Print Friendly and PDF

Kadınların Çileli Hayatı 2

|

 


İşaretler ve Belirtiler

New York’ta Greenwich Kasabası’ndaki Washington Meydanı Parkı’nda, 19. yüzyıl Risorginıentosu’nun (İtalya'nın birleşme­si) İtalyan (bazen de New Yorklu) kahramanı olan Giuseppe Garibaldi’nin bir heykeli durur. Bu heykelle ilgili anlatılan eski bir fıkraya göre, Garibaldi, bu her daim kibar İtalyan, önün­den geçen her bakireyi kılıcını kaldırarak selamlayacaktır. Fık­ranın neresi mi komik? Kasabada yüz yıldır Garibaldi’nin se­lamladığı tek kadın bile olmamıştır.

Garibaldi’nin heykeli, sihirli bakire dedektörü olarak nam salan tek cansız nesne değildir. Bir alay üniversite kampüsü de benzer üne sahip heykelleriyle böbürlenirler. Sihirli bakire dedekıörleri her zaman çok gözde olmuştur. Efsaneler ve Or­taçağ aşk hikâyeleri, içilen şeyi alttaki görünmez deliklerden sızdıran şaka bardağıyla aynı numarayı yapan boynuzdan ya­pılmış sihirli kadeh gibi şeylerle süslenmiştir. Ne zaman iffet­siz bir kadın böyle bir kadehten içmeye çalışsa şarap kadının üstüne başına dökülür ve böylece kadının işlediği cinsel gü­nahın görünmez lekesi ortaya çıkmış olur. Bir zamanlar bir ar­kadaşım, 1980'lerde bir üniversite partisinde başka bir öğren­cinin oldukça ciddi bir şekilde kendisine, bira şişesinin üze­rindeki marka kâğıdını sadece bir bakirenin tek parça halinde çıkarabileceğini söylediğini anlatmıştı. Benzer biçimde Floris ve Blaunchefleur’ün Ortaçağdan kalma hikâyesi, Babil sulta­nına ait tılsımlı bir pınarı anlatır. Hikâyeye göre, iffetsiz bir kadın bu pınarın suyuyla ellerini yıkarsa su kan gibi kıpkır­mızı akmaya başlar.

Bu ve benzeri testler simgesel sihir ilkesine dayanır. Cansız bir nesne, bekâretin ya da bekâret kaybının simgesi işlevini görür ve menzilde bir kadın bedeni olduğunu bildiren bir ispi­yoncu gibi görevini yapar. Garibaldi fallik kılıcını kaldırdığın­da ya da bira şişesindeki marka, bir bakirenin himeninin ol­ması gerektiği gibi hiç bozulmamış bir durumda çıkarıldığın­da, simgeselliği hiç düşünmeden anlarız. İffetsiz bir kız, pına­rın kırmızı akan sulan tarafından ya da boynuzdan yapılmış kadehin üstüne başına şarap dökmesiyle tespit edildiğinde, bu kan kırmızısı lekenin ne olduğunu anında biliriz. Tek boynuz­lu atın sivri-boynuzlu kafasını bakire bir kızın yumuşak kuca­ğına koymasının ne anlama geldiğini ya da bu atı neden sade­ce bakirelerin dize getirebildiğini anlamak için kimsenin sihre ihtiyacı yok. Bu testlerde bekâret doğanın güçlerine özgü bir sihir türüdür.

Bakire sihri esasen Hıristiyanlıktan önce gelir. Antik Yunan edebiyatında, kutsal yılanların sadece bakirelerden hediye ka­bul ettiği ve bakire olmayan ellerin sunduğu her şeye burun kıvırdığı örnekler buluruz. Persephone gibi mitolojik bakireler ölüler diyarını ziyaret edebilecek güce sahiptir. Evadne, Leda ve tabii ki Meryem (ya da Miryam) gibi bakire kadınlar Tan- n'nm çocuklarını doğurmak üzere seçilmiştir. Hıristiyan şehit­lerini anlatan efsanelerde, bakireler her türlü işkenceye daya­nabilir, olası tecavüzcüleri bir anda durdurabilir, cinleri yenil­giye uğratabilir, anne-babalara, krallara ve hatta Şeytan’a bile karşı koyabilirdi. Hıristiyanlığın Kilise tarafından Incil’e kabul edilmeyen ve hepsine birden apokrif denilen kitaplarında, Sa­kime adlı bir ebenin Bakire Meryem’in bekâretinden şüphe duyduğunu ve üzerinde bekâret testi uygulamaya çalıştığında Meryem’in kutsal ve bakire vajinasının sihirli gücünün ebenin elini çok fena bir şekilde yaktığını okuruz. Tekrar tekrar gör­düğümüz gibi, bakireler sihirli varlıklardır.

Sihri sadece sihirle test etmeye çalışmamız anlamlı olur. Si­hirli hikâyeler anlatan Ortaçağ geçmişimize ait boynuzdan ka­dehler, tılsımlı pınarlar ve tek boynuzlu atlar, bugünün bira markaları ve park heykellerinin uzaklan akrabalarıdır. Ameri­ka’nın güneyindeki kırsal bölgelerde yaşayan siyahi topluluk­ların bir halk geleneğine göre, bir adam parmağının ucuyla kulağından biraz kulak kiri aldıktan sonra parmağını kadının vulvasına bastırarak bir kadının bekâretini test edebilir. Bu şe­kilde bir adamın kulak kirine manız kalmak kadının canını yakar ve ağlamasına neden olursa, kadın bakiredir çünkü bir adamın bedeninden çıkan herhangi bir salgı kadının bekâreti­ni “yakma” gücüne sahiptir. Bu, simgesel sihrin ve etkileşim sihrinin nasıl kullanıldığını gösteren harika bir örnektir. Bu­nun yazı tura atmaktan daha doğru bir bekâret göstergesi ol­madığı gerçeğiyse sihirli bir şekilde konuyla ilgisiz görülür.

Cucullus non Facit Monachum[1]

Kadınların her an bekâretleri konusunda yalan söylemeye çalı­şabilecekleri olasılığına karşı önlem almak için, birçok bekâret testi, ölçütlerinin taklit edilmesi imkânsız değilse bile epey güç olduğu için seçilmiştir. Ama bu testlerin çoğundan geç­mek tamamıyla şansa kalmıştır. Özellikle de, kadının dış görü­nüşünü bekâretin varlığı ya da yokluğunun kanıtı olarak gö­ren testlerden.

Bunun, adı kötüye çıkmış bir örneği, göğüs testidir. Galen ve Soranus’un zamanından bu yana, hatta büyük olasılıkla bu­nun öncesinde de birçok yüzyıl boyunca, göğüsler soyulur ve aksi ispatlanana kadar geçerli sayılan bekâret kanıtı görevini görmeye zorlanırdı. Buna göre, “küçük, dolgun ve yumuşak göğüsler”, 20. yüzyılın başlarında bile, adli tıp literatüründe hâlâ bekâretin işareti olarak görülüyordu. Bildiğimiz gibi an­cak son elli yılda kolay ulaşılabilir hale gelen estetik ameliya­tın olmadığı o zamanlarda, bir kadının göğüslerinin büyüklü­ğünü, şeklini ya da yapısını kasten değiştirmek için yapabile­ceği çok az şey vardı. Hâlâ bir sürü kaynak, kadın göğsünü, bekâretin varlığı ya da yokluğunun kanıtı olarak görür. Yuka­rıya doğru bakan göğüs uçlan, pembe, solgun ve küçük göğüs uçları ve sarkmaya başlamamış göğüsler gibi özelliklerin hep­sinin bekâreti kanıtladığı farz ediliyordu. Göğüs uçlan aşağıya bakıyorsa, koyu renkli ve fazla büyükse, göğüsler cılız ya da sarkık görünüyorsa, bunlann suçlu bir cinsel geçmişi ele ver­dikleri söyleniyordu.

Bir kadının kalem testini’ geçip geçememesi üzerine bekâret teşhisi yapılması fikri, bugün en iyi ihtimalle komik, en kötü ihtimalle ise körü körüne kadın düşmanı olarak görülür. Ama bugün kullanılan birçok gözde bekâret “kanıtı” da bunlardan daha iyi olduğu söylenemeyecek ölçütlere dayanmaktadır.

İnsanlar çoğu zaman, cinsel aktivitenin öyle ya da böyle be­deni gerçekten değiştirdiğine inanmaya ne denli istekli olduk­larını açıkça göstermişlerdir. Mastürbasyonun körlük, sivilce, ya da avuç içinde kıl çıkması gibi şeylere yol açtığı fikri bu ku­ramın bir yansımasıdır. Bekâret kaybının bir şekilde kadının bakışlarında, oturup kalkmasında, göğüslerinin şeklinde ya da büyüklüğünde, baseninin ya da kalçalarının kıvrımlarında gö­rülebildiğini birilerinden duyduğumuzda ya da kitaplarda okuduğumuzda, aslında hepimizin işittiği aynı şeydir. Araştır­macı Kristin Haglund’un 2003’te yayımlanan araştırma rapo­runda genç bir kadın, “Yani benim büyük bir popom ve base­nim var diye, benim de seks yaptığımı düşünüyorlar ama yap­mıyorum; ailemde herkesin böyle,” diye yakınmaktadır. Hag- iund bu kadına, dış görünüşe bakarak insanların cinsel anlam­da etkin olduğu fikrinin nereden çıkarıldığını sorduğunda, ka­tılımcı şöyle cevap verir: “Öyle diyorlar çünkü seks yaptığın zaman basenlerin genişler ya da onun gibi bir şey olur.”

Dar bir poponun ya da kıvırmadan cinselliği çağrıştırmayan bir şekilde yürümenin bekâretin göstergesi sayılmasının, doğ-

1   20. yüzyılın ortalarında çıkan kadın dergileri, göğüslerinin bu özelliklere uy­gun olup olmadığını değerlendirmek isteyen okurlarına, göğüslerinin bir kale­mi göğüs kafesinin ortasında tutabilecek kadar sarkıp sarkmadığına bakmaları­nı tavsiye ediyordu. Sadece göğüsleri kalemi tutamayıp düşüren bu testi “geç­miş" sayılırdı.

ru olmasa da kendisine göre bir mantığı vardır. Birinin bedeni ne kadar genç ve çocuksu görünürse -dik, küçük, sıkı göğüs­ler, dar basenler ve fazla göze çarpmayan kalçalar, ergenlik dö­neminin doruk noktasını daha yeni atlatmış kızların özellikle­ridir-, insanların o kişinin bakire olduğunu düşünmesi ya da buna inanması olasılığı da o kadar yükselir. Cinsel anlamda daha olgun görünen bedenlerinse cinsel açıdan etkin olduğu­nun zannedilme olasılığı daha yüksektir.

Birinin dış görünüşüne, hatta nasıl giyindiğine bakarak cin­sel konumuna dair bilgi edinmeye çalışılması, 19. yüzyılda in­sanların yapılarını ve kişiliklerini belirlemek için sözde bilim frenolojinin (kafatasının çeşitli bölgelerinin ve kafanın dış hat­larının ölçülmesi) kullanılmasına olağanüstü bir benzerlik gösterir. Frenoloji inancının geçmişte kalmış olmasına karşın bugün hâlâ insanların, poposunun büyüklüğünden, yürüyüş şeklinden ya da dik göğüsleri ve dar kalçası olduğu için ya da yakası mütevazı bir kıyafet tercih etliği için bir kadının bakire olduğunu bilebileceklerine inanmasının örneklerini yaygın olarak bulabilmemiz gerçekten de tuhaftır.

“Bakire gibi görünmek" diye bir şey yoktur. İnsan ancak bir bakirenin nasıl görünmesi gerektiğine dair kendi kültürünün varsaydığı şey gibi görünebilir. Bu durumda bile kişinin başa­rısı genlerinin onunla işbirliği yapıp yapmamasına bağlıdır. Geçmişte yaşayan insanların da dediği gibi, cucullus non facit monadıum, yani “cüppe insanı rahip yapmaz”. Aynen bu yüz­den, ne göğüsler, ne kalçalar, ne kıyafetler ne de hareketler ki­şiyi bakire yapar.

Kimya ve Çiş Kâhinleri

Bir kadın “bakire gibi görünüyor” olsa bile, bu konuda kolay kolay ikna olmayanlar vardır. Ortaçağ’ın sonlarından kalma De secıetis mulierum (Kadınların Sırları Üzerine) adlı metnin ya­zarı bu kuşkuculardan biridir. Yazar, önce bakirelerin tanın­masını sağlayacak "utanç, alçakgönüllülük, korku, kusursuz yürüyüş ve konuşma”, “erkeklerin ve erkeklerin yaptıklarının

önünde bakıştan yere çevirmek” gibi çeşitli özellikler saymış; ardından da dönüp, “Bazı kadınlar o kadar akıllıdır ki...bu işa­retlerle teşhis edilmeye karşı nasıl direneceklerini iyi bilirler,” demiştir. Bir kadının bekâreti hakkında daha kesin kanıt iste- yenlereyse bunu, kadının istese de değiştiremeyeceği bir yerin­de aramalarını öğüllemiştir: Çişinde.

Rönesans döneminde bazen idrar muayenecileri olarak da bilinen, modem zaman öncesinin çiş kâhinleri, bugün kulla­nılan idrar tahlili yöntemlerini kullanmazlardı. Bunun yerine, hastalar çişlerini yaparken onları dinleyip seyreder, hastalara iksirler ve bitkilerden kaynatılarak elde edilmiş sıvılar içirir ve bilgi sağladığı varsayılan birçok koşulda idrarı incelerlerdi. 13. yüzyılda yaşayan Saliceıolu William, bakireler “hafif bir ıslık sesi çıkararak idrarını yapar,” diye yazar ve ona göre bakirele­rin idrarını tamamlaması “gerçekte küçük bir oğlan çocuğun- kinden daha uzun sürer.” Bu açıklama, kadının cinsel organla­rı henüz cinsel birleşmeyle açılmadığı için idrar akışının sıkış­tırılmış bir şekilde gerçekleştiğini ima etmektedir. De secretis mulierum üzerine yazan bir yorumcu, bakirelerin idrarının vulvanın içerisinde, bakire olmayan kadınlara göre daha yuka­rıda bulunan bir bölgeden geldiğini ileri sürer. Bu da, tıp lite­ratüründe, cinsel ilişkinin kadın anatomisini bir şekilde temel­den değiştirdiğini ima eden sayısız açıklamadan biridir.

Bu dönemde, idrarın nasıl göründüğü de çok önemliydi. Ba­kirelerin idrarı duru, pırıl pırıl ve kıvamı bakımından ince olurdu ve birçok kaynağa göre hiçbir zaman bulanık ya da be­lirsiz olmazdı. En ideal durumda bakirelerin idrarı renksiz olurdu. Altın sansı idrarın zevke duyulan iştahın göstergesi ol­duğuna inanılırdı ve bu yüzden de doğal olarak istenilmezdi. Bazıları da bir kadın bakire değilse idrarı bekletildiğinde, için­deki spermin bulanık bir tabaka oluşturarak ayrı bir şekilde kavanozun dibine çökeceğine inanırdı.

İdrarın bekâret testinde kullanılmasının bir başka örneği de, bir kadının özel yollarla idrarını yapmaya zorlanıp zorlanama­yacağının gözlenılenmesiydi. 13. yüzyıl bilimcisi Albertus Magnus'un mineraller üzerine yazdığı incelemeye göre, bir ka- din içinde oltutaşlan yıkanmış ve içine küçük oltutaşı sıyrıntı­ları katılmış su içerse ve anında idrarını yaparsa bakire değil­dir. Başka bilirkişiler de zambağın yapraklan ve erkek organı, kömür ve marul gibi çeşitli maddelerin de aynı etkiye sahip olduğunu iddia etmiştir. Hatta marulun o kadar etkili olduğu düşünülmüştür ki, kişinin bunu koklamasının bile yeteceği söylenmiştir. Bir Rönesans yazan, “Bir marulu alıp kadının burnuna tutun,” diye talimat verir ve eğer kadın bakire değil­se, “hemen idrannı yapacaktır."

Uzun Yolculuk

İdrarla ilgili bir başka test de bedeni duman ya da buharla tüt­süleyerek yapılırdı. Tütsüleme buğunun, örneğin belli şifalı oı- lann dumanı, bedenin içine verilmesiyle uygulanırdı. Bedenin çeşitli yerlerinin tütsülenmesi birçok hastalığın tedavisinde kullanılırdı ama vajinanın tütsülenmesi özellikle bekâreti teşhis etmek için yapılırdı. Bu tütsülemelerde, buharlaşması gereken maddenin içinde olduğu kap, küçük bir kömür ateşinin üzeri­ne konur. Sonra bekâreti test edilen kadın, bacakları kabın üze­rinde iki yana açılmış bir şekilde, özel yapılmış bir çerçeveye oturtulur. Dumanı hapsetmek için kadının bedeni bir battani­yeyle ya da kalın bir kumaşla örtülebilir. Ya da işlem basitleşti­rilerek içinde yanan reçine ve benzeri şeyler olan bir kap, kadın ayakta durup bacaklarını açarken öylece kadının uzun eteğinin altına itilebilir. Özellikle muayeneyi yapan kişi iyi donanımlıy­sa ve bu yöntem konusunda tecrübeliyse, içinde uçucu madde­lerin bulunduğu çömleğin kapağına sıkıştırılmış bir kamış yo­luyla duman ve buhar, doğruca kadının vulvasına ya da vajina­sına doğru yönlendirilebilir. Bunların yanı sıra, kadından elbi­sesini yukarı çekmesi ve buhar bedenine yükselebilsin diye açık bir şarap fıçısının ya da soğan dolu bir çömleğin üzerinde bacaklarını açıp ayakta durması da istenebilir. Gilbertus Angli- ctıs’a (12. yüzyılın sonlarıyla 13. yüzyılın başlarında yaşamış­tır) göre “en iyi kömür’Te ya da 15. yüzyıl yazan Niccolö Fal- cucci’ye göre kuzukulağı yapraklanyla yapılan tütsülemeler. kadının bunlunun alımda marul sallamakla aynı sonucu do­ğurmaktaydı. Buna göre, kadın bakireyse hiçbir şey hissetmez­di, ama “kirlenmişse” elinde olmadan idrannı yapardı.

Diğer tütsüleme testleriyse farklı bir ilkeye dayanmaktadır. Yüzyıllar boyunca bedenin iç tesisatının, bir Yunan kavramı olan ve yol anlamına gelen hodos temeli üzerinde işlediği dü­şünülmüştür. Yunanlar, gıda, su ve havanın bedene girdiğini, idrar, dışkı ve âdet kanınmsa bedenden çıktığını gayet iyi anla­mıştır. Onlara göre bundan çıkarılacak mantıklı sonuç şudur: Gidiş trafiğinin delikleri olan genital organlar ve anüs, doğru­dan geliş trafiğinin delikleri olan ağız ve buruna bağlıdır. Bun­ları bağlayan da bedenin içindeki hodos denilen yoldur. Hodo- sun üst deliklerle ak delikler arasında güvenilir bir geçil oluş- luramamasının tek nedeni, deliklerden birinin kapanmış ol­masıdır.

Bakire kadınların vajinalarının, kan damarları ve öteki narin dokulardan oluşan ağlar, düğümler, katlar ya da büzgüler tara­lından kapalı tutulduğu varsayımına dayanarak, bekâreti test edilecek kadınlar alttan tütsülenir ve buharın kokusunun üst­ten duyulup duyulamadığına bakılırdı. Kadının nefesinde bu­harın kokusu ahnırsa bu, /lodosunun açılmış olduğu ve buha- rin iç yoldan geçerek yukarıya kadar yolculuk ettiği anlamına gelirdi. Ama kadının nefesinde hiçbir koku alınmazsa o zaman kadın kapalı demekti, yani bakireydi. Tütsülemede kullanılan maddelerin ve bulların salınma yollarının (kimi açıklamalarda ağzı açık şarap fıçıları ya da doğranmış soğan ve sarımsakla dolu küçük fıçılar görülür) bazılarını düşünürsek, sanki kulla­nılan maddenin kokusu yakınındaki her şeye büyük olasılıkla sinermiş gibi geliyor. Bu durumda insan düşünmeden edemi­yor; kelimenin tanı anlamıyla havada olan bir şeye dayanarak acaba kaç kadının bakire olmadığı düşünülmüştür?

Benzer şekilde başka testler de hodos kavramından faydalan­mıştır. Bunlar boynun ya da boğazın büyüklüğü ya da yapısıy­la ilgilidir. Çoğu zaman “rahim boynu" olarak bilinen vajina kanalının genel imgelemde istilacı penisin yayılmacı etkisine karşı savunmasız olduğu düşünülmüştür, hâlâ da sık sık dûşü- nûlmektedir. Rahim boynu ve çeneyle köprücük kemiği ara­sında yer alan boyun arasında birebir bağlantı olduğu kuramı­nın geçerli olduğu bir çağda, birçok kişi “aşağıda nasılsa yuka­rıda da öyledir” ilkesine inanırdı. Buna göre, aşağıdaki boyun genişlediyse, yukarıdaki de genişlerdi.

Bu inanıştan, muayene eden İçişinin kadının boğazını ölçe­rek ve bazı durumlarda sadece sesini dinleyerek cinsel anlam­da etkin olup olmadığını bilebileceği kuramı doğmuştur. Daha geniş, iri ya da kaim bir boyun, daha kısık ya da kalın bir ses ve kalınlık açısından orantısız görünen bir boğaz gibi şeylerin hepsi bekâretin kaybedildiğinin ispiyoncu işaretleri olarak dü­şünülebilir. Birçok test boynu farklı şekillerde ölçmeyi tavsiye etmiştir ama bunun harika bir örneği Ingiliz yazar Samuel Pepys’in günlüğünün 16 Aralık 1660 tarihli bölümünde bulu­nur: “Oradan da Tom Doling ve Boston ve D. Vines (şans eseri karşılaştık bu arada) ile birlikte Price’m yerine gittik ve içlik. Konuşma sırasında bir kadının kız olup olmadığını anlamak için denenebilecek hoş bir hile öğrendim: Bir ipi kadının kafa­sının etrafına burnunun ucuna değene kadar doluyorsun, eğer kız değilse ip burun ucunu epeyce geçiyor.”

Pepys’in, barda çalışan kız kıpırdamadan durursa oynayabi­leceği iyi bir oyundan başka bir şey olmadığını düşündüğü bu test. 1500’lü yılların başlarından 1800’lerin başına kadar kale­me alınan başka yazılarda da tarif edilir. Testin her çeşidinin kendisine özgü talimatları vardır ama yaygın olan çeşit (belki de bu Pepys’in öğrendiği çeşittir) şu şekilde yapılır: İpin bir ucu kafatasının arkasındaki kemik çıkıntısında tutulurken, ip ortada bir çizgi oluşturacak şekilde kafanın etrafında dolandı­rılır. Burun köprüsünü takip etsin diye ip cilde yapışık tutulur ve ipin burun ucuna değen yeri işaretlenir. İp o noktadan kesi­lir, sonra da kolye gibi kadının boğazına sarılır. Kadın bakirey­se ipin uçları kıtı kıtına birbirine dokunur; yani ipin uzunluğu kadının boynunun tam ölçüsündedir. Ama kadın bakire değil­se uçlar birleşmez çünkü kadının boynu genişlemiştir ve bu da aşağıdaki “boyun”un da benzer şekilde genişlediği anlamı­na gelir.

İlginç ve olağandışı olan, genişlemiş ya da kalınlaşmış boy­nun sadece kadınlar için değil, erkekler için de geçerli bir be­kâret kaybı işareti olduğuna inanılmasıydı. Erkeklerin elbette vajinası yoktu ama âlimler ve şan öğretmenleri oğlanların ses­lerinin değişmesini bazen cinsel akıiviienin başlangıcına bağ­lardı. Bu cinsel aktivile mastürbasyon olabilirdi ya da 18. yüz­yılda Alman bir yazarın üstü kapalı bir şekilde dile getirdiği gibi, korodaki diğer oğlanlarla eşcinsel ilişkilere girme olasılığı da olabilirdi: “Kilise korolarının olduğu şehirlerde özellikle soprano parçaları söyleyen oğlanlara dikkat edilmesi gerekir. Bu oğlanların tiz sesleri on yedilerine basmadan önce kalınla­şırsa, soprano şarkıcılara uygun beslenme kurallarını izlemiş olsalar bile, asıl sorunlarının ne olduğu açıkça ortadadır.”

Büzüştürün

Tarih boyunca en yaygın olarak kullanılan iki bekâret testi, as­lında pek de test sayılmazlar çünkü ilk heteroseksüel birleşme sırasında vajinaya girilirken ve bunun sonrasında gözlemlenen şeyleri kapsarlar: Vajinanın sıkılık derecesi ve bekâret kaybıyla ilişkilendirilen kanama. Bunların ikisinin de sadece bir kere bulunabileceği ve bekâretle birlikte kaybolup gittiği düşünülür, yani ikisinin de ortaya çıkışında bir kesinlik havası vardır. Tal- mud’dan tutun da 18. yüzyılın Aristotle’s Master-Piece (Aris­to’nun Başyapıtı) başlıklı başucu kitabına kadar birçok kaynak bu iki özelliğin anlamı ve önemini tartışmıştır. Bu konudaki tartışmalar dünyanın birçok yerinde soyunma odalarında ve in­ternetteki elektronik forumlarda bugün hızla devanı etmekte­dir. Bu iki “kanıtın” sadece bekâretin yok edildiği anda değer- lendirilebiliyor olmasıysa ironik gerçekliğini sürdürmektedir.

Bütün bunlar bekâreti bir çeşit yer tutucu olarak, adamın biri ahp götürene ya da yok edene kadar var olan bir şey gibi gören ideolojiyle büyük uyum içerisindedir. Elbette ki bu ada­mın “doğru adam” olacağı farz edilir ama yine de bekâret onun için ve onun kullanımı için vardır: Yüzyıllar boyunca birçok insan, bekâreti, kocasına vermesi için Tanrı tarafından kadına emanet edilmiş bir armağan olarak tarif etmiştir. Bu durumda adamın, kendisine verilen bekâretin niteliğini ve varlığını değerlendirmeye -özellikle kadının vajinasını yete­rince “sıkı” olarak algılayıp algılamadığına dair değerlendir­me- yetkisi olması, hatta bu değerlendirmeyi yapmasının bek­lenmesi, sadece bekâretin özünde gerçek kadınlarla pek de il­gisi olmadığını değil, erkeklerin fantezileriyle de çok ilişkili olduğunu vurgular.

İronik olansa, bu tür “kanıt” ölçütlerinin bekâretin taklit edilmesini nispeten kolaylaştırmasıdır. Ne görüyorsan odur diyebileceğimiz penisin tersine, kadın genital organları hile yapılmaya, müdahale edilmeye, ayar yapılmaya ve allayıp pul­lanmaya müsaittir. Vajinanın yapay yollarla daraltılması ya da sıkılaşurılması aslında modem çağ öncesinde yazılan birçok tıp incelemesine konu olmuştur. Bu uygulamanın, vajinayı ve görünüşünü “gençleştirmek” için vajina içine sıvıyağ ve içyağ- dan yapılmış parfümlü peserler konulmasını tavsiye eden (uy­gulamanın o zamanlar gayet iyi bilindiğini gösteren bir hava­da) Galen’in ve Soranus’un 2. ve 3. yüzyılda yazdıklarından önce var olduğu şüphe götürmez. Bekâretin göstergelerinin yapay yollardan yaratılmasına (sonradan Avrupah yazarlar ara­sında “yanıltmaca” olarak bilinen bir uygulama) yardımcı olan bu ve diğer eski çağ reçeteleri, kadınların erkekleri memnun etmek için bin yıllardır vajina yenilemeleri yaptığını açıkça göstermektedir.

Theodorus Priscianus’un dediği gibi “kirletilmiş kadının sır­rını saklayabilmesi için” kullanılan ilk reçetelerin en iyi bili­nenleri, Trotula metinlen denilen bir kaynaktan gelir. 10. ve 11. yüzyıla ait olan bu metinler ad(lar)ını bilmediğimiz bir ka­dın ya da kadınlar tarafından yazılmıştır ve birçok farklı şekil ve düzenlemelerde bulunurlar. Bu reçeteler yazıldıkları za­manda sadece yanıltmaca olarak değil, gerçek tıp tedavileri için de kullanılmış olabilir. Birçok yüzyıl boyunca dar ve sıkı bir vajinanın hamile kalabilmek için gerekli olduğuna inanıl­mıştır, çünkü fazla geniş ya da bol bir vajinada erkek tohumu­nun gerisin geriye akarak kadının bedeninden dışarı çıkacağı. bu yüzden de hamileliğin mümkün olmayacağı düşünülmüş­tür. Yani hamile kalma şansım artırmak için bir kadının vaji­nasını sıkılaştırmasma yardım etmek oldukça kabul gören bir uygulamaydı. Böyle bir reçetenin başka bir kullanım alanı da­ha varsa da, ne yapalım olsun: Honi soit qui mal y pense.2

Vajinanın girişini ve vulvadaki dokuları sıkılaştırmak ve da­raltmak için yazılan reçetelerin çoğu doku büzen maddeler içerir. Bunlar lokal olarak yıkama ya da pansuman yoluyla, ya da çok daha nadiren de olsa şırınga ile enjekte ya da peser yo­luyla içten uygulanır. 13. yüzyıldan kalma bir reçete, “tutku çılgınlığı, gizli aşk ve vaatler yüzünden bacaklarını açmaya ve bekâretini kaybetmeye ikna edilen kıza” şunları tembihler: Ev­lenme zamanı geldiğinde, şap, andızotu, kuru asma dalı ve başka doku büzen ve kurulan bitkilerden kaynatarak elde edilmiş bir özün içinde toz şekerle yumurtanın akını karıştıra­rak ve bu hazırladığı karışımla mahrem yerlerini yıkayarak kocasının gerçeği öğrenmesini engellemelidir.

Alüminyum sülfat ya da potasyum alüminyum sülfat olarak da bilinen ve son derece yakıcı olan şap bileşiği bu reçetelerde sık sık karşımıza çıkan başrol oyuncusudur. Oldukça yakın bir zamana kadar evlerde ve yemeklerde yaygın olarak kullanılan ve kimyasal bir madde olan şap hâlâ salamura yapımında ve kabartma tozunda kullanılmaktadır. Genellikle vajina sıklaş­tırma karışımlarındaki en güçlü etkiye sahip maddedir.3 An­cak bu karışımlarda kullanılan şifah otlar da etkin bileşenler­dir. Andız flnula dysenterica) tohumları, üzerinde uygulandığı dokuların büzülüp sıkılaşmasına neden olan, iyi bilinen ve büyük rağbet gören bir büzücü maddedir. Buna ek olarak, sa-

2    Kötü düşünen utansın - ç.n.

3    Aslında hâlâ da öyledir. Yetişkinlere özel birçok kitapçının raflarında Çin Da­raltma Kremi ve Sıkılaşm gibi isimleri olan vajina kremleri bulabilirsiniz. Bun­ların içinde “gizli şifalı otlar" ve doğudan gelen çeşitli özler olduğu söylenerek müşteri çekmeye çalışılsa da, bu tür karışımların etkin maddesi çoğu zaman, gıda kullanımına uygun potasyum alüminyum sülfat türündeki şaptır. Suda Çözülebilen yapışkan bir madde olan ve çoğu zaman ilaçlı merhemler ve koz­metik ürünlerin temel maddesi olarak kullanılan polietilen glikollc karıştırıldı­ğında, şap, vajinayı "bir bakireninki kadar" sıkılaştırarak cinsel zevki anırdığı gerekçesiyle müşteri çekmeye çalışan bir losyon ya da krem haline gelir.

yısız reçete de nane familyasına ait otları içerir. Nane yağı hafif kabarma ve şişmeye yol açan tahriş edici bir madde olduğu için vulvaya ve vajinaya dolgun ve genç bir görünüm vermeye yardımcı olur. Birçok reçete de. dünya genelinde kadınların uzun zamandır âdet hızlandırıcı, düşük yaptırıcı ve hamileliği önleyici bir ot olarak tanıdığı ve dolayısıyla eskiden beri ka­dınların üreme endişeleriyle ilişkilendirilen bir nane türü olan filiskin [diğer adıyla yarpuz] (Mentha pulegiuın) içerir. Bu re­çetelerde büyük rağbet gören bir başka malzeme de, doku bü­zücü ve kanama durduran etkileri nedeniyle tıpta uzun za­mandır kullandan ve diğerleri gibi gözde bir ot olan aslanpen- çesi ya da şebnemlidir (Alchemilla vulgaris).

İş bekârete geldiğinde esas itibariyle “çift taraflı çalışan ca­suslar" olan doktorlar ve ebeler, her zaman yanıltmacaların varlığının farkında olmuş ve birçok durumda da kadınların bunları uygulamalarına yardım etmişlerdir. Ancak bekâret tes­ti yapmaları için ücretlerini ödeyen erkeklerin, kendilerinden sahte bekâreti ortaya çıkarabilmelerini beklediklerinin de ga­yet iyi farkında olmuşlardır. Doktorlar da oldukça mantıklı hareket ederek yanıl tmacalara karşı kendi yanıltmacalarım ya da bir başka deyişle kadınların bekâret testlerini bozma giri­şimlerini bozmak için testler geliştirmişlerdir. 18. yüzyılın bü­yük başarı yakalayan kendi kendine yetme konulu cinsellik kitabı, Tableau de l’amour conjugal’in (Evli Aşkın Gizleri) Fran­sız yazarı Nicholas Venetıe bunlardan birini oldukça ayrıntılı bir şekilde anlatır. Venette’in karşı testi, bekâretin nasıl taklit edilebileceği konusunda verdiği talimatlardan hemen önce ge­lir (böylesine geniş kapsamlı denmez de ne denir?).

Sahte bir kızlık zarının onaya çıkarılmasını sağlayabilecek yollan incelememiz gerekir... ebegümeci ve kanarya otu yap- raklannı, birkaç avuç keten tohumu ve andız tohumu, kara pazı ve aslanpençesi ile kaynatarak elde ettiğiniz sıvıyla ban­yo suyunu hazırlayın. Bu suda bir saat otursunlar, sonra da kurulansınlar ve banyodan 2-3 saat sonra muayene edilsinler ve bu sırada dikkatlice incelensinler. Eğer kadın bakireyse bü-

lûn şehvetli yerleri sıkışmış ve birbirine yapışmıştır ama baki­re değilse o yerleri bizi seçmeyi kafasına koymadan önce ol­duğu gibi buruşuk ve yapışık olmak yerine sarkık, gevşek ve bollaşmıştır.

Andız da aslanpençesi de doku büzüşmesine neden olduğu için vajina sıkılaştırma reçetelerinin yaygın malzemeleridir. Kara pazı (Atriplex hortensis) ise çeşitli amaçlar için, özellikle de şişmeleri indirmek ve yaraları küçültmek için kullanılan bir semizotu türünün başka bir adıdır. Ebegümeci (.Allhaea af- ficinalis) ve yapışkan kanarya otu (Seııecio viscosus) da benzer etkilere sahiptir. Bu otlar yatıştırıcı, yumuşatıcı ve lokal enfek­siyon gidericidir; bu yüzden de vajina dokularını dolgunlaştır­mak için yapay yollarla neden olunan şişmelerin inmesine yardım ederler.

İnsan merak ediyor, acaba Venette en başta böyle bir karşı test önererek halkını tatmin etmeye çalışırken bunun ne kadar bilincindeydi? Sonuçta Venette ne bilgisiz bir gözlemciydi ne de kadınların bekâret konusunda hile yapmayı seçmesinin bir­çok nedeni olabileceğini anlamayacak biriydi. Venette, cinsel organların görüntüsünün ve ölçülerinin kadının bakire olup olmadığı konusunda pek de bir şey kanıtlamadığını belli ki anlamıştı. Hatta bazı kadınların cinsel organlarının hiç de kü­çük, dar ya da sıkı izlenimi vermediğinin farkında olduğunu açıkça söylemiş ve “yapıları gereği fazla geniş” olan kadınlara, kendilerini nasıl bakire gibi gösterebilecekleri konusunda tav­siyelerde bile bulunmuştu.

Dahası Venette, bir kadının “kocasının gerdek gecesine dair iyi düşüncelerini” sağlama almak için bekâret konusunda hile yapmak istemesinin geçerli, savunulabilir ve etik nedenleri olabileceğine inanmıştır. “Aile huzuru bozulmasın diye,” sorar Venette, “kocasının gözünde sakıngan bir kadın olmak için akla gelen bütün acılara katlanmak hoş görülemez mi?” Aslın­da Venette’in de dediği gibi bu, bir fahişenin bile evlenip na- nıuslu bir kadın olmasına olanak tanıyabilirdi ve dolayısıyla Çok daha büyük bir günahın silinmesine yardımcı olan küçü- cûk bir kötülüktü. Venette’in tıptaki güçlü konumunu düşü­nürsek, gösterdiği cömertlik daha şaşırtıcı, samimiyetiyse çok daha olağanüstü görünür. Bu, kişi dürüst ve iyi niyetliyse be­kâretin hiçbir önemi olmaması gerektiğini kabul eden, gözden kaçırılmaması gereken bir yaklaşımdır.

Gözünü Katı Bürümüş?

Kadın bekâretiyle ilgili muhtemelen en eski olan ve en başta gelen inanış kadının bekâretini kaybettiği zaman kanaması fikridir. Gerçeklen de birçok kadın, sık rastlanan hafif kan le­kelemesinden tutun da tıbbi anlamda acil müdahale gerektire­cek kadar tehlikeli miktarda kan kaybına varabilecek boyut­larda kanar. Ama her kadın kanamaz.

Bütün kadınların ilk cinsel birleşme esnasında kanamadığı anık epey kabul görmüş olsa da (hatla kanamanın kural sayıl­masına karşın, daha eski kaynaklar bile hiç kanama olmayabi­leceğinden söz eder), kaç kişinin kanayıp kaç kişinin kanama­dığı ve neden bazılarının kanayıp bazılarının kanamadığı üze­rine çok az araştırma yapılmıştır. Tıp literatüründe bu konuyu inceleyen topu topu birkaç makaleden birisi, yüzden az sayıda kadını kapsayan ve kişisel anlatılara dayalı bir çalışmadır. Bu çalışmaya katılan kadınlar İngiliz Doktor Sara Paterson- Brown'm çalışma arkadaştandır. Kendisi bekâret kaybında ya­şanan kanamaya ilişkin iyi derecede istatistiksel veri bulama­yınca, gayet mantıklı davranarak çalışma arkadaşlanna dene­yimlerini sormaya başlamıştır. Paterson-Brownın çalışmasına katılanların bütün kadın nüfusunu temsil ettiğini düşünmek belki de mantıksızdır ama bu kadınların lam % 63’ünün -hal­ta konuştuğu kadınların bazılannın hatırlamadığını düşünür­sek belki de daha fazlası-, bekâretini kaybettiğinde hiç kana­ma yaşamamış olması dikkate değerdir.

Paterson-Brown’a çalışmada verilen cevaplar, bu bölümün başında tarif edilen Jiıanlann kızlık bozma törenlerine de il­ginç bir bakış açısı getirmiştir. Batı’nm genelgeçer cinsel ide­olojisiyle yetiştirilen okurlar, Jitan kızlık bozma törenlerini duyduklarında ve bu tören sırasında kan görülmesinin uygu­lamayı anında durdurduğunu keşfettiklerinde, bekâretin ev­rensel olarak tanınan işareti olduğunu düşündükleri kanama­nın aslında her zaman öyle tanınmadığını görünce çoğu za­man şaşırırlar, hatta hayrete düşerler. Hem Paterson-Brown’ın çalışmasının hem de Jitan kızlık bozma törenlerinin kanıtladı­ğı gibi, ilk cinsel birleşme kanaması ne bekârete ilişkin evren­sel bir anlam taşır ne de kendisi evrenseldir.

Bu, yanlışlıklan düzelten çok değerli bir açıklamadır. Batı kültürü kelimenin tam anlamıyla binlerce yıldır, ilk cinsel ilişki­nin kadının bedeninde bir yara açtığım farz etmiştir. Kan bunun bir yaralanma, her anlamda erkeklerin kadınlara dayattığı bir şey olduğunun kanındır. Ibn-i Sina’dan Freud’a kadar birçok ki­şi, penisin vajinaya sokulmasıyla açılan “ilk yara"yı kadınların yaşamındaki en önemli olaylardan biri, acı ve kanla damgalan­mış bir dönüm noktası olarak resmetmiştir. Tarihsel olarak, cin­sel ilişkinin hem şiddet dolu hem de güçlü (eğer zorla değilse) olmasını bekleyen birçok doktor, kızlık bozma yaralanmalarının tedavisi için tavsiyelerde bulunmuştur. Bunlar, rahatlatıcı ban­yoları ve damarları büzerek kanamayı durduracak ve şişlikleri azaltacak suları kapsar. Örneğin İbn-i Sina, kaynatılmış gül ve mersin karışımı tavsiye etmiştir. 17. yüzyılda yaşamış olan Fransız Doktor François Ranchin 1627 tarihli yazısında, sadece acı ve kanama değil aşın derecede kan kaybım da kapsayan, kız­lık bozulmasıyla ilgili bir hastalık sınıfını tarif etmiştir.

Kanamanın bekâretin vazgeçilmez bir parçası olmasının, büyük büyük ninelerimiz için bugün bizim için olduğundan daha doğru olduğuna inanmamızı gerektirecek hiçbir neden yoktur. Ama büyük olasılıkla kendilerine ulaşan bilgilerin ve yazılı hükümlerin toplam etkisi yüzünden bu kanamanın bek­lenmesi, halta gerekli görülmesi onlar için daha kaçınılmazdı. Kanlı yalak çarşaflan ya da kişisel iç çamaşırları yüzyıllardır birçok toplumda bir gelinin namusunun yargılanmasında kul­lanılan ve kimilerinin bugün hâlâ görmeyi ve göstermeyi bek­lediği genelgeçer kanıt olmuştur. Yasa Kitabı'nda tarif edilen “bekâret kanıtları” neredeyse kesin olarak bir kumaş ya da giysi üzerindeki kanı kapsar. Elbette Soranus ve Galen, Gilber- tus Anglicus, Albertus Magnııs, Nicholas Venette, Jane Sharp ve Kilise yasasının ve dindışı yargıçların mahkemelerde kanıt değerlendirmesi yapmaları için atadığı düzinelerce jüri üyesi de en başta kanı göz önünde tutmuştur. Batı’da belli bazı top­luluklar da dahil olmak üzere dünyanın kimi bölgelerinde, bir kadının gerdek gecesinde kanın olmaması hâlâ geri gönderme, hatta cinayet anlamına gelebilmekledir.

Konu kadın bedeni ve bekâreti olduğunda hâlâ bir kan fan­tezisi paylaşmaktayız. Üstelik bu fantezinin gerçekleşmesine bağh olan sonuçlar çok ciddi boyutlarda olabilmektedir. Orta­da kazanacak ya da kaybedecek bu kadar çok şey olunca sah­tekârlık yapmak için de çok neden var demektir. Vajina darlı­ğında ya da iç dudakların ve vajina girişinin görünüşünde ol­duğu gibi, kanın taklit edilmesi de oldukça kolaydır.

Bunun gayet basil bir işleyişi vardır. Günümüz kadını, 9. yüzyılda Iranlı Doktor Rhazes’in tavsiyelerinden pek de farklı olmayan yöntemlere başvurabilir. Rhazes’e [ya da al-Razi] gö­re, bakire numarası yapmak isteyen kadınlar hem vajinayı ve vulvayı daraltacak ve sıklaştıracak maddeleri uygulamalı hem de içi kanla doldurulmuş bir güvercin bağırsağı parçasını vaji­nalarına sokmalıdır. Balıkların idrar kesesi ve ötücü kuşların iç organları; tavuk, ördek ve güvercinlerin kanı; domuz kanma batırılmış süngerler bu amaçla kullanılmıştır; tıpkı günümüz­de jelatin kapsülleri ve ameliyat süngerlerini kapsayan yön­temlerin kullanılması gibi. Artık 11. yüzyıldan kalma bir Tro- lula metninin şu öğütlerini dikkate almamız pek olası görün­müyor: “En iyisi de şu kandırmacadır: Düğünden önceki gün, kadın çok dikkatlice vajina dudaklarının üzerine bir sülük koysun, yanlışlıkla içeri kaçmamasına dikkat etsin. O zaman oradan kan akacak ve aynı yer hafif kabuk bağlayacaktır. Böy- lece kan akışı ve vajina kanalının darlığı yüzünden birleşme sırasında sahte bakire adamı kandıracaktır.” Ama bu modem zaman iğrençliğinden başka bir şey değildir.

Bugün bile kadınlar bazen gerdek gecelerini âdet dönemleri­nin başlangıcıyla aynı zamana denk getirmeye çalışmaktadır. sonuçta kan kandır ve kimse fazla yakından bakmayacaktır. Ara sıra çeşitli şekillerde kendisini kesen -örneğin vajinasına buzlu cam sokan ya da kesikler sonradan cinsel ilişki sırasında sürtünmeyle açılıp kanasın diye bir tıraş bıçağıyla vajinanın girişinde küçük bir kesik açan- bir kadının anlatıldığı hikâye­ler çıkıverir ortaya. Ancak bu tür şeyler genelde büyük bir giz­lilik içinde yapıldığı için doğrulanmaları oldukça zordur. Hal­ta bazı insanlar bu hikâyelere inanmanın güç olduğunu düşü­nür ama himenin yeniden yapılması gibi şeylerin ne kadar tut­tuğunu düşünürsek sözde “post-feminist” Batı’da bile bazı ka­dınların doğru zamanda kan gelmesini sağlama almak için gerçekten bu tür işlere giriştiği açıkça ortadadır. Dünya gene­linde ve burada Amerika’da kadınlar, hiç adil olmayan ve biyo­lojik açıdan kesinlikle gerçekçi olmayan, ama buna karşın hâ­lâ kesin ve nihai kanıt olarak görülen bir şeyin beklentisi uğ­runa sessiz sedasız vajinalarını kesmekteler.

Doktor, Doktor, Söyle Nedir Hastalığım?[2]

Birçok insan büyük büyük dedelerimizin bekâreti teşhis ede­mediğine inanmak ister ama günümüz doktorlarının da aynı Şeyi yapamadığına inanmak islemez. Sonuçta Amerikan Kadın Doğum Uzmanları ve Jinekologları Birliği’nin 1995 yılında bir bilimsel bültende açıkladığı gibi, “Doktorların normal bir İn­menle değiştirilmiş bir himeni birbirinden ayırt edebilmesi ge­rekir.” Peki ama gerçekten edebiliyorlar mı? Ve edebiliyorlarsa bu, bize kesin olarak bir kadının ya da kız çocuğunun bakire olup olmadığını söyleyebilecekleri anlamına mı geliyor?

İki durumda da sorunun cevabı hayırdır. Bunun bir nedeni şudur: Kafamızda nasıl hayal edersek edelim, cinsel aktivite il­le de bedenin üzerinde ya da içinde ayırt edici bir iz bırakmaz. Bu sadece yetişkin kadınlar için değil, kız çocukları için de ge- çerlidir. Dr. Abby Berenson, “Vulvaya ya da himene özgü yal-

nızca birkaç bulgu, ergenlik öncesi kızların cinsel istismara uğrayıp uğramadığı konusunda güvenilir işaretlerdir,” diye ya­zar American Journal of Obstetrics and Gynccology’de (Ameri­kan Kadın Doğum ve Jinekoloji Dergisi). “Dahası bu bulgular bir cinsel saldırı merkezinde muayene edilen çocuklarda nadi­ren gözlemlenmiştir. Hatta cinsel saldırı olduğuna işaret eden güçlü bulgular istismara uğrayan çocukların sadece < % 5’inde (yüzde beşinden azında) görülmüştür.” Cinsel saldırıda himen kanıtını konu alan bir başka tıp makalesinin başlığının da de­diği gibi “normal olmak normaldir”.

Ancak cinsel organların kesin kanıt sağlamasını beklemek aslında işi tersinden yapmaktır, çünkü herhangi bir genital muayenenin sonuçları muayeneyi yapan doktora bağlıdır. Bir­çok doktor, hatta muhtemelen doktorların çoğu, doğruyu söy­lemek gerekirse himen söz konusu olduğunda tek kelimeyle cahildir ve himenin bekâret teşhisinde neredeyse hiç işe yara­madığını gösteren literatürden haberleri yoktur.

Tabii doktorları eleştirirken şunu da göz ardı etmemek gere­kir: Himenlerin tıbbi sorunlara yol açması o kadar az görülen bir şeydir ki, doktorların çoğunun himen hakkında bilgi sahi­bi olmasını ya da himenin tıp okullarında ayrıntılarla öğretil­mesini gerektirecek iyi bir neden yoktur. Üstelik doktorların sadece belli bir alıkümesi himenle karşılaşma olasılığı olan tıp dallarında çalışacağı için, birçok doktoran himeni bilmesine gerçeklen de gerek yoktur.

Sorun, bazı araştırmaların, söz konusu insan himeni oldu­ğunda neden bahsettiğini gerçekten bilmesi gerekenlerin, yani jinekoloji uzmanlarının bile, her zaman himene dikkat etme­diklerini ve ettiklerinde de gördüklerini faydalı bir şekilde yo­rumlayacak kadar bilgi sahibi olamayabileceklerini göstermiş olmasıdır. 1999’da British Medical Journal’da (İngiliz Tıp Der­gisi), Ingiltere’nin Newcastle-upon-Tyne [genellikle yalnızca Newcastle olarak biliniri şehrindeki Victoria Kraliyet Hastane- si’nde çalışan Emma Curtis ve Camille San Lazaro’nun, çocuk hastalıkları, kadın doğum/jinekoloji ve üreme-idrar yollarına ilişkin rahatsızlıklar gibi alanlarda çalışan 126 meslektaşla yaptıkları anket çalışmasının sonuçları yayımlanmıştır. Araş­tırmaya katılanlardan oluşturulan 75 kişilik bir altkûmeden sadece 28’inin ergenlik çağında olan hastalar üzerinde yaptık­ları genital muayeneler sırasında düzenli olarak himeni de muayene ettiği ve bu 75 kişinin yarısından azmin himene bak­tıklarında gördüklerini nasıl yorumlayacağından emin olduğu ortaya çıkmıştır. Sık cinsel aktivitenin devamlı himen kaybına ya da hasarına yol açtığına inanıp inanmadıkları sorulduğun­daysa 75 kişiden 44’û açıkça bilmediklerini söylemiştir.

Uzmanlar arasında cinsel geçmişin teşhisi konusundaki bu şaşırtıcı bilgi uyuşmazlığı, başka araştırmalarla da doğrulan­mıştır. 1997’de ve yine I999’da Archives of Pediatıic and Ado- Icscent Medicine (Çocuk ve Ergen Hastalıkları Tıp Arşivleri) ve Pediatrics (Çocuk Sağlığı) dergilerinde, doğru ve tarafsız bir cinsel geçmiş teşhisi elde etmenin ne kadar zor, hatta olasılık dışı olabileceğini ortaya çıkaran iki çalışmanın sonuçlan ya­yımlanmıştır. İlk çalışmada Boston Üniversitesi Tıp Fakülte- si'nden Dr. Jan E. Paradise’ın başkanlığında bir araştırma eki­bi, çocuk istismarı ya da çocuk jinekolojisi konularıyla ilgile­nen dört doktor kuruluşunun üyelerine, yedi düzmece dutum raporunu kapsayan anketler göndermiştir. Her durum raporu­na, teşhise yönelik değerlendirmeler yaparken kullanılmak üzere uygun bir tıbbi fotoğraf eklenmiştir. Ankette, doktorlara fotoğrafta ne gördükleri ya da hastanm yazılı geçmişinde ne okudukları sorulmuş ve bu fotoğraflarda ve durum raporların­da resmedilen kişilerle ilgili tıbbi açıdan neyin doğru olduğu konusunda yorum yapmaları istenmiştir.

Anketler geri geldiğinde Paradise’ın ekibi bu cevaplarla, doktorlara sunulan kanıt türlerinin “ders kitaplarındaki” stan­dart yorumlan arasında bağıntı kurmuştur. Şaşırtıcı bir şekil­de, hastanın yazılı geçmişinde bahsedilen ya da fotoğraflarda görülen kanıtların doktor tarafından nasıl açıklandığına bakıl­dığında, bu açıklamaların sadece yaklaşık yarısının standart yorumlara uyduğu görülmüştür. Kanıtların ne anlama geldiği konusundaysa, doktorlann yaptığı yorumların dörtte üçünden az> standart açıklamalara uymuştur. Son olarak bir başka önemli nokta da, doktorlann % 21’inin gerçekte ne kendileri­ne verilen durum raporlarında ne de fotoğraflarda gösterilen ya da anlatılan durumlardan söz etmiş olmasıdır.

Yukarıda sözü edilen iki çalışmadan İkincisinde ise 604 doktor, yedi kız çocuğunun dış genital oıganlannı gösteren ve kısa durum raporlarıyla birlikte sunulan bir dizi tıbbi fotoğrafı değerlendirmiştir. Dört ay sonra doktorlardan aynı fotoğrafları değerlendirmeleri istenmiş ama farklı olarak bu ikinci aşama­da fotoğraflarla birlikte dağıtılan yazılı durum raporlarının ye­disinden altısında, fotoğrafın ait olduğu kişinin cinsel taciz kurbanı olduğu biraz daha açıkça ima edilmiştir. Her iki aşa­mada da doktorlardan kendilerine verilen fotoğrafları, “[cin­sel] tacize uğramamıştır” diye mi, yoksa “muhtemelen [cinsel] tacize uğramıştır” diye mi yorumladıklarını belirtmeleri isten­miştir.

Anketler geri gönderildiğinde, iki aşamada verilen cevaplar karşılaştırılmıştır. Buna göre, doktorlann fotoğrafta gördükleri fiziksel kanıtlar konusundaki fikirlerini, yazıh durum raporla­rına dayanarak değiştirmeye ne derece yatkın olduktan ciddi ölçüde değişiklik göstermiştir. En az deneyimli doktorların yorumlan yaklaşık üçte bir oranında değişmiştir. Daha dene­yimli doktorlarsa çetin ceviz çıkmış ve fotoğraflarda gördükle­ri fiziksel belirtileri yorumlarken yazılı durum raporlarından topladıktan bilgilerden çok kendi izlenimlerine güvenmişler­dir ama bu doktorlar bile fikirlerini % 6 gibi bir sıklıkta değiş- tinniştir. Bu da çok ciddi bir yanılma payıdır.

Burada amacım kesinlikle zeki ve tıp etiğine saygılı doktor­ların yeteneklerini kötülemek değil, tıbbi teşhise ilişkin üç ha­yati gerçeği gün ışığına çıkarmaktır. Birincisi, teşhis bir yo­rumlama meselesidir ve bu yüzden de her zaman ve kaçınıl­maz olarak bir görüş meselesidir. Özellikle endişe verici bir teşhis konulduğunda tedaviye başlamadan önce çoğu zaman ikinci bir görüş almamızın nedenlerinden birisi budur. İkinci­si, Dr. Paradise ve takım arkadaşlarının keşfettiği uyuşmazlık­lar, tıbbi teşhisin her zaman bizim gibi sıradan insanların dü­şünmek istediği kadar basit olmadığını hatırlamamızı sağlar.

Hiçbir fiziksel belirli tek başına bir doktora bilmek isteyebile­ceği her şeyi söyleyemez. Bildiklerine dayanarak tahmin yü­rütmek her doktorun işinin bir parçasıdır. Son olarak da, bu araştırmalar bize gözlemci yanlılığının nesnel bir gerçek oldu­ğunu hatırlatır: En iyi eğitimli ve erdemli olanımız bile bazen ne arıyorsa onu görür.

Peki o zaman bir kadının bakire olup olmadığını bilmek is­tiyorsak ne yapacağız? Doktorlar da bu soruya cevap veremi­yorsa kime danışabiliriz? Buna verebileceğimiz tek dürüst ce­vap aslında danışacak kimse olmadığı ve bize ' belki”den daha kesin bir cevap verecek hiçbir şey olmadığıdır. Doğrusu her­hangi bir nedenden dolayı birinin bakire olup olmadığını me­rak ediyorsak, en iyi çözüm gidip kendisine sormak gibi görü­nüyor.

Bomboş Sayfa

Isak Dinesen’in 1957’de çıkan Last Tales (Son Masallar) adlı kı­sa öykü derlemesinde, bekâret testini güzelce özedeyen bir öy­kü vardır. Öykü içinde bir öykü olan “Bomboş Sayfa,” profesyo­nel bir masal anlatıcısı olan dişsiz yaşlı bir kocakarının ağzın­dan anlauhr. Portekiz’in yüksek tepelerinde bir başına duran ve soyluların düğün gecelerinde kullanılacak olan beyaz törensel çarşafların yapıldığı bir Carmelite rahibe manastırını anlatan Dinesen, bir bekâret kanıtı yaratmanın endişesini ve görkemini ustaca yansıtır. Dinesen’in masalında, soylu bir saray görevlisi bir prensesin gelinlik çarşafını sarayın balkonundan halka gös­tererek, Latince kalıplaşmış bir ifade olan “Virginem eam tene- nıus” ile kararı bildirir: “Bakire çıktığını ilan ediyoruz.”

Masalın devamına göre, bu çarşaflar hiçbir zaman yıkanmaz ya da yeniden kullanılmaz. Çarşafların lekelenmiş yerleri ma­kasla kesilir ve tarlalarında keten yetiştirilen manastıra geri gönderilir. Bunlar gösterişli alım kaplama çerçeveler içinde manastır salonunun duvarlarına asılır ve her birinin altına al­tından yapılmış küçük isim levhaları konulur. Ancak “bu uzun sıranın ortasında, ötekilerden farklı bir tablo asılı durur.

Çerçevesi ötekiler kadar iyi ve ağırdır ve altın isim levhasını hükümdarlık tacı gibi gururla taşır. Ama bir tek bu levhada hiçbir isim yazılmamıştır ve çerçevenin içindeki çarşaf boydan boya kar beyazı, bomboş bir sayfadır.”

Dinesen’in masalında bu bomboş sayfa müthiş ve ciddi bir merak konusudur; insanın aklını çelen bir hatıra...ama neyin hatırası? Bu konuda masalda hiçbir görüş bildirilmez, hiçbir tahmin yürütülmez. Dinesen bu lekesiz bez parçasıyla ne yapa­cağımızı söylemez ya da manastırı hacceden soylu hanımefen­dilerin bu çarşafın önünde durup düşüncelere dalıp gittiklerin­de akıllarından ne geçebileceği konusunda bir ipucu vermez.

Tek bir bakire beden, tek bir bekâret deneyimi, tek bir baki­re vajina, hatta tek bir bakire himen bile yoktur. Sadece şu so­ru vardır: Bu kadının bakire olup olmadığını nereden biliyo­ruz? Bu sorunun cevabı şap, güvercin kanı, idrar, nane ve as- lanpençesinden kaynatılarak elde edilen sıvıyla ve tablolar, çi­zelgeler ve tıbbi fotoğraflarla defalarca yazılmıştır. Ama insan bunu kaç kere yazmaya çalışırsa çalışsın, kalemi kâğıda ne ka­dar güçlü bastırırsa bastırsın, yine de aynı bomboş sayfa son­suza kadar önümüzde durur.

YEDİNCİ BÖLÜM

Açılış Gecesi

Bakire Banyosu: İlk defa sevişecek genç bir kadın nane çayıyla banyo yapar, bedenini güve otu yağıyla ovar ve az miktarda viski katılmış bir fincan adaçayı içerse, ilk cinsel deneyimi iyi olacaktır.

- Catherine Yronwode tarafından aktarılan geleneksel bir Hoodoo[3] reçetesi

Bu kitap üzerinde çalışmaya başladıktan kısa süre sonra ger­çekte bekâret konusunu tartışmanın neredeyse imkânsız oldu­ğunu keşfettim. Bunu her denediğimde, sohbet karşı konul­maz bir şekilde aniden “bekâreti kaybetme” konusuna kayıve- riyordu. Sanki sohbeti bekâretten uzaklaştırarak bitiş anına getirip duran tuhaf bir güç vardı. Ben başka konuları tartış­mak isterken -dinde bekâret, divit de seigneur' miti, Buffy the Vampire Slayefın ikinci sezon bölümleri gibi- bu durumun böyle olması canımı sıkmaya başladı. Ne de olsa bekâret kaybı hakkında bir kitap yazmıyordum.

Sonunda bunun arkadaşlarımın seks düşkünü hayal güçle­rinden dolayı değil, konunun doğası gereği böyle olduğunu anladım. Bekâret hiç değişmeksizin ne olmadığı açısından ta­nımlanmakta ve insanlar bekâretin sadece yok edildiği anda ortaya çıkan birtakım işaretlerle (kan, acı vs.) tartışmasız ola­rak kanıtlandığına inanmaktadır. Kendi bekâretimizi de genel­likle bakireliğimizin sona erdiği andan itibaren başlayarak ta­nımlamaktayız. Geriye dönüp baktığımda düşünüyorum da, aslında insanların bekâretin kendisi yerine bekâret “kaybın­dan” bahsetme eğilimi beni böylesine şaşırtmamalıydı. Bekâret bittiği için vardır. Başka sebeplen değilse bile (aslında bir sürü başka sebep var) bu sebepten dolayı, bekâretle ilgili bir kita­bın, en azından küçük bir parçasının, aynı zamanda bekâret kaybıyla ilgili olması son derece mantıklıdır.

Ayin

Tarih boyunca insanların bekâretlerini kaybetmeleri bir dönü­şüm ayini olarak görülmüştür. Sadece birisiyle yatmamış olma durumundan birisiyle yatmış olma durumuna dönüşmekten değil; bir oğlanı bir adama, bir kızı bir kadına, bir çocuğu bir yetişkine dönüştüren bir ayinden söz ediyorum. Peki ama ne­dendir bu dönüşüm?

Çocukla yetişkin arasındaki farkı yaratan, cinsel merak duy­mak ya da geniıal organları içeren davranışlarda bulunmak de­ğildir. Cinsel oyun dünya genelinde birçok kültürde çocuklu­ğun bir parçasıdır; sırf “doktorculuk oynarken” yakalandı diye bir çocuğun yetişkin olduğunu düşünmeyiz. Hatta yetişkin cinselliği olarak düşündüğümüz şeyler yaşamış olsa bile cinsel tacize uğramış bir çocuğu yetişkin olarak nitelendirmeyiz. Ol­sa olsa böyle bir çocuğun daha savunmasız olduğunu ve daha çok korumaya ihtiyacı olduğunu düşünürüz.

Açıkça görülüyor ki, birinin toplumsal açıdan önem taşıyan bir şekilde bekâretini kaybetmesi (kişiyi “kadın yapan” ya da “erkek yapan” bekâret türünden söz ediyorum), sadece belli şeyleri yerine getirmiş olmakla ilgili değildir. Söz konusu olan, düşünmeden yapılan cinsel etkinliklerden çok daha fazlasıdır. Öyle görünüyor ki bu sözünü ettiğimiz “çok daha fazlası”, üreme kapasitesi, cinsel arzu, fiziksel olgunluk ve toplumun anne-babalığa verdiği olağanüstü önemin kesiştiği kannaşanın bir yerlerinde yatmaktadır.

Çocukların cinsel merakı ve yetişkin cinselliği birçok açı­dan farklıdır. Belki de en önemli fark, yetişkin (heteroseksüel) cinselliğinin hamileliğe yol açma olasılığının olmasıdır. Bu da çoğu zaman bizi en ciddi yetişkin sorumluluğunun bir sonraki insan neslini yetiştirmek olduğu varsayımına götürür. Cinsel etkinlik doğrudan ebeveynlikle bağdaştırıldığında -güvenilir doğum kontrol yöntemleri, oldukça yeni gelişmeler olduğu için, insanlık tarihi boyunca çoğu zaman böyle bir ilişki ku­rulmuştur-, cinsel etkinliğin yetişkinlikle ve yetişkin sorum­luluğu varsayımıyla ilişkilendirilmesi de son derece mantıklı gelir. Yüzyıllar boyunca toplumsal yapılarımız bu ilkeyi ku­rumsallaştırmış ve böylece cinsel ilişki ve üremeyi kapsayan biyolojik etkinliklerin, topluluklardaki tam yetişkinlik konu­muna ilişkin toplumsal varsayıma bağlandığı, kendisini sürek­li tekrarlayan düzgün bir döngü oluşturmuştur.

Tarihsel olarak çok az kişi bu sürecin unsurlarını birbirin­den ayırma ihtiyacı duymuştur. Ergenlik, evlilik ve bekâret kaybının genellikle birbirini takip ettiği bu süre boyunca, bir kadının toplumsal ve biyolojik yetişkinliğe geçişi tek bir çizgi­de düzgün biçimde gelişen bir varlık gibi görünmekle kalma­mış, gerçeklen de öyle olmuştur. Bu sürecin bitiş noktasını göstermek için yaratılan ayinler çoğunlukla, yetişkinliğe geçi­şin tek ve kesintisiz bir çizgide gerçekleştiği izlenimini uyan­dıracak şekillerde yapılandırılmıştır. Bunun bir örneği, antik Yunanların yaptığı gibi, bekâret kaybının evliliğe dahil edilme­sidir. Yunanlarda çoğu zaman genç bir kadın yaklaşık on-on beş yaşlarındayken yapılan evlilik kutlamaları, genelde gelinle damadın düğün yemeğinin verildiği yerin yakınlarında özel bir odaya ya da kapalı bir bölgeye geçirildiği gürültülü bir tö­ren alayını içerirdi. Hemen oracıkta, arkadaşları ve aileleri di­banda evlilik tanrısına ilahiler okurken ve şamata ederken ev­lilik cinsel ilişkiyle tamamlanır, sonra da kan (artık gelin de­ğildir) - koca tezahürat ve cümbüşle dışarı çıkarlardı.

Evlilikle bekâret kaybını birbirinden aynlmaz şekilde birleş­tiren bu görenek dünya genelinde çeşitli kültürlerde çeşitli şe­killerde günümüze kadar yaşamıştır. Buna Baıı'da yapılan Ya­hudi ve Hıristiyan düğünleri de dahildir. Bugün bile gelinle damadın törenin sonunda birlikte düğün alayından aynlmış bir köşeye çekilmeleri yaygın bir görenektir. Misafirlerin parti­de ya da kabul töreninde ilk defa evli bir çift olarak odaya gi­ren yeni evlileri alkışlamaları da yaygındır, tıpkı antik Yunan­larda misafirlerin gerdekten çıkıp düğün şölenine dönen ge­linle damadı alkışlamaları gibi. Günümüzde muhtemelen dü­ğünün sonunda ya da kabul töreninden önce evliliklerini ta­mamına erdirmek için kendilerine sunulan yalnız kalma fır­satlarını değerlendiren çok fazla çift yoktur (büyük olasılıkla bu misafirleri şok ederdi) ama görenek böyle başlamıştır.

Simge ve Öz

Neyse ki daha az baskı ve daha çok yalnızlık tercih edenler için, zamanla gelinle damadın inzivaya çekilmesi bir başka simgesel harekete dönüşmüştür. Ama simgeler ve simgesel ha­reketler, geçiş törenlerinde hayati öneme sahiptirler. Düğünler de bu şekilde simgesel görüntü ve anlarla doludur: Verimliliği simgelemek için pirinç atılması, düğün gününde sadakatin bir simgesi olarak mavi bir şey giyme ya da takma geleneği, gelin çiçeğinin atılmasıyla şansın ve mutluluğun başkasına geçiril­mesi fikri ve benzerleri. Yine de, bugün Batı’da yaygın olarak gözlemlediğimiz bütün düğün gelenekleri arasında gelinle da­madın inzivaya çekilmesi, açıkça gelinin bekâreti meselesiyle bağlantısı olan tek gelenektir.

Diğer popüler düğün gelenekleri ve simgeleri hakkında ço­ğu zaman doğru olduğu söylenen şeyler düşünüldüğünde bu oldukça şaşırtıcı gelebilir. Ama tarih kayıtlan da bunu destek­lemektedir. Örneğin, gelinleri beyaz giydirme tutkumuzu dü­şünün. Halk arasında beyaz gelinliğin, gelinin bekâretinin ve saflığının işareti olduğu farz edilir. Bazı yanlış bilgilendirilmiş uzmanlar da dahil birçok insan, bu bağlantıyı onaylamıştır. Bunun nedeni, gelinliğin, bazı kültürlerde geleneksel olarak gelinin gerdek gecesinde bekâretini kanıtlayabilmesi için üze­rinde kanamasının beklendiği beyaz çarşaflan simgelediğini düşünmeleri olabilir. Aslında bu iki şeyin birbiriyle hiç ilgisi yoktur. Olsaydı, bekârete değer veren bütün kültürlerde gelin kıyafeti için beyazın tercih edilmesi gerekirdi. Oysa beyazın gelinlerle ilişkilendirilmesi oldukça yeni bir gelişmedir ve bu sadece Batı’da böyledir - Çin, Hindistan, Japonya ve diğer kül­türler de bekâreti tanımakta ve değerli görmektedir ama yine de geleneksel olarak gelinler için beyazı tercih etmezler.

Beyaz gelinliği bize miras bırakan, İngiltere kraliçesi Victo­ria’dan başkası değildir. 1840’taki düğününde beklenmedik bir kıyafet seçimi yaparak soylu gelinler için geleneksel renk olan gümüş rengi yerine, turuncu çiçeklerle bezenmiş satenden görkemli bir beyaz elbise giymiş ve bunun yanında Honiton dantelinden yapılmış bir duvak ve bazılarını damat Saxe-Co- burg ve Gotha Prensi Albert’ın verdiği zarif elmas mücevherler takmıştır. Victoria’nın elbisesi, bunu amaçlamamış da olsa, bir anda beyaz gelinlik geleneğini başlatmıştır. Herkesin gözü önünde masalsı bir aşk yaşayan bir kraliçe, kendisini gerçek bir kraliçe gibi hissetmek için düğün gününde bir kraliçe gibi giyinmekten daha iyi ne yapabilirdi ki? Kadınların çoğunun en iyi Pazar kıyafetleri içinde evlendiği bir çağda, beyaz bir el­bise aynı zamanda çarpıcı bir tüketim örneği, bir gelinin aile­sinin gelinin tanım itibariyle bir daha hiç giymeyeceği bir giysi . için büyük miktarda para harcayabileceği gerçeğinin müsrif bir göstergesiydi. Üstelik beyazı temiz tutması zordur ve bu yüzden de lekesiz beyaz bir elbisenin hem saflıkla (ama bu­nun ille de cinsel saflık olması gerekmez) hem de çalışma dünyasının pisliğinden tamamıyla arındırılmış bir uzaklaşma elde etmekle bağlantısı vardır. Bunlar nikâh masasına götürü­lecek fena simgesel anlamlar da değiller hani.

Victoria o zamanın gözde seçimi olan mavi rengin içinde ev­lenmeyi seçseydi, Billy Idol belki de, beyaz bir düğün yerine, mavi bir düğün için güzel bir gün, diye şarkı söylerdi. Mavi, san (Yunan evlilik tannsıyla özdeşleştirilmiş olan renktir ama farklı yer ve zamanlarda fahişelikle de özdeşleştirilmiştir), parlak kır­mızılar ve halta siyah, gri ve kahverengi Victoria’nın düğününe kadar yaygın olarak kullanılan renklerdi. Üstelik mavi ve san 20. yüzyılın ilk yallarına kadar popülerliğini korumuştur. Ama beyaz gelinlik yavaş yavaş bugünkü cinsel anlamda el değme­miş gelin simgesi konumuna yükselmiştir. Hiç şüphesiz bunda, beyaz elbiselerin, bunları giyen kadınların bekâretine ilişkin esas gerçeği ifade ettiğine dair yaygın inanışın etkisi vardır.

Gelinin bekâretiyle olan bağlantısı açısından duvak da ge­linlikle aynı ünü paylaşır. Bazı kaynakların iddiasına göre du­vak geleneği, gelinin bekâretini görsel olarak resmetme arzu­sundan doğmuştur: Yani simgesel bir çeşit açık hava himeni. Gelin duvağını bu şekilde yorumlayan hayal gücü kuvvetli kimselere yazık olacak ama duvak geleneği konusunda elimiz­de olan kanıtların hiçbirisi böyle bir olasılığa işaret etmemek­tedir. Yüze örtülen duvaklara tarihsel olarak yüklenen asıl iş­lev koruma olmuştur: Kire ve böceklere karşı, saldırgan olabi­lecek adamların bakışlarına karşı ve düğünler bakımından en önemli konu olan kötü ruhlara, iblislere ya da nazara karşı. Uzun yıllar boyunca gelinin yüzünü ve dolayısıyla kimliğini saklamanın, iblislerin ve cadıların ya göz diktikleri kurbanın gözlerini görmeye ya da onun tam kimliğini bilmeye dayanan saldırılarından gelini koruyacağına inanılmıştır. Buna yakın bir başka görenek olan nedimelere aynı kıyafetlerin giydiril­mesi de benzer şekilde, kötü ruhların ya da geline zarar ver­mek isteyenlerin aklını karıştırmak için tasarlanmıştır. Beyaz gelinlik ve duvak gibi göreneklere, bunların tarihsel anlamları­na ve özellikle yakın geçmişte bunlara yüklediğimiz cinsel an­lamlara baktığımızda açıklığa kavuşan şey, simgesel hareketler konusunda usta yaratıcılar olduğumuzdur. Toplumsal açıdan önem taşıyan anlar, simgesel anlam kazanmaya yatkındır; bu simgesel anlamlan tutkalla yapıştırmamız gerekse bile.

Eşil Törenler?

Geçiş törenleri kendi başlarına yaşam içerisinde bir konum ya da mertebe değişimi değildirler. Daha çok, ya gerçekleşmekte olan ya da çoktan gerçekleşmiş değişimlerin toplumsal ve kül­türel anlamda tanınmasıdır. En yaygın geçiş törenleri, doğum, ilk âdet, yetişkinliğe erişme, evlilik ve ölüm olaylarıyla ilgili­dir. Mantıklı olarak, kültürler değiştikçe geçiş törenleri de kapsam ve tarz açısından değişir. Çok eski zamanlardan bu ya­na belli bir tûr olarak gözlemlediğimiz geçiş törenlerinin bazı­larını, en çok da cenaze ve düğünle ilgili olanlarını bugün hâlâ gözlemlemekteyiz. Buna karşın bugün bize anlamlı gelen top­lumsal değişimlere gönderme yapan ve hizmet eden yeni geçiş törenleri de geliştirmişizdir. Bunlardan birisi “ilk kez” de deni­len geçiş törenidir.

Bir geçiş töreni olarak bekâret kaybı kısmen kişiye özel, kıs­men göz önünde, kısmen simgesel, kısmen de açıkta yaşanır. Bu, birebir iletişim yoluyla gayriresmi olarak gerçekleşen bir grup etkinliği ya da bir tören şeklinde yoğunlaşmamış, dağı­nık bir olaydır. Toplumsal konum değişiminin onaylanması zaman alır ve bekâret kaybı hikâyelerinin farkh bağlamlarda, farklı ve çoğu zaman özel dinleyiciler için defalarca yeniden anlaulmasma dayanır. Bu birçok açıdan, düğünlerde görülen ilanların, davetlerin, resmî törenin, ciddiyetin ve kamu şahitli­ğinin tam tersidir. Ama yetişkinliğin sınırını belirleyen bir ge­çiş töreni olarak işlevi bakımından ve aslında toplumsal bir gösteri olarak çok benzerdir.

Görünürde böylesine kişiye özel bir deneyimin nasıl olup da . toplumsal açıdan yetişkin olma sürecinde böylesine merkezi bir rol oynar duruma gelebildiğini merak edebiliriz. Cevabın bir kısmı, bunun hep böyle olmuş olduğudur - erkekler için. Erkekler bekâret kaybını ve cinsel deneyim kazanımını arka­daşlar arasında her zaman gururla annnşlardır. Birçok Batı kül­türünde genç erkeklerin cinsel bilgilerinin büyük kısmı, gele­neksel olarak diğer erkeklerden gelir. Bunun farklı şekilleri var­dır: Soyunma odalarındaki palavralar, pomo üretimi ve alışve­rişi, genç adamların ilk cinsel birleşmeyi yaşamaları için erkek akrabaları tarafından geneleve götürülmesi (Orta ve Güney Amerika’nın büyük bölümünde hâlâ yaygındır; son yıllarda ya­pılan araştırmalara göre, günümüz Ekvador’undaki erkeklerin yaklaşık çeyreği bekâretlerini böyle bir ortamda kaybetmekte­dir), bekârlığa veda partileri ve hatta antik Yunanların, yaşça büyük erkeklerin genç erkekleri korumaları altına aldıkları ve cinsel partnerleri olarak kabul ettiği paidika sistemi. Erkekler

birbirlerinin cinsel eğitimine karşılıklı olarak katkıda bulunur­lar. Başka şeylerin yanı sıra bu şu anlama da gelir: Erkekler için cinsellik, birey olarak kadınlan ve de anlamlı bir insan ilişkisi­nin bir parçası olarak heteroseksüelliği içenneyen bağımsız bir anlam çerçevesinde yer alır ya da alabilir. Erkekler seks yapar. Bu erkeklerin yaptığı ve elde ettiği bir şeydir.

Oysa çoğu zaman kadınların seks olduğu düşünülmüştür. Erkeklerinkinin aksine, kadmlann cinselliğinin kendi kendisi­ne gönderme yapan bir anlam çerçevesi olarak var olmasına hiçbir zaman izin verilmemiştir. K-stratejisıi ikilemi, yani aşırı miktarda kaynak gerektiren çocukları yetiştirmek için duyu­lan kaynak ihtiyacı, kadın cinselliğini sosyoekonomiye bağlı tutmuştur. Erkekler kendi cinsel dönüm noktalarını, özel kut­lama nedenleri olarak yaşayabilirler çünkü cinsel etkinliğin er­kekler için doğrudan hiçbir maddi sonucu yoktur. Ancak ka­dınlar, kendi cinsel dönüm noktalarının halka açık bir şekilde törenleştirilmesinin onlara sunduğu korumaları kendi menfa­atlerine çevirmeyi, çoğu zaman yanlış yapa yapa öğrenmişler­dir. Bu, geçmişte bütün kadınların seks yapmak için evliliğe kadar beklediği ya da günümüz kadınlarının öngörülemez şe­killerde cinselliğe adım attığı anlamına gelmez. Bundan çok. geçmişte evlenmeden önce seks yapan kadınların, cinsel şid­dete maruz kalmış olsalar bile, genellikle büyük bir cezanın acısı altında ezilerek bunu saklamak zorunda olduğu, oysa gü­nümüz kadınlarının bunu yapmak zorunda olmamasını sağla­yan benzeri görülmemiş bir güce ulaştığı anlamına gelir. Ara­da çok büyük bir fark vardır. Kadınların bağımsız olarak cin­selliklerini yaşadıklarının bilinmesini sağlayan yeni elde ettik­leri bu güç, bekâret kaybının kendi başına modem bir geçiş törenine çevrilmesini sağlayan şeyin büyük bir parçasıdır.

Hikâyeler Anlatmak

Son yüzyıl boyunca kadınlara yetişkinlik cüppesini giydiren ev­lilik, bir geçiş töreni olarak önemini epeyce yitirmiştir. Bunun büyük bir nedeni bugün evliliğin nadiren yetişkinliğin başlan-

gıcında yer ahyor olmasıdır. Günümüz Batıklarının çoğu, iik evliliklerinden önce (tabii eğer evlenirlerse) eğitimlerini ta­mamlamış, iş hayatının kendi kendine geçinebilen üyeleri ola­rak birkaç yıl geçirmiş, kendi başlanna yaşamış ve kendi evleri­ni idare etmiş ve birçok durumda romantik ve/veya cinsel iliş­kiler konusunda biraz da olsa deneyim sahibi olmuştur. Ama düğünler dışında, kadın yetişkinliğinin tanınması için resmî ve kamuya özgü hiçbir geçiş törenimiz yoktur. Hepimiz pek çok yoldan reşit oluruz ve çoğu zaman da bunu evlenmeden çok önce başarırız. Kültürel değişim dalgalarıyla sürüklenirken, öy­le görünüyor ki yetişkinliğe geçiş töreninin en sıkıca bağlandı­ğımız unsuru evlilik değil, cinsel etkinliğin başlangıcıdır. Seks yapmak geleneksel değerlerimizin gerçek bir temel parçasıdır.

Bütün geçiş törenlerinde olduğu gibi, gerçek edim ya da edimler -bu durumda ilk cinsel ilişki- resmin sadece bir par­çasını oluşturur. Bir geçiş töreninin en önemli kısmı yaşanan değişimin toplum tarafından tanınmasıdır. Bekâret kaybı du­rumunda, bu tanınmayı sağlayan araç hikâye anlatımıdır. Ya­şadığımız ilk seks olay(lar)ımn öncesinde de sonrasında da, hem bu değişim için hazırlanır hem de beklentilerimizi, kor­kularımızı, deneyimlerimizi ve bilgilerimizi “kulaktan kulağa” tekrarlayarak yetişkinler dünyasına girişimizi gururla anarız.

Bekâret araştırmacıları Laura M. Carpenter ile Sharon Thompson, bu geçiş töreninin nasıl işlediğini inceleyen birkaç öğretim üyesinden ikisidir ve araştırmalarında, günümüz gençlerinin bekâret kaybı deneyimleri konusunda birbirlerine anlattıkları hikâyelerin yüzlerce örneğini toplamışlardır. Er­genler kendilerinin ve birbirlerinin resmî olarak yetişkinler dünyasının eşiğinden atladıklarını, bu tür hikâyeleri anlatarak, karşılaştırarak ve doğrulayarak onaylamaktadır. Bu tür yaşan­mış hikâyeler henüz bekâretini kaybetmemiş olanlar için ör­nekler sağlamakta, bu deneyimi yaşamamış olanlara deneyim­lerinin nasıl olması gerektiği konusunda izleyebilecekleri çe- Ş’tli planlar sunmaktadır. Hikâyeler bize neyin hoş karşılanıp neyin karşılanmadığını, neyin doğru neyin yanlış olduğunu öğretir. Kültürlerimizin ve arkadaş gruplarımızın anlattığımız hikâyelere de yansıyan toplumsal tarzları, cinsel yaşamlarımı­zın ne anlama geldiğini ve ne olduğunu anlama şeklimizi be­lirler; buna kendi deneyimlerimiz konusunda muhtemelen ne söyleyeceğimiz de dahildir.

Bu yüzden, Karen Bouris’in The First Time (İlk Kez) ve Lo- uis M. Crosier’in Losing It (Bekâreti Kaybetmek) adlı bekâret kaybı anlatılarını bir araya getiren kitaplarının gösterdiği gibi, kişisel ilk cinsel ilişki deneyimlerimizin sınırsız çeşitliliğine karşın, bu konuda aslında oldukça sınırlı sayıda hikâye anlatı­rız. Hikâyelerin olumlu ve olumsuz uyarlamaları vardır ve ay­rıntılar da büyük çeşitlilik içerir ama geniş bir örnek yelpaze­sinin ötesinde bekâret kaybı hikâyeleri çoğu zaman birbirleri­ne çok benzerler. Nesnel doğrular -ne nasıl oldu-, simgese! doğruların iletilmesi kadar önemli değildir. Anlattığımız hikâ­yeler kelimenin tam anlamıyla ne yaşadığımızdan çok, bu de­neyim hakkında ne hissettiğimiz, ne hissetmek istediğimiz ve kültürümüzün ne hissetmemizi beklediği konularında bilgi verir. Bu hikâyeler, günümüz Batıhlannın fiziksel bir anı top­lumsal bir gerçeğe, yani yetişkinliğe geçiş törenimiz olan ilk cinsel ilişki konulu hikâyelerimizi dinlemeye ve anlatmaya dönüştürme şeklidir.

Ismarlama Gelinler

Tarihsel bir bakış açısından bakacak olursak, bir bakireye te­cavüz edildiğinde sorunu çözmenin en çok tercih edilen yolla­rından birisi kurbanı tecavüzcüsüyle evlendirmek olmuştur. Hem Hıristiyanlık öncesi hem Hıristiyanlık sonrasına ait bir­çok yasa bunu bir tercih olarak göstermiştir. Bu konuda kadı­nın ne hissettiği, karar aşamasında dikkate alınmamıştır. Mül­kiyet açısından bu, kötü bir durumdan çıkarılabilecek en iyi sonuç olarak görülmüştür. Bir kadının bekâretini çalan adama evlilik yoluyla buna sahip olma hakkı verilirse, en azından ka­dının ihtiyaçları karşılanmış olurdu (teoride) ve böylece yeni karısının başka bir adamın çocuğunu taşıdığı gerekçesiyle hiç­bir adamın adı lekelenmezdi.

Bizim bakış açımızdan duyarsız, zalim ve insanı hayrete dü­şürecek derecede cinsiyetçi görünen bu çözüm, kendi bağla­mında düşünüldüğünde son derece mantıklıdır. Yüzyıllar bo­yunca evlilik aşktan çok ekonomiyle bağlantılı olmuştur. Duy­gusal aşkın bir uzantısı olarak evlilik Batı’da ancak son üç yüzyılda yaygınlaşmıştır. Sonuçta aşk toplumun işleyişi için merkezî bir önem taşımaz, oysa kaynaklar çok önemlidir. Ser­veti olabildiğince artırmanın, kurulan ittifakları güçlendirme­nin, toprak ve diğer mallan güvence altına almanın ve malla- nn nesilden nesile aktarımını düzenlemenin bir yolu olarak evlilik, o koşullar çerçevesinde en faydacı olan ve en çok önem taşıyan kurum olmuştur.

Bu kurumun işleyişini sağlayan parçalardan biri olan bekâ­ret, maddi açıdan büyük önem taşımaktaydı çünkü çocukların babalığının doğrulanabilmesini sağlardı. Bekâret aynı zamanda bir kadının, ailesinin, gelecekteki kocasının ve topluluğunun önceliklerini kendi arzularından önce yerine getirmeye istekli olup olmadığını belirttiği için de önemliydi. Bir gelinin bekâ­retinin, kadının iyi yetiştirildiğinin, yeni bir aileye ve soya ka­bul edilmeye uygun olduğunun ve bir eş olarak güvenilir ol­duğunun göstergesi olduğu düşünülürdü. Bekâret, bir kadının davranışlarının ve değer sisteminin simgesel bir güvencesini ve en azından evlilik dahilinde doğacak ilk çocuğun babasının kanıtlanabilir bir şekilde kadının yeni kocası olduğunun (ve olası bir rakip olmadığının) maddesel bir güvencesini oluştur­maktaydı.

Kısacası bekâret, herhangi bir gelinin olası bir kocaya suna­bileceği maddesel ve simgesel değerin en önemli unsurların­dan birisiydi. Hatta bunu kadının çeyizinin bir parçası olarak bile düşünebiliriz. Çeyiz, tıpkı bunun tersi bir uygulama olan başlık parası gibi, evlilik sırasında gerçekleşen tek taraflı bir mal aktarımıdır. Çeyiz, gelinin ailesinden damadın evine mal aktarılması anlamına gelir; böylece de mal geline eşlik etmiş olur. Damadın, kızlarını kendi evine katma hakkı karşılığında gelinin ailesine para ya da mal vermesi durumunaysa başlık parası demekteyiz. Başlık parası, Batı’da hiçbir zaman yaygın olarak uygulanmamıştır; ancak çeyize neredeyse her yerde rasllanabilirdi. Sosyoekonomik güçlenmenin ve aşk evliliğinde görülen artışın birleşiminin, çeyizin önemini ve popülerliğini kaybetmesine yol açmasıyla birlikte çeyiz, nihayet 19. yüzyıl­da uygulamadan kalkmaya başlamıştır. Bu durumda bile, çeyiz sandığı ve gelin eşyaları gibi çeyizin izlerini taşıyan evlilik gö­renekleri hâlâ oldukça yaygındır.

Gelinin çeyizindeki diğer eşyalar gibi bekâret de, bir kadı­nın evlendiğinde kendi evinden kocasının evine götürdüğü değerli mallardan biriydi. Kadının çeyizinde yer alabilecek çarşaflar ve kıyafetler, ev eşyaları, çiftlik hayvanı ve öteki mal­lar gibi, bekâret de kocanın sahip olduğu ve evliliği (cinsel ilişki ile) tamamlama sürecinde tükettiği bir mal olurdu. Bu özünde şu anlama gelir: Batı geleneği, sadece kızları evlenene kadar bakire tutarak onların evlilik piyasasındaki değerini ar­tırmayı değil, aynı zamanda erkeklere kızlarıyla evlenme kar­şılığı ödeme yapmayı da kapsamaktaydı. Bu çelişkili görünü­yorsa yapacak bir şey yok, çünkü öyle.

Yoksa değil mi? Uzun zamandır yaygın olan varsayıma göre, bekâret değerli bir şeyse bu durumda erkekler de bakire gelin almak için yüksek miktarlar ödeyecektir. Başlığın yükselmesi olasılığı da bir ailenin kızlarının bekâretini koruması için ana sebeplerden biridir. Ama Jack Goody ve Alice Schlegel gibi araştırmacıların çalışmalarının gösterdiği gibi, bu aslında pek de böyle işlememektedir. Evlilik uygulamalarını kültürler arası boyutta karşılaştıran incelemeler, başlık aktarımı uygulayan kültürlerin aslında kadınların evlilik öncesi bekâretine daha çok değil, daha az önem verdiğini göstermiştir. Bekâret konu­suna en çok ilgi gösteren, çeyiz veren (servetin gelinin ailesin­den damada gittiği) kültürlerdir, başlık verenler değil.

Antropolog Schlegel, bunun dinle ya da ahlâki değerlerle değil, eskiden kalma sınıf atlama konusuyla ilgili olduğunu öne sürmektedir. Temel olarak bir aile kızlarının yüksek rüt­beli ve en üst sınıftan adamlarla evlenmesini sağlama almak is­tiyorsa, ortaklık kurmak istediği ailelere kızlarını mümkün ol­duğu kadar cazip göstermek zorundadır. Aynı zamanda da kız- lannı bütün uygunsuz taliplerden uzak tutmaları gerekir. Aile­nin toplumsal konumunun istikrarının ya da gelişmesinin kız­larının evliliğine dayandığı durumlarda (bu kesinlikle sanayi­leşme öncesinde bütün Batı için geçerliydi) bekâret, bir aile­nin koca-bulma piyasasındaki gücünü artıracak en önemli ser­vet olarak tayin edilmiştir. Eğer Schlegel’in varsayımları doğ­ruysa, o zaman erkekler bakire gelin için ödeme yapmak zo­runda değildi, çünkü kız çocukları olan aileler daha iyi damat­ları kendilerine çekmek için zaten bekâreti bir araç olarak kul­lanmaktaydı. Bu da sonuç olarak erkeklerin çoğunun rahatlık­la bir bakireyle evlenme beklentisi taşıyacağı anlamına gelir. Ne de olsa neredeyse bütün aileler kızlarından birinin “üst sı­nıfla evlenmesi” olasılığına yatırım yapacaktır ve bu da evlilik için sunacak bir bakire kız olmadan gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şeydir.

Bu sistemin neden Batı’da bu şekilde ama diğer kültürlerde farklı şekillerde geliştiği hakkında bir şey söyleyemeyiz. Örne­ğin. düğün eşliğinde çeyiz yerine başlık parası ya da misafirle­re hediye verilmesi gibi uygulamaların olduğu kültürler, çoğu zaman gelin bekâreti konusunda son derece farklı bir bakış açısına sahiptir. Değişmeyen gerçekse, bütün kültürlerin bekâ­reti aynı şekilde ele almadığı, hatta bazı kültürlerin bekâreti hiç tanımadığı ya da değerli görmediğidir. Bekârete yüklediği­miz değer tam olarak böyledir, yani bekârete “yüklenmiştir” ve insanlara ya da bekârete özgü içsel bir şey değildir.

Ara sıra bunun tersini söyleyenler olsa da, erkek insanlar di­şi bakirelere karşı içsel bir arzu duymazlar. Aslında duysalardı bu hoş bir oyun olurdu, çünkü bekâret kimsenin göremeyece­ği, dokunamayacağı, koklayamayacağı ya da kanıtlanabilir bir Şekilde teşhis edemeyeceği soyut bir özelliktir. Erkeklerin içsel olarak bakireleri arzuladığı iddiası, insanların doğuştan gelen bir insansever, akıllı ya da modadan anlayan cinsel partner ar­zusuna sahip olduğu iddiası kadar asılsızdır. Bu, duyarlı, iyi giyinen ve başkalannı düşünen kişileri arzu etmediğimiz anla­mına değil, bu özelliklere ve kişilere duyduğumuz arzunun bi­yolojik ya da doğuştan olmadığı anlamına gelmektedir. Bu ni- tetikleri arzu arzulamayı öğreniriz çünkü kendi kültürümüz bağlamında bunların değerli görüldüğünü ve arzulandığını öğ­reniriz.

Bekâret için de aynı şey geçerlidir. Erkekler bekâretin değer­li görüldüğü kültürlerde yaşadıklarında, bakire olmayanları değil, bakireleri arzu etmeyi öğrenmektedir. Bu tür kültürler­de, bir erkeğin cinsel başarı tablosunu genişletecek çok az sa­yıda cinsel edim vardır ve bunlardan biri de bekâret üzerinde hak iddia etmektir. Erkeklerin üstün konumlarıyla diğer er­keklere gösteriş yapmak için ele geçirmeyi alışkanlık haline getirdiği şeyler söz konusu olduğunda, genç bayanların kızlık­ları en az yaşh ustaların tabloları kadar kıymetlidir. Bir spor karşılaşmasında kupa kazanmak gibi bir kadının bekâreti “ödülünü” kazanmak da bir çeşit fiziksel beceri anlamına ge­lir. Bu, bir kulübün duvarında asılı duran içi doldurulmuş bir geyik ya da kaplan kafası gibi, avını yakalamayı beceren başa­rılı avcı fikrini akla getirir. Bilinmeyen diyarlara yapılan yolcu­lukların anlatıldığı hikâyeler gibi, daha önce kimsenin sahip­lenmediği yeni bir toprağa sahip olmak üzere ayak basan ilk kişi olmayı çağrıştırır.

Bekâretin aranılan bir mal olduğu yerlerde, fethedilen bir bakire, basmakalıp bir yığın erkeklik değerini yansıtabilir. Ba­zı erkeklerin bekâretin yok edilmesini fetiş haline getirmesine pek de şaşırmamalı. Bu aslında şaşırtıcı derecede eşitlikçi bir uğraşıdır. Kadınların kutularını açma üzerine yapılan bir kari­yer, atılganlık, etkileyicilik ve penis dışında fazla bir kaynak gerektirmez. Statü ya da servete bağlı olmayan, kurnazlık ve konuşkanlık gibi özellikleri ödüllendirir. Cinsel anlamda tat­min edicidir ve en azından belli açılardan ve belli zihniyetlere göre, bir adamın toplumsal hisselerini kesinlikle artırır. Er­keklerin cinsel rekabete açıkça katıldığı bir alan olarak, aç­gözlülükle bakirelerin kızlıklarını bozmanın çok az eşdeğeri vardır.

Kadınların bekâretine sahip çıkmanın bu anlamda böylesine etkili bir şekilde işlemesinin nedenlerinden birisi, bekâretin alındığında sadece ele geçirilmiş olmaması, aynı zamanda yok edilmiş ve mevcut rezervden sonsuza kadar çıkarılmış olması­dır. Herhangi bir kadının bekâreti -en azından kavramın gele­neksel anlamı çerçevesinde düşünüldüğünde-, sadece tek bir adama ait olabilir. Bu kesin olarak son bulma durumu, bakire­lerin kızlıklarının bozulmasını olası bir toplumsal silah haline getirir. Ancak bundan korkmak için geçerli sebebi olan sadece kadınlar değildir. Erkekler de “kaçak bekâret avcılarından” korkarlar. Tarih boyunca, evlenme niyetinde olmaksızın bir adamın kızının bekâretini almak (zorla ya da ayartarak), erke­ğin başka bir erkeğe indireceği en haince ve yıkıcı darbelerden biri olarak görülmüştür. Başka bir adamın nişanlısını ayart­mak ve kızın bekâretini almak da bununla bağlantılıdır ve ne­redeyse bunun kadar kötüdür. Cinselliğe ilişkin görenekler ve sekse ilişkin cinsiyete göre belirlenmiş beklentiler değiştikçe, bu tür cinsel saldırılar daha az sıklıkta olmaya başlamıştır ya da en azından bunların saldırı olarak görülme olasılığı azal­mıştır. Ama bazı toplumsal gruplarda, bu tür cinsel hırsızlıklar hâlâ bir adamın erkekliğine, nüfuzuna, namusuna ve gücüne yöneltilen ölümcül bir hakaret olarak görülmektedir.

Çalınmış bir bekâretin telafisine verilen önemin bir sonucu da şudur: Kadının ailesine, aksi takdirde karşı çıkacakları bir evliliği zorla kabul ettirmenin bir yolu olduğu için erkeklerin kadınların kızlığını bozması hiç de az rastlanan bir şey değil­dir. Bekâretin bu Makyavelyen kullanımı, bazen gerçek teca­vüzleri de kapsamıştır ama başka durumlarda “tecavüz” kadı­nın ailesinin itirazlarına karşın evlenmek istediği adamla bir­likte kendi onayıyla katıldığı bir olaydı. Böylesine ciddi boyut­larda olan ve hamilelik olasılığı taşıyan bir emrivakiyle karşı karşıya kalan ailenin pes edip papaz çağırması büyük olasılık­la an meselesi olurdu. Bir başka deyişle, mecburi evlilikler ba­zı durumlarda bir “ölüm-karım” meselesi, bazı durumlardaysa tuzağa düşürme meselesi olmuş olabilir. Yine de bunlar, bazı kadınların yaşamları boyunca, bekâretlerine biçilen büyük de- ğvri kendi istekleri doğrultusunda kullanabilecekleri birkaç fusattan birini oluşturmuştur.

Unutulmaz

1999 yapımı American Pie (Amerikan Pastası) adh filmin rek­lam afişinde dendiği gibi “ilk dilim asla unutulmaz” iddiası doğru mudur? Yüzyıllar boyunca bekâretin kaybedilmesiyle il­gili doğru olduğuna en çok inanılan şeylerden biri, bu deneyi­min kendiliğinden ve silinmemek üzere kişinin beynine ka­zındığıdır. Örneğin bazıları, insanların, özellikle de kadınların, ilk cinsel partnerleriyle anında sarsılmaz bir duygusal bağ kur­duğuna inanır. Bazıları da kişinin ilk cinsel deneyiminin nite­liğinin ve yapısının, yaşamının geri kalanında ne tür bir cin­sellik yaşayacağının göstergesi olduğunu ileri sürer. Bakirenin boş bir yazı tahtası ya da bir tuval olduğu ve yaşadığı ilk cinsel deneyimin kaçınılmaz ve silinmez bir iz bıraktığı düşünülür. Bu oldukça şiirsel bir yaklaşımdır ama yanlıştır da. İlk cinsel deneyimin kişinin anlayışlarını, kimliğini ya da tepkilerini ka­lıcı olarak belirlemesi, hayatındaki başka bir dönüm noktasına göre -alılan ilk adımdan tutun ilk trafik cezasına kadar- daha yüksek ya da daha düşük bir olasılık taşımaz. Ancak yıllar geçse de birçok insan, kişinin bekâretini nasıl kaybettiğinin hayatının geri kalanı boyunca kendisini sadece etkileyebilece­ğine değil, etkileyeceğine de inanmıştır.

Bu fikrin uzun bir geçmişi vardır ama bugün yeniden can­lanması büyük ölçüde Sigmund Freud’un çalışmalarının eseri­dir. Freud’un Contributions to the Pşychology of Love (Aşk Psi­kolojisine Katkılar) adh kitabındaki üç makalenin üçüncüsü olan 1918 tarihli “The Taboo of Virginity” (Bekâret Tabusu), on yıllar boyunca bekâret konusunu ele alan belirleyici bilim­sel tartışmalardan biri olarak görülmüştür. Freud bu makale­de, Batı’daki bekâret ideolojisinin aynı anda hem köklü hem özünde açıklanamaz olduğunu itiraf etmesine karşın yine de, bekâret ve bekâret kaybı hakkında birtakım asılsız “gerçek”le- ri ileri sümekten geri kalmaz.

Bunların başında da -kimse gözden kaçırmasın diye dikkat çekecek bir şekilde makalenin ikinci paragrafına yerleştiril­miştir- bekâreti kaybetme deneyiminin, “kadında, erkeğin ka- dinin daimi ve değişmez bir şekilde sahibi olmasını temin eden ve kadının dışarıdan gelen yeni etkilere ve teşviklere kar­şı koyabilmesini sağlayan bir ‘esaret’ durumuna yol açtığı” fik­ri gelir. Bu hayret verici iddiayı destekleyecek pek fazla dipnot vermeksizin Freud, kadının cinsel partnerlerine duyduğu duy­gusal bağımlılık fikrini (seksolog meslektaşı Richard von Kraffl-Ebing’in notlarından kaynak göstermeksizin ödünç al­dığı bir fikir) alıp bunun kadınların bekâretlerini kaybetmesi­nin neredeyse kaçınılmaz bir sonucu olduğunu ileri sürer. Bu fikir, 19. yüzyılın sonlarında geçerli olan, cinsler arasında uy­gun bir ilişkinin nasıl olması gerektiğine dair orta sınıfa özgü inançlarla tamamıyla uyum içerisindedir ama bu “esaret”in iş­leyişi sihirsel düşünüşün harika bir örneğidir. Uyuyan Güzel masalıdır bu: Kadın bir adamın ilk cinsel dokunuşuyla bir an­da oluveren ve sonsuza kadar sürecek bir ikili bağlılığa "uyan­dırılır" .

Freud, bu talihsiz ve çaresiz ilişkinin işleyişinin iyi huylu olmadığını kabul etmiştir. Bakirelerle onları bozanlar arasın­da kendiliğinden oluşan bu davetsiz bağın varlığına hâlâ ina­nanlar dâ aynı şekilde düşünür ve bunun bir bakireyle yat- .manın en büyük tuzaklarından biri olduğuna inanırlar. Bu mitin öteki yüzünün daha güzel olduğu da söylenemez. Bir­çok kadın da bekâretlerini kaybettikleri adamların anında kendilerine bağlanacağı inancıyla ilk cinsel deneyimlerine gi­rişmiştir.

Ancak bir sürü kadının hayal kırıklığı içinde keşfettiği gibi, bu sihir aslında bir mittir, Tarihçi Ginger S. Frost, 19. yüzyılın sonlarında evlenme vaadiyle kadınları ayarttıktan sonra mah­kemeye verilen ve sözünü tutmamaktan suçlu bulunan adam­ların, tahmin edileceği gibi tabii ki kadınlarla yatabilmek için bağhhk sözü verdiklerini söylediği ve “bütün erkekler böyle yapar” dediği sayısız olay anlatmıştır. Bu durumun hiçbir şe­kilde Viktorya Dönemiyle sınırlı kalmadığını söylemeye nere­deyse hiç gerek yoktur. Aslında bekâreti kaybetmek kadar bel­li bir zamana özgü olmayan başka bir şey varsa o da, çoğu za­man bunun öncesinde gelen boş vaatlerdir. Eski bir Arap ata­sözü bu üzüntüyü şiirsel bir ifadeyle yansıtır: “Bana küpeler vaat etti ama kulaklarımı delip gitti.” Kişi tam bağımsızlık is­lerken ümitsiz bir bağlılıkla karşı karşıya kaldığında ya da bağlılık isterken tam bağımsızlıkla baş etmeye çalıştığında, ön­ceki durumdaki bakire ve partnerin ikisi de sonunda bekâret kaybının bir sepet ekşi üzümden pek de farklı olmadığını dü­şünebilirler.

Ama Freud’un iddiasına göre, bekâret kaybının bıraktığı söylenen “iz”in fiyaskoya yol açtığı durumlar da vardı. Bir ka­dının, kızlığını bozan adamdan, yaptığı şey için sonradan ka­çınılmaz olarak nefret etmesi gibi gerçek bir tehlike söz konu­suydu. “Bekâret Tabusu”ndaki açıklamaya göre, bu tür bir öf­ke, herhangi bir bilinçli kişisel düşmanlıktan değil, kızlık bo­zulmasının kaçınılmaz (olduğu varsayılan) acısından kaynak­lanmaktadır. Kadınların bedensel acı çektiğini ve kanadığını varsaysa da, Freud’a göre bu acı sadece fiziksel değildir. Bunun yanı sıra, daha derin bir acı olan, bir “organın” (Freud’un bu­rada özellikle himeni mi, yoksa bekâretin kendisini mi kastet­tiği hiç açık değildir) yok edilmesinin yol açtığı kaçınılmaz ruhsal “yara” da söz konusudur. Sonuçta ortaya çıkan yarah- hayvan öfkesi, sözlü ve fiziksel saldın halini alabilir. Freud sa­dece ilk cinsel birleşme sonrasında değil, ondan sonraki bütün cinsel eylemlerin sonrasında da kocalarını azarlayan, fiziksel olarak tehdit eden, hatta gerçekten döven kadınları içeren va­kalar anlatmıştır. Freud’a göre, bu öfke içeriye çevrildiğindey­se cinsel soğukluğa neden olur.

İlk cinsel deneyimin yanlış olmasının, hatta doğru deneyi­min kötü bir şekilde yaşanmasının bile felaketle sonuçlanabi­leceğine inanan sadece Freud değildi. 19. yüzyılda ve 20. yüz­yılın başlarındaki cinsellik kitapçıkları, bir kocanın gerdek ge­cesinde çuvallayarak karısında nasıl kalıcı hasara neden olaca­ğını anlatan açıklamalarla doludur. Örneğin Viktorya Dönemi yazarı Dr. John Cowan, saf bir gelinin kırılgan hassasiyetinin ve tabii ki narin bünyesinin üstesinden, sert ya da kaba yatak odası taktikleriyle gelinemeyeceği konusunda erkekleri uyar­maktadır: “Koca memnuniyetle ‘evlilik haklan' olarak tanınıla- dıgı şeyi uygularken, karısını aslında çok kısa bir zaman için gergin, narin ve hasta listesine yerleştirir.” Daha sonraları İn­giltere’de Stella Browne ve Dr. Marie C. Stopes gibi cinsellik eğilimi yenilikçileri, bu hasann kaçınılmazlığını ve kalıcılığını önemsizleştirmiş ve bunun yerine çok daha mantıklı bir fikir önermişlerdir. Buna göre, cinsellik eğilimi alma ve baskı altın­da, zoraki gerçekleşmeyen cinsel deneyimler yaşama şansı ta­nınan herkesin ilk cinsel deneyimi daha iyi bir hale getirilebi­lir ve cinselliğe dair kurduğu çağrışımlar iyileştirilebilir. Ancak kararlı ilerici Stopes bile, en çok satanlar arasına giren Married Love (1918) (Evli Aşk) adlı kitabında, “Gerdek gecesi dehşeti yüzünden intihara ya da deliliğe sürüklenen gelinlerin sayısı hiç de az değildir,” diye anlatarak, kişiyi kalıcı bir şekilde mahveden ilk cinsel ilişki fikrinden tamamıyla uzaklaşamadı- ğmı göstermiştir.

Bekâret kaybının kişinin cinsel varlığını şekillendirdiği fik­rinin cinsellik kılavuzlarından ve psikoloji metinlerinden yok olması, 20. yüzyılın büyük kısmını kaplayan bir süreçtir ama bugün bile literatürde hâlâ zaman zaman bunun izlerine rastlanabilir. 2003 yılında bile Psikanalist Deanna Holtzman .ve Nancy Kulish Psychoanalytic Quarterly'de (Psikanaliz Der­gisi) hâlâ harıl harıl, Freud’un küçümsedikleri “intikam pe­şindeki bakire" kuramıyla uğraşıyorlar, “bekâreti bozana kar­şı duyulan bu intikam fikrinin, kadına yansıtılmış erkek fan­tezisinin bir örneği olduğunu düşünüyoruz," diye yazıyorlar­dı. Bekâret kaybının bu tür anlık, denetlenemez tepkilere yol açtığı fikrini hâlâ kabul eden uzman, bugün ya yoktur ya da yok denecek kadar azdır ama psikanaliz alanında yaşanan gö­rüş değişikliğine karşın bu inanış hâlâ varlığını sürdürmekle­dir. Halk arasında hâlâ kötü bir ilk cinsel deneyimin, özellik­le de bir kadın tecavüz ya da ensest ilişki sonrası bekâretini kaybetmişse, çoğu zaman cinsel soğukluğun, orgazm olama­manın ya da lezbiyenliğin nedeni olduğu söylenmektedir. (Benzer şekilde bazen de bir kadınla geçirilen kötü bir ilk de­neyimin “erkeği eşcinsel yapacağı” iddia edilmektedir.) Yahut da, kadının cinsel arzusunu hastalığa dönüştürme geleneğine göre, ilk cinsel deneyiminden zevk alan bir kadın, anında ve kalıcı olarak belli bir erkeğe değil, eylemin kendisine bağla­narak nemfomanyak ya da “seks müptelası” olabilir. Son za­manlarda her iki cinsin gençleri için de bekârete (ya da gü­nümüz söyleminde sıkça dendiği gibi “evlilik öncesi cinsel perhiz”) verilen önemin yeniden hayat bulmasıyla birlikte, bazı genç erkeklerin bu mitolojiyi kendi üstlerine de alındığı­nı ve yasak elmanın tadına bakarlarsa “erkek-orospu” olmak­tan kaçamayabilecekleri korkusuyla bekâreti benimsedikleri­ni görmekteyiz.

Bekâret kaybı konusundaki bütün bu inanışların ortak yanı, kişiliğimizin derinlerinde ve özünde bilinçli olarak değiştirile­meyecek, ama tek bir cinsel deneyimle bir anda tamamıyla ye­niden şekillendirilebilecek bir parça olduğu fikridir. Kızlığı ye­ni bozulmuş bakireler, kendiliğinden oluşan bir çeşit etkinin çaresiz alıcıları olarak hayal edilirler; annelerinin peşinden gi­den ördek yavruları gibi bekâretlerini kaybetmelerinin ardın­dan onları takip eden bir etki. Gerçekte bu, bekâretimizi kay­betmemizin doğal olarak bir iz bırakması gerektiğine dair fan­tezinin bir başka şeklidir. Ancak iyi ya da kötü, bekâretimizi kaybetmemizden genellikle elimizde kalan sadece benzer anı­lardır, türü ve şiddeti açısından renklilik gösteren ve başımız­dan hatırlanacak başka olaylar geçtikçe çarpıtılmaya ve unu­tulmaya yatkın olan anılar.

Kan ve Acı

Bekâret hakkında hiçbir kitap, kan ve acı tartışmasına girme­den edemez. Bu konuda yazılmış en eski belgelerden bu yana, kadın bekâretinin kanıtı olarak görülen acı ve kanama, bekâ­ret kaybıyla o kadar sağlam bir şekilde ilişkilendirilmiştir ki. nadiren bunları anmadan ilk cinsel ilişkiden bahsederiz. Vaji­naya ilk kez cinsel anlamda girilmesiyle ilişkilendirilen acı ve kanama, (yaşandıkları takdirde) genel olarak kısa süreli ve önemsizdir ama bu kişiden kişiye büyük değişkenlik gösteren bir şeydir. Bazı kadınların şiddetli acı ve/veya yoğun kanama yaşadıklarını bildirdikleri doğru olsa da, fiziksel olarak yetiş­kin bir kadının ilk birleşme deneyiminin tıbbi müdahale ge­rektirecek kadar ciddi yaralanmalara neden olması son derece­de düşük bir olasılıktır. Bekâret kaybının fiziksel sonuçlarının oldukça geniş bir yelpazeye yayılmış olması, yüzlerce, hatta binlerce yıldır bilmen bir etkendir. Talmud hahamlan bile, bü­tün kadınların bekâret kaybına aynı şekilde tepki vermediğini kabul etmiştir.

Hepimiz bakirelerde kan ve acı ararız çünkü bu şeylere ina­nılmaz simgesel anlamlar yükleriz. Kişinin bakış açısına bağlı olarak kan ve acı, erdemin, ahlâkın, fedakârlığın ve hatta dinî sözleşmelerde Tanrı’nın lütfunun simgesi olarak görülebilir. Toplumbilimci Sharon Thompson'ın araştırması, bazı kadınla­rın bekâret kaybı hikâyelerini anlatırken, ne kadar canlarının yandığına ve ne kadar kanayıp acı çektiklerine ilişkin kanlı (bazı durumlarda açıkça abartılmıştır) ayrıntılardan gerçekten de haz duyduğunu göstermiştir. Bazıları bekâretlerini kaybet­melerini romantik bir fedakârlık ya da “aşklarını kanıtlama" olarak sunarken, diğerleri de cinsel ilişkinin kaçınılmaz olarak kadınları kurbana çevirdiğinin ya da cinselliğini yaşayan ka­dınların acı çekmeyi hak ettiklerinin kanıtı olarak göstermiş­tir. Bazıları da bunun, kendilerine söylendiği gibi cinsel ilişki­nin ille de hayatlarındaki en önemli şey olmayacağını fark et­tiklerinde yaşadıkları aldatılmışlık ve hayal kırıklığının fiziksel ifadesi olduğunu söylemiştir. “Neredeyse birbirlerini korkutu­yor gibiler,” diye yazar Thompson ve ekler, “ya da bir cesaret oyunu[4] oynar gibiler."

Çok farklı bir yorum da şudur: And the Bride Wore \Vhile: Seven Secrets to Sexual Purity (Ve Gelin Beyaz Giydi: Cinsel Saflığın Yedi Sim.) adlı çok tutulan kitabın yazarı Dannah Gresh gibi bazı evanjelist Hıristiyan gençlik kolu eğitmenleri, evlilik öncesi bekâret ve kutsal evlilik bağı gibi idealleri vurgu­lamak için, kan adama, kan sözleşmeleri ve kızlık bozulmasın­daki kan fikirleri arasında açıkça bir bağ kurmaktadır. “Bakın, Tanrı sizi ve beni, birçok durumda ilk kez cinsel birleşmeye girdiğimizde bozulan koruyucu bir zarla, himenle yarattı,” di­ye yazar Gresh. “Bu zar bozulduğunda bir kadının kanı koca­sının üzerine akar. Cinsel birleşme sizin, kocanızın ve Tan- rı'nın arasında bir kan sözleşmesidir.” Gresh bu kan kaybının her defasında olmadığını kabul ederek (“birçok durumda”) bizden puan kazanıyor, ama Gresh’in bu kan akışını bu şekil­de betimlemesini içselleştiren bir okurun, zamanı geldiğinde tek damla bile kanamadığını gördüğünde nasıl bir tepki vere­ceğini merak etmeden de edemiyor insan. Bu tür şeyler, ger­çekleşip gerçekleşmeyeceği kesin olmayan fiziksel olgulara ciddi simgesel anlamlar yüklemenin riskleridir.

ister ucuz aşk romanlarında ve pornoda sergilenen acıh ve kanlı ilkler olsun, ister atalarımızdan kalma gerdek gecesi son­rası kanlı çarşaflarla bekâreti kanıtlama göreneği, genç kadın­ların kendi bekâret kaybı deneyimlerini anlattıkları korku hi­kâyelerini başka kadınlarla aralarında bağ kurmak için kullan­malarında ya da Gresh’inki gibi dine dayalı yorumlamalarda verilen mesaj aslında oldukça basittir: Kan ve acı eşittir bekâ­ret kaybı, bekâret kaybı eşittir kan ve acı. Bir anlamda, sanki kültürümüz kadınların ilk defa cinsel ilişkiye girdiklerinde ka­namaları ve acı çekmeleri gerektiğine inanıyormuş gibidir. Ama bunun bir kutsama ya da bir ceza olarak ifade edilmesi sadece bir bakış açısı meselesidir.

Eski çağlardan bu yana sayısız tıp yazarı, benzer şekilde bir bakirenin kanamamasının çok büyük bir olasılık olduğundan bahsetmiştir. Bu konu, Talmud’un Ketuba adı verilen evlilik sözleşmesinde ayrıntılarla tartışılmıştır. Robert Burton’ın 1621 tarihli Anatomy of Melancholy (Melankolinin Anatomisi) adlı kitabı da, Yunan, Mısırlı. Kartacalı ve Incil’e ait bu konu­da yazılmış çeşitli kaynaklardan söz etmektedir. Ama bazı ka­dınlar kanıyor, bazıları kanamıyorsa bu doğal olarak neden sorusunu akla getirir. Bunun oldukça yaygın olan ve araların­da 17. yüzyılda yaşamış ebe Jane Sharp’ın da olduğu yazarlar- ca ileri sürülen bir açıklaması şudur: Bekâretlerini bir süredir âdet gördükten sonra kaybeden kadınların kanama olasılığı daha düşüktür çünkü bu kadınların geçitleri düzenli olarak içlerinden madde geçmesine çoktan alışmıştır. Başka yazarlar da cehaleti neden olarak kabul etmiştir. 17. yüzyılın sonların­da çok satan ve İngiltere ve Amerika genelinde bir yüzyılı aş­kın bir sûre boyunca aşırı derecede popüler cinsellik konulu el kitabı Aristotle’s Master-Piece (Aristo’nun Başyapıtı), kan ol­mamasının kaybedilmiş kızlık hakkında kesin bir kanıt oluş­turmadığı konusundaki ısrarında kararlıydı, ve kan görülme­mesi olasılığının nedenlerine gelince kaçamaklı konuşmaktan mutluydu:

Bir adam evlendiğinde ve ilk çiftleşme edimi sonrasında karı­sının bekâretinin kanıtlarım bulduğunda, kadının bakire ol­duğuna inanması için her türlü nedene sahiptir. Ama bu ka­nıtlan bulmazsa, kadının bekâretinin bozulduğunu düşünme­si için hiçbir nedeni yoktur. Eğer kadını bunun dışında ağır­başlı ve mütevazı bulduysa: Himenin birçok başka yolla da bozulabileceğini düşünürsek o zaman kadın hem iffetli hem de erdemlidir.

İlk cinsel birleşme deneyiminin neden bu kadar çeşitlilik gösterdiği sorusunun cevabı bugün de 17. yüzyıldan olduğun­dan daha açık değildir. Neden bazı kadınların cinsel anlamda ilk kez vajinalarına girilmesi deneyimi sırasında acı ve kanama yaşarken diğerlerinin yaşamadığını hâlâ tam olarak bilmiyo­ruz. Aslında acı ve kanama olduğunda, vajinaya girilmesinin hangi yönünün ya da beden yapısının hangi parçasının etki­lendiğini bile kesin olarak bilmiyoruz. Sonuçta bir sürü olası­lık söz konusudur.

Birçok insan ilk birleşmenin himen dokularını yırttığını ve acıyla kanamaya bu yırtılmanın neden olduğunu varsaymakta­dır. Bu bazı durumlarda doğru olabilir ama vajinaya girilmesi­nin bütün himenleri eşit derecede zedelemediğini, hatta bazı himenleri hiç zedelemediğim de biliyoruz. Hangi tür himenin acıya yol açma olasılığı daha yüksektir? Bunu da bilmiyoruz ve araştırmalar da bu soruya bir cevap vermiyor. Ama bir kadı­nın vajinasına cinsel anlamda ilk kez girildiğinde ne yaşayaca­ğını belirleyen denklemde himenin kendisinin tek etken ol­maması gerektiğini farz etmek mantıklı bir yaklaşım gibi görü­nüyor.

Sonuçta cinsel ilişki bir penisle bir himen arasında gerçek­leşmez. Himen de tek başına bulunmaz. Himen vajinanın gi­rişinin oluşturduğu geniş alan içerisinde bir sınır işaretidir; tıpkı bir kapının, bir evin ya da odanın oluşturduğu geniş ala­nın içinde bir sınır işareti olması gibi. Kapının çerçevesinden geçmeden kapı boşluğundan geçemezsiniz, kapı boşluğundan geçmeden de kapının çerçevesinden geçemezsiniz. Aynı şey himen ve vajina girişi için de geçerlidir. Ortada bir himen varsa ancak vajina girişinin bir parçası olarak vardır. Himen vajinanın geri kalan kısmıyla aynı tür dokulardan yapılmıştır ve vajinanın geri kalanı gibi aynı şartlara ve güçlere maruz kalır.

Üstelik vajina -buna elbette himen de dahildir- çok karma­şık bir şeydir. Vajinalar kişiden kişiye birçok açıdan, örneğin dinlenme anındaki büyüklükleri, ne kadar genişleyip açılabi­lecekleri ve kaslarıyla dokularının görece esnekliği bakımın­dan değişiklik gösterirler. Sadece kadından kadına değişmekle kalmayan, aynı zamanda herhangi bir kadında da yaşamı bo­yunca değişen özellikler de vardır. Bunlar genel sağlık, tahrik olma, doğal olarak oluşan sümüğümsü ıslaklık ve birçok olası sebepten kaynaklanan ve disparöni (ağrılı cinsel ilişki için kul­lanılan genel terim) denilen durum gibi özelliklerdir. Bütün bunlara ek olarak tutum, duygusal ve zihinsel rahatlık, kişinin partnerine karşı hisleri, cinsel suçluluk ya da utanç duygusu ve bunlar gibi daha birçok elle tutulamaz ve kişiye göre deği­şen özellik, bir kadının herhangi bir cinsel deneyim (buna ilk ilişki de dahildir) sırasında ne yaşadığı ve bedeninin nasıl tep­ki verdiğini etkiler.

Araştırmaların gösterdiğine göre deneyim, bilgi ve sabır, ka­dınların ilk cinsel vajina-penis ilişkisinin daha acısız ve daha zevkli geçmesine yardımcı olmaktadır. İlk cinsel birleşme ön­cesinde vajina-penis ilişkisini içermeyen cinsel deneyim sahibi olan kadınlar, genellikle daha acısız ve daha zevkli deneyimler yaşadıklarını söylemektedir. Rahatlama da çok önemli bir et­kendir: Yakın bir zamanda 669 kadınla ilk jinekolog muayene­lerine ilişkin deneyimleri konusunda yapılan bir Alman araş­tırması, endişe ve vajinaya girilmesi acısı arasında ciddi bir ilişki olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu çerçevede eski cinsellik kitapçıklarında ve tıp metinlerinde bulunan tavsiyelerin bazı­larını çok farklı bir gözle okuyabiliriz. Eski cinsellik kitapçık­ları, cinsel birleşmeyi denemeden önce bir kadının (ve/veya kocasının) vajinasının girişini usulca parmaklarıyla biraz es­netmesini tavsiye ettiğinde, bunu sadece himenin yavaşça ge­nişletilmesi için verilen talimatlar olarak değil, aym zamanda parmakla uyarılma şeklindeki cinsel ilişkiye yavaşça giriş ya­pılması için verilen bir reçete olarak da görebiliriz.

Bu büyüleyici ya da heyecan verici değil, düpedüz sıradan­dır: Araştırmalar kapsamlı, yargılamayan cinsel eğitim alan ve kendi cinselliklerine onaylayıcı, güçlendirici tutumlar gelişti­ren kadınların, bekâretlerini kaybettiklerinde olumlu dene­yimler bildirmeye daha yatkın olduğunu göstermektedir. Araş­tırmalara göre, bir kadın zorlanmadığı ya da baskı görmediği, partneriyle birlikteyken kendini güvende ve emin ellerde his­settiği ve sevişme sırasında rahatsız edilmekten ya da basıl­maktan korkmadığı takdirde, acısız bir deneyim yaşamaya ve genel olarak bekâretini kaybetmesi konusunda daha olumlu bir izlenim sahibi olmaya daha yatkındır. İlk sevişmelerini kendi yaş gruplarındaki ortalamaya göre biraz daha ileri yaşta yaşayan kadınlar da bekâretlerini kaybettiklerinde, daha olumlu deneyimler yaşamaya yatkındır. Bunun nedeni büyük olasılıkla, bu kadınların bir şeyler öğrenmek ve denemek için daha fazla zamanlarının olması ve ilk cinsel ilişkisini daha er­ken yaşlarda yaşayanlara göre kendi hayatları üzerinde daha Çok denetim sahibi olmalarıdır.

Kadınların cinselliğe sarsıcı olmayan ve hatta belki de hoş olan bir giriş yaşamasının, onları eğitmek ve yapmak istedikle­rini kendi istedikleri gibi ve kendi istedikleri zamanda yapma­larına izin vermek kadar basit şeylere bağlı olabileceğini araş­tırmalar defalarca göstermiştir. Cinsel eğitimin ve kişinin ken­di yaşamım idare etme hakkının, kadınların cinsel yaşamları­nın iyi olmasının temeli olduğunu şiddetle savunan Stella Browne, Marie Stopes ve Margarel Sanger gibi cinsellik eğitimi alanındaki ilk ilerici yenilikçiler nihayet niceliksel araştırma­larla doğrulanıyor olabilir mi acaba? Aslında durum pekâlâ öyle görünüyor. Plus ça change, plus c'est la meme chose.[5]

İKİNCİ KISIM

Bakire Kültürü

Bir adamın iştahının ya da arzusunun nesnesi her neyse, kendisi için iyi dediğidir bu; nefretinin ve tiksintisinin nesnesiyse kötüdür, ve küçümsediği şeyler aşağılık ve önemsizdir.

- Thomas Hobbes, Leviathan (1651)

SEKİZİNCİ BÖLÜM

Bir Şekilde Bedenden Öte

Dinsel bekârlık uygulamasıyla birlikte gelen bekâret bü­tünlüğü ve her türlü cinsel yakınlıktan bağımsız olmak me­leklere özgüdür ve çürüyebilir ette ebedi çürümezliğin ta­dını almaktır... bedenleri zaten bir şekilde bedenden öte olanlar, başkalarının sahip olduklarının üstünde ve ötesin­de özel bir şeye sahiptir.

- Aziz Augustine

Bekâret çoğu zaman çok büyük, tek parça halinde bir şeymiş gibi gelir insana; o kadar büyük, yaygın ve eskidir ki zamanın başlangıcından beri hayatımızın bir parçası olmuştur diye dü­şünürüz. Bu, bir anlamda doğrudur da. Bekâret fikrinin ilk na­sıl ortaya çıktığı, ilk başlarda ne tür fikirler ve ideallerle ilişki- lendirildiği ya da bu kavramı geliştirenlerin yaşamlarıyla nasıl flişkilenmiş olabileceği hakkında herhangi bir şey bilmiyoruz. Ama insanlar kendileri hakkında yazdıkları sürece bekâret hakkında da yazmışlardır. Bekâretin izini sürerek kavramın kökenine gidemeyiz ama yazılı kaynakların başlangıcına kadar bekâreti takip edebiliriz: Antik çağlara ve bu zamanlarda yaşa­mış olan Yahudiler, Romalılar, Yunanlar ve Mısırlılara kadar. Ancak Mısırlılar, Yunanlar ve Romalılarda bir bekâret kavramı­nın olması ve bunun Tevrat’ta (ya da Eski Ahit) tartışılması, bunların bakireler ve bekâret hakkmdaki fikirlerinin bizimki­lere benzediği anlamına gelmez. Ne bekâretin fiziksel yapısı konusunda düşündüklerimiz ne de bekâretin başka yönlerine ilişkin fikirlerimiz tarihsel olarak değişmeden aynı kalmıştır.

“Geçmiş başka ülkedir," sıkça karşılaştığımız doğru bir iddi­adır. Konu bekâreti tartışmaya geldiğinde, Nasıralı İsa’nın doğ­duğu kültürle onun müritleri tarafından kurulan din etrafında gelişen kültür arasındaki mesafe, bizim kolayca anlayabileceği­mizden daha büyüktür. Eski dünyaya baktığımızda -bekârete ilişkin Batılı Yahudi-Hıristiyan ideolojilerimizin kökleri konu­sunda bir bakış açısı edinmek isliyorsak bu ilk adımı atmamız gerekir-, farklı din, felsefe, tıp ve insan ilişkileri paradigmaları na göre işleyen bambaşka bir yere bakıyoruzdıır. Aslında bede­ne ve cinselliğe yönelik anlayışlarda meydana gelen bir paradig­ma değişikliğinin öteki yüzüne bakıyoruzdıır. Hıristiyanlığın or­taya çıkmasının doğrudan sonucu olan bu değişiklik, Akdeniz kıyıları boyunca Isa’dan yüz yıl kadar önce başlamış ve M.S. 5. yüzyılda eşsiz Aziz Augustine'in ölümü dolaylarında da pekiş­miştir. Bu değişikliğin yapısını, inanılmaz gücünü ve Batı mede­niyetini ne derece ölçülemez bir şekilde değiştirdiğini anlama­mız için, bunun öncesinde neler olup bittiğini, bekâretin ne ol­duğunu ve eski dünyaya ne ifade ettiğini bilmemiz gerekir.

Eski İffetleri Topraktan Çıkarmak

İffeti, bekâretin uzaktan akrabası, bir cinsel perhiz, bekârlık ve saflık durumu olarak düşünürüz. Ayrıca iffeti çoğu zaman dini inancın bir parçası olarak görür ve aynı zamanda belli bir ahlâk türünün ifadesi ya da somut hali olarak düşünürüz. M.Ö. 5. yüzyıla ait Yunan lirik şairi Bacchylidesin şu sözlerini okudu­ğumuzda, “Hünerli bir ressam bir yüze nasıl güzellik verirse, iffet de ulvî amaçları olan bir hayata öyle çekicilik verir,” bize anında anlamlı gelir. Çünkü bu. iffet” sözcüğünün ne anlama geldiğine dair düşüncelerimize ve ne tür insanların ifletin pe­şinden koştuğuna ve iffeti uyguladığına ve bu insanların ne tur bir hayal tarzı yaşadığına dair varsayımlarımıza uyar.

Bu yüzden de Bacchylides ve Hıristiyan dünyasının geri ka­lanı için iffetin hiç de bekârlık anlamına gelmediğini keşfet­mek bizi oldukça şaşırtabilir. İllet o zamanlar, belirli dönem­lerde kısa süreli yapılan perhiz dışında ille de cinsel perhiz an­lamına gelmezdi. Eski dünyadaki iffet, fiziksel bir sağlık mese­lesi olabildiği kadar ruhsal bir zindelik meselesi de olabilirdi.

Roma vatandaşları için evlilik ve üreme çoğunlukla devlet vcikisi ile yasal olarak zorunlu kılınmıştı, yani ne isteğe bağlı ne de tam anlamıyla gönüllü olarak yapılırdı. Aynı durum Yu­nanistan'ın büyük kısmı için de geçerliydi. Bu neredeyse her­kesin evlendiği ve neredeyse herkesin hamile bıraktığı ya da çocuk doğurduğu bir dünyaydı. Üstelik hu dünyada, seçkin sı­nıftan olan erkeklerin genelde hem kanlan hem de metresleri vardı ve bu erkekler sadece bu kadınlarla değil, heterae deni­len üst sınıfa hizmet eden fahişelerle de yatarlardı. Toprak ve köle sahibi olan bu erkeklerin aynı zamanda, sahibi oldukları insanların bedenlerine de cinsel erişim hakları vardı. Bir ada­mın cinsel etkinliklerini evlilik yatağıyla sınırlı tutması nadi­ren zonınlu olurdu. Tabii ki bu etkinlikleri evinin sınırları içe­risinde tutarsa övgüyü hak etmiş olurdu. Roma’da daha az yaygın olsa da Yunanistan'da bir adamın cinsel etkinlikleri kendi cinsinin ergenleriyle girdiği cinsel ilişkileri de içerirdi. Oğlanlar da büyüdükçe, akıl hocaları, kahramanları ve arka­daşları olan kendilerinden yaşça büyük adamlarla yaşadıkları yoğun, sevgi dolu ve çoğu zaman cinsellik içeren ilişkiler yo­luyla, eski Yunan dünyasının üst sınıfına ait “yaşlı kurtlar ku­lübünün” bir parçası olmayı öğrenirlerdi.

Peki o zaman bu çağda yaşayan birine göre “iffet” neydi? Yunanların bunun için bir sözcüğü vardı: Sophrosyne, yani ki­şinin kendini bilmesi, olgunluk ve denetim nitelikleriyle ta­nımlanan ılımlılık özelliği. Platon tarafından uzun uzun tartı­şılan vc Aristo'nun Nichomachean Ethics (Nikomakean Etiği) adlı kitabında, nadir bulunan ve ılımlı bir yol izleyen kişisel davranışın baş özelliği olarak övülen soplırosyne, bir adamın tutkularını yok etmemesini (pek de ılımlı bir davranışa benze­tiliyor) ama bunları terbiye etmesini ve bilinçli olarak kendisi­ni toplumun menfaatine en çok katkıda bulunacak eylem ve etkinliklerle sınırlamasını sağlayan etik ve tinsel güçtü.

Toplumun bundan çıkarı hem toplumsal hem de fizikseldi. Cinsel ilişki bedenin yaşamının vazgeçilmez bir yönüydü ve bedeni etkileyen her şey sağlığı da etkileyebilirdi. Erkeklerin bedenlerinin suyuklarında ne tür dengesizlikler olabileceğini öğrenmek için doktorlara danışması yaygındı. Doktorların tavsiyeleri üzerine erkekler, beslenmeleri, egzersizleri, masaj kürleri, çalışma ile banyo alışkanlıklarının yanı sıra cinsel ak- tivitelerini de değiştirirdi. Örneğin Pisagor, cinsel ilişkiye özgü suyuk sıcaklığının yaz sıcağıyla birleştiğinde sistemi zayıf dü­şürüp hastalığa yol açabileceğine inandığı için yazları bekârlık öğüllemişti.

Eski dünyanın ileri gelenleri bazen geçici bekârlık dönemle­ri öğütlerlerdi ama bu bekârlığın daha iyi olduğu anlamına gelmezdi. Aksine, Hipokrat, Efesli Rufus, Galen ve öteki tıp adamları yetersiz cinsel etkinliğin, plethora, yani aşın miktar­da ıslak suyuğun bedende tıkanıklık yaratıp bunalıma yol aç­ması nedeniyle, hem erkeklerde hem kadınlarda hastalığa yol açabileceği konusunda ısrarcıydı. Cinsel sıcaklık, sperm kaybı (erkekler gibi kadınların da sperm üretip boşalttığına inanılır­dı) ve kişinin bedenine özgü eğilimler arasında doğru dengeyi bulmak güç olabilirdi.

Ne cinsel ilişkinin ne de boşalmanın kendi başına sorun ya­rattığı düşünülürdü. Aslında Romalı bir oğlanın ilk boşalması, hem aile arasında hem de her yıl düzenlenen 17 Mart Liberal ia festivalinde kutlanacak bir şeydi. Öte yandan cinsel ilişki ve boşalmanın sıklığı ve zamanlaması sağlıklı ve bilge olmak iste­yen bir adamın uğraşmak zorunda olduğu konulardı. Yeterin­ce yaşanmadığı takdirde kişi plethoraya yenik düşebilir, fazla yaşandığı takdirdeyse kişi kuvvetten düşüp zayıflayabilirdi. Dengeyi doğru kurmak çok iyi bir sağlığa sahip olmanın anah­tarıydı. Hatta böyle bir sağlığın, bedeni görünebilir şekilde et­kilediği farz edilirdi: Aline Rousselle, iffetli adamların fazla ah­lâksız adamlara göre daha uzun boylu ve güçlü olduğuna ina­nıldığını anlatır.

Eski dünyada kadınların da iffetli olması beklenirdi. Onla­rın iffeti bizim bugün düşündüğümüz anlamdaki iffete, yani arkasından evlilik çerçevesinde yaşanan tekeşliliğin geldiği ev­lilik öncesi bekârlığa biraz daha yakındı. Zina yapan kadın kendisini ve ait olduğu evi lekelediği için kendi babası tarafın­dan bile öldürülebilirdi. Ama aynı zamanda eski dünyada ka­dınların cinsel arzuları hayatın kabul edilen bir yönüydü. jUıstofanes’in Lysistrata adlı kitabındaki kadınlar, kasık bölge­lerinde ağrı hissettiklerinden ve arzularının tatmin edilmedi­ğinden, cinsel lûtuflannı esirgedikleri erkekler kadar yüksek sesle ve uzun süre boyunca şikâyet etmektedir. Kadınların cin­sel ihtiyaçları Yahudi düşünüşüne göre öylesine kabul edilmiş bir gerçektir ki, Talmud hahamları, kadınların kocalarından cinsel tatmin talep etme haklarını ne sıklıkta kullanabilecekle­rini tarif ederek, kadınların cinsel çıkarlarını korumuştur.

Tıbbi görüş de cinsel ilişkinin kadınlar için önemli olduğu anlayışını desteklemekteydi. Zamanın tıp kuramı kadınların üreme sistemlerinin ve genel sağlıklarının düzenli cinsel birleş­meden ve rahmin düzenli olarak spermle nemlendirilmesinin sağlıklı etkilerinden fayda gördüğünü ileri sürmekteydi. Etkin bir cinsel yaşamı olmayan kadınlar, plethora ve daha çok histeri olarak bilinen “rahmin boğulması" gibi ölümcül olabilecek hastalıkların pençesine düşebilirdi. Cinsel zevkin de faydalı ol­duğu kabul ediliyordu. Charis, yani karşılıklı yakın hazdan do­ğan hoş bir güven ve sevgi duygusu yoluyla, bir çift birbiriyle daha da yakınlaşabilir ve aralarındaki uyumu artırabilirdi.

Bir başka deyişle eski dünyada iffetli bir kadın cinsel ilişki­den uzak durmazdı. Bunun yerine, toplumsal sınıfına ve yetiş­tirilme tarzına uyacak bir biçimde sophrosynenin kalitesini göstererek kocasıyla birlikte cinsel ilişkiden zevk alırdı. Ka­dınlar için de erkekler için de iffetsizliğin ölçüsüzlük, yozlaş­ma ve özdenetim yoksunluğu gibi yönlerinden uzak durulma­lıydı. Ama aynı zamanda, sürekli bekârlığın ya da yetişkin be­kâretinin fiziksel olarak zararlı, felsefi açıdan aşın ve toplum­sal yönden tuhaf olduğu düşünülürdü.

Hıristiyanlık Öncesi Bekâret

İster yasayla yapılması zorunlu tutulsun, ister gelenek baskı­sıyla ya da kişisel tercih sebebiyle olsun, eski dünyada evlen­meye uygun olan neredeyse herkes evlenirdi. Eski Akdeniz ve Adriyatik bölgelerindeki ataerkil kültürlerde evlilik kişinin ai­lesini genişletmesinin, aileye taze kan getirmesinin ve geleceğe yalının yapmasının bir yoluydu (sanayileşme öncesi toplunı- larda hâlâ da öyledir). Kanıtlanabilir babalık önemli olduğu için gelinlerin bekâreti de önemliydi ve bütün ailenin namusu, yanlarından ayrılan kızlannm ve kendilerine katılan gelinlerin gerdek yataklarına bakire olarak girip girmemesine bağlıydı

Büyük olasılıkla çoğu da gerdeğe bakire girmiştir ama butun kadınların bundan elde edeceği büyük bir kişisel çıkarın ol­ması, ille de böyle yaptıkları anlamına gelmezdi. Bu daha çok öylesine yapılagelen bir şey. kadınların kültürlerinin bir parça­sıydı. Ayrıca günlük yaşamın yapısı da birçok kişi için, tama­mıyla imkânsız olmasa bile düzen itibariyle zaten zor olan ev­lilik öncesi ilişkileri yasak kılardı. Eski dünyanın kadınları ve erkekleri çoğunlukla ayrı fiziksel ve toplumsal alanlara sahipli ve birçok sosyoekonomik kademede buna ayrı çalısına yaşam­ları da dahildi. Ayrıca bu zamanın kadınlarının bizim ölçütle­rimize göre genellikle oldukça küçük yaşta evlendirildiklerini de hatırlamak gerekir. Yunan gelinlerin genelde ilk âdetlerinin üzerinden birkaç yıl geçmesi beklenirken. Romalı gelinler da­ha âdet görmeye bile başlamadan evlendirilebilirdi.

Evlilik öncesi bekâret, bunu kaybedenlerin maruz kalabilece­ği olağandışı cezalarla teşvik edilirdi. Roma İmparatorluğu nda evli olmayan bir kadınla yapılan s/uprııııı, yani uygunsuz cinsel davranışın zinaya denk olduğu düşünülürdü. Genç kadın bu­nun öncesinde bakire idiyse ve kendi arzusuyla baştan çıkarıl­mış gibi görünüyorsa, her iki tarafın da mallarının yansına geri verilmemek üzere el konulurdu. Eğer kadın tecavüze uğradığı­nı kamılayabilirse (tabii bu, o zaman da bugün olduğu gibi ko­caman bir “eğer”di), sadece adam cezalandırılırdı. Romalılarda cinayet de. evlilik öncesi cinsel sınır ihlalleri için başvurulan yaygın bir cezaydı. Aslında üst sınıfa mensup babalar, zina yü­zünden kızlarını öldürme hakkına sahipti (kızlan evlendikten sonra bile) ve kızlarının birlikte zina yaptığı sevgililerini öldür­mek de babaların yasal haklan kapsamına giriyordu.

Yunanistan'da da cinayet, kızların izinsiz bekâret kaybına gösterilen hiç de nadir olmayan bir tepkiydi. Giulia Sissa, Grc- ek Virginity (Yunan Bekâreti) adlı incelemesinde, Atinalı bir hükümdarın kızının "mahvedildiğini" keşfetmesi üzerine onu açlıktan gözü dönmüş bir ala yem ettiğinden söz eder. Bunun yanı sıra. Roma yasası stupruımı cezalandıran ekonomik yaptı­rımlara göre toplumsal açıdan çok daha aşırı bir ceza da sağ­lardı Solon zamanında evli olmayan kızlarının başlan çıkarıl­dığını ya da hamile bırakıldığını keşfeden Atinalı babalar, kız­larını evlatlıktan reddetmek ve. kızlarının vatandaşlık hallerini feshedip onları köle yaparak onlara “yabancılaşmış bir beden" olarak davranmak zorundaydı. Solon'ıın yasasında özgür do­ğan bir Almalı nın köleliğe zorlanabildiği tek durumdu bu.

Bu dönemde yaşayan bir Almalıya bu ceza mantıklı gelirdi. Bir kızın evlenmeden bekâretini kaybetmesi açıkça ataerkil olan eski dünyada, hem aileyle kızın kendisinde utanç verici bir denelim eksikliği hem de kızın babasına karşı işlenen bir mal suçu oluşturuyordu. Baba evinin bir parçası olarak kızlar, npkı karıların kocalarına ve kölelerin efendilerine aiı olması gibi, kelimenin tam anlamıyla babalarına aitti.

Ancak kölelerin aksine kızlar ve karılar satılamazdı. Bir kı­zın hem aile reisi hem de genel olarak toplum için esas değeri evlilikte verilebilmesiydi. Babanın kızını verme hakkı, bugün anladığımız gibi mecazi bir teslim etme, yani kızıyla özel bir gün paylaşan ve yüzü sevinçten ışıldayan bir babanın oynadığı rol değildi. Bu, fazlasıyla gerçek ve yasal olarak son derece bağlayıcıydı. Birçok önemli şey evliliğe bağh olabilirdi: Güç, toprak, ün ve servet, hatla belki de savaş ve barış. Bir kızın ev- lenebiliıiiğiyse bekâretine bağlıydı. O olmazsa, geri kalan hiç­bir şey mümkün olmazdı. Kızın üreme bakımından saflığını yitirmiş bedeni, artık üst sınıfın toplumsal ekonomisine bağlı değiş tokuşlar için faydalı değildi. Faydalı bir insan hamuru olan bedeninin değeri neyse, kızın değeri de tam olarak oydu.

Peki yaşamlarına belli bir çıkara hizmet eden hamurlar ola­rak (köleler, seriler ve hizmetçiler) başlayan kadınların duru­mu neydi? Bekâretin bu kadar hayati görünmesine neden olan hanedan evliliği sorunu olmayan bu kadınların bekâretinin yi­ne de değerli görülüp görülmediğini pekâlâ merak edebiliriz. Bunun cevabı kesin bir evellir. Bu kadınlardan bize kalan ka­nıt ya çok azdır ya da hiç yoktur ama elimizde kâğıt üzerinde yasal izler vardır. Tecavüz yasaları çoğu zaman, hem bakire ve bakire olmayan kadınların tecavüzü arasında hem de yüksek sınıftan kadınlarla düşük sınıftan kadınların tecavüzü arasında ayrım yapmıştır. Eski dünyanın gözünde, düşük sınıftan olan kadınların bekâretinin, üst sınıftan kız kardeşlerinkiyle karşı­laştırıldığında nasıl görüldüğünü öğrenmemiz için bu yasalara bakmamız gerekir.

Yasaların bize söylediği hiç de şaşırtıcı değildir. Eski dünya­da bekâretin öncelikle bir mal olduğu, ancak ondan sonra do­ğa ötesi bir özellik olduğu düşünülürdü. M.Ö. yaklaşık 450 ta­rihlerinden kalma bir Girit yasası, bakirelerin ve bakire olma­yanların tecavüzü için ayrı cezalar öngörmüştür: Bir kadın hizmetçinin tecavüzcüsü, sözü edilen hizmetçi bakireydiyse iki stcıtcr, bakire değildiyse bir obol para cezasına çarptırılırdı, yani hafif bir şaplakla yırtardı. Tecavüze uğrayan kadına değil, kadının sahibine ya da efendisine yapılan bu ödemeler, açıkça görülüyor ki kişisel bir saldırı karşılığında değil, mala verilen zarar karşılığında ödenen göstermelik bir tazminattı.

Bu durumda bekâret eski dünyada gayet iyi bilinen bir tutar konusuydu. Bekâreti kaybetmek (ya da. çalmak), bekâretin ki­me ait olduğuna ve kişinin nerede yaşadığına bağlı olarak, cep­teki bozuk paraların elden çıkarılması gibi basit bir cezadan ki­şinin hayatını kaybetmesine kadar farklı sonuçlar doğurabilir­di. Ama aynı zamanda elimizde, bir virgo (Latince) ya da part- henos (Yunanca) olmanın en azından bazı durumlarda bugün düşündüğümüz anlama gelmeyebileceğine dair güçlü kanıtlar vardır: O zamanlar, seks yapabilen ve yapan bakireler vardı.

Bakireler ve Bakirelerin Oğulları

Cinsel yaşamı olan bir bakire fikri çelişkili görünebilir, ama aslında bu sadece dilden kaynaklanan bir sorundur. Ne virg<’ ne parthenos ne de bunların Ibranice karşılığı olan betulah söz­cüklerinin sözlük anlamı sadece cinsellikle belirlenen bir ko­numa gönderme yapar. Bu sözcükler cinsel deneyimsizliğe işa­ret etmek için kullanılabilirdi ama hepsinin de en yaygın anla­mı kabaca “kız” ya da “evlenmemiş kadm”a denk düşerdi.

İngilizce’de nasıl maiden (kız) evlendiğinde wife (karı) olur­sa, Roma dilinde de virgo önce uxor (kan), sonra da çocuk do­ğurduğunda matrona (çocuklu kadın) olurdu. Yunanistan’da zi­faf odasına parthenos olarak giren kişi, odadan gyne, yani kan ya da daha tam olarak çevrilirse, kadın olarak çıkardı. Evlilik ve evliliğin cinsel anlamda tamamına erdirilmesi, toplumsal ve dilsel olarak bir kızı ya da bir bakireyi karıya dönüştüren şeydi. Almanca, bu dilsel değişikliği devam ettiren çağdaş dillerden biridir. Almanca’da “kız” ya da “genç kadın” anlamına gelen sözcük Mâdchen’dir; özellikle cinsel bir bağlamda “bakire” an­lamına gelen sözcükse Jungfrau'dur ama “kan” ve “kadın" söz­cüklerinin karşılığı aynıdır: Frau. Uygun yaşta bir kadına evli olmasa da eine Frau (bir kadın) denilebilir, ama birini Frau Fa­lanca diye çağırmak, o kişiye birinin karısı demektir.

Bugün olduğu gibi eski dünyada da bir kadının ilk cinsel deneyimi ille de gerdek gecesiyle aynı zamana rastlamazdı. Ev­lilik öncesi cinselliğin o zamanın kadınlan için yaygın olmadı­ğını varsaysak da, bunu cezalandıran yasalann varlığı bile bize bunun aslında gerçekleştiğini söyler. Keşfedilen evlilik öncesi Hamileliklerin ve doğan piçlerin kayıtlan da aynı şeyi söyler ve bunlar evlilik öncesi cinsel ilişkinin aslında hiç de nadir ya­şanmadığını anlamamıza yetecek sıklıktadır. Ama kadınların konumlarını sınıflandırmak için kullanılan terimler, evlilik durumuna sıkı sıkıya bağlanmıştır. Bunun kaçınılmaz sonucu da parthenia, yani parthenos olma durumunun cinsel açıdan deneyimli, hatta bazen çocuk doğurmuş olan kadınları tarif cdebilmesiydi.

Görünürde çelişkili olan bu durum, büyüleyici mitolojik- edebiyaı geleneğinin çekirdeğidir. Tabii ki bir bakirenin do­ğum yapmasının mümkün olmaması gerekir. Özellikle Yunan­lar bu çelişkiyi simgesel açıdan zengin ve faydalı bulmuştur. Yunanlara göre, olağanüstü bir kişinin olağanüstü kökenleri- uin olması gerekirdi ve Yunan efsanelerinde çoğu zaman ol­muştur da: Yunanistan’ın en çok sevilen kadın ve erkek kahra- inanlarının çoğu, Truvalı Helen de dahil olmak üzere, partin- nios, yani “bakirelerin oğulları” olarak tanırnlanmışıır. Örne ğin. Helen'in babası Zetıs, annesi Leda'yı inanılmaz bir şekilde, bir kuğu şeklindcyken başlan çıkarmıştı. Aıalanta’nın oğlu l’arlhenopaeus da Homeros'un kahramanları Asklcpios (baba­sı Apollon'du). Herakles ve Pcrseus (ikisinin babası da Ze us'tıı) gibi paıthcniosıu. Bazı parthcnios çocuklar annelerinin yaptığı işleri tekrar etmişlerdir: Olumlu Ifis ile ölümsüz Pose idon'un kızı Evadnc de. Apollon'la birlikte lamııs adlı partin nios bir oğlan dünyaya getirmişti. Bu pmiln nio.slarm çoğunun tek annesi ve iki babası vardı, bunlardan tanrısal olan çocuğun gerçek babasıydı, insan olansa çocuk doğduktan sonra kadınla evlenip çocuğu kendi çocuğu olarak benimseyendi.

Elbette gerçek yaşamda her pmıluııios kahraman değildi. Bunların çoğu büyük olasılıkla doğduktan sonra çaresiz anne­leri taralından. Parıhenion Dağı'nm (Argolis ile Arkadia ara sındaki sınırda uzandığı larz edilen, bakire doğumlarının dağı) yamaçlarında ölüme terk edilirdi. Ama “bakireden doğan” ic- rimi ve efsanelerin öncesinde bunun örnekleri zaten vardı. Sı­radan halktan en az birkaç kadının ve ailelerinin, uygunsuz bir hamileliğin suçunu hicıvs gıınıos, yani bir insanla bir tanrı arasındaki evliliğe (bu durumda “yatağa atılmış" demenin us­tu kapalı yolu) yükleme fırsatından yararlandığı konusunda çok az şüphe vardır.

Başımıza bir hicıvs gaınos geldiği iddiası bugün bize aptalca gelebilir ama o zamanlarda bu. bugün “zararı azaltma stratejisi” diyebileceğimiz bir şeyin örneğiydi. Böyle bir iddia kabul edil­diyse, kadının ve çocuğunun toplumdaki konumu nispeten sağ­lam kalabilir ve anne namusuyla eş olarak alınabilirdi. Sonuçta tanrıların yapmaya kararlı olduğu bir şey konusunda kimin elinden ne gelir ki? Bütün bu örneklerin kanıtını, tüm zamanla­rın en ünlü parthenivsu, yani Nasıralı İsa hakkında anlatılan hi kâyelerde kesinlikle görebiliriz. İnkâr edilemeyecek biçimde kahraman olan İsa da, bir bakirenin iki babalı oğlu olarak tanı­tılmıştır, tabii insan babası, doğan bebeğin ilahi babalığı konu­sunda temin edilip annesiyle evlenmeye ikna edildikten sonra.

Kutsal Bakireler

Bakire Meryem’in ya da en azından Bakire Meryem’in huğun bize ulaşan uyarlamasının aksine, eski dünyanın ortalama pnı flıenos, betulah ya da viıgosu öteki ergenlerden daha kutsal ya da saygıdeğer olmayan, kelimenin tam anlamıyla sıradan bir komşu kızıydı. Bu kızların bekâreti de olağanüstü değildi. Eski dünyada büyük olasılıkla geç olmasından çok erken ol­ması uygun görülmüş bir tarih olan gerdek gecesi gelip çattı­ğında, kızların bekâretleri de sona ererdi... Ancak kuralı kanıt­layan istisnanın ta kendisini oluşturan küçük bir kadın toplu­luğundan, yani eski zamanların kutsanmış bakirelerinden biri olmadıkları sürece.

Kutsanmış bekâret fikri, bugün bilincimizde ayrılmaz bir şe­kilde Roma Katolik Kilisesi yle ilişkilemniştir ama Kilise nin bir­çok öteki uygulaması gibi bu fikir de aslında Kiliseden çok ön­ce başlamıştır, lamı nın hizmetine adanan kutsal bakireler de, sonradan Hıristiyanlık uygulamasının geniş birleştirici şemsiye­si altında kendisine yer bulan, Hıristiyanlık öncesi dinlerin sayı­sız yönünden sadece bir başkasıydı. Hıristiyanlık öncesinde bazı kutsal bakireler (Yunan Lefkippos’ım kızları, yani Apollon tın kız kardeşlerine hizmet eden bakire kadınlar gibi), esasen tapı­naklarda görev yapan hizmetçilerdi. Ama evlilik ve çocukların olmaması dışında, bu kadınların tapınaklarda yaşadıkları hayal büyük olasılıkla, tapınak dışında yaşayacakları hayattan pek de farklı değildi. Tapmaklarda da temizlik yapılmalı, yemek pişiril­meli, kıyafet dikilmeli, kumaş dokunmah ve ocaklar ve bahçe­lerle ilgilenilmeliydi. Roma nın ünlü Vesta bakireleri gibi diğer bakirelerse müthiş kutsal ve dindışı etkiye sahip kişilikler ola­rak görülebilirler. Bunlar olağan hayat seyrinin çok dışında, ne­redeyse masalsı diyebileceğimiz yaşamlar sürmüşlerdir.

Ancak tapmaklarda rahibe olmak, evlenmek istemeyenler için kolay bir kaçış yolu değildi. Bir kadın, sırf istiyor diye bu yolu seçemezdi. Kutsanmış bakireler genellikle din yetkilileri tarafından çoğu zaman seçkinler sınıfından özenle seçilirdi. Üs­telik kutsal bir bakire olarak takdis edilmek ille de ömür boyu bekâret anlamına da gelmezdi. Kutsanmış bakirelerin hizmet sûresi genelde kısıtlıydı ve bazı durumlarda çocuklukta başlayıp kız evlenilecek yaşa geldiğinde sona eterdi. Vesta bakireleri bile sadece otuz yıl hizmet verirdi, o noktadan sonra evlenmek ister­lerse özgürlerdi ama çok azı bu hakkı kullanmıştır.

Vesta Bakireleri

Colline Gate yakınlarında, Roma’daki Campus Sceleratus’un tümsek şeklindeki toprağı altında, bir mezar, daha doğrusu kü­çük bir yeraltı hücresi, Vesta bakirelerinin yaşamlarından hiç çıkmayan bir hayalet gibiydi. Bu hücre, bakirelerin günlük ya­şamlarını değil, bekâret yeminlerini bozarlarsa başlarına gelecek­leri simgelerdi. Plutark baştan çıkarılan bir Vesta bakiresinin ce­zalandırılmasını insanın kanını donduracak ayrıntılarla anlatır:

Başlan çıkarılan bir Vesta bakiresi diri diri gömülür ... içine te­pesinden girilebilen küçük bir oda hazırlarlar. Odanın içinde üstü örtülü bir yatak, yanan bir lamba ve ekmek, bir kova su, süt, yağ gibi bazı temel yaşam ihtiyaçları vardır çünkü en kut­sal ayinlere adanmış bir bedenin açlıktan ölmesine izin veril­mesinin günah olduğu düşünülür. Cezalandırılan kadın, sesi bile duyulmasın diye, üstü örtülmüş bir sedyeye konur ve ka­yışlarla bağlanır ve halk meydanından geçirilir. Sedye özel yere Ulaştırıldığında katılanlar kadının zincirlerini çözer. Baş rahip bazı gizli dualar okur ve ellerini tanrılara doğru kaldırır çünkü idamı infaz etmesi gerekmekledir. Rahip, başı örtülü kurbanı dışarı çıkarır ve onu odaya indirecek olan merdivenin üzerine yerleştirir. Sonra öteki rahiplerle birlikte arkasını dönüp uzak­laşır. Merdiven girişten kaldırılır ve odayı saklamak için üzeri­ne büyük miktarda toprak yığılır, böylece odanın bulunduğu yer etrafındaki araziyle aynı seviyeye gelmiş olur. Kutsal bekâ­retini terk edenler işte böyle cezalandırılır.

Bu acımasız ceza sık kullanılmamıştır (sadece on Vesta ba­kiresinin idam edildiği belgelenmiştir) ama sonuçta kullanıl- mıhtır. Bazen söz konusu olan Vesta bakiresine yöneltilen suç­lamalar doğru olsa da her zaman doğru değildi. 215’te olduğu gibi ara sıra, İmparator Caracalla’nın görevden uzaklaştırmak istediği ûç Vesta bakiresinden birini baştan çıkarması ya da ona tecavüz etmesinde olduğu gibi (öteki iki bakireyle birlikte bunu da, kazanan ilk üçün tahmin edildiği tüyler ürpertici bir bahis oyunu oynarmışçasına gömdürmüştü), kötü yola düşen bir Vesta bakiresinin “cezalandırılması” gerçekte siyasi neden­lerle işlenen bir cinayetten başka bir şey değildi.

Vesta bakireleri, bütün günlerini Vestaların Atriyumu adlı kız kulübünün salonunda yayılıp kıkırdamakla geçiren üni­versite kızları gibi olsalardı, o zaman bütün bunlar hiç de mantıklı gelmezdi. Ama Vesta bakirelerinin aslında kim ve ne olduklarını anladığımızda her şey mantıklı gelir: Roma’daki en güçlü kadınlar, birçok erkekten çok daha yüksek bir konu­mun ayrıcalığına sahip müthiş derecede seçkin ve bağımsız bir topluluk. Vesta bakireleri, Roma’nın koruyucu tanrıçası ve en büyük Roma tapınağının yöneticisi Vesta’nın ocağını simgele­yen kutsal ateşin gözeticileriydi, yani Roma’yla tanrılar arasın­daki en önemli bağının koruyucularıydı. Tanrıçaya adanmış olan Vesta bakireleri, Romah kadınlar arasında yasal erkek ko­ruyucusu olması gerekmeyen neredeyse tek kadın topluluğuy­du. Bir Vesta bakiresi otuz yıllık hizmetini tamamladığında, imparatorluk hâzinesinden etkileyici bir çeyiz (rahibe olduk­larında bütün Vesta bakireleri için kenara ayrılırdı) verilerek maddi açıdan desteklenirdi. Otuz yılhk hizmet süresinden sağ salim çıkanlar emekli olduklarında, benzeri bir özgürlüğün nadir görüldüğü zengin bir sivil yaşam sürerlerdi.

Bir Vesta bakiresinin gücü ve bağımsızlığı ne sadece simge­seldi ne de din meseleleriyle sınırlıydı. Vesta bakirelerinin fay­dalandığı ayrıcalıklar, sulh yargıçlannınkiyle (kişisel koruma­ları baltacı denilen ve normalde yargıçlara atanan subaylardı), hatta bazı durumlarda imparatorun ayrıcalıklarıyla bile aynı düzeydeydi: Vesta bakireleri karşılarına çıkan mahkûm edil­miş herhangi bir suçluyu affetme yetkisine sahipti (karşılaş­manın önceden ayarlanmamış olması şartıyla). Bugün olduğu gibi o zaman da idamların siyasi nedenlerden dolayı düzenle­nebileceği düşünülürse, olum cezasını değiştirme gücünü elinde tutan biri sadece yaşam ve ölüm gücüne sahip değildi: bu kişinin bunlardan çok ilaha fazlasına sahip olması da mümkündü. Vesta bakireleri aynı zamanda orduya ve hâzine­ye dair önemli kayıtların koruyucusuydu, mahkemede tanık­lık edebilmek için yemin etmeleri gerekmezdi ve imparatorla­rın isteklerini yerine getirirlerdi. Normal şartlarda büyük ola­sılıkla hiçbir zaman kendi başlarına yasal bireyler bile olama­yacak kadınlar için bu oldukça sıradışı bir yaşamdı. Tarih bo­yunca birçok başka kadın için de olduğu gibi kutsanmış bekâ­ret, Vesta bakirelerine çok şey kazandırıyordu.

Vesta bakireleri, koyu bir Hıristiyan olan İmparator Theodo- sius 394 yılında bu kurumu kaldırana kadar. Roma İmparator­luğu Hıristiyanlığı resmen kabul ettikten sonra koskocaman seksen bir yıl boyunca çok büyük bir güce sahip olmuştur. Bu kadar büyük bir güce sahip Vesta bakireleri, bu gücü taşımaya da ehil kadınlardı. Bu bakireler üst sınıf olmanın gereklerini ye­rine getirmeye doğuştan alışkındı. Bir Vesta bakiresi öldüğünde ya da tapmaktan ayrıklığında. Roma seçkinlerinin altıyla on yaş arasındaki kızları bir araya getirilir ve bunlardan yirmi tanesi, içinden bir sonraki yeni üyenin seçileceği havuzu oluşturmak üzere kenara ayrılırdı. Bu kızların bedenlerinin tamamen kusur­suz olması, hiçbir sakatlığının ya da özrünün bulunmaması, duyma ve konuşma yeteneklerinin mükemmel olması ve anne ve babalarının soylarının uygun şekilde üst sınıftan gelmeleri ve hayatta olmaları gerekirdi. Seçilen bu yirmi kız Romanın baş rahibinin huzuruna çıkarılırdı. Baş rahip kurayla aralarından bi­rini seçer ve kızın elini tutarak şu kalıplaşmış sözleri tekrarlardı: "Sevgili kızım, seni Vesta rahibesi olarak alıyorum.''

O andan itibaren kız artık ailesine ait değildi ve onlardan herhangi bir miras alamazdı: Vesta'ya ve Roma'ya aitti. Bundan sonra kız götürülür ve uzun saçları kesilirdi (bekâreti kutsama ve cinsellikten feragat etme ayinlerinde saçın kısaltılması yay­gın bir simgesel harekettir). Rahibe olacak kıza beyaz elbiseler giydirilir ve kalasına yeni ailesini simgeleyen süslenmiş metal bir şerit takılırdı. Şüphesiz hatif sersemlemiş bir halde ve ço­cukluğuna aiı evi ve ailesini kaybetmenin yasını tutarken, kız kendisini otuz yıl sürecek bakire hizmetine bağlayan yeminle­ri ederdi. Artık kimsenin kızı değil, yaşamının büyük olasılık­la bütün geri kalan süresi boyunca tek ailesi olacak altı kadın arasındaki en küçük üyeydi.

Sonra da çalışma başlardı. Vesta bakireleri tabii ki kutsal ateşle ilgilenirdi ama aynı zamanda Vesta için özel tuzlu ayin kekleri ve çeşitli tatiller için adak olarak sunulacak kekler pi­şirirler. kutsal bir pınardan su taşıyıp bunu Vestaların Atriyu- mtı'na (Vesta bakirelerinin evi) ya da Vestaların Tapınağı’na götürürler, tapınağı temiz tutar ve belli adakları gözetirlerdi. Tabii ki bunun yanı sıra akıl hocası, anne, kız, kız kardeş ve şüphesiz küçük bir alanda birlikte yaşayan bütün insan toplu­luklarında olduğu gibi, bazen rakip ve düşman olarak her gün bahirleriyle de uğraşırlardı.

Vesta bakireleri Tanrı ya adanmış bağlantı yolları, devletin himayesi altında kutsanmış bedenlerdi. Bu bedenlerin özenle korunan bekâretleri, insanlarla Tanrı arasındaki iletişim hal­tıydı ve kelimenin tam anlamıyla halkla tanrıları arasında doğ­rudan aracılık yapmaya adanmıştı. Bu kadınların bekâretleri ne tanrılara sunulacak bir adak olarak düşünülmüş ne de ka­dınları daha ahlâklı ya da yüce kılmıştır. İnsan bekâretinin tanrılarla olan ilişkisindeki işlevi, evlilikle olan ilişkisindeki iş­leviyle neredeyse aynıdır: Kirlenmemiş bir bağlantı yolunun teminatı olmak. Vesta bakireleri Tanrı ya bağlılıkları bölünme­sin diye bakirelerdi.

Çöldeki Bekârlar

Bu klasik bekâret türü aynı anda hem oldukça tamdık hem de eksik görünüyorsa bunun iyi nedenleri vardır. Tıpkı mercanın bir atole dönüşmesi gibi, bekâret ideolojisi de binlerce yıl bo­yunca birikmiştir. Eski bekâret ideolojilerinin bazı yönleri, ör­neğin bir bakirenin kendisinden ödün vermemiş bir bağlantı aracı olduğu inancı elbette bugün hâlâ vardır. Ama eski dünya bekâreti aynı zamanda, sonradan Batı’nm bekâret konusunda nasıl düşündüğünü belirleyen çok önemli birçok unsuru da içermez. Bu unsurların eklenmesi -bekâretin tinselleştirilmesi, kişiselleştirilmesi ve eşitlikçileşlirilmesi- Balı dünyasının be­kâret konusundaki düşünce ve duygularım da davranışlarını da tamamıyla değiştirmiştir.

Konuya bu kadar uzaktan geri dönüp bakugımız için bu deği­şiklik sanki bir anda meydana gelmiş gibi görünür. Gerçekte bu değişiklik yavaşça olmuştur ve kesinlikle direnişle karşılaşma­dan da gerçekleşmemiştir. Bu, bedenin toplumsal işlevi ve konu­muna dair anlayışta gerçekleşen köklü bir değişimi ve insanların dünyadaki görevleri ve Tann’yla ilişkileri hakkındaki düşünüşle­rinin ciddi şekilde yeniden düzenlenmesi anlamına gelmiştir. Bu değişimler bekâreti ve bekâretin simgeleyip işaret etliği her şeyi, dünyanın çoğunu iki bin yılın büyük kısmı boyunca yönetecek olan yeni bir dinin temel ilkesi haline getirmiştir.

İronik olarak, yeni dinin ismen kurucusu olan Nasıralı İsa bekâret konusunda çok az konuşmuştur. İsa bekâret hakkında kelimenin tam anlamıyla hiçbir şey söylememiştir (bildiğimiz kadarıyla). Öte yandan Hıristiyanlar bu konuda çok şey söyle­miştir. Bunları, İsa’nın öğretilerindeki düşünüşlerden kendile­rine göre anlamlar çıkararak ve o dönem ortaya çıkan öteki ideoloji ve düşünüşlerden etkilenerek türetmişlerdir. Hıristi­yanlığın bekârete yaklaşımı, Isa’nın ölümünden yaklaşık yarım yüzyıl sonra bütünsel bir hal almaya başlamıştır ama olgunlaş­ması, beş yüzyıl daha sürmüştür. Ancak Hıristiyanlığın cinsel­lik, beden ve bekâret konularındaki köklen yeni görüşünün temelini oluşturan felsefi ve dinî öncüller var olmasaydı bun­ların hiçbiri mümkün olmazdı.

İsa’nın doğumundan yaklaşık yüzyıl kadar önce, Mısır’da İs­kenderiye’nin güneyindeki Mareotis Gölü kıyısında, dünyayla bağlantısı kopmuş denecek kadar şehir duvarlarının dışında bulunan, medeniyetin sınırında bir topluluk yaşardı. Bu, The- rapeutae, yani gerçek anlamıyla “şifacılar” olarak bilinen dini hareketin en büyük topluluğuydu ve birlikle basitlik ve yoğun dinî düşünmeye dayalı bir yaşam süren bekâr erkek ve kadm- lardan oluşmaktaydı. Bunları çoğu ismen Yahudi ya da en azından İbrani’ydi (iki sözcük o zamanlar eşanlamlıydı) ama hangi köklerden ya da inanç geleneklerinden gelmiş olurlarsa olsunlar hepsi de Gnostikti. Bir başka deyişle, insan ruhunun gnosisi başarabileceğine, yani tam anlamıyla Tanrı’yı kişisel olarak yaşayabileceğine inanırlardı.

Gnosise giden yol herkes için aynı değildi. Bu yol, aile, ev ve kişinin içerisinde rahat etmeyi öğrendiği her şeyden ayrı bir hayal yaşamayı seçmek demekti. Therapeutae gibi bir mezhe­be katılmak tamamıyla yeni bir toplumsal varlığı kabul etme anlamına gelirdi. Budizm’de olduğu gibi, maddi dünyadan vazgeçmek Tanrı’yı tanıma uğraşının önemli bir unsurunu oluştururdu. Bu, en azından özünde, uygulamaya dair bir çeşit çilecilikmiş gibi görünebilir. Aile, kişisel servet ya da cinsel et­kinlik gibi şeylerden vazgeçmek kendiliğinden anında kutsal­lığa yol açmazdı ama bedensel dünyada insanın zihnini meş­gul eden şeylerin sayısını azaltırdı. Hıristiyanlık öncesinin Gnostik mezheplerinin hepsi kadınları kabul etmezdi. Aslında 'bildiğimiz kadarıyla Therapeutae bunu yapan tek mezhepti. Özellikle yaklaşık M.Ö. 2O’den M.S. 50’ye kadar büyük başa­rılar elde eden bir Yahudi olan İskenderiyeli Filo'nun yazılan sayesinde, ekinizde Therapeutae mezhebi hakkında bu kadar çok bilgi vardır. Sessiz ve sakin bir şekilde yan yana yaşayıp bekârhklanm sürdüren ve birbirlerine “kardeş” diye hitap ede­rek dünyevi şeylerle ilişkilerini kesen kadın ve erkek Therape- utaelar, Hıristiyanlığın bekârlık uygulayan evlerinin, dinsel mekânlarının ve manastırlarının kesinlikle ilk örnekleridir.

Ancak Tann uğruna bekârlık uygulaması sadece Gnostikler- le sınırlı değildi. Ölü Deniz Parşömenleri’nin (Tomarları) ya­zarları olan Kumran Vadisi sakinleri gibi kutsal savaşa hazır­lanmak için bekârlığın tinsel zırhını giyen Yahudi toplulukları da vardı. Öyle görünüyor ki, bu adamlar için bekârlık, kendi­lerini tamamıyla Tanrı’ya açmalarına engel olan bir şeyden kurtularak Peygamber Ezekiel’in sözlerini (Ez. 36:6) gerçek­leştirmenin bir yoluydu. Bunu bugünkü Yahudi yasasında ol­duğu gibi, evin, evliliğin ve ailenin günahlardan arındırılmış ve dine göre düzenlenmiş bir şekilde sürdürülmesini isteyen mevcut Yahudi yasası pahasına yaparlardı. Ama onlara göre yaptıklarının haklı bir nedeni vardı.

Dünyevi şeyleri reddeden bu tür toplulukları öğrendikten sonra Peter Brown’ın şu sözleri insana fazlasıyla mantıklı ge­lir: “İsa'nın kendisinin de otuz yaşına kadar evlenmemiş ol­ması hiçbir açıklama gerektirmemiştir.’’ Ruhani uygulamaları­na bekârlık, hatta ömür boyu bekârlık ekleyen radikal genç ruhi arayıcıların sayısı hiç de az değildi. Yahudiliğin eski bir geleneğine göre peygamberler çoğu zaman evli olmazdı ve cinsel perhiz uygulardı. Örneğin Musa, Tanrının huzurunda geçirdiği kırk günün sonunda kendisini, cinsel arzularından sonsuza kadar arındırılmış bir halde bulmuştu. İsa'yla aynı çağda yaşayan ama ondan biraz daha genç olan Yaşlı Pliny, Engeddi’deki bekâr Esseneler topluluğunun çelişkili uygula­ması üzerine yorum yaparak, olağan evlilik, cinsellik ve do­ğum döngüsünden kaçınmalarına karşın topluluğun hayat dolu ve nüfus bakımından kalabalık kalmayı başardığına de­ğinmiştir. Bu yüzden Incil'de Isa'nın görünürdeki bekâretin­den daha fazla bahsedilmemesine şaşmamak gerekir. Onun gi­bi bir adamın girip çıkacağı her türden dinî çevrelerde, bu ol­dukça sıradan görülürdü.

Göklerin Egemenliği Uğruna Hadım Olanlar: İsa

Bu sıradan bekârlar, İsa'nın büyük olasılıkla, “doğuştan hadım olanlar ve başkaları tarafından hadım edilenler olduğu gibi cennetin krallığı uğruna kendini hadım edenler de vardır. Bu­nu kim kabul edebilirse etsin,’’ (Matta 19:12) derken sözünü etliği adamlardır. Cinsellikten vazgeçmek kişiyle Tanrı arasın­da kurulan güçlü bir ilişkinin temel yönü olarak görülürdü, o yüzden Isa’nın bunu teşvik etmesi pek de şaşırtıcı değildir. Hem Yahudilerin bedende yapılan değişikliklere karşı duydu­ğu nefret hem de eski dünyada kısırlaştırma ve pagan rahipleri arasında kurulan yaygın ilişkilendirme (Ana tanrıça Kibele inancındaki Galli rahipleri gibi) düşünüldüğünde öyle görü- nûr ki. “hadım" sözcüğü büyük olasılıkla gerçek anlamıyla de­ğil. mecazi anlamda kullanılmıştı.

Bu şekilde kişinin kendisini mecazen kısırlaştırması aslında, kişinin kendisini fiziksel olarak ayırması anlamına geliyordu. Bu ayırma, kendisini normal yaşam döngüsünün tamamıyla dışına yerleştirerek ve eski dünyada insan doğasının hem içsel bir parçası hem de insan bedeninin işleyişinin gerekli bir yönü olarak görülen cinsel edimlere katılmayı reddederek gerçekle­şiyordu. Toplumsal açıdan hayati önem taşıyan evlilik ve baba­lık süreçlerine dahil olmayı reddeden bilisi neredeyse evrensel olan toplumsal önceliklere bir şamar indirmiş oluyordu. Kök­ten değişimci bir vaiz ve peygamber için bu reddetmeler hem içten geliyordu hem de stratejikti. Kabul görmenin, yüceliğin ve kurtuluşun temelini kalıtımın ya da servetin değil, inancın oluşturduğu yeni bir toplum yaratma çabası, mevcut toplum­sal yapıların hiç de azımsanmayacak ölçüde yıkılmasını gerek­tiriyordu.

Nasıra’dan çıkan bu isyankâr vaiz, gezgin, bekâr, ne toprağı olan ne de toprakta çalışan, kansız (Kilise’nin kabul ettiği in­dilerden bildiğimiz kadarıyla) ve çocuksuz yaşama iyi bir ör­nek oluşturmuştur. Çölün ortasında Tanrının kutsal orduları­nı bekleyen Esseneler gibi İsa da etrafını, kendi gibi düşünen ve Tanrı yla kısa süreliğine de olsa yakın bir ilişki içinde ola­bilmek uğruna bildikleri her şeyi reddetme istekliliğini kendi­siyle paylaşan, yeni ve daha iyi bir dünyanın çok yakınlarda olduğundan emin olan adamlarla kuşatmıştır. Therapeutaeler gibi İsa da hastalara ve sakallara yardım edip onları iyileştir­miştir. En çok da vaaz vererek, kökten değişimci bir bağımsız­lık anlayışına ve dünyevi ayrıcalıkların reddedilmesine dayalı özgürleşme öğretisini yaymıştır. Isa’nın yurdunu işgal edip hâ­kimiyeti altına alan Romalı güçleri bundan daha fazla kızdıra­cak bir şey' bulunamazdı.

Burada tuhaf olan İsa’nın yakın müritlerini bekârlığa teşvik etmiş olması değildi. Bu hem psikolojik ve siyasi açıdan strate­jik hem de o zamana uygun bir hareketti. Tuhaf olan, çok farklı şartlar alımda ve savaş halinde olunan bir zamanda ya­şayan küçücük bir insan topluluğuna yöneltilen bu teşvikin böylesine şevkle kabul edilmesi, olağanüstü ölçüde yayılması ve tereddütsüz bir hevesle uygulanmasıydı. Pavlus Korintlilere yazdığı birinci mektubunda, İsa’dan bakirelere dair belirli hiç­bir talimat almadığını itiraf eder (1 Kor. 7:25). Buna karşın sa­dece Pavlus değil, onun ardından nesiller boyunca gelen ya­zarlar da, Hıristiyan bekâretinin anlamını ve şartlarını, o kadar uğraşarak kâğıda dökmeselerdi kimsenin kolay kolay inanma­yacağı kadar ayrıntıyla donatmışlardır. Bekâretin tektanncıhk kapsamında geçirdiği dönüşümü, stratejik olarak kullanılan bir gerilla bekârlığından ahlâki erdemlerin en yükseğine dö­nüşüm (bu dönüşümün, kadın düşmanlığının ve cinsellik korkusunun içine işlediği düzinelerce risaleye konu olması hiç de tesadüfi değildir), İsa’ya borçlu olduğumuz bir şey değildir. Bu şeref -ve bütün suç- İsa’nın müritlerine aittir.

Tehlikeli Beden: Pavlus

Tarsuslu Pavlus bazı bakımlardan tam bir ulusal kimliğini yi­tirmiş Diaspora Yahudisi örneğiydi. Yunanca mükemmel ya­zan ve görülen o ki bir noktada Roma imparatorluğu vatanda­şı yapılmış, çok yer görmüş olan ve birçok dil konuşan Pavlus. Filippi, Efes, Selanik ve Korint gibi Ege’nin en büyük şehirle­rinde yıllar geçirmiştir. Sıradan bir Yahudi’den farklı olarak ay­nı zamanda Incil’in yazarlarından biri ve bir misyonerdi. Ro- ma’da yaklaşık 64 yılında idam edilmeden önce, hayatının bü­yük kısmını, misyonerlik çalışmasının bir parçası olarak Yu- nanca’nm egemen olduğu bölgelerde Hıristiyan toplulukları kurmakla ve bir sonraki durağına gitmek için geride bıraktığı topluluklara uzaktan kılavuzluk etmeye çalışmakla geçirmişti.

Korintlilere Birinci Mektup tam olarak böyle bir ortamda ya­zılmıştır. Topluluklarını kurmalarına yardım eden adam olarak Pavlus, Korintliler için başları belada olduğunda başvurabile­cekleri ruhani bir babaydı. Ve Korintlilerin başları beladaydı. Pavlus’un cevap olarak Incil’deki mektubunu yazdığı mektup ya da mektuplara sahip olmasak da zaten bunlara ihtiyacımız yoktur. Açıkça söylenmese de, Pavlus’un yaklaşık 54 yılında yazdığı mektubundan Korintlilerin sınıflar arası ne gibi belalar­la uğraştıklarını tam olarak anlayabiliriz: Kavga ve kıskançlık, fahişelerin müşterisi olan insanlar, açgözlülük, pagan adakları olarak takdim edilen hayvanların etlerini yiyen Hırisliyanlar, kilisede seslerini duyurmak ve görülmek isteyen küstah kadın­lar ve genel bir odaklanma eksikliği gibi görünen durum.

Bir küçümseyen bir babacan, bir sert bir yumuşak olan Pav­lus’un mektubu, Pavlus’un ve Hıristiyanlığın Korintlilere en başta sunduğu şeylerden biri hakkında çarpıcı bir hatırlatmay­la başlar. Her bedenin Tann’nın tapınağı olduğunu ve bütün insanların içinde Tanrı’yı yaşama gücü olduğunu ileri süren bu fikir (1 Kor. 3:16), Tanrı deneyiminin aşırı derecede kişi­selleştirilmesi ve eşitlikçileşıirilmesidir.

Bu, insanın Tanrı’yla olan teması konusundaki klasik görüş­ten tamamıyla sapılmasıdır. Buna göre bu temas genellikle en azından iki aşamada arabulucular yoluyla gerçekleştirilebilir­di. Bu aşamalardan birisi, görevleri Tanrı’yla doğrudan temas halinde olmak olan rahipleri ve/veya rahibeleri kapsayan insan âşamasıydı. Ötekiyse maddesel adak sunulan aşamaydı. O za­manların başlıca ibadet şekli olan adaklar, sunulabilecek inal­lar gerektirirdi. Kudüs’ün büyük tapınağındaki sunak için ve­rilen tertemiz bir oğlak ya da kuzu, hatta bir güvercin ya da ıhısanlann yerel sunaklarında Artemis ve Apollon’a sunduğu bir ayin ekmeği bile, hiç de önemsiz olmayan bir harcamayı temsil ederdi. Daha zengin olanların tanrılara yaranma gücü­nün daha fazla olduğunu söylemeye bile gerek yoktur.

Tanrı’yı kişinin, hatta kişinin bedeninin içine yerleştiren Hı­ristiyanlık, bu düzeni altüst etmiştir. O zamanlar var olduğu şekliyle dinin sosyoekonomik şartlarını tamamıyla değiştirmiş ve Hıristiyanlık öncesi ibadetin bağlı olduğu rahiplik meslek­lerindeki hiyerarşilere duyulan ihtiyacı kökünden yok etmiş­tir. Tek bir süpürme hamlesiyle insan-Tanrı ilişkisinin çoğun­lukla dışa ait yapısı, tamamıyla içe dönük bir yapıya dönüş­müştür. Adak olarak sunulabilen şeyler artık cansız nesneler ya da aptal hayvanlar değil, kişilerin hem Tann’nm araçları ol­ması hem de gerçeklen Tanrının ikamet eıligi yerler olarak se­çilmesi ümidiyle sunulan gerçek insan bedenleriydi.

Böylece inananların ayinsel sadığa dair ideolojilerini kurma ve düzenleme şekilleri dışarıdan içeriye doğru yer değiştirme­ye başladı. Bunun öncesinde ayinsel saflık kısmen de olsa mi­ras yoluyla geçen toplumsal sınıfı kapsayabiliyordu. Örneğin Vesıa bakireleri seçkinler sınıfının kızlarıydı ve Kudüs'teki ta­pınağın lwhmı i inindeki, yani rahipler sındındaki herkes belli bir soydan gelmekleydi. Ayinsel saflık, boşalma ve ölü beden­lerle temas gibi konulara ilişkin sayısız yemin ve tabuyu da kapsamaklaydı.

Kişinin dürüstlüğüne ve saflığına böylesine büyük bir değer yüklendiğinde seks yapmak da benzer şekilde bir sürü sorun çıkarıyordu. Kişinin fiziksel ve psikolojik sınırlarının en geçir­gen göründüğü olay olan cinsel etkinlik tehlikelerle dolu gi­biydi. Pavlus bir fahişeyle yatan kişinin onunla "tek vücut" ol­duğunu (1. Kor. 6:16), kişiliğinin ve bedeninin sınırlarının tehlikeye atıldığını yazmıştır. Böyle bir tehlikenin tek sonucu kirlenme olabilirdi.

Pavlus ve genel olarak Hıristiyanlar için cinsellik, arzuyla irade, bedenle ruh arasındaki çekişmeyi de simgeliyordu. İsa’nın mucizevi bir şekilde dirilmesiyle müritlerini “göklere" götürmek için dünyaya dönmesi arasındaki kısa olacağı ümit edilen süre içerisinde, İsa’nın en coşkulu müritlerinin istediği, yüreklerinde bölünmemiş bir bütün olup o en büyük ve son­suz gnosisin beklentisi içinde kendilerini esirgemeden Tanrı’ya açabilmekti. Ama Hıristiyanlar nereye giderlerse gitsinler be­denleri, kendilerini tamamıyla ve düşünmeden adamalarına karşı engeller çıkarıyordu. Korintlilere Birinci Mektup'un sa­tırları dikkatlice okunduğunda ortaya çıkan sorunların üstü kapalı da olsa uzun bir liste oluşturduğu görülür. Efes’teki yazı masasının başındaki Pavlus’un görevi, Korini’teki kilise toplu­luğu üyelerinin id ve egolarına, kalkmış penislerine ve sula­nan ağızlarına, hem daha büyük bir kişisel irade gücüyle hem de topluluğun başarısı ve bağlılığına katkıda bulunacak şekil­lerde direnmelerine yardım etmekti.

Bu yüzden konu cinsellik olduğunda Pavlus kısaca "Zina­dan kaçının,’’ (1. Kor. 6:18) diye yazıp konuyu öylece açıkla­madan bırakmamıştır. Tamamıyla bekâr olan bir topluluk, Pavhıs’un cinsellik konusundaki hislerine ve onun Hıristiyan­lığının hedeflerine belki ayak uydurabilirdi ama bunun sürdü­rülebilirliği yoktu. Doğal olarak kişiler kurallara uyamaz, bu yüzden de ya topluluğu terk eder, ya cezalandırılır ya da hiç bölünmemiş bir yüreğe ulaşmak açısından en kötü olan şeyi yapıp yalan söylerdi. Evrensel bekârlık, topluluğun istikrarlı kalmasını da sağlayamazdı. Korinıliler her zaman evli aileler­den oluşan bir dünyada yaşamışlardı. Evlilik ve aile olmaksı­zın yaşamak Hıristiyanlara ve aynı şekilde pagan komşularına, hem başıbozukluk hissi verir hem de kafa karıştırıcı gelirdi. Evrensel bekârlık konusunda ısrar etmek laktik açısından kor­kunç bir hata olabilirdi.

Bu yüzden Korintlilere Birinci Mektup'un 7:9’u şu hayati önem taşıyan sözleri içerir: “Ama kendilerini denetleyemiyor- larsa bırakın evlensinler, çünkü evlenmeleri yanmalarından iyidir.” Pavhıs’un sözünü ettiği yanma, arada bir ileri sürüldü­ğü gibi, cehennem ateşindeki yanma değil, cinsel arzunun yakmasıdır. Pavhıs’un söylediği şey özünde şudur: Herkes cin­sel dürtülere karşı koyamaz; koyamadığındaysa buna yasal olarak teslim olmak, kişinin sürekli olarak işkence çekip dik­katinin dağılmasından iyidir. O zamanın Yahudi yasası evlilik yoluyla kutsal ailelerin kurulmasını sağlamıştır. Pavlus bunun kesinlikle ikinci en iyi seçenek olduğunu açıkça söylemiş olsa da, herkesin cinselliğini denetim altında tutma becerisine sa­hip olmadığını da (İsa gibi) açıkça söylemiştir. Hal böyle olun­ca evlilik tercih edilen ve dinen haram olmayan öteki seçenek­ti: “Evliliğe teslim olan iyi, teslim olmayan daha iyi eder” (1. Kor. 7:38).

Bu tür ılımlıiaştırma stratejileri Pavhıs’un tarzını temsil eder. Hıristiyanlıktaki cinsellik ve insan ilişkilerine dair dog­manın kısa zamanda ne yöne doğru yol alacağını ve aynı za­manda evlilik ve aile kurununum hayali olmaya devam elliği­ni görebiliriz. Pavlus’la birlikte meydana gelen önemli deği­şim, bedenin artık eski Yahudilikte ve eski dünya genelinde olduğu gibi hoşgörü ve denetim karışımıyla muamele edilebi­lecek bir şey olarak görülmemesidir. Korintlilere Birinci Mek- tup'un sondan bir önceki bölümünde Pavlus, bedenin tama­mının her zaman çürümüş olduğunu açıkça dile getirir: “Ve kardeşlerim, size diyorum ki etle kan Tann’mn egemenliğini, çürümüş olan da çürümezliği miras alamaz” (1. Kor. 15:50).

Tek bir akıllıca hamlede (Pavlus’un çeşitli bağlamlarda bir­çok kez yaptığı hamle), H.D. Betz ve Petcr Brown’un, “hayati önem taşıyan dinsel bir kısaltma” olarak nitelendirdiği şeyi görürüz. Beden çürümeyle eş tutulur. Hıristiyanlık ve genel olarak Batı kültürü için artık geri dönüş yoktur. Bu yüzden Pavlus’un Korintlilere Birinci Mektup’unda bekâret hakkında tam olarak hiçbir şey söylememesi aslında şaşırtıcı değildir. Zaten söylemesine de gerek yoktur. Pavlus’un itiraf ettiği gibi, İsa’nın bekârete ilişkin belirli hiçbir talimat vermediğini göz önünde bulundurduğumuzda bile, bekâretin yeni yeni oluşan Kilise içerisinde izleyeceği yol zaten bellidir çünkü Pavlus’un dediği gibi, “teslim olmayan daha iyi eder.”

Rahmi Boykot Etmek, Cennet İçin Çabalamak

Pavlus örneğinin de. gösterdiği gibi, Hıristiyanlığın ilk filozof­larını ve lanrıbilimcilerini zor bir görev bekliyordu. İsa’nın öğ­retilerini hakh göstermek, açıklamak ve genişletmek işin sade­ce bir kısmıydı. Büyüyen Kilise’nin kendisine özgü ihtiyaçları da vardı. Gitgide daha da büyüyen ve çeşitlenen Kilise cema­atinin varlığı, başka şeylerin yanı sıra, fiziksel bedene (cinsel­lik konusu da dahil olmak üzere) ilişkin derhal giderilmesi ge­reken bir öğreti ihtiyacı olduğu anlamına geliyordu.

Hıristiyanlığın ilk başlardaki genel kadın düşmanlığı aslında sadece tesadüfen Hıristiyan’dır. 21. yüzyıl bakış açımızdan bak­tığımızda Kilise Babalan’nın bilimsel incelemelerinin ve eleşti­rilerinin nasıl çoğaldığını görürüz ve son derece kadın düşmanı olan bir Hıristiyan komplosu izlenimi edinebiliriz. Bu kısmen doğrudur. Hıristiyanlığın ilk başlarda cinselliğe ve kadınlara yönelik tutumları gerçekten de son derece kadın düşmanıydı ama bunlar ne yeniydi ne de bir komploydu. Çoğu zaman sa­dece tek parçadan oluşan ve tek bir açık gündemle yönlendiri­len bir bütünmüş gibi algıladığımız şey aslında, çok daha ya­vaşça gerçekleşen ve çok daha az tekbiçimli olan bir ideolojik tortulaşma gelişimiydi. Hıristiyan kadın düşmanlığı, kadın be­deni ve kadın cinselliğini günah ve Şeytan’la ilişkilendirerek kendisine has eğilimler geliştirmiş olsa da, kadınlara yönelik bu tür bir düşünüş, 1. ve 2. yüzyılda yaşayan Yunan, Romalı, Suriyeli ya da Yahudilere yalnızca biraz sıradışı görünürdü.

Hıristiyan bekâretinin temelini oluşturan ilk kahn katman­lardan birisi Encratism -Yunanca enkrateia sözcüğünden gelir— ya da ‘kendine hakim olma’ olarak bilinen bir felsefedir. Kili- se’nin kabul ettiği dört Incil'i tek bir metinde toplayan ilk İncil düzenlemesi Diatessaron’dan ciddi şekilde etkilenen bu felsefe, cinselliğin Hıristiyanların yaşamındaki uygun yeri konusuna, İsa’nın vaat edilen ikinci gelişi açısından bakmıştır. Diatessa- ron'u derleyen Tatian’a ve kimin yazdığı bilinmeyen Acls ofJu- das Thonıas (Yahuda Thomas’ın Edimleri) adlı kitabın isimsiz yazar(lar)ına göre, bildikleri anlamıyla yaşamın sonunu bekle­yen Tanrı’nın kullan arasında günaha yer yoktu.

İkinci geliş yakınlaştıkça Hıristiyanlar inandıkları ilkeleri bü­yük bir coşkuyla sonuna kadar gerçekleştirmek istediler. Çeşit­li sebeplerden dolayı cinsellikten vazgeçmek de bunun bir par­çasıydı. Kulla Tann arasındaki ilişkiyi engelleyebilecek bir in­san ilişkisine girmemenin yararlı olacağı düşünülüyordu. Bu­nun yanı sıra Hıristiyanlar insani yapılarını mümkün olduğu kadar meleklere yaklaştırmak gibi çok zor bir görevle de uğra­şıyorlardı. Bu dönemde, vita angelica, yani melek yaşamının bir apatheia (Yunanca’da tutkusuzluk ya da arzusuzluk anlamına gelen Stoacı bir kavram) örneği olduğuna inanılırdı. İdeal ya­şam ruhun yaşamıydı, ikinci geliş ve Tann’yla paylaşımın da­imi olduğu “gelecek dünya” öğretisinde inananlara vaat edilen yaşamdı. Öte yandan fiziksel beden sadece, insanları doğum, ölüm ve çürüme döngüsüne, yani bedeni canlı tutmaya ve türü devam ettirmeye dair günlük gereksinimlere bağlamaya yarı­yordu. Büıün bunlarsa insanları Tanrı’yla olan kaderlerinden daha da uzaklaştırmaktan başka bir şey yapmıyordu.

Bir Hıristiyan olarak yapılacak en ahlâklı ve verimli şey keli­menin lam anlamıyla greve gitmekti. “Rahmi boykot etmek" tabiri çoğu zaman, insanın biyolojik gereksinimlerine karşı ya­pılan bu oturma eylemine gönderme yapmak için kullanılmış­tır ve çok da yerindedir. “Kadınların işleri,” yani doğum ve bunun kaçınılmaz sonucu olan ölüm, uzun olmayan elenecek­ler listesindeydi çünkü “gelecek dünya”da bunlara yer yoktu. Bu da bekârlık demekti.

Makinedeki Hayaletler: Clement ve Origcn

Ancak İskenderiyeli Clement’in zamanında (2. yüzyılın sonla­rıyla 3. yüzyılın başlan), tıpkı Pavlus'ıın zamanında olduğu gi­bi, bekârlık bu kadar basit değildi. Bekârlığa herkes dayana­mazdı ve bekârlık konusunda fazla ısrarcı olmanın, Kiliseye yüksek seviyelerde katılan hali vakti yerinde aile reislerinin sa­yısını düşürdüğü de sorun yaralan bir gerçekli. En etkin din adamlarının birçoğunu geleneksel olarak evli erkek aile reisle­ri arasından seçen bir kilise için bu kaçınılmaz olarak anlaş­mazlığa yol açtı. Ayrıca “ümitlerini mahrem yerlerine bağla­mışlar," diye şikâyet eden Clement’in de belirttiği üzere, ken­dine hakim olma felsefesini izleyenler için Hıristiyan olmak bekâr olmaktan çok daha fazla şeyi kapsıyordu.

Ölçülü bir adam olan Clement’in, Hıristiyanların penisleriy­le aralarındaki ideal ilişkiye dair fikri esasen Yunanlara aitti. Clement’in inancına göre, eğer kişi bedenini bilinçli, mantıklı olarak denetim altında tutabiliyorsa bedeninden tamamıyla vazgeçmesine gerek yoklu. Orexis, yani fiziksel bir bedenin “makinedeki hayaletleri” olan kaçınılmaz biyolojik dürtüler, düzensiz ve can sıkıcıydı ama zapt edilemeyecek kadar da güçlü değildi. Clement’in Hıristiyanlığında cinselliğin bir yeri vardı ama sonunda, böylesine özenle lutkusuz hale getirilen seksin kendine hakim olma felsefesinden bile daha zor olduğu görüldü.

Cinsel ilişkiye yönelik bu akılcı Yunan yaklaşımının bazı yankılarını çok sonraları başka bir Afrikalının, Hippolu Au- gustine’in çalışmalarında görürüz. Ama elementle Augusti- ne’in yaşadıkları dönemler arasında geçen yüz küsur yıllık sü­re içinde onaya çıkan başka bir kişi, bekârete, cinselliğe ve be­dene karşı o kadar çarpıcı, etkili ve insanlara karşı duyduğu güçlü nefrete karşın öyle popüler bir yaklaşım geliştirdi ki Clement’in ölçülülüğünün bunun karşısında hiç şansı yoklu. Bu ünlü köktenci, İskenderiyeli şehit düşmüş bir Hıristiyan’ın oğlu olan Origen’di. 3. yüzyılda yaşayan Origen’e göre, tinsel dönüşüm için bir araç olarak kullanılmadığı sürece bedenin hiçbir değeri yoktu. Örneğin, Origen’in inancı uğruna kendisi­ni hadım ettirdiği iddiasının büyük olasılıkla doğru olduğu düşünülmektedir. Origen bedenin, ruhun Tanrı’yla bütünlü­ğünü kaybettiğinde içine düştüğü şey olduğuna inanmıştır. Bedenle ruh arasındaki mesafe, beden logismoi [yanlış muha­keme] dürtülerine yenik düştükçe daha da genişleyen, aşıla­maz korkunç bir uçurum oluşturmuştur.

Clement’in orocisi gibi, Origen’in logismoisi de bedenin çe­şitli arzuları anlamına geliyordu ama Clement’in orexis’inin tersine, Origen’inkiler esasen iyi huylu değildi. Cennet bahçe­sinde Adem’in Havva’yı “tanımadığına” büyük bir şevkle ina­nan (bu yüzden insanın köklerinin kesinlikle hiçbir tür cinsel­lik içermediği söylenebilirdi) Origen, bekâreti denetim altında tutulan, ciddi ve en önemlisi başarılı bir Hıristiyanlığın uygun süsü olarak sunma konusunda kendine epey güveniyordu. Uygulamada adunatio olarak bekâret, hem Tanrı’yla birlik ol­maya doğru ilerlemenin bir işareti hem de bedenin ayartmala­rına karşı gösterilen denetim altında bir direnmeydi. Ori­gen’in, “Bu yüzden sizden değişmenizi rica ediyorum. İçinizde bir değişebilirle gücü olduğunu görmeye karar verin,” diye emrederken sözünü ettiği, insanın içgüdüsünün ve toplumsal gerçekliğin tam olarak ve temelden değiştirilmesiydi, yani cin­sellik içgüdüsünün bütünüyle iptal edilmesinden başka bir şey değildi.

Asla Tatmin Olmayan: Jerome

Uçsuz bucaksız bilgisi, bilgi dolup taşan sayısız yazısı ve ku­sursuz zekâsıyla bıraktığı tinsel mirasa karşın Jerome -Yunanca da dahil birçok dili akıcı bir şekilde konuşurdu, çok yer gör­müştü, Khalkis’ıe çölde keşiş hayatı yaşayarak iki sene geçir­mişti, Aziz Gregory Nazianzen’in dizlerinin dibinde öğrenim görmüştü ve başka şeylerin yanı sıra Incil’in ilk Latince uyarla­masını üretmişti- hızla Kilise’nin yaşlı kurtlar kulübüne dönü­şen oluşumun yazıh olmayan kurallarına göre oynamayı hiçbir zaman öğrenmemiştir. Olağanüstü asabi bir mizaca sahip olan ve işleri yapmanın doğru yolu olarak algıladığı şeyden sapılma­sına karşı yok denecek kadar az hoşgörüsü olan bir adamdı. Bu yüzden de Jerome’un Kilise üzerindeki muazzam etkisi, kıs­men de olsa kendisine rağmen başarılmış bir şeydi. Kilise ve rahipler sınıfı tarafından gerçekleştirilen eylemlerin uygunsuz olduğunu düşünen Jerome bunları sert bir dille durmaksızın eleştirirdi ve koruyucusu Papa I. Damasus 384’te öldükten son­ra kelimenin tam anlamıyla şehirden (bu durumda Roma’dan) koyulmuştur. Bazı arkadaşlarının Jerome’u kendi zararlı aşırılı­ğından kurtarma çabalarına karşın, Jerome yine de üç yd gibi sınırlı bir zamanda Romalı rahipler sınıfını öyle bir noktaya ge­tirmeyi başarmıştır ki sonunda hayatının geri kalanını Betle- hem’de sürgünde geçirmek zorunda kalmıştır.

Para ve güç sahibi Hıristiyan kadınlarla sürdürdükleri yakın ruhani arkadaşlıklar da dahil olmak üzere yaptıkları birçok şey için Jerome tarafından sık sık “söylediğimi değil yaptığımı yap” tarzında cezalandırılan rahip arkadaşları arasında artık istenmeyen Jerome, yetişkin hayatının büyük kısmını zengin Romalı kadınlar tarafından kuşatılarak ve desteklenerek geçir­miştir. Jerome’un Roma’daki hamisi olan Marcella çok uzun zamandır iffetli bir duldu. Sürgün edildikten sonra Jerome’un hamisi olan ve Betlehem’de ona kendi manastırını kuran Paula (kendisi de sürgünde yaşayan Hıristiyan kadınlar için benzer bir çeşit rahibe manastın yönetiyordu), kısa zaman önce kay­bettiği kocasının ölümüyle yıkılan ve Hıristiyan bakiresi ola­rak kutsanmış Eustochium adlı bir kızı olan otuz küsur yaşla­rında bir duldu. Kendisini bir aile babası olarak düşünmek herhalde Jerome’u dehşete düşürürdü ama en azından bazı açılardan öyle olduğunu söylemek tamamıyla yanlış sayılmaz. Paula’nın geniş ailesinin bir parçası, arkadaşı ve sırdaşı olan Jerome ölene kadar, genç Eustochium’un yaşamında da bir ba­kıma babalık görevi görmüştür.

Origen’den son derece etkilenen Jerome, fazlasıyla gerçek ve açıkça korkunç bir hakaret olarak gördüğü bedenin ağır yükü­nü omuzlarında hissetmiştir. Dünyevi zevklerden vazgeçen bir münzevi olarak çölde yaşadıklarını yazan Jerome, ne kadar oruç tutup kendisini yoksun bırakırsa bıraksın yine de içinde şehvetin ateşini hissettiğini fark ettiğinde nasıl dehşete düştü­ğünü tarif etmiştir. Bu ateş benzetmesi Jerome için çok uygun­du: Diğer bedensel arzuların söndürülmesine karşın şehvet hâlâ hayatta kalıyorsa, o zaman cinsellik gerçeklen de, insan denen hayvanın en söz dinlemez yönünü simgelemektedir.

Jerome’un bedene, özellikle de bedenin herhangi bir kadınsı ya da erotik yönüne karşı duyduğu iğrenme, yazılarının her yerinde görülebilir ama bu iğrenme hiçbir yerde Eustochium’a . yazdığı mektuplarda olduğu kadar çarpıcı değildir. Eustochi- um’u oruç tutmaya ve evlenme zamanı gelmiş bedeninin gös­terişliliğinden kaçınmaya teşvik eden Jerome, "bedenindeki organların isteklerini bastıran kadın ... ‘ayazda kalmış bir şa­rap tulumu gibi oldum, içimde ne kadar ıslaklık vardıysa hep­si kurudu’ demekten korkmaz” diye yazmıştır. Eustochium’un “küçük ateşli bedeninin” dünyadan, şarap ve ağır yiyecekler, ya fazla şık ya da kasten seçilen fazla paspal kıyafetler ve yap­macık konuşma da dahil olmak üzere her türlü olası aşırılık­tan uzak tutulmasını tavsiye etmiştir. Bütün bunlar, Eustochi- unı’un kendisinin ya da temas kurabileceği kişilerin şehvet saldırılarını önlemek için gerekliydi. Jerome’un Eustochium’u uyardığı gibi, “bedenleri aşındırılmış kişiler bile hâlâ bu tür düşüncelerin saldırısına uğrayabiliyorsa, rahat yaşamın heye­canlarına karşı savunmasız bırakılan bir kız kim bilir nelere katlanmak zorundadır?”

Jeroınc’un büyük tartışma yaralan kitabı Advcrsus /ovtııi- (iııtını (Jovinian’a Karşı) onun bekâret konusundaki siyah-be- yaz görüşlerini daha da açıkça gösterir. Jeronıe bekâretin sade­ce birey için değil, bütün Kilise için de öncelik olması gerekti­ğini belirtir. Kilise nin resmî olarak kabul etmesine karşın Je- rome için evlilik pek kabul edilebilir bir şey değildir (Eustoc- hium’a, evliliği sadece bakireleri ürettiği için övebileceğim söylemiştir). Jerome'a göre dul kadınların ya da erkeklerin, açıkça bedensel zevkler uğruna yaptıkları ikinci evliliklerin fa­hişelikten pek farkı yoktur. Üstelik Jeronıe rahipler sınıfının da tamamıyla bakirlerden oluşturulması gerektiğini düşün­müştür. Ona göre o zamanlar büyük çoğunlukta olan evli ra­hipler sınıfı, Hıristiyanlıklarına cinsel çilecilik ocağında tav verilmiş yeteri sayıda bakir rahip çıkıp da Kilise’yi devralana kadar, sadece geçici yedek rahipler olarak görülmeliydi.

Jeroınc’un böyle tutumlarla Romanın tereddütsüz dünyevi ortamında fazla dayanmaması hiç de şaşırtıcı değildir. Büyük Kilise Bahaları yaşlanıp sona yaklaştıkça, Hıristiyanlık bekâreti üzerinde en çarpıcı izi bırakacak olan kişinin, siyasi açıdan da­ha hoş tavırlı, felsefi açıdansa ölçülü olan ve Jerome’un ölme­ye yakınken dikkate layık görmeyerek konuşmayı reddettiği bir adam olduğu görülmüştür. Kilise Babaları çağının bu sop ve en büyük sentezi, Hippohı Augustine’den başkası değildi. Augusline'in başlarda cinsellik konusunda duyduğu kararsız­lık şu dillere düşmüş çağrısında özetlenmiştir: “Tanrını bana iffet ver ... ama daha değil!”

iradenin Zaferi: Augustine

O dönemin (4. yüzyılın sonlarıyla 5. yüzyılın başlan) gönnüş geçirmiş bir adamı olan Augustine kesinlikle bakir değildi. Oluz iki yaşında Hıristiyan olduğunda cinselliğe tövbe etmiş olsa da, Augusline’in daha gençken, bir kadınla yaşadığı on üç yıllık dost hayatını ve bir oğlan çocuğunun doğumunu da (kı­sa süre sonra ölmüştür) kapsayan erkekliği, utanmazca şehvet düşkünüydü. Dindar annesi Monica’nın gururu ve neşe kay­nağı olan Augusline çok geniş çaplı bir eğitim görmüştü. Hı­ristiyan olmadan önce Augusline, uzun süre çileci Manihaizm hareketinin ilkelerini çalışmış ama hiçbir zaman tamamıyla bekâr olan bu seçkinler sınıfının bir parçası olmamıştı.

Ancak bir retorik ustası olarak sürdürdüğü meslek yaşamı onu Afrika’daki evinden Milano’daki İmparatorluk konutuna götürdükten sonra Augustine’in yaşamında bir şeyler değişme­ye başladı. Augusline azimli davranarak, bölgenin önde gelen bir ailesinin kendisinden çok daha genç olan kızıyla evlenme işini ayarladı. Bunu yaptığında da on yılı aşkın bir süredir ro­mantik ve cinsel partneri olan dostu, geleneklerin gerektirdiği gibi Afrika’ya geri döndü. Dostu gittiği ve karısı olacak kız he­nüz evlenecek yaşta olmadığı için Augusline kendisine bir metres tuttu ve bu, cinsel ihtiyaçlarının kabalığını Atıgusti- ne'irı yüzüne vuran hareket oldu. Mahvolmuş ve [sevdiğin­den! mahrum edilmiş bir halde, bir çeşit boşanma sonrası bu­nalımı olarak düşünebileceğimiz bir batağa batmış durumda Augusline yüzünü hem kendi içine, yani ruhuna, hem de dışı­na, yani Hıristiyan Milano’nun zengin düşünsel ve dinsel dün­yasına çevirdi.

Bu deneyim Atıgusline’in hayatını değiştirdi. Evliliğin getir­diği mutluluk, Augustine’in Hıristiyanlıkta bulduğu ruhani se­vincin besleyici yoğunluğuyla kıyaslandığında önemsiz kaldı. Augustine’in yeni diniyle bağlantı kurması çabuk, din değiştir­mesi hızh ve hızla artan ünü nefes kesiciydi. Bizzat hocası Anıbrose’nin ellerinde vaftiz edilen Augustine, beş yıl kadar kısa bir süre sonra Afrika’daki Hippo’ya (bugün Cezayir'de) geri dönmüş bir manastır kuruyordu bile. 400 yılında şehrin piskoposu oldu.

Akdeniz’in diğer yakasındaki Roma’ya ve din değiştirmesi­nin kıyısından önceki yaşamına bakan Augustine, çok uzun zamandır Hıristiyanlığın temel sorunları olan cinsellik, kendi­ne hakim olma, iffet ve bekâret sorularına yönelik ötekilerden farklı ve anlayışlı bir sentez sunabilmişti. Cennetin sundukları •Çin girilen sırada bakireleri en başa, dullan ikinci sıraya ve ev­li insanları en sona yerleştiren gelenekselleşmiş hiyerarşiyi ye-

niden düzenleyen Augustine, Ongene çekici gelecek bir ham­leyle, şehitleri en başa, bakireleri ikinci sıraya koydu. Jero- me’un takdiri hiç şüphesiz gönülsüz olurdu ama yine de Au- gustine’in cinsel arzunun sadece calor genitalis, yani genital ateşin yarattığı ve perhizle ve bedenin çilelere maruz bırakıl­masıyla tûketilebilecek fiziksel bir karışıklık olmadığı yargısı­na katılırdı. Augustine’e göre cinsel arzu daha ziyade amcupis- centia caınis, yani bedensel şehvet denilen, doğuştan gelip ömür boyu süren psikolojik olgunun dışa vurumuydu ve ira­deden başka efendi tanımazdı.

Augustine günahın, Tann'ya karşı itaatsizlik eden iradenin yol açtığı şey olduğunu ileri sürmüştür. Kendisine eziyet eden ve cinsel yönden etkin olduğu geçmişini hatırlatan ıslak rüya­larda Augustine, yalnızca Tanrı yi arzulayan iradesiyle, aklı başka yerlerde olan bedeni arasındaki uzaklığı hissediyordu. Bu korkutucu, mağrur ve itaatsiz yüreğin, iradeyi yenilgiye uğratacak kadar güçlü olabilmesi Augustine için derin üzüntü kaynağıydı. İradeyi geliştirip Hıristiyan erdemiyle işlemek,.in­sanın içindeki bu düşmanın başarıyla idare edilmesinin anah­tarı oldu. Augustine ilk kitabı De civiuıte Dei’de, “İyi bir hayatı yönelen erdem, ruhun kolluğundan bedenin her organını de­netler ve kutsal bir irade edimiyle beden kutsallaştırılır,” diye yazar.   

Bu felsefe Augusıine’in sadece, İsa’nın rahme düşmesi sıra­sında gösterdiği uysal itaaıkârhğmda cennetin bütünüyle cin­sel içgüdüden yoksun cinselliğini tekrarlayan Meryem'e karşı duyduğu büyük saygıyı değil, aynı zamanda bekâretin beden­den çok zihinde yer aldığı fikrini de doğurmuştur. Roma nın 410 yılında Gotlar tarafından dehşet verici bir biçimde istila edilmesinin hemen ardından bu, Augusıine’in, istilacı Gotların savaş taktiği olarak tecavüz ettiği kutsanmış bakireler için az da olsa kişisel ya da öğretisel bir teselli sunmasını sağlamıştır. Augustine, "Başka birisi bedenle ya da bedeninin içinde ne ya­parsa yapsın kişinin gücü günah işlemeden bundan kaçınma­ya yetmiyorsa, bundan mustarip kişiye hiçbir suç ilişmez,” di­ye yazar. (Bu kuşkusuz iki tarafı da keskin bir bıçaktır; “kaçın- jnaya gücü yetmek” ibaresi cezayı ertelediği gibi insanı lanet­leyebilir de.) Ama Augustine bedenin kutsallığının, parçaları­nın bütünlüğünde yatmadığını da yazmıştır: “enim eo corpus sanctum est, quod eiııs membra sunt integra.” Tecavüze uğrayan bir bakire, Kilise’nin ya da Tanrı’nın gözünde ille de mahvol­muş sayılmazdı: Sonuçta önemli olan kadının ruhunun bütün­lüğüydü.

Bekâretin bedenden alınıp ruha yerleştirilmesi, tecavüz ya da bekâret sorunlarına getirilen kusurlu çözümlerdi ama dahi­ce bir felsefi darbeydi. Augustine’den sonra cinsel içgüdü de bekâret de bilinçli kişiliği ilgilendiren (en azından bedeni ilgi­lendirdikleri kadarıyla) konular oldu. Kişinin bunları nasıl idare ettiği, onun ahlâkı ve Hıristiyanlığı hakkında çok şey ifa­de ediyordu. Cinselliği ve cinselliğin denetimini kişisel bir gü­dülenme konusu yapmak, bedenin arzularına yenik düşmek gibi basit bir bahaneyi ortadan kaldırdı. Bekâret artık saf ve boş bir kabın basit bir işareti değildi. Rahmin boykot edilme­sinden ya da zevk arayan bedenin güdülerine duyulan güven­sizlikten çok daha fazlasıydı. Bütün bunların hepsini ve daha fazlasını kapsıyordu: Bekâret, ahlâki bağlılığı, tinsel saflığı ve kişisel gücü ölçen bir testti. Augustine’in dahice ve ustaca sen­tezi, Batı düşüncesindeki merkezi konumunu binlerce yıl bo­yunca koruyan bir bekâret ideolojisi yarattı. Bu ideolojide be­kâret, bedenin ihtiyaçlarından fazlasının üstesinden gelindiği bir zaferdir. Bu ideoloji her şekilde iradenin zaferidir.

DOKUZUNCU BOLUM

Cennet ve Dünya

Valde durum est contradiciere quod habet gustus pomi. Tadı yasak elmaya benzeyen şeyleri reddetmek öyle zordur ki.

- Bingenli Azize Hildegard

870’t.e Iskoçya'nın Kuzey Denizi kıyısına ayak basan Viking güçleri büyük şiddet uygulayarak ve arkalarında tam bir yıkım bırakarak güneye doğru ilerlediler. Vikinglerden daha hızlı ha­reket eden tek şey, yaklaştıkları haberiydi.

Barbar savaşçıların yaklaştığı haberi, bugün İngiltere’yle Is- koçya arasındaki sınırın hemen kuzeyinde bulunan bir rahibe manastırı olan Coldingham Manastırı’nın baş rahibesi Genç Ebba’ya ulaştığında, Ebba paylaştıkları birliktelikten başka bir güçleri olmadığını bilerek bütün rahibelerini bir araya topladı. Bakirelerden oluşan topluluğu, istilacılar manastırı talan etme­yi bitirdiğinde hepsinin tecavüze uğramış olacağı olasılığı ko­nusunda uyardıktan sonra, Ebba eline bir jilet ahp burnunu ve üst dudağını kesti ve bunun istilacıları iğrendireceğini ümit ederek suratını kan ve kesik içinde bıraktı. Bu kutsanmış baki­reler için bedenlerine tecavüz edilmesine dayanmak zorunda kalmak suratlarına yaptıklarından çok daha kötüydü ve bunu önleyebilme ümidiyle birbiri ardına bütün rahibeler çelik bı­çakla korkusuzca etlerini oyarak aynı şeyi tekrarlardılar.

Efsaneye göre bu işe de yaradı. Vikingler manastırın kapısında beliren rahibelerin mahvolmuş suratlarına şöyle bir bakıp ma­nastın ateşe verdiler. Manastırlannm cehennemi içinde kapana kısılan Ebba ve bütün rahibeleri feci bir şekilde öldüler. Ama bu ölümle zafer kazanmış oldular: Coldingham kadınlan bakire şe­hitler olarak ölüp cennetteki yerlerini güvence akma aldılar.

Coldingham Manastırındaki rahibelerin tüyler ürperten, in­sanın kanını donduracak kadar işlevsel ama tuhaf bir şekilde bir o kadar da aşkın hikâyesi. Ortaçağ dünyasının çoğu zaman aşırıya kaçan düzenini anlamamız için çok faydalı bir örnek sunmakladır. Bu çağda bir manastırda inzivaya çekilmek, ne kişiyi savaşın ya da istilanın gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kalmaktan kurtarıyor ne de herhangi bir şekilde kadınları te­cavüz tehdidinden koruyordu. Her ne kadar bu, büyük tanrı- bilimci âlimlerin en parlak dönemi, manastır yaşamının altın çağı ve Roma Katolik Kilisesi’nin Batı Avrupa’nın neredeyse ta­mamı üzerinde benzeri görülmemiş bir güç sahibi olmayı ba­şardığı dönem olsa da, aynı zamanda bitmek tükenmek bil­mezmiş gibi görünen savaşın, yeni yeni tomurcuklanan sınıf­lar arası çekişmenin, ortalığı kırıp geçiren salgın hastalıkların, öldürücü siyasetlerin. Haçlı Seferleri’nin ve Engizisyon Mah- kemeleri’nin, yavaşça ama kararlı bir şekilde değişen ekono­minin ve farklı yer ve zamanlarda gerçekleşen fazlasıyla ger­çek bir silahlı istila sorununun hükmettiği bir çağdı. Ortaçağ kültürünün önemli bir bölümü mecburen, cennetle dünyanın emirleri arasındaki her an bozulabilecek dengenin ayarlanma­sı ve korunmasını kapsayan zor görevle ilgiliydi. Ortaçağ’ın egemen kurumu olan Katolik Kilisesi’nde oynadığı hayati rol yüzünden bekâret, bu mücadelenin merkezindeydi.

Katolik Kilisesi olgunlaştıkça etkisi de Roma Imparatorlu- ğu’nun yolunun geçtiği her yere yayıldı. Roma Katolikliğinin kuzey ve güney yönünde göç ettiği yerlere onunla birlikte, cinsellikten vazgeçme, çilecilik ve kurban etme konularındaki tekilci felsefesi de gitti. Ortaçağ’ın başlarında Kuzey Avrupa’da yaşayan çiftçilere, avcılara ve zanaatkarlara, oğullarının, kızla­rının ve hatta belki de kanlarının bile Tann adına evden ayrıl­maya çalışabileceği fikri, aşırı ve rahatsız edici gelmiş olmalı­dır. Modem zaman öncesindeki Avrupa'nın geçimlik ekono­milerinde çocuksuz bir kadın, acınmaktan çok dalga geçilip îhakarcı edilen talihsiz bir kişiydi. Evde kalmışların ve bekâr kadınların sayısı yok denecek kadar azdı. Bekâr kalmak birçok kişinin tercih edeceği ya da edebileceği bir seçenek değildi. Ekonomik açıdan hayatla kalabilmek, hem işgücü hem de iş­gücü üretecek olan insanları doğurmak anlamında, geniş aile­nin ve topluluğun ekonomisine katkıda bulunmak demekti.

Ne olursa olsun, insanların çoğu (serf, vasal ya da köylü ola­rak ve derebeylikteki aristokratlara ait topraklarda farklı türler­de kiracı olarak yaşıyorlardı) isteseler bile, derebeylerinin ara­zilerinden kendilerini ya da işgücü katkılarını uzaklaştırma hakkına (ya da aynı nedenden dolayı mali kaynaklara) sahip değillerdi. Bunlar göz önüne alındığında, Ortaçağ’m büyük kıs­mının genelinde, kutsanmış bakirelik mesleğini seçenlerin ço­ğunun aristokratların kızlan olması hiç de şaşırtıcı değildir.

Kutsal Bir Mesleğin Kökleri

Hıristiyanlıkta seçkinler sınıfının, cennetle dünya arasındaki ayrıcalıklı yere ayak basabilmek için sıranın başında olmaya ilişkin eskiye dayanan bir geleneği vardır. Hıristiyanlığın geli- .şinıinin ilk birkaç yüzyılını destekleyen sermayenin büyük kısmı doğrudan varlıklı kadınlardan gelmiştir. Roma İmpara­torluğu Hıristiyanlığı resmî olarak tanıdığında, piskoposlar ve seküler güç yapısında işleri perde arkasından idare edebilme becerisine sahip olan diğer kilise adamları, bu kadınlara ve on­ların mirasçısı olan bakire kızlarına istediklerinde yasal olarak mallarını elden çıkarabilmeleri için özgürce hareket edebilme­leri konusunda yardım etmiştir. Böylece para ve güç, bekâr olan (ya da anık evli olmayan) kadınlarla Kilise arasında, İlci taralın karşılıklı olarak birbirine kazanç sağladığı akımlar da­hilinde aktarılmıştır. Hıristiyanlığın başlarındaki zengin ka­dınların sadece güçlü piskoposlar ve başpiskoposlarla arası iyi değildi, bu kadınlar ara sıra sınırlı da olsa kiliseye ilişkin güç de kullanabiliyordu. Örneğin, diaconissae denilen kadın diya­kozlar. din değiştirenlere ilmihal öğretir, dinî ilkeler konusun­da uzun uzadıya düşünür ve kavradıklarının faydalarını baş­kalarıyla paylaşır, duaları yönelir, ders verir ve hastalarla yok­sullara yardım sağlanmasında merkezî rol oynardı.

Kadınlara açılan ilk dinî yeminler. Kilise içerisindeki bu iliş­kileri resmileştirme çabasını temsil etmektedir. 1. yüzyılda, üç dulluk rütbesi yaratan gayriresmi ayrım bir geleneğe dönüş­müştür. Bu rütbelerin ilk ikisini zihinsel duaya ve eğitime ada­nan sınıflar, üçüncüsünü ise muhtaçların bakımına adanan sı­nıf oluşturmuştur. 3. yüzyılda kadınlar için kurumsal görevle­rin oluşturulmasında, yeni sponsa Christi (İsa’nın gelini) göre­viyle birlikte ileriye doğru kararlı bir adını atılmıştır. Henüz dinî açıdan “rahibeler” denilen ayrı bir sınıf ya da bu rahibele­rin yaşamını düzenleyen manastıra ilişkin bir kural sistemi yoktur. Ama sponsa Christi görevi, bakirelerin Hıristiyanlıktaki simgesel rolü olacak şeye şekil vermiştir. “İsa’nın gelinlerinin yaşamları, bağlılık, hizmet etme, cinsellikten vazgeçme ve dünyevi inallarının ilahi eşe adanmasından oluşan bir çekir­dek etrafında dönmüştür. Bu tam olarak dünyadaki gibi bir evlilik değildir ama fark edilebilir şekilde de benzerdir.

Sadece geride bıraktıkları ailelerden değil, başını esas olarak evli erkeklerin çektiği Kilise hiyerarşisinden de ayrı olan ilk dinî bakireler aslında çarpıcı bir tezat oluşturuyordu. Sponsa Clıristi'nin yaşamı birçok rahibinkinden daha katı bir kutsal­lıkta yaşanıyordu. Hıristiyanlığın ilk günlerinden beri teşvik edilmiş olsa da rahiplerin bekârlığı, 12. yüzyılın başlarında toplanan Laıeran Konseylerine kadar bir öğreti olmamıştır. Ancak bunun çok öncesinde de bakireler ve bekâret, Hıristi­yan misyonunun merkezindeydi. Ruhani akrabalığın dünyevi aileye karşı üstünlüğünü fiziksel bedenlerinde simgeleyerek Yeni Sözleşme’yi temsil eden bakireler, Kilise’ye ciddi ölçüde sermaye, beceri, işgücü ve tabii ki tinsel ve gizemli armağanlar sunmuştur. Hem Tanrı’ya hem de TanıTnın ideal insan varlığı tasarısına yakın olarak görülen Hıristiyan bakireleri, Hıristi­yanlık öncesi dünyada kendilerinin habercisi olan kadınların kutsal bekâreti gibi, cennetle dünya arasında adanmış ve ihlal edilmemiş bir bağlantı yolu sağladığına inanılan eşsiz bir kut­sallık türüne sahip olmuştur.

Kudüs’ün Kızları

Avrupa'ya özgü manastır yaşamının, özellikle de kadın manas­tırlarının yayılması neredeyse tamamıyla, kişinin kendisini cennete adamasıyla dünyevi zenginliğinin bileşiminden kay­naklanmıştır. Hayatlarını Kilise’ye adayan zengin kadınlar, ilk kadın manastırlarının kurulmasını sağlayan araçlardı. Avru­pa’daki ilk kadın manastırlarından biri olan Fransa’nın Poiti- ers şehrindeki Saint-Croix, 6. yüzyılda yaşamış olan ve kocası­nı terk edip kendisine düğün hediyesi olarak verilen toprakla­rın gelirini kendi manastırını kurmak için kullanan Kraliçe Radegund (Turingiya Krah Berthaire’nin kızı) tarafından ku­rulmuştur. Neredeyse sadece manastıra fazladan bağış getiren, yüksek konum ve servet sahibi kadınların yaşadığı Sainı-Cro- ix. Radegund’un bütün rahibelerinin okuyup yazabilmesini mecbur tutması bakımından ünlüydü. Manastırın yazıhanesi, tıpkı erkek manastırlarında olduğu gibi, birçok din kitabının ve elyazmasının ustaca yazılmış nüshalarını üretmiştir.

Avrupa’daki ve hatta Britanya Adaları ndaki rahibe manas­tırlarının çoğunun kurulmasının arkasında Radegund gibi ka­dınlar vardı. Örneğin Ely adlı büyük çifte manastır, kendisine ilk kocası tarafından bırakılan arazide Ely’yi kurmak için ikin­ci kocası Northuınbria kralını terk eden Kraliçe Aethelthrith tarafından kurulmuştu. Evli aristokrat kadınlar bile, dinî top­luluklar kurarak ya da sadece bunlara katılarak, başka türlü hayal bile edemeyecekleri bir düzeyde ve derecede denetim sergileyerek kendi yaşam yollarını seçebiliyordu. Olağanüstü bir şekilde Kilise de bu zengin dikbaşlı kadınları memnuniyet­le karşılıyordu. Evli bir eşin bir manastıra girmesi, bu kişinin eşi buna onay vermemiş olsa bile, Kilise tarafından evliliğin feshedilmesi için geçerli bir neden olarak görülüyordu.

Ancak bu, kocaların ve ailelerin, kadınları manastır kurmak K'in başlarını alıp gittiğinde, orada öylece durup arkasından el salladığı anlamına gelmez. Aksine kadınların kendilerini dinî bir yaşama adama çabaları çoğu zaman her adımda engelleni­yordu. Ama ailesinden destek gören ya da ailesini itirazından dolayı ulandırarak mecbur etmeyi, bu itirazı kurnazlıkla alı et­meyi ya da kısaca buna karşı çıkmayı başaran kadınlar için kutsama töreni, evli bir kadının yaşamındaki birçok acıdan saygıdeğer bir kaçış olanağı sunuyordu. Manastır yaşamına özgürce hiç evlenmemiş bakireler olarak giren, erkek kardeşi­nin (Londra Piskoposu) sayesinde Wessex kraliyet ailesinin bir üyesiyken Barking Manastırının kurucusu olan Aristokrat Ethelburga gibi kadınlar, ne kadar şanslı ve sıradışı olduklarını gayet iyi biliyorlardı.

Bu önemli bir kavramdı. Bugün insanların çoğuna bir rahi­benin yaşamı; iffet, yoksulluk ve itaat yeminleri, manastır ku­ralının sıradan yükümlülükleri ve kişisel özgürlüklere getiri­len sınırlamalar yüzünden korkunç derecede kısıtlayıcı görü­nür. Çoğu zaman böyle bir yaşam tarzının çok büyük bir kişi­sel fedakarlığın simgesi olması gerekliğini farz ederiz. Ama kı­sıtlama ille de kayıpla eşanlamlı olacak diye bir şey yoktur.

Ortaçağ kadınlan için manastır yaşamının kuralları, sadece kişinin kendisini gerçekten dine adamasına fırsat verdiği için değil, kalı olmasına karşın yine de evlilik yaşamından daha fazla özgürlük ve fırsat sağladığı için de çoğu zaman çok hoş karşılanırdı. Kaderlerinde, soylu ve babalığı kanıtlanabilir adamlann çocuklannı doğurarak büyük aristokrat aileler ara­sındaki hanedan ilişkilerini sağlamlaştıran insan tutkalı olmak yazılı olan kadınlar, dinî yaşam için başarıyla kulis yapmadı- larsa, yaşamlarına neredeyse kesinlikle evliliğin hükmedece­ğinden emin olabilirlerdi. Seçkinler sınıfındaki evlilikler bir kızın on ikinci doğum günü kadar erken bir tarihle, nişansa çok daha erken bir zamanda olabilirdi.' Bu kadınların yaşam­ları başından sonuna kadar münasip bir evliliğe göre o kadar ayarlanmıştı ki bazen daha küçücük bir kızken sonradan başı­na geçecekleri saraylara o aileler tarafından yetiştirilmek üzere

t Şunu belirtmemiz gerekir ki bu evliliklerin cinsel olarak tamamına erdirilmesi gelinin yaşı nedeniyle bazen, ama her zaman değil, birkaç yıl ertelenirdi. Örne­ğin, Ingiltere kralı İli. Henry'nin ikinci oğlu Edmund Plantagenet, 1269'da Westminster Manastırında on yaşındaki Avc.hnc de Forz'la evlenmiş olsa da evlilikleri, damadın yirmi sekiz yaşında gürbüz bir delikanh olduğu, gelininse nihayet on dön yaşına bastığı 127Î yalına kadar tamamına crdirilmemişti. gönderilirlerdi. Bunun bir örneği, İngiltere krah I. Henry’nin kızı olan ve yedi yaşında Kutsal Roma İmparatoru V. Hein- rich’in sarayında yetiştirilmek üzere gönderilen Matilda'ydı. Böylece beş yıl sonra on iki yaşındayken, yirmi sekiz yaşında­ki imparatorla evlendiğinde girdiği bu sarayın diline, görenek­lerine ve politikalarına aşinaydı ve derhal görevlerini yerine getirmeye başlayabilecekti.

Dinî mesleği olmayan kadınlar, tamamıyla erkeklere hizmet etmek için vardı. Siyasi ve toplumsal açıdan çok önemli olan evlilik piyasasında babalar ya da koruyucular tarafından pa­zarlık kozu olarak kullanılan seçkinler sınıfındaki kadınlar ev­lilikten kaçamazdı. Çoğu zaman kendilerinden onlarca yaş bü­yük adamlarla evlendirilirlerdi ve bir kadının kendisini kilise­de rahibin karşısında bulana kadar toplumsal açıdan kocasını tanıması kuraldan çok bir istisnaydı. Kadının kocasına cinsel yönden boyun eğmesi hem toplumsal hem yasal açıdan zorun­luydu ve zor, tehlikeli ve sık sık da öldürücü olan çocuk do­ğurma olasılığından kaçış yoklu.

Bunların hepsi kesinlikle olağan ve beklenen şeylerdi ama anlaşılır bir şekilde bazı insanların hoşuna gitmezdi. Isa’yı eş olarak seçmek sadece kişinin kendisini Kilise’ye adamasının bir simgesi değildi. Bu, bir kadının yetişkin hayatının özünü neyin oluşturacağı konusunda herhangi bir seçim yapabilme­sinin belki de tek yoluydu. Bingenli Hildegard ve Schönaulu Elisabcıh gibi Ortaçağ’ın ortalannda yaşayan bazı büyük bilgin rahibelerden bize kalan metinlerde, evlilik kölelikle neredeyse aynı şekilde tarif edilir. Kadınların hoşuna gitmeyen şeyler kısmen, evlilik yaşamının insanın gözünü korkulan fiziksel gereklilikleriydi: Erkeklerin cinsel taleplerine boyun eğmek, çocuk doğurmak, çocukların altını temizlemek, evi çekip çe­virmek. Kısacası evlilik kadınlan tüketiyordu. Bunun tersine 13. yüzyılda yaşamış olan Hali Meidhad’m[6] dediği gibi, “Bekâ­ret bir defa kopanldığında bir daha asla büyümeyecek bir çi­çektir, ama bazen edepsiz düşüncelerle solabilse de yine de tekrardan yeşerebilir." Bakireler sadece dünyevi evlilik yaşamı­nın tehlikelerinden ve sıkıntılarından kurtulmuyor, aynı za­manda her zaman (en azından mecazi anlamda) ebedi gençli­ğin baharında kalıyordu.

Manastır yaşamını seçenleri bekleyen faydalar bu kadarla da kalmıyordu. Manastır yaşamı, hayırseverlik yapmaya (rahibe manastırlarında çoğu zaman yoksullar evi, hastane ve cüzam hastanesi vardı) zaman ayırma, aynı şekilde düşünen insanlar­dan oluşan bir toplulukta yaşama ve gerçekten faydalı olma fırsatı da sunuyordu. Rahibeler aynı zamanda tinsel paylaşı­mın hazzını ve şefaat duaları ederek başkalarına yardım ettik­leri bir konumda olmanın mutluluğunu da yaşıyordu: Rahibe­lerin duaları, başka şeylerin yanı sıra, Araf'ta tutsak kalmış ruhları azal etmeye de yardım edebiliyordu.

Bekâret aynı zamanda eğitim de vaat ediyordu. Manastırlar, kadınların okuma yazma öğrendiği yerler olarak ün yapmıştı. Yıllar boyunca aynı şarkıları söylemek ya da ilahiler kitabı ve dua kitabı gibi kitaplara bakarken nispeten sınırlı sayıda olan tanıdık metinleri dinlemek, kadınların er geç duyduklarıyla gördüklerini nasıl eşleştireceklerini çözmesiyle sonuçlanırdı. Ama okuma yazmayı böyle öğrenen rahibelerin çoğu "kendili­ğinden oluşan” okuryazarlık deneyimlerini bu şekilde gör­mezdi. Onlara göre bu, hak eden, temiz yürekli bakirelere Tanrı tarafından bahşedilen bir mucizeydi: Bu okuryazarlık ar­mağanı Hedwig von Regensburg un aklında çiçek açtığında, korodaki bütün rahibeler saydamlaşan bedeninin ve kıyafeti­nin içinde yüreğinin ışıldadığını görmüştür, “tıpkı camdan gö­rülen güneş gibi.”

Rahibelerden beklenen cinselliğin denetlenmesi konusuna gelince, öyle görünüyor ki kendi istekleriyle manastıra giren rahibeler içinde nispeten çok azı bu konuda özel bir zorluk yaşamıştır ama birkaç rahibenin, çoğu zaman erkek manas­tırlıların çektiği işkenceye benzer şekilde şehvetten sıkıntı çekliğine dair kanıt vardır. Bu döneme ait mecazi hikâyeler, bazı rahibelerin kurallara başarıyla uyma konusunda yaşamış olabileceği zorluklardan söz eder. Böyle bir hikâyede, birbir­lerine aşık olan bir rahibeyle bir rahibin nasıl bir gece rande­vusu ayarladığı anlatılır ama rahibe rahiple buluşmak için manastırından gizlice çıkmaya çalışırken yolun bir haç yığı­nıyla kapatıldığını görür. Hikâyenin bir örneğinde, rahibe haçları kesip devirmek için gidip bir balta getirir ama baltayı her kaldırışında baltanın mucizevi bir şekilde omzuna yapı­şıp kaldığını görür. Bu da rahibenin birden seçtiği yolun yan­lış olduğunu anlamasını sağlar. Bu hikâyenin bir başka uyar­lamasında da rahibe bunun yerine, haçları kaldırması için Ba­kire Meryem’e dua eder. Bu, Meryem’i o kadar kızdırır ki doğru yoldan sapmış rahibenin suratına bir tokat patlatır ve kadını bayıltır. Tabii ki kendine geldiğinde rahibe son derece pişmandır.

Birçok kadın, özellikle de ancak kocalarının ölümünden sonra rahibe başörtüsü takma fırsatı bulan sayısız dul, rahibe manastırına girdiklerine sevinirdi. Ama kadınlar da erkekler de, aslında hiç var olmayan kuralsız bir şehvet bolluğunu geri­de bıraktıklarına dair bir yanlış izlenim içerisinde manastır ya­şamına girerdi. Gerekli olduğu düşünülen düzenli cinsel per­hiz, Ortaçağ’da neredeyse bütün evli çiftlerin yaşam tarzıydı. .Birçoğu kadınların âdet dönemlerinde cinsel ilişkiden kaçın­ma göreneğini (aslında bir Yahudi göreneğidir) izlerdi. Benzer şekilde, hamilelik sırasında ya da hir kadının bebeğini emzir­diği süre boyunca da cinsel ilişkiden uzak durulduğu olurdu. Ayrıca Büyük Perhiz denilen kefaret döneminde, Hamsin yor­tusunda ve Noel’den önceki dört hafta boyunca ve bunların yanı sıra Çarşambaları (İsa’nın tutuklanması anısına), Cuma­ları (İsa’nın ölümü anısına) ve Cumartesileri (Meryem anısı­na) de çiftlerin cinsel ilişkiden kaçınması yaygın olarak öğreti­lirdi. Cinselliğin ciddi ölçüde kısıtlanması, manastır duvarları içinde yaşayanlar için olduğu kadar dışında kalanlar için de yaygın ve sıradan bir şeydi.

Cinsellikle din arasında böyle sürekli ve derinden bir ilişki olması, Ortaçağ rahibelerinin yazılarında gördüğümüz gizemli erotizmi biraz açıklayabilmemize bazı açılardan yardımcı olur. Ortaçağ kadınları, din konularıyla haşır neşir olmak için gi­zemli düşünme tarzını tercih ederdi. Bingenli Hildegard, Schö- naulu Elisabeth, Sienalı Catherine, Margery Kempe ve İsveçli Birgitta gibi kadınların gizemli yazıları ve öğretileri sadece ya­şadıkları dönemde ünlü olmakla kalmamış (Hildegard’ın gö­rüşleri o kadar tanınmış ve saygı görmüştü ki kadınların vaaz vermesinin Kilise tarafından resmen yasaklandığı bir dönemde vaiz olarak dört ayrı turneye çıkması için kendisine özel izin çıkarılmıştı), yüzyıllar boyunca etkisini ve gücünü koruyarak kadın edebiyatının ve Hıristiyan düşünüşünün önemli belgele­ri olarak günümüze kadar gelmiştir.

Bu kadınların yazılarına ve Ortaçağ azizelerini anlatan başka hikâyelere baktığımızda çoğu zaman bunların Tann’yla kuru­lan karşılıklı bedensel ve samimi ilişkileri tarif ettiğini görü­rüz. 8. yüzyılda yaşamış Irlandalı Azize İta, “Göklerin hakimi her gece / göğsümdeki bebek İsa’dır” diye hayaller kuran bir­çok kadından biriydi. Kadınlar ilahi eşleri İsa tarafından sarıp sarmalandıklarını ya da İsa’nın yaralarını öptüklerini hayal et­mekten tutkuyla keyif alıyorlardı. Ünlü İngiliz gizemci Mar­gery Kempe, İsa’nın çarmıha gerildiğinde çektiği acılar üzerine derin düşünceye daldığında bazen haykırarak kendinden ge­çen bedeni kıvranırken yere yığdırdı. Margery Isa’nın “beni ce­surca ruhunun kollarına al ve ağzımı, başımı ve ayaklarımı is­tediğin kadar usulca öp” diyerek kendisine izin verdiğini gör­düğü bir hayalini de anlatmıştır.

Bu tür şeylerin cinsellikten yoksun kalmış bakirelerin sinir­sel yansımaları olduğunu düşünmek ne kadar cezbedici gelir­se gelsin bu, hem yanlış olur, hem de hiç adilce olmaz. Bunu, cinselliği başından beri Hıristiyan tinselliğinin önemli bir par­çası haline getiren genel süreç açısından düşünmek çok daha doğru olur: Cennetle dünya arasındaki ilişki. Kişinin bedensel cinselliğini denetim altında tutması, tinsel yönünü etkinleşti­rip bunu Tanrıyla sevinçli bir paylaşım alanına dönüştürmesi­ne yardımcı olabiliyor idiyse, o zaman Tanrıyla paylaşımın dünyevi bedeni de etkinleştirerek fiziksel ve hatta erotik dene­yimi insan bilincinin sınırlarını aşan bir şeye dönüştürmesi doğal karşılanmalıdır.

Bingenli Hildegard’ın yazılarından edindiğimiz izlenim ke­sinlikle budur. Baş rahibe olan Hildegard bazen yüksek sınıf­tan gelen rahibelerine güzel taçlar ve ipekten şık başlıklar giy­dirir, parmaklarına altın yüzükler takar ve saçları açık bir şe­kilde kilisede şarkı söylemelerine izin verirdi çünkü onun inancına göre, alçakgönüllülük gerekleri “bakireleri kapsamaz çünkü onlar cennetin sadeliği ve bütünlüğü içerisinde zaten güzel görünürler.” Hildegard’a göre bir rahibenin güzel bir ka­dın olmaktan utanmasını gerektirecek hiçbir şey olamazdı çünkü bekâret, kusurlu kadınlığı bedenin taşıdığı ruhani bir mükemmelliğe dönüştürürdü.

Ortaçağ düşünüşünde bekâret kesinlikle yalnızca cinsel ilişki­ye girmemiş olma durumu değildi. Bekâret, zihinsel bir durum, tinsel bir uygulama şekli, ilahi güce ve onun sırlarına kapıyı açacak olan anahtar ve kutsallık güvencesiydi. Ayrıca katı cinsi­yet rollerini aşmanın bir yolu ve kadınların başka durumlarda hayalini bile kurmalarına nadiren izin verilen zihin gücünün ve dünyevi gücün zirvelerine çıkmalarını sağlayan bir merdivendi. Bekâret bazı baş rahibelerin piskoposlarla ve krallarla aynı sevi­yede güce ve zenginliğe sahip olmalarını sağlamışn.

Bazı durumlarda bakireler hem kilise içinde hem de kilise dışında müthiş bir güce sahip olmuştur. 10. yüzyılda yaşamış olan, Sakson İmparatoru 1. Henry’nin kızı baş rahibe Çuedlin- burglu Mathilda, sadece dinle ilgili olmayan konularda pisko­pos seviyesinde güce sahip olmamış, aynı zamanda bir süreli­ğine imparatoriçe temsilcisi olarak da görev yapmıştır. İngilte­re’de Shafıesbury, Barking ve Nunnaminster şehirlerininki gibi başka başrahibeler de parlamentolarda hizmet vermeye çağrıl­malarına yetecek kadar bölgeye hâkim olmuştur. Başrahibele- rinkiyle aynı düzeyde gücü düzenli olarak kullanma olanağına yalnızca kraliçeler sahipti ve onların da bunu yapabilmeleri için genellikle kocalarını ya da babalarını devre dışı bırakan hafifletici sebepler olması gerekirdi. Elbette baş rahibeler nere­deyse her zaman aristokrat soydan gelirdi ama evli kız kardeş­leri dizginleri ancak nadiren ellerine alma fırsatı bulurken, ba­kireler iktidardaki yaşh kurtlar olabilirdi.

Seks ve Kutsal Bahire

Kadınlar dünyanın taleplerinden kaçmak için rahibe manastır­larına girmiş ama yine de dünyanın ister islemez burada da peşlerinden geldiğini fark etmişlerdir. Dünyanın rahibe ma­nastırına girdiği en kişisel ve bazı açılardan en sinsi yol. seksti.

Kutsanmış bakireler her zaman kendi cinsel kararlarını ken­dileri verme haklarını savunmak zorunda kalmıştır. Bir aile kızlarının yapacağı iyi evliliklere bel bağladıysa kızların biri­nin kendisini bekârete adaması felaket olarak görülebilirdi. Ai­lenin bu karara karşı çıkması çok ciddi olabilirdi. Markyateli Christina gibi bazı yeminli bakireler, erkeklerden kızlarını başlan çıkarmasını ya da onlara tecavüz etmesini isteyen aile­leriyle mücadele etmek zorunda kalmış (Christina kaçmıştır) ya da istemedikleri halde zorla evlendirilmişlerdir (Christina cinsel ilişki içermeyen bir evliliği kabul etmesi konusunda ko­casını ikna etmiştir).

Ama ailenin hayırduasını aldıktan sonra bile rahibelik göre­vine başlamak, Ortaçağ bakirelerinin cinsel şiddet tehlikesin­den kurtulduğu anlamına gelmiyordu. Raptus olarak bilinen bir Ortaçağ suçu bugün dilimize çoğunlukla “tecavüz” olarak çevrilse de sözcüğün gerçek anlamı aslında “bir kadının çalın­masına daha yakındır. Raptus, 9. yüzyılda yaşamış olan ve Is­panya’nın kuzeyinden gelen aristokrat rahibe Gerbcrga’nın durumunda olduğu gibi, genelde kaçırmayı, yani fiziksel ola­rak bir kadının yaşadığı rahibe manastırından ahmp götürül­mesini de kapsardı. Gerberga erkek kardeşinin düşmanları ta­rafından kaçırılmış, cadılıkla suçlanmış ve öldürülmüştü. Da­ha da yaygın olan, bir rahibenin raptusa uğramasının ardından zorla evlendirilmesiydi çünkü o zamanlar bu, tecavüz için su­nulan en yaygın yasal çözümdü. Evlilik piyasasında sunacak çok az şeyi olan aristokrat erkekler için (örneğin, ağabeyleriy­le aynı ölçüde miras alma ümidi olmayan ailenin küçük erkek çocukları) bu, yerel rahibe manastırından soylu bir gelin kap­ma olasılığını oldukça çekici hale getirirdi. Manastırdan rahibe kaçırmanın bu “eğlencelik” yönü rahibe manastırlarına yöne­lik raptusun artmasına da katkıda bulunmuştur. Çeşitli yerler­de çeşitli zamanlarda soylu zamparalar, bir manastırdan genç bir bakire kaçırıp kaçıramayacaklarını belli ki uygun bir mey­dan okuma olarak görmüştür.

Rahibelerin gönüllü ve gönülsüz gidiş gelişleri, manastıra ailesi taralından yerleştirilen rahibelerin herkesçe bilinen hoş­nutsuzluğu ve sadece kadınlardan oluşan rahibe manastırı dünyasının tuhaf ve çekici başka bir evren gibi görünmesi göz önüne alındığında, bunlan dışarıdan gözlemleyen birçok kişi­nin, rahibe manastırlarının gizemli kapılarının ardında her ne olup bitiyorsa bunun gerçekte cinsellikle ilgili bir şeyler oldu­ğunu farz etmesi (bu varsayım, bakirelerin bastırılmış arzula­rıyla iyice mayalanır) pek de şaşırtıcı değildir. Rahibeler ve ra­hibe manastırları hakkındaki şehir efsaneleri basmakalıp de­necek kadar yaygındır ama aslında çok azının aslı var gibidir.

Gerçekte rahibeler sürekli şüphe altındaydı. Eğer ekonomik açıdan gerekli olan, arazileri ve malları ziyaret edip idare etme, manastırın ihtiyaçlarını giderme ve manastırda üretilen çeşitli ürünlerin satışıyla ilgilenme, tüccarlarla ve esnafla görüşme gibi işleri yapmak için manastırdan dışarı çıktılarsa, dünyevilikle le­kelenir ve temas kurdukları adamlarla uygunsuz cilveleşmelere giriştiklerinden şüphelendirdi. Ancak ne yazık ki rahibeler için ekonomik olarak hayatta kalmak bu tür “şüpheli” etkinliklere bağlıydı. Rahibe manastırlarının bireysel olarak ait olduğu çeşit­li dinî tarikatları bu manastırlara maddi açıdan destek sağlama­ya zorlama girişimleri ancak zaman zaman başarılı olmuştu. Fransiskanların oluşturduğu dikkate değer istisna dışında kalan manastır tarikatlan, cura mulieruın, yani kadınların bakımının getirdiği sorumluluğa ve mali giderlere açıkça sinirleniyordu: Carıhusian Tarikatı kendilerine ait olan beş rahibe manastırın­dan “tarikatımızın beş yarası” olarak bahsetmiştir. Ancak rahi­belerin ticari temsilciliğini yapan rahiplerin göreve getirilmesiy­se, bu rahiplerin manastırın getirdiği kazancın kaymağını ye­mekten pek de vicdan azabı duymadığını göstermiştir.

Elbette yalnızca bu adamların manastır bakireleriyle temas halinde olması bile şüphe yaratıyordu. O zamanın tıp anlayışı­na göre kadınlar doğaları gereği şehvet düşkünüydü ve her an esas doğalarına teslim olmaya hazırdı. Tamamıyla iffetli kal­mayı başarmış olsalar bile sonuçta hâlâ kadınlardı ve bu yüz­den de bu erkekler için çekici bir belaydı. Rahibelere karşı du­yulan kızgınlık arttıkça örtülü bakireler sık sık, namuslu bir adamı bile tecavüz etmeye zorlayabilecek kadar baştan çıkarıcı olarak tarif edilir olmuştur. Halk edebiyatı, şarkıları ve efsane­leri bol bol tapmaktan rahibe kaçırma ve itibardan düşmüş ra­hibe hikâyeleri temin etmiş ve böylece bu sözde inkâr edile­mez gerçeklerin “kanıtı” olduğu düşünülen şeyleri üretmiştir.

Gratian’m Decretum adlı kitabı da dahil olmak üzere Orta­çağ hukuk literatürü, manastır raptusundan, bunun gerçek ve nispeten önemli bir sorun olduğunu bilmemize yetecek kadar bahsetmektedir. Ama yeminli bakirelerin isteyerek uygunsuz işlere ne derece kalkışmış olabileceğini belirlemek çok daha ciddi ölçüde zordur. “Genelev” sözcüğünün alaycı bir şekilde rahibe manastın anlamında ve “rahibeler evi” sözcüğünün ge­nelev anlamında kullanılmasına karşın (Hanilerin Opheliaya tükürdüğü Shakespeare'in çift anlamlı ünlü dizesinde olduğu gibi), bunun uygun bir karşılaştırma olmuş olması ihtimali ol­dukça düşüktür. Ne günah çıkartan papazlar ne de başrahibe- ler genellikle, rahibelerin işlediği günahların ayrıntılı kayıtları­nı tutarlardı ve medeni ceza kayıtlarında bile bu tür şeyler toplam olarak nispeten çok az anılırdı. Ancak tarihçilerin işle­nen cinsel günahlar bakımından kadın ve erkek manastırı ka­yıtlarını karşılaştırabildiği birkaç durumda, kadınların erkek­lerden daha kötü olduğu görülmez.

Ancak kadınların uygunsuz cinsel davranışlarının her za­man erkeklerinkinden daha kötü olduğu düşünülmüştür. Ka­dın manastır düzeninin temelini oluşturan bekâret ideolojisi­nin tamamı, küçücük bir ihlalin bile affedilmez olduğu, ama erkek iffetsizliğinin basit bir “kendini tutamama” olduğu ve genellikle kolayca hasır altı edildiği ya da “erkektir ne yapsa yeridir,” diye örtbas edildiği anlamına gelir.

Gerçekten ahlâkı bozuk olan rahibe manastırları (rahibele­rin sevgililerini odalarına almakla kalmayıp bazen başrahibe tarafından âşıklarıyla birlikte pikniğe götürüldüğü Venedik’te­ki Sanı' Angelo di Contorta manastın gibi) hakkındaki hikâye­ler. “kulaktan kulağa” oyununda olduğu gibi, birçok kişi tara­fından hem tekrarlanmış hem de çarpıtılmış ve abartılmıştır. Bu, hikâyenin ash olup olmadığına bakmaksızın böyle olmuş­tur. Yaramazlık yapan rahibeler, yoldan çıkmış başrahibeler ve ahlâksız bakireler hakkında anlatılan bu hikâyelerin çoğunun uydurmadan başka bir şey olmadığı olası görünmektedir. Ama .^ünümüzün rock müzik yıldızları ya da büyük şirketleri hak­kında anlatılan şehir efsanelerinde olduğu gibi, bunlar da sık sık mecazi anlamda doğru kabul edilmiştir.

Ancak tanmmış bilgin Jo Ann McNaınara’nın rahibe manas­tırlarının tarihi üzerine yaptığı çalışmalarda dikkati çektiği gibi, kuralların sıkça ihlal edilmesinin, özellikle de cinselliğe ilişkin kuralların ihlal edilmesinin kadın manastırlılar arasında yaygın olarak görülmesinin mümkün olması, uygulama açısından pek de mantıklı gelmez. Bunun nedeni gayet basittir: Kadın manas­tırlarının varlığının sürmesi, halkın gözünde bu kadınların kutsallığının ve şefaat dualarının güvenilir olup olmadığına bağlıydı; kadınların kutsallığının ve dualarının güvenlir olup olmadığıysa doğrudan bekâretlerine bağlıydı. Bekâret yine cen­netle dünya arasında bir köprü görevi görüyordu.

Kendilerine verilen resmî izinle (rahipliğe atanma töreni), yaptıkları ayinlerin hepsi aynı şekilde etkin kılman rahiplerin sunduğu ayinlerin tersine, rahibelerin duaları için Kilise her­hangi bir güvence vermemektedir. Bir rahibenin ruhani çaba­larına itibar kazandıran, onun kişisel kutsallığı ve üyesi oldu­ğu topluluğun kutsallığıdır. Rahibe manastırlarını destekleyen bir hami, kendisi adına rahibe tarafından yapılan ruhani mü­dahaleler başarısız olacak gibi görünüyorsa o rahibeyi büyük olasılıkla desteklemezdi. Bu yüzden manastın haccedenler, ra­hibelerinin ismine leke sürülmüş tapmaklara nadiren bağışta bulunurdu. Manastır yaşamına katılma konusunda kendi yete­neklerine değer veren kadınlar, başka kadınlar tarafından mes­leklerinin tehlikeye atılmasına pek tahammül etmezdi. Aslın­da, rahibelerin tek başlanna zaman geçirmelerini yasaklayan. kışla gibi yatakhanelerde topluca uyumalarını gerekli gören ve birbirlerine sevgiyle dokunmalarını ya da sarılmalarını yasak­layan manastır kuralları gibi bu konuda elimizde olan geçerli kanıtlara dayanarak, rahibelerin çoğunun en küçük bir günah izinden bile kaçınmak için bu kuralların etrafında özenli du­varlar ördüğünü söyleyebiliriz.

Bahire Süperstarlar

Hıristiyanlığın kutsal bekâret inancını geliştirmek, örnek alı­nacak kutsal bakireler yaratmak demekti. Katolik geleneğinin bakire şehit azizeleri. Ortaçağ döneminde hem Kilisenin tepe­den inme propagandası olarak hem de çok sevilen halk simge­leri olarak bu boşluğu birçok açıdan doldurmuştur. Tanrı nın cennette özel bir yer ayırdığı ayrıcalıklı arkadaşları olan bu azizelerin fiziksel kalıntılarının da kendileri gibi kutsal oldu­ğuna inanılmıştır. Ayrıca dindar insanların isteklerini doğru­dan Tanrıya aktarma yeteneğine sahip olduklarına da inanıl­mıştır (hâlâ da inanılmaktadır). Ancak bekâretin tarihi açısın­dan azizeler inancının en önemli yanı, öldükten sonra onlar­dan geride kalanlar ya da bu kalıntılara nasıl saygı gösterildiği değil, azizelerin hagiyografileri, yani yaşam öyküleridir.

Bu dinsel bir hamle olsa da, azizler de İsa gibi hem insandır hem de kutsaldır. Bizim gibi görünürler; bizim gibi anneleri, babalan, kız kardeşleri ve erkek kardeşleri vardır; bizim gibi yüceliğe ulaşma amaçları vardır. Tıpkı bizim gibi insanı günaha teşvik etmeye çalışan şeylerle karşı karşıya kalır, engellerin üs­tesinden gelir ve bazen de başlarını belaya sokarlar. Bu insan­larla özdeşleşir, onlan örnek alırız. Rock müziğin ve sinemanın yıldızlanyla, çizgi roman kahramanlarıyla ya da efsanevi dövüş ustalarıyla olduğu gibi azizleri de kendimize örnek alınz.

Azizlerin hikâyelerinin yeniden anlatılması Hıristiyanlığın ilk yıllarında, sık sık zulme uğrayan inananların, aynı inancı paylaştıkları topluluğun başarı hikâyelerinden cesaret almasıy­la başlamıştır. Bu “başarının” oldukça alışılmadık şekillerde ta­nımlanması (dine hizmet etmek adına ölmek gibi) Hıristiyan- Iık mesajının önemli bir parçasıydı. Ebedi hayaıa ulaşmayı bekleyen gerçek bir Hıristiyan dünyevi hayatını kaybetmekten neredeyse hiç korkmazdı.

Azize Agatha ve onun ruhani torunu Azize Lucy hakkındaki klasik hikâyeler bu konuya uygun iyi örneklerdir. İkisi de Si­cilyalI olan ve yaş bakımından aralarında yaklaşık bir nesil ka­dar fark bulunan bu azizeler, gençken Hıristiyan olup kendile­rini bedenen ve ruhen Tanrı’ya adayan güzel kızlar olarak tarif edilirler.

Her ikisi de üzerlerindeki erkek denetimini reddetmiş ve ceza olarak geneleve gönderilmiştir. Lucy kendisiyle evlen­mek isteyen bir adamla evlenmeyi reddettiğinde yetkililerin huzuruna çıkarılmıştır. Öte yandan Agatha’nın hayatında söz­lü olduğu bir adam yoktur. Ama Hıristiyan olduğunu duyan vali, herhangi bir soruna yol açmadan önce Agatha’yı bu tin­sel sapkınlığından döndürmeyi denemeye karar verir. Her iki hikâyede de bu iki kadın, hevesleri kinisin diye geneleve gön­derilir. Bu da gayet açıkça gösterir ki bu kadınların işledikleri temel suç, Hıristiyanlık inançlarını itiraf ederek tinsel itaatsiz­lik etmiş olmalan değil, evliliğe ve sekse razı gelmeyi redde­derek dindışı itaatsizlik etmiş olmalarıdır. Burada iletilen me­saj açıktır: Bu kadınlar, normal kadınlar gibi gönüllü olarak cinsel ilişkilere boyun eğmeyecekse o zaman zorlanmalan ge­rekir.

Ancak bu kadınların hiçbirisi, genelevde bile sekse zorlana- mazlar. Bu efsanenin Katherine Grubu adh Ingiliz kaynakta bu­lunan 13. yüzyıla ait uyarlamalarında, her iki kadın da seçtikle­ri yoldan vazgeçmek istemediklerini yüksek sesle dile getirirler. Agatha. Aphrodisia’nın işlettiği geneleve gönderildikten sonra, fahişeler kendisine yaşayacağı zevk hayatını anlatarak onu bo­yun eğmeye zorladığında, “Susun orospular! Benden size hayır yok. Ben gönlümü prenslerin en yücesine verdim!” diye cevap vermiştir. Lucy ise kendisini geneleve mahkûm eden yargıca Aziz Augustine’in sözlerini yorumlayarak cevap vermiştir: “Hiçbir kadın, bedenine ne yapılırsa yapılsın, gönlü razı olma­dıkça bekâretinden mahrum edilemez. Kararımı hiçe sayarak bedenimi kirletirseniz bekâretim hiç olmadığı kadar temiz ve ödülüm her zamankinden daha büyük olacaktır.” Yargıcın yar­dımcıları Lucy’yi geneleve götürmeye çalıştığında Lucy’nin mucizevi bir şekilde yerinden kıpırdatılamaz olduğunu ve bir çift öküzle bile sürüklenemediğini görmüşlerdir.

Kutsal bekâret konusunda ısrar etmenin ve cinsel ilişkiye boyun eğmemenin sonuçları işkence ve ölümdür. Yapılan iş­kenceler çoğunlukla kasıtlı olarak cinseldir. Agatha’nın gördü­ğü simgesel işkence göğüslerinin kıskaçlarla yırtılıp koparıl­masıdır ve bu yüzden Agatha’nın resimlerinde çoğu zaman ke­silmiş göğüslerini bir tepside sunduğu görülür. Öte yandan Lucy çırılçıplak soyulur ve toplanan onca seyircinin önünde bedenine baştan aşağı kaynar zift dökülür. Bunca işkenceye karşın iki kadın da geri adım atmaz ya da pişman olmaz. Bu­nun yerine acıya karşı Tanrıya atfettikleri olağanüstü bir ka­yıtsızlık sergilerler.

Şehit bakireler mütemadiyen ve sözlerini sakınmadan İsa’ya olan bağlılıklarını ilan etmişlerdir. Hiçbir işkence onları vaaz vermekten vazgeçirecek kadar şiddetli, hiçbir işkenceci de ye­terince sadist olmamıştır. Lucy, sırf susmayı reddettiği için iş­kencecileri tarafından boğazı kesilen birçok şehit bakireden yalnızca biridir (bir başkası da efsanevi Azize Reparata'dır). Lucy’yi durdurmak mümkün olmamıştır. Gözleri yuvaların­dan çıkarıldıktan ve boğazı kesildikten sonra bile elinde kanlı gözlerini tutarken vaaz vermeye devanı etmiştir.

Şehit bakireler nihayet öldüklerindeyse kendi koydukları şartlara göre ölmüşlerdir. Agatha da Lucy de ölüm anlarını kendileri seçmişlerdir. Agatha ölmesine izin vermesi için Tan- rı’ya dua etmiş ve anında ölmüştür. Lucy ise efsanenin kimi çeşitlerine göre boğazına saplanan bir hançeri sevinçle karşıla­mış, başka uyarlamalara göre de yandaşlarını yanına çağırarak son nefeste kutsanmış ve son kez “amin” dedikten hemen sonra ruhunu kendi izniyle telim etmiştir. Kafası kesildikten sonra sağ çıkan tek şehit bakire olan (yaşamının geri kalanın­da boynunun çevresinde beyaz bir yara izi kalmasına neden olan mucizevi bir diriliş) olağandışı Galli Azize Winifred bile. kendisini baştan çıkarmaya niyetlenen asilzadeye bekâretini almasmdansa kafasını kesmesini tercih ettiğini söyleyerek kendi ölümünü kendisi seçmiştir.

Şehit bakirelerin temel özellikleri şaşırtıcı derecede tutarlıdır. Güzellik ve çekilicilikleriyle ve istemediği bir evlilikten kurta­rılmayı istediği dua sonucunda, mucizevi bir şekilde suratında sakal ve bıyık çıkan Azize Wilgefortis (İngilizce adıyla I7ncum- ber olarak da bilinir) örneğinde olduğu gibi, din uğnma seçtik­leri yeminli bekâretleriyle ünlüdürler. Şehit bakirelerin sekse ve tinselliğe ilişkin cinsiyet kurallarına boyun eğmeyi reddet­meleri. gördükleri eziyetin temelini oluşturur. Son olarak da inançlarındaki tutku, Tanrinın bu bakirelere halk içinde aşağı­lanmaya, tecavüze uğramaya ve fiziksel işkenceye karşı muci­zevi bir bağışıklık vermesini sağlar. Üstelik tüm bunlar boyun­ca konuşmayı sürdürürler. Kutsal bekâret kendilerine, sıradan kadınların sahip olmadığı konuşma güçleri vererek kadınlar arasında sadece onlann vaftiz edebilmesini, vaaz verebilmesini, cin çıkarabilmesini ve Şeytaıı’ı kovabilmesini sağlar.

Şehit bakireler ruhani süper kahramanlar olarak insanlar için olağanüstü çekici örnekler oluşturmuştur. Özellikle 10. ye 11. yüzyıllardan önce, popülerlik bakımından Bakire Mer­yem’le rekabet etmişlerdir. Türbeleri, kalıntıları ve hikâyeleri sadece Ortaçağ inancının değil, eğitim ve popüler kültürün de önemli bir parçasını oluşturmuştur. Ancak zamanla kültür ve onunla birlikte kadınlardan beklenen roller de değiştikçe şehit bakirelerin hikâyelerinin anlatılma şekilleri de değişmiş­tir. Kilise’nin ilk zamanlanndaki yıkıcı, geveze, tehlikeli, hat­ta ölümcül asi bakireler zamanla dizginlenerek sessiz, alçak­gönüllü kuzular gibi dize getirilmiştir. Agatha’nm 13. yüzyıl­daki, hiddetli küfrü içeren isyankâr uyarlaması yüzyıllar geç­tikçe, bir geneleve götürülen ama orada “müşteri kabul etme­yi reddeden” biri olarak sakıngan bir şekilde tarif edilen ol­gunlaşmamış bir kişiliğin hikâyesine dönüşmüştür. Lucy artık işkence süresince vaaz vermemekte ve bu yüzden de boğazı kesilmemektedir. Bunun yerine kibarca, itaatkâr bir şekilde yakasını sıyırıp boynunu hançere doğru uzatmadan önce, "kendisine saldıranlara karşı kehanetle bulunduğu" anlatıl­maktadır.

Bir zamanlar çılgın, kötü ve tanınması tehlikeli olan bu ka­dınların göze çarpan tek özelliği seksi reddetmeleri olmuştur. Aynı şey çoğu zaman günümüz azizeleri için de geçerlidir. Ör­neğin on iki yaşındaki Maria Goretti, 1902’de kendisine teca­vüz etmeye yeltenen adam tarafından bıçaklanarak öldürül­dükten sonra azizlik mertebesine çıkmıştır. Ama iffetini kay­betmektense acı çekerek ölmeyi tercih etliği ve ölüm döşeğin­de saldırganını affettiği için övülmüştür, silahlı ve tehlikeli bir tecavüzcüye karşı koyduğu için değil. 1950’de hem annesinin hem katilinin huzurunda azizlik mertebesine çıkarılan Maria. genç kadınlara bekâretlerini her ne pahasına olursa olsun ko­rumaya hazırlıklı olmaları gerekliğini gösteren bir örnek ola­rak sunulmuştur.

Ama bir kadının cinsel olarak bedenine girilmesindense öl­mesi daha iyidir, gibi bir mesaj ilettiği için tartışmaya yol açan Maria Goretti örneği, yeterince “kız gücüne” [“grrrl power”][7] ilham vermiş gibi görünüyor. 2003’ün ekim ayında, kız okulu olan ve Pennsylvania'nın Güney Philadelphia bölgesinde yer alan Sı. Maria Goretti Lisesinde bir grup genç öğrenci, sürekli olarak okuldan birkaç kızı takip eden ve kendilerine defalarca cinsel organlarını açıp gösteren yirmi beş yaşında bir adama karşı savaşmıştır. Bir gün öğleden sonra kızlar adamı görmüş ve hep birlikte okul çantalarını sırtlarından attıkları gibi şeh­rin sokaklarında adamı kovalamaya başlamıştır. Adamı sonun­da yakalayıp öyle kötü dövmüşlerdir ki adam hastanelik ol­muştur. Günümüz feminizminin bu genç kadınların cinsel bir saldırgana karşı savaşmasında katkısı olduğu şüphesiz olsa da okullarının koruyucu azizesinin sunduğu örneğin de bunda bir payı olmadığını söyleyemeyiz.

Ümitsizce Meryem’i Aramalı

Hıristiyanlığın merkezinde durmasına ve şüphesiz Ortaçağda­ki en önemli kadın şahsiyet olmasına rağmen Bakire Meryem olarak ölümsüzleştirilen kadın hakkında aslında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Kilisenin kabul ettiği Yeni Ahit’in özü­nü oluşturan dört Incil’den yalnızca Luka, Meryem’den az da olsa söz eder. Tarihsel sıralamaya göre ilk İncil olan Markos ise Meryem’in adını sadece iki kere anar. Tarihçiler tarafından, en son yazılan İncil olduğuna karar verilen Yühanna ise, Mer­yem'in adından bahselmemekle kalmaz, aynı zamanda öteki İncillerde geçen, Meryem’e ilişkin en büyük olayların çoğun­dan da söz etmez. Roma Katolik Kilisesi'nin en ünlü kadın şahsiyetine (ve İsa'dan sonraki ikinci en önemli insan şahsiye­ti) ilişkin olarak ifade ettiği dört dogma maddesinden sadece birisi (İsa’yı doğurmuş olması) kutsal kitapla doğrulanabilir. Diğer üçü, yani lekesiz bekâreti, hamile kalması ve cennete yükselmesi, sırayla 4. yüzyılda, 1854’te ve 1950’de Papalık ka­rarıyla kabul edilmiştir. Yine de bu kitap yazılırken bile, Mer­yem’in bedensel bekâretinin doğumdan ve sonraki şeylerden sağ çıkıp çıkmadığı konusunda ve Meryem’in gerçeklen öldü­ğü mü, yoksa bedeninin cennete mi aktarıldığı konusunda Va­tikan kararsızlığını hâlâ korumaktadır.

Tarihî Meryem, gerçek fiziksel bedeniyle her kimdiyse ya da degildiyse, hâlâ üzerinde çalışılan bir eserdir. Gerçek Mer­yem’e gelince, var olduğuna, İbrani olduğuna, hamile kaldığı­na, büyüdüğünde kökten değişimci bir vaiz olacak bir oğlan çocuğu doğurduğuna ve oğlunun siyasi nedenlerden ötürü emperyalist işgal ordusu tarafından öldürülmesine şahit oldu­ğuna inanıyoruz. Bunun dışında Meryem hakkında “bilinen” her şey, en azından tartışmaya açık olacak kadar şüpheli ya da doğruluğu kanıtlanmamış kaynaklardan gelmektedir. Mer­yem’in nasıl göründüğünü bile bilmiyoruz. Birçok şehit bakire efsanesinde güzellikleri ayrıntılarla anlatılan bakire güzellerin aksine, ne İncillerin dört yazarı ne de tarihsel olarak Meryem’e >lk göndermeyi yapan (Gal. 4:4, yaklaşık M.S. 57) Pavlus Mer­yem i tarif eder. Meryem’i bizzat görmüş ya da onunla konuş­muş olabilecek insanlar tarafından da Meryem hakkında nere­deyse hiç bilgi verilmemiştir.

Meryem’in yaşamı hakkında gerçeklere dayanarak Meryem’i tartışıyormuş gibi davranamayız. Meryem’in “gerçekten” baki­re olup olmadığını öğrenmek isteyen okurlar beklemeye de­vam etmek zorundalar. Ama öteki insanların Meryem’i nasıl tarif ettiklerine, Meryem’in Hıristiyanlıkta ve Batı kültüründe oymadığı rolleri nasıl incelediklerine ve özellikle de Meryem’in bekâreti konusuna ve bunun Hıristiyanlık için taşıdığı öneme bakabiliriz.

Meryem’den söz eden en eski Kilise kaynaklarında (Kili- se’nin kabul ettiği dört İncil), İncilin yazarlarının hepsinin de Meryem’in bekâretinin çok önemli olduğunu düşünüp düşün­medikleri açık değildir. Sadece, söz konusu olan olaylar ger­çekleştikten yaklaşık yüz yıl sonra yazıldığına inanılan Luka ve Matta’da (Markos gibi), Meryem’in bekâretine ilişkin kesin ifadeler bulunur. Luka ve Matta’yı karşılaştırırsak, Luka’nın Meryem hakkındaki ifadeleri daha ünlüdür. Luka Meryem'i, konuşmaları sırasında kendisine bir çocuk doğuracağını bildi­ren Melek Cebrail’e şu ünlü sözlerle cevap verirken tarif eder: “Ama bu nasıl olabilir, bana tek bir erkek eli değmedi ki?” Matta’da, Meryem’in Yusuf’la “bir araya gelmesinden” önce Kutsal Ruh tarafından hamile bırakıldığı açıklamasıyla bekâret daha çok bir geçiştirme üzerine kurulur. Bunun dışında Mer­yem’in cinsel konumu Yeni Ahit’te açıklanmaz. Pavlus bu ko­nudan söz etmez. İncil yazarlarının sonuncusu olan ve 1. yüz­yılın sonunda yazan Yuhanna da İsa’nın bebekliği anlatısına, basit bir şekilde, sözün ete dönüştürüldüğü ve oradan devam ettiği açıklamasıyla başlar.

Neden Yeni Ahit yazarlarının bazılarının Meryem’in bekâre­tinden bahsetmeyi seçerken ötekilerin bunu görmezden geldi­ğini bilmiyoruz. Matta belki de kuşkucuların engellemek için Kutsal Ruh’un oynadığı rolü vurgulamıştır. Hıristiyanlığın ilk birkaç on yılında şüphesiz İsa’nın soyu konusunda ileri sürü­len birden çok farklı seçenek vardı. Bunları biliyoruz çünkü kilise babaları kendilerini bunları çürütmeye zorunlu hisset­mişlerdir. Çok tutulan bir hikâyeye göre İsa’nın babası aslında Pantherus adlı Romalı bir bölük komutanıydı, işgal edilen bölgelerdeki kadınların işgal eden orduların askerleri tarafın­dan cinsel tacize ve tecavüze uğraması eski dünyada bugün ol­duğundan daha yeni bir olay değildi ve bu son derece inanılır olan söylenti oldukça tutuluyordu. Esas olarak İskenderiye’de bilmen daha sınırlı bir söylentiye göreyse İsa, Meryem ve er­kek kardeşi arasındaki ensesi birlikteliğin ürünüydü.

Belki de evlenmemiş ve hiç cinsel ilişkiye girmemiş ama ço­cuğu olacağını öğrenen genç bir kadının yaşadığı acı şaşkınlığı hayal edebilmek için, İncil yazarlarının kesinlikle en yetenekli­si olan Luka gibi birisine ihtiyaç vardı. Ya da belki de açıkgöz bir hikâye anlatıcısı olan Luka, sevilen bir edebî tasan olan, ba­basının Tann olduğu bir parthcnios doğuran parthenos fikrine başvurmanın, İsa’nın yücelik iddialannı doğrulamaya yardım edeceğini düşünmüştür. Tarihçi Marina Wamer’ın işaret ettiği gibi, Isa’nın rahme düşmesi ve doğumuyla, Yunan pagan gele­neği olan parthenios (büyüdüğünde yüce, hatta mucizeler yara­tan bir adam olan Tann’nın yan insan oğlu) arasındaki benzer­likler Hıristiyanlığın ilk yıllannda büyük tanışma yaratmıştır. Sonuçta İsa ilahi soydan geldiği iddia edilen tek tarihî şahsiyet değildi. İsa'nın doğumunu, her ikisi de benzer şekilde partheni­os olarak ün yapan Platon ya da Büyük İskender gibi insanla- nnkinden ayırt etmek için ciddi ve acil bir ihtiyaç vardı.

Kilise Babalan İsa’nın benzersiz bir şekilde bakireden doğ­masını açıklamak için çeşitli açıklamalar öne sürmüşlerdir. Şe­hit Justin, Meryem’in hamile kalmasının Leda ve Semele’nin- kinden farklı olduğunu, çünkü Meryem’in Tann tarafından baştan çıkanlmayıp ya da zorlanmayıp özgürce ve hiçbir ten­sel zevk almadan Söz’ü kabul ettiğini ileri sürmüştür. Origen ise Meryem’in hamile kalmasının bir çeşit kendiliğinden mey­dana gelen doğuş olduğunu iddia etmiştir. Ancak Elçilerin İman Açıklaması’nın geliştirildiği 4. yüzyılın sonuna gelindi­ğinde, İsa’nın “Bakire Meryem aracılığıyla Kutsal Ruh tarafın­dan yaratıldığını” -conceptus est de Spirito Sancto, ex Maria

Virgiııe- öne süren bir örnek anlayış, Hıristiyanlığın ortak gö­rüşü olarak benimsenmeye başlamıştır. Bundan sonra bile İman Açıklamasının resmî bir Kilise belgesi olarak kabul edil­mesi, bir dört yüzyıl daha beklemiştir. Bu da Meryem inancı­nın belli ki temelini oluşturan bir unsurunun (İsa'ya nasıl ha­mile kaldığı) değiştirilmez bir gerçeğe dönüşmesinin bile ne kadar zaman alabileceğini gösterir.

Meryem’in İsa’ya hamile kalmasına ilişkin fazlasıyla uzun süren sabit bir dogma oluştunna süreci, bugün Meryem oldu­ğunu düşündüğümüz kişiliğin nasıl zamanla geliştiğini göste­ren mükemmel bir örnektir. 4. yüzyılın sonunda, henüz ta­mamlanmamış olsa da az çok tutarlı bir Meryem imgesi bir araya gelmiştir. 390’da Papa Siricius'un, Meryem’in bekâreti­nin ne hamilelik ne de doğum sırasında (in partu) bozulmadı­ğını ilan etmesi gibi belirli olaylar, Meryem'in genel imgesini pekiştiren önemli anlara işaret etmiştir.

Papanın mektuplarının ve konsey bildirilerinin yazıldığı or­tamlarda sinsice dolaşan ve bunlara büyük ölçüde katkıda bu­lunan çok sayıda bugün anlaşılması zor olan bilgi, görüş ve hayal kaynağı vardı. Bu kaynakların en önemlilerinden biri Protoevangelion denilen ve İsa'nın “kardeşi” James’in yazdığı düşünülen “İncil öncesi” belgedir.[8] Belgenin büyük olasılıkla yazıldığı tarih (İsa’nın doğumundan yaklaşık yüz yıl sonra olurdu) göz önüne alındığında, bırakın gerçekten kardeşi ol­masını, yazarın İsa'yla tam olarak aynı dönemde yaşamış ol­ması bile pek olası görünmez. Ancak 2. yüzyılın çok okumuş Hırisıiyanları bu belgeyi biliyor ve doğru olduğuna inanıyor­du: Origen de İskenderiyeli Clement de, bakire doğumunun kanıtı olarak bu belgeden söz ederler.

Mevcut en eski biçimi Süryanice olan (mevcut diğer örnek­leri Yunanca ve Etiyopyaca’dır) bu çok etkili eser, 16. yüzyıla kadar Latince'ye tamamıyla çevrilmemiştir. Ancak eserin bazı

bölümleri benzer şekilde Kilise tarafından kutsal kabul edil­meyen Gospel Accoıding to Thomas (Thomas’a Göre İncil) adlı kitaptan bölümlerle birleştirilmiş ve sekizinci ya da dokuzun­cu yüzyılda Latince olarak, The Gospel According to the Pseıtdo- Matthew (Yalancı Matta'ya Göre İncil) ve The Story ofthe Birth of Mary (Meryem’in Doğuş Hikâyesi) başlıklarıyla yayımlan­mıştır. Bu zamanlama muhtemelen, hemen sonraki yüzyıllarda Meryem’e gösterilen saygının büyük ölçüde artmasından kıs­men de olsa sorumludur çünkü Protoevangelion her şeyden çok Meryem’in gerçeklik kazandırılan hayatını sunmuştur ve buna, Meryem’in temiz, bozulmamış ve dinsel olarak temin edilmiş bekâreti de dahildir.

Eski çağ edebiyatı tarihçisi Helen Fosketı’e göre Protoevange­lion kitabı, ilk Hıristiyan edebiyatı örnekleri arasında, bir kadın baş kahramanın soyuna ve yetişmesine ilişkin her türlü ayrıntı­ya giren tek eserdir. Bunun nedeni, yalnızca bu eserin bir kadın baş kahramanı olması değildir. Öyle görünüyor ki eserin yazan Meryem’e, kuşkuculara karşı bağışıklık kazandırabilecek ve onun eşi benzeri olmayan bir kadın olarak yerini pekiştirecek çok belirli bir geçmişe ihtiyacı olduğunu düşünmüştür.

Protoevangelion kitabı, Meryem'in anne ve babasının, yani Anna ile Joachim’in hikâyesiyle başlar. Anna kısırdır ve Eski Ahit’teki birçok mucizevi anne gibi çocuk sahibi olamadan ya­şı epeyce ilerler. Sonra Sara ile İbrahim’e olduğu gibi (Eski Ahit’te bulunan bu benzerlik aynntılı ve açıkça kasıtlıdır) bir melek Anna’yla Joachim’e çocukları olacağı sözünü getirir. Anna'yla Joachim bu mutlu haberi duyduklarında kucaklaşır­lar. Ortaçağ boyunca resimlerde sıkça kullanılan bir konu olan bu sıkı sevinç kucaklaşması Anna’nın rahmine hayat kıvılcı­mını aktarır. Meryem’in bu şekilde cinsel birleşme olmaksızın hayata başlaması, ileride olacak şeylerin açık bir habercisidir.

Bebek doğar ve anne-babası çocuğu dünyadan uzak bir göz odada büyütür. Anna bu ileri yaşta gelen mucize bebeğin öyle ya da böyle ihtiyacı olduğunu düşündüğü şeyleri dikkate ala­rak, birkaç hafta süren ve doğumun ve doğum sonrası kana­masının neden olduğu bir dinsel kirlilik dönemi olan nidduh

yoledet sonrasında bütün Yahudi annelerin geçtiği dinsel arın­madan geçene kadar çocuğa meme vermez. Küçük bir çocuk olan Meryem evdeyken ayaklarının yere değmesine izin veril­mez, bu yüzden de toprakla hiç ama hiç temas etmez. Arka­daşları “İbranilerin lekelenmemiş kızlarıdır.” Daha sonra üç yaşındayken Meryem yaşaması için tapmağa götürülür ve bu­rada başrahip bebeği, “Tanrı bütün nesiller arasından senin adım yüceltti" ifadesiyle selamlar. Küçük Meryem’in tapmakta özgürce oradan oraya koşmasına, halta sunağın basamakların­da dans etmesine bile izin verilir. “Bir meleğin elinden" besle­nir. Meryem tapınaktan ancak on iki yaşında, rahipler Mer­yem’in kadın olmak üzere olduğu (Yahudi yasasına göre bir kadının yasal bağımsızlığını elde ettiği yaş on iki buçuktur) konusunu gündeme getirdiklerinde ayrılır. Tapınaktayken âdet görmeye başlayıp niddah olursa Meryem’in dinsel kirlet­me tehlikesi oluşturacağı fikri ayrıntılarla açıklanmamıştır ama yazarın âdet tabusunun yapısını gayet iyi anladığı açıktır. Yusuf'un Meryem için olası en iyi ve en kutsal gözetici olarak özenle seçilmesi sürecinden sonra, rahipler Meryem’i ona emanet eder ve dünyaya salarlar.

Elbette bu benzeri görülmemiş, hatla Isa’nmkinden daha kutsal olarak anlatılan bir yetişmedir. Aynca kurgusal olduğu da apaçık ortadır. Her ne kadar Anna’nın niddah yoledet oldu­ğu en az on dört gün boyunca bir bebeğin ıslak bir bez parça­sından süt emmeye (biberonun henüz olmadığı zamanlarda kullanılan başka bir seçenek) razı edilebilmesi akla yatkın olsa da, bu dönemde çocuğu emzirmeyi reddetmek görülmüş şey değildir ve bu, Yahudi yasasında da hiçbir şekilde gerekli gö­rülmez. Yahudi yasasından söz etmişken şunu da pekâlâ me­rak edebiliriz: Çocuk büyütmenin uygulanmadığı ve kadınla­rın iç bölümlerine girmesinin kesin olarak yasaklandığı tapı­nakta Meryem hangi eşi benzeri görülmemiş istisnaya dayana­rak yetiştirilmiştir? Yüzyıllardır süregelen bir kuraldan böyle- sine kökten bir şekilde sapmanın Hahamlar tarafından kaleme alman sayısız yazıda gözden kaçmış olabilmesi pek mümkün görünmemektedir.

Çok büyük olasılıkla Arma (ya da Meryem'in gerçek annesi­nin adı her neydiyse), bebeğini beslemek için iki hafta ya da daha fazla beklememiştir. Hiçbir küçük kızın, sıradışı bir Ya­hudi Vesla bakiresi gibi En Kutsal Yer olarak bilinen tapmak bölümünün huzurunda yetiştirilmediğinden emin olabiliriz. Büyük olasılıkla Meryem sığınak gibi bir göz odada bakireler­den oluşan bir grup oyun arkadaşıyla da yetiştirilmemiştir (es­ki Akdeniz bölgesinde makûl bir şekilde yaygın olan, geniş ai­lelerin hep birlikte oturduğu bir binada bir sürü küçük kızın •etrafında yetiştirilmiş olma olasılığı dışında). Protoevangelion kitabı hoş bir hikâye sunar ama tarihsel açıdan azıcık müm­kün olabilecek herhangi bir şeye olsa olsa ucundan dokunur.

Elbette kitabı okuyanlar için bu hiçbir önem taşımamış ola­bilir. Benzeri yaşanmamış şardarda büyüyen çok özel bir kü­çük kızın etkili ayrıntılarla dolu yaşamı, hikâyenin öncesinin inandırıcı bir bölümünü oluşturarak okuru bilinen bir olayla ilişkilendirilen özel durumları kabul etmeye hazırlamıştır: İsa’nın doğumu.

Hikâye Doğuş’a daha da yaklaştıkça, hazırlık niteliği taşıyan bu gündem daha da belirginleşir. Meryem tapınaktan ayrılıp Yusuf'un himayesinde yaşamaya başladıktan sonra kendisine tapmak perdeleri için ip eğirme görevi verilir. Bu, sadece “Da- vut’un soyundan gelen gerçek bakireler” tarafından gerçekleş­tirilen bir görev olarak tanımlanmıştır. Bu Meryem’in hem Es­ki Ahit’in mesihe ilişkin kehaneti kapsamında bir soya dahil edilmesini (gerçek bir aile ağacı sunmaya gerek duymadan) hem de cinsel konumunu tekrar vıugulamaktadır.

Bir melek Meryem’e görünüp kendisine, İlahi bir armağan bulduğunu ve Tann’nın sözüyle hamile kalacağını ilan ettiğin­de Yusuf iş için şehir dışına gitmiştir. Meryem bunu kabul eder ve bunun diğer kadınlar gibi mi, yoksa başka bir yolla mı doğum yapacağı anlamına gelip gelmediğini merak eder ama soru cevapsız bırakılır. Daha sonra Meryem kuzeni Elizabeth'i ziyarete gider (Kilisenin kabul etliği İncillerde dendiği gibi) ve Elizabelh Meryem’in ilahi hamileliğini fark eder. Bu ziyaretten sonra Meryem Yusuf’un evine döndüğünde hamileliği açıkça görülmektedir. Yusuf sinirden çılgına döner ve hamileliğin gayrimeşru olduğunu zanneder. Meryem’in bir süredir evden uzakta olduğu düşünülürse bu mantıklı bir çıkarımdır. Mer­yem'i (böyle iyi bir şekilde yetiştirildikten sonra bunu yapma­yacak kadar akıllı olması gerekirdi), evlenmeden hamile kala­rak kendini lekeleyip bu kadar aptalca bir şey yaptığı için bir güzel azarlar. Meryem’in Yusuf’a verdiği cevapsa tuhaftır. Hâlâ bakire olduğunu ama yine de nasıl hamile kaldığını bilmediği­ni iddia eder. Müjde’nin bir kızın unutamayacağı bir şey olma­sı gerekliğini düşünmeden edemiyor insan.

Yusuf konunun yasal ve dinî açıdan görüşülmesi için Mer­yem'i tapmağa götürür. Başrahip her ikisinin de, Sayılar 5:17- 28’de tarif edildiği gibi zor bir sınavdan geçirilerek yargılan­masını emreder. Bu. kocası tarafından zina ettiğinden şüphele­nilen kadın anlamına gelen sotalun yargılanmasıdır ve kalıcı sonuçları olan korkutucu bir sınavdır. Bu yargılamada rahip bir iksir hazırlar, bu karışımı lanetler ve içmesi için kadına ve­rir. Kadın suçluysa karnı şişer ve sarkar, genital organları kor­kunç bir hal alır ve kısırlaşır. Ama kadın masumsa doğurgan olur (bazı yorumlar bunu, masum kadının kocasının çocuğu­na hamile kalacağı şeklinde anlamıştır).

Meryem’e uygulanan sotah yargılamasının ne anlama geldiği açıktır: Tapınağın hahamları Meryem’in zina etmiş olabileceği­ne inanmaktadır. Yusuf'un bu yargılamadan geçirilmesinin ne­denini belirlemek biraz daha zordur ama öyle görünüyor ki Pıvtoevangelion kitabının yazarı, Yusuf'a karşı duyulacak her­hangi bir şüphenin silinmesinden de emin olmak istemiştir. Meryem de Yusuf da sınavın sonunda temize çıkarlar ve oku­run ve Yusuf’un bir kez daha gereksiz yere Meryem’in bekâreti konusunda güveninin tazelenmesiyle hikâye devam eder.

Protoevangelion kitabında bir sonraki önemli bölüm Do- ğuş’ta yer alan olaylar zinciridir. Meryem’le Yusuf, Yusuf ve ai­lesi imparatorluk nüfus sayımında sayılabilsin diye Betlehem’e seyahat ederler ama Yusuf resmî amaçlarla Meryem’i ne tür bir ilişkiyle sınıflandıracağı konusunda kafasının biraz karışık ol­duğunu belirtir. Sonuçta Meryem Yusuf’un ne karısı ne de kı­zıdır. Yokla Meryem’in doğum sancıları başlar ve Yusuf onu yol kenarındaki bir mağarada bırakarak Yahudi bir ebe bul­mak için aceleyle uzaklaşır. Bir ebe bulup mağaranın girişinde bir ışık bulutunun asılı durduğuna şahit olmak için tam vak­tinde döner ve o da ebe de bunun Tann’nm varlığının bir işa­reti olduğunu kabul ederler. Ebe İsrail’in kurtarıcısının doğdu­ğunu ilan eder. Mağaraya girdiklerinde ebe açıkça “parıhenos” sözcüğünü kullanarak bir bakirenin bebek doğurduğunu bil­dirir.

Varlığı açıklanmasa da bu sahnede başka bir kadın (bazıları ikinci bir ebe olduğunu söylemiştir) daha vardır. Adı Salome olan bu kadının. Kral Herod’un soyundan gelen ve Vaftizci Yahya'nın kellesini isteyip elde eden ünlü Salome’yle ilgisi yoktur ama yine de hafif kötülük peşinde olan birisi olarak resmedilir: Her şeyden şüphe eder ve çabuk güvenen ebenin Meryem’in bakire kaldığı iddiasına inanmayı reddeder. Salome eliyle bekâret testi yapmaya kalkışır ve bütün ebelerin yaptığı gibi Meryem'in bacak arasına uzanır. Ama Meryem’in genital organlarına dokunur dokunmaz Salome’nin eli anında yanarak kupkuru kesiliverir. “İnanmadığım ve günah işlediğim için çarpıldım!” diye çığlığı basar Salome ve devam eder: “Var olan Tann’yı sınadım!” Bir melek (hikâyenin bazı uyarlamaları bu­nun Cebrail olduğunu iddia eder) Salomc’ye bebeği kucağına ahnasını söyler ve aldığında eli mucize eseri iyileşir. Bebek kurtarıcıya sunulan abartılı övgülerle bu bölüm sona erer. Do­ğuş sahnesinin bundan daha etkileyici ya da renkli bir anlatı­mını hayal etmek zordur. Yüzyıllar boyunca bunun dinsel sa­natta gözde bir konu (Salome’nin eli ve diğer her şey) olması şaşırtıcı değildir.

Protoevangelion kitabının her yönü Meryem’in bakire oldu­ğu mesajını insanların kafasına işlemek üzere ustalıkla hazır­lanmıştır. Meryem’in cinsel ilişkiye girmeden hamile kalması ve “plastik bir baloncuğun içinde yaşayan çocuklar” gibi tuhaf bir şekilde yetiştirilmesinden tutun da, Müjde’yi sakin bir şe­kilde kabul etmesi ve İsa’yı belli ki bir başına ve anlaşılan o ki zahmetsizce doğurmasına kadar Meryem’in yaşamındaki her

aynnü olağandışıdır. Maruz kaldığı bekâret testleri bile garip­tir. Zeki gözlemciler Protoevangelion kitabının Salome’yle ilgili olan bölümünün aslında bekâretin kendisi hakkında değil, Meryem’in bekâretine duyulan inancın varlığı ya da yokluğu hakkında olduğunu belirtmiştir. Bu görüş Protoevangelion kita­bının tamamı için aynı ölçüde geçerlidir. Saflık, masumiyet, öteki dünyaya aitlik, boyun eğme ve bekâretten böylesine özenle dokunmuş bir kilimi kim en ufak bir şüphe duyarak bir kenara atabilirdi ki?

Yaklaşık olarak 9. yüzyılda bu hikâyenin bölümleriyle tanış­maya başlayan Hıristiyanlar bunu kesinlikle yapmamıştır. Meryem konusuna duyulan genel ilginin tam olarak hangi ta­rihle artmaya başladığını tespit etmek pek mümkün olmasa da, Protoevangelion hikâyelerinin Latince çevirilerinin ortaya çıkması batı Avrupa boyunca Meryem'in büyük bir popülerlik kazanmasıyla aynı zamana denk düşmüştür. Hikâye buraya tam zamanında ulaşmıştır. Siyasi, kültürel, sanatsal ve dinsel açılardan Bakire Meryem’in hiç olmadığı kadar popüler olma­sının artık zamanıydı.

Osmanh İmparatorluğu 638’de Kudüs’ü ele geçirdikten son­ra birçok Hıristiyan, Hıristiyan dünyasının köklerinin kuşat­ma altında olduğunu düşünmüştür. Meryem’in Betlehem ve Kudüs’le özdeşleştirilmesine bağlı olarak, Kutsal Topraklara il­gi uyandıran her şey (buna, devam eden Haçlı Seferleri de da­hildir) Meryem’e de ilgi uyandırmış ya da Meryem'e ilgi uyan­dıran her şey Kutsal Topraklara da ilgi uyandırmıştır. Hıristi- yanlar arasında. Tanrılarının vücut bulduğu insanın annesini yetiştiren ülkede gerçek bir siyasi varlıklarının olmasını hak ettiklerine dair güçlü bir inanış vardı.

Kültürel ve sanatsal açıdan da Bakire Meryem, kendisini Or- taçağ’m simgesi haline getiren şekillerde betimlenmiştir. Örne­ğin kraliçelik mertebesine çıkarılmıştır. Krallar ve kraliçeler tarafından yönetilen bir dünyada cennetin de bir kraliçesinin olması son derece mantıklıdır. Paris’teki büyük Nötre Dame ve Chartres’daki devasa katedral (her ikisi de Ortaçağ’m doru­ğunda inşa edilmiştir) gibi Avrupa’daki kilise ve katedrallerin çoğu özellikle Meryem’in kraliçeliğini şereflendirir. Bu kilise­lerdeki ve daha binlercesindeki heykeller ve resimler, tıpkı iyi giyimli dünyevi bir kraliçe gibi Meryem’i ipek, altın ve inciler içinde gösterir. Katolik ayin kitabındaki Meryem’le ilgili dört dua cevabından (hepsi de 10. ve 12. yüzyıllar arasındaki döne­me aittir) üç tanesi Meryem’e bir kraliçe olarak ithaf edilmiş­tir: Regina Caeli (Gökyüzünün Kraliçesi), Ave Regina Caeloıum (Selam, Göklerin Kraliçesi) ve Ave Regina (Selam, Kraliçe). Bu dualar Meryem’den gökyüzünün hanımefendisi ve cennetin kraliçesi olarak söz etmiştir. Meryem'in asaleti onun “o cle- mens, o pia, o dulcis Virgo Mana" (“ey merhametli, ey şefkatli, ey tatlı Bakire Meryem”) olarak görülmesinin ayrılmaz bir parçasıdır.

Konu Bakire Meryem olunca cennetle dünya arasındaki sı­nırlar bulanıklaşır. Kilise Meryem’i kadınlara (Meryem’in be­kâret, itaat ve alçakgönüllülük konularında oluşturduğu örne­ği izlemeleri, 4. yüzyılda yapılan İznik Konseyinden bu yana kadınlara tembihlenmektedir) yol gösterecek biçimde ne ka­dar çok şekillendirdiyse, halktan inananlar da Meryem’i bir o kadar şekillendirmiştir. Meryem’in hikâyelerini kaleme alarak, resmini çizerek ve günlük konuşmalarda ve dualarda dillendi­rerek, kendilerini Meryem’e adayanlar, kişiliği ve bekâreti bu­güne kadar gelişmekte olan bir varlık yaratmışlardır. Bu süre­cin sayısız örneğinden (Jaroslav Pelikan ve Marina Warner gi­bi tarihçiler tarafından yüzlercesi belgelenmiştir) birçoğu hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde Meryem’in bekâreti konusun­da yoğunlaşmıştır.

Ortaçağ Hıristiyanlan, seçkin bir soydan geldiği kabul edi­lirse, derebeylik çağının önceliklerine göre Meryem’in bekâre­tinin görkeminin artacağını düşünmüştür. Ortaçağ hikâyeleri Tann’nın, sadece Meryem’in anne ve babasım değil, büyük an­ne ve büyük babalarını da işaret ve mucizelerle seçerek Mer­yem’in bekâretini nasıl çok önceden hazırladığını açıklamıştır. 5. yüzyılda yazılan bir hikâyede Anna’nın annesi Esmeren- tia’nm (Meryem’in anneannesi) Karmelit tarikatına katıldığı ama diğer manastırlılar kendisinin Mesih’in büyük büyük an­nesi olması ve bu yüzden de evlenmesi gerektiğini fark edince tarikattan ayrıldığı anlatılır. Esmerentia sadece evlenmekle kalmamış, beş evlilik yapmıştır. Ama her evlendiğinde Me­sih’in anneannesinin dogmasını engellemek için Şeytan, Es- merentia'nın yeni kocasının ölmesine neden olmuştur. Sonun­da Esmerentia, ilk dört kocasından daha dayanıklı malzeme­den yapılmış olan Stollanus adında bir adam bulmayı başar­mıştır. Bu birleşmeden Anna doğmuştur.

Meryem’in bekâretine seçkin bir soy kazandırma çabalan kurumsal düzeyde de yer almıştır. Lekesiz hamile kalma öğre­tisi (Meryem’in ilk günahın lekesini taşımaması ve bu yüzden de anne rahmine düşmesi anından itibaren günahkârlıktan yoksun olması fikri). Papa IX. Pius’un Ineffabilis Deus adlı pa­palık kararnamesini ilan ettiği 1854’e kadar bir dogma olarak resmen kutsal kabul edilmemiştir ama bu öğreti köklerini, 12. yüzyılda yaşamış Peter Lombard gibi Ortaçağ’ın skolastik tan- rıbilimcilerinin çalışmalarından almıştır. Bu öğretinin tarihi, Katolik tanrıbiliminin ayrıntıları arasında labirenti andıran bir yolculuk geçirmiştir ama Meryem’in tamamıyla insan olup da günahsızlık iddiasında bulunabilecek tek kişi olmasının etkisi çok büyük olmuştur.

Bakire Meryem hem Ortaçağ’dan kalma büyük bir mirastır hem de karmaşık, karmakarışık bir torbadır. Parıldayan bir ör­nek, kadınların en yücesi ve en saygıdeğeri, kraliçeliği eşit bi­çimde hem bekâretine hem de anneliğine bağlı olan ve gör­kemli onurunu bütün kadınlara ödünç veren bir kraliçedir. Sayısız Hıristiyan Meryem’in ağırbaşlı kutsallığına duyduğu inançtan güç ve teselli almıştır. Onun sunduğu alçakgönüllü­lük, merhamet ve itaat örneği, sayısız iyilik, hayırseverlik ve yardım ediminde harekete geçirici güç olmuştur. Meryem bü­yük sanat, müzik, mimarlık ve edebiyat eserlerine ilham ver­miştir. Öte yandan Meryem’in günahsızlığı ve boyun eğmesi­nin böylesine mükemmel olması diğer herkesi onunla karşı­laştırıldığında çok daha günahkâr ve inatçı duruma düşür­müştür. Bekâret, Meryem'in ruhani mükemmelliğinin dışa vu­rulmuş simgesi olduğu için, aynı standart bütün kadınlara uy­gulanmış ve tahmin edebileceğimiz sonuçlar doğurmuştur. Meryem’in oluşturduğu standardı sadece tek bir kadın mü­kemmel olarak devam ettirebilir. Geri kalanlar sonsuza kadar yargılanmaya mahkûmdur.

Görgü Okulu

Kilisenin Ortaçağ için, bekâretin de Kilise için taşıdığı hayati önem kadar, Ortaçağ kültürü için bekâret, dinî olmayan açılar­dan da önemli olmuştur. Tıbbi, sihirsel ve tabii ki toplumsal açılardan bekâret Ortaçağ’da günlük yaşamda sıkça tartışılan bir konuydu. Bekâretin Meryem’in mucizelerinde ya da azize- lerin efsanelerinde yansıtılan gücü, insanların bakireler konu­sunda neye inandığının bir göstergesiydi. Günaha ve Şeytan’la ya da cinlerle ilgili diğer bütün şeylere karşı bağışıklığı olan bekâretin doğaüstü özellikleri kutsallığından gelirdi. Bakire sihri şeytanın değil, Tanrı’nın eseriydi. Ortaçağ Avrupası’nda, bekârete ilişkin, az çok sihirsel olan ve zararsızından zararlısı­na kadar birçok uygulamanın oluşturduğu bir dünya vardı.

Şifalı otların hem tıp hem sihir amacıyla kullanılması Orta­çağ yaşamının günlük bir parçasıydı. Avrupa’da şifah otlar hâkkmdaki büyük kitaplar sık sık bekâretin ve bekâret konu­sundaki kaynakların ticaretini yapardı. Örneğin bunlarda çoğu zaman “bakire rahatı” denilen ve misk maydanozu (Myrrhis odorata) olarak da bilinen bir şifah ottan (yaprakları ve to­humları anason tadında olan, Avrupa’nın kuzeybatısına ve İs­kandinavya'ya özgü dayanıklı bir bitki) söz edildiği görülürdü. Genellikle ergen kızlara kuvvetlendirici ilaç olarak tavsiye edi­len misk maydanozunun âdet rahatsızlıklarını ve diğer “kadın sorunlarını" yatıştırdığına inanılırdı. Başka bir kadın sorunu da san kantaronla (Hypericum perjoratum)[9] tamamıyla dindiri- lebilirdi. Aziz Yuhanna günü olan 20 Ağustos’ta bakire kızla­rın, Aziz Yuhanna rüyalarında evlenecekleri adamı göstersin diye, kapılanna sarı kantaron dallan asması ve yattıklannda

da bunları yastıklarının akma koyması gerekirdi. Bu şifalı ot aynı zamanda, gece bekâretlerini almaya çalışabilecek her tür­lü cine karşı onları korurdu. Bazı şifalı ot kitapları, eş bulma konusunda kaygılanan bakirelerin, endişelerini yatıştırmak için bir tas dolusu san kantaronu üzerinde yağ gezdirilmiş bir salata yaparak yemelerini de tavsiye etmiştir. Bugün san kan­taronun depresyona karşı etkili bir madde olduğunun bilindi­ğini göz önüne alırsak bu iyi bir tavsiye gibi görünür.

Simyacılar da benzer şekilde çeşitli amaçlar uğruna bekâre­tin gizemli özelliklerine başvururdu. Bir bakirenin yanmış sa­çının küllerini isteyen ya da kimyasal bir tepkimenin önemli içeriklerinden olan bakir bir oğlanın idrarını (genel olarak ilk kimya sanayilerinde idrar yaygın kullanılan bir tuz ve amon­yak kaynağıydı) kapsayan birçok simya tarifinde olduğu gibi, bazen bakireler bir malzemenin kaynağı olarak kullanılırdı. Başka zamanlarda “bakire” sözcüğü aslında bakirelerle hiç il­gisi olmayan bir bileşik için kullanılır ve böylece bileşiğe bu adın verilmesiyle bekâretin gizemli gücü bileşiğe eklenmiş olurdu. Bunun bir örneği sıkça kullanılan ve aslında aselbent ve su çözeltisi olan “bakire sütü”dûr. Bu çözelti çimlendirilmiş arpa ve alım tozuna eklendiğinde gut tedavisinde kullanılan bir merhem elde edilirdi. Bakire sütü ayrıca uygun bir şekilde spermle karıştırıldığında gûya küdamlar4 üretirdi ve Felsefe Taşı anlayışında da çok önemli bir yeri olduğu düşünülürdü.

Bu gizemli bekâret ilkesinin, Ortaçağın hayali hayvan hikâye­lerinin başlıca ürünü olan tek boynuzlu at mitine ilişkin inanış­larda da simgesel bir yeri vardır. Beyaz ata benzeyen ve tek bir sivri sarmal boynuza sahip dört ayaklı bir yaratık olan tek boy­nuzlu at korkutucu bir hayvandı çünkü kendisini avlamaya ça­lışan avcıları korkunç kafasıyla tek bir darbede delip geçebilirdi. İngiltere’nin kraliyet hanedan armasında, Bakire Kraliçe’nin tah­ta çıkmasından çok önce aslan ve tek boynuzlu at şekillerine yer verilmiştir. Iskoçya'nınkindeyse iki tane tek boynuzlu at. hükümdarlık tacını tutmaktadır. Çekingen ve hızh olan tek

4 Simyacıların inancına göre cinsel birleşme olmadan üretilebilen “küçük adanı" ya da insancık - ç.n.

boynuzlu atın, becerikli ve bakire olan kişiler dışında kimsenin ele geçiremeyeceği bir av olduğuna inanılırdı. Ancak bir bakire­nin gizemli saflığı, bu yaratığın vahşi eğilimlerini dize getirebi­lirdi. At bakireye yaklaşır ve kafasını son derece usulca bakire­nin kucağına ya da göğsüne koyardı. Efsaneye göre bakireler tek boynuzlu atlan tuzağa düşürmek için yem olarak kullanılırdı. Etrafı parmaklıklarla çevrili daire şeklinde bir yerin ortasına oturtulan el değmemiş kadınlık ilkesi, el sürülemez erkeklik il­kesi, yani fallik kılıcı kafasından çıkan vahşi ve ölümcül yaratık için sunulan bir yem olurdu. Sahte bir bakire kullanmaya çalış­mak ya işe yaramaz bir avlanma girişimiyle ya da faciayla so­nuçlanırdı çünkü tek boynuzlu at kadının bakire numarası yap­tığını anlayabildiği için boynuzunu kadının kalbine saplardı. Denizcilerin yolculuklardan getirdiği uzun denizgergedanı diş­leri bazen bu atların geçmişte yakalandıklarının “kanıtı” olarak sunulmuş olsa da nedense tek boynuzlu at hiçbir zaman yaka­lanmamışım Ama bugün bu atların yakalanamaması olsa olsa böylesine yozlaşmış bir çağda doğru dürüst erdemli bakirelerin bulunmamasıyla ilgili olurdu, tabii ki miün kendisiyle değil.

Bekâret konusundaki bütün sihirsel bağlamlar, ufak bir şişe dolusu bakire sütü ya da tek boynuzlu al avlarının anlatıldığı hikâyeler gibi simgesel ya da mecazi değildi. Bakirelerle ilişki- lendirilen ve Seylan’ın ya da başka karanlık güçlerin saldırıla­rına karşı sözde bağışık olmayı (çoğu zaman azizlerin efsane­lerinde tekrarlanır) da kapsayan zarar verilemezlik özelliği, çe­şitli uygulamalarda bakirelerin beden parçaları kullanılarak “ödünç alınmıştı." 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar anlatılan hırsız sihri hikâyelerinde, Almanya’dan doğuda Rusya’ya ka­dar uzanan bölgedeki kanun kaçaklarının, ölü bakirelerin eri­tilmiş vücut yağını içeren sihirli mumlar yaptıkları anlatılırdı. Bakirelerin yağını yakarak (söz konusu bakire bedenlerin zor­la mı yoksa mezar soyarak mı ele geçirilmiş olduğundan söz edilmez) hırsızlar çeşitli sihir etkileri yaratırdı. Bazı açıklama­lar bunların hırsızların rahatsız edilmeden iş görebilmek ve evde soyulan herkesin uykuya dalmasını sağlama almak için kullandığı “uyku getiren” mumlar olduğunu söylemektedir.

Başka yazarlarsa hırsızların bu mumlan, özellikle kiliseleri so­yarken, kendilerini görünmez yapmak için kullandığını ileri sürmektedir. Bununla ilgili bir başka hırsız sihri de, benzer et­kileri yaratmak için bir bakirenin kesilmiş elinin şamdan ola­rak kullamlmasıydı ama “şanlı erlerinin bakire eli olması ko­nusunda herkes ısrar etmezdi çünkü asılmış adamlann elleri de aynı şekilde kullanılırdı.

Bekâret ayrılmaz bir şekilde bedenle bağlantılı olduğu için, bakirelerin bedenlerinin ayrılmaz bir şekilde bekâretlerinin gücüyle kaplandığına inanılırdı; tıpkı azizlerin bedenlerinin, kutsallığın muhafaza edildiği yerler olduğuna inanılması gibi. Bu, bakirelerin kanı için bile geçerliydi ve Ortaçağ’ın belki de en dehşet verici ve doğrulanabilir bakire sihrinin hikâyesi, ba­kirelerin kanıyla yıkanma konusundadır: Çılgın Macar Kontes Erzsebet Bâthory’nin kelimenin tam anlamıyla yaptığı kan banyoları. Bâlhory 1560’ta Rönesans’ın başlamasından epey sonra doğmuştur ama bakire sihri konusundaki saplantısı, Or- taçağ’m bakire sihirlerini kapsayan bir listeye uygun bir kapak oluşturacak kadar vahşi, derebeyliğe özgü ve gizemlidir.

Güçlü bir aristokratın kızı olan Bâthory rivayete göre genç bir kadınken bile zalim tabiatlı bir insandı ve kendini beğen­mişti. On beş yaşındayken zengin bir profesyonel savaşçıyla evlendirildi ve bugün Romanya toprakları olan Karpat dağla­rında şehirden uzak tek başına bir kalenin, Csejthe'deki şato­nun hanımefendisi oldu. Kocası yılın büyük bölümünü savaş­larda çarpışarak geçirirken canı sıkılan genç Bâthory’nin, do­ğaüstü ve sadist konulara karşı bir düşkünlüğü ve sokağa ata­cak epeyce parası vardı. Yıllar geçtikçe simya ve bazı kaynak­ların söylediğine göre büyücülük gibi gizemli alanlarda bilgisi geniş olan misafirler ağırlamasıyla ün kazandı. Borç yüzünden hapsedilen köylülere işkence etmekten zevk aldığına dair söy­lentiler, 1604’te kocası ölmeden önce bile duyulmaya başla­mıştı ama Bâthory’nin sadistliği asıl bu tarihten sonra bir baki­re kadar yeni bir aşırılığa ulaştı.

Bâthory, kaybedilmiş gençliğini ve güzelliğini yeniden ka­zanmak için boş yere uğraşırken, bakirelerin kanıyla cildini yı­kamanın kendisini yeniden gençleştireceği fikrine saplanıp kalmıştır. Efsaneye göre Bâthory’nin ilk kurbanı kendi oda hizmeiçişiydi. Bunu, kasapların kanlarını akıtmak için hay­vanları asması gibi, boğazları kesilmeden önce bileklerinden çatı kirişlerine baş aşağı asılan birçok kadın izlemiştir. Neden­se bir türlü gelmek bilmeyen yenilenmiş gençliğe duyduğu bitmez tükenmez çaresiz özlem içinde Bâthory kurbanlarının kanlarıyla yıkanmış, hatta bazen bunları içmiştir. Doğruluğu şüpheli, baştan aşağı abartılmış ayrıntılarla dolu hikâyeler (Bâthory’nin güya kan içmek için kullandığı altın bir kadeh, işkence aleti olarak kullandığı gümüş pençeler, içinde kan banyosu yaptığı gösterişli küvetleri ve daha birçok ayrıntı), Bâthory efsanesine eşlik etmiştir. Güya bu ayrıntılar Bât­hory’nin tuttuğu, ulaşılmazlığı ün salmış, Macar hükümetinin malı olan ve Budapeşte’deki devlet arşivlerinde saklandığı söy­lenen günlüklerin sayfalarını doldurmaktadır.

Kontes, birkaç suç ortağıyla birlikle nihayet 1611’de yakala­nıp cezalandırılana kadar söylentiye göre akı yüz bakire öldür­müştür. Ancak ondan önce hiç kimse kendilerine karışmadan işlerini görmüşlerdir. İlk başlarda bölgenin kadın köylülerini avlarken sonradan yeni kurbanlar çekmek amacıyla aristokrat­ların kızları için (dünyanın kaç bucak olduğunu görecekleri) bir görgü okulu açmışlardır. Görgü okulu girişimi Bâthory ve ortakları hakkında soruşturma açılmasına neden olmuş ve kı­sa sûre sonra da durum bölge yetkililerine iletilmiştir.

iki kraliyet mahkemesinden sonra, Bâthory’nin iki kadın suç ortağı kazığa bağlanarak diri diri yakılmış, erkek suç orta- ğınınsa kafası kesilmiştir. Bâthory ise aristokrat olduğu için (ve belki de kuzeni Stefan Polonya kralı olduğu için) ev hapsi­ne çarptırılmıştır. Bâthory göz altındayken elli dört yaşında, yaşının her dakikasının izini suratında taşıyarak ölmüştür.

Derebeyinin İlk Gece Hakkı

Bâthory örneği dehşet verici ve benzersizdir ama asil birinin yönettiği kişilerin bekâretine ilgi duyması duyulmamış bir şey

değildir. Bu hiçbir zaman asillerin köylülere kendi ahlâk yasa­larını kabul ettirmeye çalışmasıyla ilgili bir mesele olmamıştır. Bunu yapmak için zaten kocaman bir Kilise vardı. Aristokrat­ların, köylülerin bekâreti konusunda duyduğu endişe daha çok ekonomikti. Bir asilin toprağında yaşayan ve çalışan in­sanlar, verimlilikleri hayati önem taşıyan ekonomik kaynak­lardı. Bu verimliliğin bir parçası da bu insanların üremesini kapsamaktaydı: Seks, evlilikler ve bunların sonucunda meyda­na gelen ve bir sonraki işçi neslini oluşturacak bebekler, belirli bir araziyi yöneten asillerin yetki alanına giriyordu.

Bu nedenle birçok bölgede asiller, derebeyinin ekonomik çı­karlarını tehlikeye atan cinsel etkinlikleri cezalandırmak ya da vergilendirmek üzere sistemler geliştirmiştir. Kilise yasası ile günah çıkarma ve kefaret ödeme kurumu ahlâk konusunda yapılan yanlışlıkları cezalandırmak için vardı. Öte yandan Or­taçağ Galcesi'nde arnobr ve Ortaçağ İngilizcesinde leynvite olarak bilinen bir para cezası türü gibi dinî olmayan cezalar, evlilik öncesi ya da evlilik dışı ilişkiler gibi şeylere ilişkin ku­rallara uymayan serileri hedef almıştı. Cinsellik kurallarım ih­lal edenlere dayatılan para cezalarının yanı sıra evliliklerden, özellikle iki farklı toprak sahibinin serileri arasında gerçekle­şen evliliklerden de vergi toplanırdı. Diğer derebeylik yasala­rında olduğu gibi bunlar nadiren tutarlı bir şekilde uygulan­mıştır ve bazı asiller bu konularda fazlasıyla adil davranırken diğerleri usulsüzce bu yasaları kendi çıkarları uğrana kullan­mıştır.

İşte tam olarak bu, evlilik, cinsellik ve köylülerin asiller ta­rafından ekonomik olarak sömürülmesinin kesiştiği noktada, Batı tarihinin bakirelere ilişkin en kalıcı mitlerinden birinin köklerini buluruz: Droit du seigneur (derebeyi hakkı) ve bazen divit du cuissage (bacak hakkı) ya da jus cunni (am hakkı) ola­rak da sözü edilen jus prinıae noctis miti ya da “ilk gece hak­kı.” Jus primae noctis mitine göre derebeyi, kendi bölgesinde yaşayan bütün kadınların bekâretini alma, özellikle de bakire gelinlerin kızlığını bozma hakkı ve ayrıcalığına doğuştan sa­hipti. Taril edildiği şekliyle bu, en yüksek simgesel hırsızlıktır

ve sadece seküler yasayı değil, kilise yasasını da ihlal etmekle­dir. Yozlaşmış, sömürücü, zalim ve kimseyi umursamayacak kadar bencil asiller sınıfı hakkında bundan daha etkili bir izle­nim verecek tek bir edim bulmak zordur. Belki de insanlar bu yüzden jus primae noctis mitini icat etmek zorunda kalmıştır.

Bu, aristokratların hiçbir zaman kendi emirlerinde yaşayan kadınların bekâretinde hak iddia etmediği (kadının rızasıyla ya da tecavüz yoluyla) anlamına gelmez. Jus primae noctism bir mit olduğunu söylemek gücün cinsel amaçlar uğruna kö­tüye kullanıldığını inkâr etmek demek değildir. Ama cinsel suiistimalin yapıldığım kabul etmek de belirli bir cinsel suiis­timal uygulamasının ya göreneksel ya da jus (yasa) sözcüğü­nün ima elliği gibi asiller sınıfının resmî ve yasal olarak maruz görülmüş haklarının bjr parçası olduğunu iddia etmekten çok farklıdır. Önceki durum bir varsayım, sonrakiyse bir mittir.

Bekâretin Ortaçağ kültüründe ne kadar önemli olduğunu göz önüne alırsak, öyle görünüyor ki malikânenin derebeyinin gerdek gecesinde her bakirenin kızlığım bozması uygulaması gerçekten var olsaydı biri bir yerlerde bunu muhtemelen ya­zardı. Şu anda elimizde bulunan, bu sözde göreneğe gönderme yapan en eski kaynak 1526 tarihlidir. Bu metin göreneğin Or- taçağ’da bir Iskoçya krah tarafından uygulandığından söz eder. Maalesef sözü edilen kral, 1526’dan önce tutulan hiçbir kayıt­ta bulunamaz. Anlaşılan o ki bu kral, binlerinin bir öcüye ihti­yacı olduğu için icat edilmiştir.

Aristokrat öcüler piyasası 1500’lerden bu yana, o zamandan beri ortaya çıkan jus primae noctis masallarının sayısı düşünü­lürse, epey hareketli olmuştur. Örneğin 18. ve 19. yüzyıllar boyunca anlatılan, Fransa’nın Toulouse bölgesindeki özgür Montauban şehrinin kuruluşu hakkındaki hikâyeyi düşünün. Hikâye, Montauriol'da bulunan Saint-Thöodard Manastırı nın rahiplerinin nasıl açgözlü ve güç delisi olup Momauriol’daki kadınlara droit du seigneur dayatacak kadar ileri gittiklerini an­latır. Montauriol’daki serfler sonunda bu uygulamaya isyan eder ve hikâye serilerin manastır topraklarından kaçıp özgür Montauban şehrini kurmasıyla devam eder.

Gerçekte böyle bir şey hiç olmamıştır. Özgür Montauban şehri için. 11 Ekim 1144 tarihli bir kuruluş beyannamesi var­dır. Buna göre, Toulouse kontu olan Alphonsejourdain adında biri bu şehri kurmuş ve şehrin yaşayanlarına Tarn Nehri üze­rinde bir köprü kurma sorumluluğunu vermiştir. Jourdain köprü isterken, serilerinin bazıları da bağımsızlık istemiştir. Aralarında yaptıkları anlaşma gayet açık ve dürüsttür.

Ancak bu miti yeniden kaleme alan kurmaca metinlerin hepsi tarihsel doğruluk taslamamışım Gerçekte bunların bir­çoğu eğlence olsun diye yazılmıştır. 17. yüzyıldan günümüze kadar jus primae noctis fikri, parlak ve cazip bir antrika aracı olarak kullanılmıştır. 18. yüzyılın tiyatro ve operasında bu ko­nu aslında, hem Beaumarchais’nin Le mariage de Figaro (1775­1778) adh oyununun hem de Le nozze di Figaro adlı operanın yakaladığı başarılar sayesinde tam bir klasik olmuştur. Wolf- gang Amadeus Mozart bu operayı 1786'da, nükteciliği taklit edilemez İtalyan Lorenzo da Ponte’nin Beaumarchais’nin öz­gün eserinden uyarladığı İtalyan librettosuna bestelemiştir. Jus primae noctis konusunu muhtemelen zirveye taşıyan bu iki eser en tanınmış olanlardır.

Jus primae noctisi konu alan en iyi tiyatro oyunlarının 18. yüzyılın sonlarında yazılmış olması bir rastlantı değildir. Ay­dınlanma Fransası’nda aristokrasi ve emperyalizm karşıtı fikir­lerin yükselişe geçmesi bunu neredeyse gerektirmiştir. Jus pri­mae noctisi hatırlatmak, ne kadar küçük olursa olsun her hak­sız dayatma ya da gücün suiistimal edilmesi örneğini hatırlat­mak demekti. İnsanları bir araya getirme çağrısı olarak bu ina­nılmaz etkili olmuştur. Neredeyse bütün çalışkan ama yoksul paysanlar Ipeasant; köylü] kendilerini, sahip olduğu tek kişisel hâzinesi açgözlü bir aristokrat tarafından acımasızca elinden alınan savunmazsız bir bakire olarak hayal edebilirdi. Ve böyle- ce Jus primae noctis miti devrim ateşini körüklemiştir. Ancak tarihsel bir gerçek olarak "derebeyinin ilk gece hakkı" buna inananların hayallerini saymazsak hiç var olmamıştır.

ONUNCU BÖLÜM

Daha Önce Hiçbir Adamın
Gitmediği Yere Gitmek

Vahşiler, AvrupalIların bu kadar gıpta ettiği “Bakire Çiçe- ği”nin kıymetini hiç bilmiyorlar.

-John Lawson

Yirmi altı yaşındaki Kraliçe 1. Elizabeth’in sarayını ziyaret et­mekle olan arabulucu Baron Pollweiler 1559’da, “Kraliçe olay­ların doğal gelişim sürecinde mantıklı olarak ve kadınlığın ge- 'Tektirdiği üzere evlenmeye ve geçiminin sağlanmasına can at­ması gerektiği yaşa gelmiştir," diye yazar. Pollweiler, Eliza- beth’le Avusturya-Macaristan İmparatorlugu’nun varisi Avus­turya Arşidükü Charles arasında bir evlilik anlaşması sağla­mak için İngiltere’dedir. “Bundan doğal ve kaçınılmaz olarak çıkarılacak sonuç,” diye devam eder Pollweiler, “Kraliçe’nin ya gizlice evlendiği ya da çoktan İngiltere’den veya başka bir yer­den birisiyle evlenmeye karar verdiğidir ve ... siz Majesteleri İmparatorun oğlunu bahane ederek meseleyi ertelemektedir, yüce efendim. Bu nedenle bakire kalmak ve hiç evlenmemek istemesi düşünülemezdir.”

Baron aslında her anlamda haklıydı. Manastırları ve rahibe manastırları Elizabeth’in babası Vlll. Henry tarafından 1539’da yasaklanan ve Elizabeth’in kendisinin kararlı bir şe­kilde Protestanlığı yemden resmî din olarak kabul ettiği bir ül­kede, bir kadının hiçbir zaman evlenmek istememesi gerçek­ten de düşünülemezdi. Ama bildiğimiz gibi Elizabeth ölene kadar bekâr kalmıştır. Hem içten gelen hem de Makyavelyen bir dindarlığın karışımı olan siyasi manevraları ustaca uygula­yarak ve aşın laik ya da dinci baskıların ulaşamayacağı bir yer­de durarak, düşûnülmezi başarmış ve halkın gözü önünde, güçlü ve tamamıyla laik bir bakire olarak kırk beş sene boyun­ca tahtta kalmıştır.

Hakkında bir alay yaşamöyküsû, film ve hikâye olmasına karşın, Elizabeth’in olağandışı yaşamının belgelenebilir gerçek­leri onu bir bekâret tarihçisi için oldukça zor bir konu yap­maktadır. Örneğin Elizabeth’in “gerçekten” bakire olup olma­dığını (hiçbir zaman hiçbir partnerle cinsel ilişkiye girmediği anlamında) bilmiyoruz ve bu konuda kesin bir şey söyleyeme­yiz. Elizabeth’in fiziksel olarak bir şekilde kusurlu olduğu ve bu yüzden cinsel ilişkiye giremediği konusunda olduğu kadar, kraliçenin yardımcısı ve atının bakıcısı ve sonra da Leicester kontu olan ömür boyu sırdaşlık ettiği Robert Dudley'den piçler doğurduğu konusunda da bir dolu söylenti vardır. Bu iddiala­rın hiçbirini destekleyen herhangi bir kanıt bulunamamıştır, hatta Elizabeth’in cinselliğinin varlığına dair belgelere dayanan hiçbir kanıt yoktur. Elimizde olan tek şey onun inanılmaz bü­yüklükteki ve büyük ölçüde bilinçli olarak bıraktığı vasiyeti­dir. Bu konuda litrelerce mürekkep harcanmış olmasına karşın. Bakire Kraliçe’nin bekâreti hakkında bilinen şeylerin, Krali- çe’nin 1559’da kendi ağzından çıkan şu sözlerden fazlasını pek içermemesi oldukça ironiktir: “Sonunda, böyle bir zamanda saltanat süren bir Kraliçenin bakire yaşayıp bakire öldüğünü bildiren mermer bir taş benim için yeterli olacaktır.”

Ancak Elizabeth’in oluşturduğu bu sırachşı kadın örneği. Batı’nın 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadarki bekâret kültürü ko­nusunda faydalı bilgiler sunmuştur: Keşifler ve yeniliklerle dolu çalkantılı bir dönem. Vesalius’un himeni ancak 16. yüz­yılın ortalarında teşhis edebildiğini ve bekâret konusundaki bilimsel yaklaşımların genel olarak bir yenilenmeden geçtiğini hatırlayın. Din alanındaysa Refonnasyoncular ve Reformasyon karşıtlan, cinsellik yasasının Protestan ve Katolik uyarlamala- nyla birlikte, inananların zihinleri ve bedenleri için çekişmek­teydi. Kâşifler dünyayı gezip haritaların daha önceleri “burada ejderhalar olsa gerek,” dediği yerlerde “bakire” kıtalar keşfet­tikçe yeryüzü de değişiyordu. Bekâretin resmedilmesi, ideolo­jisi ve fiziksel gerçekliğiyle uğraşanların hepsi aynı şekilde da­ha önce hiç kimsenin gitmediği bir yere gitmek zorundaydı.

Protestanlık, Avrupa’da bekâretin yüzünü belki de diğer bü­tün güçlerden çok daha fazla değiştirmiştir. Evliliği ilk sıraya yerleştirip manastır yaşamını ve bekâr rahipler sınıfını kaldı­ran Protestanlık, Roma Katolik Kilisesi’nin bekârete verdiği önemi ustaca tepetaklak etmiştir. Bakirelerin cennetin ödülle­rinin yüzde yüzünü, evlilerin ise yüzde otuzunu alacağını be­lirten Roma Katolik öğretisine karşın Protestan inancı, cinsel­lik ya da evlilik konumlan ne olursa olsun bütün dindar ina­nanların cennetten eşit olarak pay alacağı ilkesini ileri sür­müştür. Martin Luther özellikle evlilik konusunda son derece ısrarcıydı. Incil’de ne ömür boyu bakire kalmanın ne de rahip­lerin bekâr olmasının gerekli görüldüğüne dikkati çekmiş, çok az insanın doğal olarak bunlardan birine yatkın olduğunu id­dia etmiş ve yaratılış gereği bekârlığa uygun olmayan insanları bekârlığa zorlamanın sonucunun yasak cinsel ilişkileri teşvik etmek olduğunu ileri sürmüştür. Luther, Papa’nın bile “Süley­man kadar çok metresi” olduğunu iddia etmiştir. Luther önce­leri Augustine’in öğretisini takip eden bir rahiptir ve eski bir rahibe olan Katharina von Bora'yla evlenerek altı çocuk sahibi olmuştur. Konu evlilik ve aileye öncelik tanımaya geldiğinde, Luther öğütlediği şeyi bizzat kendisi uygulamıştır.

Evlilik ve aile konusundaki bu Protestan coşkusu, aşağı ta­bakadan bütün Hıristiyanlar arasında hızla yayılmıştır ve buna elbette çoğunluğu evli olan Katolikler de dahildir. Romanın bunu sertçe kınamasıysa hiç de şaşırtıcı değildir. Protestanlı­ğın ortaya çıkışma cevap olarak toplanan Roma Katolik Kilise­si’nin Karşı-Reformasyon kurulu olan Trent Konseyi’nin (1545-1563) bir parçası olarak Kilise, De suncti mtrtrinıonii ad­lı risaleyi yayımlamıştır. De sancti matrimonii, 20. yüzyılın or­talarında İL Vatikan kurulu toplanana kadar, evlilik ve cinsel­lik konusundaki temel Katolik belgesi olmuştur. Bu belge, öğ­reti niteliği taşıyan bütün maddeleriyle, evliliğin bekârete ter­cih edilir olduğunu iddia ederek sapkınlık yapan bütün Kato- likleri (tıpkı Luther, Calvin ve diğer Protestan düşünürlerin yaptığı gibi) aforoz etmekle tehdit etmiştir.

Trent Konseyi’nin bekâretin üstünlüğünü hatırlatmasında, Protestanlığın bir anda ortaya çıkmasıyla dünya görüşü iyiden iyiye altüst olan bir Hıristiyan halkı ve bu darbeyle başa çık­maya çabalayan bir Katolik kurumu görürüz. Protestan mez­heplerinin sayısının dondurma çeşitleri kadar çok olduğu bir dünyada, bulunduğumuz konumdan Reformasyon’un Hıristi­yanlığı ne derece değiştirdiğini anlamamız zordur. Ancak bir önceki bölümü hatırlayarak, Protestanlıkla Katoliklik arasın­daki farkların (en azından bekâret konusunda) yapısını ve bü­yüklüğünü düşünmek faydalı olabilir.

Kutsal Bakirenin Düşüşü

Protestanlıkta kutsanmış bekârete ve dolayısıyla rahibelere ya da rahibe manastırlarına yer yoklu. Bu nedenle Protestanlık varlık ve güç kazandıkça, bazı rahipler, keşişler ve rahibeler gö­revlerini, bekârlıklarını ve Katolikliklerini bırakmışlardır ama ne Luther ne de onun ilk müritleri, manastırları ya da rahibe manastırlarını gerçekten kapamak için gereken siyasi güce sa­hipti. Bunların bazdan güç kaybetme ya da içinde bulundukla- n bölgenin Protestanlaşması nedeniyle kendi kendine kapan­mıştır. Rahibelerin ve rahibe manastırlannın varlığı da, Avru­pa’da çoğunluğun Protestanlığı kabul ettiği yerlerde ciddi ölçü­de azalmıştır. Sadece VIII. Henry’nin tek başına bütün ülkeyi Roma’ya bağlı olmayan bir Anglikan Kilisesi’ne geçmeye zorla­dığı İngiltere’de manastır kurumlan tamamıyla kaldmlmıştır.

Ama rahibe manastırlannın ayakta kaldığı yerlerde ve Lut- her’in 1517’de doksan beş tezini açıklamasından önceki bazı durumlarda bile, reform yanlısı birçok Katolik çoklan evliliği benimsemeye başlamıştır. Bazı açılardan bu, dinî reformdan çok ekonomik ve toplumsal değişimin sonucudur. Derebeylik ve derebeyliğe özgü toprak düzenlemeleri zayıfladıkça, insan- lann maaş karşılığında çalışması ve ailelerin kendi ürünlerini üretmesi, yeni yeni filizlenen kapitalist nakit ekonomisinin ye­ni en düşük ortak paydası olmuştur. Aristokrat olmayan aile­lerin kendi geçimlerini sağlayan birimler olarak görünürlük kazanmasıyla birlikte, gitgide asil olmayanlar arasında da evli­lik, güçlü derebeyliklerde ya da derebeyliğe özgü toprak sis­temlerinde sahip olmadığı bir ekonomik anlam kazanmaya başlamıştır. Evlilik ve üreme, giderek asil olmayan ailelerin ekonomik, toplumsal ve siyasi çıkarlarına, tıpkı daha önce asiller sınıfının büyük hanedan ailelerinde olduğu gibi, sıkıca bağlanmaya başlamıştır.

Ekonomik bağımsızlıkla evlilik arasında güçlü bir bağ oluş­ması, aile ve hane kavramlarının farklı bir şekilde düşünülme­sini sağlamıştır. Protestan ve özellikle Kalvinist çevrelerde evli aileler kapalı bir sistem olarak görülmeye başlamıştır. Buna göre her aile kendi üyeleri arasında, yöneticiyle vatandaşlar arasında var olan ilişki türünü yinelemektedir: Laik devlete özgü geniş ailenin, yöneticiliğini aile reisinin yaptığı minyatür bir şekli. 1622 yılma gelindiğinde, Londra’daki Blackfriars Ki- lisesi’nin papazı William Gouge Of Domesticall Duties (Eviçi Görevlere İlişkin) adlı kitabında şunları yazabilmiştir: “Aile küçük bir Kilise ve küçük bir devlettir ya da en azından bu­nun canlı bir temsilidir. Aile vasıtasıyla kişi, herhangi bir yetki konumuna hazırlanmayı ya da Kilise’ye veya devlete bağlılığı tecrübe edebilir. Ya da aile, hükümetin ve devlete bağlılığın ilk ilkelerinin ve temellerinin öğrenildiği bir okul gibidir. Aile va­sıtasıyla erkekler Kilise ya da devletle ilgili önemli meselelere hazırlanır." Bu cep boyu toplum görüntüsü, evliliği, çağdaş, laik devlete katılmaya uygun erkek ve kadınları üretip yetişti­recek çok gerekli bir araç olarak konumlandırmışım

Bekâret açısından bakıldığında bu, bekâretin artık neredeyse doğası gereği kısa ve geçici hale gelmesi demektir. Protestan zihniyetinde ne rahibe manastırına ne de bunu çağrıştıran herhangi bir davranışa yer vardır. Kızkurusu ya da kocakarı gi­bi kültürel sınıflandırmalar, İngiliz kültüründe bu zamanlarda göze çarpmaya başlamıştır çünkü artık toplumda, evlenmek istemeyen ya da koca bulamayan kadınların dolduracağı işlev­sel bir mevki yoktur. Kadınlara yönelik varsayım, 1632’de The Lawes Resolution of Women’s Rights (Kadın Haklan Yasa Öner­gesi) başlıklı kitapçıkta açıkça dile getirilir: "Bütün kadınların ya evli olduğu ya da evleneceği farz edebilir.” Bekâret artık sı­nırlı raf ömrü olan bir maldır. 1830’lara gelindiğinde nispeten ilerici ve özgür düşünceli İngiliz gazeteci Richard Carlile gibi yazarlar bile büyük bir ciddiyetle, kızkurulannm “bir tür ak sınıf hayvan” olduğunu söyleyip “hiç cinsel münasebete gir­memiş kadmlann yaklaşık yirmi beş yaşma geldiklerinde çök­meye başladıkları kimsenin dikkatinden kolay kolay kaçmaya­cak bir gerçektir ... şekilleri bozulur, yüzleri çöker ve kocaka- nhğa özgü özellikler açıkça görülür,” diyebilmektedir.

Kadınların evlenip çocuk sahibi olmasının “doğal” olduğu­nun düşünülmesi gibi bunları yapmadan önce bakire olmaları­nın da aynı şekilde “doğal” olduğu düşünülürdü. Bekâret ka­dınların çocukluktan karılığa doğru yol alırken geçtiği kısa bir zaman dilimiydi. Bekâretin bu şekilde doğallaştırılması ve önemsizleştirilmesi, kadın iffetinin farklı türlerinin hepsinin birleştirilip aynı kefeye konmasına yol açmıştır. Diana Primro- se’un 1630’da yazdığı A Chaine of Pearle, Oı; A Memoriall of the peerless Graces, and heroick Vertues of Queene Elizabeth, of Glo- rious Memory (Bir Dizi İnci ya da Kraliçe Elizabeth’in Eşsiz Yücelikleri ve Kahramanca Erdemlerinin ve Sanlı Hatırasının Yadigarı) adlı eserindeki şu dizeler bunu açıkça gösterir:

İster bakirelerde bakireye özgü densin, İster kanlarda evliliğe özgü densin, Ya da dullarda dullara özgü densin. Tanr ı hepsine Eşit derecede saygı gösterir ve hepsi yol açar aynı etkiye.

Bu küçük dörtlük, bekâretin Protestan Avrupa’daki düşüşü­nün etkili bir özetini sunar. Eğer bütün iffet şekilleri Tann'nın gözünde eşitse o zaman bunlar arasında ayrım yapmak için bir neden de yoklu. Bir kadının nikah masasına götürdüğü bekâ­ret, bunu terk ettikten sonra benimsemesi beklenen tekeşlilik­le bir bütün oluşturuyordu. Protestan zihniyetine göre bekâre­tin kendisi artık münhasıran özel bir şeyi simgelemiyordu. Bu, -mantıklı, saygıdeğer her bekâr kadından beklenebilecek bir şeydi. Edebiyat tarihçisi Theodora Jankowski’nin iddiasına gö­re bu düşünüş ince ama önemli bir çağrışıma yol açmıştır: İf­fet, Protestanların gurur duyacağı bir erdem olarak kalırken, “bekâret” sözcüğü belirli Katolik çağrışımlar edinmiştir.

Katolik tarzı bekâretin Protestanlıktan böyle çarpıcı bir şe­kilde silinmesi muhtemelen, Bakire Meryem’e gösterilen övgü ve saygıya ilişkindir. Protestanlar hiçbir zaman Meryem’in ba­kire olduğunu ya da bekâretinin daimi olduğunu inkâr etme­miş olsalar da Katoliklerin Meryem’e tapma şeklinin Hıristi- yanlar için uygun olmadığı konusunda hepsi hemfikir olmuş­tur. Protestan Meryem artık cennetin kraliçesi olarak hüküm süren yan-tanrıça arabulucu değil, şans eseri İsa’nın annesi ol­ma şerefine erişen ve tamamıyla insan olan bir kadındır. Bu gözle görülür bir tahttan indirmedir: Protestan tapmaklarında, Katolik kiliselerinde olduğu gibi Meryem’in resimleri ve hey­kelleri yoktur; Meryem’i bütün kadınların üstünde tutarak öven Salve Regina ya da Sub Tuum Praesidium gibi Katolik ila­hilerin de Protestanlıkta eşdeğeri yoktur. Protestanların yüz­yıllardır biriken kilise dışı edebiyat yerine kutsal kitabın hük­mü konusunda ısrar etmesi, Meryem'in kimliğinin temel özel­likleri dışında her şeyini silmiştir.

Bakire Meryem’in Protestanlıkta tahttan indirilmesi bazı et­kili ve ilginç tarihsel olaylara yol açmıştır. 1. Elizabeth’in salta­natının başlarında Anglikanizmin sistemli olarak geri getiril­mesi (üvey kız kardeşi Mary’nin başarısız olan, Katolikliği geri getirme girişiminin ardından Anglikanizm! yeniden kurmak zorunda kalmıştı), devlet tarafından alınan çarpıcı Katolik karşın önlemler arasında, Bakire Meryem resimlerini ve hey­kellerini bulup imha etmeyi amaçlayan bul-yok et görevleri de vardı. Keskin zekâlı Helen Hackett gibi çeşitli uzmanlar, baki­re gücünün karmaşık bir şekilde yeniden düzenlenmesinin bir parçası olan bu Meryem karşıtı kampanyaları incelemiştir. Meryem’in resim ve heykellerinin imhasını, yerine yeni bir Protestan Meryem örneği (kraliçenin ta kendisi) getirebilmek

için eski Katolik bakiresini imha etmenin bir yolu olarak gör­memek zordur.

Bakire Kraliçenin Yaratılması

VIII. Henry’yle ikinci karısı Anne Boleyn’nin kızı olan Eliza- beıh Tudor, hayatı boyunca hiçbir zaman tam olarak Bakire Meryem’le karşılaştırılmamışım Bu, kutsal kitabı temel alan Anglikan bakış açısından kutsal şeylere karşı saygısızlık olur­du. Ayrıca bu. Bakire Meryem’in İncillerdeki oynadığı rol dü­şünüldüğünde mantıklı da olmazdı: 1563’te çıkarılan Dinin Otuz Dokuz Maddesi’nin şartlarına göre, tacı taşıyan kişi İn­giltere Kilisesi’nin de başı olurdu. Bakire Meryem’in Tann’nın isteği karşısındaki övgüye boğulan sonsuz itaatkârlığıyla, bir ulus ve devlet dini yönetmekten daha az uyumlu bir şey hayal etmek zordur. Ancak simgesel popülerlik bakımından, nere­deyse Bakire Meryem’in kendisine eşdeğer bir bakire kişilik yaratma süreci (uzun zaman almıştır) olmadan Elizabeth'in saltanatı hiçbir şeydir.

Bunun ne kadarının kasıtlı olduğunu, ne kadannınsa uzun süre tahtta kalan ve sevilen hükümdarlara eşlik eden ilginin tesadüfen artmasından kaynaklandığını söylemek zordur. Eli­zabeth'in kamuoyunu idare edip yönlendirmedeki ustalığı göz ardı edilecek gibi değildi. Elbiseleri, mücevherleri, portreleri ve kraliyet gezileri ile kendi topraklarında görmesini ve görül­mesini sağlayan atıyla çıktığı kısa ziyaretler için cömertçe para harcardı. İspanyol Donanması’yla savaşmadan önceki gece as­kerlerine yaptığı efsanevi konuşmada olduğu gibi, Elizabeth’in hem görsel hem sözel hitabet yeteneği tartışılmazdı. Üzerine gümüşten bir zırh taktığı Athena’yı andıran beyaz bir elbise giymiş Kraliçe, adamlarına, “Zayıf, güçsüz bir kadının bedeni­ne sahip olabilirim ama bir kralın, hem de bir İngiltere kralı­nın yüreğine ve midesine sahibim," diye seslenmiştir.

Elizabeth’in yöneticilik görevine karşı kralca tutumu tartış­malara yol açan ve kurnaz bekâretinde önemli bir rol oyna­mıştır. Taç giydiğinde yirmi beş yaşında olan Elizabeth, üvey

kardeşi VI. Edward’ın kısa bir süreliğine tahta geçtiği dönem­de bekâr kalmak için izin isteyerek tercihini bekâretten yana kullandığım çoktan ilan etmiştir. Üvey kız kardeşi Mary’nin kraliçe olduğu ve birçok Avrupalı prensin genç prensese evli­lik teklifleri etliği dönemde, “diğer şeyler içinde beni en çok sevindiren ya da memnun eden olduğum durumda kalma” ar­zusunu yinelemiştir. Ama (varsayımsal olarak) doğurduğu ço­cuklar ileride üvey kardeşlerin herhangi birinin çocuğunun olası rakibi olabilecek üçüncü sırada yer alan bir prensesten geldiğinde kabul edilebilir olan (tuhaf olsa bile) bir davranış, Elizabeth kraliçe olduğunda düşünülemez olmuştur.

VIII. Henry’nin taç giyecek üçüncü ve son çocuğu olan Eli­zabeth, erkek ve kız kardeşlerinin varis bırakamaması nede­niyle aynı zamanda Tudor Hanedanı’nın da son temsilcisi ol­muştur. Elizabeth ya evlenip çocuk sahibi olabilir ya da kendi­siyle birlikte Tudor soyunun ölmesine izin verebilirdi. İç ve dış siyasetler de Elizabeth’in üzerindeki evlilik baskılarını artır­mıştı. İngiltere, Avrupa'da müttefiklere ihtiyacı olan küçük ve izole bir ülkeydi ve taht için sırada bekleyen bir sonraki kişi, VIII. Henry’nin kardeşi Margaret’ın torunu, Katolikliğe sada- . katle bağlı Iskoçya Kraliçesi Mary’ydi. Mary, Fransa’nın ve Av­rupa’daki diğer güçlü Katolik ülkelerin desteğine sahipti (so­nunda oğlu VI. James Elizabeth 1603’te öldükten sonra tahta çıkmıştır). Ama Katolik devrinde Kanlı Mary’nin uyguladığı dehşet verici eziyetlerin hemen ardından bir Katolik kraliçe­nin daha tahta geçmesi fikri, bu eziyetlerin hâlâ kanayan yara­sını taşıyan İngiliz Protestanlar için kesinlikle kabul edilecek bir şey değildi. Elizabeth’in ilk parlamentosu 1559’da toplan­dığında, kraliçenin evlenmesini resmen talep etmek için pek vakit kaybetmedi.

10 Şubaı’ta Elizabeth bunu, evlilik olasılığını tamamıyla red­detmekten dikkatlice kaçındığı ama hoş karşılamaktan da geri durduğu bir demeçle cevaplamıştır. Yeni taç giymiş olan krali­çe, eğer bekâr kalmayı sürdürmesinin kendisi için en iyisi ol­duğu fikri Tanrı’yı memnun edecekse, bunu zevkle yapacağını söylemiştir. Öte yandan Tanrı’nm, “ülkeyi yönetmeye uygun olan ve krallığın benden gelebilecek çocuklardan belki de da­ha faydalı olabilecek bir varisten yoksun kalmaması için uy­gun bir zaman” vermesini ümit ettiğini de söylemiştir. Konu­yu Tann’mn eline bırakmak evet ya da hayır demeyi reddet­menin en politik yoluydu.

Bu, Elizabeth'i evlenmeye teşvik eden iki parlamento talebi­nin ilki ve kraliçenin bunlara cevaben verdiği ûç demecin il­kiydi. Bu iki talep ve ûç cevap süresince (1559, 1563 ve 1569’da), Elizabeıh’in evliliğe karşı tutumlarında görünüşte meydana gelen büyüleyici değişimin izlerini sürebiliriz. 1559’da Parlamento’nun isteğini savuşturan acemi genç krali­çe, 1563’te ikinci parlamento anık otuz altı yaşındaki kraliçe­ye benzer bir talep sunduğunda biraz daha akıllanmış ve kur- nazlaşmıştır. Artık biraz daha açık sözlü olan Elizabeth arada geçen zamanda sadece kendi adamı (ve muhtemelen hayatının aşkı) olan Robert Dudley’nin değil, aralarında Avusturya Arşi­dükü Charles, İsveç Kralı XIV Erik ve hatta üvey kız kardeşi Mary’nin dul bıraktığı Ispanyah 11. Philip’in’ de bulunduğu Avrupa’nın bazı en güçlü adamlarının da evlenme tekliflerini reddetmiştir. Buna karşın Elizabeth varis sorununu yine de ol­dukça ciddiye alıyor gibiydi.

Bu ikinci talebe verdiği cevapların ilkinde Elizabeth parla­mentoya Incil'de Tanrı tarafından mucizevi bir şekilde ileri yaşla hamilelikle kutsanan Elizabeıh’in hikâyesini hatırlatmış­tır. Kendisiyle Yeni Ahiı’teki adaşı arasında benzerlik kurarak Elizabeth. bu konuda ilahi bir müdahale bekler gibi görünse de Parlamenıo’ya onların isteklerini işitip anladığını belirtmiş­tir. Kasım 1566’da bu talebe verdiği ikinci cevaptaysa Eliza- beıh’in evlilik karşıtı duruşunun daha da yumuşadığı görülür. Oluz üç yaşındaki kraliçe bu cevapta ilk defa, "eğer Tanrı ev­lenmek istediğim adamı almazsa” uygun bir zamanda evlene­ceğini beyan etmiştir. Bunu yapmak istemesinin nedenleriyse

1   Philip Ingiltere'yle arasındaki stratejik ittifakı yenilemeye can atsa da evlilik Elizabeıh’in bir sürt nedenden dolayı ciddi olarak düşünmeye hazır olduğu bir olasılık değildi. Philip'in Katolikliği ve İngiltere'de Mary'nin Ispanya kralıyla evliliğine duyulan nefretin kalıntıları bu nedenlerin sadece birkaçıydı.

açıktır: “Çocuklarımın olmasını ümit ediyorum, aksi takdirde asla evlenmezdim,” Ama evlenmesini en çok teşvik eden in­sanların koca olarak seçeceği bir adamı onaylamadıklarını açıklayan ilk kişiler olacağı konusunda da bir o kadar açık ve utanmazdı. Dahası bazılarının kendisine, “bir kere evleneceği­mi söylediğimi duymaktan fazlasını hiç islemediler,” dediğini de tepeden bakan bir küçümsemeyle açıklamış ve bu tür basit fikirleri, “üstüne kılıf geçirilmiş olsa da bundan daha büyük bir vatan hainliği görülmemiştir," sözleriyle sertçe kınamıştır.

Bu belki de evlilik fikriyle gerçekten uzlaşmaktan çok, basit bir stratejiydi. Parlamento ve Kraliyet Danışma Meclisi arasın­da uygun bir koca seçimi konusunda örneğine rastlanmamış oybirliği ile varılan bir anlaşma olmasını engelleyerek evlilikten bu kadar uzun süre kaçmayı başaran Elizabeth’in evlenmesinin istenilmesi artık pek olacak şey değildi. Elizabeth sözleriyle Parlamentoyu yatıştırmak için nihayet kendisine izin verebile­ceğini düşünmüş de olabilir çünkü hükmü akında bulunan halkın siyasi nedenlerden dolayı Elizabeth’in kimseye bağlan­mak istememesini desteklemesi gitgide daha da muhtemel gö­züküyordu. Kraliçe’nin tebaası arasında onun Protestanlığa olan derin bağlılığına büyük değer veren birçok güçlü dostu vardı. Bunların bazıları Kraliçe’nin uygun koca seçenekleri göz önünde bulundurulduğunda, ironik bir şekilde evli bir kraliçe­nin Protestan davasına, varisi olmayan bakire bir kraliçeden daha az faydası dokunacağını fark etmeye başlamıştı.

Elizabeth’in son gönül ilişkisinde bu etkili bir biçimde gö­rülmüştür. Bu ilişki, bırakın o zamanı, günümüz şartlarına gö­re bile sıradışı bir eşleşme olurdu: 1579da Elizabeth kırk altı yaşındayken Alençon dükü yirmi beş yaşındaydı. Niyetleri açıkça siyasiydi çünkü Elizabeth’le Alençon arasında bir evli­lik olması, Fransa ve Ispanya arasında beliren İngiltere karşıtı ittifak olasılığını yok ederdi. Ama Ingilizler buna tamamıyla karşıydı. Kızkurusu kraliçelerine alışmışlardı, Fransızlardan neredeyse hiç hoşlanmıyorlardı ve halkın hafızasındaki yerini hâlâ fazlasıyla koruyan Mary ve Philip'ten sonra bir başka İn­giliz kraliçesinin daha bir yabancıyla evlenmesi fikrini düşün-

mek bile istemiyorlardı. 1579’un eylül ayında yayınlanan Dis- coverie of a gaping Gulf ıvhereinto England is tike to be Swallo- wed by an other French marriage (Bir başka Fransız evliliğiyle İngiltere’yi içine çekecek ağzı açık bir uçurumun keşfi) adlı broşürün yazan olan Alençon karşıtı yazar John Stubbs, bir Kraliyet cezasını anında hak etmişti. Kraliçenin kendi işlerine karar verme hakkını sorgulamaya cüret ettiği ve Elizabeth’in kırklı yaşlarında çocuk sahibi olup olamayacağı sorusunu bile bile dile getirecek kadar akılsız davrandığı için Stubbs da ya­yımcısı da sağ ellerinden sonsuza kadar kurtarılmıştı.

Çabucak vazgeçilen Alençon ilişkisi Elizabeth’in Bakire Kra­liçe olarak yaptığı kariyerinin dönüm noktası olmuştur. Bun­dan önce. Kraliçenin eninde sonunda evleneceğine dair kü­çük de olsa uzun zamandır bekleyen bir olasılık vardı. Bundan sonra evlilik fikrinin artık ciddi olarak sözü edilmez oldu: Eli- zabeth mantıken doğurgan görülebileceği yaşı geçmişti. Bu noktadan sonra Helen Hackett’in de dediği gibi, “Kraliçe hiç şüphesiz ebedi bakire olarak göklere çıkarılacaktır.”

1582’den 1603’teki ölümüne kadar Elizabeth’in bekâreti in­sanüstü bir özellik kazanmıştır. Artemis, Selene, Diana, Vesta ya da Athena gibi betimlenen Elizabeth ve bekâreti şiirselleşti­rilmiş, yüceltilmiş ve somutlaştırılmıştır. Elizabeth’in bekâreti artık dünyevi bir insan bedenini ve bu bedenin üreme işlevle­rini etkileyen bir mesele değil, efsanevi bir kişiliğe iliştirilen fi- zikötesi bir haleydi. Elizabeth’in saltanatının başlarında, kralın (ya da ülkeyi tek başına yönetiyorsa kraliçenin) etten ve kan­dan oluşan bir “doğal bedeni” ile güçleri ve görevi fiziksel be­denin yaratılışından gelebilecek her türlü zayıflığı aşan mecazi bir “siyasi bedeni” olduğunu varsayan Kralın iki Bedeni öğre­tisi, kullanılmıştır. Böylece Elizabeth’in bir kadın olarak “do­ğal bedeninin” içsel dayanıksızlığının ve düşük değerinin, krallığının içsel dayanıklılığı ve değeri kadar önemli olmadığı ileri sürülebilmiştir. Saltanatının son yirmi yılında Elizabeth’in ve dolayısıyla İngiltere’nin halkın gözündeki “siyasi beden" imajı, zor kazanılmış ve sonunda gizemlileştirilmiş bekâreti­nin de eklenmesiyle iyice geliştirilmiştir. Elizabeth’in saltana-

tından önce bu niteliğin ancak, tahtı geçici olarak işgal edebi­lecek kadınsı ve kırılgan bir fiziksel bedene özgü olduğu dü­şünülebilirdi. Ama bu nitelik aruk daha büyük, daha önemli ve çok daha heybetli bir şeyi temsil etmeydi: Siper, sancak ve zırh olan bekâret.

“Hâzineleri Hiçbir Zaman Açılmamış Olan Kadın”

Elizabeth’in saltanatı sırasında kraliçenin ününden başka yer­lerde de yeni manzaralar ortaya çıktı. Bir yüzyılı aşkın bir sü­redir gezginler ve kaşifler nefes kesici deniz yolculuklarından, Avrupa kıyılarının çok ötesinde hayal bile edilemeyecek kadar kârlı toprakların anlatıldığı hikâyelerle dönüyordu. Bu uzak diyarların sunduğu ticaret fırsatlarının gayet farkında olan Eli- zabeih, ülkesinin ufkun ötesinde bulunandan faydalanmasını sağlamak için 1600’ün sonlarında bir kararnameyle Doğu Hin­distan Şirketi’ni kurdu. Keşif, araştınna ve yerleşme çabalarına duyduğu siyasi ve ekonomik ilginin yanı sıra kraliçeyle bu gi­zemli uzak diyarlar arasında beklenmedik bir benzerlik de vardı: Zengin ve verimli bekâretin getirdiği ün. Hatta İngilte­re’nin Kuzey Amerika’daki ilk yerleşimi olan ve 1607‘de kuru­lan Virginia Sömürgesine, kısa zaman önce ölen kraliçenin en ünlü niteliğinin ismi verilmişti.2

Avrupa yayılmacılığının görkemli bekâret söylemi (örneğin, Sör Walter Raleigh Guyana’yı, “kızlığı henüz yağmalanmamış, kirletilmemiş, kullanılmamış bir ülke” olarak nitelendirmiştir) birçok kişiye oldukça şaşırtıcı gelir. Elizabeth’in bekâreti kla­sik bir kinaye konusu olmuş olabilir ama Yeni Dünya’nın be­kâreti çoğunlukla genelevi ima eden bir “anlarsın ya”ydı. Yeni Dünya’nın topraklan, Robert Johnson’ın Nova Britaııııia (Par­layan Yıldız Britanya) (1609) adlı eserinde söylendiği gibi, “doğası gereği güçlü ve sağlam” olarak görülüyordu. Ameri­ka'nın kuzeydoğu köşesi olan Yeni İngiltere kıyısındaki kaya­lık çetin sahiller bile, “Bakire Güzellikleri Olan Bir Cennet"

2    Virginia ismi. İngilizce'de bakire anlamına gelen “virgin" sözcüğünden gelmek­ledir - ç.n.

diye övülüyordu. Hatta Thomas Morton’ın 1632'de yazdığı gi­bi, sömürgeci zihniyete sahip kaşiflere göre, bu yeni topraklar, "fethedilme^ ve zifaf yatağında âşığıyla birleşmeyi / arzulayan güzel bir bakire gibi,” Avrupalı Hıristiyan yerleşimin dokunu­şu için yanıp tutuşuyordu sanki.

Böylesine baştan çıkarıcı cenneti andıran bir arzulu ve bere­ketli bekâret görüşü etkili bir motif olmuştur. Sömürgeci ya­yılma çağma özgü betimlemelerde Yeni Dünya çoğu zaman, çıplak ya da en azından göğüsleri ortada, saçlan açık, duruşu utanmaz bir kadın olarak gösterilmiştir. Bu toprakların bu şe­kilde kadın bedeniyle somutlaştırılması, kimi zaman rahat bir hamaktan meyvelerle dolup taşan ormanlarda koşup oynayan evcil görünümlü bir avın başka bir örneğine, işaret etmektedir. Amerikalar ve dolayısıyla orada yaşayan yerliler açıkça, Avru­palI erkeklerin tekliflerine karşı koymayan, hatta bunlara ger­çekten ilgi gösteren çekici, kolay elde edilebilir ve en önemlisi bozulmamış partnerler olarak görülmüştür.

Bu kısmen temenni niteliğinde bir görüştü: Avrupa ve Bri­tanya Adalan kalabalıklaşmış, tarıma elverişli arazilerin sınır­ları zorlanmaya başlamıştı ve insanın belini büken bitmek bil­meyen çalışmanın ödülü yoksulluk, hastalık ve kötü yıllarda kıtlıktı. İnsanın geçimini sağlaması için neredeyse parmağını bile kıpırdatmasına gerek olmayan bir yerin bulunduğu fikri doğal olarak herkesin iştahını kabartmıştı. Böyle bir ortamı ta­nımlamak için cinsel anlamda hazır misafirperver bir kadın­dan daha iyi bir simge olabilir mi?

Yeni Dünya’da gerçekten de henüz yerleşilmemiş uçsuz bu­caksız topraklar ve tamamıyla sömürülmemiş ve dalından ko­parılmaya hazır başka kaynaklar vardı, yani bu görüş tama­mıyla boş bir vaat değildi. Üstelik bunun yanı sıra, kâşifler Ye­ni Dünya’dan dönmeye ve okyanusun öteki yanında yaşadık­ları serüvenleri yayımlamaya başladığında, görünüşe göre Av­rupalIlara tıpkı topraklan gibi seve seve teslim olan bakire ka­dınlarla girdikleri cinsel ilişkiler hakkında dinmek bilmeyen bir masal yağmuru üretmişlerdir. Carolina kâşifi John Law- son’ın 1709’da basılan hikâyeleri gibi anlatılarda, sadece yerli kadın ve kızlarla değil, arzulu ve “doğası gereği” önüne gelenle yatıp kalkan ve cinsel yaşamlarına “doğa onlan teşvik eder et­mez" başlayan yerli kadın ve kızlarla yaşanan cinsel eğlencele­rin şehvet düşkünü ve şüphesiz abartılı tarifleri yer alır. Hatta Lawson’ın iddiasına göre bundan daha da iyi olan şey bu ka­dınların, azgın sömürgeci arzularına yenik düşse bile isimleri ya da yaşanılan kesinlikle mahvolmayacak kadınlar olmasıdır: “Hiçbir kadının ismine asla leke sürmemiş ya da en azından yükselmesine mani olmamış çok sayıda efendi adam, ne kadar zamparaysa o kadar onurludur.”

Bu tariflerin bazılan bugün “seks turizmi” diyebileceğimiz şeyin keskin pis kokusunu yayarlar. Virginia eyaletinin tarihçi­si ve zengin çiftçilerinden olan Robert Beverley, “Ortamın Ace­milerinin" kendilerini ağırlayanlar tarafından davet edildiği fazlasıyla cömert bir yerli haremi diyebileceğimiz bir şey tarif etmiştir. Buna göre yerlilerin yaşadığı bölgeye gelen Avrupah ziyaretçi için, kendisine hizmet etsin, onu soysun ve her biri bir yanında yatsın diye “bir çift genç güzel bakire” seçilirdi. Beverley’nin vaadine göre bu cinsel olmayan bir davranış de­ğildi çünkü kadınlar “adamın [ziyaretçinin] onlardan istediği her şeye boyun eğmemenin misafirperverliğe aykırı olduğunu düşünürdü.”

Bunun gibi hikâyeler hem Kuzey Amerika topraklarında hem de Avrupa’da farklı tepkiler doğurmuştur. Bir yandan dindarların Yeni Dûnya’nm belli ki ahlâksızlığa alışmış yerlile­rini medenileştirmek ve Hıristiyanlaştırmak için misyoner gönderme kararını güçlendirmiştir. Öte yandan bu hikâyeler, servet bulmak için Kuzey Amerika sömürgelerine (Virginia, Maryland ve özellikle Kuzey ve Güney Carolina) giden sayısız bekâr erkek için cezbedici bir olasılık sunmuştur. Bu hikâyeler o kadar etkilidir ki zengin bir çiftçi ve devlet adamı olan Willi- am Byrd gibi bazı beyaz Avrupahlar, Amerika’nın yerli kabile­lerini ziyaret edip Beverley’nin hikâyelerinde vaat edilen ateşli bir kız-kıza etkinliğin kendilerine sunulmadığını görünce, açıkça hakları olduğunu düşündükleri şeyi almadıkları için ol­dukça sinirlenmişlerdir.

Bu lür hikâyelerin ve iddiaların ne derece doğru olmuş olabi­leceğini bu tarihsel uzaklıktan değerlendirmek neredeyse im­kânsızdır. En azından bazı yerlilerin, Avrupa'dan gelenlerle orada yaşayan yerliler arasında karşılıklı ittifaklar kurabilmek için kadınlarını paylaşmaya niyetlenmiş olması muhtemeldir. Öte yandan dil, kültür ve göreneklerin getirdiği engeller böyle bir niyetin Avrupalılar tarafından kolaylıkla (ve bazen belki de kasten) anlaşılmamasma yol açmıştır. Buralara ilk olarak yerle­şen sayısız erkek hayatta kalabilmek için nikâhsız yerli karıları­nın çeviri yapmasına, yön bulmasına ve bu yabancı topraklarda karınlarını doyurmalarına yardım etmesine bağımlı olmuştur ama buna karşın yine de Avrupalı erkeklerin çoğu bu “vahşile­ri” ciddi partnerler olarak düşünmemiştir. John Rolfe’nin 1614’te Pocahontas’la evlenmesine (ve masrafları Virginia Şir­keti tarafından karşılanan İngiltere gezileri sırasında gelen şöh­retlerine) gösterilen büyük ilginin de kanıtladığı gibi, bir Avru­palIyla Amerikalı bir yerli arasında yapılan tamamıyla meşru bir evlilik pek benzeri görülmemiş sıradışı bir durumdu.

Pûritenler

Amerika Birleşik Devletleri’nde, Yeni Dünya’ya yerleşenleri simgeleyen manzarada başrolü, Massachusetts Körfezi Sömür- gesi’nin Püritenleri oynar. Protestanlığın son derece Kalvinist bir türü olan bu tarikatın azimli üyelerinin devlet dinine karşı dirençleri, kendi ahlâki ve ruhani saflık anlayışlarına gönül­den bağlılıkları ve saldırgan olmaları, İngiltere’de gerilim ya­ratmış ve sonunda savaşın (İngiliz İç Savaşı) kesin olarak pat­lak vermesine katkıda bulunmuştur. Savaştan önce ve bilhassa savaştan sonra, Pûritenler, özellikle de daha uzlaşmaz olanlar barınmak için çoğunlukla, inançlarına ya daha olumlu yakla­şan ya da hiç olmazsa karşı çıkma olasılığı daha düşük olan yerler aramıştır.

Bu yerlerden birisi Kuzey Amerika’nın doğu yakasıdır. Hem Virginia Sömürgesi hem de Massachusetts Körfezi Sömürgesi, Pûritenler tarafından, İngiltere’de kurumsallaştıramadıkları

Kutsal Cumhurıyet’i Yeni Dünya’da kurmayı deneme ilkesi üzerine kurulmuştur. Bu tasan Massachusetts’te başanlı ol­muştur. 1648’dedört Massachusetts topluluğu Cambridge Ta- sansı’nı kabul ederek yetkinin “seçilenlerde,” yani Püriten ce­maatlerin en ahlâklı ve dindar erkek üyelerinde toplandığı bir hükümet şekli kurmuştur. Bu seçilenler topluluklanna, tıpkı ailelerine olduğu gibi reislik ederek hizmet vermiştir. Kalvinist Protestan ailenin oluşturduğu “küçük Cumhuriyet" böylece o zamanlar Massachusetts’in taşlı topraklarından çıkanlan bü­yük cumhuriyetin temel yapı taşı olmuştur.

Bekâret hem gerçek hem de mecazi anlamdaki cumhuriyet­ler için ciddi biı konuydu. Bekâret, kadınlar için uygun hayat düzeninin bir parçası olduğu kadar, bir kadının ve ailesinin bu ayrılmaz topluluklar içerisindeki itibarını belirleyen bir etken­di de. Evli olmavan bir kadın bekâretini kaybettiğinde bu, top­lumsal ve ekonomik bir krize yol açardı çünkü kadının evlen­me olasılığını neredeyse yok ederdi. Kadının aileye reislik et­mesiyse kabul edilemez bir şeydi. Ancak bir erkek ailesini yö­netebilir ya da cemaat içerisinde temsil edebilirdi.

Kaybedilmiş bekâret aynı zamanda ideolojik ve dogmatik bir krizdi. Püriıenlerin inancına göre, nasıl bir aile üyesinin yanlış yapması ailenin geri kalanının adını lekeleyebiliyorsa, cumhuriyetin bir üyesinin işlediği günah da Tann’nın gazabım bütün topluluğun üstüne çekebilirdi. Bu sondan kaçmak için cezalandırılmak ve tövbe etmek gerekirdi: Örneğin, yanlışı ya­pan kişiyi üzerinde işlediği günahın niteliğini gösteren bir işa­ret taşırken belli de elleri ve kafası tahta bir boyunduruğa sı­kıştırılmış bir durumda herkesin içinde ayakta durmaya zorla­mak. Püriten cezaları, çağımız insanlarına çoğu zaman gerek­sizce aşağılayıcı görünse de, işin püf noktası, bu cezaların in­sanların gözü önünde uygulanması ve utanç verici olmasıydı: Tanrıya yeterince tazminat ödenmemiş olabileceğine dair kor­kuları gidermek için adaletin yerini bulduğunun görülmesi gerekirdi.

Cinsellik kurallarım ihlal eden Püriten kadınların herkesin gözü önünde yngılanması, bazı tarihçileri evlilik öncesi cinsel ilişkinin Massachusetts Körfezi Sömürgesi’nde salgın olduğu varsayımına götürmüştür. Ancak gerçekte durum oldukça farklı gibidir. Tarihçi Else Hambleton’ın çalışmalarının onaya çıkardığına göre bu dönemde, ya evli olmayan anneler ya da hamile gelinler olarak evlilik öncesi bekâret tabularını ihlal et­tiği bilinen kadınların sayısı oldukça azdır. Ayrıca evli olma­yan annelerle hamile gelinlerin sayası genellikle, en azından 17. yüzyılda, neredeyse aynı olmuştur: Massachuseıts’in Essex bölgesinde 1641 ve 1685 yıllan arasında, çocuk doğunnasıyla zina yaptığı ortaya çıkan 135 evli ve 131 bekâr kadının adın­dan söz edilmiştir.

Evlilik dışında hamile kahp evlenmeyi becerenlerle becere­meyenler arasında birkaç önemli fark vardı. Bu fark bazıları­nın yargılanması, bazılannın yargılanmaması değildi. Evli ol­madan çocuk doğuran kadınlarla evlendikten sekiz ay sonra çocuk doğuran kadınlar aynı şekilde yargılanırdı. Aradaki fark, ayn cezalar uygulanması da değildi çünkü para cezaları, kırbaçlamalar ya da başka tür cezalar, kadının evli olup olma­dığına bakmaksızın verilirdi. Bu fark, yaşla ilgili de değildi çünkü zina yargılamalarındaki kadınların çoğunun yaşı yirmi beşin altında, yarısından fazlasının yaşıysa on beşle yirmi ara­sındaydı. Aradaki fark kadınların en başta nasıl hamile kaldı­ğıyla ve bunun ileriki yaşamlarını nasıl etkilediğiyle ilgiliydi.

Bebekleri doğduğunda evli olan kadınların topluluğa tekrar tamamıyla dahil edilme olasılığı daha yüksekti. Bunun nedeni kısmen, pişmanlık verici kusuru birlikte işledikleri adamlarla evli olmalarıydı. Öte yandan zinadan suçlu bulunan kadınla­rın dörtle üç gibi büyük bir çoğunluğu hiçbir zaman koca bu­lamazdı. Böylesine evlilik merkezli bir kültürde bu, yaşamları­nın geri kalanını toplumsal, ekonomik ve dinî açıdan bir ke­nara itilmiş şekilde geçirmelerine neden olurdu. Evli olmayan bu annelerin, başka kadınlarla evli olan ve toplumsal ve eko­nomik açıdan üst sınıflarda yer alan adamların çocuklarını do­ğuruyor olma olasılığı çok yüksekti. Bu adamlar yaşça kendi­lerinden epeyce de büyük olurdu. Essex bölgesinde evli olma­yan genç kadınları kapsayan zina davalarında para cezasına «çarptırılan erkeklerin yaklaşık % 6O’ı en az yirmi yedi yaşın­daydı. Haınbleton'a göre bu yaş ve toplumsal konum farkları, “duygusal bir bağın değil, sömürücü bir ilişkinin kanıtıdır.”

Topluluklarının gözünde, erkek oldukları için hamile bırak­tıkları kızlardan daha önemli olan bu adamlardan herhangi bi­tlisinin davranışı için cezalandırılması nadiren görülmüştür. Bu da Püriten Yeni İngiltere bölgesinde, bekâretini daha yaşh, daha güçlü ve çoğu zaman sömürücü olan adamlara kaybedip hayatlarının geri kalanı boyunca bunun bedelini ödeyen ka­dınların oluşturduğu bir alt sınıf doğmasına neden olmuştur. Evli olan ve olmayan zinacılann yasaya göre eşit olarak ceza­landırıldığı Kutsal Cumhuriyette bu ahlâk suçunun cezalandı­rılmasındaki yüzeysel eşitlikçiliğe karşın, evlilik dışında kay­bedilen bekâret için ödenen kefaret gerçekte iki taraftan yal­nızca biri için ayrılmıştır.

 



[1] Latince "The cowl does not make ıhc monk". “Görünüşe aldanma” anlamında bir deyim.

[2] Burada Robert Palmcr’m “Bad Case of Loving You" (Seni Sevmek Hastalığı) ad­lı şarkısının nakaratında geçen “Docıor, docıor, givc me ıhe news” dizesine gönderme yapılmakladır - ç.n

[3] Hoodoo erken 19. yüzyıl dönemi Afro-amerikan kûltûrjinc ait bir terimdir.

Afrika. Amerika ve Avrupa yerel halk inanışları ve ritûellerinin oluşturduğu bir harmandır.

' İlk gece hakkı - ç.n.

[4] Kitabın orijinalinde “dare double-darc" olarak geçiyor. Burada “Doublc Dare” isimli Amerikan TV şovuna gönderme yapılır.

[5] Ne kadar çok değişirse o kadar aynı kalır.

[6] Katherine Grubu da denilen, 13. yüzyıldan kalına beş Ortaçağ Ingilıeresi met­ninden oluşan, dini münzevilere adanmış, bekâretin erdemlerini öven yazılardır.

[7] Orijinal metinde “grrrl power" olarak geçen güçlendirme anlamındaki terim. 1990 ların sonlarından 2000'lere uzanan kültürel bir olgu haline gelmiş ve er­ken 1990'lardaki feminist punk hareketi Riot Grrrl'e atfen feminist ıcrmiııoli- jiye girmiştir.

[8] Bu belgenin yazarıyla İsa’nın kendisi arasındaki ilişkinin yapısı uzun süren tar­tışmalara konu olmuştur. İsa’nın kız ve erkek kardeşlerinin varlığına olanak ta­nıyan ve Incil’de balısedilen, ama aynı zamanda Meryem’in daimi bekâretine de olanak tanıyan açıklamalar çok sayıda ve birçok farklı şekilde olmuştur..

[9] Sözcüğün İngilizcesi St.John's wort şeklinde Aziz Yuhanna bitkisi anlamındadır - ç.n.


Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar

Yorumlar