Print Friendly and PDF

Kadınların Çileli Hayatı 1

|

 

 

Bekâretin “El Değmemiş” Tarihi
Hanne Blank

Önsöz:

Türkiye’de Bekâretin “El Değmemiş” Tarihi

Emek Ergün

Soruna yol açan kadının bedeni değil, o bedene yatının yapılma biçimleridir.

- Butler, 1987:139

Kadın bedeninin ve cinselliğinin, aile, eğitim, hukuk, tıp, dil ve din gibi başlıca toplumsal kurumlar yoluyla sürekli gözlem ve denetim altında bulundurulması, ataerkil düzenlerin özünü oluşturur. Bu kurumlann başında gelen baba rolündeki devlet, kimi zaman açıktan açığa, kimi zamansa el altından, kadınla­rın hem emek üretme hem üreme anlamındaki üretkenliğini, erkek egemenliğini sürdürme yolunda var gücüyle yönetmeye çalışır. Diğer birçok ataerkil toplumda olduğu gibi, Türkiye’de de kadınlar, bedensel ve cinsel olarak birçok kontrol mekaniz­masına maruz bırakılır. Namus kavramıyla ayrılmaz bir bütün oluşturan bekâret olgusu, bu kontrol mekanizmalarından biri­dir, hem de en gûçlülerinden biri.

Bekâret, tanımlaması çok kolay bir kavrammış gibi görünür. Ne de olsa bu sözcüğü günlük yaşamımızda sıkça duyar ve kullanırız. 5N IK’lik bir konuymuşçasına, arkadaşlarımızla be­kâretimizi ne zaman, nerede, nasıl, neden ve kiminle kaybetti­ğimize dair ayrıntılı konuşmalar yapar, “Acaba bekâretimi kaybettim mi?” korkusuyla doktora koşar ya da Güzin Abla köşesini “Mastürbasyon bekâreti bozar mı?” gibi sorularla do­natırız. Ama bekâretin ne olduğunu ya da olmadığını, bunun kimin tanımı olduğunu sorgulamayız hiç. “Kimin namusu?” sorusu kulağı tırmalamazken “Kimin bekâreti?” sorusu saçma gelir, çünkü bekâret, Hanne Blank’in de anlattığı gibi, zaman içerisinde toplumsal bir kurgu olmaktan çıkarılmış, temeli be­denimize atılmış, bireysel ve fiziksel bir olguya dönüştürül­müştür. Peki nedir bekâret? Bir bilmece midir dilden dile do­laşan ve kansız cevabı olmayan:

Gözle görülmez, elle tutulmaz. Bıraktığı kanın altında yatar beyaz, Ya bir çarşaf yatakta durmaz. Ya kefen başında bir çığlık avaz avaz. Bil bakalım nedir bu maraz...

Yoksa duyduğumuzda, ardındaki erkek egemen zihniyeti sorgulamadan gülüp geçmemiz beklenen bir fıkra mıdır:

Adamın biri evlendikten iki gün sonra karısını öldürür ve ha­kim huzuruna çıkarılır. Hakim sorar, “Neden öldürdün oğ­lum kannı?” Adam, "Bakire değildi Hakim Bey,” der. Hakim, “O zaman neden birinci gün öldürmedin?” diye sorduğunda, adam, “Birinci gün bakireydi Hakim Bey,” diye cevap verir.

Fıkra bitti, burada gülmemiz lazım... Oysa olmuyor, gülemi­yoruz. Hakim ne demek istiyor burada, diye düşünüyoruz umarsızca gülmek yerine. Neden gerekeni yapıp anında öldür­medin de bir gün daha yaşamasına izin verdin kadının, deme­ye getiriyor hakimin sorusu. Hani adam kadını evliliğin ilk günü öldürse hakh çıkacak ve bir cinayet daha namus gerek­çesiyle görmezden gelinecek. Ne de olsa hiç zaman kaybetme­den kanı akıtmak lazım çünkü hepimiz biliyoruz; namus bek­lemez, kirlendi mi çamaşır suyuyla değil, ancak kanla temizle­nir. Gülüp geçmemiz gerekiyor bu fıkralara ama yapamıyoruz. Hepimizin bir şekilde canını yakmış bekâret/namus dediğimiz bu meret; kinıimizinkini daha çok, kimimizinkini daha az. Öyle gülüp geçemeyiz.

Bekâretin ne anlama geldiğini öğrenmek için bilmeceleri, fıkraları bir kenara bırakıp ilkokuldan içimize işleyen bir alış­kanlıkla sözlüğe bakabiliriz. Türk Dil Kurumu’nun (TDK) in­ternet üzerindeki Güncel Türkçe Sözlüğü’nde “bakire” sözcü­ğünü aradığımızda, karşımıza “cinsel ilişkide bulunmamış (di­şi), kızoğlan, kızoğlankız” açıklaması, “bekâret” sözcüğüne baktığımızdaysa, “kızlık; saflık, temizlik, masumluk” gibi an­lamlar çıkıyor karşımıza. Günlük dilde bekâret yerine daha çok kullanılan “kızlık” sözcüğünün anlamına baktığımızda da, “cinsel ilişkide bulunmamış bayanın durumu, bir kadının ev­lenmeden önceki yaşantısıyla ilgili” tanımlarını görürüz. Bu açıklamalara göre, cinsel ilişki ve/veya evlilik, Türkiye’de be­kâretin ana ölçütlerini oluşturuyor. Bir de tabii “kızlık zan” diye bildiğimiz anatomik yapı var ki bunun etraflıca açıklama­sı sözlüklere sığmaz, sığdırıldığında da sayısız kadının yaşamı­nı derinden etkileyen ataerkil bir tanımla değil, toplumsal, po­litik ve ekonomik çağrışımlardan arındırılmış basit bir anato­mik tanımla karşımıza çıkar. Ama yine de sözlüğe bakmakta fayda var. Bedenimizdeki bu varla yok arası zar, erkek egemen dil kuruntumuz tarafından nasıl tanımlanıyor, anlamlandınlı- yor görmek lazım. Görelim ki bedenimizi acilen, yeniden nasıl tanımlamamız gerektiğinin iyice farkına varalım.

TDK sözlüğünde kızlık zarı, “cinsel ilişkide bulunmamış kızların döl yolunu kısmen kapayan zar, himen” diye açıklanı­yor. Tıpkı bekâret gibi, cinsel ilişki ve, burada açık açık söy­lenmese de, bekâretin ayrılmaz bir parçası olduğu evlilik öl­çütleriyle tanımlanan “kızlık zarı," kızlarda, yani henüz zifaf yatağında penisin sihirli dokunuşuna nail olmamış ve kadınlık mertebesine erişmemiş dişi insanlarda “dölyolunu” sanılanın aksine tamamıyla değil, kısmen kapatan zardır. Hanne Blank’in bu kitapta sunduğu kapsamlı tarihsel çalışmanın da gösterdiği gibi, bu zarın tıpta adının konulmasıyla ve tıp kuru­ntunun da toplum üzerinde büyük bir güç elde etmesiyle bir­likte, bekâret adlı kontrol mekanizması ataerkil toplumlarda ciddi bir değişim geçirmiş ve doktorlar, kadınların bedenleri ve cinsellikleri üzerinde hiç de azımsanmayacak bir yetkiye kavuşmuştur. Bu sözlük tanımında dikkati çeken önemli bir ayrıntı da, vajina olarak da bildiğimiz beden parçasının döl, bir başka deyişle meni ya da spermin geçtiği yol olarak adlan­dırılmış olmasıdır. Bu adlandırma kadın bedeninin yok sayıla­rak, tamamıyla erkek bedeni üzerinden tanımlanmasını ör­neklendiren sayısız ataerkil kullanımdan sadece biridir.

Bu bağlamda, bekâret sözcüğünü “bekâr/et” olarak da oku­yabiliriz: Ataerkil düzende bakire kadın bedeni, henüz evlilik­le sahiplenilmemiş bir et parçasıdır. Ama bu okuma, kadın be­deninin evliliğe kadar sahipsiz ve serbest kaldığı anlamına da gelmez çünkü bu beden, evlilik kurumu yoluyla babadan ko­caya geçer.

Feminist çeviri olarak tanımladığım bu çeviri projesini yürü­türken, İngilizce’deki “hymen” sözcüğünü “kızlık zarı” olarak değil de, “himen” olarak çevirmeyi tercih etmemin nedeni de kadın bedeninin bu tür erkek odaklı tanımlamalarına karşı bir söylem oluşturmaktı. Kadınları, fiziksel yapısı bakımından kü­çücük, bedendeki işlevi bakımındansa önemsiz olan, ama üze­rine yüklenen anlamlar bakımından kocaman ve hayati görü­nen bir zarın varlığı ve yokluğuna dayanarak kız ve kadın ola­rak ikiye ayıran kan sevici bir kültürü yansıtır “kızlık zarı” te­rimi. Yetişkinliğe, olgunluğa, kısacası kadınlığa giden yolun sadece ve sadece penisten ve penisin kanattığı vajinadan geçti­ğini ifade eden bu sözcük, duymasak varlığını bile fark etme­yeceğimiz ama her fırsatta bize hatırlatılan bir zarın yaşamları­mız üzerinde kurduğu baskıyı ifade ettiği için, kitap boyunca, “hymen” sözcüğünü “himen,” bugün artık pek kullanılmayan; ancak benzer anlama gelen “maidenhead” sözcüğünü aradaki farka dikkat çekmek için “kızlık zan” olarak çevirdim.

Mary Daly’nin dediği gibi, “Ataerkil düzen aldatmacasını mitle sürdürür,” bekâret de ataerkil düzenin yarattığı kurgu­lardan, mitlerden birisidir (1978: 44). Aslında tanımı sürekli ama çok yavaş değişen ve çocukluğumuzdan itibaren sahip ol­duğumuz en önemli şey olarak içimize işletilen bekâreti, doğa­nın kanunuymuşçasına özümsüyor ve bekâretin yaşamımızda yarattığı cinsel terörü sorgulamadan kabul ediyoruz. Oysa be­kâret, ataerkil kültürlerin kendi elleriyle yarattığı ve somut hiçbir dayanağı olmayan soyut bir kavramdır. Hatta birçok ka­dın bedeninde fiziksel bir varlığı olan himenin bile, bekâretle olan ilişkisinden dolayı bulunduğunu değil, icat edildiğini söyleyebiliriz. Vajina gibi bol kıvrımlı ve çok katlı bir organda, kolayca gözden kaçırtabilecek, varla yok arası, incecik bir za­ra “himen” adını vererek, tıp bilimi özünde işlevsiz bir zar parçasını, isimli ve işlevli hale getirmiştir. Dilin var edici gücü­nü göz önüne aldığımızda, himenin isimlendirilmesiyle hem himenin kendisi, hem de bekâret, fiziksel bir varlık kazanmış­tır. Bekâreti bir kurgu, bir mit olarak görmemin nedeni budur. Bu yüzden de namusu nasıl erkek egemen kültürlere özgü toplumsal bir kavram olarak sorguluyorsak, bekâreti de aynı şekilde kişisel, özel bir konu olmaktan çıkarıp ataerkil top- lumların bir yaratımı olarak soiğülamahyız.

Ülkemizde, cinsel ilişki ve evlilik ölçütleriyle tanımlanan bekâret kavramı, dolayısıyla heteroseksüellik kurumuna da sı­kı sıkıya bağlıdır. Kısaca cinsel birleşme denilen, penisin vaji­naya girmesine dayalı cinsel ilişki (sanki başka türlü cinsel birleşme yaşamak mümkün değilmiş gibi), yalnızca evlilik sonrası gerdek gecesinde gerçekleşmesi makbul görülen ve çarşaftaki kan lekesiyle bekâreti sona erdirmesi beklenen olay olarak kabul edilir. Bu durumda, bekâret ancak bir vajinayla bir penis, bir kadınla bir erkek arasında sonlandınlabilir. Do­layısıyla bu erkek egemen cinsellik anlayışı, erkeklerle cinsel birleşme yaşamamış lezbiyenleri ömür boyu bakirelik ya da kızlık konumuna mahkum ederek kadınlık konumundan men eder. Eşcinsel kadınlar kadından sayılmaz çünkü cinsel ilişki kurdukları kadınlarda, erkeğinki gibi, onları bir dokunuşta kadına dönüştürecek sihirli bir değnek yoktur.

Türkiye’de bekâret ve namus kavramları birbirinden ayrıl­maz bir ikilidir. Nawal el Saadawi’nin Arap toplumları için söylediği sözler, Türkiye için de geçerlidir: “Bizim Arap toplu- mumuzda çarpık bir namus kavramı vardır. Bir adamın namu­su, ailesinin kadın üyelerinin himenleri sağlam olduğu sürece güvendedir. Namus, adamın kendi davranışlarından çok, aile­deki kadınların davranışlarıyla ilişkilidir” (1980: 31). Türki­ye’de kadının evlilik öncesi bekâret konumunu elinde bulun­durması, sadece “bacaklarının arasındaki” zan korumasına de­ğil, toplum içerisindeki davranışlarına da bağlıdır. Özellikle erkeklerle ilişkilerinde son derece dikkatli davranmak zorun­da olan kadınlar, uygunsuz görülen ve cinsel içerikli yorumla­nan bir davranış sergilediklerinde ya da böyle bir dedikodu­nun malzemesi olup “milletin diline düştüklerinde”, aileleri­nin namusunu lekeledikleri gerekçesiyle babaları, ağabeyleri, nişanlıları, kocalan, oğulları vesaire tarafından cezalandınlabi- lir, hatta öldürülebilir. Bekâretle namus kavramlannm en kanlı birleşimi de, erkek egemen kültürün kan ve ölü seviciliğini yansıtan bu tür örneklerde kendini gösterir.

Türkiye gündeminde bekâret tartışmalan, çoğu zaman bekâ­ret muayenesi çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Konu ilk olarak 1988’de, Harita Genel Komutanlığı’nın işe alacağı bekâr kadın­lardan bekâret raporu istemesiyle gündeme yerleşmiştir. Bu ta­lebi protesto etmek isteyen kadmlann kurumu telefon yağmu­runa tutmasıyla birlikte, medya da bekâret muayenesi uygula­masına dikkatini yöneltmiştir. Kapak sayfasından devletin bu talebini, erkek egemen kültürün bir sorgulaması olarak değil de, modernleşme yolunda çuvalladığımızı gösteren bir “Skan­dal” olarak duyuran Ikibine Doğru dergisinin 53. sayısı, 1980’den beri ordunun işe alacağı kadınlara bekâret muayene­sinden geçme şartı koştuğunu dile getirmiştir (Yalçın, Yalçın & Murathan, 1988: 8). Ortadoğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olan Yıldız Ecevit’le yapılan bir rö­portajı da içeren bu haberde, Ecevit durumu korkunç olarak ni­telendirmiş ve uygulamanın, kadın bedeni ve cinselliğini, top­lumsal düzen için bir tehlike ve alınıp satılabilecek bir mal ola­rak gören asırlık bir görüşü yansıttığım ifade etmiştir (ibid: 10).

Bekâret muayenelerinin toplumsal gündemde 1980’lerde sor­gulanmaya başlaması çok da tesadüfi olmamıştır. 1980 sonra­sında güç kazanmaya başlayan kadın hareketi, 1989’da Anka­ra’da farklı kadın örgütlerinin başlattığı, “Bedenimiz Bizimdir, Cinsel Tacizi Durdurun” adlı büyük çaplı kampanyada bekâret muayenelerini açıkça sorunsallaşıırmıştır. Kampanyada hükü­metten, bu muayenelerin talebi, teşviki ve uygulamasının dur­durulması için harekete geçmesi istenmiştir. 1990 yılında. Kadın dergisinin İstanbul’da düzenlediği, “Bekâret ve Evlilik Öncesi Cinsel İlişki” adlı panelde, avukat Selma Atabek, kadın bedeni­nin babalar, ağabeyler, amcalar, dayılar, okullar, yurt yöneticileri ve polis tarafından denetim alımda tutulduğunu ve kadınların bedenleri üzerindeki denetimi yeniden ele geçirmesi gerektiğini belirtmiştir (Panelde ‘Bekâret’ Tartışması, 1990). Aynı panelde, sanatçı Füsun Erbulak ise, kızların doğar doğmaz “kızlık zarla­rından” kurtarılması gerektiğini belirtmiştir (ibid).

1980'lerde bekâret muayenesi tartışması ara sıra ana akım medyada ve solcu yayınlarda ele alınsa da, 1992 yılma kadar konu ciddiye alman bir gündem maddesine dönüşmemiştir. 1992’de, okul müdürleri tarafından bekâret muayenesinden geçirilmesi istenen iki lise öğrencisinin kendilerini öldürme­siyle, konu hem ülke genelinde, hem de uluslararası arenada bir anda dikkatleri üzerine çekmiştir. İntihar eden kızlardan biri, ormanda erkeklerle piknik yaparken görüldükleri gerek­çesiyle dört arkadaşıyla birlikte bekâret muayenesine zorlan­mıştı (HRW* 1994: 3). Bu olayın ardından kadın kuruluşları­nın ve medyanın yarattığı onca eleştiri ve protestoya karşın, Eğitim Bakanlığı 1995’te idarecilere kız öğrencilerden bekâret muayenesi talep etme hakkını veren yönetmeliği çıkarmıştır (Seral, 2004: 413-414). Bu yönetmelikle “iffetsizlik,” kız öğ­rencilerin okuldan uzaklaşıınlması için geçerli bir neden ola­rak kabul edilmiştir. İzmir Barosu’ndan bir grup avukat Eğitim Bakanhğı’na dava açarak yönetmeliğe kafa tutmuş, ama davayı kaybetmiştir. Böylece yönetmelik yürürlükte kalmıştır.

1998’de bekâret muayenesi gündemine damgayı, dönemin Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Işılay SaygmTn gaze­teci Neşe Düzel'le yaptığı röportaj sırasındaki açıklamaları vur­muştur. Işılay Saygın, kendisine son yıllarda bekâret muayene­sine zorlanan kadın ve çocukların intihar etmesi konusu sorul­duğunda insanın kanını donduran şu sözleri söylemiştir: “Be­kâret kontrolü önemli bir önleyici konudur. Eğer bir genç kız kendisini bekâret kontrolü yüzünden öldürüyorsa, kendisini öldürmüş olur. Bu o kadar da önemli değil, sadece birkaç tane (kız). Erkeklerle böyle bir diyaloga girmelerine izin vermeyin’’ (Uluslararası Af Örgütü, 2003). Açıklamaların ardından, Anka­ra Ûniversitesi’nde düzenlenen ve Işılay Saygın’ın davetli oldu­ğu halde son anda gelmekten vazgeçtiği “Kadına Yönelik Şid­det” konulu konferansta, “Bekâret Kontrolüne Karşı Kadın İni­siyatifi" adı altında bir grup kadın, ismi okunduğunda bakanı pankartlarla protesto etmiştir. Ayrıca Işılay Saygın’ın açıklama­larının ardından bir kadın yürüyüşü düzenlenmiş ve “Bedenle­rimiz bizimdir. Devlet ellerini bedenlerimizden çek,” diyen pankartlarla, bakanın en temel insan hakkını anlamaktan yok­sun tavrına karşı tepkiler dile getirilmiştir.

1999’da, kadın örgütlerinin konunun peşini bırakmaması ve medyanın konuya gösterdiği ilginin devam etmesi üzerine, Adalet Bakanlığı bir genelge yayımlayarak bekâret muayenele­rinin, kadının rızası olmadan ya da kadına zarar verecek ya da işkence edecek bir biçimde disiplin cezası gerekçesi olarak kullanılamayacağını ilan etmiştir (OMCT, 2003). Bu genelgeye göre, bekâret muayenesi kadının onayı olmadan ancak yargıç ya da savcı kararıyla, “Kamu Esenliğine ve Aile Düzenine Kar­şı Suçlar” adı altında toplanan tecavüz, reşit olmayanlarla cin­sel ilişki ve fuhuş vakalarında uygulanabilecekti. Kadın bede­nine dayalı bütün bu suçların, kadına karşı değil de, topluma ve aileye karşı işlenen suçlar olarak tanımlanması ayrıca ilginç ve bir o kadar da rahatsız edici bir ayrıntı ve ataerkil toplum düzeninde egemen olan, kadın bedeninin kadının kendisine değil, ailesine ve topluma ait olduğu fikrinin bir yansımasıdır.

Bekâret muayenesi tartışması 1980’ler ve 1990’larla sınırlı kalmamış, 2000 yılında dönemin Sağlık Bakanı Osman Dur- muş’un, Sağlık Meslek Liselerinde eğitim gören kız öğrencile­rin bekâret muayenesinden geçmesini buyurmasıyla konu ye­niden manşetlere taşınmıştır (Çevik ve diğerleri, 2003: 173). Türkiye’de ve dünya genelinde faaliyet gösteren sayısız kadın kuruluşu bu durumu şiddetle protesto etmiş, Avrupa Parla- mentosu’nun Hollanda temsilcisi Lousewies van der Laan, dö­nemin başbakanı Bülent Ecevit’e sert bir mektup göndererek kendisinden Türkiye’de bekâret muayenesi uygulamalarını durdurmasını istemiştir (Ecevit’e ‘bekâret testi’ mektubu, 2001). Mektubunda van der Laan şöyle yazmıştır: “Bu muaye­neler, kadınların bedensel güvenliğini ve kişisel haklarını ihlal etmektedir” (ibid).

Yukarıda özetlediğim Türkiye’nin 20 yıllık bekâret muaye­nesi tartışması boyunca, hem ülke çapında hem de uluslarara­sı çerçevede kadın kuruluşlarının ve insan haklan örgütlerinin eylemlerine karşı devletin sergilediği vurdumduymaz tavır, bu muayenelerin devamını sağlamakla kalmamış, uygulamayı teş­vik de etmiştir. Ancak giderek artan Avrupa Birliği baskısı, ka­dın hareketinin inatçı kararlılığıyla birleştiğinde 2004’te Türk Ceza Kanunu (TCK) değişiklikleri sırasında devlet, bekâret muayenesi konusuna ister istemez biraz da olsa dikkat etmek zorunda kalmıştır. Bu noktada bekâret muayenesini ülkenin yasal çerçevesinde incelemek faydalı olacaktır.

Bekâret muayenesi söz konusu olduğunda bakılması gere­ken en önemli yasal belge TCK'dir. 2004 yılında Avrupa Birliği Uyum Yasaları çerçevesinde, Meclis Adalet Komisyonu tara­fından yönetilen TCK değişikliklerinde, 26 sivil toplum kuru­luşunun oluşturduğu TCK Kadın Platformu’nun katkıları göz ardı edilemez. Bu platformun temel amacı, hükümet üzerinde baskı kurarak yasa maddelerinde özellikle kadınlar açısından olumlu sonuçlar doğurabilecek değişlikler yapılmasını sağla­maktı. Bekâret muayenesi konusunda da, kadın platformu önemli taleplerde bulunmuş ve Meclis Adalet Komisyonu üze­rinde ciddi baskı kurmuş olsa da, uygulamaya ilişkin madde yine de tatminkar olmamıştır.

26.09.2004 kabul tarihli TCK’de “bekâret muayenesi” ifade­si kullanılmasa da uygulama, “Genital Muayene” başlıklı Mad­de 287 adı altında bir takım kısıtlamalara maruz bırakılmakta, ama aynı zamanda da belli durumlarda hakhlaştınlmaktadır:

(1)     Yetkili hâkim ve savcı kararı olmaksızın, kişiyi genital muayeneye gönderen veya bu muayeneyi yapan fail hakkında üç aydan bir yıla kadar hapis cezasına hüknıolunur.

(2)     Bulaşıcı hastalıklar dolayısıyla kamu sağlığını korumak amacıyla kanun ve tüzüklerde öngörülen hükümlere uygun olarak yapılan muayeneler açısından yukarıdaki fıkra hükmü uygulanmaz.

Kadın platformunun yoğun itirazlarına karşın, Meclis Ada­let Komisyonu “bekâret muayenesi” ifadesini kullanmayı red­detmiş, insan ve kadın haklan konusunda çalışma sicilleri pek de temiz olmayan hakim ve savcılann kadın bedeni üzerinde­ki denetim haklanm yinelemiş ve bu uygulamanın açıkça suç teşkil etmesini engellemiştir. Yasada “genital muayene” ifade­sinin kullanılması da birçok açıdan sorunludur.

Burada üstüne basa basa belirtilmesi gereken ve genellikle yanlış anlaşılan çok önemli bir konu vardır. Özellikle cinsel saldın ve çocuk istisman davalarında, delil toplamak amacıy­la, kadının ya da çocuğun genital muayeneden geçmesiyle, söz konusu kişinin bekâret muayenesinden geçmesi arasında bü­yük bir fark vardır. Genital muayenede, genital bölgenin tama­mı incelenir ve vajina dokusunda yırtılma, sperm gibi bulgular aranır. Bu muayene sırasında, cinsel saldırıya ilişkin delil top­lamak amacıyla vajinanın, iç bacakların ve anüsün yanı sıra himenin durumuna da bakılabilir. Kısacası burada amaç, kişi­nin cinsel tacize ya da tecavüze uğrayıp uğramadığına ve failin kimliğine dair bulgular elde etmektir. Ancak bekâret muaye­nesinde sadece himenin durumuna bakılır ve amaç kişinin “kız” olup olmadığını belirlemektir. (Bekâret muayenesi ra­porlarında “kız” ya da “kız değil” ifadesi kullanılmaktadır.)

Tecavüz öncesinde cinsel ilişki yaşamış olsun ya da olmasın, hiçbir kadının cinsel geçmişi yasalar önünde, uğradığı cinsel saldırının gerçekliğini değiştirmez, değiştirmemelidir. Kadının tecavüz yoluyla bekâretini kaybedip kaybetmediğine bakılma­sı, kendi rızasıyla evlilik öncesi cinsel ilişki yaşadıktan sonra tecavüze uğrayan bir kadının töhmet alunda tutulacağı ve hat­ta suçsuzken suçlu duruma düşürülebileceği anlamına da ge­lir. Bunun, başka ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde de sayısız örneği vardır. Üstelik böyle bir durumda, tecavüz sonrası yasal şikâyette bulunan kadınların zorla bekâret muayenesinden ge­çirilme olasılığı, tecavüze uğrayan bir kadının şikâyette bulun­mamasına neden olabilir. Kısacası bekâret muayenesinin ne tıbbi ne de yasal bir faydası vardır.

Tecavüz davalarında yargıç ya da savcının, tecavüze uğradığı gerekçesiyle söz konusu kadını bekâret muayenesinden geç­meye zorlaması, doktorlar tarafından bile çoğu zaman kabul edilir. Aslında tecavüze uğrayan kadının bekâret muayenesine zorlanması, ikinci bir tecavüzden başka bir şey değildir. Ara­daki tek fark, ilkinin yasaya aykırı, İkincisinin yasal görülmesi ve devlet onayıyla gerçekleşmesidir. Bekâret muayenesine zor­lanan kadınların ne kadar ciddi bir psikolojik sarsıntı geçirdi­ğini anlayabilmek için, yukarıda sözünü ettiğim intihar eden lise öğrencilerini hatırlamak ve buna benzer kim bilir kaç olay daha yaşandığını düşünmek yeterlidir. Ya da örneğin, Duygu Uzel'in kendi yaşamından yola çıkarak yazdığı Mor Menekşeler adlı kitabında betimlediği travmanın, yazara özgü olduğunu düşünmemiz için bir neden yoktur (2006). Kitabın arka kapa­ğından kısa bir alıntı bile bekâret muayenesinin korkunçluğu­nu yansıtmaktadır: “Baban, amcan, dayın ya da ağabeyin; top­lumun namus bekçisi kıldığı birileri çıkıyor ve kadınlık onu­runu ayaklar altına alan bekâret kontrolüne sürükleniyorsun. Sürüklenen bedenin değil yalnızca, umutların, hayallerin ve körpecik yüreğinle tüm ruhun da sürükleniyor, ayaklar altına alınıyor” (ibid).

Araştırmacı Frank ve diğerlerinin dediği gibi, “Cinsel saldın sonucu yaşanan travmayı, sağlam bir himenin varlığına ya da yokluğuna indirgeyen bu alışılagelmiş yasal uygulama yalnızca basit ve yanlış olmakla kalmaz, aynı zamanda bekâret muaye­nesine maruz bırakılanlar için gereksiz psikolojik sonuçlara da yol açar” (1999: 489). Dolayısıyla, benim burada karşı çıktığım uygulama, muayene öncesinde ve sırasında kişinin rızası ve ya­şadığı travma dikkate alındığı sürece, genital muayene değil, bekâret muayenesidir. Bu iki muayene, hem uygulama hem de ardındaki niyet göz önüne alındığında birbirinden son derece farklıdır. Ama TCK bu ayrımı dikkate almayarak bekâret nıu- ayenesinin her durumda suç oluşturmasını sağlamamıştır. Meclis Adalet Komisyonu’nun bekâret muayenesinin genital muayene kapsamına girdiğini ileri sürmesi, ya iki muayene ara­sında farkı bilmediğini ya da bekâret muayenelerinin varlığını yasal olarak kabul edip bunların önünü kesmek istemediğini göstermektedir. “Bekâret muayenesi” ifadesi yasada açıkça ya­zılmadığı, doğru bir şekilde tanımlanmadığı ve çok daha caydı­rıcı bir ceza yaptırımıyla donatılmadığı sürece, bu muayeneleri durduracak yasal bir uygulama olması olanaksızdır.

Madde 287nin kendisini incelediğimizde, ilk bölümdeki en ciddi sorun, Meclis Adalet Komisyonu’na göre bekâret muaye­nesini de kapsayan genital muayene için kadının onayına ge­rek duyulmaması ve yargıç ya da savcıdan gelen emrin kadı­nın isteğinden üstün tutulmasıdır. Yargıç ya da savcılara, örne­ğin, tecavüze uğrayan bir kadını ya da çocuğu istemese de zor­la bekâret muayenesinden geçirme hakkını veren bu yasa maddesi, ikinci bölüm dikkate alındığında daha da sorunlu bir hal almaktadır. Bu bölüm “bulaşıcı hastalık” ve “kamu sağlığı” ifadelerine yer vererek genital muayeneyi haklı göstermeye ça­lışmaktadır. Seks işçiliği şüphelerinin sık sık Türk ırkçılığıyla harmanlandığı bir söylemle, halkın sağlığını ya da ahlâkını tehdit ettikleri gerekçesiyle kadınların böyle bir muayeneye zorlanması, hem son derece saçma hem de mesleği ne olursa olsun, kadının beden bütünlüğüne ve insan haklarına aykırı bir uygulamadır. “Kız değil” raporu verilen ve vajinasında sperm bulunan her kadını (özellikle yabancı uyruklu kadınla­rı) seks işçisi olarak gören, toplum ahlâkının sözde koruyucu­su polis, kadınların para alışverişi olmaksızın kendi istekleriy­le evlilik dışı cinsellik yaşayabileceğini kabul etmemekte ve erkek egemen bir bakış açısıyla toplumun cinsellik normlarına kafa tutan kadınları “orospu” olarak damgalamaktadır. Böyle- ce Madde 287’nin ikinci bölümü, ilk bölümün bekâret muaye­nesine araladığı kapıyı daha da açarak ciddi bir yasal boşluk oluşturmaktadır.

Türkiye’de bekâret muayenesi tartışmalarının iyice yoğun­laştığı dönemlerde, uluslararası sivil toplum kuruluşları tara­fından hazırlanan ve bekâret muayenesinin polis tarafından özellikle siyasi suçlamalarla gözaltına alman kadınlara karşı kullanıldığını ortaya çıkaran raporlar göz önünde bulundurul­duğunda, polise böyle bir yetki verilmesinin kadınlar açısın­dan ne kadar tehlikeli olduğu daha da açıklık kazanır. Örne­ğin, 1994’te, insan Haklan İzleme Komitesi (Human Rights Watch) tarafından hazırlanan ve bekâret muayenesi konusun­daki en kapsamlı rapor olan, A Matter of Power: State Control ofWomen’s Virgiııity in Turkey (Bir İktidar Meselesi: Türkiye’de Kadınların Bekâreti Üzerindeki Devlet Denetimi), polisin be­kâret muayenesini, gözaltına alınan kadınları tehdit etmek için kullandığını, ama bunun kadınların gözaltında tecavüz­den korunması için yapıldığı gerekçesiyle uygulamayı haklı çı­karmaya çalıştığını göstermiştir. Polisin, tecavüz önlemi niye­tine kendisini değil de, kadın bedenini kontrol etmesi, tecavü­zün sorumluluğunu kadınların üzerine yıkan ataerkil zihniye­tin bir yansımasıdır. Burada gözaltı öncesi ve sonrasında bekâ­ret muayenesine zorlanan bir kadının, ilk muayeneden “kız değil" raporuyla çıkması, gözaltı sırasında tecavüze uğramış olamayacağının kanıtı olarak ileri sürülmektedir. Sadece baki­re kadınlar tecavüze uğrayabilirmiş, bekâretin tecavüzle bir il­gisi varmış gibi... Oysa tecavüz bekârete değil, kadının bedeni­ne, kişiliğine ve haklarına yapılan bir saldırıdır.

İlk muayenede “kız” raporu verilen kadını ise, gözaltı sor­gulaması sırasında bambaşka bir tehdit beklemektedir: Teca­vüzle, kızlığını bozmakla, namusunu lekelemekle tehdit ede­rek konuşturmak. Bu tür işkencelerin özellikle Kürt halkının nüfusun çoğunluğu oluşturduğu Güneydoğu Anadolu bölge­sinde yaşanmış olması da, cinsiyet, cinsellik ve etnik kimliğe bağlı baskı ve ezilmelerin aslında nasıl kesişerek iç içe yaşan­dığını göstermektedir. Örneğin. Uluslararası Af Örgûtü’nün Diyarbakır, Muş, Mardin, Batman ve Midyat’ta 100’den fazla kadın mahkûmla yaptığı röportajlar, gözaltındayken bu kadın­ların “neredeyse hepsinin ‘bekâret muayenesine’ maruz bıra­kıldığını ve neredeyse hepsinin sözlü ya da fiziksel cinsel taciz yaşadığını ortaya çıkarmıştır” (2003: 27).

Madde 287’ye geri dönersek, kişiyi bekâret muayenesine gö­türen ya da muayeneyi gerçekleştiren kişi ya da kişiler için maddede öngörülen “üç aydan bir yıla kadar hapis” cezası, caydırıcılıktan uzak, hatta komiktir. Bekâret muayenesini ger- çekleştirenlerin, özellikle doktor olduğunu düşünürsek, bu maddeye, örneğin, doktorluk lisansını iptal etme gibi çok da­ha caydırıcı cezalar dahil edilebilirdi. Ayrıca Madde 287’deki cezanın uygulanabilmesi için savcı ya da yargıç dışında birisi tarafından bekâret muayenesine gönderilen kadının şikâyette bulunması gerekmektedir. Bu da yasanın uygulanmasını daha da zorlaştırmaktadır. Bekâret muayenesinin genellikle aile (özellikle baba ve koca) baskısı altında özel kliniklerde yapıl­dığını düşünürsek, bir kadının ya da çocuğun, ailesine karşı böyle bir suç duyurusunda bulunması pek de olası görünme­mektedir. Bekâret muayenesine zorlandığına dair yasal şikâ­yette bulunmak, kadının hem ailesinin gözünde “suçlu” konu­ma düşmesine hem de toplumsal damgalanma ve dışlanma ya­şamasına neden olabilir. Son olarak bir başka önemli nokta da, yargıç ya da savcı emriyle bekâret muayenesine gönderilen bir kadının muayeneyi reddetmesi durumunda başına ne gelece­ğidir. Böyle bir durumda kadın en temel insan haklarını sa­vunduğu için, yargıya engel olduğu ya da delil gizlediği gerek­çesiyle hapis cezasına çarptırılabilir.

Son olarak TCK’de bekâret muayenesiyle bağlantılı olan bir başka sorunlu madde de, uygulamaya yasal bir zemin hazırla­yan “Reşit Olmayanla Cinsel İlişki” başlıklı Madde 104’tûr. Bu yeni maddeyle, bekâret muayenesi için hakim ya da savcı kara­rı çıkarmak kolaylaşmıştır. On beş - on sekiz yaş arası bir genç­le rızaya dayalı cinsel ilişkiye giren birine şikâyet durumunda, akı aydan iki yıla kadar hapis cezası öngören bu madde, bekâ­ret muayenesiyle yakından ilişkilidir çünkü örneğin, ailesi ya da okul idarecileri tarafından hakkında böyle bir şikâyet bulu­nan bir kızın, hakim ya da savcı emriyle bekâret muayenesine gönderilmesi bu maddeyle meşrulaştırılmıştır. Bu yüzden TCK’de değişmesi gereken, sadece genital muayene maddesi değil, aynı zamanda reşit olmayanla cinsel ilişki maddesidir.

Bekâret muayenesi Türkiye Cumhuriyeti 1982 Anayasa- sı’nın da birçok maddesini ihlal etmektedir. Örneğin Anaya- sa’nın 10. maddesine göre, “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, si­yasi düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve er­kekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçme­sini sağlamakla yükümlüdür.” Bekâret muayenesi bu maddeye aykırıdır çünkü uygulamanın temelinde cinsiyet ayrımcılığı yatmaktadır. Sadece kadınların maruz bırakıldığı bekâret mu­ayenesi, kaynağını çifte standarda dayalı cinsellik normları­mızdan almaktadır. Toplumumuzda, erkeklerin evlilik öncesi cinselliklerini yaşaması doğal, hatta gerekli görülürken, kadın­ların evlilik öncesi cinsel deneyim edinmesi ahlâksızca bir davranış sayılarak yasak kılınmıştır. Oysa bu çifte standardı yansıtan bekâret muayenesi, görüldüğü gibi Anayasa’nm en te­mel maddelerinden birini ihlal etmektedir.

Anayasa'nm 17. maddesi de bekâret muayenesinin temel hak ve özgürlüklere karşı bir uygulama olduğunu açıkça gös­termektedir: “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını ko­ruma ve geliştirme hakkına sahiptir. Tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne do­kunulamaz; rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tâbi tu­tulamaz. Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tu­tulamaz.” Bu madde, ortada tıbbi ya da yasal bir zorunluluk yoksa, rızası olmadan hiç kimsenin bilimsel ya da deneysel uygulamalara zorlanamayacağını söylemektedir. Bekâret mu­ayenesinin tıbbi ya da yasal bir faydası olmadığı, hatta aksine bu uygulama kadın açısından aşağılayıcı, ayrımcı, zararlı ve tehlikeli olduğundan, Anayasa’nm bu maddesine de açıkça ay­kırıdır.

Bekâret muayenesi, Türkiye’nin imza atmış olduğu birçok uluslararası anlaşmaya da aykırı olduğu için dolaylı olarak Ana­yasa’nm 90. maddesini ihlal etmektedir. Bu maddeye göre, Tür­kiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylanan ve “usulüne gö­re yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hük­mündedir.” Bu çerçevede bekâret muayenesinin ihlal ettiği ulus­lararası antlaşmalar arasında şunlar vardır: İnsan Hakları Evren­sel Bildirgesi, Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW), Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesi, İşken­ceye Karşı Sözleşme, Avrupa İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetle­ri Koruma Sözleşmesi, İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı Muamele ya da Cezanm Önlenmesi Sözleş­mesi ve Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi. Kısa­cası, bekâret muayeneleri kadının insan haklarını ve beden bü­tünlüğünü ihlal eden bir uygulamadır ve bu yüzden de hangi açıdan bakılırsa bakılsın 1982 Anayasası gibi özgürlüklere fazla­sıyla kısıtlama getiren bir anayasaya bile aykırıdır.

Bekâret muayenesinin tecavüz davalarında gerekli görülme­sine karşı gösterilen bütün tepkilere karşın, ülkemizde dok­torların da bunun gerektiğine dair genel görüşü pek değişme­miştir. Örneğin, Frank ve diğer araştırmacıların 1999’da Tür­kiye’de gerçekleştirdiği anket çalışmasına katılan adli tıp dok­torlarının % 92’si, bekâret muayenesinin tecavüz davalarında delil toplama konusunda faydalı olduğunu belirtmiştir. Üste­lik, aynı çalışma, bekâret muayenesinin bilimsel temelini de sorgulayarak himenin ne kadar güvenilmez bir veri kaynağı olduğunu bir kez daha göstermiştir. Araştırmaya katılan dok­torların üçte ikisinden fazlası, verdikleri bekâret raporlarının daha önce başka doktorlar tarafından verilmiş bekâret raporla­rıyla çeliştiğini dile getirmiştir. Bekâret muayenesi gibi sonucu ölüm-kalım meselesi olabilecek bir uygulamanın, aslında nes­nellik kılıfı altında sunulan öznel bir kurgudan başka bir şey olmadığı, Hanne Blank'in de gösterdiği gibi, bu ve benzeri araştırmalarda açıkça ortaya çıkarılmıştır. Buna karşın, doktor­ların, yasaların ve bireylerin hâlâ bu uygulamayı savunabilme­si üzücüdür.

Bekâret muayenesi konusunun ülke gündeminde sıkça tartı­şıldığı 1990’larda, Türk Tabipler Birliği de doktorların burada oynadığı ciddi rolü dikkate alarak bir açıklama yapmış ve uy­gulamayı kınamıştır. Türkiye’de çalışan bütün doktorların üye olduğu böylesine büyük bir örgütün bekâret muayenesini “cinsiyete dayalı bir şiddet türü” olarak kınaması elbette önemlidir. Ancak birliğin tecavüz davalarında bekâret muaye­nesi kullanımını kınamanın dışında tutması ve bekâret mu­ayenelerine karşı tepkisini sadece açıklamalar ve raporlarla sı­nırlı tutarak daha yaptırıcı önlemler almaması dikkat çekici­dir. Ülkemizde çalışan doktorlar üzerinde ciddi ölçüde güç sa­hibi olan bu kuruluş, hem sağlık çalışanlarını genel olarak be­kâret konusunda eğitmek hem de bekâret muayenesi uygula­masını durdurmak için eyleme geçmeli ve konuyu birkaç kı­namayla geçiştirmemelidir.

Bekâret muayenesine karşı gösterilen bütün bu sözünü etti­ğim ve erkek egemen düzeni yansıtan vurdumduymaz tepkile­re çok da şaşıramıyoruz aslında. Ne de olsa geçmişinde ve bu­gününde, tecavüzle çalınan bekâretin yarattığı namus boşlu­ğunu doldurmak adına “zamanla seversin” diye tecavüzcüsüy­le evlendirilen kadınların karanlığa hapsedildiği ama tecavüz eden adamların aklanıp azat edildiği bir ülkede yaşıyoruz. Fat- magül’ün tecavüzcüsüyle evlendirilip sonunda adamı sevdiği filmi izleyip gerçek hayatta da tecavüzün mutlu sonla bilebile­ceğine inanmamızı bekleyen bir ülke...

Tıp kurumunun konuya el atarak bekâretle himeni özdeş­leştirmesi, hem bekâret gibi soyut bir kavramın kadın bede­ninde fiziksel bir varlık kazanmasını sağlamış, hem de bu sa­yede bekâretin sorgulanamaz, karşı çıkılamaz doğal bir ger­çekliğe dönüşmesine yardımcı olmuştur. Türkiye’de doktorla­rın bekâret konusunda oynadığı belirleyici rol, bekâret muaye­nelerinde, daha çok “kızlık zan diktirme” olarak bilinen çeşitli himen operasyonlarında ve doğuştan kapalı himen tedavisin­de ülkemizin tıp dünyasına kazandırdığı alternatif bir tedavi yönteminde açıkça görülmektedir.

Geçmişte, erkeklerin babalık ve mülkiyete ilişkin kaygıları­nın ve üretken kadın bedenini denetim altında tutma arzuları­nın bir uzantısı olarak yaratılan bekâret kavramı, tıp kurumu­nun ortaya çıkması ve gitgide daha da artan bir güce kavuşma­sıyla birlikte, “tıbbileştirme” diyebileceğimiz bir dönüşüm ge­çirmiştir. Bu dönüşüm sırasında, himen bekâretin fiziksel ka­mu sayılmaya başlamış ve böylece bekâret, gerektiğinde mu­ayene edilebilen, tamir edilebilen ve hatta uğruna yepyeni bir operasyon geliştirilebilen, bilimsel ve nesnel bir gerçeklik ka­zanmıştır. Toplumsal kavramların tıbbileştirilmesi, toplumun lamamı ya da belli gruplan için ciddi sonuçlar doğurabilir. Be­kâret kavramının, kadın bedenini ve cinselliğini erkeğin dene­timinde tutmak üzere yaratıldığını hatırlarsak, temelinde böy- lesine toplumsal, siyasi, ekonomik ve kurgusal olan bir olgu­nun, toplum üzerinde son derece büyük bir denetleyici güce sahip olan tıp kurumu tarafından tıbbi ve bilimsel bir olguya dönüştürülmesinin elbette kadınlar için çok ciddi sonuçları olmuştur. Bekârete giydirilen bu sözde nesnellik ve bilimsellik kılıfı, kavramın yaratılmasının ardındaki denelim ve sömürü niyetlerini gizlemiş ve bekâreti kolay kolay değiştiremeyeceği­miz ya da yok edemeyeceğimiz bir Lip gerçeğine dönüştür­müştür.

Bütün bunların üzerine bir de doktorların tıbbi bilgi üzerin­de kurduğu tekel eklendiğinde bekâretin bize bilimsel diye yutturulan gerçekliğine karşı çıkmak daha da zorlaşıyor. Bu tekeli garanti altına alacak şekilde yapılandırılmış olan tıp ku­rumu, bilimin nesnellik iddiasına dayalı genel yetkisinin ardı­na sığınarak, sadece kullandığı dille bile gizemine gizem, gü­cüne güç katmaktadır. Örneğin, tıp kurumu dışındakilerin tıp makalelerini ya da sunumlarını anlamasının neredeyse imkân­sız olması, hem bu gizem ve güç işbirliğini yansıtır, hem de destekler. Bunun daha da basit bir örneğiyse doktorların dille­re destan el yazısıdır. Halk arasında dendiği gibi, doktor yazı­sını, örneğin reçeteleri, ancak eczacılar ya da tıp kurumunun içinden olanlar okuyabilir.

Oysa Hanne Blank’in de kitabında ayrıntılarla açıkladığı gibi himen, bir kadının cinsel geçmişini teşhis etme konusunda hiç de kesinlik sunan, güvenilir bir kaynak değildir. Buna kar­şın Türkiye’de epey yaygın olan bekâret muayenesi ve zar dik­tirme gibi bekâretle ilişkili tıbbi operasyonlar, bu yalan üzeri­ne kurulmuştur. Zar diktirme operasyonları, ülkemizde ne ya­sal ne de tıbbi açıdan bekâret muayenesi gibi sorun haline ge­tirilmemiştir. Gerdek gecesinde çarşafın kana bulanması için, bozulmuş da tamir edilmesi gerekirmiş gibi himenin dikilme­si, ilk cinsel birleşmede bütün kadınlarda kanama olduğuna ilişkin yanlış inanışın tıp kurumu tarafından daha da güçlen­dirilmesine neden olmaktadır. Bu yanlışın uzantısı olarak, ilk cinsel birleşmede kanaması olmayan kadınlar apar topar dok­tora sürüklenmekte ve doktorun, “bunun zarı elastik, kana­maması normal” dediğini duymadan içi rahatlayamayan bir kocayla yaşamlarını sürdürmekledir.

Zar diktirme operasyonu tıp literatüründe epey tartışma ya­ratan bir konu olmuştur. Özellikle Avrupa'da yaşayan göçmen ailelerle ve ırkçılıkla bağlantılı olarak tartışılan uygulama, tıp etiği çerçevesinde ciddi eleştirilere ve sorgulamalara neden ol­muştur. Doktorlar kadınların bekâret konusunda kocalarını aldatmasına alet olmalı mı, sorusu etrafında dönen tartışma­larda, bir tarafta “zar diktirme aldatmacadır ve tıp etiğine aykı­rıdır,” diyen doktorlar, diğer taraftaysa “uygulama kadınların hayatını kurtarmaktadır ve tıp etiğine aykın değildir,” diyen doktorlar vardır. Aslında zar diktirmenin kârlı bir aldatmaca olduğu doğrudur ama burada asıl tartışılması gereken, koca­nın değil, kadının aldatılmasıdır. Erkek egemen düzenin uy­durmaları üzerine kurgulanmış olan bekâret ve himen kav­ranılan, en başta kadınlan aldatmaktadır. Bu durumda zar diktirme, aldatılan kadının hayatta kalmasını ve erkeklerin kendi açtıkları kuyuya düşmesini sağlayan bir uygulamadır. Bu bağlamda, zar diktirme uygulaması, kadınlan ezen bekâret normunu devam ettirdiği ve hatta güçlendirdiği için zararlı ol­sa da, bu normun egemen olduğu toplumlarda kadınların öl­dürülmesini engellediği için yapılması gerekir. Bir başka deyiş­le, operasyon ancak kısa vadede bir çözüm olarak kullanılma­lı, asıl büyük mücadele bekâret normunun kendisine karşı ve­rilmelidir. Bu operasyonu tıp etiğine karşı gören doktorlar da, bekâret normunun bu kadar güçlü olmasında kendi rollerini artık kabul edip bekâretle ilgili herhangi bir uygulamanın, ka­dınlara zarar verdiği için her türlü etiğe karşı olduğunu anla­malı ve savunmalıdır.

Yasa açısından baktığımızda, Türkiye’de zar diktirme ope­rasyonunun ne yasal ne de yasak bir konumu olduğunu görü­rüz. Uygulamaya yönelik belli bir kanun maddesi yoktur ama devlet hastanelerinde uygulanması bazı kısıtlamalara tabidir. Himenin dikilmesi işlemi, genellikle özel kliniklerde gerçek­leştirilir. Devlet hastanelerinde ise bu uygulama ancak cinsel ilişki yaşamamış olan ve mahkemede tecavüze uğradığı kanıt­lanan ya da kaza sonucu “bekâretini kaybeden” kadınlar söz konusu olduğunda, hakim ya da savcı kararıyla yapılabilir. Bu, ataerkil devletin himen odaklı bekâret tanımını hem kabul hem teşvik ettiğine dair en açık örnektir. Üstelik operasyon sonrasında bu kadınlara, bekâretlerinin hakh bir gerekçeyle yenilendiğine dair resmi bir rapor verilmektedir. Bir başka de­yişle devletin gözünde, evli olmayan bir kadının bekâretini kaybetmesinin tek hakh yolu, kaza, taciz ya da tecavüzdür. Kendi arzusuyla cinsel ilişki yaşayan ve sonra fiziksel, psikolo­jik ya da toplumsal olarak hayatta kalabilmek için zar diktir­me operasyonu isteyen kadın, devletin gözünde bunu hak et­memiştir. Bu yüzden de uygulamayı ancak el altından özel kli­nikte hiç de azımsanmayacak bir para karşılığında yaptırabilir.

Bekâret muayenesi ve zar diktirme gibi uygulamalar yet­mezmiş gibi, başımıza bir de 2003 yılında dünya tıp literatü­rüne kazandırdığımız “alternatif kapalı himen tedavisi” çık­mıştır. Himen sanıldığının aksine genellikle vajina girişini kıs­men kapayan bir zardır. Doğuştan kapah himen, adından da anlaşıldığı gibi, himenin vajina girişini tamamıyla kapaması durumudur ve himenle ilişkili tek tıbbi sorundur. Himen ka­palı olduğunda, âdet kanı ve vajina sıvıları bedenden çıkama­dığı için vajina içerisinde birikir ve tedavi edilmediğinde karın bölgesinde şişmeye, sancıya, enfeksiyona ve zamanla kısırlığa yol açar. Kapalı himen sorunu genellikle âdet başlangıcına ka­dar fark edilmez. Dolayısıyla hastaların çoğu 18 yaşın altında­dır. Kapah himenin çözümüyse çok basittir. Himen haç şeklin­de kesilir, tekrar kapanmaması için dikilir ve vajina içerisinde birikmiş olan kan, enfeksiyona yol açmaması için temizlenir.

Ancak “sağlam” ya da “bozulmamış” himenin, bekâretin simgesi olarak görüldüğünü hatırlarsak, bu klasik tedavi yön­temi, bekâretin bozulması olarak algılanabilir. Bu yüzden Tür­kiye’de kapalı himen operasyonu geçiren kadınlara, “Kızlık zarı tıbbi nedenlerden dolayı açılmıştır,” diyen bir rapor veril­mektedir. Güya kadını korumak amacıyla verilen bu raporla, tıp kurumu, bekâretin tıbbi ya da fiziksel bir temeli yoktur de­mek yerine, ataerkil düzenin bekâret beklentisini doğrulamak­ta ve daha da güçlendirmektedir.

Konya Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kadın Doğum ve Jinekoloji Bölümünde öğretim üyesi olan bir grup doktor, böyle bir raporun yetersiz olduğunu düşünerek, “bekâret bo­zan” klasik tedaviye alternatif olan ve “bekâret bozmayan” bir yöntem geliştirmiş ve Avrupa’nın saygın tıp dergilerinden, Eu- ropean Journal of Obstetrics & Gynecology and Reproductive Bi- ology’de (Avrupa Kadın Doğum, Jinekoloji ve Üreme Biyolojisi Dergisi) yayımlanan makaleyle yöntemi tıp dünyasına tanıt­mıştır (2003). Burada kısaca makaleye ve yöntemi bulan eki­bin başındaki doktor Ali Acar’la 2005’te gerçekleştirdiğim rö­portaja dayalı olarak bu alternatif işlemden söz edeceğim.

Kapah himenin zaten basit ve güvenli bir çözümü varken, doktora bu yepyeni yöntemi bulduran, kapah himen teşhisiyle üniversite hastanesine sevk edilen bir hastanın babasının şu acı­masız sözleridir: “Şimdi, babasının söylediği şu, kızlık zan çok önemli, belki kızdan daha önemli. Ama diyor ki başka çaresi yoksa da, kız tamamen açılsın.” Burada hastanın babasına, “Hiç­bir şey, hele işlevsiz bir zar, kızınızın sağlığından daha önemli olamaz,” demek yerine, doktor o anda çok daha zahmetli, yep­yeni bir yöntem buluyor. Oysa kendisinin de söylediği gibi, kla­sik yöntem hem hasta açısından hem de doktor açısından çok daha kolay: “Haç şeklinde açıp boşaltmak bizim açımızdan daha kolay, tedavi olmuş olur. Başka soru işareti olmaz.”

Burada ilginç olan bir başka nokta da doktorun İnmeni iş­levsiz bir zar olarak tanımlamasıdır. Kendisine himenin yapısı­nı ve bedenimizdeki işlevi sorduğumda, Acar şöyle cevap ver­di: “Himen mukoza bir yapı. Vücutta fiziksel olarak, daha doğrusu fonksiyon olarak bir görevi yok.” Bu sözleri söyledik-

len sonra daha da açıklamak için eline bir paket kağıdı aldı ve şu benzetmeyi yaptı: “Bunun anlamı ne? Daha önce kimse aç­madı bunu. Kağıt içerisinde geliyor, kapalı. Daha önce kulla­nılmadı. Himenin görevi o. Bir organ olarak görevi yok. Hani olanın sağlığı iyi olur, olmayanın kötü olur gibi bir şey yok.” Burada insanı şaşkına çeviren, doktorun, himenin bedensel hiçbir işlevi olmadığını bilmesine karşın, sırf bu sağlık açısın­dan işlevsiz zan kurtarabilmek için onca zahmete girerek yep­yeni bir yöntem yaratmasıdır. Bu örneğin de açıkça ifade ettiği gibi himenin tek işlevi, kadının bir başka erkek tarafından kullanılmadığını gösteren bir “mühür” olarak görülmesidir. Kadını alman, satılan, kullanılan bir malmış gibi metalaştıran bu himen tanımı, ataerkil zihniyetin bir yansımasıdır. Bu tanı­mın bir başka uzantısı da, düğünlerde gelinin beline takılan ve gerdek gecesinde gelinden akması beklenen kanı simgeleyen kırmızı kurdeledir. Kurdeleye sanlı açılmamış bir hediye pake­ti gibi, kadın bedeni, evlilik yoluyla babadan kocaya geçer.

Acar’ın geliştirdiği alternatif yöntemde, himenin üzerinde iğneyle küçük bir delik açılıyor, deliğe foley sonda takılıyor ve vajina içi temizleniyor. İşlemi, kulak delinmesine benzeten Acar’ın açıklamasına göre, tıpkı kulakta açılan deliğin kapan­maması için bir süre küpe takılması gibi, bu işlemde de sonda iki hafta boyunca kadının vajinasında kalıyor. Enfeksiyon ris­kine karşı hasta bir süre antibiyotik ve himende açılan deliğin kenarları birleşmesin diye östrojen kremi kullanıyor. İki hafta sonra sonda çıkarılıyor ve hasta altı ay boyunca kontrole geli­yor. Dikiş ve lokal anestezi kullanmadığı için kendi geliştirdiği yöntemi savunan Acar, bunlann kullanıldığı klasik yöntemin sırf bu yüzden daha agresif ve invasif (bedene daha fazla mü­dahale eden) olduğunu ileri sürse de, iki hafta boyunca vajina­sı içinde sondayla yaşamak ve altı ay boyunca doktor kontro­lüne gitmek zorunda kalan kadının çektiği eziyet düşünüldü­ğünde hangi yöntemin daha tercih edilir olduğu sorusu mec­buren takılıyor insanın akima.

Gerdek gecesinde kanasın diye kızının çektiği bu eziyeti sağlığına yeğ tutan bir baba, hasta yerine hastanın babasını ve kendi ataerkil iç sesini dinleyen doktor, bu gereksiz yöntemi dünya tıp literatürüne tanıtmayı kabul eden bir tıp dergisi... ve bunlar arasında jinekolog masasında uzanmış, görülmeyen, duyulmayan, dinlenmeyen bir kadın. Himeninde bakireyim diye bağıran minicik bir delikle, gerdek gecesinde bu kadın ne kadar acı çekecek diye soran yok. Bu soruyu Acar’a sordu­ğumda cevabı şu oldu: “İyi hatırlattınız, onu söylemeyi unut­tuk. Hastalara zaten söylüyoruz bunu. Eğer ilk gece ilişkide zorlanırsanız zorlamayın. Eşinizle beraber gelin. Zaten kızlık zarının sağlam olduğu kesin. Biz eşinize açıklar ve açanz diyo­ruz. Şimdiye kadar o şekilde bir hasta oldu." Doktorun burada duyduğu endişe yine doğrudan hastaya değil, eşine yöneliktir. Doktor hastayı uyarırken bile, hastaneye eşiyle birlikte gelme­sini istiyor çünkü asıl konu, kadının acısız, zorsuz bir ilk cin­sel ilişki yaşaması değil, kocasının bekâret kaygısıdır. Burada endişe yaralan, kadını gerektiği gibi kocasının kanatarak değil, doktorun bisturiyle “açacak" olmasıdır. Ama Acar’ın da dediği gibi, aslında ortada sorun edilecek bir durum yoktur çünkü “kızlık zarının sağlam olduğu kesin.” Ne de olsa bir doktor olarak zarın bölünmez bütünlüğünü bozmamak için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Ayrıca Acar’ın ima ettiği gibi, hasta­neye bu nedenle o zamana kadar sadece bir hastanın gelmiş olması operasyonun başarılı olduğunu mu, yoksa zifaf yata­ğında vurdumduymaz kocalara ve acı çeken kadınlara alışkın olmamızı mı kanıtlar?

Bekâretin yüzyıllardır aile, eğitim, tıp, yasa, din gibi ataerkil kurumlar tarafından bedenlerimiz üzerine inşa edilen gerçek­liğini bir anda yok etmeye belki şimdilik gücümüz yetmez. Ama bir yerden başlamak gerek - susmamaya, soru sormaya, eleştirmeye, görünmeyeni görünür kılmaya, yıkıp yeniden kurmaya. İşte bu önsöz, bu kitap böyle bir başlangıç niteliği taşıyor. Bekâretin tarih boyunca ne olduğunu ya da olmadığını sorgulayarak bedenlerimiz, cinselliklerimiz ve yaşamlarımız üzerinde kurduğu kanlı hakimiyete bir son vermek için Han- ne Blank’le birlikte çıktığımız bu yolculuğun amacına ulaşma­sı dileğiyle...

KAYNAKÇA

Acar, A., Çelik, C.. Çiçek, N„ Gezginç, K.. & Akyûrek, C. (2003), “Trealmenl of Inıperforate Hymen by Application of Foley Cathcter" (Foley Sonda Uygula­masıyla Kapalı Himen Tedavisi). European Journal of Obstetrics & Gynecology anıt Reproductive Biology (Avrupa Kadın Doğum, Jinekoloji ve Üreme Biyolojisi Dergisi), 106, 72-75.

Buder, J. (1987), “Variations on Sex and Gender: Beauvoir, Wittig and Foucault" (Cinsiyet Üzerine Çeşitlemeler: Beauvoir, Wîttig ve Foucault), S. Benhabib, & D. Comell (Editörler), Fenıinism as Crit'ufue: On the Politics of Gendcı (Eleştiri Olarak Feminizm: Cinsiyet Politikası Üzerine) (128-142), Minneapolis: Uni- versity of Minnesota Press.

Çevik, E., Tapucu, A.. & Aksoy, S. (2003), “Toplumsal ve Etik Bir Sorun Olarak Kızlık Zan İncelemesi”, Türkiye Klinikleri Tıp Etiği-Hukuku-Tarihi Dergisi, 11(3), 170-177.

Daly. M. (1978), Gyıı/ecology: The Mctacllücs of Radical Fenıinism, Boston: Beacon Press.

El Saadawi, Nawal. (1980), The Hidden Face of Eve: Women in the Aralı World (Havva’nın Gizli Yüzü: Arap Dünyasında Kadınlar), çev. S. Hetata. Boston: Be­acon Press.

Frank, M. W., Bauer. H. M., Arıcan, N., Korur Fincancı, S., & lacopino, V. (1999), "Virginity Examinations in Turkey: Role of Forensic Physicians in Controlling Female Sexuality” (Türkiye’de Bekâret Muayeneleri: Kadın Cinselliğinin De­netlenmesinde Adli Tıp Doktorlarının Rolü), JAMA, 282(5), 485-490.

Human Righıs Watch (HRW) (İnsan Haklan İzleme Komitesi) (1994), A MaUeroJ Power: State Control of Women’s Virginity in Tuıkey (Bir Güç Meselesi: Türki­ye’de Kadınların Bekâreti Üzerindeki Devlet Denetimi). 14 Nisan 2005 tarihin­de kuruluşun internet sitesinden erişilmiştir: http://www.hrw.org/ re- ports/1994/turkey/TURKEY.pdf

Organisalion Mondialc Conıre la Torture (OMCT) [İşkenceye Karşı Dünya örgü- lüj (2003). Violence Against Women in Turkey: A Repon to the Committee Aga- iııst Torture (Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet: İşkenceye Karşı Komiteye Su­nulan Rapor). 2 Kasım 2005 tarihinde kuruluşun internet sitesinden erişilmiş­tir: http://www.omct.org/pdf/vaw/publications/2003/eng_2003_09_turkey.pdf

Panelde Bekâret Tartışması. (22 Eylül 1990). Cumhuriyet Kent-Yaşanı sayfası.

Seral. G. (2004), “Virginity Tesıing in Turkey: The Legal Context" (Türkiye’de Be­kâret Testinin Yasal Bağlamı), in P llkkaracan (Editör), Wonıen and Sexuality in Muslini Socictıcs (Müslüman Toplumlarda Kadın ve Cinsellik) (413-416), İs­tanbul: Women for Women’s Human Rights (WWHR) - New Ways (Kadının İnsan Hakları için Kadınlar - Yeni Yollar).

Uluslararası Af Örgütü. (2003). Türkiye - Kadınlara Yönelik Gözaltında Cinsel Şid­dete Son. 25 Haziran 2008 tarihinde kuruluşun internet sitesinden erişilmiştir: http://www.amnesty.org. tr/yeni/index.php?view=anicle&catid=70&id=209& option=com_content

Uzcl, D. (2006), Mor Menekşeler, İstanbul: Çitlembik Yayınlan.

Yalçın, H., Yalçın, S., & Murathan, B. (25 Aralık 1988), "Harita Genel Komutanlı­ğı: Memuriyete Girişte Kızlık Muayenesi." Ikihin’e Doğru, 53, 8-12.

TEŞEKKÜR

Yazdığım bölüm taslaklarını okuyup eleştiren, bir nebze de ol­sa bekâret konusunda bildikleri ne varsa beni haberdar eden, beni farklı kaynaklara yönlendiren, uzmanlık alanlarından yo­la çıkıp bana öneriler veren, çevirilerde yardımlarını esirgeme­yen, ben Buffy the Vampire Slayer’ın bölümlerini izlerken be­nimle takılan ve genel olarak bu uzun ve çoğu zaman delirtici projeyi aklımı yitirmeden tamamlamama yardım eden dostla­rım ve iş arkadaşlarıma ne kadar teşekkür etsem azdır; hepsi­ne sonsuz minnettarım. Teşekkürlerimi sunmak istediğim çok kişi var ama özellikle Rahne Alexander, S. Bear Bergman, He- ather Corinna, Dr. Leigh Ann Craig, Melissa Fox, Roxane Gay, Dr. Lesley A. Hail. Laura Waters Jackson, Dr. Helen King, Dr. Kathleen Kennedy, Keridwen Luis, Dr. Sarah Monette, Moira Russell, Danya Ruttenberg ve Elizabeth Merrill Tamny'ye kat­kılarından dolayı çok teşekkür ediyorum. Ayrıca bu projenin çeşitli aşamalarında bana yardımcı olan stajyerlere teşekkür etmeliyim: Kristen Simpson, Judy Berman, Kaıe McGill ve eşi bulunmaz Beverly Rivero. Bu kişilerin yanı sıra, Massachusetts Institute of Technology Dibner Library’den (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü Dibner Kütüphanesi) Philip Cronen- wett’e, Museum of Menstruation’dan (Âdet Müzesi) Harry Finley’ye, Smithsonian İnslitution Libraries’den (Smithsonian Kurumu Kütüphaneleri) Erin Clements Rushing'e ve Folger Shakespeare Library’den (Folger Shakespeare Kütüphanesi) Bettina Smith’e, uzman tavsiyeleri ve yardımları için minnetta­rım. Üstün çabalarıyla, çalışmamın şu anda elinizde tuttuğu­nuz kitap haline gelmesini sağlayan, Bloomsbury üSAden Co- lin Dickerman, Lindsay Sagnette, Greg Villepique ve özellikle de Christopher Schelling’e en içten şükranlarımı sunuyorum. Bu kitapla var olan her türlü hata ya da yanlışlık sadece bana aittir.

Yaptıkları örnek niteliğindeki tarihsel, arşivsel ve tıbbi çalış­malardan bu sayfalarda yoğun bir şekilde faydalandığım bir­kaç bekâretbilimciye teşekkürü borç bilirim; onlar olmadan bu kitabı yazamazdım: Abby Berenson, Peter Brown, John Bugge, Laura Carpenter, Theodora Jankowski, Kathleen Coy- ne Kelly, Helen King, Helen Rodnite Lemay, Marie Loughlin, JoAnn McNamara, Aline Rousselle ve Giulia Sissa.

Towson Üniversitesi’ne bağh The İnstitute of Teaching and Research on Women (Kadınlar Üzerine Öğretim ve Araştırma Enstitüsü) (1TROW) (Towson, Maryland) ve yöneticisi Dr. Karen Dugger, 2004-2005 sırasında beni Enstitünün Destekle­diği Araştırmacı olarak misafir elliler. Bu kitap ITROW’un ba­ğımsız bir araştırmacıyı yardımsever bir şekilde kanatlan altı­na almasına ve ona son derece önemli bir zamanda “kendisine ait bir oda’’ temin etmesine çok şey borçludur.

Aynca Johns Hopkins Üniversitesi’nin Kadın ve Cinsiyet Araştırmaları Programı’na, Johns Hopkins Felsefe Bölümü’ne, Commonwealth Üniversitesi’nin Tarih Bölümü ne, Delaware Üniversitesi’ne ve Wesı Virginia Üniversitesine çok teşekkür ediyorum. Bu yerlerin her biri, araştınna ve yazma sürecimin çeşitli aşamalannda, tenha ofisimden dışarı çıkıp bu malzeme­lerin bir kısmını yaşayan, nefes alan ve iletişim kuran seyirci­lere sunmam için bana misafirperver fırsatlar sağlamıştır.

Bu kitap için yaptığım araştırmaların çoğunu gerçekleştirdi­ğim Johns Hopkins Üniversitesi’nin çeşidi kütüphaneleri ve Kongre Kütüphanesi, belki de bu araştırmadaki en önemli ku­rumsal hayırseverlerdi. Bunlar gibi büyük kütüphanelerin var­lığı, insan türünün ayrıcalığına bir işarettir.

Son olarak burada herkesin önünde, uzun saatler boyunca bitmek bilmeyen araştırma malzemelerini toplamama taham­mül ettiği, ihtiyacım olduğunda Star Trek (Uzay Yolu), The Thin Man (İnce Adam) filmleri ve Karaman Damacy oyunuyla dikkatimi dağıttığı için ve en önemlisi de, on yıldır (hâlâ sayı­yorum!) sevgi dolu pannerim olduğu için Malcolm Gin’e te­şekkür etmek istiyorum.

EKSTRA BEKÂRET: OKUYUCULARA NOT

Bu kitap üzerinde çalışırken, kitabın alı başlığını “Bekâret Hakkında Bildiğinizi Sandığınız Her Şey Yanlış” koyacağım di­ye arkadaşlarımla dalga geçiyordum. Birçok insan gibi, hatta belki de birçoğunuz gibi, bu çalışmaya başladığımda, o za­manlar önemsiz olduğunu düşündüğüm bekâret konusunda bilinecek ne varsa her şeyi bildiğime inanıyordum. Kadın ve toplumsal cinsiyet konusundaki araştırmalarım ve insan cin­selliği alanında yapmış olduğum akademik ve profesyonel ça­lışmalarım elbette bekâret konusunda bana bilmem gereken her şeyi öğretmiştir diye düşünüyordum.

Ne kadar da yanılmışım. Cinsellik dersi verdiğim bazı er­genlerin sorularına yanıt bulmak üzere bekâretin tıbbi tanım­larına bakmak için gittiğim Harvard Üniversitesi’nin Count- way Tıp Kütüphanesinden içeri adımımı atar atmaz, varsa­yımlarım defalarca kökünden sarsıldı, beklentilerim allak bul­lak, önyargılarım paramparça oldu. Sinirlerim bozula bozula göz gezdirdiğim tıp kitaplarının çoğunun bekâret konusunu tartışma zahmetine bile girmediğini keşfettim. Konudan bah­seden kitaplarsa nadiren bekâretin tanımına yer veriyor gibiy­di. İnsan bedeniyle bu kadar yakından ilgili, varlığı ve önemi binlerce yıldır sürekli vurgulanan, ama buna karşın nasıl ol­duysa modem tıp literatüründe neredeyse hiçbir iz bırakma­yan bir konuya rastlamak beni hem şaşırtmış hem de son de­rece büyülemişti.

Araştırmaya devam ettim. Birkaç ay sonra bekâret ve bakire­ler hakkında bilinecek çok da fazla bir şey olmayabileceğini düşünmeye başladım. Konuyla bağlantılı çok az bilgi buluyor­dum ve bulmayı umduğum konunun kapsamlı bir açıklaması­nı yapan hiçbir kaynak da yoktu ortalıkta. Her ne kadar benim ilgi alanım sadece Batı dünyasındaki bekâret ve bakirelerle sı­nırlı olsa da, kısa zamanda fark ettim ki bekâretin kapsamlı bir araştırmasını okumak istiyorsam, bunu kendim yazmak zo­rundaydım. İlk araştırmam sırasında kütüphane raflarında bulduğum bilgi kırıntılarını hatırlayınca, bu işin o kadar da zor olmayacağını düşündüm.

Tabii ki bu konuda da çok geçmeden gülünç duruma düşe­rek yanıldığımı anladım. Ortaçağ ve Rönesans dönemlerinin bekâretle ilgili sorularına cevap arayan, çoğu edebiyat ve din tarihçilerinden oluşan kendi halinde bir avuç bilginin eserleri­ni okumaya başladım. Bu bilginlerin kitap ve makaleleri — ki onlar olmasaydı bu kitap hiç var olamazdı, karanlıkta yoluma ışık tutan fenerlerim oldu. Ama bu küçük ilim birikintisinde her sayfa çevirişimde, sanki kafamda düzinelerce yeni soru oluşuyor gibiydi. Kısa zamanda fark ettim ki istediğim kitabın var olmamasının nedeni, bu kitabı dolduracak kadar çok bilgi bulunmaması değil, konunun çok uzun zamandır ihmal edil­miş olmasıydı. Konuya ilişkin bilgi, sayısız bilim dalı ve disip­line dağılmış, tamamıyla düzensiz ve çoğu zaman da erişilmesi güç bir durumdaydı. Bekâret zaten, ister toplumsal, dinî, fizik­sel ister başka açıdan kuıgulansın, yapısal olarak bir tabu, be­lirsiz ve halta kasten gizlenmiş bir konu değil mi?

Bekâretin tarihi ve yapısıyla ilgili sorularıma cevap vermek hayatımın dört yılını büyük ölçüde işgal eden uğraş oldu. Hu­kuk, tıp ve sanat alanlarındaki uzmanlık kütüphaneleri, beşeri bilimlerin araştırma derlemeleri, arşivler, röportajlar, müze koleksiyonları, internet siteleri ve birçok farklı ülkeden yığın­la hükümet belgesini kapsayan disiplinlerarası çılgın bir çöp avına giriştim. Kendimi, kâh bekâret pomosu ürünlerini ince­lemek için ziyaret etliğim “yetişkinlere özel” kitapçılarda, kâh bekâret yanlısı reklam panolarının fotoğrafını çekmek için git­tiğim şehrin yoksul ücra köşelerindeki kirli otoparklarda bul­dum. Başka yerlerde bulamadığım bilgilerin peşinden heye­canla koştururken, sadece bildiğim yabancı dillerde yazılmış kaynaklar için değil, bilmediğim Yunanca, Portekizce, İsveççe gibi dillerde yazılan kaynaklar için de pazarlık etmeyi (bazen işkence çekercesine) öğrendim. Kaymak ne olursa olsun ya da ne zaman yazılmış olursa olsun, bekâretle ilgili bilgilerin çoğu zaman önyargıdan, batıl inançtan ya da en basiti, “herkesin bildiği şeyler” görünüşü altında akademik kitaplara bile kolay­ca sızan yanlışlıklardan muaf olmadığını çarçabuk öğrendim. Verileri konu sapmalarından ayırmak, araştırmama bambaşka zorluklar ekledi.

Sonuç olarak sorunum, bekâret ve bakireler üzerine çok az bilgi olması değil, aksine, çok fazla bilgi olmasıydı. Kimi za­man insanı bunaltan, bu ilerlemesi güç sularda yolculuk etme işini okur için biraz daha kolaylaştırmak amacıyla, kitabı iki kısma ayırdım. Bekâretbilim başlıklı ilk kısım, bekâretin tıbbi ve bilimsel yönleri konusuna odaklanırken, ikinci kısım olan Bakire Kültürü, bekâretin toplumsal ve kültürel yönleriyle il­gileniyor. Her ne kadar Bekâretin El Değmemiş Tarihi'ni müm­kün olduğu kadar kapsamlı tutmaya çok uğraşmış olsam da tek bir kitabın böylesine geniş bir konuda tamamıyla etraflı bir kaynak olamayacağını biliyorum. Bu kitabın her bölümü rahatlıkla başlı başına eksiksiz bir kitap olabilir ya da bazı du­rumlarda birden fazla kitap doğurabilir. Bekâret ıvır zıvırıyla ilgili bazı şeyler bu sayfalarda yoksa ya da bekâret ve bakireler­le ilgili belli sorular burada yanıtsız bırakılmışsa, bunun nede­ni muhtemelen adı geçen ıvır zıvıra rast gelmemem ya da bu soruları araştırmamam değil, ne benim ne de çalışkan editör­lerimin her şeyi buraya sığdıracak bir yol bulamamamızda. Bekâret ve bakireler konusunda benim burada bahsedebildi- gimden çok daha fazla ve hızla artan miktarda bilgi var ve çok daha fazlası da keşfedilmeyi bekliyor. Ancak bu kitaptan edin­diği deneyimi genişletmek isteyen okurlar, bazı seçme bölüm­lere VirginBook.org adlı internet sitesinden ulaşabilirler.

Bu internet sitesinde ve tabii ki bu sayfalarda okuduklarınız kafanızı karıştırabilir, sizi rahatsız edebilir ya da şaşırtabilir. Doğrusu umarım öyle de olur. Araştırmam sırasında defalarca bekâret ıvır zıvınyla ilgili komik bir şeylere kıkırdadığım oldu, ama her an dehşet içinde irkilmeye, acıyla ve anlayışla ağlama­ya ya da kadın düşmanlığının bekâret adına haklı gösterilmiş başka bir örneğine daha sinirden köpürmeye de bir o kadar hazırdım. Ancak tüm bunlardan daha da çok, şaşırdığımı fark ettim: Bin yıllardır değişmeyen şeylere, ancak benim ömrüm­de değişebilmiş şeylere, bekâretin söz konusu olduğu durum­larda çoğu zaman gerçekmiş gibi kabul gören asılsız fikirlere ve en önemlisi bana doğru olduğu söylenen ama aslında açık­ça yanlış olduğu ortaya çıkan şeylere şaşırdım. Bu önsözün ba­şında da bahsettiğim gibi, kitabın alı başlığı gerçekten de “Be­kâret Hakkında Bildiğinizi Sandığınız Her $ey Yanlış” olmalıy­dı aslında.

Bu kitap, bekâret ıvır zıvırından oluşan bir karışık pizzadan çok daha fazlasını içeriyor. Kitap hem eski zamanlardan kal­ma, hem soyut, hem kesinlikle çağdaş, hem son derece mah­rem bir konu üzerine. Bekâret dünya üzerinde, ki bu kesinlik­le gelişmiş ülkeleri de kapsamaktadır, yaşam ve ölüm konusu olmuştur ve hâlâ da olmaktadır. Bekâret, sayısız fıkranın teme­li, ebedi sanatın konusu, tinsel gizemlerin merkezi, ergenlerin korkulu rüyası, pornografinin gözde çeşitlerinden biri ve dün­yanın en güçlü devletlerinden birinin uğruna eşi benzeri gö­rülmemiş bir politika yarattığı bir odak noktasıdır. Bütün bu nedenlerden ve başka birçok nedenden dolayı, sizlerle büyüle­yici, el değmemiş bir tarihe doğru yol alacağımız bu kız oğlan kız yolculuğa çıkmak üzere dümen başında olmaktan onur duyuyorum.

BİRİNCİ KISIM

Bekâretbilim

Bekâret dediğiniz bu ilah

Ne gözle görülür bir nitelik,

Ne de tabi başka bir harici duyuya.

Ne bir yeri var ne de yurdu,

Ne çıkar topraktan ya da kutsal bir kalıptan,

Ne de girebilir bir şekle.

Varlığı olmayan şey için övünme;

Hiç olmayan şeyler asla yitirilmezler.

- Christopher Marlowe, Hero and Leander (Hero ile Leandros) (1598)

BİRİNCİ BÖLÜM

Bir Bakire Gibi?[1]

Emin olmak yeterince kolaydır. Sadece gerektiği kadar belirsiz olun yeter.

- Charles Sanders Peirce

Neyle ölçerseniz ölçün bekâret aslında yoktur. Terazide tanıta­maz, yeraltı mantarı ya da bir tomar kaçak kokain gibi koku­sundan tanınamaz, kayıp eşya bürosundan geri alınamaz ya da gelecek nesiller için fotoğrafı çekilemez. Adalet ya da merha- mel gibi, bekâretin var olduğunu da ancak varlığının etkilerin­den ya da yan etkilerinden belirleyebiliriz. Birçok alışkanlığı­mızın ya da davranışımızın alisine bekâret, ne bilinen bir biyo­lojik ihtiyacı yansıtır ya da kanıtlanabilir bir evrimsel üstün­lük sağlar; ne de başkalarında olup olmadığını anlayabilme­nin, binlerinin üreme ya da hayatta kalma olanağım artırdığı görülmüştür. Belki de bu yüzden, cinsel davranışları ve top­lumsal yapıları başka açılardan bizimkisine şaşırucı derecede benzeyen en yakın hayvan akrabalarımızın bile bekâretin ne olduğunu bildiklerine dair hiçbir iz göremezsiniz.

Bekâretin ayıncı özelliği, tıpkı insanseverlik gibi insana özgü bir tasanm olmasıdır. Bekâreti biz icat ettik, biz geliştirdik. Kültürlerimiz, dinlerimiz, yasal sistemlerimiz, sanat eserlerimiz ve bilimsel bilgi üreten çalışmalarımızla yaydığımız bir fikirdir bekâret. Bedenlerimizi ve kişiliklerimizi nasıl algıladığımızın ve yaşadığımızın ayrılmaz bir parçası olarak sabitleştirdiğimiz bir fikir. Üstelik bütün bunları, aslında bekâreti tutarlı bir şekilde tanımlayamadan, doğru bir şekilde saptayamadan ya da bekâ­retin nasıl ve neden işlediğini açıklayamadan yaptık.

Bugün bekâreti nasıl tanımlıyoruz? Geçmişte nasıl tanımla­dık? Kimin bakire olup kimin olmadığım nasıl ayırt ediyoruz? Bekâretin ne olduğunu, ne işe yaradığını ve ne anlama geldiği­ni nasıl biliyoruz? Bunun gibi bir kitabın temelini oluşturan bu sorular, en dikkatli ve bilgili olanımızı bile şipşak yargılara varmaya ve pat diye düşünmeden cevap vermeye teşvik ede­cektir. Konu cinsellik ya da ahlâk olduğunda, belirsizliği hoş karşılamayan bir kültürde yaşıyoruz; bekâret de bu iki konuy­la ayrılmaz derecede sarmaş dolaş olduğuna göre...

Ergenlik döneminde hepimiz “Bakire misin?” sorusunun bir doğru bir de yanlış cevabı olduğunu öğreniyoruz. Doğru ceva­bın ne olduğu özellikle soruyu kimin hangi şartlarda sorduğu­na bağlı olabilir. Nasıl tanınmak istediğimiz, cinsel ilişki hak­kında konuştuğumuzda çoğu zaman gerçeğin kendisini bastı­rır ve bekâret konusu da buna bir istisna oluşturmaz. Ancak şartlar ne olursa olsun, bekâret sorusuna verilebilecek ikiden fazla cevap olasılığı bulunduğunu hiç fark etmeyiz. Öyle ya, bize öğretilen bir katı durum örneği; ya açık ya kapah, ya evet ya hayır. Bu iki seçeneğin, böylesine özel bir konumu tanımla­yabilmek için yeterli olduğunu varsaymakla kalmıyoruz, bir de bu seçenekleri kullanan herkesin aynı şeyi kastettiğini var­sayıyoruz. Oysa birçoğumuzun farkına vardığı üzere, durum aslında hiç de böyle değil. Gerçek yaşam darmadağınık ve kafa karıştıran değişkenlerle dolu. İstisnalar kaçınılmaz: Ya azıcık girdiyse? Ya kanamadıysa? Gri renkli alan fazlaca geniş ama hâlâ, “Bakire misin?” sorusuna “Belki," diye bir cevap seçe­nekten sayılmıyor. Bu konuda yaşadığınız herhangi bir tered­düt kendi özel sorununuzdur ve çoğunca da özel cehennem azabmızdır. Sonuçta neredeyse hepimizin büyürken öğrendiği gibi, “herkes bekâretin ne olduğunu bilir."

Oysa gerçekte tabii ki herkes kimi neyin bakire yaptığını ya da yapmadığını bilmez. Aslında bunu neredeyse hiç kimse bilmez. Üstelik bu söz konusu durum hiç de yeni bir şey de­ğildir.

Bekâret kavramını yarattığımızdan beri, kavramın ölçütleri hem tartışma konusu olmuş hem de sık sık belirsiz kalmıştır. Hıristiyanlık öncesi Yunan yazılarında bile bekâretten mecazi olarak, muğlâk işaretsel terimlerle bahsetme eğilimi görülür. Bağlama ve yazara bağlı olarak Yunan bekâreti, ele geçirilebile­cek bir nesne (lambanein), saygı gösterilmesi gereken bir de­ğer (tercin) ya da açılması veya çözülmesi gereken sarıp sar­malanmış bir şey (lyein) olarak tarif edilebilirdi. Şartlara ve ya­zarın bu konuda ne söylemesi gerektiğine bağh olarak bekâret, mecazi, soyut ya da fiziksel, dışarıdan dayatılmış ya da içten esinlenilmiş, koruma altına alınmış ya da çalınmış, üstü ka­panmış ya da açılmış olabilirdi.

İnsanların farz ettiğinin aksine Hıristiyanlık, bekâret karma­şasına bir açıklık getirme konusunda başarısız olmuştur. Kilise İleri Gelenleri’nin en saygını bile bekâretin nasıl tanımlanması gerektiği ya da bakirelere nasıl muamele edilmesi gerektiği ko­nusunda bir uzlaşmaya varamamış, bu bekâret tartışmaları bin yıllar boyunca içten içe kaynamaya devam etmiştir. Örneğin 13. yüzyıl tannbilimcisi Thomas Aquinas’a (Aquinah Thomas) göre bekâret, ölçülü olmanın getirdiği erdemliliğin kendisine has bir özelliği ve "iffet” damgasını taşıyan davranışlar sınıfı­nın bir ak sınıfıydı. Ancak Aquinas aynı zamanda iffetin, bir özel bir de mecazi olmak üzere iki anlamı olduğunu söylemiş­tir. Birinci anlam özellikle cinsel zevklere gönderme yaparken, ikinci anlam Tann’nın tasarımına karşı yargılanacak şeylerden zevk almayı reddetmeye dayalıdır ve birinci anlamdan daha geniş kapsamlı olan spiritualis castitas, yani tinsel iffetten bah­seder. Bu bana pek de yalnızca evet ya da hayır cevaplarının yeterli olduğu bir âlemmiş gibi görünmüyor.

Bekâret konusunda ne edebiyat ne de tıp, işleri basitleştir­miştir. Aquinalı Thomas’tan üç yüz yıl sonra, 16. yüzyıl yazarı Thomas Bentley, The Monument of Matrones, conteining seven severall Launıps of Virginitie (Bekâreti İnceleyen Yedi Ciltlik Kadınlara Ait Eser) adlı kitabında, bekâreti, “ağırbaşlılık, ses­sizlik, utangaçlık ve hem bedenin hem aklın iffetli olmasf’m kapsayan uzun bir davranış listesiyle tanımlamıştır. Bent- ley'den yaklaşık elli yıl sonra yazan Doktor Helkiah Cro- oke’un, “lekelenmemiş bekâretin tek güvenilir kamtı”mn yeni keşfedilmiş olan vajina himeni[2] olduğunu iddia etmesine kar­şın, aslında bundan o bile emin değildir. Himenin teşhis koy­ma konusundaki değerini övdüğü aynı satırlarda Crooke, be­kâret için, kafayı bir iple ölçmeye dayalı başka bir test de öner­mektedir.

O zamandan bu yana işler hiç de daha basit hale gelmemiş­tir. 1992’de, birçok gazetede birden basılan efsanevi köşe yazı­sı “Sevgili Abby”den,[3] taşıyıcı anne olarak tüp bebek yoluyla doğum yapan genç kadınların bekâreti konusunda ne düşün­düğünü yazması istenmiştir. (Abby’nin karan: Taşıyıcı anne hiç cinsel ilişkiye girmediği için, kendisine bakire deme hakkı vardır.) Son zamanlarda açıklanan, 1990’lar ve 2000’in başında tamamlanmış olan birkaç araştırmanın sonuçlarına göre, ki­min kendisini bakire ya da bakir olarak görebileceğini sorgula­yan gençler, oral seks ve anal seksin “cinsel ilişkiden” sayılıp sayılmadığı konusunda ciddi bir fikir ayrılığına düşmüş du­rumdadır.

Bekâretin Batı kültüründe uzun ve seçkin bir geçmişi vardır ama saygıdeğer ve doğruluğu kesinleşmiş tek bir ölçütü yok­tur. Kısacası bekâretin ne olduğunu ve nasıl işlediğini elbette ki “herkes” bilmiyor. Kimse tam olarak bilmedi ki. Aksini id­dia eden belli ki bu konuda yeterince okumamıştır,

“Bekâret” dediğimizde ne kastettiğimiz, tıpkı “özgürlük” de­diğimizde ne anlatmak istediğimiz gibi geçici, göreceli ve top- ium tarafından belirlenmiştir. Sevgi ve ıstırap gibi, bekâretin de kendisine göre donatılan vardır. Onunla ilişkilendirdiğimiz belli fiziksel olgular; hem başkaları hem de kendimiz için on­dan beklediğimiz birtakım koşullar ve duyumlar vardır. Bu beklentilerimiz gerçekleştiğinde tatmin oluruz, gerçekleşme­diğindeyse kafamız karışır, hatta kendimizi ihanete uğramış hissederiz. Dindarlık ve tensellikle olduğu gibi, çoğu zaman bekâretin bize, kişinin ahlâkı, kişiliği ve tinselliği hakkında bilgi verdiğine inanınz. Bekâretin dokunulabilir olduğunu, güzel bir yüz ya da güçlü bir kas gibi fiziksel bedenin bir par­çası olduğunu iddia ederiz, ama tıpkı gözle görülemeyen iç gücü ve iç güzelliğinin varlığını doğrulamamız gibi, aslında bekâretin de sırf etten çok daha öte bir şey olduğunu kabul ederiz.

Bekâret konusunu inceleyen bir kitap, bekâretin en kapsam­lı ve genel tanımının ne olduğu sorusunu doğurduğuna göre buna şöyle cevap verilebilir: Bekâret, şimdi ya da geçmişte başkalarıyla cinsel temasa girmemekle tanımlanan insana özgü cinsel bir konumdur. İyi de, bu tanım da başka sorular doğu­ruyor: Neler “cinsel temas” kapsamına girer? Bu soruya cevap verirken kimin ölçütlerini esas alacağız ve bu ölçütleri herkese ve her duruma aynı şekilde mi uygulayacağız? Kadınların be­kâretini erkeklerinkiyle; çocukların bekâretini yetişkinlerin- kiyle; bir Hıristiyan’ın bekâretini bir ateistinkiyle, Yahudi'nin- kiyle, çağımız paganınınkiyle, bir Müslüman’mkiyle ya da Bu- dist’inkiyle bir mi tutacağız?

Bakire olmadığını düşünenler genellikle bunun nedenini açıklayabilirler. Hâlâ bakire olduğunu düşünenlerse bu ko­numlarını neyin değiştirebileceğini genelde ifade edebilirler. Bizden, başka birinin bekâret konumunun değişip değişmedi­ğini saptamamız istense, çoğu zaman ne gibi ölçütler kullana­cağımızı biliriz. Ancak başkasına uygulayacağımız ölçütler, ille de kendimize uyguladıklarımızla aynı olacak değil. Üstelik ka­pı komşularımızın ya da sevgililerimizin ya da anne-babaları­mızın ölçütlerinin de bizimkilerle aynı olup olmadığını bile­meyebiliriz.

Bu. ‘bekâret görecelidir, o yüzden de tartışmaya değmez’ an­lamına gelmez. Tam tersine, bekâretin göreceli olduğunu ve bu yüzden son derece önemli olduğunu çok açıkça ortaya ko­yan ve iki bin beş yüz yılı aşkın süredir biriken bir yazılı tarih vardır elimizde. Bekâreti böylesine belalı ve büyüleyici kılan da bu göreceliliğidir aslında.

Bekâret toplumda her zaman aynı amaçlara hizmet etme­miş, aynı şekilde algılanmamış ya da aynı cinsellik, cinsel akti- vite ya da cinsel kimlik anlayışları üzerine kurulmamıştır. Hat­ta her zaman aynı beden parçalarıyla da ilgili olmamıştır: Ço­ğu zaman bugün bekâretle eş anlamlı gibi gördüğümüz ve biz­den önceki insanların da böyle düşündüğünü varsaydığımız himen, aslında 16. yüzyıla kadar bilinmiyordu bile. Batı tarihi boyunca, hukuktan dine ve tıptan sanata kadar birçok farklı alanda belirlenen çeşitli bekâreti anlama, tanımlama ve kullan­ma yollarımız, durmaksızın değişen devasa bir oluşumun, ya­ni ortak kültürümüzün şekillerini ve hareketlerini yansıtır.

Bu, bekâreti tanımlama konusunda neden bu kadar becerik­siz olduğumuzu açıklamaya yardım ediyor. İnsan yaşamı ve cinselliğinin büyük çaph alt yapısının şartlarından biri olarak, bekârete ilişkin ideallerimiz, toplumsal cinsiyet, sınıf ve ırka ilişkin ideallerimizde olduğu gibi, her zaman tarihsel duruma bağlı olmuştur. Kültürel koşullar değiştikçe bekâret konusuna yaklaşımımız da zaman içerisinde yavaşça ve çoğu zaman ken­disini fark ettirmeden, demografi, ekonomi, teknoloji, dinî dogmalar, politik felsefeler, bilimsel keşifler ve kadınlann, ço­cukların ve ailenin rollerindeki değişimleri yansıtarak değiş­miştir. Bu tür şeyler yavaş değişme eğilimi gösterdiğinden, in­sanların bunları, onlar doğmadan önce varolan ve öldükten sonra da büyük değişime uğramadan var olmaya devam ede­cek hiç değişmeyen, katı sabit gerçekler olarak görmeleri ola­ğandır. Çoğu zaman bu doğrudur, çünkü insan ömrüyle karşı­laştırıldığında, büyük ölçekli kültürel değişimler buzulların hareketini andıran bir yavaşlıkta gerçekleşme eğilimindedir. Ancak en büyük ve yavaş hareket eden buzul bile ilerledikçe karada yarıklar açar ve peşinde bir iz bırakır.

O halde, değişen bekâret ideolojileri ve uygulamalarının izi­ni sürmek için kültürel buzulları takip etmemiz gerekiyor. Be­kâretin sırlan DNA’mıza kodlanmış ya da taşa kazınmış değil­dir. Var oldukları sürece bu sırlar, romanlarda ve tiyatro oyun­larında, dinî yazılarda ve sanat eserlerinde, tıp metinlerinde ve felsefe kitaplarında, kur yapma modellerinde, evlilik gelenek­lerinde, kocakarı masallannda, meyhane şarkılarında ve hatta günlük gazetelerin köşe yazılarında varlar. Ne muazzam, bü­yüleyici ve şaşırtıcı bir gösteri.

Belki de bunu göstermenin en kolay yolu, bekâretin farklı birkaç türünü tarihsel bir bakış açısıyla gözden geçirmektir. 21. yüzyılın gündelik konuşmalarında, bekâreti sadece tek bir şekilde düşünüyoruz: Bir cinsel aktivite konusu. Birisi “o işi” ya yapmıştır ya da yapmamıştır. Buradaki eleştirel “o iş” sözü­nün neleri kapsayıp neleri kapsamadığı ciddi bir tartışma ko­nusu olabilir, ama bekâretin ve bekâret kaybının “o işi” (“o iş”in ne olduğu nasıl anlaşılırsa anlaşılsın) yapmış ya da yap­mamış olmak olarak değerlendirilmesi hiç tartışılmaz. Oysa bu, bekâreti görmenin sadece tek bir yoludur.

4. yüzyılda yazdığı De civitate Dei (Tann’nın Şehri) adlı ese­rinde Aziz Augustine, tecavüze uğramanın bekâret kaybına yol açmadığını çünkü kişinin buna bütün kalbi ve ruhuyla diren­diğini savunmuştur. Augusline'in bu düşüncesi mantıklı ini? Eğer zoraki fiziksel bir eylemden kaynaklanan bekâret kaybın­dan geri dönüşün mümkün olmadığı söylenseydi, o zaman be­kâretin ruhun bir niteliği olduğu iddia edilemezdi. Augusti- ne’in buna getirdiği çözüm, bekâretin iki meşru şekilde var ol­duğunu ortaya sürmek oldu: Bedene dayalı fiziksel bekâret ve ruha dayalı tinsel bekâret. Duruma bağlı olarak bu iki şekil birlikte var olabilirdi de olmayabilirdi de. Daha sonraları Aqu- inah Thomas’ın da savunduğu gibi, Augustine için tek bir be­kâret yoktu, bekâret birden fazlaydı.

Çoklu bekâret oldukça tutulan bir fikir oldu. 1240 civarın­da iffet üzerine bir inceleme yazan 13. yüzyıl filozofu ve bilim­cisi Alberlus Magnus [Büyük Albertus], dört farklı bekâret tü­ründen bahseder. Buna göre aklı ermemiş bebekler doğuştan

bekâret türüne sahipli. Ancak kişi ne yaptığını bilecek yaşa geldiğinde bekâretini seçmek zorundaydı. Bekâreti dinî bir ye­minin parçası olarak seçebilir ya da üzerine yemin edilmemiş daha az resmî bir bekâret tercih edebilirdi. Albertus sonuncu türü, onaylamayarak, bakire gibi görünmeyen ya da davran­mayan bakireler olarak belirlemiştir. Hatta bakirelerin bazen fahişe gibi davranabildiğini bile söylemiştir. Alberıus’a göre bekâret doğuştan gelen bir özellik ya da başka birçok farklı şey olabilirdi. Ancak ona göre bekâret kesinlikle ilk bakışta anlaşı­labilecek bir şey değildi.

Bekâret, insanlık durumunun katı, evrensel ve tarihdışı sa­bit bir gerçeği olmaktan çok uzak, canlı ve çoğunluğu sakh muazzam bir tarihi olan, köklen değiştirilebilir ve biçimlendi- rilebilir bir kültürel fikirdir. Bekâreti anlamak isliyorsak, sa­dece bugün bize nasıl göründüğünü değil, aynı zamanda biz­den önce yaşamış olan insanlara nasıl göründüğünü de anla­mamız gerekir. Bekâretin sadece çocuklarımız için içermesini istediğimiz anlamlarını değil, bizim için, nine ve dedelerimiz için ve büyük nine ve büyük dedelerimiz için içerdiği anlam­lan da anlamamız gerekir. En önemlisi de bu anlamların hep aynı olmadığını anlamamız gerekir, insanlık dunımuyla ilgili birçok şeyde olduğu gibi, bekârette de değişmeyen tek şey de­ğişimdir.

Kutuda Çizgiler

Bekâretlerin ve bakirelerin birçok farklı biçimi ve türünün ol­duğunun epeydir farkındayız. Bunları birbirinden sadece in­sanların cinsel anlamda ne yapıp yapmadıklarına bakarak de­ğil, aynı zamanda yaş, gelişim çağı, cinsiyet, dürtüler, önceki davranışlar, dinî bağlantılar ve hatta dış görünüş gibi şeylere bakarak da ayırt ettik. Ancak bütün bu özelliklerin hepsi eşil önem taşımaz. Hatla tarihin belli bir döneminde, dünyanın belli bir yerinde veya kabaca Batı dediğimiz geniş ve karmaşık çerçevenin belli bir alt kültüründe bile bu özellikler aynı şekil­de ya da aynı derecede önem taşımazlar.

Bundan dolayı aslında en önemli şey, bakireleri ve bekâreti kimin tanımladığı sorusudur. Bekâreti tanımlamak demek ne­redeyse bütün kadınların ve hatta birçok erkeğin yaşamını doğrudan etkilemek demektir. İnsanlar ne düşünürse düşün­sün, bekâreti tanımlamak sadece felsefi bir uygulama değildir. İnsanların nasıl davrandığını, hissettiğini, düşündüğünü ve bazı durumlarda nasıl yaşayıp nasıl öldüğünü denetim altında tutan bir uygulamadır.

Bekâret, bin yıllardır insan kültürlerinde düzenleyici bir ilke olarak kullanılmıştır. Geçmişte olduğu gibi bugün de, döne­minin, dininin, çevresinin ya da ailesinin bekâret diye inandığı kuralı çiğneyen herhangi bir kadın, alay edilmeye, hor görül­meye, ayıplanmaya, dışlanmaya, evlilikten men edilmeye veya evlatlıktan reddedilmeye manız bırakılabilir. Bazı yerlerde ve zamanlarda, kadının ailesi bu yüzden para cezasına ya da baş­ka tür bir cezaya çarptırılabilir ya da kadının kendisi köle ola­rak satılabilir. Dahası bekâretini kaybetmesinin cezası olarak kadın hapse atılabilir, sakat bırakılabilir, kötürüm edilebilir, kırbaçlanabilir, tecavüze uğrayabilir ve hatta öldürülebilir... Üstelik bütün bunlar bir söylenti uğruna bile olabilir. Böyle aşağılamalann ve güya namus temizleyen cinayetlerin, ancak kadınlar konusunda baskıcı ya da gerici dinî geleneklerin hü­küm sürdüğü uzak diyarlarda ya da çağdışı geleneklere bağ­lanmış, içine kapanık göçmen topluluklarda olduğunu sanma­yın ve şu olayı hatırlayın: 2004 yılının Kasım ayında, Ameri­ka’nın Alabama eyaletinin Birmingham kasabasında, on iki ya­şındaki ilkokul öğrencisi Jasmine Archie’nin bekâretini kay­bettiğini düşünen annesi, önce zorla çamaşır suyu içirerek sonra da boğarak kızını öldürmüştür.

Çok tehlikeli sonuçlar doğurabileceği için, bekâretin değiş­mez tek bir tanımının yokluğunu ve hiçbir zaman da olmadı­ğını bilmek çok büyük bir önem taşımaktadır. Daha basit bir ifadeyle, bekâret genelde, kısmi açıklamalardan oluşan karma­şık bir görüntü çeşitliliği içinde tarif edilmektedir. Bu tarif ne­redeyse her zaman sondan başa doğru ve bir şeyleri dışarıda bırakarak yapılır: Bekâretin tarifi, bekâreti neyin sonlandırdığı ve neyin bekâret olmadığı kararı üzerine kurulmuştur. Yine de ne kadar uğraşırsak uğraşalım, sanki hep su götürmez sandığı­mız en iyi tanıma bile kafa tutan, cevabı bulunamayan bir so­ru, bir istisna ya da bir durum çıkıyor.

Heteroseksüel Beyaz Kadın

Tarihin farklı bekâret türlerini araştırırken öğrendiğimiz şey­lerden biri de bekâretin aslında cinsel ilişkiye girmekle ilgili olmayabileceğidir. Üstelik farklı tarih ve kültürlerde, penisin vajinaya girmesi, yüzyıllar boyunca bekâretin ya da bekâret “kaybının” en küçük ortak paydası olmuştur.

Beden parçalanırın böyle belirli bir biçimde yan yana kulla­nılması özellikle “sevişmek” dediğimiz şey bağlamında onaya çıkabilir. Ama başka bir sürü anatomik düzenleme de bu bağ­lamda ortaya çıkabilir. Parmaklar, dudaklar, göğüsler, dil, anüs gibi birçok farklı beden parçası “cinsel ilişki” dediğimiz aktivi- telerde kullanılabilir. Hıristiyanlığın başlangıcından öncesine kadar uzanan sanat ve edebiyat eserleri, bu çeşitli tekniklerin, ister erkekler arasında, ister kadınlar arasında ya da ister bir kadınla bir erkek arasında uygulansın, hiçbirisinin modem ye­nilikler olmadığını gösterir. Cinsel aktivite her zaman penisle vajinadan çok daha fazlasını içermiştir.

Düşünmeden edemiyor insan; o zaman neden bu kadar uzun zamandır belirleyici cinsel ilişki edimi olarak düşünülen özel bir penis-vajina birleşimi, bekâreti sonlandıran edim ol­muştur? Bunun birçok nedeni vardır. Öncelikle kadınlan ha­mile bırakan tek cinsel aktivite türü penisin vajinaya girmesini kapsar. İkincisi, penisin vajinaya girmesine dayalı cinsel ilişki, insanların yapabildiği yalnızca ve yalnızca heteroseksüel olan tek edimdir. İnsanların yapabildiği, farklı beden parçalarım yan yana getiren diğer yaygın cinsel bileşimler, temelde cinsi­yet ayrımı gözetmezler. Öpüşme ve dokunma cinsiyet tanı­maz; oral seks için bir şey demeye bile gerek yoktur. Oysa pe­nisin vajinaya sokulabilmesi için bir kadın ve bir erkeğin ol­ması; ve bunların da, bir erkekle başka bir erkek ya da bir ka- dmla başka bir kadın arasında yapılabilmesi mümkün olma­yan lek belirli cinsel eylemi gerçekleştiriyor olmaları gerekir. Bu da şu demektir: En azından geleneksel kurallaşmış şekliyle bekâret yalnızca heteroseksüeldir.

Bekâret aynı zamanda dişidir de. Erkek bedeni, öyle olduğu durumlarda bile, hiçbir zaman çoğunlukla bakir diye değil, onun yerine “erden" ya da “bekâr” diye nitelendirilir. Halta Katolik Kilisesi'nde, cinsel ilişkiden uzak durma “bekâret” ola­rak değil, “bekârlık” olarak sınıflandırılır. Dahası bekâret hiç­bir zaman, erkeklerin değerine ilişkin ya da evlenilmeye uy­gun olup olmadıklarına ya da yaşamalarına izin verilip veril­memesine dair bir konu olmamıştır. Sonuç olarak da tarih bo­yunca bakireler neredeyse hep dişilerden oluşmuştur. Zaten “bakire” (İngilizce de viıgin) sözcüğü de Latince kız ya da ev­lenmemiş kadın (bu ikisi, kızların genellikle ergenlik dönemi­nin başlarında evlendirildiği eski Roma kültüründe eşanlam­lıydı) anlamına gelen ve kadın ya da karı anlamındaki uxor sözcüğünün karşıtı olan virgo sözcüğünden gelmektedir. Ben­zer dil kısaltmalarına başka dillerde de rastlayabiliriz: Yunan- ca’da parthenos (kız/bakire) ve gyne (kadın/karı), İbranice'de betulah ve almah, biraz eski İngilizce’de rnaid (kız) ve wije (ka­rı, eş). Tersi belirtilmedikçe bugün bile “bakire” sözcüğü bir dişiye işaret etmektedir.

Batı’da, bekâretin sadece cinsel yönelimi ve cinsiyeti değil, aynı zamanda rengi de vardır. Hıristiyan simgeciliği geleneksel olarak ışığı ve renk açıklığını, saflığa ve kutsallığa işaret etmek için kullanırken, karanlığı ve koyu renkleri günah ve yozlaş­mayla özdeşleştirmiştir. Beyaz Avrupah Hıristiyanlar, derileri koyu renk olan insanların yaşadığı yerleri sömürgeleştirmeye başladığında çoğu zaman bu, açık renk-eşittir-iyi ve koyu renk-eşittir-kötü zihniyetini de oralara taşımıştır. Koyu derili bu insanların güya “ilkel” olan kültürlerinin cinsel kuralları, Avrupah Hıristiyanların cinsiyet, cinsel ilişki ve aile yapılan­malarına ilişkin, normal, doğal ve hatta Tanrı vergisi kanunlar olarak gördüklerine uymamıştır. Bu yüzden de beyaz Avrupa­lIlar, Afrika, Amerika ya da başka yerlerde yaşayan yerlilerin

aşağıhk ve en küçük ahlâk anlayışından bile yoksun oldukları­nı düşünmüşlerdir. Avrupalılar bu karşılaşmalardan, bekâretin medenileşmenin, yani Hıristiyan, AvrupalI ve beyaz olanların bir özelliği olduğu sonucunu çıkarmıştır.

Bütün bunlar bugün Baıı’da bekâretin varlığını ve işlevini anlama biçimimizin bir parçasıdır. Bekâret bizden öncekiler­den aldığımız mirasın bir parçasıdır. Yaklaşık olarak son yüz­yılda bekâret ve bakireleri görme biçimimiz biraz da olsa de­ğişmiştir ama bekârete ve bakirelere dair miras aldığımız asır­lık ideolojik paradigma hâlâ sapasağlam ayakta durmaktadır. Rosie Reid olayı, bekâret ideolojisinin ne kadar yavaş ve karı­şık değişim geçirdiğinin harika bir örneğidir. 2004 yılında, Bristol Üniversitesinde okuyan on sekiz yaşındaki Rosie, eği­tim masraflarını karşılayabilmek için, internet üzerinden yapı­lan bir açık artırmada en yüksek teklifi sunan kişiye bekâretini salmaya karar vererek bir skandal yaratmıştı. Burada ne Ro- sie’nin kendisi, ne fiyat teklifi sunmaya koşan erkekler ne de hikâyeyi veren haber kuruluşları, Rosie'nin, bir taraftan kendi­sini bakire olarak ilan ederken, diğer taraftan da bir kadınla uzun süreli cinsel ve duygusal ilişki yaşayan bir lezbiyen oldu­ğunu açıkça söylemesini çelişkili buldular.

Rosie'nin bekâretinin belki de çoktan geçmişte kalmış olabi­leceği, bu hikâyeyi haber yapanlardan hiç kimsenin aklına gel­medi. Rosie’nin ve sevgilisinin, tarih boyunca kadınlarla sevi­şen yüz binlerce kadının yaptığı gibi, parmak ya da seks oyun­cağı aracılığıyla vajina yoluyla sevişmiş olabileceğini kimse tartışmadı. Maddeci ve tıbba yönelmiş çağımızda bekâretin be­lirleyici ölçütü olarak görülen himenin, Rosie’de ne durumda olduğu, haberlerde hiç sorgulanmadı. Bedeninin hiç “açılıp açılmadığı” kimsenin umurunda değil gibiydi; oysa bu, Yu­nanların çok umrunda olurdu. Rosie’nin hiç cinsel arzu duyup duymadığı ya da orgazm olup olmadığıyla da kimse ilgilenme­di; oysa bu iki şey de Ortaçağ dinbilimcilerini ve doktorlarını çok ilgilendirirdi.

Bütün bunlar yerine, Rosie’nin lezbiyen cinsel deneyimleri­nin geçerli olmadığını buyuran bir sessizlik egemen oldu dûn-

yaya. Gazeteciler için ya da Rosie’ye bir kerelik cinsel olarak erişebilme umuduyla fiyat teklifi veren onca adam için önemli olan tek şey, Rosie’ye bir penisin hiç girmemiş olmasıydı. Ro- sie Reid hikâyesinde bekâreti tanımlayan şeylerin toplam so­nucu, biyolojik bir erkek tarafından biyolojik bir kadın üze­rinde icra edilen ve yalnızca heteroseksüel bir eylem olan ‘pe­nisin vajinaya girmesi’ eylemiydi. Rosie'nin sattığı ve açık ar­tırmanın sonunda kazananın satın aldığı, aslında bir kadının kendi başına cinsel anlamda “gerçek” bir kadın olamayacağını ve bunu başarabilmesi için bir adamın penisine ihtiyacı oldu­ğunu söyleyen ideolojinin somut teyidinden başka bir şey de­ğildi.

Çeşit Çeşit Bekâret

Rosie Reid’in hikâyesi bir sürü ilginç soru çıkarır ortaya; en önemlilerinden birisi de Rosie’nin, cinsel açıdan etkin bir lez- biyen olarak temsil ettiği bekâret türünü nasıl smıflandırabile- ceğimiz sorusudur. Bekâretini başarıyla satmadan önce (bir kızlık zan için 12.000 sterlin, yani yaklaşık 31.500 YTL öde­yen adamın, Rosie’nin satacak bir kızlık zan olduğuna inandı­ğını farz edebiliriz), Rosie’nin aslında bakire olduğunu kabul edersek, peki Rosie ne tür bir bakireydi?

PT. Bamum’un sözleriyle, her dakika bir bakire dünyaya ge­liyor. Ama bütün bakireler aynı değil. Bütün bu kurallaşmış penis-vajina etkenine ne kadar yatırım yaparsak yapalım, Ro­sie Reid’in bekâretini bir rahibeninkiyle, on bir yaşında bir kı- ztnkiyle, otuz yaşında kariyer sahibi bir kadmınkiyle ya da ya­şını almış kız oğlan kız bir teyzenin bekâretiyle bir tutmamız hiç ama hiç olası görünmüyor. Tıpkı Albertus Magnus’un 13. yüzyılda yaptığı gibi, biz de aslında, farklı tür ve biçimlerde gelen bekâret ve bakirelerin farkına varıp bunları kabul ediyo­ruz. Ama tuhaf olan, M.S. 2. yüzyıldan bu yana bekâretin ve bakirelerin farklı çeşitleri olduğunu bilmemize karşın, algıla­dığımız bu çeşitliliği tarif etmek için çok az sözcük üretmiş ol­mamızdır.

Rosie Reid bağlamında Batı’nın genelde kullandığı tek ifade, 19. yüzyıldan kalma “yarı-bakire” olarak çevrilebilecek Fran­sızca terim demi-vierge’dir. Bugünse, en azından Amerika'da, hemen hemen aynı anlama gelen “teknik bekâret” terimini şöyle kullanabiliriz: Hayatı cinsellikten bütünüyle yoksun geç­memiş ama belli deneysel sınırları, özellikle de penisin vajina­ya girmesi sınırını henüz aşmamış olduğu için kendisini baki­re sıfatıyla nitelendiren birisi. Ancak demi-vierge ya da teknik bekâret, olası bekâret türlerinden yalnızca birini açıklar. Diğer türler içinse tek bir sözcüğümüz bile yoktur.

Bu tuhaf sözcük dağarcığı yokluğu üzerine ciltler yazılabilir. Bir kadın hakkında bilinebilecek en önemli şeyin, sahibinin babası mı -ki bu kadının evlenmemiş ve tahminen bakire ol­duğu anlamına gelir- yoksa kocası mı -ki bu da kadının tah­minen bakire olmadığı anlamına gelir- olduğu bir toplumda yaşamıyoruz artık. Ancak tarihinin büyük bölümünde kültü­rümüz bu şeylerle son derece yakından meşgul olmuştur ve bunu dışarıya yansıtmıştır. Bekârete dair miras aldığımız kü­çücük sözcük dağarcığımız ve bunun, bekâreti ve bakireleri tartışma yeteneğimize getirdiği kısıtlamalar, geçmişte öncelik verdiğimiz şeylerimizden kalma aslında.

Ancak bu sözcük kıtlığı, bekâretin ve bakirelerin farklı tür­leri olduğunu kavramamıza bir engel değildir. Batı kültürü bu­gün en azından dört farklı bekâret şeklini tanır ve bu şekillere özgü bireysel örnekler de bekâret konusunda kaçınılmaz bir çeşitlilik yaratır. İlki varsayılan bekâret, muhterem Albertus Magnus'un bahsettiği ilk türle aynıdır: Hepimiz bakire doğa­rız. Çocukların etkin bir cinselliğinin olmaması, beklenen ve varsayılan bir şeydir; o kadar ki çocuklardan özellikle bakire diye söz etmek tuhafımıza gider. Cari Jung’un da dediği gibi çocuklar cinsellik öncesidir. Cinsel organlarla ilgili bazı etkin davranışlar oldukça erken yaşlarda başlasa da (birçok çocuk kendi başına cinsel organlarını uyarır, hatta ultrason sayesin­de, rahimdeyken ceninlerin cinsel organlarını uyardıkları bile gözlemlenmiştir), ergenlik dönemi öncesindeki çocukları hâlâ cinsel varlıklar olarak görmeyiz.

Ama sonunda ergenlik dönemi gelir çatar ve onunla birlikte cinsellik hormonlarının sel baskınları, yüzde ve bedende hızla artan kıl çalılıkları, tehlikeli göğüs ve kalça kıvnmlan, ilk bo­şalmalar ve âdet kanamalarıyla kendisini gösteren doğurganlı­ğın başka şeye benzemeyen kirli kanıtları da gelir. Beden cin­sel anlamda fiziksel olgunluğa eriştiğinde, bireyin cinsel bir varlık olmadığını düşünme lüksümüz de kalmaz. İşte bekâre­tin cidden önemsenmesi de tam bu noktada başlar.

Ergenlik dönemi sonrası görülen en yaygın bekâret şekli, in­sanların eninde sonunda cinsel ilişki oyununa katılacakları ve özellikle insan neslini sürdürmek üzere yeni aileler kurmak ve çocuk doğurmak gibi muazzam bir görevde yer alacakları var­sayımı üzerine kurulmuştur. Bunun olması için bekâretin da­imi değil, geçişsel olması gerekir. Birçok insan için bekâret tam anlamıyla budur: Çocukluğun bitimiyle sosyal açıdan tam bir yetişkinliğe geçiş durumu, çoğu zaman evlilikle somutlaş­tırılan bir geçit.

Geçişsel bekâret her zaman Batı’da en çok saygı gören bekâ­ret şekli olmamıştır; aslında Protestan Reformu gerçekleşince­ye kadarki Hıristiyanlık döneminde, kolluğu rahibelerin ve ra­hiplerin yeminli bekâretine kaptırmıştır. Buna karşın geçişsel bekâret her zaman en yaygın bekâret şekli olmuştur, insanla­rın ortalama evlenme yaşlan insanlık tarihi boyunca büyük değişkenlik göstermiştir. En azından bazı kadınların yirmi ya­şım geçene kadar evlenmemesi son 25.000 yıhn belli dönem­lerinde yaygın olsa da kadınlann ergenlik yaşlarmda, özellikle de âdet görmeye başlamasına çok yakınken evlendirilmesi da­ha da yaygın olmuştur.

Bugün Batı’da, çocuk yaşta sözlenmek ve ergenlik dönemin­de evlenmek bir skandal konusudur. Örneğin, Associated Press haber ajansının haberini yaptığı, kendi kendisini Ro­manya’ya bağlı Romanların kralı ilan eden Florin Cioaba’mn 12 yaşındaki kızı Ana Maria’nm 2003’teki gürültülü evliliği basında şok etkisi yaratmıştı, oysa tarihimizin büyük bölümü boyunca böyle olaylar oldukça normal sayılırdı. Aragonlu Cat- herine üç yaşındayken, İngiltereli VII. Henry’nin oğlu Art- hur’la sözlendiriimiş, on beş yaşındayken de evlendirilmişti. Shakespeare’in Juliet’i topu topu on üç yaşındayken annesi şunları öğütler kendisine: “Anık evliliği düşün; burada Vero- na’da senden genç saygıdeğer bayanlar çoktan anne oldular: Benim hesabıma göre senin kız olduğun şu yaşlarda ben seni doğurmuştum bile.” Onalama ilk evlilik yaşının, yirmili yaşla­rın ortalanyla sonlan arasında gidip geldiği bugün bile,[4] geli­nin bekâretine büyük değer verilen eşleşmelerde (tıpkı eski günlerde tahtın varisinin ilk evliliğinde olduğu gibi) nispeten genç bir gelin olduğu görülür. Rahmetli Prenses Diana Spen- cer, 1981’de otuz iki yaşındaki İngiltere Prensi Charles'la ni­şanlandığında, on dokuz yaşında bir bebek yüzdü; evlendikle­rinde ve Wales Prensesi olduğunda Diana, yirmisinden sadece yirmi sekiz gün almıştı.

Kadınlar için onalama ilk evlilik yaşının çeşitlilik gösterme­si gibi, ortalama bir kadının geçişse! bekâretini saklaması ge­rektiği zaman süresi de tarih boyunca çeşitlilik göstermiştir. Bugün kadınların ilk evlenme yaşlan hiç olmadığı kadar yük­seldiği için, evlenene kadar bakire kalan Batılı bir kadın, eğer kendi yaşıtlarına göre ortalama bir yaşta evlenirse, ergenlik dönemine ulaştıktan evlendiği zamana kadar muhtemelen on- la yirmi yıl boyunca geçişse! bekâretini saklayabileceğini ümit edebilir. Ocak tanrıçasının emrindeki Vesta bakirelerinin bile bekâretlerini sadece otuz yıl saklamaları beklendiğini düşün­düğümüzde (bu görev adına takdis edildikleri altı yaşından, hizmet sürelerini tamamladıkları otuz altı yaşma kadar), mo­dem zamanın evlilik öncesi bekâret bağlılığının son derece şa­şırtıcı olduğunu görürüz.

Ayrıca Batılı modem bir kadın evlenene kadar bakire kalma­mayı da seçebilir. Bu seçenek daha yeni yeni (yaklaşık son otuz yıldır) geniş çapta kabul görmeye başlamıştır. Bu dunım- da bile, evlilik dışı ve evlilik öncesi cinsel ilişki hâlâ kesin bir evrensel onay almış değildir; toplumun muhafazakâr kesimleri ve dinci kurumlan da bunu kınamaya devam etmektedir. Hal­ta tarihi boyunca cinselliğe yönelik ulusal politikalan olmayan federal Amerikan devleti bile son yıllarda (Amerika’da cinsel ilişkiyle ilgili kanunlar esasen eyalet kapsamında geliştirilir ve uygulanır), gücünü hissettiren bir baba edasıyla, evlilik öncesi her türlü cinsel aklivitenin yanlış olduğunu söyleyen geri ka­falı geçişsel bekâret ideolojisini uygulamaya başlamıştır. Ört­mece bir isim altında “cinsel perhize dayalı cinsellik eğitimi” denilen şeyi (bekâretin evli olmayan insanlar için tek uygun cinsel konum olduğunu öğreten müfredat programlan) teşvik etmek ve uygulamak için 1996’da başlatılan yüksek bütçeli fe­deral girişimler, Amerikan devlet okullarının müfredat prog­ramlarına, göstere göstere geçişsel bekâret yanlısı olan bir gündem sokmuştur. Değişen bekâret beklentilerine gösterilen bu hayret verici ters tepki ve Amerika’nın bunun uğraşını sür­dürürken sergilediği tuhaf ve çarpıcı dünyadan habersiz hali, bir kültürün bekârete yaklaşımlarının her şeyden çok daha duygusal ve siyasal olabileceğinin apaçık kanıtıdır.

Geçişsel bekâretin bitmesi uzun bir zaman boyunca kişinin toplumsal açıdan yetişkinliğe erişmesiyle ilişkilendirildiği, toplumsal yetişkinlik de uzun bir zaman boyunca evliliğe bağ­lı olduğu için, bekâreti çocuklukla ve bekâret kaybını yetişkin­likle eşdeğer tutan kırpılmış bir bekâret ideolojisi geliştirdik. Ama tabii ki aynı anda hem yetişkin hem de bakire olmak mümkündür. Hatta yaklaşık son on yedi senedir sayısız kadın ve erkek, Roma Katolik Kilisesi’nde filizlenen manastır ku­ramlarında ömür boyu bakire kalmayı seçmiştir. Protestan Re­formu, manastır yaşamının her yere yayılmış olan varlığını ve saygınlığını temelli olarak mahvetmiş ve hatla manastır görev­lerini sürdürenlerin sayısı son yüzyılda büyük bir hızla azal­mış olsa da, yeminli bekâret düşüncesi ve gerçekliği bugün hâlâ bizimle birlikledir.

Gelin görün ki Roma Katolik inancı bağlamında bekâret ye­mini olarak düşündüğümüz yeminlerin çoğu aslında bekârlık yeminidir. Papazların, rahibelerin ve rahiplerin bekârlık yemi­nine kabul edilmeleri için bakir/e olmaları gerekmemektedir; ancak geleneksel olarak rahibeler hem “yeminli bakireler” hem de “Kilise gelinleri” olarak tanınmışlardır ve yakın zama­na kadar, bir kadının ebediyen bekâretini korumasına izin ve- rilebilmesinin tek yolu, rahibe manastırına girmesi olmuştur. Bekârlığın bekâreti korumanın gerekli bir unsuru olduğu, be­kâretinse bekârlığı korumanın gerekli bir unsuru olmadığı hâ­lâ doğrudur.

Kilise’nin özellikle ve sadece bakire olan kadınlara verdiği bir görev vardır ama bu, yaygın ya da tanınmış bir mevki de­ğildir ve herhangi bir manastır düzeninin bir parçası da değil­dir. Dünyanın Bakirelerini Kutsama Ayini, resmî olarak 31 Mayıs 1970 tarihinden bu yana Katolik kadınlarına sunulmak­tadır ama Kilise’nin ilk yıllarından bu yana bunun geçmiş ör­nekleri olmuştur. Bu ayin aracılığıyla bekâretlerini Tanrı’ya adayan dünya genelindeki birkaç bin kadın yemin etmezler ama bekâretlerini kişisel bir bağlılık olarak zaten içten içe Tanrı’ya vaat ettikleri bilinir. Bu kadınlar özel rahibe kıyafeti giymezler, hiçbir kutsal emir ya da manastır kurah izlemezler, kendi başlarına yaşarlar ve istedikleri dünyevi işlerle uğraşır­lar. Bir başka deyişle, günümüz kilisesinin bu yeminli bakire­leri, günlük yaşamlarında karşılaştıkları insanların çoğunun radarına takılmadan uçarlar. Bekâr olmaları ve Katolik dinine olan büyük bağlılıkları dışında, onları sokaktaki herhangi bir kadından ayırt edecek çok az şey vardır.

Tarihsel bir bakış açısından bakıldığında, herhangi bir kadı­nın kutsanmış “gizli” bir bakire olabilmesi şaşırtıcıdır. Geç­mişte eş ve annelik görevlerinden muaf tutulmaları dolayısıy­la, yeminli bakireler neredeyse evrensel olan bir kurala karşı gelerek fazlasıyla göze çarpan istisnalar olmuştur. Tinselleşmiş bekâret ideolojisi, cinsellik ve üreme isteklerine kapalı olan bir bedenin, Tanrı'nın isteklerine daha açık olduğunu kabul eder. Yeminli bakireler tarih boyunca, ilahi önceliklerin canlı bir yansıması olarak var olmanın karşılığında “normal” bir ha­yat çizgisini, yani evlilik ve anneliği feda eden seçkin bir smı- fin üyeleri olarak görülmüştür. En azından bazı durumlarda, kadınların, dine olan bağlılıklarını bekârlık ve bekâretin ta­nımladığı bir yol seçtikleri halde kültür bağlamında çok da ay­kırı görülmemeleri, kültürümüzün düzenlenmesinde olağa­nüstü bir değişimi simgeler. Hayat boyu eşsiz kalmayı öngören bir bağlılık, bir zamanlar kadınları, var olan genel kültürel ve toplumsal düzenden tamamıyla dışlardı. Ancak kültürümüz, siyasal, ekonomik, yasal ve toplumsal değişimler geçirerek, eşi olmayan yetişkin kadınların artık olukça sıradan görüldüğü bir duruma gelmiştir. Kadınların cinsel seçimleri artık, tarih boyunca hiç de kabul görmeyen biçimlerde, reddetme seçene­ğini de kapsar.

Sırf istenmediği için cinsel aktivileyi reddetme yetisi, bugün tanıdığımız dördüncü bekâret türünün çekirdeğini oluşturu­yor; Kaçıngan bekâret. Cinsel aktiviteden kaçınmak tabii ki, herhangi bir bakirelik durumunun devamında rol oynar. Be­nim burada kaçıngan bekâret olarak sınıflandırdığım bekâret türünü diğerlerinden ayıran özellik, ille de büyük bir gündem gerektirmemesidir. Kaçıngan bir bakire kendisini evliliğe sak­lamak ya da bir rahibe manastırına girmeyi düşünmek zorun­da değildir. Cinsel ilişkiden kaçınmak en nihayetinde kişisel bir tercih meselesi olabilir. Ancak kadınların ekonomik ve toplumsal anlamda varlıklarını bağımsız olarak sürdürebilme­leri ve kocalarına ya da kiliseye bağlı kalmadan yaşayabilmele­ri yeni yeni mümkün olmuştur: 1970’lerden önce evde kalmış­lık, çoğu zaman yoksulluk ve toplumdan aforoz anlamına ge­lirdi. Bugünse bağımsız bekârlığın böyle anlamlan yoktur.

Kaçmganlıktan sık sık farklı bir çerçevede, bekârete hizmet eden bir şey olarak da bahsediliyor. Cinsel aktivitenin, hamile­lik ve doğumdan zührevi hastalıklara ve eşin isteklerine kadar bir sürü olası sonucunun olması, yüzyıllardır kadınların bekâ­ret sürelerini uzatmak için başvurdukları nedenlerden olmuş­tur. Hamileliğin, çocuk doğurmanın ve yetiştirmenin yükünü adaletsizce sırtlarında taşıyan kadınlar açısından, bu nedenler Çok ikna edici olabilir. Günümüzde dağıtılan cinsellik eğitimi kitapçıklarının çoğu, erken yaşta biten okul eğitimi, sonu bir

yere varmayan işler ya da bebek bağırtısı ve pis kokulu bebek bezleriyle dolu arkadaşsız geçen sayısız gece gibi itici hikâye­ler anlatmaktadır. Bu kitapçıklara göre, cinsel ilişkiden kaçı­nırsan bütün bu tatsız sonuçlardan da kaçınmış olursun. An­cak bu tür korkulma taktikleri hiç de yeni şeyler değildir, as­lında son sekiz yüz yıldır neredeyse hiç değişmediler. 13. yüz­yılda Ortaçağ İngilizcesi yle yazılan Hali Meidhad (Kutsal Kız­lık) adlı metin, "kutsal kızhk”ın (üzerine dinsel yemin edilmiş bekâret) çeşitli faydalan konusunda okurlarını aydınlatmayı amaçlamış ve inanılmaz derecede benzer tarifler sunmuştur:

Peki sorarım size: Kadının biri içeri girdiğinde bebeği ağlıyor­sa, kedi tavadaki domuz pastırmasını dişliyor, köpek de etin kenarlannı kemiriyorsa, ocaktaki kek yanıyor, buzağı sütü bi­tiriyorsa. ateşte kaynayan kap taşıyor ve ateşi söndürüyorsa. bir de üstüne üstlük kadının bu işler için kiralanmış elleri bü­tün bunlardan şikâyet ediyorsa, bu kadının karşı karşıya ol­duğu şey iğrenç değil de nedir?

Geçmişte de bugün olduğu gibi, insanların cinsellikten ka­çınıp bakire kalmalarını sağlamak uğruna, cinsel hayatın so­nuçlan çoğu zaman karmakarışık, tatsız, sonu olmayan baya­ğılık ve utanç olarak resmedilmiştir. Tabii ki farklı dönemler­den ve farklı yaşamlardan bahsediyoruz ama iletilen mesaj as­lında hep aynıdır.

Aynı şekilde, cinsel yolla bulaşan hastalık hayaletinin, cin­sellikten kaçınmayı teşvik eden bir araç olarak kullanılması­nın da uzunca bir geçmişi vardır. Amerikan Kamu Sağlık Hiz­metleri tarafından Caz Çağı’nda çıkarılan ve “Rastgele ahbap­lıklardan sakının,” diyen bir reklam, şehirli genç kadınları, “çünkü bunları hastalık ya da doğum izleyebilir. Cinsel arzu­lara boyun eğmek gerekir diyen kimseye inanmayın,” diye uyarıyordu. Hızla artan şehirleşme, sanayileşme ve hareket gü­cünün, cinsel açıdan uçarı gençlik kültürünün yükselişine katkıda bulunduğu 20. yüzyılın başlarından bu yana, genç ye­tişkinlerin cinsel güdülerine gem vurma çabalarının, uygun

bir kamu politikası hedefi olduğu düşünülmüştür. Kamu sağ­lığı ve ahlâkı taraftarlarının gözünde, kaçıngan bekâret başka herhangi bir bekâret türü kadar iyidir.

Cinsel İlişki Ne Zaman Cinsel İlişki Değildir?

Kültürle cinsellik arasındaki ilişki her zaman gergin olmuştur. Her cinsel ilişki aynı değildir. Bütün cinsel aktiviteler de aynı şekilde anlamlı değildir. Cinsel edimlerden söz ettiğimizde, bunu, belli cinsel ilişki türlerine öncelik veren ve diğerlerini kötüleyen, hatta kimi türleri yok sayan karmaşık anlayış çer­çeveleri içerisinde yaparız. Örneğin yasalar gibi kurallarda, farklı cinsel suçların farklı cezalar gerektirdiği düşünülür. Ka­tolik Kilisesi kurallarında, mastürbasyon özel ortamda bile ya­pılsa bir suçtur ve kişinin bunun için kefaret ödemesi gerekir. Diğer yandan Medeni Kanuna göre, özel alanda yapılan mas­türbasyonun adının bile anılmasına gerek yoktur: Kendi özel ortamında mastürbasyon yaptığı için birisine dava açmaya ça­lışmak mahkemede ancak alay konusu olur. Mastürbasyon, Katolik Kilisesi’nin yasal düzeninde Medeni Kanun’da oldu­ğundan daha çok ciddiye alınır ve gerçek bir ceza gerektirir. Katolik düşüncesinde mastürbasyon, Medeni Kanun’da olma­dığı kadar “gerçek” görülür.

Cinselliğin herhangi bir yönünün geçerliliği ya da gerçekli­ği. ayağınızı kolayca kaydırabilecek tuzaklarla dolu bir sohbet konusudur; cinselliğin ne olduğunun belirlenmesiyse çok da­ha sorunlu bir iştir. Cinsellik, bir ölçüde soyut, tamamıyla kültürel ve son derece kişiseldir. Buna karşın bir şekilde her­kesin, bekâretin sonunu getirebilecek kadar gerçek ya da ge­çerli bir cinsel ilişki çeşidinin ne tür bir cinsel deneyim oldu­ğunu bilmesini bekleriz (ama bilmiyoruz). Ancak son yıllarda yapılan istatistiksel araştırmalar aracılığıyla, “gerçek” ve “ger­çek olmayan” cinsel ilişki arasında ne kadar sezgisel ve bir ör­nek olmayan farklar olabileceğini anlamaya başladık.

Batı’nın büyük bölümünde ve özellikle Amerika’da ilgi oda­ğı olmaya devam eden ergen cinselliği konusuna duyulan bu

büyük merak sayesinde, araştırmacılar doğrudan, günümüz ergenlerinin cinsel ideolojilerinde ne çeşit cinsel ilişkinin “gerçek” cinsel ilişki sayıldığı sorusuyla ilgilenmeye başladılar. Ergenlere hitap eden Seventeen (On Yedi) dergisiyle Kaiser Ai­le Vakfı tarafından ortak yapılan ve sonuçları 2003 yılının Ekim ayında açıklanan Sex Smarts: Virginity and the First Time (Seks Bilmişleri: Bekâret ve İlk Cinsel İlişki) başlıklı anket ça­lışmasına göre, ankete katılanlar, oral seksin “gerçek” cinsel ilişki olduğunu düşünenlerle, oral seks yapmayı “seks yap­mak” olarak görmeyenler olarak neredeyse yarı yarıya bölün­müştü.

Birçok kişi bunun basit bir ergen safsatası olduğunu düşü­nebilir. Ama bu aslında birçok açıdan mantıklı bir sonuçtur. Penisin vajinaya girmesine dayalı cinsel ilişki bin yıllardır kül­türümüzün kayda geçen esas cinsel edimi olarak görülmüştür. Bu, hamileliğe yol açabilen ve dolayısıyla çok ciddi sonuçlar doğuran cinsel edimdir. Özellikle hamileliği hep, ömür boyu yaşamlarını zehir edecek korkunç bir şey olarak gören ergen­lerin gözünde, üremeye yol açabilecek cinsel ilişki türü, üre­meye yol açmayan cinsel edimlerin olamayacağı kadar “ger­çek” olur.

Kendi cinsel geçmişlerine cesurca bakabilme dürüstlüğüne sahip olan anne-babalar ve büyükanne-babalar, oral seksi “gerçek cinsel ilişkiden" saymama eğilimiyle cinsel edimlerin, bağlama göre yeniden tanımlanması (bunu aynı yaşlarda ken­dileri de yapmış olabilir) arasında bariz bir benzerlik olduğu­nu fark edebilirler. Örneğin kırklı ve ellili yıllarda “ciddi deği­liz” tarzı ilişkilerde kesinlikle hayal bile edilemeyecek, penis- vajina birleşmesini kapsamayan cinsel aktiviteler, iş ciddiye bindiğinde, oynaşmanın hoş görülebilecek bir uzantısı olarak görülebiliyordu. Gençlerin korku, arzu ve olası olumsuz so­nuçlar üzerine kurduğu karmaşık denklemleri çözmelerine yardım etmeye çalışan bu tür araştırma girişimlerinde, cinsel “gerçeklik” bir bakıma ilerici bir yaklaşımla ölçülür. Bu öl­çüm, tarih boyunca olağanüstü derecede kullanışlı bir hesap olmuştur.

Tabii bu ölçüm aynı zamanda son derece de durumsaldır. Cinsel gerçekliğin temel sorunu belki de, bekâreti tanımlama­ya ilişkin tek temel sorundur. Cinsel ilişki de bekâret de insanı çıldırtacak kadar soyut ve büyük ölçüde toplumsal şeylerdir; görenek, fikir birliği, deneyim ve ideolojinin cıvaya benzer ka­rışımlarıdır. Cinsel ilişki ve bekâret, kişisel ve toplumsal ola­rak bizim için önemlidirler. O kadar ki sonuçlan insanı ölüme götürecek kadar tehlikeli olabilir. Umutsuzca, yaşamlarımızın bu değişken yönlerinin bilinebilir ve güvenilir olmasını isteriz. Ama gerçek cinsel ilişkinin ne olduğu fikri gibi, cinsel ilişkiyle bekâret de ancak yaşamlannın bir parçası olduklan insanlar kadar, yani küçük bir ölçüde, ara sıra ve kısa bir zaman için değişmez ve kesindir. Bir kesinlik hissini yakaladığımız du­rumdaysa, tarihsel kayıtların bize gösterdiklerine dürüstçe bakmak yerine bunlara sırt çevirerek beceririz bunu.

Daha çok baktıkça ve daha derini gördükçe, bekâretin, var­lığını kabul ettiğimiz bin yıllar boyunca aslında hiç durağan ya da bir bütün halinde kalmadığını fark ederiz. Kısacası, bekâre­tin tam olarak ne olduğu sorusuna cevap vermek büyük olası­lıkla imkânsızdır. Cevap verebilseydik bile, o zaman da çok daha derin bir sorunla karşı karşıya kalırdık: Peki aslında be­kâretle neden bu kadar ilgileniyoruz?

İKİNCİ BÖLÜM

Bakire Olmanın Önemi

Bir kadını elde etmeye çalışan bir adamın, kadının bekâre­tine verdiği büyük değer öylesine köklü ve barizdir ki biz­den bunun nedenlerini vermemiz istense neredeyse aklı­mız karışır.

- Sigmund Freud

“Cezalandırılıyorum," diye feryat ediyordu, kendisinden bek­lenenden fazlasını beceren tedirgin Paris; televizyonda yayım­lanan lise konuşmasının ortalarına doğru artık eridikçe eriyor­du. “Biriyle yattım diye Harvard’a gidemiyorum.” Kendisi gibi konuşmacı olan arkadaşı Rory’e işaret ederek, “O kimseyle yatmadı," diye devam ediyordu Paris, “ve muhtemelen Har­vard’a gidecek. Kazanan o oldu.” WB televizyon kanalının ödüllü dizisi Gilmore Girls'ün (Gilmore Kızlan) bu bahar 2003 bölümünün sonunda, bakire Rory gerçekten de Harvard, Princeton ve Yale Üniversitelerinden gelen kabul mektuplarına bo­ğulur. Bu sırada da annesi, kızının kazandığı kıskanılacak üni­versite olanaklarından çok, hâlâ bakire olduğu için “hayırlı ev­lat” yetiştirdiğine sevinmektedir. Bu sahneler Gilmore Giriş hayranı olan birçok feministi ayağa kaldırdı. Biteli: Feminist Responsc (o Pop Culturc (Kaltak: Pop Kültüre Feminist Cevap) gibi forumlarda, dizinin yönetmeni Amy Sherman-Palladi- üo’nun bekâretle Sarmaşık Birliği [Ivy League][5] üniversiteleri­nin öğrenci kabulleri arasında bir eşitlik kurma kararı sorgu­landı.

Sherman-Palladino’nun bekâreti bu şekilde kullanma kara­rından daha tuhaf ve buna verilen feminist cevaptan çok daha tuhaf olan şey aslında olay örgüsünün yarattığı etkiydi. Har- vard’daki öğrenci seçme kurulunun en zor beğenen üyesinin bile, üniversiteye başvuru yapan öğrencinin bakire olup olma­dığını bilmeyeceğinin ya da bununla ilgilenmeyeceğinin son derece farkında olan izleyiciler için kurmaca bir konu neden bu kadar etkileyici bir anlam taşımıştı?

Bu konu, toplumsal beklenti, eskiden kalma felsefi inançlar ve duygu düzlemlerinde anlamlı gelmiştir. Bekâretin erdemle, erdemin de başarıyla özdeşleştirilmesi, dizi bağlamında sadece Rory'nin annesi ve Paris için değil, seyirci için de duygusal bir anlam taşımıştır. Sonuç ne olursa olsun, kadın bekâretiyle aşı­rı derecede ilgilenen ve bekâretini “yanlış” şartlar altında kay­bedenlerin cezalandırıldığı ve “doğru" zaman gelene kadar saklayanların övgüye boğulduğu uzun bir geçmişe sahip olan bir kültürde yaşıyoruz.

Kültürümüzün bekârete yüklediği değer ve anlamları kabul etsek de etmesek de bunlardan kaçamayız. Bekâret ideolojisi­nin bir sürü farklı şekilde ve görüntüde (örneğin Gilmare Giriş bölümlerinde) dolaşımını ve yeniden dolaşımını sağlayan bü­yük bir kültürü paylaşıyoruz. Bir anlamda, bir kültür olarak bekâret hakkında ne düşünüp hissettiğimizi kendimize hatır­latmak, kültürümüzde bekâretin nasıl işlediğini açıklamak ve insanlara bekâretin yaşamımızda ne gibi sonuçlar doğurabildi­ğim (bu örnekte olduğu gibi bu sonuçlar gerçekten çok simge­sel olsa bile) öğretmek için bekâretle ilgili hikâyeler anlatıyo­ruz. Bekâret anlatılarının sanat ve edebiyattaki uzun tarihi binlerce yıllık bir geçmişe dayanır. Örneğin, Antik Yunan’a ait kurmaca eserlerin en eskilerinden biri olan Daphnis and Chloe (Daphnis ile Chloe), bekâret konusunu işleyen ve bugün hâlâ değerini koruyan bir eserdir. Tarihsel kayıtlara bakıldığında öyle görünüyor ki, bekâret konusuna duyduğumuz ilgi hep bi­zimle yaşamıştır.

Peki ama neden? Bizi bekâreti özel bir konum olarak tanım­lamaya iten neydi? Bekâretin bu kadar anlamlı olmasına ne gi­bi etkenler yol açtı da 21. yüzyılda bile, bakire olmanın üni­versiteye giriş kararında bir fark yaratabileceğine inanabihne- mizi sağlayan bir dayanağımız var? Bekâretle neden bu kadar çok ilgileniyoruz? Neden azıcık da olsa “ilgileniyoruz”?

Belli bazı açılardan bakıldığında bekârete duyduğumuz bü­yük merak çok tuhaf görünür. Bildiğimiz kadarıyla insandan başka bekâretin varlığını ayrımsayan başka hiçbir hayvan yok. Oysa insanların fiziksel bekâret üzerinde kurmuş olduğu bir tekel de yok. Ama hem bekâretin varlığını tanıyarak hem de kültürlerimizi ve birbirimizle olan ilişkilerimizi düzenleme şe­killerinde bekâreti kullanarak, bekâret piyasasını ele geçirmi­şiz. Bekâretin insanlar için çok büyük bir önemi olduğundan şüphemiz yok. Ancak diğer canlı türleri için ne kadar da önemsiz olduğuna bakmak, bekâretin bizim için neden önemli olduğu konusunda daha net bir bakış açısı oluşturmamıza yardımcı olabilir.

Kendi İyiliğiniz İçin Kapatılmıştır

Bazen insanın, bekâretin varlığını tanıyan tek yaratık olması­nın nedeninin, insanın himeni olan tek canlı olduğu savma rastlarız. Ne yazık ki bu hiç de doğru değildir. İnsan kesinlikle himene sahip olan tek hayvan değildir. Dişi lamalar, hinıdo- muzları, kara memelileri (bir çeşit maymun), denizinekleri, köstebekler, dişli balinalar, şempanzeler, filler, sıçanlar, tüylü lemurlar (bir çeşit maymun) ve foklar gibi birbirinden farkh bir sürü memeli türünde himen vardır.

Bazı farkh türlerin himenleriyle karşılaştırıldığında insan tü­meninin hiç de özel bir tarafının olmadığı görülür. Fillerdeki himenin muazzam boyutlarını ya da yüzgeçli balinadaki hime- nin şaşırtıcı dayanıklılığını düşünün (bu öylesine esnek bir hi- men ki genelde hayvan doğum yapana kadar yırtılmıyor). Sı­çan himeni boyut ya da dayanıklılık bakımından etkileyici ol­mayabilir ama gelişmiş ortalama bir dişi sıçanın, himen söz

konusu olduğunda ortalama bir genç kız kadar iyi donanımlı olduğunu düşünmek, bu özel ufak doku parçasını orantılı bir bütünselliğe yerleştirir.

İnsan hımeni işlevsel de değildir. Evrimci biyolog Elaine Morgan’ın deniz memelilerinde olduğunu ileri sürdüğü gibi, balinaların, fokların ve denizineklerininkinin aksine, insan hi- meni suyun ya da suda yüzen yabancı maddelerin vajinaya gir­mesini engellemez. İnsan himeni vajinayı cinsel girişimlere karşı da kapatmaz. Evrim tablosunda bizden çok uzakta bulu­nan hintdomuzlarında ve kara memelilerinde himen. hayvanın doğurgan olmadığı zamanlarda vajinanın girişini tamamıyla ka­patmaktadır. Hayvan yumurtlamaya ve kızışmaya başladığında hımen kendi kendine dağılır. Kızışma dönemi bittiğindeyse bir dahaki döneme kadar öyle kalmak üzere himen geri büyür. Ye­niden kapanan himenleri sayesinde bu hayvanların vajinasına ancak gerçeklen hamile kalabilecekleri zaman girilebilir.

O halde birkaç hayvan için himenin kanıtlanabilir bir işlevi vardır. Ancak insanlar ve himeni olan diğer türlerin çoğu için, himen ashnda işlevsiz bir artıktan, vajinanın girişi oluşurken geride kalan ufacık gereksiz bir et parçasından başka bir şey değildir. ,

İnsan tümenlerinin en çarpıcı yönü bunların farkına varmış olmamızdır. Bizden başka hiçbir canlı türünün himenleri ol­duğundan haberi yok gibidir. Hayvanbilimci Bettyann Kev- les'in, Females of the Species (Türlerin Dişileri) başlıklı kitabın­da yazdığına göre, doğal seçilim kuramına göre himenler “an­cak türün erkeği bakire aramaya kendi menfaatine görüyorsa açıklanabilir. Ama memeli erkeklerin deneyimsiz dişi aradığı­na dair ya da bu belirli anatomik özelliğe sahip dişilerin tekeş- li kaldığına dair hiçbir kanıt yoktur.” Bir başka deyişle, bir be­yefendi lemurun, himeni bozulmamış olan bir hanımefendi le- murla çiftleşmeye çalışmak gibi bir derdi yoktur; ya da yavru­lan olduğu için artık himeni kalmamış dişi bir fil erkeklerin gözünde hâlâ cinsel açıdan çok çekicidir.

Erkek hayvanların, dişilerin ne zaman himeninin olduğun­dan ya da olmadığından azıcık haberdar okluklanna dair hiçbir

kanıt yoktur. Üstelik dişilerin de mutlaka, hatta ilk kez cinsel ilişkiye girdikleri zaman bile, bunun farkına vardıklarına dair bir kanıt da yoktur. Desmond Morris’in himenin işlevinin vaji­naya girilmeye çalışıldığında acı yaratmak olduğunu ve bu yüz­den de bakirelerin vajinaya girilmesine dayanan cinsel ilişkiyi ertelemeye yatkın olduklarını iddia eden temenni niteliğindeki görüşü ve bu acı sayesinde, ilk insanların bekâretin farkına var­dığını ileri süren kuramının ömrü de buraya kadarmış. Bunla­rın hiçbiri doğru değil. Himeni olan tek canlı insan değil; do­ğuştan himeninin farkında olmayan tek canlı da kesinlikle in­san değil. Bu küçük doku parçası bir sorun çıkarmadıkça ka­dınlar genelde himenleri olduğunu hiç fark etmezler. Bu olabi­lir de hiç olmayabilir de. Himenin kendi başına bir sorun çı­kardığına sık rastlanmaz. Vajinaya girilmesine ilişkin sorunlara gelince, bir kadının vajinasına girilir ya da hiç girilmez; ama gi- rilse bile, himenler ve vajinalar büyük ölçüde çeşitlilik gösterir, tıpkı vajinaya girilmesine gösterilen tepkiler gibi.

Bekâret kaybıyla ortaya çıkan, doğrudan ve kesin bir şekilde himenin varlığına işaret edebilecek kadar tutarlı olan tek bir bulgu bile yoktur. Böyle bir bulgu olsaydı ya da insanlar ger­çekten de doğuştan himenin varlığının farkında olsaydı (tek­rarlıyorum, himeni olan diğer bütün hayvanlarda olmayan bir farkındalık), o zaman himenin tam olarak ne olduğu ve bede­nimizde nerede bulunduğunu anlamamız için 1544’e kadar beklememiz gerekmezdi, diye düşünmeden edemiyor insan. İnsan, himeni olan diğer bütün hayvanlardan o kadar da farklı değildir aslında. Sonuçta biz de himenimizin var olduğuna da­ir bir ipucuyla çok nadiren karşılaşıyoruz.

insanların bekârete yüklediği önemi düşünürsek, himenin farkına varmamızın aslında bunun tersi şekilde gerçekleşmiş olma olasılığı çok daha yüksektir. Bir başka deyişle, himenin farkına vardık çünkü bekâret dediğimiz şeyin farkındayız. Hi­meni bulduk çünkü “bekâret” dediğimiz özelliği somutlaştıran küçük bir et parçası bulmak için, bekâretin var olduğuna dair küçücük de olsa fiziksel bir kanıt bulmak için kadınların be­denlerini araştırabilmemizi sağlayan nedenler yarattık. Himen sadece insanlarda yoktur. Ama himeni yalnızca insanlar bilir ve himenle ilgilenmek için kendilerine bir neden yaratan da sadece insanlardır.

Süper Baba ve K-Stratejisti

İnsanların bekârete gösterdikleri ilgiyi açıklayan salt biyolojik bir sav yoktur. Bu yüzden de bekâretin farkında olmamızın, asıl toplumsal etkenlerden kaynaklanmış olabileceği olasılığını düşünmek zorundayız. Aslında insanların bekâretin neden ve nasıl farkına vardıklarına ilişkin en yaygın hipoteze göre, be­kâret kavramı, babaların çocuklarına yaptığı yatırımlar konu­sunda giriştikleri pazarlıklarda kullanılan toplumsal bir koz olarak doğmuştur. Babahk/mülkiyet adıyla anılan bu hipotez bekâreti, insanın toplumsal örgütlenmesinden doğan karmaşık ağın tam göbeğine oturtur ve bekâretin, hamilelik, çocuk ye­tiştirme, maddi mallara erişim ve akrabalık gruplarıyla top­lumsal hiyerarşinin yaratılması ve muhafazasına ilişkin çatışan menfaatler arasında, genel olarak faydacı bir rol üstlenerek arabuluculuk yaptığını iddia eder.

Üreme söz konusu olduğunda insanlar, antropologların ve biyologlann deyimiyle “K-stratejisıi"dir.[6] Yaşamlarımız boyun­ca nispeten az sayıda çocuğumuz olur ve bu çocuklarm yeryü- zündeki başarısını en yüksek seviyeye çıkarabilmek için gücü­müzü, zamanımızı ve kaynaklarımızı, hamileliğe, doğuma ve çocuk yetiştirmeye adamak zorundayızdır. Hamilelik, hem an­ne hem de cenin açısından tehlikelerle dolu, çok uzun ve şid­detli geçen bir süreçtir, insanın doğum yapması acımasız de­necek kadar zor ve uzundur. Ancak nispeten yeni geliştirilmiş uzman doğum teknikleri ve teknolojileri sayesinde doğum, annelerin ve bebeklerin hayatta kalmalarının doğal olarak beklendiği bir süreç haline gelmiştir (en azından gelişmiş ül­kelerde). Ama doğum yalnızca bir başlangıçtır. Her anne-ba­banın doğrulayacağı gibi, çocuk yetiştirmek, bitmek tüken­mek bilmeyen ihtiyaçlarla dolu, uzun, kaynak içeriği yoğun bir süreçtir.

Bu ihtiyaçlar neredeyse tamamıyla sadece annenin omuzla­rına yüklenir. Ne de olsa babanın, bırakın çocuklarıyla ilgilen­mesini, belli bir cinsel birleşmenin hamilelikle sonlanıp son- lanmadığmı öğrenmeye yetecek kadar bir süre oradan ayrılma­masını sağlayacak biyolojik bir yükümlülüğü yoktur. Hipoteze göre, bekâret fikrinin temelindeki sorun da budur: Anneler babalan çocuklarına yatırım yapmaya en etkili biçimde nasıl ikna edebilir?

Arkeologlar ataerkillik* diye bilinen toplumsal örgütlenme ilkesinin belkemiğini oluşturan fikirlerin tam olarak ne zaman ortaya çıktığını bilmiyorlar. Özel mülkiyet kavramının da tam olarak ne zaman yaygınlaştığını bilmiyorlar. Bildiğimiz tek şey, bunlann olduğu ve yazılı tarih başlamadan çok önce dünya üzerinde çok sayıda kültürün köklerine yerleştiğidir. Mezar­lardan çıkarılan nesnelerden, günümüze kadar korunmuş yer­leşimlerden ve bunun gibi şeylerden elde edilen tarihsel kayıt­lara dayanarak arkeologlar, ataerkillikle mülkiyelin ikiz gelişi­minin. yaklaşık olarak M.Ö. 8500’den 2600'e kadar süren Ci­lalı Taş Devri zamanında insanın toplumsal yapılarının öğeleri olarak ortaya çıktığını tahmin etmektedir.

İnsan uygarlığındaki bir başka dikkate değer gelişme de, yi­ne aynı zaman diliminde gerçekleşmiş olan ve dünya genelin­de sayısız farklı yerde muhtemelen aynı anda ortaya çıkan ta­nının gelişmesi ve bitkilerle hayvanların evcilleştirilmesidir. Araştırmacıların oluşturduğu kuramlara göre, insanlar göçebe yaşamdan çiftçiliğe geçiş yaptıkça, üretmek ya da yararlı hale getirmek için çaba sarf ettikleri şeyleri ifade etmek için mülki­yet üzerinden düşünmeye başladılar: Benim arsam, benim tar­lam, benim ineğim... Buradan yola çıkarak insanların da ben­zer şekillerde başka insanlara ait olduğunu düşünmeye başla-

(*) İngilizce karşılığı olan "patriarehy" sözcüğü. Yunanca baba anlamına gelen palria ile kural ya da temel anlamına gelen arehi sözcüklerinden türemiştir. mak çok da zor olmasa gerek: Benim kadınım, benim çocu­ğum. Sahiplik fikriyle ataerkillik fikrinin birleştirilmesi ya da üyelerin baş erkekle olan ilişkilerine dayanarak toplumsal grupların düzenlenmesi, baba mirası fikrinin ya da babanın mallarının çocukları tarafından miras alınması fikrinin doğ­ması için uygun altyapıyı oluşturmuştur. İşte bekâret de tam buraya oturuyor. Kişisel çıkarlar, kişinin, çocuklarının hayatta kalmasını ve başarılı olmasını sağlamak için sağlam yatırımlar yapmasını teşvik eder. Bu da haliyle, güçlükle kazanılmış kay­nakların çarçur edilmemesi ya da hak etmeyen alıcılara veril­memesi konusunda endişelere yol açar.

Bekâret ataerkillik için de mülkiyet için de anahtar olmuş­tur çünkü babalığın bilinebilmesini sağlar. Annelikten nadiren şüphe edilir; doğum olayı kimin kimi doğurduğunun bilinme­sini oldukça kolaylaştırır. Ancak babalığı kanıtlamak çok daha zordur. İnsan dişiler bazı hayvanlar gibi kızışmazlar. Gizli yu­murtladığımız için de bir kadının ne zaman doğurgan olup ne zaman olmadığını kesin olarak bilmek neredeyse imkânsızdır. Modem tıp teknolojisiyle bile doğurganlığı önceden bilmek kesinliklerden değil, mantıklı tahminlerden ibarettir. Belli bir cinsel birleşme olayının doğuı^anlıkla sonuçlanabileceğini bil­menin hiçbir kolay yolu olmadığı için, bir çocuğun babasının kim olduğunu tespit etmenin ve dolayısıyla o çocuğun hangi erkeğe “ait olduğunu” anlamanın en basit yolu, kadınlara cin­sel anlamda erişimi kısıtlamaktır.

Babası belli çocuklar doğurmayı en fazla mümkün kılan se­naryo, kadınların cinsellik yetkilerini son derece sert biçimde kısıtlayan, kadına cinsel olarak erişebilme hakkının tek bir er­keğe verildiği bir evlilik düzenidir. Evlilik öncesi kadın bekâ­reti, bir kadının ilk çocuğunun babalığının güvence altına alınmasını sağlar. Kadının evlilik sonrası tekeşliliği de daha sonraki çocuklarının aynı güvenilir soydan olacağını temin eder.

Bütün bunlar kadınların, seçeneklerinin böylesine katı bir şekilde kısıtlamasından ne kazanç elde edeceği sorusunu do­ğuruyor. Diğer türlerin dişi hayvanlan gibi insan dişileri de, doğaları gereği böyle bir düzene boyun eğmek zorunda değil­dir. Primadar çoğu zaman tekeşli davranmazlar. Tekeşli olma­yan cinsel davranışlara yönelik bu yaygın eğilim kısmen, ge­netik açıdan mümkün olan en üstün yavruya sahip olma iste­ğiyle açıklanabilir. Dişilerin nerede olursa olsun genetik olarak daha üstün erkeklerle çiftleşmek için özgür seçim yapabilmesi bir türün biyolojik çıkarmadır. Doğası gereği tekeşli olan dişi miti ve bunun eşi diyebileceğimiz doğası gereği çapkın olan erkek miti, Batı’nın her yerine yayılmış olan çifte standardı pe­kiştirmek için yüzyıllardır tekrarlandı durdu. Ancak bugüne kadar sayısız bilimcinin kanıtladığı gibi (Bettyann Kevles’in Feınales of the Species adh eseri bu konuda, anlaşılması kolay, araştırması iyi yapılmış bir giriş kitabıdır), gerçek aslında hiç de öyle değildir. Kadınlar doğal olarak erkeklerden daha te­keşli değildir. Bir kadın, genetik olanakları en yüksek seviyeye çıkarmasını isteyen biyolojik dürtüye ömrü boyunca kulak as­mayacaksa, yani bir adamla çiftleşene kadar bakire kaldığı ve ondan sonra da başka hiçbir erkekle asla çiftleşmediği bir dü­zene gönüllü olarak katılacaksa, bunun gerçekten çok güçlü bir nedeninin olması gerekir.

Bu neden gerçekten güçlûdür de: K-straıejisti olan dişilerin, bebeklerinin hayatta kalabilmesi için çok yardıma ihtiyacı var­dır. Yeni yeni filizlenen ataerkil bir düzende mülkiyetin ve malların dağılımı öncelikle ve yalnızca erkeklerin denetiminde olduğu için erkeklerin, kadınlara ve bebeklere yiyecek, barı­nak. giyecek, toplumsal bağlantı ve koruma ve fiziksel bakım sağlamakta bir çıkarları olduğu konusunda ikna edilmesi gere­kir. Tarih boyunca kadınlar da bunu en iyi, adamın çocuğun babası olduğunu halk içinde açıkça kabul etmesini sağlayarak başarmıştır.

Babalığın tanınması girişiminde ciddi riskler vardır. Birine piç demek boşuna küfürden sayılmaz. Ataerkil bir düzende, aile reisi olan babanın desteği olmadan hayatta kalabilmek zordur. Nitekim bugün bile evlatlıktan reddedilmek çok ciddi bir durum olarak nitelendirilir. Çok eski zamanlarda evlatlık­tan reddedilmek ya da anne-baba tarafından kabul edilmemek kısaca ölüm demekti, özellikle de çocuk henüz bebekse. Bir­çok yasal düzenleme, bir çocuğun heteroseksüel bir evlilik sı­nırlan kapsamında doğup doğmadığım göstermek için bugün hâlâ “meşru” ve “gayrimeşru” terimlerini kullanmaktadır. Gü­nümüzde hâlâ birçok yerde çocukların, toplumun ve o toplu­mun kuramlarının gözünde meşru ve dolayısıyla tamamıyla gerçek olduğunun belirlenmesi erkeklere tanınan bir ayrıca­lıktır. Bu da ataerkilliğin ne kadar köklü ve uzun süreli bir gü­cü olduğunun çarpıcı bir işaretidir.

Ataerkil bir düzende yaşayan dişi K-stratejist için, çocukla­rın geleceğini güvence altına almak genel olarak tekeşlilik ve özellikle de bekâreti kendi çıkarma kullanmak demektir. Bu takas eşil güçlerle ya da adil yapılması gerekmez ve pazarlığın erkek tarafı kolaylıkla işten çekilebilir. Bedenine sınırlı olarak sadece tek bir adamın erişebilmesine izin veren bir kadının her zaman bunun karşılığında, kendi ihtiyaçlarını ve çocuğu­nun ya da çocuklarının ihtiyaçlarını karşılamak için kaynak alacağı kesin de değildir. Ama tarih boyunca, ataerkil bir dü­zende yaşayan dişi K-stratejisı için bundan daha iyi bir seçe­nek olmamıştır.

Saf Eşyalar

Bekâret üzerinden yapılan bu karşılıklı işlemin, olağanüstü di­nî ve ahlâki anlamlar yüklenen bir kuruma dönüşmesi süreci bugün unutulmuştur. Ancak bu süreçte, erkekler de kadınlar da aynı şekilde, kadın bekâretinin tek ve değerli olduğunu söy­leyen ideolojiyi sürdürmek için büyük çaba sarf etmişlerdir.

Bu kültürel tutum, cinsel, toplumsal ve ailesel ilişkilerimi­zin dayandığı temelin büyük bir parçasını oluşturmuştur ama bu tutumun bu kadar önemli olması, bekârete verilen değerin doğuştan ya da içsel olduğu anlamına gelmez. Antropologlar, bekârete değer vermeyen ya da bizden çok farklı bir şekilde değer veren o kadar çok kültür örneği (buna hem özel mülki­yelin hem de bekâret kavramlarının aslında hiç olmadığı kül­türler de dahildir) bulmuştur ki, bizim kültürümüzün işleri “yürütülmesi gerektiği" gibi yürüttüğünü ya da işlerin ancak bizim kültürümüzdeki gibi yürütülebileceğini iddia etmemiz mümkün değildir. Bizim işleri yürütme şeklimiz daha çok tu­tuluyor olabilir ya da dünya genelindeki insan kültürleri ara­sındaki egemen örnek bile olabilir ama insanların üzerine cin­sel yaşamlarım kurabilecekleri tek temel olamaz.

Aynı şey bizim bekâreti bir meta olarak görme eğilimimiz için de geçerlidir. Bu metalaştırma uygulamasının köklerini kafamızda canlandırabilmemiz için tekrar Cilalı Taş Dev- ri'ndeki büyük nine ve dedelerimize dönmemiz gerekir. Ancak egemen olan kurama göre, erkeklerin bakıp besledikleri ço­cukların babalıkları üzerinde daha çok denetim sahibi olmak için evlerine yalnızca bakire kadın getirmeleri gitgide daha çok rağbet görmeye başlayınca, sonunda bu erkekleri ve aynı şekilde kadınları, kız çocuklarının cinselliğini denetim altında tutmaya daha çok dikkat etmeye başlamıştır. Böylece yararlı müttefikleri çekmek için kullanılan bir yem gibi, kızları da so­nunda diğer ailelerin ya da boyların erkeklerine daha cazip gö­rünecektir.

Bu dönemde kaliteli kızlar yetiştirmek, sağlıklı koyun üret­mek, sağlam kumaş dokumak ya da iyi hasat toplamak kadar kıymetli bir üretim çeşidi haline gelmişti. Ailesinin ya da bo­yunun başı olarak baba, bütün üretkenlik ve çalışma sorumlu­luğunu üzerine almıştı. Bir boyun saygınlığı ya da onuru, eko­nomik anlamda rekabet edebilme gücüne bağlıydı. Toplumsal konum da aynı şekilde o boyun evlilik piyasasına gerektiği gi­bi bakire kızlar getirip getirmemesine de bağlıydı. Her ne ka­dar gelişmiş ülkelerde artık simgesel olarak yapılsa da babanın evlendirirken kızını “vermesi” geleneğini bugün hâlâ görüyo­ruz. Oysa yasaların özgürleştirilmesiyle kadınların kendi baş­larına tam vatandaş olmasına izin verildiği son yüzyıla kadar, bu gelenek, kelimenin tam anlamıyla baba evinden koca evine yapılan bir mal aktarımını temsil ediyordu.

Zamansız bir bekâret kaybı bu düzeni tehlikeye soktuğunda sonuç felaket olabilirdi. Böyle bir durum babanın ve boyun toplumsal konumuna zarar verirdi ama bu durum ailenin say- gınhğını kaybetme olasılığından çok daha vahim sonuçlar do­ğururdu. Evlenmeden kaybedilen bekâret çoğu zaman kadının evlilik piyasasında evlenilemez, kullanışsız bir mal olarak gö­rülmesine neden olurdu. Değerli bir mal mahvedildiğinde ma­lın sahipleri malı mahvedenden ya da en azından suçu üzerine yıkabilecekleri en yakındaki kişiden tazminat isterler. Bu yüz­den de artık bakire olmayan (ya da sadece öyle adı çıkan) ev­lenmemiş kadın, mal ve saygınlık kaybını telafi etmek için ev­latlıktan reddedilebilir, köle olarak satılabilir, dövülebilir, sa­kal bırakılabilir ya da öldürülebilir.

Bunun uygulamada nasıl işlediğini gösteren bilinen en mü­kemmel örneklerden biri. Eski Ahit’in M.Ö. 7. yüzyıl civarın­da yazılmış olan Yasa Kitabı’nın yirmi ikinci bölümünün ikin­ci yarısında yer ahr:

13Bir adam bir kadın alır, [evliliği tamamına erdirmek içini onunla gerdeğe girer ama sonra onu istemezse;14 ona iftira dolu sözler eder, onun adını lekeler ve “bu kadım [eş olarak) aldım ama [kocası olarak) onunla yattığımda bakire olmadı­ğım anladım,” derse,15o zaman kızın babası ve anası kızın be­kâretinin kanıtlarını, şehir kapısında şehrin önde gelen bü­yüklerine takdim etsinler.16 Kızın babası ileri gelenlere desin ki, “Kızımı bu adama kansı olsun diye verdim ama şimdi kı­zımı istemiyor17 ve ‘Kızın bakire çıkmadı,' diyerek kızıma ifti­ra atıyor ama işte bunlar kızımın bekâretinin kanıtlarıdır." Ve kızın ana babası çarşafı ileri gelenlerin önüne sersinler.18 O zaman şehrin ileri gelenleri adamı alıp kırbaçlasınlar19 ve kı­zın babasına yüz gümüş sikke vermesi için cezalandırsınlar, çünkü [kadını suçlayan) adam İsrailli bir bakirenin adını le­kelemişim Kadın adamın kansı olacak [evlilik geçerli sayıla­cak] ve adam kadını boşamayacak.20 Ama bu şey [suçlama) doğruysa ve kızın bekâretinin kanıdan bulunamazsa,21 o za­man kızı babasının evinin kapısına getirecekler ve şehrin er­kekleri kızı taşlayarak öldürecekler çünkü kız babasının evin­de fahişelik ederek İsrail halkı içinde iğrenç bir şey yapmıştır. Böylece kötülüğü kovacaksınız.

Yasa Kitabı'na göre, gelinin babasını yanlış yere "bozuk mal” vermekle suçlamak gelinin babasına karşı işlenen bir suç teş­kil eder. Burada suçu tarif etmek için kullanılan dilin ve işle­nen suça karşı getirilen çözümün açıkça gösterdiği üzere iftira dinî bir suç değil, bir kamu suçu olarak görülür. Kızının ev­lendiğinde bakire olmadığı gerekçesiyle yanlışlıkla suçlanarak iftiraya uğrayan babaya ismine sürülen leke için para ödenir. Kızının evliliğinden edindiği her türlü maddi ya da manevi ka­zancın da babada kalacağı kesinleşir çünkü evlilik onaylan­mıştır. Dil uzatılanın aslında kızın bekâreti ve dürüstlüğü ol­masına karşın, kız yanlışlıkla suçlanarak iftiraya uğrayan kişi olarak görülmez. Onun ismine sürülen leke için kendisine hiç­bir tazminat ödenmez. Evliliği hâlâ geçerli olduğu için, kızın endişelenecek bir şeyi olmadığı düşünülür.

Ancak suçlama onaylanırsa, suçun türü aniden korkunç bir şekilde değişerek sadece erkeğe karşı değil Tann’ya karşı da iş­lenmiş idamlık bir suça dönüşür. Üstelik ortada kimin suçla­nacağına dair en ufak bir soru işareti de yoktur: Kadının baba­sı, anası ya da kızlığının bozulmasına katkıda bulunan kişi (tabii eğer kızlığı gerçekten bozulduysa) değil, tek başına ka­dın taşır bütün sorumluluğu.

Eski zamanlarda yaşayan İbranilerin hayallerinde bile, ka­dınların bekâretlerini tek başlarına kaybetmedikleri gerçeğini bir kenara bırakın. Üstelik Talmud hahamlarının bile dinî mahkemede kanıt olarak kullanılıp kullanılamayacağı konu­sunda fikir birliğine varamadığı ve büyük olasılıkla çarşaftaki kandan söz eden kanıt ölçülünün hata payının oldukça yük­sek olduğunu da bir kenara bırakın. O zamanlar düğününden önce bekâretini kaybettiğine karar verilen kadının fahişelik yaptığı, bir başka deyişle kadının baba evine karşı, yani baba­sının çatısı altındaki kadınlan denetlemesine izin veren ataer­kil hakka karşı suç işlediği farz ediliyordu.

Sadece kullanışlı bir malın yok edilmesi değil, aynı zamanda ataerkil denetimin de yok edilmesi anlamına gelen bu suç için kız öldürülüyordu; ancak babası tarafından ya da görünürde yanlış yaptığı adam tarafından değil, şehrin bütün erkekleri la-

rafından. Böylece erkek sınıfının kadın sınıfının kaderini be­lirleme hakkını yeniden ispat etmek ve erkeklerin, denetimle­rinden çıkan kadınlan cezalandırmaya sadece izinli değil aynı zamanda zorunlu da olduklan ilkesini pekiştinnek için, sim­gesel olarak her erkeğin bu öldürme eylemine katılmasına izin veriliyordu. Sonuçta bir kadının erkek denetiminden çıkması “kötülük” teşkil ediyordu ve bunun kanlı bir taş yığmı altında ezilmiş bir insan canıyla ödenmesi gerekiyordu. Oysa bir kadı­nın erkek denetiminden çıktığına dair yalan söylemek aynı şe­kilde “kötülük” olarak görülmüyor ve bunun karşılığı bir yı­ğın parlak gümüşle ödenebiliyordu.

Yasa Kitabı yazıldığı zamanda babalığın ispatlanması çok­tan, bekâretin varlığı ya da yokluğu meselesini tamamlayan bir endişe haline gelmişti. Bekâret sadece kocanın kendi çalısı altında doğan çocuklarının soyunu denetleme isteğinin değil, aynı zamanda erkeklerin kadınların ve çocukların davranışla­rını denetleme isteğinin de simgesel ağırlığını taşımaya başla­mıştı. Bekâret, bir bütün olarak ataerkil düzenin başarısını simgeler hale gelmişti.                                      .

Yani Hıristiyanlığın doğumundan çok önce, saklanan bekâ­retin iyi ve değerli, kaybedilmiş bekâretinse kötü ve değersiz görüldüğü sıkı bir toplumsal yasa çerçevesi vardı bile. Kısacası ortada kaybedecek çok şey vardı ve sonuçlar çok ciddiydi. Bu yüzden de kadın-erkek, genç-yaşlı demeden kültürün nere­deyse bütün üyelerinin, bekâretin denetimi ve metalaştırılması etkinliklerinde bir şekilde yer alması bekleniyordu. Aksini yapmak felakete davetiye çıkarmak olurdu.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Himenoloji

Boyut ve şekil bakımından kadından kadına değişkenlik gösterdiği düşünülürse, himeni belki de bedenin bir parça­sı olarak değil, bir yer olarak tanımlamak daha doğru olur. Bir benzetme yaparsak, hepimizde ayak tarağı vardır ama bu tarağın “en üst kısmının” tam olarak neresi olduğunu tespit etmek çok zor olurdu. Oysa ayak tarağının tam te­pesini tespit etmek toplumsal kimliğimiz için büyük önem taşısaydı, (Swift tarzı bir yergi mahiyetinde), o zaman ayak tarakları hakkında gerçekten de ciddi tartışmalar doğardı.

— Kathleen Coyne Kelly

Mümkün olan en basit dille ifade edersek, himen, bir çukur kazdığınızda geride kalandır.

Anne rahminin gözlerden uzak, sıcak ve ıslak karanlığında, dişi ceninin cinsel organları ve üreme organları gelişir. Bunlar, rahim, yumurtalık tüpleri, yumurtalıklar, vajina ile çeşitli kıv­rımlar, kapaklar ve ağızlardan oluşan ve hepsine birden vulva dediğimiz dış genital bölgeyi kapsar. Cenin ne bilinçli bir dav­ranışta bulunur ne de olan bitenin farkındadır. Her şey, ceni­nin eşsiz DNAsının karmaşık şifreli komutlarının tetiklemesi ve yönlendirmesiyle kendiliğinden olur. Bu süreç aşamasında bir ara ceninin himeni de gelişir ama bunun tam olarak ne za­man oluştuğunu ne cenin bilir ne de bir başkası.

Himen tek başına var olan bir yapı gibi kendi kendine oluş­maz; daha çok kadın genital organlarının karmaşık oluşumu­nun bir yan ürünüdür. Hamileliğin dördüncü ayının başında, dişi ceninin bırakın himeni, vajinası bile yoktur. Hamilelik dö­neminin akıncı ayının sonuna gelindiğinde ceninin vajinası da himeni de oluşmuştur. Himen oluşur çünkü vajina oluşur. Ka­dın genital organlarının iç bölümlerinin dış bölümlerinden ta­mamıyla ayrıldığı zamanın tek fiziksel hatırlatıcısıdır himen.

Kadın genital organları birbirinden ayn iç ve dış bölümler olarak gelişir. Bu gelişim süreci tamamlanıncaya kadar bu iki bölüm, tek bir bitişik sistem oluşturmak üzere birbirlerine bağlanmazlar. Dişi ceninin üreme sisteminin gelişmesinin ilk evrelerinde, bedenin yüzeyine yakın bir yerde ürogenital sinüs adı verilen boşluk ya da oyuk oluşur. Bu boşluk zamanla vul- vaya dönüşerek iç dudakların kıvrım ve çıkıntılarını, klitoris gövdesini vs. oluşturacaktır.

Bu arada ceninin kamında, yani leğen kemiğiyle çevrelenen alanın içinde, Mûler tüpleri (aynı zamanda paramesonefrik kanallar olarak da bilinirler) denilen iki tane yapı genişler ve vajina kordonunu oluşturur. Bu kordonun bir ucu vücut du­varının iç yüzeyine, diğer ucu da rahme demir atmıştır. Vücut duvarının bitiş noktalarından birisi sonunda vajina girişine, diğeriyse rahim ağzına, yani vajinayla rahim arasındaki geçide dönüşecektir.

Vajina kordonu olgunlaştıkça dışarıya doğru bir çukur açar. Bu sürece kanallaşma denir ve lam da sözcükten anlaşılan an­lama gelir: Tek parça halindeki kordon, bir kanala ya da ince bir boruya dönüşür. Kanallaşmanın son aşamasında kanalın ucunda, vücut duvarının içinden geçen ve vajinaya çıkış sağla­yan bir açılma meydana gelir.

İşte himeni oluşturan da budtır. Dış ürogenital alanla iç vaji­na arasındaki eşikte, yeni oluşan boşluğun kenarının çevresin­deki vücut duvarı dokusundan kalma küçük esnek bir çıkıntı. İşte bu artık parça himendir. Bazı insanlar himenin davul deri­sine benzediğini zannedip vajinanın girişini boydan boya kap­ladığını zannederler ama normal himenler hiç de böyle değil­dir. Himenin aslında var olmasının nedeni vajinanın bedenin dışına açılmadan işleyememesidir. Genital organların gelişim sürecinden kalan bu minicik artık, uğruna isimlerin, gelecek­lerin ve bazı durumlarda milyonlarca kadının hayatının tehli­keye atıldığı el parçasıdır.

Genel olarak konuşursak vajinanın olduğu yerde himen de vardır. Günümüzdeki yaygın inanışın tersine, aslında nere­deyse her kadın himenli doğar: Tespit edilebilen bir himeni olmadan doğan kadınların, toplam kadın nüfusunun % 0.03'ûnden azını oluşturduğu tahmin edilmektedir. Ama ço­ğumuz için, hatta tıp mesleğiyle uğraşanların büyük bir bölü­mü için de, vajina himeni hâlâ bir muammadır. Çok azımız farkında olarak bir himen görmüşüzdür ya da çok azımız bir fotoğrafla görsek himeni tespit edebiliriz. Kadınların çoğu, tek başına bir yapı ya da parça olarak himenierinin hiç farkın­da olmadıklarını söylerler; bu da son derece mantıklıdır çün­kü himen böyle bir şey değildir. Himen vajinanın ayrılmaz bir parçasıdır; burun delikleri burundan ne kadar ayrıysa himen de çevresinden o kadar ayrıdır. Bu bölümün başında alıntı yaptığım Kathleen Coyne Kelly’nin açıklamasını hatırlarsak, tıpkı ayak tarağının üst kısmı gibi himen de çevresinden ta­mamıyla ayrı bir varlık olmaktan çok, bir yer göstergesidir as­lında. Kadınların çoğu himen olarak algıladıkları şeyin farkına yalnızca vajinalarına ilk defa girildiğinde varırlar, ama ileride keşfedeceğimiz gibi himen diye algıladıkları şey aslında hi­men olmayabilir de.

Himen hakkında çok az şey biliyoruz. Bunun bir nedeni tıp biliminin bu konuya fazla ilgi göstermemiş olmasıdır. Ne de olsa himenin tıp açısından pek ilgi çekici bir yanı yoktur, çün­kü fiziksel olarak çok küçüktür ve bilinen hiçbir işlevi yoktur. Ara sıra ortaya çıkan, soruna yol açabilecek birkaç biçim bo­zukluğu dışında, insan bedeninin en söz dinleyen parçacıkla­rından birisidir. Himen kanserinden, himen sertleşmesinden ya da himen yetmezliğinden mustarip olan ya da ani bir hi­men krizinden ölen ya da himen felci mağduru olan kimse ol­mamıştır. Kısacası himen insanlarda, iyi ya da kötü fazla bir Şey yapmaz. Kadın bekâretinin sözde belirleyicisi olarak ken­disine biçilen toplumsal rolün dışında, insan himeni aslında çok ama çok sıkıcıdır.

insan himeni hakkında gerçekten dikkate değer tek şey ona yüklediğimiz değerdir. İnsanlarda ve himeni olan hayvanların

çoğunda himenin, çiftleşme, hamilelik ya da başarılı üreme konularında bir önemi yok gibidir. Eğer himenin ona sahip olan hayvanların yaşamında bir rolü yok gibi görünüyorsa, o zaman daha en başından ne diye oluştukları sorusu gelebilir aklımıza. İngiliz vajina tarihçisi Catherine Blackledge’a göre, hinıdomuzu gibi hayvanlar hakkında bildiklerimize dayana­rak konuşursak, belki de insan himeninin de bir zamanlar doğrudan üremeyle ilgili bir işlevi vardı. Belki de evrim ku­ramcısı Elaine Morgan’m insan türünün deniz memelilerinden geldiğini iddia ettiği The Aquatic Ape Hypolhesis (Sucul Kuy­ruksuz Maymun Hipotezi) adh kitabında ileri sürdüğü gibi, himen bir zamanlar, ilk-insanlar yüzgeçleriyle tarih öncesi de­nizleri geçerken suyu ve sudaki yabancı maddeleri vajinanın dışında tutmak için bir koruyucu engel görevi görüyordu. Bu hipotezleri test etmek imkânsız değilse bile çok zordur. Hime­nin somut bir işleve sahip olduğu uzak evrimsel geçmişinden kalma bir artık mı olduğu, yoksa bugün tıp biliminin gördüğü gibi yalnızca belli bir doğum öncesi gelişim sürecinin bir ka­lıntısı mı olduğu çözülmeyi bekleyen bir soru olarak duruyor karşımızda. Cevabı bilmiyoruz ve himen gibi yumuşak doku­ların genelde arkalarında fosil kalıntısı bırakmadığı gerçeğini düşünürsek, bu soruya hiçbir zaman bir cevap bulamama ihti­malimiz yüksek görünüyor.

İnsan himeni hakkında elimizde olan bilgiler de aynı şekil­de şaşırtıcı derecede eksiktir. Bedenimizin geri kalan bölgeleri­nin çoğunun tersine, himenin, tıp bilimi tarafından muayene edildiği, kesilip incelendiği, araştırılıp belgelendiği, uzun ve kapsamlı bir tarihi yoktur. Sporcu ayağı konusunda bile hi­men konusunda olduğundan daha çok tıbbi yazı yazılmıştır. Kısacası, himen çok sayıda bilimsel çalışmanın konusu olma­mıştır. Açıkçası bekâret ve alçakgönüllülük gerekçeleriyle öne sürülen ahlâki itirazlar, kadınların himeninin araştırılmasını çoğu zaman olanaksızlaştırdığı için, himen de araştırmacıların kolayca çalışabileceği bir konu olmamıştır. Himen hakkında bildiğimiz ayrıntıların çoğu yakın zamanda öğrenilmiştir. İn­san himeni üzerine yapılan oldukça az sayıda ciddi araştırma, 20. yüzyılın sonlarından itibaren; çoğu da 1970’lerden sonra yapılmıştır.

Sınırlı miktarda ve yeni keşfedilmiş de olsa, himen hakkın­da öğrendiğimiz bilgiler yine de çok yararlıdır. Bu bilgiler sa­yesinde bilimin bize himen hakkında söylediklerini, bu konu hakkında birikmiş kocakarı masalları ve halk bilgeliği örnek­leriyle karşılaştırabilir ve böylece himen hakkında doğru oldu­ğunu düşündüğümüz şeylerin nerede gerçekten de doğru çık­tığını ve nerede meğer çok yanlış olduğunu görebiliriz.

Himenc Giriş Dersi

Himenin nasıl oluştuğunu bilenler için nerede olduğu da son derece açıktır. Ama bilmeyenler için himenin olması gerektiği yeri bulmaya çalışmak büyük şaşkınlığa yol açabilir. Örneğin günümüz romanlarında, ‘adamın penisi kadının vajinasına 6-7 santim girmişti ki birden çelik gibi sağlam bir himen engeliyle karşılaştı’, gibi tarifler içeren, yani himenin vajinanın ortasında bir yerlere takılıp kalmış bir çeşit gizli hazine olduğunu ima eden bekâret kaybı sahneleri bulmak pek de olağandışı değil­dir. Oysa himen aslında vajinanın tam girişinde bulunur. Vajina açıklığının tabanı ve duvarları himenin dip kısmım oluşturur ve himen oradan yukarıya ve içeriye doğru vajina girişinin merkezine kadar uzanır. Himen aslında aynı vajina dokusun­dan oluşan bir yaka ya da çıkınlıdan başka bir şey değildir.

Himen dokusu, vajinanın geri kalan kısmının iç tabakasını oluşturan maddeyle aynıdır. İnce, esnek, pürüzsüz ve kılsız bir mukoza zardır. Tıpkı ağzın ve burnun içi ya da göz kapak­larının göz yuvarlağına değen tarafı gibi, bu doku da ıslak ve çok yumuşaktır. Ancak vajinanın geri kalan kısımlarının aksi­ne himenin, o ince, pürüzsüz üst tabakasının altında hiç kas dokusu yoktur; bütün himen bu ince üst tabakadan ibarettir. Yine vajinanın geri kalan kısımlarının aksine himenin genelde birkaç siniri ya vardır ya yoktur. Siniri olduğundaysa bunlar kenarlardan çok himenin dibine yakın kısımda yer alır. Aynı durum kan miktarı için de geçerlidir. Bazı kadınların himenle-

rinin, ilk defa (ya da bazı durumlarda ilk birkaç defa) cinsel anlamda vajinalarına girildiğinde kanayıp bazılannmsa hiç ka- namamasının sayısız nedenlerinden birisi de budur: Cinsel birleşme gibi etkenlerin zedelediği yerlerde kan daman olma­yabilir.

Himenler yapılan ve şekilleri açısından çok geniş ve ilginç bir çeşitliliğe sahiptir. Öyle görünüyor ki himenin nasıl görün­düğüne dair herhangi bir fikri olan birçok insan, bütün tü­menlerin birbirine benzemesi gerektiğini zanneder. Hiçbir şey gerçeklikten bu kadar uzak olamaz.

Genel imgelemde en yaygın olan himen türünün, gerçekte kadınların bedeninde ne olup bittiğine bakıldığında aslında en az rastlanan himen türlerinden biri olduğu görülür. Birçok ki­şi himenin aslında yırtılmamış geniş bir deri olduğunu ve sirk­te aslan terbiyecisinin emrindeki hayvanları içinden atlattığı kâğıt kaph çember gibi, vajina girişini tamamıyla kapattığını düşünür. Böyle himenler ashnda yok değildir. Bu, kapalı hi­men denilen tıbbi bir durumdur ve doğuştan olan küçük bir kusur olarak görülür. Vajinanın kanallaşması vücut duvarını boydan boya geçme işlemini tamamlamadığı zaman, açıklık oluşması gereken yerde bir deri tabakası kaldığında kapah hi­men oluşur. Açık olması gereken himenin kapalı kalması ka­dınların üreme yollarına ilişkin en yaygın bozukluktur. Yapı­lan tahminlere göre kadınlarda bu bozukluğun görülme sıklığı bin iki yüzde birden on binde bire kadar büyük farklılıklar gösterir. Âdet kanamasını imkânsızlaştırdığı için, kapah himen cerrahi bir müdahaleyle düzeltilir. Kısaca, açık olmayan himen belirleyici bir nitelik değil, sadece bir baş belasıdır.

İnsan bedeninin diğer bütün parçalarında olduğu gibi, hi­men açıklığının çapı da önceleri küçüktür ve zamanla çocukla birlikle büyür. Genellikle iki-üç milimetre olarak başlayan hi­men açıklığının çapı, çocuk ergenlik dönemine girene kadar her yıl bir-iki milimetre büyür; yani yaşı daha büyük olan ço­cukların küçüklere göre daha geniş himen deliklerinin olma olasılığı yüksektir. Bütün himen açıklıklarının küçücük oldu­ğu sanılmasın. 2000 yılında yayımlanan bir araştırmada, Dr.

Astrid Heger ve ekibi tarafından muayene edilen bakire kızla­rın % 93 ünde, doktorun spekulum ya da başka bir alet kul­lanmadan vajinanın içinin bir bölümünü görmesine izin vere­cek kadar geniş himen açıklığı olduğu görülmüştür.

Himen deliğinin büyüklüğü, gerçek bir çeşitlilik bolluğu­nun sadece başlangıcıdır. Himen dokusunun kendisi de bir sü­rü farklı şekilde ortaya çıkabilir. Himen ince, hatta varla yok arasında olabilir ya da lastik gibi esnek olabilir. Gözden kaça­cak kadar minik ya da bir sürü narin kıvrımın üst üste katlan­dığı bir çiçek gibi de olabilir. Birçok tıp kitabı gibi American Professional Society on the Abuse of Children' da, beş tane hi­men şekli belirlemiştir: Halka şeklinde, yanmay şeklinde, kat­merli, saçaklı ve ayrık.

En yaygın himen halka şeklindekidir. Sözcüğün İngiliz­ce’deki karşılığı olan ıınnukır, Latince “yuvarlak” ya da “çem­ber” anlamına gelen annulum sözcüğünden türemiştir. Halka şeklindeki himen tam anlamıyla, vajina girişinin bütün çevre­sini saran bir doku çemberidir. Görüntüsüne göre isimlendiri­len bir başka himen türü de neredeyse halka şeklindeki himen kadar yaygın olan yanmay şeklindeki himendir. Yanmay gibi görünen bu himen kabaca U harfi şeklindedir. Astrid Heger ve Lynne Ticson çeşitli himen araştırmalarını karşılaştırdıkların­da, toplam himen sayısının yarısından çoğunun, hatta bazen beşte dördünün halka ve yanmay şeklinde olduğunu gömüş­lerdir. Ancak bu himen türlerinin her birinin ne kadar yaygın olduğuna dair doğru istatistiklere ulaşmak olukça güçtür çün­kü bazı halka şeklindeki himenler kızlar büyüdükçe şekil de­ğiştirerek yanmay şeklindeki himene dönüşebilir.

Bunların tersine en az görülen himen şekliyse aynk olandır. Aynk himen, deliği bir doku köprüsü ya da perdesiyle ikiye bölünmüş himen olarak ve ince bir doku şeridiyle birbirinden ayrılmış birden fazla deliği olan himen olarak iki farklı şekilde düşünülebilir. Nadiren ayrık himenlerin ikiden fazla deliği ol­duğu görülür. Aslında aynk himenlerin, ince bir doku şeridiy-

1 Amerika’da çocuk istismarı alanında çalışan profesyonellere yönelik kurulmuş olan bir sivil toplum örgütü - ç.n.

le birbirinden ayrılmış bir sürü deliği olabilir; bu da görüntü itibariyle mutfak kalburuna benzeyen bir himen çıkarır ortaya. Bu yüzden bu türe bazen kalbur şeklindeki himen de denir. Bunun İngilizce’deki karşılığı olan cribiform ya da cribriform sözcükleri Latince elek anlamına gelen crihnım’dan türemiştir.

Katmerli himen ve akrabası saçaklı himene, halka ya da ya- rımay şeklindeki himenden daha az, ayrık himendense daha çok rastlanır. Özellikle katmerli himen çok gösterişli bir çeşit­tir ve katlanmış bir çorap lastiği ya da gömlek kolu gibi kendi üzerine kıvrılmasına yetecek kadar çok etten oluşur. Saçaklı himen daha az etlidir ama himenin kenarlan boyunca ona bu­ruşuk bir görüntü veren bir sürü girintisi çıkıntısı vardır. An­cak katmerli himenin katmerleri zamanla azahr: Amerika’da Teksas Ûniversitesi’nde çalışan araştırmacı Dr. Abby Berenson, katmerli himen dokusunun ilk üç yaş süresince çoğu zaman küçüldüğünü bulmuştur. O kadar ki doğumda katmerli olan bir himen, çocuk üç yaşına geldiğinde saçaklı himene, hatta halka şeklindeki himene dönüşmüş olabilir.

Himeni “yırtılmadığı” ya da “bozulmadığı” sürece durağan düşündüğümüz için bu, kulağa tuhaf gelebilir ama himen as­lında kendi başına da şekil değiştirebilir. Doğumla üç yaş ara­sında, bazı durumlarda üç ve beş yaş arasında da, himen şekil ve büyüklük açısından epey değişebilir. Bu değişiklikler acısız, sessiz sedasız, neredeyse fark edilmeden gerçekleşir. Bu değişi­mi geçiren kız çocuğu (ya da herhangi başka biri) diğerlerin­den daha bilgili olmaz ya da bir farklılık hissetmez. Himenin neden şekil değiştirdiğini ya da bunun nasıl gerçekleştiğini bilmiyoruz ama bu olay defalarca gözlemlenmiştir. En iyisi bu değişikliği, bedenin diğer parçaları gibi himenin de doğumdan sonra gelişmeye devam etmesi olarak görmektir. Bu da demek oluyor ki himenin bir gün, bir hafta ya da bir aydan diğerine farkh olması ya da görünmesi için cinsel anlamda vajinaya gi­rilmesi hiç gerekmez. Bu da “bozulmamış” himen kavramının doğruluğu konusunda bir kurt düşürüyor insanın aklına: Hi­men kendi başına değişebiliyorsa, himene “bozulmamış” ya da “değişmemiş” demek ne kadar uygun olur?

Farkh şekillerde ortaya çıkmanın yanı sıra, himenler başka açılardan da değişiklik gösterir. Örneğin, hinıenin yüzeyinden çıkan himen kuyruğu dediğimiz doku uzantıları, oldukça yay­gın olarak görülen süslerdir. Himenlerde aynı zamanda yum­ru, tümsek, çentik, çukurluk ve basıklık da görülebilir. 17. yüzyılda yaşamış olan İngiliz ebe ve tıp yazan Jane Sharp’m himeni “karanfil-kırmızı şebboy”a [pembe ya da açık kırmızı] benzer şekilde tarif etmesine karşın, gerçekte himenlerin mor­la kırmızı arasında bir dizi renkte olabildiği gözlemlenmiştir. Aynı şekilde himenin iç kenarı pürüzsüz ya da pürüzlü olabi­lir ya da geçmişte meydana gelen yınılmalann ve yank şeklin­deki açılmalann izini taşıyabilir. Bunlar yapay çentikler de ola­bilir, bütün kesikler de. Vajinalarına hiçbir şekilde girilmemiş kadmlann himenlerinin en dayanıklı bölgelerinde bütün ke­sikler olmasına daha az rastlanır. Bu yüzden de muayenelerde, örneğin çocuk istismarı suçlamalarından sonra yapılan mu­ayenelerde, bu kesikler vajinaya girilmiş olabileceğini işaret eden kırmızı alarm olarak görülür. Ama himenin üzerinde bü­tün kesikler olması, kesin olarak o vajinaya girilmiş olduğu anlamına gelmez. Vajinaya girilmesi her zaman cinsel amaçlı da değildir ve bu her zaman himenin bütünüyle kesilmesine, hatta bazen küçük kesilmelere bile neden olmaz.

Dayanıklılık ve Esneklik

İnsan himeninin fiziksel görünüşü ve genel şekli büyük çeşit­lilik gösterir ve herhangi bir dış neden olmadan ya da hiçbir uyarı vermeden değişmeye yatkındır. Bunların çoğu himen dokusunun yapısı için de geçerlidir. Tıpkı kimimizde güzel ve narin, kimimizde sağlam ve dayanıklı olan saç ve cilt özellikle­rimizin hepimizde farklılıklar göstermesi gibi, himen dokusu­nun kalınlığı, sertliği, esnekliği, dayanıklılığı ve sağlamlığı da kişiden kişiye değişir.

Bunun bir sebebi, bedenimizdeki diğer bütün dokularda ol­duğu gibi genetiktir. Saç ve göz rengimizi, belli hastalıklara meyilli olmamızı ve daha bir milyon başka özelliğimizi anne

babamızdan alıyoruz da genilal dokuların özelliklerini neden almayalım? Kapalı himenin anne tarafından çocuğa geçebile­ceğine dair bazı kanıtlar vardır. Bu durumda aynı şeyin hime­nin diğer yönleri için de geçerli olacağını düşünmek gayet mantıklı olabilir.

Himen dokusu hormonlardan da etkilenir. Dişi ceninin ilk olarak rahim içinde maruz kaldığı ve bedeninin ergenlik döne­mine yaklaştıkça gitgide artan miktarlarda üreteceği östrojen hormonu, hem genital bölgenin mukoza zarlarını kalınlaştırır hem de onları daha esnek yapar. Doğum öncesi anne rahmin­de yaptıkları östrojen banyosu nedeniyle yaklaşık iki yaşın al­tındaki küçük kız çocuklarının himenleri bazı durumlarda kendilerinden birkaç yaş büyük olan kızlannkinden daha es­nek olabilir. Ceninken yapılan hormon banyosunun etkileri geçtikçe vajinanın esnekliği de buna bağh olarak azalır ve vaji­nadaki dokular daha hassas olur. Sonunda ergenlik dönemi gelip çattığında kızın kendi östrojeni aşırı miktarda çoğalır ve bununla birlikte üreme dokularının esnekliği artar.

Himenin kalınlığı ve sağlamlığı da kişiden kişiye değişir. Hi­men genelde göz kapağından daha incedir, hatta birçok himen yarısaydam olarak tarif edilir. Bazı himenler o kadar ince ve narindir ki doktorların hasar vermeden himeni muayene et­mesi olanaksızdır. Diğer himenlerse daha kaim, hatta lastik gi­bidir. Yapılan araşiırmalara göre, bazı himenler oldukça kaim, bazıları da oldukça ince kalırken, bazıları zaman içinde incele- bilmekıedir.

Himenlerin birbirlerinden farklı olarak kalın, ince ya da nis­peten narin olmaları çoğu zaman himenin görüntüsüne baka­rak yapılan bekâreti teşhis etme girişimlerini zorlaşunr. Bazı himenler hemen hemen kendi başlarına parçalara ayrılıp dağı­lır. Diğerleriyse oldukça sağlamdır ve bunları, zedeleme endi­şesi duymadan oldukça kaba bir şekilde ilip kakabilirsiniz. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlannda jinekologlar bazı kadınla­rın ilk birleşme sırasında kanamamasını, çok esnek olduğu için katlanan ya da kıvrılan himen anlamına gelen “halinden memnun” himen gerekçesiyle açıklamıştır. Kadın genital or-

ganlarının mücadele etmeden ya da hasar görmeden öylece birleşmeye “teslim olabildiği” bilgisi, bazen kadınların iffetine leke sürmek için kullanılırdı, çünkü uygunsuz cinsel davra­nışlarını gizleyebilen bir kadının zaten böyle şeyleri büyük olasılıkla yaptığı düşünülürdü. İlk sevişmeleri sırasında kana­madıkları ya da acı hissetmedikleri için hiç himenleri olmadı­ğına inanan bazı kadınların aslında, yırtılmak yerine kıvrılabi- lecek kadar esnek himenleri olabilir.

Hepimize himenin doğuştan narin olduğunun öğretildiğini düşünürsek, özellikle esnek himen kavramı çok ilgi çekicidir. Bazı himenler o kadar esnektir ki yıllar boyunca cinsel birleş­meye kolayca dayanabilirler ve bu ancak doğum öncesi yapı­lan jinekolojik muayeneler sırasında ya da hatta doğum sıra­sında keşfedilir. Örneğin Midwifery Today E-News dergisinin Ocak 2002 sayısında, ebe Brenda Capps, ilk defa anne olan genç bir kadının, cinsel birleşmeden açıkça sağ kurtulan, hiç­bir hasar izi taşımayan ve bebeğin doğabilmesi için kesmek zorunda kaldıkları çok esnek kalın bölmeli bir himeninin ol­duğunu anlatır.

Bundan daha etkileyici olan bir başka olay da, Australian and New Zealand Journal of Obstetrics and Gynaecology adlı derginin 2002 sayısında, otuz yaşlarında Tayvanlı bir kadınla ilgili bir haberde anlatılır. On üç yaşında doğuştan kapalı hi­men teşhisi konulan bu hastanın himeni cerrahi müdahaleyle düzeltilir. Ancak ameliyata karşın himen geri büyür ve hasta on sekiz yaşındayken himeninin kesilmesi için ikinci kez ame­liyat olur. Bir süre her şey yolunda gider, İcadın evlenir, hamile kalır ve sezaryenle doğum yapar. Doğum yaptığında doktorlar kadının himen deliğinin oldukça küçük olduğunu fark eder­ler. Hasta, kocasının erken boşalma sorunu olduğunu, kendi­sinin de cinsel ilişki sırasında vajinasına girilmesini neredeyse hiç hissetmediğini itiraf eder. (Pek kimse farkında olmasa da, penisin vajinaya girmemesinin hamileliğin gerçekleşmesine engel olmadığı gerçeği, kesinlikle bu hikâyeden çıkarılması gereken önemli derslerden birisidir.) Bu kadının cinsel yaşamı nasıl olursa olsun belli ki görevi tamamlamaya yeıiyonnuş,

çünkü kadın bundan kısa sûre sonra ikinci kez hamile kalır. Ama doğum yapmak için hastaneye gittiğinde doktorlar kadı­nın himeninin tekrar kapandığını görür. Bebek yine sezaryen­le başarılı bir şekilde doğurtulur ve hasta himeninin kesilmesi için üçüncü kez ameliyat olur. İnsan haliyle, üç sayısının ger­çekten uğurlu olduğunu ve bu kadının yemden kapanıp duran inanılmaz himeninin neşterle daha fazla karşılaşmak zorunda kalmadığını umuyor.

Himen yapısında görülen çeşitliliğin bir ucunda dayanıklı himen varsa öteki ucunda da narin himen vardır. Fark edile­meden kolayca dağıldıkları için narin himenler konusunda bi­linen fazla bir şey yoktur. Aksini gösteren bir kanıt olmadığına göre, himensiz doğduğunu düşünen kadınların bazılarının as­lında önemsenmeyecek kadar belirsiz çok hassas himenleri ol­duğunu söyleyebiliriz.

Himenlerin kadın anatomisinin tekbiçimli bir parçacığı ol­maktan uzak, aslında yüz çeşit olduğunu gördük. Uygulama açısından bakarsak bu şu anlama gelir: Yalnızca birinin himeni olduğunu söylemek, birinin cildi olduğunu söylemek gibi bir şeydir aslında. Birinin cildi olduğunu bilmek bize bu cildin neye benzediğini, sert mi yoksa yumuşak mı olduğunu ya da yaralı mı pürüzsüz mü olduğunu söylemez. Aynı şekilde biri­nin himeni olduğunu bilmek de, ki kadınların neredeyse hep­sinde var, bize bu kadının herhangi bir cinsel deneyimi olup olmadığı konusunda bir şey söylemez. Bildiğimiz tek şey, hi­meni olduğunu bildiğimiz birisinin himeninin var olduğudur, bu varlık yüzyıllardır sıcak tartışmalara konu olmuş olsa da.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Çelişkilerle Dolu Umutsuz Arayış

Bazı bakireler ya da kızlarda rahim boynunun ağzında, eski yazarların himen dediği... ince bir deri ya da zar bulunur. ... Paris Hastanesi'nde elimin altında olan üç yaşla on üç yaş arasındaki herkese baktım ama bu zarı hiç kimsede bulamadım.

- Ambroise Pare, 1573

Bizden önceki insanların geçmişteki cinsel anlayışlarının bi­zim bugünkü cinsel anlayışlarımızla aynı olduğunu farz etmek çok kolaydır. Sonuçta bugün elimizin alımda olan cinsel or­ganlar ve yaptığımız cinsel edimler insan türünün ortaya çıktı- gı zamandan bu yana aşağı yukarı aynı kalmıştır. Oysa ataları­mızın, bizimle aynı uzuv ve ufak parçalara sahip ve bunları çok benzer şekillerde kullanmış olmalarına karşın, bunları as­lında çok farklı şekillerde algılamış olabilecekleri (gerçekten de çoğu zaman öyle olmuştur) hiç aklımıza gelmez. Bazen be­denin ve parçalarının geçmişteki algılanma biçimleri bizimki­lerden o kadar farklıdır ki bize çok tuhaf görünürler. Örnek mi? İşte size himen destanı.

Mısır, Yunanistan, Ortadoğu ve Küçük Asya’dan (Anadolu) günümüze kalan çeşitli eski yazılarda bakirelere ve bekârete gönderme yapılmasına karşın bunların hiçbirinde himenden söz edilmez. Talmud'un bekâretin göstergeleri hakkında ne söylediğini okuyabilir; bakire gelinler konusunda Eski Ahiı’e danışabilir; Artemis, Kibele, Athena ve dünyevi ya da doğaüs­tü olan başka bakirelerle ilgili efsaneleri ve milleri inceleyebi­liriz ama hiçbirinde böylesine cazip ve ilginç bir anatomik parçacığın adının bile anılmadığını görürüz. İyi ama neden?

Bu sorunun, tarihçilerin aklına bile gelmeyecek kadar basit bir cevabı vardır: Eski dünyada yaşayan insanlara göre himen diye bir şey yoktu. Bu, o zamanın kadınlarının himensiz doğ­duğu anlamına değil, ne kadınların ne de bir başkasının kadın bedeninde himen diye bir şey olduğunu bilmediği anlamına gelir.

Eski dünyanın doktorlarının böyle bir şeyi nasıl gözden ka­çırmış olabileceklerini merak edebiliriz. Kısmen bunun cevabı şu olabilir: Bakmıyorlardı ki görsünler. O zamanlar erkek dok­torların kadınların bedenlerini doğrudan muayene etmesi çok ciddi bir tabuydu. Ara sıra istisnalar olmuyor değildi ama Hi- pokrat okuluna bağh bütün tıp metinlerinde vajina muayenesi yapan yalnızca iki doktor örneğinin olması, bu tür durumlara gerçekten de çok az rastlandığını gösterir. O zamanlar kadın­ları ebeler muayene ederdi, doktorlar değil.

Ancak jinekolojik muayeneleri her gün doktorlar yapsaydı bile yine de vajinanın içindeki himen denilen özel şeyi büyük olasılıkla bulamazlardı çünkü bir defa böyle bir şey arıyor ol­mazlardı. Himen diye bir şeyin olması gerekliğini bilmedikleri için bunun kadın geniıal organlarındaki olağan çıkıntı ve kıv­amlardan başka bir şey olduğunu fark etmeleri de pek müm­kün olmazdı. Örneğin, 2. yüzyılda yaşamış ve penisteki sünnet derisini, kalçaları, vajina dudaklarını ve klitorisi (daha sonra şaşırtıcı sayıda anatomi uzmanının nasılsa orada olduğunu unutmayı becerebildiği şey) tanımlayıp açıklamış bir doktor olan Galen gibi titiz bir gözlemci bile, De usu partium adlı ay­rıntılarla dolu anatomik incelemesinde himeni hiç anmaz. Ga­len, birçok insanın kadın bekâretinin fiziksel kanıtı olduğuna inandığı yapı gibi bir şeyden bir kere bile bahsetmez.

önceleri Sıradan Bir Sözcüktü

Eski zamanlardaki doktorlar, kadınların bedeninde arasalardı bile himen bulamayacaklardı. Bunun büyük bir nedeni de doktorlar için o zamanlar “himen" sözcüğünün bugünkünden tamamıyla farklı bir anlamı olmasıydı. Antik Yunan tıp liıera-

türü örneklerinde “himen” sözcüğü sürekli karşınıza çıkar. Özellikle Aristo’nun yazılarında bunun bir sürü ömeği vardır: Beyin himeni, kalp himeni, bağırsak himeni. Bir yerlerde bir himen sözcüğü görmeden üç sayfa zor okursunuz, çünkü Aristo’ya ve onun zamanındaki Yunan dünyasının geri kalanı­na göre, himen alt tarafı bir zardı. Herhangi bir zar. Örneğin, bugün beyin zan dediğimiz beynin çevresini saran kalın zar o zamanlar böyle bir himendi. Bağırsaklanmızın tamamının ka­rın boşluğunda yerli yerinde durmasını sağlayan bağırsak as­kısıysa bir başka himendi. Kalbin etrafındaki kalp dış zan de­diğimiz kese, göğüsle karın arasındaki diyafram dediğimiz kas duvarı, akciğerleri çevreleyen akciğer zarı dediğimiz kese, as­lında bedenimizde anatomik bir özelliği diğerinden ayıran bü­tün yapılar birer himendi.

Himen, himen, himen... Her yerde himen vardı ama sizin düşündüğünüz türden değil. Peki nasıl oldu da “zar" anlamına gelen bütün sözcükleri kapsayan terim, bu kadar belirli bir an­lam kazandı? O dönemde yazılan metinlerin çoğu bize ulaşa­madan kaybolduğu için bu hikâyenin ayrıntılarını, yol boyun­ca geçirdiği bütün değişimleri bilmiyoruz, ama aralarında Or­taçağ Tarihçisi Kathleen Coyne Kelly’nin ve Antik Yunan Ta­rihçisi Giulia Sissa’nm da bulunduğu bekâret araştırmacıları, bu değişim sürecinin ana hatlanyla izini sürebilmiştir.

Aristo ve tıbbın sözde babası olan Koslu Hipokrat’ın oku­lundan gelen yazarlardan sonra gelen, Batı’nın diğer iki büyük tıp yazarının ikisi de Yunan’dır: 2. yüzyılda yaşamış olan Ga­len ve 3. yüzyılda yaşamış olan Efesli Soranus. Galen, tıpkı kendisinden öncekilerin yaptığı gibi, “himen” sözcüğünü “zar” anlamında kullanır. Soranus da böyle yapar ama ilginç olan, vajinayı iç kısmı çok geniş bir bağırsağa benzettiğini söy­leyen Soranus’un, vajinanın kendisini himen olarak tanımla­masıdır. Ona göre vajina kanalı, hem Soranus’un hem de o dö­nemde yaşayan herkesin kadınların başlıca geniıal organı ol­duğunu düşündüğü geniş rahim ya da dölyatağı yapısının par­çası olan bir zardır. Bu dönemin metinlerinde, kadınların geni- lal anatomisinin rahim dışında kalan kısmı, nadiren aynntıla- ra girilerek tartışılır. Onları gerçekten ilgilendiren şeyin yal­nızca, spermle kanı mucizevî bir şekilde bebeklere dönüştüre­bilen rahim olduğu düşünülür.

Soranus’tan sonra, Latince himen sözcüğünün (yine zar an­lamında) jinekolojik konulara gönderme yaparken kullanıldı­ğı birkaç örnek vardır. 10. yüzyılda yazılan De viribus herba- rum’da olduğu gibi bu örneklerde de himen, çoğu zaman am- niyon kesesine, yani cenin rahimde büyürken etrafını saran zardan bahsetmek için kullanılır. Bazen hinıen, bir “bekâret za- rı”nı ima edecek şekilde de kullanılır ama bedenin herhangi bir belirli parçasını tanımlayacak şekilde değil. Ortaçağ’da be­kâret hiıneni, terim bu şekilde kullanıldığında bile, bir kadav­ranın kesilerek incelemesi sırasında görülebilecek ya da bir hastanın bedeninde parmakla gösterilecek bir şey olarak değil, daha çok mecazi anlamda -bakire olanlarla olmayanlar arasın­da simgesel bir sınır olarak- kullanılıyor gibidir. Yüzyıllar bo­yunca doktorlar kadınların vajinalarına cinsel anlamda ilk kez girildiğinde kanamalarının bir nedeninin olması gerektiğini şüphesiz anlamışlardır ama bu kanamanın ille de genital yapı­nın belli bir parçacığıyla ilişkili olmasını gerektiren bir neden görmemişlerdir.

Kathleen Coyne Kelly “himen” sözcüğünün bugün kullan­dığımız anlamıyla kullanılmasının, 15. yüzyılda, Doktor Mic- hael Savonarola’nın Praclica maior adlı kitabında bu sözcüğü kullanmasından sonra başladığını bulmuştur. “Rahim ağzı hi­men denilen ince bir zarla kapanmıştır,” diye yazar Savonarola ve devam eder: “Ve kızlığın bozulması anında bu zar yırtılır ki kan akabilsin.” Savonarola’nın himeni muğlâk bir şekilde “ra­him ağzının önünde” bir yerlere yerleştirmesi, 1400’lerde bile hâlâ rahmin kadının asıl genital organı, vajinanmsa yalnızca yardımcı bir geçiş yolu olarak düşünülmesi eğilimiyle mazur görülebilir. Ne olursa olsun sonuçta öyle görünüyor ki Savo­narola, bu doku parçacığının -daha yaygın bir ifade olsa da. teknik açıdan himene zar demek aslında yanlış isimlendirme­dir- önemsiz olduğunu ve hasar görmediği sürece çoğu zaman fark edilmediğini düşünüyordu.

Savonarola’nın “himen” sözcüğünü vajina himcni anlamında kullanmasının hemen ardından sözcüğün İngilizce’de ilk kez kullanılması gelmiştir. Örneğin 1538’de Londralı Thomas El- yot’m derlediği sözlük, himeni şöyle açıklamıştır: "Bir kızın mahrem yerinde bulunan ve kızlığı bozulduğunda yırtılan de­ri.” Bu noktadan itibaren “himen”, gitgide daha da yaygın ola­rak vajina himeni anlamında ve gitgide daha da seyrek olarak herhangi başka bir anlamda kullanılmaya başlamıştır. 17. yüz­yıla gelindiğinde, artık kendi dillerinde yazdıkları tartışmalarda “himen” terimini kullanan doktorlar ve ebeler, bedenin himen diye isimlendirilen bir sürü parçası arasından hangisini kastet­tiklerini okuyucularının anında anlayacağını düşünmektedir.

Olayların bu tarihsel sıralamada gerçekleşmesi, Yunan evli­lik tanrısı Himenaos ile genital bir doku parçacığı için kullan­maya başladığımız “himen” adı arasında doğrudan bir bağlantı olduğu fikrini savunacak hiçbir kanıt bırakmaz ortada. Hime- naos’un genç bir damadın evlilik gecesinde ölmesini anlatan trajik hikâyesinin, geleneksel olarak düğünden sonra hayatta kalamayan bir beden parçasıyla ilişkilendirilmesi, adaletin şiir­sel bir şekilde yerini bulması gibi görünse de, sözcüğün deği­şim ve gelişim sürecine bakıldığında herhangi bir neden-so- nuç ilişkisinin mümkün olmadığı görülür. Yunanlar “himen” sözcüğünü anatomik açıdan daha belirli bir anlamda kullan­mış olsalardı, hatta sadece, kaderinde işlevi yırtılmak olan bir zar (amniyon kesesi gibi) anlamında bile kullanmış olsalardı, o zaman Himenaos’un himene adını verdiği iddiasının azıcık elle tutulur bir tarafı olurdu. Gördüğümüz gibi insanların faal olarak Himenaos’a taptığı çağda yaşayan Yunanlar, özel bir va­jina zanna koruyucu evlilik tanrılarının adını vermeleri şöyle dursun, bu zarın varlığından bile habersizdir. Tıpkı himenin bir artık, vajina kanalının daha dış genital bölgeye açılmadığı sırada kadın bedeninin oluşması sürecinin bir kalıntısı olması gibi, onu tanımlamak için kullandığımız terim de öyledir: İn­san bedenine ilişkin bilgilerin, bedendeki her zarın aynı ismi taşıyabileceği kadar genellendiği bir çağa bizi geri götüren bir kalıntı.

Himenden Önce Bekâret

Anatomik himenin hikâyesi ciddi olarak, 3. yüzyıl Roma- sı’nda doktorluk ve tıp yazarlığı yapan Yunan Soranus’la baş­lar. Soranus’a şöhreti getiren, jinekoloji konusunda günümüze kadar bir bütün halinde gelebilen en eski eserlerden biri olan Gynecology adlı kitabı olmuştur. Bu kitapta Soranus’un bekâ­retin fiziksel yapısı konusunda söyledikleriyse gerçekten çok ilginçtir.

Bakirelerde vajina basık ve daha dardır çünkü içinde rahim­den çıkan damarların bastırdığı kıvrımlar vardır. Kızlık bozu­lurken bu kıvrımlar acı vererek açılır ve normalde akan kanın aniden boşalmasına neden olarak patlar. Vajinanın ortasında ince bir zarın büyüdüğüne ve kızlık bozulduğunda ya da âdet kanı çok hızlı aktığında bu zarın yırtıldığına ve yine bu zarın orada kalıp kalınlaşarak “kapanma" denilen bir hastalığa yol açtığına dair inanış aslında yanlıştır.

Vajinanın, kıvrımlı duvarları olan ve genişleyen bir kap ola­rak bu şekilde tarif edilmesi, ustaca gözlemle titiz mantığı bir arada barındırdığı için yüzyıllar boyunca doğru kabul edilmiş­tir. Soranus, vajinadaki tuhaf zar hakkında duyduğu söylenti­lere inanmayı reddetmiştir çünkü Gynecoiogy’de yazdığına gö­re, bu zann varlığını ispatlayan bir kanıt yoktur elinde. Yaptığı kadavra incelemelerinin hiçbirinde bu zarı bulamamıştır. Ba­kire hastaların vajinalarına sonda sokarken hiçbir engelle kar­şılaşmamıştır. Soranus’a göre, eğer “kızlığın bozulması sırasın­da duyulan acının nedeni zar yırtılması olsaydı, o zaman kız­lık bozulmadan önce âdet döneminde de acı çekilmesi gerekir­di. O zaman da kızlığın bozulması sırasında acı duyulmazdı.” Son olarak önemli bir başka nokta da, Soranus’un, vajinada meydana gelen kapanma hastalığının nedeni bir vajina zarı ol­saydı, doktorlar bu hastalıktan mustarip olan bütün hastalarda tıkanıklığı her zaman aynı yerde bulurdu, ama hiç de böyle ol­muyor, diye fikir yürütmesidir.

Doğrusu Soranus bûtûn bu konularda tamamıyla haklıydı. Bir bakirenin vajinasına ince bir sonda sokabilir ve sondamn ucu rahim ağzına çarpana kadar da hiçbir engel hissetmeyebi­lirsiniz. Bakire kadınlar gerçekten de vajinada kan akmaya başlamadan önce alınması ya da değiştirilmesi gereken her­hangi bir engel olmadan âdet görürler. Dahası bakire kadınlar kanama acısı çekmeden de âdet görebilirler. Soranus’un “ka­panma” dediği, kadınların üreme yolundaki tıkanıklıkların, vajina, rahim ve yumurtalık tüplerinden oluşan karmaşık ya­pının bir sürü farklı yerinde oluşabileceği de doğrudur.

Geriye baktığımızda Soranus’un yaptığı mantık halasını açıkça görebiliriz. Soranus himeni, bugün bildiğimiz anlamda olması gerektiği gibi, normalde ortasında delik olan bir zar olarak hayal etmez. Onun yerine himeni bir bütün halinde bo­zulmamış tek bir parça olarak düşünür, tıpkı bir kavanoz ka­pağı ya da şarap testisinin ağzına gerilmiş yağh bir kese gibi. Aslında böyle düşünmesi için bir sürü neden de vardır. Eski zamanlarda, en önemli kadın organı sayılan rahim çoğu za­man bir kap şeklinde düşünülürdü. Örneğin, bazılan rahmi üzün boyunlu ters duran bir testi olarak tarif etmiştir. Bazıları da rahmi içinde kadın ve erkek sıvılarının karıştığı ve çocuk yapmak için buna kanın eklendiği bir kâse gibi tarif etmiş ve böylece rahmi işlevsel olarak, krater denilen, içinde şarabın içilmeden önce suyla karıştırıldığı kaba ya da çömleğe benzet­miştir. Ağzında tıpa olmayan bir çömleğin içindekiler kolayca dökülür. Ortasında delik olan bir kapaksa kapak bile sayılmaz. Bütün bunlar demek oluyor ki, kolayca yanlış anlama olarak görebileceğimiz şey aslında hiç de yersiz bir anlayış değildi. Soranus aslında fazlasıyla mantıklıydı.

Ancak vajina zarının varlığına inanmaması, Soranus’un be­kârete inanmadığı anlamına gelmez. Aksine Soranus, Hipok- rat'ın ve ondan önce gelen öteki Yunan doktorların tersine, hem kadınlar hem erkekler için bekâreti destekler. Gynecology eski zamanlarda, bekâreti koruma kavramını gerçeklen ciddi­ye alan ve bir kızın bakire olarak ne kadar süre sağlıklı kalabi­leceği ve ne tür bir yaşam tarzıyla sağlığını en iyi biçimde sür­dürebileceği sorularını tartışan tek eserdir. Bu anlamda Sora- nus doğru zamanda doğru yerde yaşamıştır. Bir kadının ergen­lik çağında evlendirilmek yerine bakire kalmasını dile getiren tuhaf fikir, Soranus'un yaşayıp yazdığı Roma’da -yeni bir inanç olan Hıristiyanlığın gitgide güç topladığı bir yerde- bü­yük tartışma yaratan bir kamu sorunu haline gelmeye başla­mıştır.

Peki ama vajinanın içinde yer alan zar fikrine ne oldu? Bu fikir nereden çıktı ve Soranus bunun doğru olmadığına inan- dıysa, kim doğru olduğuna inandı? Ne yazık ki Soranus bu kavramı nereden duyduğunu söylemeyi ihmal etmiştir. Fikrin bugün kayıp olan bir tıp kitapçığından mı, bir kadının ya da ebenin anlattığı olağandışı bir olaydan mı, yoksa tamamıyla farklı bir kaymaktan mı çıktığı konusunda hiçbir fikrimiz yok. Klasik dönem uzmanı Aline Rousselle, “mühürleyici zar” hi­potezinin, eski Romalıların kızları çoğu zaman daha âdet gör­meye başlamadan evlendirme uygulamasından -Yunanların kabul etmediği ve Soranus’un karşı çıktığı bir uygulama- do­ğan, Roma'ya özgü bir kavram olabileceğini ileri sürer. Eski Romalılar genç kadınlann ancak cinsel birleşme yoluyla fizik­sel olarak “açıldıktan” sonra âdet gönneye başladığını defalar­ca gözlemlemiş ve bunun üzerine penisin bu geçitleri açması­nın bir çeşit tıkanıklığı gidererek âdet kanının dışarı akmasını sağladığını farz etmiş olabilirler.'

Rousselle’in Romalılar hakkında söylediklerinin doğru olup olmadığını bilmiyoruz, hiçbir zaman bilemeyebiliriz de. Sora­nus'un çalışma koşullarını düşündüğümüzde, vajinanın için-

1 Bu inanışın farklı türlerini derinlemesine incelemek bu kitabın kapsamını aşsa da, bu aslında göründüğü kadar kabul edilmesi güç bir inanış değildir. Benzer fikirler dünya genelinde bir sürü kültürde ortaya çıkmıştır. 20. yüzyılda bile. Orta ve Güney Amerika'da yaşayan, örneğin Kolombiya'nın Amazon bölgesin­deki Cubeo topluluğu, Brezilya'daki Kayapo ve Bororo toplulukları ve Meksi­ka’daki çeşitli kırsal topluluklar gibi yerliler arasında, âdet görmek çoğu zaman aym bir kadınla sevişirken kızlığını bozarak kanatması olarak ayıklanmaktadır. Bu inanışa göre, ay, bir adamdan farklı olarak, kadını yalnızca kısmen açar: böylece evlenene kadar her ay kadına geri dönmek ve bedenini biraz daha aç­mak zorundadır. Bu kültürlerde ayın bir kadını yalnızca geçici olarak, bir ada­mınsa temelli olarak açtığına inanılır.

deki zar fikrinin bir Roma kaynağından çıkmış olması kesin­likle en akla yatkın olasılıklardan biri gibi görünüyor. Anıcak ne yazık ki elimizde bunu kanıtlayacak bir belge yok, ve? bu yüzden Soranus'un bu zardan söz etmesi, durumu açıklaytabi- lecek başka bir kuramın olabileceği konusunda insanı bıoşu boşuna ümitlendiren bir ipucu olmaktan ileri gitmiyor.

Ne olursa olsun, Soranus’un ve onun döneminde yaşayaınla- rın bir bekâret kavramının olabilmesi için himene ihtiyaçları yoktu. Genelde bekâret kaybıyla ilişkilendirilen belirtiileri açıklamak için de himene ihtiyaçları yoktu. Yunan doktoırlar, bir kız âdet görmeye başladığında rahminin boyutlarının de­ğiştiğine ve bunun, kızın hamile kalmaya hazır olduğunu {gös­terdiğine inanırlardı. Bu inanışa göre, kız parthenos (bağlama göre “kız" ya da “bakire”) olmaktan çıkıp gyne (“kadın” yta da “karı/eş”) olduğundaysa rahmi tekrar değişim geçirirdi. Bir pcırthenos’un rahmi bir gyne'ninkinden çok daha küçüktü! ve belki biraz daha sıkı, sıcak ve kuruydu. Suyuk sistemi üzenine kurulmuş olan eski tıp, sıcaklık, sertlik ve kuruluğu, genıçlik ve erkekliğe ilişkin özellikler; soğukluk, yumuşaklık ve ısilak- hğı da kadınlık ve yaşla ilgili özellikler olarak görürdü. Bu sis­teme göre, doğurgan olan ve çocuk doğuran rahim, geniş, yu­muşak ve ıslak olurdu. Yani en azından teorik olarak, bekâret neredeyse bir bakışta teşhis edilebilirdi.

Bu tür kuramlar Soranus’ıan sonra da uzun süre var olımaya devam etti ve bir metinden ötekine neredeyse kelimesi keliime- sine tekrar edildi durdu. Ancak 11. yüzyıl başlarında yaşaıyan ve Batı Dûnyası’nda Avicenna* olarak bilinen dâhi Iranhı bi­limci ve fizikçinin gelmesiyle birlikte, vajinayı Soranus’tan çok farklı bir şekilde görmeye başladık. Rahmin anatomik yapusını anlattığı bir bölümün sonunda İbn-i Sina, kızlığı bozuhnaıdan önce bakire bir kızın rahminin ağzında damarlardan ve taşırı hassas bağ dokulardan örülmüş zarlar olduğunu söyler, kddi- asına göre bunlar kızı “bozan” adam tarafından parçalandığın­da içlerindeki kan da dışarı akar. Cremonalı Gerard tarafımdan

(*) Avicenna. Ibni Sina’nın Latince İmlidir; kendisinin tam adı Ebu Ali d-Hûıscyin ibni Abdullah ibn-i Sına el-Belhi’dir. yaklaşık olarak 12. yüzyılın ortalarında Latince’ye çevrilen İbn-i Sina’nın bu açıklaması, kadın bekâretinin fiziksel yönle­rinin belirlenmesinde en etkili ikinci model olmuştur.

Ortaçağ boyunca doktorlar bu “bekâret mührü” için uygun bir sürü farklı görsel benzetme kullanmışlardır. Bunların en yaygın olanları, İbn-i Sina'da ve daha sonra Albertus Mag- nus’un De animalibus adlı eserinde gördüğümüz örülmüş ağ imgesi ve nodus virginalis ya da virginitatis de denilen “bekâret düğümü” imgesidir. Salicetolu William, düğüm imgesinin hay­ranlarından biridir ve 1285’te yazdığı Sununa conservationis et curationis adlı eserinde nodus virginalis'i, “sıkıca bağlanmış ve bir nohut tanesinin üstündeki buruşukluklar gibi damarlarla ve atardamarlarla buruşmuş” olarak tarif eder. Vajinanın içinde asılı duran perde imgesiyle kapak ya da deriden çarşaf imgeleri de oldukça popülerdir. 14. yüzyılda yazılan De secretis nıuli- erunı hakkında yorum yapan isimsiz bir eleştirmen de, bir ba­kire ilk defa erkeklerle düşüp kalktığında bozulan ve vajinanın ve idrar kesesinin içinde bulunan bir deri parçası anlamına ge­len pelliculcı’dan bahseder. Salicetolu William’m bekâret “dü- ğüm”ünde olduğunu ileri sürdüğü buruşuk ve kıvrımlı yüzey gibi ya da De secretis eleştirmeninin iddia ettiği pellicula'nm tu­haf yeri gibi olağandışı iddialardan da anlayabileceğimiz gibi, bu yazarlardan herhangi birisinin, tabiri caizse gerçek bir mo­dele bakarak çizim yapmış olması pek de olası görünmüyor. Bu, ünü ülke sınırlarını aşan Flaman anatomi uzmanı Andreas Vesalius’un nihayet kadavra incelemesi sırasında himeni bul­duğu 1544 yılına kadar gerçekleşmemiştir. Ancak ironik bir şekilde, o da gördüğü şeyin çizimini yapmamıştır.

Ve Vesalius Himeni Bulur

Himenin yapısını ve özelliklerini ne kadar çok kişinin merak ettiğini düşünürsek, 16. yüzyılın ortalarına kadar himenin ger­çek bir kadavra incelemesi sırasında hiç ayrımsanmamış olma­sı kesinlikle tuhaftır. Himen neden o kadar uzun zaman bo­yunca fiziksel olarak fark edilmemiştir? Bunun bir nedeni şüp­hesiz, kadın bedenleri üzerinde nispeten daha az sıklıkta ka­davra incelemesi yapılabilmesiydi. Birçok yerde, tıbbi kadavra incelemeleri için yasal yoldan elde edilebilen bedenler yalnızca idam edilen suçluların bedenleriydi. Bu yüzden de kadın bede­ni üzerinde yapılan yasal kadavra incelemeleri çok nadir görü­len olaylardı. Başka bir olası etken de elbette, ne kadar büyüle­yici bir konu olsa da, bekâretin hiçbir zaman tıp açısından ha­milelik kadar büyük önem taşımamış olmasıdır. Modern çağ öncesinde kadın bedeni üzerine yazılan anatomik incelemele­rin çoğu, rahme, cenine ve hamileliğin evrelerine ilişkin ayrın­tıları anlatmak içindir. Doğum sırasında ölen kadın sayısının, kızlığı bozulduğunda geçici fiziksel sorunlardan daha fazlasını yaşayan kadınların sayısıyla karşılaştırıldığında çok daha bü­yük bir rakam olduğunu düşünürsek, bizden önceki insanların himen arayışını, büyük olasılıkla mantıken daha önemsiz bir konu olarak görmesini anlayışla karşılayabiliriz.

Nihayet 1544’ün başlarında İtalya’nın üniversite şehri olan Pisa’da, Vesalius bilerek, bakire olduklarına inandığı iki kadın bedeninin, kanıtlara dayalı, bilimsel bir amaca hizmet edecek­lerini düşünerek, kadavra incelemesini yapma işini üstlenir. Bu incelemelerin sonuçları 1546’ya kadar yayımlanmaz. 1546’da Vesalius bunlar hakkında yazdığı raporu, zührevi has­talıkların tedavisinde ginseng otunun kullanılması üzerine yazdığı Epistola rationem modunufiıe propinandi rcıdicis Chynae decocti (Çin Kökü Konusunda Açıklama) başlıklı kitapçığın bir parçası olarak yayımlar.

Vesalius’un kadavralarını incelediği kadınların isimlerini bilmiyoruz, yaşamları konusunda da çok az şey biliyoruz. Ka­dınlardan bir ianesi akciğer zarı iltihaplanmasından ölmüş or­ta yaşlı (Vesalius kadının yaşını “en az otuz altı yaşında” diye vermiştir) bir rahibedir ve cesedi Floransa’dan gelmiştir. Uz­manlar rahibenin cesedinin Floransa’daki Santa Maria Nuova Hastanesi’nden geldiğini tahmin etmektedir. Rönesans Italya- sı’nın en büyük sanat ve bilim hamileri Medicilerden biri olan Dük Cosimo de'Medici’nin bu hastane üzerinde, fazla soru so­rulmadan yasadışı yollarla ceset kaçırma gibi bir işi ayarlayabi­lecek kadar etkisi vardır (aynı şeyi geçmişte Leonardo da Vinci için de yapmıştır). Pisa Üniversitesinden bir sekreterin gön­derdiği ve bugün hâlâ Floransa şehir arşivlerinde duran 22 Ocak 1544 tarihli bir mektup, Cosimo de'Medici’nin cesetlerin kaçırılmasına ve geceleri bunların yük gemileriyle Amo Nehri üzerinden ünlü misafir anatomi uzmanının bunları kesip ince­leyeceği Pisa şehrine nakledilmesine nasıl yardım ettiğini ay­rıntılarıyla anlatır.

Vesalius Pisa'daki misafirliği sırasında, ikinci olarak, on yedi yaşında kambur bir kızda bir himen tespit etmiştir. Vesalius, “Bu durumdaki bir kızı büyük olasılıkla hiç kimse istemeyece­ği için kızın bakire olduğunu tahmin ederek rahmini lyani bü­tün genital organlarını] inceledim,” diye yazar. Kambur kızın bedeni, Pisa’nın Ortaçağ’da kullanılan mezarlığı olan Camo- santo’dan çalınmıştır. Açıkgöz öğrenciler, tıp okulunun yerle­şik bir geleneğini sürdürerek bu mezarlığın kapı anahtarlarını ele geçirmeyi başarmışlardı. O zamanın tıp adamları arasında ceset çalma ve mezar soyma yasadışı olmasına karşın çok yay­gındır. De lıunınni corporis fabrica (1543) adlı eserinde Vesali­us da, mezar soymanın tıp adamı olmanın talihsiz gereklerin­den biri olduğunu usulca kabul etmiştir.

Vesalius, kadavra incelemeleri konusunda şunları söyler:

İskeleti çıkarmak üzere rahibeyle kızın ellerini kemiklerinden ayırdıktan sonra birkaç öğrencinin önünde, bu durumdaki bir kızı büyük olasılıkla hiç kimse istemeyeceği için kızın bakire olduğunu tahmin ederek rahmini inceledim. Bu kızda da, en az otuz altı yaşında olan ve yumurtalıkları, kullanılmayan bü­tün organlara olduğu gibi küçülen rahibede de himen oldu­ğunu gördüm.

Vesalius’un Epistola'sı ve bu kitapta tartıştığı kadavra incele­meleri gerçekten de himenin tıp tarihinde bir dönüm noktası­nı temsil eder. Nihayet ciddiye alınacak kadar güvenilirliği (ve tıp öğrencilerinden oluşan kendi çıkarına kullanabileceği bir seyirci kitlesi) olan bir anatomi uzmanı, bunca zamandır bulu­namayan himeni bulmuş ve usulüne uygun bir şekilde doğru­lanmış bir anatomik varlık olarak himenin kayıt defterlerine kesin olarak geçmesinin önünü açmıştır. Buna karşın, Vesali- us'un vajina himeninin fiziksel varlığını kanıtlaması, tam ola­rak “dünyanın her yerinde büyük yankı uyandıran", tıp bili­mini ve kadın bedeniyle kadın bekâretine yönelik tutumları bir gecede değiştiren bir jinekolojik gelişme de sayılmaz. Bu­nun yerine, Vesalius’un keşfinin, himenin ne olduğu ve neye benzediği konusunda o noktada bin iki yüz yıldır süren bir tartışmaya son vermeye başladığını söylemek daha doğru olur.

Aslında Vesalius’tan sonra bile tıp bilimi himenin neye ben­zediğini hâlâ bilmiyordu, çünkü Vesalius himeni hiç çizme- mişti. Onun gibi yetenekli bir anatomi ressamının çalışmasın­da böyle bir ihmalkârlık yapması son derece tuhaftır; hele bu­nu daha önce hiç kimsenin yapmadığını gayet iyi bildiğini dü­şünürsek bu ihmalkârlık çok daha tuhaf görünür. Ancak en şaşılası şey, himeni, 1555’te çıkan ve Fabrica’nın tıp eğitiminde kullanılmak üzere hazırlanmış baskısı olan De /tumanı corporis fabrica epitome adlı kitabına dahil etmemesidir. Vesalius’un kendi kendine eskilerin yaptığı yanlışları düzeltme görevini üstlendiğini düşünürsek, himeni kitaba dahil etmesinin tam da onun yetki alanına girdiğini görürüz, ancak hiçbir yerde bulamayız.

Peki Vesalius neden himenin ayrıntılarına girmemiştir? Bu konuda kendisi hiçbir ipucu vermez. Vesalius’un fikirlerini sa­vunanlardan Helkiah Crooke, Microcosmographia: a Descripti- on of the Body of Man (1615) (Mikrokozmografi: İnsan Bedeni­nin Tarifi) adlı kitabında, Fabrica’daki kadın çizimlerinin ha­mile bir kadının bedenine göre çizildiğini, bu yüzden bu çi- zimlerde himen olmadığını söyleyerek durumu geçiştirir. Oysa belki de (bu sadece bir varsayım) Vesalius’un himeni çizme­mesinin başka bir nedeni daha vardı. Vesalius fiziksel olarak himenin yerini belirlemiş olsa da, sonradan başka birçok say­gıdeğer tıp adamının da başına geleceği gibi, bu kadar göklere çıkarılan himenin bu sıradan görünüşlü et parçacığından iba­ret olduğu konusunda tamamıyla ikna olmamış olabilir.

Düello Eden Himenler

Vesalius’un, son derece kapsamlı ve bilimsel olan insan bedeni çizimlerine himeni dahil etmemesi (bunu kasten yaptığını an­cak varsayabiliriz) ve himeni keşfetmesinin tanıklığını başka bir incelemenin derinlerine gömmesi, pek bir şey değiştirme­di. Himen çok sayıda insan için öylesine güçlü bir saplantı ol­muştu ki Vesalius’un bulgularının fark edilmemesi neredeyse imkânsızdı. Diğer doktorlar, Vesalius’un himeni bulduğunu gösteren kayıtlara tabiri caizse aç kurtlar gibi saldırıp bağıra çağıra kendilerinin de himeni gördüğünü ya da kendileri gör- mediyse bile gören binlerini tanıdıklarını ilan etliler.

Ebelik üzerine büyük bir inceleme yazmış olan James Guil- lemeau, Helkiah Crooke, Johannes Vesling ve Severin Pineau, himen topunu ahp kaçırmaya can atan Avrupalı doktorlar ara­sındaydı. Bunlardan Pineau muhtemelen içlerinde en çok etki yaratandı. Pineau’nun De virginitatis et corruptionis virginunı notis (Bekâret ve Bozulmuş Bekâretin İşaretleri Üzerine) baş­lıklı 1597’de çıkan kitabı, bekâretin tıp açısından tartışıldığı, kendi kendini himenin “gerçek tarihi” ilan etmiş bir eserdir. Kitapta, himenin boyutlarının, işlevinin ve anatomik yapısının tam tarifleri ve bozulmuş bakirelerin nasıl saptanacağına iliş­kin coşkulu talimatlar vardır.

Hayranlan Pineau’nun iddialarını ister istemez dallandırıp budaklandırmışlardır: Crooke, himenin aslında tek parçalı bir zar olmadığını, “mukoza kabartılan” ve zarlardan oluşan sekiz parçadan meydana geldiğini belirtmiş ve şunu söylemiştir: “Bütün bu parçacıklar hep birlikte yan açılmış küçük bir gül goncası gibi çanak şeklini alır.” Vesling, Crooke’un “mukoza kabartılannın” yanı sıra bir de sözü geçen mukoza kabartıla- nyla kaplı olan ve “giriş yolunu kapayan kalın ve yumuşak bir deri” olduğunu ileri sürerek konuyu daha da karıştırmıştır. Kafamız yeterince karışık değilmiş gibi buna ek olarak Crooke bir de “Halk arasında himen olduğu zannedilen” bir zardan söz ederek, aslında kadın genital organlarında “dar bir açıklığa benzeyen bölgeye gerilmiş” başka bir “ince deri” daha olduğu­nu iddia etmiştir. Hymeneutics: Interpreting Virginity on the Early Modem Stage (1997) (Himen Yorumlaması: Modern Za­manın Başlarında Bekâreti Yorumlamak) adlı kitabının ilk bö­lümünde, Rönesans himenlerinin böyle insanı hayrete düşüre­cek kadar hızlı çoğalmasının tarihsel gelişimini yazan Marie Loughlin, bunu gayet yerinde bir deyişle “çelişkilerle dolu umutsuz bir arayış” olarak nitelendirmiştir.

Bu yazarların gerçekten de ne kadar çekişme içerisinde ve bekâretin aksi iddia edilemeyecek fiziksel bir kanıtını bulmaya ne kadar meraklı oldukları, Crooke’un bağıra çağıra ilan ettiği görüşlerinin aynı cesaretle arkasını getirememesindeki mutlak başarısızlıkta açıkça görülmektedir. Crooke, himenin “leke­lenmemiş bekâretin tek güvenilir kanıtı” olduğunu iddia ettik­ten hemen sonra bambaşka bir bekâret testinden söz etmeye girişir. Esasen evde oynanan bir oyun olan bu testte, kadının burnunun ucuyla kafatasının tepesi arasında kalan bölge bir parça iple ölçülür, sonra da ip kadının boynuna dolanır. Kadın bakireyse ipin kadının boynuna tam olarak uyması gerekir ama ip kısa ya da uzun gelirse o zaman kadın bakire değil de­mektir. Himenin tek başına bekâretin varlığını ya da yokluğu­nu kanıtladığına belli ki bu kadar çok inanmak isteyen bir adamın böyle bir test önermesi çok tuhaftır.

16. yüzyılın sonlarında askerî ameliyatlar ve doğuştan mey­dana gelen sakatlıkların araştırılmasına öncülük etmiş olan Fransız Cerrah Ambroise Pare, Crooke’un endişe verici bir şe­kilde kendi kendisiyle çelişmesine alaycı bir tipik Fransız kah­kahasıyla cevap verirdi herhalde. Çok deneyimli bir cerrah ve sürekli kadavra incelemeleri yapan bir anatomi uzmanı olan Parö, tıp alanında lafını sakınmadan himene en çok karşı çı­kan kişiydi. Himenin anatomik keşfinden haberi vardı ve hi­menin vajina girişini boydan boya kaplayan bir zar olduğunu ileri süren tariflerin de farkındaydı.

Ancak Soranus gibi Pare de, kendi gözlemlerinde bulduğu kanıtlara güvenmeyi tercih etmiştir. Bu gözlemlere göre, ken­disine tarif edildiği şekliyle himen diye bir şey yoktur.

Bazı bakireler ya da kızlarda rahim boynunun ağzında, eski yazarların himen dediği, bir adamla cinsel birleşmeyi engelle­yen ve kadının doğurgan olmamasına neden olan ince bir deri ya da zar bulunur. Birçok kişi, sadece sıradan halk değil bilgi­li doktorlar da, bekâret ya da kızlığın gûya bu zardan oluştu­ğunu düşünür. Paris Hasıanesi’nde elimin altında olan üç yaş­la on üç yaş arasındaki herkese baktım ama bu zan hiç kim­sede bulamadım.

Buna karşın Pare doğuştan kapalı himenin var olduğunu bilmektedir. Kitabında, bir kızın ameliyata alınmadan önce ka­palı olan himeninin aşırı ciddi bir hematokolpos (dışarı çıka­mayan âdet kanının birikmesi) vakasına yol açtığından söz eden Pare, “Kız sanki doğum sancısı çekiyormuş gibiydi,” diye yazar. Daha sonra korkunç doğumlar ve doğuştan gelen sakat­lıklar üzerine 1573'te yazdığı Des monstres et prodigues adlı kı­sa incelemede Pare, fazla el ya da ayak parmakları gibi bozuk­lukların yanında himeni de sayar. Ona göre himen, bununla doğacak kadar şansız olan kişiyi sakatlayan ama çok da vahim olmayan bir bedensel biçim bozukluğu örneğidir. Bütün bun­lar bu konuda düşündüklerini açıklamaya yetmezmiş gibi Pa­re bir de De la Generation de l’Homme (insanın Meydana Gel­mesine İlişkin) adh eserinde, kanıtlanamayan vajina himeni mitinin adaletin işleyişini engelleyebileceğini açıklar:

Ebeler, bu zann yırtılmasına ya da sağlamlığına bakarak, bir bakireyle kızlığı bozulmuş bir kadını birbirinden ayırt edebil­diklerini kesinlikle doğrulayacaklardır. Ancak bu ebelerin verdiği raporlar bir süre sonra saf yargıçların hata yapmasına neden olmaktadır çünkü ebelerin bu zar hakkında kesin ola­rak hiçbir şey söyleyemeyeceği şöyle kanıtlanabilir: Kimisi za­rın mahrem yerlerin tam girişinde olduğunu, diğeri rahim boynunun ortasında olduğunu, bir başkası da rahim boynu­nun içindeki delikle olduğunu söylüyor; kimileri de ilk do­ğumdan önce bu zarın görülemeyeceğini ya da algılanamaya­cağını belirtiyor. Ancak bu kadar nadir rastlanan ve doğaya ters düşen bir şey için doğru olabilecek tek şey, bu konuda hiçbir şeyin kesinlik içerisinde söylenemeyeceğidir.

Pare’ye göre himen vajinayı tamamıyla kapatan bir zardan başka bir şey değildi. Muayene ettiği normal kızlarda ve ka­dınlarda böyle bir zar bulamaması, himenin normalde var ol­madığını, var olduğu durumlardaysa ciddi bir sakatlık anlamı­na geldiğini söylemesi için yeterliydi. Bunun tersini düşünen­se aptalın tekiydi.

O Zaman ve Bu Zaman

Sonunda Pare savaşı kaybeder ve Pineau’nun da desteklediği, Vesalius’a ait olan himen fikri galip gelir. 17. yüzyılda yaşayan ebe Jane Sharp, vajina himeninin varlığını hiç karşı çıkmadan kabul eder. 1668’e geldiğimizdeyse, Thomas Bartholin’in Ana- tomy (Anatomi) başlıklı kitabındaki anatomi çizimleri arasın­da, himen ve himen deliğinin de nispeten doğru çizilip isim­lendirilmiş resimleri olduğu görülür. Bu noktadan sonra hi­men, varlığı evrensel olarak kabul edilmiş, anatomik bir terra cognita’dır.[7]

Bundan sonra himen, genelde “sağlam” ve “yırtılmış” olmak üzere iki durumda bulunan, kadın cinsel organlarının küçük bir anatomik özelliği olarak tıp kitaplarında nispeten olaysız birkaç yüzyıl geçirmiştir. Hem dinî hem dindışı hukuk kural­larında da bekâretin kanıtı olarak himene büyük değer veril­miştir. Kişisel düzeydeyse himen, gelin ve damatlar, anneler ve babalar için büyük önem taşımıştır. Aydınlanma kuşkuculuğu­nun altın çağını yaşadığı bir dönemde Şövalye de Jaucourt, Ba- lı’nm ilk ansiklopedisi için hazırladığı bir makalede bekâretin yapısını oldukça kurnazca sorgulamıştır:

Mahremiyetlerini her alanda kıskanan erkekler, der M. de Buffon, sadece kendilerinin ve herkesten önce sahip olduğu­na inandıkları şeyleri her zaman fazla önemsemişlerdir. Kızla­rın bekâretini gerçek bir varlığa dönüştüren işle bu çılgınlığın ta kendisidir.

Ancak Jaucourt’un bu ilginç alaycılığı, Pineau ya da Vesali- us’un yarattığı etkinin yansı kadar bile etki yaratamamıştır. 19. yüzyıla gelindiğinde himen, içsel bir erdemlilik göstergesi ola­rak gitgide daha da sık kullanılan cinsel bekâret konumunun maddi kanıtı olmuş ve hiç olmadığı kadar sağlam bir şekilde yerine yerleşmiştir. Zaman almış başını gitse de 20. yüzyılın on yılları geçmeye başladığında bile, tıbbın himen anlayışının esaslan özünde aynı kalmıştır. Bu anlayışa göre, himen gerçek­ten vardı; o var oldukça ve “sağlam” kaldıkça da kadın bakirey­di. Artık sağlam olmadığındaysa, kadın da sağlam değildi ve belli ki insanların bilme ihtiyacı duyduğu tek şey de buydu.

1980'lerin cinsel çocuk istismarı çalkantısına kadar himen, ciddi hiçbir ubbi çalışmaya konu olmamıştır. Bu dönemdeyse. Karin Edgardh ile Kari Ormstad’ın himen üzerine yapılmış çağdaş araştırmaları gözden geçirdikleri çalışmalarında İnme­ni, “cinsel saldın hikâyelerini ve şüphelerini kanıtlamak için altın ölçüt” diye sunmalarıyla ansızın yeni bir av başlamıştır. Himenin tarihini ve himen için ortaya atılan iddialan düşü­nürsek, bu avın himen üzerinde yoğunlaşması hiç de şaşırtıcı değildir.

Cinsel istismar teşhisi için bir himen ölçütü geliştirme çaba­larının çoğu, iki tür anatomik kamı etrafında toplanmıştır. Hi­menin üzerindeki yarıklar ve kesikler geçmişte meydana gelen doku yırtılmalarının kanındır. Ancak yarıklar vajinaya giril­mesiyle ya da başka cinsel yaralanmalarla ilişkili olmadan da ortaya çıkabilir. Taciz belirtilerinin arandığı tanı koyma mu­ayenelerinde, himenin üzerinde sonradan oluşmuş bütün bir kesik olması, vajinaya girilmiş olma olasılığına işaret eden ama hiçbir şekilde kesinlik taşımayan bir kırmızı alarm olarak görülür.

Himen üzerinde tacizin güvenilir fiziksel bir kanıtını arar­ken doktorların defalarca incelediği bir başka şey de himen deliğinin ya da açıklığının çapı olmuştur. Bu konuda, ilk ba­kışta delik büyüklüğünün artmasıyla cinsel taciz arasında olumlu bir bağıntı olduğunu gösteren birkaç küçük çalışma yapılmış olsa da, daha çok karşılaştırma yapma olanağı sunan büyük ölçekli çalışmalar bunun tersi bir sonuca varmıştır. Ku­zey Carolina Üniversitesi Tıp Fakültesi (Chapel Hill, Kuzey Carolina)’nden Dr. Daniel Ingram liderliğindeki bir araştırma ekibi, Mayıs 1988’den Mayıs 1998’e kadarki on yıl süresince, Raleigh’daki (Kuzey Carolina) bir cinsel taciz gözetim ekibine gönderilen 1.975 kıza bakmış ve himen deliğinin büyüklüğü­nün. bir kızın cinsel tacize uğrayıp uğramadığını anlamamıza yetecek kadar kanıt sağlamadığı sonucuna varmıştır.

Bu sonucu başka araştırmacılar da desteklemiştir. Önde ge­len iki himen araştırmacısı olan Ann Botash ile Abby Beren­sen, hinıenle ilgili bulguların tek başına yorumlanmasına kar­şı herkesi uyarmıştır. “Sağlık kontrolünden geçen bütün kız çocuklarının tıp kayıtlarında, himenin görüntüsü ve zaman içerisinde bu görüntüde meydana gelen değişiklikler tarif edil­melidir. Fiziksel bulgular çoğu zaman cinsel taciz konusunda kesin kanıt sağlamaz. Bir çocuğun cinsel tacize uğrayıp uğra­madığım anlamamızda çocuğun geçmişi hâlâ en önemli etken ’ olmaya devam etmektedir.” Belki de zaman içerisinde daha çok araştırma yapıldıkça, bizim şu anda saptayamadığımız bir şeyi saptayabilecek ve bu esrarengiz doku parçasının bazı gi­zemlerini bize açıklayabilecek becerikli ve şanslı bir anatomi uzmanı, başka bir Vesalius daha ortaya çıkar. O zamana kadar, himen hakkında kesin olarak söyleyebileceğimiz tek şey açık bir kitap olarak durduğudur. Himenin varlığı geçmişteki in­sanlar için nasıl bir bilmeceyse, teşhis koyma konusunda ya­rarlı olup olmadığı da bugün bizim için öyle bir bilmecedir.

BEŞİNCİ bölüm

Bakire ve Doktor

“Ona bir kere daha anlatmaya çalıştım,” dedi büyükanne, “evlilik ve çocukların, her şeyini iyileştireceğini söyledim. ‘Ailemizdeki bütün kadınlar gençken narindir,’ dedim. 'Ben senin yaşındayken insanlar benim bir sene bile yaşamaya­cağımı düşünmüştü. Yeşil hastalık derlerdi buna; herkes de tek bir çaresi olduğunu bilirdi. ‘Yüz yıl yaşayıp çimen gi­bi yemyeşil olsam da,’ dedi Amy, ‘yine de Gabriel'le evlen­mek istemeyeceğim.’"

- Katherine Anne Porter, “Old Mortality” (Eski Ölümlülük)

1853’te Doktor Robert Brudenell Carter, “Toplumun ona sınıf­larından genç evli olmayan kadınlann sürekli spekulum kulla­nılması yüzünden zihinsel ve ahlaksal açıdan fahişelerin sevi­yesine düşürüldüğüne, kendi başlarına ahlâksızlık ederek aynı zevki yaşama arayışı içine girdiklerine ve gittikleri her dokto­run cinsel organlarını muayene etmesini istediklerine defalarca şahit olmuşumdur,” diye yazar. Birçok jinekolojik muayenede en iyi yardımcı oyuncu görevini gören ördekgagası şeklindeki adı kötüye çıkmış vajina spekulumu, doktorlar içeriyi görebil­sin diye vajina duvarlarını açık tutarak o veya bu şekilde eski Roma zamanından bu yana bizimle olmuştur. Vajina spekukı- munu, kadınlan topluca imha etmek için kullanılan silaha dö­nüştürense 19. yüzyılda yaşanan cinsel paranoya olmuştur.

Spekulumun kullanılmasına ilişkin 19. yüzyılda ortaya çı­kan tartışma, bakirelerle doktorlar arasındaki temaslann bü­tün alışılagelmiş özelliklerini kapsamaktaydı. Bedene erişim konusuna ilişkin tıbbi iddialarla ahlâki iddialar bir arada güç bela var olabiliyordu. Genital organlann dokunularak muaye­ne edilmesi o günün genel tıp ölçütlerine göre zar zor kabul gören bir şeydi ve ancak kesinlikle gerekli olduğu zaman yapı­labilirdi. Bedenin iyice içine giren spekulum muayenesini ne tür tıbbi ihtiyaçların haklı göstereceğiyse hiç açık değildi. Spe­kulum kullanılması vajinanın sadece bir nesneyle değil, aynı zamanda eril bakışla da ihlal edilmesi anlamına geliyordu ve bu durumda bütün kadınlar sadece spektılumun değil, aynı zamanda röntgenci olduğu varsayılan “spekulumcu”nun da olası kurbanı oluyordu.

Bir başka deyişle, spekulum kullanılması sadece himenin fi­ziksel olarak parçalanma olasılığını temsil etmiyordu; her ne kadar bu endişe kesinlikle spekulum tartışmasının bir nedeni­ni açıklasa da. Spekulum, hortus clausus’un, yani kadın bede­ninin “kapalı bahçesi”nin ve genellikle geleneklerin ve özellik­le de 19. yüzyıl göreneklerinin kadınlara yüklediği içsel oldu­ğu varsayılan saflığın ve alçakgönüllülüğün toptan yok edil­mesini temsil ediyordu.

Böyle olunca da spekulum, kişiyi doğruca saflıktan mahvo- luşa götürebilecek, tehlikeli dik bir yamaçta atılan ilk adım olarak görülüyordu. Spekulum bir kadının kocası dışındaki bütün erkeklere kapaması gereken bedenini fiziksel olarak açı­yordu. Daha da kötüsü, vajinanın içine bir nesnenin sokulma­sının kadınların akıllarına gelmemesi gereken fikirler getirece­ği sanılıyordu. Öyle ya, spekulum muayenesinden geçen ka­dınlar, vajinalarının daha çok uyarılmasını isteyeceği için (Carter ve bazı meslektaşlarının iddiasına göre), “kendi başla­rına yaptıkları” zararlı mastürbasyon “ahlâksızlığına” ve hatta belki de fahişeliğe başlayabilirdi. Tıpkı dürüst Dr. Jekyll’m ilaç yüzünden katil Mr. Hyde’a dönüşmesi gibi, dizginlenemez dö­nüşümler karşısında duyulan ve tıp teknolojisinin kullanılma­sıyla tetiklenen bu tür korkular aslında, gerçek bilimsel tıp uy­gulamasının yeni yeni gelişmeye başladığı 19. yüzyıla özgü korku ve fantezilerdir.

Spekulum tartışması, hem kadınların bedenleri ve namusu hem de tıp adamlarının doğası ve niyetleri üzerinden oynanan bir kumardı. Tıpta kadın bedeninin erkekler tarafından mu­ayene edilmesi her zaman biraz da olsa tartışma konusu ol­muştur, özellikle de bakireler söz konusu olduğunda. Aziz Au- gustinc zamanında bile, bekâretleri, sakar ebeler ya da doktor­lar tarafından yanlışla “mahvedilen” bakirelerin anlatıldığı uyarı dolu masallar bulunabilirdi. Erkek jinekoloji uzmanının spekulum kullanmasının arkasındaki nedenlerden şüphe edi­liyordu çünkü uzmanın yaptığı, erkeğin sadece kadın bedenini değil, aynı zamanda tarih boyunca tamamıyla kadınlara ait ol­muş bir bölgeyi de ihlal etmesi anlamına geliyordu. Kayıtlara geçen tarihin büyük bölümünde, kadınların cinsellik ve üre­me sağlığıyla ilgili konular neredeyse sadece kadınlara ait bir yetki alanı olarak görülürdü. Örneğin, tecavüz ve evliliğin fes­hedilmesine ilişkin davaların değerlendirilmesi durumunda yapılması gereken genital muayeneleri, Ortaçağ mahkemele­rinde tanıklık edebilecek nitelikte olduğu düşünülen nadir ka­dınlardan oluşan “kadınlar jürisi” yapardı. Hastanın kısır olup olmadığını anlama ve kısırsa tedavisini yapma, hamilelikle ve hu dönemde yaşanan sorunlarla ilgilenme, doğuma yardım et­me ve tabii ki bekâreti tayin etme konularında kadınlar, saygı­değer ve kabul görmüş bir tıp mesleğini yerine getirerek diğer kadınlara hizmet ederdi.

1625 yılı civarında, kadınların ve bebeklerin sağlığıyla ilgi­lenen erkekleri mesleki anlamda ayırt etmek için yeni bir te­rim onaya atıldı. 20. yüzyıla kadar, “erkek-ebeler” hem kadın­ların hem de diğer doktorların çoğu zaman küçük gördüğü bir terimdi. Erkek-ebeler, o zamana kadar kadınlara ait bir bölge­ye girerek sadece geleneksel adap sınırlarını değil, aynı za­manda sınıf sınırlarını da aşmıştı, çünkü ebelik ve ebelik kap­samına giren her şey kadınların işiydi. Ancak erkeğe yakışır bir Latin eğitiminden faydalanmayanlann yapabileceği pis, de­ğeri düşük bir işti. Bir adamın jinekolojik konularla ilgilenme­sinin ancak şehvet düşkünlüğünden kaynaklanabileceği dü­şüncesi ender rastlanan bir şey değildi. Bu tür suçlamalardan kaçınmak için jinekologlar bir sürü zahmete katlanmışlardır. Örneğin, uygunsuz bir izlenim yaratmamak için, genelde has­tayı çarşaflarla kapatarak çoğu zaman muayeneleri sadece do­kunarak yapmışlardır. Doktorun jinekolojik muayene yapar­ken rahmi ve yumurtalıkları dokunarak incelemesi için par­mağını ya da parmaklarını vajina yerine anüse sokması da ol­dukça yaygındı, çünkü bunun erotik olarak algılanma olasılığı daha düşüklü ve evli olmayan kadınlarda himeni zedeleme olasılığı gibi bir riski de yoktu. Erkek-ebeler, küçümseyici bir terim olan “bilimsel çapkınlık” yaptıklarına dair en ufak bir kuşkuyu bile göze alamazlardı.

Sanki bütün bunlar spekulum kullanımının jinekoloji uygu­lamasına dahil edilmesi için yeterince kutuplaşmış bir ortam yaratmıyormuş gibi, spekulumun kendisi de ilişkilendirildiği şeyler yüzünden bir suçlu havasına bürünmüştü. The Science of Woman (Kadın Bilimi) adlı kitabında Omella Moscucci, bu asırlık tıp aletinin, 19. yüzyılın başlarında fahişelikle, polisle ve zührevi hastalıklarla ilişkilendirilerek nasıl lekelendiğini anlatır. Spekulum muayenesi Fransa’da 1810’da fahişeliğin ya­sallaştırılıp düzenlenmesinin ardından usulden sayılmaya baş­lamıştır. Bu yeni yasalar, çalışma kaydını yaptırmış olan her fa- hişenin, zührevi hastalık denetimi için spekulum muayenesi­ne boyun eğmesini gerektiriyordu. Bu muayeneler, kamu hiz­meti veren doktorlar tarafından, “kamuya ait kadınlar” üzerin­de, kamu sağlığı bağlamında gerçekleştirildiği için, Avrupa ve Britanya Adalan’mn her yerinden ve Amerika'dan gelen stajyer doktorlar, Paris’teki eğitimleri sırasında bu muayeneleri göz­lemleyebiliyordu. Fahişeler, zaten bozulmuş değersiz insanlar olarak görüldükleri için, sadece, “normal” bir kadından isten­mesinin hiç de mantıklı olmadığı düşünülen türden bir mu­ayeneden geçmeye değil, canh görsel araçlar olarak hizmet vermeye de zorlanabiliyorlardı.

Çağın ortalarına gelindiğinde eşi benzeri görülmemiş sayıda doktor spekulumun nasıl kullanıldığını görmüş, teşhis koyma konusunda doktorlara çok şey sunduğunu fark etmiş ve aleti kendileri de kullanmaya başlamıştır. Bunu korkunç bir öfke izlemiş ve makaleler, raporlar ve editörlere yazılan sert mek­tuplar tıp dergilerinde ortalığı karıştırmaya başlamıştır. Lond­ra’daki St. George Hastanesi’nde ebelik profesörü olan Robert Lee, spekuluma ne kadar çok karşı çıktığını her fırsatta dile getirenlerdendi. Mayıs 1850’de Royal Medical and Chirurgical Socieıy’ önünde sunduğu bir makalesinde spekuluma karşı çıkmasını korkunç ayrıntılarla açıklamıştır. Omella Moscuc- ci’nin yazdığına göre, Lee’nin örnekleri, “bilimle neredeyse hiç ilgisi olmayan ve tamamıyla ahlâki olan tartışmaları tıp mas­kesi altında sunmuştur.” Fizyolog Marshall Hail da benzer şe­kilde, “bakire ağırbaşlılığının köreltildiğinden” ve bunun ne kadar alçaltıcı olduğundan söz etmiş ve “Aramızda hangi baba bakire kızının böyle bir kirlenmeye maruz bırakılmasına izin verir?” diye gürlemiştir. 1850 senesinin Medical Times adlı tıp dergisinde yazan isimsiz bir yazar, şakayla karışık olarak “spe- kulumcuların” herkese açık gösteri yapabilecekleri sezonluk bir opera salonu kiralamayı düşünmelerini önermiştir.

Aslında bugün bile jinekologların bakire hastaların iç geni- tal organlarını muayene etmekten vazgeçmeleri ya da alışıldığı üzere bu hastalarda daha küçük ve dar spekulumlar kullanma­ları oldukça yaygındır. Çoğu zaman bakirelerin vajinasının küçük olması yüzünden bunun gerekli olduğu söylense de as­lında fizyolojik açıdan bunun doğruluğuna dair bir kanıt yok­tur. Ergenlik dönemi öncesi kızların vajinaları genelde daha küçük ve dardır ama zaten bu kızların bedenleri de daha kü­çüktür. Bir de ergenlik öncesinde vajinalar, bu dönemde daha düşük olan östrojen seviyesine bağlı olarak, ergenlik sonrasın­daki vajinalar kadar esnek değildir. Bu nedenlerden dolayı, standart kabul edilen Graves spekulumunun daha küçük ve daha dar ağızlı bir türü olan Huffman adh ergen spekulumu gibi aleıler geliştirilmiştir.

Ergenlik dönemini allatan kadınlarda vajina genellikle ösı- rojenli, esnek ve yetişkin boyullarındadır. Kişi cinsel açıdan etkin olduğunda, tıpkı penisin büyüklüğünde olmadığı gibi vajinanın büyüklüğünde de bir değişiklik olmaz. Bu yüzden de asıl konunun, vajinanın spekulumu içine alıp alamayacağı olduğunu hiç sanmıyorum. Asıl konu ya himeni zedeleme

1 Kraliyet Tıp ve Cerrahlık Cemiyeti - ç.n. korkusudur ya da vajinaya giren ilk nesnenin, bu ister bir pe­nis olsun ister spekulum ya da bambaşka bir şey olsun, vajina­ya kendisine özgü bir zarar ve acı vereceğine ilişkin akıllardan bir türlü silinmeyen temelsiz fikirdir. Öyle görünüyor ki ne kadar klinik ve mekanik bir şekilde olursa olsun bakire bir va­jinaya girilmesi hâlâ kendisine özgü öyle bir tahrip potansiyeli taşıyor ki, en azından bazı jinekologlar 21. yüzyılda bile hâlâ bu olası durumdan kaçınmayı tercih ediyorlar.

Bakire Şifası

Spekulum tartışmasının en hararetli olduğu günlerde yaygın olan ve genellikle spekulumun ne kadar işe yaradığına ilişkin sözleri savuşturmak için ortaya atılan bir iddia da, bakirelerin zührevi hastalık bulaştırmadığıydı. Spekulum muayenelerinin, öncelikle zührevi hastalık teşhisi konulmasında yararlı olduğu fikrinden yola çıkan bu iddia, mantıken bakireler (ve genel olarak bütün saygıdeğer kadınlar) zührevi hastalıklara maruz kalmış olamazlar, diye devam ediyordu. Zührevi hastalık olası­lığı olmadığında da herhangi bir doktoran vajinanın içini in­celemesi ve dolayısıyla da spekulum kullanması için neredey­se hiçbir doğal ihtiyaç kalmıyordu ortada.

Bu gittiği yere kadar fena bir iddia değildi, ama ne yazık ki çok da uzağa gidemedi. Aslına bakarsanız, cinsel yolla bulaşan enfeksiyon kapmış birinin bir bakireyle yatarsa iyileşeceğini id­dia eden eskiden kalma tehlikeli mit yüzünden, bakireler sık sık cinsel yolla bulaşan enfeksiyonların pençesine düşmüştür. Bu mitin tam olarak ne zaman ya da nerede başladığını bilmi­yoruz. Umutsuz kişiler bunun gibi umutsuz işlere kalkışırlar; bu uygulama da büyük olasılıkla, yaklaşık olarak insanlar cin­sel yolla bulaşan enfeksiyonların bedenlerindeki belirtilerini ta­nımaya başladığından ve dehşete düşerek bunlardan kurtulma­ya çabaladıkları zamandan beri ortalıkta dolaşmaktadır. Bakire­lerin zührevi hastalıklara şifa niyetine kullanılmasının özellikle belli zamanlarda belli yerlerde çok yaygın olduğuna dair kamil­iniz vardır. Örneğin 19. yüzyılın sonlan ve 20. yüzyılın başla- nnda Iskoçya, 18. yüzyılın sonlarında Doğu Avrupa ve günü­müzde de AIDS’in kırıp geçirdiği Afrika bunlar arasındadır.

Bu uygulamanın arkasında kısmen de olsa, etkileşim sihrine karşı duyulan saf ve umutlu bir inanç gizlidir. Kültürler ve çağlar boyunca bakirelerin, bir kalkan görevi görerek kendile­rini her türlü zarardan uzak tutan etkili ve olağandışı bir saflı­ğa sahip oldukları düşünülmüştür. Örneğin, bakire Hıristiyan şehitleriyle ilgili efsanelerde, bakireler bekâretlerinin koruması alanda sık sık cinlerle ya da Şeytan'ın ta kendisiyle savaşırlar. Buradan da doğal olarak şu sonuç çıkıyor: Cinleri yenilgiye uğratacak kadar güçlü bir şey frengiyi de iyileştirebilir. Bu du­rumda da kişinin tek yapması gereken, hâlâ bu şeye sahip olan birinin bedeninden o şeyi almak oluyor.

Bu konuda başka açıklamalar da ileri sürülmüştür. Örneğin bu mit bir rastlantıyla başlamış ya da güçlenmiş olabilir. Cin­sel yolla bulaşan birçok enfeksiyonun kendisine özgü farklı belirti aşamaları vardır. Yara, kabarcık ya da akıntı gibi ilk be­lirtiler sonunda biterek, yerini bütün bedeni etkileyen ama anında fark edilmesi daha zor olan belirtilere bırakabilir. En­feksiyon kapmış biri, bu belirti aşamaları arasındaki geçiş dö­neminde bir bakireyle cinsel ilişkiye girerse ya da belirti aşa­maları arasındaki geçiş dönemi cinsel ilişkinin hemen sonrası­na denk gelirse, enfeksiyonu olan kişi kolaylıkla (yanlış olsa bile), hastalığı “yok eden” şeyin bir bakireyle yatmak olduğu sonucuna varabilir. Bu adamdaki enfeksiyonun ilk belirtileri, birlikte olduğu bakire kadında da ortaya çıkarsa bu da, hasta­lığın başka birine geçirildiğinin kanıtı gibi görünür. Bilimsel tıbbın bu tür hastalıkların gerçekle nasıl bulaşıınldığını açık­layabildiği zamandan önce, cinsel yolla bulaşan enfeksiyonla­rın tamamıyla bir başka kişiye verilebileceği fikri, belirtilerin bir kişide aniden kaybolurken aynı anda başka bir kişide orta­ya çıkması için sunulabilecek oldukça iyi bir açıklamadır.

Bu kulağınıza inanılmayacak kadar cahilce gelmesin diye; 20. yüzyıl öncesinde yaşayan doktorların çoğunun, zührevi enfeksiyonların cinsel ya da halta fiziksel temas olmadan da bulaşması sadece olası değil, aynı zamanda yaygın olduğuna inandığını belirtmek gerekir. (“Zührevi” ya da “cinsel yolla bulaşan” diye sınıflandırılan birçok hastalık aslında cinsel ol­mayan yollarla da bulaştınlabilir ama genellikle bu doktorla­rın hayal ettiği yollarla değil.) Örneğin. 18. yüzyılın sonların­da ve 19. yüzyılda zührevi hastalıkların suçu, bazen mastür­basyona ya da kirli odalar, kötü hava, sık değiştirilmeyen ça­maşırlar ya da yemek kaplarının paylaşılması gibi yoksullukla son derece ilişkili bir dizi koşuldan birine yüklenirdi. Üzerin­de konuşulan bir başka konu da ebeveynlerin ahlâkıydı. Anne ve babanın birbirine cinsel anlamda aşırı düşkünlüğü, çocuk­larında zührevi hastalık çıkmasının olası bir nedeni olarak gö­rülüyordu.

Bu düşünce tarzı, 19. yüzyıla ait, çocukların ve her yaşta “saygıdeğer” dişinin temelde cinsel olmadığı fikriyle en sinsi şekilde birleşmiştir. “İyi” bir dişinin evlilik dışında cinsel ol­masının düşünülemez olduğu bir toplumsal ortamda, bu kadı­nın ya da kızın tecavüze uğradığı ya da çocukken taciz edildi­ğine dair herhangi bir kuşkuyu dile getirmek de eşit ölçüde düşünülemezdi. Cinsel yolla bulaşan bir enfeksiyonun belirti­lerini gösteren herhangi bir “iyi” bakire ya da çocuk, suçun büyük olasılıkla doğruca kendi üzerine ve ailesinin toplumsal- ekonomik durumu üzerine yıkıldığını görürdü. Cinsel yolla bulaşan enfeksiyon vakalarının suçu, kirli iç çamaşırlarına ya da sağlıksız yaşam koşulları gibi şeylere yüklenebiliyorsa, o zaman bu vakalar daha temiz çamaşırlar ya da iyi yaşam ko­şulları sağlanırsa belki de engellenebilirlerdi. Bu, düzgün, ha­yırsever, kolayca etkisini gösteren ve orta sınıfın o zamanki popüler, insancıl hedefleriyle uyum içinde olan bir değişimdi. Dahası bu, hem doktorların hem ailelerin rahatlatıcı yalanları­nı sürdürebilmelerini sağlıyordu: Çocuklar istismar edilme­miş, bakireler kirletilmemişti; erkeklere gelince, onlar böyle ayıplanacak şeylere zaten tenezzül etmezdi.

Zührevi hastalıklar cinsel aktiviteden öylesine bir inalla ay­rılıyordu ki, bazı durumlarda çocukların ve bakirelerin teca­vüz davalarının görülebilmesi için avukatlar ve yargıçlar, baki­relerin zührevi hastalıkların iyileştirilmesinde gerçekten ktılla- nıldığını kanıtlamakla görevlendiriliyordu. 1913’ıe Glasgow mahkemesinde görülen böyle bir davada, oluz yedi yaşındaki bir kömür madeni işçisinin, dokuz yaşındaki yeğenine tecavüz etmekle suçlanması -ve buna ek olarak kıza “belsoğukluğu ve o sıralarda mahrem yerlerinde olan başka zührevi hastalıklar bulaştırmakla” suçlanması-, konunun önemli ve etkileyici bir incelemesinin yapılması fırsatını doğurmuştur.

Aslında sayısız tanınmış doktorun tanıklık ettiği gibi “baki­re şifası” fikri hâlâ oldukça yaygındı. Majestelerinin Hapisha­ne Cerrahı Dr. James Devon’un bu davadaki tanıklığı hem çok kapsamlı hem de suçlayıcıydı: “Zührevi hastalık kapmış bir adamın bir bakireyle ilişkiye girerek bundan kurtulacağına da­ir tuhaf bir şekilde geçmek bilmeyen yaygın bir inanış var. Bu inanışın nispeten cahil insanların yanı sıra genel anlamda bil­gili olan insanların içinde de var olduğunu keşfetmek beni şa­şırttı. Bu kuramın, izini belli bölgelere kadar sürebileceğimiz bir inanış olduğuna dair kanıt bulmaya çalıştım ama bir sürü farklı yerde farklı mesleklerden insanlar arasında yaygın oldu­ğunu keşfettim, o kadar farklı ki artık bu inanışa nerede rast­larsam rastlayayım pek şaşırmam.”

Gerçekten de Dr. Devon’un, yüzyılın sonundaki İskoç top- lumunda bu mitin var olduğuna dair kanıt bulmasında şaşıra­cak hiçbir şey yoklu. En azından 18. yüzyıldan bu yana, ço­cukları kapsayan tecavüz davaları diğer Britanya Adaları’ndaki mahkemelerde de çok yaygındı: 18. yüzyıl Londrası’nda kayıt­lara geçen yaklaşık her beş büyük tecavüz davasından birinde on yaşından küçük bir kurban vardı. Antony Simpson’m bu tür tecavüzler üzerine yaptığı incelemede belirttiği gibi, bakire şifası mili çocuk tecavüzüyle suçlananların olukça sık kullan­dığı bir bahaneydi. 18. yüzyıl boyunca ve hatta 19. yüzyılda da, avukatlar ve yargıçlar bu inanıştan haberdardı ve bunun tecavüzü haklı çıkarmak için kullanılmasına alışmışlardı.

Bu inanış, her ne kadar Britanya’da yapılan zührevi hastalık araştırmalarına göre 20. yüzyıl ortalarına kadar dikkat çekecek boyutlarda varlığını sürdürmüş olsa da, aslında sadece Britan­ya Adaları’na özgü değildi. Aynı sorunun, 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında Amerika’nın bazı alt kültürlerinde, özellik­le de yüksek eğitim ve tıbbi tedavi olanakları oldukça kısıtlı olan topluluklarda görüldüğü fark edilmişti. Bu mit artık ge­lişmiş ülkelerde yaygın olmasa da başka yerlerde serpilmeye devam etmektedir. 1980’lerde HIV/AIDS salgınının baş göster­mesinden bu yana, dünya üzerindeki milyonlarca enfeksiyon ve azgelişmiş ülkelerdeki HlV-pozitif olan insanların çaresizce karşı karşıya olduğu sıkıntılar, ne acı ki şifalı bakire milinin dallanıp budaklanması için verimli bir ortam yaratmıştır. Özellikle, dillerden düşmeyen birkaç bebek tecavüzü davası­nın konuyu uluslararası gazete sayfalarına taşıdığı Güney Afri­ka’da çocuk tecavüzleri % 400 oranında artmıştır. Güney Afri­ka Ûniversitesi’nin Güney Afrikalılarla yaptığı anket, katılım­cıların önemli bir kısmının —ülkenin başkenti Pretoria’nın ve en büyük şehirlerinden Johannesburg’un olduğu Gauteng böl­gesinde % 32 gibi yüksek bir oran- bir bakireyle cinsel ilişkiye girmenin AIDS’i iyileştireceğine inandığını onaya çıkarmıştır.

Yani bakire şifası miti aslında cahil geçmişimizin basit bir uydurması değil, fazlasıyla gerçek ve halen var olan bir sorun­dur. Tabu içinde bir tabudur; tartışılması güç, engellenmesiyse daha güçtür. Bazı insanların bakire şifasını denemelerini bıra­kın, buna inanabildiklerini bile düşünmek o kadar rahatsız edicidir ki, birçok kişi konuyu inkâra sığınır ya da suçu cahil­lere, yoksullara ve çocuklarını böyle bir felaketten koruyama­yacak kadar aciz ya da aşağılık olan anne ve babalara yükler. Bu iddiaların bugün 19. yüzyıldakinden daha iyi bir şekilde engellendiği söylenemez. Günümüzde bakire şifası Güney Af­rika’nın siyahi kasabalarında. Amerika nın ya da kuzey Avru­pa’nın beyaz çoğunluklu topluluklarında olduğundan daha ciddi bir endişe yaratıyor olabilir ama bu, kendini beğenmişlik etmek için ya da güvende olduğunu düşünerek yanlış sanıya kapılmak için bir bahane değildir. Tarihsel kayıtların gösterdi­ği gibi, umutsuz durumlar umutsuz işlere kalkışma fikrini in­sana mantıklı gösterdiğinde, bakire şifasına gösterilen ilgi de hiçbir etnik ya da kültürel sınır tanımaz.

Bakire Hastalığı

Bir bakireyle yatmanın zührevi hastalıktan çok daha fazlasını iyileştirebileceğine inanılmıştır. Bunun yanı sıra beş yüz yıldan fazla süre boyunca, sadece bakirelerin başına gelebilecek çok belirli bir tıbbi rahatsızlığın yine ancak bakireler tarafından iyi­leştirileceğine de inanılmıştır. Latince’de morbus virgineus diye bilinen bu hastalığın ya da daha basit bir ifadeyle “bakire hasta­lığının” varlığı artık Batı tıbbı tarafından kabul edilmemektedir. Ancak 20. yüzyıl öncesinde bu hastalığın teşhisi hem yaygındı hem de tıp literatüründe oldukça geniş bir yeri vardı. Uzun geç­mişi, kesin tanımlanamayan bir yapısı ve tıp dünyasından bir anda kaybolmasıyla bakire hastalığı sadece bir merak konusu değil, aynı zamanda birinci sınıf bir tıp gizemidir.

Bakire hastalığı bir sürü isimle anılmıştır. Farklı yerlerde ve zamanlarda kloroz (genç kızlarda görülen kansızlık), “beyaz humma”, Bleichsucht (solgunluk), les pdles couleurs (solgun renkler), yeşil hastalık ve geelzucht (sarılık) olarak bilinen bu hastalık, tedavisi isminde gizli birkaç hastalıktan biridir. Kızı ev­lendir, bekâretinden kurtar, işte sana kesin tedavi, demeye geti­rir “Yeşil Hastalığın Şifası” adlı Ingiliz Rönesansı'na ait bir halk

• şiiri. Yok, sevdiğinden mahrum edersen o zaman ölebilir de:

Güzel dolgun bir genç kız

Yatağında yanıp tutuşuyor yalnız

Çimen gibi dönmüş yeşile

Ve diyor ki kederle:

“Güçlü bir erkeğim olmazsa

Acımı dindirecek

Yaşamım sona erecek

Nefes aldıkça acı çekiyorum

Aruk yaşamayı reddediyorum."

Gerçeklen kadınların ara sıra yeşil hastalıktan öldüğü ol­muştur. Bu ölümler ya hastalığın seyrine bağlı olarak ya da ba­zen belirti olduğu düşünülen “ölümü bir sevgili gibi arzula­mak” tarzında akli dengesizliklerin etkisiyle intihar yoluyla gerçekleşmiştir. Ve gerçekten evlilik ve özellikle çocuk doğur­manın bu hastalığın mutlak tedavisi olduğuna inanılmıştır. Öte yandan bu bakire hastalığının ne olduğunu söylemek çok daha zordur.

Bu hastalığı tanımlamak için kullanılan bir sürü isimden de anlaşılacağı üzere, bakire hastalığı, dizanteri ya da kırık bir ba­cak gibi kendisine ait belirgin özellikleri olan ayrık bir durum değil, bir şekilde birbiriyle ilişkili gibi görünen farklı belirtiler­den oluşan bir toplam, bir sendromdu. Bunlardan âdet görül­memesi, solgunluk, iştah kesikliği ve pika (toprak ve kül gibi normalde yenilemeyeceği düşünülen benzeri maddelere karşı duyulan anormal iştah) gibi belirtiler, hastalığın tıp kitapların­da tarif edildiği yüzyıllar boyunca pek değişmeden kalmıştır. Hızlı nabız, göz kapaklarının ve ayak bileklerinin şişmesi, ne­fes alma güçlüğü, kalp çarpıntısı, delüzyonal düşünme, göğüs ağrısı, intihar eğilimi, karaciğerin şişmesi, kamn sözde kalbe doğru “ters yönde akması” ve hastalığın isminde sözü edilen yeşil ten rengi gibi başka belirtiler de dönem dönem bazı açık­lamalarda görülür. Bakire hastalığıyla ilişkilendirilen ne kadar çok belirti olduğu düşünüldüğünde, bu hastalığın çoğu zaman başka hastalıklarla örtüşmüş olması o kadar da şaşırtıcı gelme­yebilir. Bakire hastalığının belirtilerini gösteren genç bir kadı­na, aşk hastalığından tutun da dalak tıkanıklığına kadar her­hangi bir tanı konulabilirdi: hatta bazı durumlarda bu doğru tanı da olabilirdi.

Ancak tarihsel bir bakış açısıyla bakıldığında, bakire hastalı­ğıyla ilgili en ilginç şey bunun “bakirelerin” hastalığı olmasıy­dı; kadınların kâğıt üzerinde yaşamlarının baharında oldukları ve birçok şey yapabilecekleri bir dönemde başlarına gelen sim­gesel bir hastalık. Bu hastalık bakirelerin bir hastalığı olduğu için ısrarla bekâretin, güvence ve güvenlik kaymağından çok, bir bela kaynağı olduğuna işaret eder.

Bakire hastalığının başlıca belirtisi kadının âdet görmeme- siydi. Tıbbi suyuk sistemi anlayışına göre, bir kadın gerektiği gibi âdet görmediğinde, bedeninden dışarı atılması gereken kanın içeride biriktiğine inanılırdı. Bu fazla kan çürüyerek ze­hirli hale gelebilir (çoğu zaman âdet kanının zaten zehirli ol­duğu düşünülürdü), kadının rahmi ve organları üzerinde ağır­lık yaparak bunlan sarkıtabilir, halta fazla kan birikmesi nede­niyle dolaşım sisteminin ters yönde çalışmasına neden olabi­lirdi. Hipokrat kuramına göre bu biriken kan kalbe baskı ya­pabilir, akli rahatsızlıklara ve kişinin boğulduğunu sanmasına yol açabilir, kadınların hayaletler görmesine ya da kendilerini boğmaya ya da asmaya çalışmalarına neden olabilirdi. Bekâret, kadınlan çocuk doğurmanın korkunç tehlikelerinden kurtarı­yor olabilirdi ama kadınlar her halükârda bekâret yüzünden eninde sonunda ölebilecekleri bir rahatsızlık geçireceklerse bunun ne faydası vardı ki? Yüzyıllar boyunca kadınlar için Hı­ristiyanlık ülküsü olarak el üstünde tutulan bekâret, onları cinsel günahın yıkımından kurtarıyor olabilirdi ama rahimle­rinin ihanetinden kurtaramıyordu.

Bakire hastalığı kadın bedeninin daha az zehirli ve tehlikeli görünmesini sağlayacak hiçbir şey yapmamış olsa da evlilik adına oldukça iyi bir neden sunmuştur. Bu hastalığın tıp lite­ratüründe, evlilik cinselliğinin lokal olarak uygulanmasından başka tedavisi olmayan, bağımsız ve ayıncı bir şekilde bakire­lere özgü bir olgu olarak ortaya çıkmasıyla, Avrupa’da Protes­tanlığın ortaya çıkmasının bu kadar yakın tarihlerde gerçek­leşmesinin tamamıyla bir rastlantı olması güçtür. Katolikliğin tersine Protestanlıkta yetişkin bekâretinin gerçek bir faydası yoktur. Yeşil hastalığın Protestanlığın hemen ardından ortaya Çıkması bir rastlantı değildir. Martin Luther doksan beş tezini Mittenberg Kale Kilisesi’nin kapılarına 1517’de çivilemiştir; L526’ya gelindiğindeyse Luther’in ilk Alman kutsama ayini (ilk Protestan ayini) hazırlanmıştır bile. Bakire hastalığı konu­sundaki ilk büyük tıp yazısı, tam zamanında 1554’te Alman Doktor Johannes Lang’ın Medicinalium epistolarum miscellanea adlı kitabında çıkmıştır.

Bu, bakire hastalığının, kadınları evlendirmek için düzen­lenmiş bir Protestan oyunu olduğu ya da bu hastalığın 16. yüzyılda birdenbire ortaya çıktığı anlamına kesinlikle gelmez.

Aslında bu hastalığmkilere benzer bir dizi belirti Hipokrat’ın eserlerinde de bulunur. Halta tıp literatürü âdet düzensizliği ve ruhsal duruma dair rahatsızlıkları olan genç kadınların her zaman var olduğu gerçeğini kesinlikle doğrular. Ancak belli ki doktorların birdenbire bakire hastalığından söz etmesini sağla­yan 16. yüzyılın ortalarına özel bir şey vardı; bundan önce sa­dece belirtilerden söz ediyorlardı. Bu şey kısaca, dine aykırı görüş belirtme tehlikesiyle karşı karşıya kalmadan, bekâretin olumsuz bir bağlamda tartışılabileceği uygun toplumsal orta­mın ortaya çıkmasıydı.

Şunu da belirtmek gerekir ki bu, bakire hastalığının belirtile­rinin gerçekte bekâretin sonucu olduğu anlamına gelmez, bu belirtiler eskiden ne kadar bekâretten kaynaklandıysa sonra da ancak o kadar kaynaklanmıştır. Kadınlar her yaşta ve cinsel ko­numda bu tür belirtilerden şikâyetçi olabilirler ve bunun bir­çok farklı nedeni olabilir. Aslında bakire hastalığının tarihinde ilginç bir dipnot da bazen, âdet görülmemesi, mide bulantısı ve bu hastalıkla ilişkilendirilen benzer belirtilerin gerçekte tama­mıyla farklı bir şeyin, yani hamileliğin belirtileri olduğudur. Adet kesilmesinin birden fazla anlama gelebilen bir belirti ol­duğu, doktorların ya da ebelerin gözünden kaçmamıştır. Bağır­sak temizleyen ilaçlar, âdet kanamasını başlatan ilaçlar, hasta­dan kan alma ve benzeri tedavileri öneren yazarlar bunların ha­mile kadınlarda kullanılmaması konusunda uyarıyorlardı. Ha­mileliğin ilk belirtileri yeşil hastalığın belirtilerinden ayırt edi- lemeyebildiği için, yeşil hastalığın tedavisinin düşüğe neden ol­ma olasılığı vardı ve öyle görünüyor ki, doktorlar bunun aslın­da tam da istenilen şey olabileceğinin farkındaydı. Ancak yasal nedenlerden dolayı bunu destekledikleri izlenimini uyandır­maya cesaret edemiyorlardı. Bir başka deyişle, tıpta sorumluluk reddi aslında hiç de yeni bir kavram değildir.

Tabii ki bakire hastalığına ilişkin belirtilerin hamilelikten başka nedenleri de vardı. Geçen yıllar boyunca, kronik nefrit­ten biliverdine, sarılıktan akut miyelositik löseminin nadir bir çeşidi olan kloromaya kadar farklı birçok açıklama öne sürül­müştür. Ancak bunlar ve fazlasıyla spesifik daha birçok teşhis.

olası morbus virgineus vakalarının çok küçük bir kısmını açık­lamıştır. En basiti, bakire hastalığı geçiren kızların birçoğunun hayatta kaldığını düşünürsek, daha ölümcül açıklamaların pek de açıklayıcı olmadığmı görürüz. Bu bağlamda, günümüzde yeşil hastalık ya da bakire hastalığı içirn önerilebilecek en olası teşhisler kansızlık türleri, özellikle de hipokromik kansızlık olarak bilinen türdür.

Bu kansızlığın daha çok yetersiz beslenmeden kaynaklandığı tahmin edilir. Sınırlı yiyecek mikıan ve cinsiyetçilik yüzünden kendilerine daha iyisi sunulmadığı için mi, yoksa toplumsal uyum baskılarından dolayı kadınlar kendilerine daha fazla al­ma hakkı tanımadığı için midir bilinmez, kadınlar ve kızlar ço­ğu zaman yeteri derecede beslenmeden yaşamıştır. Bakire has­talığının birçok tedavisinde kızların daha iyi beslenmelerinin, özellikle de mönüye, kanı kuwetlendirdiğine inanılan kırmızı et ve şarap (kırmızı et iyi bir demir kaynağı olduğu için gerçek­ten kanı kuvvetlendirir) ve başka besleyici yiyeceklerin eklen­mesinin tavsiye edilmesi pek de rastlantı sayılmaz. 18. ve 19. yüzyıllarda, o zamanlar kloroz denilen hastalığın tedavisi için tescilli ilaçlar onaya çıktığında, bunlar içinde en çok işe yara­yanlardan bazdan mineral takviyesi sağlayan ilaçlardı.

Bu çerçevede evlilik ve anneliğin, balkire hastalığının tedavi­sine nasıl katkıda bulunacağını anlayabiliriz. Ashnda çoğu za­man yazıldığı gibi, hastalığı tedavi ed<en şey, rahim ve vajina geçitlerinin cinsel birleşmeyle ve doğumla açılması ve böylece içeride hapsedilmiş âdet kanının çıkabileceği düzgün ve hazır bir yolun oluşması değildi. Doğrusu, eş ve evin hanımı olduğu için evli kadının daha çok besine erişebilme olasılığı yüksekti. Evlilik ve annelik, yeşil hastalığa neden olan ruhsal sorunların çözülmesine de yardımcı olmuş olabilir çünkü kadının gerek­siz yere hasta olmak gibi bir seçeneği yoktu artık; ailesinin kendisine ihtiyacı vardı.

Elbette ki bütün bunlar sayısız kişiyii, şehvetle, klorozun te­davisinin uygun ölçülerde güçlü bir penisin devreye girmesi olduğu hakkında cinsel içerikli fıkralar anlatmaktan vazgeçir­medi. Elizabelh dönemine ait şu yazanı bilinmeyen basit şiirin küçük bir kesitinde görüldüğü gibi, yeşil hastalık ve tedavisi -biraz âdet görülmesinde bugün hâlâ olduğu gibi- bir sürü müstehcen meyhane fıkrasına konu oluyordu:

Bir güzel genç kız, yakalanmış yeşil hastalığa İçi parçalanır görenin, kızsa bilemez derdi ne Rahatsızlığı nedendir nasıl iyileşir acaba Çabucak kıza cevap verir Apollon şöyle Üzülme, çaresi vardır hastalığının, der kahin Kurtuluşun ilk harflerde bak da gör kendin

Denenen onca tedaviye, anlatılan onca fıkraya ve ileri sürü­len onca açıklamaya karşın, bakire hastalığından mustarip ka­dınlardaki belirtilerin bir anda ortadan kaybolması hâlâ gizemi­ni korumaktadır. Belirtilerin böyle ortadan kaybolmasının olası nedenleri, neredeyse hastalığın kendisinin ortadan kaybolması­nın olası nedenleri kadar çoktur. Dört yüzyıl boyunca bakire hastalığı, adı ne olursa olsun, genç kadınların başına gelen ör­nekse! bir klinik rahatsızlıktı; tıpkı bugün genç kadınların başı­na gelen depresyon ya da yeme bozukluklarım içeren örneksel rahatsızlıklar gibi. 1901’de bile Sir Clifford Allbutt hâlâ şunları yazabiliyordu: “Klorozu olan kız, özel ya da kamuya ait hiç fark etmez, her muayenehanede iyi bilinir.” Ama nasıl olduysa 20. yüzyılın ilk çeyreği biterken bakire hastalığı da yavaş yavaş ortadan kayboldu. Hastalık artık ne geçerli bir teşhis olarak gö­rülüyor ne de güncel tıp metinlerinde adından söz ettiriyordu. On yıl önce kloroz teşhisi konulmasına neden olan belirtilerin aynını gösteren genç kadınlara artık başka yerlerinde sorun ol­duğu söyleniyordu. 5 yüzyıldan sonra, önceleri her yerde var olan bakire hastalığı, bir nesilde yok oluvermişti.

Bu hastalığın nereye gittiği ve bunca kadının gerçekten acı­sını çektiği hastalık ve rahatsızlıkların ne anlama geldiği tıp tarihçileri arasında büyük bir tartışına konusu olmuştur. Baki­re hastalığının tarihi üzerine bir incelemenin yazan olan, İn­giltere’deki Reading Üniversitesi’nden Dr. Helen King, bu be­lirsizliklere birkaç olası açıklama önermiştir: Kansızlığın teşhi­si ve tedavisi gibi konularda tıpta kaydedilen gelişmeler, in­sanların beslenme tarzlarındaki genel ilerlemeler, yeterli vita­min ve mineral içeren besinlerin tüketilmesindeki önemin da­ha iyi anlaşılması vs. Yoksa bir zamanlar klorozun işgal ettiği kültürel konuma yavaş yavaş anoreksiya ve bulimiya nervoza gibi yeme bozuklukları mı yerleşti? King bu kuramı dikkate alıyor ama yapılan karşılaştırmanın yetersiz olduğunu düşü­nüyor. Öyle görünüyor ki baküe hastalığına ilişkin soruya ve­rilebilecek tek dürüst cevap hiçbir ilginç tarafı olmayan doğ­runun ta kendisidir: Tıpkı bekâretin hep yaptığı gibi, bakire hastalığı da sonraki yaşamına dair hiçbir ipucu bırakmadan ortalıktan kaybolmuştur.

Uzun Lafın Kısası

Vajina kanallaşma sürecini tamamlamadığında ve dolayısıyla bir vajina deliği oluşmadığında, geride vajinanın girişini tama­mıyla kapatan bozulmamış geniş bir deri parçası kalır. Buna doğuştan kapalı himen diyoruz. Kapalı himenlerin neden oluştuğunu kimse bilmiyor; bildiğimiz tek şey oldukça düzen­li bir şekilde ortaya çıktıklarıdır. Kapalı himen kadın genital organlarına ilişkin tek ve en yaygın bozukluktur ve aslında doğuştan gelen bir kusurdur.

Kapalı himenler, bazen biraz sıkıntı veren bazen de çok acı çektiren birçok tıbbi soruna yol açabilir. Himenin kapalı olma­sı en çok hematokolpos'a, yani âdet kanının, rahim içi dokusu­nun ve vajina sıvılarının vajina içerisinde birikmesine yol açar, çünkü bunların dışarı çıkabilecekleri bir yer yoktur. Vajina es­nek olduğu ve genişleyebildiği için kapalı himenin gerisinde oldukça fazla miktarda âdet sıvısı birikebilir ve bu da karın üzerinde baskı yaparak ağrıya neden olur. Bu sıvı birikimi, id­rar kesesi ve anüs üzerinde basınç yarattığı için kabızlığa ve idrar yollan enfeksiyonunu andıran belirtilere yol açabilir. Bu duruma bazen, rahim içinde ya da yumurtalık tüplerinde kan birikmesi anlamına gelen hematometra da denir ve bu birikinti tümörle kanşıırılabilir.

Kapalı himen gibi kötü bir sürprizle karşı karşıya kalan sa­yısız kadın için korkacak bir şey yok; neyse ki bunun tedavisi oldukça basittir. Himenotomi, ya da bir başka isimle himenek- tomi, isminden de anlaşılabileceği gibi himenin ameliyatla ke­silmesi demektir. Batı’da, genellikle ayakta tedavi şeklinde olan standart bir himenotomi ameliyatı bir sürü farklı kesik türünden birine göre yapılabilir: Örneğin, haç şeklinde bir ke­sik ya da hayali kahraman, kılıç ustası maskeli Zorro’nun ünlü Z’sine benzeyen bir kesik. Bu kesik, vajina içerisinde birikmiş olan âdet sıvısının dışarı akabilmesi için himenin ortasında bir delik açar. Himenin kesilen kenarları dikişle geriye doğru tut­turulur ya da ameliyat lazer bıçağıyla yapılmışsa buna gerek kalmaz çünkü lazer aynı anda hem keser hem de kenarları dağlar. Her iki yöntem de kesilen kenarların iyileşirken birle- şip tekrar kapanmasını engeller. Ne vajinanın girişi ne de hi­menin kendisi çok büyük olduğu için, genelde birkaç santim­den küçük genişlikte olan küçük bir kesik açılır. Kesik açıl­dıktan sonra içeride birikmiş olan âdet sıvısı doktor tarafından çekilebilir ya da kendi başına akmaya bırakılabilir. Genital or­ganlardaki yüzeysel yaralarda sıkça rastlandığı üzere, bu kesi­ğin iyileşme süresi de genellikle kısadır.

Himenotominin ikinci bir amacı da vajinaya girilebilmesini sağlamaktır. Himenotomi bazen himen kapalı olmasa da, vaji­naya girişi güçleştiren ya da bu girişin olağandışı bir şekilde acı vermesine neden olacak şekilde, elastik olmayan ya da çok kahn olan bir himenin deliğini büyütmek için de uygulanır. Hatta 20. yüzyılın ortalarında, ilk cinsel birleşme acısının yol açabileceği gerdek gecesi travmasını önleyeceği gerekçesiyle ji­nekologların önlem olarak himenotomi uygulaması moda ol­muştur. Yaklaşık 1930’lardan 1960'lara kadar birçok jineko­log, yakında evleneceğini duyuran kadınlara bu işlemi öner­miştir. Doktorlar bu tür “her ihtimale karşı” himenotomilerin normalde gereksiz olduğunu anladığında bunların modası da geçmiştir. Sonuçta kadınların çoğu, vajinalarına ilk defa giril­diğinde ciddi bir acı duymazlar; üstelik psikanalitik gerdek ge­cesi travması kuramı da artık pek tutulmuyor. Çağımız dok- torlan bir kadının himenine neşter sürmeden önce genelde gerçek bir sorunun ortaya çıkmasını bekliyorlar.

Geri Dönüştürülmüş Bir Kutu?

Günümüzde Batıkların bekâretle tuhaf, çelişkili bir ilişkisi var­dır. Bir taraftan bekârete çok önem verilmesinin “Ortaçağ’a öz­gü” ve cinsiyet aynmcılıgı olduğunu söyleyerek şikâyet eder­ken diğer taraftan da hâlâ bekâretin saflık, özdenetim ve say­gınlık gibi istenen özellikleri tamamladığına inandığımızı gös­teririz. Birçok açıdan bedenimizle kurduğumuz ilişki de böyle çelişkilidir. Bir yandan “bedenimiz tapmağımızdır” deriz, öte yandan bu “tapmakların” sahibi tarafından uygun görüldüğü gibi süslenebilecek (dövme yaptırılabilir, orası burası delinebi­lir, vücut geliştirme sporlarıyla, estetik ameliyatla, korseyle ya da elinizde ne varsa onunla şekli değiştirilebilir) özel mülki­yetler olduğuna inanırız. Bu durumda, himenin ameliyatla ye­nilenmesi fikrini kabullenmekte zorlanmamıza pek de şaşır­mamak gerekir.

Yaklaşık son yirmi yıldır, himenorafi ya da himenoplasti (hi- men estetiği) de denilen himenin “yeniden yapımı ve onanım” işlemi gitgide daha çok rağbet görmeye başlamıştır. Bu işlem dünyanın her yerinde, halta resmen yasak olduğu ülkelerde bile yapılmaktadır. Himenotominin tersine, yeniden himen ya­pımı ameliyatının tıp açısından gerekli olduğu söylenemez: Himenin fizyolojik hiçbir işlevi olmadığına göre, yeni bir hi­men yapmanın da hiçbir fizyolojik nedeni olamaz. Bu ameliyat tamamıyla isteğe bağlıdır ve yapılmasının tek nedeni de aslın­da var olan ya da olmayan bir bakirelik durumuna maddesel bir varlık kazandırmaktır.

Himenlerini yeniden yaptıran kadınların çoğu geçmişte kendi istekleriyle yaşadıkları cinsel bir deneyimi gizlemeye ça­lışmakladır. Ancak bazı kadınlar yaşadıkları bir cinsel saldırı­nın ya da genital organlarının yaralanmasının ardından bu ameliyata başvurur. Bazıları da himcnlcrinin gerdek gecesinde “doğru bir şekilde” kendini gösterebilecek kadar yeterli olma­yabileceğinden endişe ederek çareyi bu ameliyatta bulur. Bu kadınların yaklaşık 2000 dolara satın aldığı, orijinal donanı­mın bir parçasından ayırt edilemeyecek kadar ustalıkla yapıl­mış mukoza zarından bir halkadır.

Hiınenin yeniden yapımı iki şekilde gerçekleştirilebilir. Hi- menorafi orijinal hiınenin ya da bundan geriye kalan parçacık­ların hâlâ görülebilir olduğu durumlarda, bunların “bozulma­mış” himene benzemesi için dikişle birbirine tutturulmasıyla yapılır. Himenoplasti ise biraz daha karışık bir işlemdir. Bu iş­lem, ya ortada dikilebilecek kadar yeterli himen kalıntısının olmadığı durumlarda ya da himenin, tıpkı genital bir yapboz gibi, parçaların birbirine tutturulmasına dayanamayacak kadar narin olduğu durumlarda uygulanır. Himenoplastide vajina duvarından küçük bir mukoza zarı parçası kaldırılır ve bu, ye­dek oyuncu olarak himenin yerine dikilir. Yeniden yapılan hi­menin yakın zamandaki bir evlilik için yaratıldığı dunımlarda ameliyat zamanı genellikle büyük günün birkaç hafta öncesine ayarlanır.

Bazı doktorlar himen yapımı için gelen kadınlara, gerdek gecesinde bakire olduklarına dair yeteri kadar “kanıt” sunabil­sinler diye tavsiyelerde de bulunur. Örneğin, düğün gününü âdetlerinin başlangıcına denk getirmeye çalışmaları söylenebi­lir. Bu ameliyatları yapan bütün doktorlar her zaman böyle tavsiyeler vermezler ama bazılarının vermesi bile önemli bir konuya işaret eder: Himen tamiri üzerinden ticaret yapan dok­torlar bile, sadece doğru yerde doğru deri parçasının olması­nın bu deri parçasının zamanı geldiğinde “doğru” davranacağı anlamına gelmediğinin gayet iyi farkındadır.

Doktorların bedenin verebileceği bu tür farklı tepkilerin far­kında olması, bu işlemin etik olup olmadığı konusunda sür­dürülen bazı ciddi tartışmalara neden olmuştur. Bedenlerin aynı olmadığını ve kadınlar bekâretlerini kaybettiklerinde be­denlerinin aynı şekilde davranmadığını her geçen gün daha da iyi anlıyoruz. Bu yüzden birçok doktor, bu işlemlerin yaratma­ya çalıştığı fiziksel ve estetik tekbiçimliliğin olası sonuçların­dan doğal olarak rahatsızlık duymaktadır. Yeniden himen ya-

pırın ameliyatı, kadın bedeni ve cinselliğine dair açıkça yanlış ve kadın düşmanı olan ve bütün kadınlan zorla aynı kalıba sokmaya çalışan bir ideolojiye hizmet eden başka bir düzen mi? Yoksa estetik ameliyat sadece estetik ameliyat mıdır ve “geri dönüştürülmüş bir kutu”nun göğüslere silikon taktır­mak ya da burun estetiğinden hiçbir farkı yok mudur? Bu hiz­meti veren bazı klinikler, bu ameliyatı, cinsel duyumu artır­mayı (kimin cinsel duyumundan bahsedildiği pek açık olmasa da) amaçlayan ve vajina girişinin daraltılması gibi değiştirme­leri de kapsayan genital “gençleşme” pakedinin bir kısmı ola­rak sunmaktadır.

Dünya genelinde erkek arkadaşlar, babalar ve kocalar yeni­den himen yapımı ameliyatlarına itirazlarını sık sık dile getir­mektedir; o kadar ki erkeklerin, hakh gösterilecek hiçbir yanı­nın olmadığını düşündüğü, halta suç teşkil eden bir aldatma olarak gördüğü bir şeyin gerçekleşmesine yardım ettikleri ge­rekçesiyle bazı doktorların ve kliniklerin ölüm tehdidi aldıkla­rı bile olmuştur. Kimi doktorlar, bu tür olayların, bu ameliya­tın ne kadar gerekli olduğunu bir kez daha vurguladığını söy­lemektedir. Doktorlar bu ameliyatları yaparak, kadınların, ai­lelerinin ya da toplumlarmın gerçekçi olmayan bekâret ölçüt­lerine uymadıkları için başlarına gelebilecek hiç adil olmayan sonuçlara (buna dayak, sakat bırakılma ya da “namus cinayet­leri” de dahildir) maruz kalma olasılığından kaçınmalarına yardım ettiklerine inanmaktadır. Gönül elbette bekâretin varlı­ğı ya da yokluğu konusunda kadınların kanıt sunma zorunlu­luğunun hiç olmadığı bir dünya olsun ister. Ama bunun yeri­ne, merhamet sanki başka tıp seçeneklerinin yaratılmasını em­rediyor gibi görünüyor.

ALTINCI BÖLÜM

Bomboş Sayfa

Peki en değerli kitabın en mükemmel şekilde yazılmış say­fasından başka nerede insan daha derin anlamları olan bir masal okur? Bomboş olan sayfada.

- Isak Dinesen, Last Talerden (Son Masallar) “The Blank Page” (Bomboş Sayfa)

Jitanlar da denilen İspanyol Romanları (Çingene), her bakire­nin vajinasında, içinde sarımsı bir sıvı bulunan bir üzüm, bir uva olduğuna inanır. Batı’da yazılmış hiçbir anatomi kitabı bu üzümden ya da içindekilerden söz etmez; hiçbir jinekolog da bunların tariflerini tanımaz. Ama Jitanlar hem üzümün hem de suyunun var olduğu ve dahası bunların kadın bekâretinin tek güvenilir göstergesi olduğu konusunda ısrarcıdır. Üstelik bunun için ellerinde kanıt da vardır.

Uvanın içerisindeki honra denilen sıvı sadece bir kez akıtıla- bilir. O gittiğinde kadının bekâreti de onunla birlikte gider. Bu sıvı, düğünün bir parçası olarak kızlığın törensel bir şekilde bozulmasıyla patlatılır -yani bekâret ve honra aynı anda akıtı­lır- çünkü bir kadının honrasmın fark edilmeden yavaş yavaş akıp gitmesine izin verilmemesi gerekir. Bu da pek uygun gö­rülmez. Ne de olsa bu, tanıklık edilecek, kullanacak ve gurur duyulacak bir olaydır.

Büyük bir odada, etrafını kendi topluluğundan olan evli ka­dınların sardığı gelin yere uzanır. Kızın etekleri yukarı çekilir ve etraftakilerin görmesini kolaylaştırmak için kalçasının altı­na bir yastık konur ve bacakları iki yana doğru açılır. Bu ko-

nularda uzman olan yaşça daha büyük bir kadın, ajuntadora. gelinin vulvasını, vajina dudaklarını ve vajina girişini inceler. Bunların küçük, narin, sağlıklı ve pembe görünmesi gerekir. Farklı herhangi bir renk ya da görünüş kızın cinsel saflığına hiç yakışmayan bir şekilde etrafla kırıştırdığı anlamına gelir. Gerçi bu “kırıştırma” etek yerine pantolon giymek (pantolo­nun vulvaya sürtündüğü düşünülür) ya da hassas bölgeler üzerinde problematik miktarda baskı oluşturduğuna inanılan, bisiklete binmek gibi nispeten zararsız bir davranış da olabilir. Jiıanların dediğine göre, uygunsuz herhangi bir cinsel davra­nış bu bölgedeki dokuların rengini koyulaştırır, hatta karartır ve bunu fark etmek çok kolaydır.

Her şey iyi görünüyorsa tören, üzümün sıkılıp iminin elle patlaıılmasıyla devam eder. Bir zamanlar gelinin yerinde ken­dileri olan törendeki diğer kadınların söyledikleri şarkıların eşliğinde gelin, ajuntadoranın kenarları oyah mendilini çıkarıp kurdele yaparak parmağına sıkıca dolamasını izler. Bu kumaş gelinin komasını emecektir. Yaşlı kadın sıkıca sanlı parmağını yavaşça gelinin vajinasına sokar (eğer gelin kanarsa kadının hemen durması gerekir, çünkü kan komanın açtırdığı “çiçek­leri” bozar) ve uvayı ustalıkla patlatarak mendilde kalıcı bir 1c ke bırakacak olan sarımsı sıvının çıkması için üzerine bastırır. Muayeneyi yapan kadın birkaç defa bastırır ve her bastırma­dan önce kumaşın teiniz kısmını ortaya çıkarmak için mendili döndürür. Ne kadar çok çiçek, o kadar çok onur: Üç çiçek ol­dukça saygın görülür ama aslında bir tane bile yeterlidir. Be­yazlığı sarımsı lıoıırayla lekelenmiş mendil sergilenir ve bütün kadınlar bunu şarkı söyleyerek, el çırparak ve içi rahatlamış gelinin çıplak göbeğine ve bacaklarına pembe ve beyaz renkli badem şekerleri saçarak kutlarlar.

Düğünün geri kalanı bu noktadan sonra neredeyse tamamıy­la törensel bir havada geçer. Gelin kocasıyla kilise törenine ka­tılır. Gelinin annesi, ailenin ve boyun soyunu sürdürmeye uy­gun iyi, geleneksel bir kız yetiştirdiğini kanıtlayan lekeleri ko­rumak için sağlam bir şekilde düğümlenmiş mendili ve kızının bekâret çiçeklerini sonsuza kadar saklayacak olan kişidir.

Jitanlar bugün Ispanya’nın modem şehirlerinde yaşıyor ola­bilirler -2005 yılında Madrid’de yapılan düğünde, Flamenko yıldızı Jitan Farruquito’nun genç gelininin bu şekilde bekâret testinden geçirildiği İspanyol televizyonundan herkese duyu­rulmuştu- ama onlann bekâret törenleri bize, sanki farklı bir yerden, farklı bir zamandanmış gibi görünüyor. Halta bu tö­renler sanki farklı bir bedenle ilgiliymiş gibi geliyor. Jitanlar honranm bekâret kanıtı olarak yanılmadığına inanıyorlar. Her aptalın bildiği gibi kan taklit edilebilir ama honra edilemez.

Batılı bir doktor, vajinanın girişinde bulunan Bartolin bezle­rinin ürettiği sıvının çoğu zaman sarı ya da sarımtırak gri ol­duğunu, üstelik bu sıvının bakire olsun ya da olmasın kadının yaşamının herhangi bir döneminde bezler içinde birikebilece­ğim söyleyerek Jitanların iddiasına karşı çıkabilir. Bu doktorla­ra göre, bütün kadınlar bu sarımsı lekeleri üretebilecek dona­nıma sahiptir. Batılı doktor, Jitanlarm bahsettiği uvanın da as­lında var olmadığını, bu yüzden dejitanlann son derece basit ve tamamıyla anlamsız olan salgılara anlamlar yükleyerek ya­nıldıklarını ve sıradan anatomik bir şeye büyük bir toplumsal değer biçerek pireyi deve yaptıklarını da sözlerine ekleyebilir. Jitanlar, bunun yerine çarşaflarda kan lekeleri arasalar ya da yırtılma ve esneme gibi kanıtlar bulmak için hinıeni incelese- ler daha iyi ederler.

Bunları duyan bir Jitan’ın yüzünde alaycı bir ifade oluşurdu, çünkü bütün Jitanlar bilir ki genital organlardaki diğer bütün dokularda olduğu gibi himenin durumu da ancak ikinci dere­cede ve muhtemelen sadece şartlara bağlı olan bir bekâret ka­nıtı sunabilir. Sonuçta tıva tek bir kan damlası bile akmadan patlatılmıyor mu?

Bekâreti Testten Geçirmek

Peki kim haklı? Belki de ne Jitanlar haklıdır ne de doktorlar. Ya da belki de hepsi birden haklıdır. Bekâreti kanıtlamak hiç­bir zaman tam anlamıyla bir bilim konusu olmamıştır. Hatta tam anlamıyla bir tartışma konusu bile olmamıştır. Bekâretin yapısı ve kanıtlanması konusunda Jitanlarla Batı’nın tıp gele­neği arasındaki türden bir çekişme istisna sayılabilir ama ta­rihsel bir bakış açısıyla baktığımızda bu çekişme oldukça ola­ğandır da. Batı tarihi boyunca bekâreti kanıtlamak için o kadar çok yöntem kullanılmış ve o kadar çok ölçüt icat edilmiştir ki, bunların listesini yapmak için bunun gibi bir kitap daha yaz­mak gerekir.

Basit ama gerçek olan şudur: Birini tam sevişme sırasında yakalamadığınız sürece bekâretinin ne varlığını ne yokluğunu kanıtlayabilirsiniz. Bunu bugün de kanıtlayanlayız, daha önce de hiç kanıtlayamadık. Tanı koyma yöntemlerinde şu ana ka­dar görülmemiş bir gelişme olmadığı takdirde, gelecekte de muhtemelen kanıtlayamayacağız.

Bekâret testlerinin dillere destan başarısızlığı kimseyi bunla­rın yapılması konusunda ısrar etmekten vazgeçirememiştir. Sayısız şeyi test eden sayısız test yüzyıllar boyunca kullanılmış ama bunların hiçbirisi diğerlerinden daha belirleyici olmamış­tır. Ancak bütün bekâret testlerinin çok tutarlı ve etkili üç özelliği vardır. Bu testlerin hepsi de aynı şeyi arar, tek bir te­mel kamı kuralını paylaşır ve hepsinin nesnel doğruyla belirli, özel bir ilişkisi vardır.

İlk olarak, bekâret testlerinde aranan şey aslında bekâret de­ğildir. Bekâret, özünde gözle görülemez ya da ölçülemez. Be­kâret testlerinde bekâret değil, bekâretin işaretleri aranır. Arada ince ama önemli bir fark vardır. Bekâret dediğimiz nitelik elle tutulamayacak soyut bir şeydir. Soyul bir şeyin varlığına dair kamı aradığımızda, örneğin adalete ya da adaletsizliğe dair ka­nıt aradığımızda, aradığımız aslında o şeyin kendisi değil, o şeyi gösteren delildir. Üstelik bu delil, belirli delil türlerine be­lirli anlamlar yükleyen kültürün kendisine özgü düşünce sis­temlerine göre toplanır ve yorumlanır.

Bu kültürel elken şu anlama gelir: Bir döneme ya da alt kül­türe ait olan insanların ideolojisine göre bekâretin varlığını ka- nıtlıyormuş gibi görünen bir işaret (örneğin tıva ve içindeki honra delili), düşünce sistemleri aynı delile aynı anlamı yükle­meyen başka insanlar tarafından öyle görülmeyebilir. Honra ve uva, Batı’nın genel tıbbi düşünce sisteminde etkili olmaz; ka­nama ve himen yırtılması dasitanların düşünce sisteminde bir anlam ifade etmez. Bu yüzden bu bölümün geri kalanında tartışılan bekâret testlerine ilişkin soru hiçbir zaman, “Bu ka­dın bakire mi, değil mi?” değildir. Hatta, “Bu test doğru test mi, değil mi?” sorusu da değildir. Asıl soru şudur: Bu test, kul­lanıldığı zamanın ve yerin düşünce sistemine göre, bu belirli ilkeler doğrultusunda düşünen insanlara anlamlı gelebilecek bir delil sağlayabiliyor muydu? Kısacası, bekâret testini yön­lendiren ölçütler hiçbir şekilde evrensel ya da deneysel değil­dir ve bu ölçütlerin kendi tarihsel ve kültürel zamanları içinde düşünülmeleri gerekir.

Bekâret testleri tek tek kadınlar üzerinde uygulandığı için bu biraz kafa karıştırıcı görünebilir. Ama bu testlerin içerdiği şey aslında test edilen kişinin bedeni değil, idealleştirilmiş standart bir kadın bedeni modelidir. Bekâret testlerinin sonuç­ları, bireysel bedenlerin (ya da beden parçalarının) genel bekâ­ret idealine ne derece uyduğuna bağlıdır. Bu da bizi bütün be­kâret testlerinin paylaştığı ikinci ortak özelliğe götürür: Bekâ­ret testleri bize bir kadının bakire olup olmadığını söyleyemez; . sadece bu kadının kendisiyle aynı zamanda ve yerde yaşayan in­sanların bakireler hakkında doğru olduğuna inandığı şeye uyup uymadığını söyleyebilir.

Buna karşın bekâretin test edilmesinde değişmeyen bir şey vardır ve bu, bütün bekâret testlerinin paylaştığı üçüncü özel­liği oluşturur: Kadınlar kendi adlarına konuşamazlar. Bekâret testinde hiçbir zaman geçerli kabul edilmeyen tek delil türü kadının kendi sözlü ifadesidir. Yalnızca kadının bedeninin -ya da bazı durumlarda kadının fiziksel varlığına tepki veren sihir­li bir nesnenin- tanıklığına izin verilir. Bunun nedeni şüphesiz olarak, cinselliğini yaşayan kadınların cinsel konumlan konu­sunda yalan söylemeleri için bir sürü nedenlerinin olduğunun düşünülmesidir. Bekâret testinin bedene ve bedenin fiziksel özelliklerine odaklanarak söylentilere kulak tıkamasına ve sahtekârlığı önlemesine çalışılmıştır. Bu süreçte bekâreti test edilen kadın, bir kişi olarak yok olur. Bütün zamanların en yaygın bekâret testinin -bir kadının vajinasına ilk defa penisle girilirken ve girildikten sonra bekâretin işaretlerinin ve ipuçla­rının izlenmesi- sadece, bakirenin bedenine giren erkeğin ya­şadığı ve anlattığı şekliyle bekâret kanıtı aradığını unutamayız. Bekâretin değerlendirilmesinde kullanılan ölçütlerin, herhangi bir bireysel durumda bir bakire ya da kızın bekâreti hakkında neyin doğru olduğuyla hiçbir ilgisi yoktur. Ancak diğer insan­ların genel ve idealleştirilmiş bir sınıf olarak bakireler hakkın­da neyin doğru olduğuna inandığıyla çok ilgisi vardır.



[1] Bu başlıkla. Amerikalı şarkıcı Madonna'nm “Like a Virgin” (Bir Bakire Gibi) adlı şarkısına gönderme yapılmaktadır -ç.n.

[2] Himen, halk dilinde “kızlık zan" denilen, vajina girişini kısmen kapatan ince zann tıptaki adıdır. Kızlık zarı terimi yerine himeni kullanmayı tercih etmemin nedeni, Türkçe’de bakire/bekâret konusunda yaygın olarak kullanılan kız, kız oğlan kız, kızlık, kızlık zarı gibi terimlerin, İradın bedeninin erkek-egemen ba­kış açısından tanımlanmasını yansıtmasıdır. Himen sözcüğünün kadın/kız ay­rımına doğrudan işaret etmemesi ve nispeten yansız bir sözcük olarak görün­mesi de bu kararımı etkilemiştir. Kitap boyunca kızlık ve benzeri sözcükleri sa­dece, İngilizce’de eski sayılabilecek “maiden/maidenhead” sözcüklerinin karşı­lığı olarak kullanacağım - ç.n.

[3] Türkiye'deki “Güzin Abla” benzeri bir köşe yazısı dizisi - ç.n.

[4] 2001 Amerikan Nüfus Sayımı sonuçlarına göre, ilk kez evlenen Amerikalı bir gelinin ortalama yaşı yirmi beş. damadınldysc yirmi altıdır. İngiltere'de ortala­ma yaş oranı daha da yüksektir: Kadınlar için yirmi sekiz, erkekler için otuz. Batı genelinde ilk evliliklerin yirmili yaşların ikinci yarısında gerçekleşmesi git­gide bir kural haline gelmektedir.

[5] Sarmaşık Birliği. ABD’nin kuzeydoğu yakasında yer alan sekiz üniversitelik bir birliktir. Üniversite binalarının, okulun gelenekselliğini simgeleyen sarmaşıklarla kaplı olması nedeniyle, birliğe bu isim verilmiştir. Bu birlik kapsamındaki üni­versiteler bugün Amerika'nın en başarılı ve prestijli okulları olarak anılır-ç.n.

[6] K ve r doğal adaptasyon stratejileri: r (reproduclhv yani üretken) stratejistleri tüm üretici enerjisini eş bulmak ve çoğalmak için harcarken, K- stratejistleri yavrularım taşıma ve besleme, anlamında, daha az sayıdaki yavru için daha çok emek harcarlar.

[7] Keşfedilen yer - ç.n.


Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar

Yorumlar