Kadınların Çileli Hayatı 1
| |
Bekâretin “El Değmemiş” Tarihi
Hanne Blank
Önsöz:
Türkiye’de
Bekâretin “El Değmemiş” Tarihi
Emek Ergün
Soruna yol açan kadının bedeni değil, o bedene
yatının yapılma biçimleridir.
- Butler, 1987:139
Kadın
bedeninin ve cinselliğinin, aile, eğitim, hukuk, tıp, dil ve din gibi başlıca
toplumsal kurumlar yoluyla sürekli gözlem ve denetim altında bulundurulması,
ataerkil düzenlerin özünü oluşturur. Bu kurumlann başında gelen baba rolündeki
devlet, kimi zaman açıktan açığa, kimi zamansa el altından, kadınların hem
emek üretme hem üreme anlamındaki üretkenliğini, erkek egemenliğini sürdürme
yolunda var gücüyle yönetmeye çalışır. Diğer birçok ataerkil toplumda olduğu
gibi, Türkiye’de de kadınlar, bedensel ve cinsel olarak birçok kontrol mekanizmasına
maruz bırakılır. Namus kavramıyla ayrılmaz bir bütün oluşturan bekâret olgusu,
bu kontrol mekanizmalarından biridir, hem de en gûçlülerinden biri.
Bekâret,
tanımlaması çok kolay bir kavrammış gibi görünür. Ne de olsa bu sözcüğü günlük
yaşamımızda sıkça duyar ve kullanırız. 5N IK’lik bir konuymuşçasına,
arkadaşlarımızla bekâretimizi ne zaman, nerede, nasıl, neden ve kiminle
kaybettiğimize dair ayrıntılı konuşmalar yapar, “Acaba bekâretimi kaybettim
mi?” korkusuyla doktora koşar ya da Güzin Abla köşesini “Mastürbasyon bekâreti
bozar mı?” gibi sorularla donatırız. Ama bekâretin ne olduğunu ya da
olmadığını, bunun kimin tanımı olduğunu sorgulamayız hiç. “Kimin namusu?”
sorusu kulağı tırmalamazken “Kimin bekâreti?” sorusu saçma gelir, çünkü
bekâret, Hanne Blank’in de anlattığı gibi, zaman içerisinde toplumsal bir kurgu
olmaktan çıkarılmış, temeli bedenimize atılmış, bireysel ve fiziksel bir
olguya dönüştürülmüştür. Peki nedir bekâret? Bir bilmece midir dilden dile dolaşan
ve kansız cevabı olmayan:
Gözle görülmez, elle tutulmaz.
Bıraktığı kanın altında yatar beyaz, Ya bir çarşaf yatakta durmaz. Ya kefen
başında bir çığlık avaz avaz. Bil bakalım nedir bu maraz...
Yoksa
duyduğumuzda, ardındaki erkek egemen zihniyeti sorgulamadan gülüp geçmemiz
beklenen bir fıkra mıdır:
Adamın biri evlendikten iki gün sonra
karısını öldürür ve hakim huzuruna çıkarılır. Hakim sorar, “Neden öldürdün oğlum
kannı?” Adam, "Bakire değildi Hakim Bey,” der. Hakim, “O zaman neden
birinci gün öldürmedin?” diye sorduğunda, adam, “Birinci gün bakireydi Hakim
Bey,” diye cevap verir.
Fıkra
bitti, burada gülmemiz lazım... Oysa olmuyor, gülemiyoruz. Hakim ne demek
istiyor burada, diye düşünüyoruz umarsızca gülmek yerine. Neden gerekeni yapıp
anında öldürmedin de bir gün daha yaşamasına izin verdin kadının, demeye
getiriyor hakimin sorusu. Hani adam kadını evliliğin ilk günü öldürse hakh
çıkacak ve bir cinayet daha namus gerekçesiyle görmezden gelinecek. Ne de olsa
hiç zaman kaybetmeden kanı akıtmak lazım çünkü hepimiz biliyoruz; namus beklemez,
kirlendi mi çamaşır suyuyla değil, ancak kanla temizlenir. Gülüp geçmemiz
gerekiyor bu fıkralara ama yapamıyoruz. Hepimizin bir şekilde canını yakmış
bekâret/namus dediğimiz bu meret; kinıimizinkini daha çok, kimimizinkini daha
az. Öyle gülüp geçemeyiz.
Bekâretin
ne anlama geldiğini öğrenmek için bilmeceleri, fıkraları bir kenara bırakıp
ilkokuldan içimize işleyen bir alışkanlıkla sözlüğe bakabiliriz. Türk Dil
Kurumu’nun (TDK) internet üzerindeki Güncel Türkçe Sözlüğü’nde “bakire” sözcüğünü
aradığımızda, karşımıza “cinsel ilişkide bulunmamış (dişi), kızoğlan,
kızoğlankız” açıklaması, “bekâret” sözcüğüne baktığımızdaysa, “kızlık; saflık,
temizlik, masumluk” gibi anlamlar çıkıyor karşımıza. Günlük dilde bekâret
yerine daha çok kullanılan “kızlık” sözcüğünün anlamına baktığımızda da,
“cinsel ilişkide bulunmamış bayanın durumu, bir kadının evlenmeden önceki
yaşantısıyla ilgili” tanımlarını görürüz. Bu açıklamalara göre, cinsel ilişki
ve/veya evlilik, Türkiye’de bekâretin ana ölçütlerini oluşturuyor. Bir de tabii
“kızlık zan” diye bildiğimiz anatomik yapı var ki bunun etraflıca açıklaması
sözlüklere sığmaz, sığdırıldığında da sayısız kadının yaşamını derinden
etkileyen ataerkil bir tanımla değil, toplumsal, politik ve ekonomik
çağrışımlardan arındırılmış basit bir anatomik tanımla karşımıza çıkar. Ama
yine de sözlüğe bakmakta fayda var. Bedenimizdeki bu varla yok arası zar, erkek
egemen dil kuruntumuz tarafından nasıl tanımlanıyor, anlamlandınlı- yor görmek
lazım. Görelim ki bedenimizi acilen, yeniden nasıl tanımlamamız gerektiğinin
iyice farkına varalım.
TDK
sözlüğünde kızlık zarı, “cinsel ilişkide bulunmamış kızların döl yolunu kısmen
kapayan zar, himen” diye açıklanıyor. Tıpkı bekâret gibi, cinsel ilişki ve,
burada açık açık söylenmese de, bekâretin ayrılmaz bir parçası olduğu evlilik
ölçütleriyle tanımlanan “kızlık zarı," kızlarda, yani henüz zifaf
yatağında penisin sihirli dokunuşuna nail olmamış ve kadınlık mertebesine
erişmemiş dişi insanlarda “dölyolunu” sanılanın aksine tamamıyla değil, kısmen
kapatan zardır. Hanne Blank’in bu kitapta sunduğu kapsamlı tarihsel çalışmanın
da gösterdiği gibi, bu zarın tıpta adının konulmasıyla ve tıp kuruntunun da
toplum üzerinde büyük bir güç elde etmesiyle birlikte, bekâret adlı kontrol
mekanizması ataerkil toplumlarda ciddi bir değişim geçirmiş ve doktorlar,
kadınların bedenleri ve cinsellikleri üzerinde hiç de azımsanmayacak bir
yetkiye kavuşmuştur. Bu sözlük tanımında dikkati çeken önemli bir ayrıntı da,
vajina olarak da bildiğimiz beden parçasının döl, bir başka deyişle meni ya da
spermin geçtiği yol olarak adlandırılmış olmasıdır. Bu adlandırma kadın
bedeninin yok sayılarak, tamamıyla erkek bedeni üzerinden tanımlanmasını örneklendiren
sayısız ataerkil kullanımdan sadece biridir.
Bu
bağlamda, bekâret sözcüğünü “bekâr/et” olarak da okuyabiliriz: Ataerkil
düzende bakire kadın bedeni, henüz evlilikle sahiplenilmemiş bir et
parçasıdır. Ama bu okuma, kadın bedeninin evliliğe kadar sahipsiz ve serbest
kaldığı anlamına da gelmez çünkü bu beden, evlilik kurumu yoluyla babadan kocaya
geçer.
Feminist
çeviri olarak tanımladığım bu çeviri projesini yürütürken,
İngilizce’deki “hymen” sözcüğünü “kızlık zarı” olarak değil de, “himen” olarak
çevirmeyi tercih etmemin nedeni de kadın bedeninin bu tür erkek odaklı
tanımlamalarına karşı bir söylem oluşturmaktı. Kadınları, fiziksel yapısı
bakımından küçücük, bedendeki işlevi bakımındansa önemsiz olan, ama üzerine
yüklenen anlamlar bakımından kocaman ve hayati görünen bir zarın varlığı ve
yokluğuna dayanarak kız ve kadın olarak ikiye ayıran kan sevici bir kültürü
yansıtır “kızlık zarı” terimi. Yetişkinliğe, olgunluğa, kısacası kadınlığa
giden yolun sadece ve sadece penisten ve penisin kanattığı vajinadan geçtiğini
ifade eden bu sözcük, duymasak varlığını bile fark etmeyeceğimiz ama her
fırsatta bize hatırlatılan bir zarın yaşamlarımız üzerinde kurduğu baskıyı
ifade ettiği için, kitap boyunca, “hymen” sözcüğünü “himen,” bugün artık pek
kullanılmayan; ancak benzer anlama gelen “maidenhead” sözcüğünü aradaki farka
dikkat çekmek için “kızlık zan” olarak çevirdim.
Mary
Daly’nin dediği gibi, “Ataerkil düzen aldatmacasını mitle sürdürür,” bekâret de
ataerkil düzenin yarattığı kurgulardan, mitlerden birisidir (1978: 44).
Aslında tanımı sürekli ama çok yavaş değişen ve çocukluğumuzdan itibaren sahip
olduğumuz en önemli şey olarak içimize işletilen bekâreti, doğanın
kanunuymuşçasına özümsüyor ve bekâretin yaşamımızda yarattığı cinsel terörü
sorgulamadan kabul ediyoruz. Oysa bekâret, ataerkil kültürlerin kendi
elleriyle yarattığı ve somut hiçbir dayanağı olmayan soyut bir kavramdır. Hatta
birçok kadın bedeninde fiziksel bir varlığı olan himenin bile, bekâretle olan
ilişkisinden dolayı bulunduğunu değil, icat edildiğini söyleyebiliriz. Vajina
gibi bol kıvrımlı ve çok katlı bir organda, kolayca gözden kaçırtabilecek,
varla yok arası, incecik bir zara “himen” adını vererek, tıp bilimi özünde
işlevsiz bir zar parçasını, isimli ve işlevli hale getirmiştir. Dilin var edici
gücünü göz önüne aldığımızda, himenin isimlendirilmesiyle hem himenin kendisi,
hem de bekâret, fiziksel bir varlık kazanmıştır. Bekâreti bir kurgu, bir mit
olarak görmemin nedeni budur. Bu yüzden de namusu nasıl erkek egemen kültürlere
özgü toplumsal bir kavram olarak sorguluyorsak, bekâreti de aynı şekilde
kişisel, özel bir konu olmaktan çıkarıp ataerkil top- lumların bir yaratımı
olarak soiğülamahyız.
Ülkemizde,
cinsel ilişki ve evlilik ölçütleriyle tanımlanan bekâret kavramı, dolayısıyla
heteroseksüellik kurumuna da sıkı sıkıya bağlıdır. Kısaca cinsel birleşme denilen,
penisin vajinaya girmesine dayalı cinsel ilişki (sanki başka türlü cinsel
birleşme yaşamak mümkün değilmiş gibi), yalnızca evlilik sonrası gerdek
gecesinde gerçekleşmesi makbul görülen ve çarşaftaki kan lekesiyle bekâreti
sona erdirmesi beklenen olay olarak kabul edilir. Bu durumda, bekâret ancak bir
vajinayla bir penis, bir kadınla bir erkek arasında sonlandınlabilir. Dolayısıyla
bu erkek egemen cinsellik anlayışı, erkeklerle cinsel birleşme yaşamamış
lezbiyenleri ömür boyu bakirelik ya da kızlık konumuna mahkum ederek kadınlık
konumundan men eder. Eşcinsel kadınlar kadından sayılmaz çünkü cinsel ilişki
kurdukları kadınlarda, erkeğinki gibi, onları bir dokunuşta kadına dönüştürecek
sihirli bir değnek yoktur.
Türkiye’de
bekâret ve namus kavramları birbirinden ayrılmaz bir ikilidir. Nawal el
Saadawi’nin Arap toplumları için söylediği sözler, Türkiye için de geçerlidir:
“Bizim Arap toplu- mumuzda çarpık bir namus kavramı vardır. Bir adamın namusu,
ailesinin kadın üyelerinin himenleri sağlam olduğu sürece güvendedir. Namus,
adamın kendi davranışlarından çok, ailedeki kadınların davranışlarıyla
ilişkilidir” (1980: 31). Türkiye’de kadının evlilik öncesi bekâret konumunu
elinde bulundurması, sadece “bacaklarının arasındaki” zan korumasına değil,
toplum içerisindeki davranışlarına da bağlıdır. Özellikle erkeklerle
ilişkilerinde son derece dikkatli davranmak zorunda olan kadınlar, uygunsuz
görülen ve cinsel içerikli yorumlanan bir davranış sergilediklerinde ya da
böyle bir dedikodunun malzemesi olup “milletin diline düştüklerinde”, ailelerinin
namusunu lekeledikleri gerekçesiyle babaları, ağabeyleri, nişanlıları, kocalan,
oğulları vesaire tarafından cezalandınlabi- lir, hatta öldürülebilir. Bekâretle
namus kavramlannm en kanlı birleşimi de, erkek egemen kültürün kan ve ölü
seviciliğini yansıtan bu tür örneklerde kendini gösterir.
Türkiye
gündeminde bekâret tartışmalan, çoğu zaman bekâret muayenesi çerçevesinde
gerçekleştirilmiştir. Konu ilk olarak 1988’de, Harita Genel Komutanlığı’nın işe
alacağı bekâr kadınlardan bekâret raporu istemesiyle gündeme yerleşmiştir. Bu
talebi protesto etmek isteyen kadmlann kurumu telefon yağmuruna tutmasıyla
birlikte, medya da bekâret muayenesi uygulamasına dikkatini yöneltmiştir.
Kapak sayfasından devletin bu talebini, erkek egemen kültürün bir sorgulaması
olarak değil de, modernleşme yolunda çuvalladığımızı gösteren bir “Skandal”
olarak duyuran Ikibine Doğru dergisinin 53. sayısı, 1980’den beri
ordunun işe alacağı kadınlara bekâret muayenesinden geçme şartı koştuğunu dile
getirmiştir (Yalçın, Yalçın & Murathan, 1988: 8). Ortadoğu Teknik
Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olan Yıldız Ecevit’le yapılan
bir röportajı da içeren bu haberde, Ecevit durumu korkunç olarak nitelendirmiş
ve uygulamanın, kadın bedeni ve cinselliğini, toplumsal düzen için bir tehlike
ve alınıp satılabilecek bir mal olarak gören asırlık bir görüşü yansıttığım
ifade etmiştir (ibid: 10).
Bekâret
muayenelerinin toplumsal gündemde 1980’lerde sorgulanmaya başlaması çok da
tesadüfi olmamıştır. 1980 sonrasında güç kazanmaya başlayan kadın hareketi,
1989’da Ankara’da farklı kadın örgütlerinin başlattığı, “Bedenimiz Bizimdir,
Cinsel Tacizi Durdurun” adlı büyük çaplı kampanyada bekâret muayenelerini
açıkça sorunsallaşıırmıştır. Kampanyada hükümetten, bu muayenelerin talebi,
teşviki ve uygulamasının durdurulması için harekete geçmesi istenmiştir. 1990
yılında. Kadın dergisinin İstanbul’da düzenlediği, “Bekâret ve Evlilik
Öncesi Cinsel İlişki” adlı panelde, avukat Selma Atabek, kadın bedeninin
babalar, ağabeyler, amcalar, dayılar, okullar, yurt yöneticileri ve polis
tarafından denetim alımda tutulduğunu ve kadınların bedenleri üzerindeki
denetimi yeniden ele geçirmesi gerektiğini belirtmiştir (Panelde ‘Bekâret’
Tartışması, 1990). Aynı panelde, sanatçı Füsun Erbulak ise, kızların doğar
doğmaz “kızlık zarlarından” kurtarılması gerektiğini belirtmiştir (ibid).
1980'lerde
bekâret muayenesi tartışması ara sıra ana akım medyada ve solcu yayınlarda ele
alınsa da, 1992 yılma kadar konu ciddiye alman bir gündem maddesine
dönüşmemiştir. 1992’de, okul müdürleri tarafından bekâret muayenesinden
geçirilmesi istenen iki lise öğrencisinin kendilerini öldürmesiyle, konu hem
ülke genelinde, hem de uluslararası arenada bir anda dikkatleri üzerine
çekmiştir. İntihar eden kızlardan biri, ormanda erkeklerle piknik yaparken
görüldükleri gerekçesiyle dört arkadaşıyla birlikte bekâret muayenesine zorlanmıştı
(HRW* 1994: 3). Bu olayın ardından kadın kuruluşlarının ve medyanın yarattığı
onca eleştiri ve protestoya karşın, Eğitim Bakanlığı 1995’te idarecilere kız
öğrencilerden bekâret muayenesi talep etme hakkını veren yönetmeliği
çıkarmıştır (Seral, 2004: 413-414). Bu yönetmelikle “iffetsizlik,” kız öğrencilerin
okuldan uzaklaşıınlması için geçerli bir neden olarak kabul edilmiştir. İzmir
Barosu’ndan bir grup avukat Eğitim Bakanhğı’na dava açarak yönetmeliğe kafa
tutmuş, ama davayı kaybetmiştir. Böylece yönetmelik yürürlükte kalmıştır.
1998’de
bekâret muayenesi gündemine damgayı, dönemin Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet
Bakanı Işılay SaygmTn gazeteci Neşe Düzel'le yaptığı röportaj sırasındaki
açıklamaları vurmuştur. Işılay Saygın, kendisine son yıllarda bekâret muayenesine
zorlanan kadın ve çocukların intihar etmesi konusu sorulduğunda insanın kanını
donduran şu sözleri söylemiştir: “Bekâret kontrolü önemli bir önleyici
konudur. Eğer bir genç kız kendisini bekâret kontrolü yüzünden öldürüyorsa,
kendisini öldürmüş olur. Bu o kadar da önemli değil, sadece birkaç tane (kız).
Erkeklerle böyle bir diyaloga girmelerine izin vermeyin’’ (Uluslararası Af
Örgütü, 2003). Açıklamaların ardından, Ankara Ûniversitesi’nde düzenlenen ve
Işılay Saygın’ın davetli olduğu halde son anda gelmekten vazgeçtiği “Kadına
Yönelik Şiddet” konulu konferansta, “Bekâret Kontrolüne Karşı Kadın İnisiyatifi"
adı altında bir grup kadın, ismi okunduğunda bakanı pankartlarla protesto
etmiştir. Ayrıca Işılay Saygın’ın açıklamalarının ardından bir kadın yürüyüşü
düzenlenmiş ve “Bedenlerimiz bizimdir. Devlet ellerini bedenlerimizden çek,”
diyen pankartlarla, bakanın en temel insan hakkını anlamaktan yoksun tavrına
karşı tepkiler dile getirilmiştir.
1999’da,
kadın örgütlerinin konunun peşini bırakmaması ve medyanın konuya gösterdiği
ilginin devam etmesi üzerine, Adalet Bakanlığı bir genelge yayımlayarak bekâret
muayenelerinin, kadının rızası olmadan ya da kadına zarar verecek ya da
işkence edecek bir biçimde disiplin cezası gerekçesi olarak kullanılamayacağını
ilan etmiştir (OMCT, 2003). Bu genelgeye göre, bekâret muayenesi kadının onayı
olmadan ancak yargıç ya da savcı kararıyla, “Kamu Esenliğine ve Aile Düzenine
Karşı Suçlar” adı altında toplanan tecavüz, reşit olmayanlarla cinsel ilişki
ve fuhuş vakalarında uygulanabilecekti. Kadın bedenine dayalı bütün bu
suçların, kadına karşı değil de, topluma ve aileye karşı işlenen suçlar olarak
tanımlanması ayrıca ilginç ve bir o kadar da rahatsız edici bir ayrıntı ve
ataerkil toplum düzeninde egemen olan, kadın bedeninin kadının kendisine değil,
ailesine ve topluma ait olduğu fikrinin bir yansımasıdır.
Bekâret
muayenesi tartışması 1980’ler ve 1990’larla sınırlı kalmamış, 2000 yılında
dönemin Sağlık Bakanı Osman Dur- muş’un, Sağlık Meslek Liselerinde eğitim gören
kız öğrencilerin bekâret muayenesinden geçmesini buyurmasıyla konu yeniden
manşetlere taşınmıştır (Çevik ve diğerleri, 2003: 173). Türkiye’de ve dünya
genelinde faaliyet gösteren sayısız kadın kuruluşu bu durumu şiddetle protesto
etmiş, Avrupa Parla- mentosu’nun Hollanda temsilcisi Lousewies van der Laan, dönemin
başbakanı Bülent Ecevit’e sert bir mektup göndererek kendisinden Türkiye’de
bekâret muayenesi uygulamalarını durdurmasını istemiştir (Ecevit’e ‘bekâret
testi’ mektubu, 2001). Mektubunda van der Laan şöyle yazmıştır: “Bu muayeneler,
kadınların bedensel güvenliğini ve kişisel haklarını ihlal etmektedir” (ibid).
Yukarıda
özetlediğim Türkiye’nin 20 yıllık bekâret muayenesi tartışması boyunca, hem
ülke çapında hem de uluslararası çerçevede kadın kuruluşlarının ve insan
haklan örgütlerinin eylemlerine karşı devletin sergilediği vurdumduymaz tavır,
bu muayenelerin devamını sağlamakla kalmamış, uygulamayı teşvik de etmiştir.
Ancak giderek artan Avrupa Birliği baskısı, kadın hareketinin inatçı
kararlılığıyla birleştiğinde 2004’te Türk Ceza Kanunu (TCK) değişiklikleri
sırasında devlet, bekâret muayenesi konusuna ister istemez biraz da olsa dikkat
etmek zorunda kalmıştır. Bu noktada bekâret muayenesini ülkenin yasal
çerçevesinde incelemek faydalı olacaktır.
Bekâret
muayenesi söz konusu olduğunda bakılması gereken en önemli yasal belge
TCK'dir. 2004 yılında Avrupa Birliği Uyum Yasaları çerçevesinde, Meclis Adalet
Komisyonu tarafından yönetilen TCK değişikliklerinde, 26 sivil toplum kuruluşunun
oluşturduğu TCK Kadın Platformu’nun katkıları göz ardı edilemez. Bu platformun
temel amacı, hükümet üzerinde baskı kurarak yasa maddelerinde özellikle
kadınlar açısından olumlu sonuçlar doğurabilecek değişlikler yapılmasını sağlamaktı.
Bekâret muayenesi konusunda da, kadın platformu önemli taleplerde bulunmuş ve
Meclis Adalet Komisyonu üzerinde ciddi baskı kurmuş olsa da, uygulamaya
ilişkin madde yine de tatminkar olmamıştır.
26.09.2004
kabul tarihli TCK’de “bekâret muayenesi” ifadesi kullanılmasa da uygulama,
“Genital Muayene” başlıklı Madde 287 adı altında bir takım kısıtlamalara maruz
bırakılmakta, ama aynı zamanda da belli durumlarda hakhlaştınlmaktadır:
(1)
Yetkili hâkim
ve savcı kararı olmaksızın, kişiyi genital muayeneye gönderen veya bu muayeneyi
yapan fail hakkında üç aydan bir yıla kadar hapis cezasına hüknıolunur.
(2)
Bulaşıcı
hastalıklar dolayısıyla kamu sağlığını korumak amacıyla kanun ve tüzüklerde
öngörülen hükümlere uygun olarak yapılan muayeneler açısından yukarıdaki fıkra
hükmü uygulanmaz.
Kadın
platformunun yoğun itirazlarına karşın, Meclis Adalet Komisyonu “bekâret
muayenesi” ifadesini kullanmayı reddetmiş, insan ve kadın haklan konusunda
çalışma sicilleri pek de temiz olmayan hakim ve savcılann kadın bedeni üzerindeki
denetim haklanm yinelemiş ve bu uygulamanın açıkça suç teşkil etmesini
engellemiştir. Yasada “genital muayene” ifadesinin kullanılması da birçok
açıdan sorunludur.
Burada
üstüne basa basa belirtilmesi gereken ve genellikle yanlış anlaşılan çok önemli
bir konu vardır. Özellikle cinsel saldın ve çocuk istisman davalarında, delil
toplamak amacıyla, kadının ya da çocuğun genital muayeneden geçmesiyle, söz
konusu kişinin bekâret muayenesinden geçmesi arasında büyük bir fark vardır.
Genital muayenede, genital bölgenin tamamı incelenir ve vajina dokusunda
yırtılma, sperm gibi bulgular aranır. Bu muayene sırasında, cinsel saldırıya ilişkin
delil toplamak amacıyla vajinanın, iç bacakların ve anüsün yanı sıra himenin
durumuna da bakılabilir. Kısacası burada amaç, kişinin cinsel tacize ya da
tecavüze uğrayıp uğramadığına ve failin kimliğine dair bulgular elde etmektir.
Ancak bekâret muayenesinde sadece himenin durumuna bakılır ve amaç kişinin
“kız” olup olmadığını belirlemektir. (Bekâret muayenesi raporlarında “kız” ya
da “kız değil” ifadesi kullanılmaktadır.)
Tecavüz
öncesinde cinsel ilişki yaşamış olsun ya da olmasın, hiçbir kadının cinsel
geçmişi yasalar önünde, uğradığı cinsel saldırının gerçekliğini değiştirmez,
değiştirmemelidir. Kadının tecavüz yoluyla bekâretini kaybedip kaybetmediğine
bakılması, kendi rızasıyla evlilik öncesi cinsel ilişki yaşadıktan sonra
tecavüze uğrayan bir kadının töhmet alunda tutulacağı ve hatta suçsuzken suçlu
duruma düşürülebileceği anlamına da gelir. Bunun, başka ülkelerde olduğu gibi,
ülkemizde de sayısız örneği vardır. Üstelik böyle bir durumda, tecavüz sonrası
yasal şikâyette bulunan kadınların zorla bekâret muayenesinden geçirilme
olasılığı, tecavüze uğrayan bir kadının şikâyette bulunmamasına neden
olabilir. Kısacası bekâret muayenesinin ne tıbbi ne de yasal bir faydası
vardır.
Tecavüz
davalarında yargıç ya da savcının, tecavüze uğradığı gerekçesiyle söz konusu
kadını bekâret muayenesinden geçmeye zorlaması, doktorlar tarafından bile çoğu
zaman kabul edilir. Aslında tecavüze uğrayan kadının bekâret muayenesine
zorlanması, ikinci bir tecavüzden başka bir şey değildir. Aradaki tek fark,
ilkinin yasaya aykırı, İkincisinin yasal görülmesi ve devlet onayıyla
gerçekleşmesidir. Bekâret muayenesine zorlanan kadınların ne kadar ciddi bir
psikolojik sarsıntı geçirdiğini anlayabilmek için, yukarıda sözünü ettiğim
intihar eden lise öğrencilerini hatırlamak ve buna benzer kim bilir kaç olay
daha yaşandığını düşünmek yeterlidir. Ya da örneğin, Duygu Uzel'in kendi
yaşamından yola çıkarak yazdığı Mor Menekşeler adlı kitabında
betimlediği travmanın, yazara özgü olduğunu düşünmemiz için bir neden yoktur
(2006). Kitabın arka kapağından kısa bir alıntı bile bekâret muayenesinin
korkunçluğunu yansıtmaktadır: “Baban, amcan, dayın ya da ağabeyin; toplumun
namus bekçisi kıldığı birileri çıkıyor ve kadınlık onurunu ayaklar altına alan
bekâret kontrolüne sürükleniyorsun. Sürüklenen bedenin değil yalnızca,
umutların, hayallerin ve körpecik yüreğinle tüm ruhun da sürükleniyor, ayaklar
altına alınıyor” (ibid).
Araştırmacı
Frank ve diğerlerinin dediği gibi, “Cinsel saldın sonucu yaşanan travmayı,
sağlam bir himenin varlığına ya da yokluğuna indirgeyen bu alışılagelmiş yasal
uygulama yalnızca basit ve yanlış olmakla kalmaz, aynı zamanda bekâret muayenesine
maruz bırakılanlar için gereksiz psikolojik sonuçlara da yol açar” (1999: 489).
Dolayısıyla, benim burada karşı çıktığım uygulama, muayene öncesinde ve
sırasında kişinin rızası ve yaşadığı travma dikkate alındığı sürece, genital
muayene değil, bekâret muayenesidir. Bu iki muayene, hem uygulama hem de
ardındaki niyet göz önüne alındığında birbirinden son derece farklıdır. Ama TCK
bu ayrımı dikkate almayarak bekâret nıu- ayenesinin her durumda suç
oluşturmasını sağlamamıştır. Meclis Adalet Komisyonu’nun bekâret muayenesinin
genital muayene kapsamına girdiğini ileri sürmesi, ya iki muayene arasında
farkı bilmediğini ya da bekâret muayenelerinin varlığını yasal olarak kabul
edip bunların önünü kesmek istemediğini göstermektedir. “Bekâret muayenesi”
ifadesi yasada açıkça yazılmadığı, doğru bir şekilde tanımlanmadığı ve çok
daha caydırıcı bir ceza yaptırımıyla donatılmadığı sürece, bu muayeneleri
durduracak yasal bir uygulama olması olanaksızdır.
Madde
287nin kendisini incelediğimizde, ilk bölümdeki en ciddi sorun, Meclis Adalet
Komisyonu’na göre bekâret muayenesini de kapsayan genital muayene için kadının
onayına gerek duyulmaması ve yargıç ya da savcıdan gelen emrin kadının
isteğinden üstün tutulmasıdır. Yargıç ya da savcılara, örneğin, tecavüze
uğrayan bir kadını ya da çocuğu istemese de zorla bekâret muayenesinden
geçirme hakkını veren bu yasa maddesi, ikinci bölüm dikkate alındığında daha da
sorunlu bir hal almaktadır. Bu bölüm “bulaşıcı hastalık” ve “kamu sağlığı”
ifadelerine yer vererek genital muayeneyi haklı göstermeye çalışmaktadır. Seks
işçiliği şüphelerinin sık sık Türk ırkçılığıyla harmanlandığı bir söylemle,
halkın sağlığını ya da ahlâkını tehdit ettikleri gerekçesiyle kadınların böyle
bir muayeneye zorlanması, hem son derece saçma hem de mesleği ne olursa olsun,
kadının beden bütünlüğüne ve insan haklarına aykırı bir uygulamadır. “Kız
değil” raporu verilen ve vajinasında sperm bulunan her kadını (özellikle
yabancı uyruklu kadınları) seks işçisi olarak gören, toplum ahlâkının sözde
koruyucusu polis, kadınların para alışverişi olmaksızın kendi istekleriyle
evlilik dışı cinsellik yaşayabileceğini kabul etmemekte ve erkek egemen bir
bakış açısıyla toplumun cinsellik normlarına kafa tutan kadınları “orospu”
olarak damgalamaktadır. Böyle- ce Madde 287’nin ikinci bölümü, ilk bölümün
bekâret muayenesine araladığı kapıyı daha da açarak ciddi bir yasal boşluk
oluşturmaktadır.
Türkiye’de
bekâret muayenesi tartışmalarının iyice yoğunlaştığı dönemlerde, uluslararası
sivil toplum kuruluşları tarafından hazırlanan ve bekâret muayenesinin polis
tarafından özellikle siyasi suçlamalarla gözaltına alman kadınlara karşı kullanıldığını
ortaya çıkaran raporlar göz önünde bulundurulduğunda, polise böyle bir yetki
verilmesinin kadınlar açısından ne kadar tehlikeli olduğu daha da açıklık
kazanır. Örneğin, 1994’te, insan Haklan İzleme Komitesi (Human Rights Watch)
tarafından hazırlanan ve bekâret muayenesi konusundaki en kapsamlı rapor olan,
A Matter of Power: State Control ofWomen’s Virgiııity in Turkey (Bir
İktidar Meselesi: Türkiye’de Kadınların Bekâreti Üzerindeki Devlet Denetimi),
polisin bekâret muayenesini, gözaltına alınan kadınları tehdit etmek için
kullandığını, ama bunun kadınların gözaltında tecavüzden korunması için
yapıldığı gerekçesiyle uygulamayı haklı çıkarmaya çalıştığını göstermiştir.
Polisin, tecavüz önlemi niyetine kendisini değil de, kadın bedenini kontrol
etmesi, tecavüzün sorumluluğunu kadınların üzerine yıkan ataerkil zihniyetin
bir yansımasıdır. Burada gözaltı öncesi ve sonrasında bekâret muayenesine
zorlanan bir kadının, ilk muayeneden “kız değil" raporuyla çıkması,
gözaltı sırasında tecavüze uğramış olamayacağının kanıtı olarak ileri
sürülmektedir. Sadece bakire kadınlar tecavüze uğrayabilirmiş, bekâretin
tecavüzle bir ilgisi varmış gibi... Oysa tecavüz bekârete değil, kadının
bedenine, kişiliğine ve haklarına yapılan bir saldırıdır.
İlk
muayenede “kız” raporu verilen kadını ise, gözaltı sorgulaması sırasında
bambaşka bir tehdit beklemektedir: Tecavüzle, kızlığını bozmakla, namusunu
lekelemekle tehdit ederek konuşturmak. Bu tür işkencelerin özellikle Kürt
halkının nüfusun çoğunluğu oluşturduğu Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaşanmış
olması da, cinsiyet, cinsellik ve etnik kimliğe bağlı baskı ve ezilmelerin
aslında nasıl kesişerek iç içe yaşandığını göstermektedir. Örneğin.
Uluslararası Af Örgûtü’nün Diyarbakır, Muş, Mardin, Batman ve Midyat’ta 100’den
fazla kadın mahkûmla yaptığı röportajlar, gözaltındayken bu kadınların
“neredeyse hepsinin ‘bekâret muayenesine’ maruz bırakıldığını ve neredeyse
hepsinin sözlü ya da fiziksel cinsel taciz yaşadığını ortaya çıkarmıştır”
(2003: 27).
Madde
287’ye geri dönersek, kişiyi bekâret muayenesine götüren ya da muayeneyi
gerçekleştiren kişi ya da kişiler için maddede öngörülen “üç aydan bir yıla
kadar hapis” cezası, caydırıcılıktan uzak, hatta komiktir. Bekâret muayenesini
ger- çekleştirenlerin, özellikle doktor olduğunu düşünürsek, bu maddeye,
örneğin, doktorluk lisansını iptal etme gibi çok daha caydırıcı cezalar dahil
edilebilirdi. Ayrıca Madde 287’deki cezanın uygulanabilmesi için savcı ya da
yargıç dışında birisi tarafından bekâret muayenesine gönderilen kadının
şikâyette bulunması gerekmektedir. Bu da yasanın uygulanmasını daha da
zorlaştırmaktadır. Bekâret muayenesinin genellikle aile (özellikle baba ve
koca) baskısı altında özel kliniklerde yapıldığını düşünürsek, bir kadının ya
da çocuğun, ailesine karşı böyle bir suç duyurusunda bulunması pek de olası
görünmemektedir. Bekâret muayenesine zorlandığına dair yasal şikâyette
bulunmak, kadının hem ailesinin gözünde “suçlu” konuma düşmesine hem de
toplumsal damgalanma ve dışlanma yaşamasına neden olabilir. Son olarak bir
başka önemli nokta da, yargıç ya da savcı emriyle bekâret muayenesine
gönderilen bir kadının muayeneyi reddetmesi durumunda başına ne geleceğidir.
Böyle bir durumda kadın en temel insan haklarını savunduğu için, yargıya engel
olduğu ya da delil gizlediği gerekçesiyle hapis cezasına çarptırılabilir.
Son
olarak TCK’de bekâret muayenesiyle bağlantılı olan bir başka sorunlu madde de,
uygulamaya yasal bir zemin hazırlayan “Reşit Olmayanla Cinsel İlişki” başlıklı
Madde 104’tûr. Bu yeni maddeyle, bekâret muayenesi için hakim ya da savcı kararı
çıkarmak kolaylaşmıştır. On beş - on sekiz yaş arası bir gençle rızaya dayalı
cinsel ilişkiye giren birine şikâyet durumunda, akı aydan iki yıla kadar hapis
cezası öngören bu madde, bekâret muayenesiyle yakından ilişkilidir çünkü
örneğin, ailesi ya da okul idarecileri tarafından hakkında böyle bir şikâyet
bulunan bir kızın, hakim ya da savcı emriyle bekâret muayenesine gönderilmesi
bu maddeyle meşrulaştırılmıştır. Bu yüzden TCK’de değişmesi gereken, sadece
genital muayene maddesi değil, aynı zamanda reşit olmayanla cinsel ilişki
maddesidir.
Bekâret
muayenesi Türkiye Cumhuriyeti 1982 Anayasa- sı’nın da birçok maddesini ihlal
etmektedir. Örneğin Anaya- sa’nın 10. maddesine göre, “Herkes, dil, ırk, renk,
cinsiyet, siyasi düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle
ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara
sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.”
Bekâret muayenesi bu maddeye aykırıdır çünkü uygulamanın temelinde cinsiyet
ayrımcılığı yatmaktadır. Sadece kadınların maruz bırakıldığı bekâret muayenesi,
kaynağını çifte standarda dayalı cinsellik normlarımızdan almaktadır.
Toplumumuzda, erkeklerin evlilik öncesi cinselliklerini yaşaması doğal, hatta
gerekli görülürken, kadınların evlilik öncesi cinsel deneyim edinmesi
ahlâksızca bir davranış sayılarak yasak kılınmıştır. Oysa bu çifte standardı
yansıtan bekâret muayenesi, görüldüğü gibi Anayasa’nm en temel maddelerinden
birini ihlal etmektedir.
Anayasa'nm
17. maddesi de bekâret muayenesinin temel hak ve özgürlüklere karşı bir
uygulama olduğunu açıkça göstermektedir: “Herkes, yaşama, maddi ve manevi
varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. Tıbbi zorunluluklar ve kanunda
yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaz; rızası olmadan
bilimsel ve tıbbi deneylere tâbi tutulamaz. Kimseye işkence ve eziyet
yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi
tutulamaz.” Bu madde, ortada tıbbi ya da yasal bir zorunluluk yoksa, rızası
olmadan hiç kimsenin bilimsel ya da deneysel uygulamalara zorlanamayacağını
söylemektedir. Bekâret muayenesinin tıbbi ya da yasal bir faydası olmadığı,
hatta aksine bu uygulama kadın açısından aşağılayıcı, ayrımcı, zararlı ve
tehlikeli olduğundan, Anayasa’nm bu maddesine de açıkça aykırıdır.
Bekâret
muayenesi, Türkiye’nin imza atmış olduğu birçok uluslararası anlaşmaya da
aykırı olduğu için dolaylı olarak Anayasa’nm 90. maddesini ihlal etmektedir.
Bu maddeye göre, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylanan ve “usulüne
göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir.” Bu
çerçevede bekâret muayenesinin ihlal ettiği uluslararası antlaşmalar arasında
şunlar vardır: İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Kadına Karşı Her Türlü
Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW), Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesi,
İşkenceye Karşı Sözleşme, Avrupa İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Koruma
Sözleşmesi, İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı Muamele
ya da Cezanm Önlenmesi Sözleşmesi ve Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar
Sözleşmesi. Kısacası, bekâret muayeneleri kadının insan haklarını ve beden bütünlüğünü
ihlal eden bir uygulamadır ve bu yüzden de hangi açıdan bakılırsa bakılsın 1982
Anayasası gibi özgürlüklere fazlasıyla kısıtlama getiren bir anayasaya bile
aykırıdır.
Bekâret
muayenesinin tecavüz davalarında gerekli görülmesine karşı gösterilen bütün
tepkilere karşın, ülkemizde doktorların da bunun gerektiğine dair genel görüşü
pek değişmemiştir. Örneğin, Frank ve diğer araştırmacıların 1999’da Türkiye’de
gerçekleştirdiği anket çalışmasına katılan adli tıp doktorlarının % 92’si,
bekâret muayenesinin tecavüz davalarında delil toplama konusunda faydalı
olduğunu belirtmiştir. Üstelik, aynı çalışma, bekâret muayenesinin bilimsel
temelini de sorgulayarak himenin ne kadar güvenilmez bir veri kaynağı olduğunu
bir kez daha göstermiştir. Araştırmaya katılan doktorların üçte ikisinden
fazlası, verdikleri bekâret raporlarının daha önce başka doktorlar tarafından
verilmiş bekâret raporlarıyla çeliştiğini dile getirmiştir. Bekâret muayenesi
gibi sonucu ölüm-kalım meselesi olabilecek bir uygulamanın, aslında nesnellik
kılıfı altında sunulan öznel bir kurgudan başka bir şey olmadığı, Hanne
Blank'in de gösterdiği gibi, bu ve benzeri araştırmalarda açıkça ortaya
çıkarılmıştır. Buna karşın, doktorların, yasaların ve bireylerin hâlâ bu
uygulamayı savunabilmesi üzücüdür.
Bekâret
muayenesi konusunun ülke gündeminde sıkça tartışıldığı 1990’larda, Türk
Tabipler Birliği de doktorların burada oynadığı ciddi rolü dikkate alarak bir
açıklama yapmış ve uygulamayı kınamıştır. Türkiye’de çalışan bütün doktorların
üye olduğu böylesine büyük bir örgütün bekâret muayenesini “cinsiyete dayalı bir
şiddet türü” olarak kınaması elbette önemlidir. Ancak birliğin tecavüz
davalarında bekâret muayenesi kullanımını kınamanın dışında tutması ve bekâret
muayenelerine karşı tepkisini sadece açıklamalar ve raporlarla sınırlı
tutarak daha yaptırıcı önlemler almaması dikkat çekicidir. Ülkemizde çalışan
doktorlar üzerinde ciddi ölçüde güç sahibi olan bu kuruluş, hem sağlık
çalışanlarını genel olarak bekâret konusunda eğitmek hem de bekâret muayenesi
uygulamasını durdurmak için eyleme geçmeli ve konuyu birkaç kınamayla
geçiştirmemelidir.
Bekâret
muayenesine karşı gösterilen bütün bu sözünü ettiğim ve erkek egemen düzeni
yansıtan vurdumduymaz tepkilere çok da şaşıramıyoruz aslında. Ne de olsa
geçmişinde ve bugününde, tecavüzle çalınan bekâretin yarattığı namus boşluğunu
doldurmak adına “zamanla seversin” diye tecavüzcüsüyle evlendirilen kadınların
karanlığa hapsedildiği ama tecavüz eden adamların aklanıp azat edildiği bir
ülkede yaşıyoruz. Fat- magül’ün tecavüzcüsüyle evlendirilip sonunda adamı
sevdiği filmi izleyip gerçek hayatta da tecavüzün mutlu sonla bilebileceğine
inanmamızı bekleyen bir ülke...
Tıp
kurumunun konuya el atarak bekâretle himeni özdeşleştirmesi, hem bekâret gibi
soyut bir kavramın kadın bedeninde fiziksel bir varlık kazanmasını sağlamış,
hem de bu sayede bekâretin sorgulanamaz, karşı çıkılamaz doğal bir gerçekliğe
dönüşmesine yardımcı olmuştur. Türkiye’de doktorların bekâret konusunda
oynadığı belirleyici rol, bekâret muayenelerinde, daha çok “kızlık zan
diktirme” olarak bilinen çeşitli himen operasyonlarında ve doğuştan kapalı
himen tedavisinde ülkemizin tıp dünyasına kazandırdığı alternatif bir tedavi
yönteminde açıkça görülmektedir.
Geçmişte,
erkeklerin babalık ve mülkiyete ilişkin kaygılarının ve üretken kadın bedenini
denetim altında tutma arzularının bir uzantısı olarak yaratılan bekâret
kavramı, tıp kurumunun ortaya çıkması ve gitgide daha da artan bir güce
kavuşmasıyla birlikte, “tıbbileştirme” diyebileceğimiz bir dönüşüm geçirmiştir.
Bu dönüşüm sırasında, himen bekâretin fiziksel kamu sayılmaya başlamış ve
böylece bekâret, gerektiğinde muayene edilebilen, tamir edilebilen ve hatta
uğruna yepyeni bir operasyon geliştirilebilen, bilimsel ve nesnel bir gerçeklik
kazanmıştır. Toplumsal kavramların tıbbileştirilmesi, toplumun lamamı ya da
belli gruplan için ciddi sonuçlar doğurabilir. Bekâret kavramının, kadın
bedenini ve cinselliğini erkeğin denetiminde tutmak üzere yaratıldığını
hatırlarsak, temelinde böy- lesine toplumsal, siyasi, ekonomik ve kurgusal olan
bir olgunun, toplum üzerinde son derece büyük bir denetleyici güce sahip olan
tıp kurumu tarafından tıbbi ve bilimsel bir olguya dönüştürülmesinin elbette
kadınlar için çok ciddi sonuçları olmuştur. Bekârete giydirilen bu sözde
nesnellik ve bilimsellik kılıfı, kavramın yaratılmasının ardındaki denelim ve
sömürü niyetlerini gizlemiş ve bekâreti kolay kolay değiştiremeyeceğimiz ya da
yok edemeyeceğimiz bir Lip gerçeğine dönüştürmüştür.
Bütün
bunların üzerine bir de doktorların tıbbi bilgi üzerinde kurduğu tekel eklendiğinde
bekâretin bize bilimsel diye yutturulan gerçekliğine karşı çıkmak daha da
zorlaşıyor. Bu tekeli garanti altına alacak şekilde yapılandırılmış olan tıp kurumu,
bilimin nesnellik iddiasına dayalı genel yetkisinin ardına sığınarak, sadece
kullandığı dille bile gizemine gizem, gücüne güç katmaktadır. Örneğin, tıp
kurumu dışındakilerin tıp makalelerini ya da sunumlarını anlamasının neredeyse
imkânsız olması, hem bu gizem ve güç işbirliğini yansıtır, hem de destekler.
Bunun daha da basit bir örneğiyse doktorların dillere destan el yazısıdır.
Halk arasında dendiği gibi, doktor yazısını, örneğin reçeteleri, ancak
eczacılar ya da tıp kurumunun içinden olanlar okuyabilir.
Oysa
Hanne Blank’in de kitabında ayrıntılarla açıkladığı gibi himen, bir kadının
cinsel geçmişini teşhis etme konusunda hiç de kesinlik sunan, güvenilir bir
kaynak değildir. Buna karşın Türkiye’de epey yaygın olan bekâret muayenesi ve
zar diktirme gibi bekâretle ilişkili tıbbi operasyonlar, bu yalan üzerine
kurulmuştur. Zar diktirme operasyonları, ülkemizde ne yasal ne de tıbbi açıdan
bekâret muayenesi gibi sorun haline getirilmemiştir. Gerdek gecesinde çarşafın
kana bulanması için, bozulmuş da tamir edilmesi gerekirmiş gibi himenin dikilmesi,
ilk cinsel birleşmede bütün kadınlarda kanama olduğuna ilişkin yanlış inanışın
tıp kurumu tarafından daha da güçlendirilmesine neden olmaktadır. Bu yanlışın
uzantısı olarak, ilk cinsel birleşmede kanaması olmayan kadınlar apar topar doktora
sürüklenmekte ve doktorun, “bunun zarı elastik, kanamaması normal” dediğini
duymadan içi rahatlayamayan bir kocayla yaşamlarını sürdürmekledir.
Zar
diktirme operasyonu tıp literatüründe epey tartışma yaratan bir konu olmuştur.
Özellikle Avrupa'da yaşayan göçmen ailelerle ve ırkçılıkla bağlantılı olarak
tartışılan uygulama, tıp etiği çerçevesinde ciddi eleştirilere ve sorgulamalara
neden olmuştur. Doktorlar kadınların bekâret konusunda kocalarını aldatmasına
alet olmalı mı, sorusu etrafında dönen tartışmalarda, bir tarafta “zar
diktirme aldatmacadır ve tıp etiğine aykırıdır,” diyen doktorlar, diğer
taraftaysa “uygulama kadınların hayatını kurtarmaktadır ve tıp etiğine aykın
değildir,” diyen doktorlar vardır. Aslında zar
diktirmenin kârlı bir aldatmaca olduğu doğrudur ama burada asıl tartışılması
gereken, kocanın değil, kadının aldatılmasıdır. Erkek egemen düzenin uydurmaları
üzerine kurgulanmış olan bekâret ve himen kavranılan, en başta kadınlan
aldatmaktadır. Bu durumda zar diktirme, aldatılan kadının hayatta kalmasını ve
erkeklerin kendi açtıkları kuyuya düşmesini sağlayan bir uygulamadır. Bu
bağlamda, zar diktirme uygulaması, kadınlan ezen bekâret normunu devam
ettirdiği ve hatta güçlendirdiği için zararlı olsa da, bu normun egemen olduğu
toplumlarda kadınların öldürülmesini engellediği için yapılması gerekir. Bir
başka deyişle, operasyon ancak kısa vadede bir çözüm olarak kullanılmalı,
asıl büyük mücadele bekâret normunun kendisine karşı verilmelidir. Bu
operasyonu tıp etiğine karşı gören doktorlar da, bekâret normunun bu kadar
güçlü olmasında kendi rollerini artık kabul edip bekâretle ilgili herhangi bir
uygulamanın, kadınlara zarar verdiği için her türlü etiğe karşı olduğunu anlamalı
ve savunmalıdır.
Yasa
açısından baktığımızda, Türkiye’de zar diktirme operasyonunun ne yasal ne de
yasak bir konumu olduğunu görürüz. Uygulamaya yönelik belli bir kanun maddesi
yoktur ama devlet hastanelerinde uygulanması bazı kısıtlamalara tabidir.
Himenin dikilmesi işlemi, genellikle özel kliniklerde gerçekleştirilir. Devlet
hastanelerinde ise bu uygulama ancak cinsel ilişki yaşamamış olan ve mahkemede
tecavüze uğradığı kanıtlanan ya da kaza sonucu “bekâretini kaybeden” kadınlar
söz konusu olduğunda, hakim ya da savcı kararıyla yapılabilir. Bu, ataerkil
devletin himen odaklı bekâret tanımını hem kabul hem teşvik ettiğine dair en
açık örnektir. Üstelik operasyon sonrasında bu kadınlara, bekâretlerinin hakh
bir gerekçeyle yenilendiğine dair resmi bir rapor verilmektedir. Bir başka deyişle
devletin gözünde, evli olmayan bir kadının bekâretini kaybetmesinin tek hakh
yolu, kaza, taciz ya da tecavüzdür. Kendi arzusuyla cinsel ilişki yaşayan ve
sonra fiziksel, psikolojik ya da toplumsal olarak hayatta kalabilmek için zar
diktirme operasyonu isteyen kadın, devletin gözünde bunu hak etmemiştir. Bu
yüzden de uygulamayı ancak el altından özel klinikte hiç de azımsanmayacak bir
para karşılığında yaptırabilir.
Bekâret
muayenesi ve zar diktirme gibi uygulamalar yetmezmiş gibi, başımıza bir de
2003 yılında dünya tıp literatürüne kazandırdığımız “alternatif kapalı himen
tedavisi” çıkmıştır. Himen sanıldığının aksine genellikle vajina girişini kısmen
kapayan bir zardır. Doğuştan kapah himen, adından da anlaşıldığı gibi, himenin
vajina girişini tamamıyla kapaması durumudur ve himenle ilişkili tek tıbbi
sorundur. Himen kapalı olduğunda, âdet kanı ve vajina sıvıları bedenden çıkamadığı
için vajina içerisinde birikir ve tedavi edilmediğinde karın bölgesinde
şişmeye, sancıya, enfeksiyona ve zamanla kısırlığa yol açar. Kapalı himen
sorunu genellikle âdet başlangıcına kadar fark edilmez. Dolayısıyla hastaların
çoğu 18 yaşın altındadır. Kapah himenin çözümüyse çok basittir. Himen haç
şeklinde kesilir, tekrar kapanmaması için dikilir ve vajina içerisinde
birikmiş olan kan, enfeksiyona yol açmaması için temizlenir.
Ancak
“sağlam” ya da “bozulmamış” himenin, bekâretin simgesi olarak görüldüğünü
hatırlarsak, bu klasik tedavi yöntemi, bekâretin bozulması olarak
algılanabilir. Bu yüzden Türkiye’de kapalı himen operasyonu geçiren kadınlara,
“Kızlık zarı tıbbi nedenlerden dolayı açılmıştır,” diyen bir rapor verilmektedir.
Güya kadını korumak amacıyla verilen bu raporla, tıp kurumu, bekâretin tıbbi ya
da fiziksel bir temeli yoktur demek yerine, ataerkil düzenin bekâret
beklentisini doğrulamakta ve daha da güçlendirmektedir.
Konya
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kadın Doğum ve Jinekoloji Bölümünde öğretim
üyesi olan bir grup doktor, böyle bir raporun yetersiz olduğunu düşünerek,
“bekâret bozan” klasik tedaviye alternatif olan ve “bekâret bozmayan” bir
yöntem geliştirmiş ve Avrupa’nın saygın tıp dergilerinden, Eu- ropean
Journal of Obstetrics & Gynecology and Reproductive Bi- ology’de
(Avrupa Kadın Doğum, Jinekoloji ve Üreme Biyolojisi Dergisi) yayımlanan
makaleyle yöntemi tıp dünyasına tanıtmıştır (2003). Burada kısaca makaleye ve
yöntemi bulan ekibin başındaki doktor Ali Acar’la 2005’te gerçekleştirdiğim röportaja
dayalı olarak bu alternatif işlemden söz edeceğim.
Kapah
himenin zaten basit ve güvenli bir çözümü varken, doktora bu yepyeni yöntemi
bulduran, kapah himen teşhisiyle üniversite hastanesine sevk edilen bir
hastanın babasının şu acımasız sözleridir: “Şimdi, babasının söylediği şu,
kızlık zan çok önemli, belki kızdan daha önemli. Ama diyor ki başka çaresi
yoksa da, kız tamamen açılsın.” Burada hastanın babasına, “Hiçbir şey, hele
işlevsiz bir zar, kızınızın sağlığından daha önemli olamaz,” demek yerine,
doktor o anda çok daha zahmetli, yepyeni bir yöntem buluyor. Oysa kendisinin
de söylediği gibi, klasik yöntem hem hasta açısından hem de doktor açısından
çok daha kolay: “Haç şeklinde açıp boşaltmak bizim açımızdan daha kolay, tedavi
olmuş olur. Başka soru işareti olmaz.”
Burada
ilginç olan bir başka nokta da doktorun İnmeni işlevsiz bir zar olarak
tanımlamasıdır. Kendisine himenin yapısını ve bedenimizdeki işlevi sorduğumda,
Acar şöyle cevap verdi: “Himen mukoza bir yapı. Vücutta fiziksel olarak, daha
doğrusu fonksiyon olarak bir görevi yok.” Bu sözleri söyledik-
len
sonra daha da açıklamak için eline bir paket kağıdı aldı ve şu benzetmeyi
yaptı: “Bunun anlamı ne? Daha önce kimse açmadı bunu. Kağıt içerisinde
geliyor, kapalı. Daha önce kullanılmadı. Himenin görevi o. Bir organ olarak
görevi yok. Hani olanın sağlığı iyi olur, olmayanın kötü olur gibi bir şey
yok.” Burada insanı şaşkına çeviren, doktorun, himenin bedensel hiçbir işlevi
olmadığını bilmesine karşın, sırf bu sağlık açısından işlevsiz zan
kurtarabilmek için onca zahmete girerek yepyeni bir yöntem yaratmasıdır. Bu
örneğin de açıkça ifade ettiği gibi himenin tek işlevi, kadının bir başka erkek
tarafından kullanılmadığını gösteren bir “mühür” olarak görülmesidir. Kadını
alman, satılan, kullanılan bir malmış gibi metalaştıran bu himen tanımı,
ataerkil zihniyetin bir yansımasıdır. Bu tanımın bir başka uzantısı da,
düğünlerde gelinin beline takılan ve gerdek gecesinde gelinden akması beklenen
kanı simgeleyen kırmızı kurdeledir. Kurdeleye sanlı açılmamış bir hediye paketi
gibi, kadın bedeni, evlilik yoluyla babadan kocaya geçer.
Acar’ın
geliştirdiği alternatif yöntemde, himenin üzerinde iğneyle küçük bir delik
açılıyor, deliğe foley sonda takılıyor ve vajina içi temizleniyor. İşlemi,
kulak delinmesine benzeten Acar’ın açıklamasına göre, tıpkı kulakta açılan
deliğin kapanmaması için bir süre küpe takılması gibi, bu işlemde de sonda iki
hafta boyunca kadının vajinasında kalıyor. Enfeksiyon riskine karşı hasta bir
süre antibiyotik ve himende açılan deliğin kenarları birleşmesin diye östrojen
kremi kullanıyor. İki hafta sonra sonda çıkarılıyor ve hasta altı ay boyunca
kontrole geliyor. Dikiş ve lokal anestezi kullanmadığı için kendi geliştirdiği
yöntemi savunan Acar, bunlann kullanıldığı klasik yöntemin sırf bu yüzden daha
agresif ve invasif (bedene daha fazla müdahale eden) olduğunu ileri sürse de,
iki hafta boyunca vajinası içinde sondayla yaşamak ve altı ay boyunca doktor
kontrolüne gitmek zorunda kalan kadının çektiği eziyet düşünüldüğünde hangi
yöntemin daha tercih edilir olduğu sorusu mecburen takılıyor insanın akima.
Gerdek
gecesinde kanasın diye kızının çektiği bu eziyeti sağlığına yeğ tutan bir baba,
hasta yerine hastanın babasını ve kendi ataerkil iç sesini dinleyen doktor, bu
gereksiz yöntemi dünya tıp literatürüne tanıtmayı kabul eden bir tıp dergisi...
ve bunlar arasında jinekolog masasında uzanmış, görülmeyen, duyulmayan,
dinlenmeyen bir kadın. Himeninde bakireyim diye bağıran minicik bir delikle,
gerdek gecesinde bu kadın ne kadar acı çekecek diye soran yok. Bu soruyu Acar’a
sorduğumda cevabı şu oldu: “İyi hatırlattınız, onu söylemeyi unuttuk.
Hastalara zaten söylüyoruz bunu. Eğer ilk gece ilişkide zorlanırsanız
zorlamayın. Eşinizle beraber gelin. Zaten kızlık zarının sağlam olduğu kesin.
Biz eşinize açıklar ve açanz diyoruz. Şimdiye kadar o şekilde bir hasta
oldu." Doktorun burada duyduğu endişe yine doğrudan hastaya değil, eşine
yöneliktir. Doktor hastayı uyarırken bile, hastaneye eşiyle birlikte gelmesini
istiyor çünkü asıl konu, kadının acısız, zorsuz bir ilk cinsel ilişki yaşaması
değil, kocasının bekâret kaygısıdır. Burada endişe yaralan, kadını gerektiği
gibi kocasının kanatarak değil, doktorun bisturiyle “açacak" olmasıdır.
Ama Acar’ın da dediği gibi, aslında ortada sorun edilecek bir durum yoktur
çünkü “kızlık zarının sağlam olduğu kesin.” Ne de olsa bir doktor olarak zarın
bölünmez bütünlüğünü bozmamak için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Ayrıca
Acar’ın ima ettiği gibi, hastaneye bu nedenle o zamana kadar sadece bir
hastanın gelmiş olması operasyonun başarılı olduğunu mu, yoksa zifaf yatağında
vurdumduymaz kocalara ve acı çeken kadınlara alışkın olmamızı mı kanıtlar?
Bekâretin
yüzyıllardır aile, eğitim, tıp, yasa, din gibi ataerkil kurumlar tarafından
bedenlerimiz üzerine inşa edilen gerçekliğini bir anda yok etmeye belki
şimdilik gücümüz yetmez. Ama bir yerden başlamak gerek - susmamaya, soru
sormaya, eleştirmeye, görünmeyeni görünür kılmaya, yıkıp yeniden kurmaya. İşte
bu önsöz, bu kitap böyle bir başlangıç niteliği taşıyor. Bekâretin tarih
boyunca ne olduğunu ya da olmadığını sorgulayarak bedenlerimiz,
cinselliklerimiz ve yaşamlarımız üzerinde kurduğu kanlı hakimiyete bir son vermek
için Han- ne Blank’le birlikte çıktığımız bu yolculuğun amacına ulaşması
dileğiyle...
KAYNAKÇA
Acar, A., Çelik, C.. Çiçek, N„
Gezginç, K.. & Akyûrek, C. (2003), “Trealmenl of Inıperforate Hymen by
Application of Foley Cathcter" (Foley Sonda Uygulamasıyla Kapalı Himen
Tedavisi). European Journal of Obstetrics & Gynecology anıt Reproductive
Biology (Avrupa Kadın Doğum, Jinekoloji ve Üreme Biyolojisi Dergisi), 106,
72-75.
Buder, J. (1987), “Variations on Sex
and Gender: Beauvoir, Wittig and Foucault" (Cinsiyet Üzerine Çeşitlemeler:
Beauvoir, Wîttig ve Foucault), S. Benhabib, & D. Comell (Editörler),
Fenıinism as Crit'ufue: On the Politics of Gendcı (Eleştiri Olarak
Feminizm: Cinsiyet Politikası Üzerine) (128-142), Minneapolis: Uni- versity of
Minnesota Press.
Çevik, E., Tapucu, A.. & Aksoy, S.
(2003), “Toplumsal ve Etik Bir Sorun Olarak Kızlık Zan İncelemesi”, Türkiye
Klinikleri Tıp Etiği-Hukuku-Tarihi Dergisi, 11(3), 170-177.
Daly. M. (1978), Gyıı/ecology: The
Mctacllücs of Radical Fenıinism, Boston: Beacon Press.
El Saadawi, Nawal. (1980), The Hidden
Face of Eve: Women in the Aralı World (Havva’nın Gizli Yüzü: Arap
Dünyasında Kadınlar), çev. S. Hetata. Boston: Beacon Press.
Frank, M. W., Bauer. H. M., Arıcan,
N., Korur Fincancı, S., & lacopino, V. (1999), "Virginity Examinations
in Turkey: Role of Forensic Physicians in Controlling Female Sexuality”
(Türkiye’de Bekâret Muayeneleri: Kadın Cinselliğinin Denetlenmesinde Adli Tıp
Doktorlarının Rolü), JAMA, 282(5), 485-490.
Human Righıs Watch (HRW) (İnsan Haklan
İzleme Komitesi) (1994), A MaUeroJ Power: State Control of Women’s Virginity
in Tuıkey (Bir Güç Meselesi: Türkiye’de Kadınların Bekâreti Üzerindeki
Devlet Denetimi). 14 Nisan 2005 tarihinde kuruluşun internet sitesinden
erişilmiştir: http://www.hrw.org/ re-
ports/1994/turkey/TURKEY.pdf
Organisalion Mondialc Conıre la
Torture (OMCT) [İşkenceye Karşı Dünya örgü- lüj (2003). Violence Against
Women in Turkey: A Repon to the Committee Aga- iııst Torture
(Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet: İşkenceye Karşı Komiteye Sunulan Rapor). 2
Kasım 2005 tarihinde kuruluşun internet sitesinden erişilmiştir: http://www.omct.org/pdf/vaw/publications/2003/eng_2003_09_turkey.pdf
Panelde Bekâret Tartışması. (22 Eylül
1990). Cumhuriyet Kent-Yaşanı sayfası.
Seral. G. (2004), “Virginity Tesıing
in Turkey: The Legal Context" (Türkiye’de Bekâret Testinin Yasal
Bağlamı), in P llkkaracan (Editör), Wonıen and Sexuality in Muslini
Socictıcs (Müslüman Toplumlarda Kadın ve Cinsellik) (413-416), İstanbul:
Women for Women’s Human Rights (WWHR) - New Ways (Kadının İnsan Hakları için
Kadınlar - Yeni Yollar).
Uluslararası Af Örgütü. (2003). Türkiye
- Kadınlara Yönelik Gözaltında Cinsel Şiddete Son. 25 Haziran 2008
tarihinde kuruluşun internet sitesinden erişilmiştir: http://www.amnesty.org. tr/yeni/index.php?view=anicle&catid=70&id=209&
option=com_content
Uzcl, D. (2006), Mor Menekşeler,
İstanbul: Çitlembik Yayınlan.
Yalçın, H., Yalçın, S., &
Murathan, B. (25 Aralık 1988), "Harita Genel Komutanlığı: Memuriyete
Girişte Kızlık Muayenesi." Ikihin’e Doğru, 53, 8-12.
TEŞEKKÜR
Yazdığım
bölüm taslaklarını okuyup eleştiren, bir nebze de olsa bekâret konusunda
bildikleri ne varsa beni haberdar eden, beni farklı kaynaklara yönlendiren,
uzmanlık alanlarından yola çıkıp bana öneriler veren, çevirilerde yardımlarını
esirgemeyen, ben Buffy the Vampire Slayer’ın bölümlerini izlerken benimle
takılan ve genel olarak bu uzun ve çoğu zaman delirtici projeyi aklımı
yitirmeden tamamlamama yardım eden dostlarım ve iş arkadaşlarıma ne kadar
teşekkür etsem azdır; hepsine sonsuz minnettarım. Teşekkürlerimi sunmak
istediğim çok kişi var ama özellikle Rahne Alexander, S. Bear Bergman, He-
ather Corinna, Dr. Leigh Ann Craig, Melissa Fox, Roxane Gay, Dr. Lesley A.
Hail. Laura Waters Jackson, Dr. Helen King, Dr. Kathleen Kennedy, Keridwen
Luis, Dr. Sarah Monette, Moira Russell, Danya Ruttenberg ve Elizabeth Merrill
Tamny'ye katkılarından dolayı çok teşekkür ediyorum. Ayrıca bu projenin
çeşitli aşamalarında bana yardımcı olan stajyerlere teşekkür etmeliyim: Kristen
Simpson, Judy Berman, Kaıe McGill ve eşi bulunmaz Beverly Rivero. Bu kişilerin
yanı sıra, Massachusetts Institute of Technology Dibner Library’den
(Massachusetts Teknoloji Enstitüsü Dibner Kütüphanesi) Philip Cronen- wett’e,
Museum of Menstruation’dan (Âdet Müzesi) Harry Finley’ye, Smithsonian
İnslitution Libraries’den (Smithsonian Kurumu Kütüphaneleri) Erin Clements
Rushing'e ve Folger Shakespeare Library’den (Folger Shakespeare Kütüphanesi)
Bettina Smith’e, uzman tavsiyeleri ve yardımları için minnettarım. Üstün
çabalarıyla, çalışmamın şu anda elinizde tuttuğunuz kitap haline gelmesini
sağlayan, Bloomsbury üSAden Co- lin Dickerman, Lindsay Sagnette, Greg
Villepique ve özellikle de Christopher Schelling’e en içten şükranlarımı
sunuyorum. Bu kitapla var olan her türlü hata ya da yanlışlık sadece bana
aittir.
Yaptıkları
örnek niteliğindeki tarihsel, arşivsel ve tıbbi çalışmalardan bu sayfalarda
yoğun bir şekilde faydalandığım birkaç bekâretbilimciye teşekkürü borç
bilirim; onlar olmadan bu kitabı yazamazdım: Abby Berenson, Peter Brown, John
Bugge, Laura Carpenter, Theodora Jankowski, Kathleen Coy- ne Kelly, Helen King,
Helen Rodnite Lemay, Marie Loughlin, JoAnn McNamara, Aline Rousselle ve Giulia
Sissa.
Towson
Üniversitesi’ne bağh The İnstitute of Teaching and Research on Women (Kadınlar
Üzerine Öğretim ve Araştırma Enstitüsü) (1TROW) (Towson, Maryland) ve
yöneticisi Dr. Karen Dugger, 2004-2005 sırasında beni Enstitünün Desteklediği
Araştırmacı olarak misafir elliler. Bu kitap ITROW’un bağımsız bir
araştırmacıyı yardımsever bir şekilde kanatlan altına almasına ve ona son
derece önemli bir zamanda “kendisine ait bir oda’’ temin etmesine çok şey
borçludur.
Aynca
Johns Hopkins Üniversitesi’nin Kadın ve Cinsiyet Araştırmaları Programı’na,
Johns Hopkins Felsefe Bölümü’ne, Commonwealth Üniversitesi’nin Tarih Bölümü ne,
Delaware Üniversitesi’ne ve Wesı Virginia Üniversitesine çok teşekkür ediyorum.
Bu yerlerin her biri, araştınna ve yazma sürecimin çeşitli aşamalannda, tenha
ofisimden dışarı çıkıp bu malzemelerin bir kısmını yaşayan, nefes alan ve
iletişim kuran seyircilere sunmam için bana misafirperver fırsatlar
sağlamıştır.
Bu
kitap için yaptığım araştırmaların çoğunu gerçekleştirdiğim Johns Hopkins
Üniversitesi’nin çeşidi kütüphaneleri ve Kongre Kütüphanesi, belki de bu
araştırmadaki en önemli kurumsal hayırseverlerdi. Bunlar gibi büyük
kütüphanelerin varlığı, insan türünün ayrıcalığına bir işarettir.
Son
olarak burada herkesin önünde, uzun saatler boyunca bitmek bilmeyen araştırma
malzemelerini toplamama tahammül ettiği, ihtiyacım olduğunda Star Trek
(Uzay Yolu), The Thin Man (İnce Adam) filmleri ve Karaman Damacy
oyunuyla dikkatimi dağıttığı için ve en önemlisi de, on yıldır (hâlâ sayıyorum!)
sevgi dolu pannerim olduğu için Malcolm Gin’e teşekkür etmek istiyorum.
EKSTRA
BEKÂRET: OKUYUCULARA NOT
Bu
kitap üzerinde çalışırken, kitabın alı başlığını “Bekâret Hakkında Bildiğinizi
Sandığınız Her Şey Yanlış” koyacağım diye arkadaşlarımla dalga geçiyordum.
Birçok insan gibi, hatta belki de birçoğunuz gibi, bu çalışmaya başladığımda, o
zamanlar önemsiz olduğunu düşündüğüm bekâret konusunda bilinecek ne varsa her
şeyi bildiğime inanıyordum. Kadın ve toplumsal cinsiyet konusundaki
araştırmalarım ve insan cinselliği alanında yapmış olduğum akademik ve
profesyonel çalışmalarım elbette bekâret konusunda bana bilmem gereken her
şeyi öğretmiştir diye düşünüyordum.
Ne
kadar da yanılmışım. Cinsellik dersi verdiğim bazı ergenlerin sorularına yanıt
bulmak üzere bekâretin tıbbi tanımlarına bakmak için gittiğim Harvard
Üniversitesi’nin Count- way Tıp Kütüphanesinden içeri adımımı atar atmaz, varsayımlarım
defalarca kökünden sarsıldı, beklentilerim allak bullak, önyargılarım
paramparça oldu. Sinirlerim bozula bozula göz gezdirdiğim tıp kitaplarının
çoğunun bekâret konusunu tartışma zahmetine bile girmediğini keşfettim. Konudan
bahseden kitaplarsa nadiren bekâretin tanımına yer veriyor gibiydi. İnsan
bedeniyle bu kadar yakından ilgili, varlığı ve önemi binlerce yıldır sürekli
vurgulanan, ama buna karşın nasıl olduysa modem tıp literatüründe neredeyse
hiçbir iz bırakmayan bir konuya rastlamak beni hem şaşırtmış hem de son derece
büyülemişti.
Araştırmaya
devam ettim. Birkaç ay sonra bekâret ve bakireler hakkında bilinecek çok da
fazla bir şey olmayabileceğini düşünmeye başladım. Konuyla bağlantılı çok az
bilgi buluyordum ve bulmayı umduğum konunun kapsamlı bir açıklamasını yapan
hiçbir kaynak da yoktu ortalıkta. Her ne kadar benim ilgi alanım sadece Batı
dünyasındaki bekâret ve bakirelerle sınırlı olsa da, kısa zamanda fark ettim
ki bekâretin kapsamlı bir araştırmasını okumak istiyorsam, bunu kendim yazmak
zorundaydım. İlk araştırmam sırasında kütüphane raflarında bulduğum bilgi
kırıntılarını hatırlayınca, bu işin o kadar da zor olmayacağını düşündüm.
Tabii
ki bu konuda da çok geçmeden gülünç duruma düşerek yanıldığımı anladım.
Ortaçağ ve Rönesans dönemlerinin bekâretle ilgili sorularına cevap arayan, çoğu
edebiyat ve din tarihçilerinden oluşan kendi halinde bir avuç bilginin eserlerini
okumaya başladım. Bu bilginlerin kitap ve makaleleri — ki onlar olmasaydı bu
kitap hiç var olamazdı, karanlıkta yoluma ışık tutan fenerlerim oldu. Ama bu
küçük ilim birikintisinde her sayfa çevirişimde, sanki kafamda düzinelerce yeni
soru oluşuyor gibiydi. Kısa zamanda fark ettim ki istediğim kitabın var
olmamasının nedeni, bu kitabı dolduracak kadar çok bilgi bulunmaması değil, konunun
çok uzun zamandır ihmal edilmiş olmasıydı. Konuya ilişkin bilgi, sayısız bilim
dalı ve disipline dağılmış, tamamıyla düzensiz ve çoğu zaman da erişilmesi güç
bir durumdaydı. Bekâret zaten, ister toplumsal, dinî, fiziksel ister başka
açıdan kuıgulansın, yapısal olarak bir tabu, belirsiz ve halta kasten
gizlenmiş bir konu değil mi?
Bekâretin
tarihi ve yapısıyla ilgili sorularıma cevap vermek hayatımın dört yılını büyük
ölçüde işgal eden uğraş oldu. Hukuk, tıp ve sanat alanlarındaki uzmanlık
kütüphaneleri, beşeri bilimlerin araştırma derlemeleri, arşivler, röportajlar,
müze koleksiyonları, internet siteleri ve birçok farklı ülkeden yığınla
hükümet belgesini kapsayan disiplinlerarası çılgın bir çöp avına giriştim.
Kendimi, kâh bekâret pomosu ürünlerini incelemek için ziyaret etliğim
“yetişkinlere özel” kitapçılarda, kâh bekâret yanlısı reklam panolarının
fotoğrafını çekmek için gittiğim şehrin yoksul ücra köşelerindeki kirli
otoparklarda buldum. Başka yerlerde bulamadığım bilgilerin peşinden heyecanla
koştururken, sadece bildiğim yabancı dillerde yazılmış kaynaklar için değil,
bilmediğim Yunanca, Portekizce, İsveççe gibi dillerde yazılan kaynaklar için de
pazarlık etmeyi (bazen işkence çekercesine) öğrendim. Kaymak ne olursa olsun ya
da ne zaman yazılmış olursa olsun, bekâretle ilgili bilgilerin çoğu zaman
önyargıdan, batıl inançtan ya da en basiti, “herkesin bildiği şeyler” görünüşü
altında akademik kitaplara bile kolayca sızan yanlışlıklardan muaf olmadığını
çarçabuk öğrendim. Verileri konu sapmalarından ayırmak, araştırmama bambaşka
zorluklar ekledi.
Sonuç
olarak sorunum, bekâret ve bakireler üzerine çok az bilgi olması değil, aksine,
çok fazla bilgi olmasıydı. Kimi zaman insanı bunaltan, bu ilerlemesi güç
sularda yolculuk etme işini okur için biraz daha kolaylaştırmak amacıyla,
kitabı iki kısma ayırdım. Bekâretbilim başlıklı ilk kısım, bekâretin tıbbi ve
bilimsel yönleri konusuna odaklanırken, ikinci kısım olan Bakire Kültürü,
bekâretin toplumsal ve kültürel yönleriyle ilgileniyor. Her ne kadar Bekâretin
El Değmemiş Tarihi'ni mümkün olduğu kadar kapsamlı tutmaya çok uğraşmış
olsam da tek bir kitabın böylesine geniş bir konuda tamamıyla etraflı bir
kaynak olamayacağını biliyorum. Bu kitabın her bölümü rahatlıkla başlı başına
eksiksiz bir kitap olabilir ya da bazı durumlarda birden fazla kitap
doğurabilir. Bekâret ıvır zıvırıyla ilgili bazı şeyler bu sayfalarda yoksa ya
da bekâret ve bakirelerle ilgili belli sorular burada yanıtsız bırakılmışsa,
bunun nedeni muhtemelen adı geçen ıvır zıvıra rast gelmemem ya da bu soruları
araştırmamam değil, ne benim ne de çalışkan editörlerimin her şeyi buraya
sığdıracak bir yol bulamamamızda. Bekâret ve bakireler konusunda benim burada
bahsedebildi- gimden çok daha fazla ve hızla artan miktarda bilgi var ve çok
daha fazlası da keşfedilmeyi bekliyor. Ancak bu kitaptan edindiği deneyimi
genişletmek isteyen okurlar, bazı seçme bölümlere VirginBook.org
adlı
internet sitesinden ulaşabilirler.
Bu
internet sitesinde ve tabii ki bu sayfalarda okuduklarınız kafanızı
karıştırabilir, sizi rahatsız edebilir ya da şaşırtabilir. Doğrusu umarım öyle
de olur. Araştırmam sırasında defalarca bekâret ıvır zıvınyla ilgili komik bir
şeylere kıkırdadığım oldu, ama her an dehşet içinde irkilmeye, acıyla ve
anlayışla ağlamaya ya da kadın düşmanlığının bekâret adına haklı gösterilmiş
başka bir örneğine daha sinirden köpürmeye de bir o kadar hazırdım. Ancak tüm
bunlardan daha da çok, şaşırdığımı fark ettim: Bin yıllardır değişmeyen
şeylere, ancak benim ömrümde değişebilmiş şeylere, bekâretin söz konusu olduğu
durumlarda çoğu zaman gerçekmiş gibi kabul gören asılsız fikirlere ve en
önemlisi bana doğru olduğu söylenen ama aslında açıkça yanlış olduğu ortaya
çıkan şeylere şaşırdım. Bu önsözün başında da bahsettiğim gibi, kitabın alı başlığı
gerçekten de “Bekâret Hakkında Bildiğinizi Sandığınız Her $ey Yanlış” olmalıydı
aslında.
Bu
kitap, bekâret ıvır zıvırından oluşan bir karışık pizzadan çok daha fazlasını
içeriyor. Kitap hem eski zamanlardan kalma, hem soyut, hem kesinlikle çağdaş,
hem son derece mahrem bir konu üzerine. Bekâret dünya üzerinde, ki bu kesinlikle
gelişmiş ülkeleri de kapsamaktadır, yaşam ve ölüm konusu olmuştur ve hâlâ da
olmaktadır. Bekâret, sayısız fıkranın temeli, ebedi sanatın konusu, tinsel
gizemlerin merkezi, ergenlerin korkulu rüyası, pornografinin gözde
çeşitlerinden biri ve dünyanın en güçlü devletlerinden birinin uğruna eşi
benzeri görülmemiş bir politika yarattığı bir odak noktasıdır. Bütün bu
nedenlerden ve başka birçok nedenden dolayı, sizlerle büyüleyici, el değmemiş
bir tarihe doğru yol alacağımız bu kız oğlan kız yolculuğa çıkmak üzere dümen
başında olmaktan onur duyuyorum.
BİRİNCİ
KISIM
Bekâret dediğiniz bu ilah
Ne gözle görülür bir nitelik,
Ne de tabi başka bir harici duyuya.
Ne bir yeri var ne de yurdu,
Ne çıkar topraktan ya da kutsal bir kalıptan,
Ne de girebilir bir şekle.
Varlığı olmayan şey için övünme;
Hiç olmayan şeyler asla yitirilmezler.
- Christopher Marlowe, Hero and Leander
(Hero ile Leandros) (1598)
BİRİNCİ
BÖLÜM
Emin olmak yeterince kolaydır. Sadece
gerektiği kadar belirsiz olun yeter.
-
Charles Sanders Peirce
Neyle
ölçerseniz ölçün bekâret aslında yoktur. Terazide tanıtamaz, yeraltı mantarı
ya da bir tomar kaçak kokain gibi kokusundan tanınamaz, kayıp eşya bürosundan
geri alınamaz ya da gelecek nesiller için fotoğrafı çekilemez. Adalet ya da
merha- mel gibi, bekâretin var olduğunu da ancak varlığının etkilerinden ya da
yan etkilerinden belirleyebiliriz. Birçok alışkanlığımızın ya da
davranışımızın alisine bekâret, ne bilinen bir biyolojik ihtiyacı yansıtır ya
da kanıtlanabilir bir evrimsel üstünlük sağlar; ne de başkalarında olup
olmadığını anlayabilmenin, binlerinin üreme ya da hayatta kalma olanağım
artırdığı görülmüştür. Belki de bu yüzden, cinsel davranışları ve toplumsal
yapıları başka açılardan bizimkisine şaşırucı derecede benzeyen en yakın hayvan
akrabalarımızın bile bekâretin ne olduğunu bildiklerine dair hiçbir iz
göremezsiniz.
Bekâretin
ayıncı özelliği, tıpkı insanseverlik gibi insana özgü bir tasanm olmasıdır.
Bekâreti biz icat ettik, biz geliştirdik. Kültürlerimiz, dinlerimiz, yasal
sistemlerimiz, sanat eserlerimiz ve bilimsel bilgi üreten çalışmalarımızla
yaydığımız bir fikirdir bekâret. Bedenlerimizi ve kişiliklerimizi nasıl algıladığımızın
ve yaşadığımızın ayrılmaz bir parçası olarak sabitleştirdiğimiz bir fikir.
Üstelik bütün bunları, aslında bekâreti tutarlı bir şekilde tanımlayamadan,
doğru bir şekilde saptayamadan ya da bekâretin nasıl ve neden işlediğini
açıklayamadan yaptık.
Bugün
bekâreti nasıl tanımlıyoruz? Geçmişte nasıl tanımladık? Kimin bakire
olup kimin olmadığım nasıl ayırt ediyoruz? Bekâretin ne olduğunu, ne işe
yaradığını ve ne anlama geldiğini nasıl biliyoruz? Bunun gibi bir kitabın
temelini oluşturan bu sorular, en dikkatli ve bilgili olanımızı bile şipşak
yargılara varmaya ve pat diye düşünmeden cevap vermeye teşvik edecektir. Konu
cinsellik ya da ahlâk olduğunda, belirsizliği hoş karşılamayan bir kültürde
yaşıyoruz; bekâret de bu iki konuyla ayrılmaz derecede sarmaş dolaş olduğuna
göre...
Ergenlik
döneminde hepimiz “Bakire misin?” sorusunun bir doğru bir de yanlış cevabı
olduğunu öğreniyoruz. Doğru cevabın ne olduğu özellikle soruyu kimin
hangi şartlarda sorduğuna bağlı olabilir. Nasıl tanınmak istediğimiz, cinsel
ilişki hakkında konuştuğumuzda çoğu zaman gerçeğin kendisini bastırır ve
bekâret konusu da buna bir istisna oluşturmaz. Ancak şartlar ne olursa olsun,
bekâret sorusuna verilebilecek ikiden fazla cevap olasılığı bulunduğunu hiç
fark etmeyiz. Öyle ya, bize öğretilen bir katı durum örneği; ya açık ya kapah,
ya evet ya hayır. Bu iki seçeneğin, böylesine özel bir konumu tanımlayabilmek
için yeterli olduğunu varsaymakla kalmıyoruz, bir de bu seçenekleri kullanan
herkesin aynı şeyi kastettiğini varsayıyoruz. Oysa birçoğumuzun farkına
vardığı üzere, durum aslında hiç de böyle değil. Gerçek yaşam darmadağınık ve
kafa karıştıran değişkenlerle dolu. İstisnalar kaçınılmaz: Ya azıcık girdiyse?
Ya kanamadıysa? Gri renkli alan fazlaca geniş ama hâlâ, “Bakire misin?”
sorusuna “Belki," diye bir cevap seçenekten sayılmıyor. Bu konuda
yaşadığınız herhangi bir tereddüt kendi özel sorununuzdur ve çoğunca da özel
cehennem azabmızdır. Sonuçta neredeyse hepimizin büyürken öğrendiği gibi,
“herkes bekâretin ne olduğunu bilir."
Oysa
gerçekte tabii ki herkes kimi neyin bakire yaptığını ya da yapmadığını bilmez.
Aslında bunu neredeyse hiç kimse bilmez. Üstelik bu söz konusu durum hiç de
yeni bir şey değildir.
Bekâret
kavramını yarattığımızdan beri, kavramın ölçütleri hem tartışma konusu olmuş
hem de sık sık belirsiz kalmıştır. Hıristiyanlık öncesi Yunan yazılarında bile
bekâretten mecazi olarak, muğlâk işaretsel terimlerle bahsetme eğilimi görülür.
Bağlama ve yazara bağlı olarak Yunan bekâreti, ele geçirilebilecek bir nesne (lambanein),
saygı gösterilmesi gereken bir değer (tercin) ya da açılması veya çözülmesi
gereken sarıp sarmalanmış bir şey (lyein) olarak tarif edilebilirdi. Şartlara
ve yazarın bu konuda ne söylemesi gerektiğine bağh olarak bekâret, mecazi,
soyut ya da fiziksel, dışarıdan dayatılmış ya da içten esinlenilmiş, koruma
altına alınmış ya da çalınmış, üstü kapanmış ya da açılmış olabilirdi.
İnsanların
farz ettiğinin aksine Hıristiyanlık, bekâret karmaşasına bir açıklık getirme
konusunda başarısız olmuştur. Kilise İleri Gelenleri’nin en saygını bile
bekâretin nasıl tanımlanması gerektiği ya da bakirelere nasıl muamele edilmesi
gerektiği konusunda bir uzlaşmaya varamamış, bu bekâret tartışmaları bin
yıllar boyunca içten içe kaynamaya devam etmiştir. Örneğin 13. yüzyıl
tannbilimcisi Thomas Aquinas’a (Aquinah Thomas) göre bekâret, ölçülü olmanın
getirdiği erdemliliğin kendisine has bir özelliği ve "iffet” damgasını
taşıyan davranışlar sınıfının bir ak sınıfıydı. Ancak Aquinas aynı zamanda
iffetin, bir özel bir de mecazi olmak üzere iki anlamı olduğunu söylemiştir.
Birinci anlam özellikle cinsel zevklere gönderme yaparken, ikinci anlam
Tann’nın tasarımına karşı yargılanacak şeylerden zevk almayı reddetmeye
dayalıdır ve birinci anlamdan daha geniş kapsamlı olan spiritualis castitas,
yani tinsel iffetten bahseder. Bu bana pek de yalnızca evet ya da hayır
cevaplarının yeterli olduğu bir âlemmiş gibi görünmüyor.
Bekâret
konusunda ne edebiyat ne de tıp, işleri basitleştirmiştir. Aquinalı Thomas’tan
üç yüz yıl sonra, 16. yüzyıl yazarı Thomas Bentley, The Monument of
Matrones, conteining seven severall Launıps of Virginitie (Bekâreti
İnceleyen Yedi Ciltlik Kadınlara Ait Eser) adlı kitabında, bekâreti,
“ağırbaşlılık, sessizlik, utangaçlık ve hem bedenin hem aklın iffetli olmasf’m
kapsayan uzun bir davranış listesiyle tanımlamıştır. Bent- ley'den yaklaşık
elli yıl sonra yazan Doktor Helkiah Cro- oke’un, “lekelenmemiş bekâretin tek
güvenilir kamtı”mn yeni keşfedilmiş olan vajina himeni[2] olduğunu
iddia etmesine karşın, aslında bundan o bile emin değildir. Himenin teşhis koyma
konusundaki değerini övdüğü aynı satırlarda Crooke, bekâret için, kafayı bir
iple ölçmeye dayalı başka bir test de önermektedir.
O
zamandan bu yana işler hiç de daha basit hale gelmemiştir. 1992’de, birçok
gazetede birden basılan efsanevi köşe yazısı “Sevgili Abby”den,[3]
taşıyıcı anne olarak tüp bebek yoluyla doğum yapan genç kadınların bekâreti
konusunda ne düşündüğünü yazması istenmiştir. (Abby’nin karan: Taşıyıcı anne
hiç cinsel ilişkiye girmediği için, kendisine bakire deme hakkı vardır.) Son
zamanlarda açıklanan, 1990’lar ve 2000’in başında tamamlanmış olan birkaç
araştırmanın sonuçlarına göre, kimin kendisini bakire ya da bakir olarak
görebileceğini sorgulayan gençler, oral seks ve anal seksin “cinsel ilişkiden”
sayılıp sayılmadığı konusunda ciddi bir fikir ayrılığına düşmüş durumdadır.
Bekâretin
Batı kültüründe uzun ve seçkin bir geçmişi vardır ama saygıdeğer ve doğruluğu
kesinleşmiş tek bir ölçütü yoktur. Kısacası bekâretin ne olduğunu ve nasıl
işlediğini elbette ki “herkes” bilmiyor. Kimse tam olarak bilmedi ki.
Aksini iddia eden belli ki bu konuda yeterince okumamıştır,
“Bekâret”
dediğimizde ne kastettiğimiz, tıpkı “özgürlük” dediğimizde ne anlatmak
istediğimiz gibi geçici, göreceli ve top- ium tarafından belirlenmiştir. Sevgi
ve ıstırap gibi, bekâretin de kendisine göre donatılan vardır. Onunla
ilişkilendirdiğimiz belli fiziksel olgular; hem başkaları hem de kendimiz için
ondan beklediğimiz birtakım koşullar ve duyumlar vardır. Bu beklentilerimiz
gerçekleştiğinde tatmin oluruz, gerçekleşmediğindeyse kafamız karışır, hatta
kendimizi ihanete uğramış hissederiz. Dindarlık ve tensellikle olduğu gibi,
çoğu zaman bekâretin bize, kişinin ahlâkı, kişiliği ve tinselliği hakkında
bilgi verdiğine inanınz. Bekâretin dokunulabilir olduğunu, güzel bir yüz ya da
güçlü bir kas gibi fiziksel bedenin bir parçası olduğunu iddia ederiz, ama
tıpkı gözle görülemeyen iç gücü ve iç güzelliğinin varlığını doğrulamamız gibi,
aslında bekâretin de sırf etten çok daha öte bir şey olduğunu kabul ederiz.
Bekâret
konusunu inceleyen bir kitap, bekâretin en kapsamlı ve genel tanımının ne
olduğu sorusunu doğurduğuna göre buna şöyle cevap verilebilir: Bekâret, şimdi
ya da geçmişte başkalarıyla cinsel temasa girmemekle tanımlanan insana özgü
cinsel bir konumdur. İyi de, bu tanım da başka sorular doğuruyor: Neler
“cinsel temas” kapsamına girer? Bu soruya cevap verirken kimin ölçütlerini esas
alacağız ve bu ölçütleri herkese ve her duruma aynı şekilde mi uygulayacağız?
Kadınların bekâretini erkeklerinkiyle; çocukların bekâretini yetişkinlerin-
kiyle; bir Hıristiyan’ın bekâretini bir ateistinkiyle, Yahudi'nin- kiyle,
çağımız paganınınkiyle, bir Müslüman’mkiyle ya da Bu- dist’inkiyle bir mi
tutacağız?
Bakire
olmadığını düşünenler genellikle bunun nedenini açıklayabilirler. Hâlâ bakire
olduğunu düşünenlerse bu konumlarını neyin değiştirebileceğini genelde ifade
edebilirler. Bizden, başka birinin bekâret konumunun değişip değişmediğini
saptamamız istense, çoğu zaman ne gibi ölçütler kullanacağımızı biliriz. Ancak
başkasına uygulayacağımız ölçütler, ille de kendimize uyguladıklarımızla aynı
olacak değil. Üstelik kapı komşularımızın ya da sevgililerimizin ya da
anne-babalarımızın ölçütlerinin de bizimkilerle aynı olup olmadığını bilemeyebiliriz.
Bu.
‘bekâret görecelidir, o yüzden de tartışmaya değmez’ anlamına gelmez. Tam
tersine, bekâretin göreceli olduğunu ve bu yüzden son derece önemli olduğunu
çok açıkça ortaya koyan ve iki bin beş yüz yılı aşkın süredir biriken bir yazılı
tarih vardır elimizde. Bekâreti böylesine belalı ve büyüleyici kılan da bu
göreceliliğidir aslında.
Bekâret
toplumda her zaman aynı amaçlara hizmet etmemiş, aynı şekilde algılanmamış ya
da aynı cinsellik, cinsel akti- vite ya da cinsel kimlik anlayışları üzerine
kurulmamıştır. Hatta her zaman aynı beden parçalarıyla da ilgili olmamıştır:
Çoğu zaman bugün bekâretle eş anlamlı gibi gördüğümüz ve bizden önceki
insanların da böyle düşündüğünü varsaydığımız himen, aslında 16. yüzyıla kadar
bilinmiyordu bile. Batı tarihi boyunca, hukuktan dine ve tıptan sanata kadar
birçok farklı alanda belirlenen çeşitli bekâreti anlama, tanımlama ve kullanma
yollarımız, durmaksızın değişen devasa bir oluşumun, yani ortak kültürümüzün
şekillerini ve hareketlerini yansıtır.
Bu,
bekâreti tanımlama konusunda neden bu kadar beceriksiz olduğumuzu açıklamaya
yardım ediyor. İnsan yaşamı ve cinselliğinin büyük çaph alt yapısının
şartlarından biri olarak, bekârete ilişkin ideallerimiz, toplumsal cinsiyet,
sınıf ve ırka ilişkin ideallerimizde olduğu gibi, her zaman tarihsel duruma
bağlı olmuştur. Kültürel koşullar değiştikçe bekâret konusuna yaklaşımımız da
zaman içerisinde yavaşça ve çoğu zaman kendisini fark ettirmeden, demografi,
ekonomi, teknoloji, dinî dogmalar, politik felsefeler, bilimsel keşifler ve
kadınlann, çocukların ve ailenin rollerindeki değişimleri yansıtarak değişmiştir.
Bu tür şeyler yavaş değişme eğilimi gösterdiğinden, insanların bunları, onlar
doğmadan önce varolan ve öldükten sonra da büyük değişime uğramadan var olmaya
devam edecek hiç değişmeyen, katı sabit gerçekler olarak görmeleri olağandır.
Çoğu zaman bu doğrudur, çünkü insan ömrüyle karşılaştırıldığında, büyük
ölçekli kültürel değişimler buzulların hareketini andıran bir yavaşlıkta
gerçekleşme eğilimindedir. Ancak en büyük ve yavaş hareket eden buzul bile
ilerledikçe karada yarıklar açar ve peşinde bir iz bırakır.
O
halde, değişen bekâret ideolojileri ve uygulamalarının izini sürmek için
kültürel buzulları takip etmemiz gerekiyor. Bekâretin sırlan DNA’mıza
kodlanmış ya da taşa kazınmış değildir. Var oldukları sürece bu sırlar,
romanlarda ve tiyatro oyunlarında, dinî yazılarda ve sanat eserlerinde, tıp
metinlerinde ve felsefe kitaplarında, kur yapma modellerinde, evlilik geleneklerinde,
kocakarı masallannda, meyhane şarkılarında ve hatta günlük gazetelerin köşe
yazılarında varlar. Ne muazzam, büyüleyici ve şaşırtıcı bir gösteri.
Belki
de bunu göstermenin en kolay yolu, bekâretin farklı birkaç türünü tarihsel bir
bakış açısıyla gözden geçirmektir. 21. yüzyılın gündelik konuşmalarında,
bekâreti sadece tek bir şekilde düşünüyoruz: Bir cinsel aktivite konusu. Birisi
“o işi” ya yapmıştır ya da yapmamıştır. Buradaki eleştirel “o iş” sözünün
neleri kapsayıp neleri kapsamadığı ciddi bir tartışma konusu olabilir, ama
bekâretin ve bekâret kaybının “o işi” (“o iş”in ne olduğu nasıl anlaşılırsa
anlaşılsın) yapmış ya da yapmamış olmak olarak değerlendirilmesi hiç
tartışılmaz. Oysa bu, bekâreti görmenin sadece tek bir yoludur.
4.
yüzyılda yazdığı De civitate Dei (Tann’nın Şehri) adlı eserinde Aziz
Augustine, tecavüze uğramanın bekâret kaybına yol açmadığını çünkü kişinin buna
bütün kalbi ve ruhuyla direndiğini savunmuştur. Augusline'in bu düşüncesi
mantıklı ini? Eğer zoraki fiziksel bir eylemden kaynaklanan bekâret kaybından
geri dönüşün mümkün olmadığı söylenseydi, o zaman bekâretin ruhun bir niteliği
olduğu iddia edilemezdi. Augusti- ne’in buna getirdiği çözüm, bekâretin iki
meşru şekilde var olduğunu ortaya sürmek oldu: Bedene dayalı fiziksel bekâret
ve ruha dayalı tinsel bekâret. Duruma bağlı olarak bu iki şekil birlikte var
olabilirdi de olmayabilirdi de. Daha sonraları Aqu- inah Thomas’ın da savunduğu
gibi, Augustine için tek bir bekâret yoktu, bekâret birden fazlaydı.
Çoklu
bekâret oldukça tutulan bir fikir oldu. 1240 civarında iffet üzerine bir
inceleme yazan 13. yüzyıl filozofu ve bilimcisi Alberlus Magnus [Büyük
Albertus], dört farklı bekâret türünden bahseder. Buna göre aklı ermemiş
bebekler doğuştan
bekâret
türüne sahipli. Ancak kişi ne yaptığını bilecek yaşa geldiğinde bekâretini
seçmek zorundaydı. Bekâreti dinî bir yeminin parçası olarak seçebilir ya da
üzerine yemin edilmemiş daha az resmî bir bekâret tercih edebilirdi. Albertus
sonuncu türü, onaylamayarak, bakire gibi görünmeyen ya da davranmayan
bakireler olarak belirlemiştir. Hatta bakirelerin bazen fahişe gibi
davranabildiğini bile söylemiştir. Alberıus’a göre bekâret doğuştan
gelen bir özellik ya da başka birçok farklı şey olabilirdi. Ancak ona göre
bekâret kesinlikle ilk bakışta anlaşılabilecek bir şey değildi.
Bekâret,
insanlık durumunun katı, evrensel ve tarihdışı sabit bir gerçeği olmaktan çok
uzak, canlı ve çoğunluğu sakh muazzam bir tarihi olan, köklen değiştirilebilir
ve biçimlendi- rilebilir bir kültürel fikirdir. Bekâreti anlamak isliyorsak, sadece
bugün bize nasıl göründüğünü değil, aynı zamanda bizden önce yaşamış olan
insanlara nasıl göründüğünü de anlamamız gerekir. Bekâretin sadece
çocuklarımız için içermesini istediğimiz anlamlarını değil, bizim için, nine ve
dedelerimiz için ve büyük nine ve büyük dedelerimiz için içerdiği anlamlan da
anlamamız gerekir. En önemlisi de bu anlamların hep aynı olmadığını anlamamız
gerekir, insanlık dunımuyla ilgili birçok şeyde olduğu gibi, bekârette de
değişmeyen tek şey değişimdir.
Kutuda
Çizgiler
Bekâretlerin
ve bakirelerin birçok farklı biçimi ve türünün olduğunun epeydir farkındayız.
Bunları birbirinden sadece insanların cinsel anlamda ne yapıp yapmadıklarına
bakarak değil, aynı zamanda yaş, gelişim çağı, cinsiyet, dürtüler, önceki
davranışlar, dinî bağlantılar ve hatta dış görünüş gibi şeylere bakarak da
ayırt ettik. Ancak bütün bu özelliklerin hepsi eşil önem taşımaz. Hatla tarihin
belli bir döneminde, dünyanın belli bir yerinde veya kabaca Batı dediğimiz
geniş ve karmaşık çerçevenin belli bir alt kültüründe bile bu özellikler aynı
şekilde ya da aynı derecede önem taşımazlar.
Bundan
dolayı aslında en önemli şey, bakireleri ve bekâreti kimin tanımladığı
sorusudur. Bekâreti tanımlamak demek neredeyse bütün kadınların ve hatta birçok
erkeğin yaşamını doğrudan etkilemek demektir. İnsanlar ne düşünürse düşünsün,
bekâreti tanımlamak sadece felsefi bir uygulama değildir. İnsanların nasıl
davrandığını, hissettiğini, düşündüğünü ve bazı durumlarda nasıl yaşayıp nasıl
öldüğünü denetim altında tutan bir uygulamadır.
Bekâret,
bin yıllardır insan kültürlerinde düzenleyici bir ilke olarak kullanılmıştır.
Geçmişte olduğu gibi bugün de, döneminin, dininin, çevresinin ya da ailesinin
bekâret diye inandığı kuralı çiğneyen herhangi bir kadın, alay edilmeye, hor
görülmeye, ayıplanmaya, dışlanmaya, evlilikten men edilmeye veya evlatlıktan
reddedilmeye manız bırakılabilir. Bazı yerlerde ve zamanlarda, kadının ailesi
bu yüzden para cezasına ya da başka tür bir cezaya çarptırılabilir ya da
kadının kendisi köle olarak satılabilir. Dahası bekâretini kaybetmesinin
cezası olarak kadın hapse atılabilir, sakat bırakılabilir, kötürüm edilebilir,
kırbaçlanabilir, tecavüze uğrayabilir ve hatta öldürülebilir... Üstelik bütün
bunlar bir söylenti uğruna bile olabilir. Böyle aşağılamalann ve güya namus
temizleyen cinayetlerin, ancak kadınlar konusunda baskıcı ya da gerici dinî
geleneklerin hüküm sürdüğü uzak diyarlarda ya da çağdışı geleneklere bağlanmış,
içine kapanık göçmen topluluklarda olduğunu sanmayın ve şu olayı hatırlayın:
2004 yılının Kasım ayında, Amerika’nın Alabama eyaletinin Birmingham
kasabasında, on iki yaşındaki ilkokul öğrencisi Jasmine Archie’nin bekâretini
kaybettiğini düşünen annesi, önce zorla çamaşır suyu içirerek sonra da boğarak
kızını öldürmüştür.
Çok
tehlikeli sonuçlar doğurabileceği için, bekâretin değişmez tek bir tanımının
yokluğunu ve hiçbir zaman da olmadığını bilmek çok büyük bir önem
taşımaktadır. Daha basit bir ifadeyle, bekâret genelde, kısmi açıklamalardan
oluşan karmaşık bir görüntü çeşitliliği içinde tarif edilmektedir. Bu tarif neredeyse
her zaman sondan başa doğru ve bir şeyleri dışarıda bırakarak yapılır:
Bekâretin tarifi, bekâreti neyin sonlandırdığı ve neyin bekâret olmadığı kararı
üzerine kurulmuştur. Yine de ne kadar uğraşırsak uğraşalım, sanki hep su
götürmez sandığımız en iyi tanıma bile kafa tutan, cevabı bulunamayan bir soru,
bir istisna ya da bir durum çıkıyor.
Heteroseksüel
Beyaz Kadın
Tarihin
farklı bekâret türlerini araştırırken öğrendiğimiz şeylerden biri de bekâretin
aslında cinsel ilişkiye girmekle ilgili olmayabileceğidir. Üstelik farklı tarih
ve kültürlerde, penisin vajinaya girmesi, yüzyıllar boyunca bekâretin ya da
bekâret “kaybının” en küçük ortak paydası olmuştur.
Beden
parçalanırın böyle belirli bir biçimde yan yana kullanılması özellikle
“sevişmek” dediğimiz şey bağlamında onaya çıkabilir. Ama başka bir sürü
anatomik düzenleme de bu bağlamda ortaya çıkabilir. Parmaklar, dudaklar,
göğüsler, dil, anüs gibi birçok farklı beden parçası “cinsel ilişki” dediğimiz
aktivi- telerde kullanılabilir. Hıristiyanlığın başlangıcından öncesine kadar
uzanan sanat ve edebiyat eserleri, bu çeşitli tekniklerin, ister erkekler
arasında, ister kadınlar arasında ya da ister bir kadınla bir erkek arasında
uygulansın, hiçbirisinin modem yenilikler olmadığını gösterir. Cinsel aktivite
her zaman penisle vajinadan çok daha fazlasını içermiştir.
Düşünmeden
edemiyor insan; o zaman neden bu kadar uzun zamandır belirleyici cinsel ilişki
edimi olarak düşünülen özel bir penis-vajina birleşimi, bekâreti sonlandıran
edim olmuştur? Bunun birçok nedeni vardır. Öncelikle kadınlan hamile bırakan
tek cinsel aktivite türü penisin vajinaya girmesini kapsar. İkincisi, penisin
vajinaya girmesine dayalı cinsel ilişki, insanların yapabildiği yalnızca ve
yalnızca heteroseksüel olan tek edimdir. İnsanların yapabildiği, farklı beden
parçalarım yan yana getiren diğer yaygın cinsel bileşimler, temelde cinsiyet
ayrımı gözetmezler. Öpüşme ve dokunma cinsiyet tanımaz; oral seks için bir şey
demeye bile gerek yoktur. Oysa penisin vajinaya sokulabilmesi için bir kadın
ve bir erkeğin olması; ve bunların da, bir erkekle başka bir erkek ya da bir
ka- dmla başka bir kadın arasında yapılabilmesi mümkün olmayan lek belirli
cinsel eylemi gerçekleştiriyor olmaları gerekir. Bu da şu demektir: En azından
geleneksel kurallaşmış şekliyle bekâret yalnızca heteroseksüeldir.
Bekâret
aynı zamanda dişidir de. Erkek bedeni, öyle olduğu durumlarda bile, hiçbir
zaman çoğunlukla bakir diye değil, onun yerine “erden" ya da “bekâr” diye
nitelendirilir. Halta Katolik Kilisesi'nde, cinsel ilişkiden uzak durma
“bekâret” olarak değil, “bekârlık” olarak sınıflandırılır. Dahası bekâret hiçbir
zaman, erkeklerin değerine ilişkin ya da evlenilmeye uygun olup olmadıklarına ya
da yaşamalarına izin verilip verilmemesine dair bir konu olmamıştır. Sonuç
olarak da tarih boyunca bakireler neredeyse hep dişilerden oluşmuştur. Zaten
“bakire” (İngilizce de viıgin) sözcüğü de Latince kız ya da evlenmemiş kadın
(bu ikisi, kızların genellikle ergenlik döneminin başlarında evlendirildiği
eski Roma kültüründe eşanlamlıydı) anlamına gelen ve kadın ya da karı
anlamındaki uxor sözcüğünün karşıtı olan virgo sözcüğünden gelmektedir.
Benzer dil kısaltmalarına başka dillerde de rastlayabiliriz: Yunan- ca’da parthenos
(kız/bakire) ve gyne (kadın/karı), İbranice'de betulah ve almah,
biraz eski İngilizce’de rnaid (kız) ve wije (karı, eş). Tersi
belirtilmedikçe bugün bile “bakire” sözcüğü bir dişiye işaret etmektedir.
Batı’da,
bekâretin sadece cinsel yönelimi ve cinsiyeti değil, aynı zamanda rengi de
vardır. Hıristiyan simgeciliği geleneksel olarak ışığı ve renk açıklığını,
saflığa ve kutsallığa işaret etmek için kullanırken, karanlığı ve koyu renkleri
günah ve yozlaşmayla özdeşleştirmiştir. Beyaz Avrupah Hıristiyanlar, derileri
koyu renk olan insanların yaşadığı yerleri sömürgeleştirmeye başladığında çoğu
zaman bu, açık renk-eşittir-iyi ve koyu renk-eşittir-kötü zihniyetini de
oralara taşımıştır. Koyu derili bu insanların güya “ilkel” olan kültürlerinin
cinsel kuralları, Avrupah Hıristiyanların cinsiyet, cinsel ilişki ve aile
yapılanmalarına ilişkin, normal, doğal ve hatta Tanrı vergisi kanunlar olarak
gördüklerine uymamıştır. Bu yüzden de beyaz AvrupalIlar, Afrika, Amerika ya da
başka yerlerde yaşayan yerlilerin
aşağıhk
ve en küçük ahlâk anlayışından bile yoksun olduklarını düşünmüşlerdir.
Avrupalılar bu karşılaşmalardan, bekâretin medenileşmenin, yani Hıristiyan,
AvrupalI ve beyaz olanların bir özelliği olduğu sonucunu çıkarmıştır.
Bütün
bunlar bugün Baıı’da bekâretin varlığını ve işlevini anlama biçimimizin bir
parçasıdır. Bekâret bizden öncekilerden aldığımız mirasın bir parçasıdır.
Yaklaşık olarak son yüzyılda bekâret ve bakireleri görme biçimimiz biraz da
olsa değişmiştir ama bekârete ve bakirelere dair miras aldığımız asırlık
ideolojik paradigma hâlâ sapasağlam ayakta durmaktadır. Rosie Reid olayı,
bekâret ideolojisinin ne kadar yavaş ve karışık değişim geçirdiğinin harika
bir örneğidir. 2004 yılında, Bristol Üniversitesinde okuyan on sekiz yaşındaki
Rosie, eğitim masraflarını karşılayabilmek için, internet üzerinden yapılan
bir açık artırmada en yüksek teklifi sunan kişiye bekâretini salmaya karar
vererek bir skandal yaratmıştı. Burada ne Ro- sie’nin kendisi, ne fiyat teklifi
sunmaya koşan erkekler ne de hikâyeyi veren haber kuruluşları, Rosie'nin, bir
taraftan kendisini bakire olarak ilan ederken, diğer taraftan da bir kadınla
uzun süreli cinsel ve duygusal ilişki yaşayan bir lezbiyen olduğunu açıkça
söylemesini çelişkili buldular.
Rosie'nin
bekâretinin belki de çoktan geçmişte kalmış olabileceği, bu hikâyeyi haber
yapanlardan hiç kimsenin aklına gelmedi. Rosie’nin ve sevgilisinin, tarih
boyunca kadınlarla sevişen yüz binlerce kadının yaptığı gibi, parmak ya da
seks oyuncağı aracılığıyla vajina yoluyla sevişmiş olabileceğini kimse
tartışmadı. Maddeci ve tıbba yönelmiş çağımızda bekâretin belirleyici ölçütü
olarak görülen himenin, Rosie’de ne durumda olduğu, haberlerde hiç
sorgulanmadı. Bedeninin hiç “açılıp açılmadığı” kimsenin umurunda değil
gibiydi; oysa bu, Yunanların çok umrunda olurdu. Rosie’nin hiç cinsel arzu
duyup duymadığı ya da orgazm olup olmadığıyla da kimse ilgilenmedi; oysa bu
iki şey de Ortaçağ dinbilimcilerini ve doktorlarını çok ilgilendirirdi.
Bütün
bunlar yerine, Rosie’nin lezbiyen cinsel deneyimlerinin geçerli olmadığını
buyuran bir sessizlik egemen oldu dûn-
yaya.
Gazeteciler için ya da Rosie’ye bir kerelik cinsel olarak erişebilme umuduyla
fiyat teklifi veren onca adam için önemli olan tek şey, Rosie’ye bir penisin
hiç girmemiş olmasıydı. Ro- sie Reid hikâyesinde bekâreti tanımlayan şeylerin
toplam sonucu, biyolojik bir erkek tarafından biyolojik bir kadın üzerinde
icra edilen ve yalnızca heteroseksüel bir eylem olan ‘penisin vajinaya
girmesi’ eylemiydi. Rosie'nin sattığı ve açık artırmanın sonunda kazananın
satın aldığı, aslında bir kadının kendi başına cinsel anlamda “gerçek” bir
kadın olamayacağını ve bunu başarabilmesi için bir adamın penisine ihtiyacı
olduğunu söyleyen ideolojinin somut teyidinden başka bir şey değildi.
Çeşit
Çeşit Bekâret
Rosie
Reid’in hikâyesi bir sürü ilginç soru çıkarır ortaya; en önemlilerinden birisi
de Rosie’nin, cinsel açıdan etkin bir lez- biyen olarak temsil ettiği bekâret
türünü nasıl smıflandırabile- ceğimiz sorusudur. Bekâretini başarıyla satmadan
önce (bir kızlık zan için 12.000 sterlin, yani yaklaşık 31.500 YTL ödeyen
adamın, Rosie’nin satacak bir kızlık zan olduğuna inandığını farz edebiliriz),
Rosie’nin aslında bakire olduğunu kabul edersek, peki Rosie ne tür bir
bakireydi?
PT.
Bamum’un sözleriyle, her dakika bir bakire dünyaya geliyor. Ama bütün
bakireler aynı değil. Bütün bu kurallaşmış penis-vajina etkenine ne kadar
yatırım yaparsak yapalım, Rosie Reid’in bekâretini bir rahibeninkiyle, on bir
yaşında bir kı- ztnkiyle, otuz yaşında kariyer sahibi bir kadmınkiyle ya da yaşını
almış kız oğlan kız bir teyzenin bekâretiyle bir tutmamız hiç ama hiç olası
görünmüyor. Tıpkı Albertus Magnus’un 13. yüzyılda yaptığı gibi, biz de aslında,
farklı tür ve biçimlerde gelen bekâret ve bakirelerin farkına varıp bunları
kabul ediyoruz. Ama tuhaf olan, M.S. 2. yüzyıldan bu yana bekâretin ve
bakirelerin farklı çeşitleri olduğunu bilmemize karşın, algıladığımız bu
çeşitliliği tarif etmek için çok az sözcük üretmiş olmamızdır.
Rosie
Reid bağlamında Batı’nın genelde kullandığı tek ifade, 19. yüzyıldan kalma
“yarı-bakire” olarak çevrilebilecek Fransızca terim demi-vierge’dir. Bugünse,
en azından Amerika'da, hemen hemen aynı anlama gelen “teknik bekâret” terimini
şöyle kullanabiliriz: Hayatı cinsellikten bütünüyle yoksun geçmemiş ama belli
deneysel sınırları, özellikle de penisin vajinaya girmesi sınırını henüz
aşmamış olduğu için kendisini bakire sıfatıyla nitelendiren birisi. Ancak demi-vierge
ya da teknik bekâret, olası bekâret türlerinden yalnızca birini açıklar. Diğer
türler içinse tek bir sözcüğümüz bile yoktur.
Bu
tuhaf sözcük dağarcığı yokluğu üzerine ciltler yazılabilir. Bir kadın hakkında
bilinebilecek en önemli şeyin, sahibinin babası mı -ki bu kadının evlenmemiş ve
tahminen bakire olduğu anlamına gelir- yoksa kocası mı -ki bu da kadının tahminen
bakire olmadığı anlamına gelir- olduğu bir toplumda yaşamıyoruz artık. Ancak
tarihinin büyük bölümünde kültürümüz bu şeylerle son derece yakından meşgul
olmuştur ve bunu dışarıya yansıtmıştır. Bekârete dair miras aldığımız küçücük
sözcük dağarcığımız ve bunun, bekâreti ve bakireleri tartışma yeteneğimize
getirdiği kısıtlamalar, geçmişte öncelik verdiğimiz şeylerimizden kalma
aslında.
Ancak
bu sözcük kıtlığı, bekâretin ve bakirelerin farklı türleri olduğunu
kavramamıza bir engel değildir. Batı kültürü bugün en azından dört farklı
bekâret şeklini tanır ve bu şekillere özgü bireysel örnekler de bekâret
konusunda kaçınılmaz bir çeşitlilik yaratır. İlki varsayılan bekâret, muhterem
Albertus Magnus'un bahsettiği ilk türle aynıdır: Hepimiz bakire doğarız.
Çocukların etkin bir cinselliğinin olmaması, beklenen ve varsayılan bir şeydir;
o kadar ki çocuklardan özellikle bakire diye söz etmek tuhafımıza gider. Cari
Jung’un da dediği gibi çocuklar cinsellik öncesidir. Cinsel organlarla ilgili
bazı etkin davranışlar oldukça erken yaşlarda başlasa da (birçok çocuk kendi
başına cinsel organlarını uyarır, hatta ultrason sayesinde, rahimdeyken
ceninlerin cinsel organlarını uyardıkları bile gözlemlenmiştir), ergenlik
dönemi öncesindeki çocukları hâlâ cinsel varlıklar olarak görmeyiz.
Ama
sonunda ergenlik dönemi gelir çatar ve onunla birlikte cinsellik hormonlarının
sel baskınları, yüzde ve bedende hızla artan kıl çalılıkları, tehlikeli göğüs
ve kalça kıvnmlan, ilk boşalmalar ve âdet kanamalarıyla kendisini gösteren
doğurganlığın başka şeye benzemeyen kirli kanıtları da gelir. Beden cinsel
anlamda fiziksel olgunluğa eriştiğinde, bireyin cinsel bir varlık olmadığını
düşünme lüksümüz de kalmaz. İşte bekâretin cidden önemsenmesi de tam bu
noktada başlar.
Ergenlik
dönemi sonrası görülen en yaygın bekâret şekli, insanların eninde sonunda
cinsel ilişki oyununa katılacakları ve özellikle insan neslini sürdürmek üzere
yeni aileler kurmak ve çocuk doğurmak gibi muazzam bir görevde yer alacakları
varsayımı üzerine kurulmuştur. Bunun olması için bekâretin daimi değil,
geçişsel olması gerekir. Birçok insan için bekâret tam anlamıyla budur:
Çocukluğun bitimiyle sosyal açıdan tam bir yetişkinliğe geçiş durumu, çoğu
zaman evlilikle somutlaştırılan bir geçit.
Geçişsel
bekâret her zaman Batı’da en çok saygı gören bekâret şekli olmamıştır; aslında
Protestan Reformu gerçekleşinceye kadarki Hıristiyanlık döneminde, kolluğu
rahibelerin ve rahiplerin yeminli bekâretine kaptırmıştır. Buna karşın
geçişsel bekâret her zaman en yaygın bekâret şekli olmuştur, insanların
ortalama evlenme yaşlan insanlık tarihi boyunca büyük değişkenlik göstermiştir.
En azından bazı kadınların yirmi yaşım geçene kadar evlenmemesi son 25.000
yıhn belli dönemlerinde yaygın olsa da kadınlann ergenlik yaşlarmda, özellikle
de âdet görmeye başlamasına çok yakınken evlendirilmesi daha da yaygın
olmuştur.
Bugün
Batı’da, çocuk yaşta sözlenmek ve ergenlik döneminde evlenmek bir skandal konusudur.
Örneğin, Associated Press haber ajansının haberini yaptığı, kendi kendisini Romanya’ya
bağlı Romanların kralı ilan eden Florin Cioaba’mn 12 yaşındaki kızı Ana
Maria’nm 2003’teki gürültülü evliliği basında şok etkisi yaratmıştı, oysa
tarihimizin büyük bölümü boyunca böyle olaylar oldukça normal sayılırdı.
Aragonlu Cat- herine üç yaşındayken, İngiltereli VII. Henry’nin oğlu Art-
hur’la sözlendiriimiş, on beş yaşındayken de evlendirilmişti. Shakespeare’in
Juliet’i topu topu on üç yaşındayken annesi şunları öğütler kendisine: “Anık
evliliği düşün; burada Vero- na’da senden genç saygıdeğer bayanlar çoktan anne
oldular: Benim hesabıma göre senin kız olduğun şu yaşlarda ben seni doğurmuştum
bile.” Onalama ilk evlilik yaşının, yirmili yaşların ortalanyla sonlan
arasında gidip geldiği bugün bile,[4]
gelinin bekâretine büyük değer verilen eşleşmelerde (tıpkı eski günlerde
tahtın varisinin ilk evliliğinde olduğu gibi) nispeten genç bir gelin olduğu
görülür. Rahmetli Prenses Diana Spen- cer, 1981’de otuz iki yaşındaki İngiltere
Prensi Charles'la nişanlandığında, on dokuz yaşında bir bebek yüzdü;
evlendiklerinde ve Wales Prensesi olduğunda Diana, yirmisinden sadece yirmi
sekiz gün almıştı.
Kadınlar
için onalama ilk evlilik yaşının çeşitlilik göstermesi gibi, ortalama bir
kadının geçişse! bekâretini saklaması gerektiği zaman süresi de tarih boyunca
çeşitlilik göstermiştir. Bugün kadınların ilk evlenme yaşlan hiç olmadığı kadar
yükseldiği için, evlenene kadar bakire kalan Batılı bir kadın, eğer kendi
yaşıtlarına göre ortalama bir yaşta evlenirse, ergenlik dönemine ulaştıktan
evlendiği zamana kadar muhtemelen on- la yirmi yıl boyunca geçişse! bekâretini
saklayabileceğini ümit edebilir. Ocak tanrıçasının emrindeki Vesta
bakirelerinin bile bekâretlerini sadece otuz yıl saklamaları beklendiğini düşündüğümüzde
(bu görev adına takdis edildikleri altı yaşından, hizmet sürelerini
tamamladıkları otuz altı yaşma kadar), modem zamanın evlilik öncesi bekâret
bağlılığının son derece şaşırtıcı olduğunu görürüz.
Ayrıca
Batılı modem bir kadın evlenene kadar bakire kalmamayı da seçebilir. Bu
seçenek daha yeni yeni (yaklaşık son otuz yıldır) geniş çapta kabul görmeye
başlamıştır. Bu dunım- da bile, evlilik dışı ve evlilik öncesi cinsel ilişki
hâlâ kesin bir evrensel onay almış değildir; toplumun muhafazakâr kesimleri ve
dinci kurumlan da bunu kınamaya devam etmektedir. Halta tarihi boyunca
cinselliğe yönelik ulusal politikalan olmayan federal Amerikan devleti bile son
yıllarda (Amerika’da cinsel ilişkiyle ilgili kanunlar esasen eyalet kapsamında
geliştirilir ve uygulanır), gücünü hissettiren bir baba edasıyla, evlilik
öncesi her türlü cinsel aklivitenin yanlış olduğunu söyleyen geri kafalı
geçişsel bekâret ideolojisini uygulamaya başlamıştır. Örtmece bir isim altında
“cinsel perhize dayalı cinsellik eğitimi” denilen şeyi (bekâretin evli olmayan
insanlar için tek uygun cinsel konum olduğunu öğreten müfredat programlan)
teşvik etmek ve uygulamak için 1996’da başlatılan yüksek bütçeli federal
girişimler, Amerikan devlet okullarının müfredat programlarına, göstere
göstere geçişsel bekâret yanlısı olan bir gündem sokmuştur. Değişen bekâret
beklentilerine gösterilen bu hayret verici ters tepki ve Amerika’nın bunun
uğraşını sürdürürken sergilediği tuhaf ve çarpıcı dünyadan habersiz hali, bir
kültürün bekârete yaklaşımlarının her şeyden çok daha duygusal ve siyasal
olabileceğinin apaçık kanıtıdır.
Geçişsel
bekâretin bitmesi uzun bir zaman boyunca kişinin toplumsal açıdan yetişkinliğe
erişmesiyle ilişkilendirildiği, toplumsal yetişkinlik de uzun bir zaman boyunca
evliliğe bağlı olduğu için, bekâreti çocuklukla ve bekâret kaybını yetişkinlikle
eşdeğer tutan kırpılmış bir bekâret ideolojisi geliştirdik. Ama tabii ki aynı
anda hem yetişkin hem de bakire olmak mümkündür. Hatta yaklaşık son on yedi
senedir sayısız kadın ve erkek, Roma Katolik Kilisesi’nde filizlenen manastır
kuramlarında ömür boyu bakire kalmayı seçmiştir. Protestan Reformu, manastır
yaşamının her yere yayılmış olan varlığını ve saygınlığını temelli olarak
mahvetmiş ve hatla manastır görevlerini sürdürenlerin sayısı son yüzyılda
büyük bir hızla azalmış olsa da, yeminli bekâret düşüncesi ve gerçekliği bugün
hâlâ bizimle birlikledir.
Gelin
görün ki Roma Katolik inancı bağlamında bekâret yemini olarak düşündüğümüz
yeminlerin çoğu aslında bekârlık yeminidir. Papazların, rahibelerin ve
rahiplerin bekârlık yeminine kabul edilmeleri için bakir/e olmaları
gerekmemektedir; ancak geleneksel olarak rahibeler hem “yeminli bakireler” hem
de “Kilise gelinleri” olarak tanınmışlardır ve yakın zamana kadar, bir kadının
ebediyen bekâretini korumasına izin ve- rilebilmesinin tek yolu, rahibe
manastırına girmesi olmuştur. Bekârlığın bekâreti korumanın gerekli bir unsuru
olduğu, bekâretinse bekârlığı korumanın gerekli bir unsuru olmadığı hâlâ
doğrudur.
Kilise’nin
özellikle ve sadece bakire olan kadınlara verdiği bir görev vardır ama bu,
yaygın ya da tanınmış bir mevki değildir ve herhangi bir manastır düzeninin
bir parçası da değildir. Dünyanın Bakirelerini Kutsama Ayini, resmî olarak 31
Mayıs 1970 tarihinden bu yana Katolik kadınlarına sunulmaktadır ama Kilise’nin
ilk yıllarından bu yana bunun geçmiş örnekleri olmuştur. Bu ayin aracılığıyla
bekâretlerini Tanrı’ya adayan dünya genelindeki birkaç bin kadın yemin etmezler
ama bekâretlerini kişisel bir bağlılık olarak zaten içten içe Tanrı’ya vaat
ettikleri bilinir. Bu kadınlar özel rahibe kıyafeti giymezler, hiçbir kutsal
emir ya da manastır kurah izlemezler, kendi başlarına yaşarlar ve istedikleri
dünyevi işlerle uğraşırlar. Bir başka deyişle, günümüz kilisesinin bu yeminli
bakireleri, günlük yaşamlarında karşılaştıkları insanların çoğunun radarına
takılmadan uçarlar. Bekâr olmaları ve Katolik dinine olan büyük bağlılıkları
dışında, onları sokaktaki herhangi bir kadından ayırt edecek çok az şey vardır.
Tarihsel
bir bakış açısından bakıldığında, herhangi bir kadının kutsanmış “gizli” bir
bakire olabilmesi şaşırtıcıdır. Geçmişte eş ve annelik görevlerinden muaf
tutulmaları dolayısıyla, yeminli bakireler neredeyse evrensel olan bir kurala
karşı gelerek fazlasıyla göze çarpan istisnalar olmuştur. Tinselleşmiş bekâret
ideolojisi, cinsellik ve üreme isteklerine kapalı olan bir bedenin, Tanrı'nın
isteklerine daha açık olduğunu kabul eder. Yeminli bakireler tarih boyunca,
ilahi önceliklerin canlı bir yansıması olarak var olmanın karşılığında “normal”
bir hayat çizgisini, yani evlilik ve anneliği feda eden seçkin bir smı- fin
üyeleri olarak görülmüştür. En azından bazı durumlarda, kadınların, dine olan
bağlılıklarını bekârlık ve bekâretin tanımladığı bir yol seçtikleri halde
kültür bağlamında çok da aykırı görülmemeleri, kültürümüzün düzenlenmesinde
olağanüstü bir değişimi simgeler. Hayat boyu eşsiz kalmayı öngören bir
bağlılık, bir zamanlar kadınları, var olan genel kültürel ve toplumsal düzenden
tamamıyla dışlardı. Ancak kültürümüz, siyasal, ekonomik, yasal ve toplumsal
değişimler geçirerek, eşi olmayan yetişkin kadınların artık olukça sıradan
görüldüğü bir duruma gelmiştir. Kadınların cinsel seçimleri artık, tarih
boyunca hiç de kabul görmeyen biçimlerde, reddetme seçeneğini de kapsar.
Sırf
istenmediği için cinsel aktivileyi reddetme yetisi, bugün tanıdığımız dördüncü
bekâret türünün çekirdeğini oluşturuyor; Kaçıngan bekâret. Cinsel aktiviteden
kaçınmak tabii ki, herhangi bir bakirelik durumunun devamında rol oynar. Benim
burada kaçıngan bekâret olarak sınıflandırdığım bekâret türünü diğerlerinden
ayıran özellik, ille de büyük bir gündem gerektirmemesidir. Kaçıngan bir bakire
kendisini evliliğe saklamak ya da bir rahibe manastırına girmeyi düşünmek
zorunda değildir. Cinsel ilişkiden kaçınmak en nihayetinde kişisel bir tercih
meselesi olabilir. Ancak kadınların ekonomik ve toplumsal anlamda varlıklarını
bağımsız olarak sürdürebilmeleri ve kocalarına ya da kiliseye bağlı kalmadan
yaşayabilmeleri yeni yeni mümkün olmuştur: 1970’lerden önce evde kalmışlık,
çoğu zaman yoksulluk ve toplumdan aforoz anlamına gelirdi. Bugünse bağımsız
bekârlığın böyle anlamlan yoktur.
Kaçmganlıktan
sık sık farklı bir çerçevede, bekârete hizmet eden bir şey olarak da
bahsediliyor. Cinsel aktivitenin, hamilelik ve doğumdan zührevi hastalıklara
ve eşin isteklerine kadar bir sürü olası sonucunun olması, yüzyıllardır
kadınların bekâret sürelerini uzatmak için başvurdukları nedenlerden olmuştur.
Hamileliğin, çocuk doğurmanın ve yetiştirmenin yükünü adaletsizce sırtlarında
taşıyan kadınlar açısından, bu nedenler Çok ikna edici olabilir. Günümüzde
dağıtılan cinsellik eğitimi kitapçıklarının çoğu, erken yaşta biten okul
eğitimi, sonu bir
yere
varmayan işler ya da bebek bağırtısı ve pis kokulu bebek bezleriyle dolu
arkadaşsız geçen sayısız gece gibi itici hikâyeler anlatmaktadır. Bu
kitapçıklara göre, cinsel ilişkiden kaçınırsan bütün bu tatsız sonuçlardan da
kaçınmış olursun. Ancak bu tür korkulma taktikleri hiç de yeni şeyler
değildir, aslında son sekiz yüz yıldır neredeyse hiç değişmediler. 13. yüzyılda
Ortaçağ İngilizcesi yle yazılan Hali Meidhad (Kutsal Kızlık) adlı
metin, "kutsal kızhk”ın (üzerine dinsel yemin edilmiş bekâret) çeşitli
faydalan konusunda okurlarını aydınlatmayı amaçlamış ve inanılmaz derecede
benzer tarifler sunmuştur:
Peki
sorarım size: Kadının biri içeri girdiğinde bebeği ağlıyorsa, kedi tavadaki
domuz pastırmasını dişliyor, köpek de etin kenarlannı kemiriyorsa, ocaktaki kek
yanıyor, buzağı sütü bitiriyorsa. ateşte kaynayan kap taşıyor ve ateşi
söndürüyorsa. bir de üstüne üstlük kadının bu işler için kiralanmış elleri bütün
bunlardan şikâyet ediyorsa, bu kadının karşı karşıya olduğu şey iğrenç değil
de nedir?
Geçmişte
de bugün olduğu gibi, insanların cinsellikten kaçınıp bakire kalmalarını
sağlamak uğruna, cinsel hayatın sonuçlan çoğu zaman karmakarışık, tatsız, sonu
olmayan bayağılık ve utanç olarak resmedilmiştir. Tabii ki farklı dönemlerden
ve farklı yaşamlardan bahsediyoruz ama iletilen mesaj aslında hep aynıdır.
Aynı
şekilde, cinsel yolla bulaşan hastalık hayaletinin, cinsellikten kaçınmayı
teşvik eden bir araç olarak kullanılmasının da uzunca bir geçmişi vardır.
Amerikan Kamu Sağlık Hizmetleri tarafından Caz Çağı’nda çıkarılan ve “Rastgele
ahbaplıklardan sakının,” diyen bir reklam, şehirli genç kadınları, “çünkü
bunları hastalık ya da doğum izleyebilir. Cinsel arzulara boyun eğmek gerekir
diyen kimseye inanmayın,” diye uyarıyordu. Hızla artan şehirleşme, sanayileşme
ve hareket gücünün, cinsel açıdan uçarı gençlik kültürünün yükselişine katkıda
bulunduğu 20. yüzyılın başlarından bu yana, genç yetişkinlerin cinsel
güdülerine gem vurma çabalarının, uygun
bir
kamu politikası hedefi olduğu düşünülmüştür. Kamu sağlığı ve ahlâkı taraftarlarının
gözünde, kaçıngan bekâret başka herhangi bir bekâret türü kadar iyidir.
Cinsel
İlişki Ne Zaman Cinsel İlişki Değildir?
Kültürle
cinsellik arasındaki ilişki her zaman gergin olmuştur. Her cinsel ilişki aynı
değildir. Bütün cinsel aktiviteler de aynı şekilde anlamlı değildir. Cinsel
edimlerden söz ettiğimizde, bunu, belli cinsel ilişki türlerine öncelik veren
ve diğerlerini kötüleyen, hatta kimi türleri yok sayan karmaşık anlayış çerçeveleri
içerisinde yaparız. Örneğin yasalar gibi kurallarda, farklı cinsel suçların
farklı cezalar gerektirdiği düşünülür. Katolik Kilisesi kurallarında,
mastürbasyon özel ortamda bile yapılsa bir suçtur ve kişinin bunun için
kefaret ödemesi gerekir. Diğer yandan Medeni Kanuna göre, özel alanda yapılan
mastürbasyonun adının bile anılmasına gerek yoktur: Kendi özel ortamında
mastürbasyon yaptığı için birisine dava açmaya çalışmak mahkemede ancak alay
konusu olur. Mastürbasyon, Katolik Kilisesi’nin yasal düzeninde Medeni Kanun’da
olduğundan daha çok ciddiye alınır ve gerçek bir ceza gerektirir. Katolik
düşüncesinde mastürbasyon, Medeni Kanun’da olmadığı kadar “gerçek” görülür.
Cinselliğin
herhangi bir yönünün geçerliliği ya da gerçekliği. ayağınızı kolayca
kaydırabilecek tuzaklarla dolu bir sohbet konusudur; cinselliğin ne olduğunun
belirlenmesiyse çok daha sorunlu bir iştir. Cinsellik, bir ölçüde soyut,
tamamıyla kültürel ve son derece kişiseldir. Buna karşın bir şekilde herkesin,
bekâretin sonunu getirebilecek kadar gerçek ya da geçerli bir cinsel ilişki
çeşidinin ne tür bir cinsel deneyim olduğunu bilmesini bekleriz (ama
bilmiyoruz). Ancak son yıllarda yapılan istatistiksel araştırmalar
aracılığıyla, “gerçek” ve “gerçek olmayan” cinsel ilişki arasında ne kadar
sezgisel ve bir örnek olmayan farklar olabileceğini anlamaya başladık.
Batı’nın
büyük bölümünde ve özellikle Amerika’da ilgi odağı olmaya devam eden ergen
cinselliği konusuna duyulan bu
büyük
merak sayesinde, araştırmacılar doğrudan, günümüz ergenlerinin cinsel
ideolojilerinde ne çeşit cinsel ilişkinin “gerçek” cinsel ilişki sayıldığı
sorusuyla ilgilenmeye başladılar. Ergenlere hitap eden Seventeen (On
Yedi) dergisiyle Kaiser Aile Vakfı tarafından ortak yapılan ve sonuçları 2003
yılının Ekim ayında açıklanan Sex Smarts: Virginity and the First Time (Seks
Bilmişleri: Bekâret ve İlk Cinsel İlişki) başlıklı anket çalışmasına göre,
ankete katılanlar, oral seksin “gerçek” cinsel ilişki olduğunu düşünenlerle,
oral seks yapmayı “seks yapmak” olarak görmeyenler olarak neredeyse yarı
yarıya bölünmüştü.
Birçok
kişi bunun basit bir ergen safsatası olduğunu düşünebilir. Ama bu aslında
birçok açıdan mantıklı bir sonuçtur. Penisin vajinaya girmesine dayalı cinsel
ilişki bin yıllardır kültürümüzün kayda geçen esas cinsel edimi olarak
görülmüştür. Bu, hamileliğe yol açabilen ve dolayısıyla çok ciddi sonuçlar
doğuran cinsel edimdir. Özellikle hamileliği hep, ömür boyu yaşamlarını zehir
edecek korkunç bir şey olarak gören ergenlerin gözünde, üremeye yol açabilecek
cinsel ilişki türü, üremeye yol açmayan cinsel edimlerin olamayacağı kadar
“gerçek” olur.
Kendi
cinsel geçmişlerine cesurca bakabilme dürüstlüğüne sahip olan anne-babalar ve
büyükanne-babalar, oral seksi “gerçek cinsel ilişkiden" saymama eğilimiyle
cinsel edimlerin, bağlama göre yeniden tanımlanması (bunu aynı yaşlarda kendileri
de yapmış olabilir) arasında bariz bir benzerlik olduğunu fark edebilirler.
Örneğin kırklı ve ellili yıllarda “ciddi değiliz” tarzı ilişkilerde kesinlikle
hayal bile edilemeyecek, penis- vajina birleşmesini kapsamayan cinsel aktiviteler,
iş ciddiye bindiğinde, oynaşmanın hoş görülebilecek bir uzantısı olarak
görülebiliyordu. Gençlerin korku, arzu ve olası olumsuz sonuçlar üzerine
kurduğu karmaşık denklemleri çözmelerine yardım etmeye çalışan bu tür araştırma
girişimlerinde, cinsel “gerçeklik” bir bakıma ilerici bir yaklaşımla ölçülür.
Bu ölçüm, tarih boyunca olağanüstü derecede kullanışlı bir hesap olmuştur.
Tabii
bu ölçüm aynı zamanda son derece de durumsaldır. Cinsel gerçekliğin temel
sorunu belki de, bekâreti tanımlamaya ilişkin tek temel sorundur. Cinsel
ilişki de bekâret de insanı çıldırtacak kadar soyut ve büyük ölçüde toplumsal
şeylerdir; görenek, fikir birliği, deneyim ve ideolojinin cıvaya benzer karışımlarıdır.
Cinsel ilişki ve bekâret, kişisel ve toplumsal olarak bizim için önemlidirler.
O kadar ki sonuçlan insanı ölüme götürecek kadar tehlikeli olabilir. Umutsuzca,
yaşamlarımızın bu değişken yönlerinin bilinebilir ve güvenilir olmasını
isteriz. Ama gerçek cinsel ilişkinin ne olduğu fikri gibi, cinsel ilişkiyle
bekâret de ancak yaşamlannın bir parçası olduklan insanlar kadar, yani küçük
bir ölçüde, ara sıra ve kısa bir zaman için değişmez ve kesindir. Bir kesinlik
hissini yakaladığımız durumdaysa, tarihsel kayıtların bize gösterdiklerine
dürüstçe bakmak yerine bunlara sırt çevirerek beceririz bunu.
Daha
çok baktıkça ve daha derini gördükçe, bekâretin, varlığını kabul ettiğimiz bin
yıllar boyunca aslında hiç durağan ya da bir bütün halinde kalmadığını fark
ederiz. Kısacası, bekâretin tam olarak ne olduğu sorusuna cevap vermek büyük
olasılıkla imkânsızdır. Cevap verebilseydik bile, o zaman da çok daha derin
bir sorunla karşı karşıya kalırdık: Peki aslında bekâretle neden bu kadar
ilgileniyoruz?
İKİNCİ
BÖLÜM
Bir kadını elde etmeye çalışan bir
adamın, kadının bekâretine verdiği büyük değer öylesine köklü ve barizdir ki
bizden bunun nedenlerini vermemiz istense neredeyse aklımız karışır.
-
Sigmund Freud
“Cezalandırılıyorum,"
diye feryat ediyordu, kendisinden beklenenden fazlasını beceren tedirgin Paris;
televizyonda yayımlanan lise konuşmasının ortalarına doğru artık eridikçe
eriyordu. “Biriyle yattım diye Harvard’a gidemiyorum.” Kendisi gibi konuşmacı
olan arkadaşı Rory’e işaret ederek, “O kimseyle yatmadı," diye devam
ediyordu Paris, “ve muhtemelen Harvard’a gidecek. Kazanan o oldu.” WB
televizyon kanalının ödüllü dizisi Gilmore Girls'ün (Gilmore Kızlan) bu
bahar 2003 bölümünün sonunda, bakire Rory gerçekten de Harvard, Princeton ve
Yale Üniversitelerinden gelen kabul mektuplarına boğulur. Bu sırada da annesi,
kızının kazandığı kıskanılacak üniversite olanaklarından çok, hâlâ bakire
olduğu için “hayırlı evlat” yetiştirdiğine sevinmektedir. Bu sahneler Gilmore
Giriş hayranı olan birçok feministi ayağa kaldırdı. Biteli: Feminist Responsc
(o Pop Culturc (Kaltak: Pop Kültüre Feminist Cevap) gibi forumlarda,
dizinin yönetmeni Amy Sherman-Palladi- üo’nun bekâretle Sarmaşık Birliği [Ivy
League][5]
üniversitelerinin öğrenci kabulleri arasında bir eşitlik kurma kararı sorgulandı.
Sherman-Palladino’nun
bekâreti bu şekilde kullanma kararından daha tuhaf ve buna verilen feminist
cevaptan çok daha tuhaf olan şey aslında olay örgüsünün yarattığı etkiydi. Har-
vard’daki öğrenci seçme kurulunun en zor beğenen üyesinin bile, üniversiteye
başvuru yapan öğrencinin bakire olup olmadığını bilmeyeceğinin ya da bununla
ilgilenmeyeceğinin son derece farkında olan izleyiciler için kurmaca bir konu
neden bu kadar etkileyici bir anlam taşımıştı?
Bu
konu, toplumsal beklenti, eskiden kalma felsefi inançlar ve duygu düzlemlerinde
anlamlı gelmiştir. Bekâretin erdemle, erdemin de başarıyla özdeşleştirilmesi,
dizi bağlamında sadece Rory'nin annesi ve Paris için değil, seyirci için de
duygusal bir anlam taşımıştır. Sonuç ne olursa olsun, kadın bekâretiyle aşırı
derecede ilgilenen ve bekâretini “yanlış” şartlar altında kaybedenlerin
cezalandırıldığı ve “doğru" zaman gelene kadar saklayanların övgüye
boğulduğu uzun bir geçmişe sahip olan bir kültürde yaşıyoruz.
Kültürümüzün
bekârete yüklediği değer ve anlamları kabul etsek de etmesek de bunlardan
kaçamayız. Bekâret ideolojisinin bir sürü farklı şekilde ve görüntüde (örneğin
Gilmare Giriş bölümlerinde) dolaşımını ve yeniden dolaşımını sağlayan büyük
bir kültürü paylaşıyoruz. Bir anlamda, bir kültür olarak bekâret hakkında ne düşünüp
hissettiğimizi kendimize hatırlatmak, kültürümüzde bekâretin nasıl işlediğini
açıklamak ve insanlara bekâretin yaşamımızda ne gibi sonuçlar doğurabildiğim
(bu örnekte olduğu gibi bu sonuçlar gerçekten çok simgesel olsa bile) öğretmek
için bekâretle ilgili hikâyeler anlatıyoruz. Bekâret anlatılarının sanat ve
edebiyattaki uzun tarihi binlerce yıllık bir geçmişe dayanır. Örneğin, Antik
Yunan’a ait kurmaca eserlerin en eskilerinden biri olan Daphnis and Chloe (Daphnis
ile Chloe), bekâret konusunu işleyen ve bugün hâlâ değerini koruyan bir
eserdir. Tarihsel kayıtlara bakıldığında öyle görünüyor ki, bekâret konusuna
duyduğumuz ilgi hep bizimle yaşamıştır.
Peki
ama neden? Bizi bekâreti özel bir konum olarak tanımlamaya iten neydi?
Bekâretin bu kadar anlamlı olmasına ne gibi etkenler yol açtı da 21. yüzyılda
bile, bakire olmanın üniversiteye giriş kararında bir fark yaratabileceğine
inanabihne- mizi sağlayan bir dayanağımız var? Bekâretle neden bu kadar çok
ilgileniyoruz? Neden azıcık da olsa “ilgileniyoruz”?
Belli
bazı açılardan bakıldığında bekârete duyduğumuz büyük merak çok tuhaf görünür.
Bildiğimiz kadarıyla insandan başka bekâretin varlığını ayrımsayan başka hiçbir
hayvan yok. Oysa insanların fiziksel bekâret üzerinde kurmuş olduğu bir tekel
de yok. Ama hem bekâretin varlığını tanıyarak hem de kültürlerimizi ve
birbirimizle olan ilişkilerimizi düzenleme şekillerinde bekâreti kullanarak,
bekâret piyasasını ele geçirmişiz. Bekâretin insanlar için çok büyük bir önemi
olduğundan şüphemiz yok. Ancak diğer canlı türleri için ne kadar da önemsiz
olduğuna bakmak, bekâretin bizim için neden önemli olduğu konusunda daha net
bir bakış açısı oluşturmamıza yardımcı olabilir.
Kendi
İyiliğiniz İçin Kapatılmıştır
Bazen
insanın, bekâretin varlığını tanıyan tek yaratık olmasının nedeninin, insanın
himeni olan tek canlı olduğu savma rastlarız. Ne yazık ki bu hiç de doğru
değildir. İnsan kesinlikle himene sahip olan tek hayvan değildir. Dişi lamalar,
hinıdo- muzları, kara memelileri (bir çeşit maymun), denizinekleri,
köstebekler, dişli balinalar, şempanzeler, filler, sıçanlar, tüylü lemurlar
(bir çeşit maymun) ve foklar gibi birbirinden farkh bir sürü memeli türünde
himen vardır.
Bazı
farkh türlerin himenleriyle karşılaştırıldığında insan tümeninin hiç de özel
bir tarafının olmadığı görülür. Fillerdeki himenin muazzam boyutlarını ya da
yüzgeçli balinadaki hime- nin şaşırtıcı dayanıklılığını düşünün (bu öylesine
esnek bir hi- men ki genelde hayvan doğum yapana kadar yırtılmıyor). Sıçan
himeni boyut ya da dayanıklılık bakımından etkileyici olmayabilir ama gelişmiş
ortalama bir dişi sıçanın, himen söz
konusu
olduğunda ortalama bir genç kız kadar iyi donanımlı olduğunu düşünmek, bu özel
ufak doku parçasını orantılı bir bütünselliğe yerleştirir.
İnsan
hımeni işlevsel de değildir. Evrimci biyolog Elaine Morgan’ın deniz
memelilerinde olduğunu ileri sürdüğü gibi, balinaların, fokların ve
denizineklerininkinin aksine, insan hi- meni suyun ya da suda yüzen yabancı
maddelerin vajinaya girmesini engellemez. İnsan himeni vajinayı cinsel
girişimlere karşı da kapatmaz. Evrim tablosunda bizden çok uzakta bulunan
hintdomuzlarında ve kara memelilerinde himen. hayvanın doğurgan olmadığı
zamanlarda vajinanın girişini tamamıyla kapatmaktadır. Hayvan yumurtlamaya ve
kızışmaya başladığında hımen kendi kendine dağılır. Kızışma dönemi
bittiğindeyse bir dahaki döneme kadar öyle kalmak üzere himen geri büyür. Yeniden
kapanan himenleri sayesinde bu hayvanların vajinasına ancak gerçeklen hamile
kalabilecekleri zaman girilebilir.
O
halde birkaç hayvan için himenin kanıtlanabilir bir işlevi vardır. Ancak
insanlar ve himeni olan diğer türlerin çoğu için, himen ashnda işlevsiz bir
artıktan, vajinanın girişi oluşurken geride kalan ufacık gereksiz bir et
parçasından başka bir şey değildir. ,
İnsan
tümenlerinin en çarpıcı yönü bunların farkına varmış olmamızdır. Bizden başka
hiçbir canlı türünün himenleri olduğundan haberi yok gibidir. Hayvanbilimci
Bettyann Kev- les'in, Females of the Species (Türlerin Dişileri)
başlıklı kitabında yazdığına göre, doğal seçilim kuramına göre himenler “ancak
türün erkeği bakire aramaya kendi menfaatine görüyorsa açıklanabilir. Ama
memeli erkeklerin deneyimsiz dişi aradığına dair ya da bu belirli anatomik
özelliğe sahip dişilerin tekeş- li kaldığına dair hiçbir kanıt yoktur.” Bir
başka deyişle, bir beyefendi lemurun, himeni bozulmamış olan bir hanımefendi
le- murla çiftleşmeye çalışmak gibi bir derdi yoktur; ya da yavrulan olduğu
için artık himeni kalmamış dişi bir fil erkeklerin gözünde hâlâ cinsel açıdan
çok çekicidir.
Erkek
hayvanların, dişilerin ne zaman himeninin olduğundan ya da olmadığından azıcık
haberdar okluklanna dair hiçbir
kanıt
yoktur. Üstelik dişilerin de mutlaka, hatta ilk kez cinsel ilişkiye girdikleri
zaman bile, bunun farkına vardıklarına dair bir kanıt da yoktur. Desmond
Morris’in himenin işlevinin vajinaya girilmeye çalışıldığında acı yaratmak
olduğunu ve bu yüzden de bakirelerin vajinaya girilmesine dayanan cinsel
ilişkiyi ertelemeye yatkın olduklarını iddia eden temenni niteliğindeki görüşü
ve bu acı sayesinde, ilk insanların bekâretin farkına vardığını ileri süren
kuramının ömrü de buraya kadarmış. Bunların hiçbiri doğru değil. Himeni olan
tek canlı insan değil; doğuştan himeninin farkında olmayan tek canlı da
kesinlikle insan değil. Bu küçük doku parçası bir sorun çıkarmadıkça kadınlar
genelde himenleri olduğunu hiç fark etmezler. Bu olabilir de hiç olmayabilir
de. Himenin kendi başına bir sorun çıkardığına sık rastlanmaz. Vajinaya
girilmesine ilişkin sorunlara gelince, bir kadının vajinasına girilir ya da hiç
girilmez; ama gi- rilse bile, himenler ve vajinalar büyük ölçüde çeşitlilik
gösterir, tıpkı vajinaya girilmesine gösterilen tepkiler gibi.
Bekâret
kaybıyla ortaya çıkan, doğrudan ve kesin bir şekilde himenin varlığına işaret
edebilecek kadar tutarlı olan tek bir bulgu bile yoktur. Böyle bir bulgu
olsaydı ya da insanlar gerçekten de doğuştan himenin varlığının farkında
olsaydı (tekrarlıyorum, himeni olan diğer bütün hayvanlarda olmayan bir
farkındalık), o zaman himenin tam olarak ne olduğu ve bedenimizde nerede
bulunduğunu anlamamız için 1544’e kadar beklememiz gerekmezdi, diye düşünmeden
edemiyor insan. İnsan, himeni olan diğer bütün hayvanlardan o kadar da farklı
değildir aslında. Sonuçta biz de himenimizin var olduğuna dair bir ipucuyla
çok nadiren karşılaşıyoruz.
insanların
bekârete yüklediği önemi düşünürsek, himenin farkına varmamızın aslında bunun
tersi şekilde gerçekleşmiş olma olasılığı çok daha yüksektir. Bir başka
deyişle, himenin farkına vardık çünkü bekâret dediğimiz şeyin farkındayız. Himeni
bulduk çünkü “bekâret” dediğimiz özelliği somutlaştıran küçük bir et parçası
bulmak için, bekâretin var olduğuna dair küçücük de olsa fiziksel bir kanıt
bulmak için kadınların bedenlerini araştırabilmemizi sağlayan nedenler yarattık.
Himen sadece insanlarda yoktur. Ama himeni yalnızca insanlar bilir ve himenle
ilgilenmek için kendilerine bir neden yaratan da sadece insanlardır.
Süper
Baba ve K-Stratejisti
İnsanların
bekârete gösterdikleri ilgiyi açıklayan salt biyolojik bir sav yoktur. Bu
yüzden de bekâretin farkında olmamızın, asıl toplumsal etkenlerden kaynaklanmış
olabileceği olasılığını düşünmek zorundayız. Aslında insanların bekâretin neden
ve nasıl farkına vardıklarına ilişkin en yaygın hipoteze göre, bekâret
kavramı, babaların çocuklarına yaptığı yatırımlar konusunda giriştikleri
pazarlıklarda kullanılan toplumsal bir koz olarak doğmuştur. Babahk/mülkiyet
adıyla anılan bu hipotez bekâreti, insanın toplumsal örgütlenmesinden doğan
karmaşık ağın tam göbeğine oturtur ve bekâretin, hamilelik, çocuk yetiştirme,
maddi mallara erişim ve akrabalık gruplarıyla toplumsal hiyerarşinin
yaratılması ve muhafazasına ilişkin çatışan menfaatler arasında, genel olarak
faydacı bir rol üstlenerek arabuluculuk yaptığını iddia eder.
Üreme
söz konusu olduğunda insanlar, antropologların ve biyologlann deyimiyle
“K-stratejisıi"dir.[6]
Yaşamlarımız boyunca nispeten az sayıda çocuğumuz olur ve bu çocuklarm yeryü-
zündeki başarısını en yüksek seviyeye çıkarabilmek için gücümüzü, zamanımızı
ve kaynaklarımızı, hamileliğe, doğuma ve çocuk yetiştirmeye adamak
zorundayızdır. Hamilelik, hem anne hem de cenin açısından tehlikelerle dolu,
çok uzun ve şiddetli geçen bir süreçtir, insanın doğum yapması acımasız denecek
kadar zor ve uzundur. Ancak nispeten yeni geliştirilmiş uzman doğum teknikleri
ve teknolojileri sayesinde doğum, annelerin ve bebeklerin hayatta kalmalarının
doğal olarak beklendiği bir süreç haline gelmiştir (en azından gelişmiş ülkelerde).
Ama doğum yalnızca bir başlangıçtır. Her anne-babanın doğrulayacağı gibi,
çocuk yetiştirmek, bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçlarla dolu, uzun, kaynak
içeriği yoğun bir süreçtir.
Bu
ihtiyaçlar neredeyse tamamıyla sadece annenin omuzlarına yüklenir. Ne de olsa
babanın, bırakın çocuklarıyla ilgilenmesini, belli bir cinsel birleşmenin
hamilelikle sonlanıp son- lanmadığmı öğrenmeye yetecek kadar bir süre oradan
ayrılmamasını sağlayacak biyolojik bir yükümlülüğü yoktur. Hipoteze göre,
bekâret fikrinin temelindeki sorun da budur: Anneler babalan çocuklarına yatırım
yapmaya en etkili biçimde nasıl ikna edebilir?
Arkeologlar
ataerkillik* diye bilinen toplumsal örgütlenme ilkesinin belkemiğini oluşturan
fikirlerin tam olarak ne zaman ortaya çıktığını bilmiyorlar. Özel mülkiyet
kavramının da tam olarak ne zaman yaygınlaştığını bilmiyorlar. Bildiğimiz tek
şey, bunlann olduğu ve yazılı tarih başlamadan çok önce dünya üzerinde çok
sayıda kültürün köklerine yerleştiğidir. Mezarlardan çıkarılan nesnelerden,
günümüze kadar korunmuş yerleşimlerden ve bunun gibi şeylerden elde edilen
tarihsel kayıtlara dayanarak arkeologlar, ataerkillikle mülkiyelin ikiz gelişiminin.
yaklaşık olarak M.Ö. 8500’den 2600'e kadar süren Cilalı Taş Devri zamanında
insanın toplumsal yapılarının öğeleri olarak ortaya çıktığını tahmin
etmektedir.
İnsan
uygarlığındaki bir başka dikkate değer gelişme de, yine aynı zaman diliminde
gerçekleşmiş olan ve dünya genelinde sayısız farklı yerde muhtemelen aynı anda
ortaya çıkan tanının gelişmesi ve bitkilerle hayvanların evcilleştirilmesidir.
Araştırmacıların oluşturduğu kuramlara göre, insanlar göçebe yaşamdan
çiftçiliğe geçiş yaptıkça, üretmek ya da yararlı hale getirmek için çaba sarf
ettikleri şeyleri ifade etmek için mülkiyet üzerinden düşünmeye başladılar: Benim
arsam, benim tarlam, benim ineğim... Buradan yola çıkarak insanların da
benzer şekillerde başka insanlara ait olduğunu düşünmeye başla-
(*) İngilizce karşılığı olan
"patriarehy" sözcüğü. Yunanca baba anlamına gelen palria ile
kural ya da temel anlamına gelen arehi sözcüklerinden türemiştir. mak çok da zor olmasa
gerek: Benim kadınım, benim çocuğum. Sahiplik fikriyle
ataerkillik fikrinin birleştirilmesi ya da üyelerin baş erkekle olan
ilişkilerine dayanarak toplumsal grupların düzenlenmesi, baba mirası fikrinin
ya da babanın mallarının çocukları tarafından miras alınması fikrinin doğması
için uygun altyapıyı oluşturmuştur. İşte bekâret de tam buraya oturuyor.
Kişisel çıkarlar, kişinin, çocuklarının hayatta kalmasını ve başarılı olmasını
sağlamak için sağlam yatırımlar yapmasını teşvik eder. Bu da haliyle, güçlükle
kazanılmış kaynakların çarçur edilmemesi ya da hak etmeyen alıcılara verilmemesi
konusunda endişelere yol açar.
Bekâret
ataerkillik için de mülkiyet için de anahtar olmuştur çünkü babalığın
bilinebilmesini sağlar. Annelikten nadiren şüphe edilir; doğum olayı kimin kimi
doğurduğunun bilinmesini oldukça kolaylaştırır. Ancak babalığı kanıtlamak çok
daha zordur. İnsan dişiler bazı hayvanlar gibi kızışmazlar. Gizli yumurtladığımız
için de bir kadının ne zaman doğurgan olup ne zaman olmadığını kesin olarak
bilmek neredeyse imkânsızdır. Modem tıp teknolojisiyle bile doğurganlığı
önceden bilmek kesinliklerden değil, mantıklı tahminlerden ibarettir. Belli bir
cinsel birleşme olayının doğuı^anlıkla sonuçlanabileceğini bilmenin hiçbir kolay
yolu olmadığı için, bir çocuğun babasının kim olduğunu tespit etmenin ve
dolayısıyla o çocuğun hangi erkeğe “ait olduğunu” anlamanın en basit yolu,
kadınlara cinsel anlamda erişimi kısıtlamaktır.
Babası
belli çocuklar doğurmayı en fazla mümkün kılan senaryo, kadınların cinsellik
yetkilerini son derece sert biçimde kısıtlayan, kadına cinsel olarak erişebilme
hakkının tek bir erkeğe verildiği bir evlilik düzenidir. Evlilik öncesi kadın
bekâreti, bir kadının ilk çocuğunun babalığının güvence altına alınmasını
sağlar. Kadının evlilik sonrası tekeşliliği de daha sonraki çocuklarının aynı
güvenilir soydan olacağını temin eder.
Bütün
bunlar kadınların, seçeneklerinin böylesine katı bir şekilde kısıtlamasından ne
kazanç elde edeceği sorusunu doğuruyor. Diğer türlerin dişi hayvanlan gibi
insan dişileri de, doğaları gereği böyle bir düzene boyun eğmek zorunda değildir.
Primadar çoğu zaman tekeşli davranmazlar. Tekeşli olmayan cinsel davranışlara
yönelik bu yaygın eğilim kısmen, genetik açıdan mümkün olan en üstün yavruya
sahip olma isteğiyle açıklanabilir. Dişilerin nerede olursa olsun genetik
olarak daha üstün erkeklerle çiftleşmek için özgür seçim yapabilmesi bir türün
biyolojik çıkarmadır. Doğası gereği tekeşli olan dişi miti ve bunun eşi
diyebileceğimiz doğası gereği çapkın olan erkek miti, Batı’nın her yerine
yayılmış olan çifte standardı pekiştirmek için yüzyıllardır tekrarlandı durdu.
Ancak bugüne kadar sayısız bilimcinin kanıtladığı gibi (Bettyann Kevles’in Feınales
of the Species adh eseri bu konuda, anlaşılması kolay, araştırması iyi
yapılmış bir giriş kitabıdır), gerçek aslında hiç de öyle değildir. Kadınlar
doğal olarak erkeklerden daha tekeşli değildir. Bir kadın, genetik olanakları
en yüksek seviyeye çıkarmasını isteyen biyolojik dürtüye ömrü boyunca kulak asmayacaksa,
yani bir adamla çiftleşene kadar bakire kaldığı ve ondan sonra da başka hiçbir
erkekle asla çiftleşmediği bir düzene gönüllü olarak katılacaksa, bunun
gerçekten çok güçlü bir nedeninin olması gerekir.
Bu
neden gerçekten güçlûdür de: K-straıejisti olan dişilerin, bebeklerinin hayatta
kalabilmesi için çok yardıma ihtiyacı vardır. Yeni yeni filizlenen ataerkil
bir düzende mülkiyetin ve malların dağılımı öncelikle ve yalnızca erkeklerin
denetiminde olduğu için erkeklerin, kadınlara ve bebeklere yiyecek, barınak.
giyecek, toplumsal bağlantı ve koruma ve fiziksel bakım sağlamakta bir
çıkarları olduğu konusunda ikna edilmesi gerekir. Tarih boyunca kadınlar da
bunu en iyi, adamın çocuğun babası olduğunu halk içinde açıkça kabul etmesini
sağlayarak başarmıştır.
Babalığın
tanınması girişiminde ciddi riskler vardır. Birine piç demek boşuna küfürden
sayılmaz. Ataerkil bir düzende, aile reisi olan babanın desteği olmadan hayatta
kalabilmek zordur. Nitekim bugün bile evlatlıktan reddedilmek çok ciddi bir
durum olarak nitelendirilir. Çok eski zamanlarda evlatlıktan reddedilmek ya da
anne-baba tarafından kabul edilmemek kısaca ölüm demekti, özellikle de çocuk
henüz bebekse. Birçok yasal düzenleme, bir çocuğun heteroseksüel bir evlilik
sınırlan kapsamında doğup doğmadığım göstermek için bugün hâlâ “meşru” ve
“gayrimeşru” terimlerini kullanmaktadır. Günümüzde hâlâ birçok yerde
çocukların, toplumun ve o toplumun kuramlarının gözünde meşru ve dolayısıyla
tamamıyla gerçek olduğunun belirlenmesi erkeklere tanınan bir ayrıcalıktır. Bu
da ataerkilliğin ne kadar köklü ve uzun süreli bir gücü olduğunun çarpıcı bir
işaretidir.
Ataerkil
bir düzende yaşayan dişi K-stratejist için, çocukların geleceğini güvence
altına almak genel olarak tekeşlilik ve özellikle de bekâreti kendi çıkarma
kullanmak demektir. Bu takas eşil güçlerle ya da adil yapılması gerekmez ve
pazarlığın erkek tarafı kolaylıkla işten çekilebilir. Bedenine sınırlı olarak
sadece tek bir adamın erişebilmesine izin veren bir kadının her zaman bunun
karşılığında, kendi ihtiyaçlarını ve çocuğunun ya da çocuklarının
ihtiyaçlarını karşılamak için kaynak alacağı kesin de değildir. Ama tarih
boyunca, ataerkil bir düzende yaşayan dişi K-stratejisı için bundan daha iyi
bir seçenek olmamıştır.
Saf
Eşyalar
Bekâret
üzerinden yapılan bu karşılıklı işlemin, olağanüstü dinî ve ahlâki anlamlar
yüklenen bir kuruma dönüşmesi süreci bugün unutulmuştur. Ancak bu süreçte,
erkekler de kadınlar da aynı şekilde, kadın bekâretinin tek ve değerli olduğunu
söyleyen ideolojiyi sürdürmek için büyük çaba sarf etmişlerdir.
Bu
kültürel tutum, cinsel, toplumsal ve ailesel ilişkilerimizin dayandığı temelin
büyük bir parçasını oluşturmuştur ama bu tutumun bu kadar önemli olması,
bekârete verilen değerin doğuştan ya da içsel olduğu anlamına gelmez.
Antropologlar, bekârete değer vermeyen ya da bizden çok farklı bir şekilde
değer veren o kadar çok kültür örneği (buna hem özel mülkiyelin hem de bekâret
kavramlarının aslında hiç olmadığı kültürler de dahildir) bulmuştur ki, bizim
kültürümüzün işleri “yürütülmesi gerektiği" gibi yürüttüğünü ya da işlerin
ancak bizim kültürümüzdeki gibi yürütülebileceğini iddia etmemiz mümkün
değildir. Bizim işleri yürütme şeklimiz daha çok tutuluyor olabilir ya da
dünya genelindeki insan kültürleri arasındaki egemen örnek bile olabilir ama
insanların üzerine cinsel yaşamlarım kurabilecekleri tek temel olamaz.
Aynı
şey bizim bekâreti bir meta olarak görme eğilimimiz için de geçerlidir. Bu
metalaştırma uygulamasının köklerini kafamızda canlandırabilmemiz için tekrar
Cilalı Taş Dev- ri'ndeki büyük nine ve dedelerimize dönmemiz gerekir. Ancak
egemen olan kurama göre, erkeklerin bakıp besledikleri çocukların babalıkları
üzerinde daha çok denetim sahibi olmak için evlerine yalnızca bakire kadın getirmeleri
gitgide daha çok rağbet görmeye başlayınca, sonunda bu erkekleri ve aynı
şekilde kadınları, kız çocuklarının cinselliğini denetim altında tutmaya daha
çok dikkat etmeye başlamıştır. Böylece yararlı müttefikleri çekmek için
kullanılan bir yem gibi, kızları da sonunda diğer ailelerin ya da boyların
erkeklerine daha cazip görünecektir.
Bu
dönemde kaliteli kızlar yetiştirmek, sağlıklı koyun üretmek, sağlam kumaş
dokumak ya da iyi hasat toplamak kadar kıymetli bir üretim çeşidi haline
gelmişti. Ailesinin ya da boyunun başı olarak baba, bütün üretkenlik ve
çalışma sorumluluğunu üzerine almıştı. Bir boyun saygınlığı ya da onuru, ekonomik
anlamda rekabet edebilme gücüne bağlıydı. Toplumsal konum da aynı şekilde o
boyun evlilik piyasasına gerektiği gibi bakire kızlar getirip getirmemesine de
bağlıydı. Her ne kadar gelişmiş ülkelerde artık simgesel olarak yapılsa da
babanın evlendirirken kızını “vermesi” geleneğini bugün hâlâ görüyoruz. Oysa
yasaların özgürleştirilmesiyle kadınların kendi başlarına tam vatandaş
olmasına izin verildiği son yüzyıla kadar, bu gelenek, kelimenin tam anlamıyla
baba evinden koca evine yapılan bir mal aktarımını temsil ediyordu.
Zamansız
bir bekâret kaybı bu düzeni tehlikeye soktuğunda sonuç felaket olabilirdi.
Böyle bir durum babanın ve boyun toplumsal konumuna zarar verirdi ama bu durum
ailenin say- gınhğını kaybetme olasılığından çok daha vahim sonuçlar doğururdu.
Evlenmeden kaybedilen bekâret çoğu zaman kadının evlilik piyasasında
evlenilemez, kullanışsız bir mal olarak görülmesine neden olurdu. Değerli bir
mal mahvedildiğinde malın sahipleri malı mahvedenden ya da en azından suçu
üzerine yıkabilecekleri en yakındaki kişiden tazminat isterler. Bu yüzden de
artık bakire olmayan (ya da sadece öyle adı çıkan) evlenmemiş kadın, mal ve
saygınlık kaybını telafi etmek için evlatlıktan reddedilebilir, köle olarak
satılabilir, dövülebilir, sakal bırakılabilir ya da öldürülebilir.
Bunun
uygulamada nasıl işlediğini gösteren bilinen en mükemmel örneklerden biri.
Eski Ahit’in M.Ö. 7. yüzyıl civarında yazılmış olan Yasa Kitabı’nın yirmi
ikinci bölümünün ikinci yarısında yer ahr:
13Bir adam bir
kadın alır, [evliliği tamamına erdirmek içini onunla gerdeğe girer ama sonra
onu istemezse;14 ona iftira dolu sözler eder, onun adını lekeler ve
“bu kadım [eş olarak) aldım ama [kocası olarak) onunla yattığımda bakire olmadığım
anladım,” derse,15o zaman kızın babası ve anası kızın bekâretinin
kanıtlarını, şehir kapısında şehrin önde gelen büyüklerine takdim etsinler.16
Kızın babası ileri gelenlere desin ki, “Kızımı bu adama kansı olsun diye verdim
ama şimdi kızımı istemiyor17 ve ‘Kızın bakire çıkmadı,' diyerek
kızıma iftira atıyor ama işte bunlar kızımın bekâretinin kanıtlarıdır."
Ve kızın ana babası çarşafı ileri gelenlerin önüne sersinler.18 O
zaman şehrin ileri gelenleri adamı alıp kırbaçlasınlar19 ve kızın
babasına yüz gümüş sikke vermesi için cezalandırsınlar, çünkü [kadını suçlayan)
adam İsrailli bir bakirenin adını lekelemişim Kadın adamın kansı olacak
[evlilik geçerli sayılacak] ve adam kadını boşamayacak.20 Ama bu
şey [suçlama) doğruysa ve kızın bekâretinin kanıdan bulunamazsa,21 o
zaman kızı babasının evinin kapısına getirecekler ve şehrin erkekleri kızı
taşlayarak öldürecekler çünkü kız babasının evinde fahişelik ederek İsrail
halkı içinde iğrenç bir şey yapmıştır. Böylece kötülüğü kovacaksınız.
Yasa
Kitabı'na göre, gelinin babasını yanlış yere "bozuk mal” vermekle suçlamak
gelinin babasına karşı işlenen bir suç teşkil eder. Burada suçu tarif etmek
için kullanılan dilin ve işlenen suça karşı getirilen çözümün açıkça
gösterdiği üzere iftira dinî bir suç değil, bir kamu suçu olarak görülür.
Kızının evlendiğinde bakire olmadığı gerekçesiyle yanlışlıkla suçlanarak
iftiraya uğrayan babaya ismine sürülen leke için para ödenir. Kızının
evliliğinden edindiği her türlü maddi ya da manevi kazancın da babada kalacağı
kesinleşir çünkü evlilik onaylanmıştır. Dil uzatılanın aslında kızın bekâreti
ve dürüstlüğü olmasına karşın, kız yanlışlıkla suçlanarak iftiraya uğrayan
kişi olarak görülmez. Onun ismine sürülen leke için kendisine hiçbir tazminat
ödenmez. Evliliği hâlâ geçerli olduğu için, kızın endişelenecek bir şeyi
olmadığı düşünülür.
Ancak
suçlama onaylanırsa, suçun türü aniden korkunç bir şekilde değişerek sadece
erkeğe karşı değil Tann’ya karşı da işlenmiş idamlık bir suça dönüşür. Üstelik
ortada kimin suçlanacağına dair en ufak bir soru işareti de yoktur: Kadının
babası, anası ya da kızlığının bozulmasına katkıda bulunan kişi (tabii eğer
kızlığı gerçekten bozulduysa) değil, tek başına kadın taşır bütün sorumluluğu.
Eski
zamanlarda yaşayan İbranilerin hayallerinde bile, kadınların bekâretlerini tek
başlarına kaybetmedikleri gerçeğini bir kenara bırakın. Üstelik Talmud
hahamlarının bile dinî mahkemede kanıt olarak kullanılıp kullanılamayacağı konusunda
fikir birliğine varamadığı ve büyük olasılıkla çarşaftaki kandan söz eden kanıt
ölçülünün hata payının oldukça yüksek olduğunu da bir kenara bırakın. O
zamanlar düğününden önce bekâretini kaybettiğine karar verilen kadının fahişelik
yaptığı, bir başka deyişle kadının baba evine karşı, yani babasının çatısı
altındaki kadınlan denetlemesine izin veren ataerkil hakka karşı suç işlediği
farz ediliyordu.
Sadece
kullanışlı bir malın yok edilmesi değil, aynı zamanda ataerkil denetimin de yok
edilmesi anlamına gelen bu suç için kız öldürülüyordu; ancak babası tarafından
ya da görünürde yanlış yaptığı adam tarafından değil, şehrin bütün erkekleri
la-
rafından.
Böylece erkek sınıfının kadın sınıfının kaderini belirleme hakkını yeniden
ispat etmek ve erkeklerin, denetimlerinden çıkan kadınlan cezalandırmaya
sadece izinli değil aynı zamanda zorunlu da olduklan ilkesini pekiştinnek için,
simgesel olarak her erkeğin bu öldürme eylemine katılmasına izin veriliyordu.
Sonuçta bir kadının erkek denetiminden çıkması “kötülük” teşkil ediyordu ve
bunun kanlı bir taş yığmı altında ezilmiş bir insan canıyla ödenmesi
gerekiyordu. Oysa bir kadının erkek denetiminden çıktığına dair yalan söylemek
aynı şekilde “kötülük” olarak görülmüyor ve bunun karşılığı bir yığın parlak
gümüşle ödenebiliyordu.
Yasa
Kitabı yazıldığı zamanda babalığın ispatlanması çoktan, bekâretin varlığı ya
da yokluğu meselesini tamamlayan bir endişe haline gelmişti. Bekâret sadece
kocanın kendi çalısı altında doğan çocuklarının soyunu denetleme isteğinin
değil, aynı zamanda erkeklerin kadınların ve çocukların davranışlarını
denetleme isteğinin de simgesel ağırlığını taşımaya başlamıştı. Bekâret, bir
bütün olarak ataerkil düzenin başarısını simgeler hale gelmişti. .
Yani
Hıristiyanlığın doğumundan çok önce, saklanan bekâretin iyi ve değerli,
kaybedilmiş bekâretinse kötü ve değersiz görüldüğü sıkı bir toplumsal yasa
çerçevesi vardı bile. Kısacası ortada kaybedecek çok şey vardı ve sonuçlar çok
ciddiydi. Bu yüzden de kadın-erkek, genç-yaşlı demeden kültürün neredeyse
bütün üyelerinin, bekâretin denetimi ve metalaştırılması etkinliklerinde bir
şekilde yer alması bekleniyordu. Aksini yapmak felakete davetiye çıkarmak
olurdu.
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
Boyut ve şekil bakımından kadından
kadına değişkenlik gösterdiği düşünülürse, himeni belki de bedenin bir parçası
olarak değil, bir yer olarak tanımlamak daha doğru olur. Bir benzetme yaparsak,
hepimizde ayak tarağı vardır ama bu tarağın “en üst kısmının” tam olarak neresi
olduğunu tespit etmek çok zor olurdu. Oysa ayak tarağının tam tepesini tespit
etmek toplumsal kimliğimiz için büyük önem taşısaydı, (Swift tarzı bir yergi
mahiyetinde), o zaman ayak tarakları hakkında gerçekten de ciddi tartışmalar
doğardı.
—
Kathleen Coyne Kelly
Mümkün
olan en basit dille ifade edersek, himen, bir çukur kazdığınızda geride
kalandır.
Anne
rahminin gözlerden uzak, sıcak ve ıslak karanlığında, dişi ceninin cinsel
organları ve üreme organları gelişir. Bunlar, rahim, yumurtalık tüpleri,
yumurtalıklar, vajina ile çeşitli kıvrımlar, kapaklar ve ağızlardan oluşan ve
hepsine birden vulva dediğimiz dış genital bölgeyi kapsar. Cenin ne bilinçli
bir davranışta bulunur ne de olan bitenin farkındadır. Her şey, ceninin eşsiz
DNAsının karmaşık şifreli komutlarının tetiklemesi ve yönlendirmesiyle
kendiliğinden olur. Bu süreç aşamasında bir ara ceninin himeni de gelişir ama
bunun tam olarak ne zaman oluştuğunu ne cenin bilir ne de bir başkası.
Himen
tek başına var olan bir yapı gibi kendi kendine oluşmaz; daha çok kadın
genital organlarının karmaşık oluşumunun bir yan ürünüdür. Hamileliğin
dördüncü ayının başında, dişi ceninin bırakın himeni, vajinası bile yoktur.
Hamilelik döneminin akıncı ayının sonuna gelindiğinde ceninin vajinası da
himeni de oluşmuştur. Himen oluşur çünkü vajina oluşur. Kadın genital
organlarının iç bölümlerinin dış bölümlerinden tamamıyla ayrıldığı zamanın tek
fiziksel hatırlatıcısıdır himen.
Kadın
genital organları birbirinden ayn iç ve dış bölümler olarak gelişir. Bu gelişim
süreci tamamlanıncaya kadar bu iki bölüm, tek bir bitişik sistem oluşturmak
üzere birbirlerine bağlanmazlar. Dişi ceninin üreme sisteminin gelişmesinin ilk
evrelerinde, bedenin yüzeyine yakın bir yerde ürogenital sinüs adı verilen
boşluk ya da oyuk oluşur. Bu boşluk zamanla vul- vaya dönüşerek iç dudakların
kıvrım ve çıkıntılarını, klitoris gövdesini vs. oluşturacaktır.
Bu
arada ceninin kamında, yani leğen kemiğiyle çevrelenen alanın içinde, Mûler
tüpleri (aynı zamanda paramesonefrik kanallar olarak da bilinirler) denilen iki
tane yapı genişler ve vajina kordonunu oluşturur. Bu kordonun bir ucu vücut duvarının
iç yüzeyine, diğer ucu da rahme demir atmıştır. Vücut duvarının bitiş
noktalarından birisi sonunda vajina girişine, diğeriyse rahim ağzına, yani
vajinayla rahim arasındaki geçide dönüşecektir.
Vajina
kordonu olgunlaştıkça dışarıya doğru bir çukur açar. Bu sürece kanallaşma denir
ve lam da sözcükten anlaşılan anlama gelir: Tek parça halindeki kordon, bir
kanala ya da ince bir boruya dönüşür. Kanallaşmanın son aşamasında kanalın
ucunda, vücut duvarının içinden geçen ve vajinaya çıkış sağlayan bir açılma
meydana gelir.
İşte
himeni oluşturan da budtır. Dış ürogenital alanla iç vajina arasındaki eşikte,
yeni oluşan boşluğun kenarının çevresindeki vücut duvarı dokusundan kalma
küçük esnek bir çıkıntı. İşte bu artık parça himendir. Bazı insanlar himenin
davul derisine benzediğini zannedip vajinanın girişini boydan boya kapladığını
zannederler ama normal himenler hiç de böyle değildir. Himenin aslında var
olmasının nedeni vajinanın bedenin dışına açılmadan işleyememesidir. Genital
organların gelişim sürecinden kalan bu minicik artık, uğruna isimlerin, geleceklerin
ve bazı durumlarda milyonlarca kadının hayatının tehlikeye atıldığı el
parçasıdır.
Genel
olarak konuşursak vajinanın olduğu yerde himen de vardır. Günümüzdeki yaygın
inanışın tersine, aslında neredeyse her kadın himenli doğar: Tespit edilebilen
bir himeni olmadan doğan kadınların, toplam kadın nüfusunun % 0.03'ûnden azını
oluşturduğu tahmin edilmektedir. Ama çoğumuz için, hatta tıp mesleğiyle
uğraşanların büyük bir bölümü için de, vajina himeni hâlâ bir muammadır. Çok
azımız farkında olarak bir himen görmüşüzdür ya da çok azımız bir fotoğrafla
görsek himeni tespit edebiliriz. Kadınların çoğu, tek başına bir yapı ya da
parça olarak himenierinin hiç farkında olmadıklarını söylerler; bu da son
derece mantıklıdır çünkü himen böyle bir şey değildir. Himen vajinanın
ayrılmaz bir parçasıdır; burun delikleri burundan ne kadar ayrıysa himen de
çevresinden o kadar ayrıdır. Bu bölümün başında alıntı yaptığım Kathleen Coyne
Kelly’nin açıklamasını hatırlarsak, tıpkı ayak tarağının üst kısmı gibi himen
de çevresinden tamamıyla ayrı bir varlık olmaktan çok, bir yer göstergesidir
aslında. Kadınların çoğu himen olarak algıladıkları şeyin farkına yalnızca
vajinalarına ilk defa girildiğinde varırlar, ama ileride keşfedeceğimiz gibi
himen diye algıladıkları şey aslında himen olmayabilir de.
Himen
hakkında çok az şey biliyoruz. Bunun bir nedeni tıp biliminin bu konuya fazla ilgi
göstermemiş olmasıdır. Ne de olsa himenin tıp açısından pek ilgi çekici bir
yanı yoktur, çünkü fiziksel olarak çok küçüktür ve bilinen hiçbir işlevi
yoktur. Ara sıra ortaya çıkan, soruna yol açabilecek birkaç biçim bozukluğu
dışında, insan bedeninin en söz dinleyen parçacıklarından birisidir. Himen
kanserinden, himen sertleşmesinden ya da himen yetmezliğinden mustarip olan ya
da ani bir himen krizinden ölen ya da himen felci mağduru olan kimse olmamıştır.
Kısacası himen insanlarda, iyi ya da kötü fazla bir Şey yapmaz. Kadın
bekâretinin sözde belirleyicisi olarak kendisine biçilen toplumsal rolün
dışında, insan himeni aslında çok ama çok sıkıcıdır.
insan
himeni hakkında gerçekten dikkate değer tek şey ona yüklediğimiz değerdir.
İnsanlarda ve himeni olan hayvanların
çoğunda
himenin, çiftleşme, hamilelik ya da başarılı üreme konularında bir önemi yok
gibidir. Eğer himenin ona sahip olan hayvanların yaşamında bir rolü yok gibi
görünüyorsa, o zaman daha en başından ne diye oluştukları sorusu gelebilir aklımıza.
İngiliz vajina tarihçisi Catherine Blackledge’a göre, hinıdomuzu gibi hayvanlar
hakkında bildiklerimize dayanarak konuşursak, belki de insan himeninin de bir
zamanlar doğrudan üremeyle ilgili bir işlevi vardı. Belki de evrim kuramcısı
Elaine Morgan’m insan türünün deniz memelilerinden geldiğini iddia ettiği The
Aquatic Ape Hypolhesis (Sucul Kuyruksuz Maymun Hipotezi) adh kitabında
ileri sürdüğü gibi, himen bir zamanlar, ilk-insanlar yüzgeçleriyle tarih öncesi
denizleri geçerken suyu ve sudaki yabancı maddeleri vajinanın dışında tutmak
için bir koruyucu engel görevi görüyordu. Bu hipotezleri test etmek imkânsız
değilse bile çok zordur. Himenin somut bir işleve sahip olduğu uzak evrimsel
geçmişinden kalma bir artık mı olduğu, yoksa bugün tıp biliminin gördüğü gibi
yalnızca belli bir doğum öncesi gelişim sürecinin bir kalıntısı mı olduğu
çözülmeyi bekleyen bir soru olarak duruyor karşımızda. Cevabı bilmiyoruz ve
himen gibi yumuşak dokuların genelde arkalarında fosil kalıntısı bırakmadığı
gerçeğini düşünürsek, bu soruya hiçbir zaman bir cevap bulamama ihtimalimiz
yüksek görünüyor.
İnsan
himeni hakkında elimizde olan bilgiler de aynı şekilde şaşırtıcı derecede
eksiktir. Bedenimizin geri kalan bölgelerinin çoğunun tersine, himenin, tıp
bilimi tarafından muayene edildiği, kesilip incelendiği, araştırılıp
belgelendiği, uzun ve kapsamlı bir tarihi yoktur. Sporcu ayağı konusunda bile
himen konusunda olduğundan daha çok tıbbi yazı yazılmıştır. Kısacası, himen
çok sayıda bilimsel çalışmanın konusu olmamıştır. Açıkçası bekâret ve
alçakgönüllülük gerekçeleriyle öne sürülen ahlâki itirazlar, kadınların
himeninin araştırılmasını çoğu zaman olanaksızlaştırdığı için, himen de
araştırmacıların kolayca çalışabileceği bir konu olmamıştır. Himen hakkında
bildiğimiz ayrıntıların çoğu yakın zamanda öğrenilmiştir. İnsan himeni üzerine
yapılan oldukça az sayıda ciddi araştırma, 20. yüzyılın sonlarından itibaren;
çoğu da 1970’lerden sonra yapılmıştır.
Sınırlı
miktarda ve yeni keşfedilmiş de olsa, himen hakkında öğrendiğimiz bilgiler
yine de çok yararlıdır. Bu bilgiler sayesinde bilimin bize himen hakkında
söylediklerini, bu konu hakkında birikmiş kocakarı masalları ve halk bilgeliği
örnekleriyle karşılaştırabilir ve böylece himen hakkında doğru olduğunu
düşündüğümüz şeylerin nerede gerçekten de doğru çıktığını ve nerede meğer çok
yanlış olduğunu görebiliriz.
Himenc
Giriş Dersi
Himenin
nasıl oluştuğunu bilenler için nerede olduğu da son derece açıktır. Ama
bilmeyenler için himenin olması gerektiği yeri bulmaya çalışmak büyük
şaşkınlığa yol açabilir. Örneğin günümüz romanlarında, ‘adamın penisi kadının
vajinasına 6-7 santim girmişti ki birden çelik gibi sağlam bir himen engeliyle
karşılaştı’, gibi tarifler içeren, yani himenin vajinanın ortasında bir yerlere
takılıp kalmış bir çeşit gizli hazine olduğunu ima eden bekâret kaybı sahneleri
bulmak pek de olağandışı değildir. Oysa himen aslında vajinanın tam girişinde
bulunur. Vajina açıklığının tabanı ve duvarları himenin dip kısmım oluşturur ve
himen oradan yukarıya ve içeriye doğru vajina girişinin merkezine kadar uzanır.
Himen aslında aynı vajina dokusundan oluşan bir yaka ya da çıkınlıdan başka
bir şey değildir.
Himen
dokusu, vajinanın geri kalan kısmının iç tabakasını oluşturan maddeyle aynıdır.
İnce, esnek, pürüzsüz ve kılsız bir mukoza zardır. Tıpkı ağzın ve burnun içi ya
da göz kapaklarının göz yuvarlağına değen tarafı gibi, bu doku da ıslak ve çok
yumuşaktır. Ancak vajinanın geri kalan kısımlarının aksine himenin, o ince,
pürüzsüz üst tabakasının altında hiç kas dokusu yoktur; bütün himen bu ince üst
tabakadan ibarettir. Yine vajinanın geri kalan kısımlarının aksine himenin
genelde birkaç siniri ya vardır ya yoktur. Siniri olduğundaysa bunlar
kenarlardan çok himenin dibine yakın kısımda yer alır. Aynı durum kan miktarı
için de geçerlidir. Bazı kadınların himenle-
rinin,
ilk defa (ya da bazı durumlarda ilk birkaç defa) cinsel anlamda vajinalarına
girildiğinde kanayıp bazılannmsa hiç ka- namamasının sayısız nedenlerinden
birisi de budur: Cinsel birleşme gibi etkenlerin zedelediği yerlerde kan daman
olmayabilir.
Himenler
yapılan ve şekilleri açısından çok geniş ve ilginç bir çeşitliliğe sahiptir.
Öyle görünüyor ki himenin nasıl göründüğüne dair herhangi bir fikri olan
birçok insan, bütün tümenlerin birbirine benzemesi gerektiğini zanneder.
Hiçbir şey gerçeklikten bu kadar uzak olamaz.
Genel
imgelemde en yaygın olan himen türünün, gerçekte kadınların bedeninde ne olup
bittiğine bakıldığında aslında en az rastlanan himen türlerinden biri olduğu
görülür. Birçok kişi himenin aslında yırtılmamış geniş bir deri olduğunu ve
sirkte aslan terbiyecisinin emrindeki hayvanları içinden atlattığı kâğıt kaph
çember gibi, vajina girişini tamamıyla kapattığını düşünür. Böyle himenler
ashnda yok değildir. Bu, kapalı himen denilen tıbbi bir durumdur ve doğuştan
olan küçük bir kusur olarak görülür. Vajinanın kanallaşması vücut duvarını
boydan boya geçme işlemini tamamlamadığı zaman, açıklık oluşması gereken yerde
bir deri tabakası kaldığında kapah himen oluşur. Açık olması gereken himenin
kapalı kalması kadınların üreme yollarına ilişkin en yaygın bozukluktur. Yapılan
tahminlere göre kadınlarda bu bozukluğun görülme sıklığı bin iki yüzde birden
on binde bire kadar büyük farklılıklar gösterir. Âdet kanamasını
imkânsızlaştırdığı için, kapah himen cerrahi bir müdahaleyle düzeltilir.
Kısaca, açık olmayan himen belirleyici bir nitelik değil, sadece bir baş
belasıdır.
İnsan
bedeninin diğer bütün parçalarında olduğu gibi, himen açıklığının çapı da
önceleri küçüktür ve zamanla çocukla birlikle büyür. Genellikle iki-üç
milimetre olarak başlayan himen açıklığının çapı, çocuk ergenlik dönemine
girene kadar her yıl bir-iki milimetre büyür; yani yaşı daha büyük olan çocukların
küçüklere göre daha geniş himen deliklerinin olma olasılığı yüksektir. Bütün
himen açıklıklarının küçücük olduğu sanılmasın. 2000 yılında yayımlanan bir
araştırmada, Dr.
Astrid
Heger ve ekibi tarafından muayene edilen bakire kızların % 93 ünde, doktorun
spekulum ya da başka bir alet kullanmadan vajinanın içinin bir bölümünü
görmesine izin verecek kadar geniş himen açıklığı olduğu görülmüştür.
Himen
deliğinin büyüklüğü, gerçek bir çeşitlilik bolluğunun sadece başlangıcıdır.
Himen dokusunun kendisi de bir sürü farklı şekilde ortaya çıkabilir. Himen
ince, hatta varla yok arasında olabilir ya da lastik gibi esnek olabilir.
Gözden kaçacak kadar minik ya da bir sürü narin kıvrımın üst üste katlandığı
bir çiçek gibi de olabilir. Birçok tıp kitabı gibi American Professional
Society on the Abuse of Children' da, beş tane himen şekli belirlemiştir:
Halka şeklinde, yanmay şeklinde, katmerli, saçaklı ve ayrık.
En
yaygın himen halka şeklindekidir. Sözcüğün İngilizce’deki karşılığı olan
ıınnukır, Latince “yuvarlak” ya da “çember” anlamına gelen annulum
sözcüğünden türemiştir. Halka şeklindeki himen tam anlamıyla, vajina girişinin
bütün çevresini saran bir doku çemberidir. Görüntüsüne göre isimlendirilen
bir başka himen türü de neredeyse halka şeklindeki himen kadar yaygın olan
yanmay şeklindeki himendir. Yanmay gibi görünen bu himen kabaca U harfi
şeklindedir. Astrid Heger ve Lynne Ticson çeşitli himen araştırmalarını
karşılaştırdıklarında, toplam himen sayısının yarısından çoğunun, hatta bazen
beşte dördünün halka ve yanmay şeklinde olduğunu gömüşlerdir. Ancak bu himen
türlerinin her birinin ne kadar yaygın olduğuna dair doğru istatistiklere
ulaşmak olukça güçtür çünkü bazı halka şeklindeki himenler kızlar büyüdükçe
şekil değiştirerek yanmay şeklindeki himene dönüşebilir.
Bunların
tersine en az görülen himen şekliyse aynk olandır. Aynk himen, deliği bir doku
köprüsü ya da perdesiyle ikiye bölünmüş himen olarak ve ince bir doku şeridiyle
birbirinden ayrılmış birden fazla deliği olan himen olarak iki farklı şekilde
düşünülebilir. Nadiren ayrık himenlerin ikiden fazla deliği olduğu görülür.
Aslında aynk himenlerin, ince bir doku şeridiy-
1 Amerika’da çocuk istismarı alanında
çalışan profesyonellere yönelik kurulmuş olan bir sivil toplum örgütü - ç.n.
le
birbirinden ayrılmış bir sürü deliği olabilir; bu da görüntü itibariyle mutfak
kalburuna benzeyen bir himen çıkarır ortaya. Bu yüzden bu türe bazen kalbur
şeklindeki himen de denir. Bunun İngilizce’deki karşılığı olan cribiform
ya da cribriform sözcükleri Latince elek anlamına gelen crihnım’dan
türemiştir.
Katmerli
himen ve akrabası saçaklı himene, halka ya da ya- rımay şeklindeki himenden
daha az, ayrık himendense daha çok rastlanır. Özellikle katmerli himen çok
gösterişli bir çeşittir ve katlanmış bir çorap lastiği ya da gömlek kolu gibi
kendi üzerine kıvrılmasına yetecek kadar çok etten oluşur. Saçaklı himen daha
az etlidir ama himenin kenarlan boyunca ona buruşuk bir görüntü veren bir sürü
girintisi çıkıntısı vardır. Ancak katmerli himenin katmerleri zamanla azahr:
Amerika’da Teksas Ûniversitesi’nde çalışan araştırmacı Dr. Abby Berenson,
katmerli himen dokusunun ilk üç yaş süresince çoğu zaman küçüldüğünü bulmuştur.
O kadar ki doğumda katmerli olan bir himen, çocuk üç yaşına geldiğinde saçaklı
himene, hatta halka şeklindeki himene dönüşmüş olabilir.
Himeni
“yırtılmadığı” ya da “bozulmadığı” sürece durağan düşündüğümüz için bu, kulağa
tuhaf gelebilir ama himen aslında kendi başına da şekil değiştirebilir.
Doğumla üç yaş arasında, bazı durumlarda üç ve beş yaş arasında da, himen
şekil ve büyüklük açısından epey değişebilir. Bu değişiklikler acısız, sessiz
sedasız, neredeyse fark edilmeden gerçekleşir. Bu değişimi geçiren kız çocuğu
(ya da herhangi başka biri) diğerlerinden daha bilgili olmaz ya da bir
farklılık hissetmez. Himenin neden şekil değiştirdiğini ya da bunun nasıl gerçekleştiğini
bilmiyoruz ama bu olay defalarca gözlemlenmiştir. En iyisi bu değişikliği,
bedenin diğer parçaları gibi himenin de doğumdan sonra gelişmeye devam etmesi
olarak görmektir. Bu da demek oluyor ki himenin bir gün, bir hafta ya da bir
aydan diğerine farkh olması ya da görünmesi için cinsel anlamda vajinaya girilmesi
hiç gerekmez. Bu da “bozulmamış” himen kavramının doğruluğu konusunda bir kurt
düşürüyor insanın aklına: Himen kendi başına değişebiliyorsa, himene
“bozulmamış” ya da “değişmemiş” demek ne kadar uygun olur?
Farkh
şekillerde ortaya çıkmanın yanı sıra, himenler başka açılardan da değişiklik
gösterir. Örneğin, hinıenin yüzeyinden çıkan himen kuyruğu dediğimiz doku
uzantıları, oldukça yaygın olarak görülen süslerdir. Himenlerde aynı zamanda
yumru, tümsek, çentik, çukurluk ve basıklık da görülebilir. 17. yüzyılda
yaşamış olan İngiliz ebe ve tıp yazan Jane Sharp’m himeni “karanfil-kırmızı
şebboy”a [pembe ya da açık kırmızı] benzer şekilde tarif etmesine karşın,
gerçekte himenlerin morla kırmızı arasında bir dizi renkte olabildiği
gözlemlenmiştir. Aynı şekilde himenin iç kenarı pürüzsüz ya da pürüzlü olabilir
ya da geçmişte meydana gelen yınılmalann ve yank şeklindeki açılmalann izini
taşıyabilir. Bunlar yapay çentikler de olabilir, bütün kesikler de.
Vajinalarına hiçbir şekilde girilmemiş kadmlann himenlerinin en dayanıklı
bölgelerinde bütün kesikler olmasına daha az rastlanır. Bu yüzden de
muayenelerde, örneğin çocuk istismarı suçlamalarından sonra yapılan muayenelerde,
bu kesikler vajinaya girilmiş olabileceğini işaret eden kırmızı alarm olarak
görülür. Ama himenin üzerinde bütün kesikler olması, kesin olarak o vajinaya
girilmiş olduğu anlamına gelmez. Vajinaya girilmesi her zaman cinsel amaçlı da
değildir ve bu her zaman himenin bütünüyle kesilmesine, hatta bazen küçük
kesilmelere bile neden olmaz.
Dayanıklılık
ve Esneklik
İnsan
himeninin fiziksel görünüşü ve genel şekli büyük çeşitlilik gösterir ve
herhangi bir dış neden olmadan ya da hiçbir uyarı vermeden değişmeye yatkındır.
Bunların çoğu himen dokusunun yapısı için de geçerlidir. Tıpkı kimimizde güzel
ve narin, kimimizde sağlam ve dayanıklı olan saç ve cilt özelliklerimizin
hepimizde farklılıklar göstermesi gibi, himen dokusunun kalınlığı, sertliği,
esnekliği, dayanıklılığı ve sağlamlığı da kişiden kişiye değişir.
Bunun
bir sebebi, bedenimizdeki diğer bütün dokularda olduğu gibi genetiktir. Saç ve
göz rengimizi, belli hastalıklara meyilli olmamızı ve daha bir milyon başka
özelliğimizi anne
babamızdan
alıyoruz da genilal dokuların özelliklerini neden almayalım? Kapalı himenin
anne tarafından çocuğa geçebileceğine dair bazı kanıtlar vardır. Bu durumda
aynı şeyin himenin diğer yönleri için de geçerli olacağını düşünmek gayet
mantıklı olabilir.
Himen
dokusu hormonlardan da etkilenir. Dişi ceninin ilk olarak rahim içinde maruz
kaldığı ve bedeninin ergenlik dönemine yaklaştıkça gitgide artan miktarlarda
üreteceği östrojen hormonu, hem genital bölgenin mukoza zarlarını kalınlaştırır
hem de onları daha esnek yapar. Doğum öncesi anne rahminde yaptıkları östrojen
banyosu nedeniyle yaklaşık iki yaşın altındaki küçük kız çocuklarının
himenleri bazı durumlarda kendilerinden birkaç yaş büyük olan kızlannkinden
daha esnek olabilir. Ceninken yapılan hormon banyosunun etkileri geçtikçe
vajinanın esnekliği de buna bağh olarak azalır ve vajinadaki dokular daha
hassas olur. Sonunda ergenlik dönemi gelip çattığında kızın kendi östrojeni
aşırı miktarda çoğalır ve bununla birlikte üreme dokularının esnekliği artar.
Himenin
kalınlığı ve sağlamlığı da kişiden kişiye değişir. Himen genelde göz
kapağından daha incedir, hatta birçok himen yarısaydam olarak tarif edilir.
Bazı himenler o kadar ince ve narindir ki doktorların hasar vermeden himeni
muayene etmesi olanaksızdır. Diğer himenlerse daha kaim, hatta lastik gibidir.
Yapılan araşiırmalara göre, bazı himenler oldukça kaim, bazıları da oldukça
ince kalırken, bazıları zaman içinde incele- bilmekıedir.
Himenlerin
birbirlerinden farklı olarak kalın, ince ya da nispeten narin olmaları çoğu
zaman himenin görüntüsüne bakarak yapılan bekâreti teşhis etme girişimlerini
zorlaşunr. Bazı himenler hemen hemen kendi başlarına parçalara ayrılıp dağılır.
Diğerleriyse oldukça sağlamdır ve bunları, zedeleme endişesi duymadan oldukça
kaba bir şekilde ilip kakabilirsiniz. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlannda
jinekologlar bazı kadınların ilk birleşme sırasında kanamamasını, çok esnek
olduğu için katlanan ya da kıvrılan himen anlamına gelen “halinden memnun”
himen gerekçesiyle açıklamıştır. Kadın genital or-
ganlarının
mücadele etmeden ya da hasar görmeden öylece birleşmeye “teslim olabildiği”
bilgisi, bazen kadınların iffetine leke sürmek için kullanılırdı, çünkü
uygunsuz cinsel davranışlarını gizleyebilen bir kadının zaten böyle şeyleri
büyük olasılıkla yaptığı düşünülürdü. İlk sevişmeleri sırasında kanamadıkları
ya da acı hissetmedikleri için hiç himenleri olmadığına inanan bazı kadınların
aslında, yırtılmak yerine kıvrılabi- lecek kadar esnek himenleri olabilir.
Hepimize
himenin doğuştan narin olduğunun öğretildiğini düşünürsek, özellikle esnek
himen kavramı çok ilgi çekicidir. Bazı himenler o kadar esnektir ki yıllar
boyunca cinsel birleşmeye kolayca dayanabilirler ve bu ancak doğum öncesi yapılan
jinekolojik muayeneler sırasında ya da hatta doğum sırasında keşfedilir.
Örneğin Midwifery Today E-News dergisinin Ocak 2002 sayısında, ebe
Brenda Capps, ilk defa anne olan genç bir kadının, cinsel birleşmeden açıkça
sağ kurtulan, hiçbir hasar izi taşımayan ve bebeğin doğabilmesi için kesmek
zorunda kaldıkları çok esnek kalın bölmeli bir himeninin olduğunu anlatır.
Bundan
daha etkileyici olan bir başka olay da, Australian and New Zealand Journal
of Obstetrics and Gynaecology adlı derginin 2002 sayısında, otuz yaşlarında
Tayvanlı bir kadınla ilgili bir haberde anlatılır. On üç yaşında doğuştan
kapalı himen teşhisi konulan bu hastanın himeni cerrahi müdahaleyle
düzeltilir. Ancak ameliyata karşın himen geri büyür ve hasta on sekiz
yaşındayken himeninin kesilmesi için ikinci kez ameliyat olur. Bir süre her
şey yolunda gider, İcadın evlenir, hamile kalır ve sezaryenle doğum yapar.
Doğum yaptığında doktorlar kadının himen deliğinin oldukça küçük olduğunu fark
ederler. Hasta, kocasının erken boşalma sorunu olduğunu, kendisinin de cinsel
ilişki sırasında vajinasına girilmesini neredeyse hiç hissetmediğini itiraf
eder. (Pek kimse farkında olmasa da, penisin vajinaya girmemesinin hamileliğin
gerçekleşmesine engel olmadığı gerçeği, kesinlikle bu hikâyeden çıkarılması
gereken önemli derslerden birisidir.) Bu kadının cinsel yaşamı nasıl olursa
olsun belli ki görevi tamamlamaya yeıiyonnuş,
çünkü
kadın bundan kısa sûre sonra ikinci kez hamile kalır. Ama doğum yapmak için
hastaneye gittiğinde doktorlar kadının himeninin tekrar kapandığını görür.
Bebek yine sezaryenle başarılı bir şekilde doğurtulur ve hasta himeninin
kesilmesi için üçüncü kez ameliyat olur. İnsan haliyle, üç sayısının gerçekten
uğurlu olduğunu ve bu kadının yemden kapanıp duran inanılmaz himeninin neşterle
daha fazla karşılaşmak zorunda kalmadığını umuyor.
Himen
yapısında görülen çeşitliliğin bir ucunda dayanıklı himen varsa öteki ucunda da
narin himen vardır. Fark edilemeden kolayca dağıldıkları için narin himenler
konusunda bilinen fazla bir şey yoktur. Aksini gösteren bir kanıt olmadığına
göre, himensiz doğduğunu düşünen kadınların bazılarının aslında önemsenmeyecek
kadar belirsiz çok hassas himenleri olduğunu söyleyebiliriz.
Himenlerin
kadın anatomisinin tekbiçimli bir parçacığı olmaktan uzak, aslında yüz çeşit
olduğunu gördük. Uygulama açısından bakarsak bu şu anlama gelir: Yalnızca
birinin himeni olduğunu söylemek, birinin cildi olduğunu söylemek gibi bir
şeydir aslında. Birinin cildi olduğunu bilmek bize bu cildin neye benzediğini,
sert mi yoksa yumuşak mı olduğunu ya da yaralı mı pürüzsüz mü olduğunu söylemez.
Aynı şekilde birinin himeni olduğunu bilmek de, ki kadınların neredeyse hepsinde
var, bize bu kadının herhangi bir cinsel deneyimi olup olmadığı konusunda bir
şey söylemez. Bildiğimiz tek şey, himeni olduğunu bildiğimiz birisinin
himeninin var olduğudur, bu varlık yüzyıllardır sıcak tartışmalara konu olmuş
olsa da.
DÖRDÜNCÜ
BÖLÜM
Çelişkilerle Dolu Umutsuz Arayış
Bazı
bakireler ya da kızlarda rahim boynunun ağzında, eski yazarların himen
dediği... ince bir deri ya da zar bulunur. ... Paris Hastanesi'nde elimin
altında olan üç yaşla on üç yaş arasındaki herkese baktım ama bu zarı hiç
kimsede bulamadım.
-
Ambroise Pare, 1573
Bizden
önceki insanların geçmişteki cinsel anlayışlarının bizim bugünkü cinsel
anlayışlarımızla aynı olduğunu farz etmek çok kolaydır. Sonuçta bugün elimizin
alımda olan cinsel organlar ve yaptığımız cinsel edimler insan türünün ortaya
çıktı- gı zamandan bu yana aşağı yukarı aynı kalmıştır. Oysa atalarımızın,
bizimle aynı uzuv ve ufak parçalara sahip ve bunları çok benzer şekillerde
kullanmış olmalarına karşın, bunları aslında çok farklı şekillerde algılamış
olabilecekleri (gerçekten de çoğu zaman öyle olmuştur) hiç aklımıza gelmez.
Bazen bedenin ve parçalarının geçmişteki algılanma biçimleri bizimkilerden o
kadar farklıdır ki bize çok tuhaf görünürler. Örnek mi? İşte size himen
destanı.
Mısır,
Yunanistan, Ortadoğu ve Küçük Asya’dan (Anadolu) günümüze kalan çeşitli eski
yazılarda bakirelere ve bekârete gönderme yapılmasına karşın bunların
hiçbirinde himenden söz edilmez. Talmud'un bekâretin göstergeleri hakkında ne
söylediğini okuyabilir; bakire gelinler konusunda Eski Ahiı’e danışabilir;
Artemis, Kibele, Athena ve dünyevi ya da doğaüstü olan başka bakirelerle
ilgili efsaneleri ve milleri inceleyebiliriz ama hiçbirinde böylesine cazip ve
ilginç bir anatomik parçacığın adının bile anılmadığını görürüz. İyi ama neden?
Bu
sorunun, tarihçilerin aklına bile gelmeyecek kadar basit bir cevabı vardır:
Eski dünyada yaşayan insanlara göre himen diye bir şey yoktu. Bu, o zamanın
kadınlarının himensiz doğduğu anlamına değil, ne kadınların ne de bir
başkasının kadın bedeninde himen diye bir şey olduğunu bilmediği anlamına
gelir.
Eski
dünyanın doktorlarının böyle bir şeyi nasıl gözden kaçırmış olabileceklerini
merak edebiliriz. Kısmen bunun cevabı şu olabilir: Bakmıyorlardı ki görsünler.
O zamanlar erkek doktorların kadınların bedenlerini doğrudan muayene etmesi
çok ciddi bir tabuydu. Ara sıra istisnalar olmuyor değildi ama Hi- pokrat
okuluna bağh bütün tıp metinlerinde vajina muayenesi yapan yalnızca iki doktor
örneğinin olması, bu tür durumlara gerçekten de çok az rastlandığını gösterir.
O zamanlar kadınları ebeler muayene ederdi, doktorlar değil.
Ancak
jinekolojik muayeneleri her gün doktorlar yapsaydı bile yine de vajinanın
içindeki himen denilen özel şeyi büyük olasılıkla bulamazlardı çünkü bir defa
böyle bir şey arıyor olmazlardı. Himen diye bir şeyin olması gerekliğini
bilmedikleri için bunun kadın geniıal organlarındaki olağan çıkıntı ve kıvamlardan
başka bir şey olduğunu fark etmeleri de pek mümkün olmazdı. Örneğin, 2.
yüzyılda yaşamış ve penisteki sünnet derisini, kalçaları, vajina dudaklarını ve
klitorisi (daha sonra şaşırtıcı sayıda anatomi uzmanının nasılsa orada olduğunu
unutmayı becerebildiği şey) tanımlayıp açıklamış bir doktor olan Galen gibi
titiz bir gözlemci bile, De usu partium adlı ayrıntılarla dolu
anatomik incelemesinde himeni hiç anmaz. Galen, birçok insanın kadın
bekâretinin fiziksel kanıtı olduğuna inandığı yapı gibi bir şeyden bir kere
bile bahsetmez.
önceleri
Sıradan Bir Sözcüktü
Eski
zamanlardaki doktorlar, kadınların bedeninde arasalardı bile himen
bulamayacaklardı. Bunun büyük bir nedeni de doktorlar için o zamanlar
“himen" sözcüğünün bugünkünden tamamıyla farklı bir anlamı olmasıydı.
Antik Yunan tıp liıera-
türü
örneklerinde “himen” sözcüğü sürekli karşınıza çıkar. Özellikle Aristo’nun
yazılarında bunun bir sürü ömeği vardır: Beyin himeni, kalp himeni, bağırsak
himeni. Bir yerlerde bir himen sözcüğü görmeden üç sayfa zor okursunuz, çünkü
Aristo’ya ve onun zamanındaki Yunan dünyasının geri kalanına göre, himen alt
tarafı bir zardı. Herhangi bir zar. Örneğin, bugün beyin zan dediğimiz beynin
çevresini saran kalın zar o zamanlar böyle bir himendi. Bağırsaklanmızın
tamamının karın boşluğunda yerli yerinde durmasını sağlayan bağırsak askısıysa
bir başka himendi. Kalbin etrafındaki kalp dış zan dediğimiz kese, göğüsle
karın arasındaki diyafram dediğimiz kas duvarı, akciğerleri çevreleyen akciğer
zarı dediğimiz kese, aslında bedenimizde anatomik bir özelliği diğerinden
ayıran bütün yapılar birer himendi.
Himen,
himen, himen... Her yerde himen vardı ama sizin düşündüğünüz türden değil. Peki
nasıl oldu da “zar" anlamına gelen bütün sözcükleri kapsayan terim, bu
kadar belirli bir anlam kazandı? O dönemde yazılan metinlerin çoğu bize ulaşamadan
kaybolduğu için bu hikâyenin ayrıntılarını, yol boyunca geçirdiği bütün
değişimleri bilmiyoruz, ama aralarında Ortaçağ Tarihçisi Kathleen Coyne
Kelly’nin ve Antik Yunan Tarihçisi Giulia Sissa’nm da bulunduğu bekâret araştırmacıları,
bu değişim sürecinin ana hatlanyla izini sürebilmiştir.
Aristo
ve tıbbın sözde babası olan Koslu Hipokrat’ın okulundan gelen yazarlardan
sonra gelen, Batı’nın diğer iki büyük tıp yazarının ikisi de Yunan’dır: 2.
yüzyılda yaşamış olan Galen ve 3. yüzyılda yaşamış olan Efesli Soranus. Galen,
tıpkı kendisinden öncekilerin yaptığı gibi, “himen” sözcüğünü “zar” anlamında
kullanır. Soranus da böyle yapar ama ilginç olan, vajinayı iç kısmı çok geniş
bir bağırsağa benzettiğini söyleyen Soranus’un, vajinanın kendisini himen
olarak tanımlamasıdır. Ona göre vajina kanalı, hem Soranus’un hem de o dönemde
yaşayan herkesin kadınların başlıca geniıal organı olduğunu düşündüğü geniş
rahim ya da dölyatağı yapısının parçası olan bir zardır. Bu dönemin metinlerinde,
kadınların geni- lal anatomisinin rahim dışında kalan kısmı, nadiren aynntıla-
ra girilerek tartışılır. Onları gerçekten ilgilendiren şeyin yalnızca, spermle
kanı mucizevî bir şekilde bebeklere dönüştürebilen rahim olduğu düşünülür.
Soranus’tan
sonra, Latince himen sözcüğünün (yine zar anlamında) jinekolojik konulara
gönderme yaparken kullanıldığı birkaç örnek vardır. 10. yüzyılda yazılan De
viribus herba- rum’da olduğu gibi bu örneklerde de himen, çoğu zaman am-
niyon kesesine, yani cenin rahimde büyürken etrafını saran zardan bahsetmek
için kullanılır. Bazen hinıen, bir “bekâret za- rı”nı ima edecek şekilde
de kullanılır ama bedenin herhangi bir belirli parçasını tanımlayacak şekilde
değil. Ortaçağ’da bekâret hiıneni, terim bu şekilde kullanıldığında bile, bir
kadavranın kesilerek incelemesi sırasında görülebilecek ya da bir hastanın
bedeninde parmakla gösterilecek bir şey olarak değil, daha çok mecazi anlamda
-bakire olanlarla olmayanlar arasında simgesel bir sınır olarak- kullanılıyor
gibidir. Yüzyıllar boyunca doktorlar kadınların vajinalarına cinsel anlamda
ilk kez girildiğinde kanamalarının bir nedeninin olması gerektiğini şüphesiz
anlamışlardır ama bu kanamanın ille de genital yapının belli bir parçacığıyla
ilişkili olmasını gerektiren bir neden görmemişlerdir.
Kathleen
Coyne Kelly “himen” sözcüğünün bugün kullandığımız anlamıyla kullanılmasının,
15. yüzyılda, Doktor Mic- hael Savonarola’nın Praclica maior adlı
kitabında bu sözcüğü kullanmasından sonra başladığını bulmuştur. “Rahim ağzı himen
denilen ince bir zarla kapanmıştır,” diye yazar Savonarola ve devam eder: “Ve
kızlığın bozulması anında bu zar yırtılır ki kan akabilsin.” Savonarola’nın
himeni muğlâk bir şekilde “rahim ağzının önünde” bir yerlere yerleştirmesi,
1400’lerde bile hâlâ rahmin kadının asıl genital organı, vajinanmsa yalnızca
yardımcı bir geçiş yolu olarak düşünülmesi eğilimiyle mazur görülebilir. Ne
olursa olsun sonuçta öyle görünüyor ki Savonarola, bu doku parçacığının -daha
yaygın bir ifade olsa da. teknik açıdan himene zar demek aslında yanlış
isimlendirmedir- önemsiz olduğunu ve hasar görmediği sürece çoğu zaman fark
edilmediğini düşünüyordu.
Savonarola’nın
“himen” sözcüğünü vajina himcni anlamında kullanmasının hemen ardından sözcüğün
İngilizce’de ilk kez kullanılması gelmiştir. Örneğin 1538’de Londralı Thomas
El- yot’m derlediği sözlük, himeni şöyle açıklamıştır: "Bir kızın mahrem
yerinde bulunan ve kızlığı bozulduğunda yırtılan deri.” Bu noktadan itibaren
“himen”, gitgide daha da yaygın olarak vajina himeni anlamında ve gitgide daha
da seyrek olarak herhangi başka bir anlamda kullanılmaya başlamıştır. 17. yüzyıla
gelindiğinde, artık kendi dillerinde yazdıkları tartışmalarda “himen” terimini
kullanan doktorlar ve ebeler, bedenin himen diye isimlendirilen bir sürü
parçası arasından hangisini kastettiklerini okuyucularının anında anlayacağını
düşünmektedir.
Olayların
bu tarihsel sıralamada gerçekleşmesi, Yunan evlilik tanrısı Himenaos ile
genital bir doku parçacığı için kullanmaya başladığımız “himen” adı arasında
doğrudan bir bağlantı olduğu fikrini savunacak hiçbir kanıt bırakmaz ortada.
Hime- naos’un genç bir damadın evlilik gecesinde ölmesini anlatan trajik
hikâyesinin, geleneksel olarak düğünden sonra hayatta kalamayan bir beden
parçasıyla ilişkilendirilmesi, adaletin şiirsel bir şekilde yerini bulması
gibi görünse de, sözcüğün değişim ve gelişim sürecine bakıldığında herhangi
bir neden-so- nuç ilişkisinin mümkün olmadığı görülür. Yunanlar “himen”
sözcüğünü anatomik açıdan daha belirli bir anlamda kullanmış olsalardı, hatta
sadece, kaderinde işlevi yırtılmak olan bir zar (amniyon kesesi gibi) anlamında
bile kullanmış olsalardı, o zaman Himenaos’un himene adını verdiği iddiasının
azıcık elle tutulur bir tarafı olurdu. Gördüğümüz gibi insanların faal olarak
Himenaos’a taptığı çağda yaşayan Yunanlar, özel bir vajina zanna koruyucu
evlilik tanrılarının adını vermeleri şöyle dursun, bu zarın varlığından bile
habersizdir. Tıpkı himenin bir artık, vajina kanalının daha dış genital bölgeye
açılmadığı sırada kadın bedeninin oluşması sürecinin bir kalıntısı olması gibi,
onu tanımlamak için kullandığımız terim de öyledir: İnsan bedenine ilişkin
bilgilerin, bedendeki her zarın aynı ismi taşıyabileceği kadar genellendiği bir
çağa bizi geri götüren bir kalıntı.
Himenden
Önce Bekâret
Anatomik
himenin hikâyesi ciddi olarak, 3. yüzyıl Roma- sı’nda doktorluk ve tıp
yazarlığı yapan Yunan Soranus’la başlar. Soranus’a şöhreti getiren, jinekoloji
konusunda günümüze kadar bir bütün halinde gelebilen en eski eserlerden biri
olan Gynecology adlı kitabı olmuştur. Bu kitapta Soranus’un bekâretin
fiziksel yapısı konusunda söyledikleriyse gerçekten çok ilginçtir.
Bakirelerde
vajina basık ve daha dardır çünkü içinde rahimden çıkan damarların bastırdığı
kıvrımlar vardır. Kızlık bozulurken bu kıvrımlar acı vererek açılır ve
normalde akan kanın aniden boşalmasına neden olarak patlar. Vajinanın ortasında
ince bir zarın büyüdüğüne ve kızlık bozulduğunda ya da âdet kanı çok hızlı
aktığında bu zarın yırtıldığına ve yine bu zarın orada kalıp kalınlaşarak
“kapanma" denilen bir hastalığa yol açtığına dair inanış aslında
yanlıştır.
Vajinanın,
kıvrımlı duvarları olan ve genişleyen bir kap olarak bu şekilde tarif
edilmesi, ustaca gözlemle titiz mantığı bir arada barındırdığı için yüzyıllar boyunca
doğru kabul edilmiştir. Soranus, vajinadaki tuhaf zar hakkında duyduğu
söylentilere inanmayı reddetmiştir çünkü Gynecoiogy’de yazdığına göre, bu
zann varlığını ispatlayan bir kanıt yoktur elinde. Yaptığı kadavra
incelemelerinin hiçbirinde bu zarı bulamamıştır. Bakire hastaların
vajinalarına sonda sokarken hiçbir engelle karşılaşmamıştır. Soranus’a göre,
eğer “kızlığın bozulması sırasında duyulan acının nedeni zar yırtılması
olsaydı, o zaman kızlık bozulmadan önce âdet döneminde de acı çekilmesi
gerekirdi. O zaman da kızlığın bozulması sırasında acı duyulmazdı.” Son olarak
önemli bir başka nokta da, Soranus’un, vajinada meydana gelen kapanma
hastalığının nedeni bir vajina zarı olsaydı, doktorlar bu hastalıktan mustarip
olan bütün hastalarda tıkanıklığı her zaman aynı yerde bulurdu, ama hiç de
böyle olmuyor, diye fikir yürütmesidir.
Doğrusu
Soranus bûtûn bu konularda tamamıyla haklıydı. Bir bakirenin vajinasına ince
bir sonda sokabilir ve sondamn ucu rahim ağzına çarpana kadar da hiçbir engel hissetmeyebilirsiniz.
Bakire kadınlar gerçekten de vajinada kan akmaya başlamadan önce alınması ya da
değiştirilmesi gereken herhangi bir engel olmadan âdet görürler. Dahası bakire
kadınlar kanama acısı çekmeden de âdet görebilirler. Soranus’un “kapanma”
dediği, kadınların üreme yolundaki tıkanıklıkların, vajina, rahim ve yumurtalık
tüplerinden oluşan karmaşık yapının bir sürü farklı yerinde oluşabileceği de
doğrudur.
Geriye
baktığımızda Soranus’un yaptığı mantık halasını açıkça görebiliriz. Soranus
himeni, bugün bildiğimiz anlamda olması gerektiği gibi, normalde ortasında
delik olan bir zar olarak hayal etmez. Onun yerine himeni bir bütün halinde bozulmamış
tek bir parça olarak düşünür, tıpkı bir kavanoz kapağı ya da şarap testisinin
ağzına gerilmiş yağh bir kese gibi. Aslında böyle düşünmesi için bir sürü neden
de vardır. Eski zamanlarda, en önemli kadın organı sayılan rahim çoğu zaman
bir kap şeklinde düşünülürdü. Örneğin, bazılan rahmi üzün boyunlu ters duran
bir testi olarak tarif etmiştir. Bazıları da rahmi içinde kadın ve erkek
sıvılarının karıştığı ve çocuk yapmak için buna kanın eklendiği bir kâse gibi
tarif etmiş ve böylece rahmi işlevsel olarak, krater denilen, içinde
şarabın içilmeden önce suyla karıştırıldığı kaba ya da çömleğe benzetmiştir.
Ağzında tıpa olmayan bir çömleğin içindekiler kolayca dökülür. Ortasında delik
olan bir kapaksa kapak bile sayılmaz. Bütün bunlar demek oluyor ki, kolayca
yanlış anlama olarak görebileceğimiz şey aslında hiç de yersiz bir anlayış
değildi. Soranus aslında fazlasıyla mantıklıydı.
Ancak
vajina zarının varlığına inanmaması, Soranus’un bekârete inanmadığı anlamına
gelmez. Aksine Soranus, Hipok- rat'ın ve ondan önce gelen öteki Yunan
doktorların tersine, hem kadınlar hem erkekler için bekâreti destekler. Gynecology
eski zamanlarda, bekâreti koruma kavramını gerçeklen ciddiye alan ve bir
kızın bakire olarak ne kadar süre sağlıklı kalabileceği ve ne tür bir yaşam
tarzıyla sağlığını en iyi biçimde sürdürebileceği sorularını tartışan tek
eserdir. Bu anlamda Sora- nus doğru zamanda doğru yerde yaşamıştır. Bir kadının
ergenlik çağında evlendirilmek yerine bakire kalmasını dile getiren tuhaf
fikir, Soranus'un yaşayıp yazdığı Roma’da -yeni bir inanç olan Hıristiyanlığın
gitgide güç topladığı bir yerde- büyük tartışma yaratan bir kamu sorunu haline
gelmeye başlamıştır.
Peki
ama vajinanın içinde yer alan zar fikrine ne oldu? Bu fikir nereden çıktı ve
Soranus bunun doğru olmadığına inan- dıysa, kim doğru olduğuna inandı? Ne yazık
ki Soranus bu kavramı nereden duyduğunu söylemeyi ihmal etmiştir. Fikrin bugün
kayıp olan bir tıp kitapçığından mı, bir kadının ya da ebenin anlattığı
olağandışı bir olaydan mı, yoksa tamamıyla farklı bir kaymaktan mı çıktığı
konusunda hiçbir fikrimiz yok. Klasik dönem uzmanı Aline Rousselle, “mühürleyici
zar” hipotezinin, eski Romalıların kızları çoğu zaman daha âdet görmeye
başlamadan evlendirme uygulamasından -Yunanların kabul etmediği ve Soranus’un
karşı çıktığı bir uygulama- doğan, Roma'ya özgü bir kavram olabileceğini ileri
sürer. Eski Romalılar genç kadınlann ancak cinsel birleşme yoluyla fiziksel
olarak “açıldıktan” sonra âdet gönneye başladığını defalarca gözlemlemiş ve
bunun üzerine penisin bu geçitleri açmasının bir çeşit tıkanıklığı gidererek
âdet kanının dışarı akmasını sağladığını farz etmiş olabilirler.'
Rousselle’in
Romalılar hakkında söylediklerinin doğru olup olmadığını bilmiyoruz, hiçbir
zaman bilemeyebiliriz de. Soranus'un çalışma koşullarını düşündüğümüzde,
vajinanın için-
1 Bu inanışın farklı türlerini
derinlemesine incelemek bu kitabın kapsamını aşsa da, bu aslında göründüğü
kadar kabul edilmesi güç bir inanış değildir. Benzer fikirler dünya genelinde
bir sürü kültürde ortaya çıkmıştır. 20. yüzyılda bile. Orta ve Güney Amerika'da
yaşayan, örneğin Kolombiya'nın Amazon bölgesindeki Cubeo topluluğu,
Brezilya'daki Kayapo ve Bororo toplulukları ve Meksika’daki çeşitli kırsal
topluluklar gibi yerliler arasında, âdet görmek çoğu zaman aym bir kadınla
sevişirken kızlığını bozarak kanatması olarak ayıklanmaktadır. Bu inanışa göre,
ay, bir adamdan farklı olarak, kadını yalnızca kısmen açar: böylece evlenene
kadar her ay kadına geri dönmek ve bedenini biraz daha açmak zorundadır. Bu
kültürlerde ayın bir kadını yalnızca geçici olarak, bir adamınsa temelli
olarak açtığına inanılır.
deki
zar fikrinin bir Roma kaynağından çıkmış olması kesinlikle en akla yatkın
olasılıklardan biri gibi görünüyor. Anıcak ne yazık ki elimizde bunu
kanıtlayacak bir belge yok, ve? bu yüzden Soranus'un bu zardan söz etmesi,
durumu açıklaytabi- lecek başka bir kuramın olabileceği konusunda insanı bıoşu
boşuna ümitlendiren bir ipucu olmaktan ileri gitmiyor.
Ne
olursa olsun, Soranus’un ve onun döneminde yaşayaınla- rın bir bekâret
kavramının olabilmesi için himene ihtiyaçları yoktu. Genelde bekâret kaybıyla
ilişkilendirilen belirtiileri açıklamak için de himene ihtiyaçları yoktu. Yunan
doktoırlar, bir kız âdet görmeye başladığında rahminin boyutlarının değiştiğine
ve bunun, kızın hamile kalmaya hazır olduğunu {gösterdiğine inanırlardı. Bu
inanışa göre, kız parthenos (bağlama göre “kız" ya da “bakire”)
olmaktan çıkıp gyne (“kadın” yta da “karı/eş”) olduğundaysa rahmi tekrar
değişim geçirirdi. Bir pcırthenos’un rahmi bir gyne'ninkinden çok daha küçüktü!
ve belki biraz daha sıkı, sıcak ve kuruydu. Suyuk sistemi üzenine kurulmuş olan
eski tıp, sıcaklık, sertlik ve kuruluğu, genıçlik ve erkekliğe ilişkin
özellikler; soğukluk, yumuşaklık ve ısilak- hğı da kadınlık ve yaşla ilgili
özellikler olarak görürdü. Bu sisteme göre, doğurgan olan ve çocuk doğuran
rahim, geniş, yumuşak ve ıslak olurdu. Yani en azından teorik olarak, bekâret
neredeyse bir bakışta teşhis edilebilirdi.
Bu
tür kuramlar Soranus’ıan sonra da uzun süre var olımaya devam etti ve bir
metinden ötekine neredeyse kelimesi keliime- sine tekrar edildi durdu. Ancak
11. yüzyıl başlarında yaşaıyan ve Batı Dûnyası’nda Avicenna* olarak bilinen
dâhi Iranhı bilimci ve fizikçinin gelmesiyle birlikte, vajinayı Soranus’tan
çok farklı bir şekilde görmeye başladık. Rahmin anatomik yapusını anlattığı bir
bölümün sonunda İbn-i Sina, kızlığı bozuhnaıdan önce bakire bir kızın rahminin
ağzında damarlardan ve taşırı hassas bağ dokulardan örülmüş zarlar olduğunu
söyler, kddi- asına göre bunlar kızı “bozan” adam tarafından parçalandığında
içlerindeki kan da dışarı akar. Cremonalı Gerard tarafımdan
(*) Avicenna. Ibni Sina’nın Latince
İmlidir; kendisinin tam adı Ebu Ali d-Hûıscyin ibni Abdullah ibn-i Sına
el-Belhi’dir. yaklaşık
olarak 12. yüzyılın ortalarında Latince’ye çevrilen İbn-i Sina’nın bu
açıklaması, kadın bekâretinin fiziksel yönlerinin belirlenmesinde en etkili
ikinci model olmuştur.
Ortaçağ
boyunca doktorlar bu “bekâret mührü” için uygun bir sürü farklı görsel benzetme
kullanmışlardır. Bunların en yaygın olanları, İbn-i Sina'da ve daha sonra
Albertus Mag- nus’un De animalibus adlı eserinde gördüğümüz örülmüş ağ
imgesi ve nodus virginalis ya da virginitatis de denilen “bekâret
düğümü” imgesidir. Salicetolu William, düğüm imgesinin hayranlarından biridir
ve 1285’te yazdığı Sununa conservationis et curationis adlı eserinde nodus
virginalis'i, “sıkıca bağlanmış ve bir nohut tanesinin üstündeki
buruşukluklar gibi damarlarla ve atardamarlarla buruşmuş” olarak tarif eder.
Vajinanın içinde asılı duran perde imgesiyle kapak ya da deriden çarşaf
imgeleri de oldukça popülerdir. 14. yüzyılda yazılan De secretis nıuli-
erunı hakkında yorum yapan isimsiz bir eleştirmen de, bir bakire ilk defa
erkeklerle düşüp kalktığında bozulan ve vajinanın ve idrar kesesinin içinde
bulunan bir deri parçası anlamına gelen pelliculcı’dan bahseder.
Salicetolu William’m bekâret “dü- ğüm”ünde olduğunu ileri sürdüğü buruşuk ve
kıvrımlı yüzey gibi ya da De secretis eleştirmeninin iddia ettiği pellicula'nm
tuhaf yeri gibi olağandışı iddialardan da anlayabileceğimiz gibi, bu
yazarlardan herhangi birisinin, tabiri caizse gerçek bir modele bakarak çizim
yapmış olması pek de olası görünmüyor. Bu, ünü ülke sınırlarını aşan Flaman
anatomi uzmanı Andreas Vesalius’un nihayet kadavra incelemesi sırasında himeni
bulduğu 1544 yılına kadar gerçekleşmemiştir. Ancak ironik bir şekilde, o da
gördüğü şeyin çizimini yapmamıştır.
Ve
Vesalius Himeni Bulur
Himenin
yapısını ve özelliklerini ne kadar çok kişinin merak ettiğini düşünürsek, 16.
yüzyılın ortalarına kadar himenin gerçek bir kadavra incelemesi sırasında hiç
ayrımsanmamış olması kesinlikle tuhaftır. Himen neden o kadar uzun zaman boyunca
fiziksel olarak fark edilmemiştir? Bunun bir nedeni şüphesiz, kadın bedenleri
üzerinde nispeten daha az sıklıkta kadavra incelemesi yapılabilmesiydi. Birçok
yerde, tıbbi kadavra incelemeleri için yasal yoldan elde edilebilen bedenler
yalnızca idam edilen suçluların bedenleriydi. Bu yüzden de kadın bedeni
üzerinde yapılan yasal kadavra incelemeleri çok nadir görülen olaylardı. Başka
bir olası etken de elbette, ne kadar büyüleyici bir konu olsa da, bekâretin
hiçbir zaman tıp açısından hamilelik kadar büyük önem taşımamış olmasıdır.
Modern çağ öncesinde kadın bedeni üzerine yazılan anatomik incelemelerin çoğu,
rahme, cenine ve hamileliğin evrelerine ilişkin ayrıntıları anlatmak içindir.
Doğum sırasında ölen kadın sayısının, kızlığı bozulduğunda geçici fiziksel
sorunlardan daha fazlasını yaşayan kadınların sayısıyla karşılaştırıldığında
çok daha büyük bir rakam olduğunu düşünürsek, bizden önceki insanların himen
arayışını, büyük olasılıkla mantıken daha önemsiz bir konu olarak görmesini
anlayışla karşılayabiliriz.
Nihayet
1544’ün başlarında İtalya’nın üniversite şehri olan Pisa’da, Vesalius bilerek,
bakire olduklarına inandığı iki kadın bedeninin, kanıtlara dayalı, bilimsel bir
amaca hizmet edeceklerini düşünerek, kadavra incelemesini yapma işini
üstlenir. Bu incelemelerin sonuçları 1546’ya kadar yayımlanmaz. 1546’da
Vesalius bunlar hakkında yazdığı raporu, zührevi hastalıkların tedavisinde
ginseng otunun kullanılması üzerine yazdığı Epistola rationem modunufiıe
propinandi rcıdicis Chynae decocti (Çin Kökü Konusunda Açıklama) başlıklı
kitapçığın bir parçası olarak yayımlar.
Vesalius’un
kadavralarını incelediği kadınların isimlerini bilmiyoruz, yaşamları konusunda
da çok az şey biliyoruz. Kadınlardan bir ianesi akciğer zarı
iltihaplanmasından ölmüş orta yaşlı (Vesalius kadının yaşını “en az otuz altı
yaşında” diye vermiştir) bir rahibedir ve cesedi Floransa’dan gelmiştir. Uzmanlar
rahibenin cesedinin Floransa’daki Santa Maria Nuova Hastanesi’nden geldiğini
tahmin etmektedir. Rönesans Italya- sı’nın en büyük sanat ve bilim hamileri
Medicilerden biri olan Dük Cosimo de'Medici’nin bu hastane üzerinde, fazla soru
sorulmadan yasadışı yollarla ceset kaçırma gibi bir işi ayarlayabilecek kadar
etkisi vardır (aynı şeyi geçmişte Leonardo da Vinci için de yapmıştır). Pisa
Üniversitesinden bir sekreterin gönderdiği ve bugün hâlâ Floransa şehir
arşivlerinde duran 22 Ocak 1544 tarihli bir mektup, Cosimo de'Medici’nin
cesetlerin kaçırılmasına ve geceleri bunların yük gemileriyle Amo Nehri
üzerinden ünlü misafir anatomi uzmanının bunları kesip inceleyeceği Pisa
şehrine nakledilmesine nasıl yardım ettiğini ayrıntılarıyla anlatır.
Vesalius
Pisa'daki misafirliği sırasında, ikinci olarak, on yedi yaşında kambur bir
kızda bir himen tespit etmiştir. Vesalius, “Bu durumdaki bir kızı büyük
olasılıkla hiç kimse istemeyeceği için kızın bakire olduğunu tahmin ederek
rahmini lyani bütün genital organlarını] inceledim,” diye yazar. Kambur kızın
bedeni, Pisa’nın Ortaçağ’da kullanılan mezarlığı olan Camo- santo’dan
çalınmıştır. Açıkgöz öğrenciler, tıp okulunun yerleşik bir geleneğini
sürdürerek bu mezarlığın kapı anahtarlarını ele geçirmeyi başarmışlardı. O
zamanın tıp adamları arasında ceset çalma ve mezar soyma yasadışı olmasına
karşın çok yaygındır. De lıunınni corporis fabrica (1543) adlı
eserinde Vesalius da, mezar soymanın tıp adamı olmanın talihsiz gereklerinden
biri olduğunu usulca kabul etmiştir.
Vesalius,
kadavra incelemeleri konusunda şunları söyler:
İskeleti
çıkarmak üzere rahibeyle kızın ellerini kemiklerinden ayırdıktan sonra birkaç
öğrencinin önünde, bu durumdaki bir kızı büyük olasılıkla hiç kimse
istemeyeceği için kızın bakire olduğunu tahmin ederek rahmini inceledim. Bu
kızda da, en az otuz altı yaşında olan ve yumurtalıkları, kullanılmayan bütün
organlara olduğu gibi küçülen rahibede de himen olduğunu gördüm.
Vesalius’un
Epistola'sı ve bu kitapta tartıştığı kadavra incelemeleri gerçekten de
himenin tıp tarihinde bir dönüm noktasını temsil eder. Nihayet ciddiye
alınacak kadar güvenilirliği (ve tıp öğrencilerinden oluşan kendi çıkarına
kullanabileceği bir seyirci kitlesi) olan bir anatomi uzmanı, bunca zamandır
bulunamayan himeni bulmuş ve usulüne uygun bir şekilde doğrulanmış bir
anatomik varlık olarak himenin kayıt defterlerine kesin olarak geçmesinin önünü
açmıştır. Buna karşın, Vesali- us'un vajina himeninin fiziksel varlığını
kanıtlaması, tam olarak “dünyanın her yerinde büyük yankı uyandıran", tıp
bilimini ve kadın bedeniyle kadın bekâretine yönelik tutumları bir gecede
değiştiren bir jinekolojik gelişme de sayılmaz. Bunun yerine, Vesalius’un
keşfinin, himenin ne olduğu ve neye benzediği konusunda o noktada bin iki yüz
yıldır süren bir tartışmaya son vermeye başladığını söylemek daha doğru olur.
Aslında
Vesalius’tan sonra bile tıp bilimi himenin neye benzediğini hâlâ bilmiyordu,
çünkü Vesalius himeni hiç çizme- mişti. Onun gibi yetenekli bir anatomi
ressamının çalışmasında böyle bir ihmalkârlık yapması son derece tuhaftır;
hele bunu daha önce hiç kimsenin yapmadığını gayet iyi bildiğini düşünürsek
bu ihmalkârlık çok daha tuhaf görünür. Ancak en şaşılası şey, himeni, 1555’te
çıkan ve Fabrica’nın tıp eğitiminde kullanılmak üzere hazırlanmış baskısı olan De
/tumanı corporis fabrica epitome adlı kitabına dahil etmemesidir.
Vesalius’un kendi kendine eskilerin yaptığı yanlışları düzeltme görevini
üstlendiğini düşünürsek, himeni kitaba dahil etmesinin tam da onun yetki
alanına girdiğini görürüz, ancak hiçbir yerde bulamayız.
Peki
Vesalius neden himenin ayrıntılarına girmemiştir? Bu konuda kendisi hiçbir
ipucu vermez. Vesalius’un fikirlerini savunanlardan Helkiah Crooke, Microcosmographia:
a Descripti- on of the Body of Man (1615) (Mikrokozmografi: İnsan Bedeninin
Tarifi) adlı kitabında, Fabrica’daki kadın çizimlerinin hamile bir kadının
bedenine göre çizildiğini, bu yüzden bu çi- zimlerde himen olmadığını
söyleyerek durumu geçiştirir. Oysa belki de (bu sadece bir varsayım)
Vesalius’un himeni çizmemesinin başka bir nedeni daha vardı. Vesalius fiziksel
olarak himenin yerini belirlemiş olsa da, sonradan başka birçok saygıdeğer tıp
adamının da başına geleceği gibi, bu kadar göklere çıkarılan himenin bu sıradan
görünüşlü et parçacığından ibaret olduğu konusunda tamamıyla ikna olmamış
olabilir.
Düello
Eden Himenler
Vesalius’un,
son derece kapsamlı ve bilimsel olan insan bedeni çizimlerine himeni dahil
etmemesi (bunu kasten yaptığını ancak varsayabiliriz) ve himeni keşfetmesinin
tanıklığını başka bir incelemenin derinlerine gömmesi, pek bir şey değiştirmedi.
Himen çok sayıda insan için öylesine güçlü bir saplantı olmuştu ki Vesalius’un
bulgularının fark edilmemesi neredeyse imkânsızdı. Diğer doktorlar, Vesalius’un
himeni bulduğunu gösteren kayıtlara tabiri caizse aç kurtlar gibi saldırıp
bağıra çağıra kendilerinin de himeni gördüğünü ya da kendileri gör- mediyse
bile gören binlerini tanıdıklarını ilan etliler.
Ebelik
üzerine büyük bir inceleme yazmış olan James Guil- lemeau, Helkiah Crooke,
Johannes Vesling ve Severin Pineau, himen topunu ahp kaçırmaya can atan
Avrupalı doktorlar arasındaydı. Bunlardan Pineau muhtemelen içlerinde en çok
etki yaratandı. Pineau’nun De virginitatis et corruptionis virginunı notis
(Bekâret ve Bozulmuş Bekâretin İşaretleri Üzerine) başlıklı 1597’de çıkan
kitabı, bekâretin tıp açısından tartışıldığı, kendi kendini himenin “gerçek
tarihi” ilan etmiş bir eserdir. Kitapta, himenin boyutlarının, işlevinin ve
anatomik yapısının tam tarifleri ve bozulmuş bakirelerin nasıl saptanacağına
ilişkin coşkulu talimatlar vardır.
Hayranlan
Pineau’nun iddialarını ister istemez dallandırıp budaklandırmışlardır: Crooke,
himenin aslında tek parçalı bir zar olmadığını, “mukoza kabartılan” ve
zarlardan oluşan sekiz parçadan meydana geldiğini belirtmiş ve şunu
söylemiştir: “Bütün bu parçacıklar hep birlikte yan açılmış küçük bir gül
goncası gibi çanak şeklini alır.” Vesling, Crooke’un “mukoza kabartılannın”
yanı sıra bir de sözü geçen mukoza kabartıla- nyla kaplı olan ve “giriş yolunu
kapayan kalın ve yumuşak bir deri” olduğunu ileri sürerek konuyu daha da
karıştırmıştır. Kafamız yeterince karışık değilmiş gibi buna ek olarak Crooke
bir de “Halk arasında himen olduğu zannedilen” bir zardan söz ederek, aslında
kadın genital organlarında “dar bir açıklığa benzeyen bölgeye gerilmiş” başka
bir “ince deri” daha olduğunu iddia etmiştir. Hymeneutics: Interpreting
Virginity on the Early Modem Stage (1997) (Himen Yorumlaması: Modern Zamanın
Başlarında Bekâreti Yorumlamak) adlı kitabının ilk bölümünde, Rönesans
himenlerinin böyle insanı hayrete düşürecek kadar hızlı çoğalmasının tarihsel
gelişimini yazan Marie Loughlin, bunu gayet yerinde bir deyişle “çelişkilerle
dolu umutsuz bir arayış” olarak nitelendirmiştir.
Bu
yazarların gerçekten de ne kadar çekişme içerisinde ve bekâretin aksi iddia
edilemeyecek fiziksel bir kanıtını bulmaya ne kadar meraklı oldukları,
Crooke’un bağıra çağıra ilan ettiği görüşlerinin aynı cesaretle arkasını
getirememesindeki mutlak başarısızlıkta açıkça görülmektedir. Crooke, himenin
“lekelenmemiş bekâretin tek güvenilir kanıtı” olduğunu iddia ettikten hemen
sonra bambaşka bir bekâret testinden söz etmeye girişir. Esasen evde oynanan
bir oyun olan bu testte, kadının burnunun ucuyla kafatasının tepesi arasında
kalan bölge bir parça iple ölçülür, sonra da ip kadının boynuna dolanır. Kadın
bakireyse ipin kadının boynuna tam olarak uyması gerekir ama ip kısa ya da uzun
gelirse o zaman kadın bakire değil demektir. Himenin tek başına bekâretin
varlığını ya da yokluğunu kanıtladığına belli ki bu kadar çok inanmak isteyen
bir adamın böyle bir test önermesi çok tuhaftır.
16.
yüzyılın sonlarında askerî ameliyatlar ve doğuştan meydana gelen sakatlıkların
araştırılmasına öncülük etmiş olan Fransız Cerrah Ambroise Pare, Crooke’un
endişe verici bir şekilde kendi kendisiyle çelişmesine alaycı bir tipik
Fransız kahkahasıyla cevap verirdi herhalde. Çok deneyimli bir cerrah ve
sürekli kadavra incelemeleri yapan bir anatomi uzmanı olan Parö, tıp alanında
lafını sakınmadan himene en çok karşı çıkan kişiydi. Himenin anatomik keşfinden
haberi vardı ve himenin vajina girişini boydan boya kaplayan bir zar olduğunu
ileri süren tariflerin de farkındaydı.
Ancak
Soranus gibi Pare de, kendi gözlemlerinde bulduğu kanıtlara güvenmeyi tercih
etmiştir. Bu gözlemlere göre, kendisine tarif edildiği şekliyle himen diye bir
şey yoktur.
Bazı bakireler ya da kızlarda rahim
boynunun ağzında, eski yazarların himen dediği, bir adamla cinsel birleşmeyi
engelleyen ve kadının doğurgan olmamasına neden olan ince bir deri ya da zar
bulunur. Birçok kişi, sadece sıradan halk değil bilgili doktorlar da, bekâret
ya da kızlığın gûya bu zardan oluştuğunu düşünür. Paris Hasıanesi’nde elimin
altında olan üç yaşla on üç yaş arasındaki herkese baktım ama bu zan hiç kimsede
bulamadım.
Buna
karşın Pare doğuştan kapalı himenin var olduğunu bilmektedir. Kitabında, bir
kızın ameliyata alınmadan önce kapalı olan himeninin aşırı ciddi bir
hematokolpos (dışarı çıkamayan âdet kanının birikmesi) vakasına yol açtığından
söz eden Pare, “Kız sanki doğum sancısı çekiyormuş gibiydi,” diye yazar. Daha
sonra korkunç doğumlar ve doğuştan gelen sakatlıklar üzerine 1573'te yazdığı Des
monstres et prodigues adlı kısa incelemede Pare, fazla el ya da ayak
parmakları gibi bozuklukların yanında himeni de sayar. Ona göre himen, bununla
doğacak kadar şansız olan kişiyi sakatlayan ama çok da vahim olmayan bir
bedensel biçim bozukluğu örneğidir. Bütün bunlar bu konuda düşündüklerini
açıklamaya yetmezmiş gibi Pare bir de De la Generation de l’Homme
(insanın Meydana Gelmesine İlişkin) adh eserinde, kanıtlanamayan vajina himeni
mitinin adaletin işleyişini engelleyebileceğini açıklar:
Ebeler, bu zann yırtılmasına ya da
sağlamlığına bakarak, bir bakireyle kızlığı bozulmuş bir kadını birbirinden
ayırt edebildiklerini kesinlikle doğrulayacaklardır. Ancak bu ebelerin verdiği
raporlar bir süre sonra saf yargıçların hata yapmasına neden olmaktadır çünkü
ebelerin bu zar hakkında kesin olarak hiçbir şey söyleyemeyeceği şöyle
kanıtlanabilir: Kimisi zarın mahrem yerlerin tam girişinde olduğunu, diğeri
rahim boynunun ortasında olduğunu, bir başkası da rahim boynunun içindeki
delikle olduğunu söylüyor; kimileri de ilk doğumdan önce bu zarın
görülemeyeceğini ya da algılanamayacağını belirtiyor. Ancak bu kadar nadir
rastlanan ve doğaya ters düşen bir şey için doğru olabilecek tek şey, bu konuda
hiçbir şeyin kesinlik içerisinde söylenemeyeceğidir.
Pare’ye
göre himen vajinayı tamamıyla kapatan bir zardan başka bir şey değildi. Muayene
ettiği normal kızlarda ve kadınlarda böyle bir zar bulamaması, himenin
normalde var olmadığını, var olduğu durumlardaysa ciddi bir sakatlık anlamına
geldiğini söylemesi için yeterliydi. Bunun tersini düşünense aptalın tekiydi.
O
Zaman ve Bu Zaman
Sonunda
Pare savaşı kaybeder ve Pineau’nun da desteklediği, Vesalius’a ait olan himen
fikri galip gelir. 17. yüzyılda yaşayan ebe Jane Sharp, vajina himeninin
varlığını hiç karşı çıkmadan kabul eder. 1668’e geldiğimizdeyse, Thomas
Bartholin’in Ana- tomy (Anatomi) başlıklı kitabındaki anatomi çizimleri
arasında, himen ve himen deliğinin de nispeten doğru çizilip isimlendirilmiş
resimleri olduğu görülür. Bu noktadan sonra himen, varlığı evrensel olarak
kabul edilmiş, anatomik bir terra cognita’dır.[7]
Bundan
sonra himen, genelde “sağlam” ve “yırtılmış” olmak üzere iki durumda bulunan,
kadın cinsel organlarının küçük bir anatomik özelliği olarak tıp kitaplarında
nispeten olaysız birkaç yüzyıl geçirmiştir. Hem dinî hem dindışı hukuk kurallarında
da bekâretin kanıtı olarak himene büyük değer verilmiştir. Kişisel düzeydeyse
himen, gelin ve damatlar, anneler ve babalar için büyük önem taşımıştır.
Aydınlanma kuşkuculuğunun altın çağını yaşadığı bir dönemde Şövalye de
Jaucourt, Ba- lı’nm ilk ansiklopedisi için hazırladığı bir makalede bekâretin
yapısını oldukça kurnazca sorgulamıştır:
Mahremiyetlerini
her alanda kıskanan erkekler, der M. de Buffon, sadece kendilerinin ve
herkesten önce sahip olduğuna inandıkları şeyleri her zaman fazla
önemsemişlerdir. Kızların bekâretini gerçek bir varlığa dönüştüren işle bu
çılgınlığın ta kendisidir.
Ancak
Jaucourt’un bu ilginç alaycılığı, Pineau ya da Vesali- us’un yarattığı etkinin
yansı kadar bile etki yaratamamıştır. 19. yüzyıla gelindiğinde himen, içsel bir
erdemlilik göstergesi olarak gitgide daha da sık kullanılan cinsel bekâret
konumunun maddi kanıtı olmuş ve hiç olmadığı kadar sağlam bir şekilde yerine
yerleşmiştir. Zaman almış başını gitse de 20. yüzyılın on yılları geçmeye
başladığında bile, tıbbın himen anlayışının esaslan özünde aynı kalmıştır. Bu
anlayışa göre, himen gerçekten vardı; o var oldukça ve “sağlam” kaldıkça da
kadın bakireydi. Artık sağlam olmadığındaysa, kadın da sağlam değildi ve belli
ki insanların bilme ihtiyacı duyduğu tek şey de buydu.
1980'lerin
cinsel çocuk istismarı çalkantısına kadar himen, ciddi hiçbir ubbi çalışmaya
konu olmamıştır. Bu dönemdeyse. Karin Edgardh ile Kari Ormstad’ın himen üzerine
yapılmış çağdaş araştırmaları gözden geçirdikleri çalışmalarında İnmeni,
“cinsel saldın hikâyelerini ve şüphelerini kanıtlamak için altın ölçüt” diye
sunmalarıyla ansızın yeni bir av başlamıştır. Himenin tarihini ve himen için
ortaya atılan iddialan düşünürsek, bu avın himen üzerinde yoğunlaşması hiç de
şaşırtıcı değildir.
Cinsel
istismar teşhisi için bir himen ölçütü geliştirme çabalarının çoğu, iki tür
anatomik kamı etrafında toplanmıştır. Himenin üzerindeki yarıklar ve kesikler
geçmişte meydana gelen doku yırtılmalarının kanındır. Ancak yarıklar vajinaya
girilmesiyle ya da başka cinsel yaralanmalarla ilişkili olmadan da ortaya
çıkabilir. Taciz belirtilerinin arandığı tanı koyma muayenelerinde, himenin
üzerinde sonradan oluşmuş bütün bir kesik olması, vajinaya girilmiş olma
olasılığına işaret eden ama hiçbir şekilde kesinlik taşımayan bir kırmızı alarm
olarak görülür.
Himen
üzerinde tacizin güvenilir fiziksel bir kanıtını ararken doktorların defalarca
incelediği bir başka şey de himen deliğinin ya da açıklığının çapı olmuştur. Bu
konuda, ilk bakışta delik büyüklüğünün artmasıyla cinsel taciz arasında olumlu
bir bağıntı olduğunu gösteren birkaç küçük çalışma yapılmış olsa da, daha çok
karşılaştırma yapma olanağı sunan büyük ölçekli çalışmalar bunun tersi bir
sonuca varmıştır. Kuzey Carolina Üniversitesi Tıp Fakültesi (Chapel Hill,
Kuzey Carolina)’nden Dr. Daniel Ingram liderliğindeki bir araştırma ekibi,
Mayıs 1988’den Mayıs 1998’e kadarki on yıl süresince, Raleigh’daki (Kuzey
Carolina) bir cinsel taciz gözetim ekibine gönderilen 1.975 kıza bakmış ve
himen deliğinin büyüklüğünün. bir kızın cinsel tacize uğrayıp uğramadığını
anlamamıza yetecek kadar kanıt sağlamadığı sonucuna varmıştır.
Bu
sonucu başka araştırmacılar da desteklemiştir. Önde gelen iki himen
araştırmacısı olan Ann Botash ile Abby Berensen, hinıenle ilgili bulguların
tek başına yorumlanmasına karşı herkesi uyarmıştır. “Sağlık kontrolünden geçen
bütün kız çocuklarının tıp kayıtlarında, himenin görüntüsü ve zaman içerisinde
bu görüntüde meydana gelen değişiklikler tarif edilmelidir. Fiziksel bulgular
çoğu zaman cinsel taciz konusunda kesin kanıt sağlamaz. Bir çocuğun cinsel
tacize uğrayıp uğramadığım anlamamızda çocuğun geçmişi hâlâ en önemli etken ’
olmaya devam etmektedir.” Belki de zaman içerisinde daha çok araştırma
yapıldıkça, bizim şu anda saptayamadığımız bir şeyi saptayabilecek ve bu
esrarengiz doku parçasının bazı gizemlerini bize açıklayabilecek becerikli ve
şanslı bir anatomi uzmanı, başka bir Vesalius daha ortaya çıkar. O zamana
kadar, himen hakkında kesin olarak söyleyebileceğimiz tek şey açık bir kitap
olarak durduğudur. Himenin varlığı geçmişteki insanlar için nasıl bir
bilmeceyse, teşhis koyma konusunda yararlı olup olmadığı da bugün bizim için
öyle bir bilmecedir.
BEŞİNCİ
bölüm
“Ona bir kere daha anlatmaya
çalıştım,” dedi büyükanne, “evlilik ve çocukların, her şeyini iyileştireceğini
söyledim. ‘Ailemizdeki bütün kadınlar gençken narindir,’ dedim. 'Ben senin
yaşındayken insanlar benim bir sene bile yaşamayacağımı düşünmüştü. Yeşil
hastalık derlerdi buna; herkes de tek bir çaresi olduğunu bilirdi. ‘Yüz yıl
yaşayıp çimen gibi yemyeşil olsam da,’ dedi Amy, ‘yine de Gabriel'le evlenmek
istemeyeceğim.’"
- Katherine Anne Porter, “Old
Mortality” (Eski Ölümlülük)
1853’te
Doktor Robert Brudenell Carter, “Toplumun ona sınıflarından genç evli olmayan
kadınlann sürekli spekulum kullanılması yüzünden zihinsel ve ahlaksal açıdan
fahişelerin seviyesine düşürüldüğüne, kendi başlarına ahlâksızlık ederek aynı
zevki yaşama arayışı içine girdiklerine ve gittikleri her doktorun cinsel
organlarını muayene etmesini istediklerine defalarca şahit olmuşumdur,” diye
yazar. Birçok jinekolojik muayenede en iyi yardımcı oyuncu görevini gören
ördekgagası şeklindeki adı kötüye çıkmış vajina spekulumu, doktorlar içeriyi
görebilsin diye vajina duvarlarını açık tutarak o veya bu şekilde eski Roma
zamanından bu yana bizimle olmuştur. Vajina spekukı- munu, kadınlan topluca
imha etmek için kullanılan silaha dönüştürense 19. yüzyılda yaşanan cinsel
paranoya olmuştur.
Spekulumun
kullanılmasına ilişkin 19. yüzyılda ortaya çıkan tartışma, bakirelerle
doktorlar arasındaki temaslann bütün alışılagelmiş özelliklerini
kapsamaktaydı. Bedene erişim konusuna ilişkin tıbbi iddialarla ahlâki iddialar
bir arada güç bela var olabiliyordu. Genital organlann dokunularak muayene
edilmesi o günün genel tıp ölçütlerine göre zar zor kabul gören bir şeydi ve
ancak kesinlikle gerekli olduğu zaman yapılabilirdi. Bedenin iyice içine giren
spekulum muayenesini ne tür tıbbi ihtiyaçların haklı göstereceğiyse hiç açık
değildi. Spekulum kullanılması vajinanın sadece bir nesneyle değil, aynı
zamanda eril bakışla da ihlal edilmesi anlamına geliyordu ve bu durumda bütün
kadınlar sadece spektılumun değil, aynı zamanda röntgenci olduğu varsayılan
“spekulumcu”nun da olası kurbanı oluyordu.
Bir
başka deyişle, spekulum kullanılması sadece himenin fiziksel olarak parçalanma
olasılığını temsil etmiyordu; her ne kadar bu endişe kesinlikle spekulum
tartışmasının bir nedenini açıklasa da. Spekulum, hortus clausus’un, yani
kadın bedeninin “kapalı bahçesi”nin ve genellikle geleneklerin ve özellikle
de 19. yüzyıl göreneklerinin kadınlara yüklediği içsel olduğu varsayılan
saflığın ve alçakgönüllülüğün toptan yok edilmesini temsil ediyordu.
Böyle
olunca da spekulum, kişiyi doğruca saflıktan mahvo- luşa götürebilecek,
tehlikeli dik bir yamaçta atılan ilk adım olarak görülüyordu. Spekulum bir
kadının kocası dışındaki bütün erkeklere kapaması gereken bedenini fiziksel
olarak açıyordu. Daha da kötüsü, vajinanın içine bir nesnenin sokulmasının
kadınların akıllarına gelmemesi gereken fikirler getireceği sanılıyordu. Öyle
ya, spekulum muayenesinden geçen kadınlar, vajinalarının daha çok uyarılmasını
isteyeceği için (Carter ve bazı meslektaşlarının iddiasına göre), “kendi başlarına
yaptıkları” zararlı mastürbasyon “ahlâksızlığına” ve hatta belki de fahişeliğe
başlayabilirdi. Tıpkı dürüst Dr. Jekyll’m ilaç yüzünden katil Mr. Hyde’a
dönüşmesi gibi, dizginlenemez dönüşümler karşısında duyulan ve tıp
teknolojisinin kullanılmasıyla tetiklenen bu tür korkular aslında, gerçek
bilimsel tıp uygulamasının yeni yeni gelişmeye başladığı 19. yüzyıla özgü
korku ve fantezilerdir.
Spekulum
tartışması, hem kadınların bedenleri ve namusu hem de tıp adamlarının doğası ve
niyetleri üzerinden oynanan bir kumardı. Tıpta kadın bedeninin erkekler
tarafından muayene edilmesi her zaman biraz da olsa tartışma konusu olmuştur,
özellikle de bakireler söz konusu olduğunda. Aziz Au- gustinc zamanında bile,
bekâretleri, sakar ebeler ya da doktorlar tarafından yanlışla “mahvedilen”
bakirelerin anlatıldığı uyarı dolu masallar bulunabilirdi. Erkek jinekoloji
uzmanının spekulum kullanmasının arkasındaki nedenlerden şüphe ediliyordu
çünkü uzmanın yaptığı, erkeğin sadece kadın bedenini değil, aynı zamanda tarih
boyunca tamamıyla kadınlara ait olmuş bir bölgeyi de ihlal etmesi anlamına
geliyordu. Kayıtlara geçen tarihin büyük bölümünde, kadınların cinsellik ve üreme
sağlığıyla ilgili konular neredeyse sadece kadınlara ait bir yetki alanı olarak
görülürdü. Örneğin, tecavüz ve evliliğin feshedilmesine ilişkin davaların
değerlendirilmesi durumunda yapılması gereken genital muayeneleri, Ortaçağ
mahkemelerinde tanıklık edebilecek nitelikte olduğu düşünülen nadir kadınlardan
oluşan “kadınlar jürisi” yapardı. Hastanın kısır olup olmadığını anlama ve
kısırsa tedavisini yapma, hamilelikle ve hu dönemde yaşanan sorunlarla
ilgilenme, doğuma yardım etme ve tabii ki bekâreti tayin etme konularında
kadınlar, saygıdeğer ve kabul görmüş bir tıp mesleğini yerine getirerek diğer
kadınlara hizmet ederdi.
1625
yılı civarında, kadınların ve bebeklerin sağlığıyla ilgilenen erkekleri
mesleki anlamda ayırt etmek için yeni bir terim onaya atıldı. 20. yüzyıla
kadar, “erkek-ebeler” hem kadınların hem de diğer doktorların çoğu zaman küçük
gördüğü bir terimdi. Erkek-ebeler, o zamana kadar kadınlara ait bir bölgeye
girerek sadece geleneksel adap sınırlarını değil, aynı zamanda sınıf
sınırlarını da aşmıştı, çünkü ebelik ve ebelik kapsamına giren her şey
kadınların işiydi. Ancak erkeğe yakışır bir Latin eğitiminden faydalanmayanlann
yapabileceği pis, değeri düşük bir işti. Bir adamın jinekolojik konularla
ilgilenmesinin ancak şehvet düşkünlüğünden kaynaklanabileceği düşüncesi ender
rastlanan bir şey değildi. Bu tür suçlamalardan kaçınmak için jinekologlar bir
sürü zahmete katlanmışlardır. Örneğin, uygunsuz bir izlenim yaratmamak için,
genelde hastayı çarşaflarla kapatarak çoğu zaman muayeneleri sadece dokunarak
yapmışlardır. Doktorun jinekolojik muayene yaparken rahmi ve yumurtalıkları
dokunarak incelemesi için parmağını ya da parmaklarını vajina yerine anüse
sokması da oldukça yaygındı, çünkü bunun erotik olarak algılanma olasılığı
daha düşüklü ve evli olmayan kadınlarda himeni zedeleme olasılığı gibi bir
riski de yoktu. Erkek-ebeler, küçümseyici bir terim olan “bilimsel çapkınlık”
yaptıklarına dair en ufak bir kuşkuyu bile göze alamazlardı.
Sanki
bütün bunlar spekulum kullanımının jinekoloji uygulamasına dahil edilmesi için
yeterince kutuplaşmış bir ortam yaratmıyormuş gibi, spekulumun kendisi de
ilişkilendirildiği şeyler yüzünden bir suçlu havasına bürünmüştü. The
Science of Woman (Kadın Bilimi) adlı kitabında Omella Moscucci, bu asırlık
tıp aletinin, 19. yüzyılın başlarında fahişelikle, polisle ve zührevi
hastalıklarla ilişkilendirilerek nasıl lekelendiğini anlatır. Spekulum
muayenesi Fransa’da 1810’da fahişeliğin yasallaştırılıp düzenlenmesinin
ardından usulden sayılmaya başlamıştır. Bu yeni yasalar, çalışma kaydını
yaptırmış olan her fa- hişenin, zührevi hastalık denetimi için spekulum
muayenesine boyun eğmesini gerektiriyordu. Bu muayeneler, kamu hizmeti veren
doktorlar tarafından, “kamuya ait kadınlar” üzerinde, kamu sağlığı bağlamında
gerçekleştirildiği için, Avrupa ve Britanya Adalan’mn her yerinden ve
Amerika'dan gelen stajyer doktorlar, Paris’teki eğitimleri sırasında bu
muayeneleri gözlemleyebiliyordu. Fahişeler, zaten bozulmuş değersiz insanlar
olarak görüldükleri için, sadece, “normal” bir kadından istenmesinin hiç de
mantıklı olmadığı düşünülen türden bir muayeneden geçmeye değil, canh görsel
araçlar olarak hizmet vermeye de zorlanabiliyorlardı.
Çağın
ortalarına gelindiğinde eşi benzeri görülmemiş sayıda doktor spekulumun nasıl
kullanıldığını görmüş, teşhis koyma konusunda doktorlara çok şey sunduğunu fark
etmiş ve aleti kendileri de kullanmaya başlamıştır. Bunu korkunç bir öfke
izlemiş ve makaleler, raporlar ve editörlere yazılan sert mektuplar tıp
dergilerinde ortalığı karıştırmaya başlamıştır. Londra’daki St. George
Hastanesi’nde ebelik profesörü olan Robert Lee, spekuluma ne kadar çok karşı
çıktığını her fırsatta dile getirenlerdendi. Mayıs 1850’de Royal Medical and
Chirurgical Socieıy’ önünde sunduğu bir makalesinde spekuluma karşı çıkmasını
korkunç ayrıntılarla açıklamıştır. Omella Moscuc- ci’nin yazdığına göre,
Lee’nin örnekleri, “bilimle neredeyse hiç ilgisi olmayan ve tamamıyla ahlâki
olan tartışmaları tıp maskesi altında sunmuştur.” Fizyolog Marshall Hail da
benzer şekilde, “bakire ağırbaşlılığının köreltildiğinden” ve bunun ne kadar
alçaltıcı olduğundan söz etmiş ve “Aramızda hangi baba bakire kızının böyle bir
kirlenmeye maruz bırakılmasına izin verir?” diye gürlemiştir. 1850 senesinin Medical
Times adlı tıp dergisinde yazan isimsiz bir yazar, şakayla karışık olarak
“spe- kulumcuların” herkese açık gösteri yapabilecekleri sezonluk bir opera
salonu kiralamayı düşünmelerini önermiştir.
Aslında
bugün bile jinekologların bakire hastaların iç geni- tal organlarını muayene
etmekten vazgeçmeleri ya da alışıldığı üzere bu hastalarda daha küçük ve dar
spekulumlar kullanmaları oldukça yaygındır. Çoğu zaman bakirelerin vajinasının
küçük olması yüzünden bunun gerekli olduğu söylense de aslında fizyolojik
açıdan bunun doğruluğuna dair bir kanıt yoktur. Ergenlik dönemi öncesi
kızların vajinaları genelde daha küçük ve dardır ama zaten bu kızların
bedenleri de daha küçüktür. Bir de ergenlik öncesinde vajinalar, bu dönemde
daha düşük olan östrojen seviyesine bağlı olarak, ergenlik sonrasındaki
vajinalar kadar esnek değildir. Bu nedenlerden dolayı, standart kabul edilen
Graves spekulumunun daha küçük ve daha dar ağızlı bir türü olan Huffman adh
ergen spekulumu gibi aleıler geliştirilmiştir.
Ergenlik
dönemini allatan kadınlarda vajina genellikle ösı- rojenli, esnek ve yetişkin
boyullarındadır. Kişi cinsel açıdan etkin olduğunda, tıpkı penisin büyüklüğünde
olmadığı gibi vajinanın büyüklüğünde de bir değişiklik olmaz. Bu yüzden de asıl
konunun, vajinanın spekulumu içine alıp alamayacağı olduğunu hiç sanmıyorum.
Asıl konu ya himeni zedeleme
1 Kraliyet Tıp ve Cerrahlık Cemiyeti -
ç.n. korkusudur ya
da vajinaya giren ilk nesnenin, bu ister bir penis olsun ister spekulum ya da
bambaşka bir şey olsun, vajinaya kendisine özgü bir zarar ve acı vereceğine
ilişkin akıllardan bir türlü silinmeyen temelsiz fikirdir. Öyle görünüyor ki ne
kadar klinik ve mekanik bir şekilde olursa olsun bakire bir vajinaya girilmesi
hâlâ kendisine özgü öyle bir tahrip potansiyeli taşıyor ki, en azından bazı
jinekologlar 21. yüzyılda bile hâlâ bu olası durumdan kaçınmayı tercih
ediyorlar.
Bakire
Şifası
Spekulum
tartışmasının en hararetli olduğu günlerde yaygın olan ve genellikle spekulumun
ne kadar işe yaradığına ilişkin sözleri savuşturmak için ortaya atılan bir
iddia da, bakirelerin zührevi hastalık bulaştırmadığıydı. Spekulum
muayenelerinin, öncelikle zührevi hastalık teşhisi konulmasında yararlı olduğu
fikrinden yola çıkan bu iddia, mantıken bakireler (ve genel olarak bütün saygıdeğer
kadınlar) zührevi hastalıklara maruz kalmış olamazlar, diye devam ediyordu.
Zührevi hastalık olasılığı olmadığında da herhangi bir doktoran vajinanın
içini incelemesi ve dolayısıyla da spekulum kullanması için neredeyse hiçbir
doğal ihtiyaç kalmıyordu ortada.
Bu
gittiği yere kadar fena bir iddia değildi, ama ne yazık ki çok da uzağa
gidemedi. Aslına bakarsanız, cinsel yolla bulaşan enfeksiyon kapmış birinin bir
bakireyle yatarsa iyileşeceğini iddia eden eskiden kalma tehlikeli mit
yüzünden, bakireler sık sık cinsel yolla bulaşan enfeksiyonların pençesine
düşmüştür. Bu mitin tam olarak ne zaman ya da nerede başladığını bilmiyoruz.
Umutsuz kişiler bunun gibi umutsuz işlere kalkışırlar; bu uygulama da büyük
olasılıkla, yaklaşık olarak insanlar cinsel yolla bulaşan enfeksiyonların
bedenlerindeki belirtilerini tanımaya başladığından ve dehşete düşerek
bunlardan kurtulmaya çabaladıkları zamandan beri ortalıkta dolaşmaktadır.
Bakirelerin zührevi hastalıklara şifa niyetine kullanılmasının özellikle belli
zamanlarda belli yerlerde çok yaygın olduğuna dair kamiliniz vardır. Örneğin
19. yüzyılın sonlan ve 20. yüzyılın başla- nnda Iskoçya, 18. yüzyılın
sonlarında Doğu Avrupa ve günümüzde de AIDS’in kırıp geçirdiği Afrika bunlar
arasındadır.
Bu
uygulamanın arkasında kısmen de olsa, etkileşim sihrine karşı duyulan saf ve
umutlu bir inanç gizlidir. Kültürler ve çağlar boyunca bakirelerin, bir kalkan
görevi görerek kendilerini her türlü zarardan uzak tutan etkili ve olağandışı
bir saflığa sahip oldukları düşünülmüştür. Örneğin, bakire Hıristiyan
şehitleriyle ilgili efsanelerde, bakireler bekâretlerinin koruması alanda sık
sık cinlerle ya da Şeytan'ın ta kendisiyle savaşırlar. Buradan da doğal olarak
şu sonuç çıkıyor: Cinleri yenilgiye uğratacak kadar güçlü bir şey frengiyi de
iyileştirebilir. Bu durumda da kişinin tek yapması gereken, hâlâ bu şeye sahip
olan birinin bedeninden o şeyi almak oluyor.
Bu
konuda başka açıklamalar da ileri sürülmüştür. Örneğin bu mit bir rastlantıyla
başlamış ya da güçlenmiş olabilir. Cinsel yolla bulaşan birçok enfeksiyonun
kendisine özgü farklı belirti aşamaları vardır. Yara, kabarcık ya da akıntı
gibi ilk belirtiler sonunda biterek, yerini bütün bedeni etkileyen ama anında
fark edilmesi daha zor olan belirtilere bırakabilir. Enfeksiyon kapmış biri,
bu belirti aşamaları arasındaki geçiş döneminde bir bakireyle cinsel ilişkiye
girerse ya da belirti aşamaları arasındaki geçiş dönemi cinsel ilişkinin hemen
sonrasına denk gelirse, enfeksiyonu olan kişi kolaylıkla (yanlış olsa bile),
hastalığı “yok eden” şeyin bir bakireyle yatmak olduğu sonucuna varabilir. Bu
adamdaki enfeksiyonun ilk belirtileri, birlikte olduğu bakire kadında da ortaya
çıkarsa bu da, hastalığın başka birine geçirildiğinin kanıtı gibi görünür.
Bilimsel tıbbın bu tür hastalıkların gerçekle nasıl bulaşıınldığını açıklayabildiği
zamandan önce, cinsel yolla bulaşan enfeksiyonların tamamıyla bir başka kişiye
verilebileceği fikri, belirtilerin bir kişide aniden kaybolurken aynı anda
başka bir kişide ortaya çıkması için sunulabilecek oldukça iyi bir
açıklamadır.
Bu
kulağınıza inanılmayacak kadar cahilce gelmesin diye; 20. yüzyıl öncesinde
yaşayan doktorların çoğunun, zührevi enfeksiyonların cinsel ya da halta
fiziksel temas olmadan da bulaşması sadece olası değil, aynı zamanda yaygın
olduğuna inandığını belirtmek gerekir. (“Zührevi” ya da “cinsel yolla bulaşan”
diye sınıflandırılan birçok hastalık aslında cinsel olmayan yollarla da
bulaştınlabilir ama genellikle bu doktorların hayal ettiği yollarla değil.)
Örneğin. 18. yüzyılın sonlarında ve 19. yüzyılda zührevi hastalıkların suçu,
bazen mastürbasyona ya da kirli odalar, kötü hava, sık değiştirilmeyen çamaşırlar
ya da yemek kaplarının paylaşılması gibi yoksullukla son derece ilişkili bir
dizi koşuldan birine yüklenirdi. Üzerinde konuşulan bir başka konu da
ebeveynlerin ahlâkıydı. Anne ve babanın birbirine cinsel anlamda aşırı
düşkünlüğü, çocuklarında zührevi hastalık çıkmasının olası bir nedeni olarak
görülüyordu.
Bu
düşünce tarzı, 19. yüzyıla ait, çocukların ve her yaşta “saygıdeğer” dişinin
temelde cinsel olmadığı fikriyle en sinsi şekilde birleşmiştir. “İyi” bir
dişinin evlilik dışında cinsel olmasının düşünülemez olduğu bir toplumsal
ortamda, bu kadının ya da kızın tecavüze uğradığı ya da çocukken taciz edildiğine
dair herhangi bir kuşkuyu dile getirmek de eşit ölçüde düşünülemezdi. Cinsel
yolla bulaşan bir enfeksiyonun belirtilerini gösteren herhangi bir “iyi”
bakire ya da çocuk, suçun büyük olasılıkla doğruca kendi üzerine ve ailesinin
toplumsal- ekonomik durumu üzerine yıkıldığını görürdü. Cinsel yolla bulaşan
enfeksiyon vakalarının suçu, kirli iç çamaşırlarına ya da sağlıksız yaşam
koşulları gibi şeylere yüklenebiliyorsa, o zaman bu vakalar daha temiz
çamaşırlar ya da iyi yaşam koşulları sağlanırsa belki de engellenebilirlerdi.
Bu, düzgün, hayırsever, kolayca etkisini gösteren ve orta sınıfın o zamanki
popüler, insancıl hedefleriyle uyum içinde olan bir değişimdi. Dahası bu, hem
doktorların hem ailelerin rahatlatıcı yalanlarını sürdürebilmelerini sağlıyordu:
Çocuklar istismar edilmemiş, bakireler kirletilmemişti; erkeklere gelince,
onlar böyle ayıplanacak şeylere zaten tenezzül etmezdi.
Zührevi
hastalıklar cinsel aktiviteden öylesine bir inalla ayrılıyordu ki, bazı
durumlarda çocukların ve bakirelerin tecavüz davalarının görülebilmesi için
avukatlar ve yargıçlar, bakirelerin zührevi hastalıkların iyileştirilmesinde
gerçekten ktılla- nıldığını kanıtlamakla görevlendiriliyordu. 1913’ıe Glasgow
mahkemesinde görülen böyle bir davada, oluz yedi yaşındaki bir kömür madeni
işçisinin, dokuz yaşındaki yeğenine tecavüz etmekle suçlanması -ve buna ek
olarak kıza “belsoğukluğu ve o sıralarda mahrem yerlerinde olan başka zührevi
hastalıklar bulaştırmakla” suçlanması-, konunun önemli ve etkileyici bir incelemesinin
yapılması fırsatını doğurmuştur.
Aslında
sayısız tanınmış doktorun tanıklık ettiği gibi “bakire şifası” fikri hâlâ
oldukça yaygındı. Majestelerinin Hapishane Cerrahı Dr. James Devon’un bu
davadaki tanıklığı hem çok kapsamlı hem de suçlayıcıydı: “Zührevi hastalık
kapmış bir adamın bir bakireyle ilişkiye girerek bundan kurtulacağına dair
tuhaf bir şekilde geçmek bilmeyen yaygın bir inanış var. Bu inanışın nispeten
cahil insanların yanı sıra genel anlamda bilgili olan insanların içinde de var
olduğunu keşfetmek beni şaşırttı. Bu kuramın, izini belli bölgelere kadar
sürebileceğimiz bir inanış olduğuna dair kanıt bulmaya çalıştım ama bir sürü
farklı yerde farklı mesleklerden insanlar arasında yaygın olduğunu keşfettim,
o kadar farklı ki artık bu inanışa nerede rastlarsam rastlayayım pek
şaşırmam.”
Gerçekten
de Dr. Devon’un, yüzyılın sonundaki İskoç top- lumunda bu mitin var olduğuna
dair kanıt bulmasında şaşıracak hiçbir şey yoklu. En azından 18. yüzyıldan bu
yana, çocukları kapsayan tecavüz davaları diğer Britanya Adaları’ndaki
mahkemelerde de çok yaygındı: 18. yüzyıl Londrası’nda kayıtlara geçen yaklaşık
her beş büyük tecavüz davasından birinde on yaşından küçük bir kurban vardı.
Antony Simpson’m bu tür tecavüzler üzerine yaptığı incelemede belirttiği gibi,
bakire şifası mili çocuk tecavüzüyle suçlananların olukça sık kullandığı bir
bahaneydi. 18. yüzyıl boyunca ve hatta 19. yüzyılda da, avukatlar ve yargıçlar
bu inanıştan haberdardı ve bunun tecavüzü haklı çıkarmak için kullanılmasına
alışmışlardı.
Bu
inanış, her ne kadar Britanya’da yapılan zührevi hastalık araştırmalarına göre
20. yüzyıl ortalarına kadar dikkat çekecek boyutlarda varlığını sürdürmüş olsa
da, aslında sadece Britanya Adaları’na özgü değildi. Aynı sorunun, 19.
yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında Amerika’nın bazı alt kültürlerinde, özellikle
de yüksek eğitim ve tıbbi tedavi olanakları oldukça kısıtlı olan topluluklarda
görüldüğü fark edilmişti. Bu mit artık gelişmiş ülkelerde yaygın olmasa da
başka yerlerde serpilmeye devam etmektedir. 1980’lerde HIV/AIDS salgınının baş
göstermesinden bu yana, dünya üzerindeki milyonlarca enfeksiyon ve azgelişmiş
ülkelerdeki HlV-pozitif olan insanların çaresizce karşı karşıya olduğu
sıkıntılar, ne acı ki şifalı bakire milinin dallanıp budaklanması için verimli
bir ortam yaratmıştır. Özellikle, dillerden düşmeyen birkaç bebek tecavüzü
davasının konuyu uluslararası gazete sayfalarına taşıdığı Güney Afrika’da
çocuk tecavüzleri % 400 oranında artmıştır. Güney Afrika Ûniversitesi’nin
Güney Afrikalılarla yaptığı anket, katılımcıların önemli bir kısmının —ülkenin
başkenti Pretoria’nın ve en büyük şehirlerinden Johannesburg’un olduğu Gauteng
bölgesinde % 32 gibi yüksek bir oran- bir bakireyle cinsel ilişkiye girmenin
AIDS’i iyileştireceğine inandığını onaya çıkarmıştır.
Yani
bakire şifası miti aslında cahil geçmişimizin basit bir uydurması değil,
fazlasıyla gerçek ve halen var olan bir sorundur. Tabu içinde bir tabudur;
tartışılması güç, engellenmesiyse daha güçtür. Bazı insanların bakire şifasını
denemelerini bırakın, buna inanabildiklerini bile düşünmek o kadar rahatsız
edicidir ki, birçok kişi konuyu inkâra sığınır ya da suçu cahillere,
yoksullara ve çocuklarını böyle bir felaketten koruyamayacak kadar aciz ya da
aşağılık olan anne ve babalara yükler. Bu iddiaların bugün 19. yüzyıldakinden
daha iyi bir şekilde engellendiği söylenemez. Günümüzde bakire şifası Güney Afrika’nın
siyahi kasabalarında. Amerika nın ya da kuzey Avrupa’nın beyaz çoğunluklu
topluluklarında olduğundan daha ciddi bir endişe yaratıyor olabilir ama bu,
kendini beğenmişlik etmek için ya da güvende olduğunu düşünerek yanlış sanıya
kapılmak için bir bahane değildir. Tarihsel kayıtların gösterdiği gibi,
umutsuz durumlar umutsuz işlere kalkışma fikrini insana mantıklı gösterdiğinde,
bakire şifasına gösterilen ilgi de hiçbir etnik ya da kültürel sınır tanımaz.
Bakire
Hastalığı
Bir
bakireyle yatmanın zührevi hastalıktan çok daha fazlasını iyileştirebileceğine
inanılmıştır. Bunun yanı sıra beş yüz yıldan fazla süre boyunca, sadece bakirelerin
başına gelebilecek çok belirli bir tıbbi rahatsızlığın yine ancak bakireler
tarafından iyileştirileceğine de inanılmıştır. Latince’de morbus virgineus
diye bilinen bu hastalığın ya da daha basit bir ifadeyle “bakire hastalığının”
varlığı artık Batı tıbbı tarafından kabul edilmemektedir. Ancak 20. yüzyıl
öncesinde bu hastalığın teşhisi hem yaygındı hem de tıp literatüründe oldukça
geniş bir yeri vardı. Uzun geçmişi, kesin tanımlanamayan bir yapısı ve tıp
dünyasından bir anda kaybolmasıyla bakire hastalığı sadece bir merak konusu
değil, aynı zamanda birinci sınıf bir tıp gizemidir.
Bakire
hastalığı bir sürü isimle anılmıştır. Farklı yerlerde ve zamanlarda kloroz
(genç kızlarda görülen kansızlık), “beyaz humma”, Bleichsucht
(solgunluk), les pdles couleurs (solgun renkler), yeşil hastalık ve geelzucht
(sarılık) olarak bilinen bu hastalık, tedavisi isminde gizli birkaç hastalıktan
biridir. Kızı evlendir, bekâretinden kurtar, işte sana kesin tedavi, demeye
getirir “Yeşil Hastalığın Şifası” adlı Ingiliz Rönesansı'na ait bir halk
•
şiiri. Yok, sevdiğinden mahrum edersen o zaman ölebilir de:
Güzel
dolgun bir genç kız
Yatağında
yanıp tutuşuyor yalnız
Çimen
gibi dönmüş yeşile
Ve
diyor ki kederle:
“Güçlü
bir erkeğim olmazsa
Acımı
dindirecek
Yaşamım
sona erecek
Nefes
aldıkça acı çekiyorum
Aruk
yaşamayı reddediyorum."
Gerçeklen
kadınların ara sıra yeşil hastalıktan öldüğü olmuştur. Bu ölümler ya
hastalığın seyrine bağlı olarak ya da bazen belirti olduğu düşünülen “ölümü
bir sevgili gibi arzulamak” tarzında akli dengesizliklerin etkisiyle intihar
yoluyla gerçekleşmiştir. Ve gerçekten evlilik ve özellikle çocuk doğurmanın bu
hastalığın mutlak tedavisi olduğuna inanılmıştır. Öte yandan bu bakire
hastalığının ne olduğunu söylemek çok daha zordur.
Bu
hastalığı tanımlamak için kullanılan bir sürü isimden de anlaşılacağı üzere,
bakire hastalığı, dizanteri ya da kırık bir bacak gibi kendisine ait belirgin
özellikleri olan ayrık bir durum değil, bir şekilde birbiriyle ilişkili gibi
görünen farklı belirtilerden oluşan bir toplam, bir sendromdu. Bunlardan âdet
görülmemesi, solgunluk, iştah kesikliği ve pika (toprak ve kül gibi normalde
yenilemeyeceği düşünülen benzeri maddelere karşı duyulan anormal iştah) gibi
belirtiler, hastalığın tıp kitaplarında tarif edildiği yüzyıllar boyunca pek
değişmeden kalmıştır. Hızlı nabız, göz kapaklarının ve ayak bileklerinin
şişmesi, nefes alma güçlüğü, kalp çarpıntısı, delüzyonal düşünme, göğüs
ağrısı, intihar eğilimi, karaciğerin şişmesi, kamn sözde kalbe doğru “ters
yönde akması” ve hastalığın isminde sözü edilen yeşil ten rengi gibi başka
belirtiler de dönem dönem bazı açıklamalarda görülür. Bakire hastalığıyla
ilişkilendirilen ne kadar çok belirti olduğu düşünüldüğünde, bu hastalığın çoğu
zaman başka hastalıklarla örtüşmüş olması o kadar da şaşırtıcı gelmeyebilir.
Bakire hastalığının belirtilerini gösteren genç bir kadına, aşk hastalığından
tutun da dalak tıkanıklığına kadar herhangi bir tanı konulabilirdi: hatta bazı
durumlarda bu doğru tanı da olabilirdi.
Ancak
tarihsel bir bakış açısıyla bakıldığında, bakire hastalığıyla ilgili en ilginç
şey bunun “bakirelerin” hastalığı olmasıydı; kadınların kâğıt üzerinde
yaşamlarının baharında oldukları ve birçok şey yapabilecekleri bir dönemde
başlarına gelen simgesel bir hastalık. Bu hastalık bakirelerin bir hastalığı
olduğu için ısrarla bekâretin, güvence ve güvenlik kaymağından çok, bir bela
kaynağı olduğuna işaret eder.
Bakire
hastalığının başlıca belirtisi kadının âdet görmeme- siydi. Tıbbi suyuk sistemi
anlayışına göre, bir kadın gerektiği gibi âdet görmediğinde, bedeninden dışarı
atılması gereken kanın içeride biriktiğine inanılırdı. Bu fazla kan çürüyerek
zehirli hale gelebilir (çoğu zaman âdet kanının zaten zehirli olduğu
düşünülürdü), kadının rahmi ve organları üzerinde ağırlık yaparak bunlan
sarkıtabilir, halta fazla kan birikmesi nedeniyle dolaşım sisteminin ters
yönde çalışmasına neden olabilirdi. Hipokrat kuramına göre bu biriken kan
kalbe baskı yapabilir, akli rahatsızlıklara ve kişinin boğulduğunu sanmasına
yol açabilir, kadınların hayaletler görmesine ya da kendilerini boğmaya ya da
asmaya çalışmalarına neden olabilirdi. Bekâret, kadınlan çocuk doğurmanın
korkunç tehlikelerinden kurtarıyor olabilirdi ama kadınlar her halükârda
bekâret yüzünden eninde sonunda ölebilecekleri bir rahatsızlık geçireceklerse
bunun ne faydası vardı ki? Yüzyıllar boyunca kadınlar için Hıristiyanlık
ülküsü olarak el üstünde tutulan bekâret, onları cinsel günahın yıkımından
kurtarıyor olabilirdi ama rahimlerinin ihanetinden kurtaramıyordu.
Bakire
hastalığı kadın bedeninin daha az zehirli ve tehlikeli görünmesini sağlayacak
hiçbir şey yapmamış olsa da evlilik adına oldukça iyi bir neden sunmuştur. Bu
hastalığın tıp literatüründe, evlilik cinselliğinin lokal olarak
uygulanmasından başka tedavisi olmayan, bağımsız ve ayıncı bir şekilde bakirelere
özgü bir olgu olarak ortaya çıkmasıyla, Avrupa’da Protestanlığın ortaya
çıkmasının bu kadar yakın tarihlerde gerçekleşmesinin tamamıyla bir rastlantı
olması güçtür. Katolikliğin tersine Protestanlıkta yetişkin bekâretinin gerçek
bir faydası yoktur. Yeşil hastalığın Protestanlığın hemen ardından ortaya
Çıkması bir rastlantı değildir. Martin Luther doksan beş tezini Mittenberg Kale
Kilisesi’nin kapılarına 1517’de çivilemiştir; L526’ya gelindiğindeyse Luther’in
ilk Alman kutsama ayini (ilk Protestan ayini) hazırlanmıştır bile. Bakire
hastalığı konusundaki ilk büyük tıp yazısı, tam zamanında 1554’te Alman Doktor
Johannes Lang’ın Medicinalium epistolarum miscellanea adlı kitabında çıkmıştır.
Bu,
bakire hastalığının, kadınları evlendirmek için düzenlenmiş bir Protestan
oyunu olduğu ya da bu hastalığın 16. yüzyılda birdenbire ortaya çıktığı
anlamına kesinlikle gelmez.
Aslında
bu hastalığmkilere benzer bir dizi belirti Hipokrat’ın eserlerinde de bulunur.
Halta tıp literatürü âdet düzensizliği ve ruhsal duruma dair rahatsızlıkları
olan genç kadınların her zaman var olduğu gerçeğini kesinlikle doğrular. Ancak
belli ki doktorların birdenbire bakire hastalığından söz etmesini sağlayan 16.
yüzyılın ortalarına özel bir şey vardı; bundan önce sadece belirtilerden söz
ediyorlardı. Bu şey kısaca, dine aykırı görüş belirtme tehlikesiyle karşı
karşıya kalmadan, bekâretin olumsuz bir bağlamda tartışılabileceği uygun
toplumsal ortamın ortaya çıkmasıydı.
Şunu
da belirtmek gerekir ki bu, bakire hastalığının belirtilerinin gerçekte
bekâretin sonucu olduğu anlamına gelmez, bu belirtiler eskiden ne kadar
bekâretten kaynaklandıysa sonra da ancak o kadar kaynaklanmıştır. Kadınlar her
yaşta ve cinsel konumda bu tür belirtilerden şikâyetçi olabilirler ve bunun
birçok farklı nedeni olabilir. Aslında bakire hastalığının tarihinde ilginç
bir dipnot da bazen, âdet görülmemesi, mide bulantısı ve bu hastalıkla
ilişkilendirilen benzer belirtilerin gerçekte tamamıyla farklı bir şeyin, yani
hamileliğin belirtileri olduğudur. Adet kesilmesinin birden fazla anlama
gelebilen bir belirti olduğu, doktorların ya da ebelerin gözünden kaçmamıştır.
Bağırsak temizleyen ilaçlar, âdet kanamasını başlatan ilaçlar, hastadan kan
alma ve benzeri tedavileri öneren yazarlar bunların hamile kadınlarda
kullanılmaması konusunda uyarıyorlardı. Hamileliğin ilk belirtileri yeşil
hastalığın belirtilerinden ayırt edi- lemeyebildiği için, yeşil hastalığın
tedavisinin düşüğe neden olma olasılığı vardı ve öyle görünüyor ki, doktorlar
bunun aslında tam da istenilen şey olabileceğinin farkındaydı. Ancak yasal
nedenlerden dolayı bunu destekledikleri izlenimini uyandırmaya cesaret
edemiyorlardı. Bir başka deyişle, tıpta sorumluluk reddi aslında hiç de yeni
bir kavram değildir.
Tabii
ki bakire hastalığına ilişkin belirtilerin hamilelikten başka nedenleri de
vardı. Geçen yıllar boyunca, kronik nefritten biliverdine, sarılıktan akut
miyelositik löseminin nadir bir çeşidi olan kloromaya kadar farklı birçok
açıklama öne sürülmüştür. Ancak bunlar ve fazlasıyla spesifik daha birçok
teşhis.
olası
morbus virgineus vakalarının çok küçük bir kısmını açıklamıştır. En
basiti, bakire hastalığı geçiren kızların birçoğunun hayatta kaldığını
düşünürsek, daha ölümcül açıklamaların pek de açıklayıcı olmadığmı görürüz. Bu
bağlamda, günümüzde yeşil hastalık ya da bakire hastalığı içirn önerilebilecek
en olası teşhisler kansızlık türleri, özellikle de hipokromik kansızlık olarak
bilinen türdür.
Bu
kansızlığın daha çok yetersiz beslenmeden kaynaklandığı tahmin edilir. Sınırlı
yiyecek mikıan ve cinsiyetçilik yüzünden kendilerine daha iyisi sunulmadığı
için mi, yoksa toplumsal uyum baskılarından dolayı kadınlar kendilerine daha
fazla alma hakkı tanımadığı için midir bilinmez, kadınlar ve kızlar çoğu
zaman yeteri derecede beslenmeden yaşamıştır. Bakire hastalığının birçok
tedavisinde kızların daha iyi beslenmelerinin, özellikle de mönüye, kanı kuwetlendirdiğine
inanılan kırmızı et ve şarap (kırmızı et iyi bir demir kaynağı olduğu için
gerçekten kanı kuvvetlendirir) ve başka besleyici yiyeceklerin eklenmesinin
tavsiye edilmesi pek de rastlantı sayılmaz. 18. ve 19. yüzyıllarda, o zamanlar
kloroz denilen hastalığın tedavisi için tescilli ilaçlar onaya çıktığında,
bunlar içinde en çok işe yarayanlardan bazdan mineral takviyesi sağlayan
ilaçlardı.
Bu
çerçevede evlilik ve anneliğin, balkire hastalığının tedavisine nasıl katkıda
bulunacağını anlayabiliriz. Ashnda çoğu zaman yazıldığı gibi, hastalığı tedavi
ed<en şey, rahim ve vajina geçitlerinin cinsel birleşmeyle ve doğumla
açılması ve böylece içeride hapsedilmiş âdet kanının çıkabileceği düzgün ve
hazır bir yolun oluşması değildi. Doğrusu, eş ve evin hanımı olduğu için evli
kadının daha çok besine erişebilme olasılığı yüksekti. Evlilik ve annelik,
yeşil hastalığa neden olan ruhsal sorunların çözülmesine de yardımcı olmuş
olabilir çünkü kadının gereksiz yere hasta olmak gibi bir seçeneği yoktu
artık; ailesinin kendisine ihtiyacı vardı.
Elbette
ki bütün bunlar sayısız kişiyii, şehvetle, klorozun tedavisinin uygun
ölçülerde güçlü bir penisin devreye girmesi olduğu hakkında cinsel içerikli
fıkralar anlatmaktan vazgeçirmedi. Elizabelh dönemine ait şu yazanı bilinmeyen
basit şiirin küçük bir kesitinde görüldüğü gibi, yeşil hastalık ve tedavisi
-biraz âdet görülmesinde bugün hâlâ olduğu gibi- bir sürü müstehcen meyhane
fıkrasına konu oluyordu:
Bir güzel genç kız, yakalanmış
yeşil hastalığa İçi parçalanır görenin, kızsa bilemez derdi ne Rahatsızlığı
nedendir nasıl iyileşir acaba Çabucak kıza cevap verir Apollon şöyle Üzülme,
çaresi vardır hastalığının, der kahin Kurtuluşun ilk harflerde bak da gör
kendin
Denenen
onca tedaviye, anlatılan onca fıkraya ve ileri sürülen onca açıklamaya karşın,
bakire hastalığından mustarip kadınlardaki belirtilerin bir anda ortadan
kaybolması hâlâ gizemini korumaktadır. Belirtilerin böyle ortadan
kaybolmasının olası nedenleri, neredeyse hastalığın kendisinin ortadan
kaybolmasının olası nedenleri kadar çoktur. Dört yüzyıl boyunca bakire
hastalığı, adı ne olursa olsun, genç kadınların başına gelen örnekse! bir
klinik rahatsızlıktı; tıpkı bugün genç kadınların başına gelen depresyon ya da
yeme bozukluklarım içeren örneksel rahatsızlıklar gibi. 1901’de bile Sir
Clifford Allbutt hâlâ şunları yazabiliyordu: “Klorozu olan kız, özel ya da
kamuya ait hiç fark etmez, her muayenehanede iyi bilinir.” Ama nasıl olduysa
20. yüzyılın ilk çeyreği biterken bakire hastalığı da yavaş yavaş ortadan
kayboldu. Hastalık artık ne geçerli bir teşhis olarak görülüyor ne de güncel
tıp metinlerinde adından söz ettiriyordu. On yıl önce kloroz teşhisi
konulmasına neden olan belirtilerin aynını gösteren genç kadınlara artık başka
yerlerinde sorun olduğu söyleniyordu. 5 yüzyıldan sonra, önceleri her yerde
var olan bakire hastalığı, bir nesilde yok oluvermişti.
Bu
hastalığın nereye gittiği ve bunca kadının gerçekten acısını çektiği hastalık
ve rahatsızlıkların ne anlama geldiği tıp tarihçileri arasında büyük bir
tartışına konusu olmuştur. Bakire hastalığının tarihi üzerine bir incelemenin
yazan olan, İngiltere’deki Reading Üniversitesi’nden Dr. Helen King, bu belirsizliklere
birkaç olası açıklama önermiştir: Kansızlığın teşhisi ve tedavisi
gibi konularda tıpta kaydedilen gelişmeler, insanların beslenme tarzlarındaki
genel ilerlemeler, yeterli vitamin ve mineral içeren besinlerin
tüketilmesindeki önemin daha iyi anlaşılması vs. Yoksa bir zamanlar klorozun
işgal ettiği kültürel konuma yavaş yavaş anoreksiya ve bulimiya nervoza gibi
yeme bozuklukları mı yerleşti? King bu kuramı dikkate alıyor ama yapılan
karşılaştırmanın yetersiz olduğunu düşünüyor. Öyle görünüyor ki baküe
hastalığına ilişkin soruya verilebilecek tek dürüst cevap hiçbir ilginç tarafı
olmayan doğrunun ta kendisidir: Tıpkı bekâretin hep yaptığı gibi, bakire
hastalığı da sonraki yaşamına dair hiçbir ipucu bırakmadan ortalıktan
kaybolmuştur.
Uzun
Lafın Kısası
Vajina
kanallaşma sürecini tamamlamadığında ve dolayısıyla bir vajina deliği
oluşmadığında, geride vajinanın girişini tamamıyla kapatan bozulmamış geniş
bir deri parçası kalır. Buna doğuştan kapalı himen diyoruz. Kapalı himenlerin
neden oluştuğunu kimse bilmiyor; bildiğimiz tek şey oldukça düzenli bir
şekilde ortaya çıktıklarıdır. Kapalı himen kadın genital organlarına ilişkin
tek ve en yaygın bozukluktur ve aslında doğuştan gelen bir kusurdur.
Kapalı
himenler, bazen biraz sıkıntı veren bazen de çok acı çektiren birçok tıbbi
soruna yol açabilir. Himenin kapalı olması en çok hematokolpos'a, yani
âdet kanının, rahim içi dokusunun ve vajina sıvılarının vajina içerisinde
birikmesine yol açar, çünkü bunların dışarı çıkabilecekleri bir yer yoktur.
Vajina esnek olduğu ve genişleyebildiği için kapalı himenin gerisinde oldukça
fazla miktarda âdet sıvısı birikebilir ve bu da karın üzerinde baskı yaparak
ağrıya neden olur. Bu sıvı birikimi, idrar kesesi ve anüs üzerinde basınç
yarattığı için kabızlığa ve idrar yollan enfeksiyonunu andıran belirtilere yol
açabilir. Bu duruma bazen, rahim içinde ya da yumurtalık tüplerinde kan
birikmesi anlamına gelen hematometra da denir ve bu birikinti tümörle
kanşıırılabilir.
Kapalı
himen gibi kötü bir sürprizle karşı karşıya kalan sayısız kadın için korkacak
bir şey yok; neyse ki bunun tedavisi oldukça basittir. Himenotomi, ya da bir
başka isimle himenek- tomi, isminden de anlaşılabileceği gibi himenin
ameliyatla kesilmesi demektir. Batı’da, genellikle ayakta tedavi şeklinde olan
standart bir himenotomi ameliyatı bir sürü farklı kesik türünden birine göre
yapılabilir: Örneğin, haç şeklinde bir kesik ya da hayali kahraman, kılıç
ustası maskeli Zorro’nun ünlü Z’sine benzeyen bir kesik. Bu kesik, vajina
içerisinde birikmiş olan âdet sıvısının dışarı akabilmesi için himenin
ortasında bir delik açar. Himenin kesilen kenarları dikişle geriye doğru tutturulur
ya da ameliyat lazer bıçağıyla yapılmışsa buna gerek kalmaz çünkü lazer aynı
anda hem keser hem de kenarları dağlar. Her iki yöntem de kesilen kenarların
iyileşirken birle- şip tekrar kapanmasını engeller. Ne vajinanın girişi ne de
himenin kendisi çok büyük olduğu için, genelde birkaç santimden küçük
genişlikte olan küçük bir kesik açılır. Kesik açıldıktan sonra içeride
birikmiş olan âdet sıvısı doktor tarafından çekilebilir ya da kendi başına
akmaya bırakılabilir. Genital organlardaki yüzeysel yaralarda sıkça
rastlandığı üzere, bu kesiğin iyileşme süresi de genellikle kısadır.
Himenotominin
ikinci bir amacı da vajinaya girilebilmesini sağlamaktır. Himenotomi bazen
himen kapalı olmasa da, vajinaya girişi güçleştiren ya da bu girişin
olağandışı bir şekilde acı vermesine neden olacak şekilde, elastik olmayan ya
da çok kahn olan bir himenin deliğini büyütmek için de uygulanır. Hatta 20.
yüzyılın ortalarında, ilk cinsel birleşme acısının yol açabileceği gerdek
gecesi travmasını önleyeceği gerekçesiyle jinekologların önlem olarak
himenotomi uygulaması moda olmuştur. Yaklaşık 1930’lardan 1960'lara kadar
birçok jinekolog, yakında evleneceğini duyuran kadınlara bu işlemi önermiştir.
Doktorlar bu tür “her ihtimale karşı” himenotomilerin normalde gereksiz
olduğunu anladığında bunların modası da geçmiştir. Sonuçta kadınların çoğu,
vajinalarına ilk defa girildiğinde ciddi bir acı duymazlar; üstelik
psikanalitik gerdek gecesi travması kuramı da artık pek tutulmuyor. Çağımız
dok- torlan bir kadının himenine neşter sürmeden önce genelde gerçek bir
sorunun ortaya çıkmasını bekliyorlar.
Geri
Dönüştürülmüş Bir Kutu?
Günümüzde
Batıkların bekâretle tuhaf, çelişkili bir ilişkisi vardır. Bir taraftan
bekârete çok önem verilmesinin “Ortaçağ’a özgü” ve cinsiyet aynmcılıgı
olduğunu söyleyerek şikâyet ederken diğer taraftan da hâlâ bekâretin saflık,
özdenetim ve saygınlık gibi istenen özellikleri tamamladığına inandığımızı gösteririz.
Birçok açıdan bedenimizle kurduğumuz ilişki de böyle çelişkilidir. Bir yandan
“bedenimiz tapmağımızdır” deriz, öte yandan bu “tapmakların” sahibi tarafından
uygun görüldüğü gibi süslenebilecek (dövme yaptırılabilir, orası burası
delinebilir, vücut geliştirme sporlarıyla, estetik ameliyatla, korseyle ya da
elinizde ne varsa onunla şekli değiştirilebilir) özel mülkiyetler olduğuna
inanırız. Bu durumda, himenin ameliyatla yenilenmesi fikrini kabullenmekte
zorlanmamıza pek de şaşırmamak gerekir.
Yaklaşık
son yirmi yıldır, himenorafi ya da himenoplasti (hi- men estetiği) de denilen
himenin “yeniden yapımı ve onanım” işlemi gitgide daha çok rağbet görmeye
başlamıştır. Bu işlem dünyanın her yerinde, halta resmen yasak olduğu ülkelerde
bile yapılmaktadır. Himenotominin tersine, yeniden himen yapımı ameliyatının
tıp açısından gerekli olduğu söylenemez: Himenin fizyolojik hiçbir işlevi
olmadığına göre, yeni bir himen yapmanın da hiçbir fizyolojik nedeni olamaz.
Bu ameliyat tamamıyla isteğe bağlıdır ve yapılmasının tek nedeni de aslında
var olan ya da olmayan bir bakirelik durumuna maddesel bir varlık
kazandırmaktır.
Himenlerini
yeniden yaptıran kadınların çoğu geçmişte kendi istekleriyle yaşadıkları cinsel
bir deneyimi gizlemeye çalışmakladır. Ancak bazı kadınlar yaşadıkları bir
cinsel saldırının ya da genital organlarının yaralanmasının ardından bu
ameliyata başvurur. Bazıları da himcnlcrinin gerdek gecesinde “doğru bir
şekilde” kendini gösterebilecek kadar yeterli olmayabileceğinden endişe ederek
çareyi bu ameliyatta bulur. Bu kadınların yaklaşık 2000 dolara satın aldığı,
orijinal donanımın bir parçasından ayırt edilemeyecek kadar ustalıkla yapılmış
mukoza zarından bir halkadır.
Hiınenin
yeniden yapımı iki şekilde gerçekleştirilebilir. Hi- menorafi orijinal hiınenin
ya da bundan geriye kalan parçacıkların hâlâ görülebilir olduğu durumlarda,
bunların “bozulmamış” himene benzemesi için dikişle birbirine tutturulmasıyla
yapılır. Himenoplasti ise biraz daha karışık bir işlemdir. Bu işlem, ya ortada
dikilebilecek kadar yeterli himen kalıntısının olmadığı durumlarda ya da
himenin, tıpkı genital bir yapboz gibi, parçaların birbirine tutturulmasına
dayanamayacak kadar narin olduğu durumlarda uygulanır. Himenoplastide vajina
duvarından küçük bir mukoza zarı parçası kaldırılır ve bu, yedek oyuncu olarak
himenin yerine dikilir. Yeniden yapılan himenin yakın zamandaki bir evlilik
için yaratıldığı dunımlarda ameliyat zamanı genellikle büyük günün birkaç hafta
öncesine ayarlanır.
Bazı
doktorlar himen yapımı için gelen kadınlara, gerdek gecesinde bakire
olduklarına dair yeteri kadar “kanıt” sunabilsinler diye tavsiyelerde de
bulunur. Örneğin, düğün gününü âdetlerinin başlangıcına denk getirmeye
çalışmaları söylenebilir. Bu ameliyatları yapan bütün doktorlar her zaman
böyle tavsiyeler vermezler ama bazılarının vermesi bile önemli bir konuya
işaret eder: Himen tamiri üzerinden ticaret yapan doktorlar bile, sadece doğru
yerde doğru deri parçasının olmasının bu deri parçasının zamanı geldiğinde
“doğru” davranacağı anlamına gelmediğinin gayet iyi farkındadır.
Doktorların
bedenin verebileceği bu tür farklı tepkilerin farkında olması, bu işlemin etik
olup olmadığı konusunda sürdürülen bazı ciddi tartışmalara neden olmuştur.
Bedenlerin aynı olmadığını ve kadınlar bekâretlerini kaybettiklerinde bedenlerinin
aynı şekilde davranmadığını her geçen gün daha da iyi anlıyoruz. Bu yüzden
birçok doktor, bu işlemlerin yaratmaya çalıştığı fiziksel ve estetik
tekbiçimliliğin olası sonuçlarından doğal olarak rahatsızlık duymaktadır.
Yeniden himen ya-
pırın
ameliyatı, kadın bedeni ve cinselliğine dair açıkça yanlış ve kadın düşmanı
olan ve bütün kadınlan zorla aynı kalıba sokmaya çalışan bir ideolojiye hizmet
eden başka bir düzen mi? Yoksa estetik ameliyat sadece estetik ameliyat mıdır
ve “geri dönüştürülmüş bir kutu”nun göğüslere silikon taktırmak ya da burun
estetiğinden hiçbir farkı yok mudur? Bu hizmeti veren bazı klinikler, bu
ameliyatı, cinsel duyumu artırmayı (kimin cinsel duyumundan bahsedildiği pek
açık olmasa da) amaçlayan ve vajina girişinin daraltılması gibi değiştirmeleri
de kapsayan genital “gençleşme” pakedinin bir kısmı olarak sunmaktadır.
Dünya
genelinde erkek arkadaşlar, babalar ve kocalar yeniden himen yapımı
ameliyatlarına itirazlarını sık sık dile getirmektedir; o kadar ki erkeklerin,
hakh gösterilecek hiçbir yanının olmadığını düşündüğü, halta suç teşkil eden
bir aldatma olarak gördüğü bir şeyin gerçekleşmesine yardım ettikleri gerekçesiyle
bazı doktorların ve kliniklerin ölüm tehdidi aldıkları bile olmuştur. Kimi
doktorlar, bu tür olayların, bu ameliyatın ne kadar gerekli olduğunu bir kez
daha vurguladığını söylemektedir. Doktorlar bu ameliyatları yaparak,
kadınların, ailelerinin ya da toplumlarmın gerçekçi olmayan bekâret ölçütlerine
uymadıkları için başlarına gelebilecek hiç adil olmayan sonuçlara (buna dayak,
sakat bırakılma ya da “namus cinayetleri” de dahildir) maruz kalma olasılığından
kaçınmalarına yardım ettiklerine inanmaktadır. Gönül elbette bekâretin varlığı
ya da yokluğu konusunda kadınların kanıt sunma zorunluluğunun hiç olmadığı bir
dünya olsun ister. Ama bunun yerine, merhamet sanki başka tıp seçeneklerinin
yaratılmasını emrediyor gibi görünüyor.
Peki en değerli kitabın en mükemmel
şekilde yazılmış sayfasından başka nerede insan daha derin anlamları olan bir
masal okur? Bomboş olan sayfada.
-
Isak Dinesen, Last Talerden (Son Masallar) “The Blank Page” (Bomboş
Sayfa)
Jitanlar
da denilen İspanyol Romanları (Çingene), her bakirenin vajinasında, içinde
sarımsı bir sıvı bulunan bir üzüm, bir uva olduğuna inanır. Batı’da
yazılmış hiçbir anatomi kitabı bu üzümden ya da içindekilerden söz etmez; hiçbir
jinekolog da bunların tariflerini tanımaz. Ama Jitanlar hem üzümün hem de
suyunun var olduğu ve dahası bunların kadın bekâretinin tek güvenilir
göstergesi olduğu konusunda ısrarcıdır. Üstelik bunun için ellerinde kanıt da
vardır.
Uvanın
içerisindeki honra denilen sıvı sadece bir kez akıtıla- bilir. O
gittiğinde kadının bekâreti de onunla birlikte gider. Bu sıvı, düğünün bir
parçası olarak kızlığın törensel bir şekilde bozulmasıyla patlatılır -yani
bekâret ve honra aynı anda akıtılır- çünkü bir kadının honrasmın fark
edilmeden yavaş yavaş akıp gitmesine izin verilmemesi gerekir. Bu da pek uygun
görülmez. Ne de olsa bu, tanıklık edilecek, kullanacak ve gurur duyulacak bir
olaydır.
Büyük
bir odada, etrafını kendi topluluğundan olan evli kadınların sardığı gelin
yere uzanır. Kızın etekleri yukarı çekilir ve etraftakilerin görmesini
kolaylaştırmak için kalçasının altına bir yastık konur ve bacakları iki yana
doğru açılır. Bu ko-
nularda
uzman olan yaşça daha büyük bir kadın, ajuntadora. gelinin vulvasını, vajina
dudaklarını ve vajina girişini inceler. Bunların küçük, narin, sağlıklı ve
pembe görünmesi gerekir. Farklı herhangi bir renk ya da görünüş kızın cinsel
saflığına hiç yakışmayan bir şekilde etrafla kırıştırdığı anlamına gelir. Gerçi
bu “kırıştırma” etek yerine pantolon giymek (pantolonun vulvaya sürtündüğü
düşünülür) ya da hassas bölgeler üzerinde problematik miktarda baskı
oluşturduğuna inanılan, bisiklete binmek gibi nispeten zararsız bir davranış da
olabilir. Jiıanların dediğine göre, uygunsuz herhangi bir cinsel davranış bu
bölgedeki dokuların rengini koyulaştırır, hatta karartır ve bunu fark etmek çok
kolaydır.
Her
şey iyi görünüyorsa tören, üzümün sıkılıp iminin elle patlaıılmasıyla devam
eder. Bir zamanlar gelinin yerinde kendileri olan törendeki diğer kadınların
söyledikleri şarkıların eşliğinde gelin, ajuntadoranın kenarları oyah
mendilini çıkarıp kurdele yaparak parmağına sıkıca dolamasını izler. Bu kumaş
gelinin komasını emecektir. Yaşlı kadın sıkıca sanlı parmağını yavaşça gelinin
vajinasına sokar (eğer gelin kanarsa kadının hemen durması gerekir, çünkü kan
komanın açtırdığı “çiçekleri” bozar) ve uvayı ustalıkla patlatarak
mendilde kalıcı bir 1c ke bırakacak olan sarımsı sıvının çıkması için üzerine
bastırır. Muayeneyi yapan kadın birkaç defa bastırır ve her bastırmadan önce
kumaşın teiniz kısmını ortaya çıkarmak için mendili döndürür. Ne kadar çok
çiçek, o kadar çok onur: Üç çiçek oldukça saygın görülür ama aslında bir tane
bile yeterlidir. Beyazlığı sarımsı lıoıırayla lekelenmiş mendil sergilenir ve
bütün kadınlar bunu şarkı söyleyerek, el çırparak ve içi rahatlamış gelinin
çıplak göbeğine ve bacaklarına pembe ve beyaz renkli badem şekerleri saçarak
kutlarlar.
Düğünün
geri kalanı bu noktadan sonra neredeyse tamamıyla törensel bir havada geçer.
Gelin kocasıyla kilise törenine katılır. Gelinin annesi, ailenin ve boyun
soyunu sürdürmeye uygun iyi, geleneksel bir kız yetiştirdiğini kanıtlayan
lekeleri korumak için sağlam bir şekilde düğümlenmiş mendili ve kızının
bekâret çiçeklerini sonsuza kadar saklayacak olan kişidir.
Jitanlar
bugün Ispanya’nın modem şehirlerinde yaşıyor olabilirler -2005 yılında
Madrid’de yapılan düğünde, Flamenko yıldızı Jitan Farruquito’nun genç gelininin
bu şekilde bekâret testinden geçirildiği İspanyol televizyonundan herkese duyurulmuştu-
ama onlann bekâret törenleri bize, sanki farklı bir yerden, farklı bir
zamandanmış gibi görünüyor. Halta bu törenler sanki farklı bir bedenle
ilgiliymiş gibi geliyor. Jitanlar honranm bekâret kanıtı olarak yanılmadığına
inanıyorlar. Her aptalın bildiği gibi kan taklit edilebilir ama honra
edilemez.
Batılı
bir doktor, vajinanın girişinde bulunan Bartolin bezlerinin ürettiği sıvının
çoğu zaman sarı ya da sarımtırak gri olduğunu, üstelik bu sıvının bakire olsun
ya da olmasın kadının yaşamının herhangi bir döneminde bezler içinde
birikebileceğim söyleyerek Jitanların iddiasına karşı çıkabilir. Bu doktorlara
göre, bütün kadınlar bu sarımsı lekeleri üretebilecek donanıma sahiptir.
Batılı doktor, Jitanlarm bahsettiği uvanın da aslında var olmadığını, bu
yüzden dejitanlann son derece basit ve tamamıyla anlamsız olan salgılara
anlamlar yükleyerek yanıldıklarını ve sıradan anatomik bir şeye büyük bir
toplumsal değer biçerek pireyi deve yaptıklarını da sözlerine ekleyebilir.
Jitanlar, bunun yerine çarşaflarda kan lekeleri arasalar ya da yırtılma ve
esneme gibi kanıtlar bulmak için hinıeni incelese- ler daha iyi ederler.
Bunları
duyan bir Jitan’ın yüzünde alaycı bir ifade oluşurdu, çünkü bütün Jitanlar
bilir ki genital organlardaki diğer bütün dokularda olduğu gibi himenin durumu
da ancak ikinci derecede ve muhtemelen sadece şartlara bağlı olan bir bekâret
kanıtı sunabilir. Sonuçta tıva tek bir kan damlası bile akmadan patlatılmıyor
mu?
Bekâreti
Testten Geçirmek
Peki
kim haklı? Belki de ne Jitanlar haklıdır ne de doktorlar. Ya da belki de hepsi
birden haklıdır. Bekâreti kanıtlamak hiçbir zaman tam anlamıyla bir bilim
konusu olmamıştır. Hatta tam anlamıyla bir tartışma konusu bile olmamıştır.
Bekâretin yapısı ve kanıtlanması konusunda Jitanlarla Batı’nın tıp geleneği
arasındaki türden bir çekişme istisna sayılabilir ama tarihsel bir bakış
açısıyla baktığımızda bu çekişme oldukça olağandır da. Batı tarihi boyunca
bekâreti kanıtlamak için o kadar çok yöntem kullanılmış ve o kadar çok ölçüt
icat edilmiştir ki, bunların listesini yapmak için bunun gibi bir kitap daha
yazmak gerekir.
Basit
ama gerçek olan şudur: Birini tam sevişme sırasında yakalamadığınız sürece
bekâretinin ne varlığını ne yokluğunu kanıtlayabilirsiniz. Bunu bugün de kanıtlayanlayız,
daha önce de hiç kanıtlayamadık. Tanı koyma yöntemlerinde şu ana kadar
görülmemiş bir gelişme olmadığı takdirde, gelecekte de muhtemelen
kanıtlayamayacağız.
Bekâret
testlerinin dillere destan başarısızlığı kimseyi bunların yapılması konusunda
ısrar etmekten vazgeçirememiştir. Sayısız şeyi test eden sayısız test yüzyıllar
boyunca kullanılmış ama bunların hiçbirisi diğerlerinden daha belirleyici
olmamıştır. Ancak bütün bekâret testlerinin çok tutarlı ve etkili üç özelliği
vardır. Bu testlerin hepsi de aynı şeyi arar, tek bir temel kamı kuralını
paylaşır ve hepsinin nesnel doğruyla belirli, özel bir ilişkisi vardır.
İlk
olarak, bekâret testlerinde aranan şey aslında bekâret değildir. Bekâret,
özünde gözle görülemez ya da ölçülemez. Bekâret testlerinde bekâret değil,
bekâretin işaretleri aranır. Arada ince ama önemli bir fark vardır. Bekâret
dediğimiz nitelik elle tutulamayacak soyut bir şeydir. Soyul bir şeyin
varlığına dair kamı aradığımızda, örneğin adalete ya da adaletsizliğe dair kanıt
aradığımızda, aradığımız aslında o şeyin kendisi değil, o şeyi gösteren
delildir. Üstelik bu delil, belirli delil türlerine belirli anlamlar yükleyen
kültürün kendisine özgü düşünce sistemlerine göre toplanır ve yorumlanır.
Bu
kültürel elken şu anlama gelir: Bir döneme ya da alt kültüre ait olan
insanların ideolojisine göre bekâretin varlığını ka- nıtlıyormuş gibi görünen
bir işaret (örneğin tıva ve içindeki honra delili), düşünce sistemleri
aynı delile aynı anlamı yüklemeyen başka insanlar tarafından öyle
görülmeyebilir. Honra ve uva, Batı’nın genel tıbbi düşünce sisteminde
etkili olmaz; kanama ve himen yırtılması dasitanların düşünce sisteminde bir
anlam ifade etmez. Bu yüzden bu bölümün geri kalanında tartışılan bekâret
testlerine ilişkin soru hiçbir zaman, “Bu kadın bakire mi, değil mi?”
değildir. Hatta, “Bu test doğru test mi, değil mi?” sorusu da değildir. Asıl
soru şudur: Bu test, kullanıldığı zamanın ve yerin düşünce sistemine göre, bu
belirli ilkeler doğrultusunda düşünen insanlara anlamlı gelebilecek bir delil
sağlayabiliyor muydu? Kısacası, bekâret testini yönlendiren ölçütler hiçbir
şekilde evrensel ya da deneysel değildir ve bu ölçütlerin kendi tarihsel ve
kültürel zamanları içinde düşünülmeleri gerekir.
Bekâret
testleri tek tek kadınlar üzerinde uygulandığı için bu biraz kafa karıştırıcı
görünebilir. Ama bu testlerin içerdiği şey aslında test edilen kişinin bedeni
değil, idealleştirilmiş standart bir kadın bedeni modelidir. Bekâret
testlerinin sonuçları, bireysel bedenlerin (ya da beden parçalarının) genel
bekâret idealine ne derece uyduğuna bağlıdır. Bu da bizi bütün bekâret
testlerinin paylaştığı ikinci ortak özelliğe götürür: Bekâret testleri bize
bir kadının bakire olup olmadığını söyleyemez; . sadece bu kadının kendisiyle
aynı zamanda ve yerde yaşayan insanların bakireler hakkında doğru olduğuna
inandığı şeye uyup uymadığını söyleyebilir.
Buna
karşın bekâretin test edilmesinde değişmeyen bir şey vardır ve bu, bütün
bekâret testlerinin paylaştığı üçüncü özelliği oluşturur: Kadınlar kendi
adlarına konuşamazlar. Bekâret testinde hiçbir zaman geçerli kabul
edilmeyen tek delil türü kadının kendi sözlü ifadesidir. Yalnızca kadının
bedeninin -ya da bazı durumlarda kadının fiziksel varlığına tepki veren sihirli
bir nesnenin- tanıklığına izin verilir. Bunun nedeni şüphesiz olarak,
cinselliğini yaşayan kadınların cinsel konumlan konusunda yalan söylemeleri
için bir sürü nedenlerinin olduğunun düşünülmesidir. Bekâret testinin bedene ve
bedenin fiziksel özelliklerine odaklanarak söylentilere kulak tıkamasına ve
sahtekârlığı önlemesine çalışılmıştır. Bu süreçte bekâreti test edilen kadın,
bir kişi olarak yok olur. Bütün zamanların en yaygın bekâret testinin -bir
kadının vajinasına ilk defa penisle girilirken ve girildikten sonra bekâretin
işaretlerinin ve ipuçlarının izlenmesi- sadece, bakirenin bedenine giren
erkeğin yaşadığı ve anlattığı şekliyle bekâret kanıtı aradığını unutamayız.
Bekâretin değerlendirilmesinde kullanılan ölçütlerin, herhangi bir bireysel
durumda bir bakire ya da kızın bekâreti hakkında neyin doğru olduğuyla hiçbir
ilgisi yoktur. Ancak diğer insanların genel ve idealleştirilmiş bir sınıf
olarak bakireler hakkında neyin doğru olduğuna inandığıyla çok ilgisi vardır.
[1]
Bu başlıkla. Amerikalı şarkıcı Madonna'nm “Like a Virgin” (Bir Bakire Gibi)
adlı şarkısına gönderme yapılmaktadır -ç.n.
[2] Himen, halk dilinde “kızlık zan"
denilen, vajina girişini kısmen kapatan ince zann tıptaki adıdır. Kızlık zarı
terimi yerine himeni kullanmayı tercih etmemin nedeni, Türkçe’de bakire/bekâret
konusunda yaygın olarak kullanılan kız, kız oğlan kız, kızlık, kızlık zarı gibi
terimlerin, İradın bedeninin erkek-egemen bakış açısından tanımlanmasını
yansıtmasıdır. Himen sözcüğünün kadın/kız ayrımına doğrudan işaret etmemesi ve
nispeten yansız bir sözcük olarak görünmesi de bu kararımı etkilemiştir. Kitap
boyunca kızlık ve benzeri sözcükleri sadece, İngilizce’de eski sayılabilecek
“maiden/maidenhead” sözcüklerinin karşılığı olarak kullanacağım - ç.n.
[3]
Türkiye'deki “Güzin Abla” benzeri bir köşe yazısı dizisi - ç.n.
[4]
2001 Amerikan Nüfus Sayımı sonuçlarına göre, ilk kez evlenen Amerikalı bir
gelinin ortalama yaşı yirmi beş. damadınldysc yirmi altıdır. İngiltere'de
ortalama yaş oranı daha da yüksektir: Kadınlar için yirmi sekiz, erkekler için
otuz. Batı genelinde ilk evliliklerin yirmili yaşların ikinci yarısında
gerçekleşmesi gitgide bir kural haline gelmektedir.
[5] Sarmaşık Birliği. ABD’nin kuzeydoğu
yakasında yer alan sekiz üniversitelik bir birliktir. Üniversite binalarının,
okulun gelenekselliğini simgeleyen sarmaşıklarla kaplı olması nedeniyle,
birliğe bu isim verilmiştir. Bu birlik kapsamındaki üniversiteler bugün
Amerika'nın en başarılı ve prestijli okulları olarak anılır-ç.n.
[6]
K ve r doğal adaptasyon stratejileri: r (reproduclhv yani üretken)
stratejistleri tüm üretici enerjisini eş bulmak ve çoğalmak için harcarken, K-
stratejistleri yavrularım taşıma ve besleme, anlamında, daha az sayıdaki yavru
için daha çok emek harcarlar.
[7] Keşfedilen yer - ç.n.
« Prev Post
Next Post »
Yorumlar
Yorum Gönder