İhvân-ı Safâ Risâleleri 7
| |
İmanın
Mahiyeti Hakkında
Kardeşim!
Bil ki, şanı yüce Allah, Kuranda ancak müminleri çokça övdü, onlara ahireti
vaat etti, sevaplarını cennet yaptı. Çünkü iman, bütün beşerî hayırları ve
melekî faziletleri bir araya getiren bir haslettir. Kâfirleri de aynı şekilde
çokça yerdi ve onları cehennemle tehdit etti. Çünkü küfür, bütün beşerî
kötülükleri ve şeytanî rezillikleri bir araya getiren bir haslettir. Biz küfrün
mahiyetini ve kimin gerçekte kâfir olduğunu Namus/Şeriat Risâlesi’nde
açıkladık. Şimdi iman nedir, gerçekte mümin kimdir, bilinmesi için imanın
şartlarından ve müminlerin özelliklerinden bir kısmını açıklamak istiyoruz.
Kardeşim!
Bil ki, iman biri zahir, diğeri batın iki tür şeye denir. Zahir iman, beş şeyi
dil ile ikrar etmektir. Birincisi, âlemin bir tek, diri, güç yetiren, hikmetli,
bütün mahlûkatı yaratan ve onların ortaksız yöneticisi bir yaratıcısının
olduğunu ikrar etmektir. İkincisi, Allah’ın yaratıklarının safı olan
meleklerinin olduğunu ikrar etmektir. Onları ibadet ve hizmetine tahsis etmiş,
âlemin koruyucuları yapmış, onlardan her bir topluluğu göklerde ve yerde
bulunan kullarının herhangi bir konudaki yönetimiyle görevlendirmiştir. Onlar
kendilerine yasaklanan şeyleri çiğnemezler, emredilen şeyleri yaparlar.
Üçüncüsü, Âdemoğullarından bir topluluğu seçtiğini ve kendisiyle onlar
arasında melekleri aracı kıldığını ikrar etmektir. O melekler de Rablerinden
doğrudan vahiy alan meleklere ulaşırlar. (Bu aracı melekler) meleklerden aldıkları
vahiy ve haberleri Âdemoğullarına ulaştırırlar. Dördüncüsü, peygamberlerin (as)
farklı dillerle getirdikleri bu vahiy ve haberlerin anlamlarının meleklerden vahiy
ve ilham yoluyla alındığını ikrar etmektir. Beşincisi, kıyametin kesinlikle
gerçekleşeceğini, onun diğer yaratılış olduğunu, bütün mahlûkların yeniden
diriltileceklerini, haşredileceklerini, hesaba çekileceklerini, yaptıkları
hayır ve marufa karşılık sevapla ödüllendirileceklerini ve yaptıkları kötülük
ve münkere karşılık cezalandırılacaklarını ikrar etmektir. Yüce Allah’ın sözü
şöyledir: “Bütün müminler Allaha, meleklerine, kitaplarına ve
peygamberlerine iman etmişlerdir.”[1] [2]
Ayrıca “ahiret gününe” dedi. Bu, peygamberlerin (as) bu şeyleri inkâr eden
ümmetlerini ikrara davet ettikleri zahir imandır. Bu, küçüklerin büyüklerden,
cahillerin âlimlerden öğrendiği gibi alman bir ikrardır.
Batın
olan iman ise kalplerin kesin olanı dil ile ikrar edilen bu şeyleri araştırmak
suretiyle gizlemesidir. İşte bu, imanın hakikatidir. Bu konunun zahirine (dış
yüzüne) inanan kimse bu şeyleri diliyle ikrar eder, bu yönüyle Yahudilerden,
Hıristiyanlardan, Sabiilerden, Mecusilerden ve müşriklerden ayrılır.
Müslümanların namaz, zekât, hac ve oruç gibi ibadetleri, İslam şeriatının
farzları ve müminlerin sünnetleri bu ikrarla icra edilir. Kitaplarında övdüğü
ve cennet vaat ettiği insanlar, ikrar edilen bu şeylerin hakikatlerine
kalplerinin içiyle kesin inanan kimselerdir. Ona düşünme, değerlendirme,
şartlarını ve gerçeğinin gereklerini yerine getirme ile ulaşılır. Nitekim Yüce
Allah şöyle demiştir: “ Yoksa siz ... cennete gireceğinizi mi sandınız?”111
Tevekkülün
Mahiyeti Hakkında
Bil
ki, bu imanın şartlarından ve müminlerin özelliklerinden biri de Allah’a tevekkül
etmektir. Nitekim o şöyle demiştir: “Eğer inanıyorsanız Allah'a tevekkül
ediniz”[3] Peygamberine
(as) şöyle dedi: “Hiç ölmeyen diriye tevekkül et.”[4] Tevekkülün
ne ve gerçekte tevekkül edenin kim olduğunu açıklamak istiyoruz.
Kardeşim!
Bil ki, tevekkül, ihtiyaç halinde başkasına sana vekâlet etmesi için dayanmaktır.
Bil ki, tevekkül edilen kişi güvenilir ise tevekkül eden kişinin kalbi sakin ve
ruhu huzurlu olur. Eğer güvenilir değilse tevekkül edenin kalbi sükûnetsiz,
ruhu huzursuz olur.
Kardeşim!
Bil ki, bütün insanlar tevekkül ederler; fakat onların tevekkülünün çoğu
Allah’tan başkasınadır. Bundan dolayı çocuklar babalarına yiyecek, içecek, elbise
ve diğer ihtiyaçlarında tevekkül ederler. Onlar gün boyu geçim derdi düşünmeden
oyunla meşguldürler. Babalarına yaslandıkları için geçim arayışı onları ilgilendirmez.
Babalarına kesin olarak inandıkları için kalpleri sakin, ruhları huzurludur.
Aynı şekilde köleler de ihtiyaçları konusunda efendilerine dayandıkları için
geçim derdi düşünmeden efendilerine hizmet ile meşgul olurlar. Yine sultanın
askerleri ve hizmetçileri de gerekli rızıkları konusunda sultana dayanmaları
sebebiyle geçim derdini düşünmezler. Onlar sadece sultana hizmet etmekle
meşguldürler.
Ama
bunların dışındaki insanlar iki gruptur: Zenginler ve fakirler. Zenginler kendi
birikimlerine ve mallarına dayanırlar. Onların kalpleri sakin, ruhları huzurludur.
Fakat artış konusundaki aşırı istek ve rağbet onları aramaya sürükler. Onlar
arama konusunda kendi sermayelerine, sarraflıklarına ve kazanç arayışındaki
alışveriş becerilerine tevekkül ederler. Fakirler ise zanaatkârlar ve
bedenleriyle çalışanlardır. Onlar kendi sanatlarına ve beden kuvvetlerine
güvenirler. Dilenciler ise ellerindeki ihsanla ilgili isteklerinde insanlara
güvenirler. Bu itibarla, peygamberler ve salih müminler dışında gerçekten
Allah’a tevekkül eden hiçbir kimse bulamazsın. Çünkü peygamberler, kendilerine
vahiy gelmeden önce geçim arayışı hususunda dünya halkından herhangi birisi
gibiydiler. Onlara vahiy ve peygamberlik gelince geçim aramayı bıraktılar,
risâletin tebliğiyle meşgul oldular ve ihtiyaç duydukları bu dünyanın
menfaatleri konusunda Allah’a tevekkül ettiler ve ona kesin olarak inandılar.
Böylece ruhları huzura kavuştu. Çünkü onlar, ona hizmetle meşgul oldukları
zaman itaatte ihtiyaç duydukları şeyler konusunda kendilerini görevlendiren
Allah’ın onlara yeteceğini biliyorlar ve buna kesin olarak inanıyorlardı.
Nitekim efendiler de kendilerine itaat ederken ihtiyaç duydukları şeyler
konusunda kölelerine yeterler. Aynı şekilde peygamberlerin varisleri olan
gerçek müminler de onlara tabileri olurlar ve Allah’ın delil indirdiği
konularda onların yolunu takip ederler. Allah dedi ki; “Allah Resulünde
sizin için güzel bir örnek vardır”[5] O
zaman tevekkül, gerçek müminin kim olduğunu gösteren bu hasletlerden biridir.
İhlâsın
Mahiyeti Hakkında
İmanın
şartlarından ve müminin hasletlerinden biri de amel ve duada ihlâstır. Nitekim
Yüce Allah şöyle emretmiştir: “Dini yalnızca Allah’a tahsis ederek (ihlâsla)
dua edin"[6] Yine
dedi ki: “Allaha ihlâslı olarak ibadet edin’.’[7]
Amelde ihlâs, kişinin yaptığına karşılık olarak Allah’ın hiçbir kulundan
karşılık veya teşekkür beklememesidir. Anne babanın kendi çocuklarını
yetiştirirken gösterdikleri ihlâs böyledir. Onlar ne bir karşılık, ne de bir
teşekkür beklerler. Çünkü onlar bunun karakter oluşumunda gerekli olduğunu
bilirler. Efendilerine hizmet eden iyi kölelerin dövülme korkusu ve karşılık
beklentisi olmadığı halde ihlâslı davranmaları da böyledir. Çünkü onlar,
hizmetlerinin hikmet ve siyaset gereği olduğunu bilirler. Nitekim biz bunu “Siyaset
Çeşitlerinin Nitelikleri ve Nicelikler Risâlesı’nde açıkladık.
Kardeşim!
Bil ki, efendisine dövülmekten korktuğu veya karşılık beklediği için hizmet
eden köle, kötü bir köledir. Aynı şekilde Rabbine sırf cehennemden korktuğu
veya cennette yeme, içme ve cima arzuladığı için itaat eden kimse kötü bir
kuldur. Kötü kul, dua ve amelde ihlâslı değildir.
Duada
ihlâs, ancak kişi çözüm ve uzak durmada güç ve kuvvetten kesildiği esnada
olur. Bu konudaki örnek, gemi yolcularıdır. Çünkü onlar, gemiye bindikleri zaman
Allah’a dua ederler ve ondan selamete erdirmesini isterler. Fakat onlar geminin
korunması ve gözetilmesi konusunda kaptanlar ve gemi mürettebatı güvendikleri
için ihlâslı olmazlar. Kaptanlar ve gemi mürettebatının gelişiyle ruhları sakin
ve huzurlu olur. Denizi ortaladıklarında, dalgalar yükseldiğinde, gemiler
çalkalandığında, kaptanlar paniğe kapılıp gemi mürettebatı korktuğunda ve
helake yüz tuttuklarında işte o zaman Allah’a dini yalnızca ona tahsis ederek
dua ederler. Çünkü onlar onlara yardım etmeye hiçbir Allah’ın kulunun gücünün
yetmeyeceğini, maruz kaldıkları sıkıntıyı gidermede Aziz ve Çelil olan
Allah’tan başka kimsenin kuvvetinin olmadığını bilirler. Onların kalpleri
gemide astroloji hükümlerini, maruz kaldıkları felekî talihsizlikleri ve
talihsizliğin yönetimi bir talihe nasıl yönelteceğini bilen bir insan olmadıkça
hiçbir sebebe bağlanmaz. O zaman kalbi ona bağlanır. O Rabbine dua etse de
talihsizliğin devam ettiği veya tedbiri talihsizliğe yöneltenin ondan daha kötü
olduğu belli oluncaya kadar duası ihlâslı değildir. O zaman yıldızlardan ümidi
kesilir ve duası ihlâslı olur.
Kardeşim!
Bil ki, Âdemoğullanna ait, akıllıların maruz kaldıkları sıkıntının giderilmesi
konusunda Yüce Allah’a ve arifin duasına sığındıkları bu tür hallerde Allah’ı
bilmeyenler için bir telkin ve nefisleri onu bilmeye yöneltme vardır. O zaman
onlar, maruz kaldıkları sıkıntıyı gidermede Allah’a dua ve yakarışta akıllılara
bakışlarıyla kendilerinin otoriter, bilen, güçlü, dualarını işiten ve
kendilerinde olanları bilen bir ilahlarının olduğunu bilirler. Onun onları
kurtarmaya gücü yeter ve onlar onu göremeseler ve nerede olduğunu bilemeseler
de o onları görür.
Buna
göre pahalılık, veba, çocukların acıları, iyilerin başına gelenler ve Yüce
Allah’tan başkasının gidermeye güç yetiremediği semavî olaylar gibi insanlara
isabet eden bütün meşakkat ve belalar, onları Allah’a dua ve yakarışa mecbur
eder. Bu onlar için Aziz ve Çelil olan Allah’a bir delalet ve hidayettir.
Nitekim o şöyle demiştir: “Yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman
karşılık veren ve sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı?
Allah’tan başka ilah mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz’.’[8]
Sabrın
Mahiyeti Hakkında
İmanın
şartları ve müminlerin hasletlerinden biri de sabırdır. Nitekim şöyle
denmiştir: Sabır imanın başıdır. Yüce Allah şöyle dedi: “Sabret; senin
sabrın ancak Allah ile olur”[9]
Müminlere dedi ki: “Sabredin, sabırda yarışın.”[10]
Kardeşim!
Bil ki, sıkıntılar anında ümit edilen şey sebebiyle korkusuzca sabır ve sebat
etmek, övülen bir sonuçtur. Sabır, sabrın acılığından yarılıp çıkar. Kardeşim!
Bil ki, insanların çoğu, sıkıntılara sabrederler; fakat onların sabrı Allah ile
ve Allah için olmaz. Çünkü onlar korkarlar, sızlanırlar, yakınırlar ve Allah
hakkında kötü zanda bulunurlar. Nitekim şanı yüce olan Allah, münafıklar
kıssasında şöyle demiştir: “Siz kötü zanda bulundunuz ve helaki hak eden bir
topluluk oldunuz”[11]
Çünkü onlardan bazıları kendilerine dokunan bu felaketlerin haklarında
hükmettiğinde ondan gelen bir zulüm olduğunu zannetmektedir. Bazıları da bunun
onun kazası ve hükmü olmadığını zanneder. Bazıları da içinde bulundukları bela
ve meşakkatleri onun bilmediğini zannetmektedir. Bazıları da onun bildiğini
bilir; fakat onun kendilerini düşünmediğini ve kendileriyle ilgilenmediğini
zanneder. Bazıları da yine kötü zanda bulunarak onun katı kalpli, merhametsiz
vb. olduğunu zanneder.
Mümin
peygamberler, sıkıntı ve belalara sabrederler. Onların sabrı Allah’ın
yardımıyladır ve Allah içindir. Çünkü onlar, yaratılmışlara dokunan
musibetlerde bir takım yararlar olduğunu düşünürler. Sıkıntılar Anında Dua ve
İhlâs konusunda ve “Lezzetler Risâlesi’nde açıkladığımız gibi, eğer bu
yarar ve hikmete ait şeyler birçok akıl sahibine gizli kalıyorsa o zaman
âlemdeki diğer nefislerde değil de hayvan nefislerindeki acıda hikmet nedir?
Onlardaki hikmet, nefislerin bedenleri ölüm ve bozulmaya karşı korumaya teşvik
edilmesidir.
Kardeşim!
Bil ki, peygamberler ve müminlerin kendilerine dokunan musibetlerde maslahat
olduğuna dair inançları onların ikrar ettikleri mukaddimeden çıkar. Bu, onların
şu sözleridir: Âlemin diri, güç yetiren ve hikmetli bir tek yaratıcısı vardır.
O, âlemin işlerini hikmet sağlamlığında en güzel düzen ve tertip üzere
sıralamıştır. Büyük küçük hiçbir iş, içinde bir hikmet türü ve iyilik sınıfı
olmadan ve Allah’ın bilgisi dışında cereyan etmez.
Kaza
ve Kaderin Mahiyeti ve Kazaya Rıza Gösterme Hakkında
İmanın
şartlarından ve müminlerin hasletlerinden biri de kaza ve kadere rıza
göstermektir. O, üzerinde cereyan eden takdirler karşısında nefsin
güzelliğidir. Takdirlerin gerçekleşmesi, astroloji hükümlerinin gereğidir.
Kaza, Allah’ın astroloji hükümlerinin gerektirdiği şeylere ilişkin geçmiş
bilgisidir. Kazaya rıza göstermenin, insanların göğe yükselen en az ameli
olduğu söylenir. O, iman şartlarının en yükseği ve müminlerin özelliklerinin en
üstünüdür. Nitekim Yüce Allah şöyle demiştir: “Allah onlardan, onlar da
Allah’tan razı olmuştur”[12]
Sonra
kardeşim! Bil ki, cereyan eden acı takdirler karşısında Namusun/şeriatın
kutsallığı sayesinde ariflerden başka dayanıklı güzel ruhlu hiçbir kimse
yoktur. Namusun kutsallığını peygamberler ve müminlerden başka hiçbir kimse
gereği gibi bilemez. Şeriatın hakkını ve kutsallık şeklini “Şeriatlar
Risâlesi”nde açıkladık. Kazaya ve cereyan eden takdirlere rıza göstermenin
alametlerinden biri, kişinin şeriatın hükmüne Yunan filozofu Sokrat’ın boyun
eğdiği gibi güzel ruhlu olarak boyun eğmesidir. Zira yargıç, şahitlerin
şehâdetiyle bu filozofun öldürülmesine hükmetmiştir. Halkın içine giren şüphe
yüzünden onun aleyhinde öldürülme hükmü gerekmiştir. Bunun üzerine Sokrat,
öldürülmeye gönül rızasıyla boyun eğmiştir. Ona dendi ki: “Sen mazlum olarak öldürülüyorsun.
Senin için fidye vermemizi veya seni kaçırmamızı ister misin?” Sokrat şöyle
dedi: “Yarın Namusun/Şeriatın bana, hükmümden niçin kaçtın, demesinden
korkuyorum.” Dediler ki: “Ona mazlum olduğunu söylersin.” Onlara şöyle dedi:
“Eğer şeriat bana; aleyhinde yalan ve iftira ile şahitlik eden şahitler sana
zulmetmiş de olsa senin bana zulmetmemen ve hükmümden kaçmaman gerekirdi; derse
ben ne derim?” Onları bu delil ile mağlup etti; öldürülmeye nefis hoşluğu ve
şeriat hükmüne rıza göstererek boyun eğdi. Sonra şöyle dedi: “Şeriat kendisini
önemsemeyeni öldürür.”
Sokrat’tan
önce takdirlere Âdem’in oğullarından biri boyun eğmişti. Kardeşi Kabil ona;
“Seni öldüreceğim.” demişti. Habil ona şöyle dedi: “Sen bana beni öldürmek
için elini uzatsan da ben sana seni öldürmek için elimi uzatmayacağım. Ben
âlemlerin Rabbi Allah’tan korkarım. Ben böylece senin hem benim günahımı hem de
kendi günahını yüklenip cehennemliklerden olmanı istiyorum’.’[13]
Olanlar hakkında, olmadan önce bilgisi bulunan Allah’ın kazasına rıza gösterdi
ve yıldızların hükümlerinin (astroloji) gereği olan takdirlere gönül rızasıyla
boyun eğdi. Aynı şekilde Mesih de Allah’ın kazasına rıza gösterdi, takdirlere
boyun eğdi ve gönül hoşluğu ve olanlar hakkında, olmadan önce bilgisi bulunan
Allah’ın hükmüne rıza göstererek İnsanî tabiatını Yahudilere teslim etti. Zira
onun bilgisine aykırı hiçbir şey olmaz. Firavunun tehdidi karşısında Allah’ın
kazasına rıza gösteren sihirbazların durumu da böyledir. Ona dediler ki: “Artık
sen vereceğin hükmü ver. Sen ancak bu dünya hayatında hükmedersin”[14] O
topluluk, Firavunun nefisleri üzerinde hiçbir otoritesinin olmadığını, sadece
bedenleri üzerinde otorite sahibi olduğunu biliyorlardı. Dediler ki: “Biz
Rabbimize hatalarımızı bağışlaması için inandık”[15]
Onlar takdirlere boyun eğdiler ve bedenlerini gönül rızası ile Firavunun
hükmüne teslim ettiler. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem da aynı
şekilde, Uhud günü, Ensarın en hayırlıları ve Muhacirlerin faziletlileri
öldürüldüğünde, sancağı kırıldığında ve üzerinde söz konusu takdirler cereyan
ettiğinde rıza gösterdi. Dendi ki: “Ey Allah’ın Resulü, müşriklerin helaki
için dua etsen onlar sana bunları yapamazlar.” Şöyle dedi: “Allah kardeşim
Nuh’a merhamet etsin. Kavminin ayaktakımı onu dövdüler. Şöyle diyordu: Allahım!
Kavmimi cezalandırma! Onlar bilmiyorlar. Ben diyorum ki; Allah’ım, kavmimi
hidayete erdir. Onlar bilmiyorlar. O gün kendisine ve ashabına olanlarla ilgili
haber Medine’ye ulaşınca Medineliler kardeşlerinin haberlerini öğrenmek için
çıktılar. Ensar’dan kocasının durumunu sormak için bir kadın da çıktı. Ona
şehit olduğu söylendi. Babasını sordu, onunla ilgili olarak da aynısı
söylendi. Kardeşini sordu, onunla ilgili olarak da aynı şey söylendi.
“Resulullah kurtulmadı mı?” diye sorunca, “Evet” dediler. Dedi ki: “Onun
kalması hepsine bedeldir.” Osman b. Affan’ın (asiler) kendisini öldürmek için
huzuruna girdiklerinde rıza göstermesi de böyledir. Köleleri ayağa kalktılar ve
kılıçlarını çektiler. Dediler ki: “Sen kal, biz öldürülelim.” (Osman) döndü, hoşlanmadı
ve Enes’in Resulullah’tan naklettiği şu sözü andı: “Ona kapıyı aç, onu bu
ümmetin Ömer’den sonraki velisi olarak müjdele ve ona kanının dökülmesi
suretiyle uğrayacağı belayı haber ver.” Kölelerine şöyle dedi: “Kim kılıcını
kınına sokarsa Allah rızası için hürdür.” Makamına oturdu, odasında Mushafını
alıp, “Onlara karşı Allah sana yeter.”[16] ayetini
okudu. O, Allah’ın kazasına rıza gösterdi, öldürüleceğini anladı ve takdire
gönül rızasıyla boyun eğdi. Kerbela günü Hüseyin’in susuzluğu arttığında ve su
istediğinde gösterdiği rıza da böyledir. Ona dediler ki: “İbn Ziyad’ın hükmüne
boyun eğ, yolunu açalım.” Şöyle dedi: “Hayır, sadece Allah’ın hükmüne (boyun
eğerim).” Öldürüleceğini anladı. Allah’ın kazasına ve cereyan eden takdirlere
gönül hoşluğuyla rıza göstererek öldürülünceye kadar savaştı.
Kardeşim!
Bil ki, daha önce tasvir ettiğim bu nefisler ancak kulları hakkında önceden
bilgisi olan Allah’ın kazasına rıza gösterir ve astrolojinin gereği olarak
cereyan eden acı takdirlere bedenden ayrıldıktan sonra varılacak yerde ümit
ettikleri hayırlar, ulaştıkları mutluluk, huzur, rahat ve anlatımı kısa
tutulmuş daha başka şeyler sebebiyle sabrederler. Allah buna şu sözüyle işaret
etti: “Kuşkusuz onlar da sizin acı çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Üstelik
siz onların umut etmeyecekleri şeyleri umuyorsunuz.”[17]
Yüce Allah yine dedi ki: “Hiçbir nefis yaptıklarına karşılık
olarak kendisinden gizlenen göz aydınlıklarını bilmez”[18]
Yine dedi ki: “Sabredenlere mükâfatları hesapsız olarak ödenir”[19]
Araştıran
müminlerin bir alameti de çocukların anne ve babalarından başka kimseden
korkmamaları ve ümit etmemeleri gibi Yüce Allah’tan başka kimseden korkmamaları
ve ümit etmemeleridir. Aynı şekilde çocuklar eğitmenden, öğrenciler
öğretmenden, askerler de komutandan başkasından korkmazlar. İnsanlar ise sadece
kendilerine zarar ve fayda vermeye gücü yeten sultanlarından korkarlar. Nitekim
Allah meleklerle ilgili olarak şöyle demektedir: “ Üstlerinde hükümran olan
Rablerinden korkarlar ve kendilerine emredilen şeyleri yaparlar''[20]
Melekler ve aynı şekilde âlimler Rablerinden başka kimseden korkmazlar. Yüce
Allah dedi ki: “Allah'tan ancak âlim kulları korkar”[21]
[22]
Onlar onu müşahede ederler ve görürler. Nitekim o; “Rableri katında
şehittirler ”3S demiştir. Nitekim Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi
ve sellem bir bedevi kendisine ihsanın ne olduğunu sorduğunda şöyle demiştir: “İhsan,
Allaha sanki onu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Sen onu görmesen de o seni
görmektedir" Bu görme ve müşahede hakikat gözüyle olur. Bu, iki
cihanda da ondan başka kimseyi görmemendir. Nitekim araştırmacı, bir şiirde
şöyle demiştir:
Aşk
neşesini içmek nedir? Onun kederleri
Ateşi
havada tutuşan yangınlardır.
Sevgi
neşesini sordum. Bana dendi ki
Sevgide
cömertliktir. Dizgini çekildi dedim
Hepsi
onun, onunla ve ondan. Nerede bana ait Şey ki onu cömertçe vereyim. Dili
tutuldu.
Kardeşim!
Bil ki, imanın ilk direği ve en güçlü rüknü ilahi şeriat sahiplerine emrettikleri
itaatler ve yasakladıkları isyanlarda tâbi olmaktır. Bu, onları dinlemek ve
onlara itaat etmektir. Çünkü beşerî işlerin en üstünü, İnsanî fiillerin en
tatlısı ve akıllıların meleklerin mertebesini müteakiben nail olduğu en yüksek
mertebe, İlahî şeriat koymaktır. Kardeşim! Bil ki, şeriat koyanların ve onların
takipçilerinin birçok özelliği ve çok sayıda şartları vardır. Biz bunların bir
kısmını Şeriatlar Risâlesi’nde, bir kısmını “İhvân-ı Safâ’nın İnancı
Risâlesi”nde ve bir kısmını da Kardeşlerin Birbirleriyle İlişkileri
Risâlesi’nde açıkladık.
Bil
ki, şeriat koyucuların, takipçileri, onların işittikleri bilgiler ve uydukları
şeriat kurallarıyla olan ilişkisi, gök ile yağmurları ve yer ile bitkileri
arasındaki ilişkiye benzer. Çünkü şeriat sahiplerinin konuşması ve sözleri
yağmura, takipçilerinin dinlemesi de yere benzer. İkisi arasında elde edilen
bilgi ürünleri, düşünceler ve ameller bitki, hayvan ve madenler gibidir. Allah
bu manalara şu sözüyle işaret etmiştir: “O, gökten su” yani Kur anı “indirdi
de dereler kendi ölçülerince dolup aktı’.’[23]
Yani
kalpler onu azlık ve çokluk şeklinde kendi ölçülerince korudu. “Sel üste
çıkan köpüğü aldı götürdü”[24]
Yani onun lafızları ve dış yüzü, sapmış, şüpheci ve şaşkın münafıkların
kalplerinin koruduğu müteşabih manalar taşımaz. Başka bir örnek: “Süs eşyası
veya yararlanılacak bir şey elde etmek için ateşte erittikleri şeylerden de
böyle köpük olur”[25]'
Yani sel köpüğü gibi, madenî cevherlerin de kalıba dökülürken köpüğü olur.
Sonra dedi ki: “İşte Allah, hak ile batıla böyle misal getirir”[26] [27]
Yani hakikatlerin ve bâtılların örnekleri. “ Köpüğe gelince sönüp gider”42
Yani batıl ve şüpheler kaybolur, onlardan faydalanılmaz. “İnsanlara yararlı
olan ise yerde kalır”[28]
Yani vahyin lafızları tasdik eden müminlerin kalplerinde sabit kalır ve
belirtildiği gibi hikmet meyvesi verir. Aziz ve Çelil olan Allah dedi ki: “Güzel
söz, kökü sabit ve dalları göğe doğru olan bir ağaç gibidir”[29]
Kardeşim!
Bil ki, şeriat ancak emir ve yasaklar ile gerçekleşir. Emir ve yasak, vaat ve
tehdit olmadan uygulanmaz. Vaat ve tehdit, özendirme ve korkutma olmadan
edilemez. Özendirme ve korkutma, ancak korkan ve ümit eden kimseye fayda verir.
Korku ve ümit yalnızca emir ve yasağa uyulduğunda ortaya çıkar ve bilinir.
Hiçbir şeyden korkmayan ve hiçbir ümit beslemeyen kimse teşvik edilemez ve
korkutulamaz. Teşvik edilemeyen ve korkutulamayan kimseye vaat ve tehdidin
faydası olmaz. Şeriat koyuculara uymayan ve yasaklarından kaçınmayan kimsenin
İlahî şeriattan kesinlikle hiçbir nasibi olmaz.
Kardeşim!
Bil ki, sonuçta kendisinden korkulan ve şeriatları uygulamada kendisine
ulaşılmak istenen işler iki türdür: Biri dünyevî, diğeri uhrevîdir. Dünyevî
olan, nefis bedene bitişik olduğu sürece başkanlık, güzel övgü, izzet, mal ve
dünya metaı gibidir. Ölümden sonra onlardan geriye zürriyet ve evlat kalmaz.
Uhrevî olan, nefsin, madde denizinden ve tabiat esaretinden kurtulması,
cisimler çukurundan ve Ay altındaki oluş ve bozuluş âleminden çıkması, göğün
melekûtuna çıkarak kurtuluşa ermesi, melekler zümresine katılması, felekler ve
gökler uzayında seyahat etmesi, o huzur ve neşeden istifade etmesidir. Kur an’da
bunlar çok kısa tasvir edilmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle demiştir: “Yaptıklarına
karşılık olarak onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilmez”[30]
Bil
ki, şeriat hükümlerini uygulamada her talibin arzusu, hakka ve doğru hükme
ulaşmak, iyi iş yapmak, yalan ve iftiradan kaçınmaktır.
Bil
ki, hak, sonu olmayan bir gayedir. Fakat onun dışında karışık ve zor işler vardır.
Bil ki, lafızlar manaları taşır. Vehimler onu aramak için her görüşe gider.
Manaları taşıyan bir laf ız işittiğinde aklında bu lafzın taşıdığı bütün
manalar ortaya çıkmadan kesin olarak hüküm vermemen gerekir. Böylece belki
doğru olan yüksek amacı anlarsın ve hak olan son gayeye ulaşırsın.
Bil
ki, ilahi şeriat koyucularının amacı, şeriatların hükümleri içinde ilk anda tasavvur
edemeyeceğin kadar çok derindedir. Fakat onu yeterli ölçüde düşündükten ve
iyice araştırdıktan sonra anlarsın. Söylediklerimize ve anlattıklarımıza kıyas
edilmesi için buna bir örnek vermek istiyoruz.
Örnekte
anlatıldığına göre, bir yolculukta arkadaşlık eden iki adam vardı. Bir nehir
kenarına varınca öğle yemeği için oturdular. Her biri azığını çıkardı. Birinin
iki, diğerinin üç çöreği vardı. Yemek için onları aynı yerde açtılar. Yanlarına
oradan geçen biri uğradı. Onu yemeğe çağırdılar. İcabet etti, oturdu ve onlarla
birlikte yedi. Yemeği bitirince adam ayağa kalktı ve ikisinin önüne beş dirhem
atarak şöyle dedi: “Bunları aranızda eşit paylaşın.” O yoluna devam etti. İki
çöreğin sahibi arkadaşına dedi ki: “Yarısı benim, diğer yarısı senin. Çünkü o, eşit
olsun dedi.” Üç böreğin sahibi ise şöyle dedi: “Bilakis adil olan, üç
dirheminin benim, iki dirheminin senin olmasıdır. Çünkü o, çöreklere göre eşit
olsun dedi.” Tartıştılar, kavga ettiler ve bir şeriat kadısına gittiler. Kadı,
iki çörek sahibine bir dirhem, üç çörek sahibine dört dirhem verilmesi şeklinde
hükmetti. Bu hüküm haktır ve çok doğrudur.
Kardeşim!
Bu konuda düşün. Eğer manasını anlarsan doğru sana görünür ve şeriatın
hükümlerini kavrarsın. Eğer doğrunun özü ve yüksek hakikati kaybedersen sana
doğrunun özünü ve mananın hakikatini öğretmesi için şeriat hâkimine git.
Kardeşim!
Bil ki, felsefeye ve akledilirleri düşünmeye meyleden akıllıların çoğu,
şeriatın hükümlerini akıllarıyla düşündükleri zaman ve onları görüşleri,
temyizleri(ayırt etme yetileri) ve kavrayışlarıyla kıyasladıkları zaman içtihat
ve kıyasları onların şeriat hükümlerinin bir çoğunda adalet, hak ve doğruluğun
onun tersine olduğunu düşünmelerine yol açar. Bütün bunların sebebi,
kavrayışlarının az, temyizlerinin kıt ve bilgilerinin şeriat hükümlerinin
sırlarını anlamaktan aciz olmasıdır. Buna şu örnek verilebilir: Miras hükmü
konusunda erkeğe iki kadının payı kadar olduğunu düşününce, doğru olanın,
kadına iki erkeğin payı kadar olduğunu görürler. Çünkü kadınlar zayıf ve mal
kazanma konusunda çözüm yolları az olan kimselerdir. Onlar, şeriatın verdiği bu
hüküm ile emretmenin kendi işaret ettikleri ve istedikleri şeye döndüğünü
bilmezler ve görmezler. Çünkü şeriat, erkeğe iki kadının payı kadar hükmedince
aynı şekilde evlendirmede mehri kadınların hakkı olarak erkeklere yüklemeye
hükmetmiştir. Bu hüküm ile emretmek, kadın için iki erkeğin payı kadar malın
elde edilmesine döner.
Bunun
örneği şudur: Babandan sana 1000 dirhem, kız kardeşine 500 dirhem miras
kalırsa, o kız evlenince diğer 500 dirhemi de mehir olarak alır; böylece 1000
dirhemi olur. Sen evlendiğinde ve 500 (beş yüz) dirhem mehir verdiğinde kız
kardeşinin yarısı kadar paran kalır. Bu kıyasa göre şeriatın hükmünde emir
onların istedikleri ve işaret ettikleri şeye döner. Böylece şeriat
hükümlerindeki doğrunun özünü ve hakikatin gayesini anlayabilmek için onlar
üzerinde düşünmen gerekir.
Bil
ki, şeriat koyucuların hükümlerin gerekleri üzerinde düşünmesi bazılarının
değil de diğerlerinin iyiliğini ve erteleneni değil de acil olanı amaçlayan
cüz’î bir düşünme değildir. Bilakis onun düşünmesi, “Şeriat Risâlesin’de
açıkladığımız gibi, sonuçlara ve ahirette emrin döneceği şeye bakmak suretiyle
herkesin iyiliğini, hem acilin hem ertelenenin hayrını amaçlayan külli bir
düşünmedir.
Kardeşim!
Bil ki, insan sıkıntı veya rahatlık hallerinden birinde olur. Mümin her iki
durumda da Allah’a itaatten yüz çevirmez. Çünkü o, vücudu sağlıklı, bedeni
güçlü, malca zengin, şöhreti yaygın, üstün edepli, dilediğine güç yetiren,
istediğini yapabilen birisi olunca bütün bu hallerin yanı sıra Allah’a tevekkül
eder, ona dayanır, ondan yardım ister, Allah’tan başkasına güç ve kuvvet
nispet etmez. Nitekim (Kur an’ın nakliyle) Süleyman (as) şöyle demiştir: “Bu,
şükür mü yoksa küfür mü edeceğimi denemek için Allah’ın bana verdiği
ihsanıdır.”[31]
Kâfir ise Karun’un dediği gibi, bütün bu hallerde kendisine, kendi güç, kuvvet,
dileme, irade, içtihat ve çabasına döner; sebeplerine dayanır, Rabbinden yüz
çevirir, onun zikrini unutur: “Bana bu sahip olduğum ilim sebebiyle
verildi’.’[32]
Sıkıntı
ve musibet anında sabırlı ve Allah’ın kazasına razı olur, Allah’ın hükmüyle ona
yönelir, ona hamdeder, onun hakkında iyi zanda bulunur, rahmetini ümit eder,
affını ister, hükümlerine teslim olur. Nitekim Yüce Allah buna şu sözüyle
değinmiştir: “Onlara bir musibet dokunduğunda, biz Allah’a aidiz ve ona
döneceğiz, derler”[33]
Kâfir ise Allah hakkında kötü zanda bulunur, kızgın ruhlu olur, sıkıntılardan
kaygılanır, takdirlere öfkelenir, sebepleri yerer ve Allah’ın rahmetinden
ümidini keser. Nitekim Allah şöyle belirtmiştir: “Bazı insanlar Allah'a
kıyıdan kenardan ibadet ederler. Ona bir hayır dokunursa onunla mutlu olur”[34]
Dünyadan
Vazgeçme (Züht) ve Ahirete Rağbet Etme Hakkında
İmanın
şartları ve müminlerin hasletlerinden biri de dünyadan vazgeçmek ve Yüce
Allah’ın peygamberini (salla'llâhü aleyhi ve sellem) özendirdiği gibi ahirete
rağbet etmektir. O şöyle demektedir: “Ahiret senin için dünyadan daha
iyidir’.’[35]
Yine dedi ki: “Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Fakat ahiret daha
hayırlı ve kalıcıdır’.’[36]
Kuranda dünyadan uzaklaştıran ve ahirete özendiren birçok ayet vardır.
Kardeşim!
Bil ki, insan tabiatı, sonra gelecek olanın acil olana üstünlüğü anlaşılmadıkça
mevcut acil yararı terk etmemek, dünyadan vazgeçmemek, görünmeyeni ve
erteleneni istememek ve ona rağbet etmemek üzere yaratılmıştır.
Bil
ki, müminler, filozoflar ve peygamberler dünyadan vazgeçmiş, acil arzuları terk
etmiş, ahiretin hakikati kendileri için açıklığa kavuşunca onu rağbet etmiş ve
onun
ertelenen nimetlerini istemiş, onun nimetlerinin dünya nimetlerinden üstün
olduğunu anlamış ve dünya halkının işleri duyularıyla müşahede ettikleri gibi
onları kalp gözü ve akıl nuruyla müşahede etmişlerdir.
Kardeşim!
Bil ki, ahiretin hakikatini bilmek ve hallerini müşahede etmek, dikkate alma,
dünya işleri hakkında düşünme, onlarla ahiret işleri arasında bozuk görüşlerden
kurtulmuş akıllar, kötü huylardan arınmış nefisler, doğru ve zorunlu öncüllerin
sonuçlarıyla mukayese yapma yoluyla gerçekleşir. Bu şöyle açıklanabilir: akıllı
kişi, insanların çoğunluğunun konuşmalarını, yaratıldıkları bu yurdun dünya
diye adlandırılmasını ve nimetlerini yermelerini düşündüğünde bu, ahiret
yurduna ve oranın üstünlüğüne delalet eder. Çünkü dünya lafzı uhraya (sona)
delalet eder. Uhrâ (sonra) lafzı ûlaya (ilk) delalet eder. Çünkü
bunlar birbirine izafetle vardır, muzaf cinsindendir.
Öte
yandan insanların dünyadaki hallerini düşündüğünde hepsinin iyiler ve kötüler
şeklinde iki grup olduğunu görürsün. İyiler, ilahi şeriatlarda tarif edilen amelleri
işleyen kimselerdir. Onlar sağlıklı akılların zorunlu kıldığı şeyleri yaparlar,
buna karşılık bedenleri için bir menfaati elde etmek ve onlardan bir zararı
uzaklaştırmak istemezler. O zaman onların mutlak manada iyiler ve ahiret ehli
oldukları söylenir. İşledikleri hayır ve şer konusunda nefislerine yararı
çekmek ve zararı uzaklaştırmak şeklinde karşılık bekleyenler, ahireti
düşünmeyenler, ahirette hayır ummayanlar, cezadan korkmayanlar, nefis ve onun
ölümden sonraki halini düşünmeyle ilgilenmeyenler kötüler ve dünyacılar diye
adlandırılır.
Ayrıca
daha önce bahsettiğimiz gibi, bütün ömürlerini anlattığımız hayır işlerinde
harcamış ve sonra ölümden önce yaptıklarının karşılığını alamadan ölmüş olan
iyilerin durumu düşünüldüğünde akıllar gerçekten bunun Allah nezdinde hiçbir
şeyi zayi etmediğini anlar ve kararlaştırır. Buna göre nefsin bedeni terk
etmesi demek olan ölümden sonra iyilerin ödüllendirildiği ahiret yurdu adlı
başka bir hal ortaya çıkar. Aynı şekilde yeryüzünde ömürleri boyunca bozgunculuk
yapmış ve sonra yaptıklarının cezasını çekmeden ölmüş olan kötülerin hali
düşünüldüğünde akıllar, bunların kurtulmayacağım ve onların ölümden sonraki
halinin iyilerin hali gibi olmayacağını anlar ve kararlaştırır. Nitekim Yüce
Allah şöyle demiştir: “ Yoksa kötülük işleyenler, kendilerini, inanıp salih
amel işleyenler gibi kılacağımızı; hayatlarının ve ölümlerinin bir olacağını mı
sanıyorlar? Ne kötü hüküm veriyorlar!"53
Şimdiye
kadar müminlerin özellikleri ve imanın şartları, kâfirlerin özellikleri ve küfrün
mahiyetinden bir kısmını anlattık. Şimdi de ilimde derinleşmiş müminlerin
bilgisinden ve düşünen ariflerin hasletlerinden bir kısmını anlatmak istiyoruz.
Onlar peygamberlerin varisleri, elçilerin destekçileri, en yüksek makamdaki
meleklerin mertebesini takip eden İnsanî mertebenin en yükseğindeki metafizikçi
ve Rabbani sıdıkların kardeşleridirler. Aynı şekilde sapan ve saptıran
şeytanların kardeşlerinin bazı sıfatlarını da anlatacağız. Onlar en aşağı
hayvani mertebeyi izleyen en düşük insanı mertebede bulunan kimselerdir.
Kardeşim!
Bil ki, bütün ilimler üstün ve değerlidir. Fakat onların en üstün ve değerlisi,
insanın kendi cevherinin hakikatini, işlerin bir durumdan diğerine döndürülmesin!
sağlayan şeyleri yöneldiği en yüksek gayesine ulaşıncaya kadar bilmesidir. Bu,
ister ayrılmasından önce dünyada, ister ayrılıktan sonra ahirette olsun, onun
Rabbiyle buluşmasıdır.
Kardeşim!
Bil ki, bu ilim kapısı, akıl sahiplerinin aklı; ilimlerin kökü ve hikmet
unsurudur. Onu aramaya çalış. Onun sayesinde dünyanın üstünlüğüne ve ahiretin
mutluluğuna ulaşırsın. Biz bu ilmin bir kısmını tabiatla ilgili risâlelerimizde
açıkladık ve onlarda insanın ana rahmine düştüğü günden öldüğü ve ruhunun bedeninden
ayrıldığı güne kadar geçirdiği evreleri // bir durumdan diğerine tasarrufta
bulunduğu işleri anlattık. Onların bir kısmını cüz’î nefislerin bedenlerinden
ayrıldıktan sonra dönüştükleri durumlar hakkındaki akılla ilgili
risâlelerimizde açıkladık ve yeniden diriltildikleri güne kadar hallerin
çevrilmesini sağlayan şeylerin niteliğini anlattık. Bu risâlede insanın bu
dünyada nail olduğu en üstün şeyin ve ölmeden önce ulaştığı en yüksek
mertebenin ne olduğunu anlatmak istiyoruz. Fakat bundan önce insanın ne
olduğunu açıklamak istiyoruz. Çünkü o, Ay feleği altındaki varlıkların en
ilginci, terkibi en üstün ve sureti en iyi olanıdır. Bundan sonra onun nail
olduğu ve ulaştığı işleri haber veriyor ve şöyle diyoruz:
İnsan,
en iyi şekildeki cismânî beden ve en üstün ruhânî nefisten meydana gelen bir
bütündür. Kardeşim! Bil ki, onun her bir parçasının son bulduğu bir gayesi ve
yükseldiği bir sonu vardır. İnsanın bedeniyle ulaştığı en üstün ve en yüksek
mertebe, türünün fertlerinin bedenleri üzerindeki krallık, izzet ve saltanat
tahtı ve öfke gücü sayesinde üstünlük kurmasıdır. Fakat insanın nefsi
itibariyle ulaştığı en yüksek mertebe ve cevherinin saflığıyla nail olduğu en
üstün derece, insanın, sayesinde türünün diğer fertlerinden üstün olduğu vahyi
almasıdır. Natık kuvve aracılığıyla idrak ettiği hakiki bilgilerle onlar üzerinde
üstünlük sağlar. Nefsin bedenden daha üstün bir cevher olduğu anlaşılınca
insanın nefsi sayesinde ulaştığı mertebe, bedeni sayesinde ulaştığı mertebeden
daha üstün olur. Çünkü bu cismânî ve dünyevî, o ruhânî ve uhrevîdir. Vahyin bu
dünyada insanın elde ettiği en yüksek vergi olduğu anlaşılınca biz vahyin ne
olduğunu ve nefsin onu nasıl kabul ettiğini açıklamak istedik.
Vahiy,
duyulardan uzak olan işleri insan nefsini bir yönelme ve yükümlülük olmadan
yererek haber vermektir. Nefis vahyi üç şekilde kabul eder. Birincisi, nefsin
duyuları kullanmayı terk ettiği sırada uykuda olan vahiydir. İkincisi,
organların sakin ve duyuların durgun olduğu sırada uyanıkken olan vahiydir. Bu
ikisi de kendi içinde ikiye ayrılır: Ya bir kişiyi görmeden işaretlerle sürekli
bir sesi dinlemektir ya da bir kişiyi görmeden konuşmayı dinlemektir. Nitekim
Yüce Allah şöyle demiştir: “Allah bir insanla ancak vahiy suretiyle veya
perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderir; izniyle, dilediğini vahyeder.
Doğrusu O yücedir, Hakimdir"[37]
Bu
üç şekilden her birini açıklayacağız. Önce nefsin vahyi uykuda nasıl kabul ettiğiyle
başlayacağız. Çünkü bu daha genel ve daha yaygındır. Sonra uyanıkken meydana
gelenden bahsedeceğiz. Çünkü o daha özel ve daha azdır. Diyoruz ki;
Her
şeyden önce, uyku ve rüya nedir? Uyku, nefsin duyuları kullanmayı bırakmasıdır.
Rüya ise nefsin fikrî gücü sayesinde hissedilir şeylerin resimlerini duyuların
durgunlaştığı uyku anında kendi zatında tasavvur etmesi ve olan şeyleri
gerçekleşmeden önce tahayyül etmesidir. Bunu başka bir bölümde izah edeceğiz.
Biz cedelci bir topluluğun nef sin cevherliğini ve varlığını inkâr etmesi
sebebiyle nefsin ve cevher hakikatinin ne olduğunu ve varlığının doğruluğuna
neyin delil olduğunu kanıtladık. Önce diyoruz ki; nefis, ruhânî, diri, bilen ve
faal bir cevherdir. Dediklerimizin doğru olduğunun delili sayılamayacak kadar
çoktur. Bunların bir kısmını Bedenin Terkibi Risâlesi’nde, bir kısmını Hisseden
ve Hissedilen Risâlesi’nde, bir kısmını da İnsan Küçük Bir Âlemdir Risâlesi’nde
açıkladık. Fakat bir kısmını bu bölümde açıklamak istiyoruz ve diyoruz ki;
Hayvanların
bedenleri dışında cismânî olmayan başka bir cevherlerinin olduğunun açık
delili, hayattayken gizlenmediği sürece bedenlerinden ortaya çıkan his,
hareket, sesler ve fiillerdir. Onların ölüm anında tamamen kaybolması bu
cevherlerin bedenlerinden ayrıldıklarının delilidir.
Nefsin
bedenle birlikte var olduğunun ve ölümden sonra onu terk ettiğinin bir diğer
delili, insanların ölülerine ağlamaları ve bu nefislerin ayrılığına
üzülmeleridir. Eğer bu üzüntü ve ağlama bedenler için ise bedenler tamamen
yanlarında iken onlar için niye ağlasınlar? Onları değişim ve bozulmaya karşı
korumak isteselerdi üzerlerine sarısabır, kâfur ve bal gibi ilaçlar
sürebilirlerdi. Fakat bu yüksek cevherler onları terk ettiğinde ağlama ve
üzülmenin onlara bir yararı olmaz. Nefsin cevher olduğunun açık delillerinden
biri de onlardan duyu aletlerini ve organların hareketlerini kullanmadan sadır
olan fiilleridir. Çünkü insan kapalı bir ilmi düşünmek, ince bir manayı anlamak
amacıyla araştırmak istediği zaman organlarının hareketlerini durdurmaya,
duyulurları düşünmeyi bırakmaya ve o şeyi tasavvur edebilmek ve o manayı
anlayabilmek için düşünceye dalmaya ihtiyaç duyar. Anlattıklarımızı yapınca
belki ona selam veren kimse onu geçebilir ve onunla konuşan kimse onun yanında
olabilir. Düşünceye dalınca işitmez ve hissetmez. İlimlerin birinde uzmanlaşan
her akıl sahibi söylediklerimizin hakikatini bilir.
Eğer
bir kimse, nefsin bu örnekte olduğu gibi, duyuları kullanmayı ve organları
hareket ettirmeyi bıraksa bile bakmanın ancak gözle, işitmenin ancak kulakla
vs. olması gibi düşünmenin ancak beyinle gerçekleşmesi sebebiyle bedeni
kullanmayı tamamen bırakmayacağını söylerse, yemin olsun ki gerçek onun dediği
gibidir.
Fakat
biz bu örnekle ancak nefsin düşünen bir cevher olduğunu açıklamak istedik. O,
beyni, kalbi, duyuları ve organları kullanır. Onun bazı fiillerini göstermesine
aracılık eden birtakım alet ve organları vardır. Fakat onun bedensel araçlara
ve cisimsel aletlere ihtiyaç duymadığı daha başka fiilleri de vardır. Bunlar,
birçok adam, kadın, çocuk, cahil, âlim, iyi ve kötü insanın gördüklerinde
onların uyanıkken göremediği rüya ve ilginç tasarrufları görmesidir.
Anlatılan
şu olay böyledir: Bir kralın oğlu, bir düşmanının eline düştü. Düşman onu
köleleştirdi, az yiyecek ve içecek vermesine, çıplak bırakmasına, dövmesine,
sövmesine ve kullanmasına rağmen ona zor hizmet ve meşakkatli işler yükledi. Sonunda
gücünü ve gençliğini kaybetti, bedeni bitkin düştü, işitmesi ve görmesi zayıfladı,
eklemleri gevşedi ve dili tutuldu. Sonra onu dar bir hücreye hapsetti. Uzun
süre hapiste kaldı, çok acıktı, susadı, üzüldü ve kederlendi. Nihayet maruz
kaldığı bu sıkıntı, bela ve zarardan dolayı bayıldı. Bir gece içinde bulunduğu
acı, sıkıntı, meşakkat ve belayı düşünürken uyuyan kimsenin gördüğü gibi rüya
gördü. Sanki krallık sarayında izzet tahtının üzerinde idi. Gençlik günleri,
beden kuvveti, vücut tazeliği, duyu sağlığı ve arzu neşesi geri döndü. Bol
ağaçlı, altından ırmaklar akan, kenarlarında cennet meltemi gibi kokular yayan
fesleğen ve çiçeklerin bulunduğu bir bahçesinde idi. Kral çocuklarından oluşan,
güzel elbiseler giyinmiş, nehir kenarına kurulu koltuklara oturmuş ve ellerinde
kıymetli mücevherlerle birbirlerini selamlayan kardeşleri gençlerle
birlikteydi. Birbirlerini görünce tanıdılar ve uzun süre ayrı kalmaları
(sonrasında buluşmaları) sebebiyle sevindiler, o da kendilerinden uzun süre
ayrı kalması (sonrasında buluşması) sebebiyle sevindi. Onu meclisin baş köşesine
oturttular ve selamladılar. İçine tarif ve ifade edilemez bir sevinç, mutluluk
ve neşe doldu.
Kardeşim
ne düşünüyorsun? Bu adam için hangisi, zaman boyunca uyuyarak, zevk alarak,
nefsinin gördüklerinden neşeli ve mutlu olarak kalması mı, yoksa uyanıp
bedeninin o acıları hissetmesi mi daha iyi ve daha sevimli? İnsanın sadece bir
beden olduğunu, nefsin hakikatinin olmadığını ve bedenin bütün o acılar,
lezzetler, sevinç, keder, mutluluk ve üzüntüye ulaştığını iddia eden kimseye ne
dersin? Beden uykudayken bütünüyle var olduğu ve nefsin bu tür rüyaları gördüğü
ve o mutluluk ve sevince eriştiği sırada o durumlar kendi üzerinde devam ettiği
halde niçin o acı, keder, üzüntü, sıkıntı ve belaya ulaşmaz?
Yine
anlatıldığına göre, Irak’ta bir adam, içki meclisi tertip etti ve bazı
dostlarını davet etti. Yemeyi bitirdikleri, içkiye oturdukları, ut ve kaval
sesleri yükseldiği, aralarında içki dolaştırıldığı ve topluluk coştuğu zaman
içlerinden bir adam tattıkları zevk ve sevinçten dolayı uyudu. Rüyasında güzel
bir saray, perdeler, yataklar, kaplar, fesleğenler, meyveler, parlayan mumlar
ve buharlaşan tütsüler gördü. Sarayın etrafı ışık, huzur ve bollukla doldu.
Üzerlerinde güzellik süsü ve yetkinlik iyiliği olan gençler gördü. Gördüğü,
işittiği ve kokladığı güzel hissedilirler, duyuların aldığı lezzet, ruhların
tattığı mutluluk, nefislerin idrak ettiği sevinç sebebiyle düşünerek ve şaşırarak
kaldı. Nihayet mecliste olan o hissedilirlerden hiçbir şey hissetmedi.
Sonra
şöyle bir rüya gördü: O sanki Rum ülkesinde Hıristiyanların kandillerle
aydınlatılmış, resimler çizilmiş, haçlarla doldurulmuş bir kilisesinde idi.
Rahip ve papazlardan oluşan bir topluluk içinde idi. Üzerlerinde rahip
cüppeleri, bellerinde
kemerler, ellerinde asılı tütsüler
vardı. Onları atıyorlar ve içinde çubuk ve kündür tütsüsü yapıyorlar.
Kendilerine özgü ve tespihe benzer kelimeler okuyorlar, onları ezgili olarak
söylüyorlar ve tekrarlıyorlar. Nihayet bir adam bunları onların tekrarı
neticesinde ezberledi. Bunlar şöyledir: “ slb jUj * u, >ı u, ” Arapça
olarak
şunu ifade eder: “İyiler gece Yüce Allah’ı tespih ederler. Onlar ölmüş olsalar
bile Onun katında diridirler. Karanlık olan kötüler ise dünyada diri olsalar
bile Allah katında ölüdürler.” Ellerinde içki dolu kadehler, mendillerinde
yuvarlak çörekler bulunan bir piskopos topluluğu gördü. Bunları o topluluğa
dağıtıyorlar ve onlara o içkiden içiriyorlardı. Adam bu çöreklerden birini
açgözlü ve arzulu bir şekilde alıp yedi ve aşırı bir açlık ve susuzlukla o
içkiden içti. O Irak’ta akşam yemeği yedikten sonra sindiremedi. Sonra şaşkın
ve Rum ülkesine nasıl düştüğünü, o kiliseye nasıl geldiğini, bu kadar uzun
mesafeye rağmen Irak’a nasıl döndüğünü düşünerek o halini sürdürdü. Sonra
kardeşlerinin meclislerindeki hallerini ve onlara bıraktığı lezzet ve sevinci
hatırladı. Onlara duyduğu özlem ve yeri ve gördükleri içinde mensup olduğu
şeriat ve geleneğe aykırı, tabiatı ve âdetine zıt şeyler sebebiyle hissettiği
sıkıntı arttı; göğsü daraldı; sıkıntısından dolayı uykusunda sarsıldı ve uyandı.
O zaman o, Irak’ta, meclisinde, yerinde ve kardeşlerinin önünde idi. Uykusundan
öce düşündüğü o mumlar, o sesler ve o kokular olduğu gibi değişmeden kaldı.
Kardeşim! Nefsin hakikatinin olmadığını ve şeyleri bilen ve onları düşünen
hassas idrak edicinin onun yanında başka bir şeyin değil de bu bedenin olduğunu
iddia eden kimseye söyle: Rum ülkesine giden, kilisede o işleri gören, yiyen,
içen ve o kelimeleri ezberleyen beden mi, yoksa nefis midir? Söyle: Irak’taki
mecliste hazır bulunan, nefis mi, yoksa beden midir? Söyle: Beden uykudayken
göz, kulak ve burnuyla tamamen orada olduğu halde yanında gerçekleşen o ses,
ışık ve koku gibi duyulurları niçin hissetmiyor? Eğer rüyaların gerçekliğinin
olmadığı iddia edilecek olursa Yüce Allah’ın şu sözü hakkında ne dersin? “Ant
olsun, Allah, peygamberinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz, güven
içinde başlarınızı kazıtmış veya saçlarınızı kısaltmış olarak korkmadan
Mescid-i Harama gireceksiniz"[38]
Doğru sözlü Yusuf’un sözü de şöyledir: “Bu, daha önce gördüğüm rüyanın
gerçekleşmiş halidir. Rabbim onu gerçekleştirdi”[39]
İbrahim’in (as) oğlu İsmail’e sözü: “Ben rüyamda seni
boğazladığımı görüyorum. Ne düşünüyorsun? Dedi ki: Babacığım, sana emredileni
yap!”[40]
Eğer İbrahim (as) rüyaların hakikatinin olduğunu, rüyanın doğru olduğunu
bilmeseydi, uykudayken gördüğü rüyaya göre oğlunu boğazlamaya yönelmezdi.
İsmail de bunun doğruluğunu bilmeseydi “Sana emredileni yap!” demez ve
boğazlanmak üzere teslim olmazdı.
Resulullah’dan
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle dediği rivayet olunur: “Sadık rüya,
peygamberlik unsurlarından bir unsurdur” Yine dedi ki: “ Vahiy kalktı,
ama sadık rüya aynen kaldı” Rüyaların hakikatinin olmadığını iddia eden
kimse, peygamberlerin (as) çoğunun vahyi rüyada nefsin duyuları kullanmayı
terk ettiği sırada kabul ettiklerini bilse bunu söylemez ve nefsin varlığını
inkâr etmez. Ne yazık ki rüyaların hakikatinin olmadığını ve nefsin varlığının
bulunmadığını iddia eden kimse, en üstün ilmi bilmedi, bilgilerin aslı ona
gizli kaldı, doğrudan uzaklaştı ve en yüksek vergilerden mahrum kaldı. Fakat
biz, Allah’tan, ilimlerin inceliklerini ve sırların şeffaflıklarını anlamaları
için onları hidayete erdirmesini, kalplerini açmasını ve göğüslerini
genişletmesini istiyoruz. Allah’ın hidayete erdirmediğini kimse hidayete
erdirmez. “Allah’ın ışık vermediği kimsenin ışığı olmaz”5S
Yine
anlatıldığına göre müreffeh ve bolluk içinde yaşayan, dünyada geniş imkânlara
kavuşturulmuş ve oraya yerleştirilmiş olan bir adam, ömür boyunca gece gündüz
gayret ve çabasının çoğunu bedeninin refah ve mutluluğu, yaşam zevki ve
arzularını tatmin için harcadı. Öyle ki gün boyu hamama girmek, saçını tıraş
etmek, vücudunu yağlamak, elbisesini değiştirmek, giysi ve bedenini tütsülemek,
güzel kokusunu içine çekmek, zevkini yenileme ve arzularını iyileştirme
doğrultusunda meclisten meclise koşmak dışında bir şeyle uğraşmadı. Hatta en
güzel yemekten başka bir şey yemedi, en tatlı içecekten başka bir şey içmedi,
en iyi elbiseden başka bir şey giymedi, en iyi binek ve en yumuşak döşekten
başka bir şeye oturmadı ve kendisine dokunacak bir şey veya toz korkusu
sebebiyle kendi kubbesi ortasında havada asılı bir yataktan başka bir şey
üzerinde uyumadı. Bu şekilde uzun bir süre yaşadı. Hatta insanlar arasında
güzel yaşantısı ve zevkli arzuları ile meşhur oldu. Dünya şehvetlerine rağbet
edenler, onun halini temenni etmeye, onun durumuna imrenmeye ve zamanının
müreffeh ve varlıklı kişileri kendi imkân ve istidatları ölçüsünde onlara
benzemeye başladılar. Neticede her biri şehvetlere uyma konusunda zevk düşkünlerinin
örneği oldu.
Bütün
bunlara rağmen nefsinin iyileştirilmesi, ahlakının güzelleştirilmesi, dinde
uzmanlaşması, ahirete hazırlık yapması, dirilişi düşünmesi, ilme rağbet etmesi,
edebi istemesi, dünyanın yok olması hakkında tefekkür etmesi ve ölümü
hatırlaması ile ilgili hiçbir şeyi bilmedi. Bilakis şehvetleri aramaya yöneldi,
insanların işlerini küçük gördü, altındaki kişileri aşağıladı, fakirlerden yüz
çevirdi, ilim ehlinden uzaklaştı ve dini hafife aldı.
Yüce
Allah, onu gaflet ve cehalet uykusundan uyandırmak, kullarına kudretini
göstermek, onu başkalarına ibret ve öğüt yapmak istedi. O, bir gece evinin
kapıları kapalı, perdeleri örtülmüş, yatağının çevresinde mumlar parlar ve
evinin kapılarında hizmetçi ve uşakları uyanık bir halde yatağı üzerindeki
döşekte uyumakta ve sevgilisini kucaklamakta iken rüyasında kendisini sanki
ıssız bir arazide tek başına, aç, çıplak, susuz, bedeni kararmış, saçı uzun,
vücudu karnındaki şeyin pisliğiyle kirlenmiş ve sırtında ağır bir yük varmış
gibi gördü. Birden bire boyları uzun, gözleri parlak, burun deliklerinden duman
çıkan, avurtlarından ateş alevi yükselen, ellerinde demir mızraklar olan ve
onlar onu yakalamak için ona doğru yaklaşan simsiyah iki tuhaf yaratık ortaya
çıktı. Onları görünce önlerinden kaçtı. Onlar onu takip etti. Onlardan
kurtulduğuna emin oluncaya kadar (kaçtı). O zaman o, içinde dar ve sarp bir yol
bulunan bir dağda idi. O yolu çok zor ve sıkıntı içinde yürüdü. Nihayet dağın [41]
zirvesine çıkınca öte taraftan başı aşağı vadiye yuvarlandı ve nefes almayı
zorlaştıran bir duman ve yüzü yakan bir alevin çıktığı bir kuyunun içine düştü.
İzini takip eden iki siyah yaratık, onu fark edemiyordu. Gördüklerinin
korkusundan, müşahede ettiklerinin ihtişamından ve karşılaştıklarının şiddetinden
dolayı uykusunda yüksek sesle bağırdı, şiddetli bir şekilde sarsıldı ve
yatağından yere düştü. Yüksek sesle bağırmasının etkisiyle evinde bulunanlar
ve çevresindeki komşuları uyandı. Aklı çıktı, gözleri yerinden fırladı,
eklemleri oynadı ve dili tutuldu. Evindeki hizmetçiler, uşaklar ve akrabaları,
“Ona ne oldu?” diye sorarak etrafında toplandılar. Gecenin geri kalan kısmında
cevap veremedi. Nihayet sabahladılar. Çevresinde büyücüler ve sihirbazlar
toplandılar. Cin çarpması, düşman büyüsü veya şeytan vesvesesine maruz
kaldığını zannettiler.
Onlara
dedi ki: Bende sandığınız gibi bir şey yok. Fakat beni korkutan ve dehşete
düşüren bir rüya gördüm.
Rüya
tabircileri onun yanında toplandılar ve onlara rüyalar anlatıldı. Bazıları;
“Karmakarışık rüyalar” dediler. Bazıları; “Bu, melankolik bir karışım ve kaba
bir mizaçtır” dediler. Bazıları; “Hayır, bilakis kötü bir düşünce ve bozuk bir
hayaldir” dediler. Bazıları ise “Hayır, aksine bu, cinlerden bir şeydir.”
dediler.
Gece
çökünceye kadar zan ile konuşmayı sürdürdüler. Hizmetçileri, uşakları ve
akrabaları bir mecliste onun yatağı çevresinde toplandılar. O, onların önünde
döşeğinde uyudu. Onlar gece yarısına kadar büyü, sihir ve tılsım okumaya ve
tütsü yapmaya başladılar. O zaman o rüyasının aynısını, daha doğrusu ondan daha
ihtişamlı, daha korkunç ve daha ürkütücüsünü yaşadı. Korkarak yatağından
fırladı. Etrafında bulunan herkesi korkuttu. Onu tuttular ve sabaha kadar ona
uykusuz, titrer ve korkulu bir halde ve sancılı olması sebebiyle kendileri de
uyumayarak sormaya başladılar.
İnsanlar
onun haberini konuştular, doktorlar etrafında toplandılar ve onun için diyet,
istifrağ ve şerbet önerdiler. Bunların bu rahatsızlığa faydalı olduğunu
sandılar. O bunu uyguladı, fakat hiçbir fayda vermedi.
Hafta
içinde gecenin aynı vakti olunca aynı rüyayı gördü, hatta ondan daha korkunç
ve ihtişamlısını gördü. Korkarak ve titreyerek uyandı, sabaha kadar uyuyamadı.
Ertesi
gün olunca müneccimler, büyücüler ve tılsımcılar onun yanında toplandılar.
Onlara astrolojinin gerekleri soruldu. Böyle bir rahatsızlığın insana ancak doğum
zamanının aslında talihsizliklerin, doğanın derecesini veya yılların ve ayların
değişmesinde dört ana menzilden birini istila etmesinden itibaren olması
sebebiyle dokunduğunu belirttiler. Onlara şöyle dendi: “Onun faydalı ilacı ve
kurtarıcısı nedir?” Dediler ki: “Onun için, Ay’ın şanslara bitişik olduğu bir
gün ve şansın dört menzilde (sütunlarda), şanssızlıkların ondan düşmüş olduğu
iyi bir doğan seçeriz. O bu vakitten itibaren bir şehirden diğer şehre, bir
yerden diğer yere veya bir evden diğer eve geçer.
Böyle
yaptı, fakat ilaç fayda vermedi. Bu olay insanlar arasında yayıldı. Haberler
ülkede konuşulup durdu. Gıpta edilen birisi iken acınacak hale düştü. Dün onun
yerinde olmak isteyenler, kendilerine de onun başına gelen bela ve musibetlerin
dokunmasından korktular. Şehir halkı, meclis ve mahfillerinde onun olayından
başka bir olay ve onun başına gelenden başka bir ibret konuşmaz oldu.
Günün
birinde bir grup komşusu, yola onun hadisesini konuşmak için oturdu. Onlara
zahit diye bilinen bir adam uğradı. O, ilim, din ve sır sahibi idi. Kendisine
ilim ve iman nimeti verilmişti. Ona dendi ki: “Komşun olan filanca için nasıl
üzülüyorsun?” Dedi ki: “Hasta bir çocuğa üzülen şefkatli ve tabip bir baba
gibi.”
Ona
dendi ki: “Bu nasıl olur?” Şöyle dedi: “Çünkü bende rüyamın tevili ve derdimin
devası var.”
Ona
dendi ki: “Ona niçin yönelmiyor ve şendeki durumu tarif etmiyorsun?” Şöyle
dedi: “Çünkü o, sözümü işitmiyor ve öğüdümü kabul etmiyor.”
Ona:
“Niçin böyle?” dediler. Dedi ki: “Adamı bilme hususunda insanların en geri
duranı komşularıdır. Fakat onu size ben haber veriyorum, onu siz tarif ediniz.
Sahip olduğu şeyleri bana söylemeyiniz. Ben, söylediklerimi hafife aldığı için
kabul etmemesinden veya kesin bilgisi olmadan uygulayıp fayda
sağlayamamasından korkuyorum. Ona şöyle dediler: “Bize tarif et;
söylediklerini dinliyoruz.”
Dedi
ki: “Onun çöl bir kara parçası görmesi, onun dünyadan uzak durması ve öldüğü
gün de oranın ondan uzak olmasıdır.
Fakirliği,
öldükten sonra fakir olması ve ahirette erzaka çok ihtiyaç duymasıdır.
Çıplaklığı,
ahiret sevabı olan iyi işlerden uzaklaşmış olmasıdır. Açlık ve susuzluğu, dünya
şehvetlerini arama konusundaki rağbet ve ihtirasıdır.
Bedeninin
karalığı, amellerinin kötü olması sebebiyle yüzünün Allah katında kara
olmasıdır. Saçlarının uzun olması, ahirette uzun süren bir üzüntü
hissetmesidir.
Bedeninin,
karnındaki dışkı ile pislenmesi, ona ahirette erişecek olan ve imkânsız olduğu
halde dünyaya dönme arzusuna yol açan korku ve kederdir.
Sırtında
gördüğü yük, günahlarının ve kötü amellerinin yüküdür.
Makbul
olmayan iki kişi, fiillerinin münkeri ve kötü huy ve âdetlerinin nekiridir.
Onlar onun nefsinden ayrılmazlar ve gittiği yerde onu takip ederler.
Yüksek
dağ, üzerinde meşakkat olan, huy ve âdetidir. Yüksek şey, günahından tevbe
etmedikçe ve Allah’a dönmedikçe ölümden sonra karşılaşacağı sıkıntıdır.
Sarp
yol, zorluk ve meşakkatle girilmesi gereken ahiret yoludur.
Vadi,
cehennem vadisidir. İçine yuvarlanılan kuyu, kötülerin nefislerinin ve günahkarların
ruhlarının döndüğü çukurdur.
Ona
şöyle deyiniz: Ölümden önce acele eder, kaçınır ve telafi ederse ne âlâ! Yoksa
nefsi ölümden sonra oraya dönecektir. Yüce Allah bu rüya ile, ahiret konusunda
düştüğü gafletten ve dünya ihtirasından dönüp tevbe etmesi için ona öğüt ve
ders vermek istedi.”
Ona:
“Onun ilacı nedir?” dediler. Dedi ki; doğru bir niyet ve kararlılıkla niyet
eder, Allah’a döner ve yaptıklarından tevbe eder, malının fazlasından bir
kısmını fakirlere ve miskinlere infak eder, avretini örtecek ölçüde sert bir
elbise giyer, haftada iki gün oruç tutar, mescitlere boyun eğerek gider, dinde
fakih olur, iki kını kullanır, gece karanlığında namaz kılar, seher vakti
bağışlanma diler, Yüce Allah’tan düştüğü sıkıntıdan kurtarmasını ister. Yüce
Allah dilerse bunu yapar.
Topluluk
hemen ayağa kalktılar ve onun huzuruna girdiler. Ona dokunan musibeti ve
korkup gözetlediği belayı anlattılar; sonra zahidin dediği şeyi haber verdiler.
Onlara şöyle dedi: Bu tevil size nereden geldi, bu rüyayı size kim aıılallı?
Dediler ki: Onu bize dinde âlim ve dediklerinden şüphe etmediğimiz bir kimse
haber verdi. Onların sözünü kabul etti ve bir âlim, fakih ve dindar topluluğu
topladı. Onlara, kendisine söylenen şeyleri haber verdi. Onlar şöyle dediler:
Söylenenler hak ve an latılanlar doğrudur.
O
zaman onlara, Nasuh (kesin ve samimi) tevbesinin nasıl olacağını, dinde fakih
olmayı, ahiret yolunu, yeniden dirilişi, cennetlerin niteliğini, iyilerin
sevabını ve kötülerin nereye döneceklerini sordu. Ona, peygamberlerin (as)
kitaplarında zik redilen hususları anlattılar. Şüphe ile kesin inanç, korku ile
ümit arasında onların dediklerini kabul etti ve emrettiklerini yaptı.
Diğer
hafta da o günkü gibi olunca gündüz oruç tuttu, iftar vakti sadaka verdi, az
yemek yedi ve gece namaz kıldı. Yine aynı vakit o secde halinde iken uyku
bastırdı. Rüyasında sanki aynı kara parçasındaymış gibi oldu. Ot ve bitki
yeşerdi, fesleğen çiçekleri açtı ve esinti yayıldı. Üzerinde bir soğuk su
pınarı bulunan bir tepeye varıp sanki onun suyuyla yıkanınca bedeninden o kıl
ve kir dağıldı ve güzel koku yayılan yeni elbiseler giydi. Önünde ayakta duran
iki kişiyle birlikte olduğunda sanki onlar bedenleri şeffaf iki ışık suretiydi.
Üzerlerinde güzellik kıyafeti, yetkinlik iyiliği, gençlik parlaklığı ve vakar
heybeti vardı. Ondan dolayı mutlular gibi yüzüne gülümsüyorlar ve gelenlere
bakarak ona işaret ediyorlardı.
Düşündüğünde
o zaman o, altında ucun kısa olduğu geniş bir uzaydadır. O zaman o, ufukların
ışıkla dolduğu nurlardadır. O zaman o uzayda sanki aralarında çiçek, ışık ve
safrandan ipek dokumalar bulunan yeşil bahçeler vardır. O zaman onların
ortasında beyaz bir yerde akan nehirler vardır. Sanki onun çakıl taşları, inci,
yakut ve mercandır. O nehirlerin kenarlarında yaprakları sanki ipek, sündüs ve
eflatun gibi olan ağaçlar vardır. O zaman yaprakları hışırdatan bir meltem
eser. Sanki onlar ut tellerinin nağmelerinin sesleri gibidir. O yapraklar
arasında şekil, tat ve renkleri farklı olan meyveler vardır. O zaman onlar
arasında yüksek köşkler vardır. Sanki onlar kapıları açık mermer dağlar, geniş
avlular, karşılıklı eyvanlar gibidirler. İçlerinde konulmuş yataklar,
üzerlerinde yüksek döşekler ve dizilmiş yastıklar vardır. Onların arasında
yaslanmış ve karşılıklı oturmuş değerli efendiler bulunmaktadır. Üzerlerinde
güzellik süsü, yetkinlik iyiliği ve vakar heybeti, ellerinde hediyeler vardır.
Aralarında güzel, yaşıt ve iyilik ve güzellikle süslenmiş hizmetçi, uşak ve
cariyeler vardır. O güzellikleri görünce arkadaşına şöyle dedi: Bu nedir? Dediler
ki: O, selam yurdu, ruhlar ocağı, hayırlı nefislerin meskeni ve iyilerin
yerleşim yeri olan cennettir. Eğer ölünceye kadar bulunduğun hal üzere devam
edersen bedenden ayrıldıktan dönüşün oraya olacaktır. Zaman devam ettikçe saf
olarak ve sıkıntı çekmeden hayat zevki ve bolluk sevinci bulursun.
Duyduklarının
ve verilen müjdenin sevinciyle bu onu endişelendirdi ve korkarak, düşünerek ve
uyumayı temenni ederek uyandı. Uykudan nefret ettikten sonra ilk rüyayı
görmenin korkusuyla o rüyayı ikinci kez gördü.
Sabahlayınca
bütün malını sadaka olarak verdi, bütün kölelerini azat etti, cüppe giydi.
Gündüzü oruçla, geceyi namazla geçiriyordu, insanlarla iç içeydi, kimseyle
konuşmuyordu. Daha doğrusu, gündüzleri ağlayarak ve üzülerek namaz kılıyordu,
dünyadan el etek çekiyor, ahirete rağbet ediyordu. Nihayet durumu insanlar
arasında yayıldı, şehir ve ülke onu konuşur oldu. Ufuklardan insanlar rüyasını
sormak, tevilini duymak ve öğüt almak üzere ona yöneldiler.
Ondan
sonra meclislerde insanlara hikmet ve öğüt ile konuşmaya, örnekler vermeye,
onları ahiret yoluna yöneltmeye, cennet sevabına teşvik etmeye, onun aldanış ve
ülküsünden uzak durmaya ve ona aldanmaktan sakındırmaya başladı. Ona dendi ki:
Hadis yazmadığın, haber dinlemediğin ve kitap okumadığın halde bu hikmet ve
öğüt sana nereden geldi? Şöyle dedi: Ben kalbimi şeylerin hakikatlerinin
yansıdığı bir ayna gibi görüyorum. Dilimin şahsi bir külfette bulunmadan doğru
üzerinde hareket ettiğini, ifade ettiğini ve hiçbir çaba harcamadan
işittiklerini türümün fertlerine ilettiğini görüyorum. Onun Aziz ve Çelil olan
Allah’ın izniyle meleklerden bir melek tarafından ilham yoluyla desteklendiği
bilinmektedir. Sonra o adam, din alanında zamanının insanlarının örneği oldu.
O
bir gün mecliste iken etrafındaki insanlar ona din hakkında soruyorlar, o da
onlara fetva veriyordu. Kimi insanlar onu dinleyip tasdik ediyor, kimileri de
ondan şüphe ediyor ve ona şaşırıyordu. Nasıl oldu da dün dünyada insanların en
çok rağbet ettiği kişi ve şehvet peşinde koşanların örneği iken bugün din
konusunda ahiret taliplerinin imamı oldu? Dönerek huzuruna çıkan o komşulardan
bir adam mecliste durdu ve o zahidin mecliste ona dinle ilgili sorular
sorduğunu ve kendisine ahiret yolunu tasvir etmesini istediğini gördü. Ona
yaklaştı ve yarı şaşkın bir halde şöyle dedi: Sen kendi rüyasını yorumlayan ve
ilacını anlatan bu arkadaşına din işini ve ahiret yolunu mu soruyorsun? Dedi
ki: Evet, fakat ona, bana gelmeyen bir bilgi geldi, dün benim nasihatimi kabul
etti ve ona bugün fayda verdi. Ben de bugün ondan bana yarın fayda verecek
şeyleri kabul ediyorum. Benim dün ona yazdığım reçete beşerî bir öğreti idi;
bugün onun reçetesi melekî bir öğretidir.
O
tövbekâr adam bir süre âdeti üzere Allah’a ibadet konusunda çalışarak kaldı.
Nihayet süresi ve ayrılık vakti yaklaştı. Rüyasında ruhunun sanki bedeninden
çıktığını gördü. O, beden şeklinde bir surette ve görünümü düzgün halde, fakat
bu şekil cismânî ve o ruhânî, şeffaf suret değilken ona bir dokunuş ve his
erişmez. O zaman o, havada dilediği yerde sabit durur. Külfet ve sıkıntı
olmadan nasıl diler? O kendi zatında cisimlerin halinin benzeriyle tasvir
edilmediği hafiflik, rahatlık, sevinç, huzur, mutluluk ve lezzet bulur. Atılmış
ve hareketsiz haldeki bedenine bakınca uzun süre birlikte olması ve âdet ülfeti
sebebiyle ona şefkat duydu. Ona yaklaşıp düşününce sanki o, ölümden sonraki üç
günde gelmiş gibidir. O şişmiş ve pis kokuludur. Ondan kan, irin ve cerahat
akar; etiyle kanı arasından kurtçuk sızar. Ağzından, burun deliklerinden ve
kulaklarından kurtçuklar ve bitler çıkar. O korkunç manzarayı görünce ondan
tiksindi, geri durdu, ona yaklaşmaktan kaçındı, ondan ayrıldığı sırada ona
gıpta etmeye başladı ve onun kir, pislik, vahşet, ar ve vebalinden kurtuldu.
Sonra yöneldi. O zaman göğün kapıları açıldı, gökten yere merdiven uzandı,
melekler indi, ufuklar nur ve ışık ile doldu. Bir tellalin şöyle seslendiğini
işitti: “Ey huzur içinde olan nefis, sen ondan, o da senden razı olarak
Rabbine dön. Kullarımın arasına gir, cennetime gir”[42]
Uykusundan uyandı, sonra gördüklerini anlattı, tavsiyede bulundu. Birkaç günden
fazla kalmadı, sonunda öldü ve yoluna geçti.
Kardeşim!
Yukarıda anlatılan bu hikâyeler üzerinde düşün ve rüyaların durumunu,
değişmelerini ve ilginçliklerini dikkate al. Çünkü onun durumundan ve gücünden
dolayı ayanda değişmesi ve onun sayesinde âdetlerin ve insanların işleriyle
ilgili tasarrufların onu arama konusunda üzüntü ve kederden o konuda zühde,
onları terk etmeye, ahirete rağbet etmeye ve ondan yüz çevirdikten sonra onu
talep konusunda çalışmaya dönüşmesi ulaşmıştı. İnsanların büyük çoğunluğunun
rüya hükümlerini doğrulaması ve rüyaların doğruluğu, akıl sahipleri arasında
meşhurdur. Bu açıklamayı, rüyanın hakikatini ve rüyaların doğruluğunu inkâr
eden kimse ancak bilmediklerinin muhalifi ve düşmanıdır, anlamadığının
inkârcısıdır. O, bilgelere karşı çıkmayı ve âlimlerle mücadele etmeyi
düşünmeye ve ilim ve imanı olmadan dil gücü ve açıklama güzelliği ile iftihar
etmeye başladı.
Peygamberin
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) bir haberde şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ümmetim
için en çok korktuğum şey, dili bilgili, kalbi cahil bir adamdır” Bundan
Allah’a sığınırız.
Bil
ki, peygamberlere bu topluluktan daha zararlı ve müminlere onlardan daha çok
sıkıntı veren başka bir topluluk yoktur. Bunlar ister peygamberlerin
gönderildiği zamanlarda onların münafık düşmanlarından olsunlar, isterse
onların risâletlerinden sonra ümmetleri içinde olsunlar, fark etmez. Çünkü
onlar eğer peygamberlerin (as) gönderildiği zamandaki kişiler ise peygamberlerden
mucize isteyen, onlara düşmanca kaşı çıkan ve Nuh’a (as) dedikleri gibi
müminlerle onları küçük görerek ve sözlerini hafife alarak şüpheler ileri sürüp
mücadele eden kimselerdir. “İlk bakışta sana uyanların da ancak en
aşağılıklarımızdan ibaret olduğunu görüyoruz”[43]
Musa peygambere (as) de böyle dediler: “Siz onun Rabbi tarafından
gönderildiğini biliyor musunuz?”' Onlarla tartışmak istediler, fakat
müminler onlarla tartışmayı bırakıp şöyle dediler: “Biz ona gönderilene
inanıyoruz.”[44]
Muhammed’e (as) şöyle dediler: “Dediler ki: “Yerden bize bir pınar
fışkırtmadıkça; yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olup,
aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmadıkça; yahut iddia ettiğin gibi,
gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmedikçe; yahut Allahı ve melekleri
karşımıza getirmedikçe; yahut altından bir evin olmadıkça; ya da göğe
çıkmadıkça sana asla inanmayacağız. Bize gökten okuyacağımız bir kitap indirmedikçe
göğe çıktığına da inanacak değiliz”[45]
“Şüphesiz günahkârlar, iman edenlere gülerlerdi. Onlarla karşılaştıklarında kaş
göz hareketiyle alay ederlerdi. Ailelerine döndüklerinde keyiflenerek
dönerlerdi. Müminleri gördüklerinde, şüphesiz bunlar sapıtmışlar, derlerdi”[46]
Kuranda bu tartışmacı topluluğu yerme konusunda birçok ayet bulunmaktadır.
Peygamberler (as) zamanında gönderilenlerin hali ve hükmü böyleydi. Ondan sonra
gelenler, peygamberlerin şeriatlarını ve sünnetlerinin kümlerini okuyan
kimselerdir. Bunlar, onların muhalif düşmanlarından da olabilirler, münafık
takipçilerinden de olabilirler. Çünkü onlar düşmanlarından iseler şüphe
yayarlar ve onları kullanarak müminlerle tartışırlar. Eğer takipçilerinden
iseler şeriatların hükümlerini inkâr ederler, kitaplarının ayetlerini
anlamazlar ve bilgilerinin onlara ait şifreleri ve sırlarının inceliklerini
tasavvurdan aciz kaldıkları şeyleri reddederler. Sonra onlar içindeki bozuk
düşüncelere ve değişik görüşlere inanırlar. Eksik akıllarıyla onlar için farklı
kıyaslar kurarlar, onları kullanarak müminlerle tartışırlar, onlara ters
düşerler, bilgisiz olarak peygamberlerin (as) kitaplarındaki bazı ayetlere
itiraz ederler ve onların manalarını kendi mezhep, görüş ve kıyaslarına göre yorumlarlar.
Hatta bazen akılların delillerinde peygamberlerin getirdikleri tavsiyelerle
ilgili yeterlilik olduğunu söylerler. Sonra onlarda bu devam eder; hatta bazen
peygamberlerin kitaplarının hükümlerini sanki bilmiyorlarmış gibi arkalarına
atarlar. “Şeytanların uydurduğu şeylere tâbi oldular”[47]
Vehimlerindeki vesvese ve hayallere (uydular). Bununla birlikte onlar
akledilirlerle ilgilenirler ve hissedilirlerin hakikatlerini bilmezler. İlahî
bilgiler hakkında konuşurlar. Onlar matematiğin ve felsefenin ne olduğunu
bilmezler, şeriat hükümlerini araştırmazlar. “Ne onlarla, ne de bunlarla
olur, ikisi arasında bocalayarak Allah’ı pek az anarlar”[48]
Ne felsefe ile süslenirler, ne de şeriatla yol bulurlar.
Eğer
onlar Aziz ve Çelil olan Allah’ın aklı risâlet ve vahyin önünde mukaddime,
vahiy ve risâleti aynı şekilde yeniden diriliş ve kıyametin önünde mukaddime ve
yeniden diriliş ve kıyameti de gayenin mukaddimesi yaptığını bilselerdi, aklın
gerekleri içinde insan için risâlette peygamberlerin dilinde gelen emir, nehiy,
hüküm ve had cezaları gibi tavsiyelerle ilgili bir yeterlilik olduğunu
söylemezlerdi. İnsanın ölümden sonra yeniden diriltileceğini, Rabbine
kavuşacağını, onu hesaba çekeceğini ve risâlette haber verilmemiş bile olsa
karşılık verileceğini bilmek hangi akılla mümkün olurdu? Âdem olayı, İblis
kıssası ve meleklerin konuşması hangi akılla bilinebilirdi? Kuranda bahsedilen
şeyler, birkaç surenin elli yedi küsur ayetinde yer almaktadır.
Bil
ki, şanı yüce olan Allah, insanı en iyi biçimde yarattığı, onu diğer hayvanlara
üstün kıldığı, onlara hâkim olmasını sağladığı, hizmetine verdiği ve onu
yeryüzünde oradaki tüm maden, bitki ve hayvanlara hükmetmek, dilediği gibi
tasarrufta bulunmak ve onları istediği gibi yönetmek üzere halife kıldığı zaman
-ki bütün bunlar aklının temyizi ve bünyesinin yetkinliği ile gerçekleşironu
kendisine yapması ve yapmaması gereken şeyleri açıklayacak bir tavsiyede
bulunmadan bırakması Yüce Yaratıcının hikmetiyle bağdaşmaz.
Ona
tavsiyede bulunduktan, emir verdikten ve yasakladıktan sonra onu daima terk
etmesi, huzuruna çağırmaması ve şanı yüce olanın belirttiği gibi yaptıklarından
hesaba çekmemesi hikmetinde caiz değildir. “Biz anne babasına iyi
davranmasını tavsiye ettik. Şayet onlar seni hakkında hiçbir bilgin olmayan
şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa bu durumda onlara itaat etme”[49]
Yine dedi ki: “Sizi boşuna yarattığımızı mı sandınız?”[50]
Yine dedi ki: “Kim Allah ile buluşmak isterse Allah'ın belirttiği vakit
gelecektir”[51]
Yine dedi ki: “Allah’ın ayetlerini ve ona kavuşmayı inkâr edenler benim
rahmetinden ümitlerini kesmişlerdir”[52]
Kuranda bu anlamı ifade eden birçok ayet vardır. Fakat bu tartışmacı grup,
Allah’a kavuşmanın ve ona dönmenin sevabına kavuşmak anlamına geldiğini iddia
ettiler. Cisimler ve arazlarından başka bir şeyin görülmeyeceğini zannettikleri
için de Allah’ı görmeyi inkâr ettiler. Allah’ın cisim olmadığı konusunda görüş
birliği vardır. Bu kıyasa dayanarak Allah’a kavuşmayı ve onu görmeyi inkâr
ettiler. Onların zannettikleri gibi, sadece cisimlerin ve arazlarının
görüleceği söylenemez. Aslında renkler olmasa cisimler de görünmez. Aynı
şekilde ışık olmazsa renkler de görünmez. Işık ne cisim ne de arazdır. Çünkü
eğer ışık cisim olsaydı cam ve billur gibi sert ve şeffaf cisimlere nüfuz
etmesi gerekirdi. Zira cismin başka bir cisme girmeyeceği hususunda ittifak
vardır. Çünkü eğer cisim başka bir cisme girseydi cisimlerin tamamı bir tek
cisme girerdi. Aynı şekilde ışık, cisimlere yerleşen herhangi bir araz da
değildir. Onun fiillerinin ortaya çıkışı cisimlerden başka bir şeyde görülmese
de biz nefsin de cisim olmadığını açıkladık. Yine melekler, şeytanlar, cinler,
ruhlar, nefisler ve faal akıl da cisim ve araz değildir. Öyle olsaydı onların
fiilleri cisimlerden başka bir şeyde ortaya çıkmazdı. Aynı şekilde ışık gözlerimizde
cisimden başka bir şeyden ortaya çıktığını görmesek da cisim değildir.
Yüce
Yaratıcının görülmekle nitelenmesi caiz olmasaydı şöyle demezdi: “Hayır,
şüphesiz onlar, kıyamet günü Rablerini görmekten mahrum bırakılacaklardır”[53] O
dağa tecelli etti. Görülmesi caiz olamayan şeyler tecelli ve perde ile
nitelenemez. Yüce Allah, nefsinin sıfatlarını ve onunla nitelenebilen bu
mücadeleci akılları en iyi bilendir.
Bu
mücadeleci topluluk, rüyanın geçersizliği hakkındaki kanıtlamalarından dolayı
şöyle diyorlar: O, insanı rüyasında görürse sanki başı bedeninden farklıdır.
Başını hangi göz ile gördüğünü düşünebiliyor musun? Onlar nefsin, beden parça
parça kesilse bile demirin ulaşmadığı bir cevher olduğunu bilmezler.
Nefis
sağlıklı ve kusurlardan uzak olduğu halde beden elleri ve ayaklan kopuk ve
bedeninin yarısı felçli nefisler gibi ona kötü halde, organları kopuk, bünyesi
sakat ve şekli eğri olarak geldiğinde nefsin varlığının ve cevherinin üstün
olduğunun en güçlü delillerinden biri de budur. Çünkü sen onların bedeni
sağlıklı, vücudu gürbüz ve iri cüsseli kimselere göre daha akıllı, daha zeki,
daha bilgili ve daha kavrayışlı olduklarını görürsün. Eğer insan, yanında nefis
olmaksızın sadece bu beden olsaydı, bedeni daha sağlıklı, cüssesi daha büyük ve
vücudu daha gürbüz olan kimselerin, küçük cüsseli, bazı organları sakat veya
cılız kimselere göre daha akıllı, daha kavrayışlı, daha zeki ve daha bilgili
olmaları gerekirdi.
Durumun
birçok insanda ve hayvanda bunun aksine olduğu görülmektedir. Maymunun
domuzdan daha zeki, tilkinin kurttan daha pis, papağanın turna kuşundan daha
fasih, kayakuşunun devekuşundan daha düzgün olduğunu, Hayvan kitabında
anlatılan bu manayı görürsün.
Hayvanların
da aynı şekilde nefislerinin olduğu anlaşılmaktadır. O nefislerin biri
diğerinden sadece cüsse büyüklüğü, yaratılış iriliği ve suret güzelliğine göre
değil, daha doğrusu fiilleri, nefis cevherleri, huyları, özellikleri ve kişisel
nitelikleri sayesinde yaptıklarıyla üstündür. Bunlar Hayvan kitabı ve
Özellikler kitabında zikredilmiştir. Bütün bunlar, bu hayvanların bedenlerini
hareket ettiren başka etkin cevherlerinin de olduğunu gösterir. Zira ittifakla
kabul edildiğine göre, ne cismin ne de arazın tek başına fiili vardır.
İnsanın
işaret edilen bu bütünden, yani cisimden ve hayat, his ve hareket gibi ona
yerleşen arazlardan başka bir şey olmadığını ve nefsin varlığının bulunmadığını
iddia eden kimseye şöyle denir: Niçin bu hayvanlar insan diye adlandırılmaz?
Eğer onlardan her birisi beden ise onda hayat, his ve hareket var mıdır? Eğer
“Ben insan ile özel bir bünye, belli bir karışım veya herhangi bir bileşiği
kast ediyorum.” derse ona şöyle denir: Hangi bünyeyi, hangi karışımı kast
ediyorsun, açıkla! Biz zenci bedeninin karışımının Türk bedeninin karışımından,
çocuğun karışımının {mizaç) ihtiyarın karışımından, felçli ve hastalıklı
bünyenin bileşiminin sağlam ve sağlıklı bünyeden, hastanın tabiatının sağlıklı
kişinin tabiatından farklı olduğunu görüyoruz. Hepsi insandır; bu hallerdeki
farklılıklara rağmen onlar insanlıkta farklılaşmazlar. Eğer nefsin hakikati ve
varlığı yoksa açıkla bize, onların ortak oldukları mana nedir? Eğer “Ruh” derse,
bu bizim nefis diye adlandırdığımız şeydir. Farklılık ancak ibarededir. Zararı
yok; çünkü biz manada ittifak ettik. Eğer, “Beden bu fiilleri ruhun kendi
içinde olmasıyla yapar; fakat ruh bir arazdır.” derse, çelişkiye düşmüş ve
fiili olmayan şeyin fiili olan şeyle bir araya geldiğini iddia etmiş olur.
Böylece o fail olur. Bu, onun iddiasına karşı delil ile aranan şeydir. Bu
iddiada bulunanların bu güne kadar şüphe ve iddialar dışında burhanî ve kesin
bir delilleri olmamıştır. Tartışma onun zatıyla kaimdir. Eğer “Cisme herhangi
bir araz girdiği zaman Yüce Allah bir fiil meydana getirir.” derse -içtihat
sahibi olsa bilekendi görüşüyle çelişmiş ve inkâr ettikten sonra fiillerin
yaratılışını ikrar etmiş olur. Eğer işitme yolunu iddia edenlerden ise iş kolaydır.
Çünkü aklın delillerini ve cedel kanıtlarını reddeden kimseyle konuşuyorsak,
nefis ve ruhun varlığını doğrulama sadedinde birçok haber ve Kuranda ondan
bahseden birçok ayet gelmiştir.
Anlattıklarımız
sayesinde nefsin varlığı, rüyanın hakikati ve doğruluğu, içinde aklına hakkını
veren herkes için yeterli bir şey bulunması sebebiyle sabit olmuştur. Şimdi
rüya çeşitleri ve onların faaliyet şekillerinin sayısından bahsetmek istiyoruz.
Kardeşim! Bil ki, rüya görmek altı çeşittir: Bazısı, karmakarışık düşler ve
nefsin konuşmalarıdır. Bazısı, beden karışımlarının üstünlüğü bakımından
meydana gelen şeylerdir. Bazısı, astrolojinin gerekleri bakımından meydana
gelen şeylerdir. Bazısı, şeytanın vesvesesidir. Bazısı, meleklerden gelen
ilhamdır. Bazısı da Allah’tan gelen vahiy ve destektir.
Bunların
yorumu şöyledir:
Karmakarışık
düşler: Her insanın gündüz uzaklaştığı, gece düşündüğü
işler, sanatlar, ticaretler, sözler, fikirler ve gayretler gibi nefse ait
konuşmaları görmesi, çiftçinin ekme, biçme, ağaç, bitki, hayvanla ilgili
faktörler ve gündüz uzaklaşıp gece düşündüğü şeyleri görmesi gibidir. Diğer
insan sınıflarının karmakarışık düşler ve nefsin konuşmaları olarak
adlandırılan halleri ve faaliyetleri de buna kıyas edilebilir. Bedenin
karışımlarının baskın gelmesiyle oluşan şeyler, sevda safrasının baskın geldiği
kimsenin gördüğü kara, duman, pislikler ve üzüntüler gibi; balgamlı ve nemli
kimsenin gördüğü ıslaklıklar, yağmurlar, çalılıklar, nehirler ve bataklıklar
gibi; kanlı kimsenin gördüğü mutluluk, gülme, oynama ve sevinç gibi; safralı
kimsenin gördüğü yangın, şimşek, ateş ve kırmızı renkler gibidir.
Astrolojinin
gereklerinden olan şey asıl, diğerleri dallardır. İnsanlar rüya görmede
çeşitli sınıflara ayrılırlar: Bazıları çok ve tevili doğru rüya görür.
Bazılarınınki bunun tersidir. Bazı insanların rüyası ilginç, tevili gariptir.
Nitekim bunlar rüya tevili kitaplarında uzun açıklamalarla anlatılmıştır.
Kardeşim!
Bil ki, rüyalar çok ve çeşitli olsalar da yorumları üç türden fazla değildir:
Bunlardan bazısı aynen gerçekleşir. Sanki bir şehre yolculuk eden kimse
böyledir. Onun için bu şehre yolculuk gerçekleşir. Rüyasında bir şeyi
üstlendiğini gören kimse gibi ki gerçekte de o işi üstlenir. Rüyasında bir
insanı gören kimse gibi ki uyandığında da o kişiyi görür. Birçok insanın rüyası
böyledir.
Bazılarının
tevili ise gördüğünün tersidir. Mesela, bir kimse rüyada ağladığını görür,
fakat gerçekte mutlu olur. Veya rüyada güldüğünü görür, fakat gerçekte üzülür.
Bunun benzerleri olur.
Bazılarının
açıklaması vardır. Mesela, kişi uçtuğunu görür, o gerçek hayatta yolculuğa
çıkar. Veya rüyasında bir insanın etini yediğini görür, gerçek hayatta onun
gıybetini eder. Veya rüyasında sıcak yemek yer, gerçekte şiddetli bir
tartışmanın içine düşer. Buna benzer daha başkaları rüya tabiri kitabında
anlatılmaktadır. Bütün bunlar, insanın doğumu esnasında sene ve ayların
değişimleri doğrultusunda astroloji hükümlerinin gereklerine göre olur.
Nitekim bu husus, astroloji hükümleri kitabında genişçe açıklanmıştır. Fakat biz
bu bölümde onlardan bir örneği bazı astroloji hükümlerini bilenlere diğer
anlattıklarımıza delil ve kıyas olması için anlatacağız.
Örnek:
İnsanın doğumu esnasında doğanın sahibiyle doğanı istila eden arasında ve
dokuzuncunun ve üçüncünün sahibi ile bunları istila eden arasında bir ilişki,
toplu bir bakış, tedbirleri giderme veya Astrolojiye Giriş Kitabında anlatılan
yirmi beş halden biri vardır. Böyle bir insan çok rüya görür.
Gücünün
faaliyetleri ve tevilinin farklılığı, burçlara, onların tabiatlarına, hanelere,
onların direklerine (ana burçlara) ve onları şans veya şanssızlığın kaplamasına
bağlıdır. Bunların açıklaması uzundur. Fakat biz, diğerlerine kıyas olması için
sadece bir tek örneği açıklayacağız. Tâli'in sahibi, yedinciden dokuzuncuya
kadar ki burçların sahibi ile ilişki kurulunca ve Jüpiter’e ait olunca orada
Astrolojiye Giriş Kitabında anlatılan belli paylardan bir pay vardır. Böyle bir
insanın rüyalarının çoğu ve onların yorumu, evlenme, nikâh ve ilişkilerle
ilgili olur. Eğer pay Jüpiter’e aitse o, muamelat, ticaret ve alışverişle
ilgili olur. Eğer pay Mars’a aitse o, savaş, düşmanlık ve çekişmelerle ilgili
olur. Eğer pay Merkür’e aitse o, muhasebe, diyalog ve düşmanlıklarla ilgili
olur. Eğer pay Güneş’e aitse o, kralların ve sultanların huzurunda olur. Eğer
pay Satürn’e aitse o, hocaların ve büyük insanların huzurunda olur. Eğer pay
Ay’a aitse o, avam ve halk tabakasının huzurunda olur. Diğer örnek: Eğer
dokuzuncu burç ve onu istila eden Satürn ile ilişki söz konusu ise onun
rüyalarının çoğu uzun yolculuklar ve eski işlerdir. Eğer Güneş ile ilişki söz
konusu ise mabetler, ibadet mekânları, bayramlar ve cemaatlerle ilgilidir. Eğer
Merkür ile ilişki söz konusu ise ince ilimlerin ve gizli sırların
araştırılmasıyla ilgilidir. Eğer Ay ile ilişki söz konusu ise hadisler,
haberler ve rivayetlerle ilgilidir. Eğer Jüpiter ile ilişki söz konusu ise
ibadetler, oruç ve namazla ilgilidir. Eğer Venüs ile ilişki söz konusu ise
vahiy, tılsım ve kehanetle ilgilidir. Eğer Mars ile ilişki söz konusu ise
isteklere karışma ve müjdeleri isteme ile ilgilidir.
Bu
kıyaslara ve diğer burç ve burçların yerlerindeki ilişkilere göre yıldızların
tabiatlarının işaretleri burçların tabiatlarının işaretleriyle karışır.
Nitekim bu, astroloji kitaplarında genişçe anlatılmıştır. Bu sanat ve
faaliyetlerin görülmesi ve tevili birtakım müjde ve uyarılardır.
Meleklerden
gelen ilham veya şeytandan gelen vesvese olarak görülen rüyalar aynı hükme
tabidir. İki yol farklı olsaydı önce melek ve şeytanın, ilham ve vesvesenin ne
olduğunu açıklamamız gerekirdi. Çünkü bu konu, tartışanların çoğu kalpleriyle
onu inkâr etseler ve kılıç ve çirkinlik korkusuyla inkârlarını dilleriyle
ortaya koymasalar bile kapalı bir bilgi ve gizli bir sırdır.
Önce
insan şeytanlarının nefislerini anlatmakla başlayacak, sonra cin şeytanlarının
nefislerinden bahsedecek, ardından bilkuvve melek olan müminlerin nefislerini
anlatacağız.
Kardeşim!
Bil ki, insana kâh akıl, kâh dinleme yoluyla emir ve nehiyde bulunmak gerekir.
İkisinden birinin gereğini yerine getirince önce cehalet karanlığından çıkmak
için dinin fıkhını öğrenmeye, sonra çocukluktan beri edindiği huylarla
süslenmeye başladı. Onların bozulanlarını düzeltti. Aynı şekilde, gençlik
günlerinde çocukluğundan beri alışkanlık haline getirdiği âdetleri üzerinde
düşündü. Yerilen şehvetlere uyma ve çirkin zevklerin peşine düşme yoluyla
yerleşen kınanmış huyları değiştirdi. Yine bilgisiz ve basiretsiz olarak ve
hakikatlerini araştırmadan inandığı yerilen inançlar ve bozuk görüşler üzerinde
düşündü. Onları içinden söküp attı ve iyi olanlarla değiştirdi. Sonra aklî ve
nebevi şeriatte tarif edilen salih amelleri işledi. Adil bir şekilde geçim
işlerine koyuldu. Sonra dünya işleri, hallerinin dikkate alınması ve işlerin
zaman zaman dönüştüğü şeyler üzerinde düşündü. Nihayet nefsi gaflet ve cehalet
uykusundan uyandı. Dünyanın kusurlarını görmeye, aldanışını bilmeye, onlardan
uzaklaşmaya, sonra ahiret meselelerini araştırmaya, tamamen öğreninceye kadar
yeniden diriliş hakkında tefekkür etmeye, onlara rağbet etmeye, hakkıyla
istemeye ve ölünceye kadar bu yolda devam etmeye başladı. O bunu yapıp nefsi
ölüm esnasında bedenini terk edince tek başına kaldı, ondan sonra cisimlerle
ilgili olmaya ihtiyaç duymadı, bedenlerin kirinden arındı, madde denizinden ve
tabiat esaretinden kurtuldu, oluş ve bozuluş âleminden çıkarak özgürlüğüne
kavuştu, felekler âlemine yükseldi, mutlu, neşeli, zevkli ve özgür bir halde
gökler uzayının genişliğine ulaştı, dilediği yere gitti. İşte o zaman
meleklerden bir melek olur. Bunun delillerinden biri de ismi yüce olan Allah’ın
cennetliklerle ilgili olarak zikrettiği kerametlerdir. “Melekler her
kapıdan onların huzuruna girerler’.’[54]
Kardeşim!
Bil ki, melekler, kendi türlerinin fertlerinden başkasına selam vermezler ve
kendi benzerlerinden başkasıyla konuşmazlar. Nitekim insan da cansızlara ve
hayvanlara selam vermez; daha doğrusu sadece kendi türünün fertlerine selam
verir ve ancak benzerleriyle konuşur. Yüce Allah, meleklerin cennetliklere
onlara cömertlik etmek suretiyle selam verdiklerinden bahsetmiştir. Çünkü
bunlar onların yanına gelirler ve melekler orada ikamet edenlerdir. Bunun
örneği, şeriatın gerçekleşen sünnetidir: Hacılar evlerine geri dönünce ikamet
edenler onlara yönelirler, yanlarına gelirler ve onları selam vererek tebrik
ederler.
Bu
örneğe göre, haberleri bilen, faziletli, takvah, iyi, dünyadan yüz çeviren,
ahiret yurduna rağbet eden, oranın nimetlerine özlem duyan, söz, huy, görüş,
düşünce ve bilgilerinde meleklere benzeyen müminlerin nefisleri bilkuvve
melektir. Bedenlerinden ayrıldıkları zaman bilfiil melek olurlar. Bunun bir
delili de Yüce Allah’ın şu sözüdür: “Onlar meleklerin, canlarını, size
selam olsun size, yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık girin cennete diyerek
iyi bir şekilde aldığı kimselerdir’.’[55]
Kardeşim!
Bil ki, insan bu konuyu dediğimiz ve anlattığımız gibi hakikati üzere ancak
ilim ve bilgilerde çok alıştırmadan, nefisler ve cevherlerinin hakikatiyle
ilgili ilmi iyice araştırdıktan, ahlâkını güzelleştirdikten, inancını
düzelttikten, düşüncesini güzelleştirdikten, davranışını arındırdıktan, bu ilim
üzerinde düşündükten, bu yüce ve dakik sırrı araştırdıktan ve bu üstün konuyu
talep ettikten sonra tasavvur edebilir. O zaman bahsettiğimiz bu konuyu
kavramak onun için mümkün olur. Yoksa peygamberlerin kitaplarında zikredilen ve
tarafımızdan anlatılan bu manalara inanmaya ve bu konuda kendisinden daha âlim
ve bu sırlarda ondan daha bilgili olan kimsenin haber verdiği şeyleri
doğrulamaya yol bulamaz.
Melekler
ve iyi insanların nefisleri hakkında söylediklerimizin benzerini aynı şekilde
şeytanlar ve kötü insanların nefisleri hakkında da söylüyoruz.
Kardeşim!
Bil ki, insan olgunluk çağma eriştiği, hitabı anladığı, kendisine Allah’tan bir
tavsiyenin geldiği, emir ve nehyi işittiği, vaat ve korkutmayı, teşvik ve
tehdidi, engelleme ve ürkütmeyi anladığı, sonra emre uymadığı, uyanmadığı, öğüt
almadığı, azarlanmadığı, dini ihmal ettiği, ahireti istemekten yüz çevirdiği,
yeniden dirilişi unuttuğu, dünya peşinde koşmakla meşgul olduğu, onun
döküntüsünü toplamaya tamah ettiği, ona aşırı ilgi gösterdiği, nefsini ve onun
iyiliğini düşünmeyi ihmal ettiği, şehvetlere uymayı, yeme, içme, giyinme,
gösterişli evde oturma gibi lezzetleri talep etmeyi, böbürlenmeyi ve çoklukla
övünmeyi düşünmeye başladığı zaman; bütün bunlarla birlikte davranışları kötü,
huyları çirkin, fiilleri bozuk, yaşantısı zalim, bilgisizliği birikmiş
olduğunda nefsi bilkuvve şeytan olur. Nefis ölüm anında bedeni bu haldeyken
terk ettiğinde ise bilfiil şeytan olur. Çünkü bedeninden ayrıldığı zaman
cismânî lezzetleri almasına ve bedensel şehvetleri tatmasına yarayan beş duyu
organından mahrum bırakılmış olarak kalır. Geçmiş günlerde ve ömrünün eski
zamanlarında uzun alıştırma ile alıştıktan ve bu şehvetler tabiatına yerleşip
huy olduktan sonra onlardan mahrum olur. Sonra “Kendileriyle arzuladıkları
şeyler arasına engel konmuştur”[56] O
zaman onun durumu, gözleri oyulan, kulakları sağırlaşan, burun delikleri
tıkanan, dili tutulan, elleri sakatlanan, ayakları kesilen, kalbi körelen,
sevdikleri tarafından terk edilen ve onu tatmaya olan şevki aratan kimsenin
durumu gibi olur. İşte bedenlerinden ayrıldıkları, duyu organlarından mahrum
kaldıkları ve kendileriyle şehvetleri ve sevgilileri arasına engel konulduğu
zaman kâfirlerin, kötülerin, fasıkların ve günahkârların durumu böyle olur. O
zaman, Yüce Allah’ın dediği gibi, geri dönmek ister: “Keşke geri döndürülsek
de yalanlamasak!”[57]
Ne oraya dönmeye, ne de göğün melekûtuna çıkıp oraya yükselmeye imkân
bulabilirler. Nitekim Yüce Allah şöyle demektedir: “Onlara ne göğün kapıları
açılır, ne de cennete girebilirler!”[58]
O zaman bu nefisler bedensiz olarak tek başlarına kalırlar ve Ay feleğinin
altında şaşkın olarak dururlar, o şehvet ateşleriyle meşgul olmaktayken
tabiatın dalgaları onu heyûla denizinde derin bir yarığa atar ve o, günah yükü
ve kötü âdetleri sebebiyle kıyamet gününe kadar azap çeker. Nitekim Yüce Allah
şöyle demektedir: “Onlar sabah akşam ateşe arz olunurlar”[59]
Sonra
ey kardeşim! Bil ki, bu vasıftaki bedenlerinden ayrılan bu nefisler, tıpkı
gören körün, seslerini işittiğinde türünün fertlerine özlem duyması gibi,
türlerinin şehvetlerde onların gelenek ve yaşantısına sahip kötü bedenlere
bürünmüş nefislerden oluşan fertlerine özlem duyarlar. Bu nefisler aynı
şekilde tadılan şeylerde önceki kötü âdetleri sebebiyle zatlarında biriken
şehvetlerin acısını buldukları için daha önce bahsi geçen kötülükler ve
şehvetler gibi âdetleri yapmada türünün fertlerinin vesvesesine çirkinliğine
meylederler. Böyle biri, yeme ve içme arzusunu kaybetmiş ve mide harareti
zayıflamış kimse gibidir. O canının çekmediği şeylerden hoşlanır ve organı
sağlamadığı halde şehvetten kızışır. O zaman o, yiyenlere, içenlere ve yapanlara
bakmak suretiyle zevk alır. Bu, nefsinde bulduğu birikmiş arzular ve devam eden
âdetler sebebiyle olur. Allah bu nefislere ve onların vesveselerine şu sözüyle
işaret etmiştir: “Aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldayan cin
ve insan şeytanlarını her peygambere düşman yaptık’’[60]
Cin şeytanları, duyuların idrakinden gizlenen kötü ayrık nefislerdir. İnsan
şeytanları ise bedenlerle yakınlık kuran cisimleşmiş nefislerdir.
Kardeşim!
Bil ki, bedenleşmiş bu kötü nefisler, o ayrık nefislerin kardeşleridir. Ölümden
sonra bedenlerinden ayrılınca önceki asırlarda geçmiş ve kendileriyle birlikte
azaba girmiş olan o ilk nefislerine katılırlar. Nitekim Yüce Allah şöyle belirtmiştir:
“Sizden önce gelip geçmiş cin ve insan toplulukları ile birlikte ateşe
girin”[61] Düşünecek
ve tefekkür edecek kimseler için Kuranda bu manayı ifade eden birçok ayet
vardır.
Çünkü
şeytanların ve vesveselerinin ne olduğu ve nefislerin acı ve üzüntülere tek
başlarına nasıl ulaşacakları daha önce anlattıklarımızdan anlaşılmıştır. Aynı
şekilde daha önce kurtulacaklarından bahsettiğimiz o melekî nefisler,
bedenlerinden ayrıldıkları, bahsettiğimiz o iyiliklere kavuştukları zaman
geride bıraktıkları çocuklarına, yakınlarına, öğrencilerine ve aynı din ve
mezhebi benimsedikleri iyi kimselere özlem duyarlar, onlara meylederler ve
kendi buldukları güzellik, rahatlık ve neşeyi onlar için de temenni ederler.
Hatta bunlar rüyalarında onlara indiklerinde, öğüt verdiklerinde, dirilişi
hatırlattıklarında, kavuştukları şeyleri anlattıklarında, onlara takva yolu,
iyi iş yapma ve kurtuluş istemenin gereğini emrettiklerinde ve müjdelediklerinde
kendilerinden sonra gelen kimseler dolayısıyla mutlu olurlar. Nitekim Yüce
Allah şöyle belirtmiştir: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanma!
Bilakis onlar diri olup Rableri katında rızıklandırılmaktadır”[62]
Yine dedi ki: “Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Hayır, onlar
diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz”[63]
Basiret ve bilgi sahipleri o nefislerin bu iyi hallere kavuştuğunu
anlayınca bundan dolayı şeriat sahipleri ve din kurallarını koyanlar,
peygamberlerin ve Allah’ın kulları içindeki doğru ve iyi imamların kabirlerine
sadaka, kurban, oruç, namaz ve dua ile gitmelerini ve onlardan şefaat
istemelerini emrettiler ve buna izin verdiler. Kardeşim! Rüyada bir
peygamberin, şehidin veya salih kulun yüzünü görmek için yeryüzünde nice mescit
ve şehitlik yapıldığını biliyor musun? O nefisler Allah nezdinde mevcut ve baki
olmasalar, Allah katında kendilerine kimin şefaatçi olacağını bilmeseler ve din
kurallarında onlara uymasalardı bu kuralların faydası ve kesinliği olmazdı. Çünkü
batılın kesinliği ve sürekliliği yoktur.
Anlattıklarımız
yoluyla melekler ve şeytanların ne oldukları anlaşıldıktan sonra şimdi de
rüyaların meleklerin ilhamı mı, şeytanların vesvesesi mi yoksa başka tür bir
rüya mı olduğunun nasıl bilineceğini açıklamak istiyoruz. Diyoruz ki; içinde öğüt,
tevilinde takvaya işaret, iyi işe teşvik, dünyadan uzak tutma, ahirete
özendirme, dirilişi hatırlatma veya buna benzer bir mana bulunan her rüya
meleklerden bir ilhamdır. İraklının Roma’daki o kilisede o ruhban ve
papazlardan öğrenip ezberlediği öğüt ve hatırlatma türünden kelimeler böyledir.
Kendi ülkesi olmayan bir ülkedeki, kendi şeriatı olmayan bir şeriattaki, kendi
dili olmayan bir dildeki o Süryanice kelimeleri ona öğütte daha etkili ve
hatırlatmada daha ilginç olması için melekler öğretmiştir. Zira filozoflar bir
öğüdü tebliğ etmek istedikleri zaman onu hayvanların ve konuşmayan varlıkların
dilinde darbımesel olarak ortaya koyarlar. Bununla zihinlerde daha ilginç, daha
garip ve daha etkili olması amaçlanır. Kelile ve Dimne türü kitaplarda
olanlar böyledir. Kralın oğlunun rüyasındaki öğüt ve hatırlatma ise dünyadaki
fakirler, miskinler, zayıflar, hastalar, dermansızlar ve afetzedeler gibi
mutsuz kimselere ait nefislerin bedenlerinden ayrıldıkları zaman kralın oğlunun
gerçekte beden olarak bela ve kötü durumda olmasına rağmen rüyasında zevk, mutluluk
ve sevinç görmesi gibi huzur, mutluluk ve sevince gark olduğuna delalet eder.
Çünkü “Duyu ve Duyulur Risâlesi”nde açıkladığımız gibi, zevkin acılardan
uzaklaşma dışında bir şey olmadığı anlaşılmıştır. Fakat o refah içinde ve
tevbe etmiş olan adamın rüyasının ise Yüce Allah’ın izniyle meleklerden gelen
bir ilham olduğunda şüphe yoktur. Çünkü onda sahip olduğu tevbe, iyilik, hayır
ve insanların nasihatini dinleme sebebiyle öğüt, ahiret yoluna işaret ve dinde
doğruluk vardır. Neticede o, kendi zamanındaki dindarların ve ahiret
taliplerinin örneği olur. Şeytanların vesvesesi olan rüya ise dünyanın rağbet
edilen ve arzulanan çerçöpüne ilgi duyan, rağbet ve iştahı gittikçe artan
kimselerin gördüğü rüyadır. Kıskanç kimselerin haset edilen ve kıskançlıklarını
gittikçe artıran en güzel şeyleri görmeleri de böyledir. Birbirlerine düşmanlık
edenlerin gittikçe artan düşmanlık sebepleriyle ilgili olarak gördükleri rüya
da böyledir. Arzularına düşkün kimselerin dünyada gittikçe artan hırs, düşmanlık
ve oburluklarıyla ilgili olarak gördükleri de böyledir. İşte bu, zevk peşinde
koşan şeytanların vesvesesidir.
Anlatıldığına
göre kendisini şehvetlere ve zevklere kaptırmış olan bir adam <,ol<
yiyor, çok içiyor ve çok zamparalık yapıyordu. Çok yediği, çok içtiği ve v>k
lim.ı yaptığı için midesi yandı, sindirim gücü zayıfladı ve cinsel organı
pörsüdii. Çok şch vet duyuyordu, fakat vücut organları fiil araçları ona ayak
uyduramıyor ve şehevî nefis gücü isteğini terk etme hususunda ona itaat
edemiyordu. Çünkü şehvetler s ok tatmasından dolayı onda alışkanlık ve yerleşik
bir huy haline gelmişti. Adam, mi desindeki sindirim gücünü kuvvetlendirmek ve
aşırı şehvet amacıyla cinsel organı m uyarmak için bir çare ve deva aramaya
başladı. Cinsel organını tedavi edecek ve çare olacak şeylerden biri, bir
halvet evinde duvarlara ve tavanlara cima eden kişi resimleri çizilmesini ve bu
resimler arasına cima halindeki uysal kadın haberleri ve niteliklerinin
yazılmasını emretmek oldu. Sonra uşak ve cariyeleriyle o eve giriyor, baş başa
kalıyor, içiyor, oynuyor, eğleniyor ve cinsel organının uyanması için o resimlere
baktı. Bitkin düşüp cevap alamayınca kendisiyle arkadan birleşmeleri için
uşaklarını çağırdı. Bu onda âdet ve alışkanlık haline geldi. Hatta bazen
heyecanlanıp kediler gibi miyavlıyor ve eşekler gibi anırıyordu. Sonra uşakları
iğrençliği, yırtılmış olması ve çirkin görüntüsü sebebiyle ondan uzak durdular
ve onu terk ettiler. O bu haldeyken öldü. Haberi ve kötü namı insanlar arasında
yayıldı. Bazen uşaklarından biri onu rüyasında kendisine davet eder, miyavlar
ve anırır halde görüyordu.
Anlattığımız
bu tür nefisler bilkuvve şeytanlardır. Bedenlerinden ayrıldıkları zaman
bilfiil şeytan olurlar. Kardeşim! Allah’ın, hakkında şöyle dediği adamın durumunu
düşün: “Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz hâlde, onlardan sıyrılıp da
şeytanın kendisini peşine taktığı, bu yüzden de azgınlardan olan kimsenin
haberini onlara anlat. Dileseydik elbette onu bu ayetler sayesinde
yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu
tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan
da dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir.
Kıssayı anlat; belki düşünürler. Ayetlerimizi yalan sayan ve ancak kendilerine
zulmeden bir kavmin durumu ne kötüdür!”8' Bu adamın Musa’nın iyi
arkadaşlarından bir olduğu söylenir. Onu bir seriye içinde gönderdi, ama o bir
kadına aşık oldu; Musa’nın arkadaşlarından korktuğu için dinden döndü ve
hevasına uydu. Onun tarih kitabında anlatılan uzun bir hikâyesi vardır.
Kardeşim!
İncelediğin takdirde Kuranda Allah’ın bir kısmını müminin ve iyilik sahibinin
sıfatları, ahiret ve iyilerin sevabı hakkında; diğer bir kısmını da kâfirlerin
sıfatları, kötü nefisler, onların kötü akıbeti, onların yerilmesi, kınanması ve
kötü anılması hakkında zikrettiği üç yüz atmış civarında darbımesel olduğunu
görürsün. Bundan daha çok kınayan bir mesel bulamazsın. Kur an, o kişiyi
şehvetlerine tâbi olması bakımından köpeğe benzetti. Aynı şekilde cennet
nimetlerine özendirme bakımından da bundan daha özlüsünü bulamazsın: “Kim
de Rabbinin huzurunda duracağından korkar ve nefsini arzularından alıkoyursa
şüphesiz cennet onun sığınağıdır!’[64]
[65]
Daha
önce anlatılanlar sayesinde melekler, şeytanlar, ilham, vesvese, vahiy ve doğru
rüyanın ne olduğu anlaşıldığı için şimdi uyanıkken vahiy alma, melekleri görme
ve konuşmalarını dinleme şeklini açıklamak istiyoruz.
Kardeşim!
Bil ki, “Bilgiler(maarif) Risâlesi’nde açıkladığımız gibi, insanlık mertebesi
varlıkların ortasıdır. Varlıkların, üstündekilere oranla insanlık mertebesine
en yakın olanı melekler mertebesidir. Altındakilere oranla ona en yakın olanı
ise hayvanlar mertebesidir. Bazı hayvanlar insanlara, ya bünyesinin sureti ve
bedeninin şekli bakımından ya da nefsinin zekâsı ve cevherinin saflığı
bakımından görece daha yakındır. Fil gibi bazıları konuşmayı anlar, emir ve
nehyi kabul eder. Papağan ve bülbül gibi bazıları insanın konuşmasını ve
seslerini taklit eder. Güvercin ve at gibi bazıları onun ahlâk ve yaşantısını
taklit eder. Sığır, koyun, eşek ve deve gibi bazıları ona itaat ve hizmet eder.
Ayı ve maymun gibi bazıları eğitim ve öğretimi kabul eder. Vahşi hayvanlar gibi
bazıları da ondan uzaklaşır ve kaçar. İnsana yakın ve ona boyun eğen bu hayvan
türlerinden nefsi daha temiz ve cevheri daha nitelikli olanlar insan tarafından
kolayca eğitilebilir ve öğretilebilir.
İnsanın
meleklerin ilhamını ve vahyi alması hakkında bu kıyasa göre konuşabiliriz: “Yüce
Allaha Yolun Nasıl Gideceği Risâlesi”nde ve “Ahlâk Risâlesi”nde
açıkladığımız gibi, nefis cevheri saf ve anlayışı zeki olan her insanın ahlâkı
ve seciyesi soyluların ahlâkına yakın ve benzerdir. “Şeriat Risâlesi’ nde
açıkladığımız gibi, onun düşüncesi ve inancı peygamberlerin inancına ve çok
araştırma açısından filozofların düşüncesine yakındır. İhvân-ı Safâ
Risâlelerİnde açıkladığımız gibi onun amelleri ve yaşantısı en çok
meleklerin fiillerine benzer. Diyorum ki, onun nefsinin meleklerin ilhamını,
vahyi ve haberleri kabul etmesi daha mümkün ve manalarını anlaması daha
kolaydır. Peygamberlerin nefisleri, sonra sıddıkların nefisleri, ardından doğru
sözlü, hayırlı, erdemli ve iyi müminlerin nefisleri, en sonunda kim daha benzer
ve daha yakınsa o böyledir.
Dediklerimizin
doğruluğunun delili, peygamberlerin ve filozofların bu konudaki tavsiyeleridir.
Mesela; Musa (as), Harun’un çocuklarına Tevrat’ın şeriatını uyguladıktan sonra
Zaman adlı mabedin sürekli hizmetinde olmalarını, orada ibadet etmelerini,
dünya nimetlerinden zevk almayı ve nefislerin arzularına tâbi olmayı terk
etmelerini, ihtiyaçları kadar yiyecekle ve avretlerini örtecek kadar elbiseyle
yetinmelerini, nefislerinin arınması için bunların dışındaki fazlalıkları
bırakmalarını, huylarının güzelleşmesini ve nefislerinin vahiy ve ilhamı
kabule hazır hale gelmesini tavsiye etmiştir. Onlara şöyle dedi: Sizden kim bu
mabette anlattığım şekilde ihlâslı olarak kırk yıl ibadet ederse ona Aziz ve
Çelil olan Allah’tan vahiy gelir ve melekler ona Ruhu indirir.
Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem dedi ki: “Kim Allaha kırk sabah ihlâsla ibadet
ederse, Allah onun kalbini aydınlatır, göğsünü açar ve tutuk bir yabancı bile
olsa dilini hikmetle çözer.”
Musa,
uzun bir konuşmadan sonraki münacatında şöyle dedi: “Rabbim, ben Tevrat’ta
temyiz inceliğinden dolayı neredeyse peygamber olacak bir ümmetin sıfatını
görüyorum. Onlar kimdir? Onları benim ümmetimden kıl!” Yüce Allah şöyle dedi:
“Ey Musa, onlar Muhammed’in ümmetidir.” Musa dedi ki: "Rabbini. bulun
hayrı Ahmed’in ümmetine verdin. Beni de onlardan eyle!” Rabbi ona şöyle dedi:
Srn onlardan, onlarda şendendir. Sen İslam dini üzeresin, onlar da İslam dini
üzereler.
Mesih’in
Havarilere söylediklerinden biri şuydu: “Ben size benim ve sizin baba mzın
katından ancak sizi cehalet ölümünden diriltmek, günah hastalığından şilaya
kavuşturmak, bozuk görüşler, çirkin huylar ve kötü işlerden uzaklaştırmak,
nefisle rinizin süslenmesini, bilgilerin ruhuyla dirilmesini, göğün melekûtuna
babanı ve ba banızın katına yükselmenizi, orada mutlu bir şekilde yaşamanızı,
dünya hapishane sinden ve oluş ve eskime âleminin acılarından kurtulmanızı
sağlamak için geldim.” Öyle ki bu âlem, mutsuzların yurdu, şeytanların zulmü ve
İblisin saltanatıdır.
Kardeşim!
Bil ki, peygamberlerin siyerlerini ve tavsiyelerini, şeriat koyucuların
kurallarını ve isteklerini incelediğin zaman onların koydukları şeriatla
güttükleri amacın İnsanî nefislerin terbiyesi, onların beşeriyet mertebesinden
melekler mertebesine taşınması ve oluş ve bozuluş âleminden kurtarılıp beka ve
süreklilik âlemine iletilmesi olduğunu görürüsün. Nitekim şöyle denmiştir: Siz
ancak ebedilik için yaratıldınız. Siz bir yurttan diğer yurda, bellerden
rahimlere, rahimlerden dünyaya, dünyadan berzaha, berzahtan da ya cennete veya
cehenneme nakledilirsiniz. Nitekim Yüce Allah şöyle demiştir: “Mutlu olanlar
gökler ve yer durdukça cennette ebediyen kalırlar. Ancak Rabbinin dilemesi
başka”K “Mutsuz olanlar ise cehennemdedirler. Onların orada
şiddetli bir soluyuşları vardır. Onlar, gökler ve yer durdukça orada ebedi
olarak kalacaklardır. Ancak Rabbinin dilemesi başka'.'M
Kardeşim!
Şu tehlikeli iş ve büyük talihsizlik üzerinde düşün, gaflet ve cehalet
uykusundan uyan, acele et ve azık hazırla! Azıkların en hayırlısı takvadır.
Uyaran kişi artık özür kabul etmez. O dedi ki: “Peygamberlerden sonra
insanların Allaha karşı bir bahaneleri olmaması için’.’S5
İyi
nefislerin meleklerin ilhamını kabul şekli hakkında konuştuğumuz gibi, kötü
nefislerin şeytanların vesveselerini kabul etmeleri hakkında da konuşacağız.
Bunun bir kısmını daha önce açıklamıştık. Her insan çirkin fiilleri, kötü
huyları ve birikmiş bilgisizliklerinde hayvanlara çok benzer. Ben diyorum ki
onun nefsi, şeytanın vesvesesini çok çabuk kabul eder, hevese çok kolay itaat
eder. Nitekim Yüce Allah şöyle demektedir: “Allaha karşı gelmekten
sakınanlar, şeytan tarafindan bir vesveseye uğrayınca, Allah'ı anarlar ve hemen
gerçeği görürler?*[66]
Eğer,
“İnsan, meleklerin ilhamı ve vahiy anında nefsini nasıl bulur?” diye sorulursa
şöyle de: Nefsinden tevbe eden o adamla ilgili olarak “Bu hikmet sana nereden
geldi?” dendiği zaman anlatıldığı gibi. Eğer “İnsan, cisim olmadıkları halde
meleklerin şahıslarını nasıl görür?” diye sorulursa şöyle de: Şeylerin
resimlerini ve suretlerini aynada onlar cisim olmadıkları halde gördüğü gibi.
“Akciğeri ve bedensel organı bulunan canlı olmadıkları halde onların
konuşmasını nasıl işitir?” diye sorulursa, “Bizim sesi işittiğimiz gibi.” de.
Melekleri görme ve konuşmalarını işitme şeklinin nasıl olduğu sorusuna
açıklamaksızın bir örnekle kısaca cevap verildi. Çünkü onların hakikatlerini
bilmek, insanın derin araştırma ve ince düşünmesini gerektiren şeylerdendir.
Nitekim bunu Duyu ve Duyulur Risâlesi’nde bedensel şahısların görülmesi ve
cisimsel seslerin işitilmesi konusunda açıkladık. Belki birçok akıl sahibine,
onları hakikatleriyle anlamak zor gelirken bu ruhânî konularda nasıl olur?
Bedensel şahısların ve cisimsel seslerin görülmesiyle ilgili bilgiyi anlamanın
zor olduğunun delili hakkında âlimler görüş ayrılığına düşmüştür. Çünkü
âlimler, duyulur şeyler hakkında inceliğinden başka bir sebeple ihtilaf
etmezler. Akledilir şeyler hakkında nasıl olur?
İnsanın
meleklerin ilhamını kabul ettiklerine dair başka bir örnek daha var. Diyoruz
ki; âlimler ilimlerin üç mertebe olduğunu belirttiler. Birincisi matematik,
İkincisi tabiiyyat, üçüncüsü ilahiyat/metafıziktir. İşe matematik öğrenimiyle
başlayan ve onu gereği gibi pekiştiren kimsenin tabii ilimleri öğrenmesi kolay
olur. Tabii ilimleri gerektiği gibi iyi öğrenen kimsenin metafizik öğrenmesi
kolay olur. Böylece diyoruz ki; nefsini güzelleştirmek ve meleklerin ilhamını
kabule hazır hale getirmek isteyen kimse, önce bununla başlar, çocukluğundan
beri ortaya çıkan kötü huylarını düzeltir, sonra şeriatta anlatıldığı gibi
uygulamalarında adil bir şekilde davranır, sonra, Duyu ve Duyulur Risalesi
hde belirttiğimiz gibi, hissî ilimleri inceler ve onları gerektiği gibi
pekiştirir, sonra, Akıl ve Makul Risalesinde açıkladığımız gibi,
şeylerin hakikatlerini araştırmadan önce benimsediği bozuk görüşleri kalbinden
uzaklaştırmak için aklî konuları inceler ve pekiştirir. Ben, nefsinin o zaman
meleklerin ilhamını kabul etmeye hazır olacağını söylerim. Bilgilerdeki
basireti arttıkça nefsi doğal olarak meleklerin ilhamını daha kolay kabul eder,
aklın itaatine daha çabuk benzer ve semavî varlıklara daha çok yaklaşır. Onu
göğün melekûtuna yükselmekten ancak ilişkisini sürdürdüğü müddetçe bedensel
tabiatın eğilimleri engeller. Ölümle birlikte bedenden ayrılınca hemen orada
Tanrının kanunlarına uygun yaşayan türdeşleriyle beraber olur. Nitekim Yüce
Allah şöyle demiştir: “İman ve eden ve nesilleri de iman konusunda
kendilerine uyan kimselerin nesillerini onlara kattık’.’*[67]
İnsanî nefisler konusunda onların melekler mertebesine çıktıklarını
söylediğimiz gibi, meleklerin nefisleri konusunda da bunların bilgilerde cennet
derecelerine ve makamlarına çıkacaklarını söylüyoruz. Nitekim Yüce Allah şöyle
demiştir: “Bizim her birimizin bilinen bir makamı vardır. Şüphesiz biz saf
dururuz ve Allah'ı yüceltiriz”** Yüce Allah dedi ki: “Onların
yalvardıkları bu varlıklar, “hangimiz daha yakın olacağız” diye Rablerine
vesile ararlar. Onun rahmetini umarlar.”[68]
İnsanî nefislerin melekler mertebesine geçmesi konusunda dediğimiz gibi,
hayvani nefisler konusunda da zamanın akışıyla birlikte onların İnsanî
mertebeye geçeceğini söylüyoruz. Nitekim bunu “Devirler ve Küreler Risâlesi’nde
açıkladık.
Sonra
bil ki, hayvani nefislerin insan mertebesine geçmeye en layık olanı, insanın
elinde mutsuz, ona boyun eğmiş, hizmetinde yorulmuş ve emri altına girmiş olan
nefislerdir. Nitekim İnsanî nefislerin melekler mertebesine çıkmaya en layık
olanı da ibadette yorulmuş, şeriat hükümlerine boyun eğmiş, mabetler,
mescitler, kiliseler ve sinagoglarda hizmet etmiş, namaz kılmış, oruç tutmuş, kurban
kesmiş, dua etmiş ve Tanrıya benzemeye çalışmış nefislerdir. Yüce Allah sözünde
şöyle dedi: "İman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabitlerden kim
Allaha ve ahiret gününe inanırsa”[69]
Bil
ki, varlıklardan bazıları, taş ve tahta gibi, ruhsuz, bilgisiz ve şuursuz
cisimlerdir. Bazı varlıklar, melekler gibi, bedensiz ve bilgili olan
ruhlardır. Bazıları da hayvanlar gibi, ruh ve bedenden oluşmuştur.
Bil
ki, hayvanlar şuur ve bilgi bakımından farklılık gösterirler. “Hayvanlar
Risâlesi’ nde açıkladığımız gibi, onlardan bir duyusu olanlar, iki duyusu
olanlar, üç duyusu olanlar, dört duyusu olanlar ve beş duyusu olanlar vardır.
Aynı şekilde insanlar da bilgi ve ilim bakımından değişiklik gösterirler. Bazı
insanlar akıllı, bazıları aptaldır. Akıllılardan bazıları âlim, bazıları
cahildir. Âlimler ilim derecelerinde değişiklik gösterirler. Bazıları birkaç
ilmi güzel yapar, bazıları daha fazlasını, bazıları ise daha azını güzel yapar.
İlimlerden faydalananların da farklı dereceleri vardır. Bazılarının bilgileri
tamamen cismânî, bazılarının bilgileri ise sadece ruhânîdir.
Bilgilerinin
çoğu ruhânî olan âlim, meleklere nispeten daha yakındır. Bu yüzden Allah,
insanlardan bir topluluğu insanlar ile melekler arasında aracı kıldı. Çünkü
aracı, bir açıdan bu tarafa, diğer açıdan o tarafa benzer. Peygamberler (as)
nefisleri ve cevherlerinin saflığıyla meleklere, öte yandan bedenlerinin
katılığıyla insanlara benzerler.
Kardeşim!
Bil ki, meleklerin konuşması ancak işaret ve imadır. İnsanların konuşması ise
ibare ve lafızdır. Manalar hepsi arasında ortaktır. Peygamberler vahiy ve
haberleri meleklerden ima ve işaret şeklinde alırlar. Bu, nefislerinin
zekâsının letafeti ve cevherlerinin saflığıyla olur. Onlar bu manaları
insanlara bedenin bir organı olan dil ile ifade eder. Her ümmete ulaşırlar ve
bunları bilinen lafızlarla açıklarlar.
Kardeşim!
Bil ki, peygamberler, insanlarla konuşurken her birinin kendi akıl kapasitesine
göre anlaması için ortak manalar kullanırlar. Çünkü lafızları işitenler ve
kitaplarındaki vahiyleri okuyanlar akıl derecesi bakımından farklılık
gösterirler. Bazıları havâs/seçkin, bazıları avâm/halktır. Onların orta
mertebede yer alanları da vardır. Avâm bu lafızlardan birtakım manalar anlar.
Havâs ise daha dakik ve daha ince daha başka manalar anlar. Bu herkesin
hayrınadır. Zira hikmette şöyle denmiştir: “İnsanlarla akılları ölçüsünde
konuşunuz.” Mesih (as) Havarilere şöyle dedi: Hikmeti zayi etmeyin, yoksa onu
layık olmayanın eline vermiş olursunuz. Onu ehlinden alıkoymayın, yoksa onlara
zulmetmiş olursunuz.”
Kardeşim!
Bilgi ve ilimleri talep uğrunda çalış. Müslüman olan Rabbânîler ve hayırlı
kimselerin yolunu tut. Belki böylece nefsin gaflet ve cehalet uykusundan
uyanır, tabiat kirlerinin kederinden temizlenir, basiret gözün açılır ve
nübüvvet kitaplarının sırlarını ve ilahi şeriatların sembollerini anlarsın. O
zaman meleklerin ilhamını kabule hazır hale gelirsin.
Kardeşim!
Bil ki, senin nefsin potansiyel olarak (bilkuvve) melektir. Eğer peygamberlerin
ve ilahi şeriat sahiplerinin yolundan gidersen ve onların kitaplarında
anlatılan ve şeriat kanunlarında farz kılınan tavsiyeleri yerine getirirsen
bilfiil melek olursun. Senin nefsin aynı şekilde bilkuvve şeytandır. Eğer
kötülerin ve kâfirlerin yolundan gidersen bir gün bilfiil şeytan olabilirsin.
Kardeşim!
Şimdi nefsin için neyi seçtiğine ve beğendiğine bak. Uyaran kişi artık özür
kabul etmez. “Peygamberlerden sonra insanların Allaha karşı bir bahaneleri
olmaması için”[70]'
Kıyamet günü bize bir elçi ve bir kitap gelmedi dememeniz için.
Kardeşim!
Bil ki, melekler, cennetlerin, göklerin ve felekler uzayının sakinleridir.
Bunlar, Kuranda belirtilen sekiz cennettir. Firdevs cenneti, Naim cenneti, Huld
(ebedilik) cenneti, Me’va cenneti, Selam yurdu, Muttakilerin yurdu, İkamet
yurdu ve Karar yurdudur. Bunların dışında celal ve ikram sahibi Rahman m arşı
vardır.
Kardeşim!
Bil ki, şeytanlar, cehennemlerin sakinleridir. Bunlar yedi tabakadır: Cehennem,
Cahim, Sakar, Lezza, Hutame, Seîr ve Haviye. Cennet derecelerinin ve cehennem
katmanlarının toplamı on beş mertebedir. Biz bunları başka bir risâlede genişçe
açıkladık.
Kardeşim!
Bil ki, insanlık mertebesi, cehennemin son mertebesidir. O, cennet kapılarının
ilk derecesidir. Eğer acele eder ve oluş ve bozuluş âleminden ölümden önce
çıkarsan, felekler âlemine ve göklerin genişliğine yükselmek, cennetlerin
sakinleri olan melekler zümresine katılmak istersin, sana orada canlılık
suyundan temiz bir içecek içirilir, mutlular gibi yaşarsın ve ilk ölümün
dışındaki ölümden kurtulursun. Eğer bundan kaçınır, peşini bırakır ve dünyaya
çakılıp kalırsan aşağıların aşağısına döndürülmeyi hak edersin ve yeniden
diriliş gününe kadar berzahta kalırsın.
Ey
kardeş! Allah seni doğruya muvaffak etsin ve seni ve bütün kardeşlerimizi
bulundukları ülkelerde kendi lütuf ve cömertliğiyle hak yoluna iletsin!
İmanın
Mahiyeti ve Müminlerin Hasletleri Risalesi bitti. Onu
İlahî Yasanın mahiyeti hakkında bir risâle takip edecektir.
îlahi
ve Dînî Yasalara Dair İlimlerin
(el-Ulûmu’n-nâmûsiyye ve’ş-şer‘iyye)
Altmcı -İhvân-ı Safâ Risâlelerinin Kırk YedinciRisâlesi
İlahî Yasanın Mahiyeti, Nübüvvetin Şartları ve Özelliklerinin
Niceliği, Rabbani ve İlahî Ekollere Dair[71]
Rahman
ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!
A |
llah’a
hamd, seçtiği kullarına selam olsun, “Allah mı daha hayırlıdır yoksa Oha
ortak koşulan varlıklar mı?"[72]
Ey
kardeşim! Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
nasıl semanın süsü gezegenlerse yerin süsü de canlılardır. Bu canlıların
görünüş bakımından en tamamı, suret bakımından en yetkini, bileşim bakımından
en şereflisi insandır. İnsanların en faziletlisi akıllılar, akıllıların en
hayırlısı âlimler, âlimlerin derece bakımından en yücesi, makamca en yükseği
peygamberlerdir. Onlara selam olsun! Mertebece onlardan sonra gelenler
bilge filozoflardır. Bu iki grup, bütün şeylerin nedehli olduğu ve sayılardan
bir sayının bütün sayıların nedeni, ilki ve ilkesi olması gibi, aziz çelil ve
mukaddes olan Yaratıcının onların nedeni, sağlamlaştırıcısı, yoktan var
edicisi, tamamlayıcısı ve yetkinleştiricisi olduğu hususunda birleştiler. Bunlar
yani peygamberler ve filozoflar, aynı şekilde dünyayı yermede, meadı (ahireti)
ve oradaki amellerin hayırsa hayır şerse şer, karşılığının görüleceğini
onaylamada aynı görüştedirler. Bu iki grup din ve dünya işlerinde söylediğimiz
ve inandığımız şeylere şahittirler. Onların hükmüne razı olmayan, şayet doğru
sözlü ise, kendisine onlardan başka ve onlardan daha hayırlı bir hükmedici
arasın.
Ey
kardeşim! Bil ki, nübüvvet, insan halinin ulaşacağı, melekleri takip eden en
yüce derece, en yüksek mertebedir, onun tamamı beşerî erdemlerden kırk altı
haslettir: Birincisi, Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) de buyurduğu
gibi, peygamberliğin unsurlarından biri olan doğru rüyadır: “Sâdık rüya
nübüvvetin kırk altı bölümünden bir bölümdür" Biz inşallah aşağıda
bulacağın üzere diğer kırk beş hasleti bölümlere ayırıp açıkladık.
Kardeşim!
Bil ki, bu hasletler herhangi bir insanda, yüzyıllık devrelerden bir devrede,
herhangi bir zamanda toplanırsa, işte o şahıs hayatta olduğu sürece elçidir (mebûs),
zamanın sahibi ve insanların imamıdır. O, risaleti tebliğ eder, emaneti eda
eder, ümmete nasihat eder, indirilenleri tedvin eder, yorumunu yapar, şeriatı
sağtamlaştırır, yöntemi açıklar, sünneti ihya eder, ümmetin birliğini
oluşturur, sonra vefat edip yoluna giderse, işte bu hasletler ondan bir miras
olarak ümmetinde kalır. Bu özellikler veya onların büyük bir kısmı ümmetinden
birinde toplanırsa, o kişi onun vefatından sonra onun yerine halife olmaya
elverişlidir. Bu hasletlerin bir kişide toplanması konusunda ittifak oluşmaz,
fakat cemaatlerinde dağınık halde olursa, bu cemaat tek bir görüşte toplanır,
kalpleri birbirlerine karşı sevgide yanar, dine yardım, şeriatı koruma, sünneti
hayata geçirme, ümmeti dinin yoluna yönlendirme hususunda birbirlerine destek
olurlarsa, dünyada onların devletleri devam eder, ahirette güzel akıbet onlara
vacip olur. Şayet ümmet peygamberlerinin vefatından sonra dağılır, dinin
yönteminde ihtilaf ederlerse, dostane bütünlükleri parçalanır, ahiret işleri
bozulur ve devletleri yok olur.
Şayet
din ve dünyayı ıslah talebinde azimli isen, gel birlikte Erdemli Kardeşler/
İhvân-ı Fudalâ Cemaatine katılalım, dostluğa dayalı muamelede, sırf nasihatte
ve pür kardeşlikte şeriatın sünnetine uyalım.
Bil
ki, din ve dünya işlerinde yardımlaşmada söz birliği etmiş bir cemaatin bir
birlerine nasihatinden daha şiddetli ve İhvân-ı Safâ ile muameleden daha güzel
bir şey yoktur. Şöyle ki onlardan her biri, dini yüceltme isteğinin ancak
kardeşiyle yardımlaşarak olacağını bilir ve buna inanır. Onlardan her birisi
kendisi için isteyip sevdiğini kardeşi için de ister ve arzular, kendisi için
kötü gördüğünü kardeşi için de kötü görür.
Bundan
önceki bir risalemizde kardeşliğin arılığının nasıl olacağını, şartlarının ne
olduğunu açıkladık. Ey kardeşim! Onları iyi düşün ve kendilerinden iyilik, nasihat
ve sevgi umduğun arkadaş ve kardeşlerine dön! İnşallah başarılı olacaksın.
Bil
ki, arkadaşlarımızı teşvik ettiğimiz ve kardeşlerimizle koyulduğumuz bu iş yeni
bir görüş ve yeni bir mezhep değildir, tam tersine önceki bilgelerin,
filozofların ve erdemlilerin kadim görüşüdür. Bu aynı zamanda peygamberlerin
(a.s.) yürüdüğü yol ve onların halifelerinin ve mehdi imamların üzerinde
olduğu bir mezheptir. Bununla kendilerini (Allah’a) vermiş nebiler ve Allah’ın
kitabından muhafaza ettikleriyle Rabbânîyun ve Ahbâr (Yahudi din bilginleri)
Yahudilere hükmederlerdi. Bu, babamız İbrahim’in milletidir ve daha önce bizler
bununla Müslümanlar olarak isimlendirilmişizdir.
Bu
Kuranda, ihtilafı terk edip tek bir görüş etrafında toplanmak, nefislerin uyuşması,
kalplerin uzlaşması, sözlerin en doğrusuyla hitap, gönüllerde tasdik, birbirini
yalanlamama, aldatmama ve aldanmama, nasihat edip hainlik etmeme, güvenme,
itham etmeme, sevme, kıskançlık etmeme, karşılıklı sevme, kinleşmeme, muvafakat
etme, muhalefet etmeme, anlaşma, ihtilaf etmeme, karşılıklı destek olma,
birbirini rezil etmeme, yardımlaşma, oturup beklememe, dinin salahı için
yardımlaşma vardır. Böylece Peygamber (s.a.v.): “Müminler bir adam ve tekbir
kişi gibi kanları ve malları birbirine denktir ve onlar diğerlerine
karşı el gibidirler" buyurduğu ve Yüce Allah’ın bize, “İyilik ve
takvada yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın"' şeklinde
tavsiye ettiği; “Birbirinizle çekişmeyin, gücünüz gider, başarısız olursunuz"
' ve “Onun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz"[73]
buyurduğu gibi, şeriatın sünnetine uymada tek bir adam ve tek bir nefis
olurlar.
Bil
ki, din ve dünya işlerinden herhangi bir işte toplanan, işini doğruluk üzere
yürütmek isteyen ve olgun bir hayat tarzı üzere olacak olan topluluğa
birliklerini kuracak, işlerinin sitemini koruyacak, iyi hallerinin bozulmasını
engelleyecek bir başkanın yönetimi gerekir. Bu reis için de mutlaka, işi
üzerine bina edeceği, onunla arlarında hükmedeceği ve bu iş üzerine
düzenlerini kuracağı bir esas gereklidir. Biz kardeşler topluluğumuza reis
olarak ve aramızda hâkim olarak, Allah Teâla nın yarattıklarından, emir ve
yasak altında bulunan erdemlilere reis kıldığı aklı seçmiş,
risalelerimizde zikrettiğimiz ve kardeşlerimize salık verdiğimiz, şartlara göre
onun hükümlerinin gereklerine içtenlikle boyun eğmişizdir. Kim aklın
kurallarına ve hükümlerinin gereklerine razı olmaz, kardeşlerimize tavsiye
ettiğimiz bu şartları kabul etmez veya girdikten sonra oradan çıkarsa, bu hususta
onun cezası, sadakatten çıkarmamız ve dostluğundan uzak olmamızdır. Onunla
işlerimizde yardımlaşmayız, karşılıklı ilişkilere girmeyiz, ilimlerimizde
konuşmayız, sırlarımızı ondan saklarız, kardeşlerimizin uzak durmasını salık
veririz. Bunu, Rabbimizin bize yol kıldığı şeriatın sünnetine uymak için
yaparız. Aziz ve çelil olan, “İbrahim ve onunla beraber olanlarda sizin
için güzel örnek vardır; onlar kavmine demişlerdi ki kesinlikle biz sizden ve
Allah’tan başka taptıklarınızdan beriyiz”[74]
buyurmuştur. Yine O aziz ve çelil olan bir başka ayette şöyle buyurur: “Ey
iman edenler! Allah’ın gazap ettiği bir kavmi dost edinmeyin.”’
Sonra
ey kardeşim! Başkanlığın (riyaset) cismânî ve ruhânî olarak iki çeşit
olduğunu iyi bil. Cismanî başkanlık üstünlük, galebe, baskı ve zulümle
yalnızca bedenler ve cisimler üzerinde otoritesi olan krallar ve zorbaların
başkanlığı gibidir. Onlar zorla insanları dünya işlerinin ıslahında şehevi
duyguları için köleleştirir ve kullanırlar, hayal ve lezzetlerine kapılırlar.
Ruhanî
başkanlığa gelince; o, adalet ve ihsanla ruhlara ve nefislere malik olan şeriat
sahiplerinin başkanlığı gibidir. Onlar bu başkanlığı, şer’î kanunları muhafaza
ve sünnetleri hayata geçirme, ihlâsla ibadet, kalp yufkalığıyla ilahileşme,
sevaba ulaşmak için kesin bilgi, ahirette mutluluk, kurtuluş ve başarı için
dinler ve şeriatlarda kullanırlar.
Kardeşim!
Bil ki, Beşerin ortaya koyduğu hiçbir ilim, amel, sanat, tedbir, siyaset; ilahi
şeriatların vazedilmesinden, mertebesi daha yüksek, derecesi daha yüce,
ahiretteki sevabı daha fazla, meleklerin fiillerine daha çok benzeyen, Allah’a
ibadet olarak daha yakın, O’nun rızasına daha fazla düşkün olamaz.
Bil
ki, İlahî şeriat, insan bedenindeki tikel bir nefisten aklî bir güçle,
yüzyıllık devirlerden bir devir ve vakitlerden bir vakitte, Yüce Allah’ın
izniyle tümel nefisten kendisine taşan ruhanî bir doğadır. Tikel nefisler
onunla çekilir be bu şeriat onları kıyamet günü aralarında hüküm verilmesi için
ayrılmış beşerî bedenlerden kurtarır: “Allah'ınpis ile temiz olanı
birbirinden ayırması ve murdar olanları birbirinin üzerine koyup böylece
hepsini yığarak, bu şekilde onların cehennemde olması içindir.”[75]
ve“Allah, takva sahiplerini onların başarıları sebebiyle kurtuluşa erdirir”[76]
Kardeşim!
Bil ki, şeriat koyucunun kendisinde, doğuştan üzerinde yaratıldığı on iki
hasletin/özelliğin bulunması, onun erdemlerinin tamamındandır:
Birincisi,
organlarının tam ve güçlü olması, kendisiyle ve kendisinden beklenen amelleri
yerine getirebilmesi ve ne zaman bir iş yapmaya yönelse kolaylıkla yapabilmesidir.
İkincisi,
kendisine söylenen ve karşılaştığı her şeyde, o iş ne ise ona göre söyleyenin
maksadını iyi bir şekilde kavraması ve hızla düşünmesidir.
Üçüncüsü,
anladığını, işittiğini ve andığını ezberlemesi ve bir bütün olarak onları asla
unutmamasıdır.
Dördüncüsü,
bir şey hakkında en küçük bir delil bile görse o delilin gösterdiği şeyi derhal
anlayacak şekilde, en ufak bir delilin ortaya çıkmasıyla görüşü oluşabilen zeki
ve uyanık bir kimse olmasıdır.
Beşincisi,
içinde ve kalbinde olanı en veciz lafızlarla dile getirecek ifade güzelliğinin
olmasıdır.
Altıncısı,
ilmi ve istifade etmeyi seven, ona boyun eğen, kolayca kabul eden, ilim
yorgunluğundan acı çekmeyen ve karşılaştığı sıkıntılardan eziyet duymayan biri
olmasıdır.
Yedincisi,
doğruluğu ve güzel muameleyi seven ve ehline yakın duran biri olmasıdır.
Sekizincisi,
yeme, içme ve cinsi münasebete düşkün olmayan, ayıplardan uzak duran ve
bunların oluşturduğu lezzetlerden nefret eden biri olmasıdır.
Dokuzuncusu,
ruhu yüksek, himmeti yüce ve cömertliği seven, bütün kötü ve çirkin şeylerden
nefsini yüce tutan, himmetini en yüksek dereceli işlere çeviren biri olmasıdır.
Onuncusu,
dirhem, dinar ve dünyanın diğer mal ve mülküne değer vermemesi ve onlardan yüz
çevirmesidir.
On
birincisi, adaleti ve adilleri seven, baskı ve zulümden nefret eden biri olmasıdır.
Adaleti ehline veren, zulmü ortadan kaldırana şefkat duyan, iyi, güzel ve
adalet olarak gördüğü her şeyi, hiçbir komuta zorluğu ve başkaldırı hissi
duymadan yerine getiren, zulme ve çirkinliğe çağrıldığında icabet etmeyen biri
olmalıdır.
On
İkincisi, yapılmasını gerekli gördüğü şeye karşı azimli, korkusuz, ruh zafiyeti
duymayan, cesur ve yürekli biri olmasıdır.
Bil
ki, şeriatı tamamlamak, sözleri, emirleri, yasakları ve onların yorumlarını
yetkinleştirmek, şeriatların gereklerini, hükümlerinin yollarını, ümmetinin
tedbirini, din ve dünya işlerinde memleket insanlarının siyasetini geliştirmek
için yasa koyucunun koyduğu ve sonra diğer işleri üzerine bina ettiği ilk
kural, onun öncelikle kendi nefsinde, âlemin kadim, diri, bilgili, hikmetli,
kudretli, üstün, iradeli bir yaratıcısının olduğunu, Onun bütün varlıkların
nedeni olduğunu, onların her birini kendisine uygun şekilde çekip çeviren bir
sahibinin olduğunu kesin bir bilgi ile görüp inanmasıdır.
İkincisi,
maddeden (heyûla) soyutlanmış, her biri kendi kendisiyle var olan, kendi
nasibine düşen emre yönelmiş, akılsal varlıkları tasavvur edip düşünmesi
gerekir ki, bunlar yüce Allah’ın melekleri ve onun hâlis (saf) kullarıdırlar.
Elçi gönderme, vahiy ve haberler onlarla gerçekleşir ve bütün bunlar onların
desteğiyle olur.
Üçüncüsü,
yerine göre bedenden soyutlanmış, yerine göre bedeni kullanan, bazen de onunla
bağlantı kuran nefsanî varlıkları bilip iman etmesidir. Onlar iş ve hedeflerine
uygun olarak hayvan bedenlerine iner ve oraya yerleşebilirler.
Dördüncüsü,
onların bedenlerden ayrılmasıyla özlerinin bozulmayacağına ve bedenlerden ve
algılanabilirlikten çıkmalarıyla Yüce Allah’ın kudretinden çıkmayacaklarına
inanmak gerekir.
Beşincisi,
varlıklardan her biri kendi özleriyle tektir ve onları ancak kendilerine ilişen
kötü amelleri, bozuk fikirleri, kötü huyları ve katmerleşen cehaletlerinin
ıslah veya ifsat edebileceğine inanmaktır.
Altmcısı,
Yüce Yaratıcı bir şeyi emrettiğinde ona imkân tanıyacağını ve bütün nedenleri
ortaya çıkaracağını, içlerinden emrine uyanların, yasağını işleyenlerin
olacağını bilmektir.
Yedincisi,
itaat ve isyan sınıflarından her birisi için sevap ve azap olarak bir karşılık
kılmıştır. Emredilenleri ve yasaklananları bile bile işleyenlerin karşılığı hak
edeceğini öğretir ve mazeret imkânını ortadan kaldırır. “Helak ettiğini
açık bir kanıtla helak etsin yaşattığını da apaçık bir delille yaşatsın"[77]
Sekizincisi,
onların iyi kötü, güzel çirkin geçmişte yaptıkları şeylerle karşılık görecekleri
bir yeniden dirilişin olduğunu; O nun her birine barınağını hazırlaması ve
sığınağını onarması için imkân verdiğini, bu durumda iyilik yaparsa kendisi
için, kötülük yaparsa onun da kendi aleyhine olduğunu, “Senin Rabbinin
kullarına asla zulmetmeyeceğini”[78]
bilmesidir.
Dokuzuncusu,
ödülü en fazla ve dönüş yerinde dereceleri en yüksek olan şeyin, Allah Teâlaya
dua ve yakarış olduğunu bilmektir.
Onuncusu,
Allah’a çağıranların derece olarak insanların en yücesi, makamlarının en
yüksek, Allah’a yakarma tutkularının en şiddetli, deneyimlerinin en çok,
bilgilerinin en geniş, topluluklarının en çok, insanlara nimetinin en büyük,
doğruyu en fazla konuşan ve hak yola en fazla bağlı olan olduklarını bilmektir.
İşte
bu görüşler kanun koyucunun kendinde gerçekleşir ve bunları düşüncesinde
tasavvur ederse hiç şüphesiz bunları kesin olarak müşahede eder gibidir. Kendilerine
gönderildiği insanları bunlara çağırır. İnandıklarını davet edeceği seçkin
insanlara haber vermesinde hem gizlilik, hem de açıklıkla fakat saklamaksızın
ve şifrelendirmeksizin ortaya koyar, halk katında ise ortak lafızlarla ve
yoruma ihtimalli manalarla işaret eder ve çoğunluğun akledebileceği ve
nefislerinin kabul edebileceği sembollere sokar. Yasa koyucu, sırf Allah
rızası için bu manaları anlayan, şeriat koyucunun işaret ettiği hakikatleri
kesin bir şekilde tasavvur eden, zaferden sonra ona yardımda gayret eden, zarar
ve ziyan etme ihtimali bulunan, iyi ve kötü günde sabredenleri, sıddıklar, şehitler
ve salihler olarak isimlendirmiştir. Allah onları ileri derecede methetmiş ve
onları kendi lisanıyla şöyle övmüştür: “İşte onlar Allah’ın kendilerine
nimet verdiği nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdirler; bunlar
ne güzel arkadaştırlar”[79]
Onları
şehitler olarak isimlendirmesi, onların maddeden ayrı ruhânî birtakım işleri
müşahede etmeleri sebebiyledir. Bununla hayat cenneti ve onun nimetleri kastedilmektedir.
Sıddıklar olarak isimlendirmesi, onları, yasa koyucuya yardım edilmesi ve destek
verilmesi hususunda kendiliklerinden bir istek ve taleple tasdik etmeleri
nedeniyledir.
O,
kavrayışı bu manaları bilmeye ve bu şeyleri hakikatleriyle tasavvur etmeye yetmeyen,
fakat yasa koyucunun haber verdiğini ikrar eden, dediğini onaylayan, ona destekte
gayret gösterip zaferi için kıyam eden, emir ve yasaklara sabreden kimseleri
ise müminler olarak isimlendirmiştir. Yüce Allah onları haber verilene iman
etmeleri ve onu onaylamaları ve onun zaferi için onunla beraber gayret etmiş
olmaları nedeniyle överek şöyle buyurmuştur: “Allah mümin erkeklere ve mümin
kadınlara vaat etti..”[80]
Fakat
O, diliyle ikrar edip de söylenenler hakkında kalbinde şüphe taşıyanları
Müslümanlar olarak isimlendirmiştir. Yüce Allah onları yermiş ve şöyle I»uym
muş tur: “Bedeviler iman ettik dediler, de ki, siz iman etmediniz ama
Müslüman olduk deyiniz?[81]
[82]
Aynı şekilde: “Onlar Müslüman olmalarını senin başına kakıyorlar?' hu
yurmuştur.
O,
diliyle iman edip de içte hainlik yapan, iki yüzlülük yapan, diliyle iz.haı ol
tiğinin tersine kalbinde yalanlamayı saklayan, hile ve tuzak kuran kiınseleı ı
ise münafıklar olarak adlandırmıştır. Allah onları birçok yerde tehdit etmiş,
yermiş ve sakmdırmıştır. Bulundukları hale son vermemelerini yadsıyarak ve iki
yüzlü lüklerini tehdit ederek şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz münafıklar,
ateşin en aşağı tabakasındadırlar?[83]
O,
davetini açıktan inkâr edenler, gizli ve açık yalanlayanlar ve açıktan
düşmanlık edenleri ise kâfirler olarak isimlendirmiştir. Onlarla savaşı ve
vuruşmayı emretmiş, onları çokça yermiş, sakındırmış ve tehdit etmiştir.
Bil
ki, yasa koyucunun özelliklerinden birisi, onun davet edeceği insanları gözetmesi,
onlardan büyük-küçük, erkek-kadın, hür-köle, şerefli-sıradan, âlim-cahil,
zengin-fakir, güçlü-zayıf, yakın-uzak her birinin haberlerini bilmesidir. Öyle
ki onlardan her birinin ismini, sülalesini, sanatını, bilgisini, işlerindeki
uygulamalarını, geçimini hangi yolla kazandığını, kendisinde baskın olan güzel
veya çirkin karakteri, iyi veya kötü ahlakını, insaflı ve insafsız adetlerini
bilmeli ki böylece onların bilgisine güvenebilsin, konumları belli olsun, zor
işlerde onların her birinden yardım alabilsin ve kendilerine uygun işte
kullanabilsin.
Bil
ki, onlar için ortaya konan ve yerine getirilmesi talep edilen ilk sünnet/gelenek,
birtakım şeylerdir ki onlardan ilki, şeriata saygı sebebiyle aralarında
sevginin güçleneceği, kalplerinin birleşeceği, böylece birliklerinin kurulup
kelimelerinin ittifak edeceği karşılıklı dostluktur. Şeriatın yolunda
muhaliflere karşı, onlardan uzak durma ve Allah’ın (c.c.) buyurduğu gibi,
akrabaları ve sevgilileri de olsalar, onlardan uzak olmayı emreder: “Mümin
erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdırlar, marufu emrederler ve'[84]
münkeri yasaklarlar”[85];
“Allah’ın kendilerine gazap ettiği topluluğu dost edinmeyin?[86]
Bu
sünnetle ilgili görevi yerine getirip, ona iyice sarılıp nefislerinde
sağlamlaştırdıklarında, bu hususa dört elle sarılıp karşılıklı
yardımlaştıklarında, hepsi bu durumda tek bir adam gibi, tek bir beden ve tek
bir nefis gibi olurlar, onlara yasayı koyan da o bedenin başı gibi olur, onlar
da onun diğer azalan gibi olurlar. Yasa koyucunun kişisel kuvveti, diğerlerinin
nefislerinde düşünme gücünün diğer duyu güçlerinde tasarruf ettiği gibi etkin
olur. Bu durumda tek bir görüş, tek bir hedef, tek bir gaye ve tek bir güç
ortaya koymuş olurlar ve onları yenmek isteyen herkese galip gelir, onlara
karşı çıkan, düşmanlık eden ve onlarla zıtlaşan herkesi mağlup ederler.
Ey
kardeşim! Şayet din ve dünyanın ıslahı hususunda kesin niyetli isen, bizimle
şeriatın sünnetine uymaya gel. Senin diğer erdemli kardeşlerin ve cömert
arkadaşlarınla toplanalım, bu hususla ilgili olarak gönlümüzdeki pür
nasihatte, gizli ve açık karşılıklı işlerimizdeki dostlukta, kalplerimizde
sevginin oluşmasında yardımlaşalım. İnşallah Yüce Allah başarılı kılacaktır.
Bil
ki, yasa koyucunun kesin olarak inandığı özelliklerden birisi şudur: Kim Yüce
Allah’a daha yakın olur, rızasını daha fazla talep eder, şeriatın yaşanmasında,
desteklenmesinde ve ortaya çıkmasında malını, canını ve ailesini ortaya
koyarsa, onun yardımcılarından ve yoldaşlarından bir kimse malını Allah yolunda
harcar, sevdiklerinden ayrılır veya şeriat yolunda kanını döker, bedenini feda
ederse, işte bu nefis bedenden ayrıldıktan sonra maddeden soyutlanmış olarak
kalır, kendi türünün çocuklarından daha yüksek rütbeye çıkar, derecesi yükselir
ve şeriatın kullandığı bedenli nefislere teşrif eder, sanki üzerlerinde durur,
hallerine şahit olur, şeriat onun ruhanî şehri olur, onun şeriatın kullandığı
nefisler üzerine tasarruf ve otoritesi, şehrin başkanlannın memleketine,
insanlarına ve vatandaşlarına tasarrufu gibi olur. Onlar aynen siyasetçi
başkanların, başkanlık edilenlerin kendilerine boyun eğip itaat etmeleri ve
güzel hizmetleri nedeniyle ulaştıkları durumda olduğu gibi tam bir lezzete,
sevince ve mutluluğa ererler. Şeriata tâbi olanların sayısı arttıkça
mutlulukları, sevinçleri, lezzetleri ve gıpta edişleri de devamlı olarak artar.
Bil
ki, yasa koyucunun önemli hasletlerinden birisi, öncelikle davet ettiği
insanlar için bütün şartlarıyla yerine getirecekleri, kullanılmasında
çoğunluğun maslahatı ve kamunun faydası söz konusu olan, güzel bir sünnet ve
aralarında gereğince amel edecekleri adil bir hayat tarzı ortaya koyması, bunların
kullanılmasında kendisine veya birtakım insanlara meşakkat ve zararın olmasına
kulak aşmamasıdır. Çünkü yasa koyucunun maksadı kendi nefsini veya o vakitte
mevcut olan yardımcılarını ve yoldaşlarını ıslah etmek veya kendisine ve onlara
sağlanacak dünyevî bir menfaat değil, tam tersine onun hedefi onların ve
onlardan sonra gelecek takipçilerinin ve daha sonra kıyamete kadar gelecek
olanların iyiliğidir.
Bil
ki, kendi zamanında mevcut olan şahısların çokluk olarak kendisinden sonra
gelenlere oranı, ancak birlerin onlara, onların yüzlere, yüzlerin binlere,
binlerin on bilere, on binlerin yüz binlere, yüz binlerin milyonlara ve böylece
devam eden oranlar gibidir.
Bil
ki, şeriat koyucunun şeriatın hükmü konusunda kardeşleriyle, yardımcılarıyla,
takipçileriyle ve onlardan sonra kıyamete kadar gelecek olanlarla ilişkisinin
örneği bir ağaca benzer. Onlardan sonra gelenler dalları, daha sonra gelenler
ise yaprakları ve meyveleri gibidir. Bu ağaç ruhanî olup yukarıdan aşağıya
doğru biter, çünkü onların dalları göklerdeki meleklerin mertebesini izleyen
şeylerdendir, zira onun maddesi oradan iner. Bu yasa koyucunun melekler
tarafından desteklendiği anlamına gelir, onlardan vahyi, ilhamı ve haberleri
alır, kendilerini meleklerin mertebesine çekmek için yeryüzündeki insanlara
iletir. İşte bu sembolik ağaç, Tûbâ ağacı olup, arşın altında biter, dalları
cennetliklerin evlerine sarkar, onlar da onun meyvelerinden devamlı olarak
faydalanırlar.
Bil
ki, şeriat sahibinin koyduğu özelliklerden birisi, yasa koyarken söylediği, yaptığı,
emrettiği ve yasakladığı hiçbir şeyi görüşüne, içtihadına ve gücüne nispet etmemesidir.
O, ancak, bunları kendisi ile Rabbi arasında aracı olan, bilinmeyen vakitlerde
vahiy getiren meleklere nispet eder. Fakat bilgeler ve filozoflar herhangi bir
ilmi geliştirdiklerinde, bir kitap telif ettiklerinde, sanatlardan bir sanat
ortaya koyduklarında, bir mabet inşa ettiklerinde, bir siyaset
uyguladıklarında bunu kendi güçlerine, içtihatlarına, görüşlerinin iyiliğine ve
araştırmalarının derinliğine nispet ederler. Bu, yasa koyucunun uygulamasına
ters düşer.
Bil
ki, şeriata tâbi olanların din ve dünyalarının tamamı şu dört özelliktedir: Birincisi,
her birisinin kötülüğü tanıyıp ondan sakınmasını, iyi ve güzel olanı tanıyıp
onu emretmesini sağlayan bir aklının olmasıdır. İkincisi, onların yasa
koyucularının fiil, söz, adap ve tasarruflarında bir örneğin bulunmasıdır.
Üçüncüsü, her birinin yanında yasa koyucusundan belirli vakitlerde
öğrenecekleri bir vasiyetin bulunmasıdır. Dördüncüsü ise her bir cemaatin
başında kendi erdemlileri içinden çıkmış, şeriatın sünnetini bilen, onu yerine
getirmeyi emreden, onu korumaya teşvik eden, şeriatın gidişatını değiştirmeyi
arzuladıklarında onları alıkoyan ve sakındıran bir başkanlannın bulunmasıdır.
Bil
ki, iyiler ve akıllıların akıllarına yasa koyucu ile güç eklendiğinde artık kendilerine
başkanlık edecek, emredecek, yasaklayacak, kendilerini sakındırıp haklarında
hüküm verecek bir başkana ihtiyaç duymazlar. Zira kanun koyucu için akıl ve
kudret, başkan ve imamın yerini alır. Ey kardeşim! Gel bizimle, şeriatın
sünnetine uyalım, niyetlendiğimiz şeyler hususunda onu kendimize önder yapalım,
Allah seni muvaffak kılar; şüphesiz O, karşılıksız veren ve cömerttir.
Bil
ki, felsefi ilimlerle yetişen ve matematik ilimlerin eğitimini alan bir grup,
kendileri şeriatın hükümlerinin zahirinden habersiz, gözleri onun konularının
sırlarını bilmeye kapalı iseler, ilahi şeriat yolunu kullanmayı önemsemez,
yolunda yürümez, koyduklarını ayıplar, hükümlerine boyun eğmeyi reddeder,
sınırlarına itaat etme hususunda büyüklenirler. Bundan dolayı şeriatın sahibi,
onları, şeriatın hükümlerini inkâr ve kurallarını ayıplama hususunda
birbirlerine yaldızlı boş sözler fısıldayan insan ve cinlerin şeytanları olarak
adlandırmıştır. Yani onlar şeriatla amel eden insanları Yüce Allah’ın
buyurduğu gibi alaya alırlar: “Onlara uğradıklarında ağız bükerek alay
ederler.”[87]
Bütün bunlar onların, şeriatın inceliklerini bilmemeleri ve Yüce Allah’ın
nitelediği gibi, Onun hükümlerine karşı kör olmalarındandır: “Sağır, dilsiz
ve kördürler, onlar akletmezler.”[88]
Bil
ki, ilahi kitapların indirilen bir dış tarafı vardır ki bu, okunan ve işitilen
lafızlardır. Bir de onların gizli ve iç tevilleri vardır ki onlar da anlaşılan
ve akledilen manalardır. Aynı şekilde, şeriat koyucuların da, üzerine şeriatı
koydukları kuralları vardır. Şeriatın bir açık ve görünür hükümleri, bir de
içerde ve gizli sırları vardır. Zahirî hükümlerinin uygulanmasında,
uygulayanlar için dünyaları açısından iyilik vardır. Gizli sırlarını
bilmelerinde ise ahiret ve öteki dünya işleriyle ilgili iyilik vardır. İlahi
kitapların manasını anlayan, şeriat kurallarının sırlarını bilmeye yöneltilen,
güzel sünnetle amel etme ve dengeli yaşama konusunda gayret gösteren kimselerin
nefisleri bedenlerinden ayrıldıkları zaman cennetleri sayılan ve sekiz
mertebeden oluşan melekler mertebesine yükselirler. En, boy ve derinlik gibi üç
boyutu olan maddeden kurtulmayı başarırlar, böylece her birinin genişliği gök
ve yer genişliğinde olan cennet derecelerine ve sekiz mertebeye yükselirler.
Kim de bu manaları anlama ve bu sırları bilme olgunluğuna ermez, fakat âdil
sünnetle ve zahir hükümlerle amele muvaffak olursa, işte bu nefisler
bedenlerinden ayrıldıkları vakit, sır at-ı müstakim demek olan insan
suretinde sırat-ı müstakimi geçinceye kadar korunmuş olarak kalırlar. Yüce
Allah buna; “İşte bu benim dosdoğru yolum, ona tâbi olun.”,[89] şeklinde
işaret buyurmuştur. İlahi şeriatın vazedilmesinin yüce gayesi budur. Kim de bu
manaları anlama olgunluğuna ermez, şeriatın sünnetiyle amel hususunda gayret
göstermez, hükümleri altına girmez ve kanunlarına boyun eğmezse, işte bu
kişiler bedenlerinden ayrıldıkları vakit hayvanlık derekelerine düşerler ve
Yüce Allah’ın, “Onlar için yedi kapı vardır, her kapı için ayrılmış bir grup
vardır.”[90]
dediği gibi, orada kendilerini bir ateş sarar. Onun, “Şayet yakınlardan idi
ise rahatlık ve güzel rızık vardır.” sözünden, “cehenneme atılma
vardır,”[91]
sözüne kadar buna işaret vardır. Bu İlahî nüktelerin inceliklerini bilme ve
kurallarının sırlarına işaretle alakalı olarak aşağıda ki kaside söylenmiştir.
Saat
yaklaştı ay yarıldı,
Ondan
ibret fenleri ortaya çıktı.
Gerçek
bir mucize görünce yüz çevirdiler.
Ve
bu devamlı bir sihirdir, dediler.
Yalanladılar
ve nefislerine uydular,
Yaptıkları
her şey kitaplardadır.
Onlara,
kötülükten vazgeçirecek
Garip
haberler geldikten sonra
Sağlam
ve üstün bir hikmet içinde
Onunla
özür ortadan kaldırılır fakat uyarılar fayda vermez.
Hatta
içerisinde taraftarları olan helak süratle gerçekleşince
Hani
nerede düşünen?
Allah
ölümden sonra onu diriltti
Ve
kabirden sonra bana dönün dedi
Allah
onun mazeretini kesmek için geri gönderdi
Dönüşte
azgınlık gösterdi ve kötü oldu
Yurtlarını
terk edenler gibi
Ölüm
korkusundan, korku fayda vermedi
Onları
yaratan “birlikte ölün”, dedi
Sonra
onları rızık ve ömürle diriltti
Yahut
ıssız, çatıları üzerine çökmüş,
Yerle
bir olmuş bir kasabaya uğrayan gibi
Allah
burayı diriltecek mi dedi
Öldükten
sonra, o öldürüldü ve tekrar diriltildi
O
kişide, sonra eşeğinde ve
Yiyecek
ve içecekte ibret vardır
Ey
insanlar Allah’tan sakının!
Dendiği
gibi amelleriniz sadece yaptıklarınızdır
Şeytan
sizi doğruluk mevkiinden
Güçlü
sultanın makamdan alıkoydu
Sizin
yüzleriniz silinmeden önce
Yüzlerin
silinmesi arkaya çevrilmesidir
Yahut
haddi aşanların lanetlenmeleridir
Deniz
sahilinde cumartesi yasağını çiğneyenler gibi
Hani
çevrildiklerinde maymunlara, domuzlara
De
diğer bazı yaratıklara
Onları
benzerleri gibi değiştirdi
Suretleri
damgalı, yan tarafları birbirine eşit olarak
Ters
çevrilmişler gibi bakışları döndürülmeyen
Öğüt
almak için. Hayır, hiçbir sığınakları yoktur
Çağrılınca secde edemezler
Ölçüde
secdeyi korudukları zaman
Ellerine
kelepçe vurulanlar ile
Yakıcı
cehenneme atılanlar arasından görünerek
Susar, su onun için derindir
Bazısında
gül ve göğüs ile ilgi gösterilir
Zincire
vurulmuş olanlar arasından
Ölçüsü
yetmiş arşın olan
Cezayı
kendi nefsine vacip kıldı ve
Cehennemin
dibine girmeyi hak etti.
Diğerinin
başını toprak örttü
Ağacın ayağa kalktığı gibi alt-üst edildi
Helake
uğramaktan geri durmaz
Faydayı
çekmez, zararı uzaklaştırmaz
Gelenlere
hasretle boyun eğerek
Alevli
ateşe ve o, boşalan bir sudur
Böyledir,
tutuşturulan bir ateşten olan
Demirde
veya taşta sıcak ve soğuk olarak
Cehennemin
en altında onları uzaklaştırmaz
Ömrün
başında yenilen şeyden başkası
Hepsi
kendisine haksızlık etti
Yakıcı
azapta ortaktırlar
Derileri
yenileri ile değiştirilir
Cehennemde
azabı tatmak pişirdiği zaman
Cahillikten
Allaha sığınırım
İşiteni
sağır, göreni kör eden
Nefislerin
hayallerinden de İşi
Allaha
gaflet içinde ibadet etmektir
Nice
azgın günahkârlar vardır
Allah mühlet verdikçe günah ve kötülüğe devam
ederler
Rabbi ilahın ayetleri geldi ona
Mahrum
onlardan koptu ve ayrıldı.
Azgınlar
topluluğundan oldu
Kendi
makam ve menzillerini gördüler
Bu
onları çukurlara sevk etti.
Ve
imanına küfür karıştıran nice cahiller var
Sen onları uyarsan kibirlenir ve kaçarlar.
Uykudaki
adam sadece görüneni bilir
Hayattan.
Eserden gafil olarak
O,
ahiretten yüz çevirmektedir.
Oraya
varanlar için hayır veya şer vardır.
Kıyametin
kopmasını ister.
Kıyametin
kopması,
Cahilin
ölümünde ne korkunç ve acı bir gündür.
Cahilliklerinden azaba uğrayan nice
topluluklar vardır
Üzerilerine sur çekilir, hapsedilirler
Halk
için bir ayırt edici, görünüşünde
Azap
vardır, ibretlerden uzak
Kişi
için darlık, iç dünyasında
Allah'ın
rahmetinden yayılan yağmur yüklü bir buluttur.
Bilen
Rabbimiz Allah ne mübarektir
O’nu
bilenler en değerli topluluktur
O’nu
seven, O’nun için düşmanlık eden
Müminlerin
davetçilerini barındıran veya onlara yardım eden
Allah
için hicret ve cihat edenler
Veya
hac ve umre yapanlar
Canlı,
konuşan evlere
Yayılmış
elbiselerde ortak olan
İzin
verdi Allah onların yükseltilmesine
Ve
oralarda isminin zikredilmesine
Muvahhit
bir topluluk ki dinleri
Allah’ın
kulu olan efendimiz el-Hudr’un dinidir
Onlar
kendi nefislerinde görüyorlar
Başkalarının
görünüş güzelliğinde gördüklerini
Onlardan
her asırda davetçi vardır
Denizlerdeki
gemilerin kat ettiği şeyi çeken
Bir
şahsın yanında durmazlar üzün zaman geçer ve o beklenen vaattir
Bilakis
aralarında ve onlardan doğan yıldızlar vardır
Belli
bir nizam ve tertiple akıp giden
Onlar
ayaklarınız altındadır, yavrum, sen hakka bak
Sizi
boş fikirler meşgul etmesin
Onları
dinleyip faydalanan nice insanlar vardır
Onlar
için geleni ve terk edeni bilirler
Nice
cahil ve gafiller vardır
Bunu
söyleyen kâfir olur diyen
Onun
dediğini kim biliyordu?
Görüşünü
anlayışlara sunarken
Onun
doğruluğu, gabya taş atarak değil,
Akılların
tasdiki ile ortaya çıkar
Onun
yakınlığı müşterektir
Yakınlıkta
onu kabul edenlerin iddiaları eşittir
Öyleyse
onun haberlerindeki hikmeti getirsinler
Surelerin
ayetlerindeki özel sayı ile
Bütün farzların miktarları gibi
Namaz,
zekât ve taharet
Nice
azim ve rıza ehli kimseler vardır
İlim
ve kuvvet verilmiş beklenen
Tâlut
Rabbimiz ilahın isimleri nasıldır?
Onlar
99 güzel ve büyük isimdir
Ümmetini
nasıl ayırmıştır?
Sadece
yetmiş üç fırkaya
Peygamberin
46 parçası nasıldır?
Bu
çok önemli bir konudur
Sadık
rüyayı niçin bir kabul etti?
Bütün
parçaların içinden, bir düşün
Arşın
taşıyıcıları ki onların sayısı
Cennet kapılarının sayısı kadardır
Cehennemin
kapıları sınırlanmıştır
Yedi
ile, oraya gelen ve acele edenler için
Gölgesine
doğru giderler
Onun
ateş topu atan üç dalı vardır
Allah
Kuranda on dokuz olduğunu söyledi
Cehennemde
her şeye malik olanların
Sayılarının
böyle yapılmasındaki sebep
Kâfiri imtihan etmek veya zikri haber
vermektir
Oraya
giren herkesin vardır
Boyu
yetmiş zira kadar olan bir zinciri
Şimdi,
Tâhâ nedir, Hâmîm nedir
Ya
da Tâsîn veya benzer sureler
Nedir
görünüşü hakkındaki haberleri gizlenen işler
Eşekler gibi ayaktakımı arasında
Cinlerin
kıssası gibi ki onlar fesat çıkardılar
Ve
kaplayan su ile bir kısmını ele geçirdiler
Hayye
nedir? Tâvus nedir?
Azgın
iblisin yardımcılarıydılar
Âdemin
sakındırıldığı buğday nedir
Bitkiler
ve sebzeler arasındaki
Onu
tadınca, nasıl da açılıverdi
Önceden
örtülü olan çirkin yerleri
İlk olarak karga nasıl öğretti
Kâbile
kardeşinin cenazesini defnetmeyi?
Soğuk
olan ateş nedir
İbrahim>e
ki o şükretmişti
İlahın
dirilttiği kuş ne idi
Ölümden
sonra, o sabretmişti.
Her
tarafı kaplayan tufan nedir?
Tahtalar
ve halatlardan yapılmış gemi nedir?
Yusuf’un
gömleği ve kurdu nedir?
Meşhur
yalanla getirilen kan nedir?
Dibine
salındığı kuyu nedir?
Bir
iftira sonucu atıldığı hapis
Onu
nasıl sattılar alıcısına
Düşük
bir fiyat, az bir para karşılığında..
Rabbinin
burhanı nedir? Farkına vardı
O
zaman “zindan benim muradımdır” dedi ve sabretti.
Bir
tanık şahitlik etti
Arkadan
yırtılan gömleğiyle
Bundan
sonra gömleği ne oldu?
Onda
babası için birikmiş bir şifa vardır
Böğür
en buzağı nedir?
Bir
parçasıyla maktule vurdukları sarı inek nedir?
Akan
ve bir şeref olan kan nedir
Sahibi
için, sudaki için değil. Bununla yetin
Büyük
bir ümmet asırlarca nasıl şaşırdı?
Koca
çöl nasıl inci gibi küçüldü?
Üzerlerine
kaldırılan dağın gölgesine
Kaybolan
ve hazır olan herkes şahittir
Kral
Süleyman yere nasıl yığıldı?
Yıkılınca
yüzüğü ve asası ne oldu?
Kuşlar
ve dilleri nasıldı?
Rüzgâr
onunla eser ve ona boyun eğerdi
İmtihan
için üzerine
Bir
ceset bırakılan kürsü nedir?
Bilgin
olanın getirdiği taht nedir?
O,
gözünü kırpmadan önce, dendiği gibi
Balığın
yuttuğu Yunus
Orada
yıldızları gördü ve düşündü
Mesih
ve Ruh kimdir? Ve beşik
Küçükken
içinde insanlarla konuştuğu?
Hârut
ve Mârut’un aslı ve
İnsanlara
öğrettikleri sihir nedir?
Ashâb-ı
Kehf’in uykusu ve dirilişi,
Habere
göre yedincileri olan yanlarındaki köpek
Yecûc
ve Mecûcun seddi ve
Peş
peşe onu aşındıran topluluklar
Onu
nasıl güvenli bir barikat şeklinde düzleştirdi
Yardımcıların
üflemeleri ve erimiş bakır dökmeleri?
Onlara
vaat edilen şey nasıl yaklaştı?
O
derinleştikçe gözleri korkudan donacak
Güneşin
batıdan doğması ne demektir?
Engellenmeyen
asinin iki boynuzu arasındaki nedir?
Güneş
ışığının ardından nasıl dürülecek?
Ve
parlak yıldızlar nasıl bulanıklaşıp sönecek?
Her
mahlûkun sakındırıldığı
Deccal
kimdir?
O
tek gözlü bir şahıstır
Ordusunun
iki tarafından nasıl akar?
Büyüklükte
dev gibi olan dağlar
Basra
dağında verimli bir cennet
Bahçeler
ve çiçeklerle dolu
İsfahandakinin
üzerinde ise daima
Tutuşmuş
bir ateş var ve bulanık bir duman vardır
Bunu
bilmez, anlatılanlar içinde
Kendi
yaratılışını görenlerden başkası
Yüce
göklerin ve yerin yaratılışında
Desteklenmişti
veya haber vardı
Hamt
olsun Allaha ki bize gösterdi
Haberden
başka bir yolla bilmediklerimizi
Ey
kardeşim! Bil ki, bu beyitler ve içindeki konular yalnızca ahlak terbiyesi görmüş
olanlara bir yol gösterme, peygambere ait sırlar ve kitaplardaki şeriat
konuları doğrultusunda psikoloji eğitimi almış olanlara bir uyarıdır. Nefsini
eğiten ve ahlâkını düzelten kardeşlerimizden başkasının kendilerine bu
meselelerle alakalı herhangi bir şey sorulduğunda cevap vermemesi gerekir. Zira
paslı nefis ve kötü ahlak bu manaları anlamaya engeldir.
“İlahî
Yasanın Mahiyeti, Nübüvvetin Şartları Risalesi”
tamamlanmış olup bunu, “Allaha Davet Şekli Risalesi” takip edecektir.
İlahi
ve Dînî Yasalara Dair İlimlerin
(el-Ulûmu’n-nâmûsiyye ve’ş-şer‘iyye)
Yedinci -İhvân-ı Safâ Risâlelerinin Kırk SekizinciRisâlesi
Allah’a Davet Şekli Hakkındadır[92]
Rahman
ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
Hamd
Allah’a, selam O nun seçilmiş kullarının üzerine olsun! Allah mı daha
hayırlıdır, yoksa O na ortak koştukları varlıklar mı?[93]
Ey
kardeş, Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin, bil ki, bizim
ülkeye dağılmış olan grubumuz, kardeşlerimiz ve bize bağlı olan diğer insanlar,
hal ve mertebe bakımında üç sınıftırlar: Onlardan bir grup, samimî, hayırlı ve
erdemli seçkinler ve akıllılardır. Onlardan diğer grup, kötü ve rezil
ahmaklardır. Bu ikisi arasındaki grupsa, ortadakilerdir. Her grubun
farklılaştıkları görüş ve düşünceleri; tutkun oldukları değişik iddiaları ve
kendilerine özgü huy ve karakterleri vardır. Aynı zamanda onların alışkanlık
haline getirdikleri işleri ve eylemleri vardır. Her grubu kendi nitelikleriyle
belirtmek ve alametlerini göstermek istiyoruz. Böylece bir şehre veya beldeye
girip onlardan biriyle karşılaştığında, onları alametleriyle ayırt edersin ve
simalarıyla tanırsın. Dolayısıyla onlara selam verir, grubun içine mümkün
mertebe yumuşak ve kibar bir şekilde girersin. Onlara bizim ilmimizden,
kalplerinin aldığı oranda bahsedersin. Onlara sırlarımızı akıllarının ve
ruhlarının aldığı kadarıyla öğretirsin. Bu şekilde gayretleri ona ulaşır ve
anlayışları onu kavrar. Bütün bu konularda sen, İhvân-ı Safâ Risaleleri nin birincisinde
hikâyesi anlatılan dost bilge tabip gibi olursun.
Seçkin
ve erdemli kardeşlerimiz arasında din işlerini bilen, nübüvvet sırlarından
anlayan ve felsefî alıştırmalarla eğitilen kimseler vardır. Onlardan biri ile
karşılaştığın ve ona uygun bir şekilde yakınlık kurduğun zaman onu
sevindirecek bir şeyle müjdele, ona keşif ve uyanış merhalesini yeniden
başlatmayı ve sultanın evine ve seçkin kişilerin zuhuruna uygun olan onuncu
merhalede irtibatın ateş üçgenleri (trigonometrisi) burcundan bitki ve hayvan
üçgenleri burcuna geçmesi suretiyle kulların üzerinden tasanın kalkmasını
hatırlat!
Bil
ki kardeşlerimizden ve topluluğumuz mensuplarından bir diğer grup bizim
varlığımızdan şüphe etmekte ve dostluğumuza ilişkin inançları çerçevesinde
varlığımızı sürdürmemize şaşırmaktadırlar. Bir diğer grup ise varlığımızı
sürdürmemize inanmaktadırlar, fakat sırlarımızı bilmeksizin davamızdan
habersizdirler. Hepsi davamızın ortaya çıkmasını beklemekte, devrimizin çabucak
gelmesini istemekte ve davamızın muzaffer olmasını arzulamaktadırlar. Onlardan
biriyle karşılaştığında onu sevindirecek bir şeyle müjdele, gözünü imkânsız
gördüğü ümitlerle aydınlat ve umduğunun uzak olmadığını haber ver!
Kardeşlerimizden güvendiğin kimselere sana öğrettiğimiz bilgileri hatırlat,
bize olan inançları hususunda ruhlarının tatmin olması ve kabul ettikleri
davanın doğruluğunu anlamaları için sana açtığımız sırları anlat. Onların önüne
ruhlarının arzulayacağı ve huzur bulacağı risaleleri aç. Fakat bu, sana açıkladığımız
gibi düzenli ve tertipli olsun. Belki böylece onların okunuşunu duyduklarında
ve manalarını kavradıklarında ruhları gaflet ve cehalet uykusundan uyanır ve
yüce Allah’ın belirttiği gibi marifet ruhuyla canlanır: “Ölü iken
dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz
kimsenin durumu, hiç, karanlıklar içinde kalmış, bir türlü ondan çıkamamış
kimsenin durumu gibi olur mu?”3
Kardeşim,
bil ki insanlar arasında din mensuplarımızdan olup bizim ve ehlibeytimizin
üstünlüğünü kabul eden bir topluluk vardır. Fakat onlar bizim ilimlerimizi
bilmezler; bizim sırlarımız ve hikmetlerimizden habersizdirler. Bundan dolayı
bizim varlığımızı ve bekamızı inkâr ederler. Aynı zamanda onlar bizim
varlığımızı kabul eden ve davamızın ortaya çıkışını bekleyen topluluğu hor
görürler. Onlara karşı çıkarlar. Bağnazlık gösterirler ve nefret ederler.
Ey
kardeşim! Bil ki, insanlar arasında din mensuplarımızdan olup bizim ve ehlibeytimizin
üstünlüğünü kabul eden bir topluluk vardır. Fakat onlar bizim ilimlerimizi
bilmezler, bizim sırlarımız ve hikmetlerimizden habersizdirler. Bundan dolayı
bizim varlığımızı ve bekâmızı inkâr ederler. Bununla birlikte onlar, bizim
varlığımızı kabul eden topluluğu hor görürler. Varlığımızı kabul eden ve
davamızın ortaya çıkışını bekleyen grubu hor görürler. Onlara karşı çıkarlar.
Bağnazlık gösterir ve buğzederler.
Bil
ki, bunun sebeplerden birisi, insanların kötülerinden olan bir topluluğun Şiî
olarak görünmeyi (teşeyyu'), kendilerine eylemlerinde iyiliği emredip
kötülükten alıkoyan kimselerden sakınmak için bir maske yapmalarıdır. Çünkü
onlar her sakıncalı şeyi yapıyor ve her emredileni terk ediyorlar. Onlar
yaptıkları kötülükten alıkonduklarında, kendilerini yadırgayan veya işledikleri
kötülükten alıkoyan kimselere karşı Şiîlik gösterisinde yarıştılar ve
Alevîliğe/Ali taraftarlığına (Aleviyye) sığındılar. Yaptıkları iş ne
kötüdür! İnsanlar içinde bedenleriyle bize mensup, fakat ruhlarıyla bizden uzak
olan ve Alevî olmadıkları hâlde kendilerini Alevî olarak
adlandıran bir topluluk vardır. Fakat onlar, aşağılık kimselerdendir. Onlar,
bizim davamıza dair, bedensel aidiyetleri dışında, Kurandan onun ismi dışında,
İslâm’dan onun töreni dışında bir şey bilmezler. Bunların, ne öğrendikleri bir
ilim, ne anladıkları bir fıkıh (İslam hukuku), ne kıldıkları bir namaz, ne
verdikleri bir zekât, ne haccettikleri bir mekân, ne tanıdıkları bir cihat, ne
kaçındıkları bir haram, ne sakındıkları bir kötülük vardır.
Her
çirkinliği yaparlar, fakat ne tövbe ederler ne de zikrederler. Ancak bütün
bunlara rağmen insanlara karşı küstahlık eder, onlara buğzederler ve bizim
taraftarlarımızdan (Şiamızdan) nefret ederler. Onlar bizim dinimizin
(milletimizin) mensuplarına en uzak ve taraftarlarımıza (Şiamıza) en düşman,
bizim ilimlerimizi en az bilen ve davamızın hakikatinden ve hikmetimizin
sırlarından en habersiz insanlardır. Ancak Allah’ın pislikten çıkardığı ve
tertemiz ettiği kişiler hariçtir. Nitekim Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve
sellem şu sözüyle buna işaret etmiştir: “Ey Haşimoğulları! İnsanlar Kıyamet
günü amelleriyle gelmezler, siz soylarınızla gelirsiniz. Ben Allaha karşı sizi
hiçbir şekilde koruyamam” İnsanlar arasında Şiîliği geçim kaynağı hâline
getiren bir topluluk vardır. Mesela, ağıt yakanlar ve kıssacılar bunlardandır.
Bunlar, Şiîlik hakkında teberrî, sövgü, kınama, lanet, ağıt yakıcılarla
birlikte ağlama, Şiîliği benimseyenleri sevme, ilim talep etmeyi, Kuran
öğrenmeyi ve dinde derinleşmeyi terkten başka bir şey bilmezler. Bunlar, türbe
yapmanın gerekliliğini ve çocuğunu kaybeden kadınlar gibi, kabir ziyaretini
şiar hâline getirdiler. Onlar bedenlerimizin yok olmasına ağlıyorlar, fakat
ruhlarına ağlasalar daha iyi olur!
Şia
içerisinde imamların duayı işittiklerini ve duaya karşılık verdiklerini
söyleyenler vardır. Bunlar, kabul ettikleri şeylerin hakikatini ve inandıkları
şeylerin doğruluğunu terk etmezler. Yine onlar içinde Beklenen İmam’ın (el-İmâmuT
muntazar), muhaliflerinden korktuğu için saklandığını iddia eden kimseler
de vardır. Tam tersine o, onlar arasında görünmektedir. O, onları tanır; fakat
onlar onu inkâr ederler (tanımazlar). Nitekim şöyle denilmiştir:
Onu
kendi cinsinden olup araştıranlar tanır;
Fakat
diğer insanlar onu tanımazlar.
Hepsi
de peygamberlerin Allah’ın ilim hâzineleri, Allah’ın yeryüzündeki halifeleri ve
peygamberlik ilminin varisleri olduklarını kabul ve ikrar ederler. Ancak
söyledikleri hususun aslını ve inandıkları şeyin doğruluğunu anlamazlar! Bu
yüzden merhametli kardeşim! Allah seni katından bir ruhla desteklesin! Seni,
onlara katılmaktan sakındırırım. Aksine sen; doğru yolu bulan, bulduran (hâdi
ve mehdi), doğru yolu gösteren (reşit) doktor, kardeşlerine,
yoldaşlarına ve komşularına yar ol. Yolunu şaşırmışa yol gösteren, kör ve
hastaları iyileştiren ve Allah’ın izniyle ölüleri dirilten kimse ol.
Anlatıldığına
göre, Hindistan krallarından âlicenap (soylu), saltanatı güçlü, geniş topraklı,
halkına iyilikle nam salmış, adalet ve insaf yanlısı; ancak puta tapan, onları
yücelten, putperestleri yakınında barındıran, peygamberin haberlerinden ve
onların getirdiği, göklerin melekutu, vahiy, inen kitaplar, ilahi kanunlar ve
yorum, dünya ve ahretin durumu, yeniden dirilme, kıyamet, mahşer, hesap,
terazi, sırat ve cehennemden kurtuluş, celal ve kerem sahibi Allah’a yakın
olma ve cennete girme gibi konular hakkında hiçbir şey bilmeyen bir kral
varmış. Sonra bu kral yaşlı olmasına rağmen doğumuyla mutlu olduğu bir erkek
evladına sahip olmuş. Böyle bir çocuğa sahip olunca medyumlara ve müneccimlere
çocuğun doğum gününün hesaplanmasını ve bunun astroloji hükümlerine göre
olmasını emretmiş. Onlar çocuğun yetişeceğine, yaşayacağına, uzun ömürlü
olacağına ve yeryüzü sakinlerinin krallığına ve cismanilerin saltanatına
benzemeyen, bilakis gök sakinlerinin krallığına ve ruhanîlerin saltanatına
benzeyen bir krallığı ele geçireceğine hükmederler. Çocuk büyüyüp yetişince
babası onu tek başına bir eve kapatır, onun için bir saray yaptırıp oraya oturtur,
onun için muhafızlar görevlendirir, orayı hizmetçiler, etrafında dönen uşaklar
ve hadımlarla doldurur, halktan birinin oraya ulaşmasını engeller. Çocuk
büyüyüp yetişince ona ülkesinde kendisinden önce kimseye verilmeyen bir
kavrayış ve zekâ verilir. Ona kral çocuklarına öğretilen okuma, yazma, şiir,
fesahat, nahiv, dil, hesap, astroloji ve geometri gibi sanatlar ve kral
çocuklarına layık diğer ilimler öğretilir. Saf ruhlu ve diri kalpli biridir.
Göğün melekûtu, yaratıcı, mebde ve meadın şekli, daha önce geçmiş ve yıkılmış
kavimlerin halleri hakkında çok düşünür. Ne oldular, nereye gittiler? Nihayet
bu durum onu yemeden, uykudan, dünya nimetlerinin hazları ve şehvetlerini
tatmaktan alıkoyar. Gece sabahlar, gündüzünü uzatır. İçinde bulunduğu bu durumu
soracak ve kalbindeki şeyleri müzakere edecek birini bulmak ister. Hiç kimseyi
bulamaz. Sonunda bu hali insanlar arasında yayılır. Hakkındaki güzel övgü
artar, şanı her tarafa yayılır. Onun haberini Serendip ülkesinden bir filozof
işitir. Rüşdüne tamah eder; yol gösterici, kılavuz, filozof ve bilge olmak
ister. Onun ülkesine doğru yönelir. Yanında hikmet kitaplarından olan, nübüvvet
sırlarını taşıyan mühürlü bir sepetin içinde, bir elbisede sarılı olan bir
kitap götürür. Sonra o şehre gelir, içinde dolaşır, fakat oranın halkından bu
çocuk dışında hikmetini dinlemeye elverişli bir kimseyi bulamaz. Kapısında
dolaşır, saray çevresindeki bekçilerin ve muhafızların çokluğundan dolayı
oraya varmanın çok zor olduğunu görür. Kendisine oraya nasıl ulaşacağını ve
yanma nasıl gireceğini düşündüğü bir zaman ayırır. Hatta yanına girip çıkanları
tanır. Onunla ilgilenen hizmetçilerden birini gözüne kestirir ve bir gün boş
bir zamanını denk getirmek için izlemeye başlar. Yol kenarında elinden tutup
ona şöyle der: Diyeceklerimi dinle, sırrımı gizli tut ve bende kralın oğlu için
bir nasihat olduğunu bil. Bu konuda sende gelecek gördüğüm için seni seçtim.
Hizmetçi
ona dedi ki: “Bu ihtiyaç ve bu nasihat nedir? Söyle ki ben de öğreneyim.” Şöyle
dedi: “Ben deniz tüccarlarından bir adamım. Elime paha biçilmez çok değerli
mücevherler geçti. Bunlar ancak krallara ve kral çocuklarına yakışır. Bunları
buradaki genç adama göstermek için geldim. Onlar hoşuna gider ve isterse hepsi
önüne serilir. İstemezse gizlice bana geri getirilsin. Bundan hiçbir insanın
haberi olmasın. Zira hâzinenin hırsızlar ve yankesiciler tarafından öğrenilip
çalınmasından endişeliyim.”
Hizmetçi
ona dedi ki: “Mücevherlerini göster de bakayım, eğer ona layık ise onları
kendisine götürürüm.”
Bilge
şöyle dedi: “Mücevherlerimde gözlerinin zayıf olması sebebiyle bakamayacağın
kadar güçlü bir parıltı ve parlaklık vardır. Sana bir zarar gelmesinden korkarım.
Ancak kralın oğlu genç, iyi bakışlı ve keskin görüşlüdür. Ona bir zarar
geleceği endişesi taşımıyorum.”
Hizmetçi
dedi ki: “Bahsettiğin bu şey önemli bir konudur. Konuşmanda bir sa kınca
görmüyorum; ancak söylediklerinden şüphe ediyorum. Nasıl yapayım?”
Bilge
şöyle dedi: “Kralın oğlunu sana anlattığım bu nasihatten mahrum bıraka mazsın.
Eğer beni bu sandıkla birlikte ona ulaştırmazsan beni ona ulaştıracak başka
birini araştırırım.”
Bunun
üzerine hizmetçi gidip genç adama olanları anlattı. Kralın oğlu bu sözü
işitince yüzü parladı, kendini tutamayıp ayağa kalktı ve evin içinde yürümeye
baş ladı. İhtiyacına ulaştığını ve istediği şeyi bulduğunu anladı. Hizmetçiye
dedi ki: “Bu haberi bana getirmekle ne iyi ettin! Şimdi bana o adamı geceleyin
gizlice ve sır içinde getir.”
Bilge,
gence ulaşıp şahsını görünce ondaki asalet ve başarıyı fark etti. Uşak oturduğu
yerden kalkıp ona selam verdi ve güzel bir şekilde karşıladı. Onu oturttu, kendisi
de önüne oturdu. Hizmetçiye şöyle dedi: “Bizi yalnız bırak da ona içimden geçenleri
sorayım.”
Sonra
söze başladı, ona hâlini, gelişini ve maksadını sordu; uzun bir konuşmaya
daldı. Bundan sonraki bölümde aralarında geçen konuşmayı anlattık. Böylece erdemli
ve iyi kardeşlerimizin -Allah onları ve bizi kendinden bir ruh ile desteklesinhikmetleri
için iyi, soylu, görgülü, edepli, zeki ve ilimlerimizin zikirlerini ve
hikmetimizin sırlarını anlayan yeni yetme gençleri seçme konusunda Yüce
Allah’ın kanununa uyarak bu bilgeyi örnek almaları gerekir. Şöyle ki o, genç
olmayan hiçbir nebi göndermedi ve hikmeti genç olmayan hiçbir kuluna vermedi.
Nitekim Yüce Allah onları anarak ve överek şöyle dedi: “Şüphesiz onlar
Rablerine inanmış birkaç genç yiğitti.’’[94]
Dostu İbrahim kıssasında da şöyle dedi: “İbrahim denilen bir gencin onları
diline doladığını duyduk.”[95]
“(Musa) genç arkadaşına öğle yemeğimizi getir, dedi.”[96]
[97] [98]
Böylece
kardeşlerimizin bu vasıfta bir arkadaş bulduklarında onu elde etmeleri, diğer
kardeşlerine tanıtmaları ve Aziz ve Çelil olan Allah’ın yardım ve desteğiyle
müjdelemeleri gerekir. Nitekim övgüsü yüce olan Allah şöyle demiştir: “Eğer
siz Allaha yardım ederseniz, O da size yardım eder.,r/ Yine dedi
ki: “Allah müminlerin dostudur.”11
Genç
ile bilge arasında şöyle bir konuşma geçti. Ona dedi ki: “Söyle bana, bilgeler
niçin dünya işlerini yererler ve orası yetiştikleri yurtları ve kendilerini
büyüten babalarının meskeni olduğu halde dünya nimetlerinden el etek çekmeyi
öğütlerler?”
Şöyle
cevap verdi: “Çünkü göğün melekûtunu gördükleri zaman burası tıpkı bu miskinin
kral ve vezirin gözünde küçülmesi gibi onların gözlerinde küçülür ve bildikleri
ahiret ehline ait nimetler yanında buranın nimetlerini hor görürler. Genç adam:
“Bu nasıl olur?” dedi.
Bilge
dedi ki: “Onlar, Hindistan krallarından birinin yüksek makamlı, saltanatı
güçlü, memleketi geniş, siyaset ve yönetimi güzel, halkına adil davranan,
hükümette doğru delilli, dünya işlerini gören ve onlara ilgi gösteren, kalıcı
olmayı temenni eden, fakat ahiret, mebde, me ad, yeniden diriliş, kıyamet, vahiy
ve peygamberliği bilmeyen bir kimse olduğunu söylediler. Bununla birlikte
taklit yoluyla putlara tapıyordu. Onlara kurban sunuyor, mertebelerini
yüceltiyor ve çocukluk ve gençliğinden beri üzerinde düşünüp akletmeden
sürdürdüğü âdete uyarak onlara tapanlara iyilikte bulunuyordu. Onun göğün
melekûtunu, yüce topluluğun haberini, mead ve mebde konusunu,
peygamberlere (a.s) gelen vahyin şeklinidin işleriyle ilgili kuralların
nedenlerini, kanunlardaki simgelerin amaçlarını, şeriat hükümlerinin
sebeplerini, onların yüksek gayesini, manalarının hakikatini, sırlarının
gizliliklerini, işaretlerinin inceliklerini, onları vaz’ edenin maksadını,
onlardaki yakın faydayı, asıldaki istek ve amacı bilen hayırlı, bilgili ve
basiretli bir veziri vardı. Vezir, kralın bu putlara hakikatlerini bilmeden,
mertebelerini görmeden ve maksadı anlamadan secde ettiğini, selama durduğunu ve
makamlarını yücelttiğini gördükçe onun gaflet, taklit ve cehaletin etkisiyle
yaptıklarından duyduğu acıyla kalbi daralıyor, onun için açık ve gizli
üzülüyor, uzun dostlukları ve iyi ilişkileri sebebiyle ona acıyor ve merhamet
hissediyordu. Yapacağı son iş, onu bundan alıkoymak veya gafletten, aşın
sarhoşluk ve dalgınlık sebebiyle sözünü dinlememesinden ve bunların zamanla
nefsine yerleşmesi ve onlara devam etmesi sebebiyle öğüdünü kabul etmemesinden
uyandırmak idi. Bunu onun bir arkadaşına şikâyet ederek şöyle dedi:
Bu
kral ile devam eden uzun dostluğum süresince onda iyilikten başka bir şey
görmedim. Benim üzerimde şükrünü eda edemeyeceğim kadar çok ihsanı, nimeti ve
iyiliği var. Onun hakkında din ve mead konusundaki gafleti, ahirete az ilgi
göstermesi, ölümden sonraki dönüş üzerinde düşünmeyi terk etmesi dışında bir
şeyi inkâr edemem. Hatırlattığımda nasıl bir tepki vereceğini bilmiyorum.
Arkadaşı
ona şöyle dedi: Sen arkadaşının şahsiyetini, ahlâkını ve âdetlerini daha iyi
biliyorsun. Bundan dolayı yararlı olması için ancak hastalık anında ilaç veren
şefkatli bir doktor ol ve fırsat kolla! Konuşacak bir ortam bulursan onu
değerlendir. Bulamazsan temkini elden bırakma. Kralların birçok açıdan
sarhoşluk ve gafletlerinin olduğunu bil. Saltanat, emretme, yasaklama,
başkanlık, izzet, kibir, gurur ve büyüklenme sevgisi bunlardandır. Aynı şekilde
gençlik, zindelik, soyluluk, böbürlenme, kendini beğenmişlik ve şecaat
sarhoşluğu ve zafer, liderlik ve itibar aşkı da bunlardandır. Yine tabiata
yerleşmiş şehvetlere düşkünlük ve onları yapabilme, alışkanlık haline gelmiş
lezzetler, refah, rahatlık ve yakınlığa meyletme ve çocukluktan ?eri
alışıla gelen âdetleri sürdürme de bunlardandır. Aynı şekilde başlangıçtan itibaren
birikmiş olan bilgisizlikler, tabiat ve yaratılışla birlikte var ola gelen
huylar da bunlardandır. Bütün bunlar hikmeti dinlemeye, sonu düşünmeye ve
öldükten sonra ıhirette yeniden dirilmeyi ve dönmeyi tefekkür etmeye engeldir.
Sonra
vezir, onunla konuşma fırsatı kollayarak uzun bir süre bekledi. Nihayet bir
;ece vatandaşların işlerini, teftiş belgelerini ve siyaset yönetimini
bitirdikten sonra :ral tesadüfen ona şöyle dedi: Bir gece şehrin vaziyeti111
öğrenmek, halkm durumunu teftiş etmek ve yağmurun etkilerini, vatandaşların
halini ve kulların maşla hatlarını görmek için tebdil-i kıyafet yaparak dışarı
çıkalım mı? Nitekim o ülkenin krallarının âdeti olduğu üzere kral yılda ancak
bir defa biner ve tebaaya sadece bir gün görünürdü. Krallığa saygı göstermek ve
halkın işlerini yönetmek için böyle yapılırdı. Böylece tebdil-i kıyafet
yaparak şehrin etrafında dolaşmaya başladılar. Bu durumdayken uzaktan bir ışık
göründü. Ona yaklaşıncaya kadar o tarafa doğru ilerlediler. Üzerinde atılmış
leşler ve pis kokulu taze gübreler olan tepe gibi büyük bir çöplüğe geldiler.
Altında mağaraya benzeyen bir in ve oranın en uzak köşesinde de çöplükteki kül
ve gübrelerden yaptığı bir tümsek üzerine oturmuş, altına hah gibi çöplük
paçavraları sermiş, üstünde yamalı elbise gibi dikilmiş bir zırh, başında
pelerin gibi bir başlık bulunan bozuk vücutlu bir adam gördüler. Yanında
yaratılışı ona benzer, üstünde zırh, başörtüsü ve peçe gibi giysiler bulunan
bozuk vücutlu bir kadın vardı. Önlerinde minare gibi tuğlalar üzerine konmuş
çaputtan bir kandil, adamın yanında içinde biraz su karıştırılmış sirke gibi
bir posa olan kırık bir testi vardı. Yine yanında kereviz ve maydanoz demetleri
bulunan bir sepet vardı. Her birinin elinde bu testiye daldırıp içtikleri
birer maşrapa vardı. Adamın dizinde hallaç yayı gibi üzerine ip gerdiği bir
kamış vardı; ona elindeki mızrapla vuruyor, ölçüsüz ve ahenksiz şarkılar
söylüyordu. Şarkısında adam karısının güzelliğinden dem vuruyor, ona olan
aşkını ve derin sevgisini dile getiriyordu. Kadın da elinde tuttuğu
tabaklanmamış kuru deriden yapılmış kokulu tefe vuruyor, onun şarkısına dans
edip eğilerek eşlik ediyordu. Her biri içince arkadaşına doğru yürüyor ve onu
bir demet kereviz ve maydanozla selamlıyordu. Kadın da sanki Hz Yusuf’muş gibi
onu güzelliği ve yakışıklılığı ile övüyor, ona “Krallar Kralı” manasına gelen
“Şehinşâh”, adam da ona “Hanımların Sultanı” anlamına gelen “Kedbanuy” diye
hitap ediyordu. İçip ona doğru gidiyor, onu övüyor, güzelliğini en azından
“Hurilayn” diye niteliyordu. İçince Allah’tan sahip oldukları imkânları yok
etmemesini, içinde bulundukları nimetleri değiştirmemesini ve zaman durdukça
kendilerini hep bu halde devam ettirmesini istediler.
Kral
ve veziri bu ikilinin içinde bulundukları zevk, mutluluk ve sevince bakınca bu
miskinlerin hali karşısında şaşkın bekleyişleri uzadı. Sonra kral vezire şöyle
dedi: “Ömrüm ve saltanatım boyunca, sahip olduğum onca mülk, gençlik, meclis ve
eğlence anlarında şehvetlere imkânım olduğu halde şu hakir miskinlerin
halleriyle anlattıkları zevk, mutluluk ve sevince ulaşamadım. Bütün bunlara
rağmen onlar bu hallerini istedikleri sürece her gece devam
ettirebileceklerdir. Zira onların önüne, memleketin etrafındaki ayaklanmalar, bölgelerin
çalkantıları, ordunun kargaşası, erzak talebi, tebaanın şikâyet ve
açgözlülüğüyle ilgilenme, kâtiplerin muhasebesini ve valilerin yönetimini
denetleme, taziye ve tebrikleri kabul etme, seçkinlerle ilgilenme, halkın
işlerini yapma, hikâyeleri dinleme, imzaları atma, ambarları koruma, etraflardan
gelen elçileri karşılayıp ağırlama, onlara görkemli görünme, habercilerden
gelen mektupları okuyup cevaplama gibi hayatı zehir hale getiren, lezzetleri
azaltan, dert, üzüntü ve kederlere yol açan benzeri meşguliyetler gibi zevk ve
eğlencelerini kesintiye uğratacak hiçbir engel ve meşguliyet çıkmaz.”
Kral
sonra dedi ki: “Fakat öyle zannediyorum ki bu iki insan bizim kaldığımız evlere
girer, kıyafetlerimizden giyinir, meclislerimizi görür, yemeklerimizi tadar,
krallık ve saltanatımıza tanık olur ve yaşadığımız nimeti bir saatliğine görüp
sonra bu hallerine geri dönerlerse bundan sonra mutlu olamayacak, daimi zevk
aldıkları bu sıra dışı hayatı bulamayacak bu menfur yaşamda bir tat bulamayacak
ve sahip oldukları bu sevinç, mutluluk ve zevk gözlerinde küçülecektir.”
Kral
konuşmasını bitirip vezir o sözleri dinleyince arkadaşının kendisine ilettiği
şikâyeti hatırladı: “Fırsatı kolla ve tedaviyi hastalık esnasında yap. Her
duruma uygun bir söz vardır.” Vezir krala dedi ki: “Ey kral, sahip olduğumuz
saltanat gücümüz, krallık refahımız, şehvet tadımız, sevinç ve mutluluğumuzda
şu iki miskinin sahip olduklarında aldandıkları gibi aldanmaktan ve başka
toplulukların gözünde şu iki miskin gibi küçük düşmekten korkuyorum.”
Kral
vezirin sözünü duyunca kibirlendi, büyüklendi ve ona şöyle dedi: “Bugün
yeryüzünde bizim krallığımızdan daha geniş bir krallık, saltanatımızdan daha
ulu bir saltanat, ülkemizinkinden daha değerli bir taş[99] ve
egemenliğimizden daha üstün bir egemenlik mi var?” Vezir, “Hayır” dedi.
Kral
dedi ki: “Peki, gözlerinde küçük göründüğümüzü ve bizi hakir gördüklerini iddia
ettiğin bu kavim kimdir?”
(Vezir)
şöyle dedi: “Dindarlar diye bilinen bir kavim.”
Kral
dedi ki: “Onların ülkesi neresidir? Onlar hangi halktandır?”
(Vezir)
şöyle dedi: “Onlar tek din, tek mezhep ve tek görüş çatısı altında toplanmış,
çeşitli memleketlere dağılmış, pek çok kabileye mensup insanlardır.”
Kral
dedi ki: “Bana onların mezheplerini ve durumlarını anlat.”
Vezir
şöyle dedi: “Onlar Allah’ın yeryüzündeki emanetçileri, peygamberlerinin
halifeleri ve kullarının imamlarıdır. İnsanlar arasında çok azdırlar. Çünkü
onlar, halk içinde, yemekteki tuz gibidirler. Allah onların isteği ile gökten
yağmur yağdırır ve yeryüzüne bereket indirir. Onların duası ile Allah kıtlık,
pahalılık ve salgınları kaldırır. İçlerinde Allah’ın kitaplarını ezberleyenler
ve tevilini bilenler vardır.”
Kral
dedi ki: “Allah’ın peygamberleri kimlerdir?”
Vezir
şöyle dedi: “Onlar, Âdemoğullarından bir zümredir. Allah onları kullarının
arasından seçmiş, kendisine yaklaştırmış, kendileriyle konuşmuş, onlar için
gayb sırlarının kapısını aralamış ve onları vahyinin emanetçileri ve kendisiyle
insanlar arasındaki elçiler kılmıştır. Onları göğün melekûtunda bulunan ruhlar
âleminden yeryüzündeki oluş ve bozuluş âlemine göndermiş ve kullarını babaları
Âdem’in yaşadığı cennette kendi komşuluğuna çağırmaları için onlarla birlikte
kitaplarını indirmiştir.”
Kral
dedi ki: “Peki bize ruhlar âlemi ve gökyüzü melekûtundan neler anlatıyorlar?”
Vezir
şöyle dedi: “Orada çok geniş bir uzay, dönen felekler, gezen yıldızlar, göz alıcı
ışıklar, ferahlık, tatlı esinti, rahatlık ve hoşnutluk, cennet ve rıdvan
bolluğu, güzel huriler, uşaklar, hizmetçiler, yardımcılar, ne yaz sıcağı, ne
kış soğuğu, ne cisimlerin karanlığı, ne gök cisimlerinin gölgesi, ne de yer
sıkışıklığının karıştığı güzel koku ve meltem, daimi bir krallık ve ebedî bir
saltanat bulunduğunu, halkının ölmeyen diriler, yaşlanmayan gençler,
hastalanmayan sağlıklılar, yoksullaşmayan zenginler, kıskançlık göstermeyen
komşular, uyumlu dostlar olduğunu, sıkıntıların mutluluklarını mutsuzluğa
dönüştürmediğini, zevklerine acının, sevinçlerine üzüntünün karışmadığını,
neşelerini dert, keder, felaket, afet ve zamanın gölgelemediğini söylüyorlar.”
Kral
dedi ki: “Peki, ne diyorlar? Oraya ulaşılabilir miymiş?”
Vezir
şöyle dedi: “Bunun gereğini yapanların ulaşacaklarından şüphe etmiyorlar.” Kral
dedi ki: “Nasıl talep edilir, izlenecek yol nedir ve oraya nasıl ulaşılabilir?”
Vezir, ona bir kısmını şeriatla ilgili risalelerimizde açıkladığımız,
peygamberlerin (a.s) kitaplarında haber verdikleri ve bilge filozofların
sırlarında işaret ettikleri hususları anlattı.
Kral
vezire dedi ki: “Ne zamandan beri bu hikâyeyi biliyorsun, bu görüşe inanıyor ve
bu mezhebi tanıyorsun? Vezir: “Çoktandır” dedi.
[Kral]
dedi ki: “Peki benimle olan bu uzun muaşeretin süresince neden bu önemli ve
tehlikeli konuyu benimle müzakere etmedin?
Vezir
şöyle dedi: “Bu önemli konuyu kral ile müzakere etmememin sebebi, sana karşı
cimrilik göstermem veya seni buna ehil görmemem değildir. Fakat ertelememin
sebebi, konuşmak için uygun yer ve zamanı beklemek ve kollamaktı. Zira bu ilme
eğilmek, meselenin hakikatini araştırmak ve onu özlü bilgiyle tasavvur etmek,
dünya işleriyle meşgul olmayan bir kalp, kedere yol açacak engeller, bozuk
düşünceler ve çirkin âdetlerden arınmış nefis, üstün konuları talep etmede
yüksek bir himmet, yerilen bedensel şehvetlerden uzak durma ve hissedilir fani
lezzetleri terk etmeyi gerektirir. Böylece o, buna sahip kişinin yalandan
başka söz, görünür olandan başka amel, kabuktan başka ilim, taassuptan başka
din bilmeyen avam gibi taklitçi olmaması için bu konuları hakkıyla ve dosdoğru
olarak tasavvur eder. Krallar dünya işleriyle en yoğun meşgul olan, en uzun
soluklu umutlar taşıyan, dünyada ölümsüzlüğe en çok rağbet eden ve dünyada
ebedi kalmayı en fazla arzulayan kimselerdir. Çünkü onlar dünya nimetlerinden
aşırı derecede yararlanabilmekte ve şehvetlerine dalabilmektedirler. Bu ilmi
müzakere etmeye zeki gençlerden başkası uygun değildir. Onların saf ruhları,
anlayan kalpleri vardır. Onlar bozuk düşüncelerden uzak olup kötü âdetlere
alışmamışlardır. Onların, matematik ilimlerinde yetişmiş, siyaset işlerinde
tecrübeli, metafizik ilimleri seven, muhtelif görüşler ve çelişkili düşüncelerde
mutaassıp olmayan şeyhleri veya melekler mertebelerini, semavî işleri, ruhanî
akledilirleri, mutlak varlığı, daimî ve ebedî kalıcılığı istemede yüksek
gayretleri olan melekî nefisleri vardır.
Kral
dedi ki: “Bugünden sonra en yoğun çabamızı taklit ve yalana sapmadan doğru ve
açık bir şekilde bu işin hakikatini keşfetmeye tahsis etmemiz gerekir. Onun hak
olduğu ortaya çıkarsa onu hakkıyla isteyecek, putlara tapmayı ve fani olmaya
mahkûm olan bu dünya işlerini terk edeceğiz. Nitekim bizden öncekilerin yaptıkları
da fani oldu ve saltanat ve refahları ortadan kalktı.” Sonra ona dedi ki: “Bana
mahlûkat türleri içinde yer alan filozofların anlattıklarından haber ver!”
Şöyle dedi: “Diyorlar ki: Onların sayısını Allah’tan başka kimse bilmez.
Nitekim o mahlûklar arasında bulunan hayvanlar, davarlar, yırtıcılar, vahşiler,
kuşlar, sürüngenler, böcekler, binek hayvanları, su ve deniz hayvanları; keza
Âdemoğulları arasında Türkler, Habeşiler, Zenciler, Nubiler, Araplar, Acemler,
Persler, Rumlar, Hintliler, Sindiler, Çinliler, Nebatiler, Zuttiler, Kürtler,
Yecüc ve Mecüc, Sisanlar ve daha bilinmeyen başka halkların adedi sayılmaz.
Dilleri, renkleri, tabiatları, huyları, gelenekleri, davranışları, sanatları,
görüş ve mezhepleri farklı olan bu insanlar, bin kralın yönettiği yaklaşık on
yedi bin şehirde yaşayan şehirli, köylü, sahilli, adalı ve bedevidir. Bunlar
yeryüzünün kara parçasının dörtte birinde yerleşik yaşamaktadırlar. Yeryüzü üzerindeki
tüm denizler, dağlar, bozkırlar, nehirler, harabeler ve medeniyetler aslında
-uzay boşluğundaçöle fırlatılmış bir halka gibidir. Uzaydaki dokuz gezegenin
her birinin alanı, atılan o halka üzerindeki çöl meydanı gibidir. Ey kral, Yüce
Yaratıcının uzaydaki bu geniş alanı cevherinin üstünlüğüne, bu cisimlerin
cevherlerinin değerine ve bu yerlerin tatlı rüzgârına rağmen içlerinde oralara
layık nüfus yaratmadan bomboş bıraktığını görüyor musun? Ancak acı tuzlu
denizleri boş bırakmamış, engin zenginlikleri içerisinde hayvanlar ve çeşitli
balıklar yaratmıştır. Aynı şekilde bu ince hava katmanını da boş bırakmamış,
orada balıkların suda yüzdüğü gibi yüzen kuş türleri yaratmıştır. Keza kuru
bozkırları da boş bırakmamış, orada da evcil, vahşi ve yırtıcı hayvanlar
yaratmıştır. Aynen ovalarda, yaylalarda, dağ tepelerinde, vadilerin
derinliklerinde ve nehirlerin kıyısında, hatta bitkilerin içinde, ağaç
kovuklarında ve tohumların özünde bile değişik şekilli hayvanlar yaratmıştır.
Bil
ki tüm bu hayvanlar şekil ve görünüm farklılıklarına rağmen felekler âlemindeki
suretlerin misal ve hayalleridir. Ancak buradakiler cismanî heyulada iken
oradakiler ruhanî cevherler içindedirler. Oluş ve bozuluş âlemindeki bu yaratıkların
ve hallerinin felekler âlemindeki yaratıklara ve hallerine nispeti, duvarlara
ve hamam kapılarına çeşitli boyalarla çizilen resimler gibidir. Nitekim bu
resimler, hareketli ve duyarlı hayvanların misal ve gölgeleridir. O suretler
ölü, bunlar ise diridirler. Aynı şekilde o yaratıklar ruhanî, bunlar cismanî;
onlar şeffaf, bunlar karanlıktırlar; onlar baki, bunlar fani; onlar saf,
bunlar bulanık; onlar aydınlığa, bunlar karanlığa ait; onlar korunmuş, bunlar
bozukturlar.”
Kral
dedi ki: “Âdem, eşi ve soyu cennetten neden çıkarıldılar ve yeryüzüne indirildiler?”
Vezir şöyle dedi: “İşledikleri günah yüzünden.”
Kral
dedi ki: “O zaman bana hikâyelerini anlat!”
Vezir
şöyle dedi: “Bu, açıklanmaması gereken bir sırdır. Ancak sana anlayabileceğin
bir örnek vereyim. Küçükken büyüttüğün, büyüyüp yetiştiğinde eğitip ilim
öğrettiğin, yetişkin olunca seçip üstün ve şerefli kıldığın, sonra krallığının
bir kısmını idaresine verdiğin, bazı bölgelerde halife yaptığın, halkın ve
tebaandan daha çok itaat etmesini istediğin, çok lütufta bulunduğun, isyan
etmesini yasakladığın halde sana karşı gelen, tavsiyeni terk eden bir kulunu
düşün; onun mertebesini nasıl düşürür, ayıbını nasıl ortaya döker, onu ve
yardımcılarını nasıl hapse atarsın! Son ra o ve yanındakiler pişman olup, tevbe
edip döndüklerinde onlardan nasıl razı olursun, ilk hallerine nasıl
döndürürsün, bilmeyen ve tevbe etmeyenden nasıl yüz çevirirsin! İşle Âdem,
iblis ve soylarını da bununla kıyas et.
Kral
dedi ki: “Âdem’in tüm zürriyeti mi günah işleyip isyan etti?” Vezir şöyle
derli: “Hayır, fakat biz onlardan sonra gelen bir zürriyettik. Peygamberler
mesajı gelirdik leri için kıyamet günü “Biz gafillerden olduk.” demek
aleyhimize delil oldu.
Kral
vezire dedi ki: “Bu peygamberler ve elçiler, tebliğ ettikleri zaman insanlara
davetlerinin başlangıcında, unuttuklarını hatırlatmak ve bilmediklerini
öğretmek için ne diyorlardı? Ona, bizim bir kısmını İlahî Kanunlar
Risalesinde zikrettiğimiz hususları anlattı.
[Kral]
dedi ki: “Ona ne yapıyorlardı?” [Vezir] ona, bizim bir kısmını İhvan ı Safa’nın
itikadı hakkında söylediklerimizi anlattı.
[Kral]
dedi ki: “Onların davet ettikleri insanlarla ve davet ettikleri insanların
birbirleriyle ilişkileri nasıl idi?” [Vezir] ona, bir kısmını İhvan-t
Safa’nın Birbirleriyle İlişkileri Risalesi nde zikrettiklerimizi anlattı.
[Kral]
dedi ki: “Onların davetini başkalarının davetinden ayıran nedir?” [Vezir] ona,
bizim bir kısmını Müminlerin Özellikleri ve İmanın Şartları Risalesı'nde
zikrettiğimiz hususları anlattı.
[Kral]
dedi ki: “Bana peygamberlerin kitaplarının hangi dilde geldiğini söyle!”
[Vezir]: “İçinde yetiştikleri kavmin diliyle ve gönderildikleri insanların
sözleri ile.” dedi.
[Kral]
dedi ki: “Bana o sözlerin anlamlarını öğret!” [Vezir] şöyle dedi: “Bazıları
şunlardır: Geçmiş asırların haberleri, eski ümmetlerin sözleri, göklerin ve
yerin yaratılmaya başlaması, tabakalarının niteliği, onlardaki mahlûk
sınıflarının tasviri, günler meselesi, zaman ve devirlerin değişimi ve cisimler
âleminin fani oluşu gibi gelecekte meydana gelecek hadiselerin haberleri ve
ahiret, mahşer, hesap, terazi, ceza, sırat köprüsünden geçiş, kurtuluş ve
gelecek zamanda olması beklenen benzer olaylar. Onlarda ayrıca
emirler,yasaklar, eğitim, öğretim, helal, haram, kanunlar, hükümler, farzlar,
sünnetler, namaz, oruç, zekât, kurban, ibadet şekilleri, cennet nimetlerine
teşvik, hayır sahiplerine metih ve övgü; hırsızlık, haksızlık ve günahlardan
alıkoyma, yasaklama; işaret ve örneklemeler ile cehennem azabı tehdidi vardır.
Yine onlarda insanların kalplerine işleyecek muhkem delil ve ayetler ile
akılları dirilten konular yer alır.”
[Kral]
dedi ki: “Söyle bana, onların emirleri, yasakları, haramları, helalleri, farzları
ve sünnetleri eşit midir?” [Vezir]: “Hayır, aksine farklıdır.” dedi.
[Kral]
dedi ki: “Onları gönderen makam aynı olduğu halde neden böyle?”
[Vezir]
şöyle dedi: “Çünkü onlar insan nefsinin tabipleri ve o nefislerin müneccimleridir.
Onların haram kıldıkları şeyler nefislerin perhizi, helal kıldıkları şeyler ise
ilaç ve şuruptur. İbadet çeşitleri, tedavi ve şifadır. Bütün bunlar, bozuk
düşünceler, çirkin huylar, kötü âdetler ve kara cahillikler gibi nefislere
isabet eden hastalıklara; toplumların tabiatları ve ülkelerin iklimlerinde
görülen farklılıklar, zamanların değişimleri, yıldız hükümlerinin gerekleri ve
ilişkilerin delillerine göre şekillenir.” Nitekim bunları Bölgeler ve
Devirler Risalesinde açıkladık.
Genç
adamın bilgeye sorduğu bir başka soru ise şuydu: “Bilgeler, nefislerin bedenlerden
belirttiğin şartlarda ayrılmasından ve göğün melekûtuna yükselmesinden sonraki
halleri hakkında ne düşünüyorlar? Nefis bu bedeni özler mi veya ona dönmek
ister mi?” Bilge şöyle dedi: “Kıymetli bir oğlu olan bir kralın onu başka bir
kralın kızı ile evlendirdiği ve oğlanın kızı görkemli ve kral kızlarına yaraşır
biçimde evine götürdüğü rivayet edilir. Maiyetindekiler için yeme, içme, şarkı
söyleme, neşe ve eğlenceden başka bir şey bilmedikleri yedi gün süren bir davet
hazırladı. Kralın oğlu bu sırada meclisin başköşesinde tahtında oturuyor ve
insanların yaşadığı mutluluk ve eğlenceyi seyrediyordu. Gecenin sonunda
insanların çoğu dağılıp uykuya dalınca gelin ile baş başa kalmak üzere odaya
girmek için yerinden kalktı. O gece meclistekilerin hepsi sarhoşluktan uyudu.
Genç, evin içinde yürümek üzere kalktı, nihayet evin kapısından çıktı, kendini
caddede buldu. Şehirden çıkıncaya kadar yürüdü. Sonunda çöle düştü, nerede
olduğunu bilemedi. Sonra uzaktan bir ışık gördü, ona doğru ilerledi ve
yaklaştı. İçerisinden ışık süzülen kapalı bir kapının önüne geldi. Kapıyı
itince içeride sağa sola serpilmiş ve yorgana sarınmış halde yatan bir topluluk
gördü. Buranın gelin odası ve uyuyanların da onun yakınları ve hizmetçileri
olduğunu sandı. Onlara seslendi, fakat kimse ona karşılık vermedi. Bunun
sarhoş olmalarından ileri geldiğini zannetti. Aralarında gelini aramaya
başladı. Eli en yumuşak elbiseli ve en güzel kokulu bir kadına değdi, onun
gelin olduğunu sandı; yanma yattı ve ona sarıldı. Gece boyu onu öpmeye,
dudaklarını emmeye ve zevk almaya koyuldu. Ona göre bundan daha güzel bir zevk
olamazdı!
Sabah
olup da sarhoşluğundan ayılınca hizmetçilerine seslendi; fakat kimse ona cevap
vermedi. Gelini sarsmaya başladı, fakat o da cevap vermiyor ve uyanmıyordu. Bu
durum biraz uzayınca gözlerini açtı ve kendini izbe bir harabenin içinde buldu.
Meğer yatanların hepsi ölü insan kadavraları ve yanındaki de yeni ölmüş yaşlı bir
kadın cesedinden başka bir şey değildi. Kadının üzerinde yeni bir kefen vardır
ve taze mumyahdır. Vücudundan kan ve irin akmaktadır. Gencin elbisesi, bedeni
ve yüzü bu kan, irin ve pisliklerle kirlendi.
Bu
hali görünce korktu ve dehşete kapıldı. Korkuyla ayağa kalkıp kapıya doğru
koştu, birinin kendisini bu halde görmesinden korkarak ve çekinerek dışarı
çıktı. Üstünü başını yıkamak için su aramaya koyuldu. Bir nehir kenarına
varınca elbisesini kan, irin ve pislikten temizlemek için çıkardı. Meclisinden
ve evinden nasıl çıktığını düşünüyordu. Ülkenin neresinde olduğunu ve
kendisinden sonra ailesinin ne durumda olduğunu bilmiyordu.
Bu
haldeyken yoldan geçen bir adam onu görünce tanımadı ve şöyle dedi: “Sana ne
oldu, niçin suda oturuyorsun?” Ona başından geçenleri anlatmaktan utandı. Dedi
ki: “Bir çöplüğe düştüm, üstüm başım kirlendi. Ben burada ailemin bana giymem
için elbise getirmelerini bekleyerek oturuyorum.”
Yoldan
geçen adam şöyle dedi: “İnsanlar senden habersiz akılları başka şeylerle
meşgul.” “Onlara ne olmuş ki?” dedi.
Şöyle
dedi: “Kralın oğlunun dün cinler tarafından kaçırıldığını söylüyorlar ve onun
için üzgünler ve kaybolmasından dolayı kaygılılar.” [Genç] dedi ki: “Kralın
oğlu hakkında bildiklerim var. Bana kıyafetlerini ve bineğini verirsen gider,
onlara onu müjdelerim; ödülü de aramızda yarı yarıya paylaşırız.” Adam ona bazı
elbiselerini verdi, bineğine bindirdi ve onu kralın evine ulaştırdı. Genç adam
odanın kapısından çekinerek içeri girdi. Evdekiler onu görünce sevindiler ve
halini hatırını sordular. Şöyle dedi: “Hikâye çok uzun, onu size daha sonra
anlatırım. Şimdi eski halinize dönün!” İnsanlar eskisinden daha fazla
neşelenmeye ve eğlenmeye daldılar.
Sonra
bilge adam gence dedi ki: “Ne dersin, sence bu genç, Allah kendisini mezarlıktan
kurtardıktan sonra oraya dönmek ve başka bir gece o ölmüş yaşlı kadına sarılmak
ister mi? Genç: “Hayır!” dedi.
Bilge
şöyle dedi: “Aynı şekilde filozoflar da bedenlerinden ayrılıp göğün melekûtuna
çıkan nefislerin bedene özlem duymayacağını, oraya dönmek istemeyeceğini,
hatta onu düşünmeye bile tenezzül etmeyeceğini düşünmektedirler. Genç adamın
nefsinin o gece o mezarlıkta vakit geçirmekten iğrendiği ve kralın çocuklarının
hadiseyi öğrenmelerinden utandığı gibi o da bu işten ve onu hatırlamaktan
iğrenir.
Ey
saygılı ve merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi kendisinden bir ruhla desteklesin!
Bil ki, bizim insanlar arasında ülkelere dağılmış iyi ve erdemli kardeşlerimiz
ve arkadaşlarımız vardır. Onların bir kısmı kralların, beylerin, vezirlerin,
valilerin ve kâtiplerin çocuklarıdır. Bir kısmı aristokratların, ileri
gelenlerin ve tüccarların çocuklarıdır, bir kısmı âlimlerin, edebiyatçıların,
fakihlerin, din hizmetkârlarının çocuklarıdır. Bir kısmı da sanatkârların,
mutasarrıfların ve mütevellilerin çocuklarıdır. Biz toplulukların her birisine
bizi temsilen, şefkat, merhamet ve nezaketle öğüt vermek suretiyle hizmet
etmesi ve kardeşlerine onları yüce Allah’a, peygamberlerin getirdiği şeylere ve
velilerin din ve dünya işlerini ıslah etmede işaret ettiği vahye ve tevile
davet etmek suretiyle yardımcı olması için, bizim basiret ve bilgisine güvendiğimiz
bir kardeşimizi vekil tayin ettik. Ey merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi
kendisinden bir ruhla desteklesin! Biz seni onlara yardım etmen için seçtik ve
onlara Allah’ın sana verdiği akıl, kavrayış, temyiz, nefis duruluğu ve cevher
saflığı gibi üstünlükle kardeşlerine yardımcı etmek ve desteklemek üzere
katılmandan hoşnut olduk. Çünkü senin cevherin onların cevherinden; senin
nefsin onların nefsindendir. Akıl ve basiretinle bir bak! Kâtipler, valiler,
âlimler, fazıllar ve din hizmetkârları ve onların, sana öğrettiğimiz hikmet ve
ilim sırlarını kendilerine hatırlatmak suretiyle olabildiğince zarif ve yumuşak
davranabildiğin uşakları arasında kardeş ve arkadaşlarından kimleri
görüyorsun? Senin buradaki amacın onları yüce Allah’ın izniyle gaflet ve
cehalet uykusundan uyarmak ve hayat ruhuyla diriltmektir. Allah, dostlarına
vaat ettiği gibi sende bir gayret ve çaba gördüğünde, kendi yardımıyla ve kudretiyle
seni destekler. Nitekim yüce Allah birisinin ağzından şöyle demiştir: “Allah
kendine yardım eden kimseye yardım edecektir” Yine yüce Allah dedi ki: “Şüphesiz
Allah taraftarları galiplerin ta kendileridir'.”[100]
Onlardan biriyle tanıştığın ve zeki olduğunu fark ettiğin zaman bize onun
durumundan bahset. Bize ondan, peşine düştüğü dünya işinden ve aradığı maişet
ve tasarruftan bahset. Böylece onu tanır ve kendisine layık olduğu şekilde
yardım ederiz. Eğer o kişi sultanlara hizmet eden ve onların işlerini gören bir
kimse ise sultanlar ve kralların yanında bulunan kardeşlerimize ona vekâlet
etmelerini, öğüt vermelerini, krallar, sultanlar ve vezirler nezdinde onun için
hüsnüniyette bulunmalarını tavsiye ederiz. Eğer bu kişi aristokratlar ve ileri
gelenlerin çocuklarından ise sultanların yanında çalışan kardeşlerimize onu korumalarını,
din konusunda ona en iyi şekilde yardımcı olmalarını, onun sıkıntısını
gidermelerini ve zalimlerin pençesinden kurtarmalarını tavsiye ederiz. Eğer
varlıklı ve zengin kimselerin çocuklarından ise ona durumuna uygun bir şekilde
yardımcı oluruz. Eğer fakir ve muhtaçların çocuklarından ise ona Allah’ın bize
lütfettiği şeylerden veririz. İlim, hikmet, edebiyat ve dine ilgi gösteren ve
ahireti talep eden kimselerden ise ona yüce Allah’ın bize öğrettiği ilim ve
hikmetten öğretiriz. Ve, Aziz ve Çelil olan Allah dilerse, onları, aklının
aldığı, ruhunun kavradığı ve gayretinin yetiştiği ölçüde sırlarımızdan haberdar
ederiz.
Ey
saygılı ve merhametli kardeşim! Bil ki, biz sırrımızı insanlardan, yeryüzü krallarının
gücünden korktuğumuz veya halk tabakasının fitnesinden çekindiğimiz için değil,
ancak yüce Allah’ın bize olan lütuflarmı korumak için saklarız. Nitekim Mesih
şu tavsiyede bulunmuştur: “Hikmeti, ehil olmayana vererek hikmete; engelleyerek
de layık olmayana haksızlık etmeyin!”
Ey
kardeşim! Bil ki, biz yeryüzü krallarını kıskanmayız ve dünya ehlinin mertebeleri
konusunda yarışmayız. Fakat semâvî krallığın ve ikişer, üçer, dörder kanatlı
meleklerin mertebelerini isteriz. Çünkü bizim cevherimiz semâvî bir cevher,
âlemimiz ulvî bir âlemdir. Biz, burada ve ilk atamız Âdem’in lanetli düşmanının
onu kandırması sebebiyle oluşmuş suç yüzünden tabiata esir olmuş ve madde (heyûla)
denizinde boğulmuş garipleriz. Nitekim şöyle demiştir: “Sana ebedîlik
ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?”[101]
“Bu suretle onları kandırarak yasağa sürükledi. Ağaçtan tattıklarında
kendilerine avret yerleri göründü”[102]
Onlara dendi ki: “Birbirinize düşman olarak inin (yani siz ve soyunuz).
Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır dedik’.’[103]
Yine dedi ki: “Orada yaşayacak, orada ölecek ve oradan çıkarılacaksınız’.’[104]
Ey
kardeşim! Bil ki, dünya işleri konusunda cisimlerin gücüyle oluşan yardım,
nasıl dünya halkının isteklerinin en açığı ve hedeflerinden en kolayı ise aynı
şekilde kardeşlerimizin din ve ahiret konusunda ilim ve marifetlerle yaptıkları
yardımında isteklerinin en açığı ve hedeflerinin en kolay olduğunu görürüz.
Bil
ki, biz hiçbir kardeşimizden, ona dünya işi konusunda çokça yardım etmeden din
konusunda yardım almayız. Bizim yardımımıza ihtiyaç duymazsa onun hakkında
asıl istediğimiz zaten budur. Yardımımıza ihtiyaç duyarsa ondan istediğimiz
budur. Hatta önem verdiği dünya işlerini karşıladığımızda, bize içini
döktüğünde, düşüncesini bizim için topladığında ve nefsinin gücü, aklının
temyizi, cevherinin arılığıyla buna ihtiyaç duymadığında, eğer onda bizim sahip
olmadığımız bir ilim varsa bunu ondan mektep çocukları gibi öğreniriz ve onu
Cuma günü hatibin hutbesini sessizce dinleyen gibi dinleriz. Eğer dedikleri
hak ise ona imama uyduğumuz gibi tâbi oluruz. Eğer bizim sahip olduğumuz ilme
rağbet ederse, bunu onun ilgi ve isteğine göre öğretiriz.
Ey
kardeşim! Bil ki, biz hiçbir ilme düşmanlık göstermez, hiçbir mezhebe taassupla
bağlanmaz, bilge ve filozofların çeşitli ilim dallarında telif ettikleri, akıl
ve incelemeleriyle ince manalar şeklinde ortaya koydukları hiçbir kitabı terk
etmeyiz. Mutemedimiz, güvenilir adamımız ve emrimizin kurucusu, peygamberlerin (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) kitaplarına, getirdikleri vahye ve meleklerin öğrettiği
haber, ilham ve vahiylere dayanır.
Ey
kardeş! Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
bizim okuduğumuz, ama insanların şahit olup da güzel okumadıkları kitaplarımız
vardır. Bunlar, şimdi üzerine kurulu oldukları feleklerin terkibi, burçların
kısımları, yıldızların hareketleri, unsurların anaları, maden cevherlerinin
çeşitliliği, bitki türleri ve hayvan bedenlerinin ilginçlikleri şeklinde
varlıkların şekillerine ait surettir. Bizim, bunun dışında başkasının ortak
olmadığı ve bizden başka kimsenin anlamadığı bir diğer kitabımız daha vardır. O
nefislerin cevherleri, makamlarının dereceleri, bazılarının diğerlerine üstün
gelmesi, güçlerinin farklılığı ve fiillerinin felekler, yıldızlar, unsurlar,
madenler, bitkiler, hayvanlar ve peygamberler, filozoflar, krallar, onların
tâbileri, halk ve yardımcıları gibi insan tabakalarıyla ilgili bilgidir. Ey
saygılı ve merhametli kardeşim! Eğer sen kardeşlerinle birlikte bu kitapları,
içindekileri öğrenmek, manalarını kavramak ve sırlarına ermek için okumayı arzu
edersen, haydi sözlerini dinlemek, simalarını ve yaşantılarını görmek için
erdemli kardeşlerinin, değerli dostlarının meclisine gel. Böylece onların
ahlâkıyla ahlâklanır, edepleriyle süslenirsin; dolayısıyla nefsin gaflet ve
cehalet uykusundan uyanır, göğsün ferahlar, zihnin arınır, kalbinin basiret
gözü açılır. Onların kalp gözleriyle gösterdikleri şeyleri görür, nefis
cevherlerinin saflığıyla müşahede ettikleri şeyleri müşahede eder, akıllarının
ışığıyla baktıkları şeylere bakar, bu dört kitabın manalarını onların
anladıkları gibi anlar, hayat ruhuyla desteklenir, âlimler gibi yaşar,
şehitler gibi diri olur, göğün melekûtuna yükselmeye muvaffak olur ve “Rablerini
teşbih ederek arşın etrafını çevrelemiş”[105]
olan yüce topluluğa bakarsın.
Ey
saygılı ve merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin!
Bil ki, bizim, daha kendimizi bile bilmiyorken, kalkıp şeylerin hakikatlerini
bildiğimizi iddia etmemiz doğru olmaz. Kendisini bilmediği hâlde şeylerin
hakikatlerini bildiğini iddia eden kimse, kendisi açken insanları doyuran,
kendisi çıplakken başkasını giydiren, kendisi hasta olduğu hâlde insanları
tedavi eden ve kendi evinin yolunu bilmezken insanlara yol gösteren kimseye
benzer. İnsanın, bu tür konularda işe, önce kendisini sonra başkasını bilmekle
başlaması gerektiği anlaşılmıştır.
Ey
saygılı ve merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin!
Bil ki, her birimiz, iki farklı ve zıt cevherden birleşerek meydana gelmiş
bulunmaktayız: Birisi; et, kan, kemik, deri, sinir, damar ve benzeri şeylerden
oluşan katı ve duyulur bedendir. Bütün bunlar topraktan, ölü, karanlık ve bozuk
cisimlerdir. Diğer cevher, şeylerin suretlerini bilen, idrak eden göksel,
ruhsal ve nurânî bu latif ruh, yani nefistir.
Bil
ki, bu nefse ait beden, oturulan ev, binilen binek hayvanı ve kullanılan alet
konumundadır. Bu nefis belli vakte kadar bu bedenle irtibatlı olduğu sürece
dünya hayatında geçimi, ahirette necat ve kurtuluşu sağlayan şeyleri
düşünmelidir.
Bil
ki, bu iki unsur, yardımlaşma olmadan bir araya gelmez ve tamamlanmaz.
Yardımlaşma en az iki veya daha fazla şey arasında olur. Hiçbir şey
yardımlaşmaya, bedenin farklı güçlerinin tamamı bir tek beden ve bir tek nefis
olacak şekilde bir araya gelmesinden, bir tek güç olmalarından, uyumlu
nefislerin yönetimlerinin birleşip bir tek yönetim olmasından daha uygun
değildir. O zaman egemenliğine boyun eğen herkesi yener ve kendisine muhalefet
eden ve karşı çıkan herkesi hâkimiyeti altına alır.
Kardeşim!
Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Gel bu konuda birlik
oluşturalım ve yardımlaşalım. Kardeşim! İki şeyin herhangi bir konuda onları
bir araya getiren bir neden ve bu hâl üzere koruyan bir sebep olmadıkça
birleşmeyeceğini bilmen gerekir. Bu neden devam ettiği ve bu sebep sabit
kaldığı sürece onlardaki bu hâl de devam eder. Bu neden ortadan kalkar ve bu
sebep sona ererse bir araya geldikten sonra ayrılırlar ve birleştikten sonra birbirinden
ayrılırlar.
Ey
saygılı ve merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin!
Bil ki, herhangi bir dünya ve ahiret işi konusunda yardımlaşmak üzere bir araya
gelen hiçbir topluluk, birbirine nasihat etmede İhvân-ı Safa mn yardımlaşması
kadar güçlü değildir. İhvân-t Safa'yı bir araya getiren nedenin,
onlardan her birinin istediği hiçbir dünya maişetine ve ahirette kurtuluşa
arkadaşıyla yardımlaşmadan kavuşamayacağını görmesi ve bilmesi olduğunu bilmen
gerekir. Onların bu durumunu muhafaza eden sebep, her birinin gösterdiği
sevgi, merhamet, şefkat ve nezaket; istediği, sevdiği, nefret ettiği ve
hoşlanmadığı şeyler konusundaki eşitliktir.
Bil
ki, bu şartlar, ancak onlardan her biri bedenleri farklı da olsa nefislerinin
bir tek nefis olduğunu bildiği zaman gerçekleşir ve devam eder.
Ey
kardeşim! Bil ki, insanların çoğu, aralarında başlarına gelen musibetlerin ortadan
kaldıramayacağı bir ilişki, dostluk ve kardeşliğin olmasını ister ve temenni
eder.
Fakat
onlar kendilerini bundan alıkoyan neden ve oluşun sebebinin ne olduğunu bilmez.
Ey
kardeşim! İnsanların dost, dostların aklın gerektirdiği şekilde saf kardeşler
olmalarını engelleyen şeyin, ya ortada bulunmayan bir neden ya da kaybolmamış
bir sebep olduğunu bilmen gerekir. Eğer o bulunmayan bir neden ise onu elde
etmek için; kaybolmamış bir sebep ise yok etmek için ne yapmamız gerekir?
Ey
kardeşim! Bunu engelleyen şeyin mevcut sebepler olması hâlinde başka bir şeye
değil, sadece bu sebepleri ortadan kaldırmaya ihtiyaç duyduğumuzu bilmen
gerekir. Bunlar dört çeşittir: Birincisi, işlerinin kötülüğü; İkincisi,
düşüncelerinin bozukluğu; üçüncüsü, huylarının çirkinliği; dördüncüsü,
cehaletlerinin birikmişliğidir.
Bil
ki, işlerinin kötülüğü, şeylerin hakikatlerini araştırmadan önce inandıkları
bozuk düşüncelerine bağlıdır. Vicdanlarına yerleşmiş bozuk düşünceleri,
çocukluktan beri alışageldikleri çirkin huylarına bağlıdır. Ruhlarına yer eden
huylar, daha başta onları istila eden birikmiş bilgisizliklerine bağlıdır.
Ey
kardeşim! Eğer saf kardeşler olmak istiyorsak, bizim işe önce bizi daha başlangıçta
bürüyen birikmiş bilgisizlikleri ortadan kaldırmakla başlamamız gerektiğini
bilmemiz gerekir. Çünkü onlar kötülüklerin esaslarıdır.
Bil
ki, bizi kaplayan, dost ve saf kardeş olmamızı engelleyen bilgisizlikler dört
çeşittir: Birincisi, onların nefisle beden arasındaki farkı
bilmemeleridir. İkincisi, nefisle beden arasındaki ilişkiyi
bilmemeleridir. Üçüncüsü, nefsin bedenle niçin irtibatlı olduğunu
bilmemeleridir. Dördüncüsü, nefsin bedenden nasıl çıktığını bilmemeleridir.
Şüphesiz nefis, bedenden ayrılmadıkça kurtuluşu ve nimetler içinde olmayı ve
cehennemde acıklı azapta kalmayı bilemez.
Ey
kardeşim! Kardeşlerin saflığı hakkında anılan şartlar üzerinde bir araya geldikten
sonra yardımlaşmamız, bedenlerimizin gücünü toplamamız, onları bir tek güç
hâline getirmemiz, nefislerimizin yönetimini bir tek nefsin yönetimi gibi düzenlememiz,
ruhânî ve erdemli bir şehir kurmamız gerekir. Bu şehrin binası, nefis ve
bedenlere sahip olan büyük şeriat sahibinin krallığında olmalıdır. Çünkü
nefislere sahip olan, bedenlere de sahip olur. Nefislere hâkim olmayan,
bedenlere de sahip olmaz.
Bu
şehir halkının iyi, bilge ve nefislerin işleri, hâlleri ile onlara tâbi olan
bedenlerin iş ve hâllerini düşünen kimseler olmaları gerekir.
Bu
şehir halkının, birbirleriyle ilişkilerinde uyguladıkları iyi ve güzel yaşam
tarzlarının ve zalim şehirlerin halklarıyla ilişkilerinde uyguladıkları başka
yaşam tarzlarının olması gerekir. Bu şehrin yeryüzünde zalim şehirler halkının
huylarının olduğu yerde kurulmaması gerekir. Yine onun su üzerine de
kurulmaması gerekir. Çünkü ona deniz sahillerindeki şehirler halkına dokunan
dalga ve çalkantılar dokunur. Aynı şekilde bu şehrin havada, yüksek bir yerde
de kurulmaması gerekir. Yoksa oraya zalim şehirlerin dumanı çıkar ve oranın
havasının bozulmasına yol açar. Bu şehrin, halkının diğer şehirlerin
halklarının hâllerini her zaman seyretmesi için diğer şehirlere nâzır
(gözetleyici) kurulması gerekir. Bu şehrin yıkılmaması için temelinin takva
üzerine kurulması, binasının sözlerde doğruluk ve vicdanlarda tasdik üzerine
inşa edilmesi, devam etmesi ve yetkinliğinin nimetlerde ebedîlik demek olan
yüksek gayedeki amaç üzere olması için esaslarının vefa ve emanete dayanması
gerekir.
Onun
yapılışını bitirince, geminin bedenlerin ağırlığıyla bağımsız ve şehrin ruhların
sığınağı olması için kurtuluş gemisi olan gemiyi yapmaya başladık.
Şehir
halkının yardımlaşmasının dört mertebede düzenlenmesi gerekir: Birincisi, sanat
sahibi olan dört unsur erbabının mertebesidir. İkincisi, başkanların
mertebesidir. Üçüncüsü, emir ve nehiy sahibi kralların mertebesidir. Dördüncüsü,
dileme ve irade sahibi metafızikçilerin/din alimlerinin mertebesidir.
Zanaatkârların
yönetilenler üzerindeki yönetimi, ışığın havadaki yayılması ve büyüme gücünün
ateş, hava, su ve topraktan oluşan dört unsurdaki yayılışı gibi olmalıdır.
Başkanların zanaatkârlar üzerindeki siyasetinin etkisi, renklerin ışığa etkisi
gibi veya hayvânî gücün büyüme gücüne etkisi gibi olmalıdır. Otorite sahibi
kralların siyaset ehli başkanlar üzerindeki etkisi, görme gücünün renkleri
algılamaya etkisi gibi ve düşünen gücün hayvânî güce etkisi gibi olmalıdır.
İrade sahibi metafızikçilerin/ilahiyatçıların otorite sahibi krallar üzerindeki
etkisi, aklın akledilirlere etkisi gibi veya melekî gücün düşünen güce etkisi
gibi olmalıdır.
Şehrin
yönetimi bu şartlarda düzenlenirse, işte o zaman şehir halkının uyguladıkları
iyi ve güzel hayat tarzı gerçekleşir.
Ey
kardeşim! Kesin olarak bil ki, bu şehrin anlatıldığı şekilde kuruluşu tamamlanmıştır.
Fakat hiç kimsenin ilmi bizim ilmimize eşit olmadığı sürece bu şehre giremez.
Çünkü onun etrafında insanların cehaletinden örülmüş dört duvar vardır. Her iki
duvar arasında onların kötü amellerinden, bozuk düşüncelerinden ve çirkin
huylarından oluşan bir hendek vardır. Bunu daha önce anlattık. Oraya girmeye niyetlenen
kimse, nefsi ve onun (nefsin) cevherini bilmelidir. O zaman bu kişi şehrimize
girmeyi hak eder.
Biz
elli bir risâlede kardeşlerimizin -Allah kendilerini desteklesinbu ilimle
ilgili ihtiyaç duyduğu her şeyi açıkladık. Ey kardeşim! Meclisimize katılma
imkânın olmazsa oraya bak, memnun olduğun, olgunluk ve doğruluğuna güvendiğin
kardeşlerine sor. Böylece orada bahsettiğimiz ilim dallarının manalarını ve
gizemli hikmetleri anlamaya muvafık olursunuz; sizi Allah’a yaklaştıran ve
cehennem ateşinden; yani oluş ve bozuluş âleminden kurtaran şeylerle amel
etmeye yönelirsiniz ve göklerin melekutuna, yani felekler âlemine çıkmaya ve
arşı taşıyan, Rablerine hamd ile teşbih eden, O na inanan ve müminler için
bağışlama dileyen melekler zümresine girmeye yol bulursunuz. Onun şu sözünde
olduğu gibi: “İşte bu büyük başarıdır"'[106]
Ey
saygılı ve merhametli kardeşim! Belirttiğimiz ve teşvik ettiğimiz bu konuda
kardeşlerimizin nefislerinin gücü dört mertebedir: Birincisi, nefis
cevherlerinin saflığı, iyiyi kabul etmesi ve hızlı düşünmeleridir. Bu, ikinci
risâlede bahsettiğimiz şehrimizde bulunan sanat erbabının mertebesidir. Bu,
hissedilir bedenin doğumundan on beş yıl sonra hissedilen manaları ayırt eden
ve düşünme gücüne giren akıl gücüdür. O buna şu sözüyle işaret etmiştir: “Çocuklarının
ergenlik çağma geldiklerinde.. ,”[107]
Onlar, risâlelerimizde iyi ve şefkatli kardeşlerimiz diye
adlandırdığımız kimselerdir.
Bu
mertebenin üstünde siyaset sahibi başkanların mertebesi yer alır. Bu, kardeşleri
gözetmek, nefsin cömertliği ve kardeşlere şefkat, merhamet ve sevgiyle feyiz
vermektir. Bu bedenin doğumundan otuz yıl sonra düşünme gücüne giren hikemî
(felsefi) güçtür. Yüce Allah buna şu sözüyle işaret etmiştir: “Olgunluk
çağma ulaşıp gelişimi tamamlayınca, biz ona ilim ve hikmet verdik”[108]
Onlar risâlelerimizde hayırlı ve faziletli kardeşlerimiz diye tanımladığımız
kimselerdir.
Bunun
üzerindeki üçüncü mertebe, otorite, emir, yasak, yardım etme ve bu emre karşı
çıkıldığında inat ve ihtilafı incelik ve yumuşaklıkla ortadan kaldırma gücüne
sahip olan kralların mertebesidir. Bu bedenin doğumundan kırk yıl sonra nefse
giren kanun gücüdür. Yüce Allah buna şu sözüyle işaret etmiştir: “Nihayet
olgunluk çağma gelip, kırk yaşına varınca şöyle der: ‘Bana ve anne babama
verdiğin nimetlere şükretmemi, senin razı olacağın salih amel işlememi bana
ilham et. Neslimi de salih kimseler yap’.”[109]
Onlar risâlelerimizde erdemli ve değerli kardeşlerimiz olarak adlandığımız
kimseledir.
Bunun
üzerindeki dördüncü mertebe, hangi mertebede olursa olsun, bütün kardeşlerimizi
davet ettiğimiz mertebedir. Bu, teslim olmak, güçlü bir şekilde kabul etmek ve
hakkı ayne’l-yakîn müşahede etmektir. Bu, bedenin doğumundan elli yıl sonra
nefse giren, onu ahirete hazırlayan ve heyûladan ayrılmaya yaklaştıran melekî
güçtür. Yükselme onun üzerinde yer alır, göğün melekûtuna onunla yükselir ve
diriliş, haşir, neşir, hesap, mizan, sıratı geçme, cehennemden kurtulma, cennete
girme, izzet ve ikram sahibi rahmana komşu olma gibi kıyamet hâllerini müşahede
eder. Yüce Allah bu mertebe şu sözüyle işaret eder: “Ey huzur içinde olan
nefisi Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!”[110]
İbrahim (as) buna şöyle işaret etmiştir: “Beni naîm cennetinin
varislerinden eyle”[111]
Yusuf (as) buna şöyle işaret etmiştir: “Rabbim! Gerçekten bana mülk verdin!’[112]
Mesih
(as) buna havarilere söylediği şu sözüyle işaret etmiştir: “Şu iskeletten oluşan
bedenim ayrıldığında ben havada arşın sağında, babamız olan Hakk’m önünde
durur ve sizin için şefaat dilerim. Çevredeki krallara gidin, onları Aziz ve
Çelil Allah’a davet edin, onlardan korkmayın. Nereye giderseniz gidin, ben
yardım ve desteğimle hep sizin yanınızda olacağım.” (İncil).
Muhammed
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) buna şöyle işaret etmiştir. “Sizyarın
döndürüleceksiniz” Bu hadisçiler nezdinde meşhur bir rivayettir.
Sokrates,
zehir içirildiği gün uzun bir konuşmasında şu sözüyle buna işaret etmiştir:
“Ben siz erdemli kardeşlerden ayrılırsam, daha önce geçmiş değerli kardeşlerin
yanma giderim.”
Pisagor,
Altın Risâlesi'nin sonunda buna şöyle işaret etmiştir: “Eğer tavsiyemi
yerine getirirsen, ruhun bedenden ayrıldığında havada kalırsın.”
Biluher
uzun bir konuşmada söylediği şu sözünde buna işaret etmiştir. Kral vezirine,
“Bu sözün sahipleri kimlerdir?” dedi. O da şöyle cevap verdi: “Onlar, göğün
melekûtunu bilenlerdir.”
Biz
bütün kardeşlerimizi buna davet ediyoruz. “Allah dilediğini doğru yola
iletir”[113]
Bu manayı ifade eden birçok ayet vardır. Bu konudaki her ayet,
cennetleri, oradaki halkları ve nimetleri tasvir eder.
Ey
saygılı ve merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin!
Bil ki, bu emre davet edilen kimselerden istenen şey dört husustur: Birincisi,
dille ikrar; İkincisi, bu konunun aydınlığa kavuşması için örneklerle
tasavvur edilmesi; üçüncüsü, vicdan ve itikatla tasdik edilmesi; dördüncüsü,
buna benzer işlerde içtihat yaparak tahkik edilmesidir.
Bil
ki, onu tasavvur etmeden sadece dille ikrar eden kimse taklitçi olur. Onu tasdik
etmeden sadece tasavvur eden kimse, şüpheci ve şaşkın olur. Buna benzer işlerde
içtihat yaparak tahkik etmeksizin tasdik eden kimse ihmalkâr ve kusurlu olur.
Bu hususu diliyle yalanlayıp, kalbiyle inkâr eden kimse inkârcı ve kâfir olur.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ahirete inanmayanların kalpleri bunu
inkâr etmekte, kendileri de büyüklük taslamaktadırlar”[114]
“Hiç şüphe yok ki onlara cehennem vardır ve onlar oraya en önde
sokulacaklardır?[115]
Bil
ki, bu hususu diliyle ikrar eden ve kalbiyle gerçekte olduğu şekilde tasavvur
eden kimse, kendinde daha önce bilmediği dört haslet bulur: Birincisi,
nefsin bedenden ayrılmasıyla ulaştığı güçtür. İkincisi, nefsin
cehennemi olan maddeden kurtulma uğrunda gösterilen çabadır. Üçüncüsü,
ruh bedenden ayrılması esnasında kurtulma ümididir. Dördüncüsü, Allah’a
güvenmek ve bu işin gerçekleşmesine ve yetkinleşmesine kesin olarak
inanmaktır.
Bil
ki, bu Kuranı, peygamberlerin (as) kitaplarını ve verdikleri gayb haberlerini
ikrar eden kimseler dört mertebededirler: Ya kalbiyle tasdik etmeksizin diliyle
ikrar eden kimsedir, ya manalarını ve açıklamasını bilmeksizin diliyle ikrar
edip kalbiyle tasdik eden kimsedir, ya da tasdik ve ikrar ettiği, kesin inanıp
bildiği hâlde gereğini yerine getirmeyen kimsedir.
Diliyle
ikrar ettiği hâlde kalbiyle tasdik etmeyen, kavrayış ve temyizden çok az
nasiplenmiş kimsedir. Peygamberlerin getirdiği (nebevi) kitaplardaki lafızların
zahirînin işaret ettiği şeyleri kalbiyle düşündüğünde ve basiretiyle ayırt
ettiğinde aklı onları kabul etmez, onların ince manalarını ve gizli
işaretlerini düşünemez. Dolayısıyla kalbiyle inkâr eder ve onlardan şüphe
eder.
Diliyle
ikrar eden kalbiyle tasdik eden kimse, düşünür ve hakikati üzerinde peygamberler,
hidayete ermiş imamlar, râşit halifeler ve salih müminlerin ittifak ettiği
böyle yüce bir konunun hakikatsiz olamayacağını bilir. Fakat onun kavrayışı,
temyizi ve aklı bunu hakikatleriyle idrak ve tasavvur etmekten âciz kalır.
Açıklamasını
bildiği hâlde gereğini yerine getirmekte zaaf gösteren kimseye gelince, Allah
onu başarılı kılar ve doğru yola iletir. Bunun sonucu olarak o, peygamberlerin
(as) kitaplarında belirtilen bu sırların hakikatlerini kavrar. Fakat onu
destekleme ve gereğini yapma konusunda destekçi bulamaz. Çünkü o tek başınadır.
Hiçbir iş bir tek insanla gerçekleşmez. Bilakis insan o konuda büyük bir
topluluğa ve özellikle kanunun emrine ihtiyaç duyar. En azından bir tek şahısta
toplanan kırk özelliğe veya kalpleri birbiriyle uyumlu kırk şahsa ihtiyaç duyar.
Şeriat
Hakkında Şüphe Duyan ve Nebevi Kitapların Sırlarından Gafil Olan
Filozof Görünümlü Kimselerin Hitabı Hakkında
Ey
merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi kendisinden bir ruhla desteklesin! Seninle
bir kardeşin arasında varlıkların ilkeleri, olanların nedenleri hakkında
anlattığın müzakere ve araştırmayı, kardeşliğin saflığı, nebevi dinleri
destekleme konusundaki yardımlaşmayla ilgili olarak şikâyet ettiğin uyma
zorluğunu, felsefi düşüncelere aşırı dalmayı ve İlâhî kitapların sırlarını, nebevi
vahiylerin yorumlarını, kanunî şeriatların konularının anlamlarını, taşıdıkları
yüce menfaatleri, yüksek mertebelere çıkmaya yapılan işareti gören nefislerin
uzak gayelerini ve yakıcı ateşten kurtuluşu bilmekten yüz çevirmesi hakkında
anlattıklarını, onun basiret ve bilgiler konusunda akıl, temyiz ve basiretinin
idrak ettiği ve çabasının yol açtığı şeylere dayanmasıyla ilgili
açıklamalarını ve filozofların çeşitli konulardaki görüşleri ve değişik esaslar
üzerindeki çelişik kıyaslarıyla ilgili olarak söylediklerini anladık.
Ey
kardeşim! Ona sabret, yumuşak davran ve bu risâleyi hatırlat! Umulur ki böylece
nefsine davet ettiğin şey yerleşir ve temizlerden başkasının dokunamadığı ve
senin işaret ettiğin korunmuş, gizli sırları aklıyla düşünür. Ona de ki “Ey
kardeşim! Söyle bakalım, sen, peygamberlerin (as) kitaplarında melekler, İblis
ve cinler kıssası, Âdem’in yaratılışı, meleklerin ona secde etmesi, soyu
üzerine söz alınması, aynı şekilde kıyamet, diriliş, haşir, hesap, mizan,
sırattan geçme, cehennemden kurtuluş, sevap, başarı, cennet ve nimetleri,
Tevrat, İncil, Furkan ve peygamberlerin (as) sayfalarında anılan buna benzer
şeylerle ilgili olarak getirdikleri haberleri kabul mü yoksa inkâr mı
ediyorsun?”
Onların
tamamını veya bir kısmını ikrar ediyorsan, söyle bakalım, onların hakikatlerini
kesin bir inançla tasdik mi ediyorsun, yoksa onların manaları hakkında şüpheci
ve şaşkın mısın? Eğer kesin inanarak tasdik ediyorsan, söyle bakalım, sen
onları biliyor ve tanıyor musun, yoksa gafil ve yanılgı içinde misin? Eğer
onları biliyor ve tanıyorsan, söyle bakalım, cennet ve cehennem şu an
günümüzde var mı, yok mu? İkisi şu an mevcutsa, söyle bakalım, onlar şimdi
nerede? Bize onların niteliklerini anlat. Eğer mevcut değillerse Onun şu sözü
ne anlama gelir: “Ey Adem! Sen ve eşin cennete yerleşin”[116]
Şu sözü ne anlama gelir: “Öyle bir ateş ki, sabah akşam ona sunulurlar”[117]
[118]
Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şu sözünün anlamı nedir: Şehitlerin
ruhları cennettedir” Miracın ve Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) cennet
görevlisi Rıdvan’ı ve cehennem görevlisi Malik’i görmesinin anlamı nedir?
Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şu sözü ne anlama gelir: “Her
nefse ölmesi veya cennette yahut cehennemde oturacağı yeri görmesi haramdır."
Şu sözünün anlamı nedir: "Ölen kişinin kıyameti kopmuş demektir”
Yüce Allah’ın şu sözü ne anlama gelir: “Onların arkasında, tekrar
dirilecekleri güne kadar bir perde vardır”2S Onun şu sözü ne
anlama gelir: “Mutlu olanlara gelince, gökler ve yerler durdukça içinde
ebedî kalmak üzere cennettedirler”[119]
[120] [121]
Onun şu sözünün anlamı nedir: “Kendilerine ilim ve iman verilmiş olanlar ise
şöyle diyeceklerdir: ‘And olsun, siz, Allah’ın yazısına göre, yeniden dirilme
gününe kadar kaldınız. İşte bu yeniden günüdür’.”20 Onun sözü: “Orada
çok az bir zaman kaldınız”21 Sana buna benzer meseleleri
sorsaydık konuşmamız çok uzardı.
Ey
kardeşim! Bil ki, her mezhep ve takipçilerinin kendilerini başkalarından ayıran
görüşleri ve ders aldıkları âlim ve hukukçuları (fakih) vardır. Bütün bu
şeylerin Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günden beri var olduğu
kardeşlerimize -Allah kendilerini desteklesinait bir görüştür. Fakat
insanların çoğu bilmezler. Onlar bunların gelecek zamanda olmasını beklerler.
Onlar, dini körü körüne emreden taklitçilerdir. Dini açıklama, kesinlik ve
bilgiye dayalı olarak emreden basiret sahipleri ise, Peygamberin (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) Miraç gecesi gördüğü gibi, keşif ve açıklama yoluyla
beklerler. Biz risâlelerimizde bu manaları açıkladık. Ey kardeşim! Eğer onları
biliyorsan bunun ilmini bize, sorduğumuzda doğrudan açıkla ve farklı,
çelişkili görüşleri olan filozofları taklit etme. Nitekim rivayet edildiğine
göre, Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) meclisinde Aristoteles
anıldığında o şöyle demiştir: “O benim getirdiklerimi bilinceye kadar
yaşasaydı, benim dinime tâbi olurdu”
Müslümanların
kıyafetine bürünen ve İslâm kulpuna sarılan kimsenin Muhammed (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) ümmetine mensup olması, getirdiği vahiyleri ve âlemin
başlangıcı, göklerin ve yerin yaratılışı, Âdem olayı, İblis’in isyanı ve
meleklerin secde ve itaati, Âdem’in soyu üzerine söz alınması, Tevrat, İncil ve
ilk peygamberlerin sayfalarında bulunan benzeri hususlar ve onların ümmetlerini
kıyamet, diriliş, neşir, haşir, hesap, mizan, kısas, sırattan geçme, cehennem
ve acıklı azabından kurtuluş, cennet nimetleriyle ödüllendirilme ve gelecek
zamanda beklenen diğer hususlarda uyarması gibi geçmiş zamana dair verdiği
haberleri ikrar etmesi gerekir. Biz bunları ikrar etmeye ve onlar için
hazırlanmaya davet edildik. Bunlardan, nefsinde şaşkınlık ve kalbinde şüphe
taşıyarak diliyle ikrar etme dışında hakikatlerine ait bir tek söz bilmeden kim
yüz çevirir? Buna rağmen o, felsefî kitapların sırlarını, filozofların
işaretlerini bildiğini ve tabileri şaşkın bir hâlde iken ihtilaflarının
çokluğu ve aralarındaki çelişkilerle birlikte içindeki manaları incelediğini
iddia eder; bütün peygamberlerin aralarındaki uzun zaman aralığına,
dillerinin, şeriatlarındaki kuralların ve geleneklerinin değişik olmasına
rağmen ümmetlerini ahiret, kıyamet ve amellerin karşılığına davet ederken
işaret ettikleri aynı görüş, aynı din ve aynı maksatta nasıl ittifak
ettiklerine bakmaz ve bunları düşünmez. İyi iyidir, kötü ise kötüdür.
Biz
üçüncü risâlede onların, yani bütün peygamberlerin ittifak ettikleri hususları
açıkladık. Bunlar on iki haslet olup, şeriat ve gelenekleri değişiklik gösterse
de davet ettikleri dinde yer alan ilke ve esaslardır. Nitekim yüce Allah şöyle
demiştir: “Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin'."[122]
Yine dedi ki: “Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol koyduk. Eğer
Allah dileseydi, elbette sizi tek bir ümmet yapardı”[123]
Peygamberlerin
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatları farklı olsa da dinleri bir tek din,
yolları bir tek yol, maksatları bir tek maksat ve amaçları bir tek amaçtır.
Filozofların
ise ne şeriatları bir tek şeriat ne de dinleri bir tek dindir. Bütün bu görüş
ayrılıklarına rağmen düşünen biri filozofların kitaplarının sırlarından nasıl
memnun olur ve peygamberlerin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ittifak hâlindeki
kitaplarının sırlarını bilmek ve araştırmaktan yüz çevirir?
Ey
kardeşim! Bil ki, felsefeyle uğraşanların ve şeylerin hakikatlerini araştıranların
çoğu, peygamberlerin kitaplarını araştırmayı ihmal etmeleri, onlar üzerinde düşünmekten
yüz çevirmeleri ve onları anlamada zafiyet göstermeleri sebebiyle onları
bilmekten uzak kalmışlardır. Çünkü bunlar yüce topluluk içinde bulunan,
göklerin halkı ve feleklerin sakinleri olan meleklerden alınmıştır.
Nefis
Konusunda Şüphesi Bulunan ve Âlimlerin Görüşleri Konusunda Şaşkın
Olan Kimselerle Konuşma Hakkında
Ey
kardeşim! Seninle bir şeyhimiz arasında nefis cevherinin mahiyeti, varlık şekli,
bedenin neresinde bulunduğu, onunla ilişkisinin sebebi ve bedeni nasıl terk ettiği
konusunda cereyan eden müzakereden haberdarız. O, “Bu bilinmesi imkânsız bir
ilimdir.” diyerek inkâr etmekte ve Galenin, “Ben nefsin cevherinin ne olduğunu
bilmiyorum.” sözüyle kanıtlamaya çalışmaktadır. “Ben Galenden daha bilgili değilim.”
sözü ona aittir. Ey kardeşim! Senden istediğimiz şey, lütufta bulunman, onu
kabul etmen, ona selam vermen, bizim ona -Allah kendisini mutlu kılsıngösterdiğimiz
aşırı sevgiyi, haberlerini bilmeye olan ilgimizi, müşahede ve komşuluğuna olan
rağbetimizi bilmen ve isteğin üzerine bizden ona sana öğrettiğimiz cevabı
ulaştırmandır. Bu, ona şöyle demendir: “Şeyh efendimiz lütufta bulunur ve bize
doğru görüşü, nefsinin gücü ve cevherinin saflığıyla yardım eder mi, bize bir
saat kalbini açar mı, bizim için ilgisini toplar mı, zihinlerimizi filozofların
düşünceleri, farklı görüşler, âlimlerin rivayet ve isnatları, şairlerin teşbih
ve tertipleri, halkın hadise ve kargaşalarından doğan şüpheyle meşgul etmez mi,
konuşmada bize âdil davranır mı, vicdanda bize nasihat eder mi, aramızda
hükmüne ve kararlarının gereklerine razı olduğumuz aklı hakem kılar mı?” Biz
ona sorduğumuzda veya birimiz ona sorduğunda ona şöyle der: “Sen nesin,
hakikatin ne? Benimle konuşan, beni dinleyen, anlayan ve bana soru soran bu
adam kim?” Düşünsene, sen bizim şu şekilde cevap vermemizden razı oluyorsun:
O,
et, kemik, kan, sinir ve benzeri şeylerden oluşmuş, ruhban minaresi gibi dikilmiş
hissedilir bedendir. Düştüğünde ayağa kalkamaz, bırakıldığında hareket edemez,
uyuduğunda var olduğunu, uyandığında da nerede olduğunu bilemez. Bu durumda
olan kimsenin duyulurlar, akledilirler, mekândaki duyularca algılanmayan
şeyler, zamanla birlikte geçen şeyler, gelecekte olacak şeylerle ilgili işlerin
gizliliklerini sormaya layık olması veya ondan feleklerin bileşimi, düzeni,
burçların kısımları ve nitelikleri, yıldızların hareketleri ve yörüngeleri,
ana maddelerin (ummuhât) unsurları ve tabiatları, maden cevherlerinin f
arklılığı ve özellikleri, bitki şekillerinin çeşitleri ve yararları, hayvan iskeletlerinin
acayiplikleri, huy ve seslerinin farklılığıyla ilgili haberleri işitmeye ehil
olması aklen caizdir. Bütün bunları şu bileşik ve cahil bedenin bildiğini
zanneden veya bu şeylerden haber verenin zatını idrak etmeyen ve kendi
varlığının farkında olmayan şu uzun, geniş, derin, kör, sağır ve dilsiz beden
olduğunu düşünen kimseye hayret! Onun daha kendi zatını bilmezken ve varlığını
hissetmezken bu ilginç, zatına yabancı ve duyularından uzak şeyleri bilmesi
nasıl mümkün olur? Ne kadar imkânsız! Kim bu etten oluşmuş bedenin bu ilimleri
bildiğini sanıyorsa bu doğrudan uzak, imkânsız ve geçersizdir.
Ey
kardeşim! Bil ki, nefsi araştıran ve onun cevherini bilmek isteyen insan,
aklıyla insaf etse, onun hükmüne dönse, yargılarını kabul etse, kendisi üzerinde
düşünse, onu temyiz ederek teemmül etse, bedeninin ayakta durma, oturma,
hareket, durgunluk, uyku, uyanıklık, hayat ve ölüm gibi durumlarını incelese,
bu bedenle birlikte ondan daha üstün olan başka bir cevherin olduğunu ve bu
bedenin ona nispetle içinde oturan bulunan ev, içinde zanaatkâr bulunan dükkân,
içinde kaptan bulunan gemi, üzerinde sürücü bulunan binek, giyilen gömlek,
mektepteki çocuğun elinde bulunan levha veya içinde kral bulunan şehir gibi
olduğunu anlar.
Özetle,
nefsi onun bilgisinden önce bilmek isteyen kimseye, onu araştırması ve yedi
konuda onun bilgisini araması gerekir: Birincisi, nefsin mevcut bir şey mi,
yoksa anlamı olmayan içi boş bir adlandırma mı olduğunu araştırır. Biz “Burhan
Risalesinde onun varlığını açıkladık. İkincisi, onun araz olduğunu açıklar.
Bunu da yine bir risâlemizde açıkladık. Üçüncüsü, âlemde bulunan nefislerin kaç
cins olduğunu araştırır. Nitekim bunu filozofların “İnsan büyük âlemdir”
sözü hakkındaki risâlede açıkladık. Dördüncüsü, nefsin bedenle nasıl ilişki kurduğunu
araştırır. Bunu da “Bedenin Terkibi Risalesinde açıkladık. Beşincisi,
nefsin bedenle ilişki kurmadan önce nerede olduğunu araştırır. Nitekim bunu “Nuifenin/spermin
Düştüğü Yer Risalesinde açıkladık. Altıncısı, nefsin bedenden ayrıldıktan
sonra nerede olacağını araştırır. Nitekim bunu “Diriliş ve Kıyamet
Risalesinde araştırdık. Yedincisi, onun bir defasında bedenle birlikte
olup, bir defasında da ondan ayrılmasındaki amacın ne olduğunu araştırır.
Nitekim bunu “İnsan Küçük Âlemdir" Risalesi ilde açıkladık. Şeyhin
onu incelemesi ve manalarını düşünmesi şeklindeki görüşü etkili oldu.
Nefislerin
İşi ve Bedenleri Sevmesine Dair
Ey
kardeşim! Bil ki, bu tikel nefis, cevherinin üstünlüğü, bu cismânî âlemdeki
yabancılığı, bu bedenin afetleri ve maddesinin bozulması gibi müptela olduğu durumlarıyla
birlikte, yabancı bir memlekette aptal, günahkâr, cahil, kötü ahlâklı, çirkin
tabiatlı bir kadının aşkına müptela olmuş bilgeye benzer. Kadın onu her zaman
güzel yiyecekler, leziz içecekler, gösterişli elbiseler, görkemli ev ve düşük
şehvetlerle birlikte ister. Bu bilge, ona olan aşırı sevgisi ve dostluğuna olan
tutkunluğu yüzünden bütün ilgisini onun ihtiyaçlarını karşılamaya harcar ve
onun işlerini görmeye büyük özen gösterir. Öyle ki kendi nefsini ve ihtiyaçlarını,
içinden çıktığı beldesini, daha önce birlikte yaşadığı akrabalarını ve önceden
sahip olduğu nimetleri bile unutur.
Ey
saygılı ve merhametli kardeşim! Bil ki, nefis cevheri semâvî bir cevher ve
âlemi ruhânî bir âlemdir. O bizzat diri olup yemeye, içmeye, giyinmeye, eve ve
bedenin varlığını devam ettirmek ve bekasını sağlamak için muhtaç olduğu diğer
şeylere ihtiyaç duymaz. İnsanın ihtiyaç duyduğu bütün bu dünyevî arazlar,
ancak bu değişen ve bozulan bedenden ve onun iyileştirilmesi, varlığının sürdürülmesi,
göz açıp kapayıncaya kadar bile aynı halde sabit kalmayan yararın çekilip,
zararın itilmesi gibi gayelerden dolayı vardır. Nefis, belli vakte kadar
bedenle birlikte olduğu sürece bu bedenin işlerini görmeye yönelik çabaların
ve mal, meta, eşya ve insanın dünya hayatı boyunca ihtiyaç duyduğu şeyleri
edinme gibi üstlendiği zor işler ve yorucu sanatlar konusunda gösterdiği yüksek
ilginin çokluğuyla bitkin düşer. O günahkâr ve aptal kadına aşkla tutulmuş olan
bu bilgeye, ondan ve onun aşkı ve sevgisiyle oyalanmaktan kurtulmadıkça nasıl
rahat yoksa nefse de bu bedeni terk etmedikçe rahat yoktur.
Nefislerin
İşi ve İşlediği Bir Cinayet Sebebiyle
Ruhlar Âleminden Çıkarılışına Dair
Ey
kardeşim! Bil ki, tikel nefis ruhânî âlemden atıldığı, cinayet sebebiyle yüksek
mertebesinden düştüğü, madde denizine battığı, beden dalgaları içine daldığı, “Üç
kola ayrılmış gölgeye gidini”[124]
denildiği ve dolayısıyla beden iskeletlerine battığı, kavuştuktan sonra
ayrıldığı, birleştikten sonra koptuğu zaman, Allah Azze ve Celle’nin; “İnin
oradan hepinizi”[125]
ve “Oradan çıkarılacaksınız”[126]
diye belirttiği gibi, o zaman rüzgârın şiddetlendiği, denizin çalkalandığı,
dalgaların kabardığı, geminin kırıldığı, deniz ortasında battıkları, karanlık
sulara daldıkları, ada ve sahillerin derinliklerinde ve balıkların
karınlarında birbirlerinden ayrı düştükleri sırada deniz yolculuğu yapan bir
topluluğa dokunduğu gibi, ona da dehşet, korku ve musibetler dokunur. Nitekim
gemi parçalandığında bu topluluktan her birinin, ya suda boğulmuş, ya dolanmakta,
ya odun veya ipe yapışmış ya da birbirlerinin omzuna binmiş olduğunu görürsün.
Her biri, korkunun şiddetinden “nefsim, nefsim!” der, başkasını düşünmez,
kendisi dışında kimsenin kurtuluşunu istemez, kendisinden başkasıyla ilgilenmez,
orada daha önce olmuş hiçbir şeyi hatırlamaz. Nefislerin bu dünyadaki hâli,
bedenlerle birlikte olmaları ve hayatın dertleri, açlık korkusu, susuzluk
acısı, hastalık ağrıları, sıcak ve soğuk eziyeti, çıplaklık rezaleti, afet
üzüntüleri, korkunçluklar, telef, hasret ve keder musibetleri gibi belalar da
böyledir.
Bu
sıkıntı ve musibetlerden dolayı âlemi, başlangıcı ve sonuyla ilgili hiçbir şeyi
hatırlamaz olur. Nitekim şanı yüce olan Allah şöyle demiştir: “Kendilerine
öğüt verildiği zaman öğüt almıyorlar''[127]
[128]
Ey
kardeşim! Bil ki, nefis gaflet ve cehalet uykusundan uyandığı, zatını gördüğü,
cevherini bildiği, cisimler âlemindeki yabancılığını, sıkıntısını, heyûla
denizine batışını, doğal şehvetlere esir düşmesini hissettiği, kendi âlemini
incelediği, nimetlerinin bedensel bazlardan üstün olduğunun anlaşıldığı, âlemin
esinti ve güzel kokusuyla estiği, oraya özlem duyduğu, bu âlemdeki oluşa
meylettiği, bedenlerle birlikte olmaktan nefret ettiği, dünya nimetlerinden el
etek çektiği ve bedenden ayrılış ve cisimler karanlığından çıkış demek olan
ölümü temenni ettiği zaman onun durumu, sabahın aydınlığıyla birlikte
zindanlardan çıkan ve bu âlemi içindekilerle birlikte bir defada seyreden bir
topluluğun durumu gibidir.
Basiretsiz
nefislerin durumu ise gündüzün aydınlığı, gecenin karanlığı da olsa kendileri
için fark etmeyen körlerin durumuna benzer.
Bil
ki, nefis zatını fark etmediği, cevherini, başlangıcını ve sonunu bilmediği, yabancılığını
ve bu dünyadaki sıkıntı ve belayı hissetmediği zaman, onun için öğrenimde
araştırma ve çalışma, temyiz, akıl, doğru duyular, değerlendirme, kontrol ve
açıklama mümkün olduğu müddetçe ölene dek körlük devam ettiği için çalışmaz. O,
ölümden sonra gittiği yol bakımından daha kör ve daha sapıktır. Nitekim Allah
şöyle zikretmiştir: “Kim bu dünyada körlük ettiyse ahirette de kördür,
yolunu daha da şaşırmıştır”36 Ey kardeşim! Allah seni, bizi ve
tüm kardeşlerimizi bu sıfattan korusun. O çok seven, şefkat gösteren ve
merhamet edendir.
Ey
Kardeşim! Bil ki, biz edeplerin çeşitleri, ilimlerin acayiplikleri ve hikmetlerin
ilginçlikleri hakkında elli bir risâle meydana getirdik. Her biri bir
çeşit giriş, mukaddime ve örnek gibidir. Kardeşlerimiz onları düşündüklerinde,
mezhebimize (Şiamıza) mensup olanlar onların okunuşunu duyduklarında, bazı
manalarını anladıklarında, Allah’ın ilminin hazinedarları ve nübüvvet ilminin
vârisleri olmaları sebebiyle Peygamber (sav)’in ehlibeyti nin üstünlüğüne dair
ikrar ettikleri şeyin hakikatini bildiklerinde, inanan ve onun Rablerinden bir
hak olduğunu bilen bir topluluk için, nefislerindeki ayetler sebebiyle
ufuklarda o ehlibeyt hakkında inandıkları ilim, bilgi, anlayış, temyiz ve
basiretin tasdiki onlar için ortaya çıkar. Onlar, muhaliflerin peygamberlerin
(as) kitapları hakkındaki yorumlarına ihtiyaç duymasınlar diye bu böyle
olmuştur. Kardeşlerimiz, yanlarında bir kabul edici ve mucitle birlikte bir
meclise geldiklerinde onun kendilerinde şu konuşmayı yapması gerekir:
Ey
kardeşler! Allah sizi ve bizi Kendinden bir ruh ile desteklesin, sizi hakka yöneltsin,
onun tâbilerinden kılsın, size iyilik yolunu kolaylaştırsın, sizi kendi ehlinin
bilgisine ulaştırsın, kötülükten korusun, kötülerle dost olmaktan uzak tutsun,
sizi şeytana kanmaktan, sultanın zulmünden, zamanın afet ve felaketlerinden
korusun, sizi kardeşlerin nasihatini kabule muvaffak etsin! O, seven ve ihsan
edendir.
Biliniz
ki, her devletin başladığı bir vakti, yükseldiği bir gayesi ve ulaştığı bir
sınırı vardır. En yüksek gayesine ve en son sınırına ulaşınca çöküş ve
gerilemeye yüz tutar, halkı arasında uğursuzluk ve hayal kırıklığı baş
gösterir; diğerinde kuvvet, zindelik, gelişme ve büyüme görülür. Her gün ilk ve
önceki güçten düşecek, yeni ve sonraki kökleşecek şekilde birinin güçlenmesini,
ötekinin de zayıflamasını sağlar. Buna örnek, zamanın hükümlerinin
geçerliliğidir. Şöyle ki, bütün zamanın yarısı aydınlık gündüz, yarısı karanlık
gecedir. Aynı şekilde yarısı sıcak yaz, yarısı soğuk kıştır. O ikisi ardı
ardına gelip giderler. Biri gittiğinde diğeri geri döner. Bazen biri artar, diğeri
eksilir. Biri eksildiğinde de diğeri artar. O ikisi gayelerine ulaşınca artış
yönünde zirveye çıkanda eksilme; eksiklik yönünde zirveye çıkanda ise artış
başlar. Bu böyle devam eder. Miktarlarında eşitlik sağlanıncaya kadar bu
onların âdetidir. Onlar, artma ve eksilme şeklindeki amaçlarına ulaşana dek
kendi hâllerini aşarlar. Onlardan biri artış yönünde zirveye çıkınca gücü
ortaya çıkar, âlemdeki eylemleri artarken; zıddının gücü zayıflar ve eylemleri
azalır.
Zamanın
halkının hayır ve şer devletlerindeki hükmü de böyledir. Âlemde kuvvet, devlet
ve eylemlerin ortaya çıkışı bazen iyiler için, bazen de kötüler için geçerli
olur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “İşte günleri insanlar arasında
döndürür dururuz”[129]
Ey
kardeşler! Allah sizi ve bizi Kendinden bir ruh ile desteklesin! Kötülerin
gücünün zirveye çıktığını ve bu zamanda âlemdeki eylemlerinin arttığını
görürsünüz. Artış yönündeki yükselişten sonra ancak çöküş ve gerileme vardır.
Bil
ki, krallık ve devlet, her devir, dönem, çağ ve zamanda bir ümmetten diğer
ümmete, bir hanedandan diğer hanedana, bir ülkeden diğer ülkeye geçer.
Biliniz
ki, iyilerin devleti, başlangıcında hayırlı, erdemli, bir ülkede toplanmış,
aynı görüş, aynı din ve aynı mezhepte ittifak etmiş topluluklarla başlar.
Onlar, yardımlaşacaklarına, birbirlerini terk etmeyeceklerine, birbirlerini
desteklemekten vazgeçmeyeceklerine, bütün işlerinde tek bir adam gibi, tüm
tedbirlerinde, yöneldikleri dini destekleme ve ahireti arama faaliyetlerinde
tek bir nefis gibi olacaklarına, Allah’ın rahmet ve rızasından başka bir şeye
inanmayacaklarına dair söz verirler.
Ey
kardeşler! Size haber verdiklerimizi müjdeleyin, size olan yardımında Allah’a
güvenin. Eğer çok gayret gösterirseniz, Allah’ın buyurduğu gibi, “Bizim
uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza
i/eteceğiz.”[130],
“Şüphesiz ki Allah, kendi dinine yardım edene mutlaka yardım eder.[131],
“Şüphesiz Allah taraftarları galiplerin ta kendileridir!'[132]
Valiler
ve Kâtiplerle Konuşma Hakkında
Ey
kardeş! Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki,
bizim ülkelere dağılmış insanların en faziletlisi, iyi ve erdemli kardeşlerimiz
ve arkadaşlarımız vardır. Onların bir kısmı kralların, beylerin, vezirlerin,
valilerin ve kâtiplerin çocuklarıdır. Bir kısmı aristokratların, ileri
gelenlerin ve tüccarların çocuklarıdır, bir kısmı âlimlerin, edebiyatçıların,
fakihlerin, din hizmetkârlarının çocuklarıdır. Bir kısmı da sanatkârların,
mutasarrıfların ve mütevellilerin çocuklarıdır. Biz toplulukların her birisine
bizi temsilen, şefkat, merhamet ve nezaketle öğüt vermek suretiyle hizmet
etmesi ve kardeşlerine onları yüce Allah’a, peygamberlerin getirdiği şeylere,
velilerin din ve dünya işlerini ıslah etmede işaret ettiği vahye ve tevile
davet etmek suretiyle yardımcı olması için, bizim basiret ve bilgisine
güvendiğimiz bir kardeşimizi vekil tayin ettik. Ey merhametli kardeşim! -Allah
seni ve bizi kendisinden bir ruhla desteklesinBiz seni onlara yardım etmen için
seçtik ve onlara Allah’ın sana verdiği akıl, kavrayış, temyiz, nefis duruluğu
ve cevher saflığı gibi üstünlükle kardeşlerine yardımcı etmek ve desteklemek
üzere katılmandan hoşnut olduk. Çünkü senin cevherin onların cevherinden;
senin nefsin onların nefsindendir. Onların iyiliği senin iyiliğindir.
Allah’ın
bereketi ve güzel başarıya ulaştırmasıyla kardeşlerimizden birine git ve
meclisinde onunla baş başa nezaketle ve güzel bir şekilde ilişki kur. Ona
bizden selam söyle. Onu kardeşlerin kolay bir nasihatiyle müjdele ve onun
kardeşlik sevgi ve dostluğuna olan şiddetli iştiyakımızı haber ver! Allah onu,
bizi ve ülkelerde bulunan tüm kardeşlerimizi doğruya ulaştırsın. O, kerim ve
cömerttir.
Sonra
ona bu hutbeyi oku, manalarını anlat, özünü ve maksadını kavrat. Sonra bize ona
ne cevap verdiğini söyle! Allah ikinizi ve tüm kardeşlerimizi doğruya iletsin.
Ona de ki: “Ey kardeşim! Bize, hizmetinde bulunduğun, emrinde çalıştığın ve
yüksek otoritesine bağlı olduğun bu arkadaşından bahset! Şu anda onun içinde bulunduğun
durumda, daha önce başkasının olduğunu, izzet ve otoritesinin kaybolduğunu ve
yardımcılarının etrafından dağıldığını biliyor musun? İçinde bulunduğu bu
durumun devam mı edeceğini, yoksa bir gün kesinlikle ortadan kalkıp,
kendisinden önce bu konumda olan kimsede olduğu gibi, başka bir şeye
dönüşeceğini biliyor musun? Ondan sonra gelip yerine geçen kimseyle nasıl bir
ilişkinin olacağını biliyor musun?”
Bu
dünyanın ve işlerinin insanlar arasında peş peşe değişen devletler ve nöbetler
olduğunu anladın.
Krallar
ve Sultanlarla Konuşma Hakkında
Ey
kardeşim! Seni içinde yüce Allah’a yakınlık, dine yardım ve kardeşlere nasihat
bulunan bir görev için seçtik. Seni seçtiğimiz işe güven, Allah’ın bereketi ve
güzel başarıya ulaştırmasıyla yardım ve desteğine güvenerek, insanlar içinde
erdemli ve değerli kardeşlerimizden birine git ve ona nezaket ve incelikle
ulaş. Meclisi boş, meşguliyetten uzak, ruhu güzel bir hâldeyken onunla buluş ve
ona âlimlerin, din hizmetkârlarının, fakihlerin, tacirlerin ve zenginlerin
felsefi ilimler, şeriat hükümleri, geometri ve astronomi gibi matematiksel
ilimler, tıp, feraset, yönetim ve siyaset öğrenen çocuklarının oluşturduğu
erdemli kardeşlerine ve samimî dostlarına selam söyle. Sana öğrettiğimiz
sırları, dine yardım ve ülkelerin fethi gibi gerçekleşen emelleri ve kullara
iyilik gibi elinde olup da asırların rehberlerinin haber verdiği ve imtihan
tanıklarının işaret ettiği şeyleri ona müjdele. Üzerinde düşünmesi için ona bu
belgeyi sun! Ona, seni kendisine, sahip oldukları akıl, güzel ahlâk, adap,
ülfet, ittifak, din konusunda inandıkları güzel görüş ve dünya konusunda
uyguladıkları güzel muamele sebebiyle gönderen bu şehrin sakini olan
kardeşlerinin içinde baş başa oturdukları, ilimleri müzakere ettikleri, sırlar
hakkında konuştukları, işlerin gizli yönlerini araştırdıkları bir meclislerinin
olduğunu haber ver. Onlar, günün birinde dönemin hadiselerini, zamanın
değişikliklerini, felaketlerini ve asırların rehberlerinin işaret ettiği dini
şeriatlardaki değişiklikleri, krallık ve devletlerin bir toplumdan diğerine,
bir ülkeden diğer ülkeye, bir hanedandan diğer hanedana geçişini müzakere
eder. Böylece onların görüşleri bir araya gelir, âlemde yakın bir varlığın,
içinde din ve dünya iyiliği olan ilginç bir olayın (oluşun/varlığın) bulunduğu
konusunda ittifak eder. Bu iyilik bir krallıkta kralın yenilenmesi ve devletin
bir ümmetten diğerine geçmesidir. Bunun açık delil ve işaretleri vardır.
Dediler ki: “Biz onları zihinlerimizin sakinliği, işlerdeki tecrübeler, zamanın
geçen olayları, zecr, fal, kehanet ve ferasetle bilinen şeyler hakkındaki
değişimleri itibarıyla ve hareket eden yıldızların delilleri ve onun
gerçekleşmesinden önce ona delalet eden rüyalar yoluyla öğrendik. Sıfatlarıyla
emir sahibini, bu olayın, din ve dünya hakkında istediğimiz iyiliğin meydana
geleceği yılı ve ayı öğrenmek için belirttiğimiz ve işaret ettiğimiz bu yönleri
dikkate aldık. (Yüce Allah şöyle buyurmuştur): “Şüphesiz Allah, emrini
yerine getirendir”[133]
[134] “Fakat
insanların çoğu bilmezler’’4'1 Biz bu hatırlatmayla
ancak yüce Allah’a yakınlık kurmayı, dine yardım etmeyi, kardeşlere saygı
göstermeyi emir sahibine nasihat etmeyi, öncekiler içinde doğru makamlı ve
sonrakiler içinde doğru sözlü olmayı amaçladık.”
Ona
ait bu hatırlatmayı kabul eder ve onun nefsi işaret ettiğimiz bu şeye yönelirse
istediğimiz şey zaten budur. Tereddüt eder ve: “Dediklerinin işareti, iddia
ettikleri söz ve görüşün tasdiki nedir?” derse şöyle deriz: “Bizim açık delil
ve burhanlarımız, ilimler hakkında bizim gibi düşünen, işleri bizim gibi
değerlendiren ve bilgileri bizim gibi düşünen kimselerin bildiği işaret ve
kanıtlarımız var. Eğer erdemli ve kıymetli kardeşimiz isterse
söylediklerimizin hakikatini anlamak ve emrettiklerimizi tasdik edebilmek için
bize güvendiği kimselerden, eminlerden, türümüzün fertlerinden, ilim ve
bilgilerde bize benzeyen, söylediklerimiz hakkında bizimle tartışan ve işaret
ettiğimiz konularda bizimle münazara eden birini göndersin. Allah doğruya
ulaştırandır.”
Nefisten
Habersiz ve Onun Cevherine İlişkin
Bilgiye İtiraz Eden İlim Ehliyle Konuşma Hakkında
Ey
kardeşim! Bize haber ver. Sen uzun, geniş ve derin beden, yani et, kemik, sinir
ve damarlardan, tamamı topraksı, karanlık, katı, değişen ve bozulan cisimler
olan kan, balgam ve iki safranın oluşturduğu dört karışımından meydana gelen
bedenle birlikte bundan daha üstün olan başka bir cevher olduğunu kesin olarak
biliyor musun? O, ruhânî, basit, canlı, semâvî ve saydam bir cevher olan
nefistir. O, bu bedeni hareket ettirir, yönetir ve görünür kılar. Onun
eylemleri, sözleri ve bilgileri bununla gerçekleşir. Yahut sen şöyle dersin:
“Ortada bu görülür, duyulur, değişen, bozulan, dönüşen ve yok olan bedenden
başka bir şey yoktur. Ona sıcak dokunursa erir, soğuk dokunursa donar, uyursa
duyuları işlevsiz hâle gelir, uyanırsa varlığını hissetmez, taşınırsa nerede olduğunu
bilmez, bırakılırsa hareket etmez, hareket ettirilirse kendisini hissetmez ve
bilmez, su verilmezse susuzluktan kurur, yemek verilmezse zayıf düşer, yemek
verilirse kan, irin, idrar ve dışkıyla dolar. Sanki o dışı sıvalı, içi pisliklerle
dolu bir şey gibidir. Ölürse kokar, defnedilmezse kurda kuşa yem olur. Yaşarsa
acı çeker ve mutsuz olur.”
Bu
sağlam işleri ve insanın elinde ortaya çıkan değişik sanatları yapan bu failin
tek başına şu beden olduğunu mu sanıyorsun? Şu değişik dillerle konuşan, şu çeşitli
sözleri söyleyen geçmiş zamanda meydana gelen işleri haber veren, görünmez yerlerde
bulunan şeyleri bilen, gelecek zamanlarda olacak hadiseleri bildiren ve sayı
cevherleri, geometrik şekilleri, seslerin ahengi, bedenlerin ameliyatı,
feleklerin terkibi, yıldızların hareketleri, burçların nitelikleri ve
unsurların tabiatlarının hesaplanması, madenlerin cevherleri, bitkilerin
faydaları ve hayvanlardaki farklılık gibi ilimlerin ilginçliklerini ortaya
çıkaran tek başına bu beden midir? Varlıkların hakikatine dair bilgisi olmayan
kimsenin iddia ettiği gibi bu ilimler, görüşler ve erdemler bedenin mizacına
nispet edilir. Mizaç bir araz ve belirttiğimiz bu şeylerden birisi iken bunlar
nasıl olur da bedenin mizacından kaynaklanabilir? Bu sözü söyleyen doğrudan
uzaklaşmış, bu görüşe inanan kimse şeylerin hakikatini bilmeye gözünü kapamıştır.
Ona arız olan ilk gaflet, nefsinin cevherini bilmemesi ve zatını bilme
yönündeki araştırmayı terk etmesidir. Buna rağmen en büyük bela, onun ilimlerde
başkan olduğunu, şeylerin hakikatlerini, din sahiplerinin doğru sözlerini,
bilgilerin en üstünü, ilimlerin en kesini, sırların en incesi olan şanı yüce
yaratıcının sıfatlarını bildiğini iddia etmesidir. Bütün bunlara rağmen o kendi
nefsinin hakikatini dahi bilmez. Hâl böyle iken, onun görüşüne nasıl güvenilir
ve iddia ettiği ilimle, duyularına ve aklına uzak olup da haber verdiği işler
hakkındaki söyledikleri nasıl doğrulanabilir?
Ey
saygılı ve merhametli kardeşim! Eğer bu bedenle birlikte ondan daha üstün
cevherin olduğunu ve bu fiil, söz, ilim ve faziletlerin ona nispet edildiğini,
ondan kaynaklandığını ve bu şeyleri bedende ortaya çıkardığını kabul ediyorsan
doğruyu söylemiş, hakkı dile getirmiş ve âdil bir cevap vermiş olursun. Öyleyse
bize bu cevherden haber ver: Onun ne olduğu, bu bedenle kendi isteğiyle mi,
yoksa mecbur kaldığı için mi beraber olduğu bilinebilir mi? Bedenden ayrıldığı
zaman nereye gider? Ben bilmiyorum diyebilir misin? Şöyle diyerek nefsinin bu
kadar bilgiyi bilmemesinden memnun olur musun: “Bu bilgiyi bilmek insanın gücü
dâhilinde değildir. Senin de içinde olduğun âlimler, Allah’ı bilmenin her akıl
sahibine vacip olduğunu kabul ederlerken bu sözü nasıl söyleyebilirsin? Kul
daha kendi nefsini bilmezken onun Rabbini bildiğinden nasıl bahsedilebilir?”
Resûlullah’tan
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Kendini
bilen Rabbini bilir. Kendisini en iyi bileniniz Rabbini en iyi bilendir”
Sen, kendini bilmeden Rabbini bildiğini nasıl söyleyebilirsin? Allah (cc) dedi
ki: “Ogün insan kendi aleyhine şahittir”[135]
Yine dedi ki: “Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek
getirdi”[136]
Yine dedi ki: “Kendi nefislerinizde birçok alametler vardır. Hâlâ görmüyor
musunuz?”[137]
Yine dedi ki: “Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter”[138]
[139]
Yine dedi ki: “Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede
kötülüğü emreder”44 Yine dedi ki: “Ogün her nefis gelir,
kendi kendisiyle mücadele eder”[140]
Yine dedi ki: “Ey huzur içinde olan nefisi Sen O'ndan razı, O da senden razı
olarak Rabbine dön'.”[141]
Ey
kardeşim! Sen insan nefsinin kendisine her şeyden daha yakın olduğunu biliyorsun.
Böyleyken sen nasıl insanın kendisi dışındaki duyular ve aklına uzak şeyleri
bildiği hâlde nefsini bilemeyeceğini söyleyebilirsin?
Ey
kardeşim! Bil ki, insanların çoğu, nefis ilmi hakkında düşünmeyi, araştırmayı,
arif olan bilginlere onun bilgisini sormayı terk etmeleri, nefislerine önem vermeleri
ve heyûla denizinden, bedenler çukurundan ve tabiat esaretinden kurtulma ve
vücutların karanlığından çıkma isteğini azaltmaları, bu dünyada ebedî kalmaya,
cismânî şehvetlere dalmaya, bedensel zevklerle aldanmaya, doğal ve duyusal
şeylerle yakınlık kurmaya aşırı meyletmeleri, nebevi kitaplarda anlatılan
cennet nimetlerinden ve felekler âlemindeki rahatlık ve mutluluktan gafil olmaları,
peygamberlerin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bildirdiklerini ve ince mana ve
sırlarıyla ilgili tasvirlerin sınırlı olmasından dolayı bilge filozofların
işaret ettiklerini yeterince tasdik etmedikleri için onlara ilgilerinin az
olması sebebiyle nefislerine dair bilgiyi unuttular. Böylece gayretleri tamamen
bu değişen bedene yöneldi ve bütün çabalarını mal, yiyecek, içecek, elbise,
binek ve evlilik gibi dünya maişeti elde etmeye adadılar. Nefislerini
bedenlerinin kulu, bedenlerini nefislerinin efendisi hâline getirdiler.
İnsanlığı tanrılığa, karanlığı aydınlığa, şeytanları meleklere egemen
kıldılar; İblis’in tarafından ve Rahmanın düşmanlarından oldular.
Ey
kardeşim! Nefsine bakabilir, onun iyiliği için çalışabilir, kurtuluşunu
isteyebilir, zincirlerini çözebilir, heyûlaya dalmaktan, tabiata ve bedenlerin
karanlığına esir olmaktan kurtulabilir, yüklerini hafifletebilir misin? Bunlar,
nefislerin göğe yükselmesini, melekler zümresine girmesini, ruhânî felekler
âleminde seyahat etmesini, cennet mertebelerine çıkmasını ve Kur anda
bahsedilen o huzur ve mutluluğu teneffüs etmesini engelleyen sebeplerdir.
Bunları ancak senin kendileriyle birlikte kurtulmanı ısrarla isteyen samimî
arkadaşlarınla, değerli kardeşlerinle, kıymetli dostlarınla konuşmayı arzulayarak
yapabilirsin. Onlar, senin kendi yol ve maksatlarını takip etmen, kendileriyle
birlikte yürüyerek kurtulman, ahlâklarıyla süslenmen, sözlerini işitmen,
inançlarını bilmen, ilimlerini düşünmen ve sırlarını, sana bildirdikleri nefis
ilimlerini, hakikî arınma bilgilerini, ruhânî akledilirleri ve nefsanî
duyulurları anlaman için nefislerini dünya ehline itaatten kurtarmışlar ve
ahiret yurdunun nimetlerini talep etmeyi uğraş hâline getirmişlerdir.
Ruhânî
şehrimize girdiğinde, melekî hayat tarzımızı yaşadığında, temiz sünnetimizle
amel ettiğinde ve yüce topluluğa bakmak ve alçak, karanlık, ağır, değişen,
dönüşen, bozulan ve helak olan bedeninle değil de kalıcı, üstün, parlak, gizli
ve şeffaf nefsinle mesutların hayatında olduğu gibi daima neşeli, mutlu ve
sevinçli bir şekilde yaşamak için aklî şeriatımızı kavradığında, Allah seni ve
bütün kardeşlerimizi doğruya iletecek, rahmet ve ihsanıyla seni ve bizi barış
yurduna ulaştıracaktır. Onun dilediğine gücü yeter.
Şiîlik
Taslayanlarla Konuşma Hakkında
Ey
saygılı ve merhametli kardeşim! Allah seni desteklesin! Allah, kardeşler arasında
sevgiyi pekiştiren, bütün din ve dünya iyilikleri konusunda arkadaşların özelliklerini
bir araya getiren çeşitli sebepler ve hasletlerde seninle aramızı birleştirsin!
Öncelikle, kim bunları düşünür ve Allah’ın sana lütfettiği nimetleri ve verdiği
ihsanları büyük bir doğrulukla Onun tahsis ettiği akıl, anlayış ve ayırt etme
gücü(temyiz) sayesinde bilirse, bu işte kardeşler arasında sevgiyi pekiştiren
haslet ve sebeplerden biri, sebeplerin en sağlamı olan İslâm dinidir. Çünkü o,
dindarların bağlandığı en iyi din, Allah’a yönelenlerin mensup olduğu en üstün
yoldur. O, Peygamberimiz Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) dininde ve
öncekilerin kitaplarını denetlediği kitabın ve peygamberlerin koyduğu en
dengeli sünnet olan şeriat sünnetinin bilgisinde uyulan örnektir.
Ey
saygılı ve merhametli kardeşim! Bizi ve seni bir araya getiren şeylerden biri
de Peygamberimizin (as) temiz Ehlibeytinin sevgisi, müminlerin emiri ve vasilerin
en hayırlısı olan Ali b. Ebû Talib’in velâyetidir (Allah’ın duası hepsinin
üzerine olsun). Seni ve bizi bir araya getiren şeylerden biri de, edebe
saygılı olmak ve sıradan insanlar (avam) arasından ayrılmaktır. O, yolunda
yürüdüğümüz ve kendisine işaret ettiğimiz şeyin temelidir.
Bizi
ve seni bir araya getiren şeylerden bazıları da güzel huylar, övülen
davranışlar, nefis hürriyeti, nefis cevherinin saflığı, bizi seninle
mektuplaşmaya sevk eden hususlar ve karşılanan iş konusunda senin için yarar umduğumuz
şeylerdir. Allah seni, bizi ve bulundukları ülkelerde tüm kardeşlerimizi
desteklesin! Sana, kardeşlerimiz içinde basiretinden memnun olduğumuz, din ve
ahlâkında yolunu övdüğümüz bir kardeşimizi gönderdik. Allah seni desteklesin!
Sen onun hakkını, yükümlü olduğun saygıyı, mecliste tek başınayken ve kalbin
boş iken sana ulaşmasını bilirsin, söylediklerinde ona yönelirsin ve
mezhebimizi, din ve dünya işleri konusundaki inancımızı anlamak için ondan sana
öğrettiğimiz sırları ve ona işaret ettiğimiz bilgiyi dinlersin. Sözlerimizi
işittiğinde, manalarını anladığında, hakikatlerini kavradığında ve onları
aklınla düşünüp basiretinle temyiz ettiğinde sana işaret ettiğimiz ve inancın
konusunda sorduğumuz şeyler hakkındaki görüşünü hükmün ve hakkın gerektirdiği
şeylerden utanmadan, çekinmeden ve korkmadan dürüstçe ifade ettin. Allah seni
ve bulundukları her yerde bütün kardeşlerimizi doğruya ulaştırsın, kendinden
bir ruhla desteklesin!
Ey
kardeşim! Allah seni desteklesin! Bil ki, insanların felsefeyle uğraşan ve şeylerin
hakikatlerini araştıranların çoğu, peygamberlerin (as) kitaplarının sırlarını
zihinlerinin kavrayış kusuru yüzünden onları araştırmayı terk etmeleri ve
üzerinde düşünmekten vazgeçmeleri sebebiyle unuttular. Çünkü onların manaları göklerin
halkı ve feleklerin sakini yüce topluluk olan meleklerden alınmıştır. Değerli
kardeşim! Seni dünya hayatının dış yüzünü bilenler arasında olmaktan Allah’a
sığınmaya davet ediyorum. Onlar ahiretten gafildirler ve Aziz ve Çelil olan
Allah kitabında onları şöyle yermiştir: “Onlar Kur an ı düşünmüyorlar mi?
Yoksa kalplerinin üzerinde kilitleri mi var?"51 Yine dedi
ki: “Onlar sağır, dilsiz ve kördürler, artık dönmezler”[142]
[143] Bir
düşünsene; onlar sesleri işitmediler mi, renkleri görmediler mi, yaşam işlerini
düşünemediler mi? Aksine onlar, risâlelerimizde değindiğimiz ve -Allah
kendilerini güçlendirsinbulundukları ülkelerde kardeşlerimizi davet ettiğimiz
nebevi kitaplardaki bu manaları anlamadılar. O, peygamberlerin dini ve
Allah’ın kitabındaki gizli ve temizlerden başkasının dokunamadığı sırları
koruyan Rabbânîler ve âlimlerin mezhebidir. Onlar, Allah’ın kendilerinden kiri
giderip tertemiz kıldığı Ehlibeyt’tir. Ey kardeşim! Allah seni ve bulundukları
her ülkede bütün kardeşlerimizi doğruya, hak inanca, salih amele ve rabbani
bilgilere ulaştırsın. O, kullarına karşı kerim, cömert ve lütufkârdır.
Allah'a
Davet Risalesi bitti.
Bunu
Ruhânîlerin Hâllerinin Niteliği Hakkındaki Risâle takip etmektedir.
[1] Bakara,
2/285.
[2] Bakara,
2/214; Âl-iİmrân, 3/142.
[3] Mâ’ide, 5/23.
[4] Furkân,
25/58.
[5] Ahzâb, 33/21.
[6] Mümin, 40/65.
[7] Zümer, 39/2.
[8] Nemi, 27/62.
[9] Nahl, 16/127.
[10] Âl-i İmrân,
3/200.
[11] Fetih, 48/12.
[12] Beyyine,
98/8.
[13] Mâ ide,
5/28-29.
[14] Tâhâ, 20/72.
[15] Tâhâ, 20/73.
[16] Bakara,
2/137.
[17] Nisâ, 4/104.
[18] Secde, 32/17.
[19] Zümer, 39/10.
[20] Nahl, 16/50.
[21] Fâtır, 35/28.
[22] Hadîd 57/19.
[23] Ra’d, 13/17.
[24] Aynı ayet..
[25] Aynı ayet.
[26] Aynı ayet.
[27] Aynı ayet.
[28] Aynı ayet.
[29] İbrahim,
14/24.
[30] Secde, 32/17.
[31] Nemi, 27/40.
[32] Kasas, 28/78.
[33] Bakara,
2/156.
[34] Hac, 22/11.
[35] Duha, 93/4.
[36] A’lâ,
87/16-17.
[37] Şura, 42/51.
[38] Fetih, 48/27.
[39] Yûsuf,
12/100.
[40] Saffât,
37/102.
[41] Nûr, 24/40.
[43] Hûd, 11/27.
' Araf, 7/75.
Kuranda bu ifade Musa (as) ile ilgili değil, Salih (as) ile ilgili olarak
geçer, (ç.n.)
[44] Aynı ayet.
[45] İsrâ,
17/90-93.
[46] Mutaffıfın,
83/29-32.
[47] Bakara,
2/102.
[48] Nisa, 4/143.
[49] Ankebût,
29/8.
[50] Mü’minûn,
23/115.
[51] Ankebût,
29/5.
[52] Ankebût,
29/23.
[53] Mutaffifin,
83/15
[54] Ra d, 13/23.
[55] Nahl, 16/32.
[56] Sebe, 34/54.
[57] Enam, 6/27.
[58] Araf, 7/40.
[59] Mümin, 40/46.
[60] Enam, 6/112.
[61] Araf, 7/38.
[62] Âl-iİmrân,
3/169.
[63] Bakara,
2/154.
[64] Araf,
7/175-177.
[65] Naziât,
79/40-41.
[68] İsrâ, 17/57.
[69] Bakara, 2/62.
[71] Çeviri: Yrd.
Doç. Dr. Salih Aydın, Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim
Üyesi.
[72] Nemi, 27/59.
[75] Enfâl, 8/37.
[76] Zümer, 39/61.
[77] Entâl, 8/42.
[78] Fussilet,
41/46.
[79] Nisa, 4/69.
[80] Tevbe, 9/72.
[81] Hucurât,
49/14.
[82] Hucurât,
49/17.
[83] Nisa, 4/145.
[84] Mümtehine,
60/13.
[85] Tevbe, 9/71.
[86] Mümtehine,
60/13.
[87] Mutaffıfın,
83/30.
[88] Bakara,
2/171.
[89] Enam, 6/153.
[91] Vakıa,
56/89-94.
[92] Çeviri: Doç.
Dr. Mehmet Vural, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Fakültesi Felsefe Bölümü Öğretim
Üyesi.
[93] Nemi. 27/59.
[94] Kehf, 18/13.
[95] Enbiyâ,
21/60.
[96] Kehf, 18/62.
[97] Muhammed,
47/7.
[98] Âl-i İmrân,
3/68.
[99] Merv, ateş
çıkan parlak beyaz taş veya en sert taş; onunla güç ve iyilik kinaye edilir.
[100] Mâ’ide, 5/56.
[102] Araf, 7/22.
[103] Bakara, 2/36.
[104] Araf, 7/25.
[105] Zümer, 39/75.
Bu ayetin metinde verilen, fakat mele-i a lâya sıfat olarak yazılamadığı
için yukarıya almadığımız kısmı şöyledir: “Aralarında hak ile hüküm verilir ve
âlemlerin Rabbi Allaha hamd olsun denir.”
[108] Kasas, 28/14.
[109] Ahkâf, 46/15.
[111] Şu’arâ,
26/85.
[112] Yûsuf,
12/101.
[113] İbrahim,
14/4.
[114] Nahl, 16/22.
[115] Nahl, 16/62.
[116] Bakara, 2/35.
[118] Mü’minûn,
23/100.
[119] Hûd, 11/108.
[120] Rûm, 30/56.
[121] Mü’minûn,
23/114.
[122] Şûrâ, 42/13.
[123] Ma ide, 5/48.
[124] Mürselât,
77/30.
[125] Bakara, 2/38.
[126] A’râf, 7/25.
[127] Sâffât,
37/13.
[128] İsrâ, 17/72.
[129] Âl-i İmrân,
3/140.
[130] Ankebût,
29/69.
[131] Hac, 22/40.
[132] Ma ide, 5/56.
[133] Talâk, 65/3.
[134] Sebe’, 34/28.
[135] Kıyâme,
75/15.
[136] Yâsin, 36/78.
[137] Zâriyât,
51/21.
[138] İsrâ, 17/14.
[139] Yûsuf, 12/53.
[140] Nahl, 16/111.
[141] Fecr,
89/27-28.
[142] Muhammed,
47/24.
[143] Bakara, 2/18.
İhvân-ı Safâ metninde “görmezler” anlamında “la yubsirûn” kelimesi yazılmış
bulunmakta, fakat ilgili ayette “dönmezler anlamında “la yerciûn” kelimesi yer
almaktadır.
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder