Kadınların Çileli Hayatı 2
| |
İşaretler
ve Belirtiler
New
York’ta Greenwich Kasabası’ndaki Washington Meydanı Parkı’nda, 19. yüzyıl
Risorginıentosu’nun (İtalya'nın birleşmesi) İtalyan (bazen de New Yorklu)
kahramanı olan Giuseppe Garibaldi’nin bir heykeli durur. Bu heykelle ilgili
anlatılan eski bir fıkraya göre, Garibaldi, bu her daim kibar İtalyan, önünden
geçen her bakireyi kılıcını kaldırarak selamlayacaktır. Fıkranın neresi mi
komik? Kasabada yüz yıldır Garibaldi’nin selamladığı tek kadın bile
olmamıştır.
Garibaldi’nin
heykeli, sihirli bakire dedektörü olarak nam salan tek cansız nesne değildir.
Bir alay üniversite kampüsü de benzer üne sahip heykelleriyle böbürlenirler.
Sihirli bakire dedekıörleri her zaman çok gözde olmuştur. Efsaneler ve Ortaçağ
aşk hikâyeleri, içilen şeyi alttaki görünmez deliklerden sızdıran şaka
bardağıyla aynı numarayı yapan boynuzdan yapılmış sihirli kadeh gibi şeylerle
süslenmiştir. Ne zaman iffetsiz bir kadın böyle bir kadehten içmeye çalışsa
şarap kadının üstüne başına dökülür ve böylece kadının işlediği cinsel günahın
görünmez lekesi ortaya çıkmış olur. Bir zamanlar bir arkadaşım, 1980'lerde bir
üniversite partisinde başka bir öğrencinin oldukça ciddi bir şekilde
kendisine, bira şişesinin üzerindeki marka kâğıdını sadece bir bakirenin tek
parça halinde çıkarabileceğini söylediğini anlatmıştı. Benzer biçimde Floris ve
Blaunchefleur’ün Ortaçağdan kalma hikâyesi, Babil sultanına ait tılsımlı bir
pınarı anlatır. Hikâyeye göre, iffetsiz bir kadın bu pınarın suyuyla ellerini
yıkarsa su kan gibi kıpkırmızı akmaya başlar.
Bu
ve benzeri testler simgesel sihir ilkesine dayanır. Cansız bir nesne, bekâretin
ya da bekâret kaybının simgesi işlevini görür ve menzilde bir kadın bedeni
olduğunu bildiren bir ispiyoncu gibi görevini yapar. Garibaldi fallik kılıcını
kaldırdığında ya da bira şişesindeki marka, bir bakirenin himeninin olması
gerektiği gibi hiç bozulmamış bir durumda çıkarıldığında, simgeselliği hiç
düşünmeden anlarız. İffetsiz bir kız, pınarın kırmızı akan sulan tarafından ya
da boynuzdan yapılmış kadehin üstüne başına şarap dökmesiyle tespit edildiğinde,
bu kan kırmızısı lekenin ne olduğunu anında biliriz. Tek boynuzlu atın
sivri-boynuzlu kafasını bakire bir kızın yumuşak kucağına koymasının ne anlama
geldiğini ya da bu atı neden sadece bakirelerin dize getirebildiğini anlamak
için kimsenin sihre ihtiyacı yok. Bu testlerde bekâret doğanın güçlerine özgü
bir sihir türüdür.
Bakire
sihri esasen Hıristiyanlıktan önce gelir. Antik Yunan edebiyatında, kutsal
yılanların sadece bakirelerden hediye kabul ettiği ve bakire olmayan ellerin
sunduğu her şeye burun kıvırdığı örnekler buluruz. Persephone gibi mitolojik
bakireler ölüler diyarını ziyaret edebilecek güce sahiptir. Evadne, Leda ve
tabii ki Meryem (ya da Miryam) gibi bakire kadınlar Tan- n'nm çocuklarını
doğurmak üzere seçilmiştir. Hıristiyan şehitlerini anlatan efsanelerde,
bakireler her türlü işkenceye dayanabilir, olası tecavüzcüleri bir anda
durdurabilir, cinleri yenilgiye uğratabilir, anne-babalara, krallara ve hatta
Şeytan’a bile karşı koyabilirdi. Hıristiyanlığın Kilise tarafından Incil’e kabul
edilmeyen ve hepsine birden apokrif denilen kitaplarında, Sakime adlı bir
ebenin Bakire Meryem’in bekâretinden şüphe duyduğunu ve üzerinde bekâret testi
uygulamaya çalıştığında Meryem’in kutsal ve bakire vajinasının sihirli gücünün
ebenin elini çok fena bir şekilde yaktığını okuruz. Tekrar tekrar gördüğümüz
gibi, bakireler sihirli varlıklardır.
Sihri
sadece sihirle test etmeye çalışmamız anlamlı olur. Sihirli hikâyeler anlatan
Ortaçağ geçmişimize ait boynuzdan kadehler, tılsımlı pınarlar ve tek boynuzlu
atlar, bugünün bira markaları ve park heykellerinin uzaklan akrabalarıdır.
Amerika’nın güneyindeki kırsal bölgelerde yaşayan siyahi toplulukların bir
halk geleneğine göre, bir adam parmağının ucuyla kulağından biraz kulak kiri
aldıktan sonra parmağını kadının vulvasına bastırarak bir kadının bekâretini
test edebilir. Bu şekilde bir adamın kulak kirine manız kalmak kadının canını
yakar ve ağlamasına neden olursa, kadın bakiredir çünkü bir adamın bedeninden
çıkan herhangi bir salgı kadının bekâretini “yakma” gücüne sahiptir. Bu,
simgesel sihrin ve etkileşim sihrinin nasıl kullanıldığını gösteren harika bir
örnektir. Bunun yazı tura atmaktan daha doğru bir bekâret göstergesi olmadığı
gerçeğiyse sihirli bir şekilde konuyla ilgisiz görülür.
Cucullus
non Facit Monachum[1]
Kadınların
her an bekâretleri konusunda yalan söylemeye çalışabilecekleri olasılığına
karşı önlem almak için, birçok bekâret testi, ölçütlerinin taklit edilmesi
imkânsız değilse bile epey güç olduğu için seçilmiştir. Ama bu testlerin çoğundan
geçmek tamamıyla şansa kalmıştır. Özellikle de, kadının dış görünüşünü
bekâretin varlığı ya da yokluğunun kanıtı olarak gören testlerden.
Bunun,
adı kötüye çıkmış bir örneği, göğüs testidir. Galen ve Soranus’un zamanından bu
yana, hatta büyük olasılıkla bunun öncesinde de birçok yüzyıl boyunca,
göğüsler soyulur ve aksi ispatlanana kadar geçerli sayılan bekâret kanıtı
görevini görmeye zorlanırdı. Buna göre, “küçük, dolgun ve yumuşak göğüsler”,
20. yüzyılın başlarında bile, adli tıp literatüründe hâlâ bekâretin işareti
olarak görülüyordu. Bildiğimiz gibi ancak son elli yılda kolay ulaşılabilir
hale gelen estetik ameliyatın olmadığı o zamanlarda, bir kadının göğüslerinin
büyüklüğünü, şeklini ya da yapısını kasten değiştirmek için yapabileceği çok
az şey vardı. Hâlâ bir sürü kaynak, kadın göğsünü, bekâretin varlığı ya da
yokluğunun kanıtı olarak görür. Yukarıya doğru bakan göğüs uçlan, pembe,
solgun ve küçük göğüs uçları ve sarkmaya başlamamış göğüsler gibi özelliklerin
hepsinin bekâreti kanıtladığı farz ediliyordu. Göğüs uçlan aşağıya bakıyorsa,
koyu renkli ve fazla büyükse, göğüsler cılız ya da sarkık görünüyorsa, bunlann
suçlu bir cinsel geçmişi ele verdikleri söyleniyordu.
Bir
kadının kalem testini’ geçip geçememesi üzerine bekâret teşhisi yapılması
fikri, bugün en iyi ihtimalle komik, en kötü ihtimalle ise körü körüne kadın
düşmanı olarak görülür. Ama bugün kullanılan birçok gözde bekâret “kanıtı” da
bunlardan daha iyi olduğu söylenemeyecek ölçütlere dayanmaktadır.
İnsanlar
çoğu zaman, cinsel aktivitenin öyle ya da böyle bedeni gerçekten
değiştirdiğine inanmaya ne denli istekli olduklarını açıkça göstermişlerdir.
Mastürbasyonun körlük, sivilce, ya da avuç içinde kıl çıkması gibi şeylere yol
açtığı fikri bu kuramın bir yansımasıdır. Bekâret kaybının bir şekilde kadının
bakışlarında, oturup kalkmasında, göğüslerinin şeklinde ya da büyüklüğünde,
baseninin ya da kalçalarının kıvrımlarında görülebildiğini birilerinden
duyduğumuzda ya da kitaplarda okuduğumuzda, aslında hepimizin işittiği aynı
şeydir. Araştırmacı Kristin Haglund’un 2003’te yayımlanan araştırma raporunda
genç bir kadın, “Yani benim büyük bir popom ve basenim var diye, benim de seks
yaptığımı düşünüyorlar ama yapmıyorum; ailemde herkesin böyle,” diye
yakınmaktadır. Hag- iund bu kadına, dış görünüşe bakarak insanların cinsel
anlamda etkin olduğu fikrinin nereden çıkarıldığını sorduğunda, katılımcı
şöyle cevap verir: “Öyle diyorlar çünkü seks yaptığın zaman basenlerin genişler
ya da onun gibi bir şey olur.”
Dar
bir poponun ya da kıvırmadan cinselliği çağrıştırmayan bir şekilde yürümenin
bekâretin göstergesi sayılmasının, doğ-
1
20. yüzyılın
ortalarında çıkan kadın dergileri, göğüslerinin bu özelliklere uygun olup
olmadığını değerlendirmek isteyen okurlarına, göğüslerinin bir kalemi göğüs
kafesinin ortasında tutabilecek kadar sarkıp sarkmadığına bakmalarını tavsiye
ediyordu. Sadece göğüsleri kalemi tutamayıp düşüren bu testi “geçmiş"
sayılırdı.
ru
olmasa da kendisine göre bir mantığı vardır. Birinin bedeni ne kadar genç ve
çocuksu görünürse -dik, küçük, sıkı göğüsler, dar basenler ve fazla göze
çarpmayan kalçalar, ergenlik döneminin doruk noktasını daha yeni atlatmış
kızların özellikleridir-, insanların o kişinin bakire olduğunu düşünmesi ya da
buna inanması olasılığı da o kadar yükselir. Cinsel anlamda daha olgun görünen
bedenlerinse cinsel açıdan etkin olduğunun zannedilme olasılığı daha
yüksektir.
Birinin
dış görünüşüne, hatta nasıl giyindiğine bakarak cinsel konumuna dair bilgi
edinmeye çalışılması, 19. yüzyılda insanların yapılarını ve kişiliklerini
belirlemek için sözde bilim frenolojinin (kafatasının çeşitli bölgelerinin ve
kafanın dış hatlarının ölçülmesi) kullanılmasına olağanüstü bir benzerlik
gösterir. Frenoloji inancının geçmişte kalmış olmasına karşın bugün hâlâ insanların,
poposunun büyüklüğünden, yürüyüş şeklinden ya da dik göğüsleri ve dar kalçası
olduğu için ya da yakası mütevazı bir kıyafet tercih etliği için bir kadının
bakire olduğunu bilebileceklerine inanmasının örneklerini yaygın olarak
bulabilmemiz gerçekten de tuhaftır.
“Bakire
gibi görünmek" diye bir şey yoktur. İnsan ancak bir bakirenin nasıl
görünmesi gerektiğine dair kendi kültürünün varsaydığı şey gibi görünebilir. Bu
durumda bile kişinin başarısı genlerinin onunla işbirliği yapıp yapmamasına
bağlıdır. Geçmişte yaşayan insanların da dediği gibi, cucullus non facit
monadıum, yani “cüppe insanı rahip yapmaz”. Aynen bu yüzden, ne göğüsler,
ne kalçalar, ne kıyafetler ne de hareketler kişiyi bakire yapar.
Kimya
ve Çiş Kâhinleri
Bir
kadın “bakire gibi görünüyor” olsa bile, bu konuda kolay kolay ikna olmayanlar
vardır. Ortaçağ’ın sonlarından kalma De secıetis mulierum (Kadınların
Sırları Üzerine) adlı metnin yazarı bu kuşkuculardan biridir. Yazar, önce
bakirelerin tanınmasını sağlayacak "utanç, alçakgönüllülük, korku,
kusursuz yürüyüş ve konuşma”, “erkeklerin ve erkeklerin yaptıklarının
önünde
bakıştan yere çevirmek” gibi çeşitli özellikler saymış; ardından da dönüp,
“Bazı kadınlar o kadar akıllıdır ki...bu işaretlerle teşhis edilmeye karşı
nasıl direneceklerini iyi bilirler,” demiştir. Bir kadının bekâreti hakkında
daha kesin kanıt iste- yenlereyse bunu, kadının istese de değiştiremeyeceği bir
yerinde aramalarını öğüllemiştir: Çişinde.
Rönesans
döneminde bazen idrar muayenecileri olarak da bilinen, modem zaman öncesinin
çiş kâhinleri, bugün kullanılan idrar tahlili yöntemlerini kullanmazlardı.
Bunun yerine, hastalar çişlerini yaparken onları dinleyip seyreder, hastalara
iksirler ve bitkilerden kaynatılarak elde edilmiş sıvılar içirir ve bilgi
sağladığı varsayılan birçok koşulda idrarı incelerlerdi. 13. yüzyılda yaşayan
Saliceıolu William, bakireler “hafif bir ıslık sesi çıkararak idrarını yapar,”
diye yazar ve ona göre bakirelerin idrarını tamamlaması “gerçekte küçük bir
oğlan çocuğun- kinden daha uzun sürer.” Bu açıklama, kadının cinsel organları
henüz cinsel birleşmeyle açılmadığı için idrar akışının sıkıştırılmış bir
şekilde gerçekleştiğini ima etmektedir. De secretis mulierum üzerine
yazan bir yorumcu, bakirelerin idrarının vulvanın içerisinde, bakire olmayan
kadınlara göre daha yukarıda bulunan bir bölgeden geldiğini ileri sürer. Bu
da, tıp literatüründe, cinsel ilişkinin kadın anatomisini bir şekilde temelden
değiştirdiğini ima eden sayısız açıklamadan biridir.
Bu
dönemde, idrarın nasıl göründüğü de çok önemliydi. Bakirelerin idrarı duru,
pırıl pırıl ve kıvamı bakımından ince olurdu ve birçok kaynağa göre hiçbir
zaman bulanık ya da belirsiz olmazdı. En ideal durumda bakirelerin idrarı
renksiz olurdu. Altın sansı idrarın zevke duyulan iştahın göstergesi olduğuna
inanılırdı ve bu yüzden de doğal olarak istenilmezdi. Bazıları da bir kadın
bakire değilse idrarı bekletildiğinde, içindeki spermin bulanık bir tabaka
oluşturarak ayrı bir şekilde kavanozun dibine çökeceğine inanırdı.
İdrarın
bekâret testinde kullanılmasının bir başka örneği de, bir kadının özel yollarla
idrarını yapmaya zorlanıp zorlanamayacağının gözlenılenmesiydi. 13. yüzyıl
bilimcisi Albertus Magnus'un mineraller üzerine yazdığı incelemeye göre, bir
ka- din içinde oltutaşlan yıkanmış ve içine küçük oltutaşı sıyrıntıları
katılmış su içerse ve anında idrarını yaparsa bakire değildir. Başka
bilirkişiler de zambağın yapraklan ve erkek organı, kömür ve marul gibi çeşitli
maddelerin de aynı etkiye sahip olduğunu iddia etmiştir. Hatta marulun o kadar
etkili olduğu düşünülmüştür ki, kişinin bunu koklamasının bile yeteceği
söylenmiştir. Bir Rönesans yazan, “Bir marulu alıp kadının burnuna tutun,” diye
talimat verir ve eğer kadın bakire değilse, “hemen idrannı yapacaktır."
Uzun
Yolculuk
İdrarla
ilgili bir başka test de bedeni duman ya da buharla tütsüleyerek yapılırdı.
Tütsüleme buğunun, örneğin belli şifalı oı- lann dumanı, bedenin içine
verilmesiyle uygulanırdı. Bedenin çeşitli yerlerinin tütsülenmesi birçok
hastalığın tedavisinde kullanılırdı ama vajinanın tütsülenmesi özellikle
bekâreti teşhis etmek için yapılırdı. Bu tütsülemelerde, buharlaşması gereken
maddenin içinde olduğu kap, küçük bir kömür ateşinin üzerine konur. Sonra
bekâreti test edilen kadın, bacakları kabın üzerinde iki yana açılmış bir
şekilde, özel yapılmış bir çerçeveye oturtulur. Dumanı hapsetmek için kadının
bedeni bir battaniyeyle ya da kalın bir kumaşla örtülebilir. Ya da işlem
basitleştirilerek içinde yanan reçine ve benzeri şeyler olan bir kap, kadın
ayakta durup bacaklarını açarken öylece kadının uzun eteğinin altına
itilebilir. Özellikle muayeneyi yapan kişi iyi donanımlıysa ve bu yöntem
konusunda tecrübeliyse, içinde uçucu maddelerin bulunduğu çömleğin kapağına
sıkıştırılmış bir kamış yoluyla duman ve buhar, doğruca kadının vulvasına ya
da vajinasına doğru yönlendirilebilir. Bunların yanı sıra, kadından elbisesini
yukarı çekmesi ve buhar bedenine yükselebilsin diye açık bir şarap fıçısının ya
da soğan dolu bir çömleğin üzerinde bacaklarını açıp ayakta durması da
istenebilir. Gilbertus Angli- ctıs’a (12. yüzyılın sonlarıyla 13. yüzyılın
başlarında yaşamıştır) göre “en iyi kömür’Te ya da 15. yüzyıl yazan Niccolö
Fal- cucci’ye göre kuzukulağı yapraklanyla yapılan tütsülemeler. kadının
bunlunun alımda marul sallamakla aynı sonucu doğurmaktaydı. Buna göre, kadın
bakireyse hiçbir şey hissetmezdi, ama “kirlenmişse” elinde olmadan idrannı
yapardı.
Diğer
tütsüleme testleriyse farklı bir ilkeye dayanmaktadır. Yüzyıllar boyunca
bedenin iç tesisatının, bir Yunan kavramı olan ve yol anlamına gelen hodos
temeli üzerinde işlediği düşünülmüştür. Yunanlar, gıda, su ve havanın bedene
girdiğini, idrar, dışkı ve âdet kanınmsa bedenden çıktığını gayet iyi anlamıştır.
Onlara göre bundan çıkarılacak mantıklı sonuç şudur: Gidiş trafiğinin delikleri
olan genital organlar ve anüs, doğrudan geliş trafiğinin delikleri olan ağız
ve buruna bağlıdır. Bunları bağlayan da bedenin içindeki hodos denilen
yoldur. Hodo- sun üst deliklerle ak delikler arasında güvenilir bir
geçil oluş- luramamasının tek nedeni, deliklerden birinin kapanmış olmasıdır.
Bakire
kadınların vajinalarının, kan damarları ve öteki narin dokulardan oluşan ağlar,
düğümler, katlar ya da büzgüler taralından kapalı tutulduğu varsayımına
dayanarak, bekâreti test edilecek kadınlar alttan tütsülenir ve buharın
kokusunun üstten duyulup duyulamadığına bakılırdı. Kadının nefesinde buharın
kokusu ahnırsa bu, /lodosunun açılmış olduğu ve buha- rin iç yoldan geçerek
yukarıya kadar yolculuk ettiği anlamına gelirdi. Ama kadının nefesinde hiçbir
koku alınmazsa o zaman kadın kapalı demekti, yani bakireydi. Tütsülemede
kullanılan maddelerin ve bulların salınma yollarının (kimi açıklamalarda ağzı
açık şarap fıçıları ya da doğranmış soğan ve sarımsakla dolu küçük fıçılar
görülür) bazılarını düşünürsek, sanki kullanılan maddenin kokusu yakınındaki
her şeye büyük olasılıkla sinermiş gibi geliyor. Bu durumda insan düşünmeden
edemiyor; kelimenin tanı anlamıyla havada olan bir şeye dayanarak acaba kaç
kadının bakire olmadığı düşünülmüştür?
Benzer
şekilde başka testler de hodos kavramından faydalanmıştır. Bunlar boynun ya da
boğazın büyüklüğü ya da yapısıyla ilgilidir. Çoğu zaman “rahim boynu"
olarak bilinen vajina kanalının genel imgelemde istilacı penisin yayılmacı
etkisine karşı savunmasız olduğu düşünülmüştür, hâlâ da sık sık dûşü-
nûlmektedir. Rahim boynu ve çeneyle köprücük kemiği arasında yer alan boyun
arasında birebir bağlantı olduğu kuramının geçerli olduğu bir çağda, birçok
kişi “aşağıda nasılsa yukarıda da öyledir” ilkesine inanırdı. Buna göre,
aşağıdaki boyun genişlediyse, yukarıdaki de genişlerdi.
Bu
inanıştan, muayene eden İçişinin kadının boğazını ölçerek ve bazı durumlarda
sadece sesini dinleyerek cinsel anlamda etkin olup olmadığını bilebileceği
kuramı doğmuştur. Daha geniş, iri ya da kaim bir boyun, daha kısık ya da kalın
bir ses ve kalınlık açısından orantısız görünen bir boğaz gibi şeylerin hepsi
bekâretin kaybedildiğinin ispiyoncu işaretleri olarak düşünülebilir. Birçok
test boynu farklı şekillerde ölçmeyi tavsiye etmiştir ama bunun harika bir
örneği Ingiliz yazar Samuel Pepys’in günlüğünün 16 Aralık 1660 tarihli
bölümünde bulunur: “Oradan da Tom Doling ve Boston ve D. Vines (şans eseri
karşılaştık bu arada) ile birlikte Price’m yerine gittik ve içlik. Konuşma
sırasında bir kadının kız olup olmadığını anlamak için denenebilecek hoş bir
hile öğrendim: Bir ipi kadının kafasının etrafına burnunun ucuna değene kadar
doluyorsun, eğer kız değilse ip burun ucunu epeyce geçiyor.”
Pepys’in,
barda çalışan kız kıpırdamadan durursa oynayabileceği iyi bir oyundan başka
bir şey olmadığını düşündüğü bu test. 1500’lü yılların başlarından 1800’lerin
başına kadar kaleme alınan başka yazılarda da tarif edilir. Testin her
çeşidinin kendisine özgü talimatları vardır ama yaygın olan çeşit (belki de bu
Pepys’in öğrendiği çeşittir) şu şekilde yapılır: İpin bir ucu kafatasının
arkasındaki kemik çıkıntısında tutulurken, ip ortada bir çizgi oluşturacak
şekilde kafanın etrafında dolandırılır. Burun köprüsünü takip etsin diye ip
cilde yapışık tutulur ve ipin burun ucuna değen yeri işaretlenir. İp o noktadan
kesilir, sonra da kolye gibi kadının boğazına sarılır. Kadın bakireyse ipin
uçları kıtı kıtına birbirine dokunur; yani ipin uzunluğu kadının boynunun tam
ölçüsündedir. Ama kadın bakire değilse uçlar birleşmez çünkü kadının boynu
genişlemiştir ve bu da aşağıdaki “boyun”un da benzer şekilde genişlediği anlamına
gelir.
İlginç
ve olağandışı olan, genişlemiş ya da kalınlaşmış boynun sadece kadınlar için
değil, erkekler için de geçerli bir bekâret kaybı işareti olduğuna
inanılmasıydı. Erkeklerin elbette vajinası yoktu ama âlimler ve şan
öğretmenleri oğlanların seslerinin değişmesini bazen cinsel akıiviienin
başlangıcına bağlardı. Bu cinsel aktivile mastürbasyon olabilirdi ya da 18.
yüzyılda Alman bir yazarın üstü kapalı bir şekilde dile getirdiği gibi,
korodaki diğer oğlanlarla eşcinsel ilişkilere girme olasılığı da olabilirdi:
“Kilise korolarının olduğu şehirlerde özellikle soprano parçaları söyleyen
oğlanlara dikkat edilmesi gerekir. Bu oğlanların tiz sesleri on yedilerine
basmadan önce kalınlaşırsa, soprano şarkıcılara uygun beslenme kurallarını
izlemiş olsalar bile, asıl sorunlarının ne olduğu açıkça ortadadır.”
Büzüştürün
Tarih
boyunca en yaygın olarak kullanılan iki bekâret testi, aslında pek de test
sayılmazlar çünkü ilk heteroseksüel birleşme sırasında vajinaya girilirken ve
bunun sonrasında gözlemlenen şeyleri kapsarlar: Vajinanın sıkılık derecesi ve
bekâret kaybıyla ilişkilendirilen kanama. Bunların ikisinin de sadece bir kere
bulunabileceği ve bekâretle birlikte kaybolup gittiği düşünülür, yani ikisinin
de ortaya çıkışında bir kesinlik havası vardır. Tal- mud’dan tutun da 18.
yüzyılın Aristotle’s Master-Piece (Aristo’nun Başyapıtı) başlıklı
başucu kitabına kadar birçok kaynak bu iki özelliğin anlamı ve önemini
tartışmıştır. Bu konudaki tartışmalar dünyanın birçok yerinde soyunma
odalarında ve internetteki elektronik forumlarda bugün hızla devanı etmektedir.
Bu iki “kanıtın” sadece bekâretin yok edildiği anda değer- lendirilebiliyor
olmasıysa ironik gerçekliğini sürdürmektedir.
Bütün
bunlar bekâreti bir çeşit yer tutucu olarak, adamın biri ahp götürene ya da yok
edene kadar var olan bir şey gibi gören ideolojiyle büyük uyum içerisindedir.
Elbette ki bu adamın “doğru adam” olacağı farz edilir ama yine de bekâret onun
için ve onun kullanımı için vardır: Yüzyıllar boyunca birçok insan, bekâreti,
kocasına vermesi için Tanrı tarafından kadına emanet edilmiş bir armağan olarak
tarif etmiştir. Bu durumda adamın, kendisine verilen bekâretin niteliğini ve
varlığını değerlendirmeye -özellikle kadının vajinasını yeterince “sıkı”
olarak algılayıp algılamadığına dair değerlendirme- yetkisi olması, hatta bu
değerlendirmeyi yapmasının beklenmesi, sadece bekâretin özünde gerçek
kadınlarla pek de ilgisi olmadığını değil, erkeklerin fantezileriyle de çok
ilişkili olduğunu vurgular.
İronik
olansa, bu tür “kanıt” ölçütlerinin bekâretin taklit edilmesini nispeten
kolaylaştırmasıdır. Ne görüyorsan odur diyebileceğimiz penisin tersine, kadın
genital organları hile yapılmaya, müdahale edilmeye, ayar yapılmaya ve allayıp
pullanmaya müsaittir. Vajinanın yapay yollarla daraltılması ya da
sıkılaşurılması aslında modem çağ öncesinde yazılan birçok tıp incelemesine
konu olmuştur. Bu uygulamanın, vajinayı ve görünüşünü “gençleştirmek” için
vajina içine sıvıyağ ve içyağ- dan yapılmış parfümlü peserler konulmasını
tavsiye eden (uygulamanın o zamanlar gayet iyi bilindiğini gösteren bir havada)
Galen’in ve Soranus’un 2. ve 3. yüzyılda yazdıklarından önce var olduğu şüphe
götürmez. Bekâretin göstergelerinin yapay yollardan yaratılmasına (sonradan
Avrupah yazarlar arasında “yanıltmaca” olarak bilinen bir uygulama) yardımcı
olan bu ve diğer eski çağ reçeteleri, kadınların erkekleri memnun etmek için
bin yıllardır vajina yenilemeleri yaptığını açıkça göstermektedir.
Theodorus
Priscianus’un dediği gibi “kirletilmiş kadının sırrını saklayabilmesi için”
kullanılan ilk reçetelerin en iyi bilinenleri, Trotula metinlen denilen bir
kaynaktan gelir. 10. ve 11. yüzyıla ait olan bu metinler ad(lar)ını
bilmediğimiz bir kadın ya da kadınlar tarafından yazılmıştır ve birçok farklı
şekil ve düzenlemelerde bulunurlar. Bu reçeteler yazıldıkları zamanda sadece
yanıltmaca olarak değil, gerçek tıp tedavileri için de kullanılmış olabilir.
Birçok yüzyıl boyunca dar ve sıkı bir vajinanın hamile kalabilmek için gerekli
olduğuna inanılmıştır, çünkü fazla geniş ya da bol bir vajinada erkek tohumunun
gerisin geriye akarak kadının bedeninden dışarı çıkacağı. bu yüzden de
hamileliğin mümkün olmayacağı düşünülmüştür. Yani hamile kalma şansım artırmak
için bir kadının vajinasını sıkılaştırmasma yardım etmek oldukça kabul gören
bir uygulamaydı. Böyle bir reçetenin başka bir kullanım alanı daha varsa da,
ne yapalım olsun: Honi soit qui mal y pense.2
Vajinanın
girişini ve vulvadaki dokuları sıkılaştırmak ve daraltmak için yazılan
reçetelerin çoğu doku büzen maddeler içerir. Bunlar lokal olarak yıkama ya da
pansuman yoluyla, ya da çok daha nadiren de olsa şırınga ile enjekte ya da
peser yoluyla içten uygulanır. 13. yüzyıldan kalma bir reçete, “tutku
çılgınlığı, gizli aşk ve vaatler yüzünden bacaklarını açmaya ve bekâretini
kaybetmeye ikna edilen kıza” şunları tembihler: Evlenme zamanı geldiğinde,
şap, andızotu, kuru asma dalı ve başka doku büzen ve kurulan bitkilerden
kaynatarak elde edilmiş bir özün içinde toz şekerle yumurtanın akını karıştırarak
ve bu hazırladığı karışımla mahrem yerlerini yıkayarak kocasının gerçeği
öğrenmesini engellemelidir.
Alüminyum
sülfat ya da potasyum alüminyum sülfat olarak da bilinen ve son derece yakıcı
olan şap bileşiği bu reçetelerde sık sık karşımıza çıkan başrol oyuncusudur.
Oldukça yakın bir zamana kadar evlerde ve yemeklerde yaygın olarak kullanılan
ve kimyasal bir madde olan şap hâlâ salamura yapımında ve kabartma tozunda
kullanılmaktadır. Genellikle vajina sıklaştırma karışımlarındaki en güçlü
etkiye sahip maddedir.3 Ancak bu karışımlarda kullanılan şifah
otlar da etkin bileşenlerdir. Andız flnula dysenterica) tohumları,
üzerinde uygulandığı dokuların büzülüp sıkılaşmasına neden olan, iyi bilinen ve
büyük rağbet gören bir büzücü maddedir. Buna ek olarak, sa-
2
Kötü düşünen
utansın - ç.n.
3
Aslında hâlâ
da öyledir. Yetişkinlere özel birçok kitapçının raflarında Çin Daraltma Kremi
ve Sıkılaşm gibi isimleri olan vajina kremleri bulabilirsiniz. Bunların içinde
“gizli şifalı otlar" ve doğudan gelen çeşitli özler olduğu söylenerek
müşteri çekmeye çalışılsa da, bu tür karışımların etkin maddesi çoğu zaman,
gıda kullanımına uygun potasyum alüminyum sülfat türündeki şaptır. Suda
Çözülebilen yapışkan bir madde olan ve çoğu zaman ilaçlı merhemler ve kozmetik
ürünlerin temel maddesi olarak kullanılan polietilen glikollc karıştırıldığında,
şap, vajinayı "bir bakireninki kadar" sıkılaştırarak cinsel zevki
anırdığı gerekçesiyle müşteri çekmeye çalışan bir losyon ya da krem haline
gelir.
yısız
reçete de nane familyasına ait otları içerir. Nane yağı hafif kabarma ve
şişmeye yol açan tahriş edici bir madde olduğu için vulvaya ve vajinaya dolgun
ve genç bir görünüm vermeye yardımcı olur. Birçok reçete de. dünya genelinde
kadınların uzun zamandır âdet hızlandırıcı, düşük yaptırıcı ve hamileliği
önleyici bir ot olarak tanıdığı ve dolayısıyla eskiden beri kadınların üreme
endişeleriyle ilişkilendirilen bir nane türü olan filiskin [diğer adıyla
yarpuz] (Mentha pulegiuın) içerir. Bu reçetelerde büyük rağbet gören
bir başka malzeme de, doku büzücü ve kanama durduran etkileri nedeniyle tıpta
uzun zamandır kullandan ve diğerleri gibi gözde bir ot olan aslanpen- çesi ya
da şebnemlidir (Alchemilla vulgaris).
İş
bekârete geldiğinde esas itibariyle “çift taraflı çalışan casuslar" olan
doktorlar ve ebeler, her zaman yanıltmacaların varlığının farkında olmuş ve
birçok durumda da kadınların bunları uygulamalarına yardım etmişlerdir. Ancak
bekâret testi yapmaları için ücretlerini ödeyen erkeklerin, kendilerinden
sahte bekâreti ortaya çıkarabilmelerini beklediklerinin de gayet iyi farkında
olmuşlardır. Doktorlar da oldukça mantıklı hareket ederek yanıl tmacalara karşı
kendi yanıltmacalarım ya da bir başka deyişle kadınların bekâret testlerini
bozma girişimlerini bozmak için testler geliştirmişlerdir. 18. yüzyılın büyük
başarı yakalayan kendi kendine yetme konulu cinsellik kitabı, Tableau de
l’amour conjugal’in (Evli Aşkın Gizleri) Fransız yazarı Nicholas Venetıe
bunlardan birini oldukça ayrıntılı bir şekilde anlatır. Venette’in karşı testi,
bekâretin nasıl taklit edilebileceği konusunda verdiği talimatlardan hemen önce
gelir (böylesine geniş kapsamlı denmez de ne denir?).
Sahte
bir kızlık zarının onaya çıkarılmasını sağlayabilecek yollan incelememiz
gerekir... ebegümeci ve kanarya otu yap- raklannı, birkaç avuç keten tohumu ve
andız tohumu, kara pazı ve aslanpençesi ile kaynatarak elde ettiğiniz sıvıyla
banyo suyunu hazırlayın. Bu suda bir saat otursunlar, sonra da kurulansınlar
ve banyodan 2-3 saat sonra muayene edilsinler ve bu sırada dikkatlice
incelensinler. Eğer kadın bakireyse bü-
lûn
şehvetli yerleri sıkışmış ve birbirine yapışmıştır ama bakire değilse o
yerleri bizi seçmeyi kafasına koymadan önce olduğu gibi buruşuk ve yapışık
olmak yerine sarkık, gevşek ve bollaşmıştır.
Andız
da aslanpençesi de doku büzüşmesine neden olduğu için vajina sıkılaştırma
reçetelerinin yaygın malzemeleridir. Kara pazı (Atriplex hortensis) ise
çeşitli amaçlar için, özellikle de şişmeleri indirmek ve yaraları küçültmek
için kullanılan bir semizotu türünün başka bir adıdır. Ebegümeci (.Allhaea
af- ficinalis) ve yapışkan kanarya otu (Seııecio viscosus) da benzer
etkilere sahiptir. Bu otlar yatıştırıcı, yumuşatıcı ve lokal enfeksiyon
gidericidir; bu yüzden de vajina dokularını dolgunlaştırmak için yapay
yollarla neden olunan şişmelerin inmesine yardım ederler.
İnsan
merak ediyor, acaba Venette en başta böyle bir karşı test önererek halkını
tatmin etmeye çalışırken bunun ne kadar bilincindeydi? Sonuçta Venette ne
bilgisiz bir gözlemciydi ne de kadınların bekâret konusunda hile yapmayı
seçmesinin birçok nedeni olabileceğini anlamayacak biriydi. Venette, cinsel
organların görüntüsünün ve ölçülerinin kadının bakire olup olmadığı konusunda
pek de bir şey kanıtlamadığını belli ki anlamıştı. Hatta bazı kadınların cinsel
organlarının hiç de küçük, dar ya da sıkı izlenimi vermediğinin farkında
olduğunu açıkça söylemiş ve “yapıları gereği fazla geniş” olan kadınlara, kendilerini
nasıl bakire gibi gösterebilecekleri konusunda tavsiyelerde bile bulunmuştu.
Dahası
Venette, bir kadının “kocasının gerdek gecesine dair iyi düşüncelerini” sağlama
almak için bekâret konusunda hile yapmak istemesinin geçerli, savunulabilir ve
etik nedenleri olabileceğine inanmıştır. “Aile huzuru bozulmasın diye,” sorar
Venette, “kocasının gözünde sakıngan bir kadın olmak için akla gelen bütün
acılara katlanmak hoş görülemez mi?” Aslında Venette’in de dediği gibi bu, bir
fahişenin bile evlenip na- nıuslu bir kadın olmasına olanak tanıyabilirdi ve
dolayısıyla Çok daha büyük bir günahın silinmesine yardımcı olan küçü- cûk bir
kötülüktü. Venette’in tıptaki güçlü konumunu düşünürsek, gösterdiği cömertlik
daha şaşırtıcı, samimiyetiyse çok daha olağanüstü görünür. Bu, kişi dürüst ve
iyi niyetliyse bekâretin hiçbir önemi olmaması gerektiğini kabul eden, gözden
kaçırılmaması gereken bir yaklaşımdır.
Gözünü
Katı Bürümüş?
Kadın
bekâretiyle ilgili muhtemelen en eski olan ve en başta gelen inanış kadının
bekâretini kaybettiği zaman kanaması fikridir. Gerçeklen de birçok kadın, sık
rastlanan hafif kan lekelemesinden tutun da tıbbi anlamda acil müdahale
gerektirecek kadar tehlikeli miktarda kan kaybına varabilecek boyutlarda
kanar. Ama her kadın kanamaz.
Bütün
kadınların ilk cinsel birleşme esnasında kanamadığı anık epey kabul görmüş olsa
da (hatla kanamanın kural sayılmasına karşın, daha eski kaynaklar bile hiç
kanama olmayabileceğinden söz eder), kaç kişinin kanayıp kaç kişinin kanamadığı
ve neden bazılarının kanayıp bazılarının kanamadığı üzerine çok az araştırma
yapılmıştır. Tıp literatüründe bu konuyu inceleyen topu topu birkaç makaleden
birisi, yüzden az sayıda kadını kapsayan ve kişisel anlatılara dayalı bir
çalışmadır. Bu çalışmaya katılan kadınlar İngiliz Doktor Sara Paterson- Brown'm
çalışma arkadaştandır. Kendisi bekâret kaybında yaşanan kanamaya ilişkin iyi
derecede istatistiksel veri bulamayınca, gayet mantıklı davranarak çalışma
arkadaşlanna deneyimlerini sormaya başlamıştır. Paterson-Brownın çalışmasına
katılanların bütün kadın nüfusunu temsil ettiğini düşünmek belki de
mantıksızdır ama bu kadınların lam % 63’ünün -halta konuştuğu kadınların
bazılannın hatırlamadığını düşünürsek belki de daha fazlası-, bekâretini
kaybettiğinde hiç kanama yaşamamış olması dikkate değerdir.
Paterson-Brown’a
çalışmada verilen cevaplar, bu bölümün başında tarif edilen Jiıanlann kızlık
bozma törenlerine de ilginç bir bakış açısı getirmiştir. Batı’nm genelgeçer
cinsel ideolojisiyle yetiştirilen okurlar, Jitan kızlık bozma törenlerini
duyduklarında ve bu tören sırasında kan görülmesinin uygulamayı anında
durdurduğunu keşfettiklerinde, bekâretin evrensel olarak tanınan işareti
olduğunu düşündükleri kanamanın aslında her zaman öyle tanınmadığını görünce
çoğu zaman şaşırırlar, hatta hayrete düşerler. Hem Paterson-Brown’ın
çalışmasının hem de Jitan kızlık bozma törenlerinin kanıtladığı gibi, ilk
cinsel birleşme kanaması ne bekârete ilişkin evrensel bir anlam taşır ne de
kendisi evrenseldir.
Bu,
yanlışlıklan düzelten çok değerli bir açıklamadır. Batı kültürü kelimenin tam
anlamıyla binlerce yıldır, ilk cinsel ilişkinin kadının bedeninde bir yara
açtığım farz etmiştir. Kan bunun bir yaralanma, her anlamda erkeklerin
kadınlara dayattığı bir şey olduğunun kanındır. Ibn-i Sina’dan Freud’a kadar
birçok kişi, penisin vajinaya sokulmasıyla açılan “ilk yara"yı kadınların
yaşamındaki en önemli olaylardan biri, acı ve kanla damgalanmış bir dönüm
noktası olarak resmetmiştir. Tarihsel olarak, cinsel ilişkinin hem şiddet dolu
hem de güçlü (eğer zorla değilse) olmasını bekleyen birçok doktor, kızlık bozma
yaralanmalarının tedavisi için tavsiyelerde bulunmuştur. Bunlar, rahatlatıcı
banyoları ve damarları büzerek kanamayı durduracak ve şişlikleri azaltacak
suları kapsar. Örneğin İbn-i Sina, kaynatılmış gül ve mersin karışımı tavsiye
etmiştir. 17. yüzyılda yaşamış olan Fransız Doktor François Ranchin 1627
tarihli yazısında, sadece acı ve kanama değil aşın derecede kan kaybım da
kapsayan, kızlık bozulmasıyla ilgili bir hastalık sınıfını tarif etmiştir.
Kanamanın
bekâretin vazgeçilmez bir parçası olmasının, büyük büyük ninelerimiz için bugün
bizim için olduğundan daha doğru olduğuna inanmamızı gerektirecek hiçbir neden
yoktur. Ama büyük olasılıkla kendilerine ulaşan bilgilerin ve yazılı hükümlerin
toplam etkisi yüzünden bu kanamanın beklenmesi, halta gerekli görülmesi onlar
için daha kaçınılmazdı. Kanlı yalak çarşaflan ya da kişisel iç çamaşırları
yüzyıllardır birçok toplumda bir gelinin namusunun yargılanmasında kullanılan
ve kimilerinin bugün hâlâ görmeyi ve göstermeyi beklediği genelgeçer kanıt
olmuştur. Yasa Kitabı'nda tarif edilen “bekâret kanıtları” neredeyse kesin
olarak bir kumaş ya da giysi üzerindeki kanı kapsar. Elbette Soranus ve Galen,
Gilber- tus Anglicus, Albertus Magnııs, Nicholas Venette, Jane Sharp ve Kilise
yasasının ve dindışı yargıçların mahkemelerde kanıt değerlendirmesi yapmaları
için atadığı düzinelerce jüri üyesi de en başta kanı göz önünde tutmuştur.
Batı’da belli bazı topluluklar da dahil olmak üzere dünyanın kimi
bölgelerinde, bir kadının gerdek gecesinde kanın olmaması hâlâ geri gönderme,
hatta cinayet anlamına gelebilmekledir.
Konu
kadın bedeni ve bekâreti olduğunda hâlâ bir kan fantezisi paylaşmaktayız.
Üstelik bu fantezinin gerçekleşmesine bağh olan sonuçlar çok ciddi boyutlarda
olabilmektedir. Ortada kazanacak ya da kaybedecek bu kadar çok şey olunca sahtekârlık
yapmak için de çok neden var demektir. Vajina darlığında ya da iç dudakların
ve vajina girişinin görünüşünde olduğu gibi, kanın taklit edilmesi de oldukça
kolaydır.
Bunun
gayet basil bir işleyişi vardır. Günümüz kadını, 9. yüzyılda Iranlı Doktor
Rhazes’in tavsiyelerinden pek de farklı olmayan yöntemlere başvurabilir.
Rhazes’e [ya da al-Razi] göre, bakire numarası yapmak isteyen kadınlar hem
vajinayı ve vulvayı daraltacak ve sıklaştıracak maddeleri uygulamalı hem de içi
kanla doldurulmuş bir güvercin bağırsağı parçasını vajinalarına sokmalıdır.
Balıkların idrar kesesi ve ötücü kuşların iç organları; tavuk, ördek ve
güvercinlerin kanı; domuz kanma batırılmış süngerler bu amaçla kullanılmıştır;
tıpkı günümüzde jelatin kapsülleri ve ameliyat süngerlerini kapsayan yöntemlerin
kullanılması gibi. Artık 11. yüzyıldan kalma bir Tro- lula metninin şu
öğütlerini dikkate almamız pek olası görünmüyor: “En iyisi de şu
kandırmacadır: Düğünden önceki gün, kadın çok dikkatlice vajina dudaklarının
üzerine bir sülük koysun, yanlışlıkla içeri kaçmamasına dikkat etsin. O zaman
oradan kan akacak ve aynı yer hafif kabuk bağlayacaktır. Böy- lece kan akışı ve
vajina kanalının darlığı yüzünden birleşme sırasında sahte bakire adamı
kandıracaktır.” Ama bu modem zaman iğrençliğinden başka bir şey değildir.
Bugün
bile kadınlar bazen gerdek gecelerini âdet dönemlerinin başlangıcıyla aynı
zamana denk getirmeye çalışmaktadır. sonuçta kan kandır ve kimse fazla yakından
bakmayacaktır. Ara sıra çeşitli şekillerde kendisini kesen -örneğin vajinasına
buzlu cam sokan ya da kesikler sonradan cinsel ilişki sırasında sürtünmeyle
açılıp kanasın diye bir tıraş bıçağıyla vajinanın girişinde küçük bir kesik
açan- bir kadının anlatıldığı hikâyeler çıkıverir ortaya. Ancak bu tür şeyler
genelde büyük bir gizlilik içinde yapıldığı için doğrulanmaları oldukça
zordur. Halta bazı insanlar bu hikâyelere inanmanın güç olduğunu düşünür ama
himenin yeniden yapılması gibi şeylerin ne kadar tuttuğunu düşünürsek sözde
“post-feminist” Batı’da bile bazı kadınların doğru zamanda kan gelmesini
sağlama almak için gerçekten bu tür işlere giriştiği açıkça ortadadır. Dünya
genelinde ve burada Amerika’da kadınlar, hiç adil olmayan ve biyolojik açıdan
kesinlikle gerçekçi olmayan, ama buna karşın hâlâ kesin ve nihai kanıt olarak
görülen bir şeyin beklentisi uğruna sessiz sedasız vajinalarını kesmekteler.
Doktor,
Doktor, Söyle Nedir Hastalığım?[2]
Birçok
insan büyük büyük dedelerimizin bekâreti teşhis edemediğine inanmak ister ama
günümüz doktorlarının da aynı Şeyi yapamadığına inanmak islemez. Sonuçta
Amerikan Kadın Doğum Uzmanları ve Jinekologları Birliği’nin 1995 yılında bir
bilimsel bültende açıkladığı gibi, “Doktorların normal bir İnmenle
değiştirilmiş bir himeni birbirinden ayırt edebilmesi gerekir.” Peki ama
gerçekten edebiliyorlar mı? Ve edebiliyorlarsa bu, bize kesin olarak bir
kadının ya da kız çocuğunun bakire olup olmadığını söyleyebilecekleri anlamına
mı geliyor?
İki
durumda da sorunun cevabı hayırdır. Bunun bir nedeni şudur: Kafamızda nasıl
hayal edersek edelim, cinsel aktivite ille de bedenin üzerinde ya da içinde
ayırt edici bir iz bırakmaz. Bu sadece yetişkin kadınlar için değil, kız
çocukları için de ge- çerlidir. Dr. Abby Berenson, “Vulvaya ya da himene özgü
yal-
nızca
birkaç bulgu, ergenlik öncesi kızların cinsel istismara uğrayıp uğramadığı
konusunda güvenilir işaretlerdir,” diye yazar American Journal of
Obstetrics and Gynccology’de (Amerikan Kadın Doğum ve Jinekoloji Dergisi).
“Dahası bu bulgular bir cinsel saldırı merkezinde muayene edilen çocuklarda
nadiren gözlemlenmiştir. Hatta cinsel saldırı olduğuna işaret eden güçlü
bulgular istismara uğrayan çocukların sadece < % 5’inde (yüzde beşinden
azında) görülmüştür.” Cinsel saldırıda himen kanıtını konu alan bir başka tıp
makalesinin başlığının da dediği gibi “normal olmak normaldir”.
Ancak
cinsel organların kesin kanıt sağlamasını beklemek aslında işi tersinden
yapmaktır, çünkü herhangi bir genital muayenenin sonuçları muayeneyi yapan
doktora bağlıdır. Birçok doktor, hatta muhtemelen doktorların çoğu, doğruyu
söylemek gerekirse himen söz konusu olduğunda tek kelimeyle cahildir ve
himenin bekâret teşhisinde neredeyse hiç işe yaramadığını gösteren
literatürden haberleri yoktur.
Tabii
doktorları eleştirirken şunu da göz ardı etmemek gerekir: Himenlerin tıbbi
sorunlara yol açması o kadar az görülen bir şeydir ki, doktorların çoğunun
himen hakkında bilgi sahibi olmasını ya da himenin tıp okullarında
ayrıntılarla öğretilmesini gerektirecek iyi bir neden yoktur. Üstelik
doktorların sadece belli bir alıkümesi himenle karşılaşma olasılığı olan tıp
dallarında çalışacağı için, birçok doktoran himeni bilmesine gerçeklen de gerek
yoktur.
Sorun,
bazı araştırmaların, söz konusu insan himeni olduğunda neden bahsettiğini
gerçekten bilmesi gerekenlerin, yani jinekoloji uzmanlarının bile, her zaman
himene dikkat etmediklerini ve ettiklerinde de gördüklerini faydalı bir
şekilde yorumlayacak kadar bilgi sahibi olamayabileceklerini göstermiş
olmasıdır. 1999’da British Medical Journal’da (İngiliz Tıp Dergisi),
Ingiltere’nin Newcastle-upon-Tyne [genellikle yalnızca Newcastle olarak
biliniri şehrindeki Victoria Kraliyet Hastane- si’nde çalışan Emma Curtis ve
Camille San Lazaro’nun, çocuk hastalıkları, kadın doğum/jinekoloji ve
üreme-idrar yollarına ilişkin rahatsızlıklar gibi alanlarda çalışan 126
meslektaşla yaptıkları anket çalışmasının sonuçları yayımlanmıştır. Araştırmaya
katılanlardan oluşturulan 75 kişilik bir altkûmeden sadece 28’inin ergenlik
çağında olan hastalar üzerinde yaptıkları genital muayeneler sırasında düzenli
olarak himeni de muayene ettiği ve bu 75 kişinin yarısından azmin himene baktıklarında
gördüklerini nasıl yorumlayacağından emin olduğu ortaya çıkmıştır. Sık cinsel
aktivitenin devamlı himen kaybına ya da hasarına yol açtığına inanıp
inanmadıkları sorulduğundaysa 75 kişiden 44’û açıkça bilmediklerini
söylemiştir.
Uzmanlar
arasında cinsel geçmişin teşhisi konusundaki bu şaşırtıcı bilgi uyuşmazlığı,
başka araştırmalarla da doğrulanmıştır. 1997’de ve yine I999’da Archives of
Pediatıic and Ado- Icscent Medicine (Çocuk ve Ergen Hastalıkları Tıp
Arşivleri) ve Pediatrics (Çocuk Sağlığı) dergilerinde, doğru ve tarafsız
bir cinsel geçmiş teşhisi elde etmenin ne kadar zor, hatta olasılık dışı
olabileceğini ortaya çıkaran iki çalışmanın sonuçlan yayımlanmıştır. İlk
çalışmada Boston Üniversitesi Tıp Fakülte- si'nden Dr. Jan E. Paradise’ın
başkanlığında bir araştırma ekibi, çocuk istismarı ya da çocuk jinekolojisi
konularıyla ilgilenen dört doktor kuruluşunun üyelerine, yedi düzmece dutum
raporunu kapsayan anketler göndermiştir. Her durum raporuna, teşhise yönelik
değerlendirmeler yaparken kullanılmak üzere uygun bir tıbbi fotoğraf
eklenmiştir. Ankette, doktorlara fotoğrafta ne gördükleri ya da hastanm yazılı
geçmişinde ne okudukları sorulmuş ve bu fotoğraflarda ve durum raporlarında
resmedilen kişilerle ilgili tıbbi açıdan neyin doğru olduğu konusunda yorum
yapmaları istenmiştir.
Anketler
geri geldiğinde Paradise’ın ekibi bu cevaplarla, doktorlara sunulan kanıt
türlerinin “ders kitaplarındaki” standart yorumlan arasında bağıntı kurmuştur.
Şaşırtıcı bir şekilde, hastanın yazılı geçmişinde bahsedilen ya da
fotoğraflarda görülen kanıtların doktor tarafından nasıl açıklandığına bakıldığında,
bu açıklamaların sadece yaklaşık yarısının standart yorumlara uyduğu
görülmüştür. Kanıtların ne anlama geldiği konusundaysa, doktorlann yaptığı
yorumların dörtte üçünden az> standart açıklamalara uymuştur. Son
olarak bir başka önemli nokta da, doktorlann % 21’inin gerçekte ne kendilerine
verilen durum raporlarında ne de fotoğraflarda gösterilen ya da anlatılan
durumlardan söz etmiş olmasıdır.
Yukarıda
sözü edilen iki çalışmadan İkincisinde ise 604 doktor, yedi kız çocuğunun dış
genital oıganlannı gösteren ve kısa durum raporlarıyla birlikte sunulan bir
dizi tıbbi fotoğrafı değerlendirmiştir. Dört ay sonra doktorlardan aynı
fotoğrafları değerlendirmeleri istenmiş ama farklı olarak bu ikinci aşamada
fotoğraflarla birlikte dağıtılan yazılı durum raporlarının yedisinden
altısında, fotoğrafın ait olduğu kişinin cinsel taciz kurbanı olduğu biraz daha
açıkça ima edilmiştir. Her iki aşamada da doktorlardan kendilerine verilen
fotoğrafları, “[cinsel] tacize uğramamıştır” diye mi, yoksa “muhtemelen
[cinsel] tacize uğramıştır” diye mi yorumladıklarını belirtmeleri istenmiştir.
Anketler
geri gönderildiğinde, iki aşamada verilen cevaplar karşılaştırılmıştır. Buna
göre, doktorlann fotoğrafta gördükleri fiziksel kanıtlar konusundaki
fikirlerini, yazıh durum raporlarına dayanarak değiştirmeye ne derece yatkın
olduktan ciddi ölçüde değişiklik göstermiştir. En az deneyimli doktorların
yorumlan yaklaşık üçte bir oranında değişmiştir. Daha deneyimli doktorlarsa çetin
ceviz çıkmış ve fotoğraflarda gördükleri fiziksel belirtileri yorumlarken
yazılı durum raporlarından topladıktan bilgilerden çok kendi izlenimlerine
güvenmişlerdir ama bu doktorlar bile fikirlerini % 6 gibi bir sıklıkta değiş-
tinniştir. Bu da çok ciddi bir yanılma payıdır.
Burada
amacım kesinlikle zeki ve tıp etiğine saygılı doktorların yeteneklerini
kötülemek değil, tıbbi teşhise ilişkin üç hayati gerçeği gün ışığına
çıkarmaktır. Birincisi, teşhis bir yorumlama meselesidir ve bu yüzden de her
zaman ve kaçınılmaz olarak bir görüş meselesidir. Özellikle endişe verici bir
teşhis konulduğunda tedaviye başlamadan önce çoğu zaman ikinci bir görüş
almamızın nedenlerinden birisi budur. İkincisi, Dr. Paradise ve takım
arkadaşlarının keşfettiği uyuşmazlıklar, tıbbi teşhisin her zaman bizim gibi
sıradan insanların düşünmek istediği kadar basit olmadığını hatırlamamızı
sağlar.
Hiçbir
fiziksel belirli tek başına bir doktora bilmek isteyebileceği her şeyi
söyleyemez. Bildiklerine dayanarak tahmin yürütmek her doktorun işinin bir
parçasıdır. Son olarak da, bu araştırmalar bize gözlemci yanlılığının nesnel
bir gerçek olduğunu hatırlatır: En iyi eğitimli ve erdemli olanımız bile bazen
ne arıyorsa onu görür.
Peki
o zaman bir kadının bakire olup olmadığını bilmek istiyorsak ne yapacağız?
Doktorlar da bu soruya cevap veremiyorsa kime danışabiliriz? Buna
verebileceğimiz tek dürüst cevap aslında danışacak kimse olmadığı ve bize '
belki”den daha kesin bir cevap verecek hiçbir şey olmadığıdır. Doğrusu herhangi
bir nedenden dolayı birinin bakire olup olmadığını merak ediyorsak, en iyi
çözüm gidip kendisine sormak gibi görünüyor.
Bomboş
Sayfa
Isak
Dinesen’in 1957’de çıkan Last Tales (Son Masallar) adlı kısa öykü
derlemesinde, bekâret testini güzelce özedeyen bir öykü vardır. Öykü içinde
bir öykü olan “Bomboş Sayfa,” profesyonel bir masal anlatıcısı olan dişsiz
yaşlı bir kocakarının ağzından anlauhr. Portekiz’in yüksek tepelerinde bir
başına duran ve soyluların düğün gecelerinde kullanılacak olan beyaz törensel
çarşafların yapıldığı bir Carmelite rahibe manastırını anlatan Dinesen, bir
bekâret kanıtı yaratmanın endişesini ve görkemini ustaca yansıtır. Dinesen’in
masalında, soylu bir saray görevlisi bir prensesin gelinlik çarşafını sarayın
balkonundan halka göstererek, Latince kalıplaşmış bir ifade olan “Virginem
eam tene- nıus” ile kararı bildirir: “Bakire çıktığını ilan ediyoruz.”
Masalın
devamına göre, bu çarşaflar hiçbir zaman yıkanmaz ya da yeniden kullanılmaz.
Çarşafların lekelenmiş yerleri makasla kesilir ve tarlalarında keten
yetiştirilen manastıra geri gönderilir. Bunlar gösterişli alım kaplama
çerçeveler içinde manastır salonunun duvarlarına asılır ve her birinin altına
altından yapılmış küçük isim levhaları konulur. Ancak “bu uzun sıranın
ortasında, ötekilerden farklı bir tablo asılı durur.
Çerçevesi
ötekiler kadar iyi ve ağırdır ve altın isim levhasını hükümdarlık tacı gibi
gururla taşır. Ama bir tek bu levhada hiçbir isim yazılmamıştır ve çerçevenin
içindeki çarşaf boydan boya kar beyazı, bomboş bir sayfadır.”
Dinesen’in
masalında bu bomboş sayfa müthiş ve ciddi bir merak konusudur; insanın aklını
çelen bir hatıra...ama neyin hatırası? Bu konuda masalda hiçbir görüş
bildirilmez, hiçbir tahmin yürütülmez. Dinesen bu lekesiz bez parçasıyla ne
yapacağımızı söylemez ya da manastırı hacceden soylu hanımefendilerin bu
çarşafın önünde durup düşüncelere dalıp gittiklerinde akıllarından ne
geçebileceği konusunda bir ipucu vermez.
Tek
bir bakire beden, tek bir bekâret deneyimi, tek bir bakire vajina, hatta tek
bir bakire himen bile yoktur. Sadece şu soru vardır: Bu kadının bakire olup
olmadığını nereden biliyoruz? Bu sorunun cevabı şap, güvercin kanı, idrar,
nane ve as- lanpençesinden kaynatılarak elde edilen sıvıyla ve tablolar, çizelgeler
ve tıbbi fotoğraflarla defalarca yazılmıştır. Ama insan bunu kaç kere yazmaya
çalışırsa çalışsın, kalemi kâğıda ne kadar güçlü bastırırsa bastırsın, yine de
aynı bomboş sayfa sonsuza kadar önümüzde durur.
YEDİNCİ
BÖLÜM
Bakire
Banyosu: İlk defa sevişecek genç bir kadın nane çayıyla banyo yapar, bedenini
güve otu yağıyla ovar ve az miktarda viski katılmış bir fincan adaçayı içerse,
ilk cinsel deneyimi iyi olacaktır.
-
Catherine Yronwode tarafından aktarılan geleneksel bir Hoodoo[3] reçetesi
Bu
kitap üzerinde çalışmaya başladıktan kısa süre sonra gerçekte bekâret konusunu
tartışmanın neredeyse imkânsız olduğunu keşfettim. Bunu her denediğimde,
sohbet karşı konulmaz bir şekilde aniden “bekâreti kaybetme” konusuna kayıve-
riyordu. Sanki sohbeti bekâretten uzaklaştırarak bitiş anına getirip duran
tuhaf bir güç vardı. Ben başka konuları tartışmak isterken -dinde bekâret, divit
de seigneur' miti, Buffy the Vampire Slayefın ikinci sezon bölümleri
gibi- bu durumun böyle olması canımı sıkmaya başladı. Ne de olsa bekâret kaybı
hakkında bir kitap yazmıyordum.
Sonunda
bunun arkadaşlarımın seks düşkünü hayal güçlerinden dolayı değil, konunun
doğası gereği böyle olduğunu anladım. Bekâret hiç değişmeksizin ne olmadığı
açısından tanımlanmakta ve insanlar bekâretin sadece yok edildiği anda ortaya
çıkan birtakım işaretlerle (kan, acı vs.) tartışmasız olarak kanıtlandığına
inanmaktadır. Kendi bekâretimizi de genellikle bakireliğimizin sona erdiği
andan itibaren başlayarak tanımlamaktayız. Geriye dönüp baktığımda düşünüyorum
da, aslında insanların bekâretin kendisi yerine bekâret “kaybından” bahsetme
eğilimi beni böylesine şaşırtmamalıydı. Bekâret bittiği için vardır.
Başka sebeplen değilse bile (aslında bir sürü başka sebep var) bu sebepten
dolayı, bekâretle ilgili bir kitabın, en azından küçük bir parçasının, aynı
zamanda bekâret kaybıyla ilgili olması son derece mantıklıdır.
Ayin
Tarih
boyunca insanların bekâretlerini kaybetmeleri bir dönüşüm ayini olarak
görülmüştür. Sadece birisiyle yatmamış olma durumundan birisiyle yatmış olma
durumuna dönüşmekten değil; bir oğlanı bir adama, bir kızı bir kadına, bir
çocuğu bir yetişkine dönüştüren bir ayinden söz ediyorum. Peki ama nedendir bu
dönüşüm?
Çocukla
yetişkin arasındaki farkı yaratan, cinsel merak duymak ya da geniıal organları
içeren davranışlarda bulunmak değildir. Cinsel oyun dünya genelinde birçok
kültürde çocukluğun bir parçasıdır; sırf “doktorculuk oynarken” yakalandı diye
bir çocuğun yetişkin olduğunu düşünmeyiz. Hatta yetişkin cinselliği olarak
düşündüğümüz şeyler yaşamış olsa bile cinsel tacize uğramış bir çocuğu yetişkin
olarak nitelendirmeyiz. Olsa olsa böyle bir çocuğun daha savunmasız olduğunu
ve daha çok korumaya ihtiyacı olduğunu düşünürüz.
Açıkça
görülüyor ki, birinin toplumsal açıdan önem taşıyan bir şekilde bekâretini
kaybetmesi (kişiyi “kadın yapan” ya da “erkek yapan” bekâret türünden söz
ediyorum), sadece belli şeyleri yerine getirmiş olmakla ilgili değildir. Söz
konusu olan, düşünmeden yapılan cinsel etkinliklerden çok daha fazlasıdır. Öyle
görünüyor ki bu sözünü ettiğimiz “çok daha fazlası”, üreme kapasitesi, cinsel
arzu, fiziksel olgunluk ve toplumun anne-babalığa verdiği olağanüstü önemin
kesiştiği kannaşanın bir yerlerinde yatmaktadır.
Çocukların
cinsel merakı ve yetişkin cinselliği birçok açıdan farklıdır. Belki de en
önemli fark, yetişkin (heteroseksüel) cinselliğinin hamileliğe yol açma
olasılığının olmasıdır. Bu da çoğu zaman bizi en ciddi yetişkin sorumluluğunun
bir sonraki insan neslini yetiştirmek olduğu varsayımına götürür. Cinsel etkinlik
doğrudan ebeveynlikle bağdaştırıldığında -güvenilir doğum kontrol yöntemleri,
oldukça yeni gelişmeler olduğu için, insanlık tarihi boyunca çoğu zaman böyle
bir ilişki kurulmuştur-, cinsel etkinliğin yetişkinlikle ve yetişkin sorumluluğu
varsayımıyla ilişkilendirilmesi de son derece mantıklı gelir. Yüzyıllar boyunca
toplumsal yapılarımız bu ilkeyi kurumsallaştırmış ve böylece cinsel ilişki ve
üremeyi kapsayan biyolojik etkinliklerin, topluluklardaki tam yetişkinlik konumuna
ilişkin toplumsal varsayıma bağlandığı, kendisini sürekli tekrarlayan düzgün
bir döngü oluşturmuştur.
Tarihsel
olarak çok az kişi bu sürecin unsurlarını birbirinden ayırma ihtiyacı
duymuştur. Ergenlik, evlilik ve bekâret kaybının genellikle birbirini takip
ettiği bu süre boyunca, bir kadının toplumsal ve biyolojik yetişkinliğe geçişi
tek bir çizgide düzgün biçimde gelişen bir varlık gibi görünmekle kalmamış,
gerçeklen de öyle olmuştur. Bu sürecin bitiş noktasını göstermek için yaratılan
ayinler çoğunlukla, yetişkinliğe geçişin tek ve kesintisiz bir çizgide
gerçekleştiği izlenimini uyandıracak şekillerde yapılandırılmıştır. Bunun bir
örneği, antik Yunanların yaptığı gibi, bekâret kaybının evliliğe dahil edilmesidir.
Yunanlarda çoğu zaman genç bir kadın yaklaşık on-on beş yaşlarındayken yapılan
evlilik kutlamaları, genelde gelinle damadın düğün yemeğinin verildiği yerin
yakınlarında özel bir odaya ya da kapalı bir bölgeye geçirildiği gürültülü bir
tören alayını içerirdi. Hemen oracıkta, arkadaşları ve aileleri dibanda
evlilik tanrısına ilahiler okurken ve şamata ederken evlilik cinsel ilişkiyle
tamamlanır, sonra da kan (artık gelin değildir) - koca tezahürat ve cümbüşle
dışarı çıkarlardı.
Evlilikle
bekâret kaybını birbirinden aynlmaz şekilde birleştiren bu görenek dünya
genelinde çeşitli kültürlerde çeşitli şekillerde günümüze kadar yaşamıştır.
Buna Baıı'da yapılan Yahudi ve Hıristiyan düğünleri de dahildir. Bugün bile
gelinle damadın törenin sonunda birlikte düğün alayından aynlmış bir köşeye
çekilmeleri yaygın bir görenektir. Misafirlerin partide ya da kabul töreninde
ilk defa evli bir çift olarak odaya giren yeni evlileri alkışlamaları da
yaygındır, tıpkı antik Yunanlarda misafirlerin gerdekten çıkıp düğün şölenine
dönen gelinle damadı alkışlamaları gibi. Günümüzde muhtemelen düğünün sonunda
ya da kabul töreninden önce evliliklerini tamamına erdirmek için kendilerine
sunulan yalnız kalma fırsatlarını değerlendiren çok fazla çift yoktur (büyük
olasılıkla bu misafirleri şok ederdi) ama görenek böyle başlamıştır.
Simge
ve Öz
Neyse
ki daha az baskı ve daha çok yalnızlık tercih edenler için, zamanla gelinle
damadın inzivaya çekilmesi bir başka simgesel harekete dönüşmüştür. Ama
simgeler ve simgesel hareketler, geçiş törenlerinde hayati öneme sahiptirler.
Düğünler de bu şekilde simgesel görüntü ve anlarla doludur: Verimliliği
simgelemek için pirinç atılması, düğün gününde sadakatin bir simgesi olarak
mavi bir şey giyme ya da takma geleneği, gelin çiçeğinin atılmasıyla şansın ve
mutluluğun başkasına geçirilmesi fikri ve benzerleri. Yine de, bugün Batı’da
yaygın olarak gözlemlediğimiz bütün düğün gelenekleri arasında gelinle damadın
inzivaya çekilmesi, açıkça gelinin bekâreti meselesiyle bağlantısı olan tek
gelenektir.
Diğer
popüler düğün gelenekleri ve simgeleri hakkında çoğu zaman doğru olduğu
söylenen şeyler düşünüldüğünde bu oldukça şaşırtıcı gelebilir. Ama tarih
kayıtlan da bunu desteklemektedir. Örneğin, gelinleri beyaz giydirme tutkumuzu
düşünün. Halk arasında beyaz gelinliğin, gelinin bekâretinin ve saflığının
işareti olduğu farz edilir. Bazı yanlış bilgilendirilmiş uzmanlar da dahil
birçok insan, bu bağlantıyı onaylamıştır. Bunun nedeni, gelinliğin, bazı
kültürlerde geleneksel olarak gelinin gerdek gecesinde bekâretini
kanıtlayabilmesi için üzerinde kanamasının beklendiği beyaz çarşaflan
simgelediğini düşünmeleri olabilir. Aslında bu iki şeyin birbiriyle hiç ilgisi
yoktur. Olsaydı, bekârete değer veren bütün kültürlerde gelin kıyafeti için
beyazın tercih edilmesi gerekirdi. Oysa beyazın gelinlerle ilişkilendirilmesi oldukça
yeni bir gelişmedir ve bu sadece Batı’da böyledir - Çin, Hindistan, Japonya ve
diğer kültürler de bekâreti tanımakta ve değerli görmektedir ama yine de
geleneksel olarak gelinler için beyazı tercih etmezler.
Beyaz
gelinliği bize miras bırakan, İngiltere kraliçesi Victoria’dan başkası
değildir. 1840’taki düğününde beklenmedik bir kıyafet seçimi yaparak soylu
gelinler için geleneksel renk olan gümüş rengi yerine, turuncu çiçeklerle
bezenmiş satenden görkemli bir beyaz elbise giymiş ve bunun yanında Honiton
dantelinden yapılmış bir duvak ve bazılarını damat Saxe-Co- burg ve Gotha
Prensi Albert’ın verdiği zarif elmas mücevherler takmıştır. Victoria’nın
elbisesi, bunu amaçlamamış da olsa, bir anda beyaz gelinlik geleneğini
başlatmıştır. Herkesin gözü önünde masalsı bir aşk yaşayan bir kraliçe,
kendisini gerçek bir kraliçe gibi hissetmek için düğün gününde bir kraliçe gibi
giyinmekten daha iyi ne yapabilirdi ki? Kadınların çoğunun en iyi Pazar
kıyafetleri içinde evlendiği bir çağda, beyaz bir elbise aynı zamanda çarpıcı
bir tüketim örneği, bir gelinin ailesinin gelinin tanım itibariyle bir daha
hiç giymeyeceği bir giysi . için büyük miktarda para harcayabileceği gerçeğinin
müsrif bir göstergesiydi. Üstelik beyazı temiz tutması zordur ve bu yüzden de
lekesiz beyaz bir elbisenin hem saflıkla (ama bunun ille de cinsel saflık
olması gerekmez) hem de çalışma dünyasının pisliğinden tamamıyla arındırılmış
bir uzaklaşma elde etmekle bağlantısı vardır. Bunlar nikâh masasına götürülecek
fena simgesel anlamlar da değiller hani.
Victoria
o zamanın gözde seçimi olan mavi rengin içinde evlenmeyi seçseydi, Billy Idol
belki de, beyaz bir düğün yerine, mavi bir düğün için güzel bir gün, diye şarkı
söylerdi. Mavi, san (Yunan evlilik tannsıyla özdeşleştirilmiş olan renktir ama
farklı yer ve zamanlarda fahişelikle de özdeşleştirilmiştir), parlak kırmızılar
ve halta siyah, gri ve kahverengi Victoria’nın düğününe kadar yaygın olarak
kullanılan renklerdi. Üstelik mavi ve san 20. yüzyılın ilk yallarına kadar
popülerliğini korumuştur. Ama beyaz gelinlik yavaş yavaş bugünkü cinsel anlamda
el değmemiş gelin simgesi konumuna yükselmiştir. Hiç şüphesiz bunda, beyaz
elbiselerin, bunları giyen kadınların bekâretine ilişkin esas gerçeği ifade
ettiğine dair yaygın inanışın etkisi vardır.
Gelinin
bekâretiyle olan bağlantısı açısından duvak da gelinlikle aynı ünü paylaşır.
Bazı kaynakların iddiasına göre duvak geleneği, gelinin bekâretini görsel
olarak resmetme arzusundan doğmuştur: Yani simgesel bir çeşit açık hava
himeni. Gelin duvağını bu şekilde yorumlayan hayal gücü kuvvetli kimselere
yazık olacak ama duvak geleneği konusunda elimizde olan kanıtların hiçbirisi
böyle bir olasılığa işaret etmemektedir. Yüze örtülen duvaklara tarihsel
olarak yüklenen asıl işlev koruma olmuştur: Kire ve böceklere karşı, saldırgan
olabilecek adamların bakışlarına karşı ve düğünler bakımından en önemli konu
olan kötü ruhlara, iblislere ya da nazara karşı. Uzun yıllar boyunca gelinin
yüzünü ve dolayısıyla kimliğini saklamanın, iblislerin ve cadıların ya göz
diktikleri kurbanın gözlerini görmeye ya da onun tam kimliğini bilmeye dayanan
saldırılarından gelini koruyacağına inanılmıştır. Buna yakın bir başka görenek
olan nedimelere aynı kıyafetlerin giydirilmesi de benzer şekilde, kötü
ruhların ya da geline zarar vermek isteyenlerin aklını karıştırmak için
tasarlanmıştır. Beyaz gelinlik ve duvak gibi göreneklere, bunların tarihsel
anlamlarına ve özellikle yakın geçmişte bunlara yüklediğimiz cinsel anlamlara
baktığımızda açıklığa kavuşan şey, simgesel hareketler konusunda usta
yaratıcılar olduğumuzdur. Toplumsal açıdan önem taşıyan anlar, simgesel anlam
kazanmaya yatkındır; bu simgesel anlamlan tutkalla yapıştırmamız gerekse bile.
Eşil
Törenler?
Geçiş
törenleri kendi başlarına yaşam içerisinde bir konum ya da mertebe değişimi
değildirler. Daha çok, ya gerçekleşmekte olan ya da çoktan gerçekleşmiş
değişimlerin toplumsal ve kültürel anlamda tanınmasıdır. En yaygın geçiş
törenleri, doğum, ilk âdet, yetişkinliğe erişme, evlilik ve ölüm olaylarıyla
ilgilidir. Mantıklı olarak, kültürler değiştikçe geçiş törenleri de kapsam ve
tarz açısından değişir. Çok eski zamanlardan bu yana belli bir tûr olarak
gözlemlediğimiz geçiş törenlerinin bazılarını, en çok da cenaze ve düğünle
ilgili olanlarını bugün hâlâ gözlemlemekteyiz. Buna karşın bugün bize anlamlı
gelen toplumsal değişimlere gönderme yapan ve hizmet eden yeni geçiş törenleri
de geliştirmişizdir. Bunlardan birisi “ilk kez” de denilen geçiş törenidir.
Bir
geçiş töreni olarak bekâret kaybı kısmen kişiye özel, kısmen göz önünde,
kısmen simgesel, kısmen de açıkta yaşanır. Bu, birebir iletişim yoluyla
gayriresmi olarak gerçekleşen bir grup etkinliği ya da bir tören şeklinde
yoğunlaşmamış, dağınık bir olaydır. Toplumsal konum değişiminin onaylanması
zaman alır ve bekâret kaybı hikâyelerinin farkh bağlamlarda, farklı ve çoğu
zaman özel dinleyiciler için defalarca yeniden anlaulmasma dayanır. Bu birçok
açıdan, düğünlerde görülen ilanların, davetlerin, resmî törenin, ciddiyetin ve
kamu şahitliğinin tam tersidir. Ama yetişkinliğin sınırını belirleyen bir geçiş
töreni olarak işlevi bakımından ve aslında toplumsal bir gösteri olarak çok
benzerdir.
Görünürde
böylesine kişiye özel bir deneyimin nasıl olup da . toplumsal açıdan yetişkin
olma sürecinde böylesine merkezi bir rol oynar duruma gelebildiğini merak
edebiliriz. Cevabın bir kısmı, bunun hep böyle olmuş olduğudur - erkekler için.
Erkekler bekâret kaybını ve cinsel deneyim kazanımını arkadaşlar arasında her
zaman gururla annnşlardır. Birçok Batı kültüründe genç erkeklerin cinsel
bilgilerinin büyük kısmı, geleneksel olarak diğer erkeklerden gelir. Bunun
farklı şekilleri vardır: Soyunma odalarındaki palavralar, pomo üretimi ve
alışverişi, genç adamların ilk cinsel birleşmeyi yaşamaları için erkek
akrabaları tarafından geneleve götürülmesi (Orta ve Güney Amerika’nın büyük
bölümünde hâlâ yaygındır; son yıllarda yapılan araştırmalara göre, günümüz
Ekvador’undaki erkeklerin yaklaşık çeyreği bekâretlerini böyle bir ortamda
kaybetmektedir), bekârlığa veda partileri ve hatta antik Yunanların, yaşça
büyük erkeklerin genç erkekleri korumaları altına aldıkları ve cinsel
partnerleri olarak kabul ettiği paidika sistemi. Erkekler
birbirlerinin
cinsel eğitimine karşılıklı olarak katkıda bulunurlar. Başka şeylerin yanı
sıra bu şu anlama da gelir: Erkekler için cinsellik, birey olarak kadınlan ve
de anlamlı bir insan ilişkisinin bir parçası olarak heteroseksüelliği
içenneyen bağımsız bir anlam çerçevesinde yer alır ya da alabilir. Erkekler
seks yapar. Bu erkeklerin yaptığı ve elde ettiği bir şeydir.
Oysa
çoğu zaman kadınların seks olduğu düşünülmüştür. Erkeklerinkinin aksine,
kadmlann cinselliğinin kendi kendisine gönderme yapan bir anlam çerçevesi
olarak var olmasına hiçbir zaman izin verilmemiştir. K-stratejisıi ikilemi,
yani aşırı miktarda kaynak gerektiren çocukları yetiştirmek için duyulan
kaynak ihtiyacı, kadın cinselliğini sosyoekonomiye bağlı tutmuştur. Erkekler
kendi cinsel dönüm noktalarını, özel kutlama nedenleri olarak yaşayabilirler
çünkü cinsel etkinliğin erkekler için doğrudan hiçbir maddi sonucu yoktur.
Ancak kadınlar, kendi cinsel dönüm noktalarının halka açık bir şekilde
törenleştirilmesinin onlara sunduğu korumaları kendi menfaatlerine çevirmeyi,
çoğu zaman yanlış yapa yapa öğrenmişlerdir. Bu, geçmişte bütün kadınların seks
yapmak için evliliğe kadar beklediği ya da günümüz kadınlarının öngörülemez şekillerde
cinselliğe adım attığı anlamına gelmez. Bundan çok. geçmişte evlenmeden önce
seks yapan kadınların, cinsel şiddete maruz kalmış olsalar bile, genellikle
büyük bir cezanın acısı altında ezilerek bunu saklamak zorunda olduğu, oysa günümüz
kadınlarının bunu yapmak zorunda olmamasını sağlayan benzeri görülmemiş bir
güce ulaştığı anlamına gelir. Arada çok büyük bir fark vardır. Kadınların
bağımsız olarak cinselliklerini yaşadıklarının bilinmesini sağlayan yeni elde
ettikleri bu güç, bekâret kaybının kendi başına modem bir geçiş törenine
çevrilmesini sağlayan şeyin büyük bir parçasıdır.
Hikâyeler
Anlatmak
Son
yüzyıl boyunca kadınlara yetişkinlik cüppesini giydiren evlilik, bir geçiş
töreni olarak önemini epeyce yitirmiştir. Bunun büyük bir nedeni bugün
evliliğin nadiren yetişkinliğin başlan-
gıcında
yer ahyor olmasıdır. Günümüz Batıklarının çoğu, iik
evliliklerinden önce (tabii eğer evlenirlerse) eğitimlerini tamamlamış,
iş hayatının kendi kendine geçinebilen üyeleri olarak birkaç yıl geçirmiş,
kendi başlanna yaşamış ve kendi evlerini idare etmiş ve birçok durumda
romantik ve/veya cinsel ilişkiler konusunda biraz da olsa deneyim sahibi
olmuştur. Ama düğünler dışında, kadın yetişkinliğinin tanınması için resmî ve
kamuya özgü hiçbir geçiş törenimiz yoktur. Hepimiz pek çok yoldan reşit oluruz
ve çoğu zaman da bunu evlenmeden çok önce başarırız. Kültürel değişim
dalgalarıyla sürüklenirken, öyle görünüyor ki yetişkinliğe geçiş töreninin en
sıkıca bağlandığımız unsuru evlilik değil, cinsel etkinliğin başlangıcıdır.
Seks yapmak geleneksel değerlerimizin gerçek bir temel parçasıdır.
Bütün
geçiş törenlerinde olduğu gibi, gerçek edim ya da edimler -bu durumda ilk
cinsel ilişki- resmin sadece bir parçasını oluşturur. Bir geçiş töreninin en
önemli kısmı yaşanan değişimin toplum tarafından tanınmasıdır. Bekâret kaybı durumunda,
bu tanınmayı sağlayan araç hikâye anlatımıdır. Yaşadığımız ilk seks
olay(lar)ımn öncesinde de sonrasında da, hem bu değişim için hazırlanır hem de
beklentilerimizi, korkularımızı, deneyimlerimizi ve bilgilerimizi “kulaktan
kulağa” tekrarlayarak yetişkinler dünyasına girişimizi gururla anarız.
Bekâret
araştırmacıları Laura M. Carpenter ile Sharon Thompson, bu geçiş töreninin
nasıl işlediğini inceleyen birkaç öğretim üyesinden ikisidir ve
araştırmalarında, günümüz gençlerinin bekâret kaybı deneyimleri konusunda
birbirlerine anlattıkları hikâyelerin yüzlerce örneğini toplamışlardır. Ergenler
kendilerinin ve birbirlerinin resmî olarak yetişkinler dünyasının eşiğinden
atladıklarını, bu tür hikâyeleri anlatarak, karşılaştırarak ve doğrulayarak
onaylamaktadır. Bu tür yaşanmış hikâyeler henüz bekâretini kaybetmemiş olanlar
için örnekler sağlamakta, bu deneyimi yaşamamış olanlara deneyimlerinin nasıl
olması gerektiği konusunda izleyebilecekleri çe- Ş’tli planlar sunmaktadır.
Hikâyeler bize neyin hoş karşılanıp neyin karşılanmadığını, neyin doğru neyin
yanlış olduğunu öğretir. Kültürlerimizin ve arkadaş gruplarımızın anlattığımız
hikâyelere de yansıyan toplumsal tarzları, cinsel yaşamlarımızın ne anlama
geldiğini ve ne olduğunu anlama şeklimizi belirler; buna kendi deneyimlerimiz
konusunda muhtemelen ne söyleyeceğimiz de dahildir.
Bu
yüzden, Karen Bouris’in The First Time (İlk Kez) ve Lo- uis M.
Crosier’in Losing It (Bekâreti Kaybetmek) adlı bekâret kaybı
anlatılarını bir araya getiren kitaplarının gösterdiği gibi, kişisel ilk cinsel
ilişki deneyimlerimizin sınırsız çeşitliliğine karşın, bu konuda aslında
oldukça sınırlı sayıda hikâye anlatırız. Hikâyelerin olumlu ve olumsuz
uyarlamaları vardır ve ayrıntılar da büyük çeşitlilik içerir ama geniş bir
örnek yelpazesinin ötesinde bekâret kaybı hikâyeleri çoğu zaman birbirlerine
çok benzerler. Nesnel doğrular -ne nasıl oldu-, simgese! doğruların iletilmesi
kadar önemli değildir. Anlattığımız hikâyeler kelimenin tam anlamıyla ne
yaşadığımızdan çok, bu deneyim hakkında ne hissettiğimiz, ne hissetmek
istediğimiz ve kültürümüzün ne hissetmemizi beklediği konularında bilgi verir.
Bu hikâyeler, günümüz Batıhlannın fiziksel bir anı toplumsal bir gerçeğe, yani
yetişkinliğe geçiş törenimiz olan ilk cinsel ilişki konulu hikâyelerimizi
dinlemeye ve anlatmaya dönüştürme şeklidir.
Ismarlama
Gelinler
Tarihsel
bir bakış açısından bakacak olursak, bir bakireye tecavüz edildiğinde sorunu
çözmenin en çok tercih edilen yollarından birisi kurbanı tecavüzcüsüyle
evlendirmek olmuştur. Hem Hıristiyanlık öncesi hem Hıristiyanlık sonrasına ait
birçok yasa bunu bir tercih olarak göstermiştir. Bu konuda kadının ne
hissettiği, karar aşamasında dikkate alınmamıştır. Mülkiyet açısından bu, kötü
bir durumdan çıkarılabilecek en iyi sonuç olarak görülmüştür. Bir kadının
bekâretini çalan adama evlilik yoluyla buna sahip olma hakkı verilirse, en
azından kadının ihtiyaçları karşılanmış olurdu (teoride) ve böylece yeni
karısının başka bir adamın çocuğunu taşıdığı gerekçesiyle hiçbir adamın adı
lekelenmezdi.
Bizim
bakış açımızdan duyarsız, zalim ve insanı hayrete düşürecek derecede
cinsiyetçi görünen bu çözüm, kendi bağlamında düşünüldüğünde son derece
mantıklıdır. Yüzyıllar boyunca evlilik aşktan çok ekonomiyle bağlantılı
olmuştur. Duygusal aşkın bir uzantısı olarak evlilik Batı’da ancak son üç
yüzyılda yaygınlaşmıştır. Sonuçta aşk toplumun işleyişi için merkezî bir önem
taşımaz, oysa kaynaklar çok önemlidir. Serveti olabildiğince artırmanın,
kurulan ittifakları güçlendirmenin, toprak ve diğer mallan güvence altına
almanın ve malla- nn nesilden nesile aktarımını düzenlemenin bir yolu olarak
evlilik, o koşullar çerçevesinde en faydacı olan ve en çok önem taşıyan kurum
olmuştur.
Bu
kurumun işleyişini sağlayan parçalardan biri olan bekâret, maddi açıdan büyük
önem taşımaktaydı çünkü çocukların babalığının doğrulanabilmesini sağlardı.
Bekâret aynı zamanda bir kadının, ailesinin, gelecekteki kocasının ve
topluluğunun önceliklerini kendi arzularından önce yerine getirmeye istekli
olup olmadığını belirttiği için de önemliydi. Bir gelinin bekâretinin, kadının
iyi yetiştirildiğinin, yeni bir aileye ve soya kabul edilmeye uygun olduğunun
ve bir eş olarak güvenilir olduğunun göstergesi olduğu düşünülürdü. Bekâret,
bir kadının davranışlarının ve değer sisteminin simgesel bir güvencesini ve en
azından evlilik dahilinde doğacak ilk çocuğun babasının kanıtlanabilir bir
şekilde kadının yeni kocası olduğunun (ve olası bir rakip olmadığının) maddesel
bir güvencesini oluşturmaktaydı.
Kısacası
bekâret, herhangi bir gelinin olası bir kocaya sunabileceği maddesel ve
simgesel değerin en önemli unsurlarından birisiydi. Hatta bunu kadının
çeyizinin bir parçası olarak bile düşünebiliriz. Çeyiz, tıpkı bunun tersi bir
uygulama olan başlık parası gibi, evlilik sırasında gerçekleşen tek taraflı bir
mal aktarımıdır. Çeyiz, gelinin ailesinden damadın evine mal aktarılması
anlamına gelir; böylece de mal geline eşlik etmiş olur. Damadın, kızlarını
kendi evine katma hakkı karşılığında gelinin ailesine para ya da mal vermesi
durumunaysa başlık parası demekteyiz. Başlık parası, Batı’da hiçbir zaman
yaygın olarak uygulanmamıştır; ancak çeyize neredeyse her yerde
rasllanabilirdi. Sosyoekonomik güçlenmenin ve aşk evliliğinde görülen artışın
birleşiminin, çeyizin önemini ve popülerliğini kaybetmesine yol açmasıyla
birlikte çeyiz, nihayet 19. yüzyılda uygulamadan kalkmaya başlamıştır. Bu
durumda bile, çeyiz sandığı ve gelin eşyaları gibi çeyizin izlerini taşıyan
evlilik görenekleri hâlâ oldukça yaygındır.
Gelinin
çeyizindeki diğer eşyalar gibi bekâret de, bir kadının evlendiğinde kendi
evinden kocasının evine götürdüğü değerli mallardan biriydi. Kadının çeyizinde
yer alabilecek çarşaflar ve kıyafetler, ev eşyaları, çiftlik hayvanı ve öteki
mallar gibi, bekâret de kocanın sahip olduğu ve evliliği (cinsel ilişki ile)
tamamlama sürecinde tükettiği bir mal olurdu. Bu özünde şu anlama gelir: Batı
geleneği, sadece kızları evlenene kadar bakire tutarak onların evlilik
piyasasındaki değerini artırmayı değil, aynı zamanda erkeklere kızlarıyla
evlenme karşılığı ödeme yapmayı da kapsamaktaydı. Bu çelişkili görünüyorsa
yapacak bir şey yok, çünkü öyle.
Yoksa
değil mi? Uzun zamandır yaygın olan varsayıma göre, bekâret değerli bir şeyse
bu durumda erkekler de bakire gelin almak için yüksek miktarlar ödeyecektir.
Başlığın yükselmesi olasılığı da bir ailenin kızlarının bekâretini koruması
için ana sebeplerden biridir. Ama Jack Goody ve Alice Schlegel gibi
araştırmacıların çalışmalarının gösterdiği gibi, bu aslında pek de böyle
işlememektedir. Evlilik uygulamalarını kültürler arası boyutta karşılaştıran
incelemeler, başlık aktarımı uygulayan kültürlerin aslında kadınların evlilik
öncesi bekâretine daha çok değil, daha az önem verdiğini göstermiştir. Bekâret
konusuna en çok ilgi gösteren, çeyiz veren (servetin gelinin ailesinden
damada gittiği) kültürlerdir, başlık verenler değil.
Antropolog
Schlegel, bunun dinle ya da ahlâki değerlerle değil, eskiden kalma sınıf atlama
konusuyla ilgili olduğunu öne sürmektedir. Temel olarak bir aile kızlarının
yüksek rütbeli ve en üst sınıftan adamlarla evlenmesini sağlama almak istiyorsa,
ortaklık kurmak istediği ailelere kızlarını mümkün olduğu kadar cazip
göstermek zorundadır. Aynı zamanda da kız- lannı bütün uygunsuz taliplerden
uzak tutmaları gerekir. Ailenin toplumsal konumunun istikrarının ya da
gelişmesinin kızlarının evliliğine dayandığı durumlarda (bu kesinlikle sanayileşme
öncesinde bütün Batı için geçerliydi) bekâret, bir ailenin koca-bulma
piyasasındaki gücünü artıracak en önemli servet olarak tayin edilmiştir. Eğer
Schlegel’in varsayımları doğruysa, o zaman erkekler bakire gelin için ödeme
yapmak zorunda değildi, çünkü kız çocukları olan aileler daha iyi damatları
kendilerine çekmek için zaten bekâreti bir araç olarak kullanmaktaydı. Bu da
sonuç olarak erkeklerin çoğunun rahatlıkla bir bakireyle evlenme beklentisi
taşıyacağı anlamına gelir. Ne de olsa neredeyse bütün aileler kızlarından
birinin “üst sınıfla evlenmesi” olasılığına yatırım yapacaktır ve bu da
evlilik için sunacak bir bakire kız olmadan gerçekleşmesi mümkün olmayan bir
şeydir.
Bu
sistemin neden Batı’da bu şekilde ama diğer kültürlerde farklı şekillerde
geliştiği hakkında bir şey söyleyemeyiz. Örneğin. düğün eşliğinde çeyiz yerine
başlık parası ya da misafirlere hediye verilmesi gibi uygulamaların olduğu
kültürler, çoğu zaman gelin bekâreti konusunda son derece farklı bir bakış
açısına sahiptir. Değişmeyen gerçekse, bütün kültürlerin bekâreti aynı şekilde
ele almadığı, hatta bazı kültürlerin bekâreti hiç tanımadığı ya da değerli
görmediğidir. Bekârete yüklediğimiz değer tam olarak böyledir, yani bekârete
“yüklenmiştir” ve insanlara ya da bekârete özgü içsel bir şey değildir.
Ara
sıra bunun tersini söyleyenler olsa da, erkek insanlar dişi bakirelere karşı
içsel bir arzu duymazlar. Aslında duysalardı bu hoş bir oyun olurdu, çünkü
bekâret kimsenin göremeyeceği, dokunamayacağı, koklayamayacağı ya da
kanıtlanabilir bir Şekilde teşhis edemeyeceği soyut bir özelliktir. Erkeklerin
içsel olarak bakireleri arzuladığı iddiası, insanların doğuştan gelen bir
insansever, akıllı ya da modadan anlayan cinsel partner arzusuna sahip olduğu
iddiası kadar asılsızdır. Bu, duyarlı, iyi giyinen ve başkalannı düşünen
kişileri arzu etmediğimiz anlamına değil, bu özelliklere ve kişilere
duyduğumuz arzunun biyolojik ya da doğuştan olmadığı anlamına gelmektedir. Bu
ni- tetikleri arzu arzulamayı öğreniriz çünkü kendi kültürümüz bağlamında
bunların değerli görüldüğünü ve arzulandığını öğreniriz.
Bekâret
için de aynı şey geçerlidir. Erkekler bekâretin değerli görüldüğü kültürlerde
yaşadıklarında, bakire olmayanları değil, bakireleri arzu etmeyi öğrenmektedir.
Bu tür kültürlerde, bir erkeğin cinsel başarı tablosunu genişletecek çok az sayıda
cinsel edim vardır ve bunlardan biri de bekâret üzerinde hak iddia etmektir.
Erkeklerin üstün konumlarıyla diğer erkeklere gösteriş yapmak için ele geçirmeyi
alışkanlık haline getirdiği şeyler söz konusu olduğunda, genç bayanların kızlıkları
en az yaşh ustaların tabloları kadar kıymetlidir. Bir spor karşılaşmasında kupa
kazanmak gibi bir kadının bekâreti “ödülünü” kazanmak da bir çeşit fiziksel
beceri anlamına gelir. Bu, bir kulübün duvarında asılı duran içi doldurulmuş
bir geyik ya da kaplan kafası gibi, avını yakalamayı beceren başarılı avcı
fikrini akla getirir. Bilinmeyen diyarlara yapılan yolculukların anlatıldığı
hikâyeler gibi, daha önce kimsenin sahiplenmediği yeni bir toprağa sahip olmak
üzere ayak basan ilk kişi olmayı çağrıştırır.
Bekâretin
aranılan bir mal olduğu yerlerde, fethedilen bir bakire, basmakalıp bir yığın
erkeklik değerini yansıtabilir. Bazı erkeklerin bekâretin yok edilmesini fetiş
haline getirmesine pek de şaşırmamalı. Bu aslında şaşırtıcı derecede eşitlikçi
bir uğraşıdır. Kadınların kutularını açma üzerine yapılan bir kariyer,
atılganlık, etkileyicilik ve penis dışında fazla bir kaynak gerektirmez. Statü
ya da servete bağlı olmayan, kurnazlık ve konuşkanlık gibi özellikleri
ödüllendirir. Cinsel anlamda tatmin edicidir ve en azından belli açılardan ve
belli zihniyetlere göre, bir adamın toplumsal hisselerini kesinlikle artırır.
Erkeklerin cinsel rekabete açıkça katıldığı bir alan olarak, açgözlülükle
bakirelerin kızlıklarını bozmanın çok az eşdeğeri vardır.
Kadınların
bekâretine sahip çıkmanın bu anlamda böylesine etkili bir şekilde işlemesinin
nedenlerinden birisi, bekâretin alındığında sadece ele geçirilmiş olmaması,
aynı zamanda yok edilmiş ve mevcut rezervden sonsuza kadar çıkarılmış olmasıdır.
Herhangi bir kadının bekâreti -en azından kavramın geleneksel anlamı
çerçevesinde düşünüldüğünde-, sadece tek bir adama ait olabilir. Bu kesin
olarak son bulma durumu, bakirelerin kızlıklarının bozulmasını olası bir
toplumsal silah haline getirir. Ancak bundan korkmak için geçerli sebebi olan
sadece kadınlar değildir. Erkekler de “kaçak bekâret avcılarından” korkarlar.
Tarih boyunca, evlenme niyetinde olmaksızın bir adamın kızının bekâretini almak
(zorla ya da ayartarak), erkeğin başka bir erkeğe indireceği en haince ve
yıkıcı darbelerden biri olarak görülmüştür. Başka bir adamın nişanlısını ayartmak
ve kızın bekâretini almak da bununla bağlantılıdır ve neredeyse bunun kadar kötüdür.
Cinselliğe ilişkin görenekler ve sekse ilişkin cinsiyete göre belirlenmiş
beklentiler değiştikçe, bu tür cinsel saldırılar daha az sıklıkta olmaya
başlamıştır ya da en azından bunların saldırı olarak görülme olasılığı azalmıştır.
Ama bazı toplumsal gruplarda, bu tür cinsel hırsızlıklar hâlâ bir adamın
erkekliğine, nüfuzuna, namusuna ve gücüne yöneltilen ölümcül bir hakaret olarak
görülmektedir.
Çalınmış
bir bekâretin telafisine verilen önemin bir sonucu da şudur: Kadının ailesine,
aksi takdirde karşı çıkacakları bir evliliği zorla kabul ettirmenin bir yolu
olduğu için erkeklerin kadınların kızlığını bozması hiç de az rastlanan bir şey
değildir. Bekâretin bu Makyavelyen kullanımı, bazen gerçek tecavüzleri de
kapsamıştır ama başka durumlarda “tecavüz” kadının ailesinin itirazlarına
karşın evlenmek istediği adamla birlikte kendi onayıyla katıldığı bir olaydı.
Böylesine ciddi boyutlarda olan ve hamilelik olasılığı taşıyan bir emrivakiyle
karşı karşıya kalan ailenin pes edip papaz çağırması büyük olasılıkla an
meselesi olurdu. Bir başka deyişle, mecburi evlilikler bazı durumlarda bir
“ölüm-karım” meselesi, bazı durumlardaysa tuzağa düşürme meselesi olmuş
olabilir. Yine de bunlar, bazı kadınların yaşamları boyunca, bekâretlerine
biçilen büyük de- ğvri kendi istekleri doğrultusunda kullanabilecekleri birkaç
fusattan birini oluşturmuştur.
Unutulmaz
1999
yapımı American Pie (Amerikan Pastası) adh filmin reklam afişinde
dendiği gibi “ilk dilim asla unutulmaz” iddiası doğru mudur? Yüzyıllar boyunca
bekâretin kaybedilmesiyle ilgili doğru olduğuna en çok inanılan şeylerden
biri, bu deneyimin kendiliğinden ve silinmemek üzere kişinin beynine kazındığıdır.
Örneğin bazıları, insanların, özellikle de kadınların, ilk cinsel
partnerleriyle anında sarsılmaz bir duygusal bağ kurduğuna inanır. Bazıları da
kişinin ilk cinsel deneyiminin niteliğinin ve yapısının, yaşamının geri
kalanında ne tür bir cinsellik yaşayacağının göstergesi olduğunu ileri sürer.
Bakirenin boş bir yazı tahtası ya da bir tuval olduğu ve yaşadığı ilk cinsel
deneyimin kaçınılmaz ve silinmez bir iz bıraktığı düşünülür. Bu oldukça şiirsel
bir yaklaşımdır ama yanlıştır da. İlk cinsel deneyimin kişinin anlayışlarını,
kimliğini ya da tepkilerini kalıcı olarak belirlemesi, hayatındaki başka bir
dönüm noktasına göre -alılan ilk adımdan tutun ilk trafik cezasına kadar- daha
yüksek ya da daha düşük bir olasılık taşımaz. Ancak yıllar geçse de birçok
insan, kişinin bekâretini nasıl kaybettiğinin hayatının geri kalanı boyunca
kendisini sadece etkileyebileceğine değil, etkileyeceğine de
inanmıştır.
Bu
fikrin uzun bir geçmişi vardır ama bugün yeniden canlanması büyük ölçüde
Sigmund Freud’un çalışmalarının eseridir. Freud’un Contributions to the
Pşychology of Love (Aşk Psikolojisine Katkılar) adh kitabındaki üç
makalenin üçüncüsü olan 1918 tarihli “The Taboo of Virginity” (Bekâret Tabusu),
on yıllar boyunca bekâret konusunu ele alan belirleyici bilimsel
tartışmalardan biri olarak görülmüştür. Freud bu makalede, Batı’daki bekâret
ideolojisinin aynı anda hem köklü hem özünde açıklanamaz olduğunu itiraf
etmesine karşın yine de, bekâret ve bekâret kaybı hakkında birtakım asılsız
“gerçek”le- ri ileri sümekten geri kalmaz.
Bunların
başında da -kimse gözden kaçırmasın diye dikkat çekecek bir şekilde makalenin
ikinci paragrafına yerleştirilmiştir- bekâreti kaybetme deneyiminin, “kadında,
erkeğin ka- dinin daimi ve değişmez bir şekilde sahibi olmasını temin eden ve
kadının dışarıdan gelen yeni etkilere ve teşviklere karşı koyabilmesini
sağlayan bir ‘esaret’ durumuna yol açtığı” fikri gelir. Bu hayret verici
iddiayı destekleyecek pek fazla dipnot vermeksizin Freud, kadının cinsel
partnerlerine duyduğu duygusal bağımlılık fikrini (seksolog meslektaşı Richard
von Kraffl-Ebing’in notlarından kaynak göstermeksizin ödünç aldığı bir fikir)
alıp bunun kadınların bekâretlerini kaybetmesinin neredeyse kaçınılmaz bir
sonucu olduğunu ileri sürer. Bu fikir, 19. yüzyılın sonlarında geçerli olan,
cinsler arasında uygun bir ilişkinin nasıl olması gerektiğine dair orta sınıfa
özgü inançlarla tamamıyla uyum içerisindedir ama bu “esaret”in işleyişi
sihirsel düşünüşün harika bir örneğidir. Uyuyan Güzel masalıdır bu: Kadın bir
adamın ilk cinsel dokunuşuyla bir anda oluveren ve sonsuza kadar sürecek bir
ikili bağlılığa "uyandırılır" .
Freud,
bu talihsiz ve çaresiz ilişkinin işleyişinin iyi huylu olmadığını kabul
etmiştir. Bakirelerle onları bozanlar arasında kendiliğinden oluşan bu
davetsiz bağın varlığına hâlâ inananlar dâ aynı şekilde düşünür ve bunun bir
bakireyle yat- .manın en büyük tuzaklarından biri olduğuna inanırlar. Bu mitin
öteki yüzünün daha güzel olduğu da söylenemez. Birçok kadın da bekâretlerini
kaybettikleri adamların anında kendilerine bağlanacağı inancıyla ilk cinsel
deneyimlerine girişmiştir.
Ancak
bir sürü kadının hayal kırıklığı içinde keşfettiği gibi, bu sihir aslında bir
mittir, Tarihçi Ginger S. Frost, 19. yüzyılın sonlarında evlenme vaadiyle
kadınları ayarttıktan sonra mahkemeye verilen ve sözünü tutmamaktan suçlu
bulunan adamların, tahmin edileceği gibi tabii ki kadınlarla yatabilmek için
bağhhk sözü verdiklerini söylediği ve “bütün erkekler böyle yapar” dediği
sayısız olay anlatmıştır. Bu durumun hiçbir şekilde Viktorya Dönemiyle sınırlı
kalmadığını söylemeye neredeyse hiç gerek yoktur. Aslında bekâreti kaybetmek
kadar belli bir zamana özgü olmayan başka bir şey varsa o da, çoğu zaman
bunun öncesinde gelen boş vaatlerdir. Eski bir Arap atasözü bu üzüntüyü
şiirsel bir ifadeyle yansıtır: “Bana küpeler vaat etti ama kulaklarımı delip
gitti.” Kişi tam bağımsızlık islerken ümitsiz bir bağlılıkla karşı karşıya
kaldığında ya da bağlılık isterken tam bağımsızlıkla baş etmeye çalıştığında,
önceki durumdaki bakire ve partnerin ikisi de sonunda bekâret kaybının bir
sepet ekşi üzümden pek de farklı olmadığını düşünebilirler.
Ama
Freud’un iddiasına göre, bekâret kaybının bıraktığı söylenen “iz”in fiyaskoya
yol açtığı durumlar da vardı. Bir kadının, kızlığını bozan adamdan, yaptığı
şey için sonradan kaçınılmaz olarak nefret etmesi gibi gerçek bir tehlike söz
konusuydu. “Bekâret Tabusu”ndaki açıklamaya göre, bu tür bir öfke, herhangi
bir bilinçli kişisel düşmanlıktan değil, kızlık bozulmasının kaçınılmaz
(olduğu varsayılan) acısından kaynaklanmaktadır. Kadınların bedensel acı
çektiğini ve kanadığını varsaysa da, Freud’a göre bu acı sadece fiziksel
değildir. Bunun yanı sıra, daha derin bir acı olan, bir “organın” (Freud’un burada
özellikle himeni mi, yoksa bekâretin kendisini mi kastettiği hiç açık
değildir) yok edilmesinin yol açtığı kaçınılmaz ruhsal “yara” da söz konusudur.
Sonuçta ortaya çıkan yarah- hayvan öfkesi, sözlü ve fiziksel saldın halini
alabilir. Freud sadece ilk cinsel birleşme sonrasında değil, ondan sonraki
bütün cinsel eylemlerin sonrasında da kocalarını azarlayan, fiziksel olarak
tehdit eden, hatta gerçekten döven kadınları içeren vakalar anlatmıştır.
Freud’a göre, bu öfke içeriye çevrildiğindeyse cinsel soğukluğa neden olur.
İlk
cinsel deneyimin yanlış olmasının, hatta doğru deneyimin kötü bir şekilde
yaşanmasının bile felaketle sonuçlanabileceğine inanan sadece Freud değildi.
19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarındaki cinsellik kitapçıkları, bir kocanın
gerdek gecesinde çuvallayarak karısında nasıl kalıcı hasara neden olacağını
anlatan açıklamalarla doludur. Örneğin Viktorya Dönemi yazarı Dr. John Cowan,
saf bir gelinin kırılgan hassasiyetinin ve tabii ki narin bünyesinin
üstesinden, sert ya da kaba yatak odası taktikleriyle gelinemeyeceği konusunda
erkekleri uyarmaktadır: “Koca memnuniyetle ‘evlilik haklan' olarak tanınıla-
dıgı şeyi uygularken, karısını aslında çok kısa bir zaman için gergin, narin ve
hasta listesine yerleştirir.” Daha sonraları İngiltere’de Stella Browne ve Dr.
Marie C. Stopes gibi cinsellik eğilimi yenilikçileri, bu hasann
kaçınılmazlığını ve kalıcılığını önemsizleştirmiş ve bunun yerine çok daha
mantıklı bir fikir önermişlerdir. Buna göre, cinsellik eğilimi alma ve baskı
altında, zoraki gerçekleşmeyen cinsel deneyimler yaşama şansı tanınan
herkesin ilk cinsel deneyimi daha iyi bir hale getirilebilir ve cinselliğe
dair kurduğu çağrışımlar iyileştirilebilir. Ancak kararlı ilerici Stopes bile,
en çok satanlar arasına giren Married Love (1918) (Evli Aşk) adlı
kitabında, “Gerdek gecesi dehşeti yüzünden intihara ya da deliliğe sürüklenen
gelinlerin sayısı hiç de az değildir,” diye anlatarak, kişiyi kalıcı bir
şekilde mahveden ilk cinsel ilişki fikrinden tamamıyla uzaklaşamadı- ğmı
göstermiştir.
Bekâret
kaybının kişinin cinsel varlığını şekillendirdiği fikrinin cinsellik
kılavuzlarından ve psikoloji metinlerinden yok olması, 20. yüzyılın büyük
kısmını kaplayan bir süreçtir ama bugün bile literatürde hâlâ zaman zaman bunun
izlerine rastlanabilir. 2003 yılında bile Psikanalist Deanna Holtzman .ve Nancy
Kulish Psychoanalytic Quarterly'de (Psikanaliz Dergisi) hâlâ harıl
harıl, Freud’un küçümsedikleri “intikam peşindeki bakire" kuramıyla
uğraşıyorlar, “bekâreti bozana karşı duyulan bu intikam fikrinin, kadına
yansıtılmış erkek fantezisinin bir örneği olduğunu düşünüyoruz," diye
yazıyorlardı. Bekâret kaybının bu tür anlık, denetlenemez tepkilere yol açtığı
fikrini hâlâ kabul eden uzman, bugün ya yoktur ya da yok denecek kadar azdır
ama psikanaliz alanında yaşanan görüş değişikliğine karşın bu inanış hâlâ
varlığını sürdürmekledir. Halk arasında hâlâ kötü bir ilk cinsel deneyimin,
özellikle de bir kadın tecavüz ya da ensest ilişki sonrası bekâretini
kaybetmişse, çoğu zaman cinsel soğukluğun, orgazm olamamanın ya da
lezbiyenliğin nedeni olduğu söylenmektedir. (Benzer şekilde bazen de bir
kadınla geçirilen kötü bir ilk deneyimin “erkeği eşcinsel yapacağı” iddia
edilmektedir.) Yahut da, kadının cinsel arzusunu hastalığa dönüştürme
geleneğine göre, ilk cinsel deneyiminden zevk alan bir kadın, anında ve kalıcı
olarak belli bir erkeğe değil, eylemin kendisine bağlanarak nemfomanyak ya da
“seks müptelası” olabilir. Son zamanlarda her iki cinsin gençleri için de
bekârete (ya da günümüz söyleminde sıkça dendiği gibi “evlilik öncesi cinsel
perhiz”) verilen önemin yeniden hayat bulmasıyla birlikte, bazı genç erkeklerin
bu mitolojiyi kendi üstlerine de alındığını ve yasak elmanın tadına bakarlarsa
“erkek-orospu” olmaktan kaçamayabilecekleri korkusuyla bekâreti benimsediklerini
görmekteyiz.
Bekâret
kaybı konusundaki bütün bu inanışların ortak yanı, kişiliğimizin derinlerinde
ve özünde bilinçli olarak değiştirilemeyecek, ama tek bir cinsel deneyimle bir
anda tamamıyla yeniden şekillendirilebilecek bir parça olduğu fikridir.
Kızlığı yeni bozulmuş bakireler, kendiliğinden oluşan bir çeşit etkinin
çaresiz alıcıları olarak hayal edilirler; annelerinin peşinden giden ördek
yavruları gibi bekâretlerini kaybetmelerinin ardından onları takip eden bir
etki. Gerçekte bu, bekâretimizi kaybetmemizin doğal olarak bir iz bırakması
gerektiğine dair fantezinin bir başka şeklidir. Ancak iyi ya da kötü,
bekâretimizi kaybetmemizden genellikle elimizde kalan sadece benzer anılardır,
türü ve şiddeti açısından renklilik gösteren ve başımızdan hatırlanacak başka
olaylar geçtikçe çarpıtılmaya ve unutulmaya yatkın olan anılar.
Kan
ve Acı
Bekâret
hakkında hiçbir kitap, kan ve acı tartışmasına girmeden edemez. Bu konuda
yazılmış en eski belgelerden bu yana, kadın bekâretinin kanıtı olarak görülen
acı ve kanama, bekâret kaybıyla o kadar sağlam bir şekilde
ilişkilendirilmiştir ki. nadiren bunları anmadan ilk cinsel ilişkiden
bahsederiz. Vajinaya ilk kez cinsel anlamda girilmesiyle ilişkilendirilen acı
ve kanama, (yaşandıkları takdirde) genel olarak kısa süreli ve önemsizdir ama
bu kişiden kişiye büyük değişkenlik gösteren bir şeydir. Bazı kadınların
şiddetli acı ve/veya yoğun kanama yaşadıklarını bildirdikleri doğru olsa da,
fiziksel olarak yetişkin bir kadının ilk birleşme deneyiminin tıbbi müdahale
gerektirecek kadar ciddi yaralanmalara neden olması son derecede düşük bir
olasılıktır. Bekâret kaybının fiziksel sonuçlarının oldukça geniş bir yelpazeye
yayılmış olması, yüzlerce, hatta binlerce yıldır bilmen bir etkendir. Talmud
hahamlan bile, bütün kadınların bekâret kaybına aynı şekilde tepki vermediğini
kabul etmiştir.
Hepimiz
bakirelerde kan ve acı ararız çünkü bu şeylere inanılmaz simgesel anlamlar
yükleriz. Kişinin bakış açısına bağlı olarak kan ve acı, erdemin, ahlâkın,
fedakârlığın ve hatta dinî sözleşmelerde Tanrı’nın lütfunun simgesi olarak
görülebilir. Toplumbilimci Sharon Thompson'ın araştırması, bazı kadınların
bekâret kaybı hikâyelerini anlatırken, ne kadar canlarının yandığına ve ne
kadar kanayıp acı çektiklerine ilişkin kanlı (bazı durumlarda açıkça
abartılmıştır) ayrıntılardan gerçekten de haz duyduğunu göstermiştir. Bazıları
bekâretlerini kaybetmelerini romantik bir fedakârlık ya da “aşklarını
kanıtlama" olarak sunarken, diğerleri de cinsel ilişkinin kaçınılmaz
olarak kadınları kurbana çevirdiğinin ya da cinselliğini yaşayan kadınların
acı çekmeyi hak ettiklerinin kanıtı olarak göstermiştir. Bazıları da bunun,
kendilerine söylendiği gibi cinsel ilişkinin ille de hayatlarındaki en önemli
şey olmayacağını fark ettiklerinde yaşadıkları aldatılmışlık ve hayal
kırıklığının fiziksel ifadesi olduğunu söylemiştir. “Neredeyse birbirlerini
korkutuyor gibiler,” diye yazar Thompson ve ekler, “ya da bir cesaret oyunu[4]
oynar gibiler."
Çok
farklı bir yorum da şudur: And the Bride Wore \Vhile:
Seven
Secrets to Sexual Purity (Ve Gelin Beyaz Giydi:
Cinsel Saflığın Yedi Sim.) adlı çok tutulan kitabın yazarı Dannah Gresh gibi
bazı evanjelist Hıristiyan gençlik kolu eğitmenleri, evlilik öncesi bekâret ve
kutsal evlilik bağı gibi idealleri vurgulamak için, kan adama, kan
sözleşmeleri ve kızlık bozulmasındaki kan fikirleri arasında açıkça bir bağ kurmaktadır.
“Bakın, Tanrı sizi ve beni, birçok durumda ilk kez cinsel birleşmeye
girdiğimizde bozulan koruyucu bir zarla, himenle yarattı,” diye yazar Gresh.
“Bu zar bozulduğunda bir kadının kanı kocasının üzerine akar. Cinsel birleşme
sizin, kocanızın ve Tan- rı'nın arasında bir kan sözleşmesidir.” Gresh bu kan
kaybının her defasında olmadığını kabul ederek (“birçok durumda”) bizden puan
kazanıyor, ama Gresh’in bu kan akışını bu şekilde betimlemesini içselleştiren
bir okurun, zamanı geldiğinde tek damla bile kanamadığını gördüğünde nasıl bir
tepki vereceğini merak etmeden de edemiyor insan. Bu tür şeyler, gerçekleşip
gerçekleşmeyeceği kesin olmayan fiziksel olgulara ciddi simgesel anlamlar
yüklemenin riskleridir.
ister
ucuz aşk romanlarında ve pornoda sergilenen acıh ve kanlı ilkler olsun, ister
atalarımızdan kalma gerdek gecesi sonrası kanlı çarşaflarla bekâreti kanıtlama
göreneği, genç kadınların kendi bekâret kaybı deneyimlerini anlattıkları korku
hikâyelerini başka kadınlarla aralarında bağ kurmak için kullanmalarında ya
da Gresh’inki gibi dine dayalı yorumlamalarda verilen mesaj aslında oldukça
basittir: Kan ve acı eşittir bekâret kaybı, bekâret kaybı eşittir kan ve acı.
Bir anlamda, sanki kültürümüz kadınların ilk defa cinsel ilişkiye girdiklerinde
kanamaları ve acı çekmeleri gerektiğine inanıyormuş gibidir. Ama bunun
bir kutsama ya da bir ceza olarak ifade edilmesi sadece bir bakış açısı
meselesidir.
Eski
çağlardan bu yana sayısız tıp yazarı, benzer şekilde bir bakirenin
kanamamasının çok büyük bir olasılık olduğundan bahsetmiştir. Bu konu,
Talmud’un Ketuba adı verilen evlilik sözleşmesinde ayrıntılarla tartışılmıştır.
Robert Burton’ın 1621 tarihli Anatomy of Melancholy (Melankolinin
Anatomisi) adlı kitabı da, Yunan, Mısırlı. Kartacalı ve Incil’e ait bu konuda
yazılmış çeşitli kaynaklardan söz etmektedir. Ama bazı kadınlar kanıyor,
bazıları kanamıyorsa bu doğal olarak neden sorusunu akla getirir. Bunun oldukça
yaygın olan ve aralarında 17. yüzyılda yaşamış ebe Jane Sharp’ın da olduğu
yazarlar- ca ileri sürülen bir açıklaması şudur: Bekâretlerini bir süredir âdet
gördükten sonra kaybeden kadınların kanama olasılığı daha düşüktür çünkü bu
kadınların geçitleri düzenli olarak içlerinden madde geçmesine çoktan
alışmıştır. Başka yazarlar da cehaleti neden olarak kabul etmiştir. 17.
yüzyılın sonlarında çok satan ve İngiltere ve Amerika genelinde bir yüzyılı aşkın
bir sûre boyunca aşırı derecede popüler cinsellik konulu el kitabı Aristotle’s
Master-Piece (Aristo’nun Başyapıtı), kan olmamasının kaybedilmiş kızlık
hakkında kesin bir kanıt oluşturmadığı konusundaki ısrarında kararlıydı, ve
kan görülmemesi olasılığının nedenlerine gelince kaçamaklı konuşmaktan
mutluydu:
Bir
adam evlendiğinde ve ilk çiftleşme edimi sonrasında karısının bekâretinin kanıtlarım
bulduğunda, kadının bakire olduğuna inanması için her türlü nedene sahiptir.
Ama bu kanıtlan bulmazsa, kadının bekâretinin bozulduğunu düşünmesi için
hiçbir nedeni yoktur. Eğer kadını bunun dışında ağırbaşlı ve mütevazı
bulduysa: Himenin birçok başka yolla da bozulabileceğini düşünürsek o zaman
kadın hem iffetli hem de erdemlidir.
İlk
cinsel birleşme deneyiminin neden bu kadar çeşitlilik gösterdiği sorusunun
cevabı bugün de 17. yüzyıldan olduğundan daha açık değildir. Neden bazı
kadınların cinsel anlamda ilk kez vajinalarına girilmesi deneyimi sırasında acı
ve kanama yaşarken diğerlerinin yaşamadığını hâlâ tam olarak bilmiyoruz.
Aslında acı ve kanama olduğunda, vajinaya girilmesinin hangi yönünün ya da
beden yapısının hangi parçasının etkilendiğini bile kesin olarak bilmiyoruz.
Sonuçta bir sürü olasılık söz konusudur.
Birçok
insan ilk birleşmenin himen dokularını yırttığını ve acıyla kanamaya bu
yırtılmanın neden olduğunu varsaymaktadır. Bu bazı durumlarda doğru olabilir
ama vajinaya girilmesinin bütün himenleri eşit derecede zedelemediğini, hatta
bazı himenleri hiç zedelemediğim de biliyoruz. Hangi tür himenin acıya yol açma
olasılığı daha yüksektir? Bunu da bilmiyoruz ve araştırmalar da bu soruya bir
cevap vermiyor. Ama bir kadının vajinasına cinsel anlamda ilk kez girildiğinde
ne yaşayacağını belirleyen denklemde himenin kendisinin tek etken olmaması
gerektiğini farz etmek mantıklı bir yaklaşım gibi görünüyor.
Sonuçta
cinsel ilişki bir penisle bir himen arasında gerçekleşmez. Himen de tek başına
bulunmaz. Himen vajinanın girişinin oluşturduğu geniş alan içerisinde bir
sınır işaretidir; tıpkı bir kapının, bir evin ya da odanın oluşturduğu geniş
alanın içinde bir sınır işareti olması gibi. Kapının çerçevesinden geçmeden
kapı boşluğundan geçemezsiniz, kapı boşluğundan geçmeden de kapının
çerçevesinden geçemezsiniz. Aynı şey himen ve vajina girişi için de geçerlidir.
Ortada bir himen varsa ancak vajina girişinin bir parçası olarak vardır. Himen
vajinanın geri kalan kısmıyla aynı tür dokulardan yapılmıştır ve vajinanın geri
kalanı gibi aynı şartlara ve güçlere maruz kalır.
Üstelik
vajina -buna elbette himen de dahildir- çok karmaşık bir şeydir. Vajinalar
kişiden kişiye birçok açıdan, örneğin dinlenme anındaki büyüklükleri, ne kadar
genişleyip açılabilecekleri ve kaslarıyla dokularının görece esnekliği bakımından
değişiklik gösterirler. Sadece kadından kadına değişmekle kalmayan, aynı
zamanda herhangi bir kadında da yaşamı boyunca değişen özellikler de vardır.
Bunlar genel sağlık, tahrik olma, doğal olarak oluşan sümüğümsü ıslaklık ve
birçok olası sebepten kaynaklanan ve disparöni (ağrılı cinsel ilişki
için kullanılan genel terim) denilen durum gibi özelliklerdir. Bütün bunlara
ek olarak tutum, duygusal ve zihinsel rahatlık, kişinin partnerine karşı
hisleri, cinsel suçluluk ya da utanç duygusu ve bunlar gibi daha birçok elle
tutulamaz ve kişiye göre değişen özellik, bir kadının herhangi bir cinsel
deneyim (buna ilk ilişki de dahildir) sırasında ne yaşadığı ve bedeninin nasıl
tepki verdiğini etkiler.
Araştırmaların
gösterdiğine göre deneyim, bilgi ve sabır, kadınların ilk cinsel vajina-penis
ilişkisinin daha acısız ve daha zevkli geçmesine yardımcı olmaktadır. İlk
cinsel birleşme öncesinde vajina-penis ilişkisini içermeyen cinsel deneyim sahibi
olan kadınlar, genellikle daha acısız ve daha zevkli deneyimler yaşadıklarını
söylemektedir. Rahatlama da çok önemli bir etkendir: Yakın bir zamanda 669
kadınla ilk jinekolog muayenelerine ilişkin deneyimleri konusunda yapılan bir
Alman araştırması, endişe ve vajinaya girilmesi acısı arasında ciddi bir
ilişki olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu çerçevede eski cinsellik kitapçıklarında
ve tıp metinlerinde bulunan tavsiyelerin bazılarını çok farklı bir gözle
okuyabiliriz. Eski cinsellik kitapçıkları, cinsel birleşmeyi denemeden önce
bir kadının (ve/veya kocasının) vajinasının girişini usulca parmaklarıyla biraz
esnetmesini tavsiye ettiğinde, bunu sadece himenin yavaşça genişletilmesi
için verilen talimatlar olarak değil, aym zamanda parmakla uyarılma şeklindeki
cinsel ilişkiye yavaşça giriş yapılması için verilen bir reçete olarak da
görebiliriz.
Bu
büyüleyici ya da heyecan verici değil, düpedüz sıradandır: Araştırmalar
kapsamlı, yargılamayan cinsel eğitim alan ve kendi cinselliklerine onaylayıcı,
güçlendirici tutumlar geliştiren kadınların, bekâretlerini kaybettiklerinde
olumlu deneyimler bildirmeye daha yatkın olduğunu göstermektedir. Araştırmalara
göre, bir kadın zorlanmadığı ya da baskı görmediği, partneriyle birlikteyken
kendini güvende ve emin ellerde hissettiği ve sevişme sırasında rahatsız
edilmekten ya da basılmaktan korkmadığı takdirde, acısız bir deneyim yaşamaya
ve genel olarak bekâretini kaybetmesi konusunda daha olumlu bir izlenim sahibi
olmaya daha yatkındır. İlk sevişmelerini kendi yaş gruplarındaki ortalamaya
göre biraz daha ileri yaşta yaşayan kadınlar da bekâretlerini kaybettiklerinde,
daha olumlu deneyimler yaşamaya yatkındır. Bunun nedeni büyük olasılıkla, bu
kadınların bir şeyler öğrenmek ve denemek için daha fazla zamanlarının olması
ve ilk cinsel ilişkisini daha erken yaşlarda yaşayanlara göre kendi hayatları
üzerinde daha Çok denetim sahibi olmalarıdır.
Kadınların
cinselliğe sarsıcı olmayan ve hatta belki de hoş olan bir giriş yaşamasının,
onları eğitmek ve yapmak istediklerini kendi istedikleri gibi ve kendi
istedikleri zamanda yapmalarına izin vermek kadar basit şeylere bağlı
olabileceğini araştırmalar defalarca göstermiştir. Cinsel eğitimin ve kişinin
kendi yaşamım idare etme hakkının, kadınların cinsel yaşamlarının iyi
olmasının temeli olduğunu şiddetle savunan Stella Browne, Marie Stopes ve
Margarel Sanger gibi cinsellik eğitimi alanındaki ilk ilerici yenilikçiler
nihayet niceliksel araştırmalarla doğrulanıyor olabilir mi acaba? Aslında
durum pekâlâ öyle görünüyor. Plus ça change, plus c'est la meme chose.[5]
İKİNCİ
KISIM
Bir adamın iştahının ya da
arzusunun nesnesi her neyse, kendisi için iyi dediğidir bu; nefretinin ve
tiksintisinin nesnesiyse kötüdür, ve küçümsediği şeyler aşağılık ve önemsizdir.
- Thomas
Hobbes, Leviathan (1651)
SEKİZİNCİ
BÖLÜM
Dinsel bekârlık uygulamasıyla birlikte
gelen bekâret bütünlüğü ve her türlü cinsel yakınlıktan bağımsız olmak meleklere
özgüdür ve çürüyebilir ette ebedi çürümezliğin tadını almaktır... bedenleri
zaten bir şekilde bedenden öte olanlar, başkalarının sahip olduklarının üstünde
ve ötesinde özel bir şeye sahiptir.
-
Aziz Augustine
Bekâret
çoğu zaman çok büyük, tek parça halinde bir şeymiş gibi gelir insana; o kadar
büyük, yaygın ve eskidir ki zamanın başlangıcından beri hayatımızın bir parçası
olmuştur diye düşünürüz. Bu, bir anlamda doğrudur da. Bekâret fikrinin ilk nasıl
ortaya çıktığı, ilk başlarda ne tür fikirler ve ideallerle ilişki- lendirildiği
ya da bu kavramı geliştirenlerin yaşamlarıyla nasıl flişkilenmiş olabileceği
hakkında herhangi bir şey bilmiyoruz. Ama insanlar kendileri hakkında
yazdıkları sürece bekâret hakkında da yazmışlardır. Bekâretin izini sürerek
kavramın kökenine gidemeyiz ama yazılı kaynakların başlangıcına kadar bekâreti
takip edebiliriz: Antik çağlara ve bu zamanlarda yaşamış olan Yahudiler,
Romalılar, Yunanlar ve Mısırlılara kadar. Ancak Mısırlılar, Yunanlar ve
Romalılarda bir bekâret kavramının olması ve bunun Tevrat’ta (ya da Eski Ahit)
tartışılması, bunların bakireler ve bekâret hakkmdaki fikirlerinin bizimkilere
benzediği anlamına gelmez. Ne bekâretin fiziksel yapısı konusunda
düşündüklerimiz ne de bekâretin başka yönlerine ilişkin fikirlerimiz tarihsel
olarak değişmeden aynı kalmıştır.
“Geçmiş
başka ülkedir," sıkça karşılaştığımız doğru bir iddiadır. Konu bekâreti
tartışmaya geldiğinde, Nasıralı İsa’nın doğduğu kültürle onun müritleri
tarafından kurulan din etrafında gelişen kültür arasındaki mesafe, bizim
kolayca anlayabileceğimizden daha büyüktür. Eski dünyaya baktığımızda
-bekârete ilişkin Batılı Yahudi-Hıristiyan ideolojilerimizin kökleri konusunda
bir bakış açısı edinmek isliyorsak bu ilk adımı atmamız gerekir-, farklı din,
felsefe, tıp ve insan ilişkileri paradigmaları na göre işleyen bambaşka bir
yere bakıyoruzdıır. Aslında bedene ve cinselliğe yönelik anlayışlarda meydana
gelen bir paradigma değişikliğinin öteki yüzüne bakıyoruzdıır. Hıristiyanlığın
ortaya çıkmasının doğrudan sonucu olan bu değişiklik, Akdeniz kıyıları boyunca
Isa’dan yüz yıl kadar önce başlamış ve M.S. 5. yüzyılda eşsiz Aziz Augustine'in
ölümü dolaylarında da pekişmiştir. Bu değişikliğin yapısını, inanılmaz gücünü
ve Batı medeniyetini ne derece ölçülemez bir şekilde değiştirdiğini anlamamız
için, bunun öncesinde neler olup bittiğini, bekâretin ne olduğunu ve eski
dünyaya ne ifade ettiğini bilmemiz gerekir.
Eski
İffetleri Topraktan Çıkarmak
İffeti,
bekâretin uzaktan akrabası, bir cinsel perhiz, bekârlık ve saflık durumu olarak
düşünürüz. Ayrıca iffeti çoğu zaman dini inancın bir parçası olarak görür ve
aynı zamanda belli bir ahlâk türünün ifadesi ya da somut hali olarak düşünürüz.
M.Ö. 5. yüzyıla ait Yunan lirik şairi Bacchylidesin şu sözlerini okuduğumuzda,
“Hünerli bir ressam bir yüze nasıl güzellik verirse, iffet de ulvî amaçları
olan bir hayata öyle çekicilik verir,” bize anında anlamlı gelir. Çünkü bu.
iffet” sözcüğünün ne anlama geldiğine dair düşüncelerimize ve ne tür insanların
ifletin peşinden koştuğuna ve iffeti uyguladığına ve bu insanların ne tur bir
hayal tarzı yaşadığına dair varsayımlarımıza uyar.
Bu
yüzden de Bacchylides ve Hıristiyan dünyasının geri kalanı için iffetin hiç de
bekârlık anlamına gelmediğini keşfetmek bizi oldukça şaşırtabilir. İllet o
zamanlar, belirli dönemlerde kısa süreli yapılan perhiz dışında ille de cinsel
perhiz anlamına gelmezdi. Eski dünyadaki iffet, fiziksel bir sağlık meselesi
olabildiği kadar ruhsal bir zindelik meselesi de olabilirdi.
Roma
vatandaşları için evlilik ve üreme çoğunlukla devlet vcikisi ile yasal olarak
zorunlu kılınmıştı, yani ne isteğe bağlı ne de tam anlamıyla gönüllü
olarak yapılırdı. Aynı durum Yunanistan'ın büyük kısmı için de geçerliydi. Bu
neredeyse herkesin evlendiği ve neredeyse herkesin hamile bıraktığı ya da
çocuk doğurduğu bir dünyaydı. Üstelik hu dünyada, seçkin sınıftan olan
erkeklerin genelde hem kanlan hem de metresleri vardı ve bu erkekler sadece bu
kadınlarla değil, heterae denilen üst sınıfa hizmet eden fahişelerle de
yatarlardı. Toprak ve köle sahibi olan bu erkeklerin aynı zamanda, sahibi
oldukları insanların bedenlerine de cinsel erişim hakları vardı. Bir adamın
cinsel etkinliklerini evlilik yatağıyla sınırlı tutması nadiren zonınlu
olurdu. Tabii ki bu etkinlikleri evinin sınırları içerisinde tutarsa övgüyü
hak etmiş olurdu. Roma’da daha az yaygın olsa da Yunanistan'da bir adamın
cinsel etkinlikleri kendi cinsinin ergenleriyle girdiği cinsel ilişkileri de
içerirdi. Oğlanlar da büyüdükçe, akıl hocaları, kahramanları ve arkadaşları
olan kendilerinden yaşça büyük adamlarla yaşadıkları yoğun, sevgi dolu ve çoğu
zaman cinsellik içeren ilişkiler yoluyla, eski Yunan dünyasının üst sınıfına
ait “yaşlı kurtlar kulübünün” bir parçası olmayı öğrenirlerdi.
Peki
o zaman bu çağda yaşayan birine göre “iffet” neydi? Yunanların bunun için bir
sözcüğü vardı: Sophrosyne, yani kişinin kendini bilmesi, olgunluk ve
denetim nitelikleriyle tanımlanan ılımlılık özelliği. Platon tarafından uzun
uzun tartışılan vc Aristo'nun Nichomachean Ethics (Nikomakean Etiği)
adlı kitabında, nadir bulunan ve ılımlı bir yol izleyen kişisel davranışın baş
özelliği olarak övülen soplırosyne, bir adamın tutkularını yok etmemesini (pek
de ılımlı bir davranışa benzetiliyor) ama bunları terbiye etmesini ve bilinçli
olarak kendisini toplumun menfaatine en çok katkıda bulunacak eylem ve
etkinliklerle sınırlamasını sağlayan etik ve tinsel güçtü.
Toplumun
bundan çıkarı hem toplumsal hem de fizikseldi. Cinsel ilişki bedenin yaşamının
vazgeçilmez bir yönüydü ve bedeni etkileyen her şey sağlığı da etkileyebilirdi.
Erkeklerin bedenlerinin suyuklarında ne tür dengesizlikler olabileceğini
öğrenmek için doktorlara danışması yaygındı. Doktorların tavsiyeleri üzerine
erkekler, beslenmeleri, egzersizleri, masaj kürleri, çalışma ile banyo
alışkanlıklarının yanı sıra cinsel ak- tivitelerini de değiştirirdi. Örneğin
Pisagor, cinsel ilişkiye özgü suyuk sıcaklığının yaz sıcağıyla birleştiğinde
sistemi zayıf düşürüp hastalığa yol açabileceğine inandığı için yazları
bekârlık öğüllemişti.
Eski
dünyanın ileri gelenleri bazen geçici bekârlık dönemleri öğütlerlerdi ama bu
bekârlığın daha iyi olduğu anlamına gelmezdi. Aksine, Hipokrat, Efesli Rufus,
Galen ve öteki tıp adamları yetersiz cinsel etkinliğin, plethora, yani
aşın miktarda ıslak suyuğun bedende tıkanıklık yaratıp bunalıma yol açması
nedeniyle, hem erkeklerde hem kadınlarda hastalığa yol açabileceği konusunda
ısrarcıydı. Cinsel sıcaklık, sperm kaybı (erkekler gibi kadınların da sperm
üretip boşalttığına inanılırdı) ve kişinin bedenine özgü eğilimler arasında
doğru dengeyi bulmak güç olabilirdi.
Ne
cinsel ilişkinin ne de boşalmanın kendi başına sorun yarattığı düşünülürdü.
Aslında Romalı bir oğlanın ilk boşalması, hem aile arasında hem de her yıl
düzenlenen 17 Mart Liberal ia festivalinde kutlanacak bir şeydi. Öte yandan
cinsel ilişki ve boşalmanın sıklığı ve zamanlaması sağlıklı ve bilge olmak isteyen
bir adamın uğraşmak zorunda olduğu konulardı. Yeterince yaşanmadığı takdirde
kişi plethoraya yenik düşebilir, fazla yaşandığı takdirdeyse kişi
kuvvetten düşüp zayıflayabilirdi. Dengeyi doğru kurmak çok iyi bir sağlığa
sahip olmanın anahtarıydı. Hatta böyle bir sağlığın, bedeni görünebilir
şekilde etkilediği farz edilirdi: Aline Rousselle, iffetli adamların fazla ahlâksız
adamlara göre daha uzun boylu ve güçlü olduğuna inanıldığını anlatır.
Eski
dünyada kadınların da iffetli olması beklenirdi. Onların iffeti bizim bugün
düşündüğümüz anlamdaki iffete, yani arkasından evlilik çerçevesinde yaşanan
tekeşliliğin geldiği evlilik öncesi bekârlığa biraz daha yakındı. Zina yapan
kadın kendisini ve ait olduğu evi lekelediği için kendi babası tarafından bile
öldürülebilirdi. Ama aynı zamanda eski dünyada kadınların cinsel arzuları
hayatın kabul edilen bir yönüydü. jUıstofanes’in Lysistrata adlı
kitabındaki kadınlar, kasık bölgelerinde ağrı hissettiklerinden ve arzularının
tatmin edilmediğinden, cinsel lûtuflannı esirgedikleri erkekler kadar yüksek
sesle ve uzun süre boyunca şikâyet etmektedir. Kadınların cinsel ihtiyaçları
Yahudi düşünüşüne göre öylesine kabul edilmiş bir gerçektir ki, Talmud hahamları,
kadınların kocalarından cinsel tatmin talep etme haklarını ne sıklıkta
kullanabileceklerini tarif ederek, kadınların cinsel çıkarlarını korumuştur.
Tıbbi
görüş de cinsel ilişkinin kadınlar için önemli olduğu anlayışını
desteklemekteydi. Zamanın tıp kuramı kadınların üreme sistemlerinin ve genel
sağlıklarının düzenli cinsel birleşmeden ve rahmin düzenli olarak spermle
nemlendirilmesinin sağlıklı etkilerinden fayda gördüğünü ileri sürmekteydi.
Etkin bir cinsel yaşamı olmayan kadınlar, plethora ve daha çok histeri
olarak bilinen “rahmin boğulması" gibi ölümcül olabilecek hastalıkların
pençesine düşebilirdi. Cinsel zevkin de faydalı olduğu kabul ediliyordu. Charis,
yani karşılıklı yakın hazdan doğan hoş bir güven ve sevgi duygusu yoluyla, bir
çift birbiriyle daha da yakınlaşabilir ve aralarındaki uyumu artırabilirdi.
Bir
başka deyişle eski dünyada iffetli bir kadın cinsel ilişkiden uzak durmazdı.
Bunun yerine, toplumsal sınıfına ve yetiştirilme tarzına uyacak bir biçimde
sophrosynenin kalitesini göstererek kocasıyla birlikte cinsel ilişkiden zevk
alırdı. Kadınlar için de erkekler için de iffetsizliğin ölçüsüzlük, yozlaşma
ve özdenetim yoksunluğu gibi yönlerinden uzak durulmalıydı. Ama aynı zamanda,
sürekli bekârlığın ya da yetişkin bekâretinin fiziksel olarak zararlı, felsefi
açıdan aşın ve toplumsal yönden tuhaf olduğu düşünülürdü.
Hıristiyanlık
Öncesi Bekâret
İster
yasayla yapılması zorunlu tutulsun, ister gelenek baskısıyla ya da kişisel
tercih sebebiyle olsun, eski dünyada evlenmeye uygun olan neredeyse herkes
evlenirdi. Eski Akdeniz ve Adriyatik bölgelerindeki ataerkil kültürlerde
evlilik kişinin ailesini genişletmesinin, aileye taze kan getirmesinin ve
geleceğe yalının yapmasının bir yoluydu (sanayileşme öncesi toplunı- larda hâlâ
da öyledir). Kanıtlanabilir babalık önemli olduğu için gelinlerin bekâreti de
önemliydi ve bütün ailenin namusu, yanlarından ayrılan kızlannm ve kendilerine
katılan gelinlerin gerdek yataklarına bakire olarak girip girmemesine bağlıydı
Büyük
olasılıkla çoğu da gerdeğe bakire girmiştir ama butun kadınların bundan elde
edeceği büyük bir kişisel çıkarın olması, ille de böyle yaptıkları anlamına
gelmezdi. Bu daha çok öylesine yapılagelen bir şey. kadınların kültürlerinin
bir parçasıydı. Ayrıca günlük yaşamın yapısı da birçok kişi için, tamamıyla
imkânsız olmasa bile düzen itibariyle zaten zor olan evlilik öncesi ilişkileri
yasak kılardı. Eski dünyanın kadınları ve erkekleri çoğunlukla ayrı fiziksel ve
toplumsal alanlara sahipli ve birçok sosyoekonomik kademede buna ayrı çalısına
yaşamları da dahildi. Ayrıca bu zamanın kadınlarının bizim ölçütlerimize göre
genellikle oldukça küçük yaşta evlendirildiklerini de hatırlamak gerekir. Yunan
gelinlerin genelde ilk âdetlerinin üzerinden birkaç yıl geçmesi beklenirken.
Romalı gelinler daha âdet görmeye bile başlamadan evlendirilebilirdi.
Evlilik
öncesi bekâret, bunu kaybedenlerin maruz kalabileceği olağandışı cezalarla
teşvik edilirdi. Roma İmparatorluğu nda evli olmayan bir kadınla yapılan
s/uprııııı, yani uygunsuz cinsel davranışın zinaya denk olduğu düşünülürdü.
Genç kadın bunun öncesinde bakire idiyse ve kendi arzusuyla baştan çıkarılmış
gibi görünüyorsa, her iki tarafın da mallarının yansına geri verilmemek üzere
el konulurdu. Eğer kadın tecavüze uğradığını kamılayabilirse (tabii bu, o
zaman da bugün olduğu gibi kocaman bir “eğer”di), sadece adam
cezalandırılırdı. Romalılarda cinayet de. evlilik öncesi cinsel sınır ihlalleri
için başvurulan yaygın bir cezaydı. Aslında üst sınıfa mensup babalar, zina yüzünden
kızlarını öldürme hakkına sahipti (kızlan evlendikten sonra bile) ve kızlarının
birlikte zina yaptığı sevgililerini öldürmek de babaların yasal haklan
kapsamına giriyordu.
Yunanistan'da
da cinayet, kızların izinsiz bekâret kaybına gösterilen hiç de nadir olmayan
bir tepkiydi. Giulia Sissa, Grc- ek Virginity (Yunan Bekâreti) adlı
incelemesinde, Atinalı bir hükümdarın kızının "mahvedildiğini"
keşfetmesi üzerine onu açlıktan gözü dönmüş bir ala yem ettiğinden söz eder.
Bunun yanı sıra. Roma yasası stupruımı cezalandıran ekonomik yaptırımlara
göre toplumsal açıdan çok daha aşırı bir ceza da sağlardı Solon zamanında evli
olmayan kızlarının başlan çıkarıldığını ya da hamile bırakıldığını keşfeden
Atinalı babalar, kızlarını evlatlıktan reddetmek ve. kızlarının vatandaşlık
hallerini feshedip onları köle yaparak onlara “yabancılaşmış bir beden"
olarak davranmak zorundaydı. Solon'ıın yasasında özgür doğan bir Almalı nın
köleliğe zorlanabildiği tek durumdu bu.
Bu
dönemde yaşayan bir Almalıya bu ceza mantıklı gelirdi. Bir kızın evlenmeden
bekâretini kaybetmesi açıkça ataerkil olan eski dünyada, hem aileyle kızın
kendisinde utanç verici bir denelim eksikliği hem de kızın babasına karşı
işlenen bir mal suçu oluşturuyordu. Baba evinin bir parçası olarak kızlar, npkı
karıların kocalarına ve kölelerin efendilerine aiı olması gibi, kelimenin tam
anlamıyla babalarına aitti.
Ancak
kölelerin aksine kızlar ve karılar satılamazdı. Bir kızın hem aile reisi hem
de genel olarak toplum için esas değeri evlilikte verilebilmesiydi. Babanın kızını
verme hakkı, bugün anladığımız gibi mecazi bir teslim etme, yani kızıyla özel
bir gün paylaşan ve yüzü sevinçten ışıldayan bir babanın oynadığı rol değildi.
Bu, fazlasıyla gerçek ve yasal olarak son derece bağlayıcıydı. Birçok önemli
şey evliliğe bağh olabilirdi: Güç, toprak, ün ve servet, hatla belki de savaş
ve barış. Bir kızın ev- lenebiliıiiğiyse bekâretine bağlıydı. O olmazsa, geri
kalan hiçbir şey mümkün olmazdı. Kızın üreme bakımından saflığını yitirmiş
bedeni, artık üst sınıfın toplumsal ekonomisine bağlı değiş tokuşlar için
faydalı değildi. Faydalı bir insan hamuru olan bedeninin değeri neyse, kızın
değeri de tam olarak oydu.
Peki
yaşamlarına belli bir çıkara hizmet eden hamurlar olarak (köleler, seriler ve
hizmetçiler) başlayan kadınların durumu neydi? Bekâretin bu kadar hayati
görünmesine neden olan hanedan evliliği sorunu olmayan bu kadınların
bekâretinin yine de değerli görülüp görülmediğini pekâlâ merak edebiliriz.
Bunun cevabı kesin bir evellir. Bu kadınlardan bize kalan kanıt ya çok azdır
ya da hiç yoktur ama elimizde kâğıt üzerinde yasal izler vardır. Tecavüz
yasaları çoğu zaman, hem bakire ve bakire olmayan kadınların tecavüzü arasında
hem de yüksek sınıftan kadınlarla düşük sınıftan kadınların tecavüzü arasında
ayrım yapmıştır. Eski dünyanın gözünde, düşük sınıftan olan kadınların
bekâretinin, üst sınıftan kız kardeşlerinkiyle karşılaştırıldığında nasıl
görüldüğünü öğrenmemiz için bu yasalara bakmamız gerekir.
Yasaların
bize söylediği hiç de şaşırtıcı değildir. Eski dünyada bekâretin öncelikle bir
mal olduğu, ancak ondan sonra doğa ötesi bir özellik olduğu düşünülürdü. M.Ö.
yaklaşık 450 tarihlerinden kalma bir Girit yasası, bakirelerin ve bakire olmayanların
tecavüzü için ayrı cezalar öngörmüştür: Bir kadın hizmetçinin tecavüzcüsü, sözü
edilen hizmetçi bakireydiyse iki stcıtcr, bakire değildiyse bir obol
para cezasına çarptırılırdı, yani hafif bir şaplakla yırtardı. Tecavüze uğrayan
kadına değil, kadının sahibine ya da efendisine yapılan bu ödemeler, açıkça
görülüyor ki kişisel bir saldırı karşılığında değil, mala verilen zarar
karşılığında ödenen göstermelik bir tazminattı.
Bu
durumda bekâret eski dünyada gayet iyi bilinen bir tutar konusuydu. Bekâreti
kaybetmek (ya da. çalmak), bekâretin kime ait olduğuna ve kişinin nerede yaşadığına
bağlı olarak, cepteki bozuk paraların elden çıkarılması gibi basit bir cezadan
kişinin hayatını kaybetmesine kadar farklı sonuçlar doğurabilirdi. Ama aynı
zamanda elimizde, bir virgo (Latince) ya da part- henos (Yunanca)
olmanın en azından bazı durumlarda bugün düşündüğümüz anlama gelmeyebileceğine
dair güçlü kanıtlar vardır: O zamanlar, seks yapabilen ve yapan bakireler
vardı.
Bakireler
ve Bakirelerin Oğulları
Cinsel
yaşamı olan bir bakire fikri çelişkili görünebilir, ama aslında bu sadece
dilden kaynaklanan bir sorundur. Ne virg<’ ne parthenos ne de
bunların Ibranice karşılığı olan betulah sözcüklerinin sözlük anlamı
sadece cinsellikle belirlenen bir konuma gönderme yapar. Bu sözcükler cinsel
deneyimsizliğe işaret etmek için kullanılabilirdi ama hepsinin de en yaygın
anlamı kabaca “kız” ya da “evlenmemiş kadm”a denk düşerdi.
İngilizce’de
nasıl maiden (kız) evlendiğinde wife (karı) olursa, Roma dilinde
de virgo önce uxor (kan), sonra da çocuk doğurduğunda matrona
(çocuklu kadın) olurdu. Yunanistan’da zifaf odasına parthenos olarak
giren kişi, odadan gyne, yani kan ya da daha tam olarak çevrilirse,
kadın olarak çıkardı. Evlilik ve evliliğin cinsel anlamda tamamına erdirilmesi,
toplumsal ve dilsel olarak bir kızı ya da bir bakireyi karıya dönüştüren şeydi.
Almanca, bu dilsel değişikliği devam ettiren çağdaş dillerden biridir.
Almanca’da “kız” ya da “genç kadın” anlamına gelen sözcük Mâdchen’dir;
özellikle cinsel bir bağlamda “bakire” anlamına gelen sözcükse Jungfrau'dur
ama “kan” ve “kadın" sözcüklerinin karşılığı aynıdır: Frau. Uygun
yaşta bir kadına evli olmasa da eine Frau (bir kadın) denilebilir, ama
birini Frau Falanca diye çağırmak, o kişiye birinin karısı demektir.
Bugün
olduğu gibi eski dünyada da bir kadının ilk cinsel deneyimi ille de gerdek
gecesiyle aynı zamana rastlamazdı. Evlilik öncesi cinselliğin o zamanın
kadınlan için yaygın olmadığını varsaysak da, bunu cezalandıran yasalann
varlığı bile bize bunun aslında gerçekleştiğini söyler. Keşfedilen evlilik
öncesi Hamileliklerin ve doğan piçlerin kayıtlan da aynı şeyi söyler ve bunlar
evlilik öncesi cinsel ilişkinin aslında hiç de nadir yaşanmadığını anlamamıza
yetecek sıklıktadır. Ama kadınların konumlarını sınıflandırmak için kullanılan
terimler, evlilik durumuna sıkı sıkıya bağlanmıştır. Bunun kaçınılmaz sonucu da
parthenia, yani parthenos olma durumunun cinsel açıdan deneyimli,
hatta bazen çocuk doğurmuş olan kadınları tarif cdebilmesiydi.
Görünürde
çelişkili olan bu durum, büyüleyici mitolojik- edebiyaı geleneğinin
çekirdeğidir. Tabii ki bir bakirenin doğum yapmasının mümkün olmaması gerekir.
Özellikle Yunanlar bu çelişkiyi simgesel açıdan zengin ve faydalı bulmuştur.
Yunanlara göre, olağanüstü bir kişinin olağanüstü kökenleri- uin olması
gerekirdi ve Yunan efsanelerinde çoğu zaman olmuştur da: Yunanistan’ın en çok
sevilen kadın ve erkek kahra- inanlarının çoğu, Truvalı Helen de dahil olmak
üzere, partin- nios, yani “bakirelerin oğulları” olarak tanırnlanmışıır.
Örne ğin. Helen'in babası Zetıs, annesi Leda'yı inanılmaz bir şekilde, bir kuğu
şeklindcyken başlan çıkarmıştı. Aıalanta’nın oğlu l’arlhenopaeus da Homeros'un
kahramanları Asklcpios (babası Apollon'du). Herakles ve Pcrseus (ikisinin
babası da Ze us'tıı) gibi paıthcniosıu. Bazı parthcnios çocuklar
annelerinin yaptığı işleri tekrar etmişlerdir: Olumlu Ifis ile ölümsüz Pose
idon'un kızı Evadnc de. Apollon'la birlikte lamııs adlı partin nios bir
oğlan dünyaya getirmişti. Bu pmiln nio.slarm çoğunun tek annesi ve iki babası
vardı, bunlardan tanrısal olan çocuğun gerçek babasıydı, insan olansa çocuk
doğduktan sonra kadınla evlenip çocuğu kendi çocuğu olarak benimseyendi.
Elbette
gerçek yaşamda her pmıluııios kahraman değildi. Bunların çoğu büyük olasılıkla
doğduktan sonra çaresiz anneleri taralından. Parıhenion Dağı'nm (Argolis ile
Arkadia ara sındaki sınırda uzandığı larz edilen, bakire doğumlarının dağı)
yamaçlarında ölüme terk edilirdi. Ama “bakireden doğan” ic- rimi ve efsanelerin
öncesinde bunun örnekleri zaten vardı. Sıradan halktan en az birkaç kadının ve
ailelerinin, uygunsuz bir hamileliğin suçunu hicıvs gıınıos, yani bir
insanla bir tanrı arasındaki evliliğe (bu durumda “yatağa atılmış" demenin
ustu kapalı yolu) yükleme fırsatından yararlandığı konusunda çok az şüphe
vardır.
Başımıza
bir hicıvs gaınos geldiği iddiası bugün bize aptalca gelebilir ama o
zamanlarda bu. bugün “zararı azaltma stratejisi” diyebileceğimiz bir şeyin
örneğiydi. Böyle bir iddia kabul edildiyse, kadının ve çocuğunun toplumdaki
konumu nispeten sağlam kalabilir ve anne namusuyla eş olarak alınabilirdi.
Sonuçta tanrıların yapmaya kararlı olduğu bir şey konusunda kimin elinden ne
gelir ki? Bütün bu örneklerin kanıtını, tüm zamanların en ünlü parthenivsu,
yani Nasıralı İsa hakkında anlatılan hi kâyelerde kesinlikle görebiliriz. İnkâr
edilemeyecek biçimde kahraman olan İsa da, bir bakirenin iki babalı oğlu olarak
tanıtılmıştır, tabii insan babası, doğan bebeğin ilahi babalığı konusunda
temin edilip annesiyle evlenmeye ikna edildikten sonra.
Kutsal
Bakireler
Bakire
Meryem’in ya da en azından Bakire Meryem’in huğun bize ulaşan uyarlamasının
aksine, eski dünyanın ortalama pnı flıenos, betulah ya da viıgosu öteki
ergenlerden daha kutsal ya da saygıdeğer olmayan, kelimenin tam anlamıyla
sıradan bir komşu kızıydı. Bu kızların bekâreti de olağanüstü değildi. Eski
dünyada büyük olasılıkla geç olmasından çok erken olması uygun görülmüş bir
tarih olan gerdek gecesi gelip çattığında, kızların bekâretleri de sona
ererdi... Ancak kuralı kanıtlayan istisnanın ta kendisini oluşturan küçük bir
kadın topluluğundan, yani eski zamanların kutsanmış bakirelerinden biri
olmadıkları sürece.
Kutsanmış
bekâret fikri, bugün bilincimizde ayrılmaz bir şekilde Roma Katolik Kilisesi
yle ilişkilemniştir ama Kilise nin birçok öteki uygulaması gibi bu fikir de
aslında Kiliseden çok önce başlamıştır, lamı nın hizmetine adanan kutsal
bakireler de, sonradan Hıristiyanlık uygulamasının geniş birleştirici şemsiyesi
altında kendisine yer bulan, Hıristiyanlık öncesi dinlerin sayısız yönünden
sadece bir başkasıydı. Hıristiyanlık öncesinde bazı kutsal bakireler (Yunan
Lefkippos’ım kızları, yani Apollon tın kız kardeşlerine hizmet eden bakire
kadınlar gibi), esasen tapınaklarda görev yapan hizmetçilerdi. Ama evlilik ve
çocukların olmaması dışında, bu kadınların tapınaklarda yaşadıkları hayal büyük
olasılıkla, tapınak dışında yaşayacakları hayattan pek de farklı değildi.
Tapmaklarda da temizlik yapılmalı, yemek pişirilmeli, kıyafet dikilmeli, kumaş
dokunmah ve ocaklar ve bahçelerle ilgilenilmeliydi. Roma nın ünlü Vesta
bakireleri gibi diğer bakirelerse müthiş kutsal ve dindışı etkiye sahip
kişilikler olarak görülebilirler. Bunlar olağan hayat seyrinin çok dışında, neredeyse
masalsı diyebileceğimiz yaşamlar sürmüşlerdir.
Ancak
tapmaklarda rahibe olmak, evlenmek istemeyenler için kolay bir kaçış yolu
değildi. Bir kadın, sırf istiyor diye bu yolu seçemezdi. Kutsanmış bakireler
genellikle din yetkilileri tarafından çoğu zaman seçkinler sınıfından özenle
seçilirdi. Üstelik kutsal bir bakire olarak takdis edilmek ille de ömür boyu
bekâret anlamına da gelmezdi. Kutsanmış bakirelerin hizmet sûresi genelde
kısıtlıydı ve bazı durumlarda çocuklukta başlayıp kız evlenilecek yaşa
geldiğinde sona eterdi. Vesta bakireleri bile sadece otuz yıl hizmet verirdi, o
noktadan sonra evlenmek isterlerse özgürlerdi ama çok azı bu hakkı
kullanmıştır.
Vesta
Bakireleri
Colline
Gate yakınlarında, Roma’daki Campus Sceleratus’un tümsek şeklindeki toprağı
altında, bir mezar, daha doğrusu küçük bir yeraltı hücresi, Vesta
bakirelerinin yaşamlarından hiç çıkmayan bir hayalet gibiydi. Bu hücre,
bakirelerin günlük yaşamlarını değil, bekâret yeminlerini bozarlarsa başlarına
gelecekleri simgelerdi. Plutark baştan çıkarılan bir Vesta bakiresinin cezalandırılmasını
insanın kanını donduracak ayrıntılarla anlatır:
Başlan çıkarılan bir Vesta bakiresi
diri diri gömülür ... içine tepesinden girilebilen küçük bir oda hazırlarlar.
Odanın içinde üstü örtülü bir yatak, yanan bir lamba ve ekmek, bir kova su,
süt, yağ gibi bazı temel yaşam ihtiyaçları vardır çünkü en kutsal ayinlere adanmış
bir bedenin açlıktan ölmesine izin verilmesinin günah olduğu düşünülür.
Cezalandırılan kadın, sesi bile duyulmasın diye, üstü örtülmüş bir sedyeye
konur ve kayışlarla bağlanır ve halk meydanından geçirilir. Sedye özel yere
Ulaştırıldığında katılanlar kadının zincirlerini çözer. Baş rahip bazı gizli
dualar okur ve ellerini tanrılara doğru kaldırır çünkü idamı infaz etmesi
gerekmekledir. Rahip, başı örtülü kurbanı dışarı çıkarır ve onu odaya indirecek
olan merdivenin üzerine yerleştirir. Sonra öteki rahiplerle birlikte arkasını
dönüp uzaklaşır. Merdiven girişten kaldırılır ve odayı saklamak için üzerine
büyük miktarda toprak yığılır, böylece odanın bulunduğu yer etrafındaki
araziyle aynı seviyeye gelmiş olur. Kutsal bekâretini terk edenler işte böyle
cezalandırılır.
Bu
acımasız ceza sık kullanılmamıştır (sadece on Vesta bakiresinin idam edildiği
belgelenmiştir) ama sonuçta kullanıl- mıhtır. Bazen söz konusu olan Vesta
bakiresine yöneltilen suçlamalar doğru olsa da her zaman doğru değildi. 215’te
olduğu gibi ara sıra, İmparator Caracalla’nın görevden uzaklaştırmak istediği
ûç Vesta bakiresinden birini baştan çıkarması ya da ona tecavüz etmesinde
olduğu gibi (öteki iki bakireyle birlikte bunu da, kazanan ilk üçün tahmin
edildiği tüyler ürpertici bir bahis oyunu oynarmışçasına gömdürmüştü), kötü
yola düşen bir Vesta bakiresinin “cezalandırılması” gerçekte siyasi nedenlerle
işlenen bir cinayetten başka bir şey değildi.
Vesta
bakireleri, bütün günlerini Vestaların Atriyumu adlı kız kulübünün salonunda yayılıp
kıkırdamakla geçiren üniversite kızları gibi olsalardı, o zaman bütün bunlar
hiç de mantıklı gelmezdi. Ama Vesta bakirelerinin aslında kim ve ne olduklarını
anladığımızda her şey mantıklı gelir: Roma’daki en güçlü kadınlar, birçok
erkekten çok daha yüksek bir konumun ayrıcalığına sahip müthiş derecede seçkin
ve bağımsız bir topluluk. Vesta bakireleri, Roma’nın koruyucu tanrıçası ve en
büyük Roma tapınağının yöneticisi Vesta’nın ocağını simgeleyen kutsal ateşin
gözeticileriydi, yani Roma’yla tanrılar arasındaki en önemli bağının
koruyucularıydı. Tanrıçaya adanmış olan Vesta bakireleri, Romah kadınlar
arasında yasal erkek koruyucusu olması gerekmeyen neredeyse tek kadın
topluluğuydu. Bir Vesta bakiresi otuz yıllık hizmetini tamamladığında, imparatorluk
hâzinesinden etkileyici bir çeyiz (rahibe olduklarında bütün Vesta bakireleri
için kenara ayrılırdı) verilerek maddi açıdan desteklenirdi. Otuz yılhk hizmet
süresinden sağ salim çıkanlar emekli olduklarında, benzeri bir özgürlüğün nadir
görüldüğü zengin bir sivil yaşam sürerlerdi.
Bir
Vesta bakiresinin gücü ve bağımsızlığı ne sadece simgeseldi ne de din
meseleleriyle sınırlıydı. Vesta bakirelerinin faydalandığı ayrıcalıklar, sulh
yargıçlannınkiyle (kişisel korumaları baltacı denilen ve normalde yargıçlara
atanan subaylardı), hatta bazı durumlarda imparatorun ayrıcalıklarıyla bile
aynı düzeydeydi: Vesta bakireleri karşılarına çıkan mahkûm edilmiş herhangi
bir suçluyu affetme yetkisine sahipti (karşılaşmanın önceden ayarlanmamış
olması şartıyla). Bugün olduğu gibi o zaman da idamların siyasi nedenlerden
dolayı düzenlenebileceği düşünülürse, olum cezasını değiştirme gücünü elinde
tutan biri sadece yaşam ve ölüm gücüne sahip değildi: bu kişinin bunlardan çok
ilaha fazlasına sahip olması da mümkündü. Vesta bakireleri aynı zamanda orduya
ve hâzineye dair önemli kayıtların koruyucusuydu, mahkemede tanıklık
edebilmek için yemin etmeleri gerekmezdi ve imparatorların isteklerini yerine
getirirlerdi. Normal şartlarda büyük olasılıkla hiçbir zaman kendi başlarına
yasal bireyler bile olamayacak kadınlar için bu oldukça sıradışı bir yaşamdı.
Tarih boyunca birçok başka kadın için de olduğu gibi kutsanmış bekâret, Vesta
bakirelerine çok şey kazandırıyordu.
Vesta
bakireleri, koyu bir Hıristiyan olan İmparator Theodo- sius 394 yılında bu
kurumu kaldırana kadar. Roma İmparatorluğu Hıristiyanlığı resmen kabul
ettikten sonra koskocaman seksen bir yıl boyunca çok büyük bir güce sahip
olmuştur. Bu kadar büyük bir güce sahip Vesta bakireleri, bu gücü taşımaya da
ehil kadınlardı. Bu bakireler üst sınıf olmanın gereklerini yerine getirmeye
doğuştan alışkındı. Bir Vesta bakiresi öldüğünde ya da tapmaktan ayrıklığında.
Roma seçkinlerinin altıyla on yaş arasındaki kızları bir araya getirilir ve
bunlardan yirmi tanesi, içinden bir sonraki yeni üyenin seçileceği havuzu
oluşturmak üzere kenara ayrılırdı. Bu kızların bedenlerinin tamamen kusursuz
olması, hiçbir sakatlığının ya da özrünün bulunmaması, duyma ve konuşma
yeteneklerinin mükemmel olması ve anne ve babalarının soylarının uygun şekilde
üst sınıftan gelmeleri ve hayatta olmaları gerekirdi. Seçilen bu yirmi kız
Romanın baş rahibinin huzuruna çıkarılırdı. Baş rahip kurayla aralarından birini
seçer ve kızın elini tutarak şu kalıplaşmış sözleri tekrarlardı: "Sevgili
kızım, seni Vesta rahibesi olarak alıyorum.''
O
andan itibaren kız artık ailesine ait değildi ve onlardan herhangi bir miras
alamazdı: Vesta'ya ve Roma'ya aitti. Bundan sonra kız götürülür ve uzun saçları
kesilirdi (bekâreti kutsama ve cinsellikten feragat etme ayinlerinde saçın
kısaltılması yaygın bir simgesel harekettir). Rahibe olacak kıza beyaz
elbiseler giydirilir ve kalasına yeni ailesini simgeleyen süslenmiş metal bir
şerit takılırdı. Şüphesiz hatif sersemlemiş bir halde ve çocukluğuna aiı evi
ve ailesini kaybetmenin yasını tutarken, kız kendisini otuz yıl sürecek bakire
hizmetine bağlayan yeminleri ederdi. Artık kimsenin kızı değil, yaşamının
büyük olasılıkla bütün geri kalan süresi boyunca tek ailesi olacak altı kadın
arasındaki en küçük üyeydi.
Sonra
da çalışma başlardı. Vesta bakireleri tabii ki kutsal ateşle ilgilenirdi ama
aynı zamanda Vesta için özel tuzlu ayin kekleri ve çeşitli tatiller için adak
olarak sunulacak kekler pişirirler. kutsal bir pınardan su taşıyıp bunu
Vestaların Atriyu- mtı'na (Vesta bakirelerinin evi) ya da Vestaların
Tapınağı’na götürürler, tapınağı temiz tutar ve belli adakları gözetirlerdi.
Tabii ki bunun yanı sıra akıl hocası, anne, kız, kız kardeş ve şüphesiz küçük
bir alanda birlikte yaşayan bütün insan topluluklarında olduğu gibi, bazen
rakip ve düşman olarak her gün bahirleriyle de uğraşırlardı.
Vesta
bakireleri Tanrı ya adanmış bağlantı yolları, devletin himayesi altında
kutsanmış bedenlerdi. Bu bedenlerin özenle korunan bekâretleri, insanlarla
Tanrı arasındaki iletişim haltıydı ve kelimenin tam anlamıyla halkla tanrıları
arasında doğrudan aracılık yapmaya adanmıştı. Bu kadınların bekâretleri ne
tanrılara sunulacak bir adak olarak düşünülmüş ne de kadınları daha ahlâklı ya
da yüce kılmıştır. İnsan bekâretinin tanrılarla olan ilişkisindeki işlevi,
evlilikle olan ilişkisindeki işleviyle neredeyse aynıdır: Kirlenmemiş bir
bağlantı yolunun teminatı olmak. Vesta bakireleri Tanrı ya bağlılıkları bölünmesin
diye bakirelerdi.
Çöldeki
Bekârlar
Bu
klasik bekâret türü aynı anda hem oldukça tamdık hem de eksik görünüyorsa bunun
iyi nedenleri vardır. Tıpkı mercanın bir atole dönüşmesi gibi, bekâret
ideolojisi de binlerce yıl boyunca birikmiştir. Eski bekâret ideolojilerinin
bazı yönleri, örneğin bir bakirenin kendisinden ödün vermemiş bir bağlantı
aracı olduğu inancı elbette bugün hâlâ vardır. Ama eski dünya bekâreti aynı
zamanda, sonradan Batı’nm bekâret konusunda nasıl düşündüğünü belirleyen çok
önemli birçok unsuru da içermez. Bu unsurların eklenmesi -bekâretin tinselleştirilmesi,
kişiselleştirilmesi ve eşitlikçileşlirilmesi- Balı dünyasının bekâret
konusundaki düşünce ve duygularım da davranışlarını da tamamıyla
değiştirmiştir.
Konuya
bu kadar uzaktan geri dönüp bakugımız için bu değişiklik sanki bir anda
meydana gelmiş gibi görünür. Gerçekte bu değişiklik yavaşça olmuştur ve
kesinlikle direnişle karşılaşmadan da gerçekleşmemiştir. Bu, bedenin toplumsal
işlevi ve konumuna dair anlayışta gerçekleşen köklü bir değişimi ve insanların
dünyadaki görevleri ve Tann’yla ilişkileri hakkındaki düşünüşlerinin ciddi
şekilde yeniden düzenlenmesi anlamına gelmiştir. Bu değişimler bekâreti ve
bekâretin simgeleyip işaret etliği her şeyi, dünyanın çoğunu iki bin yılın
büyük kısmı boyunca yönetecek olan yeni bir dinin temel ilkesi haline getirmiştir.
İronik
olarak, yeni dinin ismen kurucusu olan Nasıralı İsa bekâret konusunda çok az
konuşmuştur. İsa bekâret hakkında kelimenin tam anlamıyla hiçbir şey
söylememiştir (bildiğimiz kadarıyla). Öte yandan Hıristiyanlar bu konuda çok
şey söylemiştir. Bunları, İsa’nın öğretilerindeki düşünüşlerden kendilerine
göre anlamlar çıkararak ve o dönem ortaya çıkan öteki ideoloji ve düşünüşlerden
etkilenerek türetmişlerdir. Hıristiyanlığın bekârete yaklaşımı, Isa’nın
ölümünden yaklaşık yarım yüzyıl sonra bütünsel bir hal almaya başlamıştır ama
olgunlaşması, beş yüzyıl daha sürmüştür. Ancak Hıristiyanlığın cinsellik,
beden ve bekâret konularındaki köklen yeni görüşünün temelini oluşturan felsefi
ve dinî öncüller var olmasaydı bunların hiçbiri mümkün olmazdı.
İsa’nın
doğumundan yaklaşık yüzyıl kadar önce, Mısır’da İskenderiye’nin güneyindeki
Mareotis Gölü kıyısında, dünyayla bağlantısı kopmuş denecek kadar şehir
duvarlarının dışında bulunan, medeniyetin sınırında bir topluluk yaşardı. Bu,
The- rapeutae, yani gerçek anlamıyla “şifacılar” olarak bilinen dini hareketin
en büyük topluluğuydu ve birlikle basitlik ve yoğun dinî düşünmeye dayalı bir
yaşam süren bekâr erkek ve kadm- lardan oluşmaktaydı. Bunları çoğu ismen Yahudi
ya da en azından İbrani’ydi (iki sözcük o zamanlar eşanlamlıydı) ama hangi
köklerden ya da inanç geleneklerinden gelmiş olurlarsa olsunlar hepsi de
Gnostikti. Bir başka deyişle, insan ruhunun gnosisi başarabileceğine, yani tam
anlamıyla Tanrı’yı kişisel olarak yaşayabileceğine inanırlardı.
Gnosise
giden yol herkes için aynı değildi. Bu yol, aile, ev ve kişinin içerisinde
rahat etmeyi öğrendiği her şeyden ayrı bir hayal yaşamayı seçmek demekti.
Therapeutae gibi bir mezhebe katılmak tamamıyla yeni bir toplumsal varlığı
kabul etme anlamına gelirdi. Budizm’de olduğu gibi, maddi dünyadan vazgeçmek
Tanrı’yı tanıma uğraşının önemli bir unsurunu oluştururdu. Bu, en azından
özünde, uygulamaya dair bir çeşit çilecilikmiş gibi görünebilir. Aile, kişisel
servet ya da cinsel etkinlik gibi şeylerden vazgeçmek kendiliğinden anında
kutsallığa yol açmazdı ama bedensel dünyada insanın zihnini meşgul eden
şeylerin sayısını azaltırdı. Hıristiyanlık öncesinin Gnostik mezheplerinin
hepsi kadınları kabul etmezdi. Aslında 'bildiğimiz kadarıyla Therapeutae bunu
yapan tek mezhepti. Özellikle yaklaşık M.Ö. 2O’den M.S. 50’ye kadar büyük başarılar
elde eden bir Yahudi olan İskenderiyeli Filo'nun yazılan sayesinde, ekinizde
Therapeutae mezhebi hakkında bu kadar çok bilgi vardır. Sessiz ve sakin bir
şekilde yan yana yaşayıp bekârhklanm sürdüren ve birbirlerine “kardeş” diye
hitap ederek dünyevi şeylerle ilişkilerini kesen kadın ve erkek Therape-
utaelar, Hıristiyanlığın bekârlık uygulayan evlerinin, dinsel mekânlarının ve
manastırlarının kesinlikle ilk örnekleridir.
Ancak
Tann uğruna bekârlık uygulaması sadece Gnostikler- le sınırlı değildi. Ölü
Deniz Parşömenleri’nin (Tomarları) yazarları olan Kumran Vadisi sakinleri gibi
kutsal savaşa hazırlanmak için bekârlığın tinsel zırhını giyen Yahudi
toplulukları da vardı. Öyle görünüyor ki, bu adamlar için bekârlık, kendilerini
tamamıyla Tanrı’ya açmalarına engel olan bir şeyden kurtularak Peygamber
Ezekiel’in sözlerini (Ez. 36:6) gerçekleştirmenin bir yoluydu. Bunu bugünkü
Yahudi yasasında olduğu gibi, evin, evliliğin ve ailenin günahlardan
arındırılmış ve dine göre düzenlenmiş bir şekilde sürdürülmesini isteyen mevcut
Yahudi yasası pahasına yaparlardı. Ama onlara göre yaptıklarının haklı bir
nedeni vardı.
Dünyevi
şeyleri reddeden bu tür toplulukları öğrendikten sonra Peter Brown’ın şu
sözleri insana fazlasıyla mantıklı gelir: “İsa'nın kendisinin de otuz yaşına
kadar evlenmemiş olması hiçbir açıklama gerektirmemiştir.’’ Ruhani
uygulamalarına bekârlık, hatta ömür boyu bekârlık ekleyen radikal genç ruhi
arayıcıların sayısı hiç de az değildi. Yahudiliğin eski bir geleneğine göre
peygamberler çoğu zaman evli olmazdı ve cinsel perhiz uygulardı. Örneğin Musa,
Tanrının huzurunda geçirdiği kırk günün sonunda kendisini, cinsel arzularından
sonsuza kadar arındırılmış bir halde bulmuştu. İsa'yla aynı çağda yaşayan ama
ondan biraz daha genç olan Yaşlı Pliny, Engeddi’deki bekâr Esseneler
topluluğunun çelişkili uygulaması üzerine yorum yaparak, olağan evlilik,
cinsellik ve doğum döngüsünden kaçınmalarına karşın topluluğun hayat dolu ve
nüfus bakımından kalabalık kalmayı başardığına değinmiştir. Bu yüzden Incil'de
Isa'nın görünürdeki bekâretinden daha fazla bahsedilmemesine şaşmamak gerekir.
Onun gibi bir adamın girip çıkacağı her türden dinî çevrelerde, bu oldukça
sıradan görülürdü.
Göklerin
Egemenliği Uğruna Hadım Olanlar: İsa
Bu
sıradan bekârlar, İsa'nın büyük olasılıkla, “doğuştan hadım olanlar ve
başkaları tarafından hadım edilenler olduğu gibi cennetin krallığı uğruna
kendini hadım edenler de vardır. Bunu kim kabul edebilirse etsin,’’ (Matta
19:12) derken sözünü etliği adamlardır. Cinsellikten vazgeçmek kişiyle Tanrı
arasında kurulan güçlü bir ilişkinin temel yönü olarak görülürdü, o yüzden
Isa’nın bunu teşvik etmesi pek de şaşırtıcı değildir. Hem Yahudilerin bedende
yapılan değişikliklere karşı duyduğu nefret hem de eski dünyada kısırlaştırma
ve pagan rahipleri arasında kurulan yaygın ilişkilendirme (Ana tanrıça Kibele
inancındaki Galli rahipleri gibi) düşünüldüğünde öyle görü- nûr ki.
“hadım" sözcüğü büyük olasılıkla gerçek anlamıyla değil. mecazi anlamda
kullanılmıştı.
Bu
şekilde kişinin kendisini mecazen kısırlaştırması aslında, kişinin kendisini
fiziksel olarak ayırması anlamına geliyordu. Bu ayırma, kendisini normal yaşam
döngüsünün tamamıyla dışına yerleştirerek ve eski dünyada insan doğasının hem
içsel bir parçası hem de insan bedeninin işleyişinin gerekli bir yönü olarak
görülen cinsel edimlere katılmayı reddederek gerçekleşiyordu. Toplumsal açıdan
hayati önem taşıyan evlilik ve babalık süreçlerine dahil olmayı reddeden
bilisi neredeyse evrensel olan toplumsal önceliklere bir şamar indirmiş
oluyordu. Kökten değişimci bir vaiz ve peygamber için bu reddetmeler hem içten
geliyordu hem de stratejikti. Kabul görmenin, yüceliğin ve kurtuluşun temelini
kalıtımın ya da servetin değil, inancın oluşturduğu yeni bir toplum yaratma
çabası, mevcut toplumsal yapıların hiç de azımsanmayacak ölçüde yıkılmasını
gerektiriyordu.
Nasıra’dan
çıkan bu isyankâr vaiz, gezgin, bekâr, ne toprağı olan ne de toprakta çalışan,
kansız (Kilise’nin kabul ettiği indilerden bildiğimiz kadarıyla) ve çocuksuz
yaşama iyi bir örnek oluşturmuştur. Çölün ortasında Tanrının kutsal ordularını
bekleyen Esseneler gibi İsa da etrafını, kendi gibi düşünen ve Tanrı yla kısa
süreliğine de olsa yakın bir ilişki içinde olabilmek uğruna bildikleri her
şeyi reddetme istekliliğini kendisiyle paylaşan, yeni ve daha iyi bir dünyanın
çok yakınlarda olduğundan emin olan adamlarla kuşatmıştır. Therapeutaeler gibi
İsa da hastalara ve sakallara yardım edip onları iyileştirmiştir. En çok da
vaaz vererek, kökten değişimci bir bağımsızlık anlayışına ve dünyevi
ayrıcalıkların reddedilmesine dayalı özgürleşme öğretisini yaymıştır. Isa’nın
yurdunu işgal edip hâkimiyeti altına alan Romalı güçleri bundan daha fazla
kızdıracak bir şey' bulunamazdı.
Burada
tuhaf olan İsa’nın yakın müritlerini bekârlığa teşvik etmiş olması değildi. Bu
hem psikolojik ve siyasi açıdan stratejik hem de o zamana uygun bir hareketti.
Tuhaf olan, çok farklı şartlar alımda ve savaş halinde olunan bir zamanda yaşayan
küçücük bir insan topluluğuna yöneltilen bu teşvikin böylesine şevkle kabul
edilmesi, olağanüstü ölçüde yayılması ve tereddütsüz bir hevesle
uygulanmasıydı. Pavlus Korintlilere yazdığı birinci mektubunda, İsa’dan
bakirelere dair belirli hiçbir talimat almadığını itiraf eder (1 Kor. 7:25).
Buna karşın sadece Pavlus değil, onun ardından nesiller boyunca gelen yazarlar
da, Hıristiyan bekâretinin anlamını ve şartlarını, o kadar uğraşarak kâğıda
dökmeselerdi kimsenin kolay kolay inanmayacağı kadar ayrıntıyla
donatmışlardır. Bekâretin tektanncıhk kapsamında geçirdiği dönüşümü, stratejik
olarak kullanılan bir gerilla bekârlığından ahlâki erdemlerin en yükseğine dönüşüm
(bu dönüşümün, kadın düşmanlığının ve cinsellik korkusunun içine işlediği düzinelerce
risaleye konu olması hiç de tesadüfi değildir), İsa’ya borçlu olduğumuz bir şey
değildir. Bu şeref -ve bütün suç- İsa’nın müritlerine aittir.
Tehlikeli
Beden: Pavlus
Tarsuslu
Pavlus bazı bakımlardan tam bir ulusal kimliğini yitirmiş Diaspora Yahudisi
örneğiydi. Yunanca mükemmel yazan ve görülen o ki bir noktada Roma
imparatorluğu vatandaşı yapılmış, çok yer görmüş olan ve birçok dil konuşan
Pavlus. Filippi, Efes, Selanik ve Korint gibi Ege’nin en büyük şehirlerinde
yıllar geçirmiştir. Sıradan bir Yahudi’den farklı olarak aynı zamanda Incil’in
yazarlarından biri ve bir misyonerdi. Ro- ma’da yaklaşık 64 yılında idam
edilmeden önce, hayatının büyük kısmını, misyonerlik çalışmasının bir parçası
olarak Yu- nanca’nm egemen olduğu bölgelerde Hıristiyan toplulukları kurmakla
ve bir sonraki durağına gitmek için geride bıraktığı topluluklara uzaktan
kılavuzluk etmeye çalışmakla geçirmişti.
Korintlilere
Birinci Mektup tam olarak böyle bir ortamda yazılmıştır. Topluluklarını
kurmalarına yardım eden adam olarak Pavlus, Korintliler için başları belada
olduğunda başvurabilecekleri ruhani bir babaydı. Ve Korintlilerin başları
beladaydı. Pavlus’un cevap olarak Incil’deki mektubunu yazdığı mektup ya da
mektuplara sahip olmasak da zaten bunlara ihtiyacımız yoktur. Açıkça söylenmese
de, Pavlus’un yaklaşık 54 yılında yazdığı mektubundan Korintlilerin sınıflar
arası ne gibi belalarla uğraştıklarını tam olarak anlayabiliriz: Kavga ve
kıskançlık, fahişelerin müşterisi olan insanlar, açgözlülük, pagan adakları
olarak takdim edilen hayvanların etlerini yiyen Hırisliyanlar, kilisede
seslerini duyurmak ve görülmek isteyen küstah kadınlar ve genel bir odaklanma
eksikliği gibi görünen durum.
Bir
küçümseyen bir babacan, bir sert bir yumuşak olan Pavlus’un mektubu, Pavlus’un
ve Hıristiyanlığın Korintlilere en başta sunduğu şeylerden biri hakkında
çarpıcı bir hatırlatmayla başlar. Her bedenin Tann’nın tapınağı olduğunu ve
bütün insanların içinde Tanrı’yı yaşama gücü olduğunu ileri süren bu fikir (1
Kor. 3:16), Tanrı deneyiminin aşırı derecede kişiselleştirilmesi ve
eşitlikçileşıirilmesidir.
Bu,
insanın Tanrı’yla olan teması konusundaki klasik görüşten tamamıyla
sapılmasıdır. Buna göre bu temas genellikle en azından iki aşamada arabulucular
yoluyla gerçekleştirilebilirdi. Bu aşamalardan birisi, görevleri Tanrı’yla
doğrudan temas halinde olmak olan rahipleri ve/veya rahibeleri kapsayan insan
âşamasıydı. Ötekiyse maddesel adak sunulan aşamaydı. O zamanların başlıca
ibadet şekli olan adaklar, sunulabilecek inallar gerektirirdi. Kudüs’ün büyük
tapınağındaki sunak için verilen tertemiz bir oğlak ya da kuzu, hatta bir
güvercin ya da ıhısanlann yerel sunaklarında Artemis ve Apollon’a sunduğu bir
ayin ekmeği bile, hiç de önemsiz olmayan bir harcamayı temsil ederdi. Daha
zengin olanların tanrılara yaranma gücünün daha fazla olduğunu söylemeye bile
gerek yoktur.
Tanrı’yı
kişinin, hatta kişinin bedeninin içine yerleştiren Hıristiyanlık, bu düzeni
altüst etmiştir. O zamanlar var olduğu şekliyle dinin sosyoekonomik şartlarını
tamamıyla değiştirmiş ve Hıristiyanlık öncesi ibadetin bağlı olduğu rahiplik
mesleklerindeki hiyerarşilere duyulan ihtiyacı kökünden yok etmiştir. Tek bir
süpürme hamlesiyle insan-Tanrı ilişkisinin çoğunlukla dışa ait yapısı,
tamamıyla içe dönük bir yapıya dönüşmüştür. Adak olarak sunulabilen şeyler
artık cansız nesneler ya da aptal hayvanlar değil, kişilerin hem Tann’nm
araçları olması hem de gerçeklen Tanrının ikamet eıligi yerler olarak seçilmesi
ümidiyle sunulan gerçek insan bedenleriydi.
Böylece
inananların ayinsel sadığa dair ideolojilerini kurma ve düzenleme şekilleri
dışarıdan içeriye doğru yer değiştirmeye başladı. Bunun öncesinde ayinsel
saflık kısmen de olsa miras yoluyla geçen toplumsal sınıfı kapsayabiliyordu.
Örneğin Vesıa bakireleri seçkinler sınıfının kızlarıydı ve Kudüs'teki tapınağın
lwhmı i inindeki, yani rahipler sındındaki herkes belli bir soydan gelmekleydi.
Ayinsel saflık, boşalma ve ölü bedenlerle temas gibi konulara ilişkin sayısız
yemin ve tabuyu da kapsamaklaydı.
Kişinin
dürüstlüğüne ve saflığına böylesine büyük bir değer yüklendiğinde seks yapmak
da benzer şekilde bir sürü sorun çıkarıyordu. Kişinin fiziksel ve psikolojik
sınırlarının en geçirgen göründüğü olay olan cinsel etkinlik tehlikelerle dolu
gibiydi. Pavlus bir fahişeyle yatan kişinin onunla "tek vücut" olduğunu
(1. Kor. 6:16), kişiliğinin ve bedeninin sınırlarının tehlikeye atıldığını
yazmıştır. Böyle bir tehlikenin tek sonucu kirlenme olabilirdi.
Pavlus
ve genel olarak Hıristiyanlar için cinsellik, arzuyla irade, bedenle ruh
arasındaki çekişmeyi de simgeliyordu. İsa’nın mucizevi bir şekilde dirilmesiyle
müritlerini “göklere" götürmek için dünyaya dönmesi arasındaki kısa
olacağı ümit edilen süre içerisinde, İsa’nın en coşkulu müritlerinin istediği,
yüreklerinde bölünmemiş bir bütün olup o en büyük ve sonsuz gnosisin
beklentisi içinde kendilerini esirgemeden Tanrı’ya açabilmekti. Ama
Hıristiyanlar nereye giderlerse gitsinler bedenleri, kendilerini tamamıyla ve
düşünmeden adamalarına karşı engeller çıkarıyordu. Korintlilere Birinci
Mektup'un satırları dikkatlice okunduğunda ortaya çıkan sorunların üstü kapalı
da olsa uzun bir liste oluşturduğu görülür. Efes’teki yazı masasının başındaki
Pavlus’un görevi, Korini’teki kilise topluluğu üyelerinin id ve egolarına,
kalkmış penislerine ve sulanan ağızlarına, hem daha büyük bir kişisel irade
gücüyle hem de topluluğun başarısı ve bağlılığına katkıda bulunacak şekillerde
direnmelerine yardım etmekti.
Bu
yüzden konu cinsellik olduğunda Pavlus kısaca "Zinadan kaçının,’’ (1.
Kor. 6:18) diye yazıp konuyu öylece açıklamadan bırakmamıştır. Tamamıyla bekâr
olan bir topluluk, Pavhıs’un cinsellik konusundaki hislerine ve onun Hıristiyanlığının
hedeflerine belki ayak uydurabilirdi ama bunun sürdürülebilirliği yoktu. Doğal
olarak kişiler kurallara uyamaz, bu yüzden de ya topluluğu terk eder, ya
cezalandırılır ya da hiç bölünmemiş bir yüreğe ulaşmak açısından en kötü olan
şeyi yapıp yalan söylerdi. Evrensel bekârlık, topluluğun istikrarlı kalmasını
da sağlayamazdı. Korinıliler her zaman evli ailelerden oluşan bir dünyada
yaşamışlardı. Evlilik ve aile olmaksızın yaşamak Hıristiyanlara ve aynı
şekilde pagan komşularına, hem başıbozukluk hissi verir hem de kafa karıştırıcı
gelirdi. Evrensel bekârlık konusunda ısrar etmek laktik açısından korkunç bir
hata olabilirdi.
Bu
yüzden Korintlilere Birinci Mektup'un 7:9’u şu hayati önem taşıyan sözleri
içerir: “Ama kendilerini denetleyemiyor- larsa bırakın evlensinler, çünkü
evlenmeleri yanmalarından iyidir.” Pavhıs’un sözünü ettiği yanma, arada bir ileri
sürüldüğü gibi, cehennem ateşindeki yanma değil, cinsel arzunun yakmasıdır.
Pavhıs’un söylediği şey özünde şudur: Herkes cinsel dürtülere karşı koyamaz;
koyamadığındaysa buna yasal olarak teslim olmak, kişinin sürekli olarak işkence
çekip dikkatinin dağılmasından iyidir. O zamanın Yahudi yasası evlilik yoluyla
kutsal ailelerin kurulmasını sağlamıştır. Pavlus bunun kesinlikle ikinci en iyi
seçenek olduğunu açıkça söylemiş olsa da, herkesin cinselliğini denetim altında
tutma becerisine sahip olmadığını da (İsa gibi) açıkça söylemiştir. Hal böyle
olunca evlilik tercih edilen ve dinen haram olmayan öteki seçenekti:
“Evliliğe teslim olan iyi, teslim olmayan daha iyi eder” (1. Kor. 7:38).
Bu
tür ılımlıiaştırma stratejileri Pavhıs’un tarzını temsil eder.
Hıristiyanlıktaki cinsellik ve insan ilişkilerine dair dogmanın kısa zamanda
ne yöne doğru yol alacağını ve aynı zamanda evlilik ve aile kurununum hayali
olmaya devam elliğini görebiliriz. Pavlus’la birlikte meydana gelen önemli
değişim, bedenin artık eski Yahudilikte ve eski dünya genelinde olduğu gibi
hoşgörü ve denetim karışımıyla muamele edilebilecek bir şey olarak
görülmemesidir. Korintlilere Birinci Mek- tup'un sondan bir önceki bölümünde
Pavlus, bedenin tamamının her zaman çürümüş olduğunu açıkça dile getirir: “Ve
kardeşlerim, size diyorum ki etle kan Tann’mn egemenliğini, çürümüş olan da
çürümezliği miras alamaz” (1. Kor. 15:50).
Tek
bir akıllıca hamlede (Pavlus’un çeşitli bağlamlarda birçok kez yaptığı hamle),
H.D. Betz ve Petcr Brown’un, “hayati önem taşıyan dinsel bir kısaltma” olarak
nitelendirdiği şeyi görürüz. Beden çürümeyle eş tutulur. Hıristiyanlık ve genel
olarak Batı kültürü için artık geri dönüş yoktur. Bu yüzden Pavlus’un
Korintlilere Birinci Mektup’unda bekâret hakkında tam olarak hiçbir şey
söylememesi aslında şaşırtıcı değildir. Zaten söylemesine de gerek yoktur.
Pavlus’un itiraf ettiği gibi, İsa’nın bekârete ilişkin belirli hiçbir talimat
vermediğini göz önünde bulundurduğumuzda bile, bekâretin yeni yeni oluşan
Kilise içerisinde izleyeceği yol zaten bellidir çünkü Pavlus’un dediği gibi,
“teslim olmayan daha iyi eder.”
Rahmi
Boykot Etmek, Cennet İçin Çabalamak
Pavlus
örneğinin de. gösterdiği gibi, Hıristiyanlığın ilk filozoflarını ve
lanrıbilimcilerini zor bir görev bekliyordu. İsa’nın öğretilerini hakh
göstermek, açıklamak ve genişletmek işin sadece bir kısmıydı. Büyüyen
Kilise’nin kendisine özgü ihtiyaçları da vardı. Gitgide daha da büyüyen ve
çeşitlenen Kilise cemaatinin varlığı, başka şeylerin yanı sıra, fiziksel
bedene (cinsellik konusu da dahil olmak üzere) ilişkin derhal giderilmesi gereken
bir öğreti ihtiyacı olduğu anlamına geliyordu.
Hıristiyanlığın
ilk başlardaki genel kadın düşmanlığı aslında sadece tesadüfen Hıristiyan’dır.
21. yüzyıl bakış açımızdan baktığımızda Kilise Babalan’nın bilimsel
incelemelerinin ve eleştirilerinin nasıl çoğaldığını görürüz ve son derece
kadın düşmanı olan bir Hıristiyan komplosu izlenimi edinebiliriz. Bu kısmen
doğrudur. Hıristiyanlığın ilk başlarda cinselliğe ve kadınlara yönelik tutumları
gerçekten de son derece kadın düşmanıydı ama bunlar ne yeniydi ne de bir
komploydu. Çoğu zaman sadece tek parçadan oluşan ve tek bir açık gündemle
yönlendirilen bir bütünmüş gibi algıladığımız şey aslında, çok daha yavaşça
gerçekleşen ve çok daha az tekbiçimli olan bir ideolojik tortulaşma
gelişimiydi. Hıristiyan kadın düşmanlığı, kadın bedeni ve kadın cinselliğini
günah ve Şeytan’la ilişkilendirerek kendisine has eğilimler geliştirmiş olsa
da, kadınlara yönelik bu tür bir düşünüş, 1. ve 2. yüzyılda yaşayan Yunan,
Romalı, Suriyeli ya da Yahudilere yalnızca biraz sıradışı görünürdü.
Hıristiyan
bekâretinin temelini oluşturan ilk kahn katmanlardan birisi Encratism
-Yunanca enkrateia sözcüğünden gelir— ya da ‘kendine hakim olma’ olarak
bilinen bir felsefedir. Kili- se’nin kabul ettiği dört Incil'i tek bir metinde
toplayan ilk İncil düzenlemesi Diatessaron’dan ciddi şekilde etkilenen bu
felsefe, cinselliğin Hıristiyanların yaşamındaki uygun yeri konusuna, İsa’nın
vaat edilen ikinci gelişi açısından bakmıştır. Diatessa- ron'u derleyen
Tatian’a ve kimin yazdığı bilinmeyen Acls ofJu- das Thonıas (Yahuda
Thomas’ın Edimleri) adlı kitabın isimsiz yazar(lar)ına göre, bildikleri
anlamıyla yaşamın sonunu bekleyen Tanrı’nın kullan arasında günaha yer yoktu.
İkinci
geliş yakınlaştıkça Hıristiyanlar inandıkları ilkeleri büyük bir coşkuyla
sonuna kadar gerçekleştirmek istediler. Çeşitli sebeplerden dolayı
cinsellikten vazgeçmek de bunun bir parçasıydı. Kulla Tann arasındaki ilişkiyi
engelleyebilecek bir insan ilişkisine girmemenin yararlı olacağı
düşünülüyordu. Bunun yanı sıra Hıristiyanlar insani yapılarını mümkün olduğu
kadar meleklere yaklaştırmak gibi çok zor bir görevle de uğraşıyorlardı. Bu
dönemde, vita angelica, yani melek yaşamının bir apatheia (Yunanca’da
tutkusuzluk ya da arzusuzluk anlamına gelen Stoacı bir kavram) örneği olduğuna
inanılırdı. İdeal yaşam ruhun yaşamıydı, ikinci geliş ve Tann’yla paylaşımın
daimi olduğu “gelecek dünya” öğretisinde inananlara vaat edilen yaşamdı. Öte
yandan fiziksel beden sadece, insanları doğum, ölüm ve çürüme döngüsüne, yani
bedeni canlı tutmaya ve türü devam ettirmeye dair günlük gereksinimlere
bağlamaya yarıyordu. Büıün bunlarsa insanları Tanrı’yla olan kaderlerinden
daha da uzaklaştırmaktan başka bir şey yapmıyordu.
Bir
Hıristiyan olarak yapılacak en ahlâklı ve verimli şey kelimenin lam anlamıyla
greve gitmekti. “Rahmi boykot etmek" tabiri çoğu zaman, insanın biyolojik
gereksinimlerine karşı yapılan bu oturma eylemine gönderme yapmak için
kullanılmıştır ve çok da yerindedir. “Kadınların işleri,” yani doğum ve bunun
kaçınılmaz sonucu olan ölüm, uzun olmayan elenecekler listesindeydi çünkü
“gelecek dünya”da bunlara yer yoktu. Bu da bekârlık demekti.
Makinedeki
Hayaletler: Clement ve Origcn
Ancak
İskenderiyeli Clement’in zamanında (2. yüzyılın sonlarıyla 3. yüzyılın
başlan), tıpkı Pavlus'ıın zamanında olduğu gibi, bekârlık bu kadar basit
değildi. Bekârlığa herkes dayanamazdı ve bekârlık konusunda fazla ısrarcı
olmanın, Kiliseye yüksek seviyelerde katılan hali vakti yerinde aile
reislerinin sayısını düşürdüğü de sorun yaralan bir gerçekli. En etkin din
adamlarının birçoğunu geleneksel olarak evli erkek aile reisleri arasından
seçen bir kilise için bu kaçınılmaz olarak anlaşmazlığa yol açtı. Ayrıca
“ümitlerini mahrem yerlerine bağlamışlar," diye şikâyet eden Clement’in
de belirttiği üzere, kendine hakim olma felsefesini izleyenler için Hıristiyan
olmak bekâr olmaktan çok daha fazla şeyi kapsıyordu.
Ölçülü
bir adam olan Clement’in, Hıristiyanların penisleriyle aralarındaki ideal
ilişkiye dair fikri esasen Yunanlara aitti. Clement’in inancına göre, eğer kişi
bedenini bilinçli, mantıklı olarak denetim altında tutabiliyorsa bedeninden
tamamıyla vazgeçmesine gerek yoklu. Orexis, yani fiziksel bir bedenin “makinedeki
hayaletleri” olan kaçınılmaz biyolojik dürtüler, düzensiz ve can sıkıcıydı ama
zapt edilemeyecek kadar da güçlü değildi. Clement’in Hıristiyanlığında
cinselliğin bir yeri vardı ama sonunda, böylesine özenle lutkusuz hale
getirilen seksin kendine hakim olma felsefesinden bile daha zor olduğu görüldü.
Cinsel
ilişkiye yönelik bu akılcı Yunan yaklaşımının bazı yankılarını çok sonraları
başka bir Afrikalının, Hippolu Au- gustine’in çalışmalarında görürüz. Ama
elementle Augusti- ne’in yaşadıkları dönemler arasında geçen yüz küsur yıllık
süre içinde onaya çıkan başka bir kişi, bekârete, cinselliğe ve bedene karşı
o kadar çarpıcı, etkili ve insanlara karşı duyduğu güçlü nefrete karşın öyle
popüler bir yaklaşım geliştirdi ki Clement’in ölçülülüğünün bunun karşısında
hiç şansı yoklu. Bu ünlü köktenci, İskenderiyeli şehit düşmüş bir Hıristiyan’ın
oğlu olan Origen’di. 3. yüzyılda yaşayan Origen’e göre, tinsel dönüşüm için bir
araç olarak kullanılmadığı sürece bedenin hiçbir değeri yoktu. Örneğin,
Origen’in inancı uğruna kendisini hadım ettirdiği iddiasının büyük olasılıkla
doğru olduğu düşünülmektedir. Origen bedenin, ruhun Tanrı’yla bütünlüğünü
kaybettiğinde içine düştüğü şey olduğuna inanmıştır. Bedenle ruh arasındaki
mesafe, beden logismoi [yanlış muhakeme] dürtülerine yenik düştükçe
daha da genişleyen, aşılamaz korkunç bir uçurum oluşturmuştur.
Clement’in
orocisi gibi, Origen’in logismoisi de bedenin çeşitli arzuları anlamına
geliyordu ama Clement’in orexis’inin tersine, Origen’inkiler esasen iyi huylu
değildi. Cennet bahçesinde Adem’in Havva’yı “tanımadığına” büyük bir şevkle
inanan (bu yüzden insanın köklerinin kesinlikle hiçbir tür cinsellik
içermediği söylenebilirdi) Origen, bekâreti denetim altında tutulan, ciddi ve
en önemlisi başarılı bir Hıristiyanlığın uygun süsü olarak sunma konusunda
kendine epey güveniyordu. Uygulamada adunatio olarak bekâret, hem
Tanrı’yla birlik olmaya doğru ilerlemenin bir işareti hem de bedenin ayartmalarına
karşı gösterilen denetim altında bir direnmeydi. Origen’in, “Bu yüzden sizden
değişmenizi rica ediyorum. İçinizde bir değişebilirle gücü olduğunu görmeye
karar verin,” diye emrederken sözünü ettiği, insanın içgüdüsünün ve toplumsal
gerçekliğin tam olarak ve temelden değiştirilmesiydi, yani cinsellik
içgüdüsünün bütünüyle iptal edilmesinden başka bir şey değildi.
Asla
Tatmin Olmayan: Jerome
Uçsuz
bucaksız bilgisi, bilgi dolup taşan sayısız yazısı ve kusursuz zekâsıyla
bıraktığı tinsel mirasa karşın Jerome -Yunanca da dahil birçok dili akıcı bir
şekilde konuşurdu, çok yer görmüştü, Khalkis’ıe çölde keşiş hayatı yaşayarak
iki sene geçirmişti, Aziz Gregory Nazianzen’in dizlerinin dibinde öğrenim
görmüştü ve başka şeylerin yanı sıra Incil’in ilk Latince uyarlamasını
üretmişti- hızla Kilise’nin yaşlı kurtlar kulübüne dönüşen oluşumun yazıh
olmayan kurallarına göre oynamayı hiçbir zaman öğrenmemiştir. Olağanüstü asabi
bir mizaca sahip olan ve işleri yapmanın doğru yolu olarak algıladığı şeyden
sapılmasına karşı yok denecek kadar az hoşgörüsü olan bir adamdı. Bu yüzden de
Jerome’un Kilise üzerindeki muazzam etkisi, kısmen de olsa kendisine rağmen
başarılmış bir şeydi. Kilise ve rahipler sınıfı tarafından gerçekleştirilen
eylemlerin uygunsuz olduğunu düşünen Jerome bunları sert bir dille durmaksızın
eleştirirdi ve koruyucusu Papa I. Damasus 384’te öldükten sonra kelimenin tam
anlamıyla şehirden (bu durumda Roma’dan) koyulmuştur. Bazı arkadaşlarının
Jerome’u kendi zararlı aşırılığından kurtarma çabalarına karşın, Jerome yine
de üç yd gibi sınırlı bir zamanda Romalı rahipler sınıfını öyle bir noktaya getirmeyi
başarmıştır ki sonunda hayatının geri kalanını Betle- hem’de sürgünde geçirmek
zorunda kalmıştır.
Para
ve güç sahibi Hıristiyan kadınlarla sürdürdükleri yakın ruhani arkadaşlıklar da
dahil olmak üzere yaptıkları birçok şey için Jerome tarafından sık sık
“söylediğimi değil yaptığımı yap” tarzında cezalandırılan rahip arkadaşları
arasında artık istenmeyen Jerome, yetişkin hayatının büyük kısmını zengin
Romalı kadınlar tarafından kuşatılarak ve desteklenerek geçirmiştir. Jerome’un
Roma’daki hamisi olan Marcella çok uzun zamandır iffetli bir duldu. Sürgün
edildikten sonra Jerome’un hamisi olan ve Betlehem’de ona kendi manastırını
kuran Paula (kendisi de sürgünde yaşayan Hıristiyan kadınlar için benzer bir
çeşit rahibe manastın yönetiyordu), kısa zaman önce kaybettiği kocasının
ölümüyle yıkılan ve Hıristiyan bakiresi olarak kutsanmış Eustochium adlı bir
kızı olan otuz küsur yaşlarında bir duldu. Kendisini bir aile babası olarak
düşünmek herhalde Jerome’u dehşete düşürürdü ama en azından bazı açılardan öyle
olduğunu söylemek tamamıyla yanlış sayılmaz. Paula’nın geniş ailesinin bir
parçası, arkadaşı ve sırdaşı olan Jerome ölene kadar, genç Eustochium’un
yaşamında da bir bakıma babalık görevi görmüştür.
Origen’den
son derece etkilenen Jerome, fazlasıyla gerçek ve açıkça korkunç bir hakaret
olarak gördüğü bedenin ağır yükünü omuzlarında hissetmiştir. Dünyevi
zevklerden vazgeçen bir münzevi olarak çölde yaşadıklarını yazan Jerome, ne
kadar oruç tutup kendisini yoksun bırakırsa bıraksın yine de içinde şehvetin
ateşini hissettiğini fark ettiğinde nasıl dehşete düştüğünü tarif etmiştir. Bu
ateş benzetmesi Jerome için çok uygundu: Diğer bedensel arzuların
söndürülmesine karşın şehvet hâlâ hayatta kalıyorsa, o zaman cinsellik gerçeklen
de, insan denen hayvanın en söz dinlemez yönünü simgelemektedir.
Jerome’un
bedene, özellikle de bedenin herhangi bir kadınsı ya da erotik yönüne karşı
duyduğu iğrenme, yazılarının her yerinde görülebilir ama bu iğrenme hiçbir
yerde Eustochium’a . yazdığı mektuplarda olduğu kadar çarpıcı değildir.
Eustochi- um’u oruç tutmaya ve evlenme zamanı gelmiş bedeninin gösterişliliğinden
kaçınmaya teşvik eden Jerome, "bedenindeki organların isteklerini bastıran
kadın ... ‘ayazda kalmış bir şarap tulumu gibi oldum, içimde ne kadar ıslaklık
vardıysa hepsi kurudu’ demekten korkmaz” diye yazmıştır. Eustochium’un “küçük
ateşli bedeninin” dünyadan, şarap ve ağır yiyecekler, ya fazla şık ya da kasten
seçilen fazla paspal kıyafetler ve yapmacık konuşma da dahil olmak üzere her
türlü olası aşırılıktan uzak tutulmasını tavsiye etmiştir. Bütün bunlar,
Eustochi- unı’un kendisinin ya da temas kurabileceği kişilerin şehvet
saldırılarını önlemek için gerekliydi. Jerome’un Eustochium’u uyardığı gibi,
“bedenleri aşındırılmış kişiler bile hâlâ bu tür düşüncelerin saldırısına
uğrayabiliyorsa, rahat yaşamın heyecanlarına karşı savunmasız bırakılan bir
kız kim bilir nelere katlanmak zorundadır?”
Jeroınc’un
büyük tartışma yaralan kitabı Advcrsus /ovtııi- (iııtını (Jovinian’a Karşı) onun
bekâret konusundaki siyah-be- yaz görüşlerini daha da açıkça gösterir. Jeronıe
bekâretin sadece birey için değil, bütün Kilise için de öncelik olması gerektiğini
belirtir. Kilise nin resmî olarak kabul etmesine karşın Je- rome için evlilik
pek kabul edilebilir bir şey değildir (Eustoc- hium’a, evliliği sadece
bakireleri ürettiği için övebileceğim söylemiştir). Jerome'a göre dul
kadınların ya da erkeklerin, açıkça bedensel zevkler uğruna yaptıkları ikinci
evliliklerin fahişelikten pek farkı yoktur. Üstelik Jeronıe rahipler sınıfının
da tamamıyla bakirlerden oluşturulması gerektiğini düşünmüştür. Ona göre o
zamanlar büyük çoğunlukta olan evli rahipler sınıfı, Hıristiyanlıklarına
cinsel çilecilik ocağında tav verilmiş yeteri sayıda bakir rahip çıkıp da
Kilise’yi devralana kadar, sadece geçici yedek rahipler olarak görülmeliydi.
Jeroınc’un
böyle tutumlarla Romanın tereddütsüz dünyevi ortamında fazla dayanmaması hiç de
şaşırtıcı değildir. Büyük Kilise Bahaları yaşlanıp sona yaklaştıkça,
Hıristiyanlık bekâreti üzerinde en çarpıcı izi bırakacak olan kişinin, siyasi
açıdan daha hoş tavırlı, felsefi açıdansa ölçülü olan ve Jerome’un ölmeye
yakınken dikkate layık görmeyerek konuşmayı reddettiği bir adam olduğu
görülmüştür. Kilise Babaları çağının bu sop ve en büyük sentezi, Hippohı
Augustine’den başkası değildi. Augusline'in başlarda cinsellik konusunda
duyduğu kararsızlık şu dillere düşmüş çağrısında özetlenmiştir: “Tanrını bana
iffet ver ... ama daha değil!”
iradenin
Zaferi: Augustine
O
dönemin (4. yüzyılın sonlarıyla 5. yüzyılın başlan) gönnüş geçirmiş bir adamı
olan Augustine kesinlikle bakir değildi. Oluz iki yaşında Hıristiyan olduğunda
cinselliğe tövbe etmiş olsa da, Augusline’in daha gençken, bir kadınla yaşadığı
on üç yıllık dost hayatını ve bir oğlan çocuğunun doğumunu da (kısa süre sonra
ölmüştür) kapsayan erkekliği, utanmazca şehvet düşkünüydü. Dindar annesi
Monica’nın gururu ve neşe kaynağı olan Augusline çok geniş çaplı bir eğitim
görmüştü. Hıristiyan olmadan önce Augusline, uzun süre çileci Manihaizm
hareketinin ilkelerini çalışmış ama hiçbir zaman tamamıyla bekâr olan bu
seçkinler sınıfının bir parçası olmamıştı.
Ancak
bir retorik ustası olarak sürdürdüğü meslek yaşamı onu Afrika’daki evinden
Milano’daki İmparatorluk konutuna götürdükten sonra Augustine’in yaşamında bir
şeyler değişmeye başladı. Augusline azimli davranarak, bölgenin önde gelen bir
ailesinin kendisinden çok daha genç olan kızıyla evlenme işini ayarladı. Bunu
yaptığında da on yılı aşkın bir süredir romantik ve cinsel partneri olan
dostu, geleneklerin gerektirdiği gibi Afrika’ya geri döndü. Dostu gittiği ve
karısı olacak kız henüz evlenecek yaşta olmadığı için Augusline kendisine bir
metres tuttu ve bu, cinsel ihtiyaçlarının kabalığını Atıgusti- ne'irı yüzüne
vuran hareket oldu. Mahvolmuş ve [sevdiğinden! mahrum edilmiş bir halde, bir
çeşit boşanma sonrası bunalımı olarak düşünebileceğimiz bir batağa batmış
durumda Augusline yüzünü hem kendi içine, yani ruhuna, hem de dışına, yani
Hıristiyan Milano’nun zengin düşünsel ve dinsel dünyasına çevirdi.
Bu
deneyim Atıgusline’in hayatını değiştirdi. Evliliğin getirdiği mutluluk,
Augustine’in Hıristiyanlıkta bulduğu ruhani sevincin besleyici yoğunluğuyla
kıyaslandığında önemsiz kaldı. Augustine’in yeni diniyle bağlantı kurması çabuk,
din değiştirmesi hızh ve hızla artan ünü nefes kesiciydi. Bizzat hocası
Anıbrose’nin ellerinde vaftiz edilen Augustine, beş yıl kadar kısa bir süre
sonra Afrika’daki Hippo’ya (bugün Cezayir'de) geri dönmüş bir manastır
kuruyordu bile. 400 yılında şehrin piskoposu oldu.
Akdeniz’in
diğer yakasındaki Roma’ya ve din değiştirmesinin kıyısından önceki yaşamına
bakan Augustine, çok uzun zamandır Hıristiyanlığın temel sorunları olan
cinsellik, kendine hakim olma, iffet ve bekâret sorularına yönelik ötekilerden
farklı ve anlayışlı bir sentez sunabilmişti. Cennetin sundukları •Çin girilen
sırada bakireleri en başa, dullan ikinci sıraya ve evli insanları en sona
yerleştiren gelenekselleşmiş hiyerarşiyi ye-
niden
düzenleyen Augustine, Ongene çekici gelecek bir hamleyle, şehitleri en başa,
bakireleri ikinci sıraya koydu. Jero- me’un takdiri hiç şüphesiz gönülsüz
olurdu ama yine de Au- gustine’in cinsel arzunun sadece calor genitalis,
yani genital ateşin yarattığı ve perhizle ve bedenin çilelere maruz bırakılmasıyla
tûketilebilecek fiziksel bir karışıklık olmadığı yargısına katılırdı.
Augustine’e göre cinsel arzu daha ziyade amcupis- centia caınis, yani
bedensel şehvet denilen, doğuştan gelip ömür boyu süren psikolojik olgunun dışa
vurumuydu ve iradeden başka efendi tanımazdı.
Augustine
günahın, Tann'ya karşı itaatsizlik eden iradenin yol açtığı şey olduğunu ileri
sürmüştür. Kendisine eziyet eden ve cinsel yönden etkin olduğu geçmişini
hatırlatan ıslak rüyalarda Augustine, yalnızca Tanrı yi arzulayan iradesiyle,
aklı başka yerlerde olan bedeni arasındaki uzaklığı hissediyordu. Bu korkutucu,
mağrur ve itaatsiz yüreğin, iradeyi yenilgiye uğratacak kadar güçlü olabilmesi
Augustine için derin üzüntü kaynağıydı. İradeyi geliştirip Hıristiyan erdemiyle
işlemek,.insanın içindeki bu düşmanın başarıyla idare edilmesinin anahtarı
oldu. Augustine ilk kitabı De civiuıte Dei’de, “İyi bir hayatı yönelen
erdem, ruhun kolluğundan bedenin her organını denetler ve kutsal bir irade
edimiyle beden kutsallaştırılır,” diye yazar. •
Bu
felsefe Augusıine’in sadece, İsa’nın rahme düşmesi sırasında gösterdiği uysal
itaaıkârhğmda cennetin bütünüyle cinsel içgüdüden yoksun cinselliğini
tekrarlayan Meryem'e karşı duyduğu büyük saygıyı değil, aynı zamanda bekâretin
bedenden çok zihinde yer aldığı fikrini de doğurmuştur. Roma nın 410 yılında
Gotlar tarafından dehşet verici bir biçimde istila edilmesinin hemen ardından
bu, Augusıine’in, istilacı Gotların savaş taktiği olarak tecavüz ettiği kutsanmış
bakireler için az da olsa kişisel ya da öğretisel bir teselli sunmasını
sağlamıştır. Augustine, "Başka birisi bedenle ya da bedeninin içinde ne yaparsa
yapsın kişinin gücü günah işlemeden bundan kaçınmaya yetmiyorsa, bundan
mustarip kişiye hiçbir suç ilişmez,” diye yazar. (Bu kuşkusuz iki tarafı da
keskin bir bıçaktır; “kaçın- jnaya gücü yetmek” ibaresi cezayı ertelediği gibi
insanı lanetleyebilir de.) Ama Augustine bedenin kutsallığının, parçalarının
bütünlüğünde yatmadığını da yazmıştır: “enim eo corpus sanctum est, quod
eiııs membra sunt integra.” Tecavüze uğrayan bir bakire, Kilise’nin ya
da Tanrı’nın gözünde ille de mahvolmuş sayılmazdı: Sonuçta önemli olan kadının
ruhunun bütünlüğüydü.
Bekâretin
bedenden alınıp ruha yerleştirilmesi, tecavüz ya da bekâret sorunlarına
getirilen kusurlu çözümlerdi ama dahice bir felsefi darbeydi. Augustine’den
sonra cinsel içgüdü de bekâret de bilinçli kişiliği ilgilendiren (en azından
bedeni ilgilendirdikleri kadarıyla) konular oldu. Kişinin bunları nasıl idare
ettiği, onun ahlâkı ve Hıristiyanlığı hakkında çok şey ifade ediyordu.
Cinselliği ve cinselliğin denetimini kişisel bir güdülenme konusu yapmak,
bedenin arzularına yenik düşmek gibi basit bir bahaneyi ortadan kaldırdı.
Bekâret artık saf ve boş bir kabın basit bir işareti değildi. Rahmin boykot
edilmesinden ya da zevk arayan bedenin güdülerine duyulan güvensizlikten çok
daha fazlasıydı. Bütün bunların hepsini ve daha fazlasını kapsıyordu: Bekâret,
ahlâki bağlılığı, tinsel saflığı ve kişisel gücü ölçen bir testti. Augustine’in
dahice ve ustaca sentezi, Batı düşüncesindeki merkezi konumunu binlerce yıl boyunca
koruyan bir bekâret ideolojisi yarattı. Bu ideolojide bekâret, bedenin
ihtiyaçlarından fazlasının üstesinden gelindiği bir zaferdir. Bu ideoloji her
şekilde iradenin zaferidir.
DOKUZUNCU
BOLUM
Valde
durum est contradiciere quod habet gustus pomi. Tadı
yasak elmaya benzeyen şeyleri reddetmek öyle zordur ki.
-
Bingenli Azize Hildegard
870’t.e
Iskoçya'nın Kuzey Denizi kıyısına ayak basan Viking güçleri büyük şiddet
uygulayarak ve arkalarında tam bir yıkım bırakarak güneye doğru ilerlediler.
Vikinglerden daha hızlı hareket eden tek şey, yaklaştıkları haberiydi.
Barbar
savaşçıların yaklaştığı haberi, bugün İngiltere’yle Is- koçya arasındaki
sınırın hemen kuzeyinde bulunan bir rahibe manastırı olan Coldingham
Manastırı’nın baş rahibesi Genç Ebba’ya ulaştığında, Ebba paylaştıkları
birliktelikten başka bir güçleri olmadığını bilerek bütün rahibelerini bir
araya topladı. Bakirelerden oluşan topluluğu, istilacılar manastırı talan etmeyi
bitirdiğinde hepsinin tecavüze uğramış olacağı olasılığı konusunda uyardıktan
sonra, Ebba eline bir jilet ahp burnunu ve üst dudağını kesti ve bunun
istilacıları iğrendireceğini ümit ederek suratını kan ve kesik içinde bıraktı.
Bu kutsanmış bakireler için bedenlerine tecavüz edilmesine dayanmak zorunda
kalmak suratlarına yaptıklarından çok daha kötüydü ve bunu önleyebilme ümidiyle
birbiri ardına bütün rahibeler çelik bıçakla korkusuzca etlerini oyarak aynı
şeyi tekrarlardılar.
Efsaneye
göre bu işe de yaradı. Vikingler manastırın kapısında beliren rahibelerin
mahvolmuş suratlarına şöyle bir bakıp manastın ateşe verdiler. Manastırlannm
cehennemi içinde kapana kısılan Ebba ve bütün rahibeleri feci bir şekilde
öldüler. Ama bu ölümle zafer kazanmış oldular: Coldingham kadınlan bakire şehitler
olarak ölüp cennetteki yerlerini güvence akma aldılar.
Coldingham
Manastırındaki rahibelerin tüyler ürperten, insanın kanını donduracak kadar
işlevsel ama tuhaf bir şekilde bir o kadar da aşkın hikâyesi. Ortaçağ
dünyasının çoğu zaman aşırıya kaçan düzenini anlamamız için çok faydalı bir
örnek sunmakladır. Bu çağda bir manastırda inzivaya çekilmek, ne kişiyi savaşın
ya da istilanın gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kalmaktan kurtarıyor ne de
herhangi bir şekilde kadınları tecavüz tehdidinden koruyordu. Her ne kadar bu,
büyük tanrı- bilimci âlimlerin en parlak dönemi, manastır yaşamının altın çağı
ve Roma Katolik Kilisesi’nin Batı Avrupa’nın neredeyse tamamı üzerinde benzeri
görülmemiş bir güç sahibi olmayı başardığı dönem olsa da, aynı zamanda bitmek
tükenmek bilmezmiş gibi görünen savaşın, yeni yeni tomurcuklanan sınıflar
arası çekişmenin, ortalığı kırıp geçiren salgın hastalıkların, öldürücü
siyasetlerin. Haçlı Seferleri’nin ve Engizisyon Mah- kemeleri’nin, yavaşça ama
kararlı bir şekilde değişen ekonominin ve farklı yer ve zamanlarda gerçekleşen
fazlasıyla gerçek bir silahlı istila sorununun hükmettiği bir çağdı. Ortaçağ
kültürünün önemli bir bölümü mecburen, cennetle dünyanın emirleri arasındaki
her an bozulabilecek dengenin ayarlanması ve korunmasını kapsayan zor görevle
ilgiliydi. Ortaçağ’ın egemen kurumu olan Katolik Kilisesi’nde oynadığı hayati
rol yüzünden bekâret, bu mücadelenin merkezindeydi.
Katolik
Kilisesi olgunlaştıkça etkisi de Roma Imparatorlu- ğu’nun yolunun geçtiği her
yere yayıldı. Roma Katolikliğinin kuzey ve güney yönünde göç ettiği yerlere
onunla birlikte, cinsellikten vazgeçme, çilecilik ve kurban etme konularındaki
tekilci felsefesi de gitti. Ortaçağ’ın başlarında Kuzey Avrupa’da yaşayan
çiftçilere, avcılara ve zanaatkarlara, oğullarının, kızlarının ve hatta belki
de kanlarının bile Tann adına evden ayrılmaya çalışabileceği fikri, aşırı ve
rahatsız edici gelmiş olmalıdır. Modem zaman öncesindeki Avrupa'nın geçimlik
ekonomilerinde çocuksuz bir kadın, acınmaktan çok dalga geçilip îhakarcı
edilen talihsiz bir kişiydi. Evde kalmışların ve bekâr kadınların sayısı yok
denecek kadar azdı. Bekâr kalmak birçok kişinin tercih edeceği ya da
edebileceği bir seçenek değildi. Ekonomik açıdan hayatla kalabilmek, hem işgücü
hem de işgücü üretecek olan insanları doğurmak anlamında, geniş ailenin ve
topluluğun ekonomisine katkıda bulunmak demekti.
Ne
olursa olsun, insanların çoğu (serf, vasal ya da köylü olarak ve
derebeylikteki aristokratlara ait topraklarda farklı türlerde kiracı olarak
yaşıyorlardı) isteseler bile, derebeylerinin arazilerinden kendilerini ya da
işgücü katkılarını uzaklaştırma hakkına (ya da aynı nedenden dolayı mali
kaynaklara) sahip değillerdi. Bunlar göz önüne alındığında, Ortaçağ’m büyük kısmının
genelinde, kutsanmış bakirelik mesleğini seçenlerin çoğunun aristokratların
kızlan olması hiç de şaşırtıcı değildir.
Kutsal
Bir Mesleğin Kökleri
Hıristiyanlıkta
seçkinler sınıfının, cennetle dünya arasındaki ayrıcalıklı yere ayak basabilmek
için sıranın başında olmaya ilişkin eskiye dayanan bir geleneği vardır.
Hıristiyanlığın geli- .şinıinin ilk birkaç yüzyılını destekleyen sermayenin
büyük kısmı doğrudan varlıklı kadınlardan gelmiştir. Roma İmparatorluğu
Hıristiyanlığı resmî olarak tanıdığında, piskoposlar ve seküler güç yapısında
işleri perde arkasından idare edebilme becerisine sahip olan diğer kilise
adamları, bu kadınlara ve onların mirasçısı olan bakire kızlarına
istediklerinde yasal olarak mallarını elden çıkarabilmeleri için özgürce
hareket edebilmeleri konusunda yardım etmiştir. Böylece para ve güç, bekâr
olan (ya da anık evli olmayan) kadınlarla Kilise arasında, İlci taralın
karşılıklı olarak birbirine kazanç sağladığı akımlar dahilinde aktarılmıştır.
Hıristiyanlığın başlarındaki zengin kadınların sadece güçlü piskoposlar ve
başpiskoposlarla arası iyi değildi, bu kadınlar ara sıra sınırlı da olsa
kiliseye ilişkin güç de kullanabiliyordu. Örneğin, diaconissae denilen kadın
diyakozlar. din değiştirenlere ilmihal öğretir, dinî ilkeler konusunda uzun
uzadıya düşünür ve kavradıklarının faydalarını başkalarıyla paylaşır, duaları
yönelir, ders verir ve hastalarla yoksullara yardım sağlanmasında merkezî rol
oynardı.
Kadınlara
açılan ilk dinî yeminler. Kilise içerisindeki bu ilişkileri resmileştirme
çabasını temsil etmektedir. 1. yüzyılda, üç dulluk rütbesi yaratan gayriresmi
ayrım bir geleneğe dönüşmüştür. Bu rütbelerin ilk ikisini zihinsel duaya ve
eğitime adanan sınıflar, üçüncüsünü ise muhtaçların bakımına adanan sınıf
oluşturmuştur. 3. yüzyılda kadınlar için kurumsal görevlerin oluşturulmasında,
yeni sponsa Christi (İsa’nın gelini) göreviyle birlikte ileriye doğru
kararlı bir adını atılmıştır. Henüz dinî açıdan “rahibeler” denilen ayrı bir
sınıf ya da bu rahibelerin yaşamını düzenleyen manastıra ilişkin bir kural
sistemi yoktur. Ama sponsa Christi görevi, bakirelerin Hıristiyanlıktaki
simgesel rolü olacak şeye şekil vermiştir. “İsa’nın gelinlerinin yaşamları,
bağlılık, hizmet etme, cinsellikten vazgeçme ve dünyevi inallarının ilahi eşe
adanmasından oluşan bir çekirdek etrafında dönmüştür. Bu tam olarak dünyadaki
gibi bir evlilik değildir ama fark edilebilir şekilde de benzerdir.
Sadece
geride bıraktıkları ailelerden değil, başını esas olarak evli erkeklerin
çektiği Kilise hiyerarşisinden de ayrı olan ilk dinî bakireler aslında çarpıcı
bir tezat oluşturuyordu. Sponsa Clıristi'nin yaşamı birçok rahibinkinden
daha katı bir kutsallıkta yaşanıyordu. Hıristiyanlığın ilk günlerinden beri
teşvik edilmiş olsa da rahiplerin bekârlığı, 12. yüzyılın başlarında toplanan
Laıeran Konseylerine kadar bir öğreti olmamıştır. Ancak bunun çok öncesinde de
bakireler ve bekâret, Hıristiyan misyonunun merkezindeydi. Ruhani akrabalığın
dünyevi aileye karşı üstünlüğünü fiziksel bedenlerinde simgeleyerek Yeni
Sözleşme’yi temsil eden bakireler, Kilise’ye ciddi ölçüde sermaye, beceri,
işgücü ve tabii ki tinsel ve gizemli armağanlar sunmuştur. Hem Tanrı’ya hem de
TanıTnın ideal insan varlığı tasarısına yakın olarak görülen Hıristiyan
bakireleri, Hıristiyanlık öncesi dünyada kendilerinin habercisi olan
kadınların kutsal bekâreti gibi, cennetle dünya arasında adanmış ve ihlal
edilmemiş bir bağlantı yolu sağladığına inanılan eşsiz bir kutsallık türüne
sahip olmuştur.
Kudüs’ün
Kızları
Avrupa'ya
özgü manastır yaşamının, özellikle de kadın manastırlarının yayılması
neredeyse tamamıyla, kişinin kendisini cennete adamasıyla dünyevi zenginliğinin
bileşiminden kaynaklanmıştır. Hayatlarını Kilise’ye adayan zengin kadınlar,
ilk kadın manastırlarının kurulmasını sağlayan araçlardı. Avrupa’daki ilk
kadın manastırlarından biri olan Fransa’nın Poiti- ers şehrindeki Saint-Croix,
6. yüzyılda yaşamış olan ve kocasını terk edip kendisine düğün hediyesi olarak
verilen toprakların gelirini kendi manastırını kurmak için kullanan Kraliçe
Radegund (Turingiya Krah Berthaire’nin kızı) tarafından kurulmuştur. Neredeyse
sadece manastıra fazladan bağış getiren, yüksek konum ve servet sahibi
kadınların yaşadığı Sainı-Cro- ix. Radegund’un bütün rahibelerinin okuyup
yazabilmesini mecbur tutması bakımından ünlüydü. Manastırın yazıhanesi, tıpkı
erkek manastırlarında olduğu gibi, birçok din kitabının ve elyazmasının ustaca
yazılmış nüshalarını üretmiştir.
Avrupa’daki
ve hatta Britanya Adaları ndaki rahibe manastırlarının çoğunun kurulmasının
arkasında Radegund gibi kadınlar vardı. Örneğin Ely adlı büyük çifte manastır,
kendisine ilk kocası tarafından bırakılan arazide Ely’yi kurmak için ikinci
kocası Northuınbria kralını terk eden Kraliçe Aethelthrith tarafından
kurulmuştu. Evli aristokrat kadınlar bile, dinî topluluklar kurarak ya da
sadece bunlara katılarak, başka türlü hayal bile edemeyecekleri bir düzeyde ve
derecede denetim sergileyerek kendi yaşam yollarını seçebiliyordu. Olağanüstü
bir şekilde Kilise de bu zengin dikbaşlı kadınları memnuniyetle karşılıyordu.
Evli bir eşin bir manastıra girmesi, bu kişinin eşi buna onay vermemiş olsa
bile, Kilise tarafından evliliğin feshedilmesi için geçerli bir neden olarak
görülüyordu.
Ancak
bu, kocaların ve ailelerin, kadınları manastır kurmak K'in başlarını alıp
gittiğinde, orada öylece durup arkasından el salladığı anlamına gelmez. Aksine
kadınların kendilerini dinî bir yaşama adama çabaları çoğu zaman her adımda
engelleniyordu. Ama ailesinden destek gören ya da ailesini itirazından dolayı
ulandırarak mecbur etmeyi, bu itirazı kurnazlıkla alı etmeyi ya da kısaca buna
karşı çıkmayı başaran kadınlar için kutsama töreni, evli bir kadının
yaşamındaki birçok acıdan saygıdeğer bir kaçış olanağı sunuyordu. Manastır
yaşamına özgürce hiç evlenmemiş bakireler olarak giren, erkek kardeşinin
(Londra Piskoposu) sayesinde Wessex kraliyet ailesinin bir üyesiyken Barking
Manastırının kurucusu olan Aristokrat Ethelburga gibi kadınlar, ne kadar şanslı
ve sıradışı olduklarını gayet iyi biliyorlardı.
Bu
önemli bir kavramdı. Bugün insanların çoğuna bir rahibenin yaşamı; iffet,
yoksulluk ve itaat yeminleri, manastır kuralının sıradan yükümlülükleri ve
kişisel özgürlüklere getirilen sınırlamalar yüzünden korkunç derecede
kısıtlayıcı görünür. Çoğu zaman böyle bir yaşam tarzının çok büyük bir kişisel
fedakarlığın simgesi olması gerekliğini farz ederiz. Ama kısıtlama ille de
kayıpla eşanlamlı olacak diye bir şey yoktur.
Ortaçağ
kadınlan için manastır yaşamının kuralları, sadece kişinin kendisini gerçekten
dine adamasına fırsat verdiği için değil, kalı olmasına karşın yine de evlilik
yaşamından daha fazla özgürlük ve fırsat sağladığı için de çoğu zaman çok hoş
karşılanırdı. Kaderlerinde, soylu ve babalığı kanıtlanabilir adamlann
çocuklannı doğurarak büyük aristokrat aileler arasındaki hanedan ilişkilerini
sağlamlaştıran insan tutkalı olmak yazılı olan kadınlar, dinî yaşam için
başarıyla kulis yapmadı- larsa, yaşamlarına neredeyse kesinlikle evliliğin
hükmedeceğinden emin olabilirlerdi. Seçkinler sınıfındaki evlilikler bir kızın
on ikinci doğum günü kadar erken bir tarihle, nişansa çok daha erken bir
zamanda olabilirdi.' Bu kadınların yaşamları başından sonuna kadar münasip bir
evliliğe göre o kadar ayarlanmıştı ki bazen daha küçücük bir kızken sonradan
başına geçecekleri saraylara o aileler tarafından yetiştirilmek üzere
t Şunu belirtmemiz gerekir ki bu
evliliklerin cinsel olarak tamamına erdirilmesi gelinin yaşı nedeniyle bazen,
ama her zaman değil, birkaç yıl ertelenirdi. Örneğin, Ingiltere kralı İli.
Henry'nin ikinci oğlu Edmund Plantagenet, 1269'da Westminster Manastırında on
yaşındaki Avc.hnc de Forz'la evlenmiş olsa da evlilikleri, damadın yirmi sekiz
yaşında gürbüz bir delikanh olduğu, gelininse nihayet on dön yaşına bastığı
127Î yalına kadar tamamına crdirilmemişti. gönderilirlerdi. Bunun bir örneği,
İngiltere krah I. Henry’nin kızı olan ve yedi yaşında Kutsal Roma İmparatoru V.
Hein- rich’in sarayında yetiştirilmek üzere gönderilen Matilda'ydı. Böylece beş
yıl sonra on iki yaşındayken, yirmi sekiz yaşındaki imparatorla evlendiğinde
girdiği bu sarayın diline, göreneklerine ve politikalarına aşinaydı ve derhal
görevlerini yerine getirmeye başlayabilecekti.
Dinî
mesleği olmayan kadınlar, tamamıyla erkeklere hizmet etmek için vardı. Siyasi
ve toplumsal açıdan çok önemli olan evlilik piyasasında babalar ya da
koruyucular tarafından pazarlık kozu olarak kullanılan seçkinler sınıfındaki
kadınlar evlilikten kaçamazdı. Çoğu zaman kendilerinden onlarca yaş büyük adamlarla
evlendirilirlerdi ve bir kadının kendisini kilisede rahibin karşısında bulana
kadar toplumsal açıdan kocasını tanıması kuraldan çok bir istisnaydı. Kadının
kocasına cinsel yönden boyun eğmesi hem toplumsal hem yasal açıdan zorunluydu
ve zor, tehlikeli ve sık sık da öldürücü olan çocuk doğurma olasılığından
kaçış yoklu.
Bunların
hepsi kesinlikle olağan ve beklenen şeylerdi ama anlaşılır bir şekilde bazı
insanların hoşuna gitmezdi. Isa’yı eş olarak seçmek sadece kişinin kendisini
Kilise’ye adamasının bir simgesi değildi. Bu, bir kadının yetişkin hayatının
özünü neyin oluşturacağı konusunda herhangi bir seçim yapabilmesinin belki de
tek yoluydu. Bingenli Hildegard ve Schönaulu Elisabcıh gibi Ortaçağ’ın
ortalannda yaşayan bazı büyük bilgin rahibelerden bize kalan metinlerde,
evlilik kölelikle neredeyse aynı şekilde tarif edilir. Kadınların hoşuna
gitmeyen şeyler kısmen, evlilik yaşamının insanın gözünü korkulan fiziksel
gereklilikleriydi: Erkeklerin cinsel taleplerine boyun eğmek, çocuk doğurmak,
çocukların altını temizlemek, evi çekip çevirmek. Kısacası evlilik kadınlan
tüketiyordu. Bunun tersine 13. yüzyılda yaşamış olan Hali Meidhad’m[6] dediği gibi,
“Bekâret bir defa kopanldığında bir daha asla büyümeyecek bir çiçektir, ama
bazen edepsiz düşüncelerle solabilse de yine de tekrardan yeşerebilir."
Bakireler sadece dünyevi evlilik yaşamının tehlikelerinden ve sıkıntılarından
kurtulmuyor, aynı zamanda her zaman (en azından mecazi anlamda) ebedi gençliğin
baharında kalıyordu.
Manastır
yaşamını seçenleri bekleyen faydalar bu kadarla da kalmıyordu. Manastır yaşamı,
hayırseverlik yapmaya (rahibe manastırlarında çoğu zaman yoksullar evi, hastane
ve cüzam hastanesi vardı) zaman ayırma, aynı şekilde düşünen insanlardan
oluşan bir toplulukta yaşama ve gerçekten faydalı olma fırsatı da sunuyordu.
Rahibeler aynı zamanda tinsel paylaşımın hazzını ve şefaat duaları ederek
başkalarına yardım ettikleri bir konumda olmanın mutluluğunu da yaşıyordu:
Rahibelerin duaları, başka şeylerin yanı sıra, Araf'ta tutsak kalmış ruhları
azal etmeye de yardım edebiliyordu.
Bekâret
aynı zamanda eğitim de vaat ediyordu. Manastırlar, kadınların okuma yazma
öğrendiği yerler olarak ün yapmıştı. Yıllar boyunca aynı şarkıları söylemek ya
da ilahiler kitabı ve dua kitabı gibi kitaplara bakarken nispeten sınırlı
sayıda olan tanıdık metinleri dinlemek, kadınların er geç duyduklarıyla
gördüklerini nasıl eşleştireceklerini çözmesiyle sonuçlanırdı. Ama okuma
yazmayı böyle öğrenen rahibelerin çoğu "kendiliğinden oluşan”
okuryazarlık deneyimlerini bu şekilde görmezdi. Onlara göre bu, hak eden,
temiz yürekli bakirelere Tanrı tarafından bahşedilen bir mucizeydi: Bu
okuryazarlık armağanı Hedwig von Regensburg un aklında çiçek açtığında,
korodaki bütün rahibeler saydamlaşan bedeninin ve kıyafetinin içinde yüreğinin
ışıldadığını görmüştür, “tıpkı camdan görülen güneş gibi.”
Rahibelerden
beklenen cinselliğin denetlenmesi konusuna gelince, öyle görünüyor ki kendi
istekleriyle manastıra giren rahibeler içinde nispeten çok azı bu konuda özel
bir zorluk yaşamıştır ama birkaç rahibenin, çoğu zaman erkek manastırlıların
çektiği işkenceye benzer şekilde şehvetten sıkıntı çekliğine dair kanıt vardır.
Bu döneme ait mecazi hikâyeler, bazı rahibelerin kurallara başarıyla uyma
konusunda yaşamış olabileceği zorluklardan söz eder. Böyle bir hikâyede, birbirlerine
aşık olan bir rahibeyle bir rahibin nasıl bir gece randevusu ayarladığı
anlatılır ama rahibe rahiple buluşmak için manastırından gizlice çıkmaya
çalışırken yolun bir haç yığınıyla kapatıldığını görür. Hikâyenin bir
örneğinde, rahibe haçları kesip devirmek için gidip bir balta getirir ama
baltayı her kaldırışında baltanın mucizevi bir şekilde omzuna yapışıp
kaldığını görür. Bu da rahibenin birden seçtiği yolun yanlış olduğunu
anlamasını sağlar. Bu hikâyenin bir başka uyarlamasında da rahibe bunun
yerine, haçları kaldırması için Bakire Meryem’e dua eder. Bu, Meryem’i o kadar
kızdırır ki doğru yoldan sapmış rahibenin suratına bir tokat patlatır ve kadını
bayıltır. Tabii ki kendine geldiğinde rahibe son derece pişmandır.
Birçok
kadın, özellikle de ancak kocalarının ölümünden sonra rahibe başörtüsü takma
fırsatı bulan sayısız dul, rahibe manastırına girdiklerine sevinirdi. Ama
kadınlar da erkekler de, aslında hiç var olmayan kuralsız bir şehvet bolluğunu
geride bıraktıklarına dair bir yanlış izlenim içerisinde manastır yaşamına
girerdi. Gerekli olduğu düşünülen düzenli cinsel perhiz, Ortaçağ’da neredeyse
bütün evli çiftlerin yaşam tarzıydı. .Birçoğu kadınların âdet dönemlerinde
cinsel ilişkiden kaçınma göreneğini (aslında bir Yahudi göreneğidir) izlerdi.
Benzer şekilde, hamilelik sırasında ya da hir kadının bebeğini emzirdiği süre
boyunca da cinsel ilişkiden uzak durulduğu olurdu. Ayrıca Büyük Perhiz denilen
kefaret döneminde, Hamsin yortusunda ve Noel’den önceki dört hafta boyunca ve
bunların yanı sıra Çarşambaları (İsa’nın tutuklanması anısına), Cumaları
(İsa’nın ölümü anısına) ve Cumartesileri (Meryem anısına) de çiftlerin cinsel
ilişkiden kaçınması yaygın olarak öğretilirdi. Cinselliğin ciddi ölçüde
kısıtlanması, manastır duvarları içinde yaşayanlar için olduğu kadar dışında
kalanlar için de yaygın ve sıradan bir şeydi.
Cinsellikle
din arasında böyle sürekli ve derinden bir ilişki olması, Ortaçağ rahibelerinin
yazılarında gördüğümüz gizemli erotizmi biraz açıklayabilmemize bazı açılardan
yardımcı olur. Ortaçağ kadınları, din konularıyla haşır neşir olmak için gizemli
düşünme tarzını tercih ederdi. Bingenli Hildegard, Schö- naulu Elisabeth,
Sienalı Catherine, Margery Kempe ve İsveçli Birgitta gibi kadınların gizemli
yazıları ve öğretileri sadece yaşadıkları dönemde ünlü olmakla kalmamış
(Hildegard’ın görüşleri o kadar tanınmış ve saygı görmüştü ki kadınların vaaz
vermesinin Kilise tarafından resmen yasaklandığı bir dönemde vaiz olarak dört
ayrı turneye çıkması için kendisine özel izin çıkarılmıştı), yüzyıllar boyunca
etkisini ve gücünü koruyarak kadın edebiyatının ve Hıristiyan düşünüşünün
önemli belgeleri olarak günümüze kadar gelmiştir.
Bu
kadınların yazılarına ve Ortaçağ azizelerini anlatan başka hikâyelere
baktığımızda çoğu zaman bunların Tann’yla kurulan karşılıklı bedensel ve
samimi ilişkileri tarif ettiğini görürüz. 8. yüzyılda yaşamış Irlandalı Azize
İta, “Göklerin hakimi her gece / göğsümdeki bebek İsa’dır” diye hayaller kuran
birçok kadından biriydi. Kadınlar ilahi eşleri İsa tarafından sarıp
sarmalandıklarını ya da İsa’nın yaralarını öptüklerini hayal etmekten tutkuyla
keyif alıyorlardı. Ünlü İngiliz gizemci Margery Kempe, İsa’nın çarmıha
gerildiğinde çektiği acılar üzerine derin düşünceye daldığında bazen haykırarak
kendinden geçen bedeni kıvranırken yere yığdırdı. Margery Isa’nın “beni cesurca
ruhunun kollarına al ve ağzımı, başımı ve ayaklarımı istediğin kadar usulca
öp” diyerek kendisine izin verdiğini gördüğü bir hayalini de anlatmıştır.
Bu
tür şeylerin cinsellikten yoksun kalmış bakirelerin sinirsel yansımaları
olduğunu düşünmek ne kadar cezbedici gelirse gelsin bu, hem yanlış olur, hem
de hiç adilce olmaz. Bunu, cinselliği başından beri Hıristiyan tinselliğinin
önemli bir parçası haline getiren genel süreç açısından düşünmek çok daha
doğru olur: Cennetle dünya arasındaki ilişki. Kişinin bedensel cinselliğini
denetim altında tutması, tinsel yönünü etkinleştirip bunu Tanrıyla sevinçli
bir paylaşım alanına dönüştürmesine yardımcı olabiliyor idiyse, o zaman
Tanrıyla paylaşımın dünyevi bedeni de etkinleştirerek fiziksel ve hatta erotik
deneyimi insan bilincinin sınırlarını aşan bir şeye dönüştürmesi doğal
karşılanmalıdır.
Bingenli
Hildegard’ın yazılarından edindiğimiz izlenim kesinlikle budur. Baş rahibe
olan Hildegard bazen yüksek sınıftan gelen rahibelerine güzel taçlar ve
ipekten şık başlıklar giydirir, parmaklarına altın yüzükler takar ve saçları
açık bir şekilde kilisede şarkı söylemelerine izin verirdi çünkü onun inancına
göre, alçakgönüllülük gerekleri “bakireleri kapsamaz çünkü onlar cennetin
sadeliği ve bütünlüğü içerisinde zaten güzel görünürler.” Hildegard’a göre bir
rahibenin güzel bir kadın olmaktan utanmasını gerektirecek hiçbir şey olamazdı
çünkü bekâret, kusurlu kadınlığı bedenin taşıdığı ruhani bir mükemmelliğe
dönüştürürdü.
Ortaçağ
düşünüşünde bekâret kesinlikle yalnızca cinsel ilişkiye girmemiş olma durumu
değildi. Bekâret, zihinsel bir durum, tinsel bir uygulama şekli, ilahi güce ve
onun sırlarına kapıyı açacak olan anahtar ve kutsallık güvencesiydi. Ayrıca
katı cinsiyet rollerini aşmanın bir yolu ve kadınların başka durumlarda
hayalini bile kurmalarına nadiren izin verilen zihin gücünün ve dünyevi gücün
zirvelerine çıkmalarını sağlayan bir merdivendi. Bekâret bazı baş rahibelerin
piskoposlarla ve krallarla aynı seviyede güce ve zenginliğe sahip olmalarını
sağlamışn.
Bazı
durumlarda bakireler hem kilise içinde hem de kilise dışında müthiş bir güce
sahip olmuştur. 10. yüzyılda yaşamış olan, Sakson İmparatoru 1. Henry’nin kızı
baş rahibe Çuedlin- burglu Mathilda, sadece dinle ilgili olmayan konularda
piskopos seviyesinde güce sahip olmamış, aynı zamanda bir süreliğine
imparatoriçe temsilcisi olarak da görev yapmıştır. İngiltere’de Shafıesbury,
Barking ve Nunnaminster şehirlerininki gibi başka başrahibeler de
parlamentolarda hizmet vermeye çağrılmalarına yetecek kadar bölgeye hâkim
olmuştur. Başrahibele- rinkiyle aynı düzeyde gücü düzenli olarak kullanma
olanağına yalnızca kraliçeler sahipti ve onların da bunu yapabilmeleri için
genellikle kocalarını ya da babalarını devre dışı bırakan hafifletici sebepler
olması gerekirdi. Elbette baş rahibeler neredeyse her zaman aristokrat soydan
gelirdi ama evli kız kardeşleri dizginleri ancak nadiren ellerine alma fırsatı
bulurken, bakireler iktidardaki yaşh kurtlar olabilirdi.
Seks
ve Kutsal Bahire
Kadınlar
dünyanın taleplerinden kaçmak için rahibe manastırlarına girmiş ama yine de
dünyanın ister islemez burada da peşlerinden geldiğini fark etmişlerdir. Dünyanın
rahibe manastırına girdiği en kişisel ve bazı açılardan en sinsi yol. seksti.
Kutsanmış
bakireler her zaman kendi cinsel kararlarını kendileri verme haklarını
savunmak zorunda kalmıştır. Bir aile kızlarının yapacağı iyi evliliklere bel
bağladıysa kızların birinin kendisini bekârete adaması felaket olarak
görülebilirdi. Ailenin bu karara karşı çıkması çok ciddi olabilirdi.
Markyateli Christina gibi bazı yeminli bakireler, erkeklerden kızlarını başlan
çıkarmasını ya da onlara tecavüz etmesini isteyen aileleriyle mücadele etmek
zorunda kalmış (Christina kaçmıştır) ya da istemedikleri halde zorla
evlendirilmişlerdir (Christina cinsel ilişki içermeyen bir evliliği kabul
etmesi konusunda kocasını ikna etmiştir).
Ama
ailenin hayırduasını aldıktan sonra bile rahibelik görevine başlamak, Ortaçağ
bakirelerinin cinsel şiddet tehlikesinden kurtulduğu anlamına gelmiyordu. Raptus
olarak bilinen bir Ortaçağ suçu bugün dilimize çoğunlukla “tecavüz” olarak
çevrilse de sözcüğün gerçek anlamı aslında “bir kadının çalınmasına daha
yakındır. Raptus, 9. yüzyılda yaşamış olan ve Ispanya’nın kuzeyinden
gelen aristokrat rahibe Gerbcrga’nın durumunda olduğu gibi, genelde kaçırmayı,
yani fiziksel olarak bir kadının yaşadığı rahibe manastırından ahmp götürülmesini
de kapsardı. Gerberga erkek kardeşinin düşmanları tarafından kaçırılmış,
cadılıkla suçlanmış ve öldürülmüştü. Daha da yaygın olan, bir rahibenin raptusa
uğramasının ardından zorla evlendirilmesiydi çünkü o zamanlar bu, tecavüz için
sunulan en yaygın yasal çözümdü. Evlilik piyasasında sunacak çok az şeyi olan
aristokrat erkekler için (örneğin, ağabeyleriyle aynı ölçüde miras alma ümidi
olmayan ailenin küçük erkek çocukları) bu, yerel rahibe manastırından soylu bir
gelin kapma olasılığını oldukça çekici hale getirirdi. Manastırdan rahibe
kaçırmanın bu “eğlencelik” yönü rahibe manastırlarına yönelik raptusun
artmasına da katkıda bulunmuştur. Çeşitli yerlerde çeşitli zamanlarda soylu
zamparalar, bir manastırdan genç bir bakire kaçırıp kaçıramayacaklarını belli
ki uygun bir meydan okuma olarak görmüştür.
Rahibelerin
gönüllü ve gönülsüz gidiş gelişleri, manastıra ailesi taralından yerleştirilen
rahibelerin herkesçe bilinen hoşnutsuzluğu ve sadece kadınlardan oluşan rahibe
manastırı dünyasının tuhaf ve çekici başka bir evren gibi görünmesi göz önüne
alındığında, bunlan dışarıdan gözlemleyen birçok kişinin, rahibe
manastırlarının gizemli kapılarının ardında her ne olup bitiyorsa bunun
gerçekte cinsellikle ilgili bir şeyler olduğunu farz etmesi (bu varsayım,
bakirelerin bastırılmış arzularıyla iyice mayalanır) pek de şaşırtıcı
değildir. Rahibeler ve rahibe manastırları hakkındaki şehir efsaneleri
basmakalıp denecek kadar yaygındır ama aslında çok azının aslı var gibidir.
Gerçekte
rahibeler sürekli şüphe altındaydı. Eğer ekonomik açıdan gerekli olan,
arazileri ve malları ziyaret edip idare etme, manastırın ihtiyaçlarını giderme
ve manastırda üretilen çeşitli ürünlerin satışıyla ilgilenme, tüccarlarla ve
esnafla görüşme gibi işleri yapmak için manastırdan dışarı çıktılarsa,
dünyevilikle lekelenir ve temas kurdukları adamlarla uygunsuz cilveleşmelere
giriştiklerinden şüphelendirdi. Ancak ne yazık ki rahibeler için ekonomik
olarak hayatta kalmak bu tür “şüpheli” etkinliklere bağlıydı. Rahibe
manastırlarının bireysel olarak ait olduğu çeşitli dinî tarikatları bu
manastırlara maddi açıdan destek sağlamaya zorlama girişimleri ancak zaman
zaman başarılı olmuştu. Fransiskanların oluşturduğu dikkate değer istisna
dışında kalan manastır tarikatlan, cura mulieruın, yani kadınların
bakımının getirdiği sorumluluğa ve mali giderlere açıkça sinirleniyordu:
Carıhusian Tarikatı kendilerine ait olan beş rahibe manastırından
“tarikatımızın beş yarası” olarak bahsetmiştir. Ancak rahibelerin ticari
temsilciliğini yapan rahiplerin göreve getirilmesiyse, bu rahiplerin
manastırın getirdiği kazancın kaymağını yemekten pek de vicdan azabı
duymadığını göstermiştir.
Elbette
yalnızca bu adamların manastır bakireleriyle temas halinde olması bile şüphe
yaratıyordu. O zamanın tıp anlayışına göre kadınlar doğaları gereği şehvet
düşkünüydü ve her an esas doğalarına teslim olmaya hazırdı. Tamamıyla iffetli
kalmayı başarmış olsalar bile sonuçta hâlâ kadınlardı ve bu yüzden de bu
erkekler için çekici bir belaydı. Rahibelere karşı duyulan kızgınlık arttıkça
örtülü bakireler sık sık, namuslu bir adamı bile tecavüz etmeye zorlayabilecek
kadar baştan çıkarıcı olarak tarif edilir olmuştur. Halk edebiyatı, şarkıları
ve efsaneleri bol bol tapmaktan rahibe kaçırma ve itibardan düşmüş rahibe
hikâyeleri temin etmiş ve böylece bu sözde inkâr edilemez gerçeklerin “kanıtı”
olduğu düşünülen şeyleri üretmiştir.
Gratian’m
Decretum adlı kitabı da dahil olmak üzere Ortaçağ hukuk literatürü,
manastır raptusundan, bunun gerçek ve nispeten önemli bir sorun olduğunu
bilmemize yetecek kadar bahsetmektedir. Ama yeminli bakirelerin isteyerek
uygunsuz işlere ne derece kalkışmış olabileceğini belirlemek çok daha ciddi
ölçüde zordur. “Genelev” sözcüğünün alaycı bir şekilde rahibe manastın
anlamında ve “rahibeler evi” sözcüğünün genelev anlamında kullanılmasına
karşın (Hanilerin Opheliaya tükürdüğü Shakespeare'in çift anlamlı ünlü
dizesinde olduğu gibi), bunun uygun bir karşılaştırma olmuş olması ihtimali oldukça
düşüktür. Ne günah çıkartan papazlar ne de başrahibe- ler genellikle,
rahibelerin işlediği günahların ayrıntılı kayıtlarını tutarlardı ve medeni
ceza kayıtlarında bile bu tür şeyler toplam olarak nispeten çok az anılırdı.
Ancak tarihçilerin işlenen cinsel günahlar bakımından kadın ve erkek manastırı
kayıtlarını karşılaştırabildiği birkaç durumda, kadınların erkeklerden daha
kötü olduğu görülmez.
Ancak
kadınların uygunsuz cinsel davranışlarının her zaman erkeklerinkinden daha
kötü olduğu düşünülmüştür. Kadın manastır düzeninin temelini oluşturan bekâret
ideolojisinin tamamı, küçücük bir ihlalin bile affedilmez olduğu, ama erkek
iffetsizliğinin basit bir “kendini tutamama” olduğu ve genellikle kolayca hasır
altı edildiği ya da “erkektir ne yapsa yeridir,” diye örtbas edildiği anlamına
gelir.
Gerçekten
ahlâkı bozuk olan rahibe manastırları (rahibelerin sevgililerini odalarına
almakla kalmayıp bazen başrahibe tarafından âşıklarıyla birlikte pikniğe
götürüldüğü Venedik’teki Sanı' Angelo di Contorta manastın gibi) hakkındaki
hikâyeler. “kulaktan kulağa” oyununda olduğu gibi, birçok kişi tarafından hem
tekrarlanmış hem de çarpıtılmış ve abartılmıştır. Bu, hikâyenin ash olup
olmadığına bakmaksızın böyle olmuştur. Yaramazlık yapan rahibeler, yoldan
çıkmış başrahibeler ve ahlâksız bakireler hakkında anlatılan bu hikâyelerin
çoğunun uydurmadan başka bir şey olmadığı olası görünmektedir. Ama .^ünümüzün
rock müzik yıldızları ya da büyük şirketleri hakkında anlatılan şehir
efsanelerinde olduğu gibi, bunlar da sık sık mecazi anlamda doğru kabul
edilmiştir.
Ancak
tanmmış bilgin Jo Ann McNaınara’nın rahibe manastırlarının tarihi üzerine
yaptığı çalışmalarda dikkati çektiği gibi, kuralların sıkça ihlal edilmesinin,
özellikle de cinselliğe ilişkin kuralların ihlal edilmesinin kadın
manastırlılar arasında yaygın olarak görülmesinin mümkün olması, uygulama
açısından pek de mantıklı gelmez. Bunun nedeni gayet basittir: Kadın manastırlarının
varlığının sürmesi, halkın gözünde bu kadınların kutsallığının ve şefaat
dualarının güvenilir olup olmadığına bağlıydı; kadınların kutsallığının ve
dualarının güvenlir olup olmadığıysa doğrudan bekâretlerine bağlıydı. Bekâret
yine cennetle dünya arasında bir köprü görevi görüyordu.
Kendilerine
verilen resmî izinle (rahipliğe atanma töreni), yaptıkları ayinlerin hepsi aynı
şekilde etkin kılman rahiplerin sunduğu ayinlerin tersine, rahibelerin duaları
için Kilise herhangi bir güvence vermemektedir. Bir rahibenin ruhani çabalarına
itibar kazandıran, onun kişisel kutsallığı ve üyesi olduğu topluluğun
kutsallığıdır. Rahibe manastırlarını destekleyen bir hami, kendisi adına rahibe
tarafından yapılan ruhani müdahaleler başarısız olacak gibi görünüyorsa o
rahibeyi büyük olasılıkla desteklemezdi. Bu yüzden manastın haccedenler, rahibelerinin
ismine leke sürülmüş tapmaklara nadiren bağışta bulunurdu. Manastır yaşamına
katılma konusunda kendi yeteneklerine değer veren kadınlar, başka kadınlar
tarafından mesleklerinin tehlikeye atılmasına pek tahammül etmezdi. Aslında,
rahibelerin tek başlanna zaman geçirmelerini yasaklayan. kışla gibi
yatakhanelerde topluca uyumalarını gerekli gören ve birbirlerine sevgiyle
dokunmalarını ya da sarılmalarını yasaklayan manastır kuralları gibi bu konuda
elimizde olan geçerli kanıtlara dayanarak, rahibelerin çoğunun en küçük bir
günah izinden bile kaçınmak için bu kuralların etrafında özenli duvarlar
ördüğünü söyleyebiliriz.
Bahire
Süperstarlar
Hıristiyanlığın
kutsal bekâret inancını geliştirmek, örnek alınacak kutsal bakireler yaratmak
demekti. Katolik geleneğinin bakire şehit azizeleri. Ortaçağ döneminde hem
Kilisenin tepeden inme propagandası olarak hem de çok sevilen halk simgeleri
olarak bu boşluğu birçok açıdan doldurmuştur. Tanrı nın cennette özel bir yer
ayırdığı ayrıcalıklı arkadaşları olan bu azizelerin fiziksel kalıntılarının da
kendileri gibi kutsal olduğuna inanılmıştır. Ayrıca dindar insanların
isteklerini doğrudan Tanrıya aktarma yeteneğine sahip olduklarına da inanılmıştır
(hâlâ da inanılmaktadır). Ancak bekâretin tarihi açısından azizeler inancının
en önemli yanı, öldükten sonra onlardan geride kalanlar ya da bu kalıntılara
nasıl saygı gösterildiği değil, azizelerin hagiyografileri, yani yaşam
öyküleridir.
Bu
dinsel bir hamle olsa da, azizler de İsa gibi hem insandır hem de kutsaldır.
Bizim gibi görünürler; bizim gibi anneleri, babalan, kız kardeşleri ve erkek
kardeşleri vardır; bizim gibi yüceliğe ulaşma amaçları vardır. Tıpkı bizim gibi
insanı günaha teşvik etmeye çalışan şeylerle karşı karşıya kalır, engellerin üstesinden
gelir ve bazen de başlarını belaya sokarlar. Bu insanlarla özdeşleşir, onlan
örnek alırız. Rock müziğin ve sinemanın yıldızlanyla, çizgi roman
kahramanlarıyla ya da efsanevi dövüş ustalarıyla olduğu gibi azizleri de
kendimize örnek alınz.
Azizlerin
hikâyelerinin yeniden anlatılması Hıristiyanlığın ilk yıllarında, sık sık zulme
uğrayan inananların, aynı inancı paylaştıkları topluluğun başarı hikâyelerinden
cesaret almasıyla başlamıştır. Bu “başarının” oldukça alışılmadık şekillerde
tanımlanması (dine hizmet etmek adına ölmek gibi) Hıristiyan- Iık mesajının
önemli bir parçasıydı. Ebedi hayaıa ulaşmayı bekleyen gerçek bir Hıristiyan
dünyevi hayatını kaybetmekten neredeyse hiç korkmazdı.
Azize
Agatha ve onun ruhani torunu Azize Lucy hakkındaki klasik hikâyeler bu konuya
uygun iyi örneklerdir. İkisi de SicilyalI olan ve yaş bakımından aralarında
yaklaşık bir nesil kadar fark bulunan bu azizeler, gençken Hıristiyan olup
kendilerini bedenen ve ruhen Tanrı’ya adayan güzel kızlar olarak tarif
edilirler.
Her
ikisi de üzerlerindeki erkek denetimini reddetmiş ve ceza olarak geneleve gönderilmiştir.
Lucy kendisiyle evlenmek isteyen bir adamla evlenmeyi reddettiğinde
yetkililerin huzuruna çıkarılmıştır. Öte yandan Agatha’nın hayatında sözlü
olduğu bir adam yoktur. Ama Hıristiyan olduğunu duyan vali, herhangi bir soruna
yol açmadan önce Agatha’yı bu tinsel sapkınlığından döndürmeyi denemeye karar
verir. Her iki hikâyede de bu iki kadın, hevesleri kinisin diye geneleve gönderilir.
Bu da gayet açıkça gösterir ki bu kadınların işledikleri temel suç,
Hıristiyanlık inançlarını itiraf ederek tinsel itaatsizlik etmiş olmalan
değil, evliliğe ve sekse razı gelmeyi reddederek dindışı itaatsizlik etmiş
olmalarıdır. Burada iletilen mesaj açıktır: Bu kadınlar, normal kadınlar gibi
gönüllü olarak cinsel ilişkilere boyun eğmeyecekse o zaman zorlanmalan gerekir.
Ancak
bu kadınların hiçbirisi, genelevde bile sekse zorlana- mazlar. Bu efsanenin
Katherine Grubu adh Ingiliz kaynakta bulunan 13. yüzyıla ait uyarlamalarında,
her iki kadın da seçtikleri yoldan vazgeçmek istemediklerini yüksek sesle dile
getirirler. Agatha. Aphrodisia’nın işlettiği geneleve gönderildikten sonra,
fahişeler kendisine yaşayacağı zevk hayatını anlatarak onu boyun eğmeye
zorladığında, “Susun orospular! Benden size hayır yok. Ben gönlümü prenslerin
en yücesine verdim!” diye cevap vermiştir. Lucy ise kendisini geneleve mahkûm
eden yargıca Aziz Augustine’in sözlerini yorumlayarak cevap vermiştir: “Hiçbir
kadın, bedenine ne yapılırsa yapılsın, gönlü razı olmadıkça bekâretinden
mahrum edilemez. Kararımı hiçe sayarak bedenimi kirletirseniz bekâretim hiç
olmadığı kadar temiz ve ödülüm her zamankinden daha büyük olacaktır.” Yargıcın
yardımcıları Lucy’yi geneleve götürmeye çalıştığında Lucy’nin mucizevi bir
şekilde yerinden kıpırdatılamaz olduğunu ve bir çift öküzle bile
sürüklenemediğini görmüşlerdir.
Kutsal
bekâret konusunda ısrar etmenin ve cinsel ilişkiye boyun eğmemenin sonuçları
işkence ve ölümdür. Yapılan işkenceler çoğunlukla kasıtlı olarak cinseldir.
Agatha’nın gördüğü simgesel işkence göğüslerinin kıskaçlarla yırtılıp koparılmasıdır
ve bu yüzden Agatha’nın resimlerinde çoğu zaman kesilmiş göğüslerini bir
tepside sunduğu görülür. Öte yandan Lucy çırılçıplak soyulur ve toplanan onca
seyircinin önünde bedenine baştan aşağı kaynar zift dökülür. Bunca işkenceye
karşın iki kadın da geri adım atmaz ya da pişman olmaz. Bunun yerine acıya
karşı Tanrıya atfettikleri olağanüstü bir kayıtsızlık sergilerler.
Şehit
bakireler mütemadiyen ve sözlerini sakınmadan İsa’ya olan bağlılıklarını ilan
etmişlerdir. Hiçbir işkence onları vaaz vermekten vazgeçirecek kadar şiddetli,
hiçbir işkenceci de yeterince sadist olmamıştır. Lucy, sırf susmayı reddettiği
için işkencecileri tarafından boğazı kesilen birçok şehit bakireden yalnızca
biridir (bir başkası da efsanevi Azize Reparata'dır). Lucy’yi durdurmak mümkün
olmamıştır. Gözleri yuvalarından çıkarıldıktan ve boğazı kesildikten sonra
bile elinde kanlı gözlerini tutarken vaaz vermeye devanı etmiştir.
Şehit
bakireler nihayet öldüklerindeyse kendi koydukları şartlara göre ölmüşlerdir.
Agatha da Lucy de ölüm anlarını kendileri seçmişlerdir. Agatha ölmesine izin
vermesi için Tan- rı’ya dua etmiş ve anında ölmüştür. Lucy ise efsanenin kimi
çeşitlerine göre boğazına saplanan bir hançeri sevinçle karşılamış, başka
uyarlamalara göre de yandaşlarını yanına çağırarak son nefeste kutsanmış ve son
kez “amin” dedikten hemen sonra ruhunu kendi izniyle telim etmiştir. Kafası
kesildikten sonra sağ çıkan tek şehit bakire olan (yaşamının geri kalanında
boynunun çevresinde beyaz bir yara izi kalmasına neden olan mucizevi bir
diriliş) olağandışı Galli Azize Winifred bile. kendisini baştan çıkarmaya
niyetlenen asilzadeye bekâretini almasmdansa kafasını kesmesini tercih ettiğini
söyleyerek kendi ölümünü kendisi seçmiştir.
Şehit
bakirelerin temel özellikleri şaşırtıcı derecede tutarlıdır. Güzellik ve
çekilicilikleriyle ve istemediği bir evlilikten kurtarılmayı istediği dua
sonucunda, mucizevi bir şekilde suratında sakal ve bıyık çıkan Azize
Wilgefortis (İngilizce adıyla I7ncum- ber olarak da bilinir) örneğinde
olduğu gibi, din uğnma seçtikleri yeminli bekâretleriyle ünlüdürler. Şehit
bakirelerin sekse ve tinselliğe ilişkin cinsiyet kurallarına boyun eğmeyi
reddetmeleri. gördükleri eziyetin temelini oluşturur. Son olarak da
inançlarındaki tutku, Tanrinın bu bakirelere halk içinde aşağılanmaya,
tecavüze uğramaya ve fiziksel işkenceye karşı mucizevi bir bağışıklık
vermesini sağlar. Üstelik tüm bunlar boyunca konuşmayı sürdürürler. Kutsal
bekâret kendilerine, sıradan kadınların sahip olmadığı konuşma güçleri vererek
kadınlar arasında sadece onlann vaftiz edebilmesini, vaaz verebilmesini, cin
çıkarabilmesini ve Şeytaıı’ı kovabilmesini sağlar.
Şehit
bakireler ruhani süper kahramanlar olarak insanlar için olağanüstü çekici
örnekler oluşturmuştur. Özellikle 10. ye 11. yüzyıllardan önce, popülerlik
bakımından Bakire Meryem’le rekabet etmişlerdir. Türbeleri, kalıntıları ve
hikâyeleri sadece Ortaçağ inancının değil, eğitim ve popüler kültürün de önemli
bir parçasını oluşturmuştur. Ancak zamanla kültür ve onunla birlikte kadınlardan
beklenen roller de değiştikçe şehit bakirelerin hikâyelerinin anlatılma
şekilleri de değişmiştir. Kilise’nin ilk zamanlanndaki yıkıcı, geveze,
tehlikeli, hatta ölümcül asi bakireler zamanla dizginlenerek sessiz, alçakgönüllü
kuzular gibi dize getirilmiştir. Agatha’nm 13. yüzyıldaki, hiddetli küfrü
içeren isyankâr uyarlaması yüzyıllar geçtikçe, bir geneleve götürülen ama
orada “müşteri kabul etmeyi reddeden” biri olarak sakıngan bir şekilde tarif
edilen olgunlaşmamış bir kişiliğin hikâyesine dönüşmüştür. Lucy artık işkence
süresince vaaz vermemekte ve bu yüzden de boğazı kesilmemektedir. Bunun yerine
kibarca, itaatkâr bir şekilde yakasını sıyırıp boynunu hançere doğru uzatmadan
önce, "kendisine saldıranlara karşı kehanetle bulunduğu" anlatılmaktadır.
Bir
zamanlar çılgın, kötü ve tanınması tehlikeli olan bu kadınların göze çarpan
tek özelliği seksi reddetmeleri olmuştur. Aynı şey çoğu zaman günümüz azizeleri
için de geçerlidir. Örneğin on iki yaşındaki Maria Goretti, 1902’de kendisine
tecavüz etmeye yeltenen adam tarafından bıçaklanarak öldürüldükten sonra
azizlik mertebesine çıkmıştır. Ama iffetini kaybetmektense acı çekerek ölmeyi
tercih etliği ve ölüm döşeğinde saldırganını affettiği için övülmüştür,
silahlı ve tehlikeli bir tecavüzcüye karşı koyduğu için değil. 1950’de hem
annesinin hem katilinin huzurunda azizlik mertebesine çıkarılan Maria. genç
kadınlara bekâretlerini her ne pahasına olursa olsun korumaya hazırlıklı
olmaları gerekliğini gösteren bir örnek olarak sunulmuştur.
Ama
bir kadının cinsel olarak bedenine girilmesindense ölmesi daha iyidir, gibi
bir mesaj ilettiği için tartışmaya yol açan Maria Goretti örneği, yeterince
“kız gücüne” [“grrrl power”][7]
ilham vermiş gibi görünüyor. 2003’ün ekim ayında, kız okulu olan ve
Pennsylvania'nın Güney Philadelphia bölgesinde yer alan Sı. Maria Goretti
Lisesinde bir grup genç öğrenci, sürekli olarak okuldan birkaç kızı takip eden
ve kendilerine defalarca cinsel organlarını açıp gösteren yirmi beş yaşında bir
adama karşı savaşmıştır. Bir gün öğleden sonra kızlar adamı görmüş ve hep
birlikte okul çantalarını sırtlarından attıkları gibi şehrin sokaklarında
adamı kovalamaya başlamıştır. Adamı sonunda yakalayıp öyle kötü dövmüşlerdir
ki adam hastanelik olmuştur. Günümüz feminizminin bu genç kadınların cinsel
bir saldırgana karşı savaşmasında katkısı olduğu şüphesiz olsa da okullarının
koruyucu azizesinin sunduğu örneğin de bunda bir payı olmadığını söyleyemeyiz.
Ümitsizce
Meryem’i Aramalı
Hıristiyanlığın
merkezinde durmasına ve şüphesiz Ortaçağdaki en önemli kadın şahsiyet olmasına
rağmen Bakire Meryem olarak ölümsüzleştirilen kadın hakkında aslında neredeyse
hiçbir şey bilmiyoruz. Kilisenin kabul ettiği Yeni Ahit’in özünü oluşturan
dört Incil’den yalnızca Luka, Meryem’den az da olsa söz eder. Tarihsel
sıralamaya göre ilk İncil olan Markos ise Meryem’in adını sadece iki kere anar.
Tarihçiler tarafından, en son yazılan İncil olduğuna karar verilen Yühanna ise,
Meryem'in adından bahselmemekle kalmaz, aynı zamanda öteki İncillerde geçen,
Meryem’e ilişkin en büyük olayların çoğundan da söz etmez. Roma Katolik
Kilisesi'nin en ünlü kadın şahsiyetine (ve İsa'dan sonraki ikinci en önemli
insan şahsiyeti) ilişkin olarak ifade ettiği dört dogma maddesinden sadece
birisi (İsa’yı doğurmuş olması) kutsal kitapla doğrulanabilir. Diğer üçü, yani
lekesiz bekâreti, hamile kalması ve cennete yükselmesi, sırayla 4. yüzyılda,
1854’te ve 1950’de Papalık kararıyla kabul edilmiştir. Yine de bu kitap
yazılırken bile, Meryem’in bedensel bekâretinin doğumdan ve sonraki şeylerden
sağ çıkıp çıkmadığı konusunda ve Meryem’in gerçeklen öldüğü mü, yoksa
bedeninin cennete mi aktarıldığı konusunda Vatikan kararsızlığını hâlâ
korumaktadır.
Tarihî
Meryem, gerçek fiziksel bedeniyle her kimdiyse ya da degildiyse, hâlâ üzerinde
çalışılan bir eserdir. Gerçek Meryem’e gelince, var olduğuna, İbrani olduğuna,
hamile kaldığına, büyüdüğünde kökten değişimci bir vaiz olacak bir oğlan
çocuğu doğurduğuna ve oğlunun siyasi nedenlerden ötürü emperyalist işgal ordusu
tarafından öldürülmesine şahit olduğuna inanıyoruz. Bunun dışında Meryem
hakkında “bilinen” her şey, en azından tartışmaya açık olacak kadar şüpheli ya
da doğruluğu kanıtlanmamış kaynaklardan gelmektedir. Meryem’in nasıl
göründüğünü bile bilmiyoruz. Birçok şehit bakire efsanesinde güzellikleri
ayrıntılarla anlatılan bakire güzellerin aksine, ne İncillerin dört yazarı ne
de tarihsel olarak Meryem’e >lk göndermeyi yapan (Gal. 4:4, yaklaşık M.S.
57) Pavlus Meryem i tarif eder. Meryem’i bizzat görmüş ya da onunla konuşmuş
olabilecek insanlar tarafından da Meryem hakkında neredeyse hiç bilgi
verilmemiştir.
Meryem’in
yaşamı hakkında gerçeklere dayanarak Meryem’i tartışıyormuş gibi davranamayız.
Meryem’in “gerçekten” bakire olup olmadığını öğrenmek isteyen okurlar
beklemeye devam etmek zorundalar. Ama öteki insanların Meryem’i nasıl tarif
ettiklerine, Meryem’in Hıristiyanlıkta ve Batı kültüründe oymadığı rolleri
nasıl incelediklerine ve özellikle de Meryem’in bekâreti konusuna ve bunun
Hıristiyanlık için taşıdığı öneme bakabiliriz.
Meryem’den
söz eden en eski Kilise kaynaklarında (Kili- se’nin kabul ettiği dört İncil),
İncilin yazarlarının hepsinin de Meryem’in bekâretinin çok önemli olduğunu
düşünüp düşünmedikleri açık değildir. Sadece, söz konusu olan olaylar gerçekleştikten
yaklaşık yüz yıl sonra yazıldığına inanılan Luka ve Matta’da (Markos gibi),
Meryem’in bekâretine ilişkin kesin ifadeler bulunur. Luka ve Matta’yı
karşılaştırırsak, Luka’nın Meryem hakkındaki ifadeleri daha ünlüdür. Luka
Meryem'i, konuşmaları sırasında kendisine bir çocuk doğuracağını bildiren
Melek Cebrail’e şu ünlü sözlerle cevap verirken tarif eder: “Ama bu nasıl
olabilir, bana tek bir erkek eli değmedi ki?” Matta’da, Meryem’in Yusuf’la “bir
araya gelmesinden” önce Kutsal Ruh tarafından hamile bırakıldığı açıklamasıyla
bekâret daha çok bir geçiştirme üzerine kurulur. Bunun dışında Meryem’in
cinsel konumu Yeni Ahit’te açıklanmaz. Pavlus bu konudan söz etmez. İncil
yazarlarının sonuncusu olan ve 1. yüzyılın sonunda yazan Yuhanna da İsa’nın
bebekliği anlatısına, basit bir şekilde, sözün ete dönüştürüldüğü ve oradan
devam ettiği açıklamasıyla başlar.
Neden
Yeni Ahit yazarlarının bazılarının Meryem’in bekâretinden bahsetmeyi seçerken
ötekilerin bunu görmezden geldiğini bilmiyoruz. Matta belki de kuşkucuların
engellemek için Kutsal Ruh’un oynadığı rolü vurgulamıştır. Hıristiyanlığın ilk
birkaç on yılında şüphesiz İsa’nın soyu konusunda ileri sürülen birden çok
farklı seçenek vardı. Bunları biliyoruz çünkü kilise babaları kendilerini
bunları çürütmeye zorunlu hissetmişlerdir. Çok tutulan bir hikâyeye göre
İsa’nın babası aslında Pantherus adlı Romalı bir bölük komutanıydı, işgal
edilen bölgelerdeki kadınların işgal eden orduların askerleri tarafından
cinsel tacize ve tecavüze uğraması eski dünyada bugün olduğundan daha yeni bir
olay değildi ve bu son derece inanılır olan söylenti oldukça tutuluyordu. Esas
olarak İskenderiye’de bilmen daha sınırlı bir söylentiye göreyse İsa, Meryem ve
erkek kardeşi arasındaki ensesi birlikteliğin ürünüydü.
Belki
de evlenmemiş ve hiç cinsel ilişkiye girmemiş ama çocuğu olacağını öğrenen
genç bir kadının yaşadığı acı şaşkınlığı hayal edebilmek için, İncil
yazarlarının kesinlikle en yeteneklisi olan Luka gibi birisine ihtiyaç vardı.
Ya da belki de açıkgöz bir hikâye anlatıcısı olan Luka, sevilen bir edebî tasan
olan, babasının Tann olduğu bir parthcnios doğuran parthenos
fikrine başvurmanın, İsa’nın yücelik iddialannı doğrulamaya yardım edeceğini
düşünmüştür. Tarihçi Marina Wamer’ın işaret ettiği gibi, Isa’nın rahme düşmesi
ve doğumuyla, Yunan pagan geleneği olan parthenios (büyüdüğünde yüce,
hatta mucizeler yaratan bir adam olan Tann’nın yan insan oğlu) arasındaki
benzerlikler Hıristiyanlığın ilk yıllannda büyük tanışma yaratmıştır. Sonuçta
İsa ilahi soydan geldiği iddia edilen tek tarihî şahsiyet değildi. İsa'nın
doğumunu, her ikisi de benzer şekilde parthenios olarak ün yapan Platon
ya da Büyük İskender gibi insanla- nnkinden ayırt etmek için ciddi ve acil bir
ihtiyaç vardı.
Kilise
Babalan İsa’nın benzersiz bir şekilde bakireden doğmasını açıklamak için
çeşitli açıklamalar öne sürmüşlerdir. Şehit Justin, Meryem’in hamile
kalmasının Leda ve Semele’nin- kinden farklı olduğunu, çünkü Meryem’in Tann
tarafından baştan çıkanlmayıp ya da zorlanmayıp özgürce ve hiçbir tensel zevk
almadan Söz’ü kabul ettiğini ileri sürmüştür. Origen ise Meryem’in hamile
kalmasının bir çeşit kendiliğinden meydana gelen doğuş olduğunu iddia
etmiştir. Ancak Elçilerin İman Açıklaması’nın geliştirildiği 4. yüzyılın sonuna
gelindiğinde, İsa’nın “Bakire Meryem aracılığıyla Kutsal Ruh tarafından
yaratıldığını” -conceptus est de Spirito Sancto, ex Maria
Virgiııe-
öne süren bir örnek anlayış, Hıristiyanlığın ortak görüşü olarak benimsenmeye
başlamıştır. Bundan sonra bile İman Açıklamasının resmî bir Kilise belgesi
olarak kabul edilmesi, bir dört yüzyıl daha beklemiştir. Bu da Meryem inancının
belli ki temelini oluşturan bir unsurunun (İsa'ya nasıl hamile kaldığı)
değiştirilmez bir gerçeğe dönüşmesinin bile ne kadar zaman alabileceğini
gösterir.
Meryem’in
İsa’ya hamile kalmasına ilişkin fazlasıyla uzun süren sabit bir dogma oluştunna
süreci, bugün Meryem olduğunu düşündüğümüz kişiliğin nasıl zamanla geliştiğini
gösteren mükemmel bir örnektir. 4. yüzyılın sonunda, henüz tamamlanmamış olsa
da az çok tutarlı bir Meryem imgesi bir araya gelmiştir. 390’da Papa
Siricius'un, Meryem’in bekâretinin ne hamilelik ne de doğum sırasında (in partu)
bozulmadığını ilan etmesi gibi belirli olaylar, Meryem'in genel imgesini
pekiştiren önemli anlara işaret etmiştir.
Papanın
mektuplarının ve konsey bildirilerinin yazıldığı ortamlarda sinsice dolaşan ve
bunlara büyük ölçüde katkıda bulunan çok sayıda bugün anlaşılması zor olan
bilgi, görüş ve hayal kaynağı vardı. Bu kaynakların en önemlilerinden biri Protoevangelion
denilen ve İsa'nın “kardeşi” James’in yazdığı düşünülen “İncil öncesi”
belgedir.[8]
Belgenin büyük olasılıkla yazıldığı tarih (İsa’nın doğumundan yaklaşık yüz yıl
sonra olurdu) göz önüne alındığında, bırakın gerçekten kardeşi olmasını,
yazarın İsa'yla tam olarak aynı dönemde yaşamış olması bile pek olası
görünmez. Ancak 2. yüzyılın çok okumuş Hırisıiyanları bu belgeyi biliyor ve
doğru olduğuna inanıyordu: Origen de İskenderiyeli Clement de, bakire
doğumunun kanıtı olarak bu belgeden söz ederler.
Mevcut
en eski biçimi Süryanice olan (mevcut diğer örnekleri Yunanca ve
Etiyopyaca’dır) bu çok etkili eser, 16. yüzyıla kadar Latince'ye tamamıyla
çevrilmemiştir. Ancak eserin bazı
bölümleri
benzer şekilde Kilise tarafından kutsal kabul edilmeyen Gospel Accoıding to
Thomas (Thomas’a Göre İncil) adlı kitaptan bölümlerle birleştirilmiş ve
sekizinci ya da dokuzuncu yüzyılda Latince olarak, The Gospel According to
the Pseıtdo- Matthew (Yalancı Matta'ya Göre İncil) ve The Story ofthe
Birth of Mary (Meryem’in Doğuş Hikâyesi) başlıklarıyla yayımlanmıştır. Bu
zamanlama muhtemelen, hemen sonraki yüzyıllarda Meryem’e gösterilen saygının
büyük ölçüde artmasından kısmen de olsa sorumludur çünkü Protoevangelion
her şeyden çok Meryem’in gerçeklik kazandırılan hayatını sunmuştur ve buna,
Meryem’in temiz, bozulmamış ve dinsel olarak temin edilmiş bekâreti de
dahildir.
Eski
çağ edebiyatı tarihçisi Helen Fosketı’e göre Protoevangelion kitabı,
ilk Hıristiyan edebiyatı örnekleri arasında, bir kadın baş kahramanın soyuna ve
yetişmesine ilişkin her türlü ayrıntıya giren tek eserdir. Bunun nedeni,
yalnızca bu eserin bir kadın baş kahramanı olması değildir. Öyle görünüyor ki
eserin yazan Meryem’e, kuşkuculara karşı bağışıklık kazandırabilecek ve onun
eşi benzeri olmayan bir kadın olarak yerini pekiştirecek çok belirli bir
geçmişe ihtiyacı olduğunu düşünmüştür.
Protoevangelion
kitabı, Meryem'in anne ve babasının, yani Anna ile Joachim’in hikâyesiyle
başlar. Anna kısırdır ve Eski Ahit’teki birçok mucizevi anne gibi çocuk sahibi
olamadan yaşı epeyce ilerler. Sonra Sara ile İbrahim’e olduğu gibi (Eski
Ahit’te bulunan bu benzerlik aynntılı ve açıkça kasıtlıdır) bir melek Anna’yla
Joachim’e çocukları olacağı sözünü getirir. Anna'yla Joachim bu mutlu haberi
duyduklarında kucaklaşırlar. Ortaçağ boyunca resimlerde sıkça kullanılan bir
konu olan bu sıkı sevinç kucaklaşması Anna’nın rahmine hayat kıvılcımını
aktarır. Meryem’in bu şekilde cinsel birleşme olmaksızın hayata başlaması,
ileride olacak şeylerin açık bir habercisidir.
Bebek
doğar ve anne-babası çocuğu dünyadan uzak bir göz odada büyütür. Anna bu ileri
yaşta gelen mucize bebeğin öyle ya da böyle ihtiyacı olduğunu düşündüğü şeyleri
dikkate alarak, birkaç hafta süren ve doğumun ve doğum sonrası kanamasının
neden olduğu bir dinsel kirlilik dönemi olan nidduh
yoledet
sonrasında bütün Yahudi annelerin geçtiği dinsel arınmadan geçene kadar çocuğa
meme vermez. Küçük bir çocuk olan Meryem evdeyken ayaklarının yere değmesine
izin verilmez, bu yüzden de toprakla hiç ama hiç temas etmez. Arkadaşları
“İbranilerin lekelenmemiş kızlarıdır.” Daha sonra üç yaşındayken Meryem
yaşaması için tapmağa götürülür ve burada başrahip bebeği, “Tanrı bütün
nesiller arasından senin adım yüceltti" ifadesiyle selamlar. Küçük
Meryem’in tapmakta özgürce oradan oraya koşmasına, halta sunağın basamaklarında
dans etmesine bile izin verilir. “Bir meleğin elinden" beslenir. Meryem
tapınaktan ancak on iki yaşında, rahipler Meryem’in kadın olmak üzere olduğu
(Yahudi yasasına göre bir kadının yasal bağımsızlığını elde ettiği yaş on iki
buçuktur) konusunu gündeme getirdiklerinde ayrılır. Tapınaktayken âdet görmeye
başlayıp niddah olursa Meryem’in dinsel kirletme tehlikesi oluşturacağı
fikri ayrıntılarla açıklanmamıştır ama yazarın âdet tabusunun yapısını gayet
iyi anladığı açıktır. Yusuf'un Meryem için olası en iyi ve en kutsal gözetici
olarak özenle seçilmesi sürecinden sonra, rahipler Meryem’i ona emanet eder ve
dünyaya salarlar.
Elbette
bu benzeri görülmemiş, hatla Isa’nmkinden daha kutsal olarak anlatılan bir
yetişmedir. Aynca kurgusal olduğu da apaçık ortadır. Her ne kadar Anna’nın niddah
yoledet olduğu en az on dört gün boyunca bir bebeğin ıslak bir bez parçasından
süt emmeye (biberonun henüz olmadığı zamanlarda kullanılan başka bir seçenek)
razı edilebilmesi akla yatkın olsa da, bu dönemde çocuğu emzirmeyi reddetmek
görülmüş şey değildir ve bu, Yahudi yasasında da hiçbir şekilde gerekli görülmez.
Yahudi yasasından söz etmişken şunu da pekâlâ merak edebiliriz: Çocuk
büyütmenin uygulanmadığı ve kadınların iç bölümlerine girmesinin kesin olarak
yasaklandığı tapınakta Meryem hangi eşi benzeri görülmemiş istisnaya dayanarak
yetiştirilmiştir? Yüzyıllardır süregelen bir kuraldan böyle- sine kökten bir
şekilde sapmanın Hahamlar tarafından kaleme alman sayısız yazıda gözden kaçmış
olabilmesi pek mümkün görünmemektedir.
Çok
büyük olasılıkla Arma (ya da Meryem'in gerçek annesinin adı her neydiyse),
bebeğini beslemek için iki hafta ya da daha fazla beklememiştir. Hiçbir küçük
kızın, sıradışı bir Yahudi Vesla bakiresi gibi En Kutsal Yer olarak bilinen
tapmak bölümünün huzurunda yetiştirilmediğinden emin olabiliriz. Büyük
olasılıkla Meryem sığınak gibi bir göz odada bakirelerden oluşan bir grup oyun
arkadaşıyla da yetiştirilmemiştir (eski Akdeniz bölgesinde makûl bir şekilde
yaygın olan, geniş ailelerin hep birlikte oturduğu bir binada bir sürü küçük
kızın •etrafında yetiştirilmiş olma olasılığı dışında). Protoevangelion kitabı
hoş bir hikâye sunar ama tarihsel açıdan azıcık mümkün olabilecek herhangi bir
şeye olsa olsa ucundan dokunur.
Elbette
kitabı okuyanlar için bu hiçbir önem taşımamış olabilir. Benzeri yaşanmamış
şardarda büyüyen çok özel bir küçük kızın etkili ayrıntılarla dolu yaşamı,
hikâyenin öncesinin inandırıcı bir bölümünü oluşturarak okuru bilinen bir
olayla ilişkilendirilen özel durumları kabul etmeye hazırlamıştır: İsa’nın
doğumu.
Hikâye
Doğuş’a daha da yaklaştıkça, hazırlık niteliği taşıyan bu gündem daha da
belirginleşir. Meryem tapınaktan ayrılıp Yusuf'un himayesinde yaşamaya
başladıktan sonra kendisine tapmak perdeleri için ip eğirme görevi verilir. Bu,
sadece “Da- vut’un soyundan gelen gerçek bakireler” tarafından gerçekleştirilen
bir görev olarak tanımlanmıştır. Bu Meryem’in hem Eski Ahit’in mesihe ilişkin
kehaneti kapsamında bir soya dahil edilmesini (gerçek bir aile ağacı sunmaya
gerek duymadan) hem de cinsel konumunu tekrar vıugulamaktadır.
Bir
melek Meryem’e görünüp kendisine, İlahi bir armağan bulduğunu ve Tann’nın
sözüyle hamile kalacağını ilan ettiğinde Yusuf iş için şehir dışına gitmiştir.
Meryem bunu kabul eder ve bunun diğer kadınlar gibi mi, yoksa başka bir yolla
mı doğum yapacağı anlamına gelip gelmediğini merak eder ama soru cevapsız
bırakılır. Daha sonra Meryem kuzeni Elizabeth'i ziyarete gider (Kilisenin kabul
etliği İncillerde dendiği gibi) ve Elizabelh Meryem’in ilahi hamileliğini fark
eder. Bu ziyaretten sonra Meryem Yusuf’un evine döndüğünde hamileliği açıkça
görülmektedir. Yusuf sinirden çılgına döner ve hamileliğin gayrimeşru olduğunu
zanneder. Meryem’in bir süredir evden uzakta olduğu düşünülürse bu mantıklı bir
çıkarımdır. Meryem'i (böyle iyi bir şekilde yetiştirildikten sonra bunu yapmayacak
kadar akıllı olması gerekirdi), evlenmeden hamile kalarak kendini lekeleyip bu
kadar aptalca bir şey yaptığı için bir güzel azarlar. Meryem’in Yusuf’a verdiği
cevapsa tuhaftır. Hâlâ bakire olduğunu ama yine de nasıl hamile kaldığını
bilmediğini iddia eder. Müjde’nin bir kızın unutamayacağı bir şey olması
gerekliğini düşünmeden edemiyor insan.
Yusuf
konunun yasal ve dinî açıdan görüşülmesi için Meryem'i tapmağa götürür.
Başrahip her ikisinin de, Sayılar 5:17- 28’de tarif edildiği gibi zor bir
sınavdan geçirilerek yargılanmasını emreder. Bu. kocası tarafından zina
ettiğinden şüphelenilen kadın anlamına gelen sotalun yargılanmasıdır ve
kalıcı sonuçları olan korkutucu bir sınavdır. Bu yargılamada rahip bir iksir
hazırlar, bu karışımı lanetler ve içmesi için kadına verir. Kadın suçluysa
karnı şişer ve sarkar, genital organları korkunç bir hal alır ve kısırlaşır.
Ama kadın masumsa doğurgan olur (bazı yorumlar bunu, masum kadının kocasının
çocuğuna hamile kalacağı şeklinde anlamıştır).
Meryem’e
uygulanan sotah yargılamasının ne anlama geldiği açıktır: Tapınağın
hahamları Meryem’in zina etmiş olabileceğine inanmaktadır. Yusuf'un bu
yargılamadan geçirilmesinin nedenini belirlemek biraz daha zordur ama öyle
görünüyor ki Pıvtoevangelion kitabının yazarı, Yusuf'a karşı duyulacak
herhangi bir şüphenin silinmesinden de emin olmak istemiştir. Meryem de Yusuf
da sınavın sonunda temize çıkarlar ve okurun ve Yusuf’un bir kez daha gereksiz
yere Meryem’in bekâreti konusunda güveninin tazelenmesiyle hikâye devam eder.
Protoevangelion
kitabında bir sonraki önemli bölüm Do- ğuş’ta yer alan olaylar zinciridir.
Meryem’le Yusuf, Yusuf ve ailesi imparatorluk nüfus sayımında sayılabilsin
diye Betlehem’e seyahat ederler ama Yusuf resmî amaçlarla Meryem’i ne tür bir
ilişkiyle sınıflandıracağı konusunda kafasının biraz karışık olduğunu
belirtir. Sonuçta Meryem Yusuf’un ne karısı ne de kızıdır. Yokla Meryem’in
doğum sancıları başlar ve Yusuf onu yol kenarındaki bir mağarada bırakarak
Yahudi bir ebe bulmak için aceleyle uzaklaşır. Bir ebe bulup mağaranın
girişinde bir ışık bulutunun asılı durduğuna şahit olmak için tam vaktinde
döner ve o da ebe de bunun Tann’nm varlığının bir işareti olduğunu kabul
ederler. Ebe İsrail’in kurtarıcısının doğduğunu ilan eder. Mağaraya
girdiklerinde ebe açıkça “parıhenos” sözcüğünü kullanarak bir bakirenin bebek
doğurduğunu bildirir.
Varlığı
açıklanmasa da bu sahnede başka bir kadın (bazıları ikinci bir ebe olduğunu
söylemiştir) daha vardır. Adı Salome olan bu kadının. Kral Herod’un soyundan
gelen ve Vaftizci Yahya'nın kellesini isteyip elde eden ünlü Salome’yle ilgisi
yoktur ama yine de hafif kötülük peşinde olan birisi olarak resmedilir: Her
şeyden şüphe eder ve çabuk güvenen ebenin Meryem’in bakire kaldığı iddiasına
inanmayı reddeder. Salome eliyle bekâret testi yapmaya kalkışır ve bütün
ebelerin yaptığı gibi Meryem'in bacak arasına uzanır. Ama Meryem’in genital
organlarına dokunur dokunmaz Salome’nin eli anında yanarak kupkuru kesiliverir.
“İnanmadığım ve günah işlediğim için çarpıldım!” diye çığlığı basar Salome ve
devam eder: “Var olan Tann’yı sınadım!” Bir melek (hikâyenin bazı uyarlamaları
bunun Cebrail olduğunu iddia eder) Salomc’ye bebeği kucağına ahnasını söyler
ve aldığında eli mucize eseri iyileşir. Bebek kurtarıcıya sunulan abartılı
övgülerle bu bölüm sona erer. Doğuş sahnesinin bundan daha etkileyici ya da
renkli bir anlatımını hayal etmek zordur. Yüzyıllar boyunca bunun dinsel sanatta
gözde bir konu (Salome’nin eli ve diğer her şey) olması şaşırtıcı değildir.
Protoevangelion
kitabının her yönü Meryem’in bakire olduğu mesajını insanların kafasına
işlemek üzere ustalıkla hazırlanmıştır. Meryem’in cinsel ilişkiye girmeden
hamile kalması ve “plastik bir baloncuğun içinde yaşayan çocuklar” gibi tuhaf
bir şekilde yetiştirilmesinden tutun da, Müjde’yi sakin bir şekilde kabul
etmesi ve İsa’yı belli ki bir başına ve anlaşılan o ki zahmetsizce doğurmasına
kadar Meryem’in yaşamındaki her
aynnü
olağandışıdır. Maruz kaldığı bekâret testleri bile gariptir. Zeki gözlemciler Protoevangelion
kitabının Salome’yle ilgili olan bölümünün aslında bekâretin kendisi hakkında
değil, Meryem’in bekâretine duyulan inancın varlığı ya da yokluğu hakkında
olduğunu belirtmiştir. Bu görüş Protoevangelion kitabının tamamı için
aynı ölçüde geçerlidir. Saflık, masumiyet, öteki dünyaya aitlik, boyun eğme ve
bekâretten böylesine özenle dokunmuş bir kilimi kim en ufak bir şüphe duyarak
bir kenara atabilirdi ki?
Yaklaşık
olarak 9. yüzyılda bu hikâyenin bölümleriyle tanışmaya başlayan Hıristiyanlar
bunu kesinlikle yapmamıştır. Meryem konusuna duyulan genel ilginin tam olarak
hangi tarihle artmaya başladığını tespit etmek pek mümkün olmasa da, Protoevangelion
hikâyelerinin Latince çevirilerinin ortaya çıkması batı Avrupa boyunca
Meryem'in büyük bir popülerlik kazanmasıyla aynı zamana denk düşmüştür. Hikâye
buraya tam zamanında ulaşmıştır. Siyasi, kültürel, sanatsal ve dinsel açılardan
Bakire Meryem’in hiç olmadığı kadar popüler olmasının artık zamanıydı.
Osmanh
İmparatorluğu 638’de Kudüs’ü ele geçirdikten sonra birçok Hıristiyan,
Hıristiyan dünyasının köklerinin kuşatma altında olduğunu düşünmüştür.
Meryem’in Betlehem ve Kudüs’le özdeşleştirilmesine bağlı olarak, Kutsal
Topraklara ilgi uyandıran her şey (buna, devam eden Haçlı Seferleri de dahildir)
Meryem’e de ilgi uyandırmış ya da Meryem'e ilgi uyandıran her şey Kutsal
Topraklara da ilgi uyandırmıştır. Hıristi- yanlar arasında. Tanrılarının vücut
bulduğu insanın annesini yetiştiren ülkede gerçek bir siyasi varlıklarının
olmasını hak ettiklerine dair güçlü bir inanış vardı.
Kültürel
ve sanatsal açıdan da Bakire Meryem, kendisini Or- taçağ’m simgesi haline
getiren şekillerde betimlenmiştir. Örneğin kraliçelik mertebesine
çıkarılmıştır. Krallar ve kraliçeler tarafından yönetilen bir dünyada cennetin
de bir kraliçesinin olması son derece mantıklıdır. Paris’teki büyük Nötre Dame
ve Chartres’daki devasa katedral (her ikisi de Ortaçağ’m doruğunda inşa
edilmiştir) gibi Avrupa’daki kilise ve katedrallerin çoğu özellikle Meryem’in
kraliçeliğini şereflendirir. Bu kiliselerdeki ve daha binlercesindeki
heykeller ve resimler, tıpkı iyi giyimli dünyevi bir kraliçe gibi Meryem’i
ipek, altın ve inciler içinde gösterir. Katolik ayin kitabındaki Meryem’le
ilgili dört dua cevabından (hepsi de 10. ve 12. yüzyıllar arasındaki döneme
aittir) üç tanesi Meryem’e bir kraliçe olarak ithaf edilmiştir: Regina
Caeli (Gökyüzünün Kraliçesi), Ave Regina Caeloıum (Selam, Göklerin
Kraliçesi) ve Ave Regina (Selam, Kraliçe). Bu dualar Meryem’den gökyüzünün
hanımefendisi ve cennetin kraliçesi olarak söz etmiştir. Meryem'in asaleti onun
“o cle- mens, o pia, o dulcis Virgo Mana" (“ey merhametli, ey
şefkatli, ey tatlı Bakire Meryem”) olarak görülmesinin ayrılmaz bir parçasıdır.
Konu
Bakire Meryem olunca cennetle dünya arasındaki sınırlar bulanıklaşır. Kilise
Meryem’i kadınlara (Meryem’in bekâret, itaat ve alçakgönüllülük konularında
oluşturduğu örneği izlemeleri, 4. yüzyılda yapılan İznik Konseyinden bu yana
kadınlara tembihlenmektedir) yol gösterecek biçimde ne kadar çok
şekillendirdiyse, halktan inananlar da Meryem’i bir o kadar şekillendirmiştir.
Meryem’in hikâyelerini kaleme alarak, resmini çizerek ve günlük konuşmalarda ve
dualarda dillendirerek, kendilerini Meryem’e adayanlar, kişiliği ve bekâreti
bugüne kadar gelişmekte olan bir varlık yaratmışlardır. Bu sürecin sayısız
örneğinden (Jaroslav Pelikan ve Marina Warner gibi tarihçiler tarafından
yüzlercesi belgelenmiştir) birçoğu hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde
Meryem’in bekâreti konusunda yoğunlaşmıştır.
Ortaçağ
Hıristiyanlan, seçkin bir soydan geldiği kabul edilirse, derebeylik çağının
önceliklerine göre Meryem’in bekâretinin görkeminin artacağını düşünmüştür.
Ortaçağ hikâyeleri Tann’nın, sadece Meryem’in anne ve babasım değil, büyük anne
ve büyük babalarını da işaret ve mucizelerle seçerek Meryem’in bekâretini
nasıl çok önceden hazırladığını açıklamıştır. 5. yüzyılda yazılan bir hikâyede
Anna’nın annesi Esmeren- tia’nm (Meryem’in anneannesi) Karmelit tarikatına
katıldığı ama diğer manastırlılar kendisinin Mesih’in büyük büyük annesi
olması ve bu yüzden de evlenmesi gerektiğini fark edince tarikattan ayrıldığı
anlatılır. Esmerentia sadece evlenmekle kalmamış, beş evlilik yapmıştır. Ama
her evlendiğinde Mesih’in anneannesinin dogmasını engellemek için Şeytan, Es-
merentia'nın yeni kocasının ölmesine neden olmuştur. Sonunda Esmerentia, ilk
dört kocasından daha dayanıklı malzemeden yapılmış olan Stollanus adında bir
adam bulmayı başarmıştır. Bu birleşmeden Anna doğmuştur.
Meryem’in
bekâretine seçkin bir soy kazandırma çabalan kurumsal düzeyde de yer almıştır.
Lekesiz hamile kalma öğretisi (Meryem’in ilk günahın lekesini taşımaması ve bu
yüzden de anne rahmine düşmesi anından itibaren günahkârlıktan yoksun olması
fikri). Papa IX. Pius’un Ineffabilis Deus adlı papalık kararnamesini
ilan ettiği 1854’e kadar bir dogma olarak resmen kutsal kabul edilmemiştir ama
bu öğreti köklerini, 12. yüzyılda yaşamış Peter Lombard gibi Ortaçağ’ın skolastik
tan- rıbilimcilerinin çalışmalarından almıştır. Bu öğretinin tarihi, Katolik
tanrıbiliminin ayrıntıları arasında labirenti andıran bir yolculuk geçirmiştir
ama Meryem’in tamamıyla insan olup da günahsızlık iddiasında bulunabilecek tek
kişi olmasının etkisi çok büyük olmuştur.
Bakire
Meryem hem Ortaçağ’dan kalma büyük bir mirastır hem de karmaşık, karmakarışık
bir torbadır. Parıldayan bir örnek, kadınların en yücesi ve en saygıdeğeri,
kraliçeliği eşit biçimde hem bekâretine hem de anneliğine bağlı olan ve görkemli
onurunu bütün kadınlara ödünç veren bir kraliçedir. Sayısız Hıristiyan
Meryem’in ağırbaşlı kutsallığına duyduğu inançtan güç ve teselli almıştır. Onun
sunduğu alçakgönüllülük, merhamet ve itaat örneği, sayısız iyilik,
hayırseverlik ve yardım ediminde harekete geçirici güç olmuştur. Meryem büyük
sanat, müzik, mimarlık ve edebiyat eserlerine ilham vermiştir. Öte yandan
Meryem’in günahsızlığı ve boyun eğmesinin böylesine mükemmel olması diğer
herkesi onunla karşılaştırıldığında çok daha günahkâr ve inatçı duruma düşürmüştür.
Bekâret, Meryem'in ruhani mükemmelliğinin dışa vurulmuş simgesi olduğu için,
aynı standart bütün kadınlara uygulanmış ve tahmin edebileceğimiz sonuçlar
doğurmuştur. Meryem’in oluşturduğu standardı sadece tek bir kadın mükemmel
olarak devam ettirebilir. Geri kalanlar sonsuza kadar yargılanmaya mahkûmdur.
Görgü
Okulu
Kilisenin
Ortaçağ için, bekâretin de Kilise için taşıdığı hayati önem kadar, Ortaçağ
kültürü için bekâret, dinî olmayan açılardan da önemli olmuştur. Tıbbi,
sihirsel ve tabii ki toplumsal açılardan bekâret Ortaçağ’da günlük yaşamda
sıkça tartışılan bir konuydu. Bekâretin Meryem’in mucizelerinde ya da azize-
lerin efsanelerinde yansıtılan gücü, insanların bakireler konusunda neye
inandığının bir göstergesiydi. Günaha ve Şeytan’la ya da cinlerle ilgili diğer
bütün şeylere karşı bağışıklığı olan bekâretin doğaüstü özellikleri
kutsallığından gelirdi. Bakire sihri şeytanın değil, Tanrı’nın eseriydi.
Ortaçağ Avrupası’nda, bekârete ilişkin, az çok sihirsel olan ve zararsızından
zararlısına kadar birçok uygulamanın oluşturduğu bir dünya vardı.
Şifalı
otların hem tıp hem sihir amacıyla kullanılması Ortaçağ yaşamının günlük bir
parçasıydı. Avrupa’da şifah otlar hâkkmdaki büyük kitaplar sık sık bekâretin ve
bekâret konusundaki kaynakların ticaretini yapardı. Örneğin bunlarda çoğu
zaman “bakire rahatı” denilen ve misk maydanozu (Myrrhis odorata) olarak
da bilinen bir şifah ottan (yaprakları ve tohumları anason tadında olan,
Avrupa’nın kuzeybatısına ve İskandinavya'ya özgü dayanıklı bir bitki) söz
edildiği görülürdü. Genellikle ergen kızlara kuvvetlendirici ilaç olarak
tavsiye edilen misk maydanozunun âdet rahatsızlıklarını ve diğer “kadın
sorunlarını" yatıştırdığına inanılırdı. Başka bir kadın sorunu da san
kantaronla (Hypericum perjoratum)[9]
tamamıyla dindiri- lebilirdi. Aziz Yuhanna günü olan 20 Ağustos’ta bakire kızların,
Aziz Yuhanna rüyalarında evlenecekleri adamı göstersin diye, kapılanna sarı
kantaron dallan asması ve yattıklannda
da
bunları yastıklarının akma koyması gerekirdi. Bu şifalı ot aynı zamanda, gece
bekâretlerini almaya çalışabilecek her türlü cine karşı onları korurdu. Bazı
şifalı ot kitapları, eş bulma konusunda kaygılanan bakirelerin, endişelerini
yatıştırmak için bir tas dolusu san kantaronu üzerinde yağ gezdirilmiş bir
salata yaparak yemelerini de tavsiye etmiştir. Bugün san kantaronun depresyona
karşı etkili bir madde olduğunun bilindiğini göz önüne alırsak bu iyi bir
tavsiye gibi görünür.
Simyacılar
da benzer şekilde çeşitli amaçlar uğruna bekâretin gizemli özelliklerine
başvururdu. Bir bakirenin yanmış saçının küllerini isteyen ya da kimyasal bir
tepkimenin önemli içeriklerinden olan bakir bir oğlanın idrarını (genel olarak
ilk kimya sanayilerinde idrar yaygın kullanılan bir tuz ve amonyak kaynağıydı)
kapsayan birçok simya tarifinde olduğu gibi, bazen bakireler bir malzemenin
kaynağı olarak kullanılırdı. Başka zamanlarda “bakire” sözcüğü aslında
bakirelerle hiç ilgisi olmayan bir bileşik için kullanılır ve böylece bileşiğe
bu adın verilmesiyle bekâretin gizemli gücü bileşiğe eklenmiş olurdu. Bunun bir
örneği sıkça kullanılan ve aslında aselbent ve su çözeltisi olan “bakire
sütü”dûr. Bu çözelti çimlendirilmiş arpa ve alım tozuna eklendiğinde gut
tedavisinde kullanılan bir merhem elde edilirdi. Bakire sütü ayrıca uygun bir
şekilde spermle karıştırıldığında gûya küdamlar4 üretirdi ve Felsefe
Taşı anlayışında da çok önemli bir yeri olduğu düşünülürdü.
Bu
gizemli bekâret ilkesinin, Ortaçağın hayali hayvan hikâyelerinin başlıca ürünü
olan tek boynuzlu at mitine ilişkin inanışlarda da simgesel bir yeri vardır.
Beyaz ata benzeyen ve tek bir sivri sarmal boynuza sahip dört ayaklı bir
yaratık olan tek boynuzlu at korkutucu bir hayvandı çünkü kendisini avlamaya
çalışan avcıları korkunç kafasıyla tek bir darbede delip geçebilirdi.
İngiltere’nin kraliyet hanedan armasında, Bakire Kraliçe’nin tahta çıkmasından
çok önce aslan ve tek boynuzlu at şekillerine yer verilmiştir.
Iskoçya'nınkindeyse iki tane tek boynuzlu at. hükümdarlık tacını tutmaktadır. Çekingen
ve hızh olan tek
4 Simyacıların inancına göre cinsel
birleşme olmadan üretilebilen “küçük adanı" ya da insancık - ç.n.
boynuzlu
atın, becerikli ve bakire olan kişiler dışında kimsenin ele geçiremeyeceği bir
av olduğuna inanılırdı. Ancak bir bakirenin gizemli saflığı, bu yaratığın
vahşi eğilimlerini dize getirebilirdi. At bakireye yaklaşır ve kafasını son
derece usulca bakirenin kucağına ya da göğsüne koyardı. Efsaneye göre
bakireler tek boynuzlu atlan tuzağa düşürmek için yem olarak kullanılırdı.
Etrafı parmaklıklarla çevrili daire şeklinde bir yerin ortasına oturtulan el
değmemiş kadınlık ilkesi, el sürülemez erkeklik ilkesi, yani fallik kılıcı
kafasından çıkan vahşi ve ölümcül yaratık için sunulan bir yem olurdu. Sahte
bir bakire kullanmaya çalışmak ya işe yaramaz bir avlanma girişimiyle ya da
faciayla sonuçlanırdı çünkü tek boynuzlu at kadının bakire numarası yaptığını
anlayabildiği için boynuzunu kadının kalbine saplardı. Denizcilerin
yolculuklardan getirdiği uzun denizgergedanı dişleri bazen bu atların geçmişte
yakalandıklarının “kanıtı” olarak sunulmuş olsa da nedense tek boynuzlu at
hiçbir zaman yakalanmamışım Ama bugün bu atların yakalanamaması olsa olsa
böylesine yozlaşmış bir çağda doğru dürüst erdemli bakirelerin bulunmamasıyla
ilgili olurdu, tabii ki miün kendisiyle değil.
Bekâret
konusundaki bütün sihirsel bağlamlar, ufak bir şişe dolusu bakire sütü ya da
tek boynuzlu al avlarının anlatıldığı hikâyeler gibi simgesel ya da mecazi
değildi. Bakirelerle ilişki- lendirilen ve Seylan’ın ya da başka karanlık
güçlerin saldırılarına karşı sözde bağışık olmayı (çoğu zaman azizlerin efsanelerinde
tekrarlanır) da kapsayan zarar verilemezlik özelliği, çeşitli uygulamalarda
bakirelerin beden parçaları kullanılarak “ödünç alınmıştı." 14. yüzyıldan
19. yüzyıla kadar anlatılan hırsız sihri hikâyelerinde, Almanya’dan doğuda
Rusya’ya kadar uzanan bölgedeki kanun kaçaklarının, ölü bakirelerin eritilmiş
vücut yağını içeren sihirli mumlar yaptıkları anlatılırdı. Bakirelerin yağını
yakarak (söz konusu bakire bedenlerin zorla mı yoksa mezar soyarak mı ele
geçirilmiş olduğundan söz edilmez) hırsızlar çeşitli sihir etkileri yaratırdı.
Bazı açıklamalar bunların hırsızların rahatsız edilmeden iş görebilmek ve evde
soyulan herkesin uykuya dalmasını sağlama almak için kullandığı “uyku getiren”
mumlar olduğunu söylemektedir.
Başka
yazarlarsa hırsızların bu mumlan, özellikle kiliseleri soyarken, kendilerini
görünmez yapmak için kullandığını ileri sürmektedir. Bununla ilgili bir başka
hırsız sihri de, benzer etkileri yaratmak için bir bakirenin kesilmiş elinin
şamdan olarak kullamlmasıydı ama “şanlı erlerinin bakire eli olması konusunda
herkes ısrar etmezdi çünkü asılmış adamlann elleri de aynı şekilde
kullanılırdı.
Bekâret
ayrılmaz bir şekilde bedenle bağlantılı olduğu için, bakirelerin bedenlerinin
ayrılmaz bir şekilde bekâretlerinin gücüyle kaplandığına inanılırdı; tıpkı
azizlerin bedenlerinin, kutsallığın muhafaza edildiği yerler olduğuna
inanılması gibi. Bu, bakirelerin kanı için bile geçerliydi ve Ortaçağ’ın belki
de en dehşet verici ve doğrulanabilir bakire sihrinin hikâyesi, bakirelerin
kanıyla yıkanma konusundadır: Çılgın Macar Kontes Erzsebet Bâthory’nin
kelimenin tam anlamıyla yaptığı kan banyoları. Bâlhory 1560’ta Rönesans’ın
başlamasından epey sonra doğmuştur ama bakire sihri konusundaki saplantısı, Or-
taçağ’m bakire sihirlerini kapsayan bir listeye uygun bir kapak oluşturacak
kadar vahşi, derebeyliğe özgü ve gizemlidir.
Güçlü
bir aristokratın kızı olan Bâthory rivayete göre genç bir kadınken bile zalim
tabiatlı bir insandı ve kendini beğenmişti. On beş yaşındayken zengin bir
profesyonel savaşçıyla evlendirildi ve bugün Romanya toprakları olan Karpat
dağlarında şehirden uzak tek başına bir kalenin, Csejthe'deki şatonun
hanımefendisi oldu. Kocası yılın büyük bölümünü savaşlarda çarpışarak
geçirirken canı sıkılan genç Bâthory’nin, doğaüstü ve sadist konulara karşı
bir düşkünlüğü ve sokağa atacak epeyce parası vardı. Yıllar geçtikçe simya ve
bazı kaynakların söylediğine göre büyücülük gibi gizemli alanlarda bilgisi
geniş olan misafirler ağırlamasıyla ün kazandı. Borç yüzünden hapsedilen
köylülere işkence etmekten zevk aldığına dair söylentiler, 1604’te kocası
ölmeden önce bile duyulmaya başlamıştı ama Bâthory’nin sadistliği asıl bu
tarihten sonra bir bakire kadar yeni bir aşırılığa ulaştı.
Bâthory,
kaybedilmiş gençliğini ve güzelliğini yeniden kazanmak için boş yere
uğraşırken, bakirelerin kanıyla cildini yıkamanın kendisini yeniden
gençleştireceği fikrine saplanıp kalmıştır. Efsaneye göre Bâthory’nin ilk
kurbanı kendi oda hizmeiçişiydi. Bunu, kasapların kanlarını akıtmak için hayvanları
asması gibi, boğazları kesilmeden önce bileklerinden çatı kirişlerine baş aşağı
asılan birçok kadın izlemiştir. Nedense bir türlü gelmek bilmeyen yenilenmiş
gençliğe duyduğu bitmez tükenmez çaresiz özlem içinde Bâthory kurbanlarının
kanlarıyla yıkanmış, hatta bazen bunları içmiştir. Doğruluğu şüpheli, baştan
aşağı abartılmış ayrıntılarla dolu hikâyeler (Bâthory’nin güya kan içmek için
kullandığı altın bir kadeh, işkence aleti olarak kullandığı gümüş pençeler,
içinde kan banyosu yaptığı gösterişli küvetleri ve daha birçok ayrıntı),
Bâthory efsanesine eşlik etmiştir. Güya bu ayrıntılar Bâthory’nin tuttuğu,
ulaşılmazlığı ün salmış, Macar hükümetinin malı olan ve Budapeşte’deki devlet
arşivlerinde saklandığı söylenen günlüklerin sayfalarını doldurmaktadır.
Kontes,
birkaç suç ortağıyla birlikle nihayet 1611’de yakalanıp cezalandırılana kadar
söylentiye göre akı yüz bakire öldürmüştür. Ancak ondan önce hiç kimse
kendilerine karışmadan işlerini görmüşlerdir. İlk başlarda bölgenin kadın
köylülerini avlarken sonradan yeni kurbanlar çekmek amacıyla aristokratların
kızları için (dünyanın kaç bucak olduğunu görecekleri) bir görgü okulu
açmışlardır. Görgü okulu girişimi Bâthory ve ortakları hakkında soruşturma
açılmasına neden olmuş ve kısa sûre sonra da durum bölge yetkililerine
iletilmiştir.
iki
kraliyet mahkemesinden sonra, Bâthory’nin iki kadın suç ortağı kazığa
bağlanarak diri diri yakılmış, erkek suç orta- ğınınsa kafası kesilmiştir.
Bâthory ise aristokrat olduğu için (ve belki de kuzeni Stefan Polonya kralı
olduğu için) ev hapsine çarptırılmıştır. Bâthory göz altındayken elli dört
yaşında, yaşının her dakikasının izini suratında taşıyarak ölmüştür.
Derebeyinin
İlk Gece Hakkı
Bâthory
örneği dehşet verici ve benzersizdir ama asil birinin yönettiği kişilerin
bekâretine ilgi duyması duyulmamış bir şey
değildir.
Bu hiçbir zaman asillerin köylülere kendi ahlâk yasalarını kabul ettirmeye
çalışmasıyla ilgili bir mesele olmamıştır. Bunu yapmak için zaten kocaman bir
Kilise vardı. Aristokratların, köylülerin bekâreti konusunda duyduğu endişe
daha çok ekonomikti. Bir asilin toprağında yaşayan ve çalışan insanlar,
verimlilikleri hayati önem taşıyan ekonomik kaynaklardı. Bu verimliliğin bir
parçası da bu insanların üremesini kapsamaktaydı: Seks, evlilikler ve bunların
sonucunda meydana gelen ve bir sonraki işçi neslini oluşturacak bebekler,
belirli bir araziyi yöneten asillerin yetki alanına giriyordu.
Bu
nedenle birçok bölgede asiller, derebeyinin ekonomik çıkarlarını tehlikeye
atan cinsel etkinlikleri cezalandırmak ya da vergilendirmek üzere sistemler
geliştirmiştir. Kilise yasası ile günah çıkarma ve kefaret ödeme kurumu ahlâk
konusunda yapılan yanlışlıkları cezalandırmak için vardı. Öte yandan Ortaçağ
Galcesi'nde arnobr ve Ortaçağ İngilizcesinde leynvite olarak
bilinen bir para cezası türü gibi dinî olmayan cezalar, evlilik öncesi ya da
evlilik dışı ilişkiler gibi şeylere ilişkin kurallara uymayan serileri hedef
almıştı. Cinsellik kurallarım ihlal edenlere dayatılan para cezalarının yanı
sıra evliliklerden, özellikle iki farklı toprak sahibinin serileri arasında
gerçekleşen evliliklerden de vergi toplanırdı. Diğer derebeylik yasalarında
olduğu gibi bunlar nadiren tutarlı bir şekilde uygulanmıştır ve bazı asiller
bu konularda fazlasıyla adil davranırken diğerleri usulsüzce bu yasaları kendi
çıkarları uğrana kullanmıştır.
İşte
tam olarak bu, evlilik, cinsellik ve köylülerin asiller tarafından ekonomik
olarak sömürülmesinin kesiştiği noktada, Batı tarihinin bakirelere ilişkin en
kalıcı mitlerinden birinin köklerini buluruz: Droit du seigneur
(derebeyi hakkı) ve bazen divit du cuissage (bacak hakkı) ya da jus
cunni (am hakkı) olarak da sözü edilen jus prinıae noctis miti ya da
“ilk gece hakkı.” Jus primae noctis mitine göre derebeyi, kendi
bölgesinde yaşayan bütün kadınların bekâretini alma, özellikle de bakire
gelinlerin kızlığını bozma hakkı ve ayrıcalığına doğuştan sahipti. Taril
edildiği şekliyle bu, en yüksek simgesel hırsızlıktır
ve
sadece seküler yasayı değil, kilise yasasını da ihlal etmekledir. Yozlaşmış,
sömürücü, zalim ve kimseyi umursamayacak kadar bencil asiller sınıfı hakkında
bundan daha etkili bir izlenim verecek tek bir edim bulmak zordur. Belki de
insanlar bu yüzden jus primae noctis mitini icat etmek zorunda
kalmıştır.
Bu,
aristokratların hiçbir zaman kendi emirlerinde yaşayan kadınların bekâretinde
hak iddia etmediği (kadının rızasıyla ya da tecavüz yoluyla) anlamına gelmez. Jus
primae noctism bir mit olduğunu söylemek gücün cinsel amaçlar uğruna kötüye
kullanıldığını inkâr etmek demek değildir. Ama cinsel suiistimalin yapıldığım
kabul etmek de belirli bir cinsel suiistimal uygulamasının ya göreneksel ya da
jus (yasa) sözcüğünün ima elliği gibi asiller sınıfının resmî ve yasal
olarak maruz görülmüş haklarının bjr parçası olduğunu iddia etmekten çok
farklıdır. Önceki durum bir varsayım, sonrakiyse bir mittir.
Bekâretin
Ortaçağ kültüründe ne kadar önemli olduğunu göz önüne alırsak, öyle görünüyor ki
malikânenin derebeyinin gerdek gecesinde her bakirenin kızlığım bozması
uygulaması gerçekten var olsaydı biri bir yerlerde bunu muhtemelen yazardı. Şu
anda elimizde bulunan, bu sözde göreneğe gönderme yapan en eski kaynak 1526
tarihlidir. Bu metin göreneğin Or- taçağ’da bir Iskoçya krah tarafından
uygulandığından söz eder. Maalesef sözü edilen kral, 1526’dan önce tutulan
hiçbir kayıtta bulunamaz. Anlaşılan o ki bu kral, binlerinin bir öcüye ihtiyacı
olduğu için icat edilmiştir.
Aristokrat
öcüler piyasası 1500’lerden bu yana, o zamandan beri ortaya çıkan jus primae
noctis masallarının sayısı düşünülürse, epey hareketli olmuştur. Örneğin 18.
ve 19. yüzyıllar boyunca anlatılan, Fransa’nın Toulouse bölgesindeki özgür
Montauban şehrinin kuruluşu hakkındaki hikâyeyi düşünün. Hikâye, Montauriol'da
bulunan Saint-Thöodard Manastırı nın rahiplerinin nasıl açgözlü ve güç delisi
olup Momauriol’daki kadınlara droit du seigneur dayatacak kadar ileri
gittiklerini anlatır. Montauriol’daki serfler sonunda bu uygulamaya isyan eder
ve hikâye serilerin manastır topraklarından kaçıp özgür Montauban şehrini
kurmasıyla devam eder.
Gerçekte
böyle bir şey hiç olmamıştır. Özgür Montauban şehri için. 11 Ekim 1144 tarihli
bir kuruluş beyannamesi vardır. Buna göre, Toulouse kontu olan
Alphonsejourdain adında biri bu şehri kurmuş ve şehrin yaşayanlarına Tarn Nehri
üzerinde bir köprü kurma sorumluluğunu vermiştir. Jourdain köprü isterken,
serilerinin bazıları da bağımsızlık istemiştir. Aralarında yaptıkları anlaşma
gayet açık ve dürüsttür.
Ancak
bu miti yeniden kaleme alan kurmaca metinlerin hepsi tarihsel doğruluk
taslamamışım Gerçekte bunların birçoğu eğlence olsun diye yazılmıştır. 17.
yüzyıldan günümüze kadar jus primae noctis fikri, parlak ve cazip bir
antrika aracı olarak kullanılmıştır. 18. yüzyılın tiyatro ve operasında bu konu
aslında, hem Beaumarchais’nin Le mariage de Figaro (17751778) adh
oyununun hem de Le nozze di Figaro adlı operanın yakaladığı başarılar
sayesinde tam bir klasik olmuştur. Wolf- gang Amadeus Mozart bu operayı
1786'da, nükteciliği taklit edilemez İtalyan Lorenzo da Ponte’nin
Beaumarchais’nin özgün eserinden uyarladığı İtalyan librettosuna
bestelemiştir. Jus primae noctis konusunu muhtemelen zirveye taşıyan bu
iki eser en tanınmış olanlardır.
Jus
primae noctisi konu alan en iyi tiyatro oyunlarının 18. yüzyılın
sonlarında yazılmış olması bir rastlantı değildir. Aydınlanma Fransası’nda
aristokrasi ve emperyalizm karşıtı fikirlerin yükselişe geçmesi bunu neredeyse
gerektirmiştir. Jus primae noctisi hatırlatmak, ne kadar küçük olursa
olsun her haksız dayatma ya da gücün suiistimal edilmesi örneğini hatırlatmak
demekti. İnsanları bir araya getirme çağrısı olarak bu inanılmaz etkili
olmuştur. Neredeyse bütün çalışkan ama yoksul paysanlar Ipeasant; köylü]
kendilerini, sahip olduğu tek kişisel hâzinesi açgözlü bir aristokrat
tarafından acımasızca elinden alınan savunmazsız bir bakire olarak hayal
edebilirdi. Ve böyle- ce Jus primae noctis miti devrim ateşini
körüklemiştir. Ancak tarihsel bir gerçek olarak "derebeyinin ilk gece
hakkı" buna inananların hayallerini saymazsak hiç var olmamıştır.
ONUNCU
BÖLÜM
Daha Önce Hiçbir Adamın
Gitmediği Yere Gitmek
Vahşiler, AvrupalIların bu kadar gıpta
ettiği “Bakire Çiçe- ği”nin kıymetini hiç bilmiyorlar.
-John
Lawson
Yirmi
altı yaşındaki Kraliçe 1. Elizabeth’in sarayını ziyaret etmekle olan arabulucu
Baron Pollweiler 1559’da, “Kraliçe olayların doğal gelişim sürecinde mantıklı
olarak ve kadınlığın ge- 'Tektirdiği üzere evlenmeye ve geçiminin sağlanmasına
can atması gerektiği yaşa gelmiştir," diye yazar. Pollweiler, Eliza-
beth’le Avusturya-Macaristan İmparatorlugu’nun varisi Avusturya Arşidükü
Charles arasında bir evlilik anlaşması sağlamak için İngiltere’dedir. “Bundan
doğal ve kaçınılmaz olarak çıkarılacak sonuç,” diye devam eder Pollweiler,
“Kraliçe’nin ya gizlice evlendiği ya da çoktan İngiltere’den veya başka bir yerden
birisiyle evlenmeye karar verdiğidir ve ... siz Majesteleri İmparatorun oğlunu
bahane ederek meseleyi ertelemektedir, yüce efendim. Bu nedenle bakire kalmak
ve hiç evlenmemek istemesi düşünülemezdir.”
Baron
aslında her anlamda haklıydı. Manastırları ve rahibe manastırları Elizabeth’in
babası Vlll. Henry tarafından 1539’da yasaklanan ve Elizabeth’in kendisinin
kararlı bir şekilde Protestanlığı yemden resmî din olarak kabul ettiği bir ülkede,
bir kadının hiçbir zaman evlenmek istememesi gerçekten de düşünülemezdi. Ama
bildiğimiz gibi Elizabeth ölene kadar bekâr kalmıştır. Hem içten gelen hem de
Makyavelyen bir dindarlığın karışımı olan siyasi manevraları ustaca uygulayarak
ve aşın laik ya da dinci baskıların ulaşamayacağı bir yerde durarak,
düşûnülmezi başarmış ve halkın gözü önünde, güçlü ve tamamıyla laik bir bakire
olarak kırk beş sene boyunca tahtta kalmıştır.
Hakkında
bir alay yaşamöyküsû, film ve hikâye olmasına karşın, Elizabeth’in olağandışı
yaşamının belgelenebilir gerçekleri onu bir bekâret tarihçisi için oldukça zor
bir konu yapmaktadır. Örneğin Elizabeth’in “gerçekten” bakire olup olmadığını
(hiçbir zaman hiçbir partnerle cinsel ilişkiye girmediği anlamında) bilmiyoruz
ve bu konuda kesin bir şey söyleyemeyiz. Elizabeth’in fiziksel olarak bir
şekilde kusurlu olduğu ve bu yüzden cinsel ilişkiye giremediği konusunda olduğu
kadar, kraliçenin yardımcısı ve atının bakıcısı ve sonra da Leicester kontu
olan ömür boyu sırdaşlık ettiği Robert Dudley'den piçler doğurduğu konusunda da
bir dolu söylenti vardır. Bu iddiaların hiçbirini destekleyen herhangi bir
kanıt bulunamamıştır, hatta Elizabeth’in cinselliğinin varlığına dair belgelere
dayanan hiçbir kanıt yoktur. Elimizde olan tek şey onun inanılmaz büyüklükteki
ve büyük ölçüde bilinçli olarak bıraktığı vasiyetidir. Bu konuda litrelerce
mürekkep harcanmış olmasına karşın. Bakire Kraliçe’nin bekâreti hakkında
bilinen şeylerin, Krali- çe’nin 1559’da kendi ağzından çıkan şu sözlerden
fazlasını pek içermemesi oldukça ironiktir: “Sonunda, böyle bir zamanda
saltanat süren bir Kraliçenin bakire yaşayıp bakire öldüğünü bildiren mermer
bir taş benim için yeterli olacaktır.”
Ancak
Elizabeth’in oluşturduğu bu sırachşı kadın örneği. Batı’nın 16. yüzyıldan 18.
yüzyıla kadarki bekâret kültürü konusunda faydalı bilgiler sunmuştur: Keşifler
ve yeniliklerle dolu çalkantılı bir dönem. Vesalius’un himeni ancak 16. yüzyılın
ortalarında teşhis edebildiğini ve bekâret konusundaki bilimsel yaklaşımların
genel olarak bir yenilenmeden geçtiğini hatırlayın. Din alanındaysa
Refonnasyoncular ve Reformasyon karşıtlan, cinsellik yasasının Protestan ve
Katolik uyarlamala- nyla birlikte, inananların zihinleri ve bedenleri için
çekişmekteydi. Kâşifler dünyayı gezip haritaların daha önceleri “burada
ejderhalar olsa gerek,” dediği yerlerde “bakire” kıtalar keşfettikçe yeryüzü
de değişiyordu. Bekâretin resmedilmesi, ideolojisi ve fiziksel gerçekliğiyle
uğraşanların hepsi aynı şekilde daha önce hiç kimsenin gitmediği bir yere
gitmek zorundaydı.
Protestanlık,
Avrupa’da bekâretin yüzünü belki de diğer bütün güçlerden çok daha fazla
değiştirmiştir. Evliliği ilk sıraya yerleştirip manastır yaşamını ve bekâr
rahipler sınıfını kaldıran Protestanlık, Roma Katolik Kilisesi’nin bekârete
verdiği önemi ustaca tepetaklak etmiştir. Bakirelerin cennetin ödüllerinin
yüzde yüzünü, evlilerin ise yüzde otuzunu alacağını belirten Roma Katolik
öğretisine karşın Protestan inancı, cinsellik ya da evlilik konumlan ne olursa
olsun bütün dindar inananların cennetten eşit olarak pay alacağı ilkesini
ileri sürmüştür. Martin Luther özellikle evlilik konusunda son derece
ısrarcıydı. Incil’de ne ömür boyu bakire kalmanın ne de rahiplerin bekâr olmasının
gerekli görüldüğüne dikkati çekmiş, çok az insanın doğal olarak bunlardan
birine yatkın olduğunu iddia etmiş ve yaratılış gereği bekârlığa uygun olmayan
insanları bekârlığa zorlamanın sonucunun yasak cinsel ilişkileri teşvik etmek
olduğunu ileri sürmüştür. Luther, Papa’nın bile “Süleyman kadar çok metresi”
olduğunu iddia etmiştir. Luther önceleri Augustine’in öğretisini takip eden
bir rahiptir ve eski bir rahibe olan Katharina von Bora'yla evlenerek altı
çocuk sahibi olmuştur. Konu evlilik ve aileye öncelik tanımaya geldiğinde,
Luther öğütlediği şeyi bizzat kendisi uygulamıştır.
Evlilik
ve aile konusundaki bu Protestan coşkusu, aşağı tabakadan bütün Hıristiyanlar
arasında hızla yayılmıştır ve buna elbette çoğunluğu evli olan Katolikler de
dahildir. Romanın bunu sertçe kınamasıysa hiç de şaşırtıcı değildir.
Protestanlığın ortaya çıkışma cevap olarak toplanan Roma Katolik Kilisesi’nin
Karşı-Reformasyon kurulu olan Trent Konseyi’nin (1545-1563) bir parçası olarak
Kilise, De suncti mtrtrinıonii adlı risaleyi yayımlamıştır. De sancti
matrimonii, 20. yüzyılın ortalarında İL Vatikan kurulu toplanana kadar,
evlilik ve cinsellik konusundaki temel Katolik belgesi olmuştur. Bu belge, öğreti
niteliği taşıyan bütün maddeleriyle, evliliğin bekârete tercih edilir olduğunu
iddia ederek sapkınlık yapan bütün Kato- likleri (tıpkı Luther, Calvin ve diğer
Protestan düşünürlerin yaptığı gibi) aforoz etmekle tehdit etmiştir.
Trent
Konseyi’nin bekâretin üstünlüğünü hatırlatmasında, Protestanlığın bir anda
ortaya çıkmasıyla dünya görüşü iyiden iyiye altüst olan bir Hıristiyan halkı ve
bu darbeyle başa çıkmaya çabalayan bir Katolik kurumu görürüz. Protestan mezheplerinin
sayısının dondurma çeşitleri kadar çok olduğu bir dünyada, bulunduğumuz
konumdan Reformasyon’un Hıristiyanlığı ne derece değiştirdiğini anlamamız
zordur. Ancak bir önceki bölümü hatırlayarak, Protestanlıkla Katoliklik arasındaki
farkların (en azından bekâret konusunda) yapısını ve büyüklüğünü düşünmek
faydalı olabilir.
Kutsal
Bakirenin Düşüşü
Protestanlıkta
kutsanmış bekârete ve dolayısıyla rahibelere ya da rahibe manastırlarına yer
yoklu. Bu nedenle Protestanlık varlık ve güç kazandıkça, bazı rahipler,
keşişler ve rahibeler görevlerini, bekârlıklarını ve Katolikliklerini
bırakmışlardır ama ne Luther ne de onun ilk müritleri, manastırları ya da
rahibe manastırlarını gerçekten kapamak için gereken siyasi güce sahipti.
Bunların bazdan güç kaybetme ya da içinde bulundukla- n bölgenin
Protestanlaşması nedeniyle kendi kendine kapanmıştır. Rahibelerin ve rahibe
manastırlannın varlığı da, Avrupa’da çoğunluğun Protestanlığı kabul ettiği
yerlerde ciddi ölçüde azalmıştır. Sadece VIII. Henry’nin tek başına bütün
ülkeyi Roma’ya bağlı olmayan bir Anglikan Kilisesi’ne geçmeye zorladığı
İngiltere’de manastır kurumlan tamamıyla kaldmlmıştır.
Ama
rahibe manastırlannın ayakta kaldığı yerlerde ve Lut- her’in 1517’de doksan beş
tezini açıklamasından önceki bazı durumlarda bile, reform yanlısı birçok
Katolik çoklan evliliği benimsemeye başlamıştır. Bazı açılardan bu, dinî
reformdan çok ekonomik ve toplumsal değişimin sonucudur. Derebeylik ve
derebeyliğe özgü toprak düzenlemeleri zayıfladıkça, insan- lann maaş
karşılığında çalışması ve ailelerin kendi ürünlerini üretmesi, yeni yeni
filizlenen kapitalist nakit ekonomisinin yeni en düşük ortak paydası olmuştur.
Aristokrat olmayan ailelerin kendi geçimlerini sağlayan birimler olarak
görünürlük kazanmasıyla birlikte, gitgide asil olmayanlar arasında da evlilik,
güçlü derebeyliklerde ya da derebeyliğe özgü toprak sistemlerinde sahip
olmadığı bir ekonomik anlam kazanmaya başlamıştır. Evlilik ve üreme, giderek
asil olmayan ailelerin ekonomik, toplumsal ve siyasi çıkarlarına, tıpkı daha
önce asiller sınıfının büyük hanedan ailelerinde olduğu gibi, sıkıca bağlanmaya
başlamıştır.
Ekonomik
bağımsızlıkla evlilik arasında güçlü bir bağ oluşması, aile ve hane
kavramlarının farklı bir şekilde düşünülmesini sağlamıştır. Protestan ve
özellikle Kalvinist çevrelerde evli aileler kapalı bir sistem olarak görülmeye
başlamıştır. Buna göre her aile kendi üyeleri arasında, yöneticiyle vatandaşlar
arasında var olan ilişki türünü yinelemektedir: Laik devlete özgü geniş
ailenin, yöneticiliğini aile reisinin yaptığı minyatür bir şekli. 1622 yılma
gelindiğinde, Londra’daki Blackfriars Ki- lisesi’nin papazı William Gouge Of
Domesticall Duties (Eviçi Görevlere İlişkin) adlı kitabında şunları
yazabilmiştir: “Aile küçük bir Kilise ve küçük bir devlettir ya da en azından
bunun canlı bir temsilidir. Aile vasıtasıyla kişi, herhangi bir yetki konumuna
hazırlanmayı ya da Kilise’ye veya devlete bağlılığı tecrübe edebilir. Ya da
aile, hükümetin ve devlete bağlılığın ilk ilkelerinin ve temellerinin
öğrenildiği bir okul gibidir. Aile vasıtasıyla erkekler Kilise ya da devletle
ilgili önemli meselelere hazırlanır." Bu cep boyu toplum görüntüsü,
evliliği, çağdaş, laik devlete katılmaya uygun erkek ve kadınları üretip
yetiştirecek çok gerekli bir araç olarak konumlandırmışım
Bekâret
açısından bakıldığında bu, bekâretin artık neredeyse doğası gereği kısa ve geçici
hale gelmesi demektir. Protestan zihniyetinde ne rahibe manastırına ne de bunu
çağrıştıran herhangi bir davranışa yer vardır. Kızkurusu ya da kocakarı gibi
kültürel sınıflandırmalar, İngiliz kültüründe bu zamanlarda göze çarpmaya
başlamıştır çünkü artık toplumda, evlenmek istemeyen ya da koca bulamayan
kadınların dolduracağı işlevsel bir mevki yoktur. Kadınlara yönelik varsayım,
1632’de The Lawes Resolution of Women’s Rights (Kadın Haklan Yasa Önergesi)
başlıklı kitapçıkta açıkça dile getirilir: "Bütün kadınların ya evli
olduğu ya da evleneceği farz edebilir.” Bekâret artık sınırlı raf ömrü olan
bir maldır. 1830’lara gelindiğinde nispeten ilerici ve özgür düşünceli İngiliz
gazeteci Richard Carlile gibi yazarlar bile büyük bir ciddiyetle, kızkurulannm “bir
tür ak sınıf hayvan” olduğunu söyleyip “hiç cinsel münasebete girmemiş
kadmlann yaklaşık yirmi beş yaşma geldiklerinde çökmeye başladıkları kimsenin
dikkatinden kolay kolay kaçmayacak bir gerçektir ... şekilleri bozulur,
yüzleri çöker ve kocaka- nhğa özgü özellikler açıkça görülür,” diyebilmektedir.
Kadınların
evlenip çocuk sahibi olmasının “doğal” olduğunun düşünülmesi gibi bunları
yapmadan önce bakire olmalarının da aynı şekilde “doğal” olduğu düşünülürdü.
Bekâret kadınların çocukluktan karılığa doğru yol alırken geçtiği kısa bir
zaman dilimiydi. Bekâretin bu şekilde doğallaştırılması ve önemsizleştirilmesi,
kadın iffetinin farklı türlerinin hepsinin birleştirilip aynı kefeye konmasına
yol açmıştır. Diana Primro- se’un 1630’da yazdığı A Chaine of Pearle, Oı; A
Memoriall of the peerless Graces, and heroick Vertues of Queene Elizabeth, of
Glo- rious Memory (Bir Dizi İnci ya da Kraliçe Elizabeth’in Eşsiz
Yücelikleri ve Kahramanca Erdemlerinin ve Sanlı Hatırasının Yadigarı) adlı
eserindeki şu dizeler bunu açıkça gösterir:
İster
bakirelerde bakireye özgü densin, İster kanlarda evliliğe özgü densin, Ya da
dullarda dullara özgü densin. Tanr ı hepsine Eşit derecede saygı gösterir ve
hepsi yol açar aynı etkiye.
Bu
küçük dörtlük, bekâretin Protestan Avrupa’daki düşüşünün etkili bir özetini
sunar. Eğer bütün iffet şekilleri Tann'nın gözünde eşitse o zaman bunlar
arasında ayrım yapmak için bir neden de yoklu. Bir kadının nikah masasına
götürdüğü bekâret, bunu terk ettikten sonra benimsemesi beklenen tekeşlilikle
bir bütün oluşturuyordu. Protestan zihniyetine göre bekâretin kendisi artık
münhasıran özel bir şeyi simgelemiyordu. Bu, -mantıklı, saygıdeğer her bekâr
kadından beklenebilecek bir şeydi. Edebiyat tarihçisi Theodora Jankowski’nin
iddiasına göre bu düşünüş ince ama önemli bir çağrışıma yol açmıştır: İffet,
Protestanların gurur duyacağı bir erdem olarak kalırken, “bekâret” sözcüğü
belirli Katolik çağrışımlar edinmiştir.
Katolik
tarzı bekâretin Protestanlıktan böyle çarpıcı bir şekilde silinmesi muhtemelen,
Bakire Meryem’e gösterilen övgü ve saygıya ilişkindir. Protestanlar hiçbir
zaman Meryem’in bakire olduğunu ya da bekâretinin daimi olduğunu inkâr etmemiş
olsalar da Katoliklerin Meryem’e tapma şeklinin Hıristi- yanlar için uygun
olmadığı konusunda hepsi hemfikir olmuştur. Protestan Meryem artık cennetin
kraliçesi olarak hüküm süren yan-tanrıça arabulucu değil, şans eseri İsa’nın
annesi olma şerefine erişen ve tamamıyla insan olan bir kadındır. Bu gözle
görülür bir tahttan indirmedir: Protestan tapmaklarında, Katolik kiliselerinde
olduğu gibi Meryem’in resimleri ve heykelleri yoktur; Meryem’i bütün
kadınların üstünde tutarak öven Salve Regina ya da Sub Tuum
Praesidium gibi Katolik ilahilerin de Protestanlıkta eşdeğeri yoktur.
Protestanların yüzyıllardır biriken kilise dışı edebiyat yerine kutsal kitabın
hükmü konusunda ısrar etmesi, Meryem'in kimliğinin temel özellikleri dışında
her şeyini silmiştir.
Bakire
Meryem’in Protestanlıkta tahttan indirilmesi bazı etkili ve ilginç tarihsel
olaylara yol açmıştır. 1. Elizabeth’in saltanatının başlarında Anglikanizmin
sistemli olarak geri getirilmesi (üvey kız kardeşi Mary’nin başarısız olan,
Katolikliği geri getirme girişiminin ardından Anglikanizm! yeniden kurmak
zorunda kalmıştı), devlet tarafından alınan çarpıcı Katolik karşın önlemler
arasında, Bakire Meryem resimlerini ve heykellerini bulup imha etmeyi
amaçlayan bul-yok et görevleri de vardı. Keskin zekâlı Helen Hackett gibi
çeşitli uzmanlar, bakire gücünün karmaşık bir şekilde yeniden düzenlenmesinin
bir parçası olan bu Meryem karşıtı kampanyaları incelemiştir. Meryem’in resim
ve heykellerinin imhasını, yerine yeni bir Protestan Meryem örneği (kraliçenin
ta kendisi) getirebilmek
için
eski Katolik bakiresini imha etmenin bir yolu olarak görmemek zordur.
Bakire
Kraliçenin Yaratılması
VIII.
Henry’yle ikinci karısı Anne Boleyn’nin kızı olan Eliza- beıh Tudor, hayatı
boyunca hiçbir zaman tam olarak Bakire Meryem’le karşılaştırılmamışım Bu,
kutsal kitabı temel alan Anglikan bakış açısından kutsal şeylere karşı
saygısızlık olurdu. Ayrıca bu. Bakire Meryem’in İncillerdeki oynadığı rol düşünüldüğünde
mantıklı da olmazdı: 1563’te çıkarılan Dinin Otuz Dokuz Maddesi’nin şartlarına
göre, tacı taşıyan kişi İngiltere Kilisesi’nin de başı olurdu. Bakire Meryem’in
Tann’nın isteği karşısındaki övgüye boğulan sonsuz itaatkârlığıyla, bir ulus ve
devlet dini yönetmekten daha az uyumlu bir şey hayal etmek zordur. Ancak
simgesel popülerlik bakımından, neredeyse Bakire Meryem’in kendisine eşdeğer
bir bakire kişilik yaratma süreci (uzun zaman almıştır) olmadan Elizabeth'in
saltanatı hiçbir şeydir.
Bunun
ne kadarının kasıtlı olduğunu, ne kadannınsa uzun süre tahtta kalan ve sevilen
hükümdarlara eşlik eden ilginin tesadüfen artmasından kaynaklandığını söylemek
zordur. Elizabeth'in kamuoyunu idare edip yönlendirmedeki ustalığı göz ardı
edilecek gibi değildi. Elbiseleri, mücevherleri, portreleri ve kraliyet
gezileri ile kendi topraklarında görmesini ve görülmesini sağlayan atıyla
çıktığı kısa ziyaretler için cömertçe para harcardı. İspanyol Donanması’yla
savaşmadan önceki gece askerlerine yaptığı efsanevi konuşmada olduğu gibi,
Elizabeth’in hem görsel hem sözel hitabet yeteneği tartışılmazdı. Üzerine
gümüşten bir zırh taktığı Athena’yı andıran beyaz bir elbise giymiş Kraliçe,
adamlarına, “Zayıf, güçsüz bir kadının bedenine sahip olabilirim ama bir
kralın, hem de bir İngiltere kralının yüreğine ve midesine sahibim," diye
seslenmiştir.
Elizabeth’in
yöneticilik görevine karşı kralca tutumu tartışmalara yol açan ve kurnaz bekâretinde
önemli bir rol oynamıştır. Taç giydiğinde yirmi beş yaşında olan Elizabeth,
üvey
kardeşi
VI. Edward’ın kısa bir süreliğine tahta geçtiği dönemde bekâr kalmak için izin
isteyerek tercihini bekâretten yana kullandığım çoktan ilan etmiştir. Üvey kız
kardeşi Mary’nin kraliçe olduğu ve birçok Avrupalı prensin genç prensese evlilik
teklifleri etliği dönemde, “diğer şeyler içinde beni en çok sevindiren ya da
memnun eden olduğum durumda kalma” arzusunu yinelemiştir. Ama (varsayımsal
olarak) doğurduğu çocuklar ileride üvey kardeşlerin herhangi birinin çocuğunun
olası rakibi olabilecek üçüncü sırada yer alan bir prensesten geldiğinde kabul
edilebilir olan (tuhaf olsa bile) bir davranış, Elizabeth kraliçe olduğunda
düşünülemez olmuştur.
VIII.
Henry’nin taç giyecek üçüncü ve son çocuğu olan Elizabeth, erkek ve kız
kardeşlerinin varis bırakamaması nedeniyle aynı zamanda Tudor Hanedanı’nın da
son temsilcisi olmuştur. Elizabeth ya evlenip çocuk sahibi olabilir ya da
kendisiyle birlikte Tudor soyunun ölmesine izin verebilirdi. İç ve dış
siyasetler de Elizabeth’in üzerindeki evlilik baskılarını artırmıştı.
İngiltere, Avrupa'da müttefiklere ihtiyacı olan küçük ve izole bir ülkeydi ve
taht için sırada bekleyen bir sonraki kişi, VIII. Henry’nin kardeşi Margaret’ın
torunu, Katolikliğe sada- . katle bağlı Iskoçya Kraliçesi Mary’ydi. Mary,
Fransa’nın ve Avrupa’daki diğer güçlü Katolik ülkelerin desteğine sahipti (sonunda
oğlu VI. James Elizabeth 1603’te öldükten sonra tahta çıkmıştır). Ama Katolik
devrinde Kanlı Mary’nin uyguladığı dehşet verici eziyetlerin hemen ardından bir
Katolik kraliçenin daha tahta geçmesi fikri, bu eziyetlerin hâlâ kanayan yarasını
taşıyan İngiliz Protestanlar için kesinlikle kabul edilecek bir şey değildi.
Elizabeth’in ilk parlamentosu 1559’da toplandığında, kraliçenin evlenmesini
resmen talep etmek için pek vakit kaybetmedi.
10
Şubaı’ta Elizabeth bunu, evlilik olasılığını tamamıyla reddetmekten dikkatlice
kaçındığı ama hoş karşılamaktan da geri durduğu bir demeçle cevaplamıştır. Yeni
taç giymiş olan kraliçe, eğer bekâr kalmayı sürdürmesinin kendisi için en
iyisi olduğu fikri Tanrı’yı memnun edecekse, bunu zevkle yapacağını
söylemiştir. Öte yandan Tanrı’nm, “ülkeyi yönetmeye uygun olan ve krallığın
benden gelebilecek çocuklardan belki de daha faydalı olabilecek bir varisten
yoksun kalmaması için uygun bir zaman” vermesini ümit ettiğini de söylemiştir.
Konuyu Tann’mn eline bırakmak evet ya da hayır demeyi reddetmenin en politik
yoluydu.
Bu,
Elizabeth'i evlenmeye teşvik eden iki parlamento talebinin ilki ve kraliçenin
bunlara cevaben verdiği ûç demecin ilkiydi. Bu iki talep ve ûç cevap süresince
(1559, 1563 ve 1569’da), Elizabeıh’in evliliğe karşı tutumlarında görünüşte
meydana gelen büyüleyici değişimin izlerini sürebiliriz. 1559’da Parlamento’nun
isteğini savuşturan acemi genç kraliçe, 1563’te ikinci parlamento anık otuz
altı yaşındaki kraliçeye benzer bir talep sunduğunda biraz daha akıllanmış ve
kur- nazlaşmıştır. Artık biraz daha açık sözlü olan Elizabeth arada geçen
zamanda sadece kendi adamı (ve muhtemelen hayatının aşkı) olan Robert
Dudley’nin değil, aralarında Avusturya Arşidükü Charles, İsveç Kralı XIV Erik
ve hatta üvey kız kardeşi Mary’nin dul bıraktığı Ispanyah 11. Philip’in’ de
bulunduğu Avrupa’nın bazı en güçlü adamlarının da evlenme tekliflerini
reddetmiştir. Buna karşın Elizabeth varis sorununu yine de oldukça ciddiye
alıyor gibiydi.
Bu
ikinci talebe verdiği cevapların ilkinde Elizabeth parlamentoya Incil'de Tanrı
tarafından mucizevi bir şekilde ileri yaşla hamilelikle kutsanan Elizabeıh’in
hikâyesini hatırlatmıştır. Kendisiyle Yeni Ahiı’teki adaşı arasında benzerlik
kurarak Elizabeth. bu konuda ilahi bir müdahale bekler gibi görünse de
Parlamenıo’ya onların isteklerini işitip anladığını belirtmiştir. Kasım 1566’da
bu talebe verdiği ikinci cevaptaysa Eliza- beıh’in evlilik karşıtı duruşunun
daha da yumuşadığı görülür. Oluz üç yaşındaki kraliçe bu cevapta ilk defa,
"eğer Tanrı evlenmek istediğim adamı almazsa” uygun bir zamanda evleneceğini
beyan etmiştir. Bunu yapmak istemesinin nedenleriyse
1
Philip
Ingiltere'yle arasındaki stratejik ittifakı yenilemeye can atsa da evlilik
Elizabeıh’in bir sürt nedenden dolayı ciddi olarak düşünmeye hazır olduğu bir
olasılık değildi. Philip'in Katolikliği ve İngiltere'de Mary'nin Ispanya
kralıyla evliliğine duyulan nefretin kalıntıları bu nedenlerin sadece
birkaçıydı.
açıktır:
“Çocuklarımın olmasını ümit ediyorum, aksi takdirde asla evlenmezdim,” Ama
evlenmesini en çok teşvik eden insanların koca olarak seçeceği bir adamı
onaylamadıklarını açıklayan ilk kişiler olacağı konusunda da bir o kadar açık
ve utanmazdı. Dahası bazılarının kendisine, “bir kere evleneceğimi söylediğimi
duymaktan fazlasını hiç islemediler,” dediğini de tepeden bakan bir
küçümsemeyle açıklamış ve bu tür basit fikirleri, “üstüne kılıf geçirilmiş olsa
da bundan daha büyük bir vatan hainliği görülmemiştir," sözleriyle sertçe
kınamıştır.
Bu
belki de evlilik fikriyle gerçekten uzlaşmaktan çok, basit bir stratejiydi.
Parlamento ve Kraliyet Danışma Meclisi arasında uygun bir koca seçimi
konusunda örneğine rastlanmamış oybirliği ile varılan bir anlaşma olmasını
engelleyerek evlilikten bu kadar uzun süre kaçmayı başaran Elizabeth’in
evlenmesinin istenilmesi artık pek olacak şey değildi. Elizabeth sözleriyle
Parlamentoyu yatıştırmak için nihayet kendisine izin verebileceğini düşünmüş
de olabilir çünkü hükmü akında bulunan halkın siyasi nedenlerden dolayı
Elizabeth’in kimseye bağlanmak istememesini desteklemesi gitgide daha da
muhtemel gözüküyordu. Kraliçe’nin tebaası arasında onun Protestanlığa olan
derin bağlılığına büyük değer veren birçok güçlü dostu vardı. Bunların bazıları
Kraliçe’nin uygun koca seçenekleri göz önünde bulundurulduğunda, ironik bir
şekilde evli bir kraliçenin Protestan davasına, varisi olmayan bakire bir
kraliçeden daha az faydası dokunacağını fark etmeye başlamıştı.
Elizabeth’in
son gönül ilişkisinde bu etkili bir biçimde görülmüştür. Bu ilişki, bırakın o
zamanı, günümüz şartlarına göre bile sıradışı bir eşleşme olurdu: 1579da
Elizabeth kırk altı yaşındayken Alençon dükü yirmi beş yaşındaydı. Niyetleri
açıkça siyasiydi çünkü Elizabeth’le Alençon arasında bir evlilik olması,
Fransa ve Ispanya arasında beliren İngiltere karşıtı ittifak olasılığını yok
ederdi. Ama Ingilizler buna tamamıyla karşıydı. Kızkurusu kraliçelerine
alışmışlardı, Fransızlardan neredeyse hiç hoşlanmıyorlardı ve halkın
hafızasındaki yerini hâlâ fazlasıyla koruyan Mary ve Philip'ten sonra bir başka
İngiliz kraliçesinin daha bir yabancıyla evlenmesi fikrini düşün-
mek
bile istemiyorlardı. 1579’un eylül ayında yayınlanan Dis- coverie of a
gaping Gulf ıvhereinto England is tike to be Swallo- wed by an other French
marriage (Bir başka Fransız evliliğiyle İngiltere’yi içine çekecek ağzı
açık bir uçurumun keşfi) adlı broşürün yazan olan Alençon karşıtı yazar John
Stubbs, bir Kraliyet cezasını anında hak etmişti. Kraliçenin kendi işlerine
karar verme hakkını sorgulamaya cüret ettiği ve Elizabeth’in kırklı yaşlarında
çocuk sahibi olup olamayacağı sorusunu bile bile dile getirecek kadar akılsız
davrandığı için Stubbs da yayımcısı da sağ ellerinden sonsuza kadar
kurtarılmıştı.
Çabucak
vazgeçilen Alençon ilişkisi Elizabeth’in Bakire Kraliçe olarak yaptığı
kariyerinin dönüm noktası olmuştur. Bundan önce. Kraliçenin eninde sonunda
evleneceğine dair küçük de olsa uzun zamandır bekleyen bir olasılık vardı.
Bundan sonra evlilik fikrinin artık ciddi olarak sözü edilmez oldu: Eli- zabeth
mantıken doğurgan görülebileceği yaşı geçmişti. Bu noktadan sonra Helen
Hackett’in de dediği gibi, “Kraliçe hiç şüphesiz ebedi bakire olarak göklere
çıkarılacaktır.”
1582’den
1603’teki ölümüne kadar Elizabeth’in bekâreti insanüstü bir özellik
kazanmıştır. Artemis, Selene, Diana, Vesta ya da Athena gibi betimlenen
Elizabeth ve bekâreti şiirselleştirilmiş, yüceltilmiş ve somutlaştırılmıştır.
Elizabeth’in bekâreti artık dünyevi bir insan bedenini ve bu bedenin üreme
işlevlerini etkileyen bir mesele değil, efsanevi bir kişiliğe iliştirilen fi-
zikötesi bir haleydi. Elizabeth’in saltanatının başlarında, kralın (ya da
ülkeyi tek başına yönetiyorsa kraliçenin) etten ve kandan oluşan bir “doğal
bedeni” ile güçleri ve görevi fiziksel bedenin yaratılışından gelebilecek her
türlü zayıflığı aşan mecazi bir “siyasi bedeni” olduğunu varsayan Kralın iki
Bedeni öğretisi, kullanılmıştır. Böylece Elizabeth’in bir kadın olarak “doğal
bedeninin” içsel dayanıksızlığının ve düşük değerinin, krallığının içsel
dayanıklılığı ve değeri kadar önemli olmadığı ileri sürülebilmiştir.
Saltanatının son yirmi yılında Elizabeth’in ve dolayısıyla İngiltere’nin halkın
gözündeki “siyasi beden" imajı, zor kazanılmış ve sonunda
gizemlileştirilmiş bekâretinin de eklenmesiyle iyice geliştirilmiştir.
Elizabeth’in saltana-
tından
önce bu niteliğin ancak, tahtı geçici olarak işgal edebilecek kadınsı ve
kırılgan bir fiziksel bedene özgü olduğu düşünülebilirdi. Ama bu nitelik aruk
daha büyük, daha önemli ve çok daha heybetli bir şeyi temsil etmeydi: Siper,
sancak ve zırh olan bekâret.
“Hâzineleri
Hiçbir Zaman Açılmamış Olan Kadın”
Elizabeth’in
saltanatı sırasında kraliçenin ününden başka yerlerde de yeni manzaralar
ortaya çıktı. Bir yüzyılı aşkın bir süredir gezginler ve kaşifler nefes kesici
deniz yolculuklarından, Avrupa kıyılarının çok ötesinde hayal bile edilemeyecek
kadar kârlı toprakların anlatıldığı hikâyelerle dönüyordu. Bu uzak diyarların
sunduğu ticaret fırsatlarının gayet farkında olan Eli- zabeih, ülkesinin ufkun
ötesinde bulunandan faydalanmasını sağlamak için 1600’ün sonlarında bir
kararnameyle Doğu Hindistan Şirketi’ni kurdu. Keşif, araştınna ve yerleşme
çabalarına duyduğu siyasi ve ekonomik ilginin yanı sıra kraliçeyle bu gizemli
uzak diyarlar arasında beklenmedik bir benzerlik de vardı: Zengin ve verimli
bekâretin getirdiği ün. Hatta İngiltere’nin Kuzey Amerika’daki ilk yerleşimi
olan ve 1607‘de kurulan Virginia Sömürgesine, kısa zaman önce ölen kraliçenin
en ünlü niteliğinin ismi verilmişti.2
Avrupa
yayılmacılığının görkemli bekâret söylemi (örneğin, Sör Walter Raleigh
Guyana’yı, “kızlığı henüz yağmalanmamış, kirletilmemiş, kullanılmamış bir ülke”
olarak nitelendirmiştir) birçok kişiye oldukça şaşırtıcı gelir. Elizabeth’in
bekâreti klasik bir kinaye konusu olmuş olabilir ama Yeni Dünya’nın bekâreti
çoğunlukla genelevi ima eden bir “anlarsın ya”ydı. Yeni Dünya’nın topraklan,
Robert Johnson’ın Nova Britaııııia (Parlayan Yıldız Britanya) (1609)
adlı eserinde söylendiği gibi, “doğası gereği güçlü ve sağlam” olarak
görülüyordu. Amerika'nın kuzeydoğu köşesi olan Yeni İngiltere kıyısındaki kayalık
çetin sahiller bile, “Bakire Güzellikleri Olan Bir Cennet"
2
Virginia ismi.
İngilizce'de bakire anlamına gelen “virgin" sözcüğünden gelmekledir -
ç.n.
diye
övülüyordu. Hatta Thomas Morton’ın 1632'de yazdığı gibi, sömürgeci zihniyete
sahip kaşiflere göre, bu yeni topraklar, "fethedilme^ ve zifaf yatağında
âşığıyla birleşmeyi / arzulayan güzel bir bakire gibi,” Avrupalı Hıristiyan
yerleşimin dokunuşu için yanıp tutuşuyordu sanki.
Böylesine
baştan çıkarıcı cenneti andıran bir arzulu ve bereketli bekâret görüşü etkili
bir motif olmuştur. Sömürgeci yayılma çağma özgü betimlemelerde Yeni Dünya
çoğu zaman, çıplak ya da en azından göğüsleri ortada, saçlan açık, duruşu
utanmaz bir kadın olarak gösterilmiştir. Bu toprakların bu şekilde kadın
bedeniyle somutlaştırılması, kimi zaman rahat bir hamaktan meyvelerle dolup
taşan ormanlarda koşup oynayan evcil görünümlü bir avın başka bir örneğine,
işaret etmektedir. Amerikalar ve dolayısıyla orada yaşayan yerliler açıkça,
AvrupalI erkeklerin tekliflerine karşı koymayan, hatta bunlara gerçekten ilgi
gösteren çekici, kolay elde edilebilir ve en önemlisi bozulmamış partnerler
olarak görülmüştür.
Bu
kısmen temenni niteliğinde bir görüştü: Avrupa ve Britanya Adalan
kalabalıklaşmış, tarıma elverişli arazilerin sınırları zorlanmaya başlamıştı
ve insanın belini büken bitmek bilmeyen çalışmanın ödülü yoksulluk, hastalık
ve kötü yıllarda kıtlıktı. İnsanın geçimini sağlaması için neredeyse parmağını
bile kıpırdatmasına gerek olmayan bir yerin bulunduğu fikri doğal olarak
herkesin iştahını kabartmıştı. Böyle bir ortamı tanımlamak için cinsel anlamda
hazır misafirperver bir kadından daha iyi bir simge olabilir mi?
Yeni
Dünya’da gerçekten de henüz yerleşilmemiş uçsuz bucaksız topraklar ve
tamamıyla sömürülmemiş ve dalından koparılmaya hazır başka kaynaklar vardı,
yani bu görüş tamamıyla boş bir vaat değildi. Üstelik bunun yanı sıra,
kâşifler Yeni Dünya’dan dönmeye ve okyanusun öteki yanında yaşadıkları
serüvenleri yayımlamaya başladığında, görünüşe göre AvrupalIlara tıpkı
topraklan gibi seve seve teslim olan bakire kadınlarla girdikleri cinsel
ilişkiler hakkında dinmek bilmeyen bir masal yağmuru üretmişlerdir. Carolina
kâşifi John Law- son’ın 1709’da basılan hikâyeleri gibi anlatılarda, sadece
yerli kadın ve kızlarla değil, arzulu ve “doğası gereği” önüne gelenle yatıp
kalkan ve cinsel yaşamlarına “doğa onlan teşvik eder etmez" başlayan
yerli kadın ve kızlarla yaşanan cinsel eğlencelerin şehvet düşkünü ve şüphesiz
abartılı tarifleri yer alır. Hatta Lawson’ın iddiasına göre bundan daha da iyi
olan şey bu kadınların, azgın sömürgeci arzularına yenik düşse bile isimleri
ya da yaşanılan kesinlikle mahvolmayacak kadınlar olmasıdır: “Hiçbir kadının
ismine asla leke sürmemiş ya da en azından yükselmesine mani olmamış çok sayıda
efendi adam, ne kadar zamparaysa o kadar onurludur.”
Bu
tariflerin bazılan bugün “seks turizmi” diyebileceğimiz şeyin keskin pis
kokusunu yayarlar. Virginia eyaletinin tarihçisi ve zengin çiftçilerinden olan
Robert Beverley, “Ortamın Acemilerinin" kendilerini ağırlayanlar
tarafından davet edildiği fazlasıyla cömert bir yerli haremi diyebileceğimiz
bir şey tarif etmiştir. Buna göre yerlilerin yaşadığı bölgeye gelen Avrupah
ziyaretçi için, kendisine hizmet etsin, onu soysun ve her biri bir yanında
yatsın diye “bir çift genç güzel bakire” seçilirdi. Beverley’nin vaadine göre
bu cinsel olmayan bir davranış değildi çünkü kadınlar “adamın [ziyaretçinin]
onlardan istediği her şeye boyun eğmemenin misafirperverliğe aykırı olduğunu
düşünürdü.”
Bunun
gibi hikâyeler hem Kuzey Amerika topraklarında hem de Avrupa’da farklı tepkiler
doğurmuştur. Bir yandan dindarların Yeni Dûnya’nm belli ki ahlâksızlığa alışmış
yerlilerini medenileştirmek ve Hıristiyanlaştırmak için misyoner gönderme
kararını güçlendirmiştir. Öte yandan bu hikâyeler, servet bulmak için Kuzey Amerika
sömürgelerine (Virginia, Maryland ve özellikle Kuzey ve Güney Carolina) giden
sayısız bekâr erkek için cezbedici bir olasılık sunmuştur. Bu hikâyeler o kadar
etkilidir ki zengin bir çiftçi ve devlet adamı olan Willi- am Byrd gibi bazı
beyaz Avrupahlar, Amerika’nın yerli kabilelerini ziyaret edip Beverley’nin
hikâyelerinde vaat edilen ateşli bir kız-kıza etkinliğin kendilerine
sunulmadığını görünce, açıkça hakları olduğunu düşündükleri şeyi almadıkları
için oldukça sinirlenmişlerdir.
Bu
lür hikâyelerin ve iddiaların ne derece doğru olmuş olabileceğini bu tarihsel
uzaklıktan değerlendirmek neredeyse imkânsızdır. En azından bazı yerlilerin,
Avrupa'dan gelenlerle orada yaşayan yerliler arasında karşılıklı ittifaklar
kurabilmek için kadınlarını paylaşmaya niyetlenmiş olması muhtemeldir. Öte
yandan dil, kültür ve göreneklerin getirdiği engeller böyle bir niyetin
Avrupalılar tarafından kolaylıkla (ve bazen belki de kasten) anlaşılmamasma yol
açmıştır. Buralara ilk olarak yerleşen sayısız erkek hayatta kalabilmek için
nikâhsız yerli karılarının çeviri yapmasına, yön bulmasına ve bu yabancı
topraklarda karınlarını doyurmalarına yardım etmesine bağımlı olmuştur ama buna
karşın yine de Avrupalı erkeklerin çoğu bu “vahşileri” ciddi partnerler olarak
düşünmemiştir. John Rolfe’nin 1614’te Pocahontas’la evlenmesine (ve masrafları
Virginia Şirketi tarafından karşılanan İngiltere gezileri sırasında gelen şöhretlerine)
gösterilen büyük ilginin de kanıtladığı gibi, bir AvrupalIyla Amerikalı bir
yerli arasında yapılan tamamıyla meşru bir evlilik pek benzeri görülmemiş
sıradışı bir durumdu.
Pûritenler
Amerika
Birleşik Devletleri’nde, Yeni Dünya’ya yerleşenleri simgeleyen manzarada
başrolü, Massachusetts Körfezi Sömür- gesi’nin Püritenleri oynar.
Protestanlığın son derece Kalvinist bir türü olan bu tarikatın azimli
üyelerinin devlet dinine karşı dirençleri, kendi ahlâki ve ruhani saflık
anlayışlarına gönülden bağlılıkları ve saldırgan olmaları, İngiltere’de
gerilim yaratmış ve sonunda savaşın (İngiliz İç Savaşı) kesin olarak patlak
vermesine katkıda bulunmuştur. Savaştan önce ve bilhassa savaştan sonra,
Pûritenler, özellikle de daha uzlaşmaz olanlar barınmak için çoğunlukla,
inançlarına ya daha olumlu yaklaşan ya da hiç olmazsa karşı çıkma olasılığı
daha düşük olan yerler aramıştır.
Bu
yerlerden birisi Kuzey Amerika’nın doğu yakasıdır. Hem Virginia Sömürgesi hem
de Massachusetts Körfezi Sömürgesi, Pûritenler tarafından, İngiltere’de
kurumsallaştıramadıkları
Kutsal
Cumhurıyet’i Yeni Dünya’da kurmayı deneme ilkesi üzerine kurulmuştur. Bu tasan
Massachusetts’te başanlı olmuştur. 1648’dedört Massachusetts topluluğu
Cambridge Ta- sansı’nı kabul ederek yetkinin “seçilenlerde,” yani Püriten cemaatlerin
en ahlâklı ve dindar erkek üyelerinde toplandığı bir hükümet şekli kurmuştur.
Bu seçilenler topluluklanna, tıpkı ailelerine olduğu gibi reislik ederek hizmet
vermiştir. Kalvinist Protestan ailenin oluşturduğu “küçük Cumhuriyet"
böylece o zamanlar Massachusetts’in taşlı topraklarından çıkanlan büyük
cumhuriyetin temel yapı taşı olmuştur.
Bekâret
hem gerçek hem de mecazi anlamdaki cumhuriyetler için ciddi biı konuydu.
Bekâret, kadınlar için uygun hayat düzeninin bir parçası olduğu kadar, bir
kadının ve ailesinin bu ayrılmaz topluluklar içerisindeki itibarını belirleyen
bir etkendi de. Evli olmavan bir kadın bekâretini kaybettiğinde bu, toplumsal
ve ekonomik bir krize yol açardı çünkü kadının evlenme olasılığını neredeyse
yok ederdi. Kadının aileye reislik etmesiyse kabul edilemez bir şeydi. Ancak
bir erkek ailesini yönetebilir ya da cemaat içerisinde temsil edebilirdi.
Kaybedilmiş
bekâret aynı zamanda ideolojik ve dogmatik bir krizdi. Püriıenlerin inancına
göre, nasıl bir aile üyesinin yanlış yapması ailenin geri kalanının adını
lekeleyebiliyorsa, cumhuriyetin bir üyesinin işlediği günah da Tann’nın gazabım
bütün topluluğun üstüne çekebilirdi. Bu sondan kaçmak için cezalandırılmak ve
tövbe etmek gerekirdi: Örneğin, yanlışı yapan kişiyi üzerinde işlediği günahın
niteliğini gösteren bir işaret taşırken belli de elleri ve kafası tahta bir
boyunduruğa sıkıştırılmış bir durumda herkesin içinde ayakta durmaya zorlamak.
Püriten cezaları, çağımız insanlarına çoğu zaman gereksizce aşağılayıcı
görünse de, işin püf noktası, bu cezaların insanların gözü önünde uygulanması
ve utanç verici olmasıydı: Tanrıya yeterince tazminat ödenmemiş olabileceğine
dair korkuları gidermek için adaletin yerini bulduğunun görülmesi gerekirdi.
Cinsellik
kurallarım ihlal eden Püriten kadınların herkesin gözü önünde yngılanması, bazı
tarihçileri evlilik öncesi cinsel ilişkinin Massachusetts Körfezi Sömürgesi’nde
salgın olduğu varsayımına götürmüştür. Ancak gerçekte durum oldukça farklı
gibidir. Tarihçi Else Hambleton’ın çalışmalarının onaya çıkardığına göre bu
dönemde, ya evli olmayan anneler ya da hamile gelinler olarak evlilik öncesi
bekâret tabularını ihlal ettiği bilinen kadınların sayısı oldukça azdır.
Ayrıca evli olmayan annelerle hamile gelinlerin sayası genellikle, en azından
17. yüzyılda, neredeyse aynı olmuştur: Massachuseıts’in Essex bölgesinde 1641
ve 1685 yıllan arasında, çocuk doğunnasıyla zina yaptığı ortaya çıkan 135 evli
ve 131 bekâr kadının adından söz edilmiştir.
Evlilik
dışında hamile kahp evlenmeyi becerenlerle beceremeyenler arasında birkaç
önemli fark vardı. Bu fark bazılarının yargılanması, bazılannın yargılanmaması
değildi. Evli olmadan çocuk doğuran kadınlarla evlendikten sekiz ay sonra
çocuk doğuran kadınlar aynı şekilde yargılanırdı. Aradaki fark, ayn cezalar
uygulanması da değildi çünkü para cezaları, kırbaçlamalar ya da başka tür
cezalar, kadının evli olup olmadığına bakmaksızın verilirdi. Bu fark, yaşla
ilgili de değildi çünkü zina yargılamalarındaki kadınların çoğunun yaşı yirmi
beşin altında, yarısından fazlasının yaşıysa on beşle yirmi arasındaydı.
Aradaki fark kadınların en başta nasıl hamile kaldığıyla ve bunun ileriki
yaşamlarını nasıl etkilediğiyle ilgiliydi.
Bebekleri
doğduğunda evli olan kadınların topluluğa tekrar tamamıyla dahil edilme
olasılığı daha yüksekti. Bunun nedeni kısmen, pişmanlık verici kusuru birlikte
işledikleri adamlarla evli olmalarıydı. Öte yandan zinadan suçlu bulunan
kadınların dörtle üç gibi büyük bir çoğunluğu hiçbir zaman koca bulamazdı.
Böylesine evlilik merkezli bir kültürde bu, yaşamlarının geri kalanını
toplumsal, ekonomik ve dinî açıdan bir kenara itilmiş şekilde geçirmelerine
neden olurdu. Evli olmayan bu annelerin, başka kadınlarla evli olan ve
toplumsal ve ekonomik açıdan üst sınıflarda yer alan adamların çocuklarını doğuruyor
olma olasılığı çok yüksekti. Bu adamlar yaşça kendilerinden epeyce de büyük
olurdu. Essex bölgesinde evli olmayan genç kadınları kapsayan zina davalarında
para cezasına «çarptırılan erkeklerin yaklaşık % 6O’ı en az yirmi yedi yaşındaydı.
Haınbleton'a göre bu yaş ve toplumsal konum farkları, “duygusal bir bağın
değil, sömürücü bir ilişkinin kanıtıdır.”
Topluluklarının
gözünde, erkek oldukları için hamile bıraktıkları kızlardan daha önemli olan
bu adamlardan herhangi bitlisinin davranışı için cezalandırılması nadiren
görülmüştür. Bu da Püriten Yeni İngiltere bölgesinde, bekâretini daha yaşh,
daha güçlü ve çoğu zaman sömürücü olan adamlara kaybedip hayatlarının geri
kalanı boyunca bunun bedelini ödeyen kadınların oluşturduğu bir alt sınıf
doğmasına neden olmuştur. Evli olan ve olmayan zinacılann yasaya göre eşit
olarak cezalandırıldığı Kutsal Cumhuriyette bu ahlâk suçunun cezalandırılmasındaki
yüzeysel eşitlikçiliğe karşın, evlilik dışında kaybedilen bekâret için ödenen
kefaret gerçekte iki taraftan yalnızca biri için ayrılmıştır.
[1]
Latince "The cowl does not make ıhc monk". “Görünüşe aldanma”
anlamında bir deyim.
[2] Burada Robert Palmcr’m “Bad Case of Loving
You" (Seni Sevmek Hastalığı) adlı şarkısının nakaratında geçen “Docıor,
docıor, givc me ıhe news” dizesine gönderme yapılmakladır - ç.n
[3] Hoodoo erken 19. yüzyıl dönemi
Afro-amerikan kûltûrjinc ait bir terimdir.
Afrika. Amerika ve Avrupa yerel halk
inanışları ve ritûellerinin oluşturduğu bir harmandır.
'
İlk gece hakkı - ç.n.
[4] Kitabın orijinalinde “dare
double-darc" olarak geçiyor. Burada “Doublc Dare” isimli Amerikan TV
şovuna gönderme yapılır.
[5]
Ne kadar çok değişirse o kadar aynı kalır.
[6] Katherine Grubu da denilen, 13. yüzyıldan
kalına beş Ortaçağ Ingilıeresi metninden oluşan, dini münzevilere adanmış,
bekâretin erdemlerini öven yazılardır.
[7]
Orijinal metinde “grrrl power" olarak geçen güçlendirme anlamındaki terim.
1990 ların sonlarından 2000'lere uzanan kültürel bir olgu haline gelmiş ve erken
1990'lardaki feminist punk hareketi Riot Grrrl'e atfen feminist ıcrmiııoli-
jiye girmiştir.
[8] Bu belgenin yazarıyla İsa’nın kendisi
arasındaki ilişkinin yapısı uzun süren tartışmalara konu olmuştur. İsa’nın kız
ve erkek kardeşlerinin varlığına olanak tanıyan ve Incil’de balısedilen, ama
aynı zamanda Meryem’in daimi bekâretine de olanak tanıyan açıklamalar çok
sayıda ve birçok farklı şekilde olmuştur..
[9] Sözcüğün İngilizcesi St.John's wort
şeklinde Aziz Yuhanna bitkisi anlamındadır - ç.n.
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder