Print Friendly and PDF

İhvân-ı Safâ Risâleleri 7

|

 

Bölüm

İmanın Mahiyeti Hakkında

Kardeşim! Bil ki, şanı yüce Allah, Kuranda ancak müminleri çokça övdü, onla­ra ahireti vaat etti, sevaplarını cennet yaptı. Çünkü iman, bütün beşerî hayırları ve melekî faziletleri bir araya getiren bir haslettir. Kâfirleri de aynı şekilde çokça yerdi ve onları cehennemle tehdit etti. Çünkü küfür, bütün beşerî kötülükleri ve şeytanî rezillikleri bir araya getiren bir haslettir. Biz küfrün mahiyetini ve kimin gerçekte kâfir olduğunu Namus/Şeriat Risâlesi’nde açıkladık. Şimdi iman nedir, gerçekte mü­min kimdir, bilinmesi için imanın şartlarından ve müminlerin özelliklerinden bir kısmını açıklamak istiyoruz.

Kardeşim! Bil ki, iman biri zahir, diğeri batın iki tür şeye denir. Zahir iman, beş şeyi dil ile ikrar etmektir. Birincisi, âlemin bir tek, diri, güç yetiren, hikmetli, bütün mahlûkatı yaratan ve onların ortaksız yöneticisi bir yaratıcısının olduğunu ikrar et­mektir. İkincisi, Allah’ın yaratıklarının safı olan meleklerinin olduğunu ikrar etmek­tir. Onları ibadet ve hizmetine tahsis etmiş, âlemin koruyucuları yapmış, onlardan her bir topluluğu göklerde ve yerde bulunan kullarının herhangi bir konudaki yöne­timiyle görevlendirmiştir. Onlar kendilerine yasaklanan şeyleri çiğnemezler, emre­dilen şeyleri yaparlar. Üçüncüsü, Âdemoğullarından bir topluluğu seçtiğini ve ken­disiyle onlar arasında melekleri aracı kıldığını ikrar etmektir. O melekler de Rable­rinden doğrudan vahiy alan meleklere ulaşırlar. (Bu aracı melekler) meleklerden al­dıkları vahiy ve haberleri Âdemoğullarına ulaştırırlar. Dördüncüsü, peygamberlerin (as) farklı dillerle getirdikleri bu vahiy ve haberlerin anlamlarının meleklerden vahiy ve ilham yoluyla alındığını ikrar etmektir. Beşincisi, kıyametin kesinlikle gerçekleşe­ceğini, onun diğer yaratılış olduğunu, bütün mahlûkların yeniden diriltileceklerini, haşredileceklerini, hesaba çekileceklerini, yaptıkları hayır ve marufa karşılık sevapla ödüllendirileceklerini ve yaptıkları kötülük ve münkere karşılık cezalandırılacakları­nı ikrar etmektir. Yüce Allah’ın sözü şöyledir: “Bütün müminler Allaha, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etmişlerdir.”[1] [2] Ayrıca “ahiret gününe” dedi. Bu, peygamberlerin (as) bu şeyleri inkâr eden ümmetlerini ikrara davet ettikleri zahir imandır. Bu, küçüklerin büyüklerden, cahillerin âlimlerden öğrendiği gibi alman bir ikrardır.

Batın olan iman ise kalplerin kesin olanı dil ile ikrar edilen bu şeyleri araştırmak suretiyle gizlemesidir. İşte bu, imanın hakikatidir. Bu konunun zahirine (dış yüzü­ne) inanan kimse bu şeyleri diliyle ikrar eder, bu yönüyle Yahudilerden, Hıristiyanlardan, Sabiilerden, Mecusilerden ve müşriklerden ayrılır. Müslümanların namaz, zekât, hac ve oruç gibi ibadetleri, İslam şeriatının farzları ve müminlerin sünnetleri bu ikrarla icra edilir. Kitaplarında övdüğü ve cennet vaat ettiği insanlar, ikrar edilen bu şeylerin hakikatlerine kalplerinin içiyle kesin inanan kimselerdir. Ona düşünme, değerlendirme, şartlarını ve gerçeğinin gereklerini yerine getirme ile ulaşılır. Nite­kim Yüce Allah şöyle demiştir: “ Yoksa siz ... cennete gireceğinizi mi sandınız?”111

Bölüm

Tevekkülün Mahiyeti Hakkında

Bil ki, bu imanın şartlarından ve müminlerin özelliklerinden biri de Allah’a tevek­kül etmektir. Nitekim o şöyle demiştir: “Eğer inanıyorsanız Allah'a tevekkül ediniz”[3] Peygamberine (as) şöyle dedi: “Hiç ölmeyen diriye tevekkül et.”[4] Tevekkülün ne ve gerçekte tevekkül edenin kim olduğunu açıklamak istiyoruz.

Kardeşim! Bil ki, tevekkül, ihtiyaç halinde başkasına sana vekâlet etmesi için da­yanmaktır. Bil ki, tevekkül edilen kişi güvenilir ise tevekkül eden kişinin kalbi sakin ve ruhu huzurlu olur. Eğer güvenilir değilse tevekkül edenin kalbi sükûnetsiz, ruhu huzursuz olur.

Kardeşim! Bil ki, bütün insanlar tevekkül ederler; fakat onların tevekkülünün çoğu Allah’tan başkasınadır. Bundan dolayı çocuklar babalarına yiyecek, içecek, el­bise ve diğer ihtiyaçlarında tevekkül ederler. Onlar gün boyu geçim derdi düşünme­den oyunla meşguldürler. Babalarına yaslandıkları için geçim arayışı onları ilgilen­dirmez. Babalarına kesin olarak inandıkları için kalpleri sakin, ruhları huzurludur. Aynı şekilde köleler de ihtiyaçları konusunda efendilerine dayandıkları için geçim derdi düşünmeden efendilerine hizmet ile meşgul olurlar. Yine sultanın askerleri ve hizmetçileri de gerekli rızıkları konusunda sultana dayanmaları sebebiyle geçim derdini düşünmezler. Onlar sadece sultana hizmet etmekle meşguldürler.

Ama bunların dışındaki insanlar iki gruptur: Zenginler ve fakirler. Zenginler kendi birikimlerine ve mallarına dayanırlar. Onların kalpleri sakin, ruhları huzurlu­dur. Fakat artış konusundaki aşırı istek ve rağbet onları aramaya sürükler. Onlar ara­ma konusunda kendi sermayelerine, sarraflıklarına ve kazanç arayışındaki alışveriş becerilerine tevekkül ederler. Fakirler ise zanaatkârlar ve bedenleriyle çalışanlardır. Onlar kendi sanatlarına ve beden kuvvetlerine güvenirler. Dilenciler ise ellerinde­ki ihsanla ilgili isteklerinde insanlara güvenirler. Bu itibarla, peygamberler ve salih müminler dışında gerçekten Allah’a tevekkül eden hiçbir kimse bulamazsın. Çün­kü peygamberler, kendilerine vahiy gelmeden önce geçim arayışı hususunda dünya halkından herhangi birisi gibiydiler. Onlara vahiy ve peygamberlik gelince geçim aramayı bıraktılar, risâletin tebliğiyle meşgul oldular ve ihtiyaç duydukları bu dün­yanın menfaatleri konusunda Allah’a tevekkül ettiler ve ona kesin olarak inandılar. Böylece ruhları huzura kavuştu. Çünkü onlar, ona hizmetle meşgul oldukları zaman itaatte ihtiyaç duydukları şeyler konusunda kendilerini görevlendiren Allah’ın onla­ra yeteceğini biliyorlar ve buna kesin olarak inanıyorlardı. Nitekim efendiler de ken­dilerine itaat ederken ihtiyaç duydukları şeyler konusunda kölelerine yeterler. Aynı şekilde peygamberlerin varisleri olan gerçek müminler de onlara tabileri olurlar ve Allah’ın delil indirdiği konularda onların yolunu takip ederler. Allah dedi ki; “Allah Resulünde sizin için güzel bir örnek vardır”[5] O zaman tevekkül, gerçek müminin kim olduğunu gösteren bu hasletlerden biridir.

Bölüm

İhlâsın Mahiyeti Hakkında

İmanın şartlarından ve müminin hasletlerinden biri de amel ve duada ihlâstır. Nitekim Yüce Allah şöyle emretmiştir: “Dini yalnızca Allah’a tahsis ederek (ihlâsla) dua edin"[6] Yine dedi ki: “Allaha ihlâslı olarak ibadet edin’.’[7] Amelde ihlâs, kişinin yaptığına karşılık olarak Allah’ın hiçbir kulundan karşılık veya teşekkür bekleme­mesidir. Anne babanın kendi çocuklarını yetiştirirken gösterdikleri ihlâs böyledir. Onlar ne bir karşılık, ne de bir teşekkür beklerler. Çünkü onlar bunun karakter olu­şumunda gerekli olduğunu bilirler. Efendilerine hizmet eden iyi kölelerin dövülme korkusu ve karşılık beklentisi olmadığı halde ihlâslı davranmaları da böyledir. Çün­kü onlar, hizmetlerinin hikmet ve siyaset gereği olduğunu bilirler. Nitekim biz bunu “Siyaset Çeşitlerinin Nitelikleri ve Nicelikler Risâlesı’nde açıkladık.

Kardeşim! Bil ki, efendisine dövülmekten korktuğu veya karşılık beklediği için hizmet eden köle, kötü bir köledir. Aynı şekilde Rabbine sırf cehennemden korktuğu veya cennette yeme, içme ve cima arzuladığı için itaat eden kimse kötü bir kuldur. Kötü kul, dua ve amelde ihlâslı değildir.

Duada ihlâs, ancak kişi çözüm ve uzak durmada güç ve kuvvetten kesildiği esna­da olur. Bu konudaki örnek, gemi yolcularıdır. Çünkü onlar, gemiye bindikleri za­man Allah’a dua ederler ve ondan selamete erdirmesini isterler. Fakat onlar geminin korunması ve gözetilmesi konusunda kaptanlar ve gemi mürettebatı güvendikleri için ihlâslı olmazlar. Kaptanlar ve gemi mürettebatının gelişiyle ruhları sakin ve hu­zurlu olur. Denizi ortaladıklarında, dalgalar yükseldiğinde, gemiler çalkalandığında, kaptanlar paniğe kapılıp gemi mürettebatı korktuğunda ve helake yüz tuttuklarında işte o zaman Allah’a dini yalnızca ona tahsis ederek dua ederler. Çünkü onlar onlara yardım etmeye hiçbir Allah’ın kulunun gücünün yetmeyeceğini, maruz kaldıkları sıkıntıyı gidermede Aziz ve Çelil olan Allah’tan başka kimsenin kuvvetinin olmadı­ğını bilirler. Onların kalpleri gemide astroloji hükümlerini, maruz kaldıkları felekî talihsizlikleri ve talihsizliğin yönetimi bir talihe nasıl yönelteceğini bilen bir insan olmadıkça hiçbir sebebe bağlanmaz. O zaman kalbi ona bağlanır. O Rabbine dua etse de talihsizliğin devam ettiği veya tedbiri talihsizliğe yöneltenin ondan daha kötü olduğu belli oluncaya kadar duası ihlâslı değildir. O zaman yıldızlardan ümidi kesilir ve duası ihlâslı olur.

Kardeşim! Bil ki, Âdemoğullanna ait, akıllıların maruz kaldıkları sıkıntının gide­rilmesi konusunda Yüce Allah’a ve arifin duasına sığındıkları bu tür hallerde Allah’ı bilmeyenler için bir telkin ve nefisleri onu bilmeye yöneltme vardır. O zaman onlar, maruz kaldıkları sıkıntıyı gidermede Allah’a dua ve yakarışta akıllılara bakışlarıyla kendilerinin otoriter, bilen, güçlü, dualarını işiten ve kendilerinde olanları bilen bir ilahlarının olduğunu bilirler. Onun onları kurtarmaya gücü yeter ve onlar onu göremeseler ve nerede olduğunu bilemeseler de o onları görür.

Buna göre pahalılık, veba, çocukların acıları, iyilerin başına gelenler ve Yüce Allah’tan başkasının gidermeye güç yetiremediği semavî olaylar gibi insanlara isa­bet eden bütün meşakkat ve belalar, onları Allah’a dua ve yakarışa mecbur eder. Bu onlar için Aziz ve Çelil olan Allah’a bir delalet ve hidayettir. Nitekim o şöyle demiş­tir: “Yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve sıkıntıyı gide­ren ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah’tan başka ilah mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz’.’[8]

Bölüm

Sabrın Mahiyeti Hakkında

İmanın şartları ve müminlerin hasletlerinden biri de sabırdır. Nitekim şöyle denmiştir: Sabır imanın başıdır. Yüce Allah şöyle dedi: “Sabret; senin sabrın ancak Allah ile olur”[9] Müminlere dedi ki: “Sabredin, sabırda yarışın.”[10]

Kardeşim! Bil ki, sıkıntılar anında ümit edilen şey sebebiyle korkusuzca sabır ve sebat etmek, övülen bir sonuçtur. Sabır, sabrın acılığından yarılıp çıkar. Kardeşim! Bil ki, insanların çoğu, sıkıntılara sabrederler; fakat onların sabrı Allah ile ve Allah için olmaz. Çünkü onlar korkarlar, sızlanırlar, yakınırlar ve Allah hakkında kötü zanda bulunurlar. Nitekim şanı yüce olan Allah, münafıklar kıssasında şöyle demiştir: “Siz kötü zanda bulundunuz ve helaki hak eden bir topluluk oldunuz”[11] Çünkü onlardan bazıları kendilerine dokunan bu felaketlerin haklarında hükmettiğinde ondan gelen bir zulüm olduğunu zannetmektedir. Bazıları da bunun onun kazası ve hükmü olmadığını zanneder. Bazıları da içinde bulundukları bela ve meşakkatleri onun bilmediğini zannetmektedir. Bazıları da onun bildiğini bilir; fakat onun kendilerini düşünmediğini ve kendileriyle ilgilenmediğini zanneder. Bazıları da yine kötü zanda bulunarak onun katı kalpli, merhametsiz vb. olduğunu zanneder.

Mümin peygamberler, sıkıntı ve belalara sabrederler. Onların sabrı Allah’ın yardımıyladır ve Allah içindir. Çünkü onlar, yaratılmışlara dokunan musibetlerde bir takım yararlar olduğunu düşünürler. Sıkıntılar Anında Dua ve İhlâs konusunda ve “Lezzetler Risâlesi’nde açıkladığımız gibi, eğer bu yarar ve hikmete ait şeyler birçok akıl sahibine gizli kalıyorsa o zaman âlemdeki diğer nefislerde değil de hayvan nefis­lerindeki acıda hikmet nedir? Onlardaki hikmet, nefislerin bedenleri ölüm ve bozul­maya karşı korumaya teşvik edilmesidir.

Kardeşim! Bil ki, peygamberler ve müminlerin kendilerine dokunan musibetler­de maslahat olduğuna dair inançları onların ikrar ettikleri mukaddimeden çıkar. Bu, onların şu sözleridir: Âlemin diri, güç yetiren ve hikmetli bir tek yaratıcısı vardır. O, âlemin işlerini hikmet sağlamlığında en güzel düzen ve tertip üzere sıralamıştır. Büyük küçük hiçbir iş, içinde bir hikmet türü ve iyilik sınıfı olmadan ve Allah’ın bilgisi dışında cereyan etmez.

Bölüm

Kaza ve Kaderin Mahiyeti ve Kazaya Rıza Gösterme Hakkında

İmanın şartlarından ve müminlerin hasletlerinden biri de kaza ve kadere rıza göstermektir. O, üzerinde cereyan eden takdirler karşısında nefsin güzelliğidir. Tak­dirlerin gerçekleşmesi, astroloji hükümlerinin gereğidir. Kaza, Allah’ın astroloji hü­kümlerinin gerektirdiği şeylere ilişkin geçmiş bilgisidir. Kazaya rıza göstermenin, insanların göğe yükselen en az ameli olduğu söylenir. O, iman şartlarının en yükseği ve müminlerin özelliklerinin en üstünüdür. Nitekim Yüce Allah şöyle demiştir: “Al­lah onlardan, onlar da Allah’tan razı olmuştur”[12]

Sonra kardeşim! Bil ki, cereyan eden acı takdirler karşısında Namusun/şeriatın kutsallığı sayesinde ariflerden başka dayanıklı güzel ruhlu hiçbir kimse yoktur. Na­musun kutsallığını peygamberler ve müminlerden başka hiçbir kimse gereği gibi bilemez. Şeriatın hakkını ve kutsallık şeklini “Şeriatlar Risâlesi”nde açıkladık. Kaza­ya ve cereyan eden takdirlere rıza göstermenin alametlerinden biri, kişinin şeriatın hükmüne Yunan filozofu Sokrat’ın boyun eğdiği gibi güzel ruhlu olarak boyun eğmesidir. Zira yargıç, şahitlerin şehâdetiyle bu filozofun öldürülmesine hükmet­miştir. Halkın içine giren şüphe yüzünden onun aleyhinde öldürülme hükmü ge­rekmiştir. Bunun üzerine Sokrat, öldürülmeye gönül rızasıyla boyun eğmiştir. Ona dendi ki: “Sen mazlum olarak öldürülüyorsun. Senin için fidye vermemizi veya seni kaçırmamızı ister misin?” Sokrat şöyle dedi: “Yarın Namusun/Şeriatın bana, hük­mümden niçin kaçtın, demesinden korkuyorum.” Dediler ki: “Ona mazlum olduğu­nu söylersin.” Onlara şöyle dedi: “Eğer şeriat bana; aleyhinde yalan ve iftira ile şahit­lik eden şahitler sana zulmetmiş de olsa senin bana zulmetmemen ve hükmümden kaçmaman gerekirdi; derse ben ne derim?” Onları bu delil ile mağlup etti; öldürül­meye nefis hoşluğu ve şeriat hükmüne rıza göstererek boyun eğdi. Sonra şöyle dedi: “Şeriat kendisini önemsemeyeni öldürür.”

Sokrat’tan önce takdirlere Âdem’in oğullarından biri boyun eğmişti. Kardeşi Ka­bil ona; “Seni öldüreceğim.” demişti. Habil ona şöyle dedi: “Sen bana beni öldür­mek için elini uzatsan da ben sana seni öldürmek için elimi uzatmayacağım. Ben âlemlerin Rabbi Allah’tan korkarım. Ben böylece senin hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip cehennemliklerden olmanı istiyorum’.’[13] Olanlar hakkında, olmadan önce bilgisi bulunan Allah’ın kazasına rıza gösterdi ve yıldızların hüküm­lerinin (astroloji) gereği olan takdirlere gönül rızasıyla boyun eğdi. Aynı şekilde Mesih de Allah’ın kazasına rıza gösterdi, takdirlere boyun eğdi ve gönül hoşluğu ve olanlar hakkında, olmadan önce bilgisi bulunan Allah’ın hükmüne rıza göstererek İnsanî tabiatını Yahudilere teslim etti. Zira onun bilgisine aykırı hiçbir şey olmaz. Firavunun tehdidi karşısında Allah’ın kazasına rıza gösteren sihirbazların durumu da böyledir. Ona dediler ki: “Artık sen vereceğin hükmü ver. Sen ancak bu dünya ha­yatında hükmedersin”[14] O topluluk, Firavunun nefisleri üzerinde hiçbir otoritesinin olmadığını, sadece bedenleri üzerinde otorite sahibi olduğunu biliyorlardı. Dediler ki: “Biz Rabbimize hatalarımızı bağışlaması için inandık”[15] Onlar takdirlere boyun eğdiler ve bedenlerini gönül rızası ile Firavunun hükmüne teslim ettiler. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem da aynı şekilde, Uhud günü, Ensarın en hayırlıları ve Muhacirlerin faziletlileri öldürüldüğünde, sancağı kırıldığında ve üzerinde söz konusu takdirler cereyan etti­ğinde rıza gösterdi. Dendi ki: “Ey Allah’ın Resulü, müşriklerin helaki için dua etsen onlar sana bunları yapamazlar.” Şöyle dedi: “Allah kardeşim Nuh’a merhamet etsin. Kavminin ayaktakımı onu dövdüler. Şöyle diyordu: Allahım! Kavmimi cezalandır­ma! Onlar bilmiyorlar. Ben diyorum ki; Allah’ım, kavmimi hidayete erdir. Onlar bilmiyorlar. O gün kendisine ve ashabına olanlarla ilgili haber Medine’ye ulaşınca Medineliler kardeşlerinin haberlerini öğrenmek için çıktılar. Ensar’dan kocasının durumunu sormak için bir kadın da çıktı. Ona şehit olduğu söylendi. Babasını sor­du, onunla ilgili olarak da aynısı söylendi. Kardeşini sordu, onunla ilgili olarak da aynı şey söylendi. “Resulullah kurtulmadı mı?” diye sorunca, “Evet” dediler. Dedi ki: “Onun kalması hepsine bedeldir.” Osman b. Affan’ın (asiler) kendisini öldürmek için huzuruna girdiklerinde rıza göstermesi de böyledir. Köleleri ayağa kalktılar ve kılıçlarını çektiler. Dediler ki: “Sen kal, biz öldürülelim.” (Osman) döndü, hoşlanma­dı ve Enes’in Resulullah’tan naklettiği şu sözü andı: “Ona kapıyı aç, onu bu ümmetin Ömer’den sonraki velisi olarak müjdele ve ona kanının dökülmesi suretiyle uğraya­cağı belayı haber ver.” Kölelerine şöyle dedi: “Kim kılıcını kınına sokarsa Allah rızası için hürdür.” Makamına oturdu, odasında Mushafını alıp, “Onlara karşı Allah sana yeter.”[16] ayetini okudu. O, Allah’ın kazasına rıza gösterdi, öldürüleceğini anladı ve takdire gönül rızasıyla boyun eğdi. Kerbela günü Hüseyin’in susuzluğu arttığında ve su istediğinde gösterdiği rıza da böyledir. Ona dediler ki: “İbn Ziyad’ın hükmü­ne boyun eğ, yolunu açalım.” Şöyle dedi: “Hayır, sadece Allah’ın hükmüne (boyun eğerim).” Öldürüleceğini anladı. Allah’ın kazasına ve cereyan eden takdirlere gönül hoşluğuyla rıza göstererek öldürülünceye kadar savaştı.

Kardeşim! Bil ki, daha önce tasvir ettiğim bu nefisler ancak kulları hakkında ön­ceden bilgisi olan Allah’ın kazasına rıza gösterir ve astrolojinin gereği olarak cereyan eden acı takdirlere bedenden ayrıldıktan sonra varılacak yerde ümit ettikleri hayırlar, ulaştıkları mutluluk, huzur, rahat ve anlatımı kısa tutulmuş daha başka şeyler sebe­biyle sabrederler. Allah buna şu sözüyle işaret etti: “Kuşkusuz onlar da sizin acı çekti­ğiniz gibi acı çekiyorlar. Üstelik siz onların umut etmeyecekleri şeyleri umuyorsunuz.”[17] Yüce Allah yine dedi ki: “Hiçbir nefis yaptıklarına karşılık olarak kendisinden gizlenen göz aydınlıklarını bilmez”[18] Yine dedi ki: “Sabredenlere mükâfatları hesapsız olarak ödenir”[19]

Bölüm

Araştıran müminlerin bir alameti de çocukların anne ve babalarından başka kimseden korkmamaları ve ümit etmemeleri gibi Yüce Allah’tan başka kimseden korkmamaları ve ümit etmemeleridir. Aynı şekilde çocuklar eğitmenden, öğrenciler öğretmenden, askerler de komutandan başkasından korkmazlar. İnsanlar ise sadece kendilerine zarar ve fayda vermeye gücü yeten sultanlarından korkarlar. Nitekim Al­lah meleklerle ilgili olarak şöyle demektedir: “ Üstlerinde hükümran olan Rablerinden korkarlar ve kendilerine emredilen şeyleri yaparlar''[20] Melekler ve aynı şekilde âlimler Rablerinden başka kimseden korkmazlar. Yüce Allah dedi ki: “Allah'tan ancak âlim kulları korkar”[21] [22] Onlar onu müşahede ederler ve görürler. Nitekim o; “Rableri katın­da şehittirler ”3S demiştir. Nitekim Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem bir bedevi kendisine ihsanın ne olduğunu sorduğunda şöyle demiştir: “İhsan, Allaha sanki onu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Sen onu görmesen de o seni görmektedir" Bu görme ve müşahede hakikat gözüyle olur. Bu, iki cihanda da ondan başka kimseyi görmemendir. Nitekim araştırmacı, bir şiirde şöyle demiştir:

Aşk neşesini içmek nedir? Onun kederleri

Ateşi havada tutuşan yangınlardır.

Sevgi neşesini sordum. Bana dendi ki

Sevgide cömertliktir. Dizgini çekildi dedim

Hepsi onun, onunla ve ondan. Nerede bana ait Şey ki onu cömertçe vereyim. Dili tutuldu.

Bölüm

Kardeşim! Bil ki, imanın ilk direği ve en güçlü rüknü ilahi şeriat sahiplerine em­rettikleri itaatler ve yasakladıkları isyanlarda tâbi olmaktır. Bu, onları dinlemek ve onlara itaat etmektir. Çünkü beşerî işlerin en üstünü, İnsanî fiillerin en tatlısı ve akıllıların meleklerin mertebesini müteakiben nail olduğu en yüksek mertebe, İlahî şeriat koymaktır. Kardeşim! Bil ki, şeriat koyanların ve onların takipçilerinin birçok özelliği ve çok sayıda şartları vardır. Biz bunların bir kısmını Şeriatlar Risâlesi’nde, bir kısmını “İhvân-ı Safâ’nın İnancı Risâlesi”nde ve bir kısmını da Kardeşlerin Birbirleriyle İlişkileri Risâlesi’nde açıkladık.

Bil ki, şeriat koyucuların, takipçileri, onların işittikleri bilgiler ve uydukları şeriat kurallarıyla olan ilişkisi, gök ile yağmurları ve yer ile bitkileri arasındaki ilişkiye benzer. Çünkü şeriat sahiplerinin konuşması ve sözleri yağmura, takipçilerinin dinlemesi de yere benzer. İkisi arasında elde edilen bilgi ürünleri, düşünceler ve ameller bitki, hayvan ve madenler gibidir. Allah bu manalara şu sözüyle işaret et­miştir: “O, gökten su” yani Kur anı “indirdi de dereler kendi ölçülerince dolup aktı’.’[23]

Yani kalpler onu azlık ve çokluk şeklinde kendi ölçülerince korudu. “Sel üste çıkan köpüğü aldı götürdü”[24] Yani onun lafızları ve dış yüzü, sapmış, şüpheci ve şaşkın mü­nafıkların kalplerinin koruduğu müteşabih manalar taşımaz. Başka bir örnek: “Süs eşyası veya yararlanılacak bir şey elde etmek için ateşte erittikleri şeylerden de böyle köpük olur”[25]' Yani sel köpüğü gibi, madenî cevherlerin de kalıba dökülürken köpüğü olur. Sonra dedi ki: “İşte Allah, hak ile batıla böyle misal getirir”[26] [27] Yani hakikatlerin ve bâtılların örnekleri. “ Köpüğe gelince sönüp gider”42 Yani batıl ve şüpheler kaybolur, onlardan faydalanılmaz. “İnsanlara yararlı olan ise yerde kalır”[28] Yani vahyin lafızları tasdik eden müminlerin kalplerinde sabit kalır ve belirtildiği gibi hikmet meyvesi verir. Aziz ve Çelil olan Allah dedi ki: “Güzel söz, kökü sabit ve dalları göğe doğru olan bir ağaç gibidir”[29]

Kardeşim! Bil ki, şeriat ancak emir ve yasaklar ile gerçekleşir. Emir ve yasak, vaat ve tehdit olmadan uygulanmaz. Vaat ve tehdit, özendirme ve korkutma olmadan edilemez. Özendirme ve korkutma, ancak korkan ve ümit eden kimseye fayda verir. Korku ve ümit yalnızca emir ve yasağa uyulduğunda ortaya çıkar ve bilinir. Hiçbir şeyden korkmayan ve hiçbir ümit beslemeyen kimse teşvik edilemez ve korkutulamaz. Teşvik edilemeyen ve korkutulamayan kimseye vaat ve tehdidin faydası olmaz. Şeriat koyuculara uymayan ve yasaklarından kaçınmayan kimsenin İlahî şeriattan kesinlikle hiçbir nasibi olmaz.

Kardeşim! Bil ki, sonuçta kendisinden korkulan ve şeriatları uygulamada kendi­sine ulaşılmak istenen işler iki türdür: Biri dünyevî, diğeri uhrevîdir. Dünyevî olan, nefis bedene bitişik olduğu sürece başkanlık, güzel övgü, izzet, mal ve dünya metaı gibidir. Ölümden sonra onlardan geriye zürriyet ve evlat kalmaz. Uhrevî olan, nef­sin, madde denizinden ve tabiat esaretinden kurtulması, cisimler çukurundan ve Ay altındaki oluş ve bozuluş âleminden çıkması, göğün melekûtuna çıkarak kurtuluşa ermesi, melekler zümresine katılması, felekler ve gökler uzayında seyahat etmesi, o huzur ve neşeden istifade etmesidir. Kur an’da bunlar çok kısa tasvir edilmiştir. Nite­kim Yüce Allah şöyle demiştir: “Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilmez”[30]

Bölüm

Bil ki, şeriat hükümlerini uygulamada her talibin arzusu, hakka ve doğru hükme ulaşmak, iyi iş yapmak, yalan ve iftiradan kaçınmaktır.

Bil ki, hak, sonu olmayan bir gayedir. Fakat onun dışında karışık ve zor işler var­dır. Bil ki, lafızlar manaları taşır. Vehimler onu aramak için her görüşe gider. Mana­ları taşıyan bir laf ız işittiğinde aklında bu lafzın taşıdığı bütün manalar ortaya çıkma­dan kesin olarak hüküm vermemen gerekir. Böylece belki doğru olan yüksek amacı anlarsın ve hak olan son gayeye ulaşırsın.

Bil ki, ilahi şeriat koyucularının amacı, şeriatların hükümleri içinde ilk anda ta­savvur edemeyeceğin kadar çok derindedir. Fakat onu yeterli ölçüde düşündükten ve iyice araştırdıktan sonra anlarsın. Söylediklerimize ve anlattıklarımıza kıyas edil­mesi için buna bir örnek vermek istiyoruz.

Örnekte anlatıldığına göre, bir yolculukta arkadaşlık eden iki adam vardı. Bir nehir kenarına varınca öğle yemeği için oturdular. Her biri azığını çıkardı. Birinin iki, diğerinin üç çöreği vardı. Yemek için onları aynı yerde açtılar. Yanlarına oradan geçen biri uğradı. Onu yemeğe çağırdılar. İcabet etti, oturdu ve onlarla birlikte yedi. Yemeği bitirince adam ayağa kalktı ve ikisinin önüne beş dirhem atarak şöyle dedi: “Bunları aranızda eşit paylaşın.” O yoluna devam etti. İki çöreğin sahibi arkadaşına dedi ki: “Yarısı benim, diğer yarısı senin. Çünkü o, eşit olsun dedi.” Üç böreğin sahibi ise şöyle dedi: “Bilakis adil olan, üç dirheminin benim, iki dirheminin senin olma­sıdır. Çünkü o, çöreklere göre eşit olsun dedi.” Tartıştılar, kavga ettiler ve bir şeriat kadısına gittiler. Kadı, iki çörek sahibine bir dirhem, üç çörek sahibine dört dirhem verilmesi şeklinde hükmetti. Bu hüküm haktır ve çok doğrudur.

Kardeşim! Bu konuda düşün. Eğer manasını anlarsan doğru sana görünür ve şe­riatın hükümlerini kavrarsın. Eğer doğrunun özü ve yüksek hakikati kaybedersen sana doğrunun özünü ve mananın hakikatini öğretmesi için şeriat hâkimine git.

Kardeşim! Bil ki, felsefeye ve akledilirleri düşünmeye meyleden akıllıların çoğu, şeriatın hükümlerini akıllarıyla düşündükleri zaman ve onları görüşleri, temyizleri(ayırt etme yetileri) ve kavrayışlarıyla kıyasladıkları zaman içtihat ve kı­yasları onların şeriat hükümlerinin bir çoğunda adalet, hak ve doğruluğun onun tersine olduğunu düşünmelerine yol açar. Bütün bunların sebebi, kavrayışlarının az, temyizlerinin kıt ve bilgilerinin şeriat hükümlerinin sırlarını anlamaktan aciz olmasıdır. Buna şu örnek verilebilir: Miras hükmü konusunda erkeğe iki kadının payı kadar olduğunu düşününce, doğru olanın, kadına iki erkeğin payı kadar olduğunu görürler. Çünkü kadınlar zayıf ve mal kazanma konusunda çözüm yolları az olan kimselerdir. Onlar, şeriatın verdiği bu hüküm ile emretmenin kendi işaret ettikleri ve istedikleri şeye döndüğünü bilmezler ve görmezler. Çünkü şeriat, erkeğe iki kadının payı kadar hükmedince aynı şekilde evlendirmede mehri kadınların hakkı olarak erkeklere yüklemeye hükmetmiştir. Bu hüküm ile emretmek, kadın için iki erkeğin payı kadar malın elde edilmesine döner.

Bunun örneği şudur: Babandan sana 1000 dirhem, kız kardeşine 500 dirhem mi­ras kalırsa, o kız evlenince diğer 500 dirhemi de mehir olarak alır; böylece 1000 dirhemi olur. Sen evlendiğinde ve 500 (beş yüz) dirhem mehir verdiğinde kız karde­şinin yarısı kadar paran kalır. Bu kıyasa göre şeriatın hükmünde emir onların iste­dikleri ve işaret ettikleri şeye döner. Böylece şeriat hükümlerindeki doğrunun özünü ve hakikatin gayesini anlayabilmek için onlar üzerinde düşünmen gerekir.

Bil ki, şeriat koyucuların hükümlerin gerekleri üzerinde düşünmesi bazılarının değil de diğerlerinin iyiliğini ve erteleneni değil de acil olanı amaçlayan cüz’î bir düşünme değildir. Bilakis onun düşünmesi, “Şeriat Risâlesin’de açıkladığımız gibi, sonuçlara ve ahirette emrin döneceği şeye bakmak suretiyle herkesin iyiliğini, hem acilin hem ertelenenin hayrını amaçlayan külli bir düşünmedir.

Bölüm

Kardeşim! Bil ki, insan sıkıntı veya rahatlık hallerinden birinde olur. Mümin her iki durumda da Allah’a itaatten yüz çevirmez. Çünkü o, vücudu sağlıklı, bedeni güçlü, malca zengin, şöhreti yaygın, üstün edepli, dilediğine güç yetiren, istediğini yapabilen birisi olunca bütün bu hallerin yanı sıra Allah’a tevekkül eder, ona daya­nır, ondan yardım ister, Allah’tan başkasına güç ve kuvvet nispet etmez. Nitekim (Kur an’ın nakliyle) Süleyman (as) şöyle demiştir: “Bu, şükür mü yoksa küfür mü ede­ceğimi denemek için Allah’ın bana verdiği ihsanıdır.”[31] Kâfir ise Karun’un dediği gibi, bütün bu hallerde kendisine, kendi güç, kuvvet, dileme, irade, içtihat ve çabasına döner; sebeplerine dayanır, Rabbinden yüz çevirir, onun zikrini unutur: “Bana bu sahip olduğum ilim sebebiyle verildi’.’[32]

Sıkıntı ve musibet anında sabırlı ve Allah’ın kazasına razı olur, Allah’ın hükmüyle ona yönelir, ona hamdeder, onun hakkında iyi zanda bulunur, rahmetini ümit eder, affını ister, hükümlerine teslim olur. Nitekim Yüce Allah buna şu sözüyle değinmiştir: “Onlara bir musibet dokunduğunda, biz Allah’a aidiz ve ona döneceğiz, derler”[33] Kâfir ise Allah hakkında kötü zanda bulunur, kızgın ruhlu olur, sıkıntılardan kaygılanır, takdirlere öfkelenir, sebepleri yerer ve Allah’ın rahmetinden ümidini keser. Nitekim Allah şöyle belirtmiştir: “Bazı insanlar Allah'a kıyıdan kenardan ibadet ederler. Ona bir hayır dokunursa onunla mutlu olur”[34]

Bölüm

Dünyadan Vazgeçme (Züht) ve Ahirete Rağbet Etme Hakkında

İmanın şartları ve müminlerin hasletlerinden biri de dünyadan vazgeçmek ve Yüce Allah’ın peygamberini (salla'llâhü aleyhi ve sellem) özendirdiği gibi ahirete rağbet etmektir. O şöyle demektedir: “Ahiret senin için dünyadan daha iyidir’.’[35] Yine dedi ki: “Siz dünya ha­yatını tercih ediyorsunuz. Fakat ahiret daha hayırlı ve kalıcıdır’.’[36] Kuranda dünyadan uzaklaştıran ve ahirete özendiren birçok ayet vardır.

Kardeşim! Bil ki, insan tabiatı, sonra gelecek olanın acil olana üstünlüğü anlaşıl­madıkça mevcut acil yararı terk etmemek, dünyadan vazgeçmemek, görünmeyeni ve erteleneni istememek ve ona rağbet etmemek üzere yaratılmıştır.

Bil ki, müminler, filozoflar ve peygamberler dünyadan vazgeçmiş, acil arzuları terk etmiş, ahiretin hakikati kendileri için açıklığa kavuşunca onu rağbet etmiş ve

onun ertelenen nimetlerini istemiş, onun nimetlerinin dünya nimetlerinden üstün olduğunu anlamış ve dünya halkının işleri duyularıyla müşahede ettikleri gibi onları kalp gözü ve akıl nuruyla müşahede etmişlerdir.

Kardeşim! Bil ki, ahiretin hakikatini bilmek ve hallerini müşahede etmek, dikkate alma, dünya işleri hakkında düşünme, onlarla ahiret işleri arasında bozuk görüşler­den kurtulmuş akıllar, kötü huylardan arınmış nefisler, doğru ve zorunlu öncülle­rin sonuçlarıyla mukayese yapma yoluyla gerçekleşir. Bu şöyle açıklanabilir: akıllı kişi, insanların çoğunluğunun konuşmalarını, yaratıldıkları bu yurdun dünya diye adlandırılmasını ve nimetlerini yermelerini düşündüğünde bu, ahiret yurduna ve oranın üstünlüğüne delalet eder. Çünkü dünya lafzı uhraya (sona) delalet eder. Uhrâ (sonra) lafzı ûlaya (ilk) delalet eder. Çünkü bunlar birbirine izafetle vardır, muzaf cinsindendir.

Öte yandan insanların dünyadaki hallerini düşündüğünde hepsinin iyiler ve kötüler şeklinde iki grup olduğunu görürsün. İyiler, ilahi şeriatlarda tarif edilen amelleri işleyen kimselerdir. Onlar sağlıklı akılların zorunlu kıldığı şeyleri yaparlar, buna karşılık bedenleri için bir menfaati elde etmek ve onlardan bir zararı uzaklaş­tırmak istemezler. O zaman onların mutlak manada iyiler ve ahiret ehli oldukları söylenir. İşledikleri hayır ve şer konusunda nefislerine yararı çekmek ve zararı uzak­laştırmak şeklinde karşılık bekleyenler, ahireti düşünmeyenler, ahirette hayır ummayanlar, cezadan korkmayanlar, nefis ve onun ölümden sonraki halini düşünmeyle ilgilenmeyenler kötüler ve dünyacılar diye adlandırılır.

Ayrıca daha önce bahsettiğimiz gibi, bütün ömürlerini anlattığımız hayır işlerin­de harcamış ve sonra ölümden önce yaptıklarının karşılığını alamadan ölmüş olan iyilerin durumu düşünüldüğünde akıllar gerçekten bunun Allah nezdinde hiçbir şeyi zayi etmediğini anlar ve kararlaştırır. Buna göre nefsin bedeni terk etmesi de­mek olan ölümden sonra iyilerin ödüllendirildiği ahiret yurdu adlı başka bir hal or­taya çıkar. Aynı şekilde yeryüzünde ömürleri boyunca bozgunculuk yapmış ve sonra yaptıklarının cezasını çekmeden ölmüş olan kötülerin hali düşünüldüğünde akıllar, bunların kurtulmayacağım ve onların ölümden sonraki halinin iyilerin hali gibi ol­mayacağını anlar ve kararlaştırır. Nitekim Yüce Allah şöyle demiştir: “ Yoksa kötülük işleyenler, kendilerini, inanıp salih amel işleyenler gibi kılacağımızı; hayatlarının ve ölümlerinin bir olacağını mı sanıyorlar? Ne kötü hüküm veriyorlar!"53

Şimdiye kadar müminlerin özellikleri ve imanın şartları, kâfirlerin özellikleri ve küfrün mahiyetinden bir kısmını anlattık. Şimdi de ilimde derinleşmiş müminlerin bilgisinden ve düşünen ariflerin hasletlerinden bir kısmını anlatmak istiyoruz. Onlar peygamberlerin varisleri, elçilerin destekçileri, en yüksek makamdaki meleklerin mertebesini takip eden İnsanî mertebenin en yükseğindeki metafizikçi ve Rabbani sıdıkların kardeşleridirler. Aynı şekilde sapan ve saptıran şeytanların kardeşlerinin bazı sıfatlarını da anlatacağız. Onlar en aşağı hayvani mertebeyi izleyen en düşük insanı mertebede bulunan kimselerdir.

Bölüm

Kardeşim! Bil ki, bütün ilimler üstün ve değerlidir. Fakat onların en üstün ve değerlisi, insanın kendi cevherinin hakikatini, işlerin bir durumdan diğerine döndü­rülmesin! sağlayan şeyleri yöneldiği en yüksek gayesine ulaşıncaya kadar bilmesidir. Bu, ister ayrılmasından önce dünyada, ister ayrılıktan sonra ahirette olsun, onun Rabbiyle buluşmasıdır.

Kardeşim! Bil ki, bu ilim kapısı, akıl sahiplerinin aklı; ilimlerin kökü ve hikmet unsurudur. Onu aramaya çalış. Onun sayesinde dünyanın üstünlüğüne ve ahiretin mutluluğuna ulaşırsın. Biz bu ilmin bir kısmını tabiatla ilgili risâlelerimizde açık­ladık ve onlarda insanın ana rahmine düştüğü günden öldüğü ve ruhunun bede­ninden ayrıldığı güne kadar geçirdiği evreleri // bir durumdan diğerine tasarrufta bulunduğu işleri anlattık. Onların bir kısmını cüz’î nefislerin bedenlerinden ayrıl­dıktan sonra dönüştükleri durumlar hakkındaki akılla ilgili risâlelerimizde açıkladık ve yeniden diriltildikleri güne kadar hallerin çevrilmesini sağlayan şeylerin niteliğini anlattık. Bu risâlede insanın bu dünyada nail olduğu en üstün şeyin ve ölmeden önce ulaştığı en yüksek mertebenin ne olduğunu anlatmak istiyoruz. Fakat bundan önce insanın ne olduğunu açıklamak istiyoruz. Çünkü o, Ay feleği altındaki varlıkların en ilginci, terkibi en üstün ve sureti en iyi olanıdır. Bundan sonra onun nail olduğu ve ulaştığı işleri haber veriyor ve şöyle diyoruz:

İnsan, en iyi şekildeki cismânî beden ve en üstün ruhânî nefisten meydana gelen bir bütündür. Kardeşim! Bil ki, onun her bir parçasının son bulduğu bir gayesi ve yükseldiği bir sonu vardır. İnsanın bedeniyle ulaştığı en üstün ve en yüksek mertebe, türünün fertlerinin bedenleri üzerindeki krallık, izzet ve saltanat tahtı ve öfke gücü sayesinde üstünlük kurmasıdır. Fakat insanın nefsi itibariyle ulaştığı en yüksek mer­tebe ve cevherinin saflığıyla nail olduğu en üstün derece, insanın, sayesinde türünün diğer fertlerinden üstün olduğu vahyi almasıdır. Natık kuvve aracılığıyla idrak etti­ği hakiki bilgilerle onlar üzerinde üstünlük sağlar. Nefsin bedenden daha üstün bir cevher olduğu anlaşılınca insanın nefsi sayesinde ulaştığı mertebe, bedeni sayesinde ulaştığı mertebeden daha üstün olur. Çünkü bu cismânî ve dünyevî, o ruhânî ve uhrevîdir. Vahyin bu dünyada insanın elde ettiği en yüksek vergi olduğu anlaşılınca biz vahyin ne olduğunu ve nefsin onu nasıl kabul ettiğini açıklamak istedik.

Vahiy, duyulardan uzak olan işleri insan nefsini bir yönelme ve yükümlülük ol­madan yererek haber vermektir. Nefis vahyi üç şekilde kabul eder. Birincisi, nefsin duyuları kullanmayı terk ettiği sırada uykuda olan vahiydir. İkincisi, organların sa­kin ve duyuların durgun olduğu sırada uyanıkken olan vahiydir. Bu ikisi de kendi içinde ikiye ayrılır: Ya bir kişiyi görmeden işaretlerle sürekli bir sesi dinlemektir ya da bir kişiyi görmeden konuşmayı dinlemektir. Nitekim Yüce Allah şöyle demiştir: “Allah bir insanla ancak vahiy suretiyle veya perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderir; izniyle, dilediğini vahyeder. Doğrusu O yücedir, Hakimdir"[37]

Bu üç şekilden her birini açıklayacağız. Önce nefsin vahyi uykuda nasıl kabul et­tiğiyle başlayacağız. Çünkü bu daha genel ve daha yaygındır. Sonra uyanıkken mey­dana gelenden bahsedeceğiz. Çünkü o daha özel ve daha azdır. Diyoruz ki;

Her şeyden önce, uyku ve rüya nedir? Uyku, nefsin duyuları kullanmayı bırak­masıdır. Rüya ise nefsin fikrî gücü sayesinde hissedilir şeylerin resimlerini duyuların durgunlaştığı uyku anında kendi zatında tasavvur etmesi ve olan şeyleri gerçekleş­meden önce tahayyül etmesidir. Bunu başka bir bölümde izah edeceğiz. Biz cedelci bir topluluğun nef sin cevherliğini ve varlığını inkâr etmesi sebebiyle nefsin ve cevher hakikatinin ne olduğunu ve varlığının doğruluğuna neyin delil olduğunu kanıtladık. Önce diyoruz ki; nefis, ruhânî, diri, bilen ve faal bir cevherdir. Dediklerimizin doğru olduğunun delili sayılamayacak kadar çoktur. Bunların bir kısmını Bedenin Terkibi Risâlesi’nde, bir kısmını Hisseden ve Hissedilen Risâlesi’nde, bir kısmını da İnsan Küçük Bir Âlemdir Risâlesi’nde açıkladık. Fakat bir kısmını bu bölümde açıklamak istiyoruz ve diyoruz ki;

Hayvanların bedenleri dışında cismânî olmayan başka bir cevherlerinin olduğunun açık delili, hayattayken gizlenmediği sürece bedenlerinden ortaya çıkan his, hareket, sesler ve fiillerdir. Onların ölüm anında tamamen kaybolması bu cevherlerin bedenlerinden ayrıldıklarının delilidir.

Nefsin bedenle birlikte var olduğunun ve ölümden sonra onu terk ettiğinin bir diğer delili, insanların ölülerine ağlamaları ve bu nefislerin ayrılığına üzülmeleridir. Eğer bu üzüntü ve ağlama bedenler için ise bedenler tamamen yanlarında iken onlar için niye ağlasınlar? Onları değişim ve bozulmaya karşı korumak isteselerdi üzerle­rine sarısabır, kâfur ve bal gibi ilaçlar sürebilirlerdi. Fakat bu yüksek cevherler onları terk ettiğinde ağlama ve üzülmenin onlara bir yararı olmaz. Nefsin cevher olduğu­nun açık delillerinden biri de onlardan duyu aletlerini ve organların hareketlerini kullanmadan sadır olan fiilleridir. Çünkü insan kapalı bir ilmi düşünmek, ince bir manayı anlamak amacıyla araştırmak istediği zaman organlarının hareketlerini dur­durmaya, duyulurları düşünmeyi bırakmaya ve o şeyi tasavvur edebilmek ve o ma­nayı anlayabilmek için düşünceye dalmaya ihtiyaç duyar. Anlattıklarımızı yapınca belki ona selam veren kimse onu geçebilir ve onunla konuşan kimse onun yanında olabilir. Düşünceye dalınca işitmez ve hissetmez. İlimlerin birinde uzmanlaşan her akıl sahibi söylediklerimizin hakikatini bilir.

Eğer bir kimse, nefsin bu örnekte olduğu gibi, duyuları kullanmayı ve organları hareket ettirmeyi bıraksa bile bakmanın ancak gözle, işitmenin ancak kulakla vs. olması gibi düşünmenin ancak beyinle gerçekleşmesi sebebiyle bedeni kullanmayı tamamen bırakmayacağını söylerse, yemin olsun ki gerçek onun dediği gibidir.

Fakat biz bu örnekle ancak nefsin düşünen bir cevher olduğunu açıklamak iste­dik. O, beyni, kalbi, duyuları ve organları kullanır. Onun bazı fiillerini göstermesine aracılık eden birtakım alet ve organları vardır. Fakat onun bedensel araçlara ve cisimsel aletlere ihtiyaç duymadığı daha başka fiilleri de vardır. Bunlar, birçok adam, kadın, çocuk, cahil, âlim, iyi ve kötü insanın gördüklerinde onların uyanıkken göre­mediği rüya ve ilginç tasarrufları görmesidir.

Bölüm

Anlatılan şu olay böyledir: Bir kralın oğlu, bir düşmanının eline düştü. Düşman onu köleleştirdi, az yiyecek ve içecek vermesine, çıplak bırakmasına, dövmesine, sövmesine ve kullanmasına rağmen ona zor hizmet ve meşakkatli işler yükledi. So­nunda gücünü ve gençliğini kaybetti, bedeni bitkin düştü, işitmesi ve görmesi za­yıfladı, eklemleri gevşedi ve dili tutuldu. Sonra onu dar bir hücreye hapsetti. Uzun süre hapiste kaldı, çok acıktı, susadı, üzüldü ve kederlendi. Nihayet maruz kaldığı bu sıkıntı, bela ve zarardan dolayı bayıldı. Bir gece içinde bulunduğu acı, sıkıntı, meşakkat ve belayı düşünürken uyuyan kimsenin gördüğü gibi rüya gördü. Sanki krallık sarayında izzet tahtının üzerinde idi. Gençlik günleri, beden kuvveti, vücut tazeliği, duyu sağlığı ve arzu neşesi geri döndü. Bol ağaçlı, altından ırmaklar akan, kenarlarında cennet meltemi gibi kokular yayan fesleğen ve çiçeklerin bulunduğu bir bahçesinde idi. Kral çocuklarından oluşan, güzel elbiseler giyinmiş, nehir kenarına kurulu koltuklara oturmuş ve ellerinde kıymetli mücevherlerle birbirlerini selamla­yan kardeşleri gençlerle birlikteydi. Birbirlerini görünce tanıdılar ve uzun süre ayrı kalmaları (sonrasında buluşmaları) sebebiyle sevindiler, o da kendilerinden uzun süre ayrı kalması (sonrasında buluşması) sebebiyle sevindi. Onu meclisin baş köşe­sine oturttular ve selamladılar. İçine tarif ve ifade edilemez bir sevinç, mutluluk ve neşe doldu.

Kardeşim ne düşünüyorsun? Bu adam için hangisi, zaman boyunca uyuyarak, zevk alarak, nefsinin gördüklerinden neşeli ve mutlu olarak kalması mı, yoksa uya­nıp bedeninin o acıları hissetmesi mi daha iyi ve daha sevimli? İnsanın sadece bir beden olduğunu, nefsin hakikatinin olmadığını ve bedenin bütün o acılar, lezzetler, sevinç, keder, mutluluk ve üzüntüye ulaştığını iddia eden kimseye ne dersin? Beden uykudayken bütünüyle var olduğu ve nefsin bu tür rüyaları gördüğü ve o mutluluk ve sevince eriştiği sırada o durumlar kendi üzerinde devam ettiği halde niçin o acı, keder, üzüntü, sıkıntı ve belaya ulaşmaz?

Bölüm

Yine anlatıldığına göre, Irak’ta bir adam, içki meclisi tertip etti ve bazı dostlarını davet etti. Yemeyi bitirdikleri, içkiye oturdukları, ut ve kaval sesleri yükseldiği, ara­larında içki dolaştırıldığı ve topluluk coştuğu zaman içlerinden bir adam tattıkları zevk ve sevinçten dolayı uyudu. Rüyasında güzel bir saray, perdeler, yataklar, kaplar, fesleğenler, meyveler, parlayan mumlar ve buharlaşan tütsüler gördü. Sarayın etrafı ışık, huzur ve bollukla doldu. Üzerlerinde güzellik süsü ve yetkinlik iyiliği olan genç­ler gördü. Gördüğü, işittiği ve kokladığı güzel hissedilirler, duyuların aldığı lezzet, ruhların tattığı mutluluk, nefislerin idrak ettiği sevinç sebebiyle düşünerek ve şaşıra­rak kaldı. Nihayet mecliste olan o hissedilirlerden hiçbir şey hissetmedi.

Sonra şöyle bir rüya gördü: O sanki Rum ülkesinde Hıristiyanların kandillerle aydınlatılmış, resimler çizilmiş, haçlarla doldurulmuş bir kilisesinde idi. Rahip ve papazlardan oluşan bir topluluk içinde idi. Üzerlerinde rahip cüppeleri, bellerinde

kemerler, ellerinde asılı tütsüler vardı. Onları atıyorlar ve içinde çubuk ve kündür tütsüsü yapıyorlar. Kendilerine özgü ve tespihe benzer kelimeler okuyorlar, onları ezgili olarak söylüyorlar ve tekrarlıyorlar. Nihayet bir adam bunları onların tekra­rı neticesinde ezberledi. Bunlar şöyledir: “          slb jUj * u, >ı u, ” Arapça

olarak şunu ifade eder: “İyiler gece Yüce Allah’ı tespih ederler. Onlar ölmüş olsalar bile Onun katında diridirler. Karanlık olan kötüler ise dünyada diri olsalar bile Allah katında ölüdürler.” Ellerinde içki dolu kadehler, mendillerinde yuvarlak çörekler bu­lunan bir piskopos topluluğu gördü. Bunları o topluluğa dağıtıyorlar ve onlara o içki­den içiriyorlardı. Adam bu çöreklerden birini açgözlü ve arzulu bir şekilde alıp yedi ve aşırı bir açlık ve susuzlukla o içkiden içti. O Irak’ta akşam yemeği yedikten sonra sindiremedi. Sonra şaşkın ve Rum ülkesine nasıl düştüğünü, o kiliseye nasıl geldi­ğini, bu kadar uzun mesafeye rağmen Irak’a nasıl döndüğünü düşünerek o halini sürdürdü. Sonra kardeşlerinin meclislerindeki hallerini ve onlara bıraktığı lezzet ve sevinci hatırladı. Onlara duyduğu özlem ve yeri ve gördükleri içinde mensup olduğu şeriat ve geleneğe aykırı, tabiatı ve âdetine zıt şeyler sebebiyle hissettiği sıkıntı arttı; göğsü daraldı; sıkıntısından dolayı uykusunda sarsıldı ve uyandı. O zaman o, Irak’ta, meclisinde, yerinde ve kardeşlerinin önünde idi. Uykusundan öce düşündüğü o mumlar, o sesler ve o kokular olduğu gibi değişmeden kaldı. Kardeşim! Nefsin ha­kikatinin olmadığını ve şeyleri bilen ve onları düşünen hassas idrak edicinin onun yanında başka bir şeyin değil de bu bedenin olduğunu iddia eden kimseye söyle: Rum ülkesine giden, kilisede o işleri gören, yiyen, içen ve o kelimeleri ezberleyen beden mi, yoksa nefis midir? Söyle: Irak’taki mecliste hazır bulunan, nefis mi, yok­sa beden midir? Söyle: Beden uykudayken göz, kulak ve burnuyla tamamen orada olduğu halde yanında gerçekleşen o ses, ışık ve koku gibi duyulurları niçin hisset­miyor? Eğer rüyaların gerçekliğinin olmadığı iddia edilecek olursa Yüce Allah’ın şu sözü hakkında ne dersin? “Ant olsun, Allah, peygamberinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz, güven içinde başlarınızı kazıtmış veya saçlarınızı kısaltmış olarak korkmadan Mescid-i Harama gireceksiniz"[38] Doğru sözlü Yusuf’un sözü de şöyledir: “Bu, daha önce gördüğüm rüyanın gerçekleşmiş halidir. Rabbim onu gerçekleştirdi”[39] İbrahim’in (as) oğlu İsmail’e sözü: “Ben rüyamda seni boğazladığımı görüyorum. Ne düşünüyorsun? Dedi ki: Babacığım, sana emredileni yap!”[40] Eğer İbrahim (as) rüya­ların hakikatinin olduğunu, rüyanın doğru olduğunu bilmeseydi, uykudayken gör­düğü rüyaya göre oğlunu boğazlamaya yönelmezdi. İsmail de bunun doğruluğunu bilmeseydi “Sana emredileni yap!” demez ve boğazlanmak üzere teslim olmazdı.

Resulullah’dan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle dediği rivayet olunur: “Sadık rüya, peygamberlik unsur­larından bir unsurdur” Yine dedi ki: “ Vahiy kalktı, ama sadık rüya aynen kaldı” Rü­yaların hakikatinin olmadığını iddia eden kimse, peygamberlerin (as) çoğunun vah­yi rüyada nefsin duyuları kullanmayı terk ettiği sırada kabul ettiklerini bilse bunu söylemez ve nefsin varlığını inkâr etmez. Ne yazık ki rüyaların hakikatinin olma­dığını ve nefsin varlığının bulunmadığını iddia eden kimse, en üstün ilmi bilmedi, bilgilerin aslı ona gizli kaldı, doğrudan uzaklaştı ve en yüksek vergilerden mahrum kaldı. Fakat biz, Allah’tan, ilimlerin inceliklerini ve sırların şeffaflıklarını anlamaları için onları hidayete erdirmesini, kalplerini açmasını ve göğüslerini genişletmesini istiyoruz. Allah’ın hidayete erdirmediğini kimse hidayete erdirmez. “Allah’ın ışık ver­mediği kimsenin ışığı olmaz”5S

Bölüm

Yine anlatıldığına göre müreffeh ve bolluk içinde yaşayan, dünyada geniş imkânlara kavuşturulmuş ve oraya yerleştirilmiş olan bir adam, ömür boyunca gece gündüz gayret ve çabasının çoğunu bedeninin refah ve mutluluğu, yaşam zevki ve arzularını tatmin için harcadı. Öyle ki gün boyu hamama girmek, saçını tıraş etmek, vücudunu yağlamak, elbisesini değiştirmek, giysi ve bedenini tütsülemek, güzel ko­kusunu içine çekmek, zevkini yenileme ve arzularını iyileştirme doğrultusunda mec­listen meclise koşmak dışında bir şeyle uğraşmadı. Hatta en güzel yemekten başka bir şey yemedi, en tatlı içecekten başka bir şey içmedi, en iyi elbiseden başka bir şey giymedi, en iyi binek ve en yumuşak döşekten başka bir şeye oturmadı ve kendisine dokunacak bir şey veya toz korkusu sebebiyle kendi kubbesi ortasında havada asılı bir yataktan başka bir şey üzerinde uyumadı. Bu şekilde uzun bir süre yaşadı. Hatta insanlar arasında güzel yaşantısı ve zevkli arzuları ile meşhur oldu. Dünya şehvet­lerine rağbet edenler, onun halini temenni etmeye, onun durumuna imrenmeye ve zamanının müreffeh ve varlıklı kişileri kendi imkân ve istidatları ölçüsünde onlara benzemeye başladılar. Neticede her biri şehvetlere uyma konusunda zevk düşkünle­rinin örneği oldu.

Bütün bunlara rağmen nefsinin iyileştirilmesi, ahlakının güzelleştirilmesi, dinde uzmanlaşması, ahirete hazırlık yapması, dirilişi düşünmesi, ilme rağbet etmesi, ede­bi istemesi, dünyanın yok olması hakkında tefekkür etmesi ve ölümü hatırlaması ile ilgili hiçbir şeyi bilmedi. Bilakis şehvetleri aramaya yöneldi, insanların işlerini küçük gördü, altındaki kişileri aşağıladı, fakirlerden yüz çevirdi, ilim ehlinden uzaklaştı ve dini hafife aldı.

Yüce Allah, onu gaflet ve cehalet uykusundan uyandırmak, kullarına kudretini göstermek, onu başkalarına ibret ve öğüt yapmak istedi. O, bir gece evinin kapıları kapalı, perdeleri örtülmüş, yatağının çevresinde mumlar parlar ve evinin kapılarında hizmetçi ve uşakları uyanık bir halde yatağı üzerindeki döşekte uyumakta ve sevgilisini kucaklamakta iken rüyasında kendisini sanki ıssız bir arazide tek başına, aç, çıplak, susuz, bedeni kararmış, saçı uzun, vücudu karnındaki şeyin pisliğiyle kir­lenmiş ve sırtında ağır bir yük varmış gibi gördü. Birden bire boyları uzun, gözleri parlak, burun deliklerinden duman çıkan, avurtlarından ateş alevi yükselen, ellerin­de demir mızraklar olan ve onlar onu yakalamak için ona doğru yaklaşan simsiyah iki tuhaf yaratık ortaya çıktı. Onları görünce önlerinden kaçtı. Onlar onu takip etti. Onlardan kurtulduğuna emin oluncaya kadar (kaçtı). O zaman o, içinde dar ve sarp bir yol bulunan bir dağda idi. O yolu çok zor ve sıkıntı içinde yürüdü. Nihayet dağın [41] zirvesine çıkınca öte taraftan başı aşağı vadiye yuvarlandı ve nefes almayı zorlaştıran bir duman ve yüzü yakan bir alevin çıktığı bir kuyunun içine düştü. İzini takip eden iki siyah yaratık, onu fark edemiyordu. Gördüklerinin korkusundan, müşahede et­tiklerinin ihtişamından ve karşılaştıklarının şiddetinden dolayı uykusunda yüksek sesle bağırdı, şiddetli bir şekilde sarsıldı ve yatağından yere düştü. Yüksek sesle ba­ğırmasının etkisiyle evinde bulunanlar ve çevresindeki komşuları uyandı. Aklı çık­tı, gözleri yerinden fırladı, eklemleri oynadı ve dili tutuldu. Evindeki hizmetçiler, uşaklar ve akrabaları, “Ona ne oldu?” diye sorarak etrafında toplandılar. Gecenin geri kalan kısmında cevap veremedi. Nihayet sabahladılar. Çevresinde büyücüler ve sihirbazlar toplandılar. Cin çarpması, düşman büyüsü veya şeytan vesvesesine ma­ruz kaldığını zannettiler.

Onlara dedi ki: Bende sandığınız gibi bir şey yok. Fakat beni korkutan ve dehşete düşüren bir rüya gördüm.

Rüya tabircileri onun yanında toplandılar ve onlara rüyalar anlatıldı. Bazıları; “Karmakarışık rüyalar” dediler. Bazıları; “Bu, melankolik bir karışım ve kaba bir mizaçtır” dediler. Bazıları; “Hayır, bilakis kötü bir düşünce ve bozuk bir hayaldir” dediler. Bazıları ise “Hayır, aksine bu, cinlerden bir şeydir.” dediler.

Gece çökünceye kadar zan ile konuşmayı sürdürdüler. Hizmetçileri, uşakları ve akrabaları bir mecliste onun yatağı çevresinde toplandılar. O, onların önünde dö­şeğinde uyudu. Onlar gece yarısına kadar büyü, sihir ve tılsım okumaya ve tütsü yapmaya başladılar. O zaman o rüyasının aynısını, daha doğrusu ondan daha ihti­şamlı, daha korkunç ve daha ürkütücüsünü yaşadı. Korkarak yatağından fırladı. Et­rafında bulunan herkesi korkuttu. Onu tuttular ve sabaha kadar ona uykusuz, titrer ve korkulu bir halde ve sancılı olması sebebiyle kendileri de uyumayarak sormaya başladılar.

İnsanlar onun haberini konuştular, doktorlar etrafında toplandılar ve onun için diyet, istifrağ ve şerbet önerdiler. Bunların bu rahatsızlığa faydalı olduğunu sandılar. O bunu uyguladı, fakat hiçbir fayda vermedi.

Hafta içinde gecenin aynı vakti olunca aynı rüyayı gördü, hatta ondan daha kor­kunç ve ihtişamlısını gördü. Korkarak ve titreyerek uyandı, sabaha kadar uyuyamadı.

Ertesi gün olunca müneccimler, büyücüler ve tılsımcılar onun yanında toplan­dılar. Onlara astrolojinin gerekleri soruldu. Böyle bir rahatsızlığın insana ancak do­ğum zamanının aslında talihsizliklerin, doğanın derecesini veya yılların ve ayların değişmesinde dört ana menzilden birini istila etmesinden itibaren olması sebebiyle dokunduğunu belirttiler. Onlara şöyle dendi: “Onun faydalı ilacı ve kurtarıcısı ne­dir?” Dediler ki: “Onun için, Ay’ın şanslara bitişik olduğu bir gün ve şansın dört menzilde (sütunlarda), şanssızlıkların ondan düşmüş olduğu iyi bir doğan seçeriz. O bu vakitten itibaren bir şehirden diğer şehre, bir yerden diğer yere veya bir evden diğer eve geçer.

Böyle yaptı, fakat ilaç fayda vermedi. Bu olay insanlar arasında yayıldı. Haberler ülkede konuşulup durdu. Gıpta edilen birisi iken acınacak hale düştü. Dün onun yerinde olmak isteyenler, kendilerine de onun başına gelen bela ve musibetlerin do­kunmasından korktular. Şehir halkı, meclis ve mahfillerinde onun olayından başka bir olay ve onun başına gelenden başka bir ibret konuşmaz oldu.

Günün birinde bir grup komşusu, yola onun hadisesini konuşmak için oturdu. Onlara zahit diye bilinen bir adam uğradı. O, ilim, din ve sır sahibi idi. Kendisine ilim ve iman nimeti verilmişti. Ona dendi ki: “Komşun olan filanca için nasıl üzülü­yorsun?” Dedi ki: “Hasta bir çocuğa üzülen şefkatli ve tabip bir baba gibi.”

Ona dendi ki: “Bu nasıl olur?” Şöyle dedi: “Çünkü bende rüyamın tevili ve derdi­min devası var.”

Ona dendi ki: “Ona niçin yönelmiyor ve şendeki durumu tarif etmiyorsun?” Şöy­le dedi: “Çünkü o, sözümü işitmiyor ve öğüdümü kabul etmiyor.”

Ona: “Niçin böyle?” dediler. Dedi ki: “Adamı bilme hususunda insanların en geri duranı komşularıdır. Fakat onu size ben haber veriyorum, onu siz tarif ediniz. Sahip olduğu şeyleri bana söylemeyiniz. Ben, söylediklerimi hafife aldığı için kabul etme­mesinden veya kesin bilgisi olmadan uygulayıp fayda sağlayamamasından korkuyo­rum. Ona şöyle dediler: “Bize tarif et; söylediklerini dinliyoruz.”

Dedi ki: “Onun çöl bir kara parçası görmesi, onun dünyadan uzak durması ve öldüğü gün de oranın ondan uzak olmasıdır.

Fakirliği, öldükten sonra fakir olması ve ahirette erzaka çok ihtiyaç duymasıdır.

Çıplaklığı, ahiret sevabı olan iyi işlerden uzaklaşmış olmasıdır. Açlık ve susuzluğu, dünya şehvetlerini arama konusundaki rağbet ve ihtirasıdır.

Bedeninin karalığı, amellerinin kötü olması sebebiyle yüzünün Allah katında kara olmasıdır. Saçlarının uzun olması, ahirette uzun süren bir üzüntü hissetmesidir.

Bedeninin, karnındaki dışkı ile pislenmesi, ona ahirette erişecek olan ve imkânsız olduğu halde dünyaya dönme arzusuna yol açan korku ve kederdir.

Sırtında gördüğü yük, günahlarının ve kötü amellerinin yüküdür.

Makbul olmayan iki kişi, fiillerinin münkeri ve kötü huy ve âdetlerinin nekiridir. Onlar onun nefsinden ayrılmazlar ve gittiği yerde onu takip ederler.

Yüksek dağ, üzerinde meşakkat olan, huy ve âdetidir. Yüksek şey, günahından tevbe etmedikçe ve Allah’a dönmedikçe ölümden sonra karşılaşacağı sıkıntıdır.

Sarp yol, zorluk ve meşakkatle girilmesi gereken ahiret yoludur.

Vadi, cehennem vadisidir. İçine yuvarlanılan kuyu, kötülerin nefislerinin ve gü­nahkarların ruhlarının döndüğü çukurdur.

Ona şöyle deyiniz: Ölümden önce acele eder, kaçınır ve telafi ederse ne âlâ! Yok­sa nefsi ölümden sonra oraya dönecektir. Yüce Allah bu rüya ile, ahiret konusunda düştüğü gafletten ve dünya ihtirasından dönüp tevbe etmesi için ona öğüt ve ders vermek istedi.”

Ona: “Onun ilacı nedir?” dediler. Dedi ki; doğru bir niyet ve kararlılıkla niyet eder, Allah’a döner ve yaptıklarından tevbe eder, malının fazlasından bir kısmını fa­kirlere ve miskinlere infak eder, avretini örtecek ölçüde sert bir elbise giyer, haftada iki gün oruç tutar, mescitlere boyun eğerek gider, dinde fakih olur, iki kını kullanır, gece karanlığında namaz kılar, seher vakti bağışlanma diler, Yüce Allah’tan düştüğü sıkıntıdan kurtarmasını ister. Yüce Allah dilerse bunu yapar.

Topluluk hemen ayağa kalktılar ve onun huzuruna girdiler. Ona dokunan musi­beti ve korkup gözetlediği belayı anlattılar; sonra zahidin dediği şeyi haber verdiler. Onlara şöyle dedi: Bu tevil size nereden geldi, bu rüyayı size kim aıılallı? Dediler ki: Onu bize dinde âlim ve dediklerinden şüphe etmediğimiz bir kimse haber verdi. Onların sözünü kabul etti ve bir âlim, fakih ve dindar topluluğu topladı. Onlara, kendisine söylenen şeyleri haber verdi. Onlar şöyle dediler: Söylenenler hak ve an latılanlar doğrudur.

O zaman onlara, Nasuh (kesin ve samimi) tevbesinin nasıl olacağını, dinde fa­kih olmayı, ahiret yolunu, yeniden dirilişi, cennetlerin niteliğini, iyilerin sevabını ve kötülerin nereye döneceklerini sordu. Ona, peygamberlerin (as) kitaplarında zik redilen hususları anlattılar. Şüphe ile kesin inanç, korku ile ümit arasında onların dediklerini kabul etti ve emrettiklerini yaptı.

Diğer hafta da o günkü gibi olunca gündüz oruç tuttu, iftar vakti sadaka verdi, az yemek yedi ve gece namaz kıldı. Yine aynı vakit o secde halinde iken uyku bastırdı. Rüyasında sanki aynı kara parçasındaymış gibi oldu. Ot ve bitki yeşerdi, fesleğen çiçekleri açtı ve esinti yayıldı. Üzerinde bir soğuk su pınarı bulunan bir tepeye varıp sanki onun suyuyla yıkanınca bedeninden o kıl ve kir dağıldı ve güzel koku yayılan yeni elbiseler giydi. Önünde ayakta duran iki kişiyle birlikte olduğunda sanki onlar bedenleri şeffaf iki ışık suretiydi. Üzerlerinde güzellik kıyafeti, yetkinlik iyiliği, genç­lik parlaklığı ve vakar heybeti vardı. Ondan dolayı mutlular gibi yüzüne gülümsü­yorlar ve gelenlere bakarak ona işaret ediyorlardı.

Düşündüğünde o zaman o, altında ucun kısa olduğu geniş bir uzaydadır. O za­man o, ufukların ışıkla dolduğu nurlardadır. O zaman o uzayda sanki aralarında çiçek, ışık ve safrandan ipek dokumalar bulunan yeşil bahçeler vardır. O zaman on­ların ortasında beyaz bir yerde akan nehirler vardır. Sanki onun çakıl taşları, inci, ya­kut ve mercandır. O nehirlerin kenarlarında yaprakları sanki ipek, sündüs ve eflatun gibi olan ağaçlar vardır. O zaman yaprakları hışırdatan bir meltem eser. Sanki onlar ut tellerinin nağmelerinin sesleri gibidir. O yapraklar arasında şekil, tat ve renkleri farklı olan meyveler vardır. O zaman onlar arasında yüksek köşkler vardır. Sanki on­lar kapıları açık mermer dağlar, geniş avlular, karşılıklı eyvanlar gibidirler. İçlerinde konulmuş yataklar, üzerlerinde yüksek döşekler ve dizilmiş yastıklar vardır. Onların arasında yaslanmış ve karşılıklı oturmuş değerli efendiler bulunmaktadır. Üzerlerin­de güzellik süsü, yetkinlik iyiliği ve vakar heybeti, ellerinde hediyeler vardır. Arala­rında güzel, yaşıt ve iyilik ve güzellikle süslenmiş hizmetçi, uşak ve cariyeler vardır. O güzellikleri görünce arkadaşına şöyle dedi: Bu nedir? Dediler ki: O, selam yurdu, ruhlar ocağı, hayırlı nefislerin meskeni ve iyilerin yerleşim yeri olan cennettir. Eğer ölünceye kadar bulunduğun hal üzere devam edersen bedenden ayrıldıktan dönü­şün oraya olacaktır. Zaman devam ettikçe saf olarak ve sıkıntı çekmeden hayat zevki ve bolluk sevinci bulursun.

Duyduklarının ve verilen müjdenin sevinciyle bu onu endişelendirdi ve korka­rak, düşünerek ve uyumayı temenni ederek uyandı. Uykudan nefret ettikten sonra ilk rüyayı görmenin korkusuyla o rüyayı ikinci kez gördü.

Sabahlayınca bütün malını sadaka olarak verdi, bütün kölelerini azat etti, cüppe giydi. Gündüzü oruçla, geceyi namazla geçiriyordu, insanlarla iç içeydi, kimseyle konuşmuyordu. Daha doğrusu, gündüzleri ağlayarak ve üzülerek namaz kılıyordu, dünyadan el etek çekiyor, ahirete rağbet ediyordu. Nihayet durumu insanlar arasın­da yayıldı, şehir ve ülke onu konuşur oldu. Ufuklardan insanlar rüyasını sormak, tevilini duymak ve öğüt almak üzere ona yöneldiler.

Ondan sonra meclislerde insanlara hikmet ve öğüt ile konuşmaya, örnekler ver­meye, onları ahiret yoluna yöneltmeye, cennet sevabına teşvik etmeye, onun aldanış ve ülküsünden uzak durmaya ve ona aldanmaktan sakındırmaya başladı. Ona dendi ki: Hadis yazmadığın, haber dinlemediğin ve kitap okumadığın halde bu hikmet ve öğüt sana nereden geldi? Şöyle dedi: Ben kalbimi şeylerin hakikatlerinin yansıdı­ğı bir ayna gibi görüyorum. Dilimin şahsi bir külfette bulunmadan doğru üzerinde hareket ettiğini, ifade ettiğini ve hiçbir çaba harcamadan işittiklerini türümün fert­lerine ilettiğini görüyorum. Onun Aziz ve Çelil olan Allah’ın izniyle meleklerden bir melek tarafından ilham yoluyla desteklendiği bilinmektedir. Sonra o adam, din alanında zamanının insanlarının örneği oldu.

O bir gün mecliste iken etrafındaki insanlar ona din hakkında soruyorlar, o da onlara fetva veriyordu. Kimi insanlar onu dinleyip tasdik ediyor, kimileri de ondan şüphe ediyor ve ona şaşırıyordu. Nasıl oldu da dün dünyada insanların en çok rağ­bet ettiği kişi ve şehvet peşinde koşanların örneği iken bugün din konusunda ahiret taliplerinin imamı oldu? Dönerek huzuruna çıkan o komşulardan bir adam mecliste durdu ve o zahidin mecliste ona dinle ilgili sorular sorduğunu ve kendisine ahiret yolunu tasvir etmesini istediğini gördü. Ona yaklaştı ve yarı şaşkın bir halde şöyle dedi: Sen kendi rüyasını yorumlayan ve ilacını anlatan bu arkadaşına din işini ve ahiret yolunu mu soruyorsun? Dedi ki: Evet, fakat ona, bana gelmeyen bir bilgi geldi, dün benim nasihatimi kabul etti ve ona bugün fayda verdi. Ben de bugün ondan bana yarın fayda verecek şeyleri kabul ediyorum. Benim dün ona yazdığım reçete beşerî bir öğreti idi; bugün onun reçetesi melekî bir öğretidir.

O tövbekâr adam bir süre âdeti üzere Allah’a ibadet konusunda çalışarak kaldı. Nihayet süresi ve ayrılık vakti yaklaştı. Rüyasında ruhunun sanki bedeninden çıktı­ğını gördü. O, beden şeklinde bir surette ve görünümü düzgün halde, fakat bu şekil cismânî ve o ruhânî, şeffaf suret değilken ona bir dokunuş ve his erişmez. O zaman o, havada dilediği yerde sabit durur. Külfet ve sıkıntı olmadan nasıl diler? O kendi zatında cisimlerin halinin benzeriyle tasvir edilmediği hafiflik, rahatlık, sevinç, huzur, mutluluk ve lezzet bulur. Atılmış ve hareketsiz haldeki bedenine bakınca uzun süre birlikte olması ve âdet ülfeti sebebiyle ona şefkat duydu. Ona yaklaşıp düşünün­ce sanki o, ölümden sonraki üç günde gelmiş gibidir. O şişmiş ve pis kokuludur. On­dan kan, irin ve cerahat akar; etiyle kanı arasından kurtçuk sızar. Ağzından, burun deliklerinden ve kulaklarından kurtçuklar ve bitler çıkar. O korkunç manzarayı görünce ondan tiksindi, geri durdu, ona yaklaşmaktan kaçındı, ondan ayrıldığı sırada ona gıpta etmeye başladı ve onun kir, pislik, vahşet, ar ve vebalinden kurtuldu. Sonra yöneldi. O zaman göğün kapıları açıldı, gökten yere merdiven uzandı, melekler indi, ufuklar nur ve ışık ile doldu. Bir tellalin şöyle seslendiğini işitti: “Ey huzur içinde olan nefis, sen ondan, o da senden razı olarak Rabbine dön. Kullarımın arasına gir, cenneti­me gir”[42] Uykusundan uyandı, sonra gördüklerini anlattı, tavsiyede bulundu. Birkaç günden fazla kalmadı, sonunda öldü ve yoluna geçti.

Bölüm

Kardeşim! Yukarıda anlatılan bu hikâyeler üzerinde düşün ve rüyaların durumu­nu, değişmelerini ve ilginçliklerini dikkate al. Çünkü onun durumundan ve gücün­den dolayı ayanda değişmesi ve onun sayesinde âdetlerin ve insanların işleriyle ilgili tasarrufların onu arama konusunda üzüntü ve kederden o konuda zühde, onları terk etmeye, ahirete rağbet etmeye ve ondan yüz çevirdikten sonra onu talep konusunda çalışmaya dönüşmesi ulaşmıştı. İnsanların büyük çoğunluğunun rüya hükümlerini doğrulaması ve rüyaların doğruluğu, akıl sahipleri arasında meşhurdur. Bu açıkla­mayı, rüyanın hakikatini ve rüyaların doğruluğunu inkâr eden kimse ancak bilme­diklerinin muhalifi ve düşmanıdır, anlamadığının inkârcısıdır. O, bilgelere karşı çık­mayı ve âlimlerle mücadele etmeyi düşünmeye ve ilim ve imanı olmadan dil gücü ve açıklama güzelliği ile iftihar etmeye başladı.

Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bir haberde şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ümmetim için en çok korktuğum şey, dili bilgili, kalbi cahil bir adamdır” Bundan Allah’a sığınırız.

Bölüm

Bil ki, peygamberlere bu topluluktan daha zararlı ve müminlere onlardan daha çok sıkıntı veren başka bir topluluk yoktur. Bunlar ister peygamberlerin gönderildiği zamanlarda onların münafık düşmanlarından olsunlar, isterse onların risâletlerinden sonra ümmetleri içinde olsunlar, fark etmez. Çünkü onlar eğer peygamberlerin (as) gönderildiği zamandaki kişiler ise peygamberlerden mucize isteyen, onlara düş­manca kaşı çıkan ve Nuh’a (as) dedikleri gibi müminlerle onları küçük görerek ve sözlerini hafife alarak şüpheler ileri sürüp mücadele eden kimselerdir. “İlk bakışta sana uyanların da ancak en aşağılıklarımızdan ibaret olduğunu görüyoruz”[43] Musa peygambere (as) de böyle dediler: “Siz onun Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?”' Onlarla tartışmak istediler, fakat müminler onlarla tartışmayı bırakıp şöyle dediler: “Biz ona gönderilene inanıyoruz.”[44] Muhammed’e (as) şöyle dediler: “Dediler ki: “Yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça; yahut senin hurmalardan, üzüm­lerden oluşan bir bahçen olup, aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmadıkça; yahut iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmedikçe; yahut Allahı ve melekleri karşımıza getirmedikçe; yahut altından bir evin olmadıkça; ya da göğe çıkmadıkça sana asla inanmayacağız. Bize gökten okuyacağımız bir kitap indirme­dikçe göğe çıktığına da inanacak değiliz”[45] “Şüphesiz günahkârlar, iman edenlere gülerlerdi. Onlarla karşılaştıklarında kaş göz hareketiyle alay ederlerdi. Ailelerine döndüklerinde keyiflenerek dönerlerdi. Müminleri gördüklerinde, şüphesiz bunlar sapıtmışlar, derlerdi”[46] Kuranda bu tartışmacı topluluğu yerme konusunda birçok ayet bulunmaktadır. Peygamberler (as) zamanında gönderilenlerin hali ve hükmü böyleydi. Ondan sonra gelenler, peygamberlerin şeriatlarını ve sünnetlerinin küm­lerini okuyan kimselerdir. Bunlar, onların muhalif düşmanlarından da olabilirler, münafık takipçilerinden de olabilirler. Çünkü onlar düşmanlarından iseler şüphe yayarlar ve onları kullanarak müminlerle tartışırlar. Eğer takipçilerinden iseler şeri­atların hükümlerini inkâr ederler, kitaplarının ayetlerini anlamazlar ve bilgilerinin onlara ait şifreleri ve sırlarının inceliklerini tasavvurdan aciz kaldıkları şeyleri redde­derler. Sonra onlar içindeki bozuk düşüncelere ve değişik görüşlere inanırlar. Eksik akıllarıyla onlar için farklı kıyaslar kurarlar, onları kullanarak müminlerle tartışırlar, onlara ters düşerler, bilgisiz olarak peygamberlerin (as) kitaplarındaki bazı ayetle­re itiraz ederler ve onların manalarını kendi mezhep, görüş ve kıyaslarına göre yo­rumlarlar. Hatta bazen akılların delillerinde peygamberlerin getirdikleri tavsiyelerle ilgili yeterlilik olduğunu söylerler. Sonra onlarda bu devam eder; hatta bazen pey­gamberlerin kitaplarının hükümlerini sanki bilmiyorlarmış gibi arkalarına atarlar. “Şeytanların uydurduğu şeylere tâbi oldular”[47] Vehimlerindeki vesvese ve hayallere (uydular). Bununla birlikte onlar akledilirlerle ilgilenirler ve hissedilirlerin hakikat­lerini bilmezler. İlahî bilgiler hakkında konuşurlar. Onlar matematiğin ve felsefenin ne olduğunu bilmezler, şeriat hükümlerini araştırmazlar. “Ne onlarla, ne de bunlarla olur, ikisi arasında bocalayarak Allah’ı pek az anarlar”[48] Ne felsefe ile süslenirler, ne de şeriatla yol bulurlar.

Eğer onlar Aziz ve Çelil olan Allah’ın aklı risâlet ve vahyin önünde mukaddime, vahiy ve risâleti aynı şekilde yeniden diriliş ve kıyametin önünde mukaddime ve ye­niden diriliş ve kıyameti de gayenin mukaddimesi yaptığını bilselerdi, aklın gerekleri içinde insan için risâlette peygamberlerin dilinde gelen emir, nehiy, hüküm ve had cezaları gibi tavsiyelerle ilgili bir yeterlilik olduğunu söylemezlerdi. İnsanın ölüm­den sonra yeniden diriltileceğini, Rabbine kavuşacağını, onu hesaba çekeceğini ve risâlette haber verilmemiş bile olsa karşılık verileceğini bilmek hangi akılla mümkün olurdu? Âdem olayı, İblis kıssası ve meleklerin konuşması hangi akılla bilinebilirdi? Kuranda bahsedilen şeyler, birkaç surenin elli yedi küsur ayetinde yer almaktadır.

Bölüm

Bil ki, şanı yüce olan Allah, insanı en iyi biçimde yarattığı, onu diğer hayvanlara üstün kıldığı, onlara hâkim olmasını sağladığı, hizmetine verdiği ve onu yeryüzünde oradaki tüm maden, bitki ve hayvanlara hükmetmek, dilediği gibi tasarrufta bulunmak ve onları istediği gibi yönetmek üzere halife kıldığı zaman -ki bütün bun­lar aklının temyizi ve bünyesinin yetkinliği ile gerçekleşironu kendisine yapması ve yapmaması gereken şeyleri açıklayacak bir tavsiyede bulunmadan bırakması Yüce Yaratıcının hikmetiyle bağdaşmaz.

Ona tavsiyede bulunduktan, emir verdikten ve yasakladıktan sonra onu daima terk etmesi, huzuruna çağırmaması ve şanı yüce olanın belirttiği gibi yaptıklarından hesaba çekmemesi hikmetinde caiz değildir. “Biz anne babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Şayet onlar seni hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa bu durumda onlara itaat etme”[49] Yine dedi ki: “Sizi boşuna yarattı­ğımızı mı sandınız?”[50] Yine dedi ki: “Kim Allah ile buluşmak isterse Allah'ın belirttiği vakit gelecektir”[51] Yine dedi ki: “Allah’ın ayetlerini ve ona kavuşmayı inkâr edenler benim rahmetinden ümitlerini kesmişlerdir”[52] Kuranda bu anlamı ifade eden birçok ayet vardır. Fakat bu tartışmacı grup, Allah’a kavuşmanın ve ona dönmenin sevabına kavuşmak anlamına geldiğini iddia ettiler. Cisimler ve arazlarından başka bir şeyin görülmeyeceğini zannettikleri için de Allah’ı görmeyi inkâr ettiler. Allah’ın cisim ol­madığı konusunda görüş birliği vardır. Bu kıyasa dayanarak Allah’a kavuşmayı ve onu görmeyi inkâr ettiler. Onların zannettikleri gibi, sadece cisimlerin ve arazlarının görüleceği söylenemez. Aslında renkler olmasa cisimler de görünmez. Aynı şekilde ışık olmazsa renkler de görünmez. Işık ne cisim ne de arazdır. Çünkü eğer ışık cisim olsaydı cam ve billur gibi sert ve şeffaf cisimlere nüfuz etmesi gerekirdi. Zira cismin başka bir cisme girmeyeceği hususunda ittifak vardır. Çünkü eğer cisim başka bir cisme girseydi cisimlerin tamamı bir tek cisme girerdi. Aynı şekilde ışık, cisimlere yerleşen herhangi bir araz da değildir. Onun fiillerinin ortaya çıkışı cisimlerden baş­ka bir şeyde görülmese de biz nefsin de cisim olmadığını açıkladık. Yine melekler, şeytanlar, cinler, ruhlar, nefisler ve faal akıl da cisim ve araz değildir. Öyle olsaydı onların fiilleri cisimlerden başka bir şeyde ortaya çıkmazdı. Aynı şekilde ışık gözle­rimizde cisimden başka bir şeyden ortaya çıktığını görmesek da cisim değildir.

Yüce Yaratıcının görülmekle nitelenmesi caiz olmasaydı şöyle demezdi: “Ha­yır, şüphesiz onlar, kıyamet günü Rablerini görmekten mahrum bırakılacaklardır”[53] O dağa tecelli etti. Görülmesi caiz olamayan şeyler tecelli ve perde ile nitelenemez. Yüce Allah, nefsinin sıfatlarını ve onunla nitelenebilen bu mücadeleci akılları en iyi bilendir.

Bölüm

Bu mücadeleci topluluk, rüyanın geçersizliği hakkındaki kanıtlamalarından dola­yı şöyle diyorlar: O, insanı rüyasında görürse sanki başı bedeninden farklıdır. Başını hangi göz ile gördüğünü düşünebiliyor musun? Onlar nefsin, beden parça parça ke­silse bile demirin ulaşmadığı bir cevher olduğunu bilmezler.

Nefis sağlıklı ve kusurlardan uzak olduğu halde beden elleri ve ayaklan kopuk ve bedeninin yarısı felçli nefisler gibi ona kötü halde, organları kopuk, bünyesi sakat ve şekli eğri olarak geldiğinde nefsin varlığının ve cevherinin üstün olduğunun en güçlü delillerinden biri de budur. Çünkü sen onların bedeni sağlıklı, vücudu gürbüz ve iri cüsseli kimselere göre daha akıllı, daha zeki, daha bilgili ve daha kavrayışlı olduklarını görürsün. Eğer insan, yanında nefis olmaksızın sadece bu beden olsaydı, bedeni daha sağlıklı, cüssesi daha büyük ve vücudu daha gürbüz olan kimselerin, küçük cüsseli, bazı organları sakat veya cılız kimselere göre daha akıllı, daha kavrayışlı, daha zeki ve daha bilgili olmaları gerekirdi.

Durumun birçok insanda ve hayvanda bunun aksine olduğu görülmektedir. May­munun domuzdan daha zeki, tilkinin kurttan daha pis, papağanın turna kuşundan daha fasih, kayakuşunun devekuşundan daha düzgün olduğunu, Hayvan kitabında anlatılan bu manayı görürsün.

Hayvanların da aynı şekilde nefislerinin olduğu anlaşılmaktadır. O nefislerin biri diğerinden sadece cüsse büyüklüğü, yaratılış iriliği ve suret güzelliğine göre değil, daha doğrusu fiilleri, nefis cevherleri, huyları, özellikleri ve kişisel nitelikleri sayesin­de yaptıklarıyla üstündür. Bunlar Hayvan kitabı ve Özellikler kitabında zikredilmiş­tir. Bütün bunlar, bu hayvanların bedenlerini hareket ettiren başka etkin cevherleri­nin de olduğunu gösterir. Zira ittifakla kabul edildiğine göre, ne cismin ne de arazın tek başına fiili vardır.

Bölüm

İnsanın işaret edilen bu bütünden, yani cisimden ve hayat, his ve hareket gibi ona yerleşen arazlardan başka bir şey olmadığını ve nefsin varlığının bulunmadığını iddia eden kimseye şöyle denir: Niçin bu hayvanlar insan diye adlandırılmaz? Eğer onlardan her birisi beden ise onda hayat, his ve hareket var mıdır? Eğer “Ben insan ile özel bir bünye, belli bir karışım veya herhangi bir bileşiği kast ediyorum.” derse ona şöyle denir: Hangi bünyeyi, hangi karışımı kast ediyorsun, açıkla! Biz zenci bedeninin karışımının Türk bedeninin karışımından, çocuğun karışımının {mizaç) ihtiyarın karışımından, felçli ve hastalıklı bünyenin bileşiminin sağlam ve sağlıklı bünyeden, hastanın tabiatının sağlıklı kişinin tabiatından farklı olduğunu görüyo­ruz. Hepsi insandır; bu hallerdeki farklılıklara rağmen onlar insanlıkta farklılaşmaz­lar. Eğer nefsin hakikati ve varlığı yoksa açıkla bize, onların ortak oldukları mana nedir? Eğer “Ruh” derse, bu bizim nefis diye adlandırdığımız şeydir. Farklılık ancak ibarededir. Zararı yok; çünkü biz manada ittifak ettik. Eğer, “Beden bu fiilleri ruhun kendi içinde olmasıyla yapar; fakat ruh bir arazdır.” derse, çelişkiye düşmüş ve fiili olmayan şeyin fiili olan şeyle bir araya geldiğini iddia etmiş olur. Böylece o fail olur. Bu, onun iddiasına karşı delil ile aranan şeydir. Bu iddiada bulunanların bu güne kadar şüphe ve iddialar dışında burhanî ve kesin bir delilleri olmamıştır. Tartışma onun zatıyla kaimdir. Eğer “Cisme herhangi bir araz girdiği zaman Yüce Allah bir fiil meydana getirir.” derse -içtihat sahibi olsa bilekendi görüşüyle çelişmiş ve inkâr et­tikten sonra fiillerin yaratılışını ikrar etmiş olur. Eğer işitme yolunu iddia edenlerden ise iş kolaydır. Çünkü aklın delillerini ve cedel kanıtlarını reddeden kimseyle konu­şuyorsak, nefis ve ruhun varlığını doğrulama sadedinde birçok haber ve Kuranda ondan bahseden birçok ayet gelmiştir.

Bölüm

Anlattıklarımız sayesinde nefsin varlığı, rüyanın hakikati ve doğruluğu, içinde aklına hakkını veren herkes için yeterli bir şey bulunması sebebiyle sabit olmuştur. Şimdi rüya çeşitleri ve onların faaliyet şekillerinin sayısından bahsetmek istiyoruz. Kardeşim! Bil ki, rüya görmek altı çeşittir: Bazısı, karmakarışık düşler ve nefsin konuşmalarıdır. Bazısı, beden karışımlarının üstünlüğü bakımından meydana gelen şeylerdir. Bazısı, astrolojinin gerekleri bakımından meydana gelen şeylerdir. Bazısı, şeytanın vesvesesidir. Bazısı, meleklerden gelen ilhamdır. Bazısı da Allah’tan gelen vahiy ve destektir.

Bunların yorumu şöyledir:

Karmakarışık düşler: Her insanın gündüz uzaklaştığı, gece düşündüğü işler, sa­natlar, ticaretler, sözler, fikirler ve gayretler gibi nefse ait konuşmaları görmesi, çift­çinin ekme, biçme, ağaç, bitki, hayvanla ilgili faktörler ve gündüz uzaklaşıp gece düşündüğü şeyleri görmesi gibidir. Diğer insan sınıflarının karmakarışık düşler ve nefsin konuşmaları olarak adlandırılan halleri ve faaliyetleri de buna kıyas edilebilir. Bedenin karışımlarının baskın gelmesiyle oluşan şeyler, sevda safrasının baskın gel­diği kimsenin gördüğü kara, duman, pislikler ve üzüntüler gibi; balgamlı ve nemli kimsenin gördüğü ıslaklıklar, yağmurlar, çalılıklar, nehirler ve bataklıklar gibi; kanlı kimsenin gördüğü mutluluk, gülme, oynama ve sevinç gibi; safralı kimsenin gördü­ğü yangın, şimşek, ateş ve kırmızı renkler gibidir.

Astrolojinin gereklerinden olan şey asıl, diğerleri dallardır. İnsanlar rüya görme­de çeşitli sınıflara ayrılırlar: Bazıları çok ve tevili doğru rüya görür. Bazılarınınki bunun tersidir. Bazı insanların rüyası ilginç, tevili gariptir. Nitekim bunlar rüya tevili kitaplarında uzun açıklamalarla anlatılmıştır.

Bölüm

Kardeşim! Bil ki, rüyalar çok ve çeşitli olsalar da yorumları üç türden fazla değildir: Bunlardan bazısı aynen gerçekleşir. Sanki bir şehre yolculuk eden kimse böyledir. Onun için bu şehre yolculuk gerçekleşir. Rüyasında bir şeyi üstlendiğini gören kimse gibi ki gerçekte de o işi üstlenir. Rüyasında bir insanı gören kimse gibi ki uyandığında da o kişiyi görür. Birçok insanın rüyası böyledir.

Bazılarının tevili ise gördüğünün tersidir. Mesela, bir kimse rüyada ağladığını gö­rür, fakat gerçekte mutlu olur. Veya rüyada güldüğünü görür, fakat gerçekte üzülür. Bunun benzerleri olur.

Bazılarının açıklaması vardır. Mesela, kişi uçtuğunu görür, o gerçek hayatta yol­culuğa çıkar. Veya rüyasında bir insanın etini yediğini görür, gerçek hayatta onun gıybetini eder. Veya rüyasında sıcak yemek yer, gerçekte şiddetli bir tartışmanın içi­ne düşer. Buna benzer daha başkaları rüya tabiri kitabında anlatılmaktadır. Bütün bunlar, insanın doğumu esnasında sene ve ayların değişimleri doğrultusunda astro­loji hükümlerinin gereklerine göre olur. Nitekim bu husus, astroloji hükümleri kita­bında genişçe açıklanmıştır. Fakat biz bu bölümde onlardan bir örneği bazı astroloji hükümlerini bilenlere diğer anlattıklarımıza delil ve kıyas olması için anlatacağız.

Örnek: İnsanın doğumu esnasında doğanın sahibiyle doğanı istila eden arasında ve dokuzuncunun ve üçüncünün sahibi ile bunları istila eden arasında bir ilişki, toplu bir bakış, tedbirleri giderme veya Astrolojiye Giriş Kitabında anlatılan yirmi beş halden biri vardır. Böyle bir insan çok rüya görür.

Gücünün faaliyetleri ve tevilinin farklılığı, burçlara, onların tabiatlarına, hane­lere, onların direklerine (ana burçlara) ve onları şans veya şanssızlığın kaplamasına bağlıdır. Bunların açıklaması uzundur. Fakat biz, diğerlerine kıyas olması için sadece bir tek örneği açıklayacağız. Tâli'in sahibi, yedinciden dokuzuncuya kadar ki burçla­rın sahibi ile ilişki kurulunca ve Jüpiter’e ait olunca orada Astrolojiye Giriş Kitabında anlatılan belli paylardan bir pay vardır. Böyle bir insanın rüyalarının çoğu ve onların yorumu, evlenme, nikâh ve ilişkilerle ilgili olur. Eğer pay Jüpiter’e aitse o, muamelat, ticaret ve alışverişle ilgili olur. Eğer pay Mars’a aitse o, savaş, düşmanlık ve çekişmelerle ilgili olur. Eğer pay Merkür’e aitse o, muhasebe, diyalog ve düşmanlıklarla ilgili olur. Eğer pay Güneş’e aitse o, kralların ve sultanların huzurunda olur. Eğer pay Satürn’e aitse o, hocaların ve büyük insanların huzurunda olur. Eğer pay Ay’a aitse o, avam ve halk tabakasının huzurunda olur. Diğer örnek: Eğer dokuzuncu burç ve onu istila eden Satürn ile ilişki söz konusu ise onun rüyalarının çoğu uzun yolculuklar ve eski işlerdir. Eğer Güneş ile ilişki söz konusu ise mabetler, ibadet mekânları, bayramlar ve cemaatlerle ilgilidir. Eğer Merkür ile ilişki söz konusu ise ince ilimlerin ve gizli sırların araştırılmasıyla ilgilidir. Eğer Ay ile ilişki söz konusu ise hadisler, haberler ve rivayetlerle ilgilidir. Eğer Jüpiter ile ilişki söz konusu ise ibadetler, oruç ve namazla ilgilidir. Eğer Venüs ile ilişki söz konusu ise vahiy, tılsım ve kehanetle ilgilidir. Eğer Mars ile ilişki söz konusu ise isteklere karışma ve müjdeleri isteme ile ilgilidir.

Bu kıyaslara ve diğer burç ve burçların yerlerindeki ilişkilere göre yıldızların ta­biatlarının işaretleri burçların tabiatlarının işaretleriyle karışır. Nitekim bu, astroloji kitaplarında genişçe anlatılmıştır. Bu sanat ve faaliyetlerin görülmesi ve tevili birta­kım müjde ve uyarılardır.

Bölüm

Meleklerden gelen ilham veya şeytandan gelen vesvese olarak görülen rüyalar aynı hükme tabidir. İki yol farklı olsaydı önce melek ve şeytanın, ilham ve vesvesenin ne olduğunu açıklamamız gerekirdi. Çünkü bu konu, tartışanların çoğu kalpleriyle onu inkâr etseler ve kılıç ve çirkinlik korkusuyla inkârlarını dilleriyle ortaya koymasalar bile kapalı bir bilgi ve gizli bir sırdır.

Önce insan şeytanlarının nefislerini anlatmakla başlayacak, sonra cin şeytanlarının nefislerinden bahsedecek, ardından bilkuvve melek olan müminlerin nefislerini anlatacağız.

Kardeşim! Bil ki, insana kâh akıl, kâh dinleme yoluyla emir ve nehiyde bulun­mak gerekir. İkisinden birinin gereğini yerine getirince önce cehalet karanlığından çıkmak için dinin fıkhını öğrenmeye, sonra çocukluktan beri edindiği huylarla süslenmeye başladı. Onların bozulanlarını düzeltti. Aynı şekilde, gençlik günlerinde çocukluğundan beri alışkanlık haline getirdiği âdetleri üzerinde düşündü. Yerilen şehvetlere uyma ve çirkin zevklerin peşine düşme yoluyla yerleşen kınanmış huyları değiştirdi. Yine bilgisiz ve basiretsiz olarak ve hakikatlerini araştırmadan inandığı yerilen inançlar ve bozuk görüşler üzerinde düşündü. Onları içinden söküp attı ve iyi olanlarla değiştirdi. Sonra aklî ve nebevi şeriatte tarif edilen salih amelleri işle­di. Adil bir şekilde geçim işlerine koyuldu. Sonra dünya işleri, hallerinin dikkate alınması ve işlerin zaman zaman dönüştüğü şeyler üzerinde düşündü. Nihayet nef­si gaflet ve cehalet uykusundan uyandı. Dünyanın kusurlarını görmeye, aldanışını bilmeye, onlardan uzaklaşmaya, sonra ahiret meselelerini araştırmaya, tamamen öğreninceye kadar yeniden diriliş hakkında tefekkür etmeye, onlara rağbet etmeye, hakkıyla istemeye ve ölünceye kadar bu yolda devam etmeye başladı. O bunu yapıp nefsi ölüm esnasında bedenini terk edince tek başına kaldı, ondan sonra cisimlerle ilgili olmaya ihtiyaç duymadı, bedenlerin kirinden arındı, madde denizinden ve ta­biat esaretinden kurtuldu, oluş ve bozuluş âleminden çıkarak özgürlüğüne kavuştu, felekler âlemine yükseldi, mutlu, neşeli, zevkli ve özgür bir halde gökler uzayının genişliğine ulaştı, dilediği yere gitti. İşte o zaman meleklerden bir melek olur. Bunun delillerinden biri de ismi yüce olan Allah’ın cennetliklerle ilgili olarak zikrettiği ke­rametlerdir. “Melekler her kapıdan onların huzuruna girerler’.’[54]

Kardeşim! Bil ki, melekler, kendi türlerinin fertlerinden başkasına selam vermez­ler ve kendi benzerlerinden başkasıyla konuşmazlar. Nitekim insan da cansızlara ve hayvanlara selam vermez; daha doğrusu sadece kendi türünün fertlerine selam verir ve ancak benzerleriyle konuşur. Yüce Allah, meleklerin cennetliklere onlara cömert­lik etmek suretiyle selam verdiklerinden bahsetmiştir. Çünkü bunlar onların yanı­na gelirler ve melekler orada ikamet edenlerdir. Bunun örneği, şeriatın gerçekleşen sünnetidir: Hacılar evlerine geri dönünce ikamet edenler onlara yönelirler, yanlarına gelirler ve onları selam vererek tebrik ederler.

Bu örneğe göre, haberleri bilen, faziletli, takvah, iyi, dünyadan yüz çeviren, ahiret yurduna rağbet eden, oranın nimetlerine özlem duyan, söz, huy, görüş, düşünce ve bilgilerinde meleklere benzeyen müminlerin nefisleri bilkuvve melektir. Bedenlerin­den ayrıldıkları zaman bilfiil melek olurlar. Bunun bir delili de Yüce Allah’ın şu sö­züdür: “Onlar meleklerin, canlarını, size selam olsun size, yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık girin cennete diyerek iyi bir şekilde aldığı kimselerdir’.’[55]

Kardeşim! Bil ki, insan bu konuyu dediğimiz ve anlattığımız gibi hakikati üzere ancak ilim ve bilgilerde çok alıştırmadan, nefisler ve cevherlerinin hakikatiyle ilgili ilmi iyice araştırdıktan, ahlâkını güzelleştirdikten, inancını düzelttikten, düşüncesini güzelleştirdikten, davranışını arındırdıktan, bu ilim üzerinde düşündükten, bu yüce ve dakik sırrı araştırdıktan ve bu üstün konuyu talep ettikten sonra tasavvur ede­bilir. O zaman bahsettiğimiz bu konuyu kavramak onun için mümkün olur. Yoksa peygamberlerin kitaplarında zikredilen ve tarafımızdan anlatılan bu manalara inan­maya ve bu konuda kendisinden daha âlim ve bu sırlarda ondan daha bilgili olan kimsenin haber verdiği şeyleri doğrulamaya yol bulamaz.

Bölüm

Melekler ve iyi insanların nefisleri hakkında söylediklerimizin benzerini aynı şe­kilde şeytanlar ve kötü insanların nefisleri hakkında da söylüyoruz.

Kardeşim! Bil ki, insan olgunluk çağma eriştiği, hitabı anladığı, kendisine Allah’tan bir tavsiyenin geldiği, emir ve nehyi işittiği, vaat ve korkutmayı, teşvik ve tehdidi, engelleme ve ürkütmeyi anladığı, sonra emre uymadığı, uyanmadığı, öğüt almadığı, azarlanmadığı, dini ihmal ettiği, ahireti istemekten yüz çevirdiği, yeniden dirilişi unuttuğu, dünya peşinde koşmakla meşgul olduğu, onun döküntüsünü top­lamaya tamah ettiği, ona aşırı ilgi gösterdiği, nefsini ve onun iyiliğini düşünmeyi ihmal ettiği, şehvetlere uymayı, yeme, içme, giyinme, gösterişli evde oturma gibi lezzetleri talep etmeyi, böbürlenmeyi ve çoklukla övünmeyi düşünmeye başladığı zaman; bütün bunlarla birlikte davranışları kötü, huyları çirkin, fiilleri bozuk, ya­şantısı zalim, bilgisizliği birikmiş olduğunda nefsi bilkuvve şeytan olur. Nefis ölüm anında bedeni bu haldeyken terk ettiğinde ise bilfiil şeytan olur. Çünkü bedeninden ayrıldığı zaman cismânî lezzetleri almasına ve bedensel şehvetleri tatmasına yarayan beş duyu organından mahrum bırakılmış olarak kalır. Geçmiş günlerde ve ömrünün eski zamanlarında uzun alıştırma ile alıştıktan ve bu şehvetler tabiatına yerleşip huy olduktan sonra onlardan mahrum olur. Sonra “Kendileriyle arzuladıkları şeyler ara­sına engel konmuştur”[56] O zaman onun durumu, gözleri oyulan, kulakları sağırlaşan, burun delikleri tıkanan, dili tutulan, elleri sakatlanan, ayakları kesilen, kalbi körelen, sevdikleri tarafından terk edilen ve onu tatmaya olan şevki aratan kimsenin duru­mu gibi olur. İşte bedenlerinden ayrıldıkları, duyu organlarından mahrum kaldıkları ve kendileriyle şehvetleri ve sevgilileri arasına engel konulduğu zaman kâfirlerin, kötülerin, fasıkların ve günahkârların durumu böyle olur. O zaman, Yüce Allah’ın dediği gibi, geri dönmek ister: “Keşke geri döndürülsek de yalanlamasak!”[57] Ne oraya dönmeye, ne de göğün melekûtuna çıkıp oraya yükselmeye imkân bulabilirler. Ni­tekim Yüce Allah şöyle demektedir: “Onlara ne göğün kapıları açılır, ne de cennete girebilirler!”[58] O zaman bu nefisler bedensiz olarak tek başlarına kalırlar ve Ay feleği­nin altında şaşkın olarak dururlar, o şehvet ateşleriyle meşgul olmaktayken tabiatın dalgaları onu heyûla denizinde derin bir yarığa atar ve o, günah yükü ve kötü âdetleri sebebiyle kıyamet gününe kadar azap çeker. Nitekim Yüce Allah şöyle demektedir: “Onlar sabah akşam ateşe arz olunurlar”[59]

Bölüm

Sonra ey kardeşim! Bil ki, bu vasıftaki bedenlerinden ayrılan bu nefisler, tıpkı gören körün, seslerini işittiğinde türünün fertlerine özlem duyması gibi, türlerinin şehvetlerde onların gelenek ve yaşantısına sahip kötü bedenlere bürünmüş nefisler­den oluşan fertlerine özlem duyarlar. Bu nefisler aynı şekilde tadılan şeylerde önce­ki kötü âdetleri sebebiyle zatlarında biriken şehvetlerin acısını buldukları için daha önce bahsi geçen kötülükler ve şehvetler gibi âdetleri yapmada türünün fertlerinin vesvesesine çirkinliğine meylederler. Böyle biri, yeme ve içme arzusunu kaybetmiş ve mide harareti zayıflamış kimse gibidir. O canının çekmediği şeylerden hoşlanır ve organı sağlamadığı halde şehvetten kızışır. O zaman o, yiyenlere, içenlere ve yapanla­ra bakmak suretiyle zevk alır. Bu, nefsinde bulduğu birikmiş arzular ve devam eden âdetler sebebiyle olur. Allah bu nefislere ve onların vesveselerine şu sözüyle işaret etmiştir: “Aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldayan cin ve insan şeytanlarını her peygambere düşman yaptık’’[60] Cin şeytanları, duyuların idrakinden gizlenen kötü ayrık nefislerdir. İnsan şeytanları ise bedenlerle yakınlık kuran cisimleşmiş nefisler­dir.

Kardeşim! Bil ki, bedenleşmiş bu kötü nefisler, o ayrık nefislerin kardeşleridir. Ölümden sonra bedenlerinden ayrılınca önceki asırlarda geçmiş ve kendileriyle bir­likte azaba girmiş olan o ilk nefislerine katılırlar. Nitekim Yüce Allah şöyle belirt­miştir: “Sizden önce gelip geçmiş cin ve insan toplulukları ile birlikte ateşe girin”[61] Düşünecek ve tefekkür edecek kimseler için Kuranda bu manayı ifade eden birçok ayet vardır.

Çünkü şeytanların ve vesveselerinin ne olduğu ve nefislerin acı ve üzüntülere tek başlarına nasıl ulaşacakları daha önce anlattıklarımızdan anlaşılmıştır. Aynı şekilde daha önce kurtulacaklarından bahsettiğimiz o melekî nefisler, bedenlerinden ayrıl­dıkları, bahsettiğimiz o iyiliklere kavuştukları zaman geride bıraktıkları çocukları­na, yakınlarına, öğrencilerine ve aynı din ve mezhebi benimsedikleri iyi kimselere özlem duyarlar, onlara meylederler ve kendi buldukları güzellik, rahatlık ve neşeyi onlar için de temenni ederler. Hatta bunlar rüyalarında onlara indiklerinde, öğüt verdiklerinde, dirilişi hatırlattıklarında, kavuştukları şeyleri anlattıklarında, onlara takva yolu, iyi iş yapma ve kurtuluş istemenin gereğini emrettiklerinde ve müjde­lediklerinde kendilerinden sonra gelen kimseler dolayısıyla mutlu olurlar. Nitekim Yüce Allah şöyle belirtmiştir: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanma! Bilakis onlar diri olup Rableri katında rızıklandırılmaktadır”[62] Yine dedi ki: “Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz”[63] Basiret ve bilgi sahipleri o nefislerin bu iyi hallere kavuştuğunu anlayınca bundan dolayı şeriat sahipleri ve din kurallarını koyanlar, peygamberlerin ve Allah’ın kulları içindeki doğru ve iyi imamların kabirlerine sadaka, kurban, oruç, namaz ve dua ile gitmelerini ve onlardan şefaat istemelerini emrettiler ve buna izin verdiler. Kardeşim! Rüyada bir peygamberin, şehidin veya salih kulun yüzünü görmek için yeryüzünde nice mescit ve şehitlik yapıldığını biliyor musun? O nefisler Allah nezdinde mevcut ve baki olmasalar, Allah katında kendilerine kimin şefaatçi olacağını bilmeseler ve din kurallarında onlara uymasalardı bu kuralların faydası ve kesinliği olmazdı. Çün­kü batılın kesinliği ve sürekliliği yoktur.

Bölüm

Anlattıklarımız yoluyla melekler ve şeytanların ne oldukları anlaşıldıktan sonra şimdi de rüyaların meleklerin ilhamı mı, şeytanların vesvesesi mi yoksa başka tür bir rüya mı olduğunun nasıl bilineceğini açıklamak istiyoruz. Diyoruz ki; içinde öğüt, tevilinde takvaya işaret, iyi işe teşvik, dünyadan uzak tutma, ahirete özendirme, dirilişi hatırlatma veya buna benzer bir mana bulunan her rüya meleklerden bir ilhamdır. İraklının Roma’daki o kilisede o ruhban ve papazlardan öğrenip ezberlediği öğüt ve hatırlatma türünden kelimeler böyledir. Kendi ülkesi olmayan bir ülkedeki, kendi şeriatı olmayan bir şeriattaki, kendi dili olmayan bir dildeki o Süryanice kelimeleri ona öğütte daha etkili ve hatırlatmada daha ilginç olması için melekler öğretmiştir. Zira filozoflar bir öğüdü tebliğ etmek istedikleri zaman onu hayvanların ve konuşmayan varlıkların dilinde darbımesel olarak ortaya koyarlar. Bununla zihinlerde daha ilginç, daha garip ve daha etkili olması amaçlanır. Kelile ve Dimne türü kitaplarda olanlar böyledir. Kralın oğlunun rüyasındaki öğüt ve hatırlatma ise dünyadaki fakirler, miskinler, zayıflar, hastalar, dermansızlar ve afetzedeler gibi mutsuz kimselere ait nefislerin bedenlerinden ayrıldıkları zaman kralın oğlunun gerçekte beden olarak bela ve kötü durumda olmasına rağmen rüyasında zevk, mut­luluk ve sevinç görmesi gibi huzur, mutluluk ve sevince gark olduğuna delalet eder. Çünkü “Duyu ve Duyulur Risâlesi”nde açıkladığımız gibi, zevkin acılardan uzaklaş­ma dışında bir şey olmadığı anlaşılmıştır. Fakat o refah içinde ve tevbe etmiş olan adamın rüyasının ise Yüce Allah’ın izniyle meleklerden gelen bir ilham olduğunda şüphe yoktur. Çünkü onda sahip olduğu tevbe, iyilik, hayır ve insanların nasihatini dinleme sebebiyle öğüt, ahiret yoluna işaret ve dinde doğruluk vardır. Neticede o, kendi zamanındaki dindarların ve ahiret taliplerinin örneği olur. Şeytanların vesve­sesi olan rüya ise dünyanın rağbet edilen ve arzulanan çerçöpüne ilgi duyan, rağbet ve iştahı gittikçe artan kimselerin gördüğü rüyadır. Kıskanç kimselerin haset edilen ve kıskançlıklarını gittikçe artıran en güzel şeyleri görmeleri de böyledir. Birbirlerine düşmanlık edenlerin gittikçe artan düşmanlık sebepleriyle ilgili olarak gördükleri rüya da böyledir. Arzularına düşkün kimselerin dünyada gittikçe artan hırs, düş­manlık ve oburluklarıyla ilgili olarak gördükleri de böyledir. İşte bu, zevk peşinde koşan şeytanların vesvesesidir.

Bölüm

Anlatıldığına göre kendisini şehvetlere ve zevklere kaptırmış olan bir adam <,ol< yiyor, çok içiyor ve çok zamparalık yapıyordu. Çok yediği, çok içtiği ve v>k lim.ı yaptığı için midesi yandı, sindirim gücü zayıfladı ve cinsel organı pörsüdii. Çok şch vet duyuyordu, fakat vücut organları fiil araçları ona ayak uyduramıyor ve şehevî nefis gücü isteğini terk etme hususunda ona itaat edemiyordu. Çünkü şehvetler s ok tatmasından dolayı onda alışkanlık ve yerleşik bir huy haline gelmişti. Adam, mi desindeki sindirim gücünü kuvvetlendirmek ve aşırı şehvet amacıyla cinsel organı m uyarmak için bir çare ve deva aramaya başladı. Cinsel organını tedavi edecek ve çare olacak şeylerden biri, bir halvet evinde duvarlara ve tavanlara cima eden kişi resimleri çizilmesini ve bu resimler arasına cima halindeki uysal kadın haberleri ve niteliklerinin yazılmasını emretmek oldu. Sonra uşak ve cariyeleriyle o eve giriyor, baş başa kalıyor, içiyor, oynuyor, eğleniyor ve cinsel organının uyanması için o re­simlere baktı. Bitkin düşüp cevap alamayınca kendisiyle arkadan birleşmeleri için uşaklarını çağırdı. Bu onda âdet ve alışkanlık haline geldi. Hatta bazen heyecanlanıp kediler gibi miyavlıyor ve eşekler gibi anırıyordu. Sonra uşakları iğrençliği, yırtılmış olması ve çirkin görüntüsü sebebiyle ondan uzak durdular ve onu terk ettiler. O bu haldeyken öldü. Haberi ve kötü namı insanlar arasında yayıldı. Bazen uşaklarından biri onu rüyasında kendisine davet eder, miyavlar ve anırır halde görüyordu.

Anlattığımız bu tür nefisler bilkuvve şeytanlardır. Bedenlerinden ayrıldıkları za­man bilfiil şeytan olurlar. Kardeşim! Allah’ın, hakkında şöyle dediği adamın duru­munu düşün: “Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz hâlde, onlardan sıyrılıp da şeytanın kendisini peşine taktığı, bu yüzden de azgınlardan olan kimsenin haberini onlara an­lat. Dileseydik elbette onu bu ayetler sayesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne var­san da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler. Ayetlerimizi yalan sayan ve ancak kendilerine zulmeden bir kavmin durumu ne kötüdür!”8' Bu adamın Musa’nın iyi arkadaşlarından bir olduğu söylenir. Onu bir seriye içinde gönderdi, ama o bir kadına aşık oldu; Musa’nın arkadaşlarından korktuğu için dinden döndü ve hevasına uydu. Onun tarih kitabında anlatılan uzun bir hikâyesi vardır.

Kardeşim! İncelediğin takdirde Kuranda Allah’ın bir kısmını müminin ve iyilik sahibinin sıfatları, ahiret ve iyilerin sevabı hakkında; diğer bir kısmını da kâfirlerin sıfatları, kötü nefisler, onların kötü akıbeti, onların yerilmesi, kınanması ve kötü anılması hakkında zikrettiği üç yüz atmış civarında darbımesel olduğunu görürsün. Bundan daha çok kınayan bir mesel bulamazsın. Kur an, o kişiyi şehvetlerine tâbi ol­ması bakımından köpeğe benzetti. Aynı şekilde cennet nimetlerine özendirme bakı­mından da bundan daha özlüsünü bulamazsın: “Kim de Rabbinin huzurunda dura­cağından korkar ve nefsini arzularından alıkoyursa şüphesiz cennet onun sığınağıdır!’[64] [65]

Bölüm

Daha önce anlatılanlar sayesinde melekler, şeytanlar, ilham, vesvese, vahiy ve doğru rüyanın ne olduğu anlaşıldığı için şimdi uyanıkken vahiy alma, melekleri gör­me ve konuşmalarını dinleme şeklini açıklamak istiyoruz.

Kardeşim! Bil ki, “Bilgiler(maarif) Risâlesi’nde açıkladığımız gibi, insanlık mer­tebesi varlıkların ortasıdır. Varlıkların, üstündekilere oranla insanlık mertebesine en yakın olanı melekler mertebesidir. Altındakilere oranla ona en yakın olanı ise hayvanlar mertebesidir. Bazı hayvanlar insanlara, ya bünyesinin sureti ve bedeninin şekli bakımından ya da nefsinin zekâsı ve cevherinin saflığı bakımından görece daha yakındır. Fil gibi bazıları konuşmayı anlar, emir ve nehyi kabul eder. Papağan ve bülbül gibi bazıları insanın konuşmasını ve seslerini taklit eder. Güvercin ve at gibi bazıları onun ahlâk ve yaşantısını taklit eder. Sığır, koyun, eşek ve deve gibi bazıları ona itaat ve hizmet eder. Ayı ve maymun gibi bazıları eğitim ve öğretimi kabul eder. Vahşi hayvanlar gibi bazıları da ondan uzaklaşır ve kaçar. İnsana yakın ve ona boyun eğen bu hayvan türlerinden nefsi daha temiz ve cevheri daha nitelikli olanlar insan tarafından kolayca eğitilebilir ve öğretilebilir.

İnsanın meleklerin ilhamını ve vahyi alması hakkında bu kıyasa göre konuşabiliriz: “Yüce Allaha Yolun Nasıl Gideceği Risâlesi”nde ve “Ahlâk Risâlesi”nde açıkladığımız gibi, nefis cevheri saf ve anlayışı zeki olan her insanın ahlâkı ve seciyesi soyluların ahlâkına yakın ve benzerdir. “Şeriat Risâlesi’ nde açıkladığımız gibi, onun düşüncesi ve inancı peygamberlerin inancına ve çok araştırma açısından filozofların düşünce­sine yakındır. İhvân-ı Safâ Risâlelerİnde açıkladığımız gibi onun amelleri ve yaşan­tısı en çok meleklerin fiillerine benzer. Diyorum ki, onun nefsinin meleklerin ilha­mını, vahyi ve haberleri kabul etmesi daha mümkün ve manalarını anlaması daha kolaydır. Peygamberlerin nefisleri, sonra sıddıkların nefisleri, ardından doğru sözlü, hayırlı, erdemli ve iyi müminlerin nefisleri, en sonunda kim daha benzer ve daha yakınsa o böyledir.

Dediklerimizin doğruluğunun delili, peygamberlerin ve filozofların bu konudaki tavsiyeleridir. Mesela; Musa (as), Harun’un çocuklarına Tevrat’ın şeriatını uygula­dıktan sonra Zaman adlı mabedin sürekli hizmetinde olmalarını, orada ibadet et­melerini, dünya nimetlerinden zevk almayı ve nefislerin arzularına tâbi olmayı terk etmelerini, ihtiyaçları kadar yiyecekle ve avretlerini örtecek kadar elbiseyle yetinme­lerini, nefislerinin arınması için bunların dışındaki fazlalıkları bırakmalarını, huy­larının güzelleşmesini ve nefislerinin vahiy ve ilhamı kabule hazır hale gelmesini tavsiye etmiştir. Onlara şöyle dedi: Sizden kim bu mabette anlattığım şekilde ihlâslı olarak kırk yıl ibadet ederse ona Aziz ve Çelil olan Allah’tan vahiy gelir ve melekler ona Ruhu indirir.

Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem dedi ki: “Kim Allaha kırk sabah ihlâsla ibadet ederse, Allah onun kalbini aydınlatır, göğsünü açar ve tutuk bir yabancı bile olsa dilini hikmetle çözer.”

Musa, uzun bir konuşmadan sonraki münacatında şöyle dedi: “Rabbim, ben Tevrat’ta temyiz inceliğinden dolayı neredeyse peygamber olacak bir ümmetin sı­fatını görüyorum. Onlar kimdir? Onları benim ümmetimden kıl!” Yüce Allah şöyle dedi: “Ey Musa, onlar Muhammed’in ümmetidir.” Musa dedi ki: "Rabbini. bulun hayrı Ahmed’in ümmetine verdin. Beni de onlardan eyle!” Rabbi ona şöyle dedi: Srn onlardan, onlarda şendendir. Sen İslam dini üzeresin, onlar da İslam dini üzereler.

Mesih’in Havarilere söylediklerinden biri şuydu: “Ben size benim ve sizin baba mzın katından ancak sizi cehalet ölümünden diriltmek, günah hastalığından şilaya kavuşturmak, bozuk görüşler, çirkin huylar ve kötü işlerden uzaklaştırmak, nefisle rinizin süslenmesini, bilgilerin ruhuyla dirilmesini, göğün melekûtuna babanı ve ba banızın katına yükselmenizi, orada mutlu bir şekilde yaşamanızı, dünya hapishane sinden ve oluş ve eskime âleminin acılarından kurtulmanızı sağlamak için geldim.” Öyle ki bu âlem, mutsuzların yurdu, şeytanların zulmü ve İblisin saltanatıdır.

Bölüm

Kardeşim! Bil ki, peygamberlerin siyerlerini ve tavsiyelerini, şeriat koyucuların kurallarını ve isteklerini incelediğin zaman onların koydukları şeriatla güttükleri amacın İnsanî nefislerin terbiyesi, onların beşeriyet mertebesinden melekler mertebesine taşınması ve oluş ve bozuluş âleminden kurtarılıp beka ve süreklilik âlemine iletilmesi olduğunu görürüsün. Nitekim şöyle denmiştir: Siz ancak ebedilik için yaratıldınız. Siz bir yurttan diğer yurda, bellerden rahimlere, rahimlerden dün­yaya, dünyadan berzaha, berzahtan da ya cennete veya cehenneme nakledilirsiniz. Nitekim Yüce Allah şöyle demiştir: “Mutlu olanlar gökler ve yer durdukça cennette ebediyen kalırlar. Ancak Rabbinin dilemesi başka”K “Mutsuz olanlar ise cehennem­dedirler. Onların orada şiddetli bir soluyuşları vardır. Onlar, gökler ve yer durdukça orada ebedi olarak kalacaklardır. Ancak Rabbinin dilemesi başka'.'M

Kardeşim! Şu tehlikeli iş ve büyük talihsizlik üzerinde düşün, gaflet ve cehalet uykusundan uyan, acele et ve azık hazırla! Azıkların en hayırlısı takvadır. Uyaran kişi artık özür kabul etmez. O dedi ki: “Peygamberlerden sonra insanların Allaha karşı bir bahaneleri olmaması için’.’S5

Bölüm

İyi nefislerin meleklerin ilhamını kabul şekli hakkında konuştuğumuz gibi, kötü nefislerin şeytanların vesveselerini kabul etmeleri hakkında da konuşacağız. Bunun bir kısmını daha önce açıklamıştık. Her insan çirkin fiilleri, kötü huyları ve birikmiş bilgisizliklerinde hayvanlara çok benzer. Ben diyorum ki onun nefsi, şeytanın vesvesesini çok çabuk kabul eder, hevese çok kolay itaat eder. Nitekim Yüce Allah şöyle demektedir: “Allaha karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafindan bir vesveseye uğrayınca, Allah'ı anarlar ve hemen gerçeği görürler?*[66]

Eğer, “İnsan, meleklerin ilhamı ve vahiy anında nefsini nasıl bulur?” diye sorulursa şöyle de: Nefsinden tevbe eden o adamla ilgili olarak “Bu hikmet sana nereden geldi?” dendiği zaman anlatıldığı gibi. Eğer “İnsan, cisim olmadıkları halde meleklerin şahıslarını nasıl görür?” diye sorulursa şöyle de: Şeylerin resimlerini ve suretlerini aynada onlar cisim olmadıkları halde gördüğü gibi. “Akciğeri ve bedensel organı bulunan canlı olmadıkları halde onların konuşmasını nasıl işitir?” diye sorulursa, “Bizim sesi işittiğimiz gibi.” de. Melekleri görme ve konuşmalarını işitme şeklinin nasıl olduğu sorusuna açıklamaksızın bir örnekle kısaca cevap verildi. Çünkü onların hakikatlerini bilmek, insanın derin araştırma ve ince düşünmesini gerektiren şeylerdendir. Nitekim bunu Duyu ve Duyulur Risâlesi’nde bedensel şa­hısların görülmesi ve cisimsel seslerin işitilmesi konusunda açıkladık. Belki birçok akıl sahibine, onları hakikatleriyle anlamak zor gelirken bu ruhânî konularda nasıl olur? Bedensel şahısların ve cisimsel seslerin görülmesiyle ilgili bilgiyi anlamanın zor olduğunun delili hakkında âlimler görüş ayrılığına düşmüştür. Çünkü âlimler, duyulur şeyler hakkında inceliğinden başka bir sebeple ihtilaf etmezler. Akledilir şeyler hakkında nasıl olur?

Bölüm

İnsanın meleklerin ilhamını kabul ettiklerine dair başka bir örnek daha var. Diyoruz ki; âlimler ilimlerin üç mertebe olduğunu belirttiler. Birincisi matematik, İkincisi tabiiyyat, üçüncüsü ilahiyat/metafıziktir. İşe matematik öğrenimiyle başla­yan ve onu gereği gibi pekiştiren kimsenin tabii ilimleri öğrenmesi kolay olur. Tabii ilimleri gerektiği gibi iyi öğrenen kimsenin metafizik öğrenmesi kolay olur. Böylece diyoruz ki; nefsini güzelleştirmek ve meleklerin ilhamını kabule hazır hale getirmek isteyen kimse, önce bununla başlar, çocukluğundan beri ortaya çıkan kötü huyları­nı düzeltir, sonra şeriatta anlatıldığı gibi uygulamalarında adil bir şekilde davranır, sonra, Duyu ve Duyulur Risalesi hde belirttiğimiz gibi, hissî ilimleri inceler ve onları gerektiği gibi pekiştirir, sonra, Akıl ve Makul Risalesinde açıkladığımız gibi, şeylerin hakikatlerini araştırmadan önce benimsediği bozuk görüşleri kalbinden uzaklaştır­mak için aklî konuları inceler ve pekiştirir. Ben, nefsinin o zaman meleklerin ilha­mını kabul etmeye hazır olacağını söylerim. Bilgilerdeki basireti arttıkça nefsi doğal olarak meleklerin ilhamını daha kolay kabul eder, aklın itaatine daha çabuk benzer ve semavî varlıklara daha çok yaklaşır. Onu göğün melekûtuna yükselmekten ancak ilişkisini sürdürdüğü müddetçe bedensel tabiatın eğilimleri engeller. Ölümle birlikte bedenden ayrılınca hemen orada Tanrının kanunlarına uygun yaşayan türdeşleriyle beraber olur. Nitekim Yüce Allah şöyle demiştir: “İman ve eden ve nesilleri de iman konusunda kendilerine uyan kimselerin nesillerini onlara kattık’.’*[67] İnsanî nefisler konusunda onların melekler mertebesine çıktıklarını söylediğimiz gibi, meleklerin nefisleri konusunda da bunların bilgilerde cennet derecelerine ve makamlarına çıka­caklarını söylüyoruz. Nitekim Yüce Allah şöyle demiştir: “Bizim her birimizin bilinen bir makamı vardır. Şüphesiz biz saf dururuz ve Allah'ı yüceltiriz”** Yüce Allah dedi ki: “Onların yalvardıkları bu varlıklar, “hangimiz daha yakın olacağız” diye Rablerine vesile ararlar. Onun rahmetini umarlar.”[68] İnsanî nefislerin melekler mertebesine geçmesi konusunda dediğimiz gibi, hayvani nefisler konusunda da zamanın akışıyla birlikte onların İnsanî mertebeye geçeceğini söylüyoruz. Nitekim bunu “Devirler ve Küreler Risâlesi’nde açıkladık.

Sonra bil ki, hayvani nefislerin insan mertebesine geçmeye en layık olanı, insanın elinde mutsuz, ona boyun eğmiş, hizmetinde yorulmuş ve emri altına girmiş olan nefislerdir. Nitekim İnsanî nefislerin melekler mertebesine çıkmaya en layık olanı da ibadette yorulmuş, şeriat hükümlerine boyun eğmiş, mabetler, mescitler, kiliseler ve sinagoglarda hizmet etmiş, namaz kılmış, oruç tutmuş, kurban kesmiş, dua etmiş ve Tanrıya benzemeye çalışmış nefislerdir. Yüce Allah sözünde şöyle dedi: "İman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabitlerden kim Allaha ve ahiret gününe inanırsa”[69]

Bil ki, varlıklardan bazıları, taş ve tahta gibi, ruhsuz, bilgisiz ve şuursuz cisimler­dir. Bazı varlıklar, melekler gibi, bedensiz ve bilgili olan ruhlardır. Bazıları da hay­vanlar gibi, ruh ve bedenden oluşmuştur.

Bil ki, hayvanlar şuur ve bilgi bakımından farklılık gösterirler. “Hayvanlar Risâlesi’ nde açıkladığımız gibi, onlardan bir duyusu olanlar, iki duyusu olanlar, üç duyusu olanlar, dört duyusu olanlar ve beş duyusu olanlar vardır. Aynı şekilde in­sanlar da bilgi ve ilim bakımından değişiklik gösterirler. Bazı insanlar akıllı, bazıları aptaldır. Akıllılardan bazıları âlim, bazıları cahildir. Âlimler ilim derecelerinde deği­şiklik gösterirler. Bazıları birkaç ilmi güzel yapar, bazıları daha fazlasını, bazıları ise daha azını güzel yapar. İlimlerden faydalananların da farklı dereceleri vardır. Bazıla­rının bilgileri tamamen cismânî, bazılarının bilgileri ise sadece ruhânîdir.

Bilgilerinin çoğu ruhânî olan âlim, meleklere nispeten daha yakındır. Bu yüzden Allah, insanlardan bir topluluğu insanlar ile melekler arasında aracı kıldı. Çünkü aracı, bir açıdan bu tarafa, diğer açıdan o tarafa benzer. Peygamberler (as) nefisleri ve cevherlerinin saflığıyla meleklere, öte yandan bedenlerinin katılığıyla insanlara benzerler.

Kardeşim! Bil ki, meleklerin konuşması ancak işaret ve imadır. İnsanların ko­nuşması ise ibare ve lafızdır. Manalar hepsi arasında ortaktır. Peygamberler vahiy ve haberleri meleklerden ima ve işaret şeklinde alırlar. Bu, nefislerinin zekâsının letafeti ve cevherlerinin saflığıyla olur. Onlar bu manaları insanlara bedenin bir organı olan dil ile ifade eder. Her ümmete ulaşırlar ve bunları bilinen lafızlarla açıklarlar.

Kardeşim! Bil ki, peygamberler, insanlarla konuşurken her birinin kendi akıl kapasitesine göre anlaması için ortak manalar kullanırlar. Çünkü lafızları işitenler ve kitaplarındaki vahiyleri okuyanlar akıl derecesi bakımından farklılık gösterirler. Bazıları havâs/seçkin, bazıları avâm/halktır. Onların orta mertebede yer alanları da vardır. Avâm bu lafızlardan birtakım manalar anlar. Havâs ise daha dakik ve daha ince daha başka manalar anlar. Bu herkesin hayrınadır. Zira hikmette şöyle denmiş­tir: “İnsanlarla akılları ölçüsünde konuşunuz.” Mesih (as) Havarilere şöyle dedi: Hik­meti zayi etmeyin, yoksa onu layık olmayanın eline vermiş olursunuz. Onu ehlinden alıkoymayın, yoksa onlara zulmetmiş olursunuz.”

Kardeşim! Bilgi ve ilimleri talep uğrunda çalış. Müslüman olan Rabbânîler ve ha­yırlı kimselerin yolunu tut. Belki böylece nefsin gaflet ve cehalet uykusundan uyanır, tabiat kirlerinin kederinden temizlenir, basiret gözün açılır ve nübüvvet kitaplarının sırlarını ve ilahi şeriatların sembollerini anlarsın. O zaman meleklerin ilhamını ka­bule hazır hale gelirsin.

Kardeşim! Bil ki, senin nefsin potansiyel olarak (bilkuvve) melektir. Eğer pey­gamberlerin ve ilahi şeriat sahiplerinin yolundan gidersen ve onların kitaplarında anlatılan ve şeriat kanunlarında farz kılınan tavsiyeleri yerine getirirsen bilfiil melek olursun. Senin nefsin aynı şekilde bilkuvve şeytandır. Eğer kötülerin ve kâfirlerin yolundan gidersen bir gün bilfiil şeytan olabilirsin.

Kardeşim! Şimdi nefsin için neyi seçtiğine ve beğendiğine bak. Uyaran kişi artık özür kabul etmez. “Peygamberlerden sonra insanların Allaha karşı bir bahaneleri ol­maması için”[70]' Kıyamet günü bize bir elçi ve bir kitap gelmedi dememeniz için.

Kardeşim! Bil ki, melekler, cennetlerin, göklerin ve felekler uzayının sakinleri­dir. Bunlar, Kuranda belirtilen sekiz cennettir. Firdevs cenneti, Naim cenneti, Huld (ebedilik) cenneti, Me’va cenneti, Selam yurdu, Muttakilerin yurdu, İkamet yurdu ve Karar yurdudur. Bunların dışında celal ve ikram sahibi Rahman m arşı vardır.

Kardeşim! Bil ki, şeytanlar, cehennemlerin sakinleridir. Bunlar yedi tabakadır: Cehennem, Cahim, Sakar, Lezza, Hutame, Seîr ve Haviye. Cennet derecelerinin ve cehennem katmanlarının toplamı on beş mertebedir. Biz bunları başka bir risâlede genişçe açıkladık.

Kardeşim! Bil ki, insanlık mertebesi, cehennemin son mertebesidir. O, cennet ka­pılarının ilk derecesidir. Eğer acele eder ve oluş ve bozuluş âleminden ölümden önce çıkarsan, felekler âlemine ve göklerin genişliğine yükselmek, cennetlerin sakinleri olan melekler zümresine katılmak istersin, sana orada canlılık suyundan temiz bir içecek içirilir, mutlular gibi yaşarsın ve ilk ölümün dışındaki ölümden kurtulursun. Eğer bundan kaçınır, peşini bırakır ve dünyaya çakılıp kalırsan aşağıların aşağısına döndürülmeyi hak edersin ve yeniden diriliş gününe kadar berzahta kalırsın.

Ey kardeş! Allah seni doğruya muvaffak etsin ve seni ve bütün kardeşlerimizi bulundukları ülkelerde kendi lütuf ve cömertliğiyle hak yoluna iletsin!

İmanın Mahiyeti ve Müminlerin Hasletleri Risalesi bitti. Onu İlahî Yasanın mahi­yeti hakkında bir risâle takip edecektir.

îlahi ve Dînî Yasalara Dair İlimlerin
(el-Ulûmu’n-nâmûsiyye ve’ş-şer‘iyye)
Altmcı -İhvân-ı Safâ Risâlelerinin Kırk YedinciRisâlesi
İlahî Yasanın Mahiyeti, Nübüvvetin Şartları ve Özelliklerinin
Niceliği, Rabbani ve İlahî Ekollere Dair[71]

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla!

A

llah’a hamd, seçtiği kullarına selam olsun, “Allah mı daha hayırlıdır yoksa Oha ortak koşulan varlıklar mı?"[72]

Ey kardeşim! Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, nasıl semanın süsü gezegenlerse yerin süsü de canlılardır. Bu canlıların görünüş bakımın­dan en tamamı, suret bakımından en yetkini, bileşim bakımından en şereflisi insan­dır. İnsanların en faziletlisi akıllılar, akıllıların en hayırlısı âlimler, âlimlerin derece bakımından en yücesi, makamca en yükseği peygamberlerdir. Onlara selam olsun! Mertebece onlardan sonra gelenler bilge filozoflardır. Bu iki grup, bütün şeylerin nedehli olduğu ve sayılardan bir sayının bütün sayıların nedeni, ilki ve ilkesi olması gibi, aziz çelil ve mukaddes olan Yaratıcının onların nedeni, sağlamlaştırıcısı, yoktan var edicisi, tamamlayıcısı ve yetkinleştiricisi olduğu hususunda birleştiler. Bunlar yani peygamberler ve filozoflar, aynı şekilde dünyayı yermede, meadı (ahireti) ve oradaki amellerin hayırsa hayır şerse şer, karşılığının görüleceğini onaylamada aynı görüştedirler. Bu iki grup din ve dünya işlerinde söylediğimiz ve inandığımız şeylere şahittirler. Onların hükmüne razı olmayan, şayet doğru sözlü ise, kendisine onlardan başka ve onlardan daha hayırlı bir hükmedici arasın.

Ey kardeşim! Bil ki, nübüvvet, insan halinin ulaşacağı, melekleri takip eden en yüce derece, en yüksek mertebedir, onun tamamı beşerî erdemlerden kırk altı haslet­tir: Birincisi, Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) de buyurduğu gibi, peygamberliğin unsurlarından biri olan doğru rüyadır: “Sâdık rüya nübüvvetin kırk altı bölümünden bir bölümdür" Biz inşallah aşağıda bulacağın üzere diğer kırk beş hasleti bölümlere ayırıp açıkladık.

Bölüm

Kardeşim! Bil ki, bu hasletler herhangi bir insanda, yüzyıllık devrelerden bir devrede, herhangi bir zamanda toplanırsa, işte o şahıs hayatta olduğu sürece elçidir (mebûs), zamanın sahibi ve insanların imamıdır. O, risaleti tebliğ eder, emaneti eda eder, ümmete nasihat eder, indirilenleri tedvin eder, yorumunu yapar, şeriatı sağtamlaştırır, yöntemi açıklar, sünneti ihya eder, ümmetin birliğini oluşturur, sonra vefat edip yoluna giderse, işte bu hasletler ondan bir miras olarak ümmetinde kalır. Bu özellikler veya onların büyük bir kısmı ümmetinden birinde toplanırsa, o kişi onun vefatından sonra onun yerine halife olmaya elverişlidir. Bu hasletlerin bir ki­şide toplanması konusunda ittifak oluşmaz, fakat cemaatlerinde dağınık halde olur­sa, bu cemaat tek bir görüşte toplanır, kalpleri birbirlerine karşı sevgide yanar, dine yardım, şeriatı koruma, sünneti hayata geçirme, ümmeti dinin yoluna yönlendirme hususunda birbirlerine destek olurlarsa, dünyada onların devletleri devam eder, ahirette güzel akıbet onlara vacip olur. Şayet ümmet peygamberlerinin vefatından sonra dağılır, dinin yönteminde ihtilaf ederlerse, dostane bütünlükleri parçalanır, ahiret işleri bozulur ve devletleri yok olur.

Şayet din ve dünyayı ıslah talebinde azimli isen, gel birlikte Erdemli Kardeşler/ İhvân-ı Fudalâ Cemaatine katılalım, dostluğa dayalı muamelede, sırf nasihatte ve pür kardeşlikte şeriatın sünnetine uyalım.

Bölüm

Bil ki, din ve dünya işlerinde yardımlaşmada söz birliği etmiş bir cemaatin bir birlerine nasihatinden daha şiddetli ve İhvân-ı Safâ ile muameleden daha güzel bir şey yoktur. Şöyle ki onlardan her biri, dini yüceltme isteğinin ancak kardeşiyle yar­dımlaşarak olacağını bilir ve buna inanır. Onlardan her birisi kendisi için isteyip sevdiğini kardeşi için de ister ve arzular, kendisi için kötü gördüğünü kardeşi için de kötü görür.

Bundan önceki bir risalemizde kardeşliğin arılığının nasıl olacağını, şartlarının ne olduğunu açıkladık. Ey kardeşim! Onları iyi düşün ve kendilerinden iyilik, nasi­hat ve sevgi umduğun arkadaş ve kardeşlerine dön! İnşallah başarılı olacaksın.

Bölüm

Bil ki, arkadaşlarımızı teşvik ettiğimiz ve kardeşlerimizle koyulduğumuz bu iş yeni bir görüş ve yeni bir mezhep değildir, tam tersine önceki bilgelerin, filozofların ve erdemlilerin kadim görüşüdür. Bu aynı zamanda peygamberlerin (a.s.) yürüdü­ğü yol ve onların halifelerinin ve mehdi imamların üzerinde olduğu bir mezheptir. Bununla kendilerini (Allah’a) vermiş nebiler ve Allah’ın kitabından muhafaza et­tikleriyle Rabbânîyun ve Ahbâr (Yahudi din bilginleri) Yahudilere hükmederlerdi. Bu, babamız İbrahim’in milletidir ve daha önce bizler bununla Müslümanlar olarak isimlendirilmişizdir.

Bu Kuranda, ihtilafı terk edip tek bir görüş etrafında toplanmak, nefislerin uyuş­ması, kalplerin uzlaşması, sözlerin en doğrusuyla hitap, gönüllerde tasdik, birbirini yalanlamama, aldatmama ve aldanmama, nasihat edip hainlik etmeme, güvenme, itham etmeme, sevme, kıskançlık etmeme, karşılıklı sevme, kinleşmeme, muvafakat etme, muhalefet etmeme, anlaşma, ihtilaf etmeme, karşılıklı destek olma, birbiri­ni rezil etmeme, yardımlaşma, oturup beklememe, dinin salahı için yardımlaşma vardır. Böylece Peygamber (s.a.v.): “Müminler bir adam ve tekbir kişi gibi kanları ve malları birbirine denktir ve onlar diğerlerine karşı el gibidirler" buyurduğu ve Yüce Allah’ın bize, “İyilik ve takvada yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın"' şeklinde tavsiye ettiği; “Birbirinizle çekişmeyin, gücünüz gider, başarısız olursunuz" ' ve “Onun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz"[73] buyurduğu gibi, şeriatın sünnetine uymada tek bir adam ve tek bir nefis olurlar.

Bölüm

Bil ki, din ve dünya işlerinden herhangi bir işte toplanan, işini doğruluk üzere yürütmek isteyen ve olgun bir hayat tarzı üzere olacak olan topluluğa birliklerini kuracak, işlerinin sitemini koruyacak, iyi hallerinin bozulmasını engelleyecek bir başkanın yönetimi gerekir. Bu reis için de mutlaka, işi üzerine bina edeceği, onun­la arlarında hükmedeceği ve bu iş üzerine düzenlerini kuracağı bir esas gereklidir. Biz kardeşler topluluğumuza reis olarak ve aramızda hâkim olarak, Allah Teâla nın yarattıklarından, emir ve yasak altında bulunan erdemlilere reis kıldığı aklı seçmiş, risalelerimizde zikrettiğimiz ve kardeşlerimize salık verdiğimiz, şartlara göre onun hükümlerinin gereklerine içtenlikle boyun eğmişizdir. Kim aklın kurallarına ve hü­kümlerinin gereklerine razı olmaz, kardeşlerimize tavsiye ettiğimiz bu şartları kabul etmez veya girdikten sonra oradan çıkarsa, bu hususta onun cezası, sadakatten çı­karmamız ve dostluğundan uzak olmamızdır. Onunla işlerimizde yardımlaşmayız, karşılıklı ilişkilere girmeyiz, ilimlerimizde konuşmayız, sırlarımızı ondan saklarız, kardeşlerimizin uzak durmasını salık veririz. Bunu, Rabbimizin bize yol kıldığı şeriatın sünnetine uymak için yaparız. Aziz ve çelil olan, “İbrahim ve onunla bera­ber olanlarda sizin için güzel örnek vardır; onlar kavmine demişlerdi ki kesinlikle biz sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan beriyiz”[74] buyurmuştur. Yine O aziz ve çelil olan bir başka ayette şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Allah’ın gazap ettiği bir kavmi dost edinmeyin.”’

Bölüm

Sonra ey kardeşim! Başkanlığın (riyaset) cismânî ve ruhânî olarak iki çeşit oldu­ğunu iyi bil. Cismanî başkanlık üstünlük, galebe, baskı ve zulümle yalnızca bedenler ve cisimler üzerinde otoritesi olan krallar ve zorbaların başkanlığı gibidir. Onlar zor­la insanları dünya işlerinin ıslahında şehevi duyguları için köleleştirir ve kullanırlar, hayal ve lezzetlerine kapılırlar.

Ruhanî başkanlığa gelince; o, adalet ve ihsanla ruhlara ve nefislere malik olan şeriat sahiplerinin başkanlığı gibidir. Onlar bu başkanlığı, şer’î kanunları muhafaza ve sünnetleri hayata geçirme, ihlâsla ibadet, kalp yufkalığıyla ilahileşme, sevaba ulaş­mak için kesin bilgi, ahirette mutluluk, kurtuluş ve başarı için dinler ve şeriatlarda kullanırlar.

Bölüm

Kardeşim! Bil ki, Beşerin ortaya koyduğu hiçbir ilim, amel, sanat, tedbir, siyaset; ilahi şeriatların vazedilmesinden, mertebesi daha yüksek, derecesi daha yüce, ahiretteki sevabı daha fazla, meleklerin fiillerine daha çok benzeyen, Allah’a ibadet olarak daha yakın, O’nun rızasına daha fazla düşkün olamaz.

Bölüm

Bil ki, İlahî şeriat, insan bedenindeki tikel bir nefisten aklî bir güçle, yüzyıllık devirlerden bir devir ve vakitlerden bir vakitte, Yüce Allah’ın izniyle tümel nefisten kendisine taşan ruhanî bir doğadır. Tikel nefisler onunla çekilir be bu şeriat onları kıyamet günü aralarında hüküm verilmesi için ayrılmış beşerî bedenlerden kurtarır: “Allah'ınpis ile temiz olanı birbirinden ayırması ve murdar olanları birbirinin üzerine koyup böylece hepsini yığarak, bu şekilde onların cehennemde olması içindir.”[75] ve“Al­lah, takva sahiplerini onların başarıları sebebiyle kurtuluşa erdirir”[76]

Bölüm

Kardeşim! Bil ki, şeriat koyucunun kendisinde, doğuştan üzerinde yaratıldığı on iki hasletin/özelliğin bulunması, onun erdemlerinin tamamındandır:

Birincisi, organlarının tam ve güçlü olması, kendisiyle ve kendisinden beklenen amelleri yerine getirebilmesi ve ne zaman bir iş yapmaya yönelse kolaylıkla yapabil­mesidir.

İkincisi, kendisine söylenen ve karşılaştığı her şeyde, o iş ne ise ona göre söyleye­nin maksadını iyi bir şekilde kavraması ve hızla düşünmesidir.

Üçüncüsü, anladığını, işittiğini ve andığını ezberlemesi ve bir bütün olarak onları asla unutmamasıdır.

Dördüncüsü, bir şey hakkında en küçük bir delil bile görse o delilin gösterdiği şeyi derhal anlayacak şekilde, en ufak bir delilin ortaya çıkmasıyla görüşü oluşabilen zeki ve uyanık bir kimse olmasıdır.

Beşincisi, içinde ve kalbinde olanı en veciz lafızlarla dile getirecek ifade güzelli­ğinin olmasıdır.

Altıncısı, ilmi ve istifade etmeyi seven, ona boyun eğen, kolayca kabul eden, ilim yorgunluğundan acı çekmeyen ve karşılaştığı sıkıntılardan eziyet duymayan biri ol­masıdır.

Yedincisi, doğruluğu ve güzel muameleyi seven ve ehline yakın duran biri olma­sıdır.

Sekizincisi, yeme, içme ve cinsi münasebete düşkün olmayan, ayıplardan uzak duran ve bunların oluşturduğu lezzetlerden nefret eden biri olmasıdır.

Dokuzuncusu, ruhu yüksek, himmeti yüce ve cömertliği seven, bütün kötü ve çirkin şeylerden nefsini yüce tutan, himmetini en yüksek dereceli işlere çeviren biri olmasıdır.

Onuncusu, dirhem, dinar ve dünyanın diğer mal ve mülküne değer vermemesi ve onlardan yüz çevirmesidir.

On birincisi, adaleti ve adilleri seven, baskı ve zulümden nefret eden biri olması­dır. Adaleti ehline veren, zulmü ortadan kaldırana şefkat duyan, iyi, güzel ve adalet olarak gördüğü her şeyi, hiçbir komuta zorluğu ve başkaldırı hissi duymadan yerine getiren, zulme ve çirkinliğe çağrıldığında icabet etmeyen biri olmalıdır.

On İkincisi, yapılmasını gerekli gördüğü şeye karşı azimli, korkusuz, ruh zafiyeti duymayan, cesur ve yürekli biri olmasıdır.

Bölüm

Bil ki, şeriatı tamamlamak, sözleri, emirleri, yasakları ve onların yorumlarını yetkinleştirmek, şeriatların gereklerini, hükümlerinin yollarını, ümmetinin tedbi­rini, din ve dünya işlerinde memleket insanlarının siyasetini geliştirmek için yasa koyucunun koyduğu ve sonra diğer işleri üzerine bina ettiği ilk kural, onun önce­likle kendi nefsinde, âlemin kadim, diri, bilgili, hikmetli, kudretli, üstün, iradeli bir yaratıcısının olduğunu, Onun bütün varlıkların nedeni olduğunu, onların her biri­ni kendisine uygun şekilde çekip çeviren bir sahibinin olduğunu kesin bir bilgi ile görüp inanmasıdır.

İkincisi, maddeden (heyûla) soyutlanmış, her biri kendi kendisiyle var olan, ken­di nasibine düşen emre yönelmiş, akılsal varlıkları tasavvur edip düşünmesi gerekir ki, bunlar yüce Allah’ın melekleri ve onun hâlis (saf) kullarıdırlar. Elçi gönderme, vahiy ve haberler onlarla gerçekleşir ve bütün bunlar onların desteğiyle olur.

Üçüncüsü, yerine göre bedenden soyutlanmış, yerine göre bedeni kullanan, ba­zen de onunla bağlantı kuran nefsanî varlıkları bilip iman etmesidir. Onlar iş ve he­deflerine uygun olarak hayvan bedenlerine iner ve oraya yerleşebilirler.

Dördüncüsü, onların bedenlerden ayrılmasıyla özlerinin bozulmayacağı­na ve bedenlerden ve algılanabilirlikten çıkmalarıyla Yüce Allah’ın kudretinden çıkmayacaklarına inanmak gerekir.

Beşincisi, varlıklardan her biri kendi özleriyle tektir ve onları ancak kendilerine ilişen kötü amelleri, bozuk fikirleri, kötü huyları ve katmerleşen cehaletlerinin ıslah veya ifsat edebileceğine inanmaktır.

Altmcısı, Yüce Yaratıcı bir şeyi emrettiğinde ona imkân tanıyacağını ve bütün nedenleri ortaya çıkaracağını, içlerinden emrine uyanların, yasağını işleyenlerin olacağını bilmektir.

Yedincisi, itaat ve isyan sınıflarından her birisi için sevap ve azap olarak bir karşı­lık kılmıştır. Emredilenleri ve yasaklananları bile bile işleyenlerin karşılığı hak ede­ceğini öğretir ve mazeret imkânını ortadan kaldırır. “Helak ettiğini açık bir kanıtla helak etsin yaşattığını da apaçık bir delille yaşatsın"[77]

Sekizincisi, onların iyi kötü, güzel çirkin geçmişte yaptıkları şeylerle karşılık gö­recekleri bir yeniden dirilişin olduğunu; O nun her birine barınağını hazırlaması ve sığınağını onarması için imkân verdiğini, bu durumda iyilik yaparsa kendisi için, kötülük yaparsa onun da kendi aleyhine olduğunu, “Senin Rabbinin kullarına asla zulmetmeyeceğini”[78] bilmesidir.

Dokuzuncusu, ödülü en fazla ve dönüş yerinde dereceleri en yüksek olan şeyin, Allah Teâlaya dua ve yakarış olduğunu bilmektir.

Onuncusu, Allah’a çağıranların derece olarak insanların en yücesi, makamlarının en yüksek, Allah’a yakarma tutkularının en şiddetli, deneyimlerinin en çok, bilgileri­nin en geniş, topluluklarının en çok, insanlara nimetinin en büyük, doğruyu en fazla konuşan ve hak yola en fazla bağlı olan olduklarını bilmektir.

İşte bu görüşler kanun koyucunun kendinde gerçekleşir ve bunları düşüncesinde tasavvur ederse hiç şüphesiz bunları kesin olarak müşahede eder gibidir. Kendi­lerine gönderildiği insanları bunlara çağırır. İnandıklarını davet edeceği seçkin insanlara haber vermesinde hem gizlilik, hem de açıklıkla fakat saklamaksızın ve şifrelendirmeksizin ortaya koyar, halk katında ise ortak lafızlarla ve yoruma ihtimalli manalarla işaret eder ve çoğunluğun akledebileceği ve nefislerinin kabul edebilece­ği sembollere sokar. Yasa koyucu, sırf Allah rızası için bu manaları anlayan, şeriat koyucunun işaret ettiği hakikatleri kesin bir şekilde tasavvur eden, zaferden sonra ona yardımda gayret eden, zarar ve ziyan etme ihtimali bulunan, iyi ve kötü günde sabredenleri, sıddıklar, şehitler ve salihler olarak isimlendirmiştir. Allah onları ile­ri derecede methetmiş ve onları kendi lisanıyla şöyle övmüştür: “İşte onlar Allah’ın kendilerine nimet verdiği nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdirler; bunlar ne güzel arkadaştırlar”[79]

Onları şehitler olarak isimlendirmesi, onların maddeden ayrı ruhânî birtakım iş­leri müşahede etmeleri sebebiyledir. Bununla hayat cenneti ve onun nimetleri kaste­dilmektedir. Sıddıklar olarak isimlendirmesi, onları, yasa koyucuya yardım edilmesi ve destek verilmesi hususunda kendiliklerinden bir istek ve taleple tasdik etmeleri nedeniyledir.

O, kavrayışı bu manaları bilmeye ve bu şeyleri hakikatleriyle tasavvur etmeye yet­meyen, fakat yasa koyucunun haber verdiğini ikrar eden, dediğini onaylayan, ona destekte gayret gösterip zaferi için kıyam eden, emir ve yasaklara sabreden kimseleri ise müminler olarak isimlendirmiştir. Yüce Allah onları haber verilene iman etme­leri ve onu onaylamaları ve onun zaferi için onunla beraber gayret etmiş olmaları nedeniyle överek şöyle buyurmuştur: “Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara vaat etti..”[80]

Fakat O, diliyle ikrar edip de söylenenler hakkında kalbinde şüphe taşıyanları Müslümanlar olarak isimlendirmiştir. Yüce Allah onları yermiş ve şöyle I»uym muş tur: “Bedeviler iman ettik dediler, de ki, siz iman etmediniz ama Müslüman olduk deyiniz?[81] [82] Aynı şekilde: “Onlar Müslüman olmalarını senin başına kakıyorlar?' hu yurmuştur.

O, diliyle iman edip de içte hainlik yapan, iki yüzlülük yapan, diliyle iz.haı ol tiğinin tersine kalbinde yalanlamayı saklayan, hile ve tuzak kuran kiınseleı ı ise münafıklar olarak adlandırmıştır. Allah onları birçok yerde tehdit etmiş, yermiş ve sakmdırmıştır. Bulundukları hale son vermemelerini yadsıyarak ve iki yüzlü lüklerini tehdit ederek şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz münafıklar, ateşin en aşağı tabakasındadırlar?[83]

O, davetini açıktan inkâr edenler, gizli ve açık yalanlayanlar ve açıktan düşmanlık edenleri ise kâfirler olarak isimlendirmiştir. Onlarla savaşı ve vuruşmayı emretmiş, onları çokça yermiş, sakındırmış ve tehdit etmiştir.

Bölüm

Bil ki, yasa koyucunun özelliklerinden birisi, onun davet edeceği insanları gö­zetmesi, onlardan büyük-küçük, erkek-kadın, hür-köle, şerefli-sıradan, âlim-cahil, zengin-fakir, güçlü-zayıf, yakın-uzak her birinin haberlerini bilmesidir. Öyle ki on­lardan her birinin ismini, sülalesini, sanatını, bilgisini, işlerindeki uygulamalarını, geçimini hangi yolla kazandığını, kendisinde baskın olan güzel veya çirkin karakteri, iyi veya kötü ahlakını, insaflı ve insafsız adetlerini bilmeli ki böylece onların bilgisine güvenebilsin, konumları belli olsun, zor işlerde onların her birinden yardım alabilsin ve kendilerine uygun işte kullanabilsin.

Bölüm

Bil ki, onlar için ortaya konan ve yerine getirilmesi talep edilen ilk sünnet/gelenek, birtakım şeylerdir ki onlardan ilki, şeriata saygı sebebiyle aralarında sevginin güçleneceği, kalplerinin birleşeceği, böylece birliklerinin kurulup kelimelerinin itti­fak edeceği karşılıklı dostluktur. Şeriatın yolunda muhaliflere karşı, onlardan uzak durma ve Allah’ın (c.c.) buyurduğu gibi, akrabaları ve sevgilileri de olsalar, onlardan uzak olmayı emreder: “Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır­lar, marufu emrederler ve'[84] münkeri yasaklarlar”[85]; “Allah’ın kendilerine gazap ettiği topluluğu dost edinmeyin?[86]

Bu sünnetle ilgili görevi yerine getirip, ona iyice sarılıp nefislerinde sağlamlaştır­dıklarında, bu hususa dört elle sarılıp karşılıklı yardımlaştıklarında, hepsi bu durum­da tek bir adam gibi, tek bir beden ve tek bir nefis gibi olurlar, onlara yasayı koyan da o bedenin başı gibi olur, onlar da onun diğer azalan gibi olurlar. Yasa koyucunun kişisel kuvveti, diğerlerinin nefislerinde düşünme gücünün diğer duyu güçlerinde tasarruf ettiği gibi etkin olur. Bu durumda tek bir görüş, tek bir hedef, tek bir gaye ve tek bir güç ortaya koymuş olurlar ve onları yenmek isteyen herkese galip gelir, onlara karşı çıkan, düşmanlık eden ve onlarla zıtlaşan herkesi mağlup ederler.

Bölüm

Ey kardeşim! Şayet din ve dünyanın ıslahı hususunda kesin niyetli isen, bizimle şeriatın sünnetine uymaya gel. Senin diğer erdemli kardeşlerin ve cömert arkadaş­larınla toplanalım, bu hususla ilgili olarak gönlümüzdeki pür nasihatte, gizli ve açık karşılıklı işlerimizdeki dostlukta, kalplerimizde sevginin oluşmasında yardımlaşa­lım. İnşallah Yüce Allah başarılı kılacaktır.

Bölüm

Bil ki, yasa koyucunun kesin olarak inandığı özelliklerden birisi şudur: Kim Yüce Allah’a daha yakın olur, rızasını daha fazla talep eder, şeriatın yaşanmasında, des­teklenmesinde ve ortaya çıkmasında malını, canını ve ailesini ortaya koyarsa, onun yardımcılarından ve yoldaşlarından bir kimse malını Allah yolunda harcar, sevdik­lerinden ayrılır veya şeriat yolunda kanını döker, bedenini feda ederse, işte bu ne­fis bedenden ayrıldıktan sonra maddeden soyutlanmış olarak kalır, kendi türünün çocuklarından daha yüksek rütbeye çıkar, derecesi yükselir ve şeriatın kullandığı bedenli nefislere teşrif eder, sanki üzerlerinde durur, hallerine şahit olur, şeriat onun ruhanî şehri olur, onun şeriatın kullandığı nefisler üzerine tasarruf ve otoritesi, şeh­rin başkanlannın memleketine, insanlarına ve vatandaşlarına tasarrufu gibi olur. Onlar aynen siyasetçi başkanların, başkanlık edilenlerin kendilerine boyun eğip itaat etmeleri ve güzel hizmetleri nedeniyle ulaştıkları durumda olduğu gibi tam bir lez­zete, sevince ve mutluluğa ererler. Şeriata tâbi olanların sayısı arttıkça mutlulukları, sevinçleri, lezzetleri ve gıpta edişleri de devamlı olarak artar.

Bil ki, yasa koyucunun önemli hasletlerinden birisi, öncelikle davet ettiği insanlar için bütün şartlarıyla yerine getirecekleri, kullanılmasında çoğunluğun maslahatı ve kamunun faydası söz konusu olan, güzel bir sünnet ve aralarında gereğince amel edecekleri adil bir hayat tarzı ortaya koyması, bunların kullanılmasında kendisine veya birtakım insanlara meşakkat ve zararın olmasına kulak aşmamasıdır. Çünkü yasa koyucunun maksadı kendi nefsini veya o vakitte mevcut olan yardımcılarını ve yoldaşlarını ıslah etmek veya kendisine ve onlara sağlanacak dünyevî bir menfaat değil, tam tersine onun hedefi onların ve onlardan sonra gelecek takipçilerinin ve daha sonra kıyamete kadar gelecek olanların iyiliğidir.

Bil ki, kendi zamanında mevcut olan şahısların çokluk olarak kendisinden sonra gelenlere oranı, ancak birlerin onlara, onların yüzlere, yüzlerin binlere, binlerin on bilere, on binlerin yüz binlere, yüz binlerin milyonlara ve böylece devam eden oran­lar gibidir.

Bil ki, şeriat koyucunun şeriatın hükmü konusunda kardeşleriyle, yardımcıla­rıyla, takipçileriyle ve onlardan sonra kıyamete kadar gelecek olanlarla ilişkisinin örneği bir ağaca benzer. Onlardan sonra gelenler dalları, daha sonra gelenler ise yaprakları ve meyveleri gibidir. Bu ağaç ruhanî olup yukarıdan aşağıya doğru biter, çünkü onların dalları göklerdeki meleklerin mertebesini izleyen şeylerdendir, zira onun maddesi oradan iner. Bu yasa koyucunun melekler tarafından desteklendiği anlamına gelir, onlardan vahyi, ilhamı ve haberleri alır, kendilerini meleklerin mer­tebesine çekmek için yeryüzündeki insanlara iletir. İşte bu sembolik ağaç, Tûbâ ağacı olup, arşın altında biter, dalları cennetliklerin evlerine sarkar, onlar da onun meyve­lerinden devamlı olarak faydalanırlar.

Bölüm

Bil ki, şeriat sahibinin koyduğu özelliklerden birisi, yasa koyarken söylediği, yap­tığı, emrettiği ve yasakladığı hiçbir şeyi görüşüne, içtihadına ve gücüne nispet etme­mesidir. O, ancak, bunları kendisi ile Rabbi arasında aracı olan, bilinmeyen vakitler­de vahiy getiren meleklere nispet eder. Fakat bilgeler ve filozoflar herhangi bir ilmi geliştirdiklerinde, bir kitap telif ettiklerinde, sanatlardan bir sanat ortaya koydukla­rında, bir mabet inşa ettiklerinde, bir siyaset uyguladıklarında bunu kendi güçlerine, içtihatlarına, görüşlerinin iyiliğine ve araştırmalarının derinliğine nispet ederler. Bu, yasa koyucunun uygulamasına ters düşer.

Bölüm

Bil ki, şeriata tâbi olanların din ve dünyalarının tamamı şu dört özelliktedir: Bi­rincisi, her birisinin kötülüğü tanıyıp ondan sakınmasını, iyi ve güzel olanı tanıyıp onu emretmesini sağlayan bir aklının olmasıdır. İkincisi, onların yasa koyucularının fiil, söz, adap ve tasarruflarında bir örneğin bulunmasıdır. Üçüncüsü, her birinin yanında yasa koyucusundan belirli vakitlerde öğrenecekleri bir vasiyetin bulunma­sıdır. Dördüncüsü ise her bir cemaatin başında kendi erdemlileri içinden çıkmış, şeriatın sünnetini bilen, onu yerine getirmeyi emreden, onu korumaya teşvik eden, şeriatın gidişatını değiştirmeyi arzuladıklarında onları alıkoyan ve sakındıran bir başkanlannın bulunmasıdır.

Bölüm

Bil ki, iyiler ve akıllıların akıllarına yasa koyucu ile güç eklendiğinde artık ken­dilerine başkanlık edecek, emredecek, yasaklayacak, kendilerini sakındırıp hakla­rında hüküm verecek bir başkana ihtiyaç duymazlar. Zira kanun koyucu için akıl ve kudret, başkan ve imamın yerini alır. Ey kardeşim! Gel bizimle, şeriatın sünnetine uyalım, niyetlendiğimiz şeyler hususunda onu kendimize önder yapalım, Allah seni muvaffak kılar; şüphesiz O, karşılıksız veren ve cömerttir.

Bölüm

Bil ki, felsefi ilimlerle yetişen ve matematik ilimlerin eğitimini alan bir grup, ken­dileri şeriatın hükümlerinin zahirinden habersiz, gözleri onun konularının sırlarını bilmeye kapalı iseler, ilahi şeriat yolunu kullanmayı önemsemez, yolunda yürümez, koyduklarını ayıplar, hükümlerine boyun eğmeyi reddeder, sınırlarına itaat etme hu­susunda büyüklenirler. Bundan dolayı şeriatın sahibi, onları, şeriatın hükümlerini inkâr ve kurallarını ayıplama hususunda birbirlerine yaldızlı boş sözler fısıldayan insan ve cinlerin şeytanları olarak adlandırmıştır. Yani onlar şeriatla amel eden in­sanları Yüce Allah’ın buyurduğu gibi alaya alırlar: “Onlara uğradıklarında ağız büke­rek alay ederler.”[87] Bütün bunlar onların, şeriatın inceliklerini bilmemeleri ve Yüce Allah’ın nitelediği gibi, Onun hükümlerine karşı kör olmalarındandır: “Sağır, dilsiz ve kördürler, onlar akletmezler.”[88]

Bölüm

Bil ki, ilahi kitapların indirilen bir dış tarafı vardır ki bu, okunan ve işitilen la­fızlardır. Bir de onların gizli ve iç tevilleri vardır ki onlar da anlaşılan ve akledilen manalardır. Aynı şekilde, şeriat koyucuların da, üzerine şeriatı koydukları kuralları vardır. Şeriatın bir açık ve görünür hükümleri, bir de içerde ve gizli sırları vardır. Zahirî hükümlerinin uygulanmasında, uygulayanlar için dünyaları açısından iyilik vardır. Gizli sırlarını bilmelerinde ise ahiret ve öteki dünya işleriyle ilgili iyilik var­dır. İlahi kitapların manasını anlayan, şeriat kurallarının sırlarını bilmeye yöneltilen, güzel sünnetle amel etme ve dengeli yaşama konusunda gayret gösteren kimselerin nefisleri bedenlerinden ayrıldıkları zaman cennetleri sayılan ve sekiz mertebeden oluşan melekler mertebesine yükselirler. En, boy ve derinlik gibi üç boyutu olan maddeden kurtulmayı başarırlar, böylece her birinin genişliği gök ve yer genişli­ğinde olan cennet derecelerine ve sekiz mertebeye yükselirler. Kim de bu manaları anlama ve bu sırları bilme olgunluğuna ermez, fakat âdil sünnetle ve zahir hüküm­lerle amele muvaffak olursa, işte bu nefisler bedenlerinden ayrıldıkları vakit, sır at-ı müstakim demek olan insan suretinde sırat-ı müstakimi geçinceye kadar korunmuş olarak kalırlar. Yüce Allah buna; “İşte bu benim dosdoğru yolum, ona tâbi olun.”,[89] şeklinde işaret buyurmuştur. İlahi şeriatın vazedilmesinin yüce gayesi budur. Kim de bu manaları anlama olgunluğuna ermez, şeriatın sünnetiyle amel hususunda gayret göstermez, hükümleri altına girmez ve kanunlarına boyun eğmezse, işte bu kişiler bedenlerinden ayrıldıkları vakit hayvanlık derekelerine düşerler ve Yüce Allah’ın, “Onlar için yedi kapı vardır, her kapı için ayrılmış bir grup vardır.”[90] dediği gibi, orada kendilerini bir ateş sarar. Onun, “Şayet yakınlardan idi ise rahatlık ve güzel rızık var­dır.” sözünden, “cehenneme atılma vardır,”[91] sözüne kadar buna işaret vardır. Bu İlahî nüktelerin inceliklerini bilme ve kurallarının sırlarına işaretle alakalı olarak aşağıda ki kaside söylenmiştir.

Kaside

Saat yaklaştı ay yarıldı,

Ondan ibret fenleri ortaya çıktı.

Gerçek bir mucize görünce yüz çevirdiler.

Ve bu devamlı bir sihirdir, dediler.

Yalanladılar ve nefislerine uydular,

Yaptıkları her şey kitaplardadır.

Onlara, kötülükten vazgeçirecek

Garip haberler geldikten sonra

Sağlam ve üstün bir hikmet içinde

Onunla özür ortadan kaldırılır fakat uyarılar fayda vermez.

Hatta içerisinde taraftarları olan helak süratle gerçekleşince

Hani nerede düşünen?

Allah ölümden sonra onu diriltti

Ve kabirden sonra bana dönün dedi

Allah onun mazeretini kesmek için geri gönderdi

Dönüşte azgınlık gösterdi ve kötü oldu

Yurtlarını terk edenler gibi

Ölüm korkusundan, korku fayda vermedi

Onları yaratan “birlikte ölün”, dedi

Sonra onları rızık ve ömürle diriltti

Yahut ıssız, çatıları üzerine çökmüş,

Yerle bir olmuş bir kasabaya uğrayan gibi

Allah burayı diriltecek mi dedi

Öldükten sonra, o öldürüldü ve tekrar diriltildi

O kişide, sonra eşeğinde ve

Yiyecek ve içecekte ibret vardır

Ey insanlar Allah’tan sakının!

Dendiği gibi amelleriniz sadece yaptıklarınızdır

Şeytan sizi doğruluk mevkiinden

Güçlü sultanın makamdan alıkoydu

Sizin yüzleriniz silinmeden önce

Yüzlerin silinmesi arkaya çevrilmesidir

Yahut haddi aşanların lanetlenmeleridir

Deniz sahilinde cumartesi yasağını çiğneyenler gibi

Hani çevrildiklerinde maymunlara, domuzlara

De diğer bazı yaratıklara

Onları benzerleri gibi değiştirdi

Suretleri damgalı, yan tarafları birbirine eşit olarak

Ters çevrilmişler gibi bakışları döndürülmeyen

Öğüt almak için. Hayır, hiçbir sığınakları yoktur

 Çağrılınca secde edemezler

Ölçüde secdeyi korudukları zaman

Ellerine kelepçe vurulanlar ile

Yakıcı cehenneme atılanlar arasından görünerek

 Susar, su onun için derindir

Bazısında gül ve göğüs ile ilgi gösterilir

Zincire vurulmuş olanlar arasından

Ölçüsü yetmiş arşın olan

Cezayı kendi nefsine vacip kıldı ve

Cehennemin dibine girmeyi hak etti.

Diğerinin başını toprak örttü

 Ağacın ayağa kalktığı gibi alt-üst edildi

Helake uğramaktan geri durmaz

Faydayı çekmez, zararı uzaklaştırmaz

Gelenlere hasretle boyun eğerek

Alevli ateşe ve o, boşalan bir sudur

Böyledir, tutuşturulan bir ateşten olan

Demirde veya taşta sıcak ve soğuk olarak

Cehennemin en altında onları uzaklaştırmaz

Ömrün başında yenilen şeyden başkası

Hepsi kendisine haksızlık etti

Yakıcı azapta ortaktırlar

Derileri yenileri ile değiştirilir

Cehennemde azabı tatmak pişirdiği zaman

Cahillikten Allaha sığınırım

İşiteni sağır, göreni kör eden

Nefislerin hayallerinden de İşi

Allaha gaflet içinde ibadet etmektir

Nice azgın günahkârlar vardır

 Allah mühlet verdikçe günah ve kötülüğe devam ederler

 Rabbi ilahın ayetleri geldi ona

Mahrum onlardan koptu ve ayrıldı.

Azgınlar topluluğundan oldu

Kendi makam ve menzillerini gördüler

Bu onları çukurlara sevk etti.

Ve imanına küfür karıştıran nice cahiller var

 Sen onları uyarsan kibirlenir ve kaçarlar.

Uykudaki adam sadece görüneni bilir

Hayattan. Eserden gafil olarak

O, ahiretten yüz çevirmektedir.

Oraya varanlar için hayır veya şer vardır.

Kıyametin kopmasını ister.

Kıyametin kopması,

Cahilin ölümünde ne korkunç ve acı bir gündür.

 Cahilliklerinden azaba uğrayan nice topluluklar vardır

 Üzerilerine sur çekilir, hapsedilirler

Halk için bir ayırt edici, görünüşünde

Azap vardır, ibretlerden uzak

Kişi için darlık, iç dünyasında

Allah'ın rahmetinden yayılan yağmur yüklü bir buluttur.

Bilen Rabbimiz Allah ne mübarektir

O’nu bilenler en değerli topluluktur

O’nu seven, O’nun için düşmanlık eden

Müminlerin davetçilerini barındıran veya onlara yardım eden

Allah için hicret ve cihat edenler

Veya hac ve umre yapanlar

Canlı, konuşan evlere

Yayılmış elbiselerde ortak olan

İzin verdi Allah onların yükseltilmesine

Ve oralarda isminin zikredilmesine

Muvahhit bir topluluk ki dinleri

Allah’ın kulu olan efendimiz el-Hudr’un dinidir

Onlar kendi nefislerinde görüyorlar

Başkalarının görünüş güzelliğinde gördüklerini

Onlardan her asırda davetçi vardır

Denizlerdeki gemilerin kat ettiği şeyi çeken

Bir şahsın yanında durmazlar üzün zaman geçer ve o beklenen vaattir

Bilakis aralarında ve onlardan doğan yıldızlar vardır

Belli bir nizam ve tertiple akıp giden

Onlar ayaklarınız altındadır, yavrum, sen hakka bak

Sizi boş fikirler meşgul etmesin

Onları dinleyip faydalanan nice insanlar vardır

Onlar için geleni ve terk edeni bilirler

Nice cahil ve gafiller vardır

Bunu söyleyen kâfir olur diyen

Onun dediğini kim biliyordu?

Görüşünü anlayışlara sunarken

Onun doğruluğu, gabya taş atarak değil,

Akılların tasdiki ile ortaya çıkar

Onun yakınlığı müşterektir

Yakınlıkta onu kabul edenlerin iddiaları eşittir

Öyleyse onun haberlerindeki hikmeti getirsinler

Surelerin ayetlerindeki özel sayı ile

 Bütün farzların miktarları gibi

Namaz, zekât ve taharet

Nice azim ve rıza ehli kimseler vardır

İlim ve kuvvet verilmiş beklenen

Tâlut Rabbimiz ilahın isimleri nasıldır?

Onlar 99 güzel ve büyük isimdir

Ümmetini nasıl ayırmıştır?

Sadece yetmiş üç fırkaya

Peygamberin 46 parçası nasıldır?

Bu çok önemli bir konudur

Sadık rüyayı niçin bir kabul etti?

Bütün parçaların içinden, bir düşün

Arşın taşıyıcıları ki onların sayısı

 Cennet kapılarının sayısı kadardır

Cehennemin kapıları sınırlanmıştır

Yedi ile, oraya gelen ve acele edenler için

Gölgesine doğru giderler

Onun ateş topu atan üç dalı vardır

Allah Kuranda on dokuz olduğunu söyledi

Cehennemde her şeye malik olanların

Sayılarının böyle yapılmasındaki sebep

 Kâfiri imtihan etmek veya zikri haber vermektir

Oraya giren herkesin vardır

Boyu yetmiş zira kadar olan bir zinciri

Şimdi, Tâhâ nedir, Hâmîm nedir

Ya da Tâsîn veya benzer sureler

Nedir görünüşü hakkındaki haberleri gizlenen işler

 Eşekler gibi ayaktakımı arasında

Cinlerin kıssası gibi ki onlar fesat çıkardılar

Ve kaplayan su ile bir kısmını ele geçirdiler

Hayye nedir? Tâvus nedir?

Azgın iblisin yardımcılarıydılar

Âdemin sakındırıldığı buğday nedir

Bitkiler ve sebzeler arasındaki

Onu tadınca, nasıl da açılıverdi

Önceden örtülü olan çirkin yerleri

 İlk olarak karga nasıl öğretti

Kâbile kardeşinin cenazesini defnetmeyi?

Soğuk olan ateş nedir

İbrahim>e ki o şükretmişti

İlahın dirilttiği kuş ne idi

Ölümden sonra, o sabretmişti.

Her tarafı kaplayan tufan nedir?

Tahtalar ve halatlardan yapılmış gemi nedir?

Yusuf’un gömleği ve kurdu nedir?

Meşhur yalanla getirilen kan nedir?

Dibine salındığı kuyu nedir?

Bir iftira sonucu atıldığı hapis

Onu nasıl sattılar alıcısına

Düşük bir fiyat, az bir para karşılığında..

Rabbinin burhanı nedir? Farkına vardı

O zaman “zindan benim muradımdır” dedi ve sabretti.

Bir tanık şahitlik etti

Arkadan yırtılan gömleğiyle

Bundan sonra gömleği ne oldu?

Onda babası için birikmiş bir şifa vardır

Böğür en buzağı nedir?

Bir parçasıyla maktule vurdukları sarı inek nedir?

Akan ve bir şeref olan kan nedir

Sahibi için, sudaki için değil. Bununla yetin

Büyük bir ümmet asırlarca nasıl şaşırdı?

Koca çöl nasıl inci gibi küçüldü?

Üzerlerine kaldırılan dağın gölgesine

Kaybolan ve hazır olan herkes şahittir

Kral Süleyman yere nasıl yığıldı?

Yıkılınca yüzüğü ve asası ne oldu?

Kuşlar ve dilleri nasıldı?

Rüzgâr onunla eser ve ona boyun eğerdi

İmtihan için üzerine

Bir ceset bırakılan kürsü nedir?

Bilgin olanın getirdiği taht nedir?

O, gözünü kırpmadan önce, dendiği gibi

Balığın yuttuğu Yunus

Orada yıldızları gördü ve düşündü

Mesih ve Ruh kimdir? Ve beşik

Küçükken içinde insanlarla konuştuğu?

Hârut ve Mârut’un aslı ve

İnsanlara öğrettikleri sihir nedir?

Ashâb-ı Kehf’in uykusu ve dirilişi,

Habere göre yedincileri olan yanlarındaki köpek

Yecûc ve Mecûcun seddi ve

Peş peşe onu aşındıran topluluklar

Onu nasıl güvenli bir barikat şeklinde düzleştirdi

Yardımcıların üflemeleri ve erimiş bakır dökmeleri?

Onlara vaat edilen şey nasıl yaklaştı?

O derinleştikçe gözleri korkudan donacak

Güneşin batıdan doğması ne demektir?

Engellenmeyen asinin iki boynuzu arasındaki nedir?

Güneş ışığının ardından nasıl dürülecek?

Ve parlak yıldızlar nasıl bulanıklaşıp sönecek?

Her mahlûkun sakındırıldığı

Deccal kimdir?

O tek gözlü bir şahıstır

Ordusunun iki tarafından nasıl akar?

Büyüklükte dev gibi olan dağlar

Basra dağında verimli bir cennet

Bahçeler ve çiçeklerle dolu

İsfahandakinin üzerinde ise daima

Tutuşmuş bir ateş var ve bulanık bir duman vardır

Bunu bilmez, anlatılanlar içinde

Kendi yaratılışını görenlerden başkası

Yüce göklerin ve yerin yaratılışında

Desteklenmişti veya haber vardı

Hamt olsun Allaha ki bize gösterdi

Haberden başka bir yolla bilmediklerimizi

Ey kardeşim! Bil ki, bu beyitler ve içindeki konular yalnızca ahlak terbiyesi gör­müş olanlara bir yol gösterme, peygambere ait sırlar ve kitaplardaki şeriat konuları doğrultusunda psikoloji eğitimi almış olanlara bir uyarıdır. Nefsini eğiten ve ahlâkını düzelten kardeşlerimizden başkasının kendilerine bu meselelerle alakalı herhangi bir şey sorulduğunda cevap vermemesi gerekir. Zira paslı nefis ve kötü ahlak bu manaları anlamaya engeldir.

“İlahî Yasanın Mahiyeti, Nübüvvetin Şartları Risalesi” tamamlanmış olup bunu, “Allaha Davet Şekli Risalesi” takip edecektir.

İlahi ve Dînî Yasalara Dair İlimlerin
(el-Ulûmu’n-nâmûsiyye ve’ş-şer‘iyye)
Yedinci -İhvân-ı Safâ Risâlelerinin Kırk SekizinciRisâlesi
Allah’a Davet Şekli Hakkındadır[92]

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!

Hamd Allah’a, selam O nun seçilmiş kullarının üzerine olsun! Allah mı daha hayırlıdır, yoksa O na ortak koştukları varlıklar mı?[93]

Ey kardeş, Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin, bil ki, bizim ülkeye dağılmış olan grubumuz, kardeşlerimiz ve bize bağlı olan diğer insanlar, hal ve mertebe bakımında üç sınıftırlar: Onlardan bir grup, samimî, hayırlı ve erdemli seçkinler ve akıllılardır. Onlardan diğer grup, kötü ve rezil ahmaklardır. Bu ikisi arasındaki grupsa, ortadakilerdir. Her grubun farklılaştıkları görüş ve düşünceleri; tutkun oldukları değişik iddiaları ve kendilerine özgü huy ve karak­terleri vardır. Aynı zamanda onların alışkanlık haline getirdikleri işleri ve eylem­leri vardır. Her grubu kendi nitelikleriyle belirtmek ve alametlerini göstermek istiyoruz. Böylece bir şehre veya beldeye girip onlardan biriyle karşılaştığında, onları alametleriyle ayırt edersin ve simalarıyla tanırsın. Dolayısıyla onlara selam verir, grubun içine mümkün mertebe yumuşak ve kibar bir şekilde girersin. On­lara bizim ilmimizden, kalplerinin aldığı oranda bahsedersin. Onlara sırlarımızı akıllarının ve ruhlarının aldığı kadarıyla öğretirsin. Bu şekilde gayretleri ona ula­şır ve anlayışları onu kavrar. Bütün bu konularda sen, İhvân-ı Safâ Risaleleri nin birincisinde hikâyesi anlatılan dost bilge tabip gibi olursun.

Bölüm

Seçkin ve erdemli kardeşlerimiz arasında din işlerini bilen, nübüvvet sırlarından anlayan ve felsefî alıştırmalarla eğitilen kimseler vardır. Onlardan biri ile karşılaş­tığın ve ona uygun bir şekilde yakınlık kurduğun zaman onu sevindirecek bir şey­le müjdele, ona keşif ve uyanış merhalesini yeniden başlatmayı ve sultanın evine ve seçkin kişilerin zuhuruna uygun olan onuncu merhalede irtibatın ateş üçgenleri (trigonometrisi) burcundan bitki ve hayvan üçgenleri burcuna geçmesi suretiyle kulların üzerinden tasanın kalkmasını hatırlat!

Bil ki kardeşlerimizden ve topluluğumuz mensuplarından bir diğer grup bizim varlığımızdan şüphe etmekte ve dostluğumuza ilişkin inançları çerçevesinde varlı­ğımızı sürdürmemize şaşırmaktadırlar. Bir diğer grup ise varlığımızı sürdürmemi­ze inanmaktadırlar, fakat sırlarımızı bilmeksizin davamızdan habersizdirler. Hepsi davamızın ortaya çıkmasını beklemekte, devrimizin çabucak gelmesini istemekte ve davamızın muzaffer olmasını arzulamaktadırlar. Onlardan biriyle karşılaştığın­da onu sevindirecek bir şeyle müjdele, gözünü imkânsız gördüğü ümitlerle aydınlat ve umduğunun uzak olmadığını haber ver! Kardeşlerimizden güvendiğin kimselere sana öğrettiğimiz bilgileri hatırlat, bize olan inançları hususunda ruhlarının tatmin olması ve kabul ettikleri davanın doğruluğunu anlamaları için sana açtığımız sırları anlat. Onların önüne ruhlarının arzulayacağı ve huzur bulacağı risaleleri aç. Fakat bu, sana açıkladığımız gibi düzenli ve tertipli olsun. Belki böylece onların okunu­şunu duyduklarında ve manalarını kavradıklarında ruhları gaflet ve cehalet uyku­sundan uyanır ve yüce Allah’ın belirttiği gibi marifet ruhuyla canlanır: “Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, hiç, karanlıklar içinde kalmış, bir türlü ondan çıkamamış kimsenin durumu gibi olur mu?”3

Kardeşim, bil ki insanlar arasında din mensuplarımızdan olup bizim ve ehlibey­timizin üstünlüğünü kabul eden bir topluluk vardır. Fakat onlar bizim ilimlerimizi bilmezler; bizim sırlarımız ve hikmetlerimizden habersizdirler. Bundan dolayı bizim varlığımızı ve bekamızı inkâr ederler. Aynı zamanda onlar bizim varlığımızı kabul eden ve davamızın ortaya çıkışını bekleyen topluluğu hor görürler. Onlara karşı çı­karlar. Bağnazlık gösterirler ve nefret ederler.

Ey kardeşim! Bil ki, insanlar arasında din mensuplarımızdan olup bizim ve ehli­beytimizin üstünlüğünü kabul eden bir topluluk vardır. Fakat onlar bizim ilimleri­mizi bilmezler, bizim sırlarımız ve hikmetlerimizden habersizdirler. Bundan dolayı bizim varlığımızı ve bekâmızı inkâr ederler. Bununla birlikte onlar, bizim varlığımızı kabul eden topluluğu hor görürler. Varlığımızı kabul eden ve davamızın ortaya çı­kışını bekleyen grubu hor görürler. Onlara karşı çıkarlar. Bağnazlık gösterir ve buğzederler.

Bil ki, bunun sebeplerden birisi, insanların kötülerinden olan bir topluluğun Şiî olarak görünmeyi (teşeyyu'), kendilerine eylemlerinde iyiliği emredip kötülükten alıkoyan kimselerden sakınmak için bir maske yapmalarıdır. Çünkü onlar her sakın­calı şeyi yapıyor ve her emredileni terk ediyorlar. Onlar yaptıkları kötülükten alıkonduklarında, kendilerini yadırgayan veya işledikleri kötülükten alıkoyan kimselere karşı Şiîlik gösterisinde yarıştılar ve Alevîliğe/Ali taraftarlığına (Aleviyye) sığındılar. Yaptıkları iş ne kötüdür! İnsanlar içinde bedenleriyle bize mensup, fakat ruhlarıyla bizden uzak olan ve Alevî olmadıkları hâlde kendilerini Alevî olarak adlandıran bir topluluk vardır. Fakat onlar, aşağılık kimselerdendir. Onlar, bizim davamıza dair, be­densel aidiyetleri dışında, Kurandan onun ismi dışında, İslâm’dan onun töreni dışın­da bir şey bilmezler. Bunların, ne öğrendikleri bir ilim, ne anladıkları bir fıkıh (İslam hukuku), ne kıldıkları bir namaz, ne verdikleri bir zekât, ne haccettikleri bir mekân, ne tanıdıkları bir cihat, ne kaçındıkları bir haram, ne sakındıkları bir kötülük vardır.

Her çirkinliği yaparlar, fakat ne tövbe ederler ne de zikrederler. Ancak bütün bunlara rağmen insanlara karşı küstahlık eder, onlara buğzederler ve bizim taraftarlarımız­dan (Şiamızdan) nefret ederler. Onlar bizim dinimizin (milletimizin) mensuplarına en uzak ve taraftarlarımıza (Şiamıza) en düşman, bizim ilimlerimizi en az bilen ve davamızın hakikatinden ve hikmetimizin sırlarından en habersiz insanlardır. Ancak Allah’ın pislikten çıkardığı ve tertemiz ettiği kişiler hariçtir. Nitekim Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem şu sözüyle buna işaret etmiştir: “Ey Haşimoğulları! İnsanlar Kıyamet günü amelleriyle gelmezler, siz soylarınızla gelirsiniz. Ben Allaha karşı sizi hiçbir şekilde koruyamam” İnsanlar arasında Şiîliği geçim kaynağı hâline getiren bir topluluk vardır. Mesela, ağıt yakanlar ve kıssacılar bunlardandır. Bunlar, Şiîlik hakkında teberrî, sövgü, kınama, lanet, ağıt yakıcılarla birlikte ağlama, Şiîliği benimseyenleri sevme, ilim talep etme­yi, Kuran öğrenmeyi ve dinde derinleşmeyi terkten başka bir şey bilmezler. Bunlar, türbe yapmanın gerekliliğini ve çocuğunu kaybeden kadınlar gibi, kabir ziyaretini şiar hâline getirdiler. Onlar bedenlerimizin yok olmasına ağlıyorlar, fakat ruhlarına ağlasalar daha iyi olur!

Şia içerisinde imamların duayı işittiklerini ve duaya karşılık verdiklerini söyleyenler vardır. Bunlar, kabul ettikleri şeylerin hakikatini ve inandıkları şeylerin doğruluğunu terk etmezler. Yine onlar içinde Beklenen İmam’ın (el-İmâmuT muntazar), muhaliflerinden korktuğu için saklandığını iddia eden kimseler de var­dır. Tam tersine o, onlar arasında görünmektedir. O, onları tanır; fakat onlar onu inkâr ederler (tanımazlar). Nitekim şöyle denilmiştir:

Onu kendi cinsinden olup araştıranlar tanır;

Fakat diğer insanlar onu tanımazlar.

Hepsi de peygamberlerin Allah’ın ilim hâzineleri, Allah’ın yeryüzündeki halifeleri ve peygamberlik ilminin varisleri olduklarını kabul ve ikrar ederler. Ancak söyledik­leri hususun aslını ve inandıkları şeyin doğruluğunu anlamazlar! Bu yüzden merha­metli kardeşim! Allah seni katından bir ruhla desteklesin! Seni, onlara katılmaktan sakındırırım. Aksine sen; doğru yolu bulan, bulduran (hâdi ve mehdi), doğru yolu gösteren (reşit) doktor, kardeşlerine, yoldaşlarına ve komşularına yar ol. Yolunu şa­şırmışa yol gösteren, kör ve hastaları iyileştiren ve Allah’ın izniyle ölüleri dirilten kimse ol.

Bölüm

Anlatıldığına göre, Hindistan krallarından âlicenap (soylu), saltanatı güçlü, geniş topraklı, halkına iyilikle nam salmış, adalet ve insaf yanlısı; ancak puta tapan, onları yücelten, putperestleri yakınında barındıran, peygamberin haberlerinden ve onların getirdiği, göklerin melekutu, vahiy, inen kitaplar, ilahi kanunlar ve yorum, dünya ve ahretin durumu, yeniden dirilme, kıyamet, mahşer, hesap, terazi, sırat ve cehennem­den kurtuluş, celal ve kerem sahibi Allah’a yakın olma ve cennete girme gibi konular hakkında hiçbir şey bilmeyen bir kral varmış. Sonra bu kral yaşlı olmasına rağmen doğumuyla mutlu olduğu bir erkek evladına sahip olmuş. Böyle bir çocuğa sahip olunca medyumlara ve müneccimlere çocuğun doğum gününün hesaplanmasını ve bunun astroloji hükümlerine göre olmasını emretmiş. Onlar çocuğun yetişeceğine, yaşayacağına, uzun ömürlü olacağına ve yeryüzü sakinlerinin krallığına ve cismanilerin saltanatına benzemeyen, bilakis gök sakinlerinin krallığına ve ruhanîlerin saltanatına benzeyen bir krallığı ele geçireceğine hükmederler. Çocuk büyüyüp ye­tişince babası onu tek başına bir eve kapatır, onun için bir saray yaptırıp oraya otur­tur, onun için muhafızlar görevlendirir, orayı hizmetçiler, etrafında dönen uşaklar ve hadımlarla doldurur, halktan birinin oraya ulaşmasını engeller. Çocuk büyüyüp yetişince ona ülkesinde kendisinden önce kimseye verilmeyen bir kavrayış ve zekâ verilir. Ona kral çocuklarına öğretilen okuma, yazma, şiir, fesahat, nahiv, dil, hesap, astroloji ve geometri gibi sanatlar ve kral çocuklarına layık diğer ilimler öğretilir. Saf ruhlu ve diri kalpli biridir. Göğün melekûtu, yaratıcı, mebde ve meadın şekli, daha önce geçmiş ve yıkılmış kavimlerin halleri hakkında çok düşünür. Ne oldular, nereye gittiler? Nihayet bu durum onu yemeden, uykudan, dünya nimetlerinin hazları ve şehvetlerini tatmaktan alıkoyar. Gece sabahlar, gündüzünü uzatır. İçinde bulunduğu bu durumu soracak ve kalbindeki şeyleri müzakere edecek birini bulmak ister. Hiç kimseyi bulamaz. Sonunda bu hali insanlar arasında yayılır. Hakkındaki güzel övgü artar, şanı her tarafa yayılır. Onun haberini Serendip ülkesinden bir filozof işitir. Rüşdüne tamah eder; yol gösterici, kılavuz, filozof ve bilge olmak ister. Onun ülkesine doğru yönelir. Yanında hikmet kitaplarından olan, nübüvvet sırlarını taşıyan mühürlü bir sepetin içinde, bir elbisede sarılı olan bir kitap götürür. Sonra o şehre gelir, içinde dolaşır, fakat oranın halkından bu çocuk dışında hikmetini din­lemeye elverişli bir kimseyi bulamaz. Kapısında dolaşır, saray çevresindeki bekçile­rin ve muhafızların çokluğundan dolayı oraya varmanın çok zor olduğunu görür. Kendisine oraya nasıl ulaşacağını ve yanma nasıl gireceğini düşündüğü bir zaman ayırır. Hatta yanına girip çıkanları tanır. Onunla ilgilenen hizmetçilerden birini gö­züne kestirir ve bir gün boş bir zamanını denk getirmek için izlemeye başlar. Yol kenarında elinden tutup ona şöyle der: Diyeceklerimi dinle, sırrımı gizli tut ve bende kralın oğlu için bir nasihat olduğunu bil. Bu konuda sende gelecek gördüğüm için seni seçtim.

Hizmetçi ona dedi ki: “Bu ihtiyaç ve bu nasihat nedir? Söyle ki ben de öğreneyim.” Şöyle dedi: “Ben deniz tüccarlarından bir adamım. Elime paha biçilmez çok değerli mücevherler geçti. Bunlar ancak krallara ve kral çocuklarına yakışır. Bunları buradaki genç adama göstermek için geldim. Onlar hoşuna gider ve isterse hepsi önüne serilir. İstemezse gizlice bana geri getirilsin. Bundan hiçbir insanın haberi olmasın. Zira hâzinenin hırsızlar ve yankesiciler tarafından öğrenilip çalınmasından endişeliyim.”

Hizmetçi ona dedi ki: “Mücevherlerini göster de bakayım, eğer ona layık ise on­ları kendisine götürürüm.”

Bilge şöyle dedi: “Mücevherlerimde gözlerinin zayıf olması sebebiyle bakamaya­cağın kadar güçlü bir parıltı ve parlaklık vardır. Sana bir zarar gelmesinden korka­rım. Ancak kralın oğlu genç, iyi bakışlı ve keskin görüşlüdür. Ona bir zarar geleceği endişesi taşımıyorum.”

Hizmetçi dedi ki: “Bahsettiğin bu şey önemli bir konudur. Konuşmanda bir sa kınca görmüyorum; ancak söylediklerinden şüphe ediyorum. Nasıl yapayım?”

Bilge şöyle dedi: “Kralın oğlunu sana anlattığım bu nasihatten mahrum bıraka mazsın. Eğer beni bu sandıkla birlikte ona ulaştırmazsan beni ona ulaştıracak başka birini araştırırım.”

Bunun üzerine hizmetçi gidip genç adama olanları anlattı. Kralın oğlu bu sözü işitince yüzü parladı, kendini tutamayıp ayağa kalktı ve evin içinde yürümeye baş ladı. İhtiyacına ulaştığını ve istediği şeyi bulduğunu anladı. Hizmetçiye dedi ki: “Bu haberi bana getirmekle ne iyi ettin! Şimdi bana o adamı geceleyin gizlice ve sır içinde getir.”

Bilge, gence ulaşıp şahsını görünce ondaki asalet ve başarıyı fark etti. Uşak otur­duğu yerden kalkıp ona selam verdi ve güzel bir şekilde karşıladı. Onu oturttu, ken­disi de önüne oturdu. Hizmetçiye şöyle dedi: “Bizi yalnız bırak da ona içimden ge­çenleri sorayım.”

Sonra söze başladı, ona hâlini, gelişini ve maksadını sordu; uzun bir konuşmaya daldı. Bundan sonraki bölümde aralarında geçen konuşmayı anlattık. Böylece er­demli ve iyi kardeşlerimizin -Allah onları ve bizi kendinden bir ruh ile destekle­sinhikmetleri için iyi, soylu, görgülü, edepli, zeki ve ilimlerimizin zikirlerini ve hikmetimizin sırlarını anlayan yeni yetme gençleri seçme konusunda Yüce Allah’ın kanununa uyarak bu bilgeyi örnek almaları gerekir. Şöyle ki o, genç olmayan hiçbir nebi göndermedi ve hikmeti genç olmayan hiçbir kuluna vermedi. Nitekim Yüce Al­lah onları anarak ve överek şöyle dedi: “Şüphesiz onlar Rablerine inanmış birkaç genç yiğitti.’’[94] Dostu İbrahim kıssasında da şöyle dedi: “İbrahim denilen bir gencin onları diline doladığını duyduk.”[95] “(Musa) genç arkadaşına öğle yemeğimizi getir, dedi.”[96] [97] [98]

Böylece kardeşlerimizin bu vasıfta bir arkadaş bulduklarında onu elde etmele­ri, diğer kardeşlerine tanıtmaları ve Aziz ve Çelil olan Allah’ın yardım ve desteğiy­le müjdelemeleri gerekir. Nitekim övgüsü yüce olan Allah şöyle demiştir: “Eğer siz Allaha yardım ederseniz, O da size yardım eder.,r/ Yine dedi ki: “Allah müminlerin dostudur.”11

Bölüm

Genç ile bilge arasında şöyle bir konuşma geçti. Ona dedi ki: “Söyle bana, bilge­ler niçin dünya işlerini yererler ve orası yetiştikleri yurtları ve kendilerini büyüten babalarının meskeni olduğu halde dünya nimetlerinden el etek çekmeyi öğütlerler?”

Şöyle cevap verdi: “Çünkü göğün melekûtunu gördükleri zaman burası tıpkı bu miskinin kral ve vezirin gözünde küçülmesi gibi onların gözlerinde küçülür ve bildikleri ahiret ehline ait nimetler yanında buranın nimetlerini hor görürler. Genç adam: “Bu nasıl olur?” dedi.

Bilge dedi ki: “Onlar, Hindistan krallarından birinin yüksek makamlı, saltanatı güçlü, memleketi geniş, siyaset ve yönetimi güzel, halkına adil davranan, hükümette doğru delilli, dünya işlerini gören ve onlara ilgi gösteren, kalıcı olmayı temenni eden, fakat ahiret, mebde, me ad, yeniden diriliş, kıyamet, vahiy ve peygamberliği bilme­yen bir kimse olduğunu söylediler. Bununla birlikte taklit yoluyla putlara tapıyordu. Onlara kurban sunuyor, mertebelerini yüceltiyor ve çocukluk ve gençliğinden beri üzerinde düşünüp akletmeden sürdürdüğü âdete uyarak onlara tapanlara iyilikte bulunuyordu. Onun göğün melekûtunu, yüce topluluğun haberini, mead ve meb­de konusunu, peygamberlere (a.s) gelen vahyin şeklinidin işleriyle ilgili kuralların nedenlerini, kanunlardaki simgelerin amaçlarını, şeriat hükümlerinin sebeplerini, onların yüksek gayesini, manalarının hakikatini, sırlarının gizliliklerini, işaretlerinin inceliklerini, onları vaz’ edenin maksadını, onlardaki yakın faydayı, asıldaki istek ve amacı bilen hayırlı, bilgili ve basiretli bir veziri vardı. Vezir, kralın bu putlara haki­katlerini bilmeden, mertebelerini görmeden ve maksadı anlamadan secde ettiğini, selama durduğunu ve makamlarını yücelttiğini gördükçe onun gaflet, taklit ve ceha­letin etkisiyle yaptıklarından duyduğu acıyla kalbi daralıyor, onun için açık ve gizli üzülüyor, uzun dostlukları ve iyi ilişkileri sebebiyle ona acıyor ve merhamet hissedi­yordu. Yapacağı son iş, onu bundan alıkoymak veya gafletten, aşın sarhoşluk ve dal­gınlık sebebiyle sözünü dinlememesinden ve bunların zamanla nefsine yerleşmesi ve onlara devam etmesi sebebiyle öğüdünü kabul etmemesinden uyandırmak idi. Bunu onun bir arkadaşına şikâyet ederek şöyle dedi:

Bu kral ile devam eden uzun dostluğum süresince onda iyilikten başka bir şey görmedim. Benim üzerimde şükrünü eda edemeyeceğim kadar çok ihsanı, nimeti ve iyiliği var. Onun hakkında din ve mead konusundaki gafleti, ahirete az ilgi göster­mesi, ölümden sonraki dönüş üzerinde düşünmeyi terk etmesi dışında bir şeyi inkâr edemem. Hatırlattığımda nasıl bir tepki vereceğini bilmiyorum.

Arkadaşı ona şöyle dedi: Sen arkadaşının şahsiyetini, ahlâkını ve âdetlerini daha iyi biliyorsun. Bundan dolayı yararlı olması için ancak hastalık anında ilaç veren şefkatli bir doktor ol ve fırsat kolla! Konuşacak bir ortam bulursan onu değerlendir. Bulamazsan temkini elden bırakma. Kralların birçok açıdan sarhoşluk ve gafletle­rinin olduğunu bil. Saltanat, emretme, yasaklama, başkanlık, izzet, kibir, gurur ve büyüklenme sevgisi bunlardandır. Aynı şekilde gençlik, zindelik, soyluluk, böbür­lenme, kendini beğenmişlik ve şecaat sarhoşluğu ve zafer, liderlik ve itibar aşkı da bunlardandır. Yine tabiata yerleşmiş şehvetlere düşkünlük ve onları yapabilme, alış­kanlık haline gelmiş lezzetler, refah, rahatlık ve yakınlığa meyletme ve çocukluktan ?eri alışıla gelen âdetleri sürdürme de bunlardandır. Aynı şekilde başlangıçtan iti­baren birikmiş olan bilgisizlikler, tabiat ve yaratılışla birlikte var ola gelen huylar da bunlardandır. Bütün bunlar hikmeti dinlemeye, sonu düşünmeye ve öldükten sonra ıhirette yeniden dirilmeyi ve dönmeyi tefekkür etmeye engeldir.

Sonra vezir, onunla konuşma fırsatı kollayarak uzun bir süre bekledi. Nihayet bir ;ece vatandaşların işlerini, teftiş belgelerini ve siyaset yönetimini bitirdikten sonra :ral tesadüfen ona şöyle dedi: Bir gece şehrin vaziyeti111 öğrenmek, halkm duru­munu teftiş etmek ve yağmurun etkilerini, vatandaşların halini ve kulların maşla hatlarını görmek için tebdil-i kıyafet yaparak dışarı çıkalım mı? Nitekim o ülkenin krallarının âdeti olduğu üzere kral yılda ancak bir defa biner ve tebaaya sadece bir gün görünürdü. Krallığa saygı göstermek ve halkın işlerini yönetmek için böyle ya­pılırdı. Böylece tebdil-i kıyafet yaparak şehrin etrafında dolaşmaya başladılar. Bu durumdayken uzaktan bir ışık göründü. Ona yaklaşıncaya kadar o tarafa doğru ilerlediler. Üzerinde atılmış leşler ve pis kokulu taze gübreler olan tepe gibi büyük bir çöplüğe geldiler. Altında mağaraya benzeyen bir in ve oranın en uzak köşesin­de de çöplükteki kül ve gübrelerden yaptığı bir tümsek üzerine oturmuş, altına hah gibi çöplük paçavraları sermiş, üstünde yamalı elbise gibi dikilmiş bir zırh, başında pelerin gibi bir başlık bulunan bozuk vücutlu bir adam gördüler. Yanında yaratılı­şı ona benzer, üstünde zırh, başörtüsü ve peçe gibi giysiler bulunan bozuk vücutlu bir kadın vardı. Önlerinde minare gibi tuğlalar üzerine konmuş çaputtan bir kandil, adamın yanında içinde biraz su karıştırılmış sirke gibi bir posa olan kırık bir testi vardı. Yine yanında kereviz ve maydanoz demetleri bulunan bir sepet vardı. Her bi­rinin elinde bu testiye daldırıp içtikleri birer maşrapa vardı. Adamın dizinde hallaç yayı gibi üzerine ip gerdiği bir kamış vardı; ona elindeki mızrapla vuruyor, ölçüsüz ve ahenksiz şarkılar söylüyordu. Şarkısında adam karısının güzelliğinden dem vu­ruyor, ona olan aşkını ve derin sevgisini dile getiriyordu. Kadın da elinde tuttuğu tabaklanmamış kuru deriden yapılmış kokulu tefe vuruyor, onun şarkısına dans edip eğilerek eşlik ediyordu. Her biri içince arkadaşına doğru yürüyor ve onu bir demet kereviz ve maydanozla selamlıyordu. Kadın da sanki Hz Yusuf’muş gibi onu güzelli­ği ve yakışıklılığı ile övüyor, ona “Krallar Kralı” manasına gelen “Şehinşâh”, adam da ona “Hanımların Sultanı” anlamına gelen “Kedbanuy” diye hitap ediyordu. İçip ona doğru gidiyor, onu övüyor, güzelliğini en azından “Hurilayn” diye niteliyordu. İçince Allah’tan sahip oldukları imkânları yok etmemesini, içinde bulundukları nimetleri değiştirmemesini ve zaman durdukça kendilerini hep bu halde devam ettirmesini istediler.

Kral ve veziri bu ikilinin içinde bulundukları zevk, mutluluk ve sevince bakın­ca bu miskinlerin hali karşısında şaşkın bekleyişleri uzadı. Sonra kral vezire şöyle dedi: “Ömrüm ve saltanatım boyunca, sahip olduğum onca mülk, gençlik, meclis ve eğlence anlarında şehvetlere imkânım olduğu halde şu hakir miskinlerin halleriyle anlattıkları zevk, mutluluk ve sevince ulaşamadım. Bütün bunlara rağmen onlar bu hallerini istedikleri sürece her gece devam ettirebileceklerdir. Zira onların önüne, memleketin etrafındaki ayaklanmalar, bölgelerin çalkantıları, ordunun kargaşası, er­zak talebi, tebaanın şikâyet ve açgözlülüğüyle ilgilenme, kâtiplerin muhasebesini ve valilerin yönetimini denetleme, taziye ve tebrikleri kabul etme, seçkinlerle ilgilenme, halkın işlerini yapma, hikâyeleri dinleme, imzaları atma, ambarları koruma, etraflar­dan gelen elçileri karşılayıp ağırlama, onlara görkemli görünme, habercilerden gelen mektupları okuyup cevaplama gibi hayatı zehir hale getiren, lezzetleri azaltan, dert, üzüntü ve kederlere yol açan benzeri meşguliyetler gibi zevk ve eğlencelerini kesin­tiye uğratacak hiçbir engel ve meşguliyet çıkmaz.”

Kral sonra dedi ki: “Fakat öyle zannediyorum ki bu iki insan bizim kaldığımız evlere girer, kıyafetlerimizden giyinir, meclislerimizi görür, yemeklerimizi tadar, krallık ve saltanatımıza tanık olur ve yaşadığımız nimeti bir saatliğine görüp sonra bu hallerine geri dönerlerse bundan sonra mutlu olamayacak, daimi zevk aldıkları bu sıra dışı hayatı bulamayacak bu menfur yaşamda bir tat bulamayacak ve sahip oldukları bu sevinç, mutluluk ve zevk gözlerinde küçülecektir.”

Kral konuşmasını bitirip vezir o sözleri dinleyince arkadaşının kendisine ilettiği şikâyeti hatırladı: “Fırsatı kolla ve tedaviyi hastalık esnasında yap. Her duruma uy­gun bir söz vardır.” Vezir krala dedi ki: “Ey kral, sahip olduğumuz saltanat gücümüz, krallık refahımız, şehvet tadımız, sevinç ve mutluluğumuzda şu iki miskinin sahip olduklarında aldandıkları gibi aldanmaktan ve başka toplulukların gözünde şu iki miskin gibi küçük düşmekten korkuyorum.”

Kral vezirin sözünü duyunca kibirlendi, büyüklendi ve ona şöyle dedi: “Bugün yeryüzünde bizim krallığımızdan daha geniş bir krallık, saltanatımızdan daha ulu bir saltanat, ülkemizinkinden daha değerli bir taş[99] ve egemenliğimizden daha üstün bir egemenlik mi var?” Vezir, “Hayır” dedi.

Kral dedi ki: “Peki, gözlerinde küçük göründüğümüzü ve bizi hakir gördüklerini iddia ettiğin bu kavim kimdir?”

(Vezir) şöyle dedi: “Dindarlar diye bilinen bir kavim.”

Kral dedi ki: “Onların ülkesi neresidir? Onlar hangi halktandır?”

(Vezir) şöyle dedi: “Onlar tek din, tek mezhep ve tek görüş çatısı altında toplan­mış, çeşitli memleketlere dağılmış, pek çok kabileye mensup insanlardır.”

Kral dedi ki: “Bana onların mezheplerini ve durumlarını anlat.”

Vezir şöyle dedi: “Onlar Allah’ın yeryüzündeki emanetçileri, peygamberlerinin halifeleri ve kullarının imamlarıdır. İnsanlar arasında çok azdırlar. Çünkü onlar, halk içinde, yemekteki tuz gibidirler. Allah onların isteği ile gökten yağmur yağdırır ve yeryüzüne bereket indirir. Onların duası ile Allah kıtlık, pahalılık ve salgınları kaldı­rır. İçlerinde Allah’ın kitaplarını ezberleyenler ve tevilini bilenler vardır.”

Kral dedi ki: “Allah’ın peygamberleri kimlerdir?”

Vezir şöyle dedi: “Onlar, Âdemoğullarından bir zümredir. Allah onları kullarının arasından seçmiş, kendisine yaklaştırmış, kendileriyle konuşmuş, onlar için gayb sırlarının kapısını aralamış ve onları vahyinin emanetçileri ve kendisiyle insanlar arasındaki elçiler kılmıştır. Onları göğün melekûtunda bulunan ruhlar âleminden yeryüzündeki oluş ve bozuluş âlemine göndermiş ve kullarını babaları Âdem’in ya­şadığı cennette kendi komşuluğuna çağırmaları için onlarla birlikte kitaplarını in­dirmiştir.”

Kral dedi ki: “Peki bize ruhlar âlemi ve gökyüzü melekûtundan neler anlatıyor­lar?”

Vezir şöyle dedi: “Orada çok geniş bir uzay, dönen felekler, gezen yıldızlar, göz alı­cı ışıklar, ferahlık, tatlı esinti, rahatlık ve hoşnutluk, cennet ve rıdvan bolluğu, güzel huriler, uşaklar, hizmetçiler, yardımcılar, ne yaz sıcağı, ne kış soğuğu, ne cisimlerin karanlığı, ne gök cisimlerinin gölgesi, ne de yer sıkışıklığının karıştığı güzel koku ve meltem, daimi bir krallık ve ebedî bir saltanat bulunduğunu, halkının ölmeyen diriler, yaşlanmayan gençler, hastalanmayan sağlıklılar, yoksullaşmayan zenginler, kıskançlık göstermeyen komşular, uyumlu dostlar olduğunu, sıkıntıların mutlu­luklarını mutsuzluğa dönüştürmediğini, zevklerine acının, sevinçlerine üzüntünün karışmadığını, neşelerini dert, keder, felaket, afet ve zamanın gölgelemediğini söy­lüyorlar.”

Kral dedi ki: “Peki, ne diyorlar? Oraya ulaşılabilir miymiş?”

Vezir şöyle dedi: “Bunun gereğini yapanların ulaşacaklarından şüphe etmiyorlar.” Kral dedi ki: “Nasıl talep edilir, izlenecek yol nedir ve oraya nasıl ulaşılabilir?” Vezir, ona bir kısmını şeriatla ilgili risalelerimizde açıkladığımız, peygamberlerin (a.s) kitaplarında haber verdikleri ve bilge filozofların sırlarında işaret ettikleri hu­susları anlattı.

Bölüm

Kral vezire dedi ki: “Ne zamandan beri bu hikâyeyi biliyorsun, bu görüşe inanıyor ve bu mezhebi tanıyorsun? Vezir: “Çoktandır” dedi.

[Kral] dedi ki: “Peki benimle olan bu uzun muaşeretin süresince neden bu önemli ve tehlikeli konuyu benimle müzakere etmedin?

Vezir şöyle dedi: “Bu önemli konuyu kral ile müzakere etmememin sebebi, sana karşı cimrilik göstermem veya seni buna ehil görmemem değildir. Fakat erteleme­min sebebi, konuşmak için uygun yer ve zamanı beklemek ve kollamaktı. Zira bu ilme eğilmek, meselenin hakikatini araştırmak ve onu özlü bilgiyle tasavvur etmek, dünya işleriyle meşgul olmayan bir kalp, kedere yol açacak engeller, bozuk düşünce­ler ve çirkin âdetlerden arınmış nefis, üstün konuları talep etmede yüksek bir him­met, yerilen bedensel şehvetlerden uzak durma ve hissedilir fani lezzetleri terk et­meyi gerektirir. Böylece o, buna sahip kişinin yalandan başka söz, görünür olandan başka amel, kabuktan başka ilim, taassuptan başka din bilmeyen avam gibi taklitçi olmaması için bu konuları hakkıyla ve dosdoğru olarak tasavvur eder. Krallar dünya işleriyle en yoğun meşgul olan, en uzun soluklu umutlar taşıyan, dünyada ölümsüz­lüğe en çok rağbet eden ve dünyada ebedi kalmayı en fazla arzulayan kimselerdir. Çünkü onlar dünya nimetlerinden aşırı derecede yararlanabilmekte ve şehvetlerine dalabilmektedirler. Bu ilmi müzakere etmeye zeki gençlerden başkası uygun değil­dir. Onların saf ruhları, anlayan kalpleri vardır. Onlar bozuk düşüncelerden uzak olup kötü âdetlere alışmamışlardır. Onların, matematik ilimlerinde yetişmiş, siyaset işlerinde tecrübeli, metafizik ilimleri seven, muhtelif görüşler ve çelişkili düşünce­lerde mutaassıp olmayan şeyhleri veya melekler mertebelerini, semavî işleri, ruhanî akledilirleri, mutlak varlığı, daimî ve ebedî kalıcılığı istemede yüksek gayretleri olan melekî nefisleri vardır.

Kral dedi ki: “Bugünden sonra en yoğun çabamızı taklit ve yalana sapmadan doğ­ru ve açık bir şekilde bu işin hakikatini keşfetmeye tahsis etmemiz gerekir. Onun hak olduğu ortaya çıkarsa onu hakkıyla isteyecek, putlara tapmayı ve fani olmaya mahkûm olan bu dünya işlerini terk edeceğiz. Nitekim bizden öncekilerin yaptık­ları da fani oldu ve saltanat ve refahları ortadan kalktı.” Sonra ona dedi ki: “Bana mahlûkat türleri içinde yer alan filozofların anlattıklarından haber ver!” Şöyle dedi: “Diyorlar ki: Onların sayısını Allah’tan başka kimse bilmez. Nitekim o mahlûklar arasında bulunan hayvanlar, davarlar, yırtıcılar, vahşiler, kuşlar, sürüngenler, böcek­ler, binek hayvanları, su ve deniz hayvanları; keza Âdemoğulları arasında Türkler, Habeşiler, Zenciler, Nubiler, Araplar, Acemler, Persler, Rumlar, Hintliler, Sindiler, Çinliler, Nebatiler, Zuttiler, Kürtler, Yecüc ve Mecüc, Sisanlar ve daha bilinmeyen başka halkların adedi sayılmaz. Dilleri, renkleri, tabiatları, huyları, gelenekleri, dav­ranışları, sanatları, görüş ve mezhepleri farklı olan bu insanlar, bin kralın yönettiği yaklaşık on yedi bin şehirde yaşayan şehirli, köylü, sahilli, adalı ve bedevidir. Bunlar yeryüzünün kara parçasının dörtte birinde yerleşik yaşamaktadırlar. Yeryüzü üze­rindeki tüm denizler, dağlar, bozkırlar, nehirler, harabeler ve medeniyetler aslında -uzay boşluğundaçöle fırlatılmış bir halka gibidir. Uzaydaki dokuz gezegenin her birinin alanı, atılan o halka üzerindeki çöl meydanı gibidir. Ey kral, Yüce Yaratıcının uzaydaki bu geniş alanı cevherinin üstünlüğüne, bu cisimlerin cevherlerinin değe­rine ve bu yerlerin tatlı rüzgârına rağmen içlerinde oralara layık nüfus yaratmadan bomboş bıraktığını görüyor musun? Ancak acı tuzlu denizleri boş bırakmamış, en­gin zenginlikleri içerisinde hayvanlar ve çeşitli balıklar yaratmıştır. Aynı şekilde bu ince hava katmanını da boş bırakmamış, orada balıkların suda yüzdüğü gibi yüzen kuş türleri yaratmıştır. Keza kuru bozkırları da boş bırakmamış, orada da evcil, vahşi ve yırtıcı hayvanlar yaratmıştır. Aynen ovalarda, yaylalarda, dağ tepelerinde, vadile­rin derinliklerinde ve nehirlerin kıyısında, hatta bitkilerin içinde, ağaç kovuklarında ve tohumların özünde bile değişik şekilli hayvanlar yaratmıştır.

Bil ki tüm bu hayvanlar şekil ve görünüm farklılıklarına rağmen felekler âlemindeki suretlerin misal ve hayalleridir. Ancak buradakiler cismanî heyulada iken oradakiler ruhanî cevherler içindedirler. Oluş ve bozuluş âlemindeki bu yara­tıkların ve hallerinin felekler âlemindeki yaratıklara ve hallerine nispeti, duvarlara ve hamam kapılarına çeşitli boyalarla çizilen resimler gibidir. Nitekim bu resimler, hareketli ve duyarlı hayvanların misal ve gölgeleridir. O suretler ölü, bunlar ise di­ridirler. Aynı şekilde o yaratıklar ruhanî, bunlar cismanî; onlar şeffaf, bunlar karan­lıktırlar; onlar baki, bunlar fani; onlar saf, bunlar bulanık; onlar aydınlığa, bunlar karanlığa ait; onlar korunmuş, bunlar bozukturlar.”

Kral dedi ki: “Âdem, eşi ve soyu cennetten neden çıkarıldılar ve yeryüzüne indi­rildiler?” Vezir şöyle dedi: “İşledikleri günah yüzünden.”

Kral dedi ki: “O zaman bana hikâyelerini anlat!”

Vezir şöyle dedi: “Bu, açıklanmaması gereken bir sırdır. Ancak sana anlayabile­ceğin bir örnek vereyim. Küçükken büyüttüğün, büyüyüp yetiştiğinde eğitip ilim öğrettiğin, yetişkin olunca seçip üstün ve şerefli kıldığın, sonra krallığının bir kısmı­nı idaresine verdiğin, bazı bölgelerde halife yaptığın, halkın ve tebaandan daha çok itaat etmesini istediğin, çok lütufta bulunduğun, isyan etmesini yasakladığın halde sana karşı gelen, tavsiyeni terk eden bir kulunu düşün; onun mertebesini nasıl düşü­rür, ayıbını nasıl ortaya döker, onu ve yardımcılarını nasıl hapse atarsın! Son ra o ve yanındakiler pişman olup, tevbe edip döndüklerinde onlardan nasıl razı olursun, ilk hallerine nasıl döndürürsün, bilmeyen ve tevbe etmeyenden nasıl yüz çevirirsin! İşle Âdem, iblis ve soylarını da bununla kıyas et.

Kral dedi ki: “Âdem’in tüm zürriyeti mi günah işleyip isyan etti?” Vezir şöyle derli: “Hayır, fakat biz onlardan sonra gelen bir zürriyettik. Peygamberler mesajı gelirdik leri için kıyamet günü “Biz gafillerden olduk.” demek aleyhimize delil oldu.

Kral vezire dedi ki: “Bu peygamberler ve elçiler, tebliğ ettikleri zaman insanlara davetlerinin başlangıcında, unuttuklarını hatırlatmak ve bilmediklerini öğretmek için ne diyorlardı? Ona, bizim bir kısmını İlahî Kanunlar Risalesinde zikrettiğimiz hususları anlattı.

[Kral] dedi ki: “Ona ne yapıyorlardı?” [Vezir] ona, bizim bir kısmını İhvan ı Safa’nın itikadı hakkında söylediklerimizi anlattı.

[Kral] dedi ki: “Onların davet ettikleri insanlarla ve davet ettikleri insanların birbirleriyle ilişkileri nasıl idi?” [Vezir] ona, bir kısmını İhvan-t Safa’nın Birbirleriyle İlişkileri Risalesi nde zikrettiklerimizi anlattı.

[Kral] dedi ki: “Onların davetini başkalarının davetinden ayıran nedir?” [Vezir] ona, bizim bir kısmını Müminlerin Özellikleri ve İmanın Şartları Risalesı'nde zikret­tiğimiz hususları anlattı.

[Kral] dedi ki: “Bana peygamberlerin kitaplarının hangi dilde geldiğini söyle!” [Vezir]: “İçinde yetiştikleri kavmin diliyle ve gönderildikleri insanların sözleri ile.” dedi.

[Kral] dedi ki: “Bana o sözlerin anlamlarını öğret!” [Vezir] şöyle dedi: “Bazıla­rı şunlardır: Geçmiş asırların haberleri, eski ümmetlerin sözleri, göklerin ve yerin yaratılmaya başlaması, tabakalarının niteliği, onlardaki mahlûk sınıflarının tasviri, günler meselesi, zaman ve devirlerin değişimi ve cisimler âleminin fani oluşu gibi gelecekte meydana gelecek hadiselerin haberleri ve ahiret, mahşer, hesap, terazi, ceza, sırat köprüsünden geçiş, kurtuluş ve gelecek zamanda olması beklenen ben­zer olaylar. Onlarda ayrıca emirler,yasaklar, eğitim, öğretim, helal, haram, kanunlar, hükümler, farzlar, sünnetler, namaz, oruç, zekât, kurban, ibadet şekilleri, cennet ni­metlerine teşvik, hayır sahiplerine metih ve övgü; hırsızlık, haksızlık ve günahlardan alıkoyma, yasaklama; işaret ve örneklemeler ile cehennem azabı tehdidi vardır. Yine onlarda insanların kalplerine işleyecek muhkem delil ve ayetler ile akılları dirilten konular yer alır.”

[Kral] dedi ki: “Söyle bana, onların emirleri, yasakları, haramları, helalleri, farzla­rı ve sünnetleri eşit midir?” [Vezir]: “Hayır, aksine farklıdır.” dedi.

[Kral] dedi ki: “Onları gönderen makam aynı olduğu halde neden böyle?”

[Vezir] şöyle dedi: “Çünkü onlar insan nefsinin tabipleri ve o nefislerin münec­cimleridir. Onların haram kıldıkları şeyler nefislerin perhizi, helal kıldıkları şeyler ise ilaç ve şuruptur. İbadet çeşitleri, tedavi ve şifadır. Bütün bunlar, bozuk düşünce­ler, çirkin huylar, kötü âdetler ve kara cahillikler gibi nefislere isabet eden hastalık­lara; toplumların tabiatları ve ülkelerin iklimlerinde görülen farklılıklar, zamanların değişimleri, yıldız hükümlerinin gerekleri ve ilişkilerin delillerine göre şekillenir.” Nitekim bunları Bölgeler ve Devirler Risalesinde açıkladık.

Bölüm

Genç adamın bilgeye sorduğu bir başka soru ise şuydu: “Bilgeler, nefislerin be­denlerden belirttiğin şartlarda ayrılmasından ve göğün melekûtuna yükselmesinden sonraki halleri hakkında ne düşünüyorlar? Nefis bu bedeni özler mi veya ona dön­mek ister mi?” Bilge şöyle dedi: “Kıymetli bir oğlu olan bir kralın onu başka bir kralın kızı ile evlendirdiği ve oğlanın kızı görkemli ve kral kızlarına yaraşır biçimde evine götürdüğü rivayet edilir. Maiyetindekiler için yeme, içme, şarkı söyleme, neşe ve eğlenceden başka bir şey bilmedikleri yedi gün süren bir davet hazırladı. Kralın oğlu bu sırada meclisin başköşesinde tahtında oturuyor ve insanların yaşadığı mut­luluk ve eğlenceyi seyrediyordu. Gecenin sonunda insanların çoğu dağılıp uykuya dalınca gelin ile baş başa kalmak üzere odaya girmek için yerinden kalktı. O gece meclistekilerin hepsi sarhoşluktan uyudu. Genç, evin içinde yürümek üzere kalktı, nihayet evin kapısından çıktı, kendini caddede buldu. Şehirden çıkıncaya kadar yü­rüdü. Sonunda çöle düştü, nerede olduğunu bilemedi. Sonra uzaktan bir ışık gördü, ona doğru ilerledi ve yaklaştı. İçerisinden ışık süzülen kapalı bir kapının önüne geldi. Kapıyı itince içeride sağa sola serpilmiş ve yorgana sarınmış halde yatan bir topluluk gördü. Buranın gelin odası ve uyuyanların da onun yakınları ve hizmetçileri oldu­ğunu sandı. Onlara seslendi, fakat kimse ona karşılık vermedi. Bunun sarhoş olma­larından ileri geldiğini zannetti. Aralarında gelini aramaya başladı. Eli en yumuşak elbiseli ve en güzel kokulu bir kadına değdi, onun gelin olduğunu sandı; yanma yattı ve ona sarıldı. Gece boyu onu öpmeye, dudaklarını emmeye ve zevk almaya koyuldu. Ona göre bundan daha güzel bir zevk olamazdı!

Sabah olup da sarhoşluğundan ayılınca hizmetçilerine seslendi; fakat kimse ona cevap vermedi. Gelini sarsmaya başladı, fakat o da cevap vermiyor ve uyanmıyordu. Bu durum biraz uzayınca gözlerini açtı ve kendini izbe bir harabenin içinde buldu. Meğer yatanların hepsi ölü insan kadavraları ve yanındaki de yeni ölmüş yaşlı bir kadın cesedinden başka bir şey değildi. Kadının üzerinde yeni bir kefen vardır ve taze mumyahdır. Vücudundan kan ve irin akmaktadır. Gencin elbisesi, bedeni ve yüzü bu kan, irin ve pisliklerle kirlendi.

Bu hali görünce korktu ve dehşete kapıldı. Korkuyla ayağa kalkıp kapıya doğru koştu, birinin kendisini bu halde görmesinden korkarak ve çekinerek dışarı çıktı. Üs­tünü başını yıkamak için su aramaya koyuldu. Bir nehir kenarına varınca elbisesini kan, irin ve pislikten temizlemek için çıkardı. Meclisinden ve evinden nasıl çıktığını düşünüyordu. Ülkenin neresinde olduğunu ve kendisinden sonra ailesinin ne du­rumda olduğunu bilmiyordu.

Bu haldeyken yoldan geçen bir adam onu görünce tanımadı ve şöyle dedi: “Sana ne oldu, niçin suda oturuyorsun?” Ona başından geçenleri anlatmaktan utandı. Dedi ki: “Bir çöplüğe düştüm, üstüm başım kirlendi. Ben burada ailemin bana giymem için elbise getirmelerini bekleyerek oturuyorum.”

Yoldan geçen adam şöyle dedi: “İnsanlar senden habersiz akılları başka şeylerle meşgul.” “Onlara ne olmuş ki?” dedi.

Şöyle dedi: “Kralın oğlunun dün cinler tarafından kaçırıldığını söylüyorlar ve onun için üzgünler ve kaybolmasından dolayı kaygılılar.” [Genç] dedi ki: “Kralın oğlu hakkında bildiklerim var. Bana kıyafetlerini ve bineğini verirsen gider, onlara onu müjdelerim; ödülü de aramızda yarı yarıya paylaşırız.” Adam ona bazı elbiselerini verdi, bineğine bindirdi ve onu kralın evine ulaştırdı. Genç adam odanın kapısından çekinerek içeri girdi. Evdekiler onu görünce sevindiler ve halini hatırını sordular. Şöyle dedi: “Hikâye çok uzun, onu size daha sonra anlatırım. Şimdi eski halinize dönün!” İnsanlar eskisinden daha fazla neşelenmeye ve eğlenmeye daldılar.

Sonra bilge adam gence dedi ki: “Ne dersin, sence bu genç, Allah kendisini me­zarlıktan kurtardıktan sonra oraya dönmek ve başka bir gece o ölmüş yaşlı kadına sarılmak ister mi? Genç: “Hayır!” dedi.

Bilge şöyle dedi: “Aynı şekilde filozoflar da bedenlerinden ayrılıp göğün melekûtuna çıkan nefislerin bedene özlem duymayacağını, oraya dönmek isteme­yeceğini, hatta onu düşünmeye bile tenezzül etmeyeceğini düşünmektedirler. Genç adamın nefsinin o gece o mezarlıkta vakit geçirmekten iğrendiği ve kralın çocuk­larının hadiseyi öğrenmelerinden utandığı gibi o da bu işten ve onu hatırlamaktan iğrenir.

Bölüm

Ey saygılı ve merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi kendisinden bir ruhla des­teklesin! Bil ki, bizim insanlar arasında ülkelere dağılmış iyi ve erdemli kardeşleri­miz ve arkadaşlarımız vardır. Onların bir kısmı kralların, beylerin, vezirlerin, valile­rin ve kâtiplerin çocuklarıdır. Bir kısmı aristokratların, ileri gelenlerin ve tüccarların çocuklarıdır, bir kısmı âlimlerin, edebiyatçıların, fakihlerin, din hizmetkârlarının çocuklarıdır. Bir kısmı da sanatkârların, mutasarrıfların ve mütevellilerin çocukları­dır. Biz toplulukların her birisine bizi temsilen, şefkat, merhamet ve nezaketle öğüt vermek suretiyle hizmet etmesi ve kardeşlerine onları yüce Allah’a, peygamberlerin getirdiği şeylere ve velilerin din ve dünya işlerini ıslah etmede işaret ettiği vahye ve tevile davet etmek suretiyle yardımcı olması için, bizim basiret ve bilgisine güven­diğimiz bir kardeşimizi vekil tayin ettik. Ey merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi kendisinden bir ruhla desteklesin! Biz seni onlara yardım etmen için seçtik ve onlara Allah’ın sana verdiği akıl, kavrayış, temyiz, nefis duruluğu ve cevher saflığı gibi üs­tünlükle kardeşlerine yardımcı etmek ve desteklemek üzere katılmandan hoşnut ol­duk. Çünkü senin cevherin onların cevherinden; senin nefsin onların nefsindendir. Akıl ve basiretinle bir bak! Kâtipler, valiler, âlimler, fazıllar ve din hizmetkârları ve onların, sana öğrettiğimiz hikmet ve ilim sırlarını kendilerine hatırlatmak suretiyle olabildiğince zarif ve yumuşak davranabildiğin uşakları arasında kardeş ve arkadaş­larından kimleri görüyorsun? Senin buradaki amacın onları yüce Allah’ın izniyle gaflet ve cehalet uykusundan uyarmak ve hayat ruhuyla diriltmektir. Allah, dostla­rına vaat ettiği gibi sende bir gayret ve çaba gördüğünde, kendi yardımıyla ve kud­retiyle seni destekler. Nitekim yüce Allah birisinin ağzından şöyle demiştir: “Allah kendine yardım eden kimseye yardım edecektir” Yine yüce Allah dedi ki: “Şüphesiz Allah taraftarları galiplerin ta kendileridir'.”[100] Onlardan biriyle tanıştığın ve zeki ol­duğunu fark ettiğin zaman bize onun durumundan bahset. Bize ondan, peşine düş­tüğü dünya işinden ve aradığı maişet ve tasarruftan bahset. Böylece onu tanır ve kendisine layık olduğu şekilde yardım ederiz. Eğer o kişi sultanlara hizmet eden ve onların işlerini gören bir kimse ise sultanlar ve kralların yanında bulunan kardeşleri­mize ona vekâlet etmelerini, öğüt vermelerini, krallar, sultanlar ve vezirler nezdinde onun için hüsnüniyette bulunmalarını tavsiye ederiz. Eğer bu kişi aristokratlar ve ileri gelenlerin çocuklarından ise sultanların yanında çalışan kardeşlerimize onu ko­rumalarını, din konusunda ona en iyi şekilde yardımcı olmalarını, onun sıkıntısını gidermelerini ve zalimlerin pençesinden kurtarmalarını tavsiye ederiz. Eğer varlıklı ve zengin kimselerin çocuklarından ise ona durumuna uygun bir şekilde yardım­cı oluruz. Eğer fakir ve muhtaçların çocuklarından ise ona Allah’ın bize lütfettiği şeylerden veririz. İlim, hikmet, edebiyat ve dine ilgi gösteren ve ahireti talep eden kimselerden ise ona yüce Allah’ın bize öğrettiği ilim ve hikmetten öğretiriz. Ve, Aziz ve Çelil olan Allah dilerse, onları, aklının aldığı, ruhunun kavradığı ve gayretinin yetiştiği ölçüde sırlarımızdan haberdar ederiz.

Ey saygılı ve merhametli kardeşim! Bil ki, biz sırrımızı insanlardan, yeryüzü kral­larının gücünden korktuğumuz veya halk tabakasının fitnesinden çekindiğimiz için değil, ancak yüce Allah’ın bize olan lütuflarmı korumak için saklarız. Nitekim Mesih şu tavsiyede bulunmuştur: “Hikmeti, ehil olmayana vererek hikmete; engelleyerek de layık olmayana haksızlık etmeyin!”

Ey kardeşim! Bil ki, biz yeryüzü krallarını kıskanmayız ve dünya ehlinin mer­tebeleri konusunda yarışmayız. Fakat semâvî krallığın ve ikişer, üçer, dörder ka­natlı meleklerin mertebelerini isteriz. Çünkü bizim cevherimiz semâvî bir cevher, âlemimiz ulvî bir âlemdir. Biz, burada ve ilk atamız Âdem’in lanetli düşmanının onu kandırması sebebiyle oluşmuş suç yüzünden tabiata esir olmuş ve madde (heyûla) denizinde boğulmuş garipleriz. Nitekim şöyle demiştir: “Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?”[101] “Bu suretle onları kandırarak yasağa sürükle­di. Ağaçtan tattıklarında kendilerine avret yerleri göründü”[102] Onlara dendi ki: “Bir­birinize düşman olarak inin (yani siz ve soyunuz). Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır dedik’.’[103] Yine dedi ki: “Orada yaşayacak, orada ölecek ve oradan çıkarılacaksınız’.’[104]

Ey kardeşim! Bil ki, dünya işleri konusunda cisimlerin gücüyle oluşan yardım, nasıl dünya halkının isteklerinin en açığı ve hedeflerinden en kolayı ise aynı şekilde kardeşlerimizin din ve ahiret konusunda ilim ve marifetlerle yaptıkları yardımında isteklerinin en açığı ve hedeflerinin en kolay olduğunu görürüz.

Bil ki, biz hiçbir kardeşimizden, ona dünya işi konusunda çokça yardım etmeden din konusunda yardım almayız. Bizim yardımımıza ihtiyaç duymazsa onun hak­kında asıl istediğimiz zaten budur. Yardımımıza ihtiyaç duyarsa ondan istediğimiz budur. Hatta önem verdiği dünya işlerini karşıladığımızda, bize içini döktüğünde, düşüncesini bizim için topladığında ve nefsinin gücü, aklının temyizi, cevherinin arılığıyla buna ihtiyaç duymadığında, eğer onda bizim sahip olmadığımız bir ilim varsa bunu ondan mektep çocukları gibi öğreniriz ve onu Cuma günü hatibin hut­besini sessizce dinleyen gibi dinleriz. Eğer dedikleri hak ise ona imama uyduğumuz gibi tâbi oluruz. Eğer bizim sahip olduğumuz ilme rağbet ederse, bunu onun ilgi ve isteğine göre öğretiriz.

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki, biz hiçbir ilme düşmanlık göstermez, hiçbir mezhebe ta­assupla bağlanmaz, bilge ve filozofların çeşitli ilim dallarında telif ettikleri, akıl ve incelemeleriyle ince manalar şeklinde ortaya koydukları hiçbir kitabı terk etmeyiz. Mutemedimiz, güvenilir adamımız ve emrimizin kurucusu, peygamberlerin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kitaplarına, getirdikleri vahye ve meleklerin öğrettiği haber, ilham ve vahiylere da­yanır.

Ey kardeş! Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, bizim okuduğumuz, ama insanların şahit olup da güzel okumadıkları kitaplarımız vardır. Bunlar, şimdi üzerine kurulu oldukları feleklerin terkibi, burçların kısımları, yıldız­ların hareketleri, unsurların anaları, maden cevherlerinin çeşitliliği, bitki türleri ve hayvan bedenlerinin ilginçlikleri şeklinde varlıkların şekillerine ait surettir. Bizim, bunun dışında başkasının ortak olmadığı ve bizden başka kimsenin anlamadığı bir diğer kitabımız daha vardır. O nefislerin cevherleri, makamlarının dereceleri, bazı­larının diğerlerine üstün gelmesi, güçlerinin farklılığı ve fiillerinin felekler, yıldızlar, unsurlar, madenler, bitkiler, hayvanlar ve peygamberler, filozoflar, krallar, onların tâbileri, halk ve yardımcıları gibi insan tabakalarıyla ilgili bilgidir. Ey saygılı ve mer­hametli kardeşim! Eğer sen kardeşlerinle birlikte bu kitapları, içindekileri öğrenmek, manalarını kavramak ve sırlarına ermek için okumayı arzu edersen, haydi sözlerini dinlemek, simalarını ve yaşantılarını görmek için erdemli kardeşlerinin, değerli dost­larının meclisine gel. Böylece onların ahlâkıyla ahlâklanır, edepleriyle süslenirsin; dolayısıyla nefsin gaflet ve cehalet uykusundan uyanır, göğsün ferahlar, zihnin arınır, kalbinin basiret gözü açılır. Onların kalp gözleriyle gösterdikleri şeyleri görür, nefis cevherlerinin saflığıyla müşahede ettikleri şeyleri müşahede eder, akıllarının ışığıyla baktıkları şeylere bakar, bu dört kitabın manalarını onların anladıkları gibi anlar, ha­yat ruhuyla desteklenir, âlimler gibi yaşar, şehitler gibi diri olur, göğün melekûtuna yükselmeye muvaffak olur ve “Rablerini teşbih ederek arşın etrafını çevrelemiş”[105] olan yüce topluluğa bakarsın.

Bölüm

Ey saygılı ve merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla des­teklesin! Bil ki, bizim, daha kendimizi bile bilmiyorken, kalkıp şeylerin hakikatlerini bildiğimizi iddia etmemiz doğru olmaz. Kendisini bilmediği hâlde şeylerin hakikat­lerini bildiğini iddia eden kimse, kendisi açken insanları doyuran, kendisi çıplakken başkasını giydiren, kendisi hasta olduğu hâlde insanları tedavi eden ve kendi evinin yolunu bilmezken insanlara yol gösteren kimseye benzer. İnsanın, bu tür konularda işe, önce kendisini sonra başkasını bilmekle başlaması gerektiği anlaşılmıştır.

Ey saygılı ve merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla des­teklesin! Bil ki, her birimiz, iki farklı ve zıt cevherden birleşerek meydana gelmiş bulunmaktayız: Birisi; et, kan, kemik, deri, sinir, damar ve benzeri şeylerden oluşan katı ve duyulur bedendir. Bütün bunlar topraktan, ölü, karanlık ve bozuk cisimlerdir. Diğer cevher, şeylerin suretlerini bilen, idrak eden göksel, ruhsal ve nurânî bu latif ruh, yani nefistir.

Bil ki, bu nefse ait beden, oturulan ev, binilen binek hayvanı ve kullanılan alet konumundadır. Bu nefis belli vakte kadar bu bedenle irtibatlı olduğu sürece dünya hayatında geçimi, ahirette necat ve kurtuluşu sağlayan şeyleri düşünmelidir.

Bil ki, bu iki unsur, yardımlaşma olmadan bir araya gelmez ve tamamlanmaz. Yardımlaşma en az iki veya daha fazla şey arasında olur. Hiçbir şey yardımlaşmaya, bedenin farklı güçlerinin tamamı bir tek beden ve bir tek nefis olacak şekilde bir ara­ya gelmesinden, bir tek güç olmalarından, uyumlu nefislerin yönetimlerinin birleşip bir tek yönetim olmasından daha uygun değildir. O zaman egemenliğine boyun eğen herkesi yener ve kendisine muhalefet eden ve karşı çıkan herkesi hâkimiyeti altına alır.

Kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla desteklesin! Gel bu konuda bir­lik oluşturalım ve yardımlaşalım. Kardeşim! İki şeyin herhangi bir konuda onları bir araya getiren bir neden ve bu hâl üzere koruyan bir sebep olmadıkça birleşmeyeceğini bilmen gerekir. Bu neden devam ettiği ve bu sebep sabit kaldığı sürece onlardaki bu hâl de devam eder. Bu neden ortadan kalkar ve bu sebep sona ererse bir araya geldikten sonra ayrılırlar ve birleştikten sonra birbirinden ayrılırlar.

Ey saygılı ve merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla des­teklesin! Bil ki, herhangi bir dünya ve ahiret işi konusunda yardımlaşmak üzere bir araya gelen hiçbir topluluk, birbirine nasihat etmede İhvân-ı Safa mn yardımlaşması kadar güçlü değildir. İhvân-t Safa'yı bir araya getiren nedenin, onlardan her birinin istediği hiçbir dünya maişetine ve ahirette kurtuluşa arkadaşıyla yardımlaşmadan kavuşamayacağını görmesi ve bilmesi olduğunu bilmen gerekir. Onların bu duru­munu muhafaza eden sebep, her birinin gösterdiği sevgi, merhamet, şefkat ve neza­ket; istediği, sevdiği, nefret ettiği ve hoşlanmadığı şeyler konusundaki eşitliktir.

Bil ki, bu şartlar, ancak onlardan her biri bedenleri farklı da olsa nefislerinin bir tek nefis olduğunu bildiği zaman gerçekleşir ve devam eder.

Ey kardeşim! Bil ki, insanların çoğu, aralarında başlarına gelen musibetlerin orta­dan kaldıramayacağı bir ilişki, dostluk ve kardeşliğin olmasını ister ve temenni eder.

Fakat onlar kendilerini bundan alıkoyan neden ve oluşun sebebinin ne olduğunu bilmez.

Ey kardeşim! İnsanların dost, dostların aklın gerektirdiği şekilde saf kardeşler ol­malarını engelleyen şeyin, ya ortada bulunmayan bir neden ya da kaybolmamış bir sebep olduğunu bilmen gerekir. Eğer o bulunmayan bir neden ise onu elde etmek için; kaybolmamış bir sebep ise yok etmek için ne yapmamız gerekir?

Ey kardeşim! Bunu engelleyen şeyin mevcut sebepler olması hâlinde başka bir şeye değil, sadece bu sebepleri ortadan kaldırmaya ihtiyaç duyduğumuzu bilmen gerekir. Bunlar dört çeşittir: Birincisi, işlerinin kötülüğü; İkincisi, düşüncelerinin bo­zukluğu; üçüncüsü, huylarının çirkinliği; dördüncüsü, cehaletlerinin birikmişliğidir.

Bil ki, işlerinin kötülüğü, şeylerin hakikatlerini araştırmadan önce inandıkları bozuk düşüncelerine bağlıdır. Vicdanlarına yerleşmiş bozuk düşünceleri, çocukluk­tan beri alışageldikleri çirkin huylarına bağlıdır. Ruhlarına yer eden huylar, daha başta onları istila eden birikmiş bilgisizliklerine bağlıdır.

Ey kardeşim! Eğer saf kardeşler olmak istiyorsak, bizim işe önce bizi daha başlan­gıçta bürüyen birikmiş bilgisizlikleri ortadan kaldırmakla başlamamız gerektiğini bilmemiz gerekir. Çünkü onlar kötülüklerin esaslarıdır.

Bil ki, bizi kaplayan, dost ve saf kardeş olmamızı engelleyen bilgisizlikler dört çe­şittir: Birincisi, onların nefisle beden arasındaki farkı bilmemeleridir. İkincisi, nefisle beden arasındaki ilişkiyi bilmemeleridir. Üçüncüsü, nefsin bedenle niçin irtibatlı ol­duğunu bilmemeleridir. Dördüncüsü, nefsin bedenden nasıl çıktığını bilmemeleri­dir. Şüphesiz nefis, bedenden ayrılmadıkça kurtuluşu ve nimetler içinde olmayı ve cehennemde acıklı azapta kalmayı bilemez.

Ey kardeşim! Kardeşlerin saflığı hakkında anılan şartlar üzerinde bir araya gel­dikten sonra yardımlaşmamız, bedenlerimizin gücünü toplamamız, onları bir tek güç hâline getirmemiz, nefislerimizin yönetimini bir tek nefsin yönetimi gibi düzen­lememiz, ruhânî ve erdemli bir şehir kurmamız gerekir. Bu şehrin binası, nefis ve bedenlere sahip olan büyük şeriat sahibinin krallığında olmalıdır. Çünkü nefislere sahip olan, bedenlere de sahip olur. Nefislere hâkim olmayan, bedenlere de sahip olmaz.

Bu şehir halkının iyi, bilge ve nefislerin işleri, hâlleri ile onlara tâbi olan bedenle­rin iş ve hâllerini düşünen kimseler olmaları gerekir.

Bu şehir halkının, birbirleriyle ilişkilerinde uyguladıkları iyi ve güzel yaşam tarz­larının ve zalim şehirlerin halklarıyla ilişkilerinde uyguladıkları başka yaşam tarzla­rının olması gerekir. Bu şehrin yeryüzünde zalim şehirler halkının huylarının oldu­ğu yerde kurulmaması gerekir. Yine onun su üzerine de kurulmaması gerekir. Çünkü ona deniz sahillerindeki şehirler halkına dokunan dalga ve çalkantılar dokunur. Aynı şekilde bu şehrin havada, yüksek bir yerde de kurulmaması gerekir. Yoksa oraya za­lim şehirlerin dumanı çıkar ve oranın havasının bozulmasına yol açar. Bu şehrin, halkının diğer şehirlerin halklarının hâllerini her zaman seyretmesi için diğer şe­hirlere nâzır (gözetleyici) kurulması gerekir. Bu şehrin yıkılmaması için temelinin takva üzerine kurulması, binasının sözlerde doğruluk ve vicdanlarda tasdik üzerine inşa edilmesi, devam etmesi ve yetkinliğinin nimetlerde ebedîlik demek olan yüksek gayedeki amaç üzere olması için esaslarının vefa ve emanete dayanması gerekir.

Onun yapılışını bitirince, geminin bedenlerin ağırlığıyla bağımsız ve şehrin ruh­ların sığınağı olması için kurtuluş gemisi olan gemiyi yapmaya başladık.

Şehir halkının yardımlaşmasının dört mertebede düzenlenmesi gerekir: Birincisi, sanat sahibi olan dört unsur erbabının mertebesidir. İkincisi, başkanların mertebe­sidir. Üçüncüsü, emir ve nehiy sahibi kralların mertebesidir. Dördüncüsü, dileme ve irade sahibi metafızikçilerin/din alimlerinin mertebesidir.

Zanaatkârların yönetilenler üzerindeki yönetimi, ışığın havadaki yayılması ve büyüme gücünün ateş, hava, su ve topraktan oluşan dört unsurdaki yayılışı gibi ol­malıdır. Başkanların zanaatkârlar üzerindeki siyasetinin etkisi, renklerin ışığa etkisi gibi veya hayvânî gücün büyüme gücüne etkisi gibi olmalıdır. Otorite sahibi kral­ların siyaset ehli başkanlar üzerindeki etkisi, görme gücünün renkleri algılamaya etkisi gibi ve düşünen gücün hayvânî güce etkisi gibi olmalıdır. İrade sahibi metafızikçilerin/ilahiyatçıların otorite sahibi krallar üzerindeki etkisi, aklın akledilirlere etkisi gibi veya melekî gücün düşünen güce etkisi gibi olmalıdır.

Şehrin yönetimi bu şartlarda düzenlenirse, işte o zaman şehir halkının uyguladıkları iyi ve güzel hayat tarzı gerçekleşir.

Bölüm

Ey kardeşim! Kesin olarak bil ki, bu şehrin anlatıldığı şekilde kuruluşu tamam­lanmıştır. Fakat hiç kimsenin ilmi bizim ilmimize eşit olmadığı sürece bu şehre gi­remez. Çünkü onun etrafında insanların cehaletinden örülmüş dört duvar vardır. Her iki duvar arasında onların kötü amellerinden, bozuk düşüncelerinden ve çirkin huylarından oluşan bir hendek vardır. Bunu daha önce anlattık. Oraya girmeye ni­yetlenen kimse, nefsi ve onun (nefsin) cevherini bilmelidir. O zaman bu kişi şehri­mize girmeyi hak eder.

Biz elli bir risâlede kardeşlerimizin -Allah kendilerini desteklesinbu ilimle ilgili ihtiyaç duyduğu her şeyi açıkladık. Ey kardeşim! Meclisimize katılma imkânın ol­mazsa oraya bak, memnun olduğun, olgunluk ve doğruluğuna güvendiğin kardeşle­rine sor. Böylece orada bahsettiğimiz ilim dallarının manalarını ve gizemli hikmetle­ri anlamaya muvafık olursunuz; sizi Allah’a yaklaştıran ve cehennem ateşinden; yani oluş ve bozuluş âleminden kurtaran şeylerle amel etmeye yönelirsiniz ve göklerin melekutuna, yani felekler âlemine çıkmaya ve arşı taşıyan, Rablerine hamd ile teşbih eden, O na inanan ve müminler için bağışlama dileyen melekler zümresine girmeye yol bulursunuz. Onun şu sözünde olduğu gibi: “İşte bu büyük başarıdır"'[106]

Ey saygılı ve merhametli kardeşim! Belirttiğimiz ve teşvik ettiğimiz bu konuda kardeşlerimizin nefislerinin gücü dört mertebedir: Birincisi, nefis cevherlerinin saf­lığı, iyiyi kabul etmesi ve hızlı düşünmeleridir. Bu, ikinci risâlede bahsettiğimiz şeh­rimizde bulunan sanat erbabının mertebesidir. Bu, hissedilir bedenin doğumundan on beş yıl sonra hissedilen manaları ayırt eden ve düşünme gücüne giren akıl gücü­dür. O buna şu sözüyle işaret etmiştir: “Çocuklarının ergenlik çağma geldiklerinde.. ,”[107] Onlar, risâlelerimizde iyi ve şefkatli kardeşlerimiz diye adlandırdığımız kimselerdir.

Bu mertebenin üstünde siyaset sahibi başkanların mertebesi yer alır. Bu, kar­deşleri gözetmek, nefsin cömertliği ve kardeşlere şefkat, merhamet ve sevgiyle feyiz vermektir. Bu bedenin doğumundan otuz yıl sonra düşünme gücüne giren hikemî (felsefi) güçtür. Yüce Allah buna şu sözüyle işaret etmiştir: “Olgunluk çağma ulaşıp gelişimi tamamlayınca, biz ona ilim ve hikmet verdik”[108] Onlar risâlelerimizde hayırlı ve faziletli kardeşlerimiz diye tanımladığımız kimselerdir.

Bunun üzerindeki üçüncü mertebe, otorite, emir, yasak, yardım etme ve bu emre karşı çıkıldığında inat ve ihtilafı incelik ve yumuşaklıkla ortadan kaldırma gücüne sahip olan kralların mertebesidir. Bu bedenin doğumundan kırk yıl sonra nefse gi­ren kanun gücüdür. Yüce Allah buna şu sözüyle işaret etmiştir: “Nihayet olgunluk çağma gelip, kırk yaşına varınca şöyle der: ‘Bana ve anne babama verdiğin nimetlere şükretmemi, senin razı olacağın salih amel işlememi bana ilham et. Neslimi de salih kimseler yap’.”[109] Onlar risâlelerimizde erdemli ve değerli kardeşlerimiz olarak adlan­dığımız kimseledir.

Bunun üzerindeki dördüncü mertebe, hangi mertebede olursa olsun, bütün kar­deşlerimizi davet ettiğimiz mertebedir. Bu, teslim olmak, güçlü bir şekilde kabul etmek ve hakkı ayne’l-yakîn müşahede etmektir. Bu, bedenin doğumundan elli yıl sonra nefse giren, onu ahirete hazırlayan ve heyûladan ayrılmaya yaklaştıran melekî güçtür. Yükselme onun üzerinde yer alır, göğün melekûtuna onunla yükselir ve diri­liş, haşir, neşir, hesap, mizan, sıratı geçme, cehennemden kurtulma, cennete girme, izzet ve ikram sahibi rahmana komşu olma gibi kıyamet hâllerini müşahede eder. Yüce Allah bu mertebe şu sözüyle işaret eder: “Ey huzur içinde olan nefisi Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!”[110] İbrahim (as) buna şöyle işaret etmiş­tir: “Beni naîm cennetinin varislerinden eyle”[111] Yusuf (as) buna şöyle işaret etmiştir: “Rabbim! Gerçekten bana mülk verdin!’[112]

Mesih (as) buna havarilere söylediği şu sözüyle işaret etmiştir: “Şu iskeletten olu­şan bedenim ayrıldığında ben havada arşın sağında, babamız olan Hakk’m önün­de durur ve sizin için şefaat dilerim. Çevredeki krallara gidin, onları Aziz ve Çelil Allah’a davet edin, onlardan korkmayın. Nereye giderseniz gidin, ben yardım ve des­teğimle hep sizin yanınızda olacağım.” (İncil).

Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) buna şöyle işaret etmiştir. “Sizyarın döndürüleceksiniz” Bu hadisçiler nezdinde meşhur bir rivayettir.

Sokrates, zehir içirildiği gün uzun bir konuşmasında şu sözüyle buna işaret et­miştir: “Ben siz erdemli kardeşlerden ayrılırsam, daha önce geçmiş değerli kardeşle­rin yanma giderim.”

Pisagor, Altın Risâlesi'nin sonunda buna şöyle işaret etmiştir: “Eğer tavsiyemi ye­rine getirirsen, ruhun bedenden ayrıldığında havada kalırsın.”

Biluher uzun bir konuşmada söylediği şu sözünde buna işaret etmiştir. Kral ve­zirine, “Bu sözün sahipleri kimlerdir?” dedi. O da şöyle cevap verdi: “Onlar, göğün melekûtunu bilenlerdir.”

Biz bütün kardeşlerimizi buna davet ediyoruz. “Allah dilediğini doğru yola iletir”[113] Bu manayı ifade eden birçok ayet vardır. Bu konudaki her ayet, cennetleri, oradaki halkları ve nimetleri tasvir eder.

Bölüm

Ey saygılı ve merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi kendinden bir ruhla destek­lesin! Bil ki, bu emre davet edilen kimselerden istenen şey dört husustur: Birincisi, dille ikrar; İkincisi, bu konunun aydınlığa kavuşması için örneklerle tasavvur edil­mesi; üçüncüsü, vicdan ve itikatla tasdik edilmesi; dördüncüsü, buna benzer işlerde içtihat yaparak tahkik edilmesidir.

Bil ki, onu tasavvur etmeden sadece dille ikrar eden kimse taklitçi olur. Onu tas­dik etmeden sadece tasavvur eden kimse, şüpheci ve şaşkın olur. Buna benzer işlerde içtihat yaparak tahkik etmeksizin tasdik eden kimse ihmalkâr ve kusurlu olur. Bu hususu diliyle yalanlayıp, kalbiyle inkâr eden kimse inkârcı ve kâfir olur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ahirete inanmayanların kalpleri bunu inkâr etmekte, kendileri de büyüklük taslamaktadırlar”[114] “Hiç şüphe yok ki onlara cehennem vardır ve onlar oraya en önde sokulacaklardır?[115]

Bil ki, bu hususu diliyle ikrar eden ve kalbiyle gerçekte olduğu şekilde tasavvur eden kimse, kendinde daha önce bilmediği dört haslet bulur: Birincisi, nefsin beden­den ayrılmasıyla ulaştığı güçtür. İkincisi, nefsin cehennemi olan maddeden kurtulma uğrunda gösterilen çabadır. Üçüncüsü, ruh bedenden ayrılması esnasında kurtulma ümididir. Dördüncüsü, Allah’a güvenmek ve bu işin gerçekleşmesine ve yetkinleşme­sine kesin olarak inanmaktır.

Bölüm

Bil ki, bu Kuranı, peygamberlerin (as) kitaplarını ve verdikleri gayb haberlerini ikrar eden kimseler dört mertebededirler: Ya kalbiyle tasdik etmeksizin diliyle ikrar eden kimsedir, ya manalarını ve açıklamasını bilmeksizin diliyle ikrar edip kalbiyle tasdik eden kimsedir, ya da tasdik ve ikrar ettiği, kesin inanıp bildiği hâlde gereğini yerine getirmeyen kimsedir.

Diliyle ikrar ettiği hâlde kalbiyle tasdik etmeyen, kavrayış ve temyizden çok az nasiplenmiş kimsedir. Peygamberlerin getirdiği (nebevi) kitaplardaki lafızların zahirînin işaret ettiği şeyleri kalbiyle düşündüğünde ve basiretiyle ayırt ettiğinde aklı onları kabul etmez, onların ince manalarını ve gizli işaretlerini düşünemez. Dolayı­sıyla kalbiyle inkâr eder ve onlardan şüphe eder.

Diliyle ikrar eden kalbiyle tasdik eden kimse, düşünür ve hakikati üzerinde pey­gamberler, hidayete ermiş imamlar, râşit halifeler ve salih müminlerin ittifak ettiği böyle yüce bir konunun hakikatsiz olamayacağını bilir. Fakat onun kavrayışı, temyizi ve aklı bunu hakikatleriyle idrak ve tasavvur etmekten âciz kalır.

Açıklamasını bildiği hâlde gereğini yerine getirmekte zaaf gösteren kimseye gelince, Allah onu başarılı kılar ve doğru yola iletir. Bunun sonucu olarak o, pey­gamberlerin (as) kitaplarında belirtilen bu sırların hakikatlerini kavrar. Fakat onu destekleme ve gereğini yapma konusunda destekçi bulamaz. Çünkü o tek başınadır. Hiçbir iş bir tek insanla gerçekleşmez. Bilakis insan o konuda büyük bir topluluğa ve özellikle kanunun emrine ihtiyaç duyar. En azından bir tek şahısta toplanan kırk özelliğe veya kalpleri birbiriyle uyumlu kırk şahsa ihtiyaç duyar.

Bölüm

Şeriat Hakkında Şüphe Duyan ve Nebevi Kitapların Sırlarından Gafil Olan
Filozof Görünümlü Kimselerin Hitabı Hakkında

Ey merhametli kardeşim! Allah seni ve bizi kendisinden bir ruhla desteklesin! Se­ninle bir kardeşin arasında varlıkların ilkeleri, olanların nedenleri hakkında anlattı­ğın müzakere ve araştırmayı, kardeşliğin saflığı, nebevi dinleri destekleme konusun­daki yardımlaşmayla ilgili olarak şikâyet ettiğin uyma zorluğunu, felsefi düşüncele­re aşırı dalmayı ve İlâhî kitapların sırlarını, nebevi vahiylerin yorumlarını, kanunî şeriatların konularının anlamlarını, taşıdıkları yüce menfaatleri, yüksek mertebelere çıkmaya yapılan işareti gören nefislerin uzak gayelerini ve yakıcı ateşten kurtuluşu bilmekten yüz çevirmesi hakkında anlattıklarını, onun basiret ve bilgiler konusunda akıl, temyiz ve basiretinin idrak ettiği ve çabasının yol açtığı şeylere dayanmasıy­la ilgili açıklamalarını ve filozofların çeşitli konulardaki görüşleri ve değişik esaslar üzerindeki çelişik kıyaslarıyla ilgili olarak söylediklerini anladık.

Ey kardeşim! Ona sabret, yumuşak davran ve bu risâleyi hatırlat! Umulur ki böy­lece nefsine davet ettiğin şey yerleşir ve temizlerden başkasının dokunamadığı ve senin işaret ettiğin korunmuş, gizli sırları aklıyla düşünür. Ona de ki “Ey kardeşim! Söyle bakalım, sen, peygamberlerin (as) kitaplarında melekler, İblis ve cinler kıssa­sı, Âdem’in yaratılışı, meleklerin ona secde etmesi, soyu üzerine söz alınması, aynı şekilde kıyamet, diriliş, haşir, hesap, mizan, sırattan geçme, cehennemden kurtuluş, sevap, başarı, cennet ve nimetleri, Tevrat, İncil, Furkan ve peygamberlerin (as) sayfa­larında anılan buna benzer şeylerle ilgili olarak getirdikleri haberleri kabul mü yoksa inkâr mı ediyorsun?”

Onların tamamını veya bir kısmını ikrar ediyorsan, söyle bakalım, onların ha­kikatlerini kesin bir inançla tasdik mi ediyorsun, yoksa onların manaları hakkında şüpheci ve şaşkın mısın? Eğer kesin inanarak tasdik ediyorsan, söyle bakalım, sen onları biliyor ve tanıyor musun, yoksa gafil ve yanılgı içinde misin? Eğer onları bi­liyor ve tanıyorsan, söyle bakalım, cennet ve cehennem şu an günümüzde var mı, yok mu? İkisi şu an mevcutsa, söyle bakalım, onlar şimdi nerede? Bize onların ni­teliklerini anlat. Eğer mevcut değillerse Onun şu sözü ne anlama gelir: “Ey Adem! Sen ve eşin cennete yerleşin”[116] Şu sözü ne anlama gelir: “Öyle bir ateş ki, sabah akşam ona sunulurlar”[117] [118] Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şu sözünün anlamı nedir: Şehitlerin ruhları cennettedir” Miracın ve Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) cennet görevlisi Rıdvan’ı ve cehennem görevlisi Malik’i görmesinin anlamı nedir? Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şu sözü ne anlama gelir: “Her nefse ölmesi veya cennette yahut cehennemde oturacağı yeri görmesi ha­ramdır." Şu sözünün anlamı nedir: "Ölen kişinin kıyameti kopmuş demektir” Yüce Allah’ın şu sözü ne anlama gelir: “Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar bir perde vardır”2S Onun şu sözü ne anlama gelir: “Mutlu olanlara gelince, gökler ve yerler durdukça içinde ebedî kalmak üzere cennettedirler”[119] [120] [121] Onun şu sözünün anlamı nedir: “Kendilerine ilim ve iman verilmiş olanlar ise şöyle diyeceklerdir: ‘And olsun, siz, Allah’ın yazısına göre, yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu yeniden günüdür’.”20 Onun sözü: “Orada çok az bir zaman kaldınız”21 Sana buna benzer me­seleleri sorsaydık konuşmamız çok uzardı.

Bölüm

Ey kardeşim! Bil ki, her mezhep ve takipçilerinin kendilerini başkalarından ayı­ran görüşleri ve ders aldıkları âlim ve hukukçuları (fakih) vardır. Bütün bu şeylerin Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günden beri var olduğu kardeşlerimize -Allah ken­dilerini desteklesinait bir görüştür. Fakat insanların çoğu bilmezler. Onlar bunların gelecek zamanda olmasını beklerler. Onlar, dini körü körüne emreden taklitçilerdir. Dini açıklama, kesinlik ve bilgiye dayalı olarak emreden basiret sahipleri ise, Pey­gamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Miraç gecesi gördüğü gibi, keşif ve açıklama yoluyla beklerler. Biz risâlelerimizde bu manaları açıkladık. Ey kardeşim! Eğer onları biliyorsan bunun il­mini bize, sorduğumuzda doğrudan açıkla ve farklı, çelişkili görüşleri olan filozofları taklit etme. Nitekim rivayet edildiğine göre, Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) meclisinde Aristo­teles anıldığında o şöyle demiştir: “O benim getirdiklerimi bilinceye kadar yaşasaydı, benim dinime tâbi olurdu”

Müslümanların kıyafetine bürünen ve İslâm kulpuna sarılan kimsenin Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ümmetine mensup olması, getirdiği vahiyleri ve âlemin başlangıcı, göklerin ve yerin yaratılışı, Âdem olayı, İblis’in isyanı ve meleklerin secde ve itaati, Âdem’in soyu üzerine söz alınması, Tevrat, İncil ve ilk peygamberlerin sayfalarında bulunan benzeri hususlar ve onların ümmetlerini kıyamet, diriliş, neşir, haşir, hesap, mizan, kısas, sırattan geçme, cehennem ve acıklı azabından kurtuluş, cennet nimet­leriyle ödüllendirilme ve gelecek zamanda beklenen diğer hususlarda uyarması gibi geçmiş zamana dair verdiği haberleri ikrar etmesi gerekir. Biz bunları ikrar etmeye ve onlar için hazırlanmaya davet edildik. Bunlardan, nefsinde şaşkınlık ve kalbinde şüphe taşıyarak diliyle ikrar etme dışında hakikatlerine ait bir tek söz bilmeden kim yüz çevirir? Buna rağmen o, felsefî kitapların sırlarını, filozofların işaretlerini bildi­ğini ve tabileri şaşkın bir hâlde iken ihtilaflarının çokluğu ve aralarındaki çelişkilerle birlikte içindeki manaları incelediğini iddia eder; bütün peygamberlerin araların­daki uzun zaman aralığına, dillerinin, şeriatlarındaki kuralların ve geleneklerinin değişik olmasına rağmen ümmetlerini ahiret, kıyamet ve amellerin karşılığına davet ederken işaret ettikleri aynı görüş, aynı din ve aynı maksatta nasıl ittifak ettiklerine bakmaz ve bunları düşünmez. İyi iyidir, kötü ise kötüdür.

Biz üçüncü risâlede onların, yani bütün peygamberlerin ittifak ettikleri hususları açıkladık. Bunlar on iki haslet olup, şeriat ve gelenekleri değişiklik gösterse de davet ettikleri dinde yer alan ilke ve esaslardır. Nitekim yüce Allah şöyle demiştir: “Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin'."[122] Yine dedi ki: “Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol koyduk. Eğer Allah dileseydi, elbette sizi tek bir ümmet yapardı”[123]

Peygamberlerin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatları farklı olsa da dinleri bir tek din, yolları bir tek yol, maksatları bir tek maksat ve amaçları bir tek amaçtır.

Filozofların ise ne şeriatları bir tek şeriat ne de dinleri bir tek dindir. Bütün bu görüş ayrılıklarına rağmen düşünen biri filozofların kitaplarının sırlarından nasıl memnun olur ve peygamberlerin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ittifak hâlindeki kitaplarının sırlarını bilmek ve araştırmaktan yüz çevirir?

Ey kardeşim! Bil ki, felsefeyle uğraşanların ve şeylerin hakikatlerini araştıranla­rın çoğu, peygamberlerin kitaplarını araştırmayı ihmal etmeleri, onlar üzerinde dü­şünmekten yüz çevirmeleri ve onları anlamada zafiyet göstermeleri sebebiyle onları bilmekten uzak kalmışlardır. Çünkü bunlar yüce topluluk içinde bulunan, göklerin halkı ve feleklerin sakinleri olan meleklerden alınmıştır.

Bölüm

Nefis Konusunda Şüphesi Bulunan ve Âlimlerin Görüşleri Konusunda Şaşkın
Olan Kimselerle Konuşma Hakkında

Ey kardeşim! Seninle bir şeyhimiz arasında nefis cevherinin mahiyeti, varlık şek­li, bedenin neresinde bulunduğu, onunla ilişkisinin sebebi ve bedeni nasıl terk et­tiği konusunda cereyan eden müzakereden haberdarız. O, “Bu bilinmesi imkânsız bir ilimdir.” diyerek inkâr etmekte ve Galenin, “Ben nefsin cevherinin ne olduğunu bilmiyorum.” sözüyle kanıtlamaya çalışmaktadır. “Ben Galenden daha bilgili deği­lim.” sözü ona aittir. Ey kardeşim! Senden istediğimiz şey, lütufta bulunman, onu kabul etmen, ona selam vermen, bizim ona -Allah kendisini mutlu kılsıngöster­diğimiz aşırı sevgiyi, haberlerini bilmeye olan ilgimizi, müşahede ve komşuluğuna olan rağbetimizi bilmen ve isteğin üzerine bizden ona sana öğrettiğimiz cevabı ulaştırmandır. Bu, ona şöyle demendir: “Şeyh efendimiz lütufta bulunur ve bize doğru görüşü, nefsinin gücü ve cevherinin saflığıyla yardım eder mi, bize bir saat kalbini açar mı, bizim için ilgisini toplar mı, zihinlerimizi filozofların düşünceleri, farklı görüşler, âlimlerin rivayet ve isnatları, şairlerin teşbih ve tertipleri, halkın hadise ve kargaşalarından doğan şüpheyle meşgul etmez mi, konuşmada bize âdil davranır mı, vicdanda bize nasihat eder mi, aramızda hükmüne ve kararlarının gereklerine razı olduğumuz aklı hakem kılar mı?” Biz ona sorduğumuzda veya birimiz ona sor­duğunda ona şöyle der: “Sen nesin, hakikatin ne? Benimle konuşan, beni dinleyen, anlayan ve bana soru soran bu adam kim?” Düşünsene, sen bizim şu şekilde cevap vermemizden razı oluyorsun:

O, et, kemik, kan, sinir ve benzeri şeylerden oluşmuş, ruhban minaresi gibi di­kilmiş hissedilir bedendir. Düştüğünde ayağa kalkamaz, bırakıldığında hareket ede­mez, uyuduğunda var olduğunu, uyandığında da nerede olduğunu bilemez. Bu du­rumda olan kimsenin duyulurlar, akledilirler, mekândaki duyularca algılanmayan şeyler, zamanla birlikte geçen şeyler, gelecekte olacak şeylerle ilgili işlerin gizlilik­lerini sormaya layık olması veya ondan feleklerin bileşimi, düzeni, burçların kısım­ları ve nitelikleri, yıldızların hareketleri ve yörüngeleri, ana maddelerin (ummuhât) unsurları ve tabiatları, maden cevherlerinin f arklılığı ve özellikleri, bitki şekillerinin çeşitleri ve yararları, hayvan iskeletlerinin acayiplikleri, huy ve seslerinin farklılığıyla ilgili haberleri işitmeye ehil olması aklen caizdir. Bütün bunları şu bileşik ve cahil bedenin bildiğini zanneden veya bu şeylerden haber verenin zatını idrak etmeyen ve kendi varlığının farkında olmayan şu uzun, geniş, derin, kör, sağır ve dilsiz beden olduğunu düşünen kimseye hayret! Onun daha kendi zatını bilmezken ve varlığını hissetmezken bu ilginç, zatına yabancı ve duyularından uzak şeyleri bilmesi nasıl mümkün olur? Ne kadar imkânsız! Kim bu etten oluşmuş bedenin bu ilimleri bildi­ğini sanıyorsa bu doğrudan uzak, imkânsız ve geçersizdir.

Ey kardeşim! Bil ki, nefsi araştıran ve onun cevherini bilmek isteyen insan, aklıyla insaf etse, onun hükmüne dönse, yargılarını kabul etse, kendisi üzerinde düşünse, onu temyiz ederek teemmül etse, bedeninin ayakta durma, oturma, hareket, durgun­luk, uyku, uyanıklık, hayat ve ölüm gibi durumlarını incelese, bu bedenle birlikte on­dan daha üstün olan başka bir cevherin olduğunu ve bu bedenin ona nispetle içinde oturan bulunan ev, içinde zanaatkâr bulunan dükkân, içinde kaptan bulunan gemi, üzerinde sürücü bulunan binek, giyilen gömlek, mektepteki çocuğun elinde bulunan levha veya içinde kral bulunan şehir gibi olduğunu anlar.

Özetle, nefsi onun bilgisinden önce bilmek isteyen kimseye, onu araştırması ve yedi konuda onun bilgisini araması gerekir: Birincisi, nefsin mevcut bir şey mi, yoksa anlamı olmayan içi boş bir adlandırma mı olduğunu araştırır. Biz “Burhan Risalesinde onun varlığını açıkladık. İkincisi, onun araz olduğunu açıklar. Bunu da yine bir risâlemizde açıkladık. Üçüncüsü, âlemde bulunan nefislerin kaç cins oldu­ğunu araştırır. Nitekim bunu filozofların “İnsan büyük âlemdir” sözü hakkındaki risâlede açıkladık. Dördüncüsü, nefsin bedenle nasıl ilişki kurduğunu araştırır. Bunu da “Bedenin Terkibi Risalesinde açıkladık. Beşincisi, nefsin bedenle ilişki kurma­dan önce nerede olduğunu araştırır. Nitekim bunu “Nuifenin/spermin Düştüğü Yer Risalesinde açıkladık. Altıncısı, nefsin bedenden ayrıldıktan sonra nerede olacağını araştırır. Nitekim bunu “Diriliş ve Kıyamet Risalesinde araştırdık. Yedincisi, onun bir defasında bedenle birlikte olup, bir defasında da ondan ayrılmasındaki amacın ne olduğunu araştırır. Nitekim bunu “İnsan Küçük Âlemdir" Risalesi ilde açıkladık. Şeyhin onu incelemesi ve manalarını düşünmesi şeklindeki görüşü etkili oldu.

Bölüm

Nefislerin İşi ve Bedenleri Sevmesine Dair

Ey kardeşim! Bil ki, bu tikel nefis, cevherinin üstünlüğü, bu cismânî âlemdeki yabancılığı, bu bedenin afetleri ve maddesinin bozulması gibi müptela olduğu du­rumlarıyla birlikte, yabancı bir memlekette aptal, günahkâr, cahil, kötü ahlâklı, çir­kin tabiatlı bir kadının aşkına müptela olmuş bilgeye benzer. Kadın onu her zaman güzel yiyecekler, leziz içecekler, gösterişli elbiseler, görkemli ev ve düşük şehvetlerle birlikte ister. Bu bilge, ona olan aşırı sevgisi ve dostluğuna olan tutkunluğu yüzünden bütün ilgisini onun ihtiyaçlarını karşılamaya harcar ve onun işlerini görmeye büyük özen gösterir. Öyle ki kendi nefsini ve ihtiyaçlarını, içinden çıktığı beldesini, daha önce birlikte yaşadığı akrabalarını ve önceden sahip olduğu nimetleri bile unutur.

Ey saygılı ve merhametli kardeşim! Bil ki, nefis cevheri semâvî bir cevher ve âlemi ruhânî bir âlemdir. O bizzat diri olup yemeye, içmeye, giyinmeye, eve ve bedenin varlığını devam ettirmek ve bekasını sağlamak için muhtaç olduğu diğer şeylere ih­tiyaç duymaz. İnsanın ihtiyaç duyduğu bütün bu dünyevî arazlar, ancak bu değişen ve bozulan bedenden ve onun iyileştirilmesi, varlığının sürdürülmesi, göz açıp kapa­yıncaya kadar bile aynı halde sabit kalmayan yararın çekilip, zararın itilmesi gibi ga­yelerden dolayı vardır. Nefis, belli vakte kadar bedenle birlikte olduğu sürece bu be­denin işlerini görmeye yönelik çabaların ve mal, meta, eşya ve insanın dünya hayatı boyunca ihtiyaç duyduğu şeyleri edinme gibi üstlendiği zor işler ve yorucu sanatlar konusunda gösterdiği yüksek ilginin çokluğuyla bitkin düşer. O günahkâr ve aptal kadına aşkla tutulmuş olan bu bilgeye, ondan ve onun aşkı ve sevgisiyle oyalanmak­tan kurtulmadıkça nasıl rahat yoksa nefse de bu bedeni terk etmedikçe rahat yoktur.

Bölüm

Nefislerin İşi ve İşlediği Bir Cinayet Sebebiyle
Ruhlar Âleminden Çıkarılışına Dair

Ey kardeşim! Bil ki, tikel nefis ruhânî âlemden atıldığı, cinayet sebebiyle yüksek mertebesinden düştüğü, madde denizine battığı, beden dalgaları içine daldığı, “Üç kola ayrılmış gölgeye gidini”[124] denildiği ve dolayısıyla beden iskeletlerine battığı, ka­vuştuktan sonra ayrıldığı, birleştikten sonra koptuğu zaman, Allah Azze ve Celle’nin; “İnin oradan hepinizi”[125] ve “Oradan çıkarılacaksınız”[126] diye belirttiği gibi, o zaman rüzgârın şiddetlendiği, denizin çalkalandığı, dalgaların kabardığı, geminin kırıldığı, deniz ortasında battıkları, karanlık sulara daldıkları, ada ve sahillerin derinliklerin­de ve balıkların karınlarında birbirlerinden ayrı düştükleri sırada deniz yolculuğu yapan bir topluluğa dokunduğu gibi, ona da dehşet, korku ve musibetler dokunur. Nitekim gemi parçalandığında bu topluluktan her birinin, ya suda boğulmuş, ya do­lanmakta, ya odun veya ipe yapışmış ya da birbirlerinin omzuna binmiş olduğunu görürsün. Her biri, korkunun şiddetinden “nefsim, nefsim!” der, başkasını düşün­mez, kendisi dışında kimsenin kurtuluşunu istemez, kendisinden başkasıyla ilgilen­mez, orada daha önce olmuş hiçbir şeyi hatırlamaz. Nefislerin bu dünyadaki hâli, bedenlerle birlikte olmaları ve hayatın dertleri, açlık korkusu, susuzluk acısı, hastalık ağrıları, sıcak ve soğuk eziyeti, çıplaklık rezaleti, afet üzüntüleri, korkunçluklar, telef, hasret ve keder musibetleri gibi belalar da böyledir.

Bu sıkıntı ve musibetlerden dolayı âlemi, başlangıcı ve sonuyla ilgili hiçbir şeyi hatırlamaz olur. Nitekim şanı yüce olan Allah şöyle demiştir: “Kendilerine öğüt veril­diği zaman öğüt almıyorlar''[127] [128]

Ey kardeşim! Bil ki, nefis gaflet ve cehalet uykusundan uyandığı, zatını gördüğü, cevherini bildiği, cisimler âlemindeki yabancılığını, sıkıntısını, heyûla denizine batı­şını, doğal şehvetlere esir düşmesini hissettiği, kendi âlemini incelediği, nimetlerinin bedensel bazlardan üstün olduğunun anlaşıldığı, âlemin esinti ve güzel kokusuyla estiği, oraya özlem duyduğu, bu âlemdeki oluşa meylettiği, bedenlerle birlikte ol­maktan nefret ettiği, dünya nimetlerinden el etek çektiği ve bedenden ayrılış ve ci­simler karanlığından çıkış demek olan ölümü temenni ettiği zaman onun durumu, sabahın aydınlığıyla birlikte zindanlardan çıkan ve bu âlemi içindekilerle birlikte bir defada seyreden bir topluluğun durumu gibidir.

Basiretsiz nefislerin durumu ise gündüzün aydınlığı, gecenin karanlığı da olsa kendileri için fark etmeyen körlerin durumuna benzer.

Bil ki, nefis zatını fark etmediği, cevherini, başlangıcını ve sonunu bilmediği, ya­bancılığını ve bu dünyadaki sıkıntı ve belayı hissetmediği zaman, onun için öğre­nimde araştırma ve çalışma, temyiz, akıl, doğru duyular, değerlendirme, kontrol ve açıklama mümkün olduğu müddetçe ölene dek körlük devam ettiği için çalışmaz. O, ölümden sonra gittiği yol bakımından daha kör ve daha sapıktır. Nitekim Allah şöyle zikretmiştir: “Kim bu dünyada körlük ettiyse ahirette de kördür, yolunu daha da şaşırmıştır”36 Ey kardeşim! Allah seni, bizi ve tüm kardeşlerimizi bu sıfattan koru­sun. O çok seven, şefkat gösteren ve merhamet edendir.

Bölüm

Ey Kardeşim! Bil ki, biz edeplerin çeşitleri, ilimlerin acayiplikleri ve hikmetle­rin ilginçlikleri hakkında elli bir risâle meydana getirdik. Her biri bir çeşit giriş, mukaddime ve örnek gibidir. Kardeşlerimiz onları düşündüklerinde, mezhebimize (Şiamıza) mensup olanlar onların okunuşunu duyduklarında, bazı manalarını an­ladıklarında, Allah’ın ilminin hazinedarları ve nübüvvet ilminin vârisleri olmaları sebebiyle Peygamber (sav)’in ehlibeyti nin üstünlüğüne dair ikrar ettikleri şeyin ha­kikatini bildiklerinde, inanan ve onun Rablerinden bir hak olduğunu bilen bir top­luluk için, nefislerindeki ayetler sebebiyle ufuklarda o ehlibeyt hakkında inandıkları ilim, bilgi, anlayış, temyiz ve basiretin tasdiki onlar için ortaya çıkar. Onlar, muha­liflerin peygamberlerin (as) kitapları hakkındaki yorumlarına ihtiyaç duymasınlar diye bu böyle olmuştur. Kardeşlerimiz, yanlarında bir kabul edici ve mucitle birlikte bir meclise geldiklerinde onun kendilerinde şu konuşmayı yapması gerekir:

Ey kardeşler! Allah sizi ve bizi Kendinden bir ruh ile desteklesin, sizi hakka yö­neltsin, onun tâbilerinden kılsın, size iyilik yolunu kolaylaştırsın, sizi kendi ehlinin bilgisine ulaştırsın, kötülükten korusun, kötülerle dost olmaktan uzak tutsun, sizi şeytana kanmaktan, sultanın zulmünden, zamanın afet ve felaketlerinden korusun, sizi kardeşlerin nasihatini kabule muvaffak etsin! O, seven ve ihsan edendir.

Biliniz ki, her devletin başladığı bir vakti, yükseldiği bir gayesi ve ulaştığı bir sınırı vardır. En yüksek gayesine ve en son sınırına ulaşınca çöküş ve gerilemeye yüz tutar, halkı arasında uğursuzluk ve hayal kırıklığı baş gösterir; diğerinde kuvvet, zindelik, gelişme ve büyüme görülür. Her gün ilk ve önceki güçten düşecek, yeni ve sonraki kökleşecek şekilde birinin güçlenmesini, ötekinin de zayıflamasını sağlar. Buna ör­nek, zamanın hükümlerinin geçerliliğidir. Şöyle ki, bütün zamanın yarısı aydınlık gündüz, yarısı karanlık gecedir. Aynı şekilde yarısı sıcak yaz, yarısı soğuk kıştır. O ikisi ardı ardına gelip giderler. Biri gittiğinde diğeri geri döner. Bazen biri artar, di­ğeri eksilir. Biri eksildiğinde de diğeri artar. O ikisi gayelerine ulaşınca artış yönünde zirveye çıkanda eksilme; eksiklik yönünde zirveye çıkanda ise artış başlar. Bu böyle devam eder. Miktarlarında eşitlik sağlanıncaya kadar bu onların âdetidir. Onlar, art­ma ve eksilme şeklindeki amaçlarına ulaşana dek kendi hâllerini aşarlar. Onlardan biri artış yönünde zirveye çıkınca gücü ortaya çıkar, âlemdeki eylemleri artarken; zıddının gücü zayıflar ve eylemleri azalır.

Zamanın halkının hayır ve şer devletlerindeki hükmü de böyledir. Âlemde kuv­vet, devlet ve eylemlerin ortaya çıkışı bazen iyiler için, bazen de kötüler için geçerli olur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “İşte günleri insanlar arasında döndü­rür dururuz”[129]

Ey kardeşler! Allah sizi ve bizi Kendinden bir ruh ile desteklesin! Kötülerin gücünün zirveye çıktığını ve bu zamanda âlemdeki eylemlerinin arttığını görürsünüz. Artış yönündeki yükselişten sonra ancak çöküş ve gerileme vardır.

Bil ki, krallık ve devlet, her devir, dönem, çağ ve zamanda bir ümmetten diğer ümmete, bir hanedandan diğer hanedana, bir ülkeden diğer ülkeye geçer.

Biliniz ki, iyilerin devleti, başlangıcında hayırlı, erdemli, bir ülkede toplanmış, aynı görüş, aynı din ve aynı mezhepte ittifak etmiş topluluklarla başlar. Onlar, yar­dımlaşacaklarına, birbirlerini terk etmeyeceklerine, birbirlerini desteklemekten vaz­geçmeyeceklerine, bütün işlerinde tek bir adam gibi, tüm tedbirlerinde, yöneldik­leri dini destekleme ve ahireti arama faaliyetlerinde tek bir nefis gibi olacaklarına, Allah’ın rahmet ve rızasından başka bir şeye inanmayacaklarına dair söz verirler.

Ey kardeşler! Size haber verdiklerimizi müjdeleyin, size olan yardımında Allah’a güvenin. Eğer çok gayret gösterirseniz, Allah’ın buyurduğu gibi, “Bizim uğrumuz­da cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza i/eteceğiz.”[130], “Şüphesiz ki Allah, kendi dinine yardım edene mutlaka yardım eder.[131], “Şüphesiz Allah taraftarları galiplerin ta kendileridir!'[132]

Bölüm

Valiler ve Kâtiplerle Konuşma Hakkında

Ey kardeş! Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, bizim ülkelere dağılmış insanların en faziletlisi, iyi ve erdemli kardeşlerimiz ve arkadaşla­rımız vardır. Onların bir kısmı kralların, beylerin, vezirlerin, valilerin ve kâtiplerin çocuklarıdır. Bir kısmı aristokratların, ileri gelenlerin ve tüccarların çocuklarıdır, bir kısmı âlimlerin, edebiyatçıların, fakihlerin, din hizmetkârlarının çocuklarıdır. Bir kısmı da sanatkârların, mutasarrıfların ve mütevellilerin çocuklarıdır. Biz topluluk­ların her birisine bizi temsilen, şefkat, merhamet ve nezaketle öğüt vermek suretiyle hizmet etmesi ve kardeşlerine onları yüce Allah’a, peygamberlerin getirdiği şeylere, velilerin din ve dünya işlerini ıslah etmede işaret ettiği vahye ve tevile davet etmek suretiyle yardımcı olması için, bizim basiret ve bilgisine güvendiğimiz bir kardeşi­mizi vekil tayin ettik. Ey merhametli kardeşim! -Allah seni ve bizi kendisinden bir ruhla desteklesinBiz seni onlara yardım etmen için seçtik ve onlara Allah’ın sana verdiği akıl, kavrayış, temyiz, nefis duruluğu ve cevher saflığı gibi üstünlükle kardeş­lerine yardımcı etmek ve desteklemek üzere katılmandan hoşnut olduk. Çünkü se­nin cevherin onların cevherinden; senin nefsin onların nefsindendir. Onların iyiliği senin iyiliğindir.

Allah’ın bereketi ve güzel başarıya ulaştırmasıyla kardeşlerimizden birine git ve meclisinde onunla baş başa nezaketle ve güzel bir şekilde ilişki kur. Ona bizden se­lam söyle. Onu kardeşlerin kolay bir nasihatiyle müjdele ve onun kardeşlik sevgi ve dostluğuna olan şiddetli iştiyakımızı haber ver! Allah onu, bizi ve ülkelerde bulunan tüm kardeşlerimizi doğruya ulaştırsın. O, kerim ve cömerttir.

Sonra ona bu hutbeyi oku, manalarını anlat, özünü ve maksadını kavrat. Sonra bize ona ne cevap verdiğini söyle! Allah ikinizi ve tüm kardeşlerimizi doğruya ilet­sin. Ona de ki: “Ey kardeşim! Bize, hizmetinde bulunduğun, emrinde çalıştığın ve yüksek otoritesine bağlı olduğun bu arkadaşından bahset! Şu anda onun içinde bu­lunduğun durumda, daha önce başkasının olduğunu, izzet ve otoritesinin kayboldu­ğunu ve yardımcılarının etrafından dağıldığını biliyor musun? İçinde bulunduğu bu durumun devam mı edeceğini, yoksa bir gün kesinlikle ortadan kalkıp, kendisinden önce bu konumda olan kimsede olduğu gibi, başka bir şeye dönüşeceğini biliyor musun? Ondan sonra gelip yerine geçen kimseyle nasıl bir ilişkinin olacağını biliyor musun?”

Bu dünyanın ve işlerinin insanlar arasında peş peşe değişen devletler ve nöbetler olduğunu anladın.

Bölüm

Krallar ve Sultanlarla Konuşma Hakkında

Ey kardeşim! Seni içinde yüce Allah’a yakınlık, dine yardım ve kardeşlere na­sihat bulunan bir görev için seçtik. Seni seçtiğimiz işe güven, Allah’ın bereketi ve güzel başarıya ulaştırmasıyla yardım ve desteğine güvenerek, insanlar içinde erdemli ve değerli kardeşlerimizden birine git ve ona nezaket ve incelikle ulaş. Meclisi boş, meşguliyetten uzak, ruhu güzel bir hâldeyken onunla buluş ve ona âlimlerin, din hizmetkârlarının, fakihlerin, tacirlerin ve zenginlerin felsefi ilimler, şeriat hüküm­leri, geometri ve astronomi gibi matematiksel ilimler, tıp, feraset, yönetim ve siyaset öğrenen çocuklarının oluşturduğu erdemli kardeşlerine ve samimî dostlarına se­lam söyle. Sana öğrettiğimiz sırları, dine yardım ve ülkelerin fethi gibi gerçekleşen emelleri ve kullara iyilik gibi elinde olup da asırların rehberlerinin haber verdiği ve imtihan tanıklarının işaret ettiği şeyleri ona müjdele. Üzerinde düşünmesi için ona bu belgeyi sun! Ona, seni kendisine, sahip oldukları akıl, güzel ahlâk, adap, ülfet, it­tifak, din konusunda inandıkları güzel görüş ve dünya konusunda uyguladıkları gü­zel muamele sebebiyle gönderen bu şehrin sakini olan kardeşlerinin içinde baş başa oturdukları, ilimleri müzakere ettikleri, sırlar hakkında konuştukları, işlerin gizli yönlerini araştırdıkları bir meclislerinin olduğunu haber ver. Onlar, günün birinde dönemin hadiselerini, zamanın değişikliklerini, felaketlerini ve asırların rehberleri­nin işaret ettiği dini şeriatlardaki değişiklikleri, krallık ve devletlerin bir toplumdan diğerine, bir ülkeden diğer ülkeye, bir hanedandan diğer hanedana geçişini müzake­re eder. Böylece onların görüşleri bir araya gelir, âlemde yakın bir varlığın, içinde din ve dünya iyiliği olan ilginç bir olayın (oluşun/varlığın) bulunduğu konusunda ittifak eder. Bu iyilik bir krallıkta kralın yenilenmesi ve devletin bir ümmetten diğerine geç­mesidir. Bunun açık delil ve işaretleri vardır. Dediler ki: “Biz onları zihinlerimizin sakinliği, işlerdeki tecrübeler, zamanın geçen olayları, zecr, fal, kehanet ve ferasetle bilinen şeyler hakkındaki değişimleri itibarıyla ve hareket eden yıldızların delilleri ve onun gerçekleşmesinden önce ona delalet eden rüyalar yoluyla öğrendik. Sıfatla­rıyla emir sahibini, bu olayın, din ve dünya hakkında istediğimiz iyiliğin meydana geleceği yılı ve ayı öğrenmek için belirttiğimiz ve işaret ettiğimiz bu yönleri dikkate aldık. (Yüce Allah şöyle buyurmuştur): “Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir”[133] [134] “Fakat insanların çoğu bilmezler’’4'1 Biz bu hatırlatmayla ancak yüce Allah’a yakın­lık kurmayı, dine yardım etmeyi, kardeşlere saygı göstermeyi emir sahibine nasihat etmeyi, öncekiler içinde doğru makamlı ve sonrakiler içinde doğru sözlü olmayı amaçladık.”

Ona ait bu hatırlatmayı kabul eder ve onun nefsi işaret ettiğimiz bu şeye yönelirse istediğimiz şey zaten budur. Tereddüt eder ve: “Dediklerinin işareti, iddia ettikleri söz ve görüşün tasdiki nedir?” derse şöyle deriz: “Bizim açık delil ve burhanlarımız, ilimler hakkında bizim gibi düşünen, işleri bizim gibi değerlendiren ve bilgileri bi­zim gibi düşünen kimselerin bildiği işaret ve kanıtlarımız var. Eğer erdemli ve kıy­metli kardeşimiz isterse söylediklerimizin hakikatini anlamak ve emrettiklerimizi tasdik edebilmek için bize güvendiği kimselerden, eminlerden, türümüzün fertle­rinden, ilim ve bilgilerde bize benzeyen, söylediklerimiz hakkında bizimle tartışan ve işaret ettiğimiz konularda bizimle münazara eden birini göndersin. Allah doğruya ulaştırandır.”

Bölüm

Nefisten Habersiz ve Onun Cevherine İlişkin
Bilgiye İtiraz Eden İlim Ehliyle Konuşma Hakkında

Ey kardeşim! Bize haber ver. Sen uzun, geniş ve derin beden, yani et, kemik, sinir ve damarlardan, tamamı topraksı, karanlık, katı, değişen ve bozulan cisimler olan kan, balgam ve iki safranın oluşturduğu dört karışımından meydana gelen bedenle birlikte bundan daha üstün olan başka bir cevher olduğunu kesin olarak biliyor mu­sun? O, ruhânî, basit, canlı, semâvî ve saydam bir cevher olan nefistir. O, bu bedeni hareket ettirir, yönetir ve görünür kılar. Onun eylemleri, sözleri ve bilgileri bununla gerçekleşir. Yahut sen şöyle dersin: “Ortada bu görülür, duyulur, değişen, bozulan, dönüşen ve yok olan bedenden başka bir şey yoktur. Ona sıcak dokunursa erir, soğuk dokunursa donar, uyursa duyuları işlevsiz hâle gelir, uyanırsa varlığını hissetmez, taşınırsa nerede olduğunu bilmez, bırakılırsa hareket etmez, hareket ettirilirse ken­disini hissetmez ve bilmez, su verilmezse susuzluktan kurur, yemek verilmezse zayıf düşer, yemek verilirse kan, irin, idrar ve dışkıyla dolar. Sanki o dışı sıvalı, içi pislik­lerle dolu bir şey gibidir. Ölürse kokar, defnedilmezse kurda kuşa yem olur. Yaşarsa acı çeker ve mutsuz olur.”

Bu sağlam işleri ve insanın elinde ortaya çıkan değişik sanatları yapan bu failin tek başına şu beden olduğunu mu sanıyorsun? Şu değişik dillerle konuşan, şu çeşitli sözleri söyleyen geçmiş zamanda meydana gelen işleri haber veren, görünmez yer­lerde bulunan şeyleri bilen, gelecek zamanlarda olacak hadiseleri bildiren ve sayı cev­herleri, geometrik şekilleri, seslerin ahengi, bedenlerin ameliyatı, feleklerin terkibi, yıldızların hareketleri, burçların nitelikleri ve unsurların tabiatlarının hesaplanması, madenlerin cevherleri, bitkilerin faydaları ve hayvanlardaki farklılık gibi ilimlerin ilginçliklerini ortaya çıkaran tek başına bu beden midir? Varlıkların hakikatine dair bilgisi olmayan kimsenin iddia ettiği gibi bu ilimler, görüşler ve erdemler bedenin mizacına nispet edilir. Mizaç bir araz ve belirttiğimiz bu şeylerden birisi iken bun­lar nasıl olur da bedenin mizacından kaynaklanabilir? Bu sözü söyleyen doğrudan uzaklaşmış, bu görüşe inanan kimse şeylerin hakikatini bilmeye gözünü kapamış­tır. Ona arız olan ilk gaflet, nefsinin cevherini bilmemesi ve zatını bilme yönündeki araştırmayı terk etmesidir. Buna rağmen en büyük bela, onun ilimlerde başkan oldu­ğunu, şeylerin hakikatlerini, din sahiplerinin doğru sözlerini, bilgilerin en üstünü, ilimlerin en kesini, sırların en incesi olan şanı yüce yaratıcının sıfatlarını bildiğini iddia etmesidir. Bütün bunlara rağmen o kendi nefsinin hakikatini dahi bilmez. Hâl böyle iken, onun görüşüne nasıl güvenilir ve iddia ettiği ilimle, duyularına ve aklına uzak olup da haber verdiği işler hakkındaki söyledikleri nasıl doğrulanabilir?

Ey saygılı ve merhametli kardeşim! Eğer bu bedenle birlikte ondan daha üstün cevherin olduğunu ve bu fiil, söz, ilim ve faziletlerin ona nispet edildiğini, ondan kaynaklandığını ve bu şeyleri bedende ortaya çıkardığını kabul ediyorsan doğruyu söylemiş, hakkı dile getirmiş ve âdil bir cevap vermiş olursun. Öyleyse bize bu cev­herden haber ver: Onun ne olduğu, bu bedenle kendi isteğiyle mi, yoksa mecbur kaldığı için mi beraber olduğu bilinebilir mi? Bedenden ayrıldığı zaman nereye gi­der? Ben bilmiyorum diyebilir misin? Şöyle diyerek nefsinin bu kadar bilgiyi bilme­mesinden memnun olur musun: “Bu bilgiyi bilmek insanın gücü dâhilinde değildir. Senin de içinde olduğun âlimler, Allah’ı bilmenin her akıl sahibine vacip olduğunu kabul ederlerken bu sözü nasıl söyleyebilirsin? Kul daha kendi nefsini bilmezken onun Rabbini bildiğinden nasıl bahsedilebilir?”

Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Kendini bilen Rabbini bilir. Kendisini en iyi bileniniz Rabbini en iyi bilendir” Sen, kendini bilmeden Rabbini bil­diğini nasıl söyleyebilirsin? Allah (cc) dedi ki: “Ogün insan kendi aleyhine şahittir”[135] Yine dedi ki: “Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi”[136] Yine dedi ki: “Kendi nefislerinizde birçok alametler vardır. Hâlâ görmüyor musunuz?”[137] Yine dedi ki: “Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter”[138] [139] Yine dedi ki: “Rabbimin merha­met ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder”44 Yine dedi ki: “Ogün her nefis gelir, kendi kendisiyle mücadele eder”[140] Yine dedi ki: “Ey huzur içinde olan nefisi Sen O'ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön'.”[141]

Ey kardeşim! Sen insan nefsinin kendisine her şeyden daha yakın olduğunu bili­yorsun. Böyleyken sen nasıl insanın kendisi dışındaki duyular ve aklına uzak şeyleri bildiği hâlde nefsini bilemeyeceğini söyleyebilirsin?

Ey kardeşim! Bil ki, insanların çoğu, nefis ilmi hakkında düşünmeyi, araştırma­yı, arif olan bilginlere onun bilgisini sormayı terk etmeleri, nefislerine önem ver­meleri ve heyûla denizinden, bedenler çukurundan ve tabiat esaretinden kurtulma ve vücutların karanlığından çıkma isteğini azaltmaları, bu dünyada ebedî kalmaya, cismânî şehvetlere dalmaya, bedensel zevklerle aldanmaya, doğal ve duyusal şeylerle yakınlık kurmaya aşırı meyletmeleri, nebevi kitaplarda anlatılan cennet nimetlerin­den ve felekler âlemindeki rahatlık ve mutluluktan gafil olmaları, peygamberlerin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bildirdiklerini ve ince mana ve sırlarıyla ilgili tasvirlerin sınırlı olmasından dolayı bilge filozofların işaret ettiklerini yeterince tasdik etmedikleri için onlara il­gilerinin az olması sebebiyle nefislerine dair bilgiyi unuttular. Böylece gayretleri ta­mamen bu değişen bedene yöneldi ve bütün çabalarını mal, yiyecek, içecek, elbise, binek ve evlilik gibi dünya maişeti elde etmeye adadılar. Nefislerini bedenlerinin kulu, bedenlerini nefislerinin efendisi hâline getirdiler. İnsanlığı tanrılığa, karanlı­ğı aydınlığa, şeytanları meleklere egemen kıldılar; İblis’in tarafından ve Rahmanın düşmanlarından oldular.

Ey kardeşim! Nefsine bakabilir, onun iyiliği için çalışabilir, kurtuluşunu isteyebi­lir, zincirlerini çözebilir, heyûlaya dalmaktan, tabiata ve bedenlerin karanlığına esir olmaktan kurtulabilir, yüklerini hafifletebilir misin? Bunlar, nefislerin göğe yüksel­mesini, melekler zümresine girmesini, ruhânî felekler âleminde seyahat etmesini, cennet mertebelerine çıkmasını ve Kur anda bahsedilen o huzur ve mutluluğu tenef­füs etmesini engelleyen sebeplerdir. Bunları ancak senin kendileriyle birlikte kurtul­manı ısrarla isteyen samimî arkadaşlarınla, değerli kardeşlerinle, kıymetli dostların­la konuşmayı arzulayarak yapabilirsin. Onlar, senin kendi yol ve maksatlarını takip etmen, kendileriyle birlikte yürüyerek kurtulman, ahlâklarıyla süslenmen, sözlerini işitmen, inançlarını bilmen, ilimlerini düşünmen ve sırlarını, sana bildirdikleri nefis ilimlerini, hakikî arınma bilgilerini, ruhânî akledilirleri ve nefsanî duyulurları anla­man için nefislerini dünya ehline itaatten kurtarmışlar ve ahiret yurdunun nimetle­rini talep etmeyi uğraş hâline getirmişlerdir.

Ruhânî şehrimize girdiğinde, melekî hayat tarzımızı yaşadığında, temiz sünne­timizle amel ettiğinde ve yüce topluluğa bakmak ve alçak, karanlık, ağır, değişen, dönüşen, bozulan ve helak olan bedeninle değil de kalıcı, üstün, parlak, gizli ve şeffaf nefsinle mesutların hayatında olduğu gibi daima neşeli, mutlu ve sevinçli bir şekilde yaşamak için aklî şeriatımızı kavradığında, Allah seni ve bütün kardeşlerimizi doğ­ruya iletecek, rahmet ve ihsanıyla seni ve bizi barış yurduna ulaştıracaktır. Onun dilediğine gücü yeter.

Bölüm

Şiîlik Taslayanlarla Konuşma Hakkında

Ey saygılı ve merhametli kardeşim! Allah seni desteklesin! Allah, kardeşler ara­sında sevgiyi pekiştiren, bütün din ve dünya iyilikleri konusunda arkadaşların özel­liklerini bir araya getiren çeşitli sebepler ve hasletlerde seninle aramızı birleştirsin! Öncelikle, kim bunları düşünür ve Allah’ın sana lütfettiği nimetleri ve verdiği ihsan­ları büyük bir doğrulukla Onun tahsis ettiği akıl, anlayış ve ayırt etme gücü(temyiz) sayesinde bilirse, bu işte kardeşler arasında sevgiyi pekiştiren haslet ve sebeplerden biri, sebeplerin en sağlamı olan İslâm dinidir. Çünkü o, dindarların bağlandığı en iyi din, Allah’a yönelenlerin mensup olduğu en üstün yoldur. O, Peygamberimiz Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) dininde ve öncekilerin kitaplarını denetlediği kitabın ve pey­gamberlerin koyduğu en dengeli sünnet olan şeriat sünnetinin bilgisinde uyulan ör­nektir.

Ey saygılı ve merhametli kardeşim! Bizi ve seni bir araya getiren şeylerden biri de Peygamberimizin (as) temiz Ehlibeytinin sevgisi, müminlerin emiri ve vasilerin en hayırlısı olan Ali b. Ebû Talib’in velâyetidir (Allah’ın duası hepsinin üzerine ol­sun). Seni ve bizi bir araya getiren şeylerden biri de, edebe saygılı olmak ve sıradan insanlar (avam) arasından ayrılmaktır. O, yolunda yürüdüğümüz ve kendisine işaret ettiğimiz şeyin temelidir.

Bizi ve seni bir araya getiren şeylerden bazıları da güzel huylar, övülen davranışlar, nefis hürriyeti, nefis cevherinin saflığı, bizi seninle mektuplaşmaya sevk eden hususlar ve karşılanan iş konusunda senin için yarar umduğumuz şeylerdir. Allah seni, bizi ve bulundukları ülkelerde tüm kardeşlerimizi desteklesin! Sana, kardeşle­rimiz içinde basiretinden memnun olduğumuz, din ve ahlâkında yolunu övdüğü­müz bir kardeşimizi gönderdik. Allah seni desteklesin! Sen onun hakkını, yükümlü olduğun saygıyı, mecliste tek başınayken ve kalbin boş iken sana ulaşmasını bilir­sin, söylediklerinde ona yönelirsin ve mezhebimizi, din ve dünya işleri konusundaki inancımızı anlamak için ondan sana öğrettiğimiz sırları ve ona işaret ettiğimiz bil­giyi dinlersin. Sözlerimizi işittiğinde, manalarını anladığında, hakikatlerini kavra­dığında ve onları aklınla düşünüp basiretinle temyiz ettiğinde sana işaret ettiğimiz ve inancın konusunda sorduğumuz şeyler hakkındaki görüşünü hükmün ve hakkın gerektirdiği şeylerden utanmadan, çekinmeden ve korkmadan dürüstçe ifade ettin. Allah seni ve bulundukları her yerde bütün kardeşlerimizi doğruya ulaştırsın, ken­dinden bir ruhla desteklesin!

Bölüm

Ey kardeşim! Allah seni desteklesin! Bil ki, insanların felsefeyle uğraşan ve şey­lerin hakikatlerini araştıranların çoğu, peygamberlerin (as) kitaplarının sırlarını zi­hinlerinin kavrayış kusuru yüzünden onları araştırmayı terk etmeleri ve üzerinde düşünmekten vazgeçmeleri sebebiyle unuttular. Çünkü onların manaları göklerin halkı ve feleklerin sakini yüce topluluk olan meleklerden alınmıştır. Değerli karde­şim! Seni dünya hayatının dış yüzünü bilenler arasında olmaktan Allah’a sığınmaya davet ediyorum. Onlar ahiretten gafildirler ve Aziz ve Çelil olan Allah kitabında onları şöyle yermiştir: “Onlar Kur an ı düşünmüyorlar mi? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitleri mi var?"51 Yine dedi ki: “Onlar sağır, dilsiz ve kördürler, artık dönmezler”[142] [143] Bir düşünsene; onlar sesleri işitmediler mi, renkleri görmediler mi, yaşam işlerini düşünemediler mi? Aksine onlar, risâlelerimizde değindiğimiz ve -Allah kendilerini güçlendirsinbulundukları ülkelerde kardeşlerimizi davet ettiğimiz nebevi kitaplar­daki bu manaları anlamadılar. O, peygamberlerin dini ve Allah’ın kitabındaki gizli ve temizlerden başkasının dokunamadığı sırları koruyan Rabbânîler ve âlimlerin mez­hebidir. Onlar, Allah’ın kendilerinden kiri giderip tertemiz kıldığı Ehlibeyt’tir. Ey kardeşim! Allah seni ve bulundukları her ülkede bütün kardeşlerimizi doğruya, hak inanca, salih amele ve rabbani bilgilere ulaştırsın. O, kullarına karşı kerim, cömert ve lütufkârdır.

Allah'a Davet Risalesi bitti.

Bunu Ruhânîlerin Hâllerinin Niteliği Hakkındaki Risâle takip etmektedir.



[1] Bakara, 2/285.

[2] Bakara, 2/214; Âl-iİmrân, 3/142.

[3] Mâ’ide, 5/23.

[4] Furkân, 25/58.

[5] Ahzâb, 33/21.

[6] Mümin, 40/65.

[7] Zümer, 39/2.

[8] Nemi, 27/62.

[9] Nahl, 16/127.

[10] Âl-i İmrân, 3/200.

[11] Fetih, 48/12.

[12] Beyyine, 98/8.

[13] Mâ ide, 5/28-29.

[14] Tâhâ, 20/72.

[15] Tâhâ, 20/73.

[16] Bakara, 2/137.

[17] Nisâ, 4/104.

[18] Secde, 32/17.

[19] Zümer, 39/10.

[20] Nahl, 16/50.

[21] Fâtır, 35/28.

[22] Hadîd 57/19.

[23] Ra’d, 13/17.

[24] Aynı ayet..

[25] Aynı ayet.

[26] Aynı ayet.

[27] Aynı ayet.

[28] Aynı ayet.

[29] İbrahim, 14/24.

[30] Secde, 32/17.

[31] Nemi, 27/40.

[32] Kasas, 28/78.

[33] Bakara, 2/156.

[34] Hac, 22/11.

[35] Duha, 93/4.

[36] A’lâ, 87/16-17.

[37] Şura, 42/51.

[38] Fetih, 48/27.

[39] Yûsuf, 12/100.

[40] Saffât, 37/102.

[41] Nûr, 24/40.

se. Fecr, 89/27-30.

[43] Hûd, 11/27.

' Araf, 7/75. Kuranda bu ifade Musa (as) ile ilgili değil, Salih (as) ile ilgili olarak geçer, (ç.n.)

[44] Aynı ayet.

[45] İsrâ, 17/90-93.

[46] Mutaffıfın, 83/29-32.

[47] Bakara, 2/102.

[48] Nisa, 4/143.

[49] Ankebût, 29/8.

[50] Mü’minûn, 23/115.

[51] Ankebût, 29/5.

[52] Ankebût, 29/23.

[53] Mutaffifin, 83/15

[54] Ra d, 13/23.

[55] Nahl, 16/32.

[56] Sebe, 34/54.

[57] Enam, 6/27.

[58] Araf, 7/40.

[59] Mümin, 40/46.

[60] Enam, 6/112.

[61] Araf, 7/38.

[62] Âl-iİmrân, 3/169.

[63] Bakara, 2/154.

[64] Araf, 7/175-177.

[65] Naziât, 79/40-41.

83. Hûd, 11/108.

84. Hûd, 11/106-107.

85. Nisa, 4/165.

86. Araf, 7/201.

87. Tûr, 52/21.

88. Saffât, 37/164-166.

[68] İsrâ, 17/57.

[69] Bakara, 2/62.

91. Nisa, 4/165.

[71] Çeviri: Yrd. Doç. Dr. Salih Aydın, Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

[72] Nemi, 27/59.

3. Mâ’ide, 5/2.

4. Enfâl, 8/46.

5. Âl-i İmrân, 3/103.

6. Mümtehine, 60/4.

7. Mümtehine, 60/13.

[75] Enfâl, 8/37.

[76] Zümer, 39/61.

[77] Entâl, 8/42.

[78] Fussilet, 41/46.

[79] Nisa, 4/69.

[80] Tevbe, 9/72.

[81] Hucurât, 49/14.

[82] Hucurât, 49/17.

[83] Nisa, 4/145.

[84] Mümtehine, 60/13.

[85] Tevbe, 9/71.

[86] Mümtehine, 60/13.

[87] Mutaffıfın, 83/30.

[88] Bakara, 2/171.

[89] Enam, 6/153.

23.Hicr, 15/44.

[91] Vakıa, 56/89-94.

[92] Çeviri: Doç. Dr. Mehmet Vural, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Fakültesi Felsefe Bölümü Öğre­tim Üyesi.

[93] Nemi. 27/59.

[94] Kehf, 18/13.

[95] Enbiyâ, 21/60.

[96] Kehf, 18/62.

[97] Muhammed, 47/7.

[98] Âl-i İmrân, 3/68.

[99] Merv, ateş çıkan parlak beyaz taş veya en sert taş; onunla güç ve iyilik kinaye edilir.

[100] Mâ’ide, 5/56.

ll.Tâhâ, 20/120.

[102] Araf, 7/22.

[103] Bakara, 2/36.

[104] Araf, 7/25.

[105] Zümer, 39/75. Bu ayetin metinde verilen, fakat mele-i a lâya sıfat olarak yazılamadığı için yu­karıya almadığımız kısmı şöyledir: “Aralarında hak ile hüküm verilir ve âlemlerin Rabbi Allaha hamd olsun denir.”

16. Duhân, 44/57.

17.Nûr, 24/59.

[108] Kasas, 28/14.

[109] Ahkâf, 46/15.

2O.Fecr, 89/27-28.

[111] Şu’arâ, 26/85.

[112] Yûsuf, 12/101.

[113] İbrahim, 14/4.

[114] Nahl, 16/22.

[115] Nahl, 16/62.

[116] Bakara, 2/35.

27.Mümin, 40/46.

[118] Mü’minûn, 23/100.

[119] Hûd, 11/108.

[120] Rûm, 30/56.

[121] Mü’minûn, 23/114.

[122] Şûrâ, 42/13.

[123] Ma ide, 5/48.

[124] Mürselât, 77/30.

[125] Bakara, 2/38.

[126] A’râf, 7/25.

[127] Sâffât, 37/13.

[128] İsrâ, 17/72.

[129] Âl-i İmrân, 3/140.

[130] Ankebût, 29/69.

[131] Hac, 22/40.

[132] Ma ide, 5/56.

[133] Talâk, 65/3.

[134] Sebe’, 34/28.

[135] Kıyâme, 75/15.

[136] Yâsin, 36/78.

[137] Zâriyât, 51/21.

[138] İsrâ, 17/14.

[139] Yûsuf, 12/53.

[140] Nahl, 16/111.

[141] Fecr, 89/27-28.

[142] Muhammed, 47/24.

[143] Bakara, 2/18. İhvân-ı Safâ metninde “görmezler” anlamında “la yubsirûn” kelimesi yazılmış bulunmakta, fakat ilgili ayette “dönmezler anlamında “la yerciûn” kelimesi yer almaktadır.


Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar

Yorumlar