavuşmuş (mukterin) denir. Bir gezegen diğerinin yanından geçip gittiğinde onun için insirâf (terketme), diğerini izlediğinde ise ittisal (birleşme) söz konusu olur. İttisalin de mukârenet ya da nazar şeklinde olması mümkündür. Bu (nazar), gezegenler arasında 60 derecelik, yani kürenin altıda biri kadar (tesdîs); 90 derecelik, yani kürenin dörtte biri kadar (terbi’); 120 derecelik, yani kürenin üçte biri kadar (teslis) veya 180 derecelik, yani yarım küre (nısf) kadar bir açının oluşması demektir. Gezegenler, tesdîs konumundayken her hangi bir sebep nedeniyle ağır davranan iki kişiye; teslis konumundayken, tabiat ve huy bakımından birbiriyle uyumlu olan iki kişiye; terbi’ konumundayken, ortaklaşa yaptıkları işi her biri kendine mal eden iki kişiye; karşılıklı konumdayken de birbiriyle çatışan iki kişiye veya iki ortağa benzerler. Bunun örnek tasviri bir sonraki sayfadadır.
Gezegenlerden bir kısmı ile diğerleri arasındaki münazaranın, kürenin derecelerindeki yedi konumda gerçekleştiği, onların münazarasının anlamı ve ışınlarının yönleri böylece açıklanmış oldu.
Bil ki, tıpkı bir lambanın dairenin bütün kısımlarını aydınlatması gibi, gezegenler de kendi ışınlarını kürenin bütün derecelerine gönderir, onları aydınlatarak nur ve ışıkla doldurur. Fakat astronomi bilginleri, gezegenlerin fiillerinin ortaya çıkması ve bir kısmının diğerleri ile ilişkisi açısından belirlenmiş söz konusu derecelerden hareketle bu âlem üzerindeki etkilerinin açıklanması için yedi konumdan bahsetmişlerdir. Zira gezegenlerin fiilleri ve bu âlem üzerindeki etkileri, Yer ile olan ilişkileri (onların cirimlerinin Yer’in cirmine nispetleri ve Yer’in merkezi bakımından uzaklıklarını kastediyorum) ve hareketlerinin birbirine nazaran orantısı dolayısıyladır. Bu orantıyla ilgili bazı bilgiler Musiki Risâles nde (Risâletü’l-mûsikî) artık açıklanmıştır.
Bölüm: Astrolojiyle Uğraşan Kimsenin Kâinatla İlgili Haberlerinin
Gaybm Bilgisi Olduğunu İddia Etmediği Hakkında
Bil ki, pek çok insan astrolojinin, gaybm bilgisi anlamında bir iddia olduğunu zanneder. Hâlbuki mesele onların zannettiği gibi değil. Zira gaybm bilgisi, olanları akıl yürütmeye, neden ve sebeplere başvurmaksızın bilmek demektir. Bunu ise ister müneccim, ister kâhin, ister peygamber, isterse de bir melek olsun yaratılanlardan her hangi biri bilemez, ancak izzet ve celal sahibi Allah bilir.
Kardeşim! Bil ki, insanın bilgisi üç türlüdür: Onlardan bir kısmı olup bitmiş ve geçmişte kalmış şeylerle ilgilidir. Bir kısmı şimdiki zamanda gerçekleşmekte olan ve bir kısmı da gelecekte ortaya çıkacak olan şeyler konusundadır. İnsan bu üç bilgiye üç yolla ulaşır: Bunlardan birincisi geçmişte olanlar hakkında duyum ve haber almadır. İkincisi mevcut durumda gerçekleşen şeylere yönelik bir duyumsama, üçüncüsü de gelecekte olacaklarla ilgili akıl yürütmedir. Söz konusu yollardan en fazla incelik ve titizlik talep edeni üçüncü yoldur. Bu yol birkaç türe ayrılır: Bir kısmı yıldızlara; bir kısmı zecrıs, fal ve kehânetlere; bir kısmı tefekkür etme, düşünme ve kıyaslamaya; bir kısmı rüyaların yorumlanmasına; bir kısmı da kalbe gelen bir düşünce (havâtır), vahiy ve ilhama dayanır. En yüce ve en şerefli bir konuma sahip olan bu sonuncu kısım sonradan kazanılmış (kesbî) değildir. Tam tersi şanı yüce olan Tanrının, seçkin kılmak istediği kullarına yönelik bir vergisidir. Gökbilime gelince bu, bir ilmin öğrenilmesine ve talep edilmesine yönelik çaba ve gayret sonucunda insan tarafından kazanılan ve üstlenilen bir şeydir. Aynı şekilde zecr ve fala başvurduğunda, çakıl taşlarıyla fal bakarken, kehanette bulunduğunda, kıyafe (fizyolojik özelliklerden hareketle fal bakma), irâfe (su falı), rüya yorumlama ve benzeri bütün faaliyetlerinde insan; incelemeye, tefekküre dalmaya, düşünmeye ve kıyas yapmaya muhtaçtır. Bu, insanlardan bazılarının diğerlerine
15. Kuşların uçuş tarzı ve yönlerinden yorum yapma, (y.h.n.) nispetle daha üstün olduğu bir sanattır ve onlardan her biri bu sanatın bir yönüyle uzmanlaşmışlardır.
Kardeşim! Bil ki, astrolojiyle uğraşanların (müneccim') kendisiyle ilgili akıl yürüttükleri oluşlar (kâinat) yedi türe ayrılır: (1) Onlardan bir kısmı, takriben her bin yılda bir defa oluşan büyük kavuşumlardan (ktrân) hareketle kendileriyle ilgili akıl yürütülen milletler ve devletlerdir. (2) Bir kısmı, memleketlerin bir hükümdardan diğer bir hükümdara, bir milletten diğer bir millete, bir ülkeden diğer bir ülkeye, bir sülaleden diğer bir sülaleye geçmesiyle ilgilidir. Bunların gerçekleşmesine dair akıl yürütmeler her 140 yılda bir oluşan kavuşumlardan hareketle yapılır. (3) Bir kısmı, hükümdarlık tahtının fertler arasında el değiştirmesi ve bu nedenle ortaya çıkan savaşlar ve ihtilaflarla ilgilidir. Bu konudaki akıl yürütmeler, her 20 yılda bir oluşan kavuşumlardan hareketle yapılır. (4) Bir kısmı, ucuzluk ve pahalılık, verimsizlik ve bolluk, terslik ve musibet, bulaşıcı hastalıklar ve salgınlarla gelen ölümler, kıtlık, hastalık, olumsuzluk ve onlardan korunma gibi her sene gerçekleşen oluşlarla ilgilidir. Bunların gerçekleşeceğine ilişkin akıl yürütmeler, âlemin takvimlerde kaydedilen yıldönümlerinden hareketle yapılır. (5) Bir kısmı, aybeay ve günbegün gerçekleşen günlük olaylardır. Bunlarla ilgili akıl yürütmeler takvimlerde kaydedilen vakitlerden, gezegenlerin kavuşum (içtimâ) ve karşı konumlarından (iskbâl) hareketle yapılır. (6) Bir kısmı, kürenin şeklinin ve gezegenlerin konumlarının yeni doğan kimseler ve onların yıldönümleri için zorunlu kıldığı asli unsurlar bakımından her bir insanın doğum tarihinin onun yıldönümlerine yönelik hükümleriyle ilgilidir. (7) Bir kısmı da söylenti ve hırsızlık gibi gizli olaylara dair akıl yürütüp niyet ve sorunlara ilişkin çıkarsamalarda bulunmaktır. Bu konudaki akıl yürütme, sorunun ve onunla ilgili talebin doğduğu vakitten hareketle yapılır.
Kardeşim! Bil ki, henüz gerçekleşmemiş oluşların önceden bilinmesi her insan için uygun değildir. Zira bu, yaşamı zehir eder, açgözlülüğe götürür, insanın içini korku, üzüntü ve henüz gerçekleşmemiş bir felaket duygusu ile kaplar. Filozofların bu ilmi incelemeleri ve söz konusu sırları araştırmaları, nefislerini terbiye etmek ve bu ilmi daha yüce ve şerefli olana yükselmek için kullanmak istemelerinden dolayıdır. Bunun anlamı şudur: Akleden, anlayan ve kalp gözü açık olan bir insan bu ilmi incelediğinde, söz konusu sırrı, onun sebep ve nedenlerini araştırdığında ve bunları dünya sevgisinden bağımsız bir kalp ile tarttığında, onun nefsi, gaflet ve cehalet uykusundan uyanıp kalkar, yeniden canlanarak günah helakinden hayata döndürülür, basiret gözü açılır ve böylece olayların nasıl yönetildiğini bilir ve mevcudâtın hakikatini öğrenir. Ahiret hayatını kesin (yakîn) bir gözle görür, yeniden dirilme olayından emin olmakla birlikte onu anlar ve dört gözle bekler. Dünyadaki oluşu süresince dünyalık işlerden el etek çeker ve bu nedenle de dünyadaki felaketler kendisi için bir önem taşımaz. Kürenin hükümlerinin gerekli kıldığı korku ve felaketleri öğrendiğinde dahi tasa, kaygı ve üzüntüye kapılmaz. Tıpkı Allah’ın elçisinin (Allah onu hayırlarla kuşatsın) şu buyruğunda zikredildiği gibi: “Dünyadan el etek çeken bir kimse için felaketlerin önemi yoktur.” Bunu doğrulayan şey ise yüce Allah’ın şu sözüdür: “Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye [böyle yaptık]”
Kardeşim! Bil ki, astronomiyi öğrenmenin pek çok faydaları vardır. Birincisi, insan gelecekte ya da günler sonra gerçekleşecek olan şeylerden haberdar olursa bunların bir kısmını kendisinden uzaklaştırabilir. Yani oluşları engelleyip önleyemese de bunlardan uzak durması veya diğer insanların yaptıkları gibi olacaklara karşı önceden hazırlanması mümkündür. Nitekim onlar, Allah’ın leh ve aleyhlerinde yazdıkları dışında başlarına bir şey gelmeyeceğini bilmekle birlikte kışın soğuğunu, yazın sıcağını, pahalılık yıllarını, kargaşa ortamlarını ve tehlikeli durumları bertaraf etmek için odun toplamak, çardak yapmak, mal depolamak, kargaşa ortamından kaçıp uzaklaşmak ve tehlike altında yolculuğa çıkmamak suretiyle önceden hazırlık yaparlar. Astronomi bilgisinin diğer bir özelliği ise şudur: İnsanlar henüz gerçekleşmemiş olaylar hakkında haberdar olurlar ise Allaha dua edip yalvarır, tövbe edip bağışlanmalarını ister, namaz kılar, oruç tutar, kurban keserler. Böylelikle de korktukları şeyi uzaklaştırmayı ve endişelendikleri şeyi bertaraf ederek ortadan kaldırmayı sadece Allah’tan yardım isteyerek yapabilirler.
Kardeşim! Bil ki, İlâhî kanunların (nâmûs) sırrını incelediğin, şeriatların önerileri ve dinin hükümleri üzerinde derinden düşündüğün takdirde sana anlattıklarımın kanun koyucular için en yüce amaçlar olduğunu anlarsın ve bunlar senin için apaçık bir hal alır. Nitekim Musa (Ona selam olsun), İsrailoğullarına vasiyette bulunarak şöyle der: “Allah’ın bana indirmiş olduğu Tevrat’ın şeriatını koruyun ve onun emirlerine göre davranın. Böylece yüce Allah dualarınızı işitir; fiyatlarınızı düşürür, ülkenize bolluk bahşeder, malvarlığınızı ve evladınızı çoğaltır, düşmanlarınızın kötülüğünden sizi korur. Güncel olaylar ve devrin felaketleri karşısında korkuya kapıldığınızda hep birlikte ve samimiyetle Allah’a dua edin, ondan bağışlanmanızı dileyerek namaz kılın ve oruç tutun, gizli ve açık şekilde sadaka verin. Korku içerisinde ve tevbe ederek istekte bulunun. Ta ki O, korktuğunuz şeyi uzaklaştırsın ve endişelendiğiniz şeyi def etsin, dünyadaki sıkıntı ve felaketleri ve zamanınızın olaylarım sizden bertaraf etsin.” Mesih’in (Ona selam olsun) havarilerine vasiyeti de aynı bu şekilde idi. Muhammed’in (Allah onu hayırlarla kuşatsın) kendi ümmetine vasiyetini tekrar etmeye ise ihtiyaç duymuyoruz.
Bil ki, fakihler, hadis taraftarları, vera ve takva ehli gökbilimi incelemeyi pek önemsememişlerdir. Önemsememelerinin nedeni ise gökbilimin, felsefe ilminin bir parçası olmasıdır. Böylece gençlerin ve çocukların; dini ilimleri henüz öğrenmemiş, şeriatın hükümlerini ve kendisine farz kılınan şeyleri yeterince bilmeyen, uygulamayan ve bilgisiz kalıp terk eden bir kimsenin felsefe ilmine dair incelemede bulunması hoş karşılanmamıştır. Şeriatın hükümlerini öğrenmiş, dinî hükümlerin bilgisine vakıf olmuş, İlahî kanunundan emin olan bir kimseye gelince; onun felsefi ilimlerle uğraşması kendisini zarara uğratmaz. Tam tersi onun dini ilimler konusundaki eminliğini kuvvetlendirir, yeniden dirilme olayına ilişkin tefekkürünü genişletir, ahiretteki ödüllendirmeye ve ağır cezaya dair bilgisini kesinleştirir, öteki dünyaya karşı özlem ve rağbetini arttırır ve kendisini yüce Tanrıya daha da yakınlaştırır. Allah seni, bizleri ve bütün kardeşlerimizi doğru yolu bulmada başarılı kılsın ve yine sana, bizlere ve bütün kardeşlerimize doğru yolu göstersin.
İhvân-ı Safâ risâlelerinden Astronomi ile ilgili olan üçüncü risâle tamamlandı.
Gerçek övgü sadece Allah’adır. Allah’ın elçisi Muhammed’e ve onun temiz ve pak ailesine salât ü selâm olsun.
Matematik Kısmının Dördüncü risâlesi: Coğrafya
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
I
hvân-ı Safâ risâlelerinin dördüncüsü Coğrafya, yani yeryüzünün şekli ve iklimleri konusundadır. Allah onların değerlerini korusun'.
Allaha ait hiçbir sır yoktur ki mahlûkatının lisanında ortaya çıkmasın. Allah için, mahlûkatın O’nun hakkında bilgisiz olmasından daha kalın bir perde yoktur. Çünkü “O’nun ne olduğunu kendisinden başka hiç kimse bilemez. Ulaşılacak son nokta Rabbinedir. (Her şey) Ondan başladı ve ona dönecek. “Sonra ona döndürüleceksiniz.”, “Allah’ı yanında buldu ve ona hesabını Bârî (yoktan var eden) tastamam verdi.” Bütün insanların çokluğundan (kesret) önce O tekti. Bütün çokluktan sonra da tek olacaktır. Bütün çokluk “Bir’den başlamıştır ve ona dönecektir. Bütün mevcudât Bârî’den başlamıştır ve ona dönecektir. Ey Âdemoğlu! Ben ölümsüz Allah’ım. Şayet bana itaat eder ve tavsiyemi kabul edersen seni ölmeyen bir canlı yaparım. Ey Âdemoğlu! Ben Allah’ım. Bir şeye “ol” dediğimde oluverir. Bana itaat et ki seni bir şeye “ol” dediğinde olduruverecek birisi yapayım.
Allah onları ve bizi katından bir ruhla (mutlulukla/huzurla) desteklesin! Bizim kardeşlerimizin mezhebi bütün mevcudâtı gözlemlemek; onların ilkelerini, varlık sebeplerini ve sistemlerinin derecelerini araştırmak; övgüsü büyük olan Bârî’lerinin izni ile, bir nedene bağlı olan şeylerin (ma’lûlât) nedenleri (illet) ile bağlantısının nasıl olduğunu ortaya çıkarmak olduğu için, yeryüzünün halini, şeklinin nasıl olduğunu ve âlemin merkezinde durmasının sebebini anlatma ihtiyacı hissettik. Çünkü âlemin halini ve atmosferde durmasının keyfiyetini bilmek şerefli ilimlerdendir. Zira cisimlerimiz onun üzerinde durmaktadır. Cesetlerimizin oluşması, gelişmesi ve devamlılığını sağlayan maddesi ondandır. Nefislerden ayrıldığında döneceği yer de orasıdır. Aynı zamanda bu âlemi araştırmak, nefislerimizin arzularının, en üst dereceyi elde edenlerin makamı olan gezegenler âlemine çıkmasına sebep olur ve düşüncelerimiz ruhanilerin mekânında daha çok dolaşır. Gezegenler âlemi hakkında çokça düşünmemiz nefislerimizin gaflet ve cehalet uykusundan uyanmasına sebep olur ve nefislerimizi oluş ve bozuluş (kevn ve fesâd) âleminden ebediyet ve devamlılık âlemine geçmeye çağırır. Nefislerimizi cesetler âleminden ve şeytanlarla komşuluktan ruhlar âlemine ve Allah’a yakın olan meleklerle (Melâiketul-mukarrebîn) komşuluğa yolculuk etmeye özendirir. Bu risâlede yeryüzünün şeklinin nasıl olduğundan, meskun bulunan çeyreğin özelliklerinden; yeryüzündeki yedi iklimden; denizlerden, dağlardan, çöllerden, nehirlerden ve şehirlerden bir kısmını anlattık. Bunu, astronomi ve gökyüzünün oluşumu, burçlarla kehânet ve gezegenlerin dönmesi ilimlerini araştırmaya başlayanlara bir yol olması, öğrenenlerin zihinlerinde bunların şekillerinin canlanması ve mütefekkirlerin yerlerin ve göklerin hükümranlığı hakkında düşünmelerinin kolaylaşması için yaptık. Ki, yerlerin ve göklerin hükümranlığı hakkında tefekkür edenler şöyle derler: “Rabbimiz! Bunu boşuna yaratmadın. Sen eksikliklerden uzaksın. Bizi ateş azabından koru.” Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Yeryüzünde iyi bilenler için âyetler vardır.”, “Böylece kesin olarak inanması için İbrahim’e göklerdeki ve yerdeki hükümranlığı gösteriyorduk”
Bölüm: İklimlerin Özellikleri ve İçindeki Dağlar, Denizler,
Çöller, Nehirler ve Şehirlerle Denizlerdeki Yarımadalar ve
Şehirler Dâhil Yeryüzünün Meskûn Çeyrek Küresi Hakkında
Bunları açıklamadan önce yeryüzünün özelliğini, altı yönünü ve atmosferde durmasının keyfiyetini ifade etme ihtiyacı hissediyoruz. Yönler doğu, batı, güney, kuzey yukarı ve aşağıdır. Doğu güneşin doğduğu yöndür. Batı güneşin battığı yöndür. Güney Süheyl yıldızının yörüngesinden taraftır. Kuzey, oğlak burcunun ve kutup yıldızının yörüngesinden taraftır. Yukarı gökyüzüne yakın olan taraftır. Aşağı yeryüzünün merkezine yakın olan taraftır. Yeryüzü tıpkı bir top gibi yuvarlaktır. O, Allah’ın onun dağlarını, denizlerini, çöllerini, binalarını ve harabelerini bir arada tutması sayesinde atmosferde durmaktadır. Atmosfer onu doğu, batı, güney, kuzey bütün yönlerden, kâh bu yönden, kâh şu yönden kuşatmıştır. Yeryüzünün gökyüzüne bütün yönlerden uzaklığı aynı mesafededir. Yerin yüzeyindeki en büyük daire (ekvator çizgisi) 25455 mil (40965,85 kilometre), 6855 fersahtır. Bu dairenin çapı yeryüzünün çapıdır ki yaklaşık 6551 mil (10544,42 kilometre), 2167 fersahtır. Onun merkezi, çapının yarısına denk gelen derinlikte olduğu varsayılan bir noktadır. Bu noktanın yerin yüzeyinin zâhirinden ve denizin yüzeyinden uzaklığı bütün yönlerden aynı mesafededir. Çünkü yeryüzü, üzerindeki bütün denizlerle birlikte tek bir dairedir. Geometri ve astronomi ilimleri hakkında nazarî bir çalışması olmayan insanların çoğunun zannettiği gibi, bütün yönlerden yerin yüzeyinin zâhirindeki bir şey yeryüzünün en aşağısı değildir. Çünkü onlar kendi konumumuza göre yerin karşı yöndeki yüzeyinin, yerin en aşağısı olduğunu vehmediyor ve zannediyorlar. Bu yönü çevreleyen atmosferin de yeryüzünden daha aşağıda olduğunu zannediyorlar. Aynı şekilde ayı atmosferle çevreleyen feleğin/dış katmanın yarısının atmosferden daha aşağıda olduğunu zannediyorlar. Bu şekilde gökyüzünün diğer katmanlarının her birinin diğerinden daha aşağıda olduğu anlayışı, her daim en yüksek makamın (illiyyîn) daha üstünde bulunan çevreleyen dış tabakanın yarısının aşağıdakilerin en aşağısı (esfel-i safilin) olmasını zorunlu kılar. Oysa durum onların vehmettikleri gibi değildir. Çünkü bu, müşahede ve kesin delil olmaksızın insanın zannına dayanarak gençliğinden itibaren düşündüğü bir görüştür. İnsan astronomi ve geometri ilimleriyle ilgilendiğinde onun için durumun daha önce vehmettiğinin aksine olduğu açığa çıkar. Çünkü yerin en aşağısı, gerçekte çapının yarısına denk gelen yerin derinliğindeki hayalî bir noktadır ve o “âlemin merkezi” olarak adlandırılır. Bu, yeryüzünün hangi yönünden olursa olsun yerin âlemin merkezine yaklaştıran bâtınî bir derinliğidir. Çünkü yeryüzünün merkezi aşağıların en aşağısındadır. Onun zâhirî yüzeyi ise atmosferle çevrilidir. Bütün yönlerden denizlerin yüzeyi ve çevreleyen atmosfer yukarıdadır.
Aym dış katmanı (felek) atmosferin dış katmanının üzerindedir. Merkür’ün (utarid) dış katmanı ayın dış katmanının üzerindedir. Diğer katmanlar da bu kıyasa tabidir. Bütün yukarıların yukarısında ve en üst makamın en üstünde olan dokuzuncu katmana ulaşana dek birisi diğerinin üzerindedir. Onun karşısında, yeryüzünün aşağıların en aşağısında bulunan merkezi yer alır.
Ey kardeşim! Bil ki, insan yerin yüzeyinde doğusunda, batısında, güneyinde, kuzeyinde, ister bu yönde, ister şu yönde hangi mekânda durursa dursun, duruşu nasıl olursa olsun; onun ayağı ebedî olarak yerin üzerinde, başı yukarıya göğe doğru, ayakları aşağıya yerin merkezine doğru olur. Gökyüzünden onun yarısı görünür. Diğer yarısını yerin çıkıntısı gizler. İnsan bu yerden başka bir noktaya gittiğinde gökyüzünden onun gizli kalan kısmı başka bir açıdan açığa çıkar. Bu miktar, her on dokuz fersahta bir derecedir. Her fersah üç mil; her mil dört bin zirâ’, her zira altı el tutuşu (kabza), her el tutuşu dört parmak, her parmak altı arpa boyudur (şaîrât).
Yeryüzünün Atmosferin Ortasında Durmasının ve Bunun Sebebinin Açıklaması
Yeryüzünün atmosferin ortasında durmasının sebebi hakkında dört görüş vardır. Birinci görüşe göre yeryüzünün ortada durmasının sebebi, merkezin bütün yönlerden onu orantılı bir şekilde çekmesidir. Çekim kuvveti bütün yönlerden orantılı olduğundan dolayı yeryüzünün ortada durması zorunlu olmuştur. Diğer bir görüşe göre itme kuvveti de aynı çekme kuvveti gibidir. İtme kuvveti bütün yönlerden orantılı olduğundan dolayı yeryüzünün ortada durması zorunlu olmuştur. Diğer bir görüşe göre yeryüzünün ortada durmasının sebebi merkezin, yeryüzünün bütün parçalarını tüm yönlerden ortaya doğru çekmesidir. O yeryüzünün merkezi olduğu için aynı zamanda dünyanın dış katmanının da merkezidir. Ağırlıkların mıknatısı yani yerin merkezi ve parçalarının hepsi ağırlaşınca bir merkeze yöneldiler, bir parça öne geçti ve merkezi ele geçirdi. Kalan parçalardan her biri bunun etrafında yani noktaların etrafında merkezi isteyerek toplandı. Bu yüzden yeryüzü bütün parçalarıyla birlikte tek bir daire oldu. Suyun parçaları yerin parçalarından daha hafif olduğundan su yerin üzerinde yer aldı. Havanın parçaları suyun parçalarından daha hafif olduğundan hava suyun üzerinde yer aldı. Ateşin parçaları havanın parçalarından daha hafif olduğundan ateş aym dış katmanına yaklaşacak bir yükseklikte oldu. Yeryüzünün atmosferin ortasında bulunmasıyla ilgili dördüncü görüşe göre bu durum yeryüzüne layık olan konumun özelliğidir. Çünkü aziz ve çelil olan Allah (Bârı) küllî cisimlerden, yani ateş, hava, su ve topraktan, her bir cisim için özel bir yer tahsis etmiştir. Bu yerler onlar için en uygun konumlardır. Ay, Merkür (Utarid), Venüs (Zühre), Güneş, Mars (Merih), Jüpiter (Müşteri) ve Satürn (Zühal) gezegenlerinin konumları bu şekildedir. Bârî, onlardan her birine kendi yörüngelerinde (felek) özel bir yer tahsis etti. Onlar bu yerde hareketsizdir. Ancak yörünge kendisiyle birlikte onları da döndürür. Bu görüş, yaklaşımlar içerisinde hakikate en yakın olanıdır. Çünkü bu neden, yedi gezegen ile durağan ve seyyar yıldızların [kevâkib-i sâbite: durağan yıldız; kevâkibü’s-seyyâre: Güneş, Ay ve beş gezegen], dört elementin -ateş, hava, su ve toprağı kastediyorumoluşumunda etkili olmuştur. Zira ulu ve yüce Allah, varlıkların her birine diğer yerlerin dışında kendisine mahsus bir yer veya diğer konumlardan daha layık olduğu bilinen bir konum tahsis etmiştir.
Yeryüzünün Niteliği ve Yeryüzünde Bulunan Çeyrek Kürelerin Tasnifi
Yeryüzünün yarısı, çepeçevre saran büyük denizlerle kaplıdır. Diğer yarısı ise açıktadır. Bunun örneği, yarısı suya batmış, diğer yarısı suyun üzerinde bulunan yumurta gibidir. Yeryüzünün açıkta olan yarımküresinin yarısı ekvator çizgisinin güney tarafında olduğu için harap durumdadır. îskânm olduğu çeyrek küre olan diğer yarı ise ekvator çizgisinin kuzeyine düşer. Ekvator çizgisi, Koç (Hamel) Burcunun başının yörüngesi altında başlangıcı doğudan batıya doğru olan hayalî bir çizgidir. Gece ve gündüz bu hat üzerinde ebedî olarak eşittir. Orada ufkun iki kutbunun olması gereklidir. Birisi güneyde Süheyl yıldızının yörüngesinden taraftadır. Diğeri ise kuzeyde oğlak burcundan taraftadır. Bunun örneği şöyledir:
Yeryüzündeki Meskûn Çeyrek Kürenin Niteliği
Yeryüzünün meskun olan kuzey çeyrek küresinde yedi büyük deniz vardır. Bu denizlerden her birinde çeşitli yarımadalar vardır. Bu yarımadaların her birinin büyüklüğü yirmi fersahtan yüz ve bin fersaha kadar çıkar. Akdeniz (Rum denizi) bunlardandır ve orada yaklaşık elli yarımada vardır. Sicilya denizi bunlardandır ve burada yaklaşık otuz yarımada vardır. Cürcan denizi onlardandır ve orada beş yarımada vardır. Kulzüm Denizi [Kızd Deniz] onlardandır ve burada yaklaşık on beş yarımada vardır. Fars denizi onlardandır ve burada yedi yarımada vardır. Sind ve Hind denizleri onlardandır ve buralarda yaklaşık bin yarımada vardır. Çin denizi bunlardandır ve burada yaklaşık iki yüz yarımada vardır. Aynı zamanda bu çeyrek kürede on beş küçük deniz vardır. Her birinin büyüklüğü yirmi fersahtan yüz ve bin fersaha kadar çıkar. Bunların bazıları tuzlu, bazıları tatlıdır. Atlas Okyanusu (Garb denizi) ile Yecüc ve Mecüc Denizi, Zenc Denizi, Zânic Denizi, Hint Denizi ve Büyük Okyanus bu meskûn çeyrek kürenin dışındadır. Bu denizlerin her biri Büyük Okyanusun bir kolu ve halicidir. Bunların hepsi tuzludur. Yine bu çeyrek küredeki sıradağların sayısı iki yüzdür. Onların uzunluğu yirmi fersahtan, yüz fersaha ve bin fersaha kadar çıkar ve renkleri farklıdır. Bazılarının uzunluğu doğudan batıya ya da güneyden kuzeye kadar gider. Bazıları doğu ve güney arasında, bazıları da doğu ve kuzey arasında uzanır. Onlardan bazıları kalabalık yerler, şehirler ve köyler arasındadır. Bazıları da çöller ve ıssız yerlerdedir. Bazıları ise yarımadalar ve denizlerdedir. Yine bu çeyrek kürede iki yüz kırk tane nehir vardır. Bunlardan her bir nehrin uzunluğu yirmi fersahtan, yüz ve bin fersaha kadar uzanır. Onlardan bazılarının akışı doğudan batıya doğrudur. Bazılarının akışı da batıdan doğuya doğrudur. Bazıları kuzeyden güneye, bazıları da güneyden kuzeye akar. Bazıları ise bu yönler arasında uzanır. Bu nehirlerin hepsinin akışı dağlarda başlar; denizlerde, bataklıklarda ve göllerde biter. Uğradığı yerlerdeki şehirleri, köyleri ve yerleşim alanlarını sular. Fazla gelen suyu ise denizlere dökülür ve deniz suyuyla karışır. Sonra buharlaşır ve havaya yükselir. Ondan bulut topluluğu oluşur ve rüzgârlar bunu dağ başlarına ve çöllere götürür. Buralarda yağmura dönüşür ve yerleşim alanlarım sular, derelere ve nehirlere akar. Buradan da tekrar denizlere döner. Bu, yaz kış gerçekleşen bir olaydır. Bu, yüce ve bilgi sahibi olanın takdiridir.
Bu çeyrek kürede, on yedi bin büyük şehri kapsayan yedi iklim vardır. Bu şehirlere yaklaşık bin melik [kral] sahiptir. Bunların hepsi yeryüzünün yüzeyinin bir çeyrek küresindedir. Kalan üç çeyrek kürenin durumu bunun dışındadır.
Yedi İklimin Niteliği
Yeryüzünün meskûn olan dörtte birlik kısmında bulunduğu düşünülen iklimler yedi kısımdır. Bunlardan her bir iklim, uzunluğu doğudan batıya, genişliği güneyden kuzeye uzatılmış serili bir hah gibidir. Bunların uzunlukları ve genişlikleri farklıdır. En uzunları ve en genişleri birinci iklimdir. Çünkü onun doğudan batıya uzunluğu yaklaşık üç bin fersahtır. Güneyden kuzeye genişliği yaklaşık yüz elli fersahtır. Uzunluk ve genişlik olarak bu iklimlerin en kısası yedinci iklimdir. Çünkü onun doğudan batıya uzaklığı yaklaşık bin beş yüz fersahtır. Güneyden kuzeye genişliği ise yaklaşık yetmiş fersahtır. Diğer iklimler ise uzunluk ve genişlikte bu ikisinin arasındadır. Bunun örneği şu şekildir:
Güney Kutbu
Allah doğrusunu en iyi bilendir, dönüş ve sığınma onadır.
Bölüm
Ey iyiliksever ve şefkatli kardeş! Allah seni ve bizi katından bir rula (mutlulukla) desteklesin! Bil ki, bu yedi iklim tabii bir taksim değildir. Muhtemelen bunlar toprakların, ülkelerin ve yolların sınırlarını belirlemek için yeryüzünün meskûn olan dörtte birini ele geçiren önceki kralların belirledikleri hayalî çizgilerdir. Nebatili Efrîzûn, Himyerli Tubba’ ve İsrâilli Süleyman b. Davud (selam o ikisine olsun), Yunanlı İskender, Farslı Ezdeşir b. Bâbek bu krallardandır. Bu yöneticiler, yapılan taksimatla toprakları, yolları ve ülkeleri belirlediler. Yeryüzünün kalan dörtte üçü ise yüksek dağları, sarp yolları, dalgalı denizleri, sıcaklığın, soğukluğun ve karanlığın aşırı değişken olduğu havaları, kralların buralara gitmelerini engelledi. Oğlak burcunun yörüngesinde olan kuzey yönünün durum gibi. Orada gerçekten aşırı bir soğuk vardır. Çünkü orada tamamı gece olan altı ay kış olur. Hava aşırı bir şekilde kararır. Sular soğuğun şiddetinden donar; hayvanlar ve bitkiler telef olur. Bu yerin zıddı olan güney yönü aynı şekilde Süheyl yıldızının yörüngesindedir. Tamamı gündüzden ibaret altı ay yaz olur. Hava şiddetlenir; zehir gibi (çok şiddetli) sıcak olur, hayvanlar ve bitkiler sıcaklığın şiddetinden yanar. Orada ikamet etmek ve oraya gitmek mümkün değildir. Batı yönüne gitmeyi ise dalgalarının çarpışması ve karanlığının şiddetinden dolayı Büyük Okyanus engellemektedir. Doğu yönüne gitmeyi ise yüksek dağlar engellemektedir. Yeryüzünün bu çeyreğinde meskun olan insanların, bu doğa olayları nedeniyle burada mahsur olduklarını zannediyorlardı. Bu sonuçtan hareketle tahmin edebiliriz ki, onların dört parçanın üçü hakkında bilgileri yoktu. İçindeki dağlar ve denizlerin tamamıyla yeryüzü, gökyüzünün (felek) genişliğine oranla daire içerisindeki bir nokta gibidir. Çünkü gökyüzünde bin yirmi dokuz yıldız vardır. Bunlardan en küçük yıldız dünyanın on sekiz katıdır. En büyüğü ise yüz yedi katıdır. Çok uzak oluşu ve gökyüzünün genişliğinden dolayı onları sanki semanın yüzeyine dağılmış bir inci gibi görürsün. İnsan görünen bu büyüklük fikri karşısında, hikmet sahibi olan yaratıcının, bu görkemli ululuğuna, gaflet ve cehalet uykusundan uyanır. Ve öğrenir ki, bu şeyleri yaratan büyük kuvvetin emriyle yaratılmıştır her şey. Sözü yüce olsun, der ki: “Gökleri, yeri ve ikisi arastndakileri ancak ve belirli bir süre için yarattık."
Bölüm: Yeryüzüne İbret Nazarıyla Bakmayı Teşvik Etmek
Ey kardeşim! Bil ki, kim dünyaya gelir ve orada yeme, içme ve evlilikle meşgul olarak; mal ve eşya biriktirme konusunda şehvetli ve hırslı olmaya azmederek; binalar, mimari yapılar ve emlak edinerek; ebedî olarak yürütmeyi dilediği bir yöneticilik isteyerek; ilim talep etmeyi terk ederek; eşyanın hakikatlerini kavramaktan gafil olarak; nefis muhasebesini ihmal ederek; ahiret yurduna intikal etmeye hazırlık yapma konusunda ihmalkâr davranarak uzun bir süre yaşarsa, ömür geçip ecel yaklaştığında ve nefsin cesetten ayrılması anlamına gelen ölüm sarhoşluğu geldiğinde, buradan (yaşadığı bu âlemden), dünyanın şeklini (mahiyetini) anlamayan bir cahil olarak ayrılır, dünyanın ufkundaki ayetleri düşünmez, ondaki varlıkların hallerine ibretle bakmaz, şahit olduğu özel durumları düşünmezse bu kişinin durumu, hikmetli, adaletli, merhametli, şehrini hikmetiyle inşa etmiş büyük bir yöneticinin [melik] şehrine giden kavmin durumu gibidir. Yönetici bu şehirde, tasvir etmenin yetersiz kaldığı, ancak görerek anlaşılabilecek bir sanat şaheserini yapmıştır. Oraya gelenler için büyük bir sofra ve oradan ayrılanlar için bir azık hazırlamıştır. Sonra cömertliğiyle bağışta bulunmak için kölelerini huzuruna çağırmıştır. Onlara şehre bakmaları, içindekileri görmeleri, yaptığı sanat eserlerinin eşsizliğini düşünmeleri ve tasvirlerinin garipliklerini tecrübe etmeleri için kendi yollarından bu şehre gelmelerini emretmiştir. Bu emri, hoşnut olsunlar, bunları görmek ve anlamakla hayırlı ve faziletli birer filozof (hakîm) olsunlar ki huzuruna varıp cömertliğini hak etsinler diye vermiştir. Bir kavim oraya geceleyin vardı ve gece boyunca yeme, içme, oyun ve eğlenceyle meşgul oldular. Sonra bu şehirden hangi kapıdan girdiklerini ve hangi kapıdan çıktıklarını bilmeksizin seher vakti ayrıldılar. Orada yöneticinin hikmetinden ve sanatının inceliklerinden herhangi bir eser görmediler. Geçirdikleri gece boyunca yeme ve içmeden yararlanmaları dışında herhangi bir şeyden yeterli derecede faydalanmadılar.Bu şehre böyle cahilce giderek, duraksadıkları bir şaşkınlığın zorlamasıyla, ahiret yurdunun gerçekliğini inkâr ederek oradan göç eden dünya ehlinin hükmü, övgüsü çok olan Allah’ın dediği gibidir: “Kim bu dünyada körlük ettiyse ahirette de kördür, yolunu daha da şaşırmıştır.”1' Allah onları yermek için şöyle dedi: “Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Bundan dolayı anlamazlar.” Ey iyiliksever ve şefkatli kardeşîRahim ve kavrayıcı olanın gücü, seni, onlardan olmaktan korusun. Övünç kaynağının övdüğü kimselerden ol: “İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde büyüklük taslamayan ve fesat çıkarmayanlara has kılarız. Ödül sakınanlar içindir.” Dünyanın arzını isteyenlere şöyle denildi: “Keşke Kârûn’a verilen (servet) gibi bizim de (servetimiz) olsaydı. Şüphesiz o büyük bir servet sahibidir.” Ahretin hakikati hakkında kendilerine ilim verilmiş olanlarsa “yazıklar olsun size! Allah’ın ödülü, inanan ve iyi iş yapanlar için daha iyidir” dediler. Ama ona da ancak sabredenler kavuşabilir”, “Bu güzel davranışa ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (gerçeğe) büyük payı olanlar kavuşturulur.” Ey iyiliksever ve şefkatli kardeş! Allah seni doğruluğa eriştirsin! Seni ve beldelerde oturan tüm kardeşlerimizi doğru yola girdirsin! Yeryüzünü ve yeryüzünün meskûn olan dörtte birini anlatmayı bitirdiğimiz için yedi iklimi anlatmak, uzunluk ve genişlik yönünden sınırlarını açıklamak, her iklimdeki büyük şehirleri, dağları ve uzun nehirleri belirtmek istiyoruz.
Ey iyiliksever ve şefkatli kardeş! Allah seni ve bizi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, iklimlerin sınırları gündüz saatleriyle ve gündüz saatlerindeki fazlalığın farklılığıyla belirlenir. Bunun anlamı, güneş Koç (Hamel) Burcunun başında olduğu zaman gece ve gündüzün uzunluğu ve saatleri yedi iklimin tamamında eşit olur. Güneş Koç, Boğa ve İkizler Burçlarının derecelerinde ilerlediğinde her iklimin gündüz saatleri değişir. Güneş Yengeç Burcunun başlangıcı olan İkizler Burcunun sonuna geldiğinde ise birinci iklimin ortasında gündüz uzunluğu on üç saat olur. İkinci iklimin ortasında on üç buçuk saat olur. Üçüncü iklimin ortasında on dört saat olur. Dördüncü iklimin ortasında on dört buçuk saat olur. Beşinci iklimin ortasında yaklaşık on beş saat olur. Altıncı iklimin ortasında on beş buçuk saat olur. Yedinci iklimin ortasında yaklaşık on altı saat olur. Yüzeyi atmış altı dereceden doksan dereceye kadar çıkan yerlerde tamamen gündüz olur. Bunun nasıl olduğunun açıklaması uzundur ve el-Mecistî’de'7 anlatılmıştır.
Bil ki, bütün belde ve şehirlerin boylamının anlamı, en batısına olan uzaklığıdır. Enleminin anlamı ise ekvatordan uzaklığıdır. Ekvator ise gece ve gündüzün ebedî olarak eşit olduğu yerdir. Bu çizgi üzerinde olan şehirlerin hiçbirinin enlemi yoktur. Aynı şekilde en batıdaki bütün şehirlerin de boylamı yoktur. En batıdan en doğuya yüz seksen derece vardır. Her bir derecenin mesafesi on dokuz fersahtır. Boylamı doksan derece olan her şehir doğu ve batının ortasında yer alır. Boylamı doksandan daha fazla olanlar doğuya daha yakındır. Daha az olanlar ise batıya daha yakındır. îki şehirden boylamı ve enlemi daha büyük olan doğuya ve kuzeye diğerinden daha yakındır. Yeryüzündeki iki şehir arasındaki enlem farkı her derece için yaklaşık on dokuz fersahtır. İkisi arasındaki boylam farkı ise farklılık arz eder. Ekvator çizgisinde olan şehirlerin boylam derecesi on dokuz fersah olur. Birinci iklimde olanların her bir derecesi on yedi, ikinci iklimde on beş, üçüncüde on üç, dördüncüde on, beşincide yedi, akıncıda beş, yedincide üç fersahtır.
Büyük Şehirlerin İsimleri
Yedi iklim içerisinde yer almayan şehirler, enlemi ekvatora yakın olan on ikinci dereceden daha az, başlangıcı doğuya yakın olan bütün şehirlerdir.
Birinci İklim
Birinci iklim, Satürn (Zühal) gezegenine aittir. Onun doğudan batıya uzunluğu 9555 mil, 3185 fersahtır. Güneyden kuzeye genişliği 445 mil, 146 fersahtır. Bu iklimin birinci sınırı ekvatordan başlar. Kuzey Kutbu’nun yüksekliği de on üçüncü dereceden bir bölü dört (1/4) eksik olur. Burasının en uzun gündüzü on iki saat kırk beş dakikadır. Bu iklimin ortasında, kutbun ufuğa yüksekliği on altı artı iki bölü üç (16+2/3) derece olur. Burasının en uzun gündüzü on üç saattir. Bu iklimin ikinci sınırı kutbun yirmi buçuk derece olduğu yerdir. Burasının en uzun gündüzü on üç saat, on beş dakikadır. Bu iklimde yaklaşık yirmi tane sıradağ vardır. Uzunlukları yirmi fersahtan yüz ve bin fersaha kadar uzanan dağlar bunlar arasındadır. Aynı zamanda bu iklimde otuz tane uzun nehir vardır. Uzunlukları yirmi fersahtan yüz ve bin fersaha kadar uzanan nehirler bunlar arasındadır. Bu iklimde yaklaşık elli şehirden oluşan bilinen büyük şehirler vardır. Bu iklimin doğudaki başlangıcı Yâkût Yarımadasının kuzeyine düşer ve güneydeki Çin beldelerine uzanır. Sonra Serendib beldesinin kuzeyine geçer. Buradan da Hind beldelerinin ortasına ilerler. Sonra Sind beldelerinin ortasına ilerler. Sonra Umman beldelerinin güneyinden Fars Denizini keser. Sonra Şihr beldelerinin ortasına, oradan da Yemen beldelerinin ortasına ilerler. Sonra orada Kızıl Deniz’ini keser ve Habeşistan beldelerinin ortalarına ilerler. Burada Mısır’daki Nil Nehrini keser. Sonra Nûbe beldelerine, Berberîler’in beldelerine ve çöllerdeki beldelere ilerler. Sonra Murtâne beldelerinin güneyine geçer ve Atlas Okyanusunda (Mağrib Denizi) sona erer. Bu beldelerin halkının çoğu siyahtır.
Büyük Şehirlerin İsimleri
Bu iklimdeki büyük şehirlerden her bir şehrin enlemi on üç ile yirmi derece arasındadır. Bunların ilki doğudadır.
İkinci İklim
Jüpiter gezegenine aittir. Bu iklimin doğudan batıya uzunluğu 7655 mil, güneyden kuzeye genişliği 600 mildir. Birinci sınırı Satürn (Zühal) ikliminden başlar ve kutbun yüksekliği de yirmi buçuk derece olur. Burasının en uzun gündüzünün uzunluğu on üç saat, on beş dakikadır. İklimin ortasında, kutbun yüksekliği yirmi dört derece ve altı dakika olur. Burasının en uzun gündüzü on üç buçuk saattir. İkinci sınırında, kutbun ufka yüksekliği yirmi yedi buçuk dereceye yükselir. En uzun gündüzü on üç saat kırk beş dakikadır. Bu iklimde yaklaşık on yedi mil uzunluğunda sıradağ vardır. Aynı şekilde uzun nehirler vardır. Yaklaşık elli tane bilinen büyük şehir vardır. Bu iklimin başlangıcı doğudandır; sonra Çin beldelerinin ortasına doğru ilerler. Sonra Serendib beldelerinin kuzeyine ilerler. Sonra kuzeyden Hind beldelerinde ilerler. Sonra Kandehar beldelerine ilerler. Oradan da Kâbil’in ortasına, Sind beldelerinin kuzeyine Mekran beldelerinin güneyine ilerler. Sonra Fâris Denizini keser ve Umman beldelerine ilerler. Sonra Arap beldelerinin merkezine ilerler. Sonra Kızıl Denizi keserek Habeşistan beldelerinin kuzeyine ve Mısır toprağındaki beldelerin güneyine ilerler. Burada Mısır’daki Nil Nehrini keser. Sonra Zekka ve İfrîkiye beldelerinin merkezine ilerler. Sonra Berberîler’in beldelerinin kuzeyine ve Kayravan’ın beldelerinin güneyine ilerler. Sonra Mertâne beldelerinin ortasına ilerler ve Atlas Okyanusunda sona erer. Bu beldelerin halklarının çoğunun renkleri esmerle siyah arasındadır.
Bu iklimdeki büyük şehirlerin ilki Çin beldelerinin en sonundaki doğudan başlar. Bütün şehirlerin enlemi “Kef ”ten “Kef, ra, kef ”e kadardır. Bu şehirlerin ilki doğuya yakındır:
Üçüncü iklim
Mars (Merih) gezegenine aittir. Doğudan batıya uzunluğu 8255 mildir. Güneyden kuzeye genişliği 355 mildir. Sınırı yirmi yedi buçuk dereceden otuz üç derece otuz dakikaya kadardır. Ortası, kutbun ufka yüksekliğinin otuz buçuk artı bir bölü beş derece olduğu yerdir. En uzun gündüzü yaklaşık on dört sattır. Bu iklimde otuz üç tane sıradağ, yirmi iki tane uzun nehir vardır. Yüz yirmi sekiz tane bilinen büyük şehir vardır. Bu iklimin başlangıcı doğudandır. Çin beldelerinin kuzeyine ve Yecüc beldelerinin güneyine ilerler. Sonra Hind beldelerinin kuzeyine ve Türk beldelerinin güneyine ilerler. Sonra Kâbil’in merkezine, oradan da Kandehar ve Mekran beldelerine ilerler. Sonra Sicistan beldelerinin güneyine, sonra da Kirman beldelerinin merkezine ilerler. Sonra deniz tarafından Fâris beldelerine ilerler. Sonra Irak’ın güneyine ilerler. Sonra Diyarbakır beldelerinin güneyine ve Arap beldelerinin kuzeyine ilerler. Sonra Şam’ın merkezine ilerler. Sonra Mısır beldelerine, oradan da İskenderiye beldelerine ilerler. Sonra Mirmarik beldelerinin merkezine ilerler. Sonra Kadisiye beldelerinin merkezine ve Kayravan beldelerinin merkezine ilerler. Sonra Tance beldelerinden ilerleyerek Mağrib Denizinde (Atlas Okyanusu) sona erer. Bu beldelerin halklarının çoğu esmerdir.
Üçüncü İklimdeki Şehirlerin İsimleri
Buradaki bütün şehirlerin genişliği (Kef, ra, kef ile Ha, ra, mim) arasındadır. Başlangıcı doğudadır.
Dördüncü iklim
Güneşe aittir. Doğudan batıya uzunluğu 7855 mildir. Güneyden kuzeye genişliği 355 mildir. Sınırı otuz üç derece otuz dakikadan otuz dokuz dereceye kadardır. Merkezi, kutbun ufka yükseldiğinin otuz altı derece elli dakika olduğu yerdir. Bu iklimin en uzun gündüzü on dört buçuk saattir. Bu iklimde yirmi beş tane sıradağ vardır. Yirmi iki tane uzun nehir vardır. Yaklaşık iki yüz on iki tane büyük meşhur şehir vardır. Bu iklimin başlangıcı doğudandır ve Çin beldelerinin kuzeyine ve-Yecûc ve Me’cûc’un beldelerinin güneyine ilerler. Sonra güneyden Türklere ilerler ve Hind ve Toharistan beldelerinin güneyinden devam eder. Sonra Belh Bâsyân beldelerinin kuzeyine ilerler. Sonra Mekran beldelerinin kuzeyine ilerler. Sonra Sicistan beldelerinin merkezine, sonra Kirman beldelerine, sonra Fâris beldelerine, sonra Huzistan beldelerine ilerler. Sonra Irak beldelerinin merkezine ilerler. Sonra Diyar-ı Rebîa ve Diyarbakır’ın merkezine ilerler. Sonra Suğr beldelerinin güneyine ve Şam beldelerinin kuzeyine ilerler. Sonra Akdenizin ortasına ve Kıbrıs adasına ilerler. Mısır ve İskenderiye beldelerinin kuzeyinden denizde devam eder. Sonra Sicilya yarımadasına, Mermarikî(?) beldelerinin kuzeyine, Kadisiye beldelerine, Kayravan beldelerine ve Tance beldelerine ilerler. Atlas Okyanusunda sona erer. Bu beldelerin halklarının çoğunluğunun renkleri esmerle beyaz arasındadır. Bu iklim enbiyaların ve bilge kişilerin (hukemâ) iklimidir. Çünkü o, iklimlerin ortasıdır. Üç tanesi onun güneyindedir, üç tanesi de kuzeyindedir. Yine o, en büyük aydınlatıcı olan güneşin payına düşmüştür. Bu iklimin halkı tabiat ve ahlâk olarak insanların en âdilidir. Bunun ardından onun iki yanında bulunan -üçüncü ve beşinci iklimleri kast ediyorumiklimler gelir. Kalan iklimlerin halkları ise en üstün tabiata sahip olma konusunda eksiktirler. Çünkü onların şekilleri çirkin, ahlâkları vahşidir. Zenciler, Habeşliler, birinci ve ikinci iklimde bulunan ümmetlerin çoğu gibi. Altıncı ve yedinci iklimdeki ümmetler de aynı durumdadır. Ye’cûc ve Mecûc, Bulgarlar, Sicilyalılar ve benzerleri gibi. Buradaki şehirlerin enlemi Lam, hâ’dan Lam, tı ya kadardır.
Beşinci İklim
Venüs (Zü/ıre)e aittir. Doğudan batıya uzunluğu 7455 mildir. Güneyden kuzeye genişliği 255 mildir. Sınırı otuz dokuzuncu dereceden kırk üç buçuğuncu dereceye kadardır. Ortası kutbun yüksekliğinin kırk bir artı bir bölü üç (41+1/3) derece olduğu yerdir. En uzun gündüzleri yaklaşık on beş saattir.
Bu iklimde otuz tane sıradağ vardır. Yaklaşık on beş tane de uzun nehir vardır. Yaklaşık iki yüz tane bilinen büyük şehir vardır. Onun başlangıcı doğudandır. Buradan Yecüc ve Mecüc beldelerinin ortasına devam eder. Sonra Türk beldelerinin ortasına, Fergana beldelerine, İsbîcâb beldelerine ve Mâverâünnehir beldelerinin ortasına ilerler. Ceyhun’u keserek Horasan beldelerinin ortasına, Sicistan ve Kirman beldelerinin kuzeyine, Fâris beldelerinin kuzeyine, Rey ve Mehran beldelerinin ortasına, Irak beldelerinin kuzeyine ve Azerbaycan beldelerinin güneyine, Ermenistan beldelerinin ortasına, Suğr beldelerinin kuzeyine ilerler. Rum [Anadolu] beldelerinin ortasına ilerler ve orada Kostantiniyye (İstanbul) Halicini keser. Rum Denizi’nin kuzeyinden ve Rumeli beldelerinin ortasından devam eder, Zühre Tapınağının güneyine, Endülüs beldelerinin ortasına ilerler ve Atlas Okyanusunda sona erer. Bu beldelerin halklarının çoğu beyazdır. Buradaki şehirlerin enlemi “lam, tı”dan “mim, cim, kef ”e kadardır.
Altıncı İklim
Merkür’e (Utarid) aittir. Doğudan batıya uzunluğu 7555 mildir. Güneyden kuzeye genişliği 255 mildir. Sınırı kırk üç buçuk dereceden kırk yedi artı bir bölü dört (47+1/4) dereceye kadardır. Ortası, kutbun yüksekliğinin kırk beş derece, elli dakika olduğu yerdir. En uzun gündüzleri on beş buçuk saattir.
Bu iklimde yaklaşık yirmi iki tane sıradağ vardır. Yaklaşık otuz iki tane de uzun nehir vardır. Yaklaşık doksan tane bilinen büyük şehir vardır. Bu iklimin başlangıcı doğudandır ve Yecüc ve Mecüc beldelerinin kuzeyine ilerler. Sicistan beldelerinin güneyine, Suğr beldelerinin güneyine, Hakan’ın beldelerinin ortasına, Kimak beldelerinin güneyine, İsbîcâb beldelerinin kuzeyine, Soğd ve Mâverâünnehir beldelerinin kuzeyine, Havarizm beldelerinin ortasına, Cürcan, Taberistan, Deylem ve Keylan beldelerinin kuzeyine ilerler ve Taberistan Denizi’ni/Hazar Denizini keser. Azerbaycan beldelerinin ortasına, Ermenistan ve Malatya beldelerinin ortasına, Sats Denizinin kuzeyine, Kostantiniyye (İstanbul)’nin kuzeyine, Mekadonya beldelerinin ortasına, kuzeye yakın olan îfrikiye’nin ortasına ilerler. Sicilya Denizi’nin güneyine, Zühre Tapmağının kuzeyine ilerler ve Atlas Okyanusunda sona erer. Bu beldelerin halklarının çoğunluğunun rengi kumral ile beyaz arasındadır. Buradaki bütün şehirlerin enlemleri “mim ha, mim daE’dan “Mim ze, be, he”ye kadardır. Başlangıcı doğuya yakındır. Allah alâmdır [en iyisini bilir].
Yedinci İklim
Ay’a aittir. Doğudan batıya uzunluğu 6655 mildir. Güneyden kuzeye genişliği 185 mildir. Sınırı kırk yedi buçuğuncu dereceden elli buçuğuncu dereceye kadardır. Ortası kutbun ufuğa yüksekliğinin kırk sekiz artı bir bölü üç (48+1/3) derece olduğu yerdir. En uzun gündüzün uzunluğu yaklaşık on altı saattir. Bu iklimde yaklaşık on adet sıradağ vardır. Yaklaşık kırk tane de uzun nehir vardır. Yaklaşık yirmi iki adet bilinen büyük şehir vardır. Bu iklimin başlangıcı doğudandır. Ye’cüc ve Me’cüc ile Sicistan ve Ğurğur beldelerinin güneyine, Kimak beldesine, Lân’ın güneyine, Cürcan denizinin ve Hanh beldelerinin kuzeyine, Bâbü’lEbvâb dağına, Sats denizinin ortasına, Cürcan beldelerinin güneyine, Makedonya beldelerinin kuzeyine, Sicilya Denizinin güneyine, Rey Yarımadasının güneyine ilerler ve Mağrib Denizinde/Atlas Okyanusunda sona erer. Bu beldelerin halklarının çoğunluğunun rengi kumrala çalar. Buradaki bütün şehirlerin enlemleri “mim ze, be he’den “mim tı”ya kadardır.
Bölüm: İklimlerin Özellikleri
Ey Kardeşim! Bil ki, bu yedi iklimden her bir iklimde fazlası ve eksiğiyle binlerce şehir vardır. Her şehirde de dilleri, tabiatları, edepleri, mezhepleri, meslekleri, sanatları ve gelenekleri farklı insan toplulukları vardır. Onlar birbirine benzemezler. Bu iklimlerin hayvanları ve madenlerinin durumu da böyledir. Bunların şekli, tadı, rengi ve kokusu farklıdır. Bunun sebebi beldelerin havalarının, bölgelerin birbiriyle irtibatının, suların tatlılığı ve tuzluluğunun farklı olmasıdır. Bütün bu farklılıklar, burçlardan, burçların bu beldelerin ufuklarına denk düşen derecelerinden, gezegenlerin bu yerlerin üzerinden geçişlerinden ve bu gök cisimlerinin ışıklarının uzunluklarının ufuklardan bu yerlere kadar uzanmasından kaynaklanmaktadır. Bu konunun açıklaması uzundur. Bir zamanlar eskilerden bir melikin yeryüzünün meskûn olan dörtte birindeki ikamet edilen şehirlerin sayılmasını emrettiği söylenir. Bu sayımda köyler hariç on yedi bin şehir bulunmuştur.
Bil ki yeryüzündeki şehirlerin sayısı belki artmış ya da azalmıştır. Bu, gezegenlerin aynı burçta bir arada bulunmasıyla ilgili yasanın ve binlerce yıldızın dönmesinin bir gereğidir. Çünkü yükselme kuvvetine, zamanın ölçülü oluşuna, elementlerin tabiatlarının eşitliğine, nebilerin gelişine, vahyin tevatürüne, âlimlerin çokluğuna, meliklerin adaletine, insanların hallerinin iyiliğine ve gökyüzünün bereketini yağmurla indirmesine delâlet eden gezegenlerin aynı burçta bir arada bulunması ile yeryüzü ve bitkiler artar, canlıların doğumu çoğalır, beldeler mamur hale gelir ve şehir inşa etme faaliyeti çoğalır. Zorlukların kuvvetlenmesine, zamanın fesada uğramasına, karakterin itidâlden çıkmasına, vahyin kesilmesine, âlimlerin azalmasına, hayırlı kimselerin ölmesine, meliklerin zulmetmesine, insanların ahlâklarının bozulmasına, kötü davranışlarına ve görüşlerinin ihtilaf etmesine delâlet eden gezegenlerin aynı burçta bir arada bulunmasıyla ise, gökyüzünden yağmur ile bereketlerin inmesi engellenir, yeryüzü zenginleşmez, bitkiler kurur, canlılar helak olur ve beldelerdeki şehirler harap olur.
Ey kardeşim! Bil ki bu dünyanın işleri, devletler ve yöneticileri sayesinde, halk arasında asırlardır bir ümmetten diğerine, bir beldeden diğerine dönerek yürür.
Bölüm
Bil ki her devletin bir başlangıç vakti, yükseleceği bir hedefi ve ulaşacağı bir sınırı vardır. En ileri hedeflerine ve en uç noktalarına ulaştıklarında çöküş ve eksiklikleri hızlanır. Halklarında uğursuzluk ve birbirine yardım etmeme durumu ortaya çıkar. Güç, kuvvet, ortaya çıkış ve yayılma başkalarına geçer. Birinci devlet zayıflayana ve ikinci devlet onun yerine geçene kadar birisi her gün güçlenmeye ve artmaya, diğeri ise zayıflamaya ve eksilmeye devam eder. Bunun örneği, zamanın yasalarının sürüp gitmesidir. Çünkü zamanın tamamı iki kısımdır. Bir yarısı aydınlık olan gündüzdür. Diğer yarısı ise karanlık gecedir. Aynı şekilde bir yarısı sıcak yazdır. Diğer yarısı ise soğuk kıştır. Bu ikisi gelmelerinde ve gitmelerinde birbirlerini takip ederler. Birinin her gelişinde diğeri gider. Bazen biri artar, diğeri azalır. İkisinden birisi eksildiğinde diğeri aynı ölçüde artar. İkisi artma ve eksilmenin sonuna ulaştığında artmanın zirveye ulaştığında eksilme başlar; eksilmenin zirveye ulaştığında artma başlar. Bunlar miktarları aynı seviyeye ulaşana dek bu şekilde devam ederler. Sonra artma ve eksilmedeki hedeflerinin son noktasına ulaşana dek birbirlerinin durumlarını alırlar. İkisinden fazlalığı zirveye ulaşanın kuvveti ortaya çıkar ve âlemde fiilleri çoğalır. Zıddının kuvveti ise hafifler ve fiilleri azalır. Hayır ehlinin devleti ile şer ehlinin devleti konusunda zamanın hükmü böyledir. Bazen yeryüzünde devlet, kuvvet ve fiillerin zuhuru hayır ehlinde olur. Bazen da yeryüzünde devlet, kuvvet ve fiillerin zuhuru şer ehlinde olur. Allah’ın hatırlattığı ve dediği gibi: “İşte (iyi veya kötü) günleri insanlar arasında döndürür dururuz.” “Onları ancak bilginler düşünüp anlarlar.”
Bölüm
Ey iyiliksever ve şefkatli kardeş! Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin! Günümüzde şer ehlinin devletinin zirveye ulaşmış olduğunu, kuvvetlerinin ortaya çıktığını ve yeryüzündeki fiillerinin çoğaldığını görmekteyiz. Yükselmede zirveye çıktıktan sonra çöküş ve eksilme vardır. Bil ki, devlet ve mülk her müddet, zaman, devir ve asırda bir ümmetten diğerine, bir ev halkından/Ehl-i Beyt’ten diğer ev halkına, bir beldeden diğer beldeye geçer.
Ey kardeşim! Bil ki, hayır ehlinin devleti, bir görüşte birleşen, bir mezhepte ve bir dinde ittifak eden hikmet sahibi âlimlerden ve fazilet sahibi hayırlı kimselerden oluşan bir topluluk içerisinde ortaya çıkar. Onlar birbirleriyle münakaşa etmemek ve birbirlerine yardım etmeye önem vermek üzere aralarında ahit ve sözleşme yaparlar. Böylece dinin yardımını ve ahreti istemek için yöneldikleri bütün işlerinde tek bir adam ve bütün İdarî faaliyetlerinde tek bir nefis gibi olurlar. Ödül olarak Allah’ın rızasından başkasını istemez ve buna şükrederler. Ey hikmeti bol ve iyiliksever kardeşim! Allah onları ve bizi katından bir ruhla desteklesin! Senin kendisiyle sohbet etmek isteyeceğin, hedeflerine yöneleceğin, ahlâkım huy edineceğin, yöntemlerini kavramak için ilimlerini araştıracağın, onlarla birlikte olacağın, zaferleriyle kurtuluşa ereceğin, kötülüğün dokunmayacağı ve üzüntü içerisinde de olmayacak olan samimi kardeşlerin, hayırlı ve fazilet sahibi arkadaşların var mı? Ey kardeşim! Allah seni ve bütün kardeşlerimizi fazileti ile doğruya eriştirsin. Allah bize yeter ve o ne güzel bir vekil, ne güzel bir Rab ve ne güzel bir yardımcıdır.
Gerçek övgü âlemlerin Rabbi Allah’adır. Dua ve selâm Allah’ın elçisi Muhammed’e, onun pak ve temiz ailesine olsun.
Matematik Kısmının Beşinci risâlesi:
Musiki
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
İ
lim çeşitlerinden rûhânî-ilmî sanatları ve sanat türlerinden cismânî-ilmî sanatlar konularını anlattık. İki risâlemizde bu konuların her birinin mâhiyetini, sayılarını ve bunlardan beklenen gayelerin neler olduğunu açıkladık. Rûhâni ve cismânî olan şeylerden oluşmuş bir sanat olan Mûsikî adıyla isimlendirdiğimiz bu risâlede, oranların bilgisine dâir telif (teorik mûsikî ilmi) sanatını anlatmak istiyoruz. Bu risâledeki amacımız şarkı okumayı ve saz çalmayı öğretmek değildir. -Bunları zikretmek zorunda kalsak daasıl amacımız, oranların bilgisi ve te’lîfın (müzikal kompozisyon) içeriğidir ki bu ikisini bilmek, tüm sanatlarda profesyonelliği gerektirir.
Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Şunu bil ki, iki elle yapılan her bir sanat ve orada ortaya konulan heyûlâ (madde/cevher), doğal cisimlerdir. Bundan üretilen şeyler ise, Mûsikî sanatı hariç, cismânî şekillerdir. Zira heyûlâ Musiki sanatının içinde vazedilmiştir. Musikinin tamamı rûhânî cevherlerdir; o da dinleyicilerin nefisleridir, aynı zamanda etkileri de tamamıyla rûhânîdir. Nefisler üzerinde ki etkisi oldukça çoktur; aynen sanatkârların sanatlarında ortaya koyduğu heyûlâlardaki tesirleri gibi. Bu melodi ve seslerin bir kısmı, nefisleri zor işlere ve yorucu sanatlara doğru harekete geçirir. Aynı zamanda uğrunda mal stoklarının ve kişilerinin hayatların (umutlarının) seferber edildiği bedenlere zor gelen işler konusunda onlara dinçlik verir ve azimlerini takviye eder. İşte bunlar savaşlarda ve kavgalarda cenk ederken kullanılan cesaret verici melodilerdir. Bilhassa cesur olanı öven ve harbin niteliğini anlatan ölçülü şiirlerle söylendiğinde durum böyledir.
Şairin şu beyti gibi:
Şayet Mazinoğullarmdan olsaydım
Zühl b. Şeyban (kabilesinden) piçler devemi mübah saymazlardı.
Aynı şekilde el-Yebûs bint Münkaz’ın şiirindeki gibi:
Ömrüme yemin olsun ki Münkızoğullarımn yurdunda olsaydım
Sad kapı komşum iken zulme uğramazdı
Ancak ben gurbet elindeyim
Kurt ne zaman orada saldırsa koyunlarıma saldırır
Ey Sad mağrur olma çek git
Çünkü sen komşulara karşı ölü gibi (duyarsız) olan bir kavmin içindesin.
Bu beyit ve devamındaki beyitler, Araplar’dan iki kabile arasında peşpeşe ve senelerce devam eden savaşlara ve kavgalara kışkırtmak için birer sebep olmuştur. Bu ölçülü şiirler arasında aynı zamanda bastırılmış kin duygularını harekete geçiren, sakin kişilikleri tahrik eden, öfke ateşini tutuşturanları da vardır.
Bu şiir onlardandır:
Hüseyin’in ve Zeyd’in yere yıkılışını (ölümlerini),
Mihras’m yanındaki maktulu hatırlayın.
Bu ve devam eden beyitler, toplumlar arasındaki kin duygularını körüklemiş, kişileri tahrik etmiş, öfke ateşini tutuşturmuş ve amca çocukları, akrabalar ve aşiretleri savaşa kışkırtmıştır. Hatta dedelerinin ve babalarının günah ve kusurlarından dolayı onları öldürmüş; asla kimseye acımamışlardır. Aynı şekilde öfkenin şiddetini dindiren, kin duygularını yok eden, barışı sağlayan, ülfet ve muhabbeti kazandıran müzikler de vardır. Konuyla ilgili şöyle bir hikâye anlatılır: “Bir içki meclisinde birbirine öfkeli iki adam bir araya gelmiş. Aralarında eski bir garez ve gizli bir kin varmış. İçki aralarında döndükçe kin ortaya çıkmış ve öfke ateşi parlamış, her ikisi de diğerini öldürmeye azmetmiş. Sanatında oldukça usta olan müzisyen, durumu fark etmiş ve icra ettiği müziği değiştirmiş. Yumuşak ve sakinleştirici bir şarkı çalmaya başlamış. Bu şekilde devam ederken o ikisi arasındaki öfke dinmiş, ayağa kalkarak birbirlerine sarılmışlar ve barışmışlar.” Aynı bunun gibi kişileri bir halden diğer hale sokan, ahlâklarını tam ters yönde değiştiren müzikler de vardır. Konuyla ilgili şöyle bir hikâye anlatılır: “Sanat ehli olan bir topluluk başkanlık konumunda birinin davetinde bir araya gelmişler. Sanattaki ustalıkları çerçevesinde mecliste derece derece oturmuşlar. O sırada meclise üstü başı hiç de iyi olmayan biri gelmiş ve ev sahibi onu hepsinin en önüne geçirmiş. Bunun üzerine sanatçıların yüzleri buruşmuş ve bu gelenin yüceliğini açıklamasını istemişler. Ev sahibi onları teskin etmiş ve misafirin sanatını dinlemelerini istemiş. Misafir beraberindeki ahşabı çıkarmış, tertip etmiş, üzerine teller germiş ve başlamış çalmaya. Orada bulunanların hepsi içine düştükleri sevinç, mutluluk ve lezzetten dolayı başlamışlar gülüşmeye. Misafir elindeki şeyi çevirmiş ve bu şekilde çalmaya başlamış. Bunun üzerine oradakilerin tamamı kalplerin hüznü ve melodinin zarafetinden dolayı ağlamaya başlamışlar. Sonra tekrar aleti çevirip çalmaya başlayınca orada bulunanlar uyuyakalmışlar. O da kalkıp, çıkıp-gitmiş; bir daha da kendisinden haber alınamamış.”
Aynen sanatkârların sanatlarında ortaya koydukları heyûlâların tesirlerinin farklılığı gibi, mûsikî sanatının da dinleyenlerin kişilikleri üzerinde çeşitli tesirleri vardır. Dolayısıyla ÂdemoğuUarınm bütün ümmetleri ve pek çok hayvan müziği kullanmışlardır. Müziğin insanlar üzerindeki tesirine en büyük delil, insanların onu bazen düğün, düğün yemeği ve davetlerde sevinç ve mutluluk amacıyla; bazen gam keder, âfet ve matemlerinde; bazen mabedlerde ve bayramlarda; bazen evlerde ve caddelerde; hazarda ve seferde; rahatken ve yorgunken; çarşı-pazarlarda ve sultanların meclislerinde kullanmalarıdır. Müziği erkekler, kadınlar, çocuklar, yaşlılar, âlimler, cahiller, sanatkârlar velhasıl tüm insanlar kullanmışlardır.
Bölüm: Hakimlere Göre Müzik Sanatının Aslı
Kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, sanatların tamamı filozofların {hakim) -hikmetlibilgisiyle ortaya çıkmıştır. İnsanlar bunu onlardan öğrenmişler ve birbirlerine öğretmişlerdir. Böylelikle filozoflardan herkese, âlimlerden öğrencilere, öğretmenlerden talebeye miras olarak kalmıştır. Müzik sanatı filozofların bilgisiyle ortaya koydukları ve insanların onlardan öğrendiği bir sanat olup; bu sanatı diğer sanatlarda olduğu gibi çeşitli amaçları çerçevesinde iş-güçlerinde kullanmışlardır. İlahî yasalara vâkıf kimselerin müziği tapmak ve mabedlerde kullanmalarına gelince; onlar müziği, namazlardaki kıraat esnasında, kurbanların yanında, dua okumalarında, yalvarma ve yakarmalarda; Nebi Davud’un (as) yaptığı gibi mizmarları seslendirirken; hristiyanların kiliselerinde, müslümanlar ise mescidlerinde, hoş nağmeler ve melodik okumalarda kullanmaktadır. Bütün bunların amacı, kalplerin incelmesi {rikkat), nefislerin itaatini ve huzurunu sağlamak, Allah’ın emirler ve yasaklarına boyun eğme, günahlardan dolayı tevbe etmek ve Allah’a dönmektir. İşte bunlar, müziği, ortaya konulan şekillerdeki kurallarına uygun olarak kullanmakla olur.
Ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bil ki, filozofları yasaları ortaya koymaya ve onların metodlarmı kullanmaya sevkeden sebeplerden biri, astrolojik prensiplerin gereklerinden olan mutluluklar ve belalar (sıkıntılar) konusunda kendilerine görünen şeylerdir. Söz konusu prensiplerin gereklerinden bazıları şöyledir: Gezegenlerin birbirine yakınlaşmasının başlangıcında ve senelerin değişmesi anında, pahalılık, ucuzluk, kuraklık, bolluk, kıtlık, taun, veba, zalimlerin ve kötülerin tasallutu ve zamanda ve günlük olaylarda buna benzer diğer değişiklikler meydana gelir. İşte bu durum onlara göre malum olduğunda eğer (gördükleri durum) kötü (şer) ise kendilerini kurtaracak, hayırlı ise daha başarılı olacakları çareleri ararlar. Onlar şu İlâhî yasalara başvurmaktan daha kurtarıcı çare bulamadılar: Oruç, namaz, kurban, Allah Teala’ya yalvararak dua etmek, itaatle, huşu ile ağlamak ve yalnızca Ondan sıkıntılarını gidermesini, astrolojik hükümlerin gerektirdiği sıkıntı ve belaları defetmesini istemek. Onlar, niyet, samimiyet, ince bir kalp, ağlama, yakarma ve tövbe ve inâbet ile Allah’a yalvardıklarında, korkularını savacağından, imtihan oldukları şeyleri ortadan kaldıracağından, tövbelerini kabul edeceğinden, onları affedeceğinden, dualarını kabul edeceğinden ve istediklerini bahşedeceğinden hiç şüphe etmiyorlardı. Onlar bu dua, tesbihat ve okuma esnasında el-Muhzin (hüzünlendirici) denilen müzikal melodiler kullanırlardı. Bu müzik, işitildiğinde kalpleri inceltir, gözleri yaşartır, kişiye geçmiş günahlarından dolayı pişmanlık hissi verir, gönülleri samimileştirir ve kalpleri onarır. İşte bu, filozofların müzik sanatını ortaya koymalarının, namazlarda, dualarda, kurbanlarda ve mabedlerde kullanmalarının sebeplerinden biridir.
Onlar aynı zamanda el-Müşecci‘ (cesaretlendirici) denilen başka bir makam ortaya koydular. Kişiye atılganlık ve sesaret veren bu makamı kavga ve savaşlarda askerlerin komutanları kullanırdı. Diğer yandan hastanelerde seher vakitleri kullanılan bir makam icat ettiler; bu makam hastaların hastalıklarını ve acılarını hafifletirdi, rahatsızlığın şiddetini kırar, hasta ve düşkünlerin bir çoğuna şifa olurdu. Aynı zamanda matemlerde, kederli ve hüzünlü hallerde, musibetlerde kullanılan ve kişileri taziye eden, musibetlerin acısını dindiren, özlem gideren ve hüznü hafifleten başka bir makam daha icat ettiler. Diğer yandan hamallar, inşaatçılar, denizciler, kayıkçılar gibi zor işlerde ve zenaatlarda çalışanlar için de nefislerini dinlendirecek, bedenlerindeki ağırlığı hafifletecek ayrı bir makam icat ettiler.
Ayrıca düğünlerde, ziyafetlerde sevinç, lezzet ve mutluluk veren ve günümüzde de bilinen başka makamlar ortaya koydular. Bu sanat aynı zamanda hayvanlar için de kullanılabilir. Mesela deve güdenler develeri sefer esnasında ve gece karanlığında sevk ve idare etmek, hareket halindeyken onları dinç tutmak ve yüklerinin ağırlığını hafifletmek amacıyla müziği kullanmışlardır. Mesela koyun, inek ve at güdenler hayvanları suya götürmek ve su içirmek için ıslık çalmışlardır. Hayvanların özleyip çiftleşme heyecanı duyduğu durumlar ve bol süt sağılması için müzik makamlarını kullanmışlardır. Ceylan, keklik, kedi ve diğer kuş türlerini avlayanlar, gece karanlığında bu hayvanları tuzağa çekerek elleriyle yakalarken makamlar kullanmışlardır. Anneler çocuklarının ağlamalarını susturmak ve uyutabilmek için makamlar kullanmışlardır. Anlattıklarımızdan ortaya çıkmaktadır ki milletlerin her biri müzik sanatını kullanmış ve işitme duyusu olan her canlı müzikten tat almıştır. Diğer sanatların cisimsel maddelerde tesirleri çok olduğu gibi, Müzik sanatının da ruhani nefislerde tesiri çoktur. O zaman şimdi diyoruz ki, Mûsikî ğınadır (nağme), musikişinas mugannidir, müzik aleti çalgıdır, ğına ise ahenkli (uyumlu) melodilerdir. Lahn ardı ardına gelen nağmelerdir. Nağmeler, ölçülü seslerdir. Ses, cisimlerin havada birbirleriyle çarpışması sonucu oluşan vuruşlardır. Nitekim biz bunu Hisseden ve Hissedilen Risalesi (Risâletü’l-hâss ve’l-mahsûs) isimli risâlemizde açıkladık, bu risâlede ise gerekli olanı açıklamaya ihtiyaç duyuyoruz.
Bölüm: İşitme Duyusunun Sesleri Duyma Niteliği
İşitme duyusunun sesleri nasıl duyduğu konusuna gelince, ey kardeşim! Bil ki sesler iki çeşittir: Hayvani sesler, hayvani olmayan sesler. Hayvani olmayan sesler de iki türlüdür: Doğal olanlar, yapay olanlar. Doğal sesler taş, demir, ahşap, şimşek, rüzgar ve ruhu olmayan diğer cansız cisimlerin sesleridir. Yapay sesler ise davul, boru, borazan, teller vb. sesleridir. Hayvani seslere gelince bunlar iki çeşittir: Mantıklı sesler ve mantıksız sesler. Mantıksız sesler, konuşamayan hayvanların sesleridir. Mantıklı sesler ise insanların sesleridir. İnsan sesleri ise anlamlı ve anlamsız diye ikiye ayrılmaktadır. Anlamsız sesler gülme, ağlama ve haykırma sesleridir ve bu seslerde hece yoktur. Anlamlı sesler ise heceleri olan kelimeler ve sözlerdir. Bu seslerin tamamı, atomların {hacim) havada çarpışmasından oluşan vuruşlardır. Bu, havanın letafetinin şiddeti, cevherinin hafifliği ve cisimlerin iç içe olduğu parçalarının hareket sürati dolayısıyladır. Bir cisim diğerine çarptığında, aralarındaki hava çekiliverir. Birbirlerini iterler ve tüm yönlere dalga halinde yayılırlar. Bu hareketinden dairesel bir şekil ortaya çıkar. Camcının şişirdiği cam balonu gibi genişler. Her genişlemesinde hareketi ve dalgası zayıflar, nihayet azalır ve yok olur. Havanın bu dalgalanması, orada bulunan insanlar ve kulağı olan hayvanların beyninin arka kısmında bulunan işitme kanallarına girer ve orada dalgalanmaya devam eder. İşte bu işitme gücü, bu hareket ve değişimden dolayı hissedilir.
Bil ki, bütün seslerin aksine sesin nitelikli bir nağmesi ve ruhani bir şekli vardır. Cevheri yüce ve unsuru latif olan hava, her bir sesi şekli ve sıfatıyla taşımaktadır. Birbirleriyle karışmasın, şekli bozulmasın ve beynin önünde yer alan hayal gücüne varabilsin diye, hava, onları işitme gücü esnasında gidebileceği en uzak yere ulaşana kadar korur. “Ve size kulaklar, gözler ve kalpler verenin takdiridir; ne kadar da az şükrediyorsunuz!" Seslerin mahiyetini, havanın taşıma durumunu ve işitme gücününün nasıl anlaşılacağını anlatmayı bitirdiğimize göre şimdi de cisimlerin birbirleriyle çarpışmasından sesin türlerinin nasıl ortaya çıktığını anlatalım. Diyoruz ki, yumuşak ve nazik bir şekilde çarpışan iki cismin hiçbirinden herhangi bir ses duyulmaz. Çünkü havanın aralarından yavaş yavaş çekilmesiyle herhangi bir ses ortaya çıkmaz. Ses ancak cisimlerin şiddetle ve hızla çarpışması esnasında ortaya çıkar. Çünkü bu durumda hava aniden fırlayıverir. Hareketinden dolayı süratle altı yöne dalgalanır ve sesi oluşturur ve bu ses bir önceki bölümde anlattığımız üzere, işitilir. Büyük cisimler çarpıştığında, daha çok hava dalgalandığı için sesleri de yüksek olur. Cevherleri aynı, ölçüleri aynı, şekilleri aynı olan her iki cisim çarpıştığında sesleri de eşit olur. İkisinden birinin içi boş olması halinde, sesi de yüksek olur. Çünkü içerden ve dışarıdan çok hava çarpışır. Pürüzsüz cisimlerin sesleri de ortak yüzeyler ve hava arası pürüzsüz olduğu için pürüzsüz olur. Sert cisimlerin sesleri de ortak yüzeyler ve hava arası sert olduğu için sert olur. Kap-kacak, maşrapa ve testiler gibi katı ve içi boş olan cisimlere vurulduğunda uzun süreli tınlar; çünkü içlerindeki hava, susana kadar devamlı ve defalarca yankılanır. Eğer bunlardan daha geniş -cisimlerolursa; hava içerde ve dışarıda daha çok çarpışacağı için daha büyük ses çıkar. Uzun borazanların sesi de büyük olur; zira hava uzun mesafeden geçerken daha çok çarpışır ve dalgalanır. Akciğerleri büyük, boğazları uzun, burun delikleri ve avurt içleri geniş olan hayvanların sesleri de gür olur; çünkü daha çok hava çekerler ve bunu daha şiddetli salarlar.
Buraya kadar anlattıklarımızdan, sesin büyüklüğünün ses veren cisimlerin büyüklüğü, çarpma şiddeti ve havanın buradan etrafa dalgalanmasına bağlı olduğu anlaşılmış oldu. O halde diyoruz ki:
Seslerin en büyüğü gök gürültüsüdür. Bunun ortaya çıkış sebebini Meteoroloji Risâlesi’nde (el-Asâru’l-‘ulviyye) anlatmıştık. Fakat burada da gerekli olanı anlatmak zorundayız. Onun oluş sebebi şöyledir: Denizlerden ve karalardan yükselen iki buhar, havada yükselip karışınca, nemli olan buhar duman olan kuru buharı kapsar, şiddetli soğuğun (zemherir) bünyesinde de yaş ve kuru olan buharlar vardır. Nemli buharın içinde kuru buhar sıkışır ve tutuşur; çıkmak ister. Nemli olanı söküp atar ve onu yakar. Ateşin hararetini ihtiva eden nemli şeylerin patlayıverdiği gibi, bu kuru dumanın sıcaklığından dolayı nemli buhar patlayıverir. Bundan dolayı havada bir vuruş sesi oluşur ve tüm yönlere dağılır. Bu kuru dumanın çıkışından dolayı bulutların içerisinde şimşek denilen bir ışık çakar. Bu, yanan bir lambadan söndürüldüğünde çıkan dumanın oluşu gibidir. Sonra söner. Bu nemli buhardan bulutların boşluğunda bir şey erir gider ve bir kokuya dönüşür; bulutların ve sislerin içinde döner durur, çıkmak ister, gaz (yellenme) durumu ve şişkinlik olduğunda nasılki insan karın boşluğundan bir guruldama ve ekolu sesler duyarsa aynen öyle sesler işitilir. Belki de bulutlar aniden bir defada yarılıverir ve bu koku çıkar. Ondan “yıldırım” denilen şiddetli ses ortaya çıkar. Bu, gök gürlemesinin oluş şekli ve sebebidir. Rüzgar sesleri ve bunların oluş sebeplerine gelince gelirsek: Rüzgarlar, havanın doğu, batı, kuzey, güney, üst ve alt taraflarda dalgalanmasından başka bir şey değildir. Hareketi ve sürüklenmesi esnasında dağlara, duvarlara, ağaçlara ve bitkilere çarptığında onlarla iç içe geçer ve bundan eko, tını gibi çeşitli ses türleri ortaya çıkar. Bütün bunlar, çarpılan cisimlerin büyüklüğü, küçüklüğü, şekilleri ve boşluklarıyla ilgilidir ve açıklamalar bu şekilde uzar gider.
Akışı, dalgalanması ve cisimlerle çarpışması durumunda suların seslerine geçelim. Hava, cevherinin letafeti ve unsurunun akışı sebebiyle tamamen iç içe geçmiştir. Bu sesler ve türleri, rüzgarlar konusunda anlattığımız sebepler çerçevesinde oluşur. Akciğeri olan hayvanların sesleri, ses türlerinin farklılığı ve nağmelerinin çeşitleri, boynunun uzunluğu ve kısalığı, boğazlarının genişliği ve hançerelerinin yapısı, havayı güçlü soluması, nefeslerini burun deliklerinden ve ağızlarından kuvvetli vermesine göredir; bu konu uzar gider. Büyük eşek arılan, çekirgeler, cırcır böcekleri vb. akciğerleri olmayan hayvanların sesleri şöyle çıkar: Hava, hızlı ve hafif olan iki kanatlarıyla hareket eder ve bundan ud tellerinin hareketinden -oluşan ses gibiçeşitli sesler ortaya çıkar. Çeşitleri, türlerinin -sesfarklılıkları, kanatlarının inceliği, kalınlığı, uzunluğu, kısalığı ve hareketlerinin hızına göredir. Balık, yengeç, kaplumbağa vb. dilsiz hayvanlara gelelim. Bunlar dilsizdir, akciğerleri ve kanatları da yoktur. Bu seslerin farklılığı, kurulukları ve katılıklarının şiddetine, büyüklük, küçüklük, darlık, genişliklerine, içlerinin boş olması, kubbeli olması, delikli olması gibi şekillerinin cinslerine göredir. Yeri geldiğinde bunu açıklayacağız.
Davullar, borazanlar, büyük davullar, defler, zurnalar, üflemeli çalgılar, udlar vb. ses elde etmek için yapılmış aletlerin sesleri de imalatta kullanılan malzemenin cevheri, şekilleri, büyüklük, küçüklük, uzunluk, kısalık, iç boşluğunun genişliği, deliklerinin darlığı, tellerinin inceliği ve kalınlığı, ayrıca icracısının çalmasına göredir.
Biz bu sanatı bir yönüyle açıklamak zorundayız; çünkü bu risâledeki amaçlarımızdan biri uyumlu melodiler ve ölçülü nağmeler demek olan mûsikînin mahiyetini açıklamaktır. İşte bu ğınadır. Anlattıklarımızdan ortaya çıkmıştır ki, ğına (şarkı/türkü), uyumlu melodilerdir. Melodi ise ölçülü seslerdir. Ölçülü sesler ancak aralarında peşpeşe sükûnlar (duruşlar) olan kesintisiz hareketlerden oluşmaktadır. Öncelikle hareket ve sükûnun ne demek olduğunu anlatalım: Hareket ikinci bir zaman içerisinde bir mekandan diğer mekana gerçekleşen geçiştir. Sükûn ise bunun tam tersidir; yani ikinci zaman içinde birinci mekandaki duruştur (vukuf). Hareket iki çeşittir: Süratli ve yavaş. Süratli hareket mesafeye kısa zamanda ulaşan harekettir. Yavaş ise aynı zaman içerisinde mesafeye daha uzun zamanda ulaşan harekettir. Arasında sükûn zamanı olmayan iki hareket, hareket sayılmaz. Sükûn, hareket edenin içerisinde herhangi başka bir hareket yapamayacağı bir zamanla ilk yerde yaptığı duruştur. İhtiyacımız olan bilgiyi verdiğimize göre şöyle devam edelim: Sesler nitelik olarak sekiz çeşittir. Her iki türün tamlama türünden birer karşılığı vardır; büyük-küçük, süratli-yavaş, tizpest, parlak-sönük olarak. Birbirini tamamlayan büyük-küçük seslere örnek olarak; davul seslerini verebiliriz. Mesela, tören davulları el-mehânîs' davullarına ilave edildiğinde -sesgüçlü (büyük) olur. Bununla birlikte küçük davullar katıldığında -seszayıf (küçük) olur. Mesela, kös sesleri, gökgürültüsü ve yıldırımlara katıldığında -seszayıf (küçük) kalır. Büyük davul olan kösler borazanlar eşliğinde Horasan geçitlerinde vurulduğunda sesi fersah fersah ötelerden duyulur. Seslerin büyüklüğü ve küçüklüğü birbirlerine ilave edilmeye göre değişmektedir. Seslerin süratli ve yavaş olması ise, vuruşlar arasındaki sükûn zamanlarının birbirine göre kısa olmasındandır. Mesela çamaşırcıların tokaç sesleri ve demircilerin vuruş sesleri, pirinççilerin ve kireççilerin dövme seslerine göre daha süratlidir; bu sesler ilkine göre daha yavaş, kayıkçıların kürek seslerine göre daha süratlidir. Bu çerçevede seslerin yavaş veya süratli olması da birbirine göre değişmektedir. Tizlik ve pestliğe (kalınlık) gelince bu ise mesela -uddakizîr (4. en tiz tel) teli mesnâya (3. Tel) göre, mesnâ mislese (2. Tel) göre, misles teli ise bam (1. Tel) teline göre daha tizdir. Tam aksine bam mislese, misles mesnâya, mesnâ zir teline göre daha pest (kalın) olur. Aynı şekilde her bir telin boş (açık) hali, perde bağına göre daha kalındır. Yani seslerin kalınlığı veya tizliği de birbirine göre değişmektedir. Seslerin sönük veya parlak olması konusunu daha önce anlatmıştık. Sesler sayı (kemmiyyef)
4. Mehânîs, kadınlara özenen erkekler için kullanılan bir sıfattır. Metnin akışından bunların oluşturduğu bir grup ve eğlenirken çaldıkları davul anlaşılmaktadır.
olarak muttasıl (bileşik) ve munfasıl (ayrık) olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Muttasıl, vuruş hareketleri arasında hissedilir bir zamanın olduğu seslerdir; tel vuruşları ve zahme (kudüm çalınan sopalar) ikaları (ritm kalıpları) gibi. Üflemeli sazlar, neyler, debdebler, su dolapları ve tekerlekli dolap vb. sesler muttasıl seslerdir. Muttasıl sesler ikiye ayrılır: Tiz ve pest. Üflemeli sazlar ve neylerin iç boşluk ve delikleri daha geniş olanlarının sesleri daha pest olurken, daha dar olanların sesleri daha tiz olmaktadır. Diğer açıdan delikleri ile üfleme yeri daha yakın olanlarının sesi daha tiz, uzak olanlarının sesi daha pest olur.
Bölüm: Seslerin Uyumu ve Uyumsuzluğu
Ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendisinden bir ruhla desteklesin! Bil ki, kalınlık, uzunluk, gerginlik bakımından eşit olan tellere tek bir vuruş yapıldığında eşit (aynı) olurlar. Tellerin uzunluğu eşit olup kalınlık farklı olduğunda kalın sesler daha kalın, tiz sesler daha tiz olur. Uzunluk ve kalınlıkta eşit; gerginlikte farklılık olursa, gergin sesler tiz olur, gevşek sesler kalın olur. Uzunluk, kalınlık ve gerginlikte eşit olur da vuruş farklı olursa bu en şiddetli vuruş ve en yüksek ses olur.
Bil ki, tiz ve pest sesler birbirinin zıddıdır. Bununla birlikte uyumlu bir oran üzere bir araya getirilir (telif), imtizâc eder ve birlik sağlarlarsa ölçülü bir melodi olur ve kulaklara hoş gelir, ruhlar ferahlar ve nefisler mutlu olur. Şayet belirli bir oran üzere olmazsa uyumsuz olur ve farklılık arz eder. Birlik sağlanamaz, kulaklar bundan haz alamaz; bilakis nefisler bundan nefret eder ve tiksinir. Ruhlar bunu kabul etmez. Tiz sesler ise sıcaktır ve kalın sıvı cevherli mizacı ısıtır ve sakinleştirir. Kalın sesler ise soğuktur ve kuru-sıcak sıvı cevherli mizacı nemlendirir. Kalın ve tiz arası mutedil sesler ise, mutedil olan sıvı cevherli mizacı -itidâl üzere olsun diyekendi hali üzere muhafaza eder. Uyumsuz olan şiddetli sesler, aniden ve bir defada kulaklara ulaşırsa, mizaç bozulur ve itidâlden uzaklaşır; hatta ani ölüme sebep olabilir. Bu meyanda Yunanların kullandığı el yapımı bir alet vardı ve onlar savaşlarda düşmanları korkutmak amacıyla bunu kullanırlardı. Bu aleti üfleyenler, bu ses esnasında kulaklarını tıkarlardı. Mutedil, uyumlu ve güzel sesler ise, vücuttaki sıvı cevherleri güçlendirir, tabiatları ferahlatır, ruhlar bundan lezzet alır ve nefisler bununla mutlu olurlar.
Bölüm: Mizaçların Seslerden Etkilenmesi
Ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bil ki, bedenlerin mizaçları çeşitli olduğu gibi hayvan tabiatlarının da birçok çeşidi vardır. Her mizacın, her tabiatın uyumlu olduğu ve sayısını ancak Allah’ın bildiği birçok melodi ve makam vardır. Anlattığımız ve tanımladığımız şeylerin doğruluğuna ve gerçekliğine delil şudur: Şöyle bir düşünürsen, birçok milletin lezzet aldığı ve hoşlandığı melodilerden, başka milletlerin hoşlanmadığını ve hiçbir tat almadığını görürsün. Buna Deylemliler, Türkler, Araplar, Ermeniler, Zenciler, İranlılar, Rumlar vb. dilleri, tabiatları, ahlâk ve adetleri farklı milletleri örnek olarak verebiliriz. Aynı şekilde tek bir milletin içindeki kavimler arasında birinin hoşlandığı melodilerden diğerlerinin hoşlanmadığına, bu melodilerden haz almadıklarına şahit olursun. Hatta bir insanın dahi bazı zamanlar hoşlandığı melodiden farklı bir zamanda hoşlanmadığını ve mutsuz olduğunu görürsün. Yine aynı şekilde bu durumun onların yiyecekleri, içecekleri, kokuları, giyecekleri ve sair tat, ziynet ve estetikle ilgili konularda da aynı şekilde farklı olduğunu tespit edersin. İşte bütün bunların sebebi sıvı cevherlerin, tabiatların, bedenlerin, zaman ve mekanların değişik ve farklı olmasıdır. Biz bunun bir kısmını Ahlâk Risâlemiz’de (Risâletul-ahlâk) anlatmıştık.
Bölüm: Makamların Esasları Ve Kuralları
Ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bil ki, her bir milletin biri diğerine benzemeyen müzik makamları, sesleri ve melodileri vardır. Bunların sayıları, ancak bu milletleri yaratan ve onları farklı renkler, diller ve ahlâklar üzere şekillendiren Allah-u Tealamn bilebileceği kadar çoktur. Fakat biz burada sadece müziğin teorisini ve vesair şeyleri oluşturan makamların esaslarını anlatmak istiyoruz. Müzik, makamlardan, makam ise melodilerden, melodiler ise vuruşlar ve îkâlardan oluşmaktadır. Ki -îkâlarınasılları, hareke ve sükûndur. Nitekim şiirler mısralardan, mısralar te/î/e’lerden, tefileler sebeb, vetid ve fâsılalardan oluşmaktadır ki bütün bunların asılları harekeli ve sâkin harflerdir. Biz bunları Kitâbü’l-arûzda anlattık. Aynı şekilde sözler kelimelerden, kelimeler isim, fiil ve edatlardan oluşmaktadır; tamamı ise harekeli ve sâkin harflerden meydana gelmektedir. Ki biz bunu Kitâbul-mantık’da anlattık. Bu ilmi incelemek isteyen birisinin öncelikle nahv ve aruz ilimlerini bilmesi gerekir hatta olmazsa olmazdır. Mantık Risâlesi’nde (Risâletul-mantık) ilk başlayanlar ve öğrenciler için gereken şeyleri anlattık. Müzik kuralları, şiirin ölçüsü ve kanunları demek olan arûz esaslarına çok benzediği için şimdi arûzun esaslarını anlatacağız:
Arûz, şiirin ölçüsüdür. Bununla müstevâ (uyum, düzen) ve münzahif (zihafedilmiş; zihaf, hafif ve sakilin İkincisine katılan değişikliktir) bilinir. Arap şiirlerinde bunlar şu sekiz vezinden (tef’ile) ibarettir: Feûlün, mefâ‘îlü, mütefailün, müstefilün,fâ‘lâtün,fâ‘ilün, mefulâtün, müfâaletün. Bunlar üç prensipten üremektedir: Sebeb, vetid ve fâsıla. Sebeb, iki harften oluşur: Biri harekeli, diğeri sâkin veya harekeli; “hel, lem” vb. gibi. Vetid, üç harften ibarettir: İkisi harekeli, biri sâkin; “neam, belâ, ecel” vb. gibi. Fâsıla ise dört harften müteşekkildir: Üçü harekeli, biri sâkin; “ğalebet, fealet” vb. gibi. Bu üç tanenin aslı sâkin bir harf ve harekeli bir harftir. İşte bunlar arûzun kuralları ve prensipleridir.
Mûsikî ve makamların kuralları ise üç tanedir: Sebeb, veted ve fâsıla. Sebeb, kendisini bir sükûn -zamanınıntakibettiği hareketli bir vuruştur. Örnek: “tün tün tün tün” ve daima tekrar eder. Veted ise, kendisini bir sükûn -zamanınıntakibettiği hareketli iki vuruştur. Örnek: “tünün tünün tinün tinün” ve daima tekrar eder. Fâsıla ise, kendisini bir sükûn -zamanınıntakibettiği üç hareketli vuruştur. Örnek: “tennün tennün tennün tennün”. Bu üç kural, melodilerin bir araya getirildiği her türlü konuda ve tüm makam dillerinin terkip edildiği konularda kanun ve esastır. Mûsikî, bütün dillerde bunlarla oluşturulur. Bu üç esastan ikili bileşimler üretildiğinde, dokuz tane ikili melodi elde ederiz: Bir vuruş ve iki vuruş, “tün tünün” gibi ve daima tekrar eder. İki vuruş ve bir vuruş, “tünün tün” gibi ve daima tekrar eder. Bir vuruş ve üç vuruş, “tün tününün” gibi ve daima tekrar eder. İki vuruş ve iki vuruş, “tünün tünün” gibi ve daima tekrar eder. Üç vuruş ve üç vuruş, “tünnün tünün” gibi ve daima tekrar eder. Üç vuruş ve iki vuruş, “teninün tinün” gibi ve daima tekrar eder. Üç vuruş ve bir vuruş, “teninün tün” gibi ve daima tekrar eder. Bir vuruş ve bir vuruş ölçüsünde sükûn, işte bu esastır ve amûd (sütun, direk/dikey çizgi) olarak isimlendirilir, “tün tün tün tün” gibi ve daima tekrar eder. Bütün bunlar ikişerli melodilerdir.
Üçlüler ise on tanedir: Bir vuruş ve iki vuruş, üç vuruş, iki vuruş ve bir vuruş ve üç vuruş, bir vuruş ve üç vuruş ve iki vuruş, üç vuruş ve bir vuruş ve iki vuruş, iki vuruş ve üç vuruş ve bir vuruş, üç vuruş ve iki vuruş ve bir vuruş, bir vuruş ve üç vuruş ve bir vuruş, iki vuruş ve üç vuruş ve iki vuruş, üç vuruş ve bir vuruş ve üç vuruş, üç vuruş ve iki vuruş ve üç vuruş. Bütün bunlar vuruşlardan terkib edilen ika türleridir: Üç tanesi tek (müfred), dokuz tanesi ikili, on tanesi de üçlü olmak üzere toplam yirmi iki tanedir.
Bunlardan Arab mûsikîsinde sekiz tür kullanılır: es-sakîlü’l-evvel, el-hafîfü’l-evvel, essakîlü’s-sânî, elhafifus-sânî, er-remel, hafifü’r-remel, hezec, hafiful-hezec. Bu sekiz cins (tür, aralık, kalıp, çeşni) esastır ve diğer melodi türleri bunlardan türer ve bunlara nisbet edilir. Aynı şekilde aruz devirlerinde de sekiz tefıle vardır ve diğerleri bunlara nisbet edilir. Anlattıklarımızdan ortaya çıkan netice şudur: Tüm matematik (riyazi) sanatlar sekiz esasa dayalıdır ve diğerleri de bunlardan oluşturulur. Bu dört tanenin aslı birdir. Nitekim biz Aritmetik Risâlesi’nde (Risâletü’l-arismatîkî) sayıların ikiden önce bir’den terkib edildiğini anlatmıştık. Aynı şekilde Geometri Risâlesi’nde (Risâletü’l-hendese) noktanın aynen sayılar sanatındaki bire benzer olarak asıl olduğunu anlattığımız gibi. Astronomi Risâlesi’nde (Risâletü’lusturnûmyâ) de güneşin ve hallerinin gezegenler arasında bir gibi olduğunu anlatmıştık. Sayısal Oranlar Risâlesi’nde (Risâletü’n-nisebi’l-adediyye) de eşitlik oranının, oranlar arasında bir gibi olduğunu anlatmıştık. Bu risâlede hareketin bir, sebebin iki, vetedin üç, fasılanın dört olduğunu ifade ettik; diğer makam ve müzikler bunlardan terkib edilir. Nitekim bir, iki, üç, dört gibi sayılar birler, onlar, yüzler ve binlerden terkib edilir. Mantık Risâlesi’nde (Risâletü’l-mantık) cevherin bir olduğunu anlattık; diğer dokuz söz birlerin dokuzu gibidir: dört tanesi kalanların önüne geçmiştir, bunlar cevher, kemiyet, keyfiyet ve izâfettir; diğerleri bunlardan türemektedir. Madde Risâlesi’nde (Risâletü’l-heyûlâ) cismin cevher, uzunluk, derinlik ve genişlik demek olduğunu anlattık; diğerleri mutlak cisimden mürekkeptir. İlkeler Risâlesi’nde (Risâletü’l-mebâdî) Allah’ın tüm mevcudâtı bir’den takdir ettiğini anlattık. Akıl, ikilidir; nefs, üçlüdür, heyûlâ, dörtlüdür. Diğer tabiatlar (ahlâk), küllî nefsin yaratıcı suretinden ve heyûlâdan mürekkeptir. Küllî nefis ise küllî akıldan, akıl ise Bârî’nin emriyle yaratılmıştır; onu Allah yaratmış ve tüm eşyayı potansiyel (bi’l-kuvve) ve pratik (bi’l-fiil) olarak onun içinde şekillendirmiştir. Bizim bu risâledeki amacımız, tüm sanatçılara sanatlarındaki Bârînin birliğini daha açık delillerle daha iyi anlayabilmelerini sağlamaktır. Böylelikle tüm mevcudâtm Allah’ın izni, yardımı, hikmeti ve sanatındaki inceliğiyle oluşumunu anlattık. Âlemlerin Rabbi olan Allah, en güzel yaratıcı, en merhametli ve en cömertidir.
Şimdi konumuza dönelim: Tel ve zahmenin her iki vuruşunun arasında uzun veya kısa bir sükûn zamanı olması gerekir. Bu vuruşların devamı durumunda sükun zamanları da devam eder. Sükun zamanının kendi cinsinden olduğu konusunda ittifak eden sanatçılara göre, sükun zamanları bu hareketlerin zamanıyla eşittir, daha kısa veya daha uzun değildir. Sükun zamanları hareket zamanlarına eşit olduğuna göre, bu zamanların arasına başka bir zaman diliminin girmesi mümkün değildir. Bu durumda ilk melodiler, “birinci direk” (el-amûdü’l-evvel) diye isimlendirilir ki bu da daha küçüğü olmayan “el-hafif’tir. Çünkü o, kendinden önceki ve sonraki vuruşun arasında -bir başka zamanın giremeyeceğizamanda oluşmaktadır ve tamamı bileşik bir sestir. Sükun zamanlarının uzunluğu arada başka bir zaman girecek kadar olduğunda, bunlar “ikinci direk” (el-amûdü’s-sânî) ve “ikinci hafif” (elhafifü’s-sânî) olarak isimlendirilir. Bu sükun zamanları, bundan araya iki hareket girecek kadar daha uzun olduğunda bu melodiler “birinci sakil” (es-sakîlü’l-evvel) olarak isimlendirilir. Bu sükun zamanları, bundan araya üç hareketten daha uzun bir zaman girecek kadar uzun olduğunda bu melodiler “ikinci sakil” (es-sakilus-sânî) olarak isimlendirilir. Anlattıklarımız ve açıkladıklarımız, kıyas ve kanun çerçevesinde elde edilen şeylerdir. Zamanımızın hanende ve sazendelerinin uyguladığı hafif ve sakiller ise farklıdır ve bunu daha sonra anlatacağız.
Ey kardeşim! Bil ki, vuruşlar ve ikalar arasındaki sükun zamanları bu miktardan daha uzun olduğu zaman prensip, kanun ve kıyasın dışına çıkmış olur. Yani işitme zevkinin gücüyle ayırt edilememiş ve netlik kazanamamış olur. Bundaki sebep şudur: Havadaki sesler, uzun süre kulaklarda tınlamaz, gittikçe azalır ve kaybolur; bunu daha önce anlatmıştık. Aynı şekilde seslerin tınlaması (tınısı), havada devamlı kalıcı değildir, ancak kulaklarda hayali şekliyle kalır. Bir müddet sonra azalır ve yok olur. Dolayısıyla, daha önceden anlattığımız üzere, vuruşlar ve ikalar arasındaki sükun zamanları arttığında ikinci ses gelmeden birinci ses ve tınısı kulaklarda azalır. Düşünme gücü, ikisi arasındaki süreyi ölçemez, bunları ayırt edip aralarındaki uyumu bilemez. Çünkü kulaklardaki güzel tad, iki melodi arasındaki zamanların niceliğini, sükun ve hareket zamanları arasındaki uyum ve ölçüleri bilmektir. Diğer hissedilenler ve sesi hisseden ve bilen kuvvelerin hükmü de bu örnek çerçevesinde cereyan eder. Aynı şekilde göz (görme gücü) de, mekânları birbirine yakın olmadıkça görülen şeyler arasındaki uzaklıkları bilemez. Zaman uzaklığı gibi mekanlar da uzaklaştıkça, arşın, eşil, bab, kol ve parmaklar gibi geometrik aletlerle ölçüm yapamadıktan sonra göz, mesafeyi ölçemez. Biz bunu Geometri Risâlesi’nde (Risâletü’l-hendese) anlatmıştık. Aynı şekilde işitme gücü (kulak), hareket zamanları arasındaki sürenin, sükun zamanları süresince uzaklaşması durumunda tarcehârât, şeyâhîn ve usturlâb* vb. gibi rasat aletleri olmaksızın bunu ölçemez. Yakınlaştığında ise kulak bunu daha iyi işitir ve zevk bunu daha iyi idrak eder. Aruzda da durum aynıdır. Vuruşlar (hareketler) arasındaki sükun zamanlarının sebebine dair anlattıklarımızdan ortaya çıkan sonuç şudur: Hareket zamanları arasındaki sükunlar zikredilen ölçüden fazla olduğu zaman (musikiyle ilgili) prensip ve kanunun dışına çıkılmış olur. Diğer bir sebep de şudur: Bir melodi (nağme) kulağa ulaştığında onun oradaki sesi, ancak kendi cinsinden olan melodilerin üç vuruş zamanı ölçüsünden sonra azalmaya başlar. Her iki vuruş arasında her birinin sükun zamanı vardır. Tamamı sadece sekiz zamandır. Şu şekilde: “ah ah ah ah”; “a” sakin alâmeti, “h” ise hareke alâmetidir. Hareke ve sükun zamanları ve bunlar arasındaki uyum ve uzaklığı bitirdiğimize göre şimdi de sesli âletlerin durumundan, nasıl yapıldıklarından ve tamirlerinden (ıslâh) ve bunların tam ve mükemmel olanlarından biraz bahsetmek istiyoruz.
Bölüm: Sazlar ve Bunların Düzene Konulması (Islâh)
Ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Bil ki, filozoflar (hikmet sahibi bilginler/hakîm, erbâb), müzikal melodilerin ve mûsikî makamların icrası için şekilleri sanat eseri olan birçok müzik enstrümanı ve aleti yapmışlardır. Davullar, defler, neyler, sanclar, mizmarlar, zurnalar, düdükler, silbâb, şevâşil, udlar, tanburlar, çeng, rebab, mi'zefler, orglar, armonikalar vb. Fakat filozofların (hakim) icat ettiği bu sazların en mükemmeli ve en güzeli ud diye isimlendirilen sazdır. Şimdi bu sazın yapımı, düzene konulması, kullanımı, tellerinin melodileri arasındaki oranın niceliği (sayısı), uzunluğu, genişliği, kalınlığı, inceliği, vuruşları konusunu, matematiksel sanatların âdabını araştıranlara ve felsefi ilimleri öğrenenlere bir uyarı olsun diye mukaddime kâbilinden biraz anlatmaya ihtiyaç duyuyoruz. Tamamı Sâni-i olan Allah’a işaret eden bu sanatların hikmet ve inceliklerini felsefe öğrenenlere ve matematiksel sanatları araştıranlara açıklıyoruz. Bârî, sanatkârları yarattı ve onlara ilk sanatları, hikmetleri, bilgileri ve ilimleri ilham etti. Allah hâkimlerin en erbâbı ve her şeyi en güzel surette yaratandır.
Fakat önce bu sanatın ustalarının ne dediğinden başlayalım. Denilmiştir ki, bütün sanatlarda ehlinden yardım isteyiniz. Biz de deriz ki, bu sanatın ustaları şöyle dediler: Ud diye isimlendirilen bu âletin yapılması için uzunluğu, genişliği ve derinliği uygun oranda bir ahşap edinilmesi gerekir. Uzunluğunun genişliğine göre 1+1/2 oranında, derinliğinin yüzeyinin yarısı ölçüsünde, udun boynunun uzunluğunun çeyreği oranında, yapraklarının (sırt) hafif ağaçtan donanmış ve incecik, kapağının vurulduğunda tınlayan hafif sertlikte bir ağaçtan ve ince olması gerekir. Kalınlığı birbirine göre değişen ama en iyi oran üzere dört tane olması gerekir. Bam teli mislesten bir kat kalın ve 1+1/3 oranında, misles teli mesnadan bir kat kalın ve 1+1/3 oranında, mesna teli zir telinden bir kat kalın ve 1+1/3 oranında olması gerekir. Bam teli 64 ipek tel, misles 48 ipek tel, mesna teli 36 ipek tel, zir 17 ipek telden sarılması gerekir. Sonra bu teller sazın yüzeyine gerilir ve köprüye bağlanır. Başları ise burguluktaki burgulara bağlanır. Bu durumda boyları eşit olmaktadır. İncelik ve kalınlıklarının “sed, mah, lev, kez” üzere farklı olması gerekmektedir. Bir telin uzunluğu eşit dört parçaya bölünür ve klavye tarafındaki üçüncü çeyreğe serçe parmak perde bağı bağlanır. Sonra telin başından itibaren uzunluğu eşit bir şekilde dokuza bölünür ve udun klavye tarafındaki dokuzuncusuna işaret parmağı perde bağı bağlanır. Telin işaret parmağı baskısından köprüye kadar olan uzunluğu dokuz eşit parçaya bölünür ve yüzük parmağı perde bağı dokuzuncuya bağlanır. Bu işaret parmağı baskısından sonra gelen serçe parmak baskısının hemen üstüdür. Sonra serçe parmak baskısında köprüye kadar olan uzunluk sekiz eşit parçaya bölünür ve buna orta parmak perdesi bağlanır. Bunun ve yüzük parmağı baskısının arasında bir nokta kadar yer vardır. Ki bu serçe parmak ve köprü mesafesinin 1/8’i oranındadır. Bu durumda orta parmak sesinin serçe parmak sesine oranı onun bir katı kadardır. Geriye telin üst kısmı kalır. Buna göre orta parmak perdesinin bağlandığı yer, işaret ve yüzük parmağı arasında kalmaktadır. Udun ayarlanması (ıslâh), tellerinin oranı ve perde bağlarının yerleri işte budur.
Seslerin ayarlanması ve bunlar arasındaki oranların nasıl ayarlanacağına gelince: Önce zir teli uzatılır, kesintiye uğramayacak ve kopmayacak şekilde bağlanır ve gerdirilir. Sonra mesna tek zir telinin yukarısına uzatılır, bağlanır ve gerdirilir. Sonra serçe parmak zir telinin boş vurulduğu sese ulaşana kadar bağlanır. İki eşit ses duyulduğunda eşitlenmiş -yani akort edilmişolurlar. Aksi halde, eşit oluncaya (aynı sesi verinceye) kadar mesna teli gerilir veya gevşetilir. Sonra misles uzatılır, gerdirilir ve serçe parmak ile bağlanır, iki eşit ses duyulana kadar mesna teli boş vurulur. Aksi halde sesler eşitleninceye ve iki sesin nağmesi tek bir nağme imiş gibi duyuluncaya kadar gerdirme ve gevşetme işlemi artırılır (ikisinin sesi bir olana kadar akort edilir). Sonra misles teli uzatılır, gerilir, serçe parmakla bağlanır, iki sesin nağmesi tek bir nağme imiş gibi duyuluncaya kadar mesna teli boş vurulur. Sonra bam teli uzatılır, gerdirilir ve serçe parmağıyla bağlanır ve misles teli boş vurulur. İki sesin nağmesi tek bir nağme imiş gibi duyuluncaya kadar (ikisinin sesi bir olana kadar) eşitlenir -yani akort edilir-. Teller bu şekil üzere akort edildiğinde; her bir telin boş vurulduğu halinin kalınlık ve incelikte serçe parmak baskılarına oranla -birbirlerinin1+1/3 oranında olduğu görülür. Ayrıca her bir telin boş halinin altındaki telin serçe parmak baskısıyla elde edilen sesle eşit olduğu görülür. Aynı zamanda her bir telin işaret parmağı baskısıyla elde edilen sesinin bir altındaki telin boş haliyle eşit olduğu görülür. Ayrıca her bir telin boş halinin altındaki telin işaret parmağı baskısı olan üçüncünün katı olduğu tespit edilir. Aynı zamanda her bir telin işaret parmağı baskısının yüzük parmağı baskısıyla 1+1/8 oranında olduğu görülür. Aynı şekilde her bir telin orta parmak baskısının serçe parmak baskısıyla 1+1/8 oranında olduğu görülür. Özetle tüm tellere ve perde bağlarına ait nağmelerinin birbirleriyle (düzgün) oranları vardır. Ancak bu oranların bir kısmı üstün (çok uygun) iken bazıları böyle değildir. Üstün oranlar içerisinde iki sesin eşit olanı, kalın sesin tiz sesin aynısı olanı, 1+1/3 veya 1+1/4 veya 1+1/8 oranında olanı vardır. Bu teller bu oranlar üzere akortlanır ve peşpeşe uyumlu hareketler başladığında, ortaya birbirleriyle uyumlu -ahenklisesler çıkmaya başlar; ince sesler hafif, kalın sesler sakil olur. Daha önce anlatılan kompozisyonlar çalınmaya başladığında, yani kaim sesler için sakiller, ince sesler için hafifler kullanıldığında bu aynı bedenlerle ruhların bütünleşmesi gibi olur. Aralarında birlik olur, uyum sağlarlar ve böylelikle makam ve müzik olarak duyulurlar. Bu konumda bu tellerin vuruşları kalemler gibidir; ince sesle harfler gibidir; makamlar da kelimeler gibidir; mûsikî ise sözler -cümlelergibidir; -sesleritaşıyan hava kırtasiye (kağıtlar) gibidir; bu sesler ve makamların içerdiği manalar ise bedenlerdeki ruhlar gibidir. Bu sesler ve makamların içerdiği manalar kulaklara ulaştığında tabiatlar bunlardan tat alır, ruhlar bunlarla ferahlar, nefisler bunlarla mutlu olur. Zira bunların arasındaki hareke ve sükunlar, bu esnada zamanlar için birer ölçüt, onlar için birer ölçek, felekî şahısların hareketleri için de bir anlatım olur. Nitekim yıldız ve gezegenlerin hareketleri, bileşik ve ahenklidir; aynı zamanda asırlar için birer ölçü ve ölçüttür. Zaman, bunlarla eşit ve mutedil bir şekilde ölçüldüğünde, bunların sesleri gezegen ve yıldızların hareketlerinden -ortaya çıkanseslere benzerler ve uyumlu olurlar. Bu esnada kevn ve fesâd âlemindeki cüz’î nefisler, gezegenler âleminin sevincini ve orada bulunanların lezzetlerini tadarlar. Şu ortadadırki bunlarduygular-, en güzel haller, en nefis tadlar ve daimi bir sevinçtir. Zira bu sesler tertemizdir, bu makamlar daha hoştur, bu cisimler daha güzel terkib edilmiştir, daha uyumludur, cevheri daha saftır. Hareketlerinin düzeni daha güzeldir. Uyum kompozisyonları daha iyidir. Kevn ve fesâd âlemindeki cüz’i nefis, felekler âleminin hallerinin bilgisine sahip olduğunda, anlattıklarımızın hakikatine vakıf olduğunda, buralara yücelmeye ve geçmiş zamanlarda geçmiş milletlerden kurtulmuş nefislerden kendi türlerinin çocuklarına katılmaya özlem duyar. Şayet birisi, “gezegen, beşinci tabiattır; cisimlerinin nağmeleri ve sesleri olması doğru değildir” derse, bilsin ki, gezegenin beşinci tabiat olması, tüm sıfatlarda cisimlerine muhalif olmasını gerektirmez. Zira onlardan ateş gibi aydınlatıcı olanlar vardır, onlar yıldızdır; billur gibi şeffaftır, onlar gezegendir; ayna yüzeyi gibi pürüzsüzdür, o aym hacmindedir; hava gibi aydınlık ve karanlık olur, o ayın gezegeni ve utaridin gezegenidir. Yeryüzü karanlığının konisi utaride kadar ulaşır. Tamamı, tabii cisimlerin ve onlara eşlik eden felekî cisimlerin sıfatlarıdır. Bütün bunlardan ortaya çıkan netice şudur: Felek, beşinci tabiat olmakla birlikte, tüm sıfatlarda tabii cisimlere muhalif değil bilakis bazılarında muhaliftir. Ne sıcak ne soğuk ne nemlidir, bilakis kuru, yakuttan daha sert, havadan daha saf, billurdan daha şeffaf, ayna yüzeyinden daha pürüzsüz, birbiriyle teması vardır; birbirine çarpar ve sürtünür; demir ve örs gibi zannedersin. Nağmeleri, kompozal ve uyumludur. Melodileri vezinlidir. Bunun örneğini ud tellerinin nağmelerinde ve ilişkilerinde açıkladık.
Bölüm: Gezegenlerin Hareketlerinin Ud Nağmeleri Gibi Nağmeleri
Ey kardeşim! Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin! Şunu bil ki, şayet felekî şahsiyetlerin hareketlerinin sesleri ve nağmeleri olmasaydı, feleklerde yaşayanlar için mevcut işitme gücünün de bir faydası olmazdı. Onların işitme duyusu olmasa onlar, sağır, dilsiz ve kör olurlardı. Bu, cansız ve varlıkları eksik olanların (cemâdât) durumudur. Felsefi mantık metoduyla bürhanını sağlam bir şekilde ortaya koymuş ve delil de göstermiştir ki, semâvât ehli ve felek sâkinleri, Allah’ın melekleri ve hâlis kullarıdır. Onlar işitirler, görürler, aklederler, bilirler, okurlar ve gece-gündüz hiç durmaksızın teşbih ederler. Onların tesbîhâtı, Dâvûd’un mabedde okuduğu Zebur’dan daha tatlı melodiler ve yüce meclislerde -çalmankaliteli udların tellerinden çıkan nağmelerden daha lezzetli nağmelerdir. Birisi, “Bu durumda onların koklama, tat alma ve dokunma duyuları da olması gerekir.” derse, bilsin ki, koklama, tat alma ve dokunma duyuları yiyen ve içen canlılara bahşedilmiştir ki, bu duyular sayesinde faydalıyı zararlıdan ayırabilsinler ve helak edici aşırı soğuk ve sıcaktan bedenlerini koruyabilsinler. Semâvât ehli ve felek sâkinleri ise bu şeylerden el çekmişlerdir. Onların yemeye ve içmeye ihtiyaçları yoktur, bilakis onların gıdaları teşbihtir, içecekleri ise tehlîldir, onların meyveleri düşünce, tefekkür, ilim, şuur, marifet, hissiyat, lezzet, mutluluk, sevinç ve rahattır. Açıkladıklarımızdan ortaya çıkmıştır ki; felek ve yıldız hareketlerinin güzel nağmeleri ve ehline huzur veren hoş melodileri vardır. Bu nağmeler ve melodiler oradaki basit nefislere ruhlar âleminin sevincini hatırlatır. Bu ruhlar âlemi, feleklerin de üstünde olan ve cevher yönünden felekler âleminin cevherlerinden daha yüce cevherlere sahip olan bir âlemdir. İşte bu âlem, nefisler âlemidir ve Yüce Allah’ın Kuranda bildirdiği üzere, tüm nimetleri cennet katmanlarında huzur ve güzel koku olan hayat evidir. Söylediklerimizin doğruluğuna delil ve anlattıklarımızın gerçekliğine bürhan şudur: Bir müzisyenin nağmeleri, oluş ve bozuluş âlemindeki cüz’i nefislere felekler âleminin sevincini hatırlatır. Aynı şekilde felek ve yıldız hareketlerinden sadır olan nağmeler de oradaki nefislere ruhlar âleminin sevincini hatırlatır. Bilge kişiler nezdinde kararlaştırılmış önermelerden ulaşılan netice de bu şekildedir. Nitekim bu konudaki bir mukaddime şöyledir: İkincil varlıkların halleri, birincil varlıkların hallerinin taklidinden ibarettir. (Zira birincil varlıklar, ikincil varlıkların illetini teşkil ederler.) Diğer bir önerme de şu şekildedir: Feleki şahsiyetler, kevn ve fesad âlemindeki şahıslar için ilk illetlerdir, hareketleri de bu hareketler için birer sebeptir. Kevn ve fesad âlemindekilerin hareketleri aslında feleki şahsiyetlerin taklidinden ibarettir. Bunun neticesi olarak nağmeleri de onların nağmelerinin taklididir. Bunu örnekleyelim: Mesela, çocuklar oyun oynarlarken anne ve babalarını taklit ederler. Öğrenciler ve çıraklar fiil ve sanatlarında hocalarının ve ustalarının fiil ve davranışlarını taklit ederler. Pek çok akıl sahibi bilir ki, feleki şahıslar ve bunların düzenli hareketleri, ay altı canlılarından daha önce var olmuşlardır (kategorik açıdan daha öncelikli varlıklardır); dolayısıyla feleki olanların hareketleri, diğerlerinin hareketleri için sebeptir (illet). Nefisler âlemi, kategorik açıdan cisimler âleminden önce yaratılmıştır; biz daha önce Madde ve Akli İlkeler Risalelerinde (Risâletü’l-heyûlâ ve’l-mebâdiu’lakliyye) bunu anlatmıştık.
Kevn âleminde düzenli hareketlerin ve -bu hareketlerden neşet edenuyumlu seslerin varlığı göstermektedir ki, felekler âleminde bu kesintisiz-düzenli hareketlerin nağmeleri vardır. Bunlar, birbirleriyle son derece uyumlu, nefisleri ferahlatan ve daha üst seviyelere yükselmeye teşvik eden nağmelerdir. Nitekim çocukların tabiatında anne-babalarının, öğrencilerin de hocalarının, halkın sultanların, akıl sahiplerinin ise meleklerin hallerine iştiyakları (özlem) ve onlara benzeme istekleri vardır. Zaten daha önce felsefe konusunda “İlâha benzemeye çalışmanın” insan kapasitesi dâhilinde olduğu anlatılmıştı. Denilir ki Hakim Pisagor, kendi cevherinin safiyeti ve kalbinin zekasıyla -kalp gözünün açıklığıylayıldız ve gezegen hareketlerinin nağmelerini işitti. Fıtratının kalitesiyle de (üstün yaratılışı) müzik teorisini ve makamların seslerini icat etti. O, bu ilim konusunda ilk söz söyleyen ve bilge kişiler arasında bu sırdan bahseden ilk kimsedir. Ondan sonra bu konuda Nikhomakhos, Batlamyus ve Öklid konuşmuştur. Nitekim aynı amaçla hikmet sahipleri, müzikal makamları ve melodileri tapmaklarda, mabedlerde ve kurban merasimlerinde kullanmışlardır. Özellikle aynı amaçla, katı kalpleri yumuşatacak şekilde hüzünlü melodileri kullanmışlardır; böylelikle gaflet içinde olan nefislere ve umarsız ruhlara aslında ait oldukları ruhani âlemin sevincini, nurani âlemin mekânını ve asıl varoluş yurtlarını hatırlatmışlardır. Onlar bu tellerden çıkan vuruşlarla birlikte bu manayı te’lîf eden ölçülü beyitle ve kelimeler kullanarak burada ruhlar âleminin nimetleri, orada bulunanların sevinçleri ve lezzetlerini anlatmak istemişlerdir. Nitekim sefere çıkan Müslüman gaziler bu meyanda indirilen Kuran ayetlerini kalpleri hassaslaştırması -inceltmesi-, nefislerini ruhlar âlemine ve cennet nimetlerine teşvik etme amacıyla boru eşliğinde okumuşlardır. Sözü yüce olan şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz Allah, müminlerden canlarım ve mallarım, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır. Artık, onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. Allah, bunu Tevrat’ta, Incil’de ve Kuranda kesin olarak va’detmiştir. Kimdir sözünü Allah’tan daha iyi yerine getiren? O hâlde, yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte asıl bu büyük başarıdır.” Buna benzer diğer ayetlerde de durum aynıdır. Nitekim Müslüman gaziler savaş esnasında ve düşmana hamle ederken nefislerini buna teşvik etmesi, atılganlık cesareti vermesi için Arapça ve Farsça olarak cennet nimetleri ve huri kızlarını anlatan şiirler okumuşlardır.
Şu şiirde olduğu gibi:
İffetim benim için direndi belam (musibetim) da direndi
Övgüyü değeri büyük bir pahaya alırım
Kendimi belaya atarım
Bana saldıran yiğidin kafasını uçururum
Ne zaman coşup taşsam kendime derim ki,
‘Yerinde (sağlam) dur ki övülesin veya rahat edesin
Salih (iffetli) kadınları korumak
Ve dokunulmamış ırzları himaye etmek için.’
Farsça şu şiirde ki gibi:...
Gönlüme ve cânıma gel ki, kendimi kap-kacakla oyalıyorum
Orada kederim ve gamım vardır ve hiç dinarım yoktur
Cânımın sırrını din ve diyânet olmaksızın satıyorum
Ve bu ömrü ibre-i ğuzvün ucunda geçiriyorum.
İlâhî hikmet sahiplerinin tapınak ve mabedlerde katı kalpleri yumuşatmak, gaflet içre olan nefisleri gaflet uykusundan uyandırmak, umarsız ruhları cehalet batağından çıkarmak, ruhani âlemlere ve nurani mekânlara teşvik etmek, bu ruhları kevn ve fesad âleminden çıkarmak, heyûlâ denizine batmaktan ve tabiata esir olmaktan kurtarmak -amacıylakullandıkları şiirler ise şu manaları içermektedir: “Ey karanlık cisimler denizine dalan nefisler! Ey üç uzaklık günahlar karanlığına batan, dönüşü hatırlama konusunda umarsız ve dosdoğru yoldan sapan ruhlar! Allah size “ben rabbiniz değil miyim?” diye sorduğu zamanki ve sizin de “Biz gafillerdeniz!” dediğiniz kıyamet günündeki sözleşme vaktini hatırlayın! Veya şöyle dediniz: “Daha önceden cisimlere -tapanatalarımız ortak koştu. Biz ise gurur evinde ve kabirlerin zorluğunda onlardan sonra gelen günahkârlarız. Ruhani âleminizi, hayvani evinizi ve nurani mekanınızı hatırlayın! Ruhani olan kardeş, anne ve babalarınızı özleyin! Ki onlar ala-yı illiyyûn [yüce cennet] makamındadırlar. Ki onlar günahların kirlerinden tertemizdirler. Yine onlar, tabii cisimlerle donanmışlıktan münezzehtirler. Yokluk yurdundan kalıcı olan yurda doğru mecbur bırakılmışlar, sevilmeyenler, hazırlıksız olanlar, pişman ve hüsrana uğrayanlar olarak gitmekte acele edin.”
Bilge kişiler bu ve buna benzer manalar içeren özellikleri tapmak ve mabedlerde müzik makamlarıyla bestelemişlerdir. O halde hikmet sahiplerinin mûsikîyi kullanmaları, melodilerin terkibi ve makamların kaidelerini ortaya koymadaki amaçları netlik kazanmıştır. Müziğin bazı peygamberlerin (selam üzerlerine olsun) şeriatlarında haram kılınmasının sebebi, insanların müziği hikmet sahiplerinin kullandığı yolda değil bilakis oyun-eğlence yolunda kullanmaları, dünya lezzetleri-arzularına rağbet etmede ve gururlanma konularında kullanmalarıdır. Şu beyitler bu konuyu ifade etmektedir:...
Nimet ve lezzetlerden nasibiniz kadarını alın,
-Ne kadar uzun yaşarsa yaşasınHerkesin er ya da geç ipi çekilecektir...
Bir başka beyitte de:
Bize, öldükten sonra cennete ya da cehenneme
Gittiğini haber veren hiç kimse gelmedi
Bil ki insanların çoğu bu beyitleri dinlediklerinde lezzet, sevinç ve ferahlığın şahid oldukları bu hislerin dışında olduğunu; Peygamberlerin (selam üzerlerine olsun) bildirdiği cennet nimetleri ve cennet ehlinin lezzetlerinin batıl olduğunu; hikmet sahiplerinin bahsettiği ruhlar âleminin sevinci, yüceliği ve üstünlüğünün hakikati olmayan yalan ve yanlışlıklar olduğunu zan ve vehmederler; böylece hayret ve şüphe içine düşerler. Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Şunu bil ki, sen peygamberlerin cennet nimetleri ve ehlinin lezzetlerine inanmadın, hikmet sahiplerinin ruhlar âlemiyle ilgili sana bildirdiği şeyleri onaylamadın ve sen bozuk düşünceler (zan) ve yalancı vehimlerin sana hayal ettirdiği şeylere rıza gösterdin ve böylelikle şaşkın, şüpheci, sapık ve saptırıcı kalakaldın.
Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, peygamberlerin İlâhî sırları ve şeriatları, hikmet sahiplerinin siyasetleri ortaya koymalarındaki amaçları sadece dünya işlerini yoluna koyma değil, hem dünya hem din işlerini yoluna koymaktır. Nihai amaçları ise nefisleri dünya mihnetlerinden ve dünya ehlinin şikayetlerinden kurtarmak ve onları ahret ve ahret ehlinin saadetine ulaştırmaktır.
Konumuza dönecek olursak: Sesler ve makamlar işitme vasıtasıyla nefislerin fikirlerine ulaştığında, havadaki varlığından çıkar, anlaşılıp ezberlendiğinde levhalarda yazılı olan şeylerden uzaklaşır, böylelikle bu makam ve seslerde mevcut olan mana şekillenir. Nitekim cüz’î nefislerin durumu da aynı şekilde mahiyeti tamamlanıp, kemale erdiğinde, bu cisimlerle birlikte en uzak anlamlarına ulaştığında, ya arazî veya doğal bir ölümle ya da Allah yolunda kurban olarak cisimler yıkıldığında, aynen incinin sedeften, ceninin rahimden, tohumun çiçekten, meyvenin kabuktan çıkması gibi bu nefisler cisimlerden çıkar ve bir başka iş yeniden başlar. Nitekim inci kazanılıp sedef atıldığında inciyle başlayan diğer iş gibi. Meyveler ve tohumlar olgunlaştığında da durum aynıdır. Hasat ve kabukları atma işi hariçtir. Zira özü alınır ve diğer iş başlar. Cisimlerden ayrıldıktan sonra nefislerin durumu da aynıdır. Nitekim Yüce Allah’ın şu sözü gibi: “Söyleyin; akıtttğtmz meniden insanı yaratan siz misiniz, yoksa biz mi yaratmaktayız? Ölümü aranızda biz tayin ettik; sizi ortadan kaldırıp benzerlerinizi yerinize getirmeyi, sizi bilmediğiniz şekilde var etmeyi dilesek kimse önümüze geçemez.” Hayvanlar boğazlandıktan sonra da yeni bir iş başlar. Ey kardeşim! Mabedlerde kesilen kurbanlar konusunda sırların vaz’edicilerini yargılama; zira onların amacı sadece et yemek değil, kendilerini kevn ve fesad âleminin cehenneminin çukurlarından kurtarmak, noksanlık halinden aym tahtındaki en mükemmel ve güzel suret olan insani surette tamam ve kemal haline geçebilmektir. Bu suret, kevn ve fesad âleminin cehennemindeki son kapıdır. Biz bunu Ölümün Hikmeti Risâlesi’nde {Risâletü Hikmeti’l-mevt) açıklamıştık. Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Şimdi dikkatle bak, şunu bil ve düşün ki, cismin sedef, nefsin ise dolgun bir incidir. Bunun kıymeti, büyük kutsayıcı ve yaratıcının nezdinde oldukça büyüktür. Cehennemde bir başka kapıya vardın; gayret ettin ve zâhiri azab olan bu kapıdan çıktın ve bâtinî rahmet olan kapıya melekler suretinde secde ederek ulaştın. İşte kurtulaşa erdin ve kazandın demektir.
Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, melekler suretinde demek, cesetten ayrılırken nefisini öldürdüm demektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki; Size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz” Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, ölüm meleği, ruhların karşılaması ve nefislerin vedasıdır; cesedlere veda ise çocukların karşılamasıdır.
Ey kardeşim! Bil ki, her bir müminin ruhlar âleminde ana-babası vardır; nitekim cesedler âleminde cesedlerinin de ana-babası vardır. Allah’ın resûlü, ona selam olsun, Allah’ın rıza gösterdiği Ali’ye demiştir ki: “Sen ve ben bu ümmetin ana-babasıyız.” Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin! Sizi O seçti, üzerinize dinde hiçbir zorluk da yüklemedi. Haydi babanız İbrahim’in milletine! Bundan önce ve bunda (Kuranda) size müslüman adını o Allah verdi ki peygamber size şahid olsun, siz de bütün insanlara şahidler olasınız. Şu halde namazı kılın, zekatı verin ve Allah’a sıkı tutunun ki, sahibiniz O’dur. O ne güzel bir sahip, ne güzel bir yardımcıdır!’ Bu babalık, cismânî değil ruhanidir. Şimdi konumuza dönelim: Hikmet sahibi mûsikîşinaslar, Allah Teala’nın hikmetine uyarak, ürettikleri sayısız tabii işlere uygun olsun diye udu, ne fazla ne eksik, dört tel üzere bina etmişlerdir. Zir teli (4. Tel, en tiz) ateşe eştir ve nağmesi onun ısısı ve hiddetine münasiptir. Mesna teli (3. Tel) havaya eştir ve nağmesi havanın nemine ve yumuşaklığına münasiptir. Misles teli (2.
Tel) suya eştir ve nağmesi suyun nemi (yaşlık) ve soğukluğuna münasiptir. Bam teli (1. Tel, en kalın) ise toprağa eştir ve nağmesi yerin ağırlığı ve kalınlığına münasiptir. Bu özellikler, birbirlerine göre ve nağmelerinin tesiri de dinleyenlerin tabiatları ve mizaçlarına göre değişebilmektedir. Zir teli nağmesi, safra hıltım kuvvetlendirir, onun gücü ve etkisini artırır; balgam hıltına aksi tesir eder ve onu inceltir. Mesna teli nağmesi, kan hıltım güçlendirir, onun etki ve gücünü artırır; sevda hıltına aksi tesir eder, onu inceltir ve yumuşatır. Misles teli nağmesi, balgam hıltım güçlendirir, onun güç ve kuvvetini artırır; safra hıltına aksi tesir eder ve onun hiddetini azaltır. Bam teli nağmesi, sevda hıltım güçlendirir, onun kuvvet ve etkisini artırır; kan hıltına ise aksi tesir eder, kanın dolaşımını yavaşlatır. Bu nağmeler birbirine eş olan makamlar içerisinde telif edilip hastalık ve illetlere zıt olan gece-gündüz vakitlerinde kullanıldığında hastalıklar kırılır ve hafifler, hastanın acıları azalır. Çünkü eş tabiatlı şeyler çoğalıp bir araya geldiğinde güçleri ve tesirleri artar ve zıtlıklara galip gelirler insanlar çok iyi bilir ki harplerde ve düşmanlıklarda da durum böyledir.
Anlattıklarımızdan hikmet sahibi mûsikîşinasların hastalık ve illetlerin tabiatlarının aksi vakitlerde mezarlıklarda mûsikî yapmalarının nedenini ortaya çıkarmıştır. Onlar işi dört tel üzere özetlemişlerdir. Her bir telin kalınlığını bir altındakinin 1+1/3 oranı üzere yapmalarının sebebi de yine tabii yapımlarında Allah Tealanın yarattığı hikmet çerçevesindedir. Tabiatçı bilge kişiler (hukema), su, hava, ateş ve toprak gibi unsurların dairelerinin çaplarının -keyfiyet açısındanyani incelik ve kalınlık açısından bir altındakiyle 1+1/3 oranında olduğunu anlatmışlardır. Derler ki esir yani -ay olmaksızınateş küresinin çapı, zemherir küresinin çapının 1+1/3 katıdır; zemherir küresinin çapı, nesim küresinin çapının 1+1/3 katıdır; su küresinin çapı, toprak küresinin çapının 1+1/3 katıdır. Bu oranın manası şudur: Ateş cevheri incelikte hava cevherinin 1+1/3 oranındadır; hava cevheri incelikte su cevherinin 1+1/3 oranındadır; su cevheri incelikte toprak cevherinin 1+1/3 oranındadır. Onların bütün tellerin altında olan zir teline bağlanma sebebi, zir telinin ateş unsuruna, nağmesinin de ateşin sıcaklığı ve hiddetine eş olmasıdır. Bütün tellerin üstünde olan bam teline bağlanmalarının sebebi ise, onun toprak unsuruna eş olmasıdır. Mesna zirden sonra gelir, misles bamdan sonra gelir. Bunların aynı zamanda iki sebebi vardır: Birincisi zir telinin ince, hafif olması ve yücelikleri harekete geçirmesidir. İkincisi ise bam telinin kalın, ağır olması ve aşağılıkları harekete geçirmesidir. Bu durum ikisinin birleşmesi ve kaynaşmasına imkan vermektedir. Mesna ve mislesin durumu da aynıdır. Diğer sebep ise şudur: Zir telinin mesnaya, mesna telinin mislese, misles telinin bam teline kalınlık oranı, toprağın çapının nesim küresinin çapma, nesimin zemherire, zemheririn esir küresinin çapma olan oranı gibidir. Onların bu tertip üzere bağlanmalarının sebebi budur. 1/7, 1/6, 1/5 olmaksızın tel seslerindeki 1/8 oranını kullanmaları ve sadece bunu öne sürmelerinin nedeni, bunu sekizden türemesidir. Sekiz kübün ilk sayısıdır. Aynı zamanda altı sayısı bir tamın ilk sayısı olduğunda, altı yüzey şekli de en güzeli olur, işte bu küptür ve her tarafı eşittir. Biz bunu Geometri Risâlesi’nde (Risâletü’l-hendese) açıkladık. îşte bu şeklin uzunluğu, genişliği ve derinliği eşittir. Hepsi birbirine eşit olan 6 tane kare yüzeyi vardır. Hepsi birbirine eşit olan sekiz açısı (köşesi) vardır. 12 tane eşit açılı kenarı vardır. 24 tane de eşit kaim açısı vardır ki bu üçün sekizle çarpımı sonucu elde edilir. Dedik ki yapılan her şeyde ne kadar çok eşitlik olursa o şey, o kadar değerli olur. Daire şeklinden sonra en çok eşitlik olan şekil küptür. Denilir ki bundan dolayı Öklides’in kitabının son makalesinde yeryüzünün en çok küp şekline, 12 tane kaidesi olan yıldız şeklinin ise beşgene benzediği yazılıdır. Astronomi Risâlesi’nde (Risâletü’l-usturnûmyâ) şekil olarak küre (daire), sayı olarak da 12’nin daha üstün olduğunu anlatmıştık. Matematikçi hikmet sahiplerinin açıkladıkları şu bilgiler de sekizin üstünlüğüne dairdir: Gezegenlerin daire çaplarıyla, toprak ve havanın çapı arasında müzikal bir oran vardır. Toprağın yarıçapı sekizdir, hava küresinin yarıçapı da dokuzdur. Ay küresinin çapı 12’dir, Utarid gezegeninin çapı 13’tür. Zühre yıldızının çapı 16, güneşinki 18’dir. Merihin 21.5, müşteri gezegeninin 24’tür. Zühal yıldızının 27+4xl/7’dir. Sabit yıldızların çapı ise 32dir. Ayın toprağa çap oranı, 1+1/3, havaya çap oranı 1+1/4’tür. Zührenin toprağa çapı 1 katı oranında, aym çapma oranı ise 1+1/3 oranındadır. Güneşin çapının oranı havanın çapının oranına katı; toprağın çapma oranı 2 katı ve 1/4; aym çapma oranı 1+l/2dir. Müşteri gezegeninin çapının aym çapma oranı 1 katı, toprağın çapma oranı 3 katı, zührenin çapma oranı 1+1/2’dir. Sabit yıldızların Müşteri gezegeninin çapma oranı 1+1/4, zührenin çapına oranı 1 katı, güneşin çapma oranı l+3xl/4, aym çapma oranı 2 katı+3x1/4, toprağın çapma oranı ise 4 katıdır. Utarid, Merih ve Zühal yıldızı bu oranın dışındadır, zira bunlara “afet” (felaket, bela) denilir. Erbâblar, aynı zamanda bu gezegenlerin büyüklükleri arasında sayısal, hendesî ve mûsikî açısından çeşitli oranlar olduğunu ifade etmişlerdir. Aynı şekilde bu oranların bunlarla yeryüzü arasında var olduğunu fakat daha üstün olduğunu ifade etmişlerdir. Konunun açıklaması bu şekilde uzayıp gitmektedir.
Anlattıklarımızdan şu anlaşılmıştır: Tüm gezegenleriyle, yıldızlarının şahıslarıyla, dört unsuruyla ve birbirlerinin boşluğunda terkip edilenler âlemin cisminin tamamı, az önce anlatılan oran üzere terkip edilmiş, te’lîf edilmiş, yaratılmış ve ortaya konulmuştur. Tüm âlemin cismi tek bir hayvan, tek bir insan, tek bir şehir gibi akar gider. Onu yöneten, tasvir eden, terkip eden, yaratan, icat eden bir olan Allah’tır ve Onun ortağı yoktur; işte risâlemizdeki asıl amacımız bunu ortaya koymaktır. Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, sekizin üstünlüğüne dair düşündüğünde ve mevcudâtı ve bozuk yaratıkların unsurunu dikkatle incelediğinde, şu tabiatlar gibi birçok mevcudâtm sekizliler olarak tespit edersin: Sıcak-nemli, kuru-soğuk, soğuk-nemli, kuru-sıcak sekiz tanedir. Bunlar doğal mevcudâtm aslıdır. Aynı zamanda sekizin üstünlüğü konusunda yıldızların uzayda kendilerine mahsus sekiz görünüşü olduğunu bulursun: Merkez, alın, 2 üçlü, 2 dörtlü, 2 altılı. Bu sekiz aynı zamanda -ay olmaksızın bozuk oluşların sebeplerinden biridir. Düşünüp araştırdığında Arap alfabesindeki yirmi sekiz harfin, ayın yirmi sekiz menziline eş olduğunu tespit edersin. Heceleri de yirmi sekiz harftir G s j f ö J l). Aynı zamanda Arap şiirinde aruzun parçaları olan tefıleler de sekiz tanedir. Onların mûsikîsinin makam cinsleri de sekiz tanedir. Nitekim biz bunu diğer bir konuda açıklayacağız. Denilir ki cennetin sekiz kapısı vardır, arşı taşıyan şeyler de sekiz tanedir, cehennemin ise yedi kapısı vardır. Biz bunun hakikatini Diriliş ve Kıyamet Risâlesi’nde (Risâletü’l-basi ve’l-kıyâme) açıkladık. Ey kardeşim! Bu kıyasla tüm mevcudâtı düşünüp, varlıkların hallerini incelediğinde; birçok şeyin ikili, üçlü, dörtlü, beşli, altılı, yedili, sekizli, dokuzlu ve onlu olduğunu görürsün. Bu böylece devam eder. Biz seni sekizli konusunda gaflet uykusundan ve cehalet batağından kurtulman için uyarıyoruz. Bilesin ki yedici’ler, yedilileri anarken ve açıklarken sadece cüz’î (kısmen) olarak baktılar ve küllî (bütün) bakamadılar ve yanıldılar. İkilik konusunda Düalistler, üçleme konusunda Hristiyanlar, dörtleme konusunda tabiatçılar, beşleme konusunda Hazmiyye, altılama konusunda Hindliler, dokuz konusunda Keyyaliler de aynı konumdadır. Bunların yolu bizim yolumuz değildir. Allah onları da bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin ki, memleketlerinde bu Ey kardeşlerimizin-, bakışları küllî, araştırmaları genel, ilimleri kuşatıcı ve bilgileri kapsayıcıdır.
Şimdi asıl konumuza dönelim: Anlattıklarımızdan ud konusu ve tellerinin sayısı, bunların incelik ve kalınlık oranı, perdelerinin sayısı, bunların gerdirilmesi ve akortu, tellerinin açık ve bağlı (baskı yeri) olarak sesleri ve bunlar arasındaki uyum anlaşılmıştır. En sağlam yapım, en güçlü bileşim ve en güzel te’lîf (müzikal kompozisyon, beste); cüzlerinin te’lîfı ve bileşimlerin şekli en üstün oran üzere olandır. Bundan dolayı melodiler pek çok dinleyicinin hoşuna gider, onun özelliklerini beğenir ve pek çok akıl sahipleri bunu kullanır ve sultanların ve başkanların meclislerinde icra edilir.
Bir Sanat Olarak Söz (Kelâm)
Muhkem ve sağlam sanatlardan biri de söz ve kelimelerdir. En sağlam söz, en açık ve en beliğ olandır. Belâgatın en güçlüsü de en fasih olandır. En güzel fesâhat, kafiye olarak vezinli olandır. Şiirlerdeki en hoş vezin ise münzahif (zihaflanmış) olmayandır. Şiirde münzahif olmaması, harflerinin sâkin ve zamanların hareke ve süre açısından harflerle uyumlu olması demektir. Sekiz tef’ileden ibaret olan “tavîl, medîd ve basit” -bahirleri-nde olduğu gibi. Bunlar: feûlin, mefâîlün, feûlün, mefâîlün, feûlün, mefâîlün, feûlün, mefâîlün. Bu sekiz tanesi 12 sebeb ve sekiz vetedden mürekkeptir. Tamamı 48 harftir. Bunlardan 20 tanesi sakin, 28 tanesi harekelidir. Bunda mısra, 24 harftir; bunlardan 10’u sakin, 14’ü harekelidir. Yarım mısra yani çeyrek beyit, 12 harftir; 5’i sakin, 7si harekelidir. Sakin harflerin harekelilerin %’üne oram, sakin harflerin harekelilerin ‘/z ve tamına oranı gibidir. Böylelikle sen tan ve mükemmel olanı elde edersin. Bunların her biri 6 tef’ileden ibarettir: Müfâaletün, Müfâaletün, Müfâaletün, Müfâaletün, Müfâaletün, Müfâaletün. Beyitin 1/3’ü olan sakin hallerin harekelilerine oranı, yarısının sakinlerinin harekelilerine olan oranı ve tüm sakinlerinin tüm harekelilerine oranı gibidir. Bu misal üzere şiirin bütün beyitleri zihaftan kurtulduğunda munassaf (ikili), murabba* (dörtlü) ve müseddes (altılı) olur, aralarındaki zamanların durumu da aynı şekildedir: Feûlün, mefâîlün “H H E H E H H E H E H E”. H’ler harekeli, E’ler ise sakinlerin işaretleridir.
Bu örnek üzere anlaşılmıştır ki mükemmel oran üzere parçaların bir araya getirilmesi ve yapının esası açısından en sağlam ürünler ve en sağlam terkipler bu şekilde elde edilir. Buna sanatların en yücelerinden olan yazma sanatını da örnek verebiliriz. Vezirler, edebiyatçılar ve kâtipler sultanların huzurunda -her zamanyazma sanatının türlerinin çokluğu ve farklı dallarıyla övünürler. Gerçekten her milletin bir yazım sanatı vardır ve biri diğerine benzemez. Arapça, Farsça, Süryanice, Kıptice, îbranice, Yunanca, Hindce vb. sayılamayacak kadar çok olan bunların sayısını Allah bilir. Allah onları farklı dil, renk, tabiat, sanat, ilim ve bilgilerle yaratmıştır. Bunların hepsi O’nun ilminin genişliği, dileğinin geçerliği, hikmetinin gücü dolayısıyladır.
Biz bu bölümde harflerin aslı, düzeninin niteliği, ölçülerinin sayısı ve bunlar arasında makbul bir şekilde te’lîfinin oranları hakkında konuşmak istiyoruz:
Ortaya konulan her dilde ve mevcut her millette; yazılan, çizilen her kalemde, her naks ve resimde yazılı harflerin tamamının aslı, dairenin çapı olan dosdoğru bir çizgi, dairenin çevresi olan yay şeklidir. Diğer tüm harfler bu ikisinden terkib edilmiştir. Nitekim biz bunu hendesenin girişi sayılan Geometri Risalemizde (Risâletü’l-hendese) anlatmıştık. Biz tüm harflerin aslının dairenin çapı olan çizgi ve çevresi olan yay şeklinden mürekkeb olduğuna dair söylediğimiz hakiki şeyin sıhhatine dair delil olması için konuyu Arapça yazımdaki harfler üzerinden örneklendirelim:
Şimdi bak, incele ve düşün Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bu harflerin bazılarını dosdoğru bir çizgi olduğunu görürsün: ö o v ı gibi. Bazılarının da yay gibi olduğunu görürsün: j j i o gibi. Bazılarının da bu iki şekilden türeme olduğunu görürsün, diğer harfler gibi. Hind gibi diğer milletlerin de harflerinin böyle yazıldığı bu örnek ve kıyas üzeredir: ırr£onvAi(12345678 9). Süryanice, İbranice, Yunanca ve Rumca da aynı şekildedir. Bu harflerin şekilleri ve çizimlerinde anlattığımız şeylerin dışında bir şey yoktur. Anlattıklarımızdan tüm yazımlar ve harflerin aslının dairenin çapı olan çizgi ve çevresi olan yay şekli olduğu ortaya çıktığına göre şimdi harflerin aralarındaki ölçüleri mükemmel oran üzere olan en güzel çizgileri, en doğru yazımları ve te’lîfleri açıklamak istiyoruz. Öncelikle yazma sanatının ustaları olanların sözlerini aktaralım ki konu daha güçlensin, delillerle sağlamlaşsın, konu daha anlaşılır, kural ve kaidelere daha uygun olsun. Usta bir mühendis yazar şöyle der: Düzgün çizmek ve doğru yazmak isteyen bir kimsenin harfleri üzerine bina edeceği bir esasa, çizgilerini üzerinde çekeceği bir kurala ihtiyacı vardır. Buna Arapça’dan örnek verelim: Ölçüsü ne olursa olsun bir “Elif” çizmek isteyen bir kimsenin harfin kalınlığını uzunluğuna uygun çizmesi -ki 1/8 oranıdır-, en altını en üstünden daha ince yapması gerekmektedir. Sonra elifi dairenin çapı yapması, sonra diğer harfleri de elifin uzunluğuna ve dairenin çevresine uygun hale getirmesi gerekmektedir. Be, te ve senin her birinin uzunluğunu elif’in uzunluğuna eşit çizmesi gerekir. Başlarının 1/8 oranının üzerinde olması gerekmektedir. Mesela: öûui. Sonra cim, ha, hı harflerinden her birinin uzunluğu elifin yarısının üzerinde olması gerekir. Kavisleri ise, çapı elife eşit olan dairenin çevresinin yarısı kadar olması gerekmektedir. Mesela: £ c E. Sonra dal, zel harflerinin her birinin yay açıldığında elife aynen eşit olması gerekmektedir. Mesela: s s. Ra ve za harflerinin her birini elif’in çapı olduğu dairenin çevresinin 1/4’ü oranında yapması gerekmektedir. Sin ve şın harflerinin de başlarını elif’in 1/8’inin üstünde yapması gerekir. Mesela: & . Sad ve dat harflerinin her birinin uzunluğu elif’in uzunluğunun bir mislinin önünde olması gerekir; üstünleri elif’in 1+1/8’i olur. Teknesi ise -aşağıya doğrudairenin yarısı kadardır. Mesela:
. Ta ve zı harflerinin uzunlukları elif’in uzunluğundadır; fethaları elif’in 1+1/8’idir; yukarı doğru olan başları elif uzunluğunda olur. Mesela: J» J=. Ayn ve ğayn harflerinin kavisleri ise, dairenin 14’ü oranındadır ve çevresinin yarısından başlar. Mesela: 11 • Fa harfi elif uzunluğundadır ve fethası elif’in 1/8’i kadardır. Fa, kaf, vav, he ve mim harflerinin halkaları elif’in 1+1/3’ü oranına eşittir. Mesela: o f 5 j <j . Kaf harfi aşağı doğru Yi oranındadır. Bu dairenin çevresi kadardır. Mesela: j • kef harfi elif uzunluğunda olur, fethası elif’in 1+1/8 oranındadır. Kesresi ise elif’in 14 oranındadır. Mesela: d . Lam harfi elif gibidir; yayılması elifin yarısı kadardır. Mesela: j . mim ve vav’ın esnemesi ra ve zay harfleri gibidir. Mesela: f s. nun harfinin kavisi, çapı elife eşit olan dairenin yarısı kadardır. Mesela: a . ya harfi dal gibidir, esnemesi ise elifin yarısı kadardır. Veya kavisi dairenin çevresinin yarısı kadardır. Mesela: . Biz harflerin oranları, uzunluk ve genişlik açısından ölçülerinden bahsettik. Bunlar mühendisliğin ve mükemmel oranların kurallarının gerektiği şeylerdir. İnsanların ve kâtiplerin bilmesini gerekenler, bizim anlattığımız oran ve ölçülerdir. Anlattıklarımızdan başka gelenek ve görenek çerçevesinde insanların ihtiyaçları, istekleri ve hoşlandıkları şeyler farklılık arzedebilir.
Burada anlattıklarımızdan mükemmel oranların mahiyeti, harflerin ölçüleri ve uzunluklarının durumu aşikar olduğuna göre artık resimlerinin nasıllığı ve şekillerinin hatlarından, mühendislik metoduyla birbirleri arasında gerekli kanun ve kıyaslamalardan bahsedebiliriz.
Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, daha önce anlattığımız üzere yazılı şeylerdeki harflerin suretlerinin birçok sanat ve türü vardır. Bunlar bilge kâtiplerin ortaya koyduğu şeyler, onlara ait seçimler ve metodlardır. Bunun sebebinin anlatımı ve açıklaması çok uzun sürer. Fakat yine de biz bunu felsefi kıyaslar ve mühendislik kuralları açısından üç kelimede toplu bir şekilde özetleyeceğiz. Mühendis ve usta bir yazar şöyle tavsiye etti: Hangi milletten ve hangi dilde olursa olsun, hangi kalemle yazılırsa yazılsın harflerin suretlerinin yay gibi eğilmeye, eğip-bükmeye -Arapçadaki elif gibi olanların dışındakilerihtiyacı vardır. Harflerin kalınlığının olduğu şekliyle biçimlendirilmeye ihtiyacı vardır. Aynı şekilde terkip esnasında tüm köşeleri ince ve olduğu şekliyle dairesel yapmak gerekir. Sanat ehlinin harflerin ölçüleri ve bağlantıları konusunda tek tek söyledikleri bunlardır. Açıklaması uzun sürecek sebeplerden dolayı te’lîf ve terkip esnasında değişebilir ve farklılık gösterebilir. Fakat bir muharririn hat öğretimi esnasında, konuyla ilgili başarıyı öğretmesi gerekmektedir.
Anlattıklarımızdan ortaya çıkan şudur ki; en sağlam yapımlar, en güçlü terkipler ve en güzel kompozisyonlar kendi yapısının terkibi ve tüm cüzlerinin kompozisyonu en yüce oran üzere olanlardır. Yüce oranlar; daha önce anlattığımız üzere 1 tam oran (kendisi, misli, benzeri), l+Vi, 1+1/3, 1+1/4, 1 + 1/8 oranlarıdır. însan ve şeklinin yapısı buna örnektir. Yaratıcı, onun boyunu cüssesinin enine, enini boğazına, dirseklerini bacaklarının uzunluğuna, pazularını baldırlarının uzunluğuna, omuzlarını sırtının boyuna, kafa büyüklüğünü beden şekline, yüzünün yuvarlağım göğsünün genişliğine, gözlerini ağzının şekline, burnunun uzunluğunu alnının genişliğine, kulaklarının ölçüsünü yanaklarının ölçüsüne, el parmaklarının uzunluğunu ayak parmaklarının uzunluğuna, bağırsaklarının uzunluğunu toplardamarlarının uzunluğuna, mide boşluğunu ciğer boşluğunun büyüklüğüne, gırtlağını ciğerlerine, organlarının kalınlığı ve uzunluğunu kemiklerinin büyüklüğüne, kaburgalarının uzunluğu ve kavisini göğüs kafesine, damarlarının uzunluğu ve genişliğini bedeninin diğer bölgelerine münasip yaratmıştır. Bu misal üzere düşünüp incelediğinde, insan bedeninin her bir organmıyla diğeri arasında bir oran olduğunu ve vücut organları arasında herhangi bir oran olduğunu tespit edersin. Bunun derin bilgisini yalnızca Allah bilir. O, insanı dilediği gibi ve istediği şekilde yaratmıştır. Şöyle buyurmaktadır: “O ki, seni yarattı, seni tesviye etti, seni tam dengeli yaptı! Hangi sûrette olmanı diledi ise öylece terkibini bileşimini oluşturdu!”™
Organların, Musiki Prensipleriyle Uyumu
Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, meni, arız olan âfetlerden, hıltların (sıvı cevher) bozulması, mizacın değişmesi, yıldız şekillerinin sıkıntılarından ay be ay prensipler ve rahme sağlıklı bir şekilde düştüğünde bedenin bünyesi tamamlanmış ve cesedin sureti kemale ermiş olur. Bunu daha önceki risâlemizde açıklamıştık. Böylece çocuk rahimden sağlam bir bünye ve tam bir şekille çıkar. Boyu kendi karışıyla sekiz karış olur. Dizleri ile ayakları arası iki karıştır. Dizleri ile baldırları arası da iki karıştır. Bal-
14. Infitar, 82/7-8.
dırlarından göğsünün üstü iki karıştır. Göğsü ile başının tepesi arası da iki karıştır. Ellerini bir kuşun kanatları gibi sağa ve sola doğru açtığında her iki ucun arası da sekiz karıştır: Bunun yarısı, tam köprücük kemiğidir. Çeyreği ise, tam dirsekleridir. Ellerini başının üzerine uzatıp, pergelin başı -gibigöbeğine konursa, el parmaklarının başlarına kadar açılırsa, sonra ayak parmaklarının başlarına dönülürse ikisi arasındaki uzaklık, boy uzunluğunun bir çeyrek fazlası olan on karışa eşit olur. Çenesinin başlangıcından alnın hemen üstünde saç çıkım yerine kadar yüzünün uzunluğu 1+1/8 karıştır. İki kulağının arası 1+1/4 karıştır. Burnunun uzunluğu 14 karıştır. İki şakak arasının boyu bir karışının 4/8’idir. Alnının uzunluğu, yüzünün uzunluğunun 1/3’üdür. Ağzının iki kenar arası uzunluğu, burnunun uzunluğuna eşittir. Bilek kemiğinden orta parmağın ucuna kadar avuç içinin uzunluğu, bir karıştır. Başparmağı ve serçe parmağının uzunluğu eşittir. Yüzük parmağının başı, serçe parmağın uzunluğundan 1/8 karış uzundur. Orta parmak da yüzük parmağından 1/8 oranında daha uzundur. İşaret parmağı da aynı şekildedir. Göğüs genişliği 1.5 karıştır. İki memesinin arası bir karıştır. Göbeği ile kasığının arası da bir karıştır. Kalbiyle köprücük kemiği arası da bir karıştır. İki omuz arası iki karıştır. Bu örnek ve kıyas üzere bağırsaklarının, iç boşluğunun uzantıları, bedenin damarları, kemiklerini sıkı tutat sinirlerin, mafsallarının tellerinin uzunlukları boy, genişlik, derinlik açılarından birbirleriyle uyumludur ki görünen uzuvların ölçülerinin denkliklerini daha önce anlatmıştık. Bu örnek ve kıyas üzere, diğer hayvanların bedenlerinin yapısı, kendi türünden olanlarla eştir. Ya sayı ya hal ya da toplu olarak denktir. Başlangıçta arız olan âfetlerden, hıltlarm (sıvı cevher) bozulması, mizacın değişmesi, yıldız şekillerinin sıkıntılarından kurtulduğunda hiçbir şey geri kalmaz. Usta sanatkârlar resim, heykel ve şekil türünden yaptıkları şeylerin tanzim, kompozisyon ve terkip konusunda birbirlerine benzemelerinden dolayı bu örnek ve kıyas üzere iş yaparlar. Tüm bunların hepsi şanı yüce olanın sanatına yükselmek kudretiyle ve O’nun hikmetine benzemeye çalışarak gerçekleşmektedir. Felsefede denir ki, “İlaha benzemek, beşeri güç çerçevesindedir?
Yıldızların Nağmelerinin Hakikati
Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, en sağlam yapımlar, en güçlü terkipler ve en güzel kompozisyonlar kendi yapısının terkibi ve tüm cüzlerinin kompozisyonu en yüce oran üzere olduğuna dair konularda delil ortaya koyan anlattığımız bu makalelere itibarla akıllı, düşünen ve araştıran herkese bir delil ve kıyas olması gerekmektedir. Ayrıca yıldızlar, gezegenler ve bunların uydularının oranları, ölçüleri, rükünleri ve doğumları birbirleri arasında yüce bir oran üzere belirlenmiştir. Ayrıca bu yıldız ve gezegenlerin hareketleri ve uzaklıkları yüce oran üzere mütenasiptir. Bu uyumlu hareketler için yine hoş, ölçülü (vezinli), ahenkli melodiler vardır. Udların tellerinin hareketleri ve -bu hareketlerden çıkannağmeler konusunda daha önce açıklama yapmıştık. Akıl sahibi biri düşündüğünde ona yapılan bu açıklamayı araştırdığında ve öğrendiğinde, bütün bunları bir Yaratanın (Sânı) yaptığını, bir ustanın en güzel şekilde terkip ettiğini ve hoş bir şekilde kompoze ettiğini idrak eder. Böylelikle pek çok şüphecinin kalbinde yer eden vehmolunmuş şüpheler kayar-gider, şüpheler ortadan kalkar ve hakikat gün yüzüne çıkar. Bu şahısların hareketlerinde ve bu hareketlerin nağmelerinde o halk için bir lezzet ve sevinç olduğunu anlar. Aynen bu âlemde yaşayanların ud tellerinden çıkan nağmelerde buldukları lezzet ve mutluluk gibi. İşte bu durumda onun nefsi oraya doğru yükselmeyi arzu eder, onu dinlemeyi ve onu araştırmayı ister. Nitekim III. Hermes’in nefsi bunu görüp saflaştığında hikmetle yükseldi. Ki o, Nebi olan îdris’tir ki ona selam olsun. Teali ona şu sözüyle işaret etti: “Onu yüce bir mekana yükselttik? Erbâb Pisagor’un nefsi -bunuişittiğinde cismânî kirlerden arındı, daimi fikirler, aritmetik, geometri ve mûsikî gibi riyazat ile mutlu oldu. Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Nefsini tasfiye (arındırma) konusunda heyûlâ denizinden, tabiatın esaretinden, cismânî şehvetlere tapınmadan kurtulma konularında gayret et. Erbâbların yaptıklarını ve kitaplarında ortaya koyduklarını yap! Senin nefsinin cevheri, onlarınki ile aynı cevherdir. Nebilerin kitaplarında anlattığımız şeyi gerçekleştir. Nefsini kötü ahlâktan, bozuk fikirlerden, bir yığın cehaletten ve kötü fiillerden arındır. Zira bu hasletler, ölümden sonra oraya -kastedilen yereyükselmeye engel olan şeylerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Onlara semanın kapıları açılmaz. Onlar deve iğne deliğinden geçene kadar cennete de giremezler?
Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Senin nefsinin cevheri daha önce anlattığımız üzere meninin düştüğü gün yıldızlardan indi ve gideceği yer de ayrılık demek olan ölümden sonra gökyüzüdür. Senin bedenin topraktan gelmiştir ve ölümden sonra toprak olacaktır.
Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Cisimleşmiş nefisler için ayrılık demek olan ölüme kadar bu dünya hayatı, meninin düştüğü günden doğum gününe kadar rahimde ceninin oluşum süresine benzer (kadardır).
Ey kardeşim! Ölüm denen şey, nefsin (ruh) bedenden ayrılmasından başka bir şey değildir. Nitekim doğum da, ceninin rahimden ayrılmasından başka bir şey değildir. Ona selam olsun, Mesih der ki, “iki doğum yaşamayan gökyüzüne yükselmez.” Cillu ve semevat şöyle buyurmaktadır: “Onlar orada ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar? Bu, daha önce anlatılan şart üzere bir defalığına ruhun bedeni terk etmesidir. Şu ayetle Allah’ın işaret ettikleri, mutlu olanlardır: “Bizi doğru yola ileten Rabbimize hamdolsun dediler. O bize hidayet vermeseydi biz doğru yolu bulamazdık dediler. Rabbimiz’in resulleri hakikatle gelmiştir? Ahiret mutluluğunu kazanamayanlar dünyaya dönmeyi ve ikinci defa bedenlerine kavuşmayı temenni ederler ve ikinci defa ölümü tadarlar. Allah Teâlâ onların hikâyesini şöyle anlatmaktadır: “Rabbimiz derler, iki kere öldürdün bizi ve iki kere dirilttin, artık suçlarımızı da söyledik, buradan çıkmamıza bir yol yok mu?'16 Ey kardeşim! Allah seni, bizi ve bütün kardeşlerimizi bu grubun halinden muhafaza etsin! Rabbim kullarına karşı lâtiftir (hoştur).
Biz, Arap mûsikîsinin kurallarına dair konumuza dönelim artık:
Arap dili ve makamları için sekiz kural vardır. Bunlar cinstirler. Diğerleri bunlardan türemekte ve bunlara nispet edilmektedir. Nitekim diğer aruz dairelerinin ve türlerinin terkip edildiği, kendilerine nispet edildiği ve üzerlerine kıyaslandığı -daha önce aruz konusunda anlatmıştıksekiz tef’ilesi olduğu gibi.
Arap mûsikîsinin kanunları olan bu sekiz türdür: Es-sakîlü’l-ewel, hafîfü’s-sakîl, essakîlü’s-sânî, hafifü’s-sakîlus-sânî, er-remel, hafîfü’r-remel, hafîfu 1-hafif ve el-hezec. Bu sekiz tanesi cinstir ve diğerleri bunlara nispet edilmektedir, es-sakîlü’l-evvel, dokuz nakredir (vuruş); bir tanesi tek sakil ve sâkindir, sonra beş tane nakre gelir, baştaki biri matvîdir, şu söz gibi: mef ulün mef mefâ ‘îlün, mef tün tün tün tün tün tün tün tün. Sonra îkâ başa döner ve müzisyen susana kadar aynı şekilde tekrar eder. Es-sakîlus-sânî ise onbir nakredir; üç nakre peşpeşedir, bir tane sâkin, bir tane sakil, sonra baştaki matvî olmak üzere altı nakredir, şu söz gibi: mef ‘ûlün mef ‘û mefâ ‘îlün mef u tün tün tün tün tün tün tün tün tün tün, sonra ika başa döner ve daima aynen tekrar eder. Hafifü’s-sakîlu l-ewel ise yedi nakredir; iki nakresi peşpeşedir, ikisinin arasında başka nakre zamanı olmaz, sonra sakil bir nakre, sonra dört nakre, ki baştaki matvidir, şu söz gibi: mefâ ‘ilü mefâ ‘îlün tünün tün tünün tün; sonra ika başa döner ve muganni [söyleyen] susana kadar tekrar eder. Zamanın -mûsikîehli bunu “mâhûrî” olarak isimlendirmektedir. “Fâhte” (Şam’da yaşayan bir güvercin) ötüşüne benzemektedir: kükû kû kükükû kû. Hafifü’s-sakîlü’s-sânî ise aralarına herhangi bir nakre zamanı olmaksızın üç tane peşpeşe nakredir. Bununla birlikte her üç nakre ve üç nakre arasında bir nakre zamanı olur: fe ‘ilün fe ‘ilün, daima tününün tününün şeklinde söyleyen susana kadar tekrar eder. Remel ise mâhûrînin tam aksidir. Yedi nakredir ama ilk nakresi sakîl ve tektir, sonra aralarında başka nakre zamanı olmaksızın peşpeşe iki nakre, sonra dört nakre, bunlardan her ikisi peşpeşedir, aralarında başka nakre zamanı olmaz: fâ ‘ilün mefâ ‘ilün, aynı kıbâç çığırışı gibi, tün tünün tünün, kî kikî kikî kikî. Hafîfü’r-remel ise harekeli peşpeşe üç nakredir: mütefâ ‘iletün tününün tününün. Hafifü’1-hafif ise aralarında başka bir nakre zamanı bulunmayan peşpeşe iki nakredir, bununla birlikte her ikişer nakre arasında bir nakre zamanı vardır: mefailün mefâ ‘ilün tünün tünün tünün tünün. Hezec ise sakinleştirilmiş bir nakre ve bundan daha hafif bir nekreden ibarettir; aralarında bir nakre zamanı bulunur, her iki nakre arasında iki nakre zamanı bulunmaktadır: fâ'ilü fâ'ilü.
Bahsettiğimiz bu sekiz cins, Arap ğmâsı ve makamlarının kanunu ve esasıdır. İran, Rum, Yunan gibi Arap dışındaki ğına ve makamlar için farklı kanun ve esaslar vardır. Fakat cinslerin çoğuyla ve türlerinin sanatlarıyla birlikte tamamı, bu fâsıldan önce anlattığımız kanun ve esastan çıkmaz. Düşündüğünde ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! [ Dediklerimizin doğru olduğunu tespit edersin; anlattıklarımızın gerçek olduğunu anlarsın.
Dört Sayısı (Dörtlüler)
Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, Yüce Allah hikmetinin gereği olarak kevn ve fesad âlemindeki bütün tabii şeyleri, sanatını göstermek ve hikmetini güçlendirmek için bunların sebep ve gerekli illetlerinin pek çoğunu dörtlüler halinde, bazısını bazısına zıt veya eş yaratmıştır. Kimse O’nun bu hikmetini yani her şeyi istediği gibi donattığını, güzelleştirdiğini, yeniden yarattığını, devamlı yarattığını bilmez. Biz burada hikmetin ne olduğunu, illetler hakkında bilgi sahibi olmak isteyenlere kolaylık olması için, gafil kimselere bir uyarı olması için birbirine zıt veya eş olan dörtlü gruplardan bahsetmek istiyoruz. Apaçık görünen dörtlü gruplardan biri senenin mevsimleri olan zamanlardır: İlkbahar, yaz, sonbahar ve kış. İlkbahar, Koç burcundan İkizler burcuna kadar olan burçlara; güneş çeyreklerinden doğudan yükselip semaya doğru yayılması çeyreğine; bir aydaki ilk yedi güne; kamerin ilkdördününe; dört unsurdan havaya; tabiatlardan sıcak-nemliye; yönlerden güneye; rüzgarlardan teymî (güney) rüzgarına; gün içindeki ilk altı saate; mizacın hıklarından kana; ömür çeyreklerinden çocukluk dönemine; doğal güçlerden zulm gücüne; aktif güçlerden hayal gücüne; görünen eylemlerden sevinç, mutluluk ve eğlenceye; ahlâklardan iyilik, cömertlik ve adalete; benzer hislerden -udunmesnâ (3.) teli ve bundan çıkan seslere; melodilerden terennüme eştir; söz ve şiirlerden övmeye; yiyeceklerden tatlılara; renklerden sarı şebboy renklerine; kokulardan menekşe ve mercanköşk kokularına; yumuşak ve sıcak kokulara eştir. Velhasıl tüm yiyecek, koku ve renk mutedil olmalıdır.
Yaz mevsimi ise güneş çeyreklerinden semadan batıya doğru kayma çeyreğine; burçlardan yengeç burcundan başak burcuna kadar olan çeyreğe; ayın ikinci yedi gününe; kamerin hilal şekli olan çeyreğine; dört unsurdan ateşe; tabiatlardan sıcak-kuruya; yönlerden doğuya; rüzgarlardan sabaya; gün içindeki öğle sonuna doğru olan altı saate; sıvı cevherlerden safraya; ömür çeyreklerinden gençliğe; tabii güçlerden cazibe (çekici) gücüne; aktif güçlerden düşünme gücüne; içsel güçlerden cesaret ve cömertliğe; görünen eylemlerden çabukluk, kuvvet ve sabra eştir; ona güç veren hisler ise zir teli ve bu telden çıkan seslerdir; söz ve şiir türünde cesaret ve feraseti öven şeylere; acılı yemeklere; sarı ve kırmızı renklere; misk ve yasemin benzeri kokulara eştir. Velhasıl tüm yiyecek, koku ve renk mutedil olmalıdır.
Sonbahar ise güneşin batı çizgisinden yeryüzüne indiği çeyreğe; teraziden yaya kadar olan burçlara; ayın günlerinden yarıdan sonra gelen üçüncü yedi güne; kamerin hilalden sonraki çeyrek haline; toprak unsuruna; soğuk-kuru mizaca; batı yönüne; debûr (batı) rüzgârına; gün içinde geceden önceki altı saate; sevda hıltına; ömrün orta yaşlılık çeyreğine; tabii güçlerden kavrayıcı (çekip-çeviren) güce; aktif güçlerden ezberleme gücüne; huylardan iffete; görünen eylemlerden ağırbaşlılık ve istikrara; -udunikinci teli olan misles teli ve bundan çıkan seslere; makamlardan sakil ve bunun benzerlerine; sözlerden övgüye; akıl, ağırbaşlılık ve anlayışa; ekşili yiyeceklere; siyah, gri ve benzer renklere; gül ve dal kokusu gibi soğuk-kuru kokulara eştir.
Kış ise güneşin yeryüzünden doğu ufkuna doğru yükseldiği çeyreğine; oğlaktan balık burcuna kadar olan burçlara; ayların son çeyreği olan dört aya; kamerin son haline; unsurlardan suya; soğuk-nemli tabiata; yönlerden kuzeye; rüzgârlardan kuzey rüzgârına [cerbiyye]; gün içinde gecenin son çeyreğine; balgam sıvı cevherine; doğal güçlerden sürükleyici (itici) güce; aktif güçlerden hatırlama gücüne; hilm (yumuşaklık) ve umarsızlık huyuna; görünen fiillerden davranışta kolaylık ve iyi muameleye; -udunbam teli ve bundan çıkan seslere; makamlardan hezec ve remele; söz ve şiirden iyilik, cömertlik, adalet ve güzel ahlâkı övenlere; yemeklerden yağlı ve tatlılara; renklerden yeşile, kokulardan nergis ve nilüfere eştir. Velhasıl tüm yiyecek, koku ve renk soğuk-nemli olmalıdır.
Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bu örnek ve kıyas üzere tabii varlıkların hallerini incelediğinde ve hissedilir oluşların türlerini göz önüne aldığında, tamamının bu dörtlü kısımlarda yer aldığını, bazısının bazısına zıt veya eş olduğunu görürsün. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Her şeyden de çift çift yarattık ki, düşünüp öğüt alasınız” Bir başka ayetinde ise şöyle buyurmaktadır: "Yerin yetiştirdiklerinden, insanların kendilerinden ve henüz mahiyetini bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah’ı teşbih ve takdis ederim"
Ey kardeşim! Bil ki, bu eş olan şeyler, güzel bir oran içinde bir araya getirildiğinde güçleri ikiye katlanır, tüm fiilleri ortaya çıkar ve -bunlarzıtlıkları galip gelir (yener) ve aykırı gelen şeyleri yok eder. İşte bu bilgilerle hakim (bilge) kimseler hastalıkları iyi eden tiryak, merhem, şurup gibi tıpçılar arasında bilinen, kitaplarında anlatılmış ilaçlar yaparlar. Tılsımcılar da (büyü) eşyanın özellikleri, tabiatları, eşleri, bileşimleri ve te’lîf oranları bilgilerinden sonra aynı şeyi yaparlar. Bu örnek üzere doğumun kolaylığı konusunda -uygulanandokuzlar da aynı şekildedir. Dokuz sayıları koç burcunun dokuzuncu ayında, saat dokuzda yazıldığında, dokuzda bahtın Rabbi veya bant konusunda dokuzun Rabbi -yazıldığında-, veya kamer dokuzda ve buna bağlı olarak yıldızlar dokuzda vb. eş olan şeyler bir araya getirildiğinde.
Makam Derecelerinde İntikal (Seyir)
Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, Yüce Allah, bütün varlık türlerine idrak etme hissi ve kendi gücünü kendi yollarıyla bilecekleri güçler bahşetmiştir. Aynı zamanda her başarılı algının ve çok bilgili gücün fıtratına da idrak ettiği duygulardan lezzet alma, kaybettiğinde onu arzu etme, devamlı yaptığında da usanma, kendi cinsinden diğerlerini de rahat ettirme hissi vermiştir. İnsanlar arasında giyecekleri, yiyecekleri, kokladıkları, gördükleri, işittikleri şeyler konusu bu minval üzeredir. Usta, mahir bir müzisyen dinleyicilerin sıkıldıklarını gördüğünde kendisine aksi gelse de uygun düşse de başka makama geçer.
Ey kardeşim! Bil ki, bir makamdan diğerine geçmenin iki yolu vardır: Ya -müziğikeser ve susar, perdeleri düzeltir, telleri gerer veya gevşetir ve bundan sonra başka bir makama başlar; ya da yaptığı işi -makamıbir tarafa bırakır ve buna benzeyen -en azındanyakın olan bir makama geçer. Sakilden hafife geçebilir veya hafiften sakile veya yakın olan bir şeye geçebilir. Hafifü’r-remelden mahuriye geçmek isteğinde sakilürremelin son iki nakresinde durur, sonra bir nakreyle devam eder, sonra hafif bir nakre zamanı durur ve mahuriye başlar. Aynı zamanda ferahlık veren şiirlere, remel ve hezecler gibi benzer (eş) melodiler giydirmek de müzisyenin ustalığını göstermektedir. Yücelik, iyilik ve cömertlik gibi övgüleri bunlara eş olabilecek sakilü’l-ewel ve sakilü’s-sâni gibi melodilere giydirmek de aynı şekildedir. Cesaret, atılganlık ve dinçlik manalarındaki övgüleri, mahuri, hafif ve bunlara eş olabilecek melodilere giydirmek de aynıdır.
Aynı şekilde makamları, kendileriyle eş zamanlarda ve benzer hallerde uygulamak; davet, düğün yemeği ve içkili meclislerde ahlâkı, iyiliği, yüceliği ve cömertliği güçlendiren sakil-i evvel ve benzer makamları tatbik etmek; sonra da şen-hezec ve remel gibi şakrak melodiler icra etmek; raks ve halay çekerken mahuri ve benzer makamları uygulamak; sarhoşluk, geçimsizlik, kavga ve düşmanlık gibi meclisin sonunda çıkabilecek şeylerden korkulursa yumuşak, uyutucu ve hüzünlü melodiler icra etmek de müzisyenin ustalığındandır.
Filozofların Musikiye Dair Güzel Sözleri
Filozoflar ve bilge kimseler sultanın davetinde bir araya gelmişler ve sultan da konuştukları şeylerin yazılmasını emretmiş. Orada hazır bulunan müzisyen müzik icrasına başlayınca bilgelerden biri şöyle demiş: “Mûsikînin, mantığın açıklama konusunda acze düştüğü bir üstünlüğü vardır ve -mantıkbunu kelimelerle ortaya çıkaramaz. Kişi bunu vezinli bir melodi olarak ortaya koyar. Kişinin tabiatı bunu işittiğinde bundan hoşlanır, mutlu olur ve sevinir. Sizler de kişinin konuşma ve yakarışına kulak veriniz! Tabiatınızı ve düşüncenizi onun güzelliklerine terk edin ki sapmayasınız.” Bir başkası da şöyle dedi: “Müzik dinlerken -müziğinsizi hayvani nefsin arzularına sevk etmesinden sakınınız! Zira sizi doğru yoldan saptırır ve sizi yüce nefsin yakarışından alıkoyar.” Diğer biri müzisyene şöyle dedi: “Kişiyi hilm, iyilik, cesaret, adalet ve cömertlik gibi yüce güçlerine doğru şevket; insanı kendi haline bırak, hayvani arzuları canlandırma!” Bir diğeri dedi ki: “Eğer müzisyen sanatında ustaysa kişiyi faziletlere sevk eder, rezilliklere değil.” Diğer biri şöyle dedi: “Bir filozof, kaynelerin (şarkıcı cariyeler) müziğini işitti. Öğrencisine dedi ki, ‘beni bu müzisyenin yanma götür, belki yüce bir şekille bize faydalı olur.’ Yaklaştıklarında vezinli (ölçülü, ahenkli) bir müzikten ziyade hoş olmayan, vezinsiz bir müzik işitti ve öğrencisine, ‘kehanetçiler baykuş sesinin insan ölümüne işaret ettiğini iddia ederler; dedikleri doğruysa bu müzisyenin sesi, baykuşun ölümüne işaret etmektedir’ dedi.” Bir başkası şöyle dedi: “Müzik her ne kadar diri olmasa da, kalplerin derinliklerinden ve nefislerin sırlarından haber veren güçlü bir hatiptir. Fakat onun dili yabancı dil olup, tercümana ihtiyacı vardır. Zira sözleri basit olmakla birlikte harfleri yoktur.” Ve bu filozofun sözlerini tasdik eder mahiyette Farsça beyitler okundu:
Gece vakti hafif bir iniltiyle ağlamayı
Diğerlerinden daha hoş duyuyorum
Hafifçe ağlayış ve bu dönüş ile açılma
Felekleri bir araya getirir güzelce
Bedeni zaman zaman karanlığa boğmanın Bedeli hepsinin içinde bir aslan yatmasıdır Ki o gözyaşı ve ateşli ağlamak
Günün ortasından geceye kadar devam eder
Bu dil evresi o evre değildir ki
Aşıkların haberini tefsir eder
Ki o divaneleri uyandırır
Ve uyanıkların üzerine zincir bağlar.
Bir diğeri şöyle dedi: “Müzisyenin sözleri ve melodileri harfleri olmayan basit sözler olsa da nefisle buna şiddetle meyleder ve aralarındaki benzerlikten dolayı onu hemencecik kabul eder. Bu durum, nefislerin de karmaşık olmayan basit ve ruhani cevherler olması dolayısıyladır. Müzisyenin melodileri de böyledir. Eşya, benzerlerine daha çok meyleder.” Diğeri şöyle dedi: “Müzisyen, müziğin tercümanı ve onun yorumcusudur. Manaların ibareleri iyi olursa, nefislerin sırlarını daha iyi anlatır, kalplerin derinliklerinden daha iyi haber verir. Aksi halde kısa kesmesi en güzelidir.” Bir diğeri şöyle dedi: “Müzisyenin -ortaya koyduğumanaları, bilinmeyen şeylerin sırları hakkındaki ifadelerinin güzelliğini ancak tabii arzularından temizlenmiş ve hayvani isteklerinden uzaklaşmış yüce nefisler anlar.” Diğeri şöyle dedi: “Allah Teala, cüz’î nefisleri hayvani bedenlere bağladığında, cismi arzuları onun yaratılışına ilave etmiş; çocukluk zamanlarında ona günahkar lezzetleri tatma imkanı vermiştir. Sonra bunu yaşlılıkta ondan almış ve ona -bu dönemderuhani âlemdeki nimetler, sevinç ve tatlara işaret eden ve orada bunları arzulayan bir zühd vermiştir. Müzisyenin melodilerini dinlediğinizde, onun nefisler âlemine dair yaptığı işaretleri düşünün!” Diğeri şöyle dedi: “Konuşan nefisler cismânî arzularından saflaşıp, tabii lezzetlerden el çektiğinde ve heyûlânî paslardan arındığında, hüzünlü melodilerle terennüm etmeye başlar ve o yüce ruhani âlemini hatırlamaya başlar, bu yönde özlem duyar. Tabiat bu melodiyi işittiğinde, buna cevap verebilmek için; onun renklerinin parlaklığını ve şekillerinin süsünden dolayı ona yönelir. Tabiatın tuzağından sakının, onun ağma düşmeyin!” Bir diğeri şöyle dedi: “Görme ve işitme, Allah Teala’nın bahşettiği beş duyunun en yücelerinden olmakla birlikte; bana göre görme işitmeye göre daha önemlidir; zira görme gündüzler gibi, işitme ise geceler gibidir.” Diğeri şöyle dedi: “Bilakis işitme, görmeden daha yücedir. Çünkü görme, duyumlamadığı şeyin arkasından onu kavrayana kadar gider, yani bir köle gibi ona hizmet eder. İşitme ise, duyumladığı şeylerin kendisine doğru taşındığı bir durumdadır, yani krallar gibi kendisine hizmet ettirir.” Biri şöyle dedi: “Görme, duyulmadığı şeyleri ancak dosdoğru bir hat üzere görür, işitmede ise dairesel bir duyulmama söz konusudur.” Bir diğeri şöyle dedi: “Görmenin duyumladığı şeyler daha çok cismânîdir; işitmenin duyumladığı şeyler ise tamamen ruhanidir.” Diğeri şöyle dedi: “Kişi işitme yoluyla kendisinden zaman ve mekân olarak gaip olan şeylerin haberini alabilir. Görme yoluyla ise ancak o an huzurunda olan şeyi bilir.” Diğeri dedi: “İşitme, görmeden daha seçicidir. Zira kaliteli bir zevkle vezinli sözü, uyumlu sesleri, doğru ve yanlış arasındaki farkı, ikadan çıkışı (ritmik bozukluğu), makamın istikametini ayırt eder. Görme ise idrak ettiği pek çok şeyde hataya düşer. Belki de o küçüğü büyük, büyüğü küçük, yakını uzak, uzağı yakın, hareketliyi durgun, durgunu hareketli, doğruyu eğri, eğriyi doğru görmektedir.”
Başka biri şöyle dedi: “Nefsin cevheri, uyumlu sayılara yakın ve eş olduğunda; müzisyenin şarkısının nağmeleri vezinli olduğunda; nakrelerinin harekelileri ve aralarındaki sakinleri uyumlu olduğunda tabiatlar bundan lezzet alır, ruhlar bununla mutlu olur, nefisler buna sevinir. Bunun sebebi, aralarındaki benzerlik, uyum ve yakınlaşmadır. Bu durum yüz güzelliği ve doğal zinetler için de geçerlidir. Çünkü tabii varlıkların güzellikleri, onların yaratılışlarındaki ahenk ve cüzlerinin kompozisyonundaki güzellikten kaynaklanmaktadır.
Bir başkası şöyle dedi: “Yüzlere bakanların gözleri güzellikleri teşhis eder. Çünkü nefsin âleminden bir eser vardır, ayrıca bu âlemde görülenlerin geneli güzel değildir. Ona ayıp ve kötü şeyler denk geldiğinde ya kompozisyonun aslındadır ya da sonrasında. Bunun açıklaması şudur: Dünyaya yeni gelen küçükler, Yaratıcının onu daha yeni yaratmasından dolayı bünye olarak daha narin, şekil ve suret olarak da daha zarif olurlar. Başlangıçta, henüz herhangi bir âfet, bela ve musibete uğramadan önce yeni yapıldığında elbisenin güzelliği ve göz alıcılığında da durum aynı şekildedir.”
Başka biri dedi: “Cüz’î nefislerin gözleri, aralarındaki uyumdan dolayı güzellikleri özlemle teşhis eder. Çünkü bu âlemin güzellikleri küllî-feleki nefsin eserlerindendir.”Biri şöyle dedi: “Müzisyenin telinin vuruşlarının vezni, aralarındaki ahenk ve seslerinin lezzeti, cüz’î nefislere yıldız ve gezegenlerin hareketlerinin ahenkli ve tatlı bir kompozisyon olduğunu bildirir.”
Bir başkası da şöyle dedi: “Cüz’î nefislerde güzel duyumların resimleri tasavvur olunduğunda bu, küllî nefis için eş ve benzer olur, aynı zamanda bu yönde özlemi ve kavuşma isteği olur. Bedensel şeklini terk ettiğinde, gökyüzü melekûtuna yükselir vemele-i a’lâ’ya katılır. Böylece sonsuzluğa erer, yok oluştan (fena) kurtulur, saf yaşamın tadını bulur.” Onlardan biri sordu: “Mele-i A’lâ nedir?” Cevap verdi: “Gökler ehli ve yıldızlarda oturanlardır.” Diğeri sordu: “Onlar işitir ve görür mü?” Diğeri cevap verdi: “Yıldızlar âleminde ve göklerin sahasında bu muntazam hareketleri gören, bu yüce şahıslara bakan ve bu ölçülü-leziz nağmeleri işitenler olmasaydı hikmet, batıl -boşbir şey olurdu. Bilge kimseler arasında ittifakla önceden kabul edilen şey “tabiatın faydası olmayan, boş bir şey yapmadığı’dır.”
Bir diğeri dedi ki, “Eğer fezada ve göklerde yaratılmışlar ve -oradaoturanlar olmasaydı, orası terk edilmiş bir çöl olurdu. Allah’ın hikmetinde fezayı yüce cevherleriyle birlikte ve orada oturanlar olmaksızın bomboş bir şekilde bu yıldızlara terk etmesi, nasıl mümkün olur? O, karanlık, acı, tuzlu denizlerin diplerini bile boş bırakmamış ve hatta bu derinliklerde bile büyük-küçük balık türleri yaratmıştır. Bu incecik havayı bile kendi başına bırakmamış ve orada sularda yaşayan balıkların teşbihi gibi burada da kendisini teşbih eden (yücelten) kuşlar yaratmıştır. Hatta kupkuru çölleri, bataklıkları ve sapasağlam dağları bile boş bırakmamış ve oralarda yırtıcı ve vahşi hayvanlar yaratmıştır. Toprağın karanlıklarını ve bitki örtüsünü, tohumu ve meyveyi de terk etmemiş, hatta oralarda haşerat ve böcekler yaratmıştır.”
Bir başkası şöyle dedi: “Bu âlemdeki tüm canlı türleri, göklerde ve yıldızlar âlemindeki yaratılmışların ve şekillerin nümuneleri ve silüetleridir. Nitekim çatılar ve duvarlardaki suretler ve nakışlar, bu etli hayvanların resimlerine benzerdirler. Etli yaratılmışların cevherleri saf olan bu yaratıklara oranı, bu süslü-nakışlı resimlerin kanh-canlı olan bu hayvanlara oranı gibidir.”
Bir diğeri şöyle dedi: “Burada eğer yaratılmışlar olsaydı ve onların işitme ve görme -duyuları-, akılları, anlayışları, konuşmaları, seçicilikleri olmasaydı; onlar sağır, dilsiz ve kör olurlardı.” Bir diğeri şöyle dedi: “Onların işitme ve görme duyusu varsa ve orada işitilen sesler ve lezzet alınan nağmeler yoksa, o halde onların işitmesi ve görmesi faydasızdır ve boştur. Eğer onların işitme ve görme duyuları yoksa ve onlar görüyor ve işitiyorsa, o halde onlar orada en yüce ve en faziletlidirler. Zira bu cevherler en saf, en nurlu, en şeffaf, en bütün ve en mükemmel cevherlerdir.” Biri dedi ki, “İşte burada ortaya konulan müzik nağmeleri, oradakilere benzer ve eştir. Nitekim burada kullanılan pusula, rebab [kemançe], büyük kazanlar [el-bünkan] ve boğazlı şeyler gibi rasatla ilgili aletler, oradakilere benzer ve eştir.”
Diğer biri dedi ki, “Burada hissedilen bu şeyler oradakilerden daha yüce ve daha faziletli değilse, nefislerin onlara ulaşması da sözkonusu değildir. Filozofların ruhlar âlemine dönüş konusundaki istekleri, nebilerin arzuları ve cennet nimetlerine özendirmeleri batıldır, yalandır ve iftiradır, Allah korusun! Vehimli biri veya zânn [şüpheci] biri ya da tartışmacı biri derse, “cennet bu feleklerin (gezegenler) arkasındadır veya göklerin alanının dışındadır” derse, ona denilir ki, “öncelikle melekût âlemine tırmanmadan ve yıldızlar genişliğine girmeden oraya ulaşmayı nasıl tama ediyorsun?” Denilir ki, “cennet rüzgârı sihirlerle estiğinde ağaçları sallanır ve dalları kımıldar, yaprakları hışırdar, meyveleri sararır, çiçekleri parıldar, kokuları yayılır. Dünya ehli işte bunu bir kerecik bizzat görseler, asla bir daha dünyadaki hayatlarından tat almazlar. Bu örnekle amel ederler, buna imrenirler, bununla mutlu olurlar, bu onların topladıkları şeylerden daha hayırlıdır. Filozoflar cenneti “ruhlar âlemi” olarak isimlendirirler.”
Nağmelerin Türlü Tesirleri
Ey kardeşim! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, müzisyenin nağmelerin nefisler üzerindeki tesirleri farklı türlerdedir. Nefislerin bundan -aldıklarılezzet ve sevinç de farklı ve çeşitlidir. Bütün bunlar, bilgilerdeki dereceler ve onların güzelliklerde aşık oldukları şeylere göredir. Her nefis aşık olduğu şeye benzer evsafta bir şey veya sevdiğiyle uyumlu nağmeler işittiğinde, aşık olduğu şeyin şekillerini tasavvur ettiği ve sevdiği şeylere inandığı derecede, ferahlar, sevinir ve lezzet alır. Onun metodunu ve amacını bilmediklerinde sonrakileri inkar ettiler. Buna örnek olarak şöyle bir hikâye anlatılır: “Vecd sahibi mutasavvıflardan bir adam, “Ey emin ve tatmin olmuş nefs (ruh)! Sen Ondan, O da senden razı olduğun halde dön Rabbına’.’ ayetlerini okuyan birini duymuş ve bunu okuyucudan defalarca daha istemiş. Şöyle demeye başlamış: Sana daha kaç defa “geri dön” dersem diyeyim sen dönmezsin. -Bunun üzerinesevgi gösterisinde bulundu, feryat etti ve aniden şuurunu kaybetti ve ruhunu teslim etti.” Bir başkası da şu ayeti işitti: “(Yusuf’un adamları) dediler ki: Peki, siz yalancıysanız bunun cezası nedir? 'Cezası, kimin yükünde bulunursa, ceza olarak ona el konulur; biz zalimleri böyle cezalandırırız’ dediler” Tekrarını istedi, feryat etti, şuurunu kaybetti ve ruhunu teslim etti. Vecd ehli şöyle dedi: “Cezası, kimin yükünde bulunursa, ceza olarak ona el konulur” ayetini, “sevilen şey, sevenin cezasıdır” şeklinde yorumladı. Çünkü sevilen şey, onun yükündedir. Yani sevgilinin sureti, sevenin nefsinde musavverdir. Şeklinin resimleri de kalbine nakşedilmiştir. İşte bu, onun cezasıdır. Ey kardeşim görmez misin ki, zâhirde ayet yaygın manasıyla -kullanılmakla beraberkendi metodu ve maksadı çerçevesinde nasıl yorumlanıyor. Bir başkası da şöyle diyerek şarkı okuyan birini işitti:
Resûl dedi: Yarın ziyaret edersin.
Ben de dedim: Sen söylediğin şeyin farkında mısın?
Söz ve şarkı onu tahrik etti; sevgiyle coştu ve başladı şiirdeki bir harfi değiştirerek “Yarın ziyaret ederiz” şeklinde okumaya. Hatta sevinç, mutluluk ve hazdan bayıldı. Kendisine geldiğinde vecdinin sebebi soruldu ve şöyle cevap verdi: Resûl’ün sözünü hatırladım; “Cennet ehli, her Cuma günü bir kere Rab’lerini ziyaret ederler.”
Haberde Cennet ehlinin orada en tatlı ve hoş seslerle yaratıcının konuşmasını duyacakları rivayet edilmektedir. Bu, şu ayette de geçmektedir: “Orada onların selamlaması “selam” kelimesidir, dualarının sonu da, “âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun” Denilir ki Musa, ona selam olsun, Rabbi’nin münacatım işitmiş. Sevinç, mutluluk ve lezzetten dolayı kendinden geçmiş, hatta nefsine hakim olamamış ve başlamış çalıp-söylemeye. Hatta bu olaydan sonra Musa, bütün nağmeler, makamlar ve sesleri basit görmeye başladı. Ey kardeşim! Allah seni, bu latif işaretler ve gizli sırların anlamlarını anlamaya muvaffak kılsın, bu muvaffakiyet, nerede olursa olsun tüm kardeşlerimize, sana ve bize nail olsun. Muhakkak Allah, kullarına karşı merhametlidir. Mûsikîye dair olan beşinci risâle tamamlandı.
Gerçek övgü âlemlerin Rabbi Allah’adır. Dua ve selâm Allah’ın elçisi Muhammed’e, onun pak ve temiz ailesine olsun.
Matematik Kısmının Altıncı risâlesi:
Ahlâkın Islahı ve Nefsin Terbiyesinde Sayısal ve Geometrik Oran
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
H
amd Allah’a, selam O’nun seçilmiş kullarının üzerine olsun. “Allah mı daha hayırlıdır, yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?” Ey kardeş! Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin! Bil ki, biz, bahsi geçen risâleyi bitirdik. Bu risâlede ise sayıların birbirine oranını (nispet) zikretmek istiyoruz ve diyoruz ki;
Bil ki, oran iki miktardan birinin diğerine göre ölçüsüdür. Her iki sayıdan birisi diğerine oranlandığında (izafe) bu iki sayı ya eşit ya da farklı olmak durumundadır. Şayet eşit olurlarsa bu iki sayıdan birinin diğerine oranına “eşitlik oram” denir. Eğer farklı olurlarsa iki sayıdan birinin daha büyük, diğerinin daha küçük olması gerekir. Şayet küçük olan büyüğe isnat edilirse buna “daha küçük farklılık” denir ve daha önce bahsettiğimiz dokuz lafızdan birisiyle veya bu lafızlardan türetilen terkiplerle (bileşen) açıklanır. Bu lafızlar yarım, üçte bir, dörtte bir, beşte bir, altıda bir, yedide bir, sekizde bir, dokuzda bir ve onda birdir. Bunlara altıda birin yarısı, beşte birin üçte biri ve buna uygun yapılarda söylenenlerin benzerleri ilave edilir. Bu oran hesap uzmanlarınca bilinmektedir. “Ahi’nin altmışa ve diğer sayılara oranı gibi. Şayet büyük sayı küçüğe oranlanırsa buna “daha büyük farklılık” denir. Bu oranın benzerleriyle ilgili araştırma yapmak ve söz söylemek divan muhasiplerinin değil, felsefecilerin işidir.
Bu oranın beş çeşide ayrıldığı ve beş lafızla açıklandığı bilinmektedir: Birincisi “katın (dıf) oranı”-, İkincisi “artık benzerin (el-mislü’z-zâid) oranının parça (cüz) olması”-, üçüncüsü “benzer ve artığın oranının parça olması”-, dördüncüsü “kat ve artığın oranının parça olması”; beşincisi “kat ve artığın oranının parçalar olması’dır. Büyük sayının küçük sayıya oranlanması mümkün değildir. Aksi halde bu beş oranın dışında olur.
Katın oranı, doğal dizide ikiden başlayan ve ulaştığı noktaya kadar ulaşan diğer sayıların, “bir’e oranla ulaştıkları oranın benzeridir. İki birin katıdır. Üç üç katı, dört dört katı, beş de beş katıdır. Diğer sayılar da ulaştığı noktaya ulaşana dek bu kıyasa tabidir. Bire oranlandığında ona “katlı oran (nispettin zû’l-ed’âf') denir. Bunun tablosu şu şekildedir:
Artık benzerin (el-mislü’z-zâid) oranının parça olması ise, doğal dizide düzenlenmiş ikiden başlayan diğer sayıların her birinin dengine (nazîr) oranının benzeridir. Üçün ikiye, dördün üçe, beşin dörde, altının beşe oranı gibi. Diğer sayılar da ulaştığı noktaya ulaşana dek bu kıyasa tabidir. Kendisinden öncesine “bir” ilave edildiğinde bulunan sayı, kendisinin benzeri ve bir parçası olduğu bu orandan uzaklaşmaz. Bunun tablosu şu şekildedir:
Benzer ve artığın oranının cüzler (parçalar) olması, doğal dizide düzenlenmiş üçten başlayan diğer sayılara çift değil de tek dizide düzenlenmiş beşten başlayan diğer sayıların oranlandığındaki/nispet edildiğindeki oranın benzeridir. Beşin üçe, yedinin dörde, dokuzun beşe, on birin altıya, on üçün yediye oranı gibi. Diğer sayılar da ulaştığı noktaya ulaşana dek bu kıyasa tabidir. Bunun tablosu şu şekildedir:
_9 H 13 15_
5 6 7 8
Kat ve artığın oranının parça olması ise, doğal dizide düzenlenmiş ikiden başlayan diğer sayılara çift değil de tek dizide beşten başlayan diğer sayıların oranlandığındaki benzeridir. Beşin ikiye, yedinin üçe, dokuzun dörde, on birin beşe oranı gibi. Diğer sayılar da ulaştığı noktaya ulaşana dek bu kıyasa tabidir. Bunun tablosu şu şekildedir:
Kat ve artığın oranının parçalar olması, doğal dizide üçten başlayan diğer sayılara sekizden başlayan diğer sayıların üç artırarak oranlandığındaki oranın benzeridir. Sekizin üçe, on birin dörde, on dördün beşe, on yedinin altıya oranı gibi. Diğer sayılar da bu örnekte olduğu gibi üçer üçer atlayarak ulaştığı noktaya ulaşana dek bu kıyasa tabidir. Bunun tablosu şu şekildedir:
Her farklı iki sayıdan büyük olan küçük olana oranlandığında bunların bahsettiğimiz beş orandan uzak olmadığı açığa çıkmıştır. Bunlar “katın oranı”, “benzer ve cüz (parça)ün oranı”, “benzer ve parçaların oranı”, “kat ve parçanın oranı”, “kat ve parçaların oranıdır. Açıkladığımız bu sistemde küçük olan sayı büyük olana oranlandığında ise bu beş sözcüğe diğer bir sözcük daha ilave edilir. Bu “alt (taht) lafzıdır. Denilir ki, “Bir” diğer sayılara oranlandığında o, “katlıların altında (tahte zi’l-ed’af)dır. îki üçe oranlandığında da “Benzer ve artığının cüz olarak altında’dır denilir. Üç dörde, dört beşe oranlandığında da böyledir. Bu kıyas, birinci babda büyük sayının küçüğe oranında her bir sayının oranının dengiyle olduğu konusunda söylediğimiz şeylerin aksinedir. Mesela, üç beşe, dört yediye, beş dokuza izâfe edildiğinde buna, ‘"Benzer ve artığın parça (cüz) olarak altında” denilir. İkinin beşe, üçün yediye, dördün dokuza oranında ise “kat ve artığın parça (cüz) olarak altındadır” denir. Üçün sekize, dördün on bire, beşin on dörde, altının on yediye oranında ise “kat ve artığın parça (cüz) olarak altındadır” denir. Küçüğün büyüğe oranının, “katlıların altında” olduğu, “benzer ve artığın parça (cüz) olarak altında” olduğu, “benzer ve artığın parçalar (cüzler) olarak altında” olduğu, “katlının ve artığın parça olarak altında.” olduğu, “katlının ve artığın parçalar olarak altında” olduğu beş anlamdan uzak olmadığı açığa çıkmıştır.
Bölüm: Oranlar
Bil ki oran üç çeşittir: Ya nicelik (kemmiyet) yönünden, ya nitelik (keyfiyet) yönünden, ya da ikisi birliktedir. Nicelik yönünden olana “sayısal oran” denir. Nitelik yönünden olana “geometrik (hendesî) oran” denir. İkisi birlikte olana ise “birleşik ve müziksel (musikiye) oran” denir. “Sayısal oran” eşitlik açısından birbirinden ayrı olan iki sayı arasındaki farktır. Bunun örneği bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz ve ondur. Bu sayılardan her iki sayının arasındaki fark birer birerdir. İki, dört, altı, sekiz, on, on iki, on dört, on altı, on sekiz ve devam eden sayılar da böyledir. Bu sayılardan her iki sayının arasındaki fark ikişer ikişerdir. Bir, üç, beş, yedi, dokuz, on bir ve devam eden sayılar da böyledir. Bunlardan her iki sayı arasındaki fark ikişer ikişerdir. Bu kıyas üzerine diğer sayısal oranlar inşa edilir. İki sayı arasındaki farkın eşit olmasına itibar edilir. Hangi sayı olursa olsun iki sayıdan her birinin yarısı alındığında, bunların toplamının iki sayının ortasındaki sayıyı vermesi bu oranın özelliğidir. Bunun örneği: Üç ve dört arasındaki fark birdir. Üçün yarısı alındığında bu sayı bir buçuktur. Dördün yarısı ise ikidir. Bu ikisinin toplamı üç buçuk eder. Üç buçuk üçten yarım büyüktür; dörtten de yarım küçüktür. Diğer sayısal oranlar bu kıyas üzerine kurulur.
Geometrik oran ise, farklı iki sayıdan birinin diğer sayıya göre ölçüsüdür. Bunun örneği dört, altı, dokuzdur. Bunlar geometrik bir oran içerisindedir. Çünkü dördün altıya oranı altının dokuza oranı gibidir. Çünkü dört altının üçte ikisi; altı da dokuzun üçte ikisidir. Tersi de bunun gibidir. Dokuzun altıya oranı altının dörde oranı gibidir. Çünkü dokuz altının ve yarısının benzeridir. Altı da dördün ve yarısının benzeridir. Sekiz, on iki, on sekiz ve yirmi yedi de bunun gibidir. Bunların hepsi geometrik oran içerisindedir. Çünkü sekiz on ikinin üçte ikisidir. On iki on sekizin üçte ikisidir. On sekiz yirmi yedinin üçte ikisidir. Tersi de bunun gibidir. Yirmi yedi on sekizin ve yarısının benzeridir. On sekiz de on iki ve yarısının benzeridir. On iki sekiz ve yarısının benzeridir. Diğer geometrik oranlar bu örnek üzerine inşa edilir.
Bu oran bitişik (muttasıl) ve ayrı (munfasıl) olmak üzere iki kısma ayrılır. Bitişik oran burada sunduğumuzun benzeridir. Üç sayı söz konusu olduğunda, birinci sayının üçüncüyle çarpımının, İkincinin kendisiyle çarpımının aynısı olması bu oranın özelliğidir. Bunun örneği şudur: Dördün dokuzla çarpımının altının altıyla çarpımının aynısı olmasıdır. Şayet dört sayı olursa, birincinin dördüncüyle çarpımı İkincinin üçüncüyle çarpımının aynısıdır. Bunun örneği sekiz, on iki, on sekiz ve yirmi yedidir. Ayrı oran, dört, altı, sekiz ve on ikinin benzeridir. Dördün altıya oranı sekizin on ikiye oranı gibidir. Çünkü sekiz on ikinin üçte ikisidir. Altı ise sekizin üçte ikisi değildir. Ancak dört altının üçte ikisidir. Bu oran ve benzerlerine ayrı oran denir. Birincinin dördüncüyle çarpımının İkincinin üçüncüyle çarpımının aynısı olması bu oranın özelliğidir. Orta terimin (hadd) oranda ortak olması bitişik oranın özelliğidir. Ayrı oranda ise orta terim oranda ortak değildir. Bitişik oran geometrik ve sayısal değerlerden oluşmuştur. Bunun örneği bir, iki, üç, dört, beş ve altıdır. Altı en büyük terim olarak adlandırılır. Üç en küçük terimdir. Dört ise orta terimdir. Bir ve iki, hadler arasındaki fazlalıktır. Çünkü altı ve dört arasındaki fazlalık ikidir. Dört ve üç arasındaki fazlalık da birdir. Altı, dört ve üç arasındaki fazlalık olan ikinin, dört ile üç arasındaki fazlalık olan bire oranı, altı olan büyük terimin üç olan küçük terime oranı gibidir. Bunun tersi de böyledir. Küçük terim olan üçün büyük terim olan altıya oranı birin dört ile altı arasındaki fark olan ikiye oranı gibidir. Diğer yönden birin ikiye oranı ikinin dörde, üçün altıya oranı gibidir. Bunun tersine altının üçe oranı dördün ikiye, ikinin bire oranı gibidir. Diğer yönden altının dörde oranı üçün ikiye oranı gibidir. Bunun tersine ikinin üçe oranı dördün altıya oranı gibidir. Bu nispet, sayısal ve geometrik açıdan birleştirilmiş ve bu ikisinden oluşturulmuştur. Musiki Risâlesi’nde (Risâletul-mûsikî) açıkladığımız gibi, bu orandan nağme ve makamların oluşturulması söz konusudur.
Bölüm: Bitişik Oranları Çıkarma
Hangi sayı olursa olsun, her sayı kendisinden büyük başka bir sayıya oranlandığında bu sayının o sayıda bir oranı vardır ve bu oranın içinde o sayıdan daha küçük başka bir sayı bulunabilir. Bunun örneği “yüz’e oranlandığında “ori’dur. O, 1/10 oranındadır. Bu oranın içinde on sayısının altında “bir” vardır. Çünkü “bir”, “orî’un onda biridir. “Orî’un, yüzün onda biri olduğu gibi. Bunun gibi “onun doksana oranı, 1 + 1/9’un “on” sayısına oranı gibidir. Yine “on’un seksene oranı, 1+1/4’ün “ona oram gibidir. Yine “onun yetmişe oranı, l+3xl/7’nin on sayısına oranı gibidir. Yine “on’un altmışa oranı, 1+2x1/3’ün “on”a oranı gibidir. Yine “ori’un elliye oranı, “iki’nin “ori’a oranı gibidir. “On’un “kırk’a oranı, iki buçuğun “orî’aoranı gibidir. “On’un “otuz’aoranı, 3+1/3’ün “on”aoranı gibidir. “On’un yirmiye oranı, beşin “orî’a oranı gibidir. Diğer bitişik oranlar bu kıyastaki gibi kurulur.
Bu oranı çıkarma konusunda kural (kıyas), bu sayının kendisiyle çarpılması; elde edilen sayının büyük sayıya bölünmesidir Çıkan sayı, bu orandaki küçük sayıdır. Toplam sayı küçük sayıya bölündüğü takdirde ise bu orandaki büyük sayı ortaya çıkar. Bunun örneği sana şöyle denildiğindedir: Bana on sayısına oranı “orî’un on bire oranı gibi olan sayıyı bul! Bunun yolu, senin on sayısını kendisiyle çarpman, çıkan sayıyı on bire bölmendir. Dokuz ve on birin bir parçası/cüzü ortaya çıkar. Dokuz ve on birin bir parçasının “orî’a oranı, onun on bire oranı gibi olur. Şayet bu sayı dokuza bölünürse 11 + 1/9 çıkar. “Orî’un dokuza oranı on bir artı bir bölü dokuzun ona oranı gibidir. Sayılardan ikisi belli olup da üçüncüsü belirsiz olduğu takdirde, bilinmeyeni iki bilinenden hareketle bilmenin mümkün olması bu oranın özelliğidir. Bunun yolu iki bilinenden birini kendisiyle çarpman; elde edilen toplamı diğerine bölmendir. Çıkan sayı istenen bilinmeyen sayıdır. Bunun örneği sana şöyle dendiğindedir: Bana, ikiye oranı dördün altıya oranı gibi olan sayıyı bul? Ya da dördün o sayıya oranı, altının dörde oranı gibi olan sayıyı bul demesidir. Her iki durumda da kıyas birdir. Dördün kendisi ile çarpılmasıdır ki on altı olur. Bu sayıyı altıya bölersin. 2+2/3 olur. Dersin ki: 2+2/3’ün dörde oranı dördün altıya oranı gibidir. Bunun tersine dördün 2+2/3’e oranı altının dörde oranı gibidir. Şayet altı verilirse ona dörde yaptığın gibi işlem yap. Her ikisinin yolu birdir. Çünkü altı kendisi ile çarpıldığında, çıkan sayı da dörde bölündüğünde dokuz olur. Deriz ki: Dokuzun altıya oranı altının dörde oranı gibidir. Bunun tersi, altının dokuza oranı dördün altıya oranı gibidir. Bunun benzerlerini bu örnek üzerine kıyas et. Bu oranda geometrik bilinmeyenler bilinenler vasıtasıyla açığa çıkarılır. Şayet değeri veya fiyatı varsa alışverişteki bilinmeyenler de böyledir. Bunun örneği şöyle dendiğindedir: Onun dörde oranı kaçadır? Dördü altıya çarp; çıkan sayıyı “ori’a böl. Çıkan sayı istenendir.
Bil ki, bilinmeyen bazen değer, bazen fiyat da olsa kıyasta değeri değerle, fiyatı da fiyatla çarpma. Değeri fiyatla, fiyatı değerle çarp.
Bölüm: Orantı
Bil ki orantı, sayıların ölçülerinin birbirleriyle ittifak etmesidir. İki sayı arasında orantı olmaz. Orantı en az üç sayıdan olur. Orantılı sayıların en azı da, üç tane sayı olduğu zaman orantılı üç sayıyla olur. Birincinin İkincisine ölçüsü, İkincisinin üçüncüsüne ölçüsü gibidir. Orantılı her üç sayı için tersi de bunun gibidir. Birincinin üçüncüyle çarpılması İkincinin kendisi ile çarpılması gibidir. Bunun örneği şudur: 4, 6, 9’un hepsi orantılı üç sayıdır. Bu orantının iki kenarı bilindiğinde ve ortası bilinmediğinde -iki kenarla birinci ve üçüncüyü kastediyorumve iki kenardan birisi diğeri ile çarpılıp çıkan sayının karekökü alındığında çıkan sayı bilinmeyen orta sayı olur. Şayet iki kenardan bir tanesi ve orta sayı bilinirse orta sayı aynı şekilde çarpılır; çıkan sayı bilinen kenar sayısına bölünür. Bölme sonucunda çıkan sayı, bilinmeyen kenar sayısıdır. Orantılı sayılar dört tane olduğunda bunların oranı iki çeşittir: Birincisi “sıralı oran”, İkincisi “sırasız orandır. Oranına göre sıralı orantılı sayılar dört tane olduğunda birincinin İkinciye ölçüsü İkincinin üçüncüye ölçüsü gibidir. İkincinin üçüncüye ölçüsü ise üçüncünün dördüncüye ölçüsü gibidir. Bunun örneği “be, dal, ha ve ye-vav”dır. Bunlar sırasız orantılı sayı olduklarında birincinin İkinciye ölçüsü üçüncünün dördüncüye ölçüsü gibidir. İkincinin üçüncüye ölçüsü ise üçüncünün dördüncüye ölçüsü gibi olmaz. Bu şeklin örneği “ha, vav, cim ve ye-vav”dır. İster sıralı, ister sırasız olsun her orantılı dört sayıdan birincinin dördüncüyle çarpımı İkincinin üçüncüyle çarpımının benzeridir. Ortadaki iki sayıdan birisi diğeriyle çarpıldığında ve çıkan sayı bilinen kenar sayıya bölündüğünde çıkan sayı bilinmeyen kenar sayıdır. Şayet iki orta sayıdan birisi bilinmeyen diğeri bilinen olursa, iki kenar sayıdan birisini diğeriyle çarpıp, çıkan sayıyı bilinen orta sayıya böldüğünde çıkan sayı oranına göre sıralı, orantılı bilinmeyen orta sayıdır. Dört sayı olup bunlardan ikisi bilindiğinde, kalanlar ise bilinmediğinde bilinenlerden hareketle bilinmeyenleri çıkarmak mümkündür. Şayet birinci ve ikinci biliniyorsa İkinciyi kendisiyle çarpar, çıkan sayıyı birinciye bölersin. Çıkan sayı üçüncüdür. Şayet birinci ve üçüncü biliniyorsa, birinciyi üçüncüyle çarpar, çıkan sayının karekökünü alırsın. Çıkan sayı İkincisidir. Sonra üçüncüyü kendisiyle çarpar, çıkan sayıyı İkinciye bölersin. Çıkan sayı dördüncüsüdür. Diğer sayılardaki uygulama da bu şekildedir. Sırasız orantılı dört sayı olduğunda ve bunlardan iki sayı bilindiğinde bilinenlerden hareketle bilinmeyenleri çıkarmak mümkün değildir. Ancak birinci ve ikinci bilindiğinde ve ikinci birinciden daha büyük olduğunda ikinci birinciye bölünür. Çıkan sayı birincinin katlarından birisi ve oranıdır. Aynı şekilde dördüncüde de üçüncünün katları vardır. Birinci İkinciden büyük olduğunda birinci İkinciye bölünür. Bölme neticesinde aynı şekilde üçüncüde dördüncünün katları vardır.
“Oran değiştirme”, karşılık ve zıddı olarak İkincinin oranını dördüncüye verdiğin gibi birincinin oranını da üçüncüye vermendir. “Oran düzenleme” ise, üçüncünün oranını üçüncü ve dördüncünün ikisine birden verdiğin gibi birincinin oranını birinci ve İkincinin ikisine de vermendir. Bunun aksi ve yer değiştirmesi de böyledir. “Oran artırma” ise, birincinin İkinciye olan fazlasının İkinciye oranı gibi, üçüncünün dördüncüye olan fazlasının dördüncüye oranıdır. “Oran azaltma” ise, ikinci sayıdan birinci çıktıktan sonra İkinciden kalan sayının birinciye oranını yapmandır. Dördün kendisinden üç çıktıktan sonra üçe oranı gibi. Bunun aksi ve oranın değiştirilmesi de böyledir.
Bölüm: Sayısal, Geometrik ve Müziksel Oran İlminin Üstünlüğü
Ey sadık ve merhametli kardeş! Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin! Şunu bil, nebiler ki onlara selam olsun ve filozoflar, ortağı ve benzeri olmayan Yüce ve Ulu Yaratıcının bütün varlıklara oranla özü itibariyle bir olduğunda ve onun dışındaki bütün mevcudâtın çift kutuplu, birleşmiş (müellef) ve toplanmış (mürekkep) olduğunda ittifak etmişlerdir. Çünkü Allah, cismânî âlemi var etmek istediğinde öncelikle iki aslı var etti. Bunlar Heyûlâ ve Sûrettir. Sonra bu ikisinden mutlak cismi yarattı. Bazı cisimlere -yani elementleresıcaklık, soğukluk, kuruluk ve ıslaklıktan oluşan dört karakter (et-Tabâi’u’l-Erba’a) verdi. Elementler (erkân) ateş, hava, su ve topraktır. Sonra bu elementlerden yeryüzündeki hayvan, bitki ve madenlerin tamamını yarattı.
Bil ki, bu elementlerin kuvvetleri farklı, karakterleri zıt, şekilleri başka başka, yerleri değişik, birbirlerine uzak ve karşıttırlar. Ancak bir birleştiricinin bunları birleştirmesiyle bir arada bulunurlar. Birleştirme, oranlı olmadığında karışmaz ve birleşmezler. Bunun örneği nağmeli musiki sesleridir. Çünkü cırcır böceğinin nağmesi, ince ve hafiftir. Baykuşun nağmesi ise kalın ve ağırdır. İnce kalının zıddıdır. Hafif de ağırın zıddıdır. Bu iki özellik birbirinden farklı ve birbirinin karşıtıdır. Ancak bir toplayıcı ve o ikisini birleştiren bir bitiştirici ile bir araya gelirler ve karışırlar. Birleştirme oranına uygun olmadığı zaman birbirlerine karışmaz, birleşmez ve kulağa hoş gelmezler. Oranına uygun birleştirildiklerinde ise birleşirler ve tek bir nağme gibi olurlar. Kulak o ikisini birbirinden ayırt edemez, tabiat onlardan lezzet alır ve nefisler onların sesinden sevinç duyar. Bunun gibi vezinli söz oranına uygun olduğunda, vezin de oranlı olduğundan dolayı kulakta vezinli olmayan nesirden daha fazla haz bırakır.
Tavil vezniyle yazılmış bir aruz bunun örneklerindendir. Bu aruz kırk sekiz harftir. Yirmi sekiz harf harekeli, yirmi harf sakindir. Onun sakinlerinin harekelilerine oranı 5/7’nin oranı gibidir. Beytin yarısının oranı da bunun gibidir. O, on dört harekeli ve on sakin harften ibarettir. Yine dörtte birinin oranı harekeli yedi harf ve harekesiz beş harftir. Yine o, on iki adet iki harfli kelimeden meydana getirilmiştir. İki harfli kelimelerin on ikisi harekeli, on ikisi sakindir. Sekiz, üç harfli kısım vardır. Bunlardan sekiz harf sakin, on altı harf harekelidir.
Kitabe harfleri de bunun örneklerindendir. Bunların şekilleri farklı ve suretleri açıktır. Onların ölçüleri ve birbirlerine olan konumları orantılı olursa hat güzel olur. Şayet bu konum orantısız olursa hat kötü olur. Başka bir risâlede harflerin birbirlerine oranının nasıl olması gerektiğini açıklamıştık.
Ressamların boyaları da böyledir. Bunların renkleri farklı farklı, şiarları zıttır. Siyah, beyaz, kırmızı, yeşil, sarı ve buna uygun diğer renkler gibi. Bu boyaları birbirine orantılı bir şekilde karıştırdığın zaman bu resimler berrak ve güzel bir şekilde parlar. Karışım orantısız olduğunda karanlık, bulanık ve çirkin olur. Başka bir risâlede, bu boyaların iyi olmaları için birbirlerine olan konumlarının nasıl orantılı olması gerektiğini açıklamıştık.
Yine bedenlerin uzuvları ve eklemleri de bunun örneklerindendir. Bunların şekilleri farklı, ölçüleri ayrıdır. Birbirlerine olan ölçüleri orantılı olduğunda ve birbirlerine ölçülü yerleştirildiğinde beden doğru, gerçek ve makbul olur. Belirttiğimizin dışında olduğunda ise nefse çirkin, ızdıraplı ve gayri makbul gelir. Bedenlerin takdirinin ve birbirine yerleştirilmesinin nasıl olması gerektiğini bahsi geçen risalede bir miktar anlatmıştık.
Yine tıp ilaçları ve tedavileri de bunun örneklerindendir. Bunların karakterleri zıt, lezzetleri, kokuları ve renkleri farklıdır. Orantılı bir şekilde karıştırıldıklarında pek çok fayda içeren ilaçlara dönüşürler. Panzehirler, merhemler ve buna benzer şeyler gibi. Ölçüleri ve miktarları orantısız bir şekilde birleştirildiği zaman ise zararlı ve öldürücü bir zehir olurlar.
Yine pişirilecek yemek için gerekli olan şeyler de bunun örneklerindendir. Bunların tadı, rengi, kokusu ve ölçüsü farklıdır. Pişirme anında bunların ölçüleri orantılı bir şekilde ayarlandığında yemeğin kokusu güzel; tadı lezzetli ve yapımı iyi olur. Orantısız olduğunda ise bunun tersi olur. Bu yüzden tıp ve sanat kitaplarında, bu ilaçların orantılı olarak karıştırıldığı ve bu oranla düzenlendiği zaman doğru olacağı; bunun aksi olduğunda ise bozulacağı ve doğru olmayacağı söylendi. Bütün madenlerin cevherlerinin karışımlarının civa ve kükürtten olması bu kıyasa tabidir. Çünkü civa ve kükürt karışıp miktarları orantılı olduğu ve madenin sıcaklığı onları düzenli ve ölçülü bir şekilde pişirdiği zaman, bunun neticesinde uzun zaman sonucunda som altın meydana gelir. Bu ikisinin parçaları bu oranda olmadığı ve madenin sıcaklığı onları pişirme konusunda yetersiz kaldığında beyaz gümüş olur. Kükürdün parçalarının sıcaklığı fazla gelip civanın nemini kuruttuğunda ve ona kuruluk hâkim olduğunda kırmızı bakır olur. Civa ve kükürt saf değil de katı olduklarında bu ikisinden demir meydana gelir. Civa fazla, kükürt az olduğunda ve sıcaklık kısa sürüp onlara soğuk hâkim olduğunda kurşun meydana gelir. Madenlerin cevherleri civa ve kükürdün ölçüleri ve orantılı bir şekilde karışımlarına, ziyade ve noksanlığın yayılmasına, sıcaklığın o ikisini pişirme derecesine, o ikisinden fazlalık ve azlığın çıkmasına göre farklılık arz eder.
Bu kurala göre hayvanların ve bitkilerin şekilleri, renkleri, yiyecekleri ve kokuları dört elementin -ki bunlar ateş, hava, su ve topraktırparçalarının karışımına, parçalarının ölçülerinin oranına ve birbirlerine olan kuvvetlerine göre farklılık arz eder. İnsanoğlundan doğmuş olanların (mevlûdîn) cisimlerinin kendisinden düzenlendiği karışımların niceliği yani kan, balgam ve kara ve sarı iki safra, onların oluşumlarının aslı konusunda en üstün oranda olduğunda ve onlara bir hastalık arız olmadığında onların cisimleri doğru karakterli, bedenlerinin bünyesi kuvvetli ve renkleri saf olur. Aynı şekilde her ne zaman onların organlarının takdiri ve birbirine karıştırılması en iyi oranda olursa onların şekilleri güzel, görünüşleri makbul ve ahlâkları övgüye layık olur. Ne zaman da bunun aksi olursa onların cesetleri ızdıraplı, şekilleri berbat ve ahlâkları kötü olur. Bunun örneği doğuştan mizaç olarak sıcak kanlı olan kişilerdir. Onların cesetleri narin, renkleri esmerdir; hareketleri ve kızgınlıkları seridir, kibirli kişilere karşı fazla cesurdurlar, harcama konusunda cömerttirler. Doğuştan soğukkanlı olanlar ise yavaş hareketli, iri cüsseli [‘abbul, dahâm], beyaz renkli ve fazla kızmayan, çok korkak ve cimri kişilerdir. Bu konu, tıp ve feraset kitaplarında uzun uzadıya açıklanmıştır. Biz, musiki ile bilinen oran ilminin üstünlüğüne delil olması için varlıkların bütün cinslerinden örnek vermek istedik. Bu ilme bütün sanat dalları muhtaçtır. Bu ilme, akılların ve seslerin ısındırılması anlamına gelen musiki ismi verildi. Çünkü ondaki örnek apaçıktır. Zira hikmet sahiplerinden marifet ehli olan eskiler, akılların ve seslerin usullerini sayısal ve geometrik oranları kullanarak ortaya çıkardılar. Oranların çıkarılması konusundaki fâsılda açıkladığımız gibi, o ikisinin arasını birleştirdiklerinde sanatsal oran ortaya çıktı.
Astronomlar ve felsefeciler yıldızlar topluluğunun, katmanları, cisimlerinin büyüklüğü ve hareketlerinin hızlılığı için dört elemente olan ihtiyaçlarının müziksel bir oran olduğunu söylediler. Bu hareketlerin müthiş nağmeleri vardır. Gezegenler arasında bu oran yoktur. Yine birbirine bakan gökyüzü evlerinin kutsal bir oranı vardır. Birbirine bakmayan evlerin ise bu oranı yoktur. Gezegenlerin evlerinin ve birbirine bakan katmanlarının bir oranı vardır. Yıldız topluluklarının evlerinin ve birbirine bakan katmanlarının şerefli bir oranı vardır. Yıldız topluluğunun kendi arasında olmadığı gibi, katmanlarla yıldız topluluğu arasında da bu oran yoktur. Oran ilminin yüceliğinden ve anlamlarının inceliğinden dolayı Öklid Kitabında, oran ilmi konusunda “Örnekler/Misâlât” ve “Deliller/Berâhîn” adlı iki münferit makale vardır. Özetle her ne kadar parçalarını birleştiren ve uzuvlarını kaynaştıran karışım en üstün oranda olduğu için bu onları güçlendirse ve sağlamlaştırsa da, karakterleri zıt şeylerden oluşan her yapılmış (masnû’) şeyin kuvvetleri ayrı ve şekilleri farklıdır.
Faydalardan uzaklaşma ve fayda elde etmede ortaya çıkan durum da oranın ilginçliklerindendir. El terazisinde -kantar ortaya çıkan şey bundandır. Çünkü el terazisinin sütununun iki başından birisi uzundur ve asma kancasından uzaktır. Diğeri ise kısadır ve ondan daha yakındır. Uzun başına az bir ağırlık asıldığında, kısa başına da daha çok ağırlık asıldığında, az ağırlığın çok ağırlığa oranı asma kancasından kısa başın uzaklığının uzun başın uzaklığına oranı gibi olduğunda eşit ve ölçüde olurlar. Şahısların kendisiyle gölgesi arasında ortaya çıkan orantılılık da bunun örneklerindendir. Çünkü her şahsın endamı düzgün ve boyu diktir. Onun bir gölgesi vardır. Bu şahsın gölgesinin uzunluğunun tüm vakitlerde ayakta durmasının uzunluğuna oram, bu vakit içerisinde yükselmenin başlangıcının yükselmenin tamamlanmasının başlangıcına oranına eşittir. Bunu ancak mühendisler ve astronomiyle uğraşanlar bilir. Aynı şekilde bu oran, ağırın hafif olanla çekilmesinde ve hareket ettirilen ağırlığın ağırlığı olmaksızın uzun zaman içerisinde hareket ettirilmesinde bulunur. Aynı şekilde sudaki ağırlığı ile kütlesinin yapısı arasındaki orantıdan dolayı suyun üzerine çıkan cisimlerde ortaya çıkan durum bundandır. Çünkü suyun üzerine çıkan her cismin kütle olarak sudaki yeri, ölçüsünün miktarına eşittir. Şayet bu cismin kütlesi, sudaki ölçüsünden geniş olmazsa bu cisim suyun üzerine çıkmaz, batar. Şayet bu kütle sudaki ölçüsüyle eşit olursa bu cisim suda batmaz; ondan suyun üzerinde bir parça da kalmaz. Bilakis onun yüzeyi suyun yüzeyiyle aynı seviyede olur. Suyun yüzeyinde kalan her iki cisimden birinin kütlesinin genişliğinin diğerine oranının, ikisinden birinin diğerinin ağırlığının oranına eşit olması gibidir. Bahsettiğimiz bu şeyleri hareket sanatını kavrayan veya ağırlık merkezlerini, yörüngeleri, göksel cisimleri ve boyutları bilen kişiler bilir.
Oranları bilmek suretiyle bilinmeyenlerden bir kısmının bilgisine sahip olmak oran ilminin faydalarındandır. Değer verilen şeylerle onlara verilmiş fiyatlar arasında ortaya çıkan orantı da bu faydalardandır. Çünkü her şey ölçü, tartı, miktar ve sayı bakımından ölçüşünce takdir edilir. Sonra onun için fiyat belirlenir. Bu takdir edilen şeyle ona verilmiş fiyatı arasında iki oran vardır. Birisi “eşit”, diğeri ise “zıd’dır. Bunun örneği şöyle dendiğindedir: “Onu altıyadır.” Burada “On” takdir edilen şeydir. “Altı” ise ona verilen fiyattır. Bu ikisi arasında iki oran vardır. Birincisi eşit, İkincisi zıddır. Çünkü altı “on”un yarısı artı bir bölü onudur. Bunun aksi “ondur. O, 6+2/3’ün benzeridir. Her sual sahibi bir şeyin fiyatını sorduğunda onun dört ölçüyle konuşması gerekir. Bunların üçü-bilinen, biri bilinmeyendir. Bunlardan her iki ölçü arasında iki oran vardır: Eşit ve zıddı. Bunun örneği şöyle dendiğindedir: On altıyadır, dörde kaçdır? “On” sözü bilinen bir ölçüdür. Altı ve dört de böyledir. “Kaç” sözüne gelince bu bilinmeyen bir ölçüdür. Deriz ki, on ile altı arasında açıkladığımız gibi iki oran vardır. Aynı şekilde dört ile bilinmeyen bir ölçü olan “kaç” arasında da iki oran vardır. Aynı şekilde on ile bilinmeyen arasında da iki oran vardır. Altıyla bilinmeyen arasında da iki oran vardır. Bunun anlamı, bilinmeyen ölçü altı artı bir bölü üçtür. Deriz ki, “Kaç” “on”un iki bölü üçüdür. Dördün altının iki bölü üçü olduğu gibi. On “kaç”m ve yarısının benzeridir. Altının dördün ve yarısının benzeri olduğu gibi. Aynı şekilde “kaç” dördün ve iki bölü üçünün benzeridir. Onun altının ve iki bölü üçünün benzeri olduğu gibi. Bunun tersi dört “kaç”ın ve “on”un yarısıdır. Altının onun ve onda birin yarısı olduğu gibi.
Bu örnek kıyas edildiğinde bütün fiyatlandırılmış şeylerle onların fiyatları arasında iki oran bulunur: Eşit ve zıddı. Bilinmeyen bilinenle bulunur. İki bilinenden birisi diğeriyle çarpılır, çıkan sayı üçüncüye bölünürse çıkan sayı elde edilmek istenen bilinmeyendir. Bunun örneği şöyle dendiğindedir: On altıyadır, kaç dördedir? Dördü onla çarp; çıkan sayıyı altıya böl. Çıkan sayı elde edilmek istenen bilinmeyendir. Bu sayı, 6+2/3tür.
Bu örnek sayesinde sayının oranı ilminin muhteşem bir ilim olduğu açığa çıkmıştır. Hikmet sahipleri, hikmetlerinin derlemelerinden ortaya koydukları şeylerin hepsini bu asıl üzerine kurmuş ve sağlamlaştırmışlar; bu ilmin diğer ilimlere üstün olduğuna hükmetmişlerdir. Çünkü diğer ilimlerin hepsi bunun üzerine bina edilmeye muhtaçtır. Şayet bu olmasaydı iş ve meslek sağlıklı olmaz, varlıklardan herhangi birisi en üstün halde bulunmazdı. Ey kardeş! Bunu bil, bunu derin bir tefekkürle düşün. O, doğru yola götüren bir ilimdir. Allah seni faydalandırsın. Bizi, seni ve bütün kardeşlerimizi ihsanı ve rahmetiyle doğruya iletsin.
Matematik Kısmının Yedinci risâlesi:
Bilimsel Sanatlar Ve Amaçları Üzerine
Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla!
H
amd Allah’a, selam O’nun seçilmiş kullarının üzerine olsun. “Allah mı daha hayırlıdır, yoksa O’na ortak koştukları varlıklar mı?”
Ey kardeş! Allah seni ve bizi katından bir ruhla (mutlulukla) desteklesin! Bil ki, sayısal oranlar konusunu tamamladık. Onların mahiyetini, kaç çeşit olduğunu, türlerini anlattık. Bunların kuvveden fiile nasıl açığa çıkarılacağını belirttik. Orada konunun tamamen doğal cisimler olduğunu, onlardan sanat eseri olarak üretilen şeylerin de hepsinin “cisimsel cevherler” olduğunu ve bunların hepsinin amacının, dünya hayatında geçim için gerekli olan “dünyanın mamur hale getirilmesi” olduğunu açıkladık.
Bu risâlede ise bilimsel sanatları zikretmek istiyoruz ki, burada konu, öğrencilerin nefislerinden ibaret olan ruhanî cevherlerdir. Onların öğrencilerdeki etkilerinin de -Mantık Risâlesi’nde (Risâletü l-mantık) anlattığımız gibitamamının ruhanî olduğunu, keza bilimlerin mahiyetini, çeşitlerini ve türlerini açıklayacağız. Ayrıca nefiste potansiyel olarak (kuvve halinde) bulunan bilgilerin, bilfiil hale nasıl çıktığını anlatacağız. Ki bu bilgilerin fiile çıkması, eğitim-öğretimde amaçlanan en son hedeftir. O hedef ise, nefislerin cevherlerinin iyileştirilmesi, ahlâkının olgunlaştırılması ve bu nefislerin, canlıların yurdu olan ahiret yurdunda sürekli kalabilmesi için tamamlanıp yetkinleştirilmesidir. Onlar keşke bunu bilselerdi. Dünyada ebedi kalmayı arzulayanlar, ahiretten gaflette olanlardır.
Bölüm: İnsanın Düalistik Yapısı
Ey kardeş! Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin! Bil ki, insan, cisimsel bir beden ile ruhanî bir nefsin bir araya gelmesinden ibarettir. Oysa beden ve nefis; nitelikleri bakımından birbirinden tamamen farklı, durumları birbirine zıt, arızî birtakım fiilleri ve geçici bazı nitelikleri ortak olan iki cevherdir. (Durum böyle olunca) insan, cisimsel bedeni itibariyle dünyada sürekli kalmayı, ebedî olarak burada yaşamayı arzular. Ruhanî nefsi itibariyle ise ahiret yurduna talip olur, oraya ulaşmayı temenni eder. İnsan birçok yönüyle ve pek çok durumuyla böyle düalistik bir yapıya; hayat ve ölüm, uyku ve uyanıklık, bilgi ve cehalet, hatırlama ve gaflet, akıllılık ve ahmaklık, hastalık ve sağlık, hayâsızlık ve iffet, cimrilik ve cömertlik, korkaklık ve cesaret, elem ve lezzet gibi birbirine zıt niteliklere sahiptir. O, kendişinde, yani cisimsel bir beden ile ruhanî bir nefsin bütünleşmesinden ibaret olan insanda ortaya çıkan; sadakat ile düşmanlık, fakirlik ile zenginlik, gençlik ile yaşlılık, korku ile ümit, doğruluk ile yalancılık, hak ile batıl, doğru ile yanlış, hayır ile şer, çirkinlik ve güzellik... gibi birbirine zıt ve birbirinden tamamen farklı söz, fiil ve huylar arasında gidip gelmektedir.
Ey kardeş! Bilesin ki, saydığımız bu özellikler, ne salt bedene, ne de salt nefse nispet edilebilir. Aksine bu özelliklerin hepsine ve (bedenî ve ruhî) bu iki yönün toplamına sahip olan “insan’a nispet edilir. Bu insan; canlı, düşünen (nâtık) ve ölümlüdür. Onun canlı oluşu ve düşünmesi, nefsi itibariyle; ölümlü oluşu ise bedeni itibariyle; keza uyuması bedeni; uyanıklığı ise nefsi itibariyle sahip olduğu özelliklerdir. Aynı kıyasla, insanın birbirine zıt ve birbirinden tamamen farklı diğer durumlarının ve özelliklerinin de bir kısmının bedenî, bir kısmının ise nefsanî yönüyle ilgili olduğu (kolaylıkla anlaşılır.) Örneğin insanın aklı, ilmi, yumuşak başlılığı, düşünmesi, cömertliği, yiğitliği, iffeti, adaleti, hikmeti, sadakati, doğruluğu, iyiliği vb. övülmüş özelliklerinin hepsi, nefsi ve cevherinin temizliği yönüyle; bunların karşıtları ise bedeninin karışımıyla ve bu karışımların mizacıyla ilgili özelliklerdir.
Bölüm: Bedene ve Nefse Özgü Nitelikler
Ey kardeş! Bilesin ki salt anlamda bedene özgü olan nitelikler (şöyle ifade edilebilir): Şüphesiz beden; tat, renk ve kokuları, ağırlık ve hafifliği, sükûnu, yumuşaklığı ve sertliği, katılığı ve gevşekliği algılayan doğal cisimsel bir cevherdir. O; kan, balgam, kara safra ve sarı safradan ibaret olan dört karışım (ahlât-ı erbaa)dan oluşmuştur. Dört karışım; toprak, su, hava ve ateşten ibaret dört unsur (erkân-ı erbaa)dan oluşan gıdalardan meydana gelmektedir. Dört unsur ise sıcaklık ve soğukluk ile yaşlık ve kuruluktan ibaret olan dört nitelik/tabiat (tabâi’ı erbaa) sahibidir. Beden bozulup, özü ve nitelikleri itibariyle değişen ve (fakat) öldükten sonra tekrar dört unsura dönüşen bir yapıdadır. Ölüm ise ruhun bedenden ayrılması ve bedeni kullanmayı bırakması demektir.
Salt anlamda nefse özgü olan nitelikler ise (şöyle ifade edilebilir): Nefs özü gereği canlı, bilkuvve bilen, tabiatı gereği etkin (faal), birtakım bilgileri kabul eden, cisimler üzerinde etkin ve onları kullanan, bitkisel ve canlı cisimleri belirli bir zamana kadar yetkinleştiren, sonra da terk edip onlardan ayrılarak kendi unsuruna, kaynağına ve başlangıç noktasına (mebde1) -nasılsa öyleceya kazanç ve özençle ya da pişmanlık, üzüntü ve hüsranla dönen, nuranî, göksel ve ruhanî bir cevherdir. Nitekim aziz ve çelil olan Allah şu ifadelerinde bunu zikretmiştir: “İlkin sizi yarattığı gibi (yine Ona) döneceksiniz. O bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da sapkınlık müstahak oldu.”
“Tıpkı ilk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar o hale getiririz. (Bu,) üzerimize aldığımız bir vaat oldu. Biz (vadettiğimizi) yaparız.”
“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?^
Ey kardeş! Eğer gaflet ve cehalet uykusundan uyanmışsan, bunlar sana bir paylama, tehdit, kınama, hatırlatıcı ve uyarıcı olarak yeter.
Ey iyiliksever ve şefkatli kardeş! Âlemlerin Rabbinin şu ayetinde yerdiği kimselerden olmaktan seni sakındırırım: “Onların kalpleri vardır, ama onunla anlamazlar; gözleri vardır ama onlarla görmezler; kulakları vardır ama onlarla duymazlar; işte onlar hayvanlar gibi ve daha da şaşkındırlar. İşte aymazlar böyledir.”
Onun bu kimseleri, dünya hayatım düşünmemelerinden dolayı nasıl zemmettiğini görmüyor musun? O, onları ahireti ve kendisine dönüşü (meâd) düşünmemelerinden ve şöyle buyururken kendisine dönüş yoluna ve ahiretin anlamlarına dair ifade edilenleri anlamamalarından dolayı zemmetmiştir: “Şimdiki hayatın görünen bir yönünü (dış yönünü) bilirler. Oysa onlar, öteki dünyaya bütünüyle aldırmazlık içindedirler.”
Aziz ve çelil olan Allah yine şöyle buyurmuştur: “Fakat ahirete inanmayanlar var ya, onların kalpleri inkâra, kendileri de böbürlenen kimselerdin”
Bölüm: İnsanın Kazancının ve Amellerinin Düalistik Yapısı
İnsanın işlerinin ve hallerinin çoğunun düalistik ve birbirine zıt bir yapıda olduğu ve -yukarıda açıklandığı gibiinsanın, birbirine zıt iki cevherden; cisimsel bir beden ile ruhanî bir nefisten meydana geldiği açıklığa kavuşunca, insanın kazancının da iki türlü olduğu anlaşılır:
Mal ve dünya metaı gibi cismanî kazançlar,
îlim ve din gibi ruhanî kazançlar.
îlim nefse ait, mal ise bedene ait bir kazançtır. însan dünya hayatında yeme-içme türünden lezzetleri elde etmeyi, mal sayesinde gerçekleştirir. İnsanın ahiret yolunu bulması ise ilim ve bir de din sayesinde olur. Yine nefis, -tıpkı yeme-içme sayesinde bedenin gelişip büyümesi ve semirmesi gibiilim sayesinde aydınlanır, aydınlatır ve sağlıklı olur. Durum böyle olunca, meclisler de iki türlüdür:
Oluş ve bozuluşa tâbi, fâni ve değişken bedenin iyiliği için düzenlenmiş, bitkiler ve hayvan etleriyle cisimsel lezzetleri hedefleyen yeme-içme, oyun ve eğlence meclisleri.
Cevherleri hiçbir zaman yok olmayan ve ahiret yurdundaki sevinçleri hiçbir zaman kesintiye uğramayan nefislerin lezzetini hedefleyen ilim, hikmet ve ruhanî sema meclisleri.
Nitekim şanı yüce Allah şu ifadesiyle bunu (bu ikinci lezzeti) belirtmiştir: “Orada canlarının istediği, gözlerinin hoşlandığı her şey vardır. Ve kendilerine: ‘Siz orada ebedî kalacaksınız’ denilin”6
Meclisler böyle iki çeşit olunca, bir istek ve arzu peşinde koşan insanlar da iki çeşittir: Bedeninin iyiliğini düşünerek, ona yönelik bir menfaati elde etmek ya da zararı defetmek için dünyanın geçici ihtiyaçları peşinde koşup, onları arzulayanlar, nefsinin iyiliğini düşünerek, onun cehalet karanlığından kurtulması için İlmî bir mesele peşinde koşan ya da ahiret yolunu arzulayıp, ona ulaşma çabasıyla, cehennem ateşinden kaçarak, oluş ve bozuluş âleminden kurtulup göklerin enginliğine ve felekler âlemine yükselerek, cennetlerin farklı derecelerinde dolaşıp, Kuranda zikredilen kokuları teneffüs ederek kurtuluşa erme amacıyla dinin inceliklerine muttali olmayı arzulayanlar.
Bölüm: Bilgi ve Bilinen, Öğrenme ve Öğretme ile
(Varlığın Hakikatlerini Anlamaya Yönelik)
Soru Çeşitleri Üzerine
İlim yolcusunun ve varlıkların hakikatlerini araştıran kimselerin, önce bilginin ve bilinenin ne olduğunu, (varlığın hakikatlerini anlamaya yönelik) kaç çeşit soru sorulabileceğini ve her sorunun cevabının ne olduğunu bilmeleri gerekir. Hatta onlar, ne sorduklarım bilmeleri gerektiği gibi, kendilerine soru sorulduğunda verdikleri cevabı da bilmeleri gerekir. Çünkü soru soran, fakat ne sorduğunu bilmeyen kimse, kendisine cevap verildiğinde, verilen cevabı da anlamaz.
Ey kardeş! Bil ki, ilim (bilgi); bilinebilir (malûm') olan şeyin, bilenin zihnindeki formu (sureti)dir. Bilginin karşıtı, cehalet (bilgisizlik)tir. Cehalet ise, bu formun zihinde bulunmayışıdır. Yine bil ki âlimlerin nefisleri bilfiil bilen; öğrencilerin nefisleri ise bilkuvve (potansiyel olarak) bilendir. (Bu durumda,) öğrenme ve öğretme; kuvve, yani imkân halinde bulunan bir şeyi fiile, yani varlık alanına çıkarmaktan başka bir şey değildir. Bu fiile çıkarma işlemi âlime (bilen kimseye) nispet edildiğinde “öğretme”; öğrenciye nispet edildiğinde ise “öğrenme” olarak adlandırılır.
Bil ki felsefi sorular, -müstakil dokuz alan gibidokuz çeşittir:
Birincisi: “O ...mudur? (Hel hüve?)”
İkincisi: “O nedir? (Mâ hüve?)”
Üçüncüsü: “O kaç tanedir? (Kem hüve?)”
Dördüncüsü: “O nasıldır? (Keyfe hüve?)”
Beşincisi: “O hangisidir? (Eyyü Şey’ hüve?)”
Altmcısı: “O nerededir? (Eyne hüve?)”
Yedincisi: “O, ne zaman? (Metâ hüve?)”
Sekizincisi: “Niçin o? (Lime hüve?)"
Dokuzuncusu: “O kimdir? (Men hüve?)”
Bunların açıklaması şöyledir: “O ...mudur? (Hel hüve?)” sorusu, bir şeyin varlığını ya da yokluğunu araştırır. Cevabı “evet” ya da “hayırdır. “Varlık (vücûd) ve yokluk (âdem)in anlamım Akıl ve Akledilen Risâlesi’nde (Risâletü’l-akl ve’l-ma’kûl) açıklamıştık.
“O Nedir? (Mâ hüve?)” sorusu, bir şeyin hakikatini araştırır. Bir şeyin hakikati ise, ya “Had” ya da “Resm” türünden tanımla bilinir. Varlıklar iki çeşittir: Bileşik (mürekkeb) ve basit. Örneğin cisim bileşik; madde ve suret ise basit varlıklardır. Madde Risâlesi’nde (Risâletü’lheyûlâ) “basit” ve “bileşik” kavramlarının anlamlarını açıkladık. Bileşik varlıkların hakikati, ancak nelerden meydana geldikleri bilindiği zaman bilinebilir. Örneğin çamurun hakikatinin ne olduğu sorulursa, “toprak ve su karışımı” olduğu; serkencebinin hakikatinin ne olduğu sorulursa, “bal ve sirke karışımı” olduğu ifade edilir. Aynı kıyasla, bileşik olan herhangi bir şey sorulduğunda, onun meydana geldiği ve nitelendiği şeylerin belirtilmesi gerekir. Filozoflar böyle nitelemeyi “had (tanım)”, olarak adlandırmışlardır. Bundan dolayı onlar, cismin tanımında onun “uzun, geniş ve derin olan şey” olduğunu söylemişlerdir. Burada “şey” kelimesi maddeye; “uzun, geniş ve derin” ifadesi ise surete işaret etmektedir. Çünkü cismin hakikati, tanımında belirtilenden başka bir şey değildir. Aynı şekilde, filozofların “insan” tanımında da insanın; “canlı, düşünen (nâtık) ve ölümlü” olduğu ifade edilir. Burada da onlar “canlı” ve “düşünen” kelimeleri ile nefsi; “ölümlü” kelimesiyle ise bedeni kastetmişlerdir.
Çünkü insan, bu iki yönünün, yani cismanî bir bedenle ruhanî bir nefsin toplamından ibarettir. İşte bileşik varlıkların hakikatleri, bu akıl yürütme (kıyâs) ile bilinir.
Bileşik olmayan, aksine şanı yüce olan Yaratıcısının dilediği gibi yarattığı varlıkların hakikati ise, ancak kendilerine özgü nitelikler bilindiği zaman bilinir. Örneğin “maddenin (heyula) hakikatinin ne olduğu” sorulursa, “kesinlikle hiçbir niteliği bulunmayan, suret kabul eden, basit bir cevher” olduğu; “suret”in ne olduğu sorulursa, “bir şeyi b şey’ yapan şey” olduğu ifade edilir. İşte böyle bir nitelemeyi ise filozoflar “resm” olarak adlandırmışlardır.
Had ile resm arasındaki fark ise (şudur): Açıkladığımız gibi had, tanımlanan şeyin meydana geldiği bileşenlerden; resm ise, tanımlanana özgü niteliklerden alınmıştır. Başka bir fark da şudur: Had, tanımlanan şeyin cevherini haber verir ve onu başkasından ayırır. Resm ise tanımlananı sadece başkasından ayırt eder.
Ey iyiliksever ve şefkatli kardeş! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile güçlendirsin! Sana herhangi bir şeyin hakikati sorulduğu zaman, cevaplandırmak için acele etmeden, sorulan şeyin basit mi, yoksa bileşik mi olduğuna bakıp ona göre cevaplandırman gerekir.
“O kaç tanedir? (Kem hüve?)” sorusu ise bir şeyin miktarını araştırır. Miktarı olan şeyler iki çeşittir: Bitişik (muttasıl) ve ayrı (munfasıl). Bitişik olanlar beş çeşittir: Çizgi, alan, cisim, mekân ve zaman. Ayrı olanlar ise iki çeşittir: Sayı ve hareket. Bunların hepsi “Kem Hüve?” sorusu kapsamında ifade edilir. Sayının mahiyetini Aritmetik Risâlesi’nde (Risâletü’larismatîkî) hareket, zaman, mekân ve cismin mahiyetini Madde Risâlesi’nde (Risâletulheyûlâ) çizgi ve alanın mahiyetini ise Geometri Risâlesi’nde (Risâletü’l-hendese) açıkladık.
“O nasıldır? (Keyfe hüve?)’’ sorusu, bir şeyin niteliğini araştırır. Niteliklerin çok çeşitleri vardır. Onları, her biri cinslerin cinsi olan On Kategori Risâlesi’nin (Risâletü Şerhi’lmakûlâti’l-aşr) açıklandığı risâlede açıkladık.
“O hangisidir? (Eyyü şey hüve?)’’ sorusu, “hepsi (cüw/e)”nden birini ya da “bütün (küll)’’den bir kısmını araştırır. Örneğin “yıldız doğdu” dendiğinde; “hangi yıldız?” diye sorulur. Çünkü yıldızlar çoktur. Ama “güneş doğdu.” dendiğinde, “hangi güneş?” diye sorulmaz. Çünkü onun cinsinden çokluk yoktur (güneş tektir). Ay da böyledir.
“O nerededir? (Eyne hüve?)’’ sorusu ise bir şeyin mekânını ya da derecesini araştırır. Mekân ile derece (rütbe) arasındaki fark (şudur): Mekân bütün cisimler için değil, bazı cisimler için bir niteliktir. Örneğin “Zeyd nerede?” diye sorulduğunda, “evde”, “camide”, “çarşıda” ya da başka bir yerde olduğu söylenir. “Mahal” ise araz (ilinek)in bir niteliğidir. Araz iki çeşittir: Cisimsel ve ruhanî araz.
Cisimsel arazlar, cisimlere nüfuz (hulul) edef. Örneğin, “siyahlık nerede?” diye sorulursa, “siyah cisme nüfûz etmiş (onun içine işlemiş)tir” denir. Tadı, rengi ve kokusu olan cisimlere nüfuz eden bütün renk, tat ve kokular da böyledir. Cisimsel arazların hepsinin durumu aynıdır.
Ruhanî arazlar, ruhanî cevherlere nüfûz ederler. Örneğin, “ilim nerede?” diye sorulduğunda, “bilenin zihnine (nefsine) nüfûz etmiştir” denir. Cömertlik, cesaret, adalet vb. nitelikler de nefse nüfûz eder. Bunların karşıtlarının durumu da aynıdır.
İlim ehlinden, nefsin durumuna ilişkin fazla bilgisi olmayan, onun cevherini (özünü) bilmeyen pek çok kimse, cisme nüfûz eden arazların her birinin kendine özgü bir mahalde bulunduğunu zanneder. Örneğin, onlar ilmin kalpte, şehvet (arzu)in karaciğerde, aklın beyinde, cesaretin safrada, korkaklığın dalakta, diğer arazların da aynı kıyasla (bir organda) bulunduğunu söylerler. Bedenin Oluşumu Risâlesi’nde (Risâletü’l-terkîbi’l-cesed) organların nefsin aletleri olduğunu, fiillerin ve ahlâk (huylar) ın, bedende bu aletler sayesinde ve o aletlerden ortaya çıktığını açıklamıştık.
Derece (rütbe) ise ruhanî cevherlerin niteliklerinden biridir. Örneğin, “nefis nerededir? (nefsin yeri neresidir?)” diye sorulduğunda; “Aklın aşağısında, Tabiatın üzerindedir.” şeklinde cevap verilir. Aynı şekilde “sayılardan beşin yeri neresidir?” diye sorulursa; “dörtten sonra, altıdan önce” denir. Aklî İlkeler Risâlesi’nde (Risâletü’l-mebadii’l-akliyye) açıkladığımız gibi, bir mekân ya da mahal ile nitelenemeyen, fakat bir derece ile nitelenebilen ruhanî cevherlerin durumunun (hepsinin) böyle olduğunu, aynı akıl yürütme ile (anlayabilirsin).
“Ne zaman? (Metâ hüve?)’’ sorusu ise, bir şeyin oluş zamanını araştıran bir sorudur. Zamanlar üçtür: Geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman. Dün, yarın ve bugün bunlara örnek olarak zikredilebilir. Yılların, ayların ve saatlerin hükmü de böyledir (onların da geçmişi, geleceği ve ‘şimdisi vardır). Zamanın mahiyetini ve ulemanın onun mahiyetine ilişkin görüşlerinin farklılığını Madde Risâlesi’nde (Risâletul-heyûlâ) açıklamıştık.
“Niçin? (Lime hüve?)” sorusu ise, nedenli olan bir şeyin nedenini araştırır. Ey kardeş! Bilesin ki, sınâî (insanın ürünü) olan her nedenlinin dört nedeni vardır:
Maddî Neden (illettin Heyûlâniyye)
Formel Neden (illettin Suriyye)
Fâil Neden (illettin Fâiliyye)
Tamamlayıcı (Gâye) Neden (illettin Tamâmiyye)
Örneğin, ahşap sandalye, kapı ve divanın maddî nedeni; ağaç, formel nedeni; sahip oldukları şekil ve dikdörtgen oluşları, fail nedeni; marangoz, tamamlayıcı nedeni ise, sandalyenin üzerine oturulması, divanın üzerinde uyunması, kapının evin üzerine kilitlenmesidir. Aynı kıyasla, her nedenli için bu dört nedenin bulunması gerekir. Sana bir şeyin nedeni sorulduğunda, öncelikle bu nedenlerden hangisinin sorulduğunu anlamalısın ki, cevabın ona göre olsun.
“O kimdir? (Men hüve?)” sorusu ise bir şeyin tanınması üzerinde durur. Nahiv uleması bu sorunun sadece akıl sahiplerine; başka bir grup ise bilgi ve temyiz (ayırt etme) yeteneğine sahip herkese yöneltilebileceğini söylemişlerdir. “Men” sorusunun cevabı ise, şu üç şıkka dair sorunun bilinmesidir: Hangi şehre nispet edildiği (nereli olduğu), aslının ne olduğu ve mesleğinin ne olduğu. Örneğin “Zeyd kimdir?” diye sorulduğunda, şehrine nispeten “Basralı”, aslına nispeten “Hâşimî”, mesleğine nispeten de “marangoz” olduğu belirtilir.
Bunlar, öğrenme meraklılarını felsefî mantık üzerine düşünmeye yaklaştırmak ve felsefi mantığa giriş olan İsagoci üzerine yoğunlaşmadan önce, varlıkların hakikatleri üzerine araştırma yaparken ve çeşitli İlmî konularda (sorulabilecek felsefî) sorulara ve onlara verilebilecek cevaplara dair giriş ve önsöz kâbilinden özet bilgilerdir.
Bölüm: Bilimlerin Çeşitleri Üzerine
Bilimlerin mahiyetini, soruların çeşitlerini ve onların her birine verilmesi gereken cevapları anlatmayı bitirdik. Şimdi, ilim yolcuları için amaçlarına ulaşmada bir delil olması ve arzuladıklarına yol bulabilmeleri bakımından bilimlerin çeşitlerini ve onların türlerini anlatmak istiyoruz. Çünkü nefislerin çeşitli bilimlere, edep ve ahlâk konularına ilgisi; bedenlerin, tadı, rengi ve kokusu farklı yemeklere karşı duyduğu arzu gibidir.
Ey kardeş! Bil ki, insanoğlunun meşgul olduğu bilimler üç çeşittir:
Riyazi (Pratik-Eğitsel) Bilimler
Dinî-İctihadî Bilimler
Felsefî-Hakikî Bilimler
Riyazî bilimler, çoğu geçim talebi ve dünya hayatının iyileştirilmesi için düzenlenmiş olan bilimlerdir. Bunlar dokuz çeşittir: 1. Okuma ve yazma, 2. Dil ve gramer bilimleri, 3. Muhasebe ve iş muameleleri, 4. Şiir ve aruz, 5. İyi ve kötü kehanet, 6. Sihir, muska, simya, hile vb. bilimler, 7. Çeşitli meslek ve sanatlar, 8. Ticaret ve ziraat, 9. Siyer ve tarih.
Dinî bilimler; nefislerin tedavisi için ve ahiret talebiyle vaz edilmiş olan dinî bilimler ise altı çeşittir: 1. Tenzil (Kuran ve vahiy) ilmi, 2. Tevil ilmi, 3. Rivayet ve ahbâr ilmi, 4. Fıkıh, sünen ve ahkâm ilmi, 5. Zikir, mev’iza, zühd ve tasavvuf, 6. Rüya tabiri ilmi.
Tenzil uleması; kurra ve hâfızlar, tevil uleması; imamlar ve Peygamberlerin halifeleri, rivayet uleması; hadis âlimleri, ahkâm ve sünen uleması; fakihler, zikir ve mev’iza uleması; âbitler, zâhitler ve ruhban sınıfı, rüya tabiri uleması ise rüya tabircileridir.
Felsefî bilimler dört çeşittir: 1. Riyazî (matematik) bilimler, 2. Mantık bilimleri, 3. Doğa bilimleri (tabîiyyat), 4. îlâhiyat bilimleri. (Şimdi bunların konularını ifade edelim:)
Riyazî (matematik) bilimler de dört çeşittir:
Aritmetik: Sayının mahiyetinin, çeşitlerinin, çeşitlerinin özelliklerinin, sayıların ikiden önceki bir sayısından nasıl türediklerinin ve birbirine eklendiklerinde ifade ettikleri anlamların bilgisidir.
Geometri, yani hendese: Boyutlu ölçülerin mahiyetinin, çeşitlerinin, çeşitlerinin özelliklerinin ve birbirine eklendiklerinde ifade ettikleri anlamların, ölçülerin, çizginin başı olan noktadan nasıl başladığının bilgisidir. Geometri biliminde ölçüler, sayı bilimindeki “bir” sayısı gibidir (diğer şeylerin temeli “ölçüler’e dayanır).
Astronomi, yani yıldızlar: feleklerin, yıldızların ve burçların niceliğini, onların cisimlerinin ölçülerini ve boyutlarını, terkiplerinin ve hareketlerinin hızının, ayrıca dönüşlerinin niteliğini, tabiatlarının mahiyetini, feleklerin, yıldızların ve burçların bu âlemde olup bitenlere, oluşlarından önce nasıl delâlet ettiklerini bilmektir.
Musiki, yani uyum, harmoni (telif) ilmi: Oran ve ilişkilerin mahiyetini, cevherleri farklı, formları ve güçleri birbirine zıt, tabiatları birbirini itici olan şeylerin birbirinden uzaklaşmamaları, uyuşup birleşerek tek bir şey olmaları ve aynı ya da farklı etkiler oluşturmaları için nasıl bir araya getirilip uyumlu hale dönüştürülebileceğini bilmektir.
Bu bilimlerden her birine ilişkin giriş ve önsöze benzer bir risâle düzenledik.
Mantık bilimleri beş çeşittir:
Analitika: Şiir sanatını bilmek,
Retorika: Hitabet sanatını bilmek,
Topika: Cedel sanatını bilmek,
Politika: Burhân sanatını bilmek,
Sofistika: Tartışma ve cedelde mugâlata (kandırma) sanatını bilmektir.
İlk filozoflar da sonra gelenler de bu sanatlar ve bilimler hakkında konuşmuşlar, onlar hakkında birçok kitap yazmışlardır. Bu kitaplar bugün insanların ellerinde mevcuttur. Aristoteles üç kitap daha yazmış, onları Kitâbul-Burhân’a giriş yapmıştır: Bunların ilki Kategoriler, İkincisi Peri Hermenias (Kitâbu’l-îbâre), üçüncüsü ise Birinci Analitiklerdir. Fakat Aristo, çabasının çoğunu Kitâbu’l-Burhâna vermiştir. Çünkü burhân, filozofların ölçüsüdür. İnsanların çoğunun tartılabilir ağırlıkları, ölçülebilir miktar ve uzunlukları belirleyip değer biçmede ihtilâfa düştüklerinde, onları tartı ve uzunluk birimleriyle ölçerek bildikleri gibi, filozoflar da doğru sözü yalandan, doğru görüşü yanlış görüşten, hak inancı batıldan, iyi davranışı kötü davranıştan burhân sayesinde ayırt ederler.
Yine aruz vezninde şiir yazan şairlerin, hakkında ihtilâfa düştüklerinde, kafiyelerin düzenini ve uyumunu şiirin ölçüsü olan aruz sanatı ile bilmeleri gibi, akıllar değer biçip kanaat oluşturmada ihtilâfa düştükleri zaman, irfan sahibi bilginler de varlıkların hakikatlerini burhân sanatı ile bilirler.
Porfıryos da felsefî mantık bilimine giriş mahiyetinde, İsagoci olarak adlandırdığı bir kitap yazmıştır. Fakat filozoflar mantık konusunda sözü fazla uzattıkları ve ona dair kitapları, mantıktan anlamayan ve anlamını bilmeyen kimselerin dillerine de aktardıkları için, o kitaplar üzerine araştırma yapanların, onların anlamlarına ilişkin anlayışları kilitlendi, öğrencilerin de onları alıp öğrenmeleri zorlaştı. Biz bu bilimlerden her birine dair bir risâle kaleme aldık ve ihtiyaç hissedilecek incelikleri orada belirttik, sözü fazla uzatmadık.
Burada, o konularda araştırma yapan kimselerin, araştırmaya koyulmadan önce her bilimin amacını bilmesi bakımından, (sadece) bu risâlelerin her birinde gözettiğimiz amacı zikretmek istiyoruz. Şöyle deriz:
îsagoci’nin içeriğinin amacı; filozofların, sözlerinde kullandıkları altı lafzın; şahıs, cins, nev’ (tür), fâsıl (ayrım), hassa ve arazın anlamlarını, bunların her birinin mahiyetini, ortaklıklarının niteliğini, birini diğerinden ayrıştıran tanımlarının mahiyetini ve bunların zihinlerdeki anlamlara delâletlerinin niteliğini bilmektir.
Kategorilerin amacı, her birine “cinslerin cinsi” denilen on lafzın -ki bu on lafızdan biri cevher, diğerleri ise arazdıranlamlarını, bunlardan her birinin mahiyetini, kaç çeşit olduklarını, her birinin, onu diğerlerinden ayırt eden tanımını ve zihinlerdeki bütün anlamlara delâletlerinin niteliğini bilmektir.
Peri Hermenias'm amacı, Kategorilerdeki on lafzı, onların terkibe dönüştüklerinde delâlet ettikleri anlamları, terkiple oluşturdukları kelime ve hükümleri, bu hükümlerin hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunun bilmektir.
Birinci Analitiklerin içeriğinin amacı, bu lafızların bir defa daha terkip edilerek, onlardan öncüller yapılmasının niteliğini, kaç çeşit olduklarını, kendilerinden duyulur bir şey elde edilecek şekilde nasıl kullanılabileceklerini, hükümlerin ilişkisini ve sonuçlarını bilmektir.
İkinci Analitiklerin içeriğinin amacı, gerçek kıyasın, yanlışı ve hatası olmayan burhânın nasıl kullanıldığım bilmektir.
Doğa Bilimleri (Ulûmu’t-Tabîiyye) ise yedi çeşittir:
Cisimsel İlkeler Bilimi: Bu beş şeyi; madde, suret, zaman, mekân ve hareketi, ayrıca bunlar birbirine izâfe edildiğinde (birbiriyle ilişkilendirildiklerinde) ifade ettikleri anlamları bilmektir.
Semâ ve Âlem Bilimi: Feleklerin ve yıldızların cevherlerini, onların niceliğini, oluşumlarının niteliğini ve dönmelerinin nedenini, -ay altı âlemdeki dört unsurun kabul ettiği gibioluş ve bozuluşu kabul edip etmediklerini, yıldızların hareketlerinin nedenini ve hareketlerinin hızlı ya da yavaş oluşundaki farklılığın sebebini, feleklerin hareketinin nedenini, yeryüzünün merkezde, feleğin ortasında bulunmasının nedenini, âlemin dışında başka bir cismin bulunup bulunmadığını, âlemde -içinde hiçbir şey bulunmayanboş bir yerin olup olmadığını vb. konuları bilmektir.
Oluş ve Bozuluş Bilimi: Toprak, su, hava ve ateşten ibaret olan dört unsurun cevherlerinin mahiyetini, yüce şahısların (gök cisimlerinin) etkisiyle onların birbirine nasıl dönüştüğünü, onlardan çeşitli oluşların (havadis) ve oluşumların (kâinât)-, madenler, bitkiler ve hayvanların nasıl meydana geldiğini ve bunların bozuluş anında (tekrar unsurlarına) nasıl geri dönüştüğünü bilmektir.
Meteoroloji Bilimi: Yıldızların etkileri, hareketleri ve ışınlarının unsurlar üzerine yansıması ile havanın nasıl değiştiğini, unsurların, ama özellikle de -ışık ve karanlıktan, sıcak ve soğuktan, şimşek, yıldırım, gök gürültüsü, bulutlar, kuyruklu yıldız, gök kuşağı, fırtına ve kasırgalardan, halelerden ve gökyüzünde meydana gelen benzeri şeylerden dolayı çok değişken olanhavanın nasıl etkilendiğini bilmektir.
Metalürji Bilimi: Yeryüzünün derinliklerinde toplanmış olan buharlardan katılaşmış madenî cevherleri, havada, dağların derinliklerinde, deniz diplerinde oluşmuş cevherler, ilaç özelliği olan maddeler, kükürt, civa, madenî ve doğal tuz, nişadır, altın, gümüş, bakır, demir, kurşun, antimon ve zırnık mineralleri, billur ve yakut, bâzihrat vb. türden katı özleri, bunların özelliklerini, yararlarını ve zararlarını bilmektir.
Botanik (Bitki Bilimi): Yeryüzünde, dağ başlarında, suyun derinliklerinde ya da nehir kıyılarında ağaç, bitki, ot ve baklagiller türünden dikilen, ekilen ya da kendiliğinden biten her türlü bitkiyi, onların çeşitlerini ve bu çeşitlerin özelliklerini, yetiştiği bölgeleri, bunların damarlarının toprakta, gövdesinin ve dallarının havada nasıl uzandığını, toprağa nasıl yayıldığını, dallarının çeşitli yönlere ayrıldığını, dalların uzunluklarının ve inceliklerinin, kalınlıklarının, kıvrımlarının ve yönlerinin farklı olduğunu, yapraklarının dar ya da geniş, ince ya da kalın, şekillerinin nasıl olduğunu, çiçeklerinin renklerini, meyvelerinin, tanelerinin, tohumlarının, reçinelerinin, tatlarının, kokularının, özelliklerinin, yararlarının ve zararlarının neler olduğunu tek tek bilmektir.
Zooloji (Hayvan Bilimi): Beslenip büyüyen, hisseden, yeryüzünde yürüyerek hareket eden ya da havada uçan, suda yüzen, toprakta sürünerek giden ya da hayvanın karnında, bitkilerin, meyvelerin, tahıl tanelerinin vb. içindeki kurtçuklar gibi başka bir canhnın içerisinde hareket eden her cismi, onların çeşitlerini, çeşitlerinin türlerini, bu türlerin özelliklerini, onların rahimlerde, yumurtada ya da mikroplu ortamlarda nasıl oluştuğunu, bedenlerinin ve organlarının nasıl uyumlu oluşup geliştiğini, suretlerinin farklılığını, karşı cinslerin birbirine nasıl ülfet ettiğini, seslerinin, tabiatlarının, huylarının farklılığını, davranışlarının nasıl benzeştiğini, kızgınlık ve çiftleşme dönemlerini, barınaklarını nasıl yaptıklarını, yavrularının eğitimindeki şefkat ve merhametlerini, onların küçüklüğündeki sevgi paylaşımlarını, hepsinin yararlarını ve zararlarını, vatanlarını, dostlarını ve düşmanlarını, kabiliyetlerini vb. bilmektir.
İşte bütün bunları düşünüp, bu konularda araştırma yapmak, doğa bilimlerinin işidir. Aynı şekilde tıp bilimi, veterinerlik, sürüngenler, yırtıcılar, kuşlar, ekip-biçme ve endüstri bilimi, hepsi doğal bilimlere dâhildir.
Teoloji ve Metafizik Bilimleri (el-Ulûmu’l-İlâhiyye) ise beş çeşittir:
Birincisi şâm yüce, lütuf ve ihsanı genel olan Yaratanı ve O’nun birliğinin niteliğini, O’nun nasıl varlıkların nedeni, yaratılanların Yaratanı, cömertlik feyezan ettiren, varlık veren, fazilet ve hayırların kaynağı, düzenin koruyucusu, devamı sağlayan, her şeyin yöneticisi (müdebbir), görüneni ve görünmeyeni (gayb) bilen, yerde ve gökte zerre ağırlığınca bir şey kendisinden gizli kalmayan, başlangıç bakımından her şeyden önce, son bakımından ise her şeyden sonra, güç bakımından her şeyden üstün, bilgi bakımından her şeyin bâtını, işiten, bilen, bütün inceliklere muttali, her şeyden haberdar, kullarına karşı merhametli, şanı ve kudreti yüce olduğunu, kendisinden başka ilâh olmadığını, Allah’ın, zalimlerin söyledikleri şeylerden münezzeh, son derece yüce ve ulu olduğunu bilmektir.
İkincisi Ruhanî Varlıklar bilimidir. O da etkin, bilen, aklî, basit cevherleri bilmektir. O cevherler; Allah’ın melekleri, halis kulları, -fiilleri cisimler için ve cisimlerden dolayı olduğu içinetkilerine açık cisimleri kullanan, maddeden soyut suretlerdir. Ayrıca bu cevherlerin birbiriyle ilişkisini, birinin diğerine feyezanını bilmektir. Onlar cismanî felekleri kuşatan ruhanî cevherlerdir.
Üçüncüsü Psikoloji (Nefsâniyyât) bilimidir. O, kuşatıcı (muhît) felekten yeryüzünün merkezine kadar mevcut doğal ve göksel (felekî) cisimlere nüfûz eden ruhları ve nefisleri, onların felekleri idrak edişlerinin, yıldızları harekete geçirmelerinin, bitkilerin ve hayvanların büyüyüp gelişmesine vesile olmalarının, hayvanların bedenlerine girmelerinin ve öldükten sonra yeniden dirilmelerinin mahiyetini bilmektir.
Dördüncüsü Siyaset bilimidir. Bu da beş çeşittir: 1. Nebevî yönetim (siyaset), 2. Krallık yönetimi, 3. Genel yönetim, 4. Özel yönetim, 5. Kişisel yönetim.
Nebevîyönetim; (Allah’ın) razı olacağı kanunları fasih ifadelerle yapmayı, güzel gelenekler oluşturmayı; bozuk inançlar, değersiz görüşler, kötü alışkanlıklar ve zalimane davranışlarla hastalanmış olan gönülleri tedavi etmeyi; (gönüllerin hastalanmasına sebep olan bu olumsuzlukların) o inanç ve alışkanlıklardan nasıl intikal ettiğini; o (olumsuzluk)ları -yanlışlığını anlatmak ve çirkin şeyler olduğunu yaymak suretiylegönüllerden silmeyi; kalpleri o inançların ve alışkanlıkların sebep olduğu hastalıktan tedavi ederek, tekrar onlara dönmekten korumayı ve Allah’ın razı olduğu görüşler, güzel alışkanlıklar, temiz davranışlar ve övülmüş ahlâk ile -bunları başkalarına da övüp, O’na sığınma gününde çok sevap almaya teşvik etmek suretiyleşifa bulmalarını sağlamayı; doğru yola yönelimlere engel olan, insanı kötü yolların engebeli arazîsine sokan ve engel olma işinde ısrar eden, kurtuluş yollarına dönüp bol sevaba rağbet etmemesi için onu azarlayıp tehdit eden şerir nefisleri yönetmenin niteliğini; uykularının uzun sürmesi nedeniyle ve ahireti unuttukları için gaflete düşen ruhları, lehviyata dalan nefisleri uyarmanın ve onlara “bize ne bir Peygamber, ne de bir kitap geldi” dememeleri için misak gününde verdikleri sözü hatırlatmanın mahiyetini bilmektir. Bu siyaset Peygamberlere özgü olan siyasettir.
Krallık yönetimi; dinin ümmet üzerindeki hâkimiyetini korumayı, iyiliği tavsiye etmek, kötülükten sakındırmak, dinin sahibinin belirlediği hükümleri gerçekleştirmek ve hadleri uygulamak suretiyle ümmet içerisinde sünnetin ihyasını, zulümleri reddetmeyi, düşmanları engellemeyi, kötülerden uzak durmayı, iyilere yardım etmeyi bilmektir. Bu siyaset biçimi, Peygamberlerin halifelerine, hakka uygun hükmedip adalet dağıtan Hak İmamlara özgü olan siyasettir.
Genel yönetim, toplulukları yönetmektir. Emirlerin belde ve şehirleri yönetmesi, liderlerin köylüleri, ordu komutanlarının askerleri yönetmesi böyle bir yönetimdir. Bu yönetim biçimi, yönetilenlerin tabakalarını, durumlarını, soylarını, mesleklerini, mezheplerini, ahlâklarını, tabakalarındaki düzeni, onların işlerini takip etmeyi, ilişkilerinde dikkatli olmayı, aralarını bulmayı, âdil paylaşımı, dağılmışları toplayıp her birini uygun iş ve mesleklerde kullanıp istihdam etmeyi bilmeyi gerektirir.
Özel yönetim her insanın evini nasıl yöneteceğini ve nasıl geçindireceğini bilmesi, hizmetçilerini, uşaklarını, çocuklarını, kölelerini ve yakınlarını gözetmesi, komşularıyla iyi geçinmesi, (din) kardeşleriyle dost olması, onların haklarını ödemesi, ilişkilerinde dikkatli olması, dünya ve ahiret işlerinde onların iyiliğini gözetmesidir.
Kişisel yönetim her insanın kendini, huylarını ve alışkanlıklarını (ahlâkını) bilmesi, arzu, öfke ve hoşnutluk durumlarında sözlerine ve davranışlarına dikkat etmesi, bütün işlerini düşünerek yapmasıdır.
Beşincisi Ahiret (Meâd) bilimidir ki o da yeniden dirilmenin mahiyetini, ruhların bedenlerin zulmünden diriltilmesinin, nefislerin uzun uykudan uyanıp, ahiret/meâd günü haşredilerek sırat-ı müstakim üzerinde bulunmasının ve din günü hesap için toplanmalarının niteliğini, iyilerin ödüllendirilmelerinin, kötülerin cezalandırılmalarının nasıl olacağını bilmektir.
Burada adı geçen bu bilimlerin her faslına dair bir risâle yazdık ve orada bu anlamların bir yönünü zikrettik. Gafiller için bir uyarı, istekliler için bir irşat, ilim yolcuları için bir teşvik, öğrenciler için de bir metot olması için bu risâleleri er-Risâletü’l-Câmia ile tamamladık. Şimdi ey kardeş! Bununla mutlu ol. Bu risâleyi (bütün din) kardeşlerine ve arkadaşlarına takdim et. Onları ilme teşvik et, dünyaya fazla dalmamalarını sağla, onlara ahiret yolunu göster. Bu sayede Allaha yakınlaşır, O’nun rızasını hak eder, ahiret mutluluğunu kazanır, Peygamberin (as) “hayra vesile olan kimse, tıpkı onu yapan gibidir” sözünün delâlet ettiği gibi, yüce mertebeye ulaşırsın.
Ey kardeş! Bilesin ki, bu yol, peygamberlerin gittiği yoldur. Hayırlı ve erdemli âlimlerle bilge kişiler de bu yolda onları takip etmiştir. Sen de çok çalış. Allah Teâlâ’nın vadettiği gibi, belki onlarla beraber haşredilirsin: “Kim Allaha ve Reşitle itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu Peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır. Bu lütuf Allah’tandır.”
“Ama bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.”
Ey kardeş! Allah seni de, bizi de doğruya muvaffak kılsın. Seni de, bizi de doğru yola hidayet etsin.
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder